Emekçi sınıfların hareketi ve birlik ve mücadele sorunu

I.
Sonbaharla yeni bir yükselme sürecine giren emekçi sınıflar mücadelesi, ciddi bir dönemece gelmiş bulunuyor.
Hükümet-IMF-büyük patronlar bloğunun giriştiği ülke ve emek düşmanı politikalar skandal boyutundaki gelişmelerle deşifre olurken, aynı zamanda bu blok, pervasızca aldığı kararlarla, yoluna devam etmek kararlılığını da sergilemektedir.
Kıbrıs sorunu, Ege sorunu, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, af gibi sorunlar gündeme geldiğinde “milliyetçilik” damarı kabaran, hamasette mangalda kül bırakmayan, yurtseverlik isterisine kapılan hükümet ve düzen partileri ile onların çanak tutucusu rolünü üstlenmiş olan holding medyası, ülkenin bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren gerçek çıkarları söz konusu olduğunda tam bir vatan haini gibi davranmaktadır. Bu haince tutum ise; Türkiye’nin Batı ekonomisine entegrasyonu, “ekonominin yapısal bakımdan verimlileştirilmesi” vb. gibi, anlamı herkese göre değişebilecek yuvarlak kavramlar arkasına saklanmaktadır. Örneğin ulusal sanayi ve tarımın çökertilmesi, sosyal güvenlik sisteminin, sağlığın, eğitimin bir hizmet olmaktan çıkarılıp uluslararası sermayenin ve yerli uşaklarının yağmasına açılması, ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerinin emperyalist ülkelere ve onların firmalarına peşkeş çekilmesinde sınır tanınmayan bir noktaya gelinmiştir.
Demokrat geçinen liberal sağcılar ve bir zamanların Marksist’i (çoğu şimdi de Marksist’im demekten hoşlanan) solcular; AB’ye katılmak, batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin rolünü ve ekonomisini, zamanla siyasetini de, “yenileme” konusunda tam bir mutabakat içindedirler.
Din üstünden siyaset yapan çevreler ile Kürt siyasi çevreleri de, aralarındaki milliyetçi çatışmalar ve aynı “seçmen çevresi”ni peşine takmayı amaçlayan bir politik hatta yürüyor olmaktan gelen çelişmelerine karşın, AB’nin, hatta uzun vadede IMF’nin isteklerine göre biçimlendirilecek bir Türkiye’nin nasıl olacağını kavrayıp, onlarla aynı tarifi yapıp, isteklerini bu yolla gerçekleştirecek politikaları benimsemişlerdir.
Kendi bankasını soyanların artık çete soruşturmalarının “rutin”i haline geldiği, özelleştirilen devlet bankalarının Hazine’nin yağmalanması ve küçük tasarrufçuların dolandırılmasının aracı olarak kullanıldığının ortaya çıkmasının hemen arkasından önemli görevler yapan üç devlet bankasının (Ziraat, Halk ve Emlak bankaları) özelleştirilmesinin inadına bir biçimde gece baskını usulü yasalarla gündeme getirilmesi, hükümetin ve arkasındaki güçlerin nasıl bir düzen kurmayı amaçladığını açıkça gösterdi. Daha bankalar skandalı her gün yeni bir safhasıyla gündemi doldururken, “piyasalar” denilen kapitalizmin en parlak vitrininin çökmesinin “etkisini azaltmak” bahanesiyle, rantçılara, faizcilere, büyük patronlara, 10 gün içinde 6 milyar dolar daha “haraç” verilmesi, uygulanan ekonomi politikaların kimlere daha çok servet aktarmak istediğinin açık göstergesi oldu. Ve görüldü ki; her skandal, her çöküş, bir yandan sistemin başarısı olarak yutturulup propaganda malzemesi olarak kullanılırken, öte yandan da bu skandal gelişmeler, “ekonomiyi kurtarmak”, “istihdamı korumak” adına kamu imkânlarını yağmalamanın vesilesi yapıldı, yapılıyor.
Kısacası, hükümet-patronlar-IMF bloğu, ekonomideki amaçlarına varmak için son derece kararlı, kendilerinin gerekli gördüğü her önlemi pervasız bir gözü karalıkla almakta; emekçi sınıfların yeni hamlelerine fırsat vermeden, amaçlarını gerçekleştirmek istemektedir. Bunun için sermaye; hem uluslararası (IMF ve Dünya Bankası’na verilen sözler, yapılan stand-by’lar vs.) hem de ulusal (hükümet, parlamento, patron örgütleri, burjuva medyası vs.) bütün güçlerini bu amacı gerçekleştirmek için bir araya getirmiş, siyasi ve ekonomik imkânlarını bu politikaların arkasına koymuştur.
Hükümet ve burjuva politika dünyası, Kıbrıs, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, AB’ye girme koşulları vb. gibi siyasi sorunlarda “çözümsüzlüğü”, sorunların “şimdilik çözümü” olarak benimsemiş, bunların nihai çözümünü emekçi sınıf hareketini ezme ve ekonomik alanda kendi amaçlarına varma sonrasına ertelemiş bulunmaktadır. Bu yüzden de MİT’le MGK’nın çelişmesi (çeliştirilmesi), ANAP’ın başka, DSP’nin başka, MHP’nin de daha başka bir telden çalması vb. bir sorun teşkil etmemektedir. Çünkü bu sorunları erteleyerek burjuva politikası, kendi içinde derin bölünmelere yol açacak bu gelişmeleri ertelemiş olmaktadır.

II.
Madalyonun öteki yüzünde, emekçi sınıfların cephesi de son derece önemli gelişmelere sahne olmaktadır.
Emek düşmanı politikaların niteliğinin ve amaçlarının açığa çıkması, yığınların en geri kesimlerini bile mücadelenin saflarına çekmektedir. 1 Aralık’ta sadece KESK’in işi sıkı tutması ve diğer memur sendikalarının en azından geri çekici rol oynayamaz duruma gelmesiyle, milyonlarca emekçinin eyleme geçmesi (bir-buçuk milyondan fazla kamu emekçisinin iş bıraktığı, yüz binlercesinin sokağa çıktığı bir gerçektir); elbette ki oldukça dikkat çekicidir. Bu kamu emekçilerinin çoğunluğunun bugüne kadar hiçbir eyleme katılmadığı düşünülürse, hangi kesimlerin eyleme çekildiği daha iyi anlaşılır. Bunun da ötesinde köylülüğün son yıllarda parti, zengin, yoksul farkı gözetmeden mücadeleye katılması, yine Türkiye tarihinde sisteme karşı en az tepki gösteren kesimlerin sokak gösterileri, sendikalaşmak gibi yeni ve daha mücadeleci bir örgütlenmeye yönelmesi elbette ki, son birkaç yılın önemli gelişmeleridir. Özellikle “tarım reformu”nun ne olduğunun anlaşılmasıyla köylülük, daha ciddi mücadelelere girecek bir toplumsal kesim olarak kendisini ortaya koymaya yönelmiştir.
Sendika bürokrasisinin açıkça “teslim bayrağını çekmeye” hazırlandığı bir zamanda özelleştirmeye karşı mücadelenin yeniden kabarması; Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy santral ve kömür işçileri ile TEKEL işçileri; özelleştirmeye karşı “bağımsızlık bayrağı”nı yeniden göndere çekmiştir. Enerji, Petrokimya ve Telekom işçilerinin aynı yoldan ilerlemesi için yeni bir vesile ortaya çıkmıştır.
Yine 1 Aralık eyleminde Bayram Meral’in başını çektiği Türk-İş bürokrasisi kliği; Emek Platformu’nu, emekçi mücadelesini arkadan hançerleyerek, işçilerin iş bırakarak sokağa çıkmasını önlemiş (En azından önemli ölçüde önlemiştir. Eğer Türk-İş üst yönetiminin ihaneti olmasaydı, DİSK ve Hak-İş, bugünkü geri tutumu alamaz, ister istemez hareketin önünde yer alırlardı), böylece tarihsel rolünü bir kez daha icra etmiştir.
Emekçi sınıf hareketi, sadece eylem yapan ve tepki gösteren protestocu çizgiyi aşan bir hatta oturmayı başaramazsa, bugüne kadar yaşananlar açıkça göstermektedir ki, büyük patronlar, onların hükümetleri ve arkasındaki yerli ve yabancı odaklar; gerek banka soygunları, hayali ihracat vurgunları, spekülatif oyunlar üstünden yapılan soygunlar üstünden ortaya çıkan skandallar ve sistemin içeriğinin herkesin gözlerinin önüne serilmesi; sistemi zayıflatan değil onun kendisini yenilemesinin bir dayanağı ve vesilesi olarak kullanılabilir. Gelişmelere bakılırsa yapılmak istenen de budur.
1 Aralık eylemleri de bir kez daha göstermiştir ki; emekçi hareketinin, kaynağı aynı (siyasileşmemiş olmak) olan başlıca iki zaafı vardır.

III.
Emekçi sınıf hareketinin zaaflarından birincisi; hareketin “lokal” karakterde olmasıdır.
“Lokallik”, kimi zaman işkollarına göre, işyerlerine göre olurken, kimi zaman da taleplerdeki “lokal”lik olarak kendisini göstermektedir. Örneğin kimi işyerlerinde özelleştirmeye karşı hareket yükselirken, özelleştirmenin daha sonra konusu olacak ya da önceden olmuş işletmeler, ya da zaten özel olan işyerlerindeki işçiler, olup biteni seyretmektedir.
“Lokal”lik bir başka biçimde kendisini, kamu emekçileri, işçiler, öteki emekçi sınıfların birbirinden bağımsız hareketleri olarak kendisini göstermektedir. Ya da lokallik bir başka biçimde, sadece TİS, sadece işten çıkarmaya karşı çıkmak gibi, son derece kısmi taleplerle sınırlı olarak ortaya çıkmaktadır.
Oysa son gelişmelerle daha açık ortaya çıkmıştır ki; işçinin, kamu emekçisinin, köylünün, esnafın, neredeyse tüm emekçilerin en acil talepleri aynı merkez tarafından saldırıya uğramış bulunmaktadır. Ki, bu merkez, IMF-hükümet-büyük patronların politikası olarak biçimlenen uluslararası sermaye programıdır. Ve bunun farkına varıldığı ölçüde emek mücadelesi birleşip, yeni atılımlara dayanak teşkil edebilecektir.
Emek Platformu, bu ihtiyacı gidermek için ortaya çıkmıştır. Ama Türk-İş üst yönetiminin (en azından Meral ve kliğinin) hükümetle içli dışlılığı, hükümet ve sermaye güçleri tarafından kullanılıyor olması, platformun en büyük işçi örgütü olarak onu birleştirmek yerine onun içinde “Truva Atı” rolünü oynuyor olması elbette sorunlar yaratmaktadır. Bir buçuk yıl önce son derece önemli bir gelişme olarak ortaya çıkan Emek Platformu imkânı önemli ölçüde tahrip olmuştur. Bu tahribat, 1 Aralık’ta işçi katılımının baltalanması olarak ortaya çıkmıştır. Ve 1 Aralık’ta işçilerin harekete katılımının zayıflığı elbette Türk-İş üst yönetiminin tutumuyla doğrudan bağlantılıdır.
Bu tür sorunlardan kalkarak, platformun önemini anlamayan çevrelerin Emek Platformu’nu yıkmak için yapacakları girişimlerin güçlenmesi beklenir bir şeydir. Ama şu da bir gerçek ki; eğer Emek Platformu olmasaydı, 1 Aralık’ın gerçekleştiği boyutta gerçekleşmesi de olanaklı olmazdı. Dahası emeğin gündeminin derli toplu olarak, emek örgütlerinin çoğunluğunun önüne gelmesi, tartışmaya açılması, gündeme müdahale edilmesi imkânını artırması bile Emek Platformu’nun devamını zorunlu kılan bir şeydir.
Kuşkusuz hareketin birleştirilmesinde birinci etken; sendikalar, kitle örgütleri ve mesleki örgütlerin bir araya gelmesidir ve Emek Platformu en azından şekli olarak bunu yapar durumdadır. Hareketin birleşmesinde ikinci etken ise, emekçilerin ileri kesimlerinin üstünde az çok etkisi olan ve emekten yana olduğunu söyleyen partilerin emekçi taleplerinin elde edilmesi mücadelesinde (ve tabii ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinde) az çok birleşmiş, aralarında bir ittifaka gitmiş olmasıdır.
Ve burada partileri bir araya getirmek, bundan da öte üzerinde birleşilecek mücadele hattını bu partiler arasında ortak bir zemin olmasını sağlayacak olma görevi de elbette bütün diğer partilerden çok emeğin kendi partisine düşer.

IV.
Hareketin ikinci başlıca zaafı ise, istikrar ve kararlığının hareketin ihtiyaçları düzeyine ulaşmamış olmasıdır.
Sorunun bu yanı birinci zaafla bağlantılıdır ama protestocu eylem çizgisi, giderek daha çok eylemden caydırıcı bir rol de oynamaktadır. Üstelik bu protestocu tarzı, yasak savmacılığı işçi-emekçi hareketine musallat eden sendikal bürokrasi, burjuva reformcu çevreler; işçi hareketi içinde “Bakın mücadele ediyoruz ama sorunlar çözülmüyor. Demek ki, mücadele ederek haklarımızı alamayız” propagandasını yürütüyorlar. Ancak, geniş emekçi çevrelerin değilse de mücadelenin önünde yer alan kesimlerin bu zaafı fark ettikleri, özellikle 1 Aralık’a gelen süreçte daha derinden hissettikleri görülmektedir. Ve taleplerde ısrar, bir önceki eylemin hedefleri ile bir sonraki arasında bağlantı kurulması çok önemlidir. Dahası, hareketin istikrar kazanmasında kuşkusuz sınıfın ileri kesimlerinin politikleşmesi, kendi aralarında sadece eylem birliği değil aynı zamanda fikir birliğine, hedeflere varmada ortak tutumda birleşmesi de aynı derecede önemlidir.
1 Aralık sonrasında, emekçi hareketinin hem bu zaafı aşma imkânları artmıştır hem de hareketin kesintisiz ilerlemesi ve sermaye cephesinin saldırılarını püskürterek taleplerini elde etmede yeni adımlar atması için mücadele hattı konusunda emekçi sınıf örgütlerinin fikir birliği sağlaması son derece önemlidir.
Daha şimdiden görülmektedir ki, hükümet, emekçi sınıfların eyleminden sadece “cezalandırmak” için söz etmektedir. Bu yüzden de hükümetin kamu emekçilerinin, işçilerin ve diğer emekçilerin taleplerini dikkate alması için çok daha ileri eylem biçimlerine ihtiyaç olduğu artık geniş kamu emekçisi kesimlerce ve işçilerin ileri kesimlerince de kabul edilmektedir. Dolayısıyla hareketin bir genel grev/genel direniş hattına doğru ilerleme ihtiyacı herkes için açık hale gelmiştir.
Gelişmenin böyle bir hatta doğru yönelmesi, kuşkusuz sınıf partisine, ilerici demokratik güçlere, sınıftan yana sendikacılara, emekçilerin ileri kesimlerine yeni görevler yüklemektedir.
Bu görevlerin birincisi; 1 Aralık’a gelen süreci anlamak ve bu sürecin devamı olarak daha büyük yığınsal eylemler ve genel eylemlerin yolunu açacak bir “günlük eylem çizgisi”ni yaygınlaştırmak, emekçiler arasındaki bozguncu, karamsarlık yayıcı, bölücü girişimleri engelleyerek, hareketin imkânlarını öne çıkaran bir tutumu yaygınlaştırmaktır.
İkinci görev ise; ülke çapında ve mahalli planda bütün emekçi kesimleri birleştirirken (esnaf, zanaatkârlar, serbest meslek sahipleri, köylülük, kamu emekçileri, gençlik, sendikasız işçi çevreleri ve bunların örgütleri) aynı zamanda mücadele içinde yer alabilecek parti ve kitle örgütlerini birleştirmek, bir genel grev ve genel direnişin başarılı olması, hükümeti ve arkasındaki güçleri dize getirecek kadar güçlü bir çıkışı sağlayacak tüm güçleri birleştirmektir.

V.
Başka yanlarını bir yana bırakırsak bütçe, bir yılda yaratılan “milli hâsıla”nın sınıflar arasındaki paylaşımını belirleyen bir belgedir. Önceki bütçelerde olduğu gibi 2001 Bütçesi de, emekçileri yok sayan, tüm imkânları bir avuç büyük patrona, faizciye, rantiyeciye aktaran bir bütçedir ve hükümetin ve arkasındaki güçlerin amacını çok çıplak biçimde sergilemektedir.
Bu çıplak gerçek ve emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarının seviyesi bir hesaplaşmayı zorlamaktadır. Bu hesaplaşmanın sermaye için yeni saldırı imkânı değil, sermaye saldırısının püskürtülmesinin dayanağı olmasının tek koşulu, bu mücadelenin bugün geldiği aşamayı da aşan bir seyir izlemesidir. Bu ise bir genel direniş/genel grev hattına yönelmekle mümkündür.

Aralık 2000

AB katılım ortaklığı belgesi, Kürtçe yayın ve kültürel haklar

Avrupa Birliği’ne aday ülke olma hayali otuz yılda ancak gerçekleşen Türkiye egemen sınıfları, varılan noktayı “büyük başarı”, “zafer” gibi gösterdiler ve emekçi yığınları bu sürece adapte etmeye çalıştılar. Epeyce de başarı sağlamışlardı ki, birdenbire Avrupa Parlamentosu tarafından Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve Kürt sorunu gibi “hassas” sorunlar gündeme getirildi. Ve çok iyi gidiyor izlenimi yaratılan süreç adeta dinamitlenmiş oldu. Bir yıl önce gereklerini yerine “getirme taahhüdü ile imzaladıkları Helsinki Sözleşmesi’nin gerekleri doğrultusunda hiçbir adım atmayan gerici Türkiye egemen sınıfları bir açmazla karşı karşıya kaldılar. Türkiye’nin hiçbir düzenleme yapmadığını sorgulayan Avrupa Parlamentosu, aslında hiç gündemden düşürmediği, Türkiye’den daha fazla taviz koparma ve kendine mahkûm etmede kullandığı kozlarını bir kez daha gündeme getirdi. Türkiye raportörü, Fransız parlamenter Phippe Morillon, üyeliğe hazırlık aşamasındaki Türkiye için tavsiye niteliği taşıyan ve üyelik önünde engel olarak gösterilen gerekçeleri rapor ederek şöyle açıkladı:
Azınlıkların korunması ve Kürt sorununun çözümü; Kıbrıs sorununa çözüm bulunması; terörizmle mücadelenin son bulduğu kabul edildiği ölçüde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin politikadaki ağırlığının aşamalı olarak azaltılması, MGK’nın bir danışma kuruluna dönüştürülmesi.
Türkiye’den daha önce yerine getirilmesi istenen Kopenhag kriterleri konusunda bir çaba sarf edilmediğine değinen parlamenterler, son olarak hazırlanan KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi) ile durumu yeniden formüle ederek Türkiye’nin önüne sürdüler.
Demokratikleşme, insan hakları ve azınlıklar konusunda iyileşmelerin süratle devam etmesi, TCK’nın 312. maddesinin yeniden düzenlenmesi, DGM’lerin kaldırılması, idam cezasının kaldırılarak yasaklanmasını öngören AİHS’nin 6 numaralı protokolünün imzalanması, OHAL’in kaldırılması, MGK’nın bir danışma organı olarak düzenlenmesi, Kürt sorununa ekonomik, siyasi ve sosyal içerikli, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı bir çözüm getirilmesi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki işgal güçlerinin geri çekilmesinin sağlanarak Türkiye’nin çözüm arayışlarına katkı sunması. … Sonradan eklenen Ermeni sorununa ilişkin önerge ise şöyle; Avrupa Parlamentosu, Türk hükümeti ve TBMM’yi Türk toplumunun önemli bir parçası olan Ermeni azınlığına yönelik desteğini arttırmaya ve özellikle modern Türk devletinin kuruluşundan önceki soykırımı tanıyarak bu desteğini göstermeye davet eder, diyerek Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolundaki taşların temizlenmesi için pürüzleri sıralamaktadır. Ayrıca tarım ve sanayide uyulması gereken ve çevre sorunlarını da kapsayan bir dizi yükümlülük sıralanmış oldu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde önümüzdeki dönemin esasını Türkiye’nin adaylığını hukuki çerçeveye oturtacak olan “Çerçeve Yönetmeliği” adlı belgenin Avrupa Bakanlar Konseyi’nce kabulü oluşturacak. Düne kadar tartışılan Kopenhag Kriterleri yerini bu defa KOB’daki yükümlülüklere bıraktı.
Helsinki Toplantısının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye demokratikleşme konusunda bir gelişme kaydetmedi. Başbakan Ecevit, Helsinki Toplantısı sonrasında “3–5 ay içerisinde bu düzenlemeleri yaparız,” demiş olmasına rağmen herhangi bir şey yapılmadı. Bu süreçte, idamı kaldırmak, anti-demokratik yasaları ortadan kaldırmak, insan hak ve özgürlükleri konusunda adımlar atmak yerine hak ve özgürlük için mücadele eden işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını artırarak sürdürdü. Örnek vermek gerekirse: Gözaltılar, dernek kapatmalar, gazete-dergi kapatmalar ve toplatmalar azalmadı. Yeni Evrensel gazetesi 10 gün süreyle kapatıldı. OHAL devam ediyor ve bölgeye girişi yasaklanan yayınların sayısı artıyor. Düşünce ve örgütlenme mücadelesi yürüten birçok kişi gözaltına alındı ve tutuklandı, işkencenin açığa çıkarılması yönünde çaba göstermesinden dolayı Sema Pişkinsüt görevinden alındı. Birçok bölgede yapılan İnsan Haklan Üst Kurul Toplantıları senfoni müzik dinletisiyle bir şova dönüştürülürken siyasi parti temsilcileri bile bu toplantılarda düşüncelerini dile getiremediler. Bizzat İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen tarafından engellendiler. Düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, örgütlenme hakkına yönelik saldırılar, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik baskılar daha da arttı. 10’u aşkın sendika toplu iş sözleşmesi yapma hakkından yoksun bırakıldı, idamın kaldırılması, affın çıkarılması, Kürt sorununda demokratikleşmenin sağlanması gibi sorunlarda hiçbir adım atılmadı. Ancak AB süreci yine de içeride bir beklenti ve ümit vaat etme süreci olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor.

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE KÜRTÇE EĞİTİM VE YAYIN
Yıllardır Kürtçenin varlığını inkârda ısrarla direnenler, Kürtlerinin dilinin Kürtçe olduğunu, AB Katılım Ortaklığı Belgesi ile birlikte nihayet tartışmaya başladılar. Hatta daha da ötesi Kürtçe yayın konusunda bir yol ayrımına gelmiş oldular. Son birkaç haftadır, Kürtçe TV ve yayın hemen her kesim tarafından konuşulur bir durum oldu. Ama herkes esas olarak Kürtleri bir halk ve bu halkın konuştuğu dili de Kürtçe görmekten özenle kaçınarak, Türkçe anlamayanlara neden anladıkları dilden yayın yapmayalım ki mantığıyla yaklaşmaktadırlar. MHP’li İsmail Köse gibi, Kürtçe yayın idama gider diyerek anayasal engelden söz edenler de az değil. Hemen belirtmek gerekir ki, bir askeri cuntanın antidemokratik anayasasıyla yönetilen Türkiye’de demokrasiden söz edilmesi gülünç kalmaktadır.
Anayasada belirtilen Türkçe dışındaki diğer dilleri her yönüyle yasaklayan maddelerin esas hedefinin Kürt dili olduğu görülmektedir. Yıllardır varlığı yadsınan, “Dağ Türkleri” denilen bu halk, tüm hak ve özgürlüklerinden yoksun olmayı hiçbir zaman kabullenmeyerek hep derdini dile getirme mücadelesi verdi. Zeynep Oral “Kürtçe Televizyon” başlıklı yazısında durumun gerçekten böyle olduğunu çarpıcı olarak açıklamaktadır. Oral şöyle yazıyor:
“Hiç unutmuyorum: Yetmişli seksenli yıllarda, gazete için Güneydoğu’ya gidip seri röportajlar yaptığımda, kimi zaman dil sorunuyla karşılaşırdım. Özellikle yaşlılarla bir araya geldiğimde, onlar Türkçe, ben Arapça ya da Kürtçe bilmediğimden, çocukların, gençlerin ya da askerliğini yapmış birinin tercümanlığı aracılığıyla anlaşırdık. İstanbul’a dönüp, bunları gazeteye yansıttığımda ya da yansıtmak istediğimde, Arapça konuşulduğunu yazabilir, ama Kürtçe konuşulduğunu yazamazdım. Çünkü yasaktı. Artık ne kata-kullilere başvururduk. Yok, “yerel dil”, “yöresel dil”, “yörenin şivesi” vb. diye lafı geveleyip durur, ama “Kürtçe” konuşuluyor diyemezdik… Yasak dikilirdi karşımıza.” (Milliyet, 19 Kasım 2000)
Fakat bugün artık uşaklıkta sınır tanımayan geniş bir globalci yazar takımı ve diğer zatı muhteremler kulüplerine girmeye aday oldukları batılı efendileri karşısında izah etmekte güçlük çektikleri bu ve benzeri durumların hiç değilse görünürde düzenlenmesini istemektedirler.
AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde azınlıkların anadillerinde radyo ve televizyon yayın hakları olduğu ve bunun önündeki engellerin kaldırılması yönündeki tavsiyesi yeniden Kürtçeyi ve Kürtleri gündeme getirdi. Lozan’da azınlıklar olarak tarif edilen ve yıllardır gayri Müslimler olarak algılatılan ve ısrarla azınlıklar kategorisine bile alınmayan Kürtlerin dil ve diğer kültürel talepleri bir kez daha gündeme oturdu. Bu durum aynı zamanda gerici egemen sınıfların ikiyüzlü tutumunu sergilemede yine bir turnusol kâğıdı görevi görmüş oldu. Demokratikleşmeden bolca söz edenler, soyut bir demokrasi kahramanı olarak televizyon ekranlarında ve köşelerinde ve imkân buldukları her fırsatta demokrasiden söz edenler, Kürtlerin kendi doğal ve insani hakları söz konusu olunca nasırına basılmış gibi bağırmaya başladılar. Bir göz boyama, Avrupa Parlamentosu’nu ve dışarıyı kandırma ve geçiştirme olarak değerlendirme tutumu bile bu denli yankı uyandırmaktadır. Uygulanmamak üzere kabul ederek katılım sürecini Türkiye lehine işletmek isteyenlerle inkârda ısrar edenler de kendi aralarında tartışmaya başladılar.

ARTIK YADSINAMAYAN KÜRTÇE VE KÜRTÇE YAYIN
Kürt dili ve kültürü önünde yıllardır örülen barikatların hiçbirinin Kürtçeyi unutturamadığını, aksine, yazılı ve görsel ve diğer olanakların da kullanılarak Kürtçenin dilbilimi alanında da mesafe kat ettiği rahatlıkla gözlenebilir. E. Çölaşan bile inkâr yerine başka bir yolu seçerek; “Peki hangi Kürtçe lehçesiyle yayın yapacaksın? Bunların bir yığın lehçesi var, birbirini anlamazlar.” diye yazmaktadır (Hürriyet 16 Kasım). Bu gerekçeyi gerçekçi ve ikna edici bulmamış olsa gerek, Çölaşan şöyle devam ediyor; “Kürtlerin yayınladıkları gazete ve dergiler, haberler, yazılar yorumlar ilanlar ve her şey Türkçe.” Oysa gerçek, Çölaşan’ın bildiği gibi değil. Kürtçe yayınlar kütüphaneler dolduracak kadar mevcut. Kürtçe kitaplar, gazeteler, dergiler, romanlar, kasetler, filmler, mizah dergileri de var. Tüm yasaklara, kovuşturma, hapis ve ölüm pahasına, en ufak eğitim ve kültür çabasını boğma ve yok etme uygulamalarına karşın öncesi bir yana 77 yıldır yasak olan bir dil ile konuşmak, Kürtçe konuşmayı başarmak anlaşılmalı ve algılanmalıdır. En küçük olanağı değerlendiren Kürtler yazı dili olarak Kürtçeyi öğrenmek, öğretmek ve yaygın bir entelektüel araç haline getirmek için olağanüstü bir yetenek göstermişlerdir ve bunu bir hak olarak kazanacaklardır. Bu gerçek bir yana, Kürtçe bir dil olarak gerçek bilim çevrelerince de kabul ediliyor.
Güneş dil teorisyenleri ve onun savunucusu olan profesörler aksini iddia etse de Hint-Avrupa dil grubunun İrani diller kategorisinde değerlendirilen Kürtçeyi, İran, Irak, Suriye, Rusya ve Türkiye sınırları içerisinde yaşayan on milyonlarca Kürt konuşuyor. Televizyon yayınlarını izliyor. Bin yıl öncesine ait Kürtçe eserler mevcut ve bunlar bugün okunup değerlendirilebiliyor. Burada önemli olan Kürtçe diye bir yazı dilinin var olup olmadığı gerçeğidir. Kürtlerin, Türkçe yazıp okuyor olmaları ya da Kürtçe konuşamıyor ve okuyamıyor olmaları ise bu düzenin ve onun savunucu olan Çölaşanların ayıbını göstermektedir. Eğer bugün üniversitelerde kürsü sahibi olmuş “bilim adamları”nın bazıları da “iyi ama hangi Kürtçeyi yayın dili yapacağız? Zazaca’yı yapsak Kurmançkiler darılacak, Kurmançki yapsak Zazalar darılacak” diyerek bir gerçeği böyle gerekçelerle izah etmeye, bertaraf etmeye çalışıyorlarsa, bu bile verilen mücadelenin başarısıdır. Çölaşan ve onun gibilerinin baskı ve asimilasyona bu denli direnen bir dil ve kültür karşısında artık saygı ile eğilip geride yaşattıkları ve bıraktıkları derin izlerden dolayı özeleştiri yapması ve yüksek sesle “AB istediğinden dolayı değil, artık yeter, güneş balçıkla sıvanmıyor” demesi gerekir. Ama ne yazık ki onlar inatlarını sürdürüyorlar. Doğal olan bu olsa gerek! Çölaşan yazısını “Eğer AB’ye gireceksek adam gibi girelim. Onurumuzu satmadan, rencide edilmeden, bunların oyuncağı olmadan, böyle saçma sapan konularla uğraştırılmadan,” diye bitirmektedir.
Doğrusu hangi onurdan bahsettiğini anlamakta güçlük çektiğimizi belirtmeliyiz. O, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla peşkeş çekildiği, tahkim yasasıyla her türlü ulusal birikimin ve değerlerin satışının serbest edildiği, sanayi ve tarımın uluslararası tekellerin korumasına bırakıldığı, bütün değerlerin yaratıcısı ülkemiz işçi ve emekçilerinin açlıkla terbiye edildiği, Cottarelli’nin bir Amerikan sömürgesinde gezer gibi talimatlar yağdırdığını bilmiyor değildir. Enerji ve ulaşım başta olmak üzere tüm KİT’lerin özelleştirilerek satışına ses çıkarmamanın, hatta özelleştirme savunuculuğu yapmasını GAP’ın talana açılmasıyla, yerli halkın hayvan bakıcısı ve ırgat olarak kendi topraklarında köleliğe mahkûm edileceğinin şimdiden yapılan yabancı yatırımlardan belli olduğu ortadayken, bölgenin bu bakir topraklarının bir küllüğe dönüştürülünceye kadar sömürüleceği gerçeği neden onun ve onun gibiler için onur meselesi edilmiyor? İncirlik üssünün bir Amerikan üssü olarak işlev görüp komşu ülkeleri üst üste bombalaması neden onur sorunu olmuyor?
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren adım adım ulusal bağımsızlığından uzaklaşıp yabancı sermayenin etki alanına giren ve hızla bağımlı hale gelen ve geri kalmış bir ülke konumundan kurtulamayan Türkiye’nin AB’ye girişiyle hiçbir konuda kendi başına karar alamayacak olduğu bilinmemekte midir? Dünyada geçerli olan ekonomideki kuralları birkaç büyük tekelci kapitalist ülkenin belirlediği, serbest ticaret koşullarını bu en büyüklerin dilediği gibi yönlendirdiği, iç hukuk diye bir kavramın bu gerçekler karşısında çaresiz-işlevsiz kaldığı, tahkim yasasında olduğu gibi globalleşme adına tüm ulusal değerlerin tahrip edilerek her ülkenin eşit derecede gidişatta söz ve karar sahibi olmasının olanaklarının böylece ortadan kalktığı, bunun imkânsız olduğu, politikada güçlü olmanın bundan bağımsız olmadığı da bilinmektedir. AB’nin Türkiye’yi aday üye statüsüne on yıllar geçtikten sonra almasının nedenlerinin temelinde Türkiye’nin bir sıçrama tahtası olarak kullanılmak istenmesi ve Kafkaslar ve Ortadoğu’ya uzanma isteği bulunmaktadır. Türkiye’nin ve bölgedeki ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları, petrol, doğalgaz zenginlikleri Avrupa’nın iştahını kabartan talan sofrası olarak duruyor. Ekonomiyi, politikayı, kültürü ve tüm ulusal değerleri güçlü etkisiyle kısa sürede kasıp kavuran ve kendi ilişkilerini egemen kılan gelişmiş kapitalist ülkelerin tam egemenlik sağlaması anlamına gelen globalizmin, ezilen ve sömürülen dünya halkları için ne anlama geldiği, bu birkaç yıl içerisinde çarpıcı sonuçlarıyla ortaya çıkmıştır. Son bir yıl içerisinde Amerika’dan Prag’a kadar dünyanın dört bir yanında geniş ve etkili olarak işçi ve emekçilerden yükselen itirazlar ve gidişata karşı direnişler artık Yeni Dünya Düzeninin ezilenleri kandırmada eskisi kadar etkili olamayacağını göstermektedir.
En güçlü birkaç AB üyesi ülkenin diğer ülkeleri etkisi altına aldığı ve aday ülke durumundaki ülkelerin pazarlarına göz diktiği ve yer yer bunun için kapışmaların yaşandığı yakın tarihimizde sabittir. Anti-emperyalist olmayı gülünç ve dinozorluk olarak değerlendirenlerin, AB’ye karşı çıkanları, tüm emperyalist ilişki ve anlaşmaların iptal edilmesini ve bağımsız ve demokratik Türkiye diyerek bir aydınlatma ve örgütlenme mücadelesi verenleri alaya alanların bu tür çıkışlarını yine de anlıyoruz! Yatağan işçilerinin, Bergama köylülerinin, Trakyalı üreticilerin, kamu emekçilerinin haykırışlarına ve onur mücadelesine sessiz kalanların, Kürtlerin anadillerinde haber dinlemelerine ve özel ya da devlet kanallarında bilinçlerini bulandırmaya, kendine yabancılaştırmaya dönük yayınlara bile tahammül edemeyip bunu bir “onur” sorunu olarak görmeleri olsa olsa ırkçı yaklaşımın bir kez daha dışavurumu olabilir. Amerika ve Avrupalı kurum ve kuruluşlar karşısında hiçbir değer bırakmadan ölçüsüzce takla atmakta yarışanların, bunların temsilcileriyle bir araya gelmek veya yemek yeme onurunu elde etmeyi evire çevire anlatanların değerleri ve onurlarının onların bu yeni piyasada elde ettikleri nemalarıyla orantılıdır. Gerisi ise lafı güzaftır!
Başkasının dili ve kültürü üzerinde baskı ve zor uygulama “onur”u taşıyanların, kendi onurlarına düşkünlüklerinin sınırı da onunla orantılıdır.
Eski “solcu”sundan en sağcısına kadar hemen her köşe yazarı KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi) kapsamında Kürtçe TV konusunda yazı yazdı. Aynı günkü Hürriyette “Modern Zamanlar” yazarı H. Uluengin Kürtçe yayın savunucusu olduğunu belirtirken, bunun arkasındaki “pragmatik ve taktik yaklaşımı”nı da açıklıyordu:
“Kürtçe TV artık Türkiye’nin gündemindedir ve demokrasi dünyasından kopma rizikosu göze alınmadığı takdirde, bu hak eninde sonunda hayata geçecektir.” Devamında; “Tarihte yazı dili ve merkezde ana-lehçe geliştiremediği için sönmek’ ihtimali bir ara çok artmış olan Kürtçe yeni iletişim teknolojileri sayesinde bu virajı kıl payı kurtarmıştır. Kürtçe vardır ve şu an nispeten garantidedir.” Piyasayı, arz ve talep sorununu bir bilen olarak bu Uluengin, eski solcu “… siz ister serbest bırakın ister yasaklayın, eğer talep mevcutsa, Kürtçe de, Çince de, Zazaca da, zartça da zurtça da modern iletişim teknolojisi sayesinde damın üstünden ekrana girer. Yasaklarsanız daha geç ve gizli girer ama eninde sonunda yine girer.” diyerek, sorunu bir halkın varlığı, onun hak eşitliği talebi olarak görmek yerine, aksine inkârı seçen bu “aydın” zevat ve her soydan Yeni Dünya Düzenci liberalin hemen tümü artık zapturapt ile zart zurt ile ve kart kurt ile durumu kurtarmada zorlandıklarını dile getirmektedirler. Başta bölgedeki halk olmak üzere ülkenin tüm bölgelerindeki Kürtlerin çanak antenler aracılığıyla Kürtçe yayınları izlediğini vurgulamaktadır. Yıllardır uygulanan tüm baskı ve göz altılara ve yıllardır bölgede yaşanan çatışmalara karşın, çanak antenler defalarca toplanmış olmasına rağmen Kürtlerin kendi dillerinden bir şarkı, bir türkü ve bir haber edinme özlemlerini hiçbir güç söndüremedi.

AB ADAYLIĞI SİSTEME NEFES ALDIRMADA BİR MANİVELA
Başbakan Ecevit “Çağdaş iletişim teknolojisi sınır tanımıyor. Kuzey Irak ve Avrupa’dan Kürtçe yayın yapılıyor. Bunu göz önünde tutarak bir sonuca varmak gerekir,” diyerek Kürtçe yayın ve eğitim konusuna yaklaşımını açıkladı.
Mesut Yılmaz bu durumu gerekçe göstererek “Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyor, devlet olarak bundan memnun değilsek, bölücü olmayan, yeterince Türkçe de bilmeyen vatandaşlarımızın gereksinmelerini karşılayalım.” AB’nin, konuyu kültürel haklar kapsamında ele alması karşısında “Asıl tehdit bugünkü durumun devamıdır… Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, o vatandaşları kendinize çekecek bir yayın politikasını hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yok.” diyen Yılmaz, AB’nin Türkiye’den atla deve istemediğini de belirterek, “Biz onlara açıkça Lozan’da kabul ettiğimiz dini azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul etmeyeceğimizi söyledik. Memnuniyetle gördük ki, söylediklerimiz dikkate alınmış. İstenenler atla deve değildir” demektedir.
Mesut Yılmaz sistemden kopmuş olan bölge halkının yeniden sisteme kazandırılmasında görev ve sorumluluk almış bir misyoner olarak yaptığı açıklama ve atraksiyonlarıyla ilgi çekiyor. Kürt reformcu çevrelerinin de başını döndüren ve şimdiden hayranlığını kazanan Yılmaz “AB’ye girmenin yolu Diyarbakır’dan geçer” açıklamasıyla yeni bir dönemin açıldığını ve bu yeni dönemin sözcülüğünü sırtlandığını da deklare etmiş olarak kabul edildi. Bingöl’e bir okul açılışı için giden Yılmaz’ın bölge halkının talepleri arasında olan OHAL’in kalkması gerektiğini ifade etmesi ve poşulu Kürt gençleriyle medyaya görüntü ve poz vermesi ve HADEP il yöneticilerinin görkemli karşılama töreni düzenlemeleri ve bunun ANAP il yöneticilerince engellenmesine içerleyip üzülmeleri bu konuda Mesut Yılmaz’a büyük bir misyon yüklediklerini gösteren önemli belirtilerdir.
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Aslan Güner’in 300 gazeteciyi çağırdığı davete 200’e yakın gazeteci katıldı. Katılan namlı kalemşorların kendi ağızlarından değerlendirmeleri ordu-basın ilişkilerinde yeni bir “beyaz sayfa” açıldığı biçiminde. Derya Sazak, kokteyle rekor katılımın olmasında, ordunun “kırmızı-mavi kuvvetler” ayrımına son veren anlayışının egemen olduğunu iddia ediyor. Resepsiyon AB-KOB’un tartışıldığı günlerde yapıldı. Kürtçe yayın konusunda da karşıt bir düşünce beyan etmeyen askerlerin defalarca “askerler işini yaptı, sıra sivillerde” biçimindeki açıklamaları bilinmektedir. Bölgede askerler tarafından seyyar olarak kurulan radyolardan Kürtçe yayın yapıldığı da bilinmektedir. Genel Kurmay bu davet ile yeni bir şey söylemek yerine söylediklerini teyit etti ve Andıç belgelerindeki açıklamalara onay verdi.
Genel Kurmay’dan “tüyo” alarak Güneydoğu’da yapılan toplantılar ve HADEP ile ilişkilerinden dolayı CHP’yi eleştiren Ecevit’in açıklamalarından sonra ortaya çıkan Andıç belgeleriyle Kürt reformcu çevrelerinin hareket sınırları da çizilmiş oldu. AB’yi bir kurtuluş yolu olarak öneren ve tüm çabasını buna hasrederek dünün anti-emperyalist tüm söylem ve silahlarını rafa kaldıranlar ve yine AB’ye, ne karşı ne de karşı değil pozisyonunu sürdüren “sosyalistler” Yeni Dünya Düzeniyle uyum ve birleşmede aşama kat etmeyi demokratikleşme ve özgürleşmede mesafe kat etme olarak anlayan tüm libarel çevrelerin sağı ve soluyla tam bir mutabakat içinde oldukları ve bu gidişat içerisinde yakın geleceğin ittifaklarını örmekle meşgul oldukları görülüyor.
Bozulmuş olan klasik sağ ve sol partiler dengesinin gidişatının yeni argümanlarla yeniden şekillendirilerek, mevcut parti ve politikalardan uzaklaşmış, düzenden ümidini kesmiş yığınların akıtılacağı kanalların yaratılması, kafa karışıklığını derinleştirerek ideallerinden uzaklaşmış, dünü unutturulmuş ve burjuva liberal politikaların girdabında örselenip sisteme yeniden entegre edilmiş Kürt yığınlarını sorun olmaktan çıkarmak da bu dönemin asıl sorunları arasındadır.
Hatta önümüzdeki süreçte AB adaylığının onayı için bir referandum yapmayı gündeme getirerek uzun süren bir beyin yıkama ve sisteme adapte etme ve referandum vesilesiyle kitleleri yeniden biçimlendirme hesaplarının yapılması da olası görünüyor. Türkiye egemen sınıfları önümüzdeki günlerde AB’ye girmeyi bir referandumla kitlelerin önüne sürebilirler. Referandumu içeride kendi pozisyonlarını güçlendirme ve dışarıya karşı Kıbrıs, Kürt sorunu ve Ermeni sorunlarında şoven bir dalga estirerek milli birlik ve beraberlik ruhunu tazeleme gösterisine dönüştürme hesabıyla beraber bu referandumla Kürt liberal burjuva çevreleri, HADEP’i, liberal solcu ve ÖDP gibi “sosyalist” çevreleri, RP de dâhil olmak üzere “laik” ve “şeriatçı” geniş kesimi ortak hedefte bir araya getirme… Bunu şimdiden hesaplayanlar var.
Gerici egemen sınıflar AB sürecinin çok hızlı gelişmesi değil, aksine, kendi hesaplarının gerçekleşmesi için çaba sarf etmekteler. Ancak diğer yandan kurtlar sofrasına atılmış bir av olarak, Türkiye AB ülkelerinin iştahını kabartmaktadır ve dolayısıyla da girdiği yolda yürümeye mahkûm edilmiş olarak ilerlemektedir. Türkiye gerici egemen sınıfları aynı zamanda bir operasyon ve reorganizasyon süreci olarak işlettikleri adaylık aşamasını işçi ve emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülen emekçi halkın demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir yaşam özlemlerinin patlamasını engellemek, sürece yayarak beklentiye sokmak ve soğutup yok etmek için değerlendirmektedir. İşçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerinin yaşamsallığı ve aciliyeti, Kürt sorununun çözümüne ilişkin acil talepleri ve bunların patlama öğeleri taşıyarak birikmesi sürecin seyri içerisinde yeniden yeniden değerlendirilerek bölünüp parçalanmak ve etkisiz kılınmak istenmektedir.
Kıbrıs sorununun KOB’a son anda eklenmesi ise Türkiye’ye daha fazla boyun eğdirme kozu olarak değerlendirilebilir. Bu koz, Türkiye’nin üyelik girişimlerinde asli bir engel olmayacak ama zaman ileri sürülecek ve değerlendirilecektir.

Aralık 2000

Kürt gençliğinin mücadele ve örgütlenmesi üzerine

Yıllardır sürdürülen yok sayma ve baskı politikalarından en fazla zarar gören Kürt yoksullarının, emekçilerinin ve özellikle de Kürt gençliğinin bugünü, devlet eliyle “yeniden” örülüyor. Bölgede “terörün sona ermesi” ve artık yaşamın “normale dönmesi”nin kanıtı olarak, GAP’ın mavi sularında sörf, bilgisayar başında ‘chat’ yapan, yeni açılan diskolarda, barlarda batılı gençler gibi pop müziğin hızlı ritimlerine kendini kaptırmış çılgınlar gibi dans eden gençler yansıtılıyor televizyon ekranlarına. Hemen her gün bölgedeki bir il bir blues konseri, klasik müzik ya da bale gösterisine zorunlu ev-sahipliği yapıyor.
Düne kadar, “terörist yuvası” denerek yakılan ormanlar bugün üniversite yönetimleriyle anlaşmalı olarak yüzlerce genç ve askerin ortak kamplarına ev sahipliği yapıyor, “asker ve gençlik el ele” diyerek ağaç dikimleri yaptırılıyor. Kalkınma, bölgenin “eski güzelliğini” geri getirme propagandası eşliğinde askerin zedelenen imajı yenilenmeye çalışılıyor. Büyük futbol takımlarının karşılaşmaları devlet güvencesiyle Diyarbakır’da “barış” ve “huzur” ortamında yapılarak, Kürt emekçileri ve gençliği, “günlük yaşamın yeniden inşası” politikalarının dolgu maddesi haline getirilirken, Tunceli’de gençler ildeki tek halı sahanın kapısının önünden dahi geçemiyor. Asker ve polisin futbol karşılaşmalarından fırsat bulup futbol oynayamıyor. Diskolar, barlar açılıyor, asker ve polis çocukları sabahlara kadar partiler yapıyor, yoksul Kürt gençlerinden de onlara benzemeleri isteniyor. Tenis kortları, barlar, diskolar Kürt gençlerinin ihtiyacıymış gibi sunulurken, batıdaki kültürel yozlaşmanın bölge gençliğini de kuşatması için örgütlü bir faaliyet yürütülüyor. Düne kadar kırsal alandaki çocukların eğitim sorununa çözüm olarak ortaya atılan ve aslında eğitim yoluyla asimilasyon politikasının hayata geçirildiği yerler olan Yatılı İlköğretim Bölge Okulları’nın (YİBO) sayıları artırılıyor. Diyarbakır’da şehir merkezinde açılan YİBO’larla asimilasyon politikasına hız kazandırılıyor. Okullar hâlâ kapalı olmakla birlikte, boş geçen dersler ve öğretmensizlik, branş öğretmenlerinden yoksunluk da çözülmemiş eğitim sorunları arasında.
Bölgedeki emekçiler, pamuk toplama mevsiminde çoluk çocuk Urfa’ya, Adana’ya göçerken, çocuklarını okula göndermek yerine pamuk toplayarak, karpuz tarlalarında çalıştırarak geçimlerini sağlamak zorunda kalmalarının acısını yaşıyorlar hâlâ.
Bölge gençliğinin iş, eğitim gibi acil ve yakıcı talepleri hızla büyürken beraberinde getireceği öfke ve tepkinin de birikmesini engellemek için gençlerin “beyinlerinin uyuşturulması” amaçlanıyor. Gençler arasında çeteleşme, mafya-vari ilişkiler devlet eliyle örgütleniyor; hemen her köşe başında tiner, bally kullanan çocuk manzaraları artık olağan görüntüler arasına giriyor. İşsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik kıskacında kalıp bunalan gençlerin yaşamını bir başka kıskaç daha tehdit ediyor; uyuşturucu.
Zorunlu göçlerle ve işsizlik sonucu büyük illere akan genç nüfusu, kahvehaneler, sokaklar, internet kafelerin porno siteleri ve chat programları bekliyor. Kendine, en yakınındakine bile güvenmeyen, değişimin öznesi olma fikri dumura uğratılmış, edilgen ve kendisine verilenle, bahşedilenle yetinen, geçmişi unutarak belirsiz bir geleceğin gözden çıkarılmış bireyleri olarak hak talep etmeyen bir gençlik kuşağı yaratılmak isteniyor.
Bütün bunlara ek olarak bir de Avrupa’dan gelecek “demokrasi” ve “barış” için beklemeleri, Kürt siyasi çevreleri tarafından öğütlenince; Kürt emekçilerinin ve Kürt gençliğinin emperyalizme karşı barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesini Türk emekçileri ve gençleriyle birlikte yürütmesinin önemi daha da artıyor. Peki, Türk ve Kürt gençliğinin bu mücadelesinin dayanakları neler olacaktır/olmalıdır?

ÜNİVERSİTELERİN DURUMU VE MÜCADELE PLATFORMU
Üniversite gençliği ve üniversiteler her dönemin toplumsal hareketlerinde olduğu gibi, anti-emperyalist mücadelede de önemli bir dinamik olmuştur. Bu gerçek, 15 yıllık savaşın bölgedeki etkilerini derinden yaşayan ve demokrasi ve özgürlük mücadelesinde köşe taşı olan üniversiteler için de geçerlidir. Ancak, bölgedeki üniversite gençliğinin mücadelesinin bugününe baktığımızda bir durgunluk yaşandığını söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır.
Devletin; halkın talep ve özlemleri için yürüttüğü mücadeleyle kısa sürede birleşebilen üniversite gençliğini kontrol altına almak, mücadele isteğindeki gençleri dağıtmak için estirdiği terörün üniversite içindeki baskıcı-dağıtıcı etkisi bugün de varlığını sürdürüyor. Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde bir fakülte binasının altında kurulan karakol ya da Tunceli’deki Fırat Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu’nun askeri kışlanın içinde kurulmuş olması, genel öğrenci kitlesi üzerindeki baskı ve denetimin boyutu açısından çarpıcı örneklerden sadece ikisi. Yine bölge üniversitelerinde YÖK eliyle örgütlenen gerici ve faşist kadrolaşmalar, üniversite içindeki en ufak bir kıpırdanış sezildiğinde ilk olarak harekete geçirilebilen ve bir provokasyon ortamının gerginliğiyle uyanışa geçen gençlik kitlelerinin önüne çekilen set durumunda. En ufak hak ve talepleri için harekete geçen öğrenci kitlesi, karşısında, hem okul yönetimini hem de polis ve jandarmayı buluyor.
Bütün bu baskılayıcı ve dağıtıcı etmenlerin genel olarak üniversite gençliği üzerinde yarattığı tahribatın yanı sıra öğrenci hareketindeki durgunluğun bir başka nedeni de Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımlardaki bulanıklığın etkileridir. Yumuşama, barış süreci, Avrupa Birliği’ne üyelik ve uyum süreci diye adlandırılan ve Kürt siyasi çevrelerince ve son olarak HADEP Kongresi’nde de dillendirilen “değişim” politikası, ileri gençlik kitleleri üzerinde bir beklenti yaratmıştır. Yani mücadeleciliğin yerini beklenticilik almıştır.
Kürt siyasi çevrelerinin yaşanan en temel sorunların çözümünü, “sürece zarar verecek” iddiasıyla ertelemesi tutumunun, gerek Kürt gençliğinin politik kesimleri üzerindeki ve gerekse geniş gençlik kesimleri üzerindeki etkisini anlayabilmek, var olan durumdan nasıl çıkılabileceğini tartışabilmek açısından dikkate alınması gereken bir noktadır.
Üniversitelerin sermayenin çıkarları için üretim yapan kurumlar olarak örgütlenmesi ve üniversite öğrencilerinin de bu sistemin sürdürücüleri, teknik elemanlar olarak yetiştirilmeleri gerçeği ülkenin bütün üniversitelerinin olduğu gibi bölgedeki üniversitelerin de kaderini etkileyen bir sorun. Devlet, Kürt sorununun AB’yle birlikte ele alınması süreciyle birlikte başta üniversite öğrencileri ve bilim adamlarıyla bir fikri mücadeleyi kendi cephesinden örmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz yıl Van 100. Yıl Üniversitesi’nde yüzlerce üniversite öğrencisiyle yapılan toplantılar ve gençlerin AB’ye yakınlaştırılmaya çalışılması bu yıl, AB’nin üniversitelerdeki taşeronu olan AE-GEE (Avrupalı Öğrenciler Forumu) üyesi öğrencilerin Dicle Üniversitesi’ne götürülmesiyle devam etti. İstanbul üniversitelerinden Diyarbakır’a AB’nin nimetlerini anlatmak üzere gönderilen bu gençler beklediklerinin dışında bir tabloyla karşılaşmış, öğrenciler AB üyeliğinden duydukları endişeyi dile getirerek tartışmayı üniversite içinde kol, kulüp, topluluk kurmak için neler yapılabileceği üzerine bir deneyim aktarımı toplantısına doğru evriltmişlerdir.
GAP’ın ve bölgenin bereketli topraklarının Avrupalı, Amerikalı ve İsrailli tekellere peşkeş çekilmesi ve bölge halkının kendi topraklarından mahrum bırakılıp emperyalistlere ucuz işgücü yapılma planı, bizzat Urfa Harran Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin sözde “bilim insanlarının da içinde yer aldığı kurumlarla hayata geçirilmeye çalışılıyor. Ancak aynı üniversitenin fizik, matematik, iktisat, çevre mühendisliği bölümleri öğretim üyesi olmadığı halde açılmış, öğrenim kadrosu sorunu ise İstanbul Üniversitesi’nin ilgili bölümlerinde verilen derslerin bilgisayar-internet ağı üzerinden Harran’a taşınmasıyla “çözülmüş” olması bölgenin idarecilerini ve üniversite yöneticilerini rahatsız etmiyor.
Eğitimin bilimsel temelde ve asgari araç donanımıyla yapılması açısından hiçbir adım atılmazken, öğrencilerden binlerce kilometre uzaktan verilen derslerle başarı olmaları beklenmekte ve bunun adına da “Harran’a teknolojiyi getirdik” denmektedir. Öğrencilerin üniversitelerde gerçekleştirmek istedikleri konserlere izin verilmezken devlet kendi istediği sanatçıları dalga geçercesine üniversite üniversite dolaştırmakta ve bunu da bölgenin değişen yüzü olarak göstererek Türk ve Kürt emekçilerinin desteğini kazanmaya çalışmaktadır. Dışa bağımlı emperyalist politikaların, barış ve demokrasi yaklaşımı, kültür ve dil özgürlüğüne yaklaşımı devlet tarafından üniversitelerin fikir hayatına hâkim kılınmaktadır.
Gelinen nokta ve yaşananlar karşısında Kürt illerindeki üniversitelerde verilecek mücadelenin temel eksenini, işte bu fikir hareketinin emek, barış, demokrasi ve anti-emperyalizm zemininde sürmesi için çaba sarf etmek oluşturuyor. Bu çerçevede, üniversite, fakülte ve bölüm yönetimlerini kol, kulüp, topluluklar kurmak için zorlamak, bu çalışmalar sırasında ve sonrasında, öğrencilerin sosyal yaşamlarını kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütlemesi için birleşmelerini sağlamak, kültür-sanat etkinlikleri yapabilecek olanakları yaratmak küçümsenmemesi gereken işlerdir.
Bugün üniversite öğrencisinin içine itilmeye çalışıldığı bireycilik, kendisine sunulanla yetinme, verili koşulların mücadele ederek değişeceğine ve bu mücadelenin öznesinin kendisi olduğuna olan inanç yitimi, kendi diline, kültürüne, tarihine ve kimliğine yabancılaşması tehlikesine karşı Kürt gençliği, aydını ve bilim insanıyla birlikte karşı koymanın araçlarının oluşturulması önemlidir. Hem bu açıdan, hem de Kürt illerindeki üniversitelerde öğrencilerin nefes alabilecekleri alanlar yaratabilmek açısından; her üniversitelinin ilgi duyacağı kültürel, sosyal alanlarda etkinlikler yapmak, ilgi duyduğu edebiyat, sosyal bilimler ya da pozitif bilimler üzerine araştırmalar ve özel çalışmalarla olanaklı olacaktır. Üniversitelerde açılacak kol, kulüp ya da topluluk benzeri örgütlenmelerin varlığı üniversite kimliğini ve toplumun aydınlatılmasında üniversitenin bilimsel işlevini yeniden tesis etmeye de yardımcı olacaktır. Dahası bunlar, üniversite öğrencilerinin üzerinde de hâkim olan sindirilmişlik, korku, yanındaki arkadaşına bile güven duymama ve yaşam koşullarının daha iyi olabileceğine olan inancın köreltilmesinde etkili olan “bilim kurumlarında” üretilen fikri-ideolojik kuşatmayı geriletme ve dağıtma mücadelesi açısından ilerletici, değiştirici bir rol oynayabilir.
Devlet eliyle gerçekleştirilen asimilasyonun eğitimdeki yansımalarına karşı, kültür, tarih, edebiyat, spor, müzik ve daha eklenebilecek yaşamın bütün alanlarındaki yozlaştırma politikalarının karşısına ilk olarak üniversite gençliği çıkmalıdır. Yok sayılan bir tarih, unutturulmaya çalışılan bir geçmiş ve gelecek için duygu ve tarih birliği ancak böyle bir çalışmayla ve başta bilim kurumları olan üniversitelerin mücadelesiyle yeniden bilince çıkartılabilir. Üniversite kürsülerinden seslendirilecek bilimsel gerçekler, bilim insanlarıyla birlikte yapılacak çalışmalar, toplumun, tarihin, bugün ve geleceğin özgürce tesis edilmesi mücadelesine ışık tutacaktır.
Elazığ Fırat Üniversitesi’nde kurulmuş ve kurulmakta olan bölüm toplulukları, Urfa Harran Üniversitesi’ndeki Öğrenci Temsilciliği, Gaziantep Üniversitesi’ndeki kulüp, topluluk ve öğrenci dergileri üniversitenin fikir hayatını canlandıracağı gibi Kürt sorununun çözümünde, özgürlük ve demokrasi talepleri için yürütülen mücadelede üniversite gençliğinin rolünü ve katılımını güçlendirecektir. Bölgenin tarihsel açıdan önemli alanlarına geziler düzenlenmesi ve izlenimlerin bilim adamları ve gençlerle, halkla paylaşılmasından tutalım da kültür ve bilim adamlarının bu üniversitelere davet edilmesine, Kürt ve Türk aydınının ortak çalışmalar, araştırmalar yapmasına kadar pek çok işin planlamasının olanakları bugün bölge açısından değerlendirilmek durumundadır.
GAP’ın ve bölgenin bereketli topraklarının üretici köylülerin elinden alınarak emperyalistlere peşkeş çekilmesi, pek çok ekilebilir alanın, köylerin GAP projesi kapsamında sular altında kalması, az çok toprağı olup da kendi geçimlerini sağlayabilen köylülerin bundan sonra tekellerin bereketli topraklarının ucuz işgücü olacağı gerçeğini Harran Üniversitesi’nin başta Ziraat Fakültesi’nde eğitim gören öğrencilerce değerlendirmesi bir görevdir. Gerçeklerin söylendiği gibi olmadığı ve GAP’ın emperyalistlerin kârlarını artırmak için kullanılacağı gerçeğinin üniversite öğrencileri ve bilim adamlarınca ilan edilmesi, bunun kürsülerden kamuoyuna ve halka anlatılması, GAP için sözde bilimsel çalışmalar yapan ancak aslında bölgenin emperyalistlerin talanına bütünüyle açılmasına izin veren sözde bilim insanlarıyla buna karşı çıkacak ancak belki henüz bunu dillendirme cesareti bulamamış dürüst, namuslu bilim insanlarının bir hesaplaşmaya girmesinin sağlanması anti-emperyalist mücadeleyi güçlendirecektir. Özellikle Harran, İnönü, Fırat gibi gerici, tarikatçı ve faşist örgütlenmelerin ve kadrolaşmaların yoğun yaşandığı üniversitelerde “Bu üniversitede gerici örgütlenmeler çok güçlü, bir şey yapılamaz” yanılgısından hızla kurtulmak gerekmektedir. Özellikle 28 Şubat’tan sonra üniversite içinde yaratılan bölünmenin de etkisiyle, kendini Atatürkçü olarak ifade eden dürüst, namuslu bilim adamlarıyla bir araya gelebilmenin, bilimsel çalışmalar yapabilmenin yollarını bulmak, ülkenin batısındaki üniversitelerden davet edilecek bilim adamları, aydın ve sanatçılarla, edebiyatçılarla birleşebilecekleri alanların yaratılması için daha çok çaba sarf etmek gerekmektedir. Bu çalışma karşılıklı bir yardımlaşma ve planla ele alınabileceği gibi aynı zamanda Kürt ve Türk aydınlarının, Kürt ve Türk gençlerinin de duygu ve mücadele birliğini geliştirecek, dünyasını genişletecek, ufkunu açacaktır.
Onlarca, yüzlerce öğrenciyi, bilim adamlarını bir araya getirebilecek en küçük bir edebiyat söyleşisini, yok sayılmak istenen bir tarihin, dilin, kültürün ve kimliğin gelişmesinin araçları olarak ele almak zorunludur. Her yıl bahar şenlikleri düzenleyen Gaziantep Üniversitesi, İnönü Üniversitesi öğrencileri kendi üniversitelerindeki demokratik ortamı sadece kendi üniversiteleri için bir olanak olarak değerlendirme fikrinden sıyrıldıkça bölgedeki bütün üniversitelerin kol, kulüp, topluluklarına çağrılar yaptıkça, buralarda çıkan öğrenci dergileriyle zaman zaman bir araya gelmeyi başardıkça bölgedeki emperyalist planlara karşı ülkenin bağımsızlığını, demokrasi taleplerini üniversite kürsülerinden dillendirmeyi de başarabilecektir. Batıdaki üniversitelerin ve bilim adamlarının, aydın ve sanatçıların birlikte mücadele etme konusundaki çabası ve ısrarı da kuşkusuz bu mücadeleyi güçlendirici bir rol oynayacaktır. Bütün bu çalışmalar sistemli bir biçimde ele alınır ve değerlendirilirse, bölge üniversitelerinde de üniversite kurultayları yapmak hayal olmaktan çıkacaktır.
Bütün bu olgular, Kürt illerinde de üniversiteler ve üniversite öğrencileri açısından, toplumsal muhalefetin özgürlük, demokrasi, insan hakları ve bağımsızlık mücadelesinin, toplumu aydınlatma sorumluluğunun düne oranla daha da arttığını göstermektedir. Bu noktada unutulmaması gereken şudur: Kürt gençliği ya kendisine bir olanak olarak sunulan bu bekleme sürecinin eklentisi olacaktır ya da Türk ve Kürt emekçileriyle, gençleriyle başta Avrupalı, Amerikalı emperyalistlere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı özgürlük, demokrasi ve temel haklar mücadelesinin yılmaz savunucusu olacaktır. YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım’da bölgedeki pek çok üniversitede gerçekleştirilen YÖK protestolarını, Fen-Edebiyat fakülteleri öğrencilerinin öğretmenlik haklarının ellerinden alınmak istenmesine karşı bölgedeki üniversitelerde gerçekleştirdikleri imza kampanyaları, gösteriler, ders boykotları vb. eylemleri, sınıflarda öğrenci temsilcileri seçerek mesleki, bilimsel, akademik taleplerine sahip çıkma tutumlarını, bu soruya mücadeleden yana cevap verdiklerinin pratik göstergeleri olarak kabul etmek gerekir.

ORTAÖĞRETİM GENÇLİĞİ AÇISINDAN DURUM
Savaş koşullarının ağır faturalarını ödeyen, okulları kapalı olan ya da derslerine girecek branş öğretmenleri olmayan, pek çok dersi boş geçen ortaöğrenim kurumlarındaki gençlerin mevcut koşullar devam ettiği sürece “iyi bir gelecek hayallerinin” varlığından bahsetmek artık çok olanaklı değil. Her lise öğrencisinin hayallerini süsleyen üniversiteli olmak, iyi bir meslek ideali vb. isteklerinin gerçekleşmesi bir yana, gençlerin en temel hakları olan ilk ve ortaöğrenim hakkının bile bölgedeki koşullar nedeniyle kullanılamadığı bir gerçek. Bu koşullar içinde doğal olarak başarı puanları düşük olan okullardan mezun olan öğrenciler, yeni sınav sistemiyle daha da artan adaletsizlik sonucu, “üniversite hayali” kurma şansını bile kaybetmiş durumdalar.
En ufak hak talepleri, yasal olan Öğrenci Birliklerinin kurulmasına yönelik çalışmalar, örgütlü mücadeleyle iyi bir gelecek için mücadele etme girişimleri gerek okul yönetimleri, gerekse devletin bürokratik-militarist örgütlerinin engellemeleriyle karşılaşıyor, ağır disiplin cezalarıyla ezilmek isteniyor. Bunlara bir de devlet güçlerinin, aileleri “çocuklarına sahip çıkmaları” adı altında sürekli baskı altında tutmaları eklendiğinde, liseli gençlerin üzerinde yaratılan baskı ve kuşatmanın boyutları daha da artıyor. Bir üniversiteyi kazanarak kendini kurtaracağı inancına sarılarak kendi içine kapanan, arkadaşlarıyla yaşamı paylaşmak yerine internet kafelerde zaman öldürmeye mahkûm edilen, bencilleşen ve bireysel kurtuluş yolları arayan, bir şeyleri değiştirebilmek için kendi öz gücüne, kendisiyle aynı sorunların altında ezilen binlerce genç arkadaşına güvenme duygusundan alabildiğine uzaklaştırılmış bir liseli gençlik kuşağı yaratılmak isteniyor.
Ancak bunca baskı altındaki liseli gençlerin geçtiğimiz yıllarda AOBP uygulamasına karşı gerek imzalar toplayarak, gerekse basın açıklamaları türünden eylem ve etkinliklerle sorunları için mücadele etme eğilimlerini ortaya koydular. Liseli gençlik içinde ve en çok da onların ailelerinde yaratılan korku ve tedirginlik düşünüldüğünde bu mücadeleci eğilimin öğrenci velileri, ailelerin bilinçlendirilmesi ve ortak bir mücadele tutumunun geliştirilmesi yönünde seferber edilmesi büyük önem taşıyor.
Liseli gençlerin bir araya gelebilecekleri mekânları yaratmak, buralara aileleri de davet etmek, onların evlerine gitmek, arkadaş toplantıları yapmak vb. çalışmaları küçümsemeden sistemli bir biçimde yürütmek hem liseli gençlerin birbirlerine olan güvenlerini tazeleyecek hem de onların aileleriyle birlikte mücadeleye atılmalarına olanak sağlayacaktır. Lise gençliğinin okul içinde ve dışındaki sosyal yaşamlarını da düzenlemelerine yardımcı olacak olan kültürel etkinlikler düzenlemek, film gösterimleri, söyleşiler yapmak onların daha geniş bir perspektifle mücadele etmelerinde öğretici ve ilerletici olacaktır.
Kürt emekçisinin çocuğunun geleceğine, eğitim hakkına çocuğuyla birlikte sahip çıkma mücadelesinin bir başka önemli bileşeni de kuşkusuz sendikalar ve meslek örgütleri olmalıdır. Gençliğin sosyal kültürel etkinlikler düzenleme çabasından tutalım da eğitim hakları için yürütecekleri mücadele böyle bir emekçi desteğiyle daha da güçlenecek ve meşruluk zemini genişleyecektir. Kitle örgütleriyle, sendikalarla, kamuoyu ve halkın desteğiyle yürütülecek bir “eşit, parasız, demokratik, bilimsel eğitim” mücadelesinin karşısına çıkacak zorlukları ve sorunları yine bu birliktelikle aşmak, ortaöğretim gençliğinin yılgınlık içine düşmesini engelleyeceği gibi, kararlılığını pekiştirecektir.

KÜRT KÖYLÜ VE İŞÇİ-İŞSİZ GENÇLİĞİNİN MÜCADELEYE KATILIMI
Kürt yoksul köylü ve işçi-işsiz gençliğinin kültürel, sportif, sosyal açıdan kendini geliştirme, yaşamı paylaşma ve üretme olanaklarının ülkenin diğer bölgelerinden çok daha dar ve yetersiz olduğu bilinen bir gerçektir. Kültür, sanat merkezlerinin kapılarında asılı bulunan kilitler, bu gençlik kesimlerinin neredeyse bütün zamanlarını boş geçirmelerine neden olurken, onları kahve köşelerine, bunalıma ya da suça teşvik ediyor. Gençlerin kültürel, sportif, sosyal etkinlikleri için yer bulabilmesi için bir çaba içinde olması, yerel yönetimlerden gençlerin en doğal ihtiyaçlarının karşılanması için talepte bulunması, bunun için gruplar halinde öbek öbek bir araya gelerek hakları olan şeyleri talep etmeleri için çaba sarf etmek, insani ve yaşamsal bir önem taşıyor. Gençlik evlerinin, gençlik meclislerinin belediyelerce kurulması, gençlik kütüphaneleri ve okuma evlerinin açılması, buralarda gençlerin etkinlikler düzenleyebilmesi için maddi olanaklar sunulması, bu talepler için imzalar toplayarak bölge gençliğinin sesini duyurmasına önayak olmak, Kürt gençliğinin politik kesimlerinin temel sorumluluğudur. Günlük yaşamın bile baskılandığı Kürt illerinde en çok da gençlerin bu tür talepler etrafında bir araya gelmesinin düne göre daha fazla önemsenmesi gerekiyor.
İş ve meslek edindirme kurslarının açılmasını talep etme, kültür ve sanat merkezlerinin belediyeler bünyesinde kurulması için çalışma yürütme, buralarda Kürt gençliğinin kendi kültürel değerlerini özümseyip ilerletmesi, mesleki bir eğitimle donanması, işsizliğe karşı iş talep etmesi vazgeçilmez işler olarak mücadelenin gündemini oluşturmalıdır. OHAL uygulaması kalkmış ya da kalkmamış bütün illerde bu tür alanlar ve olanaklar değerlendirildikçe kahve köşelerine, atari salonlarına, internet kafelere ya da sokak aralarına itilmiş gençleri bulundukları yerlerden çıkarıp, yaşama ve mücadeleye kazanmak politik olmaktan öte insani bir sorumluluktur.
Bugüne kadar savaşın bedellerini canlarıyla, geçim kaynaklarının kurutulmasıyla, köylerinin boşaltılmasıyla ödeyen Kürt emekçileri ve gençleri, gittikçe artan işsizlik, Köy-Kent projeleri, OHAL’in kalktığı illerde yaşanan anti-demokratik uygulamalar, eğitim kurumlarının birer kışla gibi yönetilmesi, günlük basın organlarının bölgeye sokulmaması ya da okunmasının engellenmesi, yükseköğrenim hakkından mahrumiyet, bölgenin verimli topraklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesi vb. haksızlıklar varlığını sürdürürken, beklenti ve belirsizlik içerisinde sıkışıp kalmaya razı olamaz, olmamalıdır.
Gerçekten eşit, özgür ve demokratik bir yaşam, Türk ve Kürt emekçilerinin ve gençliğinin kader birliği yapmasıyla, birleşik bir mücadele yürütmesiyle gerçekleşecektir. Kürt gençliğinin mücadele ve örgütlenme çabasını yukarıda ortaya konulan temellerde daha da artırmak, bu zeminde kararlı ve inatçı bir hatta ilerlemekten başka çözüm yolu yoktur.

Aralık 2000

Bütçe üzerine

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzzettin Önder’in bütçe tartışmalarının yapıldığı bir dönemde yayınladığımız bu yazısı, tartışılmaz sayılan egemen ekonomik ilkelerden yola çıkarak yapılacak bütçe değerlendirmelerinin yanlış, yanıltıcı sonuçlar doğurabileceğini göstermekte, bir bütçe eleştirisinin dayanması gereken ilkeleri ortaya koymaktadır. Yazıdaki ara başlıklar, okuma kolaylığı sağlar düşüncesi ile dergi redaksiyonu tarafından konmuştur.

Bütçe üzerine yazılabilecek bir yazı iki ana yaklaşım üzerine kurulabilir. Birinci yaklaşım statik ve tanımsal; ikincisi ise dinamik ve analitik olarak tanımlanabilir. Bu iki yaklaşım arasındaki farklılık, yüzeysel ifadelerin oluşturabileceği görüntüsel biçimi ile salt teknik ve teorik olmayıp, çok ciddi ve ideolojiktir. Başka bir ifade ile söz konusu iki yaklaşım birbirini tamamlamayan, tam tersine, birbirini dışlayan ve biri diğerini ikame eden niteliktedir.
Aşağıda detaylı tartışmaya girmeden şu noktayı hemen belirtmede yarar görmekteyim ki, bütçe konusunda standart kitaplardaki görüş ve açıklamaları tek “bilimsel gerçek” olarak kabul etmek fevkalade yanlıştır. Zira standart bilgiler de, en az bunları dışlayarak geliştirilen alternatif yaklaşımlar kadar ideolojiktir. Hatta denebilir ki, bütçe hakkında hâkim teorik bilgiler ve ilgili açıklamalar, sistemin temel öğeleri olma işlevini yüklendiklerinden dolayı, burada denenecek radikal yaklaşımdan çok daha ideolojiktir ve sistemin işleyişini perdeleyici bir işleve sahiptir.
Bütçe bir kamusal araç olduğundan dolayı, bütçenin ideolojik işlevini görebilmek için, öncelikle devletin toplumsal işlevinin irdelenmesi gerekmektedir. Devlet var olan sistemi sürdürebilmek için özel sermaye birikimine katkıda bulunmak durumundadır. Ancak devlet bu temel işlevini yerine getirirken, oluşan toplumsal dengesizlik ve huzursuzlukları da hem göğüslemek, hem de kısmen gidermek işlevleri ile yükümlüdür. Sermaye birikim sürecinin oluşturduğu ekonomik ve buna bağlı olarak gelişen sosyal sıkıntıları, devlet, ideolojik ve maddi baskı araçlarını devreye sokarak, kısmen bastırmaya, kısmen de gidermeye çalışır, işte bütçe; politik bir araç olarak, devletin söz konusu görevlerini yerine getirirken, standart öğreti kapsamında geliştirilmiş olan bütçe görüşü de, devletin ideolojik aygıtları içinde yer almış olan eğitimin, zihinleri perdeleme işlevi ile karşımıza çıkmaktadır.
Standart öğreti içinde ele alınış biçimi ile bütçe; siyasal iradenin tam bağımsızlık ortamı içinde ve hemen tüm kararlara hâkim bir görüntü altında alınmış kararlarla oluşturulmuş bir eylem planı olarak tanıtılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, siyasal irade önce harcamalarını saptar, ikinci aşamada ise bu harcamaları karşılamaya yönelik gelirleri belirler ve böylece bir yıllık eylem programını oluşturur. Bu yaklaşımı aklayan mekanizmalar da ihmal edilmemiş ve bu çerçevede bir dizi bütçe ilkesi de geliştirilmiş bulunmaktadır. Bütçeleme sürecinde uyulması gereken, “yıllık”, “doğruluk”, “samimiyet”, “âdem-i tahsis”, “gayrisafi usul” vb. gibi prensiplerin de bütçelerin muteber birer siyasal belgeler olmalarına hizmet edeceği düşünülmüştür. Tüm bu prensiplerin üzerinde de vergilemede “yardımlanma ilkesi” yerine “ödeme gücü ilkesi” getirilmiş gibi gösterilerek, siyasal erk güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Teoriler hayata uyabildiği ve uygulama alanındaki oluşumları açıklayabildiği ve sorunlara çözümler üretebildiği derecede geçerlilik kazanırlar. Teorik yaklaşımlar çerçevesinde ele alınan kamusal işlevlere baktığımızda, kaynak dağılımından gelir dağılımına ve istikrara dek hemen tüm sorunların belirli bir düzeyde çözümlenmiş olması gerektiği sonucuna ulaşmaktayız. Oysa gerçek hayattaki uygulamalar ve gerçeklerle teorik öngörülerin hiçbir biçimde uyuşamadığı açıkça görülmektedir. Böylesi bir uyuşmazlık halinde, ya teoride bir eksikliğin olduğu ya da siyasal karar mekanizmalarında bir yanlışlığın bulunduğu düşünülmesi gerekirken, sistemi perdeleyecek biçimde ve teori hiç sorgulanmadan derhal “siyasal iradesizlik” gibi hiçbir açıklayıcı yanı olmayan ve tam anlamı ile gerçeği saptırıcı bir açıklamaya sığınılmaktadır.
Teori ile pratiğin çatıştığı noktada teorinin sorgulanmamasının temel bir hata, hatta kasıtlı bir davranış olması yanında, “siyasal iradesizlik” gibi temelsiz anlatımlarla hiçbir şeyin açıklanmış olmaması da fevkalade anlaşılır bir husustur. “Siyasal irade” kavramı, hâkim sermayenin siyasal organı kullanarak, güç ve manevra alanını genişletme yönündeki çabalarını perdelemeye yönelik geliştirilmiş olan ve düşünceleri bulanıklaştıran, olumsuz anlamda ideolojik bir yakıştırmadır. Zira kapitalist sistemlerde hükümetlerin ellerinde tuttukları ifade edilen “siyasal erk”, uygulama temeli açısından, vergi ödeme gücüne sahip hâkim çevrelerin kararlarına dayanmaktadır. Başka bir deyişle, siyasal erk, yasa yapma gücüne sahip olmakla beraber, gerekli vergi kaynaklarına ulaşamadığı durumda, bu yasaları hayata geçirme olanağına sahip değildir ve olamaz da! Bunun anlamı; kapitalist toplumlarda asıl güç ve dolayısıyla karar sahibinin sermaye olduğu ve bu bağlamda siyasal otoritenin özerkliği ve otonomisinin tartışmalı olduğudur.
Siyasal erkin uygulama aracı olan bütçe, radikal yaklaşımla ele alındığında, sadece bütçenin nasıl bir görüntü sergilediğini değil, aynı zamanda, siyasal organın bağımlılığını da ortaya koymaktadır. Bunun da ötesinde, radikal bütçe yaklaşımı, standart bütçe teorisi ve yaklaşımının sistemin işleyişini nasıl meşrulaştırıp, perdelediğini de açığa çıkarmaktadır. Bu nedenle, bu yazıda, bütçe üzerindeki tartışmalarda standart yaklaşımı reddederek, radikal yaklaşıma geçeceğim.

‘YILLIK BÜTÇE’ SAVI
Önce bütçenin yıllık olduğu ilkesini yıkmamız gerekmektedir. Bütçenin yıllık olduğu savı, belki ve ancak “sıfır tabanlı bütçe” de olabileceği gibi, her yıl siyasal otoritenin tüm icraat planını büyük bir yetki ile yeniden planlayabildiği görüntüsü vermektedir. Oysa klasik bütçede böyle bir şey söz konusu olamayacağı gibi, sıfır tabanlı bütçede dahi tam anlamıyla yıllık planlama olanağı yoktur. Ekonomide devamlılık vardır ve bu olgu ekonomi-bütçe ilişkisinde de geçerlidir. Dolayısıyla bütçe; uzun dönemli ekonomik devinimin kamu kesimine yansıyan boyutunun bir yıllık görüntüsünü yansıtan bir tablodan ibarettir.
Taban oluşumunda, siyasal erkin önüne ekonominin hâkimiyeti kuralı koyulunca, uzun ve kısa dönemli devinimlerde güç ilişkileri de kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Ekonomide kaynakların kamu ve özel kesimi arasındaki dağılımından, kamu kesimi içinde alt kalemler itibariyle dağılımına dek tüm oluşumlarda ekonomik güç ilişkilerinin etkisi açıktır. Yıllık olduğu ifade edilen bütçe ile aslında toplumun alt katmanlarında yaşanan mücadeleler sonucunda oluşan sosyo-ekonomik dengelerin, bir yıl ve her yıl için kamu otoritesi tarafından da onanması, kabulü ve meşrulaştırılması gerçekleştirilmiş olmaktadır. Böylesi bir yaklaşım ve analiz yöntemi çerçevesinde, siyasal erkin, fazla bir müdahale gücü bulunmadan, hâkim çevrelerin oluşturduğu sonuçlan meşrulaştırma ve hatta uygulama konumunda olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuçta, bütçe de böylesi bir oluşumun mali ayağı olarak görülmektedir.

SAMİMİYET VE DOĞRULUK İLKELERİ
Radikal bütçe yaklaşımını bütçenin hazırlanmasında samimiyet ve doğruluk ilkeleri açısından ele aldığımızda da benzer sonuca ulaşmaktayız. Şöyle ki, standart yaklaşım çerçevesinde bütçe doğruluk ve samimiyet ilkeleri ile harcama ve gelirler kalemlerinin tahmininde isabet derecesinin yüksekliği kastedilmekte ve amaçlanmaktadır. Oysa ekonominin işleyişi dikkate alındığında, siyasal gücün kendi hareket alanını serbest bir ortamda ve samimi olarak kullanamadığı da açıkça görülmektedir. Radikal yaklaşıma geçtiğimizde ise, bütçenin hazırlanmasında uyulacak olan samimiyet ve doğruluk ilkelerinin, siyasal otoritenin çeşitli kalemler ve ilgili tahminlerdeki isabet derecesinden öte, çeşitli bütçe kalemleri üzerinde ne derecede manevra kabiliyeti bulunduğu meselesi ile ilgili olduğu biçiminde anlaşılması gerekmektedir. Eğer her bütçe bir öncekinin yaklaşık aynısı ise, siyasal otoritenin bütçe tanzimi rolü minimal düzeyde demektir. Konuyu biraz daha açmak amacı ile bir örnek vermek gerekirse, bütçeyi hazırlamakla görevli siyasal otorite, harcamalarına göre gelirleri değil de, gelirlerine göre harcamalarını belirleme durumunda ise, gerçek anlamda siyasal erke sahip olarak görülemez.

SOSYO-EKONOMİK DURUMUN MEŞRULAŞTIRILMASI OLARAK BÜTÇE
Bütçenin ekonominin işleyişini yansıtıyor olmasının ötesinde, göreli güçlere göre toplumda oluşan dengeleri meşrulaştırıp, bu dengeleri kamu korumasına alıyor olması da standart maliye öğretisinde ortaya çıkartılmayan diğer bir konudur. Başka bir ifade ile bütçe sadece sosyo-ekonomik dengelerin kamu kesimine çarpan kesitinin bir tür fotoğrafı olmayıp, onun da ötesinde, bu oluşumu meşrulaştıran, kamu vicdanına kabul ettiren ve hatta söz konusu oluşumu dondurarak, gereklerini yerine getiren bir araçtır. Örneğin, bu denli yüksek kamu borçlarının meşrulaştırılıp kabul edilmesi ve tüm toplumun bu borç ve faizleri ödemesi için canla başla çalışması, hatta bunu bir milli mesele ve gurur konusu gibi ele alması hep bütçesel işlevler arasındadır. Borç faizlerinin yüksekliği nedeni ile kamu personeline düşük maaş zammı yapılması ve bunun “bütçe kısıtı” ile meşrulaştırılması da tam bir aldatmaca olup, sermaye-emek çatışmasında kamusal erkin ve bütçe aracının sermaye lehine kullanıldığı anlamını ifade etmektedir.
Görüntüsel olarak, bütçenin yarısına yakın bölümünün faiz ödentilerine gidiyor olması nedenine bağlı olarak personel harcamalarının kısıtlanmasının bütçedeki yansıtılış biçimi ile gerçeği ifade etmediği, son yıllar bütçe politikaları ve bu politikalara karşı geliştirilen tepkilerle net olarak görülmektedir. Bütçedeki faiz ödentilerinin bütçe hacmini büyüttüğü açıktır. Ancak, toplumsal dengeler itibariyle, memur maaşlarının düşüklüğü, tümü ile faiz yükü ile bağlantılı görülemez. Bu tezi, faiz yükünün hafifletilmesi yönündeki çabaları kabaca iki grupta toplayarak açıklamak olasıdır. Birincisinde vergi yükünün ağırlaştırılması yöntemi ile ikincisinde ise özelleştirme gelirlerinin arttırılması yolu ile faiz giderlerinin hafifletilmeye çalışıldığı biçiminde özetlenebilecek olan politikaların birincisini güçlü sermaye kesiminin ideolojik baskısı altında toplum reddettiği halde, ikincisini yine güçlü sermaye kesiminin ideolojik baskısı altında toplum kabul etme konumuna getirildi. Eğer birinci olasılık devreye sokulabilse idi, artan vergi gelirleri ile önce borç faizleri ödenir, bu sorun hafifledikten sonra oluşacak fazla ile kamu hizmetleri ve personel ödemeleri rahatlatılabilirdi. Oysa kabul gören ve uygulama aşamasındaki ikinci projeye göre, özelleştirme vb. gibi geçici kalemleri ile faiz yükü hafifletildikten sonra, bütçedeki faiz yükü ile beraber arzî gelir kalemi de ortadan kalkmış olacağından dolayı, kamu hizmetlerini geliştirme ya da kamu çalışanlarının özlük haklarını yükseltme gibi iyileştirmeler gündeme gelemez.
Bu örnekten de açıkça görülebildiği gibi, vergi verme durumunda olan güçlü çevreler sadece bütçenin gelir potansiyelini denetleyerek, bütçe kalemlerinin açılımı üzerinde hâkim olmakla yetinmemekte, aynı zamanda toplumu da kendi yönünde ideolojik baskı altına alarak siyasal erk üzerinde ciddi bir hegemonik ilişki kurabilmektedir. Yukarıda bahsettiğim iki politikanın arasındaki temel fark birincide bütçe hacminin kalıcı olarak büyütülmesi amaçlanırken, ikincide geçici bir genişleme hedeflenmekte ve güçlü kesimler yeni vergi yükü ile karşı karşıya kalmış olmamaktadır. Görülüyor ki, bütçe boyutlarının belirlenmesinde ve dolayısıyla bütçe kalemlerinin gelişim ve oluşumunda güçlü vergi çevrelerinin mutlak hâkimiyeti söz konusudur. Bu konuda siyasal iktidara düşen, güç dengeleri bağlamında oluşan sonucu görüntülemek ve gereğini yerine getirmektir. Başka bir ifade ile bütçe kalemlerinin şekillenmesinde siyasal erkin samimi düşünce ve niyetinin yerine güçlü çevrelerin çıkar ve arzuları geçmektedir. Siyasal erkin samimiyeti, herhalde güçlü çevrelerin dileklerini siyasal tercihlermiş gibi yansıtmak ve bunları meşrulaştırarak yerine getirmek olmamak gerekir!
Bazı dönemlerde ortaya çıkan aldatıcı görüntüler siyasal güç dengelerinden çok, ekonomik güç dengeleri ile ilgili görülmelidir. Örneğin, bazı dönemlerde sosyal politika araçlarının genişletilmesi ya da kamu personel ödentilerinin yükseltilmesi, düşünüldüğü gibi, emekçilerin mücadelesinin ya da siyasilerin tercihi sonucu olarak değil de, sermayenin piyasanın genişletilmesi veya sosyal uyanışın engellenmesi amaçlarının bir sonucu olarak görülmelidir. Nitekim IMF direktifleri doğrultusunda hazırlanan son bütçedeki aldatıcı memur maaş zammının, tüm direnişlere rağmen korunması, bu savın ciddi bir kanıtıdır. Bu dönemde maaşların dondurulması sermayenin işine geldiğinden dolayı, tüm emekçi eylemlerine rağmen, bütçe büyüklükleri değiştirilememiştir.
Klasik yaklaşım çerçevesinde bütçenin diğer bir aldatıcı yüzü de vergi harcamalarını gizliyor olmasıdır. Bütçe ilkeleri arasında yer alan “gayrisafi usul”e uyulmaması, vergi istisna ve muafiyeti ile sermaye kesimine sağlanan yüklü miktarda vergi avantajları gizlenmekte, buna karşın tarım ve diğer kesimlere yapılan parasal destekler açıkça görülebilmektedir. Böylece, sermaye dışına yapılan parasal aktarımlar eleştiri konusu olurken, sermaye kesimine sağlanan yüklü vergi avantajları gündeme dahi gelmemektedir.
Benzer konu kamu kesimi personeli maaşları bağlamında da gündeme gelmektedir. Kamu personeline yapılan ödeme bütçeye gayrisafi tutan ile yazılırken, gelirler hanesine de bu ödenti üzerinden yapılan vergi kesintisi yazılmaktadır. Sadece muhasebe kayıtlarından ibaret olan bu işlem, bir yandan vergi gelirlerini yükseltirken, diğer yandan da memur maaşlarının gerçek boyutunu gizleyip, nominal boyutu ile görüntülenmesine hizmet etmektedir. Sadece bir muhasebe kaydından ibaret olan ve reel hiçbir yönü bulunmayan bu işlem iki yönü ile sermaye kesimine ciddi olarak hizmet etmektedir. Bir defa, memur maaşları “personel ödemeleri” kaleminde büyük bir meblağa ulaştığı oranda eleştiriye açık olmaktadır. İkinci olarak da, memur maaşlarından kesilen vergiler de vergi gelirlerini yükselterek, vergi potansiyelinin kullanıldığı yönünde bir yanılsama yaratmaktadır. Doğal olarak, aynı durum KİT’lerin ödediği kurumlar vergisi için de geçerlidir. KİT’lerin ödediği kurumlar vergisi reel ödenti olduğu halde, kurumlar vergisinin içinde yer aldığından dolayı, özel kesimde bulunan şirketlerin vergi sistemine ne denli küçük katkı yaptığını perdelemektedir.
Böylesine radikal bir bakış açısı ile yapılan yaklaşım ile 2001 yılı bütçesine baktığımızda, bence şaşırtıcı hiçbir nokta bulunmamaktadır. Bir defa, 2001 yılı bütçesine baktığımızda, bütçenin büyük bir bölümünün faiz ödemelerine gittiğinin ve personel ödemeleri ile yatırımlara yeterli kaynak ayrılmadığının saptanması doğru olmakla beraber, fazla eleştiriye açık bir konu olarak görülmemektedir. Çünkü bu olgu bu yıl ortaya çıkmış, bir yıllık bir olgu olmayıp, son 20 yıl içinde uygulana-gelmiş politikaların birikimli bir sonucudur. Gerçekten de, geçen yıl bütçesi de, evvelki yıl bütçesi de, farklı oranlarda olmakla beraber, aynı nitelikte idi, gelecek yıllar bütçeleri de, yine farklı oranlarda olarak, benzer nitelikte olacaktır. Çünkü bu oluşum ekonomik altyapının kamu kesimine yansımış bir görüntüsünden başka bir şey değildir.
Eğer bu sav doğru ise, salt 2001 bütçesini ele alarak eleştirmek ve bu bütçenin sahibi konumunda bulunan siyasileri de eleştiri kapsamına almak doğru olmadığı gibi, kamuoyunu da yanıltmak anlamına gelir. Zira bütçe ve siyasilerle sınırlı bir eleştiri, zımni olarak ekonomiyi ve sistemi aklar. Galiba amaç da bu!

BÜTÇEDEKİ FAİZ ÖDEMELERİ
İkinci olarak bütçenin yüzde 47’si dolayında bir bölümünü oluşturan faiz ödemelerini eleştirmek de devletin kapitalist (finans kapital ağırlıklı) toplumdaki işlevini göz ardı etmek demektir. 1984 vergi değişikliği ile bugün buralara gelineceğini gösteren teorinin doğum tarihi 1942, babası ise Baumol’dur. Bu teoriyi 1942’den beri bildiğimize göre, nasıl oldu da 1984 vergi yozlaştırmasından sonra bugüne geleceğimizi göremedik! Görenler gördü de, sermayenin çıkarı başka yerde idi. 1980 politikaları ile dışa açılmaya yeltenen sermaye, ikinci sınıf teknolojisini bir yandan emeğe, diğer yandan da devlet üzerinden topluma abanarak aşmaya çalıştı. Uzun hikâyeyi yinelemeden diyebiliriz ki, bugünkü bütçe yapısı, 1980 politikalarının, 1984 vergi yozlaştırmasının ve finansal liberalizasyonun bir sonucudur. Yoksa devletin ne büyük ne de savurgan olduğu savları doğrudur.

SONUÇ
Kamu personelinin maaşı konusundan, kamu yatırımlarına ve özelleştirmelere dek hemen tüm konular dünya ile bütünleşme manevraları yapan ikinci sınıf sermaye yapısı ile finansal liberalizasyonun çok doğal sonuçlarıdır. Böylesi bir bütçe yapısının niçin şimdiye dek süregeldiği ve niçin bu yıl öncekilere göre daha zecri önlemler alındığı konusu ise iç ve dış sermayenin çıkar ve politikaları ile ilgilidir. Zira bu denli yüksek kronik enflasyon, sermayeyi ve devleti de tahrip ettiğinden, sistem açısından zararlı olmaya başlamıştır. Öte yandan ABD’nin Avrasya, Balkanlar ve Ortadoğu politikaları açısından Türkiye’de istikrar önemli olmaya başlamıştır. Türkiye’nin enerji koridoru haline getirilmesi açısından da istikrar önemli olmaya başlamıştır, istikrara giden yol olarak da faiz yükü değil de, memur maaşları ve kamu yatırımlarının görülmesi de bir tür özel yükümlülük gibi algılanan faiz yükünün meşrulaştırılmasını ifade etmektedir. Sanki memur maaşlarının reel düzeyi çalışanlara karşı bir sorumluluk değilmiş gibi!
Bütçe, kendi başına bir araçtır. Bu yönü ile bütçenin teknik işlevi ekonomik işleyişin kamu kesimindeki yansımalarını göstermek; ideolojik işlevi söz konusu oluşumu meşrulaştırmak; politik işlevi ise sistemin işleyişini ve devamını sağlamaktır. Bütçe, bir tür sonuç raporu olarak, ekonominin temel dinamiklerini etkileme gücüne sahip değildir. Buna karşın bütçe, ekonominin temel dinamiklerinden güçlü olarak etkilenir. Bu nedenle, salt bütçeye bakarak, oraya yansıyan değerleri eleştirmek, buzdağının tepesi ile uğraşmaktan öte bir anlam ifade etmez. Böyle bir eleştirinin politik işlevi ise, bütçeye yansıyan olumsuzluklardan asıl sorumluyu göz ardı etmekten öteye geçemez.

Aralık 2000

Tarım politikalarında kırılma noktası: Trakya üretici köylü kurultayı

Tarıma yapılan desteğin sıfırlanması, özelleştirmelerin hızlandırılması, kamu bankalarının elden çıkarılması, Tariş, Çukobirlik, Fiskobirlik, Antbirlik, Trakyabirlik gibi KİT’lerin tasfiyesi, kooperatiflerin bünyesindeki sanayi kuruluşlarının özelleştirilmesi… Türkiye’ye yapılan bu dayatmaların listesine, IMF ile yapılan her yeni kredi anlaşmasında yeni yeni maddeler ekleniyor. Hortumlanarak batırılan bankaları kurtarmak için harcanan paranın yarısı kadar kredi alabilmek için, bu dayatmaları harfiyen uygulayacaklarına dair niyet mektubu üzerine niyet mektubu veren hükümetler ise, son 20 yılda, özetle şu uygulamaları hayata geçirdiler:
Gümrük Birliği ile koruma duvarları kaldırıldı, tarım ürünleri ithalatı serbest bırakıldı. Tarım girdilerine sürekli zam yapılırken, ürün fiyatları düşük tutuldu. Tarımsal KİT’ler ve KİK’ler bir bir özelleştirilmeye başlandı. Belli ürünlerdeki kota uygulaması hızla yaygınlaştırıldı. Sübvansiyonlar kaldırıldı. “Reform” adı altında yeni yıkım paketleri hazırlandı (57. Hükümet tarafından uygulamaya konan son, “tarım reformu”nun içeriği ve doğuracağı sonuçlar geniş bir biçimde Özgürlük Dünyası’nın 102. Sayısında yer alıyor).
Sermayenin uluslararası hareketi ve emperyalist ülkelerin uluslararası ticaretteki “denge” arayışlarının bir sonucu olarak hayata geçirilen bu uygulamalar, birçok üreticiyi yok oluşa sürüklerken, birçok üretici köylünün de tepkisini ve öfkesini iyice kabartıyor. Taban fiyatlarına, çevre ve toprağın kirletilmesine veya üreticinin canını yakan başka bir duruma duyulan tepkiyle yapılan eylem ve mitinglerde, “Kahrolsun IMF, yaşasın bağımsız Türkiye” sloganının son dönemlerde öne çıkması bir şeylerin sinyalini veriyor: Türkiye üreticisinin onu yok oluşa sürükleyen düşmanlarının, IMF ve işbirlikçi hükümet olduğunu görmeye başladığının sinyallerini…
Bu küçük sinyaller bugün için, 19 Kasım 2000 tarihinde Babaeski Düğün Salonu’nda düzenlenen “Trakya Üretici Köylü Kurultayı” ile başka bir boyut kazandı. Bu kurultay, kapitalizmin girdiği ekonomik krizlerin sonucunda emperyalist ülkelerin, ürettikleri fazlalığı değerlendirebilmek için Türkiye’yi pazar haline getirme hedefleri doğrultusunda dayattıkları anlaşmalara uygun olarak, hükümet tarafından hayata geçirilen tarım politikalarında, bir kırılma noktası niteliği taşıyor. Çünkü Trakya Üretici Köylü Kurultayı’nda bir araya gelen üreticiler, doğrudan, hükümetin izlediği ve emperyalist büyük devletlerle, uluslararası tekellerin çıkarlarını temel alan tarım politikasını protesto ettiler. Sadece protesto etmekle kalmayıp, kurultayda, mücadelelerini ülke sathına yaymak ve birleştirmek üzere bir üretici köylü sendikası kurma kararı aldılar.

UYGULAMALAR TALEPLERE ZIT
Trakya köylerinde üreticilerin, hükümetin programı ve üretici taleplerinin birbirine taban tabana zıtlığını fark ederek bir “bilinç sıçraması” yaşadıklarını, gerek kurultaydaki köylülerin konuşmalarında, gerekse kurultay çalışmaları sırasında yapılan sohbetlerde görmek mümkün. Yazının ilerleyen kısımlarında Kurultay’dan ve köy kahvelerinden aktarılacak olan “anekdot”lar bu bilincin ve çalışmanın niteliğinin göstergesi olacak.
Mazot, gübre, tohumluk, ilaç, römork, yedek parça, işçi ücretleri gibi tarım girdilerindeki artışla ürünün fiyatı arasındaki uçurumun aleyhine büyüdüğünün ve bu gidişle kendisinin yakın zamanda üretim yapamayacağının farkında olmayan üretici yok.
Kısabileceği tüm girdileri kısan üreticilerin şu andakinden daha az maliyetle üretim yapma şansları yok. Örneğin, tarımın önemli girdilerinden biri olan kimyevi gübrenin, Türkiye’de dekar başına kullanım oranı 80 kilo. İngiltere’de bu rakam 350 kiloyu aşarken, Fransa’da 400 kiloya yaklaşıyor. Tabii bu durum verimi de etkiliyor. Batılı ülkelerde verim dekar başına 1000 kiloyu geçtiği halde Türkiye’de ortalama 200 kilo, hatta kuru tarım yapılan bölgelerimizde 100 kiloya kadar düşüyor. Gübresiz verim elde etmenin imkânsız olduğunu bilen üreticiler, aynı zamanda özel sektörün gübre sanayisini tamamen ele geçirmesi halinde, bugünleri de arayacağının, fiyatların iyice artmasıyla da gübre kullanamayacağının, dolayısıyla üretemeyeceğinin farkında.
“Türkiye’de son 10 yıl içinde gübre fiyatı enflasyon rakamlarının hep çok üzerinde bir artış gösteriyor. 1979 yılında gübre fiyatı 110 kuruş, buğday fiyatı ise 7,5 lira. O zaman bir kilo buğday fiyatına 7 kilo gübre alan üretici bugün yarım kilo ancak alabiliyor. Gübre piyasası zaten büyük ölçüde özel sektörün elinde. İstedikleri zaman istedikleri gibi zam yapıyorlar. TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesiyle piyasaya da tamamen özel sektör hâkim olacak. Fiyatların katlanarak artacağından kimsenin şüphesi yok.” (Kadriye Köyü’nden üretici köylü Fahrettin Özden.-Kadriye Köyü’nden üretici köylü Fahrettin Özden tarafından verilen rakamlar, Devlet Planlama Teşkilatı istatistiklerince de doğrulanıyor.)
Hükümet, sübvansiyonları kaldırırken, Trakyalı üreticiler gübrede devlet desteğinin, eskisi gibi, en az yüzde 50 olmasını talep ediyorlar.

ÖZELLEŞTİRMELERİN ACI DENEYİ
Taleplerini sadece bir noktayla sınırlamayan ve birçok gelişmeye bütünsel bakan Trakyalı üreticiler, TÜGSAŞ ve İGSAŞ’ın özelleştirilmesine karşı çıkarken, yaşadıkları acı deneylerden yola çıkıyorlar.
Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu (EBK) ve yem sanayisi, özelleştirme adı altında holdinglere teslim edildikten sonra üreticilerin etini ve sütünü maliyeti karşılamayan fiyatlardan satmaya başladığı, geçmişte bir kilo süt karşılığında üç kilo yem alabilen üreticinin, artık, ancak bir kilo yem alabildiği bir duruma gelinmişken, birlik ve kooperatiflere bağlı sanayi kuruluşlarının, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmemesi gerektiği daha çarpıcı biçimde açıklık kazanıyor.
Gelinen noktada üreticiler hükümetin uygulamalarının aksine, canlı hayvan, et ürünleri, hayvansal gıda ithalatının tamamen yasaklanmasını ve hayvancılığa ucuz krediler verilmesini talep ediyor.
İthalat yasağı talebini, bu ülkede üretilen tüm tarımsal ürünlerin yasaklanmasına kadar genişleten Trakyalı üreticiler, şeker pancarında yaşadıkları deneyin böylesi bir talebi doğurduğunu ifade ediyorlar. 1993 yılında Tansu Çiller’in pancar fiyatını ancak maliyetini karşılayacak düzeyde açıklamasının ardından gösterdikleri tepki karşısında aldıkları, “Gerekirse Türkiye’nin şeker ihtiyacını ithalatla karşılarım” cevabı sonrasındaki gelişmeler, ithalatın yasaklanması gerektiği düşüncesini uyandırmış, Trakya köylüsünde. Piyasayı ithal şekerlerin kapladığı durumda, kendisinin şeker fabrikalarına teslim ettiği pancarın, işlenip şeker olarak piyasaya sürülmesinden çok çok sonra ürün bedelini tahsil edebilmesinin, yok oluşa itilmek, ileride üretim yapamayacak hale getirilmek olduğunun farkında.
“1999 yılında 27 bin lira olarak belirlenen pancar fiyatı bedeli Mayıs’a kadar ödenmedi. Trilyonlarca alacağımızı, üreticiler olarak 6 ay tahsil edemedik, ayni ve nakdi yardımların dışında. Dolar, ürünlerimizi teslim ettiğimizde 400 bin liraydı. Bu kaybın dışında devletten alacağını zamanında tahsil edemeyen üreticiler, bahar ve yaz ürünlerini ekebilmek için yüksek faizli kredi aldı. Buradaki kaybı da katarsanız, üreticilerin eline geçecek olan 27 bin lira eline geçmeden sıfırlandı. Bu yıl ise tüm pancar üreticileri ürünlerini teslim etmiş olmasına rağmen henüz pancarın fiyatı açıklanmış değil.” (Muammer Erenler, Babaeski Ziraat Odası Başkanı ve Düğüncülü köyü pancar üreticisi).
Tüm bunlara bir de kota uygulaması eklenince üreticinin iyice beli bükülmüş durumda. Çünkü üretici, kota hakkı kadar pancar üretemezse ürünün bedelini yarı fiyattan alıyor. Aynı durum kotasından fazla ürün teslim etmesi durumunda da geçerli. Şiddetle kota uygulamasının kaldırılmasını talep eden pancar üreticileri, her geçen gün üretimi azaltmak zorunda bırakılmalarının ardında, onlara pancar ürettirmek istemeyen emperyalist politikaların yattığının da farkındalar. Bu bilinçle, Türkiye’deki 28 şeker fabrikası içerisinde en kaliteli üretimi yapan Alpullu Şeker Fabrikası’nın kapatılmasının sebebini, hiç tereddütsüz, “İthal şekere pazar açmak ve özel fabrikalara iş yaptırmak” olarak açıklıyorlar.

PİYASADAKİ YABANCI HÂKİMİYETİ
İthalata izin verilmesiyle birlikte, Türkiye tarım ve hayvancılığının yağma ve talana açılmasına tepki duyarak, ithalatın yasaklanmasını isteyen Trakyalı üreticiler, yabancı tekellerin piyasayı sadece tarım ürünleriyle kaplamadığının bilincinde: “Yabancı sermayeye kucak açtılar. ABD’lisi, Japon’u gelip yem fabrikası kurdu. Bizim yem çıkaracak gücümüz yok mu? Ayçiçeği tohumu ‘Paynır’ marka, mısır tohumu ‘Cargil’, yonca tohumunun markası Askrov’. İnekler yabancı, motorlar yabancı. Kısacası içimiz dışımız yabancı.” (Hedeyli köyünden üretici Hasan Tepe’nin Kurultay konuşmasından).
Yaşadıkları acı deneylerden yola çıkarak kota uygulamasına, tarım ürünleri ithalatına, tarımda devlet desteğinin kaldırılmasına, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesine karşı çıkan üreticiler, kendi talepleriyle hükümetlerin uyguladıkları tarım politikalarının her noktasının çeliştiğini bir kez daha haykırırken, beraberinde, emperyalist tarım politikalarına da karşı çıkıyorlar:
“Türkiye’nin tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirlemektedir. Hangi ürünün kaç para edeceğine, hangi ürünün ne kadar ekileceğine, ne kadarının satın alınıp, ne kadarının çürümeye terk edileceğine, ithalata, faize hep başkaları karar vermektedir.” Kurultaydaki bir köylünün konuşmasından alınan ve bir karşı çıkışı özetleyen bu sözler, bütün köylülerin dilinde “Tarım politikalarını Cottarelli belirleyemez” cümlesinde somutlaştı.

ZEHİRLEYEN SANAYİYE TEPKİ
Yıllardır yürütülen politikalarla, tarımı dışa bağımlı hale getiren, değerli tarım arazilerini, doğa düşmanı emperyalist tekellerin talanına açan, uygulanan fiyat politikasıyla, köylülüğü açlık sınırına iten burjuva hükümetlerinin, tüm bunları, “sanayileşme olmazsa olmaz” ifadeleriyle meşrulaştırmalarına da tepki duyuyor, üreticiler. Tarımın temel dayanakları olan toprağın, havanın, suyun kirletilmesine şiddetle karşılar. Trakya’nın can daman olan Ergene Nehri’nin, Şeytan Deresi, Kurudere ve benzeri tüm kolları da dâhil artık kahverengi akması, etrafa zehir ve pis koku saçması, içme sularını, yetiştirilen ürünleri zehirlemesi Trakyalı üreticilerde, çarpık sanayiye karşı çıkma bilincini geliştirmiş. Birçok köydeki arıtmasız sanayiye karşı tepki eylemleri de (Kırıkköy’deki kemik unu üreten Anıl Protein’e yönelik eylem, Kurudere’yi kirleten fabrikalar hakkında köylülerin suç duyurusunda bulunmaları vb. örneklerde olduğu gibi), bu bilincin göstergesi.

BURJUVA PARTİLERDEN KOPUŞ KAÇINILMAZ
Emperyalist politikalara açık ve net bir biçimde çıkışlarını aktardığımız üreticiler hakkında, hemen şu soru akla gelebilir: “Yıllardır, ‘Köylü milletin efendisidir’ sloganıyla uyutulan ve kendilerini yıkıma götüren sistemin uygulayıcıları olan burjuva partileri tarafından, birkaç on milyonluk nüfusuyla, oy deposu olarak görülen köylüler, düzen partilerine sırtını dönmüş müdür?”
Henüz “politik tercihleri”, oy verme zamanı tercih edeceği partiyi değiştirmemesine rağmen, Trakyalı üretici köylü, düzen partilerinden kopuşu sağlayacak bir süreç içindedir. Çünkü Kurultay öncesi yapılan çalışmalar, tepkili ve belli bir bilinç düzeyine ulaşmış tüm Trakya köylüsünü kucaklayacak şekilde başlatılmıştır. Politik tercihlerine ve partisine bakılmasızın muhtarlar, köy kooperatifi yöneticileri, köyünde sevilen bilinçli üreticiler bu çalışmaya dâhil olmuştur. Bu birliğin sağlandığını ve güçlü bir Kurultay’ın örgütlendiğini gören egemenler ve iktidarın yerel temsilcileri her zaman olduğu gibi bölmeye yönelik tutumlarını, provokatif politikalarını hayata geçirdiler. Kırklareli’nde köy muhtarlarını il ve ilçe mülki amirleri, “Bu işin arkasında tehlikeli bir güç var (Emeğin Partisi kastediliyor), kurultayda olay çıkacak. Kurultay Düzenleme Komitesine yüklü miktarda para geldi” ve benzeri sözlerle ‘psikolojik savaş’ politikalarını hayata geçirirken, derin devlet de boş durmadı, tabii. Kurultayın, tüm bu “psikolojik savaş” yöntemleri ve provokatif politikalara rağmen başarılı geçmesi ve kurultayda, hedefler arasında bulunan bir üretici örgütünün oluşturulması kararının çıkması ihtimalini de göz önüne alarak, bu çevreler, kurultay öncesi bu durumu da “baltalamaya” yönelik çalışmalarını sürdürdüler. Komitede aktif olarak yer alan ve muhtarlar arasında saygın bir yeri olan birkaç muhtarın önü tanımadıkları kişiler tarafından kesilerek, “Yahu muhtar, sen ne yapıyorsun. Eğer bir üretici örgütü kurarsanız, sizi bu örgütten atacaklar, başına ensesi kalın başka güçler oturacak, kullanılıyorsunuz. Bu işten vazgeçin” gibi sözlerle, kurultay komitesinden ve çalışmalardan çekilmesi istendi.
Tüm bu provokatif politikaların arkasında, üreticiler arasında yapay bölünmelerin ortadan kalkmış olması yatıyor, elbette. Oysa geçtiğimiz Ekim ayı içerisinde, İşçi Partisi taraftarı oldukları bilinen Köylü Gazetesi tarafından düzenlenen ve fırsatçı yaklaşımı dolayısıyla üreticiler tarafından ilgi gösterilmeyerek fiyasko ile sonuçlanan “Köylü Kurultayı” öncesi ne böylesi psikolojik savaş yöntemleri ne de başka bir kurultaya katılımı engelleyecek bir yöntem devreye sokulmuştu.
Kurultay öncesi üreticiler arasında birliği sağlayan ve tüm bunları aşarak başarılı bir kurultay örgütleyen bu çalışma, hedefleri doğrultusunda ilerledikçe ve mücadele keskinleştikçe, bu mücadeleye omuz veren üreticilerin, mücadelelerinin karşısına dikilen oy vermiş oldukları sermaye partilerinden, (bu partiler kendilerinin hayata geçirdiği bu programlardan vazgeçmeyeceklerine göre) hızla uzaklaşacakları bir gerçek. Her gün kilometrelerce yol kat ederek, uzak köyleri dolaşarak kurultay çalışması yürüten, DYP ve öncüsü olan partilerin dışında hiçbir partiye oy vermemiş 75 yaşındaki Sinanlı köylüsü İsmail Yüce’nin sözleri bu gerçekliğe dikkat çekiyor: “Bu çalışmayı yürüten hepimiz ayrı bir partinin kuyruğuna takıldık ama iş köylünün sorunlarına gelince hepimiz ortak hareket ediyoruz. Ben partiyi aradan kaldırıyorum. Seçim dönemi gene oyumu partime veririm ama partim köylüler olarak kuracağımız sendika ya da başka bir örgütü tanımazsa beni yanında bulamaz. O zaman ben de partimi tanımam.”
Kurultaydaki hava da çalışmaların ısrarlı bir şekilde kurultay sonrasında sürdürülmesi halinde bu sürecin hızlanacağı yönündeydi. Bu durumun en güçlü kanıtı ise, kurultayda söz alan her konuşmacının yapay ayrımları ortadan kaldırmak ve üreticileri birlikte hareket etmeye yönelik olarak vurguladığı, ‘Politika yapmak yok’ sözünün içeriği. Bu içeriği, İhsan Çaralan’ın, Yeni Evrensel gazetesinde 21 Kasım 2000 tarihinde yayınlanan ve kurultay izlenimlerini aktaran yazısından alıntı yaparak açalım: “… ‘Politika yapmak yok’ diyerek aslında bugüne kadar kendilerini aldatmış olan düzen partileriyle aralarına mesafe koymak istiyorlardı. Bugüne kadar onlar tarafından bölünüp parçalanmış olmalarından çıkardıkları ders olarak; ‘henüz vazgeçmediği partisinden, ‘karşı parti de vazgeçerse o da ona uyarak vazgeçeceği bir uzlaşma’ olarak ‘Politika yok’ uyarısını yapıyorlardı. Aslında bir başka politikada, emeğin, emekçinin çıkarları doğrultusunda bir politikada birleşmek için ‘Sermaye partileri çizgisinde bir politikaya hayır’ diyordu köylüler. Nitekim Abdullah Varlı’nın Türkiye’nin tarımının 1950’lerden bu yana kimler tarafından nasıl bu noktaya getirildiğine dair, baştan aşağı politik açıklamalarının coşkuyla alkışlanması ve pek çok köylünün Varlı’nın telefonunu ve adresini alması, yeniden yeniden konuşmak için arayacaklarını belirtmeleri; köylünün aslında ‘Politika yok’ derken, düzen partilerinden kopma isteğinin ifadesinden başka ne anlama gelebilir?”

GÜÇLÜ ÖRGÜT ARAYIŞI
Somut talepleri ve bu talepleri elde edememesi halinde yok olacağının farkında olmasına rağmen, bugüne kadar yaptıkları mitinglerden sonuç alamamanın da etkisiyle karamsarlık taşıyan Trakya köylüsünün harekete geçmemesinin en büyük nedeni üretici kurumlarının etkisizliği. “Nüfusunun yüzde üçü veya beşi tarımdan geçinen ülkelerdeki çiftçi kuruluşları, ekonomik açıdan devlet kadar güçlü. Bizim nüfusumuzun yarısı topraktan geçimini sağladığı halde ziraat odalarımızın yasal gücü yok. Tarımsal kooperatiflerimiz var. Son derece önemli kuruluşlar. Ama devlet ve hükümetler onları geliştirmemek için her türlü engeli çıkarıyor. Hatta IMF’nin gönlünü yapabilmek için gözden çıkarmış durumda…” “Bizim 20’ye yakın kuruluşumuz var. Ama bunların çoğu batık vaziyette. Artık ülke çiftçisine hizmet edemez hale gelmiş…” Kurultay konuşmalarından alınan bu pasajlar, önemli olmasına rağmen üreticilerin, tarımla ilgili kuruluşlara iki nedenle güvenmediğinin göstergesi. Birincisi, devlet eliyle kurulmuş olan Türkiye Ziraat Odaları, Tarım Satış Birlikleri, Tarım Kredi Kooperatifleri, TMO, TZDK ve daha birçok tarımsal kurum ve kuruluşun yasal gücünün olmaması… İkincisi ise, bu kurumların birçoğunun başında, bu kurumları soyan, bu kurumlara çöreklenmiş ve kurumları kendilerine çıkar sağlamanın, ucuz ve bol kredi türünden avantajlar yaratmanın aracına dönüştürmüş olan burjuva parti temsilcilerinin bulunması.
Üreticinin doğrudan söz sahibi olduğu, tarım politikaları üzerinde söz söyleyebilen, fikir üretip onların belirlenmesinde dolaysız rol oynayan, taban fiyatlarını belirleyen, en geniş üreticiyi, onların talep ve çıkarları üzerinde bir araya getirebilen bir üretici örgütü arayışında olmasını dikkate alan Kurultay Düzenleme Komitesi, tarihi bir karar aldı: Merkezi ve güçlü bir sendikal çalışmanın başlatılması.
Üreticiler içerisinde büyük bir heyecan yaratan bu karar, tabandan gelişen ve en geniş kesimi kucaklayan bir çalışmayı başlatan Kurultay Düzenleme Komitesi tarafından, hızla diğer bölgelere yayılmalıdır. Trakya’daki bu çalışma, diğer bölgelerden gelerek kurultaya katılan köylülerde de heyecan ve büyük bir umut doğurmuştur. Bu çalışmanın başarısı, diğer bölgelerde hareketin ivmesini hızlandıracağının sinyallerini vermiştir.

MÜCADELE İÇERİSİNDE YÜKSELECEK
Kurultay’da alınan üretici sendikal girişim çalışmalarının başlatılması kararının en önemli özelliği, soyut bir sendika çağrısının ötesinde, temelini mücadelenin oluşturduğu, mücadele üzerinde yükselen bir tarzı benimsemesi ve bu yönde somut kararlar alması. Trakya’nın can damarı Ergene Nehri’nin artık Ergene Ovası’na hayat vermemesi ve bu işte kendilerinin en ufak bir suçunun bulunmadığını, sorumluların, birinci dereceden tarım alanında, altyapısız, çarpık sanayiye izin verenler olduğunu bilen Trakyalı üreticileri buradan harekete geçirme düşüncesi bu somut kararlardan sadece bir tanesi.
Ergene’nin kirletilmesinin durdurulması için bir dizi devamlı girişim ve mücadelenin başlatılması ve aynı zamanda sürdürülmesi için kurultay komitesine aktif görev veren bu karar, Bergamalıların siyanür zehrine verdikleri mücadelenin nüvelerini bağrında taşıyor. Mücadelenin Bergamalıların verdiği mücadele boyutuna ulaşması eylem, miting, hukuki mücadele ve benzeri araçların hayata geçirilmesine bağlı. Bir sendika kurup üye kaydetmeyi tercih etmek yerine üretici mücadelesini yükseltmeyi ve bunun üzerine oturan bir üretici sendikası kurmayı hedefleyen Kurultay Düzenleme Komitesi’nin bütün araçları kullanacağından şüphe yok. Sorun, GAP’taki yağmaya karşı bölge köylüsünü, diğer bölgelerde benzer sorunları yaşayan kayısı, pamuk, tütün, çay, fındık, zeytin üreticisini harekete geçirmek için de çalışmaları acilen başlatmak.

ANTİ-EMPERYALİST DAMAR
ABD ve Avrupa ülkelerinin tarımda da tekelleşmeleri sonucu kendi çıkarlarını ve yarattıkları pazarı koruduklarının farkında olan ve oradan gelecek ürünlerle piyasada rekabet etme şanslarının olmadığını bilen Trakya üreticisinin talepleri antiemperyalist bir nitelik taşımaktadır. Yazı boyunca kurultaydaki üreticilerin konuşmalarından ve kurultaya katılan köylülerle karşılıklı sohbetlerden yapılan alıntılar, bunun göstergesidir.
Köylere gidildiğinde, girilen her kahvede, ithalatın yasaklanmasını, verimli topraklar üzerine kurulmuş olan sanayinin kapatılmasını ya da çevreye zararının asgari seviyeye indirilmesini, yeri geldiğinde gümrük duvarlarına barikat kuracak güçlü bir üretici örgütünün gerekliliğini dile getiren her üretici, bilerek ya da bilmeyerek onu yıkıma sürükleyen politikalara karşı anti-emperyalist bir mücadeleyi dillendiriyor. Güçlü bir üretici örgütünün yaratılması halinde bu mücadeleyi vermeye hazır gözüken Trakya köylüsünün düzenlediği kurultayda alınan, “Tarım temel bir sektördür. Tarım politikalarını IMF ve Dünya Bankası belirleyemez. Bunların belirlediği değil, ulusal tarım politikaları uygulanmalıdır” yönündeki karar ülke üreticisinin geleceği açısından son derece önemlidir. Emperyalizmle çelişen, ulusal tarım politikalarının hayata geçirilmesini talep eden üreticiler, mücadelenin yükselerek ete kemiğe bürünmesi durumunda, hiçbir zaman emperyalizme karşı olan tarım politikalarını hayata geçiremeyecek olan sermaye partilerinden tam olarak kopmaya da hazırdır.
Ülke toprakları ve kaynaklarının Eurogold tekeli şahsında emperyalistlere peşkeş çekilmesine karşı çıkan ve Kuva-i Milliye’den, kurtuluş savaşından söz eden Bergama köylüsünün, Yatağan, Kemerköy’de çokuluslu şirket temsilcilerine barikat kuran santral işçilerinin gördüğü, düzenin güçlerinin ihaneti, şimdi Trakya köylüsü tarafından görülecektir. Bu, kurultayda alınan kararların hayata geçmesi, ısrarlı bir çalışmaya bağlıdır. Trakya köylüsünün başarısı hiç kuşku yok ki, aynı sorunları can yakıcı bir şekilde hisseden Anadolu köylüsünü de harekete geçirecektir.
Trakya Üretici Köylü Kurultayı, yıllardır tarımda uygulanan “yapısal uyum programlarında”, “tarım reformu” paketlerinde bir kırılma noktasıdır. Ya süreç alternatif politikaların yaratılmasına doğru ilerleyecektir ya da bu kırık, sermaye tarafından onarılarak üretici köylülük yok edilecek, ülke, uluslararası tarım tekellerinin açık pazarı haline gelecektir.

Aralık 2000

EK-1
KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ
19 Kasım 2000 tarihinde Babaeski’de yaptığımız Trakya Üretici Köylü Kurultayı’nda bir kez daha görüldü ki; IMF ve Dünya Bankası programları ile yönetilen Türkiye tarım ve hayvancılığı batma noktasına gelmiştir. Bu uygulamada IMF ve DB azmettirici, hükümetler uygulayıcı durumdadırlar.
Türkiye gelişmiş ülkelerin tarım ürünleri yönünden açık pazarı haline getirilmek istenmektedir.
Tarım ürünleri ithalatında hemen her kalem malda görülen büyük artışlar bunu açıkça göstermektedir. Tarım girdilerine hemen her gün yapılan zamlar maliyetleri artırırken, başta pancar olmak üzere birçok ürünün taban fiyatı halen açıklanmamakta, açıklanan fiyatlar da maliyetin altında olmaktadır. Bunun sonucunda bizler her geçen gün yoksullaşmaktayız. Tarımsal KİT’ler özelleştirilmekte, bazı ürünlerin ekiminde kota uygulaması başlatılmaktadır. Kooperatifler ve birlikler işlemez hale getirilmiş, üretici kredi faizleri yükseltilip, kredi alımları zorlaştırılmıştır. Ziraat Bankası özelleştirme kapsamına alınmıştır.
30 milyon dolayındaki biz üreticiler Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde mağdur durumdayız.
Hâlbuki tarım bir ülke için stratejik bir sektördür. Temel gıda maddelerinin yokluğu, tarıma bağlı olarak sanayinin çökmesi, gelişmiş ülkelerin yağmasına bu sektörün de pervasızca açılması, aynı zamanda doğrudan bağımsızlık sorunuyla ilintilidir.
Bu uygulamaları dayatan IMF ve DB ve uygulayan hükümetler bizim örgütsüz ve dağınık olmamızdan cesaret alıyorlar. Kurultayımız bu dağınıklığı ve örgütsüzlüğü ortadan kaldıracak ilk adımdır. Amacımız kendimizi, çocuklarımızın geleceğini, ülkemizin yağma ve talana karşı, çıkarlarını savunmaktır. Örgütlü ve güçlü olursak bu mücadelede sonuç alabiliriz. Biz biliyoruz ki, Türkiye’nin dört bir tarafındaki üreticiler bizim gibi düşünüyor, çıkış yolu arıyorlar. Çıkış yolunun ilk adımı kurultayımız ve ortaya koyduğu talepler uğruna mücadeleyi sürdürmek ve 30 milyon dolayındaki üretici kitlesini tek çatı ve talepler etrafında birleştirmektir.

EK-2
TALEPLER
-Tarım temel bir sektördür. Tarım politikalarını IMF ve DB belirleyemez. Bunlar değil ulusal tarım politikaları uygulanmalıdır.
– Ergene Trakya’nın can damarıdır, kirletilemez. Bu duruma son vermek için gerekli tedbirler derhal alınmalıdır.
– Bazı ürünlere uygulanan kota derhal kaldırılmalı, Taban fiyatı maliyet artı yüzde 25 kâr üzerinden açıklanmalıdır. Ödemeler peşin yapılmalıdır.
– Tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi durdurulmalı, özelleştirmeler iptal edilmelidir. Ziraat Bankası’nın özelleştirilmesi durdurulmalı, yeterli, ucuz ve kolay kredi verilmelidir.
– Hayvancılık desteklenmeli, ucuz ve kolay kredi sağlanmalı, süt ve süt ürünleri et ve canlı hayvan ithalatı yasaklanmalıdır.
– Her türlü ham ve işlenmiş tarım ürünleri ithalatı yasaklanmalıdır. Gümrük Birliği anlaşmasının kabul edilip imzalanması tarıma önemli ölçüde darbe vurmuş, ithalat artmış, ihracat azalmıştır.
– Gümrük Birliği anlaşması iptal edilmelidir. Biz üreticileri, bu talepler uğruna birleştirebilen (Bunları daha da çoğaltabiliriz) yönetiminde doğrudan söz sahibi olduğumuz tarım politikaları, yerinde söz söyleyebilen, uygulamalarda dolaysız rol oynayabilen çıkarlarımızı ve haklarımızı koruyan bizim taraf olmamızı sağlayan, ulusal tarım politikasını savunan üretici köylü sendikası mutlaka kurulmalıdır.
– Biz 30 milyon dolayındaki üreticinin düşüce ve taleplerinin aynı olduğunu biliyoruz. Artık yeter, varlığımızı ve gücümüzü göstermek zorundayız. Sessiz kalamayız. Tüm üretici köylülüğü, belirtmeye çalıştığımız talepler ve Üretici Köylü Sendikası kurma ve çalışmalarında birleşmeye çağırıyoruz.

Çukobirlik-Exsa paralelinde sınıfa dönük bir çalışma ve eleştirel bir bakış

Adana-Mersin E–5 karayolu üzerindeki çok sayıdaki fabrikadan biri olan Çukobirlik, Ortadoğu’nun en büyük entegre tesisidir. Çukobirlik, burjuva siyasetin etkilerinin her bakımdan görüldüğü, emekçilerin bölünmesi, parçalanması ve yönetilmesine ilişkin köklü bir geleneğe sahip olduğu prototip bir kuruluş. Bu ilişkiler içinde boy veren (fikir, eylem ve örgütlenme açısından) Çukobirlik işçilerini, birliğe üye üretici köylülüğü ve halkın yaklaşımını belirli yönleriyle ele alıp değerlendirmek devrimci politik çalışmanın geliştirilmesi açısından bir gereklilik.
Yaz ayları boyunca Çukurova’da gelişen işçi hareketleri içerisinde önemli bir yer tutan ve benzer örneklerin gelişmesini sağlayan Çukobirlik direnişi, direniş içerisindeki işçilerin, direnişi izleyen üreticilerin duygu, eğilim ve dönüşümlerine ilişkin olgular, emeğin politikacılarının çalışmaları, yetersizlikleri ve harekete katkısı vb. açısından değerlendirilmesi ve sonuçlar çıkarılması gereken özellikler taşıyor.
Adana-Ceyhan yolu üzerinde kurulu bulunan Hacı Ömer Sabancı Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Exsa grevi, kendine has özellikler gösteriyor. Bununla birlikte bu grevin hem zaman hem mekân açısından Çukobirlik direnişiyle ortaklıklar taşıması, ister istemez bu yönüyle birlikte Exsa grevinin de değerlendirme içerisine alınmasını gerekli kılıyor.

BURJUVA SİYASET, YÖNETME TARZI VE BÖLÜNEN İŞÇİLER
Alışıldığı üzere, genel ve yerel seçimlerin ardından iktidarda etkili olan düzen partileri aynı zamanda Çukobirlik içerisinde de iktidarlarını oluştururlar. İktidar değişikliğinin ardından yaşanan partizanca kadrolaşmalar, atamalar ve tasfiyeler büyük bir hızla gelişir. Siyasi arenada gelişen değişimlere paralel olarak gelişen bu yapılanma biçimi sadece birlik yönetimini değil hangi işçi ve emekçinin çalışıp çalışmayacağının da kaderini belirleyen bir kapsama sahip. Her seçim öncesinde işçiler iktidardaki düzen partisinin seçimi yeniden alması için çabalıyorlar; çünkü seçim başka bir partiyi iktidara getirdiğinde işten atılacaklarını biliyorlar. Seçim sonuçları ise büyük bir heyecanla bekleniyor. Zira istenmeyen bir sonuç çıktığında büyük bir kıyımın yaşanacağı ya da işçilerin yeni kadrolaşma gereği fabrika içi sürgünler yaşayacağı biliniyor. Adana’nın işsiz kitleleri ise çeşitli düzen partilerinin etrafında kümelenip seçim çalışmalarına katılıyorlar ve bunu Çukobirlik, belediye gibi kamu kuruluşlarında çalışmak vaadi verildiği için gerçekleştiriyorlar. Parlamenter alandaki gelişmelerle işçilerin kaderinin belirlenmesi sendikal alana da yansıyor. Sendika şube yönetiminin oluşturulmasından temsilcilik seçimlerine kadar uzanan süreç de yeni kadrolaşma tarafından belirleniyor.
Çukobirlik uzun yıllardır Adana halkınca ‘Çukoçiftlik’ olarak adlandırılıyor. Bu fikrin halk üzerinde etkili olması iki ana neden üzerine oturuyor. Birincisi, birlik yönetimindeki siyasal kadrolaşmalarla birlikte beliren her yapılanma Çukobirlik’i zarara uğratırken, birlik yönetimlerini oluşturan ya da yönlendiren rant kesimlerini usulsüz ihaleler, talan, yolsuzluk ve vurgunlarla zenginleştiriyor. İkincisi, ranttan beslenen güçler fabrika içerisine kendi yandaşı olan işçileri alıyor ve asalak ve aristokrat bir işçi tabakası oluşturuyorlar. Öyle ki, işçilerin çoğunluğunun iş yapmadan para kazandığı ya da ‘bankamatikçi’ olarak adlandırılan birçok parti yandaşının çalışmadan para çektiği halk nezdinde bilinir durumda.
Çukobirlik işçileri, yıllardır, kendi çıkarlarını ve kurtuluşlarını düzen partilerinin etrafında kümelenerek ve onlar eliyle sağlayabilecekleri şeklindeki geleneksel düşünceye sahip olduklarından, bölünmüşlüğü had safhada yaşayan bir kitle olma özelliği taşıdılar. ‘Sağcı-solcu işçi’ ayrımı bu bölünmüşlüğün karakteristik örneğini oluşturdu. İşçiler içerisindeki iktidar ve muhalefet kavramları da sağ ya da sol yönetimin gelmesine göre şekillendi. Sağcı bir parti birlik yönetimine geldiğinde ‘solcular’, ‘solcu’ bir parti birlik yönetimine geldiğinde ise sağcılar muhalefet olarak adlandırıldılar.
Çukobirlik’te yaşanan partizanca uygulamalar, yolsuzluklar, fabrikanın zarara uğraması, iş verimsizliği yıllardır seçim malzemelerinin, burjuva siyasetin malzemesi oldu. ‘Sol’dakiler sağdakilere, sağdakiler soldakilere bu sorun üzerinden bindirme yapmaya çalıştı. Çukobirlik’te yaşanan bütün bu sorunların yaşanmasında tüm düzen partileri suç ortağı durumundadırlar. Düzen partileri ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini uluslararası tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin talanına açan, özelleştirmelerin önünü açmak için KİT kapsamındaki fabrikaları işlemez hale ve iflas noktasına getiren, bunun için yapılan talana ve vurguna sessiz kalan sermaye programının karşısına geçmek yerine onu kararlıca savunmayı ve yürütmeyi kendilerine bir misyon olarak belirlediler. Bu partilerin hepsi Çukobirlik’in itilmek istendiği bataklığı sermayenin özelleştirme ve talan programından bağımsız olarak ele aldılar. Birlik yönetimine gelen her düzen partisi temsilcisi ya bir önceki yönetimi suçlamakla yetindi ya da işçileri çalışmamakla eleştirerek sorunun kaynağını tespit etmeye çalıştı.

ÜRETİCİ KÖYLÜLÜK GERİCİ PROGRAMA YEDEKLENDİ
KİT’lerin tasfiyesi, özelleştirmelerin önünün açılması için iflasa ve yıkıma uğratılması süreci sözü edilen düzen partileri icraatlarıyla daha da hızlandırıldı. Çukobirlik’i devletin sırtındaki bir yük olarak gösterenler, bu propagandanın halk üzerinde etkili olması için düzen partileri arasında yaşanan rant çatışmalarını ve ortaya serilen kirli çamaşırları medya aracılığıyla kullanmaktan çekinmediler. Devlet nezdinde yapılan açıklamalar, Çukobirlik’in zarar eden bir kuruluş olduğu yönündeydi. Yeniden yapılandırma programıyla devletin sırtındaki bu yük indirilmeliydi. ’90’li yılların başında 7000 işçinin çalıştığı Çukobirlik’te birçok makine paslandı, çalışmaz hale getirildi, bölümler ardı ardına kapatılmaya ya da daraltılmaya başlandı. İşçi sayısı 3000’e düşürüldü. 1472 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri Birliği yasasıyla süreç hızlandırıldı ve daha radikal çözümlere gidileceği deklare edilmiş oldu. Devlet tüm desteğini kaldıracağını açıkladı ve birliğin kendi yağıyla kavrulması talimatını verdi. Aksi durumda fabrikayı kapatmanın kaçınılmaz olduğu söylendi. Bu durumda çıkış yolunun özerkleştirme, giderek de özelleştirme olacağı fikri hâkim kılınmaya çalışıldı.
Çukobirlik’e 40 kooperatif ve 65.000 üretici ortak. Yeniden yapılandırma programının işletilmesi için üreticilerin programa ikna edilmesi gerekiyordu. Çukobirlik’in rant çevrelerince soyulduğunu ve bu yüzden alın terlerinin karşılığının çalındığı düşüncesine çoktan ulaşmış üreticilerin bu fikre çekilmeleri çok zor olmadı. Özelleştirme durumunda üreticilerin elinde bulunan ortaklık imkânının çok büyük bir kâr getireceği propaganda edildi. İşçilerin asalaklığı üzerine yapılan propaganda üretici köylülük üzerinde işçilere karşı bir tepkinin oluşmasını beraberinde getirdi. ‘Üreticinin borçlarını ödemek için işçilerin maaşlarını geciktirme’ ya da ‘üreticiye para ödenmesi için istihdam sayısının düşürülmesi ve işçi kıyımı’ propagandaları eşliğinde hem işçiler işten atıldılar, hem de üreticiler genelde bunu olumlu bir gelişme olarak değerlendirip sessiz kaldılar.
Özellikle Adana Sanayi Odası (ASO) başta gelmek üzere işveren dünyasından daha keskin çözümler gerektiği açıklamaları yapıldı. Özelleştirmeden pasta kapmayı umut eden patronlar, yukarıda sözü edilen propaganda argümanlarını ustaca dile getirirlerken aynı zamanda yeniden yapılandırma programının zamana yayılmaması ve hızlı işlemesi yönünde baskı unsuru olmaya çabaladılar. Özerkleştirmeyi bile beğenmeyen patronlar çözümün hızlı bir özelleştirmede olduğunu bağırarak dile getirdiler. Kâr ortaklığında birliğin % 51 sevdasından vazgeçmesi gerektiğini aksi halde sermaye dünyasının ortaklığa yanaşmayacağını sürekli vurguladılar. Üretici köylüler ise ellerindeki kâr ortaklığının özelleştirme ile birlikte büyük bir zenginliğe dönüşeceğini düşünür hale getirildiler.
Yukarıdaki tabloya baktığımızda işçilerin ve üretici köylülüğün emek ekseninde birleşme, saldırılara birlikte karşı koyma ve çözümü emekçiler eliyle sağlama yönünde bir düşünce ve eylem birliği fikrine sahip olmadıklarını görürüz. Tersine işçilerle üreticilerin birbirine düşürüldüğü, hatta işçilerin bile kendi içlerinde bir sınıf ve çıkar birliğini yakalayamadıkları gerçeğiyle karşılaşırız. Bu bölünmüşlük içerisinde ‘gemisini kurtaran kaptan’ ya da ‘gemimi kurtarmak için her yol mubah’ biçimindeki burjuva propagandanın yaydığı anlayış üzerinde bir birleşmeden söz edilebilir. Buradan işçilerin ve emekçilerin kendi çıkarları açısından bölündüğü ve sermayenin çıkarları ve partileri etrafında birleştirildiği sonucu çıkmaktadır.
Bu nedenlerden dolayı, son yıllarda peş peşe gelişen saldırılar, işçi kıyımları, hak gaspları, özelleştirme oyunları karşısında Çukobirlik işçisi ve üretici köylülük mücadeleden çok sessizliği tercih etti. Bu saldırılardan en az etkilenmek için birilerine dayanma eğilimi işçilerde hâkim olurken, üretici köylülük ise bu yaşananların cebine para girecek bir gelişme olduğunu düşünerek bekledi.

BÖLÜNME İLERİ İŞÇİLERİ DE İÇİNE ALDI
Çukobirlik fabrikasında çalışan ileri işçiler, yıllardır geliştirilen böyle bir bölünmüşlüğe tutum almayı ve süreci tersine çevirecek bir çalışmayı hayata geçirmeyi başaramadılar. ‘İktidarda MHP, birlik yönetiminde MHP, sendika yönetiminde MHP, biz ne yapabiliriz ki?’ sorusu bir şeylerin değişebileceğine ilişkin inancı, çabayı daha baştan kıran bir virüs olarak ileri işçileri umutsuzluğa itti. Sağcı işçi/solcu işçi ayrımını tersine çevirecek ve işçilerin ortak çıkarları temeline oturan bir propagandayı, mücadeleyi hayata geçirecek bir yetenek gösterilemedi. 18 Nisan genel seçimlerinin ardından gelişen siyasal tablo karşısında paniğe kapılan ve kendilerini muhalefet olarak adlandıran ileri işçiler; şikayetlenmenin ötesine geçemeyen, karamsar bir tavır içerisinde olurlarken tutumlarını da dar ve sakınan bir muhalefet olarak belirlediler. Çıkış yolu belki bir sonraki genel seçimler olabilirdi!
1472 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri Birliği yasasının çıkarılmasının ardından EMEP Çukobirlik’e dönük bir propaganda ve aydınlatma çalışmasının içerisine girdi. İşçiler bu propagandaya başlangıçta ‘bu çok yakın bir sorun değil fabrika içi sorunlarımız var’ ya da ‘istediklerini yaparlar, Çukobirlik işçisi sesini çıkartmaz’ biçimindeki sözlerle karşılık verdiler. İleri işçilerle yapılan görüşmelerde, toplantılarda sürekli tartışmaların yaşandığı, fikir ayrılıklarının oldukça derin olduğu da su yüzüne çıktı. Parti işçilere, yakın gelecekte yoğunlaşacağı belli olan saldırılara karşı hazırlıklı olunması gerektiğini vurguladı. İleri işçiler ise ‘kimse bize kulak vermez, Çukobirlik öteki fabrikalara benzemez, Çukobirlik işçisi zaten politik tercihini yapmış’ biçimindeki sözleriyle ruh hallerini yansıttılar.

SALDIRILARA KARŞI MÜCADELE İSTEĞİ GELİŞİYOR
2000 yılının yaz aylarında gelişen olaylar dizisi, partinin uyarılarının haklı olduğunu gösterdi; işçilerin sınıfsal temelde birliğinin gerçekleşebileceği bir ortam yarattı.
Önce 1607 işçi fabrikanın zarar ettiği gerekçesiyle 1 ay ücretli izne çıkarıldı. Maaş ve ikramiyelerin ödenmemesi işçilerde bir kıyımın olacağı endişesini doğurdu. Arkasından 1940 işçi daha 1 ay süreyle ücretsiz zorunlu izne çıkarıldı. 14 Ağustos’ta fabrika önünde yapılan eylemde ücretsiz iznin son bulması talebi dile getirildi. İşçiler, izne çıkarılanlar işbaşı yaptırılana kadar oturma eylemi yapalım dediler ama DİSK Tekstil Sendikası böyle bir karar almadı ve işçilerin tepkisiyle karşılaştı. 21 Ağustos’ta işbaşı yapılacağını düşünen işçiler ve sendika yönetimi yeni bir gelişmeyle karşılaştı. Çukobirlik Genel Müdürlüğü ücretsiz iznin 1 ay daha uzatıldığını açıkladı. Bunun üzerine 21 Ağustos’ta fabrika önünde bir eylem yapılması kararı alındı. Ancak bu eylem önce 9 Eylül’e ardından 11 Eylül’e ertelendi.
Bu gelişmelerle birlikte işçilerde toplu karşı koyuş düşüncesi gelişmeye başladı. EMEP’in işçilerle yaptığı toplantılara yeni yüzler katılırken harekete geçen işçi sayısı çoğalmaya başladı. Cılız da olsa eylemlerin gelişmeye başlaması ileri işçilerin moralini yükseltti. Ancak ileri işçiler bir şeyler yapılacağını ama bunun sadece devrimci, demokrat işçilerle sınırlı kalacağını ifade ettiler. İşçilerde sendika şubesine karşı muhalefet ve sendikaya rağmen hareket etme eğilimi gözlenirken EMEP sendikal çatı altında, şubeyi de zorlayarak geniş bir işçi birliğinin sağlanması gerektiğini vurguladı. İleri işçilerin harekete geçecek kitleyi darlaştırmasında Genel Müdürlüğün ‘norm kadro sayısı 800, diğer işçiler fazlalık’ biçimindeki açıklaması da etkili oldu. İşçiler içerisinde hem kendiliğinden hem de birilerinin fısıltı gazetesini çalıştırarak yaydığı bir düşünce hâkim olmaya başladı; ‘800 MHP’li işçi kalacak, ötekiler atılacak!’ Bu açıklama ve ardından geliştirilen propaganda işçileri bölen bir faktör oldu. MHP’li olarak ifade edilen işçilerin eylemlere katılmaması için iş garantisi verilirken, diğer işçilerde ise MHP’li görünen işçileri harekete geçirmede tam bir umutsuzluk belirdi.
Parti, sürekli olarak Çukobirlik’in bir entegre tesis, öteki fabrikalardan farklı olarak pilot işletmelerden biri olduğunu vurguladı ve eylemin yankısının genel düşüncenin aksine büyük olacağını belirtti. Başlangıçta eyleme katılmayan işçilerin de yakın süreçte eylemin içerisine gireceğini propaganda eden Parti, bunun bir IMF saldırısı olduğunu ve sadece bir grubun değil bütün işçilerin ve fabrikanın saldırı hedefi olarak alındığını propaganda etti. Bu propaganda beraberinde işçilerin önüne olabildiğinde kitlesel ve sağ-sol ayrımını kıran bir mücadeleyi gerçekleştirme görevini koyuyordu.
Mücadeleden yana işçiler ilk eylemi 21 Ağustos’ta gerçekleştirdiler. Oturma eyleminin 11 Eylül’e ertelenmesine karşın 21 Ağustos’ta sendika şubesine giden işçiler mücadele isteklerini kitlesel olarak dile getirdiler. 1000 İşçiyle sendikanın yaptığı bir salon toplantısında işçiler mücadele azimlerini belirten sloganlar atarlarken aynı zamanda etkin ve sonuç alıcı eylem istemlerini de tepkileriyle dile getirdiler. 11 Eylül’de işçiler kitlesel oturma eylemini başlattılar. Müdürlükle sendika arasında yapılan görüşmelerde Müdürlüğün bir şey yapamayacağı, çözümün Ankara’da olduğu işçilere anlatıldı. EMEP bu savununun tersine, fabrika eylemlerini esas alan bir mücadele biçiminin kazanım getirebileceğini propaganda etti.

EMEP DİRENİŞ KARŞISINDAKİ ROLÜNÜ YENİDEN BELİRLİYOR
12 günlük oturma eyleminin ilk gününden itibaren fabrika önüne ziyaret amacıyla burjuva düzen partileri de dâhil olmak üzere birçok parti ve grup geldi. Çıkarcı bir yaklaşımın ötesine geçemeyen bu ziyaretlerle birlikte, EMEP de başından beri işçileri doğru bir hatta mücadeleye çekmek için uğraşan bir parti olarak ziyaretlerini gerçekleştirdi. Fakat ziyaretlerden öte hareketin geldiği noktayı yeniden gözleyip ihtiyaca uygun farklı bir çalışma tarzını pratiğe geçirmek gerekiyordu. Sadece içeriden müdahale ve yönlendirmeyle yetinen bir çalışma kazanım için yeterli değildi, daha önemlisi Partinin oynaması gereken role uygun değildi.
Parti, Çukobirlik’in kapatılmasının halkın birikimleriyle yaratılmış bir değerin yok edilmesi ve sermaye çevrelerine peşkeş çekilmesi anlamına geldiğini ve sorunun halkın sorunu olduğunu propaganda eden bir bildiri bastırdı ve Adana halkına dağıttı. Ayrıca TİS öncesi işçilere gözdağı vermeyi amaçlayan fabrikayı kapatma tehdidine karşı diğer bütün fabrika işçilerinin direnişe sahip çıkması gerektiğini vurgulayan bir bildiriyi de fabrikalara ve işçi servislerine dağıttı. Bu iki fikirden çıkan ve dağıtılan iki bildirinin ne kadar ivedi olduğu halkın ve fabrika işçilerinin tepkisinde kendisini gösterdi. ‘Kapatılsın, özelleşsin kurtulalım, Çukobirlik işçisi kimseye destek vermedi, biz niye verelim’ biçimindeki tepkiler halkın üzerine çökmüş gerici propagandanın kırılmasının aciliyetini ve önemini gösterdi.
Partililer mahalleleri dolaşarak direnişe katılmayan işçilerle konuşup, aydınlatıp, kimi işçileri direnişe katmayı başardı. Sendikal alana ve sendikacılara seslenen Parti, sendikacıları dolaşarak, onların direnişe kitlesel işçi ziyaretleriyle destek vermesi yönünde bir ikna, harekete geçirme çalışması yürüttü. Kimi fabrikalardan destek ziyaretlerinin örgütlenmesi için ısrarcı oldu ve desteğin gelişmesini sağladı. Gençlerin kültürel aktiviteleriyle direnişteki işçilerle buluşmasını sağladı. Günlük işçi basınının çalışmaları direnişteki işçilere hem moral hem cesaret kazandırdı. Her gün 10 gazete alan işçiler direniş sonrası aralarında topladıkları parayı gazeteyi ulaştıranlara verdiler ve kimi işçiler direniş sonrasında gazeteye abone oldular. Gazete üzerinden sendikacılar, işyeri temsilcileri ve işçilerle direnişi tartışmanın ve destek sağlamanın imkânları arttı. EMEP’in parti olarak oynadığı rol işçiler nezdinde ayırt edicilik kazandı. Zira kendileri için fabrikaları zorlayan, sendikacılara giden, bildiriler dağıtan, günlük işçi basınını değerlendiren ve desteği örgütleyen bir parti olarak EMEP, tarzıyla, direnişe yaklaşım biçimiyle ötekilerden ayrılıyordu. Kendisini şucu ya da bucu biçiminde ifade eden işçiler, söz EMEP’e gelince takdir eden ifadeler kullanıyorlardı.
Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansının Adana’da yapılan ön toplantısı Çukobirlik ve Exsa grevinin değerlendirildiği ve dayanışma kararının alındığı bir somutluk üzerine oturarak direnişe güç katan bir faktör oldu.
Üretici köylülükle işçilerin karşı karşıya getirilmelerine karşı Parti, Çukobirlik direnişinin haklılığını anlatan bildirileri Ceyhan’ın köylerine taşıdı. Yaygın ve sonucu değiştiren bir propaganda gücüne sahip olmamakla birlikte, bu çalışma üreticilere dönük gerçekleştirilen tek faaliyet olma özelliği kazandı.

DİRENİŞTEN SOLUK ALACAK, ONA SOLUK VERECEK BİR GREV OLARAK EXSA
Çukobirlik direnişi başlarken Çukurova’da önceden patlak veren Exsa grevi üçüncü ayına yaklaşıyordu. 650 işçinin başlattığı Exsa grevi, bir fabrikanın işçileriyle patronu arasındaki bir kavga olmaktan çok işçi sınıfı ve onun sendikalarıyla sermaye sınıfı ve patron örgütleri ya da birlikleri arasındaki kavganın düğümlendiği bir mevzi savaşı olarak öne çıkmaya başladı. Her ne kadar diğer fabrikaların işçileri ve sendikalar Exsa grevini bu perspektifle ele almadılarsa da bu durum sonucu değiştirmedi. Zira başta Organize Sanayi Bölgesi’nin patronları gelmek üzere fabrika sahipleri kendi kurdukları cephenin çıkarının bu grevi ezmekten geçtiğini gördüler ve bu duruma uygun bir pozisyon aldılar.
Önemli bir sanayi kenti olan Adana’da başlatılan ve birçok fabrika ve işletme açısından çoktan tamamlanmış taşeronlaştırma saldırısı, sendikal örgütlenmenin üzerinde dolaşan bir hayalet olarak adlandırılırsa abartı olmaz. Hemen hemen bütün fabrika ve işletmelere taşeron firmalar girdi. Paksoy fabrikasında taşeron firma sendikanın yetkisini düşürdü. Adana Çimento’da taşeron işçi sayısı sendikalı işçi sayısını üçe katladı. Başta Sabancılar olmak üzere fabrika sahipleri bununla da yetinmediler. Fabrikaların parçalanıp örgütsüz işçilerle ve kanunsuz çalıştırma sistemiyle taşınmasının bir aracı olarak Hacı Ömer Sabancı Organize Sanayi bölgesi kuruldu. 50 bin işçi kapasiteli bu bölgeye fabrikalar parçalanarak kademe kademe taşındı.
SASA, pet şişeden başlayarak birçok bölümü organizeye taşıdı ve bu taşınma içerisinde onlarca bölüm, yüzlerce makine ve binlerce işçi sırasını bekliyor. MARSA’nın yarısı taşınmış durumda, BOSSA’lar keza yine aynı süreci yaşıyorlar… Bu işletmeleri tek tek sıralamak mümkün fakat işin vahameti şudur ki; Organize Bölge’de 7000 işçi çalışıyor ve bugün daha tamamlanmamış olan Organize Bölge’ye 50.000 işçinin doldurulması hedefleniyor. Yani Adana’nın büyük işletmelerindeki önemli bir işçi kitlesinin, er ya da geç organizeye taşınması bekleniyor.
SASA’da sendikal örgütlülüğü, sosyal hakları, TİS getirileri ve en az 300 milyon TL maaşı olan bir işçinin bölümü Organizeye taşınıyor ve işçinin iş akdi tazminatı verilerek fesh ediliyor. Bu işçi bugün Organizede aynı üretimi aynı makinelerle gerçekleştirmesine karşın asgari ücretle çalıştırılıyor. Bu kaçınılmaz biçimde mesaiye kalmayı beraberinde getiriyor. Bu örnek bile kendi başına sendikal örgütlülüğü elinden alınmış işçinin ne hale getirildiğinin somut bir kanıtı.
Organize Sanayi Bölgesinde kurulan Exsa fabrikasının işçileri Koteks taşeron firmasının işçileri olarak gösterildiler. Buna karşın sendikal örgütlenme gerçekleştirildi ve yetki alındı. Ve ilk kez Organize Sanayi Bölgesinde taşeron işçileri örgütlenmiş bir fabrikada greve gidildi. Exsa grevi, Adana işçi sınıfını örgütsüzleştirmek ve taşeronlaştırmayı tamamlamak için inşa edilen Organize Sanayi Bölgesi ‘kampında’ sınıfın ilk karşı hamlesiydi. Dolayısıyla işverenlerin örgütsüz işçi çalıştırarak zenginliklerini pekiştirecekleri Organize Sanayi Bölgesi kurgusu ciddi bir tehditle karşı karşıya kalıyordu. Fabrika patronları Exsa grevine saldırırken, Exsa’daki örgütlülüğü yok etmeye çalışırlarken asıl olarak Organizede hayata geçirmek istedikleri sömürü kalesini sağlama almaya çalışıyorlardı.
Ama Çukurova’da, işçi sendika konfederasyonlarına bağlı şube yönetimleri, sendikacılar ve işyeri temsilcileri ne yazık ki bu kapsamla düşünüp bir sonuç çıkarmadılar. Sendikal alan açısından ortak eğilim ‘Exsa işçisi işi, ekmeği için direniyor, bize düşen destek vermek, ziyaret etmektir’ biçimindeydi. Exsa’nın örgütlü olduğu sendikaya sayısız ziyaret gerçekleşti. Fakat birçok ziyarete karşın sınıf dayanışması gerçek temelleri üzerinde yükselemedi. Adana’nın bütün fabrika ve işletmeleri parçalanarak kademe kademe organize sanayi bölgesine taşınırken bu durumdan doğrudan etkilenen hiçbir sendika Exsa’yi kendi grevi olarak ele alıp sahiplenmedi. Oysaki grevin başarıyla bitmesi durumunda sendikaların taşeron işyerlerini örgütlemesi, taşeron işçiler içinse sendikalarda örgütlenme isteği bir hayal olmaktan çıkacaktı.
Grevci Exsa işçileri, grevlerinin başarıyla sonuçlanması için sendikaların, kamuoyunun desteğini alma gereğini çok geçmeden kavradılar. Bunun için birçok eylem gerçekleştirdiler, destek alabilecekleri örgütleri gezdiler. Grev içerisinde sınıf dayanışmasının önemini gördüler. Sadece kendi grevleriyle sınırlı bir mücadele içerisinde olmadılar. Seyhan Belediyesi işçilerinin grev kararı astığı eyleme kitlesel olarak katıldılar. İşkolu barajına karşı yapılan protesto gösterisine hatırı sayılır bir kitle taşıdılar.
Çukobirlik’te yaşanan huzursuzluklar ve bir mücadelenin açığa çıkmaya başlamasını işçiler ilgiyle izlediler. Bunda EMEP örgütünün çalışmasının önemli bir payı oldu. Greve destek veren ve grevin başarısı için çalışan Parti, Exsa işçilerine Çukobirlik’te başlayacak mücadeleyi bildiriyor, bu mücadelenin Exsa grevinin başarısı açısından bir imkân olduğunu vurguluyordu. Çukobirlik’teki gelişmeler günlük olarak Exsa işçileri ile paylaşılıyordu. Grevci işçiler Çukobirlik direnişinin gelişeceğini önceden biliyor, bekliyorlardı.
Direnişin başlaması ile birlikte Çukurova’daki işçi hareketinin merkezi Çukobirlik’e kaydı. Exsa işçileri direnişe ilk gününden itibaren dayanışma ruhuyla destek verdi. Fakat iki cephede sürmesi gereken sınıf kavgası 12 gün boyunca Çukobirlik cephesiyle sınırlı kaldı. Exsa grevi deyim yerindeyse cephenin gerisine düştü! Aynı süreçte güçlerin iki merkeze yüklenme ve iki merkezden sonuç almayı hedefleme perspektifi geliştirilemedi, bir perspektif kayması yaşandı.
Grevci Exsa işçileri Çukobirlik direnişine soluk katan sınıfın bir bölüğü olarak sahneye çıktılar. Fakat Çukobirlik direnişinden soluk alamadılar. Direnişin ardından mücadelenin merkezi yeniden Exsa grevine kaydı ama direnişçi Çukobirlik işçilerinin gücü bu merkeze yönelmedi.
Bunları gözlemek ve tespit etmekle birlikte ileri işçiler, mücadeleden yana sendikacılar ve sınıfın partisinin örgütü bu gidişatı değiştirecek yeterli bir pratik müdahaleyi gerçekleştiremedi.

HAREKETİN BİRLEŞTİRİLMESİ GÖREVİ VE PARTİ
Çukobirlik direnişinin gerçekleştiği süreçte, Exsa grevi sürüyor, Ambar işçileri Çukurova Kargo’da greve çıkıyordu. Aynı süreçte belediyenin dolmuş güzergâhlarını değiştirmesiyle dolmuşçular ve esnaflar eylemlere başlıyorlardı. Farklı kulvarlarda cereyan eden eylemlerin ortak bir birlik ve eylem zemininde birleşmesi günün temel görevlerindendi. Özellikle yerel emek platformunun toplanması ve eyleme geçen tüm kesimlerin hareketini birleştirecek bir pota yaratılması önem kazandı. Fakat sendikal bürokrasinin Adana’daki etki gücü bu zeminin oluşmasının önünü kesti. Buna karşın doğasında gelişen bir eylem ve birlik platformunun yaratılması da başarılamadı. Temel yanlışlardan birisi bütün yükün emek platformuna bırakılması, ondan beklenmesi ve emek platformunun dışında eylemlerin birleştirilmesine dönük etkili bir çalışmanın gerçekleştirilememesi oldu.
Tüm bu hareket içerisindeki kesimleri bir mitingle birleştirme ve bunun merkezine sendikaların girmesi fikrini ortaya atan Parti, çağrısına yanıt bulamadı. Özellikle direniş ve eylem içerisinde olan sendikalar, bunu düzen partilerinin yapacağını ve onlardan beklediklerini belirttiler. FP’nin ortaya attığı bir lafla FP, CHP, DYP gibi partilerin bir platform oluşturdukları ve miting örgütleyecekleri ilan edildi. Mitingin tüm yükünü de (tertip komitesinin oluşturulması, finansman vs.) bu partilerin çekeceği belirtildi. Bu durum, yükü omzundan atmak isteyen tüm sendikacılar için sığınılacak bir gölge oldu. EMEP örgütü burada açıktan bir fikir çatışmasına girme, sendikalarla tartışma ve işçileri bu konuda aydınlatmada gerekli yeteneği ve ataklığı gösteremedi. Sonuçta düzen partilerinin bu kararının da balon olduğu ortaya çıktı. Fakat hareketin birleştirilmesine ilişkin bir miting gerçekleştirilememiş, bir imkân kaçmış oldu.
Çukobirlik direnişi boyunca Exsa grevcileri direnişin yanında oldular. Fakat bu birliktelik hem Exsa işçisine kazanım, hem Çukobirlik işçisine kazanım hedefiyle gerçekleşmedi. Daha çok ‘önce Çukobirlik sonra Exsa’ düşüncesi hâkim oldu ve denebilir ki, 11 gün boyunca Exsa grevi Çukobirlik direnişinin gölgesinde, hareketsiz kaldı.

KAZANIM İÇİN SONUÇ ALICI EYLEM
12 gün süren eylemler, çeşitli biçimler aldı. İşbaşı yapana dek fabrikayı terk etmeme eylemi SEKA’dan esinlenen bir eylem biçimi olarak uygulamaya geçirildi. SEKA örneği daha çok bir işgal etme biçimini gösteriyordu. Çukobirlik için aynı benzetme yapılamasa da sonuç almada bu tarz etkin bir rol oynadı. Oturma eylemindeki ısrar işçi katılımını da gün geçtikçe artırdı. 150 kişiyle devam eden oturma eylemi yer yer 500’e, 1000’e ulaşan bir sayı yakaladı. Fabrikaya yapılan işçi ziyaretleri ve eylemin canlı tutulması için yapılan aktiviteler moral savaşında direnişçi işçilere güç kattı. Denebilir ki, Çukobirlik işçileri sınıf dayanışmasının önemini bu direnişte öğrendi. Birçok Çukobirlik işçisi, önceden yapılan grev ve işçi eylemlerine katılmamanın özeleştirisini verdi.
Basın açıklamalarından açlık grevine dek hayata geçirilen eylem biçimlerinden en etkilisi 1000 kişilik işçi kitlesinin E–5 karayolunu trafiğe kapatma eylemi oldu. Saatlerce süren eylemde üç polis barikatı aşıldı. ‘İşçiler çarşı merkezine yürüyor, şehir trafiği felç olacak’ sözleri Adana’da yayılmaya başladı. Eylem çarşı merkezine ulaşmasa da kazanımın elde edilmesinde doruk noktayı oluşturdu.
Eylemin kendiliğinden ve ani gelişimi karşısında, yürüyüş güzergâhında bulunan fabrikaların eyleme katılımı yeterince sağlanamadı. SASA’nın önünden geri dönen işçileri yol boyunca birçok fabrika bekliyordu. Fakat fabrikaların içerisinde işçileri karşılamayı bekleyenlerin sayısı oldukça azdı. Yol boyu fabrikalardaki işçileri uyaran, onları gelen işçi kortejine destek vermeye çağıran ve cılız da olsa bu yönde bir kıpırdanmayı sağlayan EMEP oldu.

‘POLİTİK ÇALIŞMANIN BİR HANDİKAPI: ‘AZ ADAMLA ÇOK İŞ!’
Bilindiği gibi, bir süredir, parti yönetimi, bütün üyelerin çalışmalara çekilmesinin önemi üzerinde duruyor. Çukobirlik’e yönelik faaliyette parti örgütünün çalışmaya çok az üyesi ile katılabilmesi sorunun önemini pratik olarak göstermiş oldu.
Denebilir ki, Çukobirlik’e ilişkin çalışma EMEP üyelerine moral kazandırdı. Fakat çalışmanın içerisine katılan üye sayısı bütün üyelerin % 4’ü idi. Çukobirlik direnişinin daha etkili olması, sınıfın ve emekçilerin diğer kesimleriyle birleşmesi için yürütülen çalışmalarda bu % 4’lük oran küçümsenmeyecek işler başardı. Fakat bu başarılan düzey hareketin ihtiyaçlarını gerçek anlamda karşılamaktan uzaktı. Bu oranın bırakalım % 100’ü; % 40’ı bile bulması durumunda hareketin birleştirilmesi ve EMEP’in hareket üzerindeki politik etkisi oldukça büyük olacaktı.
Grev, direniş gibi sınıf eylemleri karşısında, sadece o fabrika üzerinde görevli kılınmış üye ve yöneticiler değil, onlarla birlikte her üyeye bu grev üzerinde bir işin, görevin verilmesi hareketin kendisi ve partinin kendi temellerine oturması bakımından büyük önem taşıyor.

KAZANILAN İLK RAUND SINIFA MORAL VERDİ AMA…
Son yıllarda artan saldırılar karşısında, sınıfın ve emekçilerin gerçekleştirdiği birçok eylem ya tekil kaldı ya da protestocu bir özelliği aşamadı. Özellikle sosyal güvenlik ve tahkim yasa tasarılarına karşı verilen kitlesel mücadeleye karşın başarılı olunamaması emekçilerde ‘ne yapsak boşuna’ duygusunu geliştirdi.
Birbirinden bağımsız gerçekleşen birçok direniş ve eylem ise başarısızlıkla sonuçlanmış ve emekçilerin moralini bozan bir rol oynamıştı. Çukobirlik işçisinin başarısı ve yeniden işbaşı yapması sınıfın değiştirme ve başarma gücüne olan inancını yeniden canlandırmaya başladı. Hareketin canlılığı içerisinde böyle bir duygu gelişmekle birlikte, zamana yayıldıkça burjuva propagandanın etkisi altına giren emekçilerdeki bu duygular tekrar değişiyor.
Bu nedenle başarının önemini, direnişin derslerini, birleşik bir karşı koyusu gerçekleştirmenin aciliyetini işyeri ve fabrikalarda tartışmak ve tabandan gelişecek yeni bir işçi hareketini örgütlemek gerekiyor. Çukobirlik kazanımının sınıfın hanesine bir başarı olarak yazılmasının asıl yolu buradan geçiyor. Direnişi sınıfa yaymak ve içselleştirmek.

ÖZELLEŞTİRME YOLUNDA YENİ OYUNLAR
Genel Müdürlük bütün işçilerin işbaşı yapacağını açıklarken bir yenilgiyi de ifade ediyordu. Fakat bu yenilgiyi bir yengiye dönüştürmek için hazırlanan planlar ve geliştirilen taktikler de ince bir dille ifade ediliyordu. “Herkes işbaşı yapsın, bütün işçileri düşünüyoruz, iki ay deneyelim, fabrikayı düzlüğe çıkaramazsak oturup birlikte kapatacağız. Sermaye dünyasını ortaklığa çekmeliyiz. Devlet tüm desteğini kesti ve birliğin ayağa kalkması için özel teşebbüsü işin içerisine çekmeliyiz. Çalışmayan işçinin arkasında sendika da durmayacak.”
İşçilerin çalıştırılması için iş verilmesi gerekiyor. Ama iş özel olarak verilmediği zaman işçi nasıl çalışacak, işçiler 24 saat aralıksız çalışsalar bile, rant ve yolsuzluğun önüne geçilmedikçe, makineler yenilenip bakımı yapılmadıkça zararın altından kalkmak mümkün görünmüyor.
11 günlük bir direnişin ardından fabrikanın kapatılmasını engelleyen işçiler bugün yeni bir kıyım saldırısıyla karşı karşıyalar. İşverenler ilk hamle olarak 175 işçiyi toplu olarak işten attılar. Yeni kıyım listelerinin hazırlandığı ve uygulamaya sokulacağı da biliniyor. Bu duruma karşın ciddi bir tepki gösterilemedi. İhbar ve kıdem tazminatlarının verilmeyeceğine ilişkin işverenlerin yaydığı propaganda bu tepkisizliğin ortaya çıkmasında pay sahibi oldu. İşten atılan işçiler ‘atıldım, kurtuldum, tazminatımı kurtardım’ biçimindeki sözleriyle bu gerçekliğe işaret ediyorlar. İşten atılan bu 175 işçinin içerisinde 11 günlük işçi direnişini başlatan birkaç işçi ismi de bulunmuyor değil. Fakat anlaşılan o ki, çıkışı verilen bu liste daha çok bu çıkışa ses çıkarmayacakların bir listesi olarak hazırlanmış.
Kıyıma karşı bir ajitasyon çalışması başlatan parti örgütü de yeni durum karşısında çalışmasını yenileme zorunluluğuyla karşı karşıya. Daha derinlikli ve daha yaygın bir propaganda ile özelleştirme oyunlarını boşa çıkarmak, -direniş sürecindeki politik çalışmanın deneylerinden de sonuçlar çıkararak- günün esas görevlerinden biri olarak görünüyor.

Aralık 2000

Sendikalarımız birer mücadele merkezi olarak yeniden örgütlenmelidir

Geçen sayımızda Fransa’da yapılan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na ilişkin belgelere yer vermiştik. Bu sayımızda ise TÜMTÎS Genel Başkanı Sabri Topçu’nun Sendikal Konferans’ta Türkiyeli sendikacıları temsilen yaptığı açılış konuşmasını yayınlıyoruz.

İşçi sınıfı ve sendikaların dünya ölçeğinde uluslararası sermaye cephesi karşısında güç ve mevzi yitirdiği bir dönemden geçiyoruz. “Küreselleşme” adı altında yöneltilen ve merkezinde özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma (kuralsızlaştırma) bulunan bu emperyalist saldırı dalgası doğrudan sendikal örgütlülüğü ortadan kaldırmayı da hedef alıyor.
Yapılan araştırmalar bu saldırılara paralel olarak sendikalaşma oranında ciddi bir biçimde geriye gidişin olduğunu göstermektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse; 1980 yılını baz aldığımızda, Almanya’da % 38,3 olan sendikalaşma oranı 1995 yılında % 32,3’e; Fransa’da % 18,7’den % 9,1’e; İngiltere’de % 54,5’den % 32,1’e; İtalya’da %49’dan % 38’e; Türkiye’de % 30’lardan % 10’lara kadar gerilemiştir. Şüphesiz bu oranlar günümüzde daha da gerilemiş durumdadır.
Sendikal hareket şu ana kadar sermayenin bu yoğun saldırılarına karşı; saldırıları tümüyle püskürtecek mücadele cephesini örmek bir yana, bu saldırılara göğüs gerecek bir yaklaşımı dahi sergileyememiştir. ’95 yılında, Kıta Avrupası’ndaki Fransa merkezli işçi eylemleri, ya da Türkiye, Güney Kore gibi bağımlı ülkelerde yaşanan eylemler bu durumu değiştirmeye yetmemektedir. Bunun başlıca nedeni, sendikal hareketin “ekonomik” alana sıkıştırılması olarak da nitelenebilecek, sorunları işverenlerle “uzlaşma” içinde ele alarak “çözme”yi temel alan geleneksel platformundan kopamamasıdır. İşçi sınıfının bağımsız bir sınıf hareketi olarak örgütlenmesi ve hareket etmesini belirsizleştiren bu tarz sendikacılık; günümüzde, emperyalist sermayenin uluslararası güç ilişkilerindeki değişmelere bağlı olarak gündeme getirdiği taktik saldırı platformunun da zamanında görülüp anlaşılmasını engellemiştir.
Sınıflar-arası mücadelenin yerine, sınıflar-arası uzlaşmayı temel alan geleneksel sendikal anlayış, İkinci Paylaşım Savaşının ardından asıl olarak Avrupa merkezli olarak biçimlenmiş, Dünya Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ETUC), Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) gibi uluslararası zeminlere bağlı olarak, bağımlı ülkelerdeki sendikal hareketler de bunlarla eş zamanlı olarak şekillenmiştir. İkinci emperyalist paylaşım savaşından güç kaybederek çıkan uluslararası sermaye cephesi, Avrupa işçi sınıfının sosyalizme yönelebileceği kaygısını hep duymuş; bu kaygıdan hareketle tehlikeyi bertaraf etmek için de işçi sınıfına bir dizi tavizler vermek zorunda kalmıştır. Verilen tavizlerin başında ise iş güvencesi, yasal asgari ücret, haftalık çalışma süresi, yıllık ücretli izin, ücretlerde iyileştirmeler, işsizlik ve sağlık sigortası hakkı, emeklilik hakkı, konut ve barınma sorununun çözümü gibi haklar gelmektedir. Bir bakıma kapitalist sistem “sosyalizmin vereceğinden fazlasını ben veririm” demek istemiştir.
Nitekim İkinci Paylaşım Savaşının ardından gelen yılların; işçi hareketinin oldukça güçlü, sosyalizmin dünya ölçüsünde prestijinin had safhada olduğu ve kapitalizm bakımından da krizlerden oldukça uzak “refah içinde geliştiği yıllar” olması, kapitalizmin; işçi sınıfı ve emekçilere siyasi olduğu kadar ekonomik olarak da taviz vermesini olanaklı kılmıştır.
Bu dönem boyunca sendikalaşma oranında ciddi artışlar olmuş, işçi ve emekçilere “sosyal devlet” olmanın gereği olarak bir dizi haklar tanınmış; işçi ve işveren ilişkileri de bu duruma paralel olarak “sorunsuz” bir dönem yaşamıştır. Bu koşullar ve sermayenin izlediği politika, sendikal hareket içinde “barış dönemi” ve uzlaşmaların sonsuz olacağı algısının yerleşmesine yol açmış ve uzlaşmacılığın dayanaklarını da geliştirmiştir.
Ancak, “barışçıl” olarak da adlandırılabilecek süreç, işçi sınıfı ve burjuvazi açısından zıt yönde ilerlemiştir. İşçi hareketi ve sendikal hareket, tarihsel köklerinden koparak sınıflar-arası mücadeleyi temel alan bir hattan sınıflar-arası işbirliğini temel alan bir platforma evrilirken; bunun karşısında sermaye cephesi bir dizi uluslararası kuruluş ve anlaşmalar ihdas ederek işçi hareketi ve sendikal hareketi “yasal bir çerçeveye oturtmuş, bunun dışına çıkan her harekete ise bir “suç karinesi” oluşturmuştur. Bugün pek çok ülkede sendikal hareket hapsedildiği bu çerçeveden çıkmanın mücadelesini vermektedir.
70’li yıllarda başlayan kriz ve son olarak Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılmasıyla ortaya çıkan yeni durum, uluslararası sermaye cephesi tarafından işçi ve emekçilere yönelik saldırılarda bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm baskısı altında emekçilere vermek zorunda kaldığı tavizler başta olmak üzere o güne kadar işçi sınıfının elde ettiği tüm kazanından geriye almak için saldırıya geçmiştir.
Emperyalist burjuvazinin “Yeni Dünya Düzeni” adı altında dünyayı uluslararası tekeller çıkarma yeniden yapılandırma çabalarının bir sonucu olarak devreye sokulan saldın politikaları bu temelde merkezine sendikal örgütlülüğü dağıtmayı ve işçi haklarını yok saymayı koydu. Geleneksel sendikal hareket ise tüm olay ve olguları uzlaşmacı bir perspektiften ele aldığı için bu gelişme karşısında hazırlıksız yakalandı. Gelinen yerde, pek çok ülkede sendika merkezleri, sermaye ve hükümet temsilcileriyle birlikte, adları “Ekonomik Sosyal Konsey” ya da “İş için birlik” olan ve artık kurumsallaşmış bulunan birliklerde yer alarak, sermayenin saldırı politikalarına açıktan omuz vermektedirler.
Bir dönemden beridir hemen her platformda dile getirilen sendikal hareketin yaşadığı krizin kaynakları asıl olarak burada yatmaktadır. Bu yüzden, sendikal hareket, bilim ve teknikteki ilerlemeyi, bu ilerlemenin üretimin örgütlenmesinde yol açtığı değişiklikleri vb. bir dizi olguyu elbette dikkate alacaktır; ancak önemle vurgulamak gerekir ki, yaşadığı krizi giderecek imkânları emperyalist burjuvazinin ve onun sınıf içindeki işbirlikçi uzantılarının önermelerinde değil kendi mücadele tarihinde bulacaktır.
Sendikal hareketin yeniden ileriye bir dönüş yapması, mücadeleci sendikacılığın işçi hareketi içinde yeniden saf tutması tahmin edildiği kadar kısa bir sürede ve düz bir çizgide ilerleme biçiminde gerçekleşmeyecektir. On yıllara yayılan geleneksel tarz ve alışkanlıklar bir anda ortadan kalkmayacaktır. Bu yüzden, sermayeye karşı mücadele verirken ayrılıkların değil, birlik noktalarının öne çıkartılması tutumunun, yeni bir mücadeleci akımın sendikal hareket içinde yerleşmesinde tayin edici rolü unutulmamalıdır.
Bugün işçi ve sendikal hareketin tüm ileri ve mücadeleci güçlerinin işsizliğe ve işten atmalara, esnek çalışmaya, sosyal kısıtlamalara, özelleştirmelere, sendikasızlaştırma ve sendikaların tümüyle işlevsiz hale getirilmesi politikaları başta olmak üzere tüm saldırılara karşı somut talepler etrafında bir mücadele için bir araya gelmesi, güçlerini birleştirmesi, bunun araç ve platformlarının yaratılması büyük önem taşımaktadır.
Bu hem ulusal, hem de uluslararası platformlar bakımından geçerlidir, işçi sınıfının uluslararası birliğinin temelleri her gün daha fazla gelişmektedir. Birlik ve uluslararası dayanışmanın kalıcılaştırılmasının önemi de o derecede kendini dayatmaktadır, işçi sınıfı ve sendikal hareket böylesine köklü bir dönüşümü sermaye cephesiyle bugüne kadar olduğu gibi “uzlaşarak” değil ancak mücadele ederek, sermayeyle arasına kesin bir çizgi çekerek gerçekleştirebileceği bilinciyle hareket etmelidir.
Sermayenin çok yönlü saldırıları karşısında kazanılmış hakları koruyabilmenin yolu bile; IMF’si, Dünya Bankası, MAI’si, WTO’su vb. ile sermaye egemenliğini hedef alan bir mücadeleden geçmektedir.
Mücadeleci bir sendikacılığın yeniden işçi hareketi içinde egemen hale gelmesinde, öncelikle işçi hareketindeki güncel gelişmelere dayanacağımız ortadadır. İşçi sınıfı hareketi tarihi başvuracağımız ve yaslanacağımız diğer kaynaktır.
’90’lı yıllar boyunca Kıta Avrupası’nda Fransa merkezli işçi eylemleri, Güney Kore, Türkiye, Latin Amerika ülkelerinde ve daha pek çok ülkede ortaya çıkan kitlesel işçi eylemleri ve bu eylemlerde öne çıkan mücadeleci tutum gelecek açısından cesaret vericidir.
Çeşitli kıta ve ülkelerden bizleri Uluslararası Ören Konferansı’nda ve Fransa Konferansı’nda bir araya getiren de bu mücadelelerin birikimleridir. Bizler ortaya çıkan bu birikimi şimdi tartışarak yeni bir sendikal hareketin temeli yapmanın çabasını vermeliyiz.
Tüm aksi iddialara karşın tarihin tekerleği ileriye doğru dönmektedir ve er geç kazanan işçi sınıfı ve emekçiler olacaktır.

Kasım 2000

ABD işçi ve sosyalist hareketinin kısa tarihçesi

ABD, emperyalist sistemin jandarması ve lideri olarak dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdüren ve dünya halkları üzerinde sistemin baskısını sürekli kılmak için legal-illegal baskı aygıtlarının hepsini kullanan bir ülke olarak sürekli gündemimizdedir. ABD’nin bu yanı çokça yazılmış, açıklanmıştır haklı olarak. Ama bir diğer yönü, yani bu büyük sanayi ve tarım ülkesinde işçi sınıfı hareketinin örgütlenme ve eylemleri üzerinde nerdeyse hiçbir bilgi yok gibidir. Bu yazı, ABD’nin sadece bu yönü, 1800’lü yılların sonundan 1950’lere kadar işçi hareketi ve eylemlilikleri ve ABD Komünist Partisi’nin kısa bir tarihçesini vermeyi amaçlamaktadır.

İLK ÖRGÜTLENMELER VE 8 SAATLİK İŞGÜNÜ MÜCADELESİ
Amerikan İç Savaşı (1861–1865) öncesindeki dağınık işçi örgütlenmeleri ve eylemleri çoğunlukla köle ayaklanmalarının gölgesinde kalmıştır. Kuzeyde gelişen sanayi ve Güneyde gelişen kölecilik, bu yılların iki esas gücünü, ortak bir hedefte mücadele etmek üzere bir araya getiriyordu. Marx ve Engels’in “Karaderililerin damgalandığı bir yerde beyaz emekçiler kendini kurtaramaz!”, saptamasını haklı çıkarırcasına fabrikalardan yükselen “Siyahlara Özgürlük” sloganı, ilk ulusal eylemliliklerle ve bizzat cephede yer alarak gücünü ve siyasi gelişmişliğini gösteriyordu.
Amerikan İç Savaşı, ABD’de modern bir sanayinin oluşmasında ve kapitalizmin kurumsallaşmasında önemli bir aşama olmuştur. İç savaş sonrasında ABD işçi hareketinin örgütlenme çabalarının yoğunlaşması doruğa ulaşır. 1863’te 20 işkolunda 79 sendika varken, Aralık 1864’de 52 işkolunda 207 sendika, Aralık 1865’de ise 61 işkolunda 300 sendika örgütlenmiş ve sendikalı işçi sayısı 200 binin üzerine çıkmıştı.
Sayıları giderek artan ve büyüyen sendikal örgütler 8 saatlik işgünü mücadelesi içinde birlikte hareket etmeye başladılar. 8 Saat Birlikleri’nin ilki 1864’de Boston’lu Ira Steward’ın önderliğinde kuruldu. İlerleyen günlerde hemen hemen her yerde işçilerin geniş desteğini alan 8 Saat Birlikleri oluşturuldu ve üretim merkezlerinin ve pazarlarının bütünleştiği ve sendikaların ulusal örgütlenmelere yöneldiği bu dönemde ihtiyacı gittikçe daha fazla hissedilen ulusal sendikalardan ilki Ulusal İşçi Sendikası (NLU) kuruldu. NLU’nun kuruluşu 8 saatlik işgünü mücadelesinin daha örgütlü olarak sürmesini sağladı.
Marx, NLU ile yakından ilgileniyordu ve kadınların eşit kabul edildiği ve eşit işe eşit ücret talebini dile getiren ilk örgüt olarak NLU’dan övgüyle söz ediyordu. Örgütün kuruluşunda aktif rol alan Marksistlerin önderi Josef Weydemeyer’in daha kongrenin açılış günü ölmesi, yeri doldurulamaz bir kayıp oldu. NLU’nun kuruluşunda büyük rol oynayan bir diğer isim ise, aynı zamanda NLU’nun ilk başkanı olan Sylvis’di.
NLU’nun sağladığı birlik, 8 saatlik işgünü mücadelesinin başarısını getirdi. Daha 1868’de 6 eyalette 8 saatlik işgünü yasalaşmıştı. 1872’de 100 bin işçinin katılımı ile gerçekleştirilen grev, 8 saatlik işgünü mücadelesinin ülke çapında zaferini sağladı. Yine 1872 yılı NLU’nun dağılış yılı oldu. Karizmatik kişiliği ve örgüt içi tartışmalarda üstlendiği uzlaşmacı rolü ile örgütün yaşamasının vazgeçilmez koşulu haline gelen Sylvis’in 1869’da ölümü sonrasında zor günler yaşamaya başlayan örgüt, dağıldı.
NLU’nun yasal bir örgüt olarak sendikal hareketi birleştirmeyi başarmasına bakıp ABD’de sendikal örgütlenmenin engelleme ile karşılaşmadığı sanılmamalı. ABD’de de tıpkı İngiltere’de olduğu gibi sendikal örgütlenme girişimi patronların tepkisini çekiyor ve sendikalar “kışkırtıcı” olarak nitelendiriliyordu. Patronlar, sendikal örgütlenme girişimleri karşısında asker-polisin desteğini asıl olarak 1873 krizinden sonra yanlarında bulacaklardı. Bundan önce, hazırladıkları “kara liste” ile işçileri işsizlikle tehdit etmeleri oldukça etkili bir yöntemdi.
İşte bu tehdit, işçi ve emekçilerin gizli örgütlenmesi eğilimini de yarattı. Bu tip örgütlenmelerden Knight Of Labors (Şövalye İşçiler) oldukça etkili olmuş, üye sayısını 700 bine kadar çıkarmayı başarmışlardı. 1869 yılında kurulan Şövalye İşçiler’i Lenin, “… program ve tüzüğündeki tüm maskaralıklara karşın Amerikan işçi sınıfının tümü tarafından yaratılan ilk örgüt” olarak görür.
Şövalye İşçiler, belli bir meslek grubunun değil, avukat, doktor, içki satıcısı gibi kişilerin dışında küçük esnaf ve tüm işçileri kapsayan bir örgüttü. Bu örgütün en güçlü olduğu dönemde, yeni bir örgüt olarak Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) kurulma gerekçesi de işte bu oldu. AFL meslek birlikleri temelinden örgütlenen sendikaların Şövalye İşçilerle olan çatışmasının ürünü olarak 1881’de (ki bu yıl Şövalye İşçiler’in yasallaştığı yıldır) kuruldu. AFL’nin kurucusu, Marx ve Engels ile de ilişki kurmuş ve kendini sosyalist olarak tanımlayan Gompers’di. (Son yüzyılda “sınıf uzlaşmacı” tutumu nedeniyle emperyalizmin koltuk değneği olacak ve Amerikan sendikacılığı olarak adlandırılacak sendikal anlayışın yaratıcısı olan Gompers’den daha çokça bahsedeceğiz.)
1873’te başlayan bunalım, işçilere ve işçi örgütlerine yönelik saldırıların artmasına ve kazanımlarının gaspına yol açtı. Daha bir yıl önce yasalaşan 8 saatlik işgünü, ilk gasp edilen kazanım oldu. İşsiz sayısının hızla arttığı ve ücretlerin düştüğü bu günlerde sendikalar da önemli oranda güç kaybettiler.
1873’te başlayıp 1878’e dek sürecek kriz yıllarında grevlerde de önemli oranda artış oldu. Grevler karşısında patronların eskisinden çok daha saldırgan bir tutum takındığı bu dönemde, hem polis hem de mahkemeler patronların bu saldırganlığına azımsanmayacak katkı sunarlar. Bu dönemdeki grevler içinde ulusal çapta gerçekleştirilen ilk grevler olması bakımından özel bir önemi olan 1875’teki Maden İşçileri Grevi ve 1877’deki Demiryolcuların Grevinde yaşanan olaylar bu şiddet ve saldırıların boyutlarının çarpıcı bir örneğidir. 1875 maden işçilerinin grevinde işverenler Pinkerton Ajansı’ndan sağlanan özel dedektiflerin düzmece delilleri ile Molly Maguires adlı yasadışı bir örgüte üye olmak ve “komplo hazırlamakla suçladıkları 16 maden işçisini idam ettirdiler. 1877’deki Demiryolu İşçilerinin Grevi’nde ise Pennsylvania’da işçilere saldıran askerler 26 işçiyi katlettiler. Bu dönemin ürünü olan politik örgütlenme ise 1876’da Lasalle’cıların ağırlıklı olarak yer aldığı Sosyalist İşçi Partisi (SLP) oldu. Lasalle’cıların bu etkinliğini Engels, Adolf Serge’ye yazdığı 16 Temmuz 1895 tarihli mektubunda şöyle açıklıyordu:
“Amerika, dünyanın en yeni, yeni olduğu kadar da en eski ülkesidir. Örneğin günlük yaşamda Avrupa’da çoktandır piyasada bulunmayan malların çoğuna, Amerika’da yeni mallar arasında rastlanmaktadır. (…) Burada gününü dolduran her şey Amerika’da daha 1–2 kuşak boyu yaşar gider. Örnekse, bir zamanların Lasalle’cıları sizde hâlâ yaşamlarını sürdürüyorlar. Bugün Fransa’da antika sayılacak Sanial türünden kişiler, sizde hâlâ belirli bir rol oynar. Bunun nedenlerinden biri, Amerika’nın mal üretimi ve zenginleşme kaygısından başını alıp, özgür, kültürel çalışmalarda bunların gerektirdiği eğitim için zaman kazanmaya yeni yeni başlıyor olmasıdır; öte yandan, daha hâlâ birinci görevle uğraşan, yani bomboş duran geniş alanlarını tarıma elverişli duruma sokmaya çalışan Amerika aynı zamanda mal üretiminde birinciliği elde etmek amacıyla rekabete ayak uydurmak durumundadır.”

8 SAAT İŞGÜNÜ İÇİN YENİDEN
1880’lerde bir kez daha 8 saatlik işgünü mücadelesi işçi sınıfının gündeminde ilk sırayı aldı. 18 Mayıs 1882’de toplanan Marangozlar Sendikası’nın önerisiyle Eylül ayının ilk haftası “Emek Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştı. 1882’de 30 bin işçinin katılımıyla gerçekleştirilen ilk Emek Günü kutlamaları 1883’te de geniş katılımla kutlandı ve 1884’te sendikaların ortak kararı ile Emek Günü’nün tüm Amerika’da kutlanması kararlaştırıldı. Yine sendikaların ortak kararı olarak 8 saatlik işgünü mücadelesine ivme kazandırmak için 1 Mayıs 1886’da bir günlük grev yapılması kararlaştırıldı. 1 Mayıs 1886’da 190 bini grevde olan toplam 350 bin işçinin katılımıyla ülke çapında gerçekleştirilen eylemler, Amerikan işçi hareketinin gelişim düzeyini de gösteriyordu. Chicago’da greve çıkan 80 bin işçi, patronların “her ne pahasına olursa olsun bu grev ezilmeli” emrine uygun olarak hareket eden polisi karşılarında buldu. Grevci işçilerden 6’sı polis tarafından katledildi. Polisin bu vahşice saldırısını protesto etmek için üç gün sonra gerçekleştirilen eylemde ise polis tertiplediği provokasyonu sahneledi ve her biri işçi hareketi içinde öne çıkan 4 işçi “cinayet komplosu” hazırlamaktan dolayı idama mahkûm edildi.
ABD kapitalistleri, işçi sınıfının 8 saatlik işgünü mücadelesinde somutlanan her türlü hak talebini kanla bastırmak için birlik oluşturmuşlardı. 2. Enternasyonal’in 1889’daki Paris Kongresi’nde ABD işçi sınıfının 8 saatlik işgünü mücadelesini desteklemek amacıyla uluslararası çapta gösteriler yapma kararı alındı ve bu gösterilerin yapıldığı gün olan 1 Mayıs işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul edildi.
Bu gelişmeler Engels’in şu satırlarına yansıyan heyecanından da anlaşılacağı gibi çok anlamlı ve önemlidir: “Keşke Marx hayatta olsaydı da bunları kendi gözleriyle görebilseydi. Çünkü bugün, ben bu satırları yazdığım sırada Avrupa ve Amerika proletaryası ilk kez seferber ettiği ordularıyla geçit gösterisi yapıyor. Tek bir ordu olarak, bir bayrak altında ve en yakın hedef sekiz saatlik normal işgününün kabulü için! Bugünkü gösteri, bütün ülkelerin kapitalistleriyle toprak ağalarının gözlerini açacak, onlara bugün bütün ülkelerin emekçilerinin gerçekten birleştiklerini gösterecektir.”
Amerikan işçi sınıfının övgüye değer yiğitlikte ve kararlılıktaki mücadelesinin ürünü olarak tüm dünya proletaryasının 110 yıldır birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ın kısa tarihçesine değindikten sonra, yüzyıl sonunda yeniden alevlenen ABD işçi hareketine ve sendikaların tutumuna dönelim.

SENDİKAL HAREKETTE AYRIŞMA VE SİYASAL ÖRGÜTLENMELER
Bu dönemde özellikle üzerinde durulması gereken AFL’nin sınıf uzlaşmacı sendikacılık anlayışı ve bunun alternatifi olarak örgütlenen Amerikan Demiryolu Sendikası (ARU) ve bu sendikanın önderi olarak Eguene Debs’in mücadeleci kişiliğidir.
AFL’nin sınıf uzlaşmacı tutumu yüzyılın sonunda iyice belirginleşmişti. Bu sendikanın lideri olan Gompers, sendikaların işlevi üzerine tartışmalarda 20 yıldır kendine kalkan yaptığı Marx ve Engels’in sözlerini kullanmaktan vazgeçti. Ona göre, “Emek ile sermaye arasında zorunlu bir düşmanlık yoktur. Biri olmadan diğeri olamaz, biri diğerinden evrilmiştir… Birinin çıkarı diğerinin çıkarıdır… Bugünün işçisi yarının kapitalistidir.” (Oysa Gompers’den tam 40 yıl önce Lincoln, “… emek, sermaye var olmadan var olabilir; sermaye, emek var olmadan var olamaz,” diyordu.)
Gompers’in liderliğindeki AFL’nin sınıflar-arası uzlaşma temeline dayalı sendikacılık anlayışının ilk pratik eleştirisi olarak Amerikan Demiryolu Sendikası (ARU) kuruldu. 1893 yılında kendisi de demiryolu işçisi olan Eugene Debs tarafından kurulan sendika, sadece vasıflı işçileri üye kabul eden AFL’nin aksine demiryolu işkolunda çalışan tüm işçilerin örgütlenmesini hedefliyordu. Özellikle bu yıllarda Avrupa’dan ABD’ye akın eden vasıfsız işçiler göz önüne alındığında bu “örgütsüzlerin örgütlenmesi”ne yönelik sendikal hareket daha da önem kazanır. 1894’de Great Nethern Railway Grevi’nde ülkenin dört bir yanından Washington’a doğru yürüyen demiryolu işçileri sendikanın üye sayısının 150 bine çıkmasını sağladı.
1894’ün Temmuzu’nda ise Pullman Şirketi’nde çalışan yataklı vagon işçilerinin grevi, bu sendikanın ayrıcalığını ortaya koydu. 4000 işçinin katıldığı bu grev, 150 bin demiryolu işçisinin desteğini almıştı. Bu durum kapitalistlerin ARU’ya karşı önlem almasını zorunlu hale getirdi. Alınan önlemin kaba şiddetten, başka bir şey olmadığını tahmin etmek zor değil. Temmuzda grevci işçilerin üzerine saldıran çeteler ve polis birlikleri 30 işçiyi katletti, 70 işçiyi yaraladı ve aralarında Debs’in de bulunduğu 700 işçi tutuklandı. Debs, Gompers’in rakibi haline gelmişti.
Gompers’in önderliğindeki AFL’nin kalifiye işçilerin örgütlenmesine dayalı sendikal anlayışının karşısında, Lenin’in “Amerika’nın Bebel’i” olarak adından övgüyle söz ettiği Debs’in önderliğinde gelişen ve endüstri temelinde “örgütsüzlerin örgütlenmesi” hareketi vardı.
Sendikal alanda yaşanan gelişmeler sosyalist harekette karşılığını bulmakta gecikmedi. Üniversite çevresinden olan Daniel De Leon’un 1890’da Sosyalist İşçi Partisi’nin başkanı olmasından sonra, parti özellikle günlük grevleri reddeden “radikal” tutumu ile kitlelerden kopuşunu hızlandırdı. Grevleri politik mücadelenin bir parçası olarak görmeyen SLP, Debs ve yandaşlarının eylemlerini desteklemek gibi bir kaygı da duymuyordu doğal olarak.
“Örgütsüzlerin örgütlenmesi” hareketi, yeni bir politik örgütlenme yarattı: Sosyal Demokrat Parti. 1897’de kurulan bu partinin üyeleri ile Sosyalist İşçi Partisi’nin üyelerinin 1900’de bir araya gelmesi ile alınan ortak karar gereği 29 Temmuz 1901’de 10 bin üye ile yeni bir parti kuruldu: Birleşik Devletler Sosyalist Partisi. 1912 yılında üye sayısını 100 binin üzerine çıkaracak bu parti üzerinde yükseldiği endüstri temeline dayalı sendikal örgütlenme hareketinin merkezileşmesinde önemli bir rol üstlendi ve Amerikan işçi hareketinde çok önemli bir yeri olan Dünya Endüstri İşçileri’nin (IWW) kurulmasında (1905) etkin rol oynadı.
AFL içinde tek başına belirleyici olan ve 1900’de grevleri gereksiz ilan ederek “büyük sanayicilerle olan… sorunları devrimci değil evrimci çabalarla çözümleyebilmek için, söz sahibi üç büyük kuvveti, yani kapital, işgücü ve kamuoyunu bir araya getirmenin zorunlu olduğunu” savunan Gompers’e cevap niteliğinde olan şu sözler IWW’nin tüzüğünde yer alıyordu:
“İşçi sınıfı ve işveren sınıfının ortak hiçbir yanı yoktur. Milyonlarca işçi açlık ve yoksulluk içerisinde olduğu ve işveren sınıfın oluşturduğu azınlık yaşamın bütün nimetlerinden yararlandığı sürece barış olmayacaktır.”
ABD işçi hareketinin çok hızlı gelişiminin yaşandığı bu yıllara ilişkin Lenin şunları yazıyor:
“Tam anlamda siyasal özgürlüğün egemen olduğu ve proletaryada canlı devrimci ve sosyalist geleneğin ya hiç bulunmadığı ya da yok denecek kadar az olduğu Amerika ve İngiltere’de gerilim ve cepheleşmeyi gösteren belirtiler, tröstlere karşı hareketin güçlenmesi, sosyalizmin olağanüstü bir biçimde gelişmesi, varlıklı sınıfların buna verdiği önemin giderek artması ve kimi kez salt ekonomik amaçlarla kurulan işçi örgütlerinin bağımsız ve planlı proleter siyasal mücadeleye geçmesidir.”

1. EMPERYALİST SAVAŞ
Sosyalist Parti’nin üye sayısının 1912 de 100 binin üzerine çıktığını belirtmiştik. Hillquit önderliğindeki partinin üye sayısı önemli oranda artmıştı ama aynı zamanda parti içi tartışmalar daha da şiddetlenmişti. 2. Enternasyonal partileri için bir turnusol kâğıdı işlevi görecek olan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı yaklaştıkça parti adeta kaynayan bir kazan görünümü aldı. Kautskyci Hillquit’e yönelik Marksistlerin eleştirileri daha da etkili olmaya başladı. Bu parti içi tartışmalar, alınan kararlara da yansıyordu. Savaş karşısında partinin tutumunun ne olacağı üzerine alınan şu iki karar bunu çok net gösterir:
Büyük çoğunluğun desteği ile alınan ilk kararda, “ABD Sosyalist Partisi, askeri iktidar ve sahte yurtseverliğin ayakta tutup beslediği sömürü ve sınıf egemenliği sisteminin kesinlikle karşısındadır. Bu nedenle bütün ülkelerin işçilerini, kendi hükümetlerine savaş konusunda yardımcı olmamaya çağırıyoruz. Ulusal kapitalist güçlerin yaptıkları savaşlar, işçi sınıfının savaşları değildir. İşçilerin silaha sarılmalarını gerektirecek tek savaş, bütün dünya işçi sınıfının ekonomik sömürü ve politik baskıdan kurtulmak için vereceği mücadeledir.” deniliyordu.
Yönetimin ayak oyunlarının bir ürünü olan bir diğer kararda ise şunlar deniliyordu: “Kongre, bu ulusla Almanya arasında savaş hali bulunduğunu açıklamıştır. Bu iki ulus arasındaki savaş, artık bir gerçektir. (…) Faaliyetimizle savaşı önlemeyi başaramadığımız için bugün savaşı bir gerçek olarak kabul etmek ve hükümeti kamuoyunun baskısıyla yapıcı bir programa zorlamak durumundayız.”
Bu günlerde Gompers de sahnedeydi. 1917’de AFL’nin aldığı şu karar onun ağzından çıkmıştı: “Ülkemiz Avrupa’daki çatışmanın içine sürüklendiği takdirde, ABD cumhuriyetini savunmak ve korumak için her alanda ülkemizin hizmetinde olmalıyız. Emek adına, adalet adına, özgürlük ve insanlık adına… İşçi kardeşlerimizi ülke hizmetine çağırıyoruz.”
Hillquit ve Gompers gibilerine rağmen bu yıllardaki sosyalist harekete büyük bir ivme kazandıran savaş karşıtı mücadele, egemenleri savaşı bir ulusal dava olarak göstermek için başlattığı kampanyanın yarattığı şiddet ortamından nasibini aldı. Savaş karşıtı gösteriler polisin saldırısına uğradı, işçiler düzmece delillerle yargılandı. Demirci Tom Mooney ile Warren K. Bilings adlı iki gencin seferberlik töreni sırasında kalabalığa bomba attıkları gerekçesiyle idama mahkûm edilmesi bu dönemi en iyi simgeleyen olay oldu. ABD işçilerinin ve sosyalistlerinin, devrimini gerçekleştiren Rus proletaryası başta olmak üzere uluslararası işçi hareketinin desteği, egemenlerin bu iki genci idam etmesini engelledi.

EKİM DEVRİMİNİN ETKİLERİ
Ekim Devrimi, tüm dünyada devrimci hareket için bir dönüm noktası oldu. Uluslararası sosyalist harekette reformcular ile Marksistler arasında yaşanan ve savaş yıllarında doruğa çıkan tartışmalarda reformcular, 2. Enternasyonal üyesi partilerin büyük çoğunluğunun burjuvazi ile uzlaşmasını sağlamış olsalar da Marksistler, Rus devriminin başarıya ulaşması ile reformculardan bir adım öne geçtiler. Uluslararası sosyalist hareket, Ekim Devrimi karşısında alınan tutum üzerinden yeniden şekillendi.
ABD’de Gompers, Ekim Devrimi’ni şiddetle eleştiriyorken, Debs Rus proletaryasına hitaben yazdığı kutlama mesajında şunları söylüyordu:
“Devrimci zaferinizin en şanlı yanı sosyalizmin temel ilkelerini hiçbir şekilde zedelemeyip baş tacı etmeniz ve her türlü uzlaşmacılığı geri çevirmenizdir. Tarihinde ilk kez işçi sınıfı, ektiğinin hepsini biçecek, bir ara sınıfı iktidara getirerek kendi ezilme ve köleliğini sonsuza dek sürdürmeyecektir… Size söz veriyoruz: İç işlerinize karışan ve planlarınızı engellemeye çalışan hükümetimizi protesto etmekle yetinmeyecek, proletaryamızın tüm ilerci güçlerini sizi desteklemeye çağıracak ve size elimizden gelen her türlü yardımı yapacağız.”
ABD hükümeti, Debs’in sözlerinde ifadesini bulan Amerikan işçi hareketinin sosyalist Rusya’ya olan ilgisi karşısında kaba şiddete ve teröre başvurmaktan başka çıkar yol bulamadı. Savaş yıllarında Alman casuslarına karşı kullanılan yasa, bu kez Sovyet Rusya’yı destekleyenlere uygulandı; sosyalistler, Sovyet Rusya ajanı olmakla yargılandılar 1917–19 yılları arasında 1000 işçinin tutuklanması ve bunların 887’sinin ceza alması işte bu yasaya dayandırılıyordu.
Sosyalist Parti, savaş sonrasında üye sayısını arttırmayı başarmıştı ama parti içindeki muhalefet, Sovyet Rusya’nın desteklenmesi konusunda isteksiz yönetime eleştirilerini artırmıştı. Yukarıda aktardığımız Debs’in sözlerinden de anlaşılacağı gibi sol kanat, Sovyet Rusya’ya her türlü desteği sunmayı bir görev olarak görüyordu. Ama Hillquit, 1917’de İngiliz İşçi Partisi’nin hükümet kurması ile Rus devrimini karşılaştırıyor ve birincisini “köklü bir devrim” olarak selamlarken ikincisini “körü körüne girişilen tarihsel bir macera” olarak nitelendiriyordu. Aynı Hillquit, 1923’de, SSCB’nin kuruluşunu “sosyalist hareketin uğradığı en büyük felaket, en büyük bela” olarak değerlendirecekti.
Hillquit’e karşı gelişen muhalefetin ilk etkin sonucu 1918’de Ulusal Yürütme Kurulu seçimlerinde 15 sandalyenin sol kanadın eline geçmesi ve John Reed’in sağ kanat adayının dört katı oy alması oldu. Bu tablonun gösterdiği iki şey vardı: Birincisi sol kanat partiyi ele geçirmek üzereydi, ikincisi ise savaş yıllarının “vatan kurtarıcı” ve anti-Sovyet Rusya politikaları üyeler üzerinde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Yönetim sol kanadı partiden ihraç ederek işe başladı. Olağanüstü kongrede ise günah çıkarttı, Komünist Enternasyonale katılmaya hazır olduğunu açıkladı ve insana “dilin kemiği yok” dedirtecek şu kararı aldı:
“Amerikalı örgütlü sosyalistler olarak bizler, yeni kurulan Sovyet iktidarını koruma mücadelesi veren Rusyalı devrimci emekçileri, ülkelerinde işçi sınıfının egemenliğini kurma çabasında olan Almanyalı, Avusturyalı ve Macaristanlı radikal sosyalistleri ve savaş yıllarında hiçbir ödün vermeden uluslararası sosyalizmin ilkelerine bağlı kalan İngiliz, Fransız ve İtalyan sosyalist örgütlerini destekleyeceğimize ant içeriz.”
Bu aldatmacalar işe yaramadı ve Sosyalist Parti giderek küçüldü. 1923’te üye sayısı 11 bine kadar düşmüştü. Bundan sonraki ABD sosyalist hareketinde belirleyici olan örgüt ise Sosyalist Parti’den ihraç edilen ve ayrılanların kurduğu Amerikan Komünist Partisi (AKP) olacaktı.

İKİ KOMÜNİST PARTİSİ
Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve asıl olarak da Ekim Devrimi karşısında Sosyalist Partisi yönetiminin aldığı tutum, sadece Partinin güç kaybetmesine neden olmakla sınırlı kalmadı, aynı zamanda partiyi bölünmenin eşiğine de getirdi. 1919 Eylülü’nde ABD’de iki komünist partinin kurulması işte bu bölünmenin sonucudur.
21 Haziran 1919’da New York’ta ulusal düzeyde bir toplantı düzenleyen Sosyalist Parti’nin sol kanadı, bir komünist partinin kurulması ve Üçüncü Enternasyonal’e katılınması konusunda tam bir görüş birliği içindeydi. Ama komünist partinin kuruluş süreci tartışması iki grubun doğmasına yol açmıştı. Üzerinde anlaşılamayan nokta, Sosyalist Parti’nin olağanüstü kurultayına katılarak delegelerin desteğini sağlamaya çalıştıktan sonra mı, yoksa hemen mi partinin kuruluşunun ilan edileceğiydi. John Reed’in önderliğindeki grup ilkinden, Charles Ruthenberg’i destekleyen grup ise ikincisinden yanaydı.
John Reed ve yoldaşları 30 Ağustos 1919’da Sosyalist Parti’nin olağanüstü kurultayının yapıldığı salona girdiklerinde yönetimin kendilerini ihraç ettiğini gördüler. Salondan polis zoruyla çıkarılan John Reed ve yoldaşları bir gün sonra ABD Komünist Partisi’ni kurdular. Ch. Ruthenberg ve yoldaşları ise 1 Eylül 1919’da ikinci ABD Komünist Partisi’ni kurdular. Daha çok İngilizce konuşan Amerikalılar arasında etkin olan John Reed’in önderliğindeki komünist parti ile İngiliz olmayan göçmenler arasında etkin olan Ch. Ruthenberg’in komünist partisinin programları arasında hemen hemen hiç fark yoktu.
İki ayrı komünist partisinin faaliyeti 1921 yılına dek sürdü. Ama bu iki yıla yakın sürede ABD işçi hareketi, tarihinde görülmedik çapta bir eylemlilik süresine girmiş ve parçalı bir komünist hareketin varlığı, işçi hareketinin bu eylemlilik süresinde etkili bir rol oynamasının önünde önemli bir engel oluşturmuştu, işçi hareketi içindeki ilk kıvılcım, daha sonraki yıllarda adından bolca söz ettirecek olan işçi önderi William Z. Foster’in örgütlediği çelik işkolunda çakıldı. 500 binden fazla işçinin çalıştığı bu işkolunda eyleme başlayan yüz-binlerce işçinin en önemli talebi, endüstri temelinde örgütlenme hakkıydı. Çelik işkolunu, mücadeleci geçmişleri ile ABD işçi hareketi içinde ayrıcalıklı bir yeri olan Rocky Mountains Bakır Madeni işçilerinin başlattığı eylemler izledi. 500 binin üzerinde madencinin eylemi işverenler arasında büyük bir paniğe neden oldu ve grevler, hükümet tarafından yasadışı ilan edilerek genel greve doğru yol alan gelişmelerin önü kesilmeye çalışıldı.
Aynı günlerde Seattle’da tersane işçilerinin yaptığı eylemler, gemicilerin ve liman işçilerinin grevleri ile genişledi, işverenlerin çalışma süresini uzatma ve ücretleri düşürme saldırısı karşısında New York’la liman işçileri ve Lawrence’li tekstil işçilerinin grevi ilk cevap niteliğindeydi.
Bu yaygın eylemlerin hemen hemen hiçbir kazanımının olmamasının bir nedeni komünist hareketin bölünmüşlüğü idiyse, ötekisi de işçi sınıfının bu eylemlerine bakıştaki yanlışlıktı. Sosyalist Parti’nin işçi sınıfının bu eylemlerini “ekonomik mücadele” olarak görmesi ve desteklememesi ile Amerikan İşçi Federasyonu’nun ihaneti alışıldık bir durumdu. Alışıldık olmayan ise her iki komünist partinin de Amerikan İş Federasyonu ve diğer reformist sendikalar içinde çalışmayı reddetmeleri, işçi hareketiyle bağ kurmanın en önemli aracını kullanamamalarıydı. Bu çarpıklığı en hızlı gideren ve bu yönüyle Lenin’in 1920’de kaleme aldığı “Sol Komünizm; Bir çocukluk Hastalığı” adlı eserinde ortaya koyduğu fikirleri en çabuk pratiğe geçiren, ABD Komünist Partisi oldu diyebiliriz.
İllegal olarak faaliyet gösteren her iki komünist partisi de ilk andan itibaren devletin yoğun baskısı ile karşı karşıya kalmışlardı. “Palmer Baskınları” olarak anılan ve bizzat Adalet Bakanı Mitchell Palmer tarafından yönetilen bu baskınların bilânçosu, bakanın açıklamalarına göre şöyleydi: Temmuz 1919 ile Ocak 1921 tarihleri arasında “yabancı uyruklu anarşistler” hakkında toplan 6328 tutuklama kararı çıkarılmıştı. Bunların 4138’i tutuklanmış, tutuklananların 1119’u sürgüne gönderilmiş, 505’i de sınır dışı edilmişti.

KOMÜNİST PARTİLERİN BİRLEŞMESİ VE SOVYETLER’E YARDIM KAMPANYASI
“Palmer Baskınları” sonucunda tutuklanan ve 10 yıl hapse mahkûm edilen Ch. Ruthenberg, hâlâ cezaevindeyken iki komünist partinin birleşmesi üzerine tartışmalar, 1921 Mayısı’nda ABD Komünist Partisi’nin kurulması ile sonuçlandı. Ch. Ruthenberg’in yürütme kurulu sekreteri olduğu parti, öncelikli hedef olarak dağınık yasadışı örgütleri bir çatı altında toplamak ve Amerikan işçileriyle geniş halk yığınları arasında birlik ve dayanışma sağlamanın aracı olarak yasal bir partinin kurulmasını koymuştu. Aralık 1921’de başkanlığını William Z. Foster’in yaptığı İşçi Partisi kuruldu.
Bu yıllarda Komünist Parti’nin önderliğinde örgütlenen Sovyetler Birliği’ne yardım kampanyalarından özellikle söz etmek gerekiyor. Lenin’in 2 Ağustos 1921 tarihli “Uluslararası Proletaryaya Çağrı”sı üzerine örgütlenen kampanyaya katılım beklenenin çok üzerinde gerçekleşti. Kampanyaya işçi ve emekçilerin yanı sıra çeşitli demokratik kuruluşlar, insani amaçlar doğrultusunda faaliyet gösteren örgütler ve hatta kiliseler de katılmıştı. 1921 yılında kurulan Sovyet Rusya Dostları Derneği’nin şube sayısı altı ay gibi kısa bir zamanda 120’ye ulaştı. Toplanan yardım da küçümsenemezdi. Sadece Ekim 1921’de 93.500 dolar toplanmıştı. Kampanya salt bağış toplamakla sınırlı tutulmadı, Sovyet Rusya hükümetinin tanınması üzerinde yoğunlaştırılarak sürdürüldü. ABD yönetiminin Sovyet Rusya’yı çağın öcüsü gibi gösterme amacı karşısında bu kampanyanın kazanımı hiç de küçümsenemezdi.
1922 yılı Ağustosu’nda, İşçi Partisi ile Komünist Parti’nin birleşmesi gündemi ile gerçekleştirilen toplantı, 57 kişinin tutuklanmasına neden oldu. Ama bu kayıplara rağmen 1923 Nisanı’nda illegal Komünist Partisi ile legal İşçi Partisi birleşti ve önce İşçi Partisi, daha sonra da ABD Komünist Partisi adıyla legal olarak faaliyetini sürdürdü.

KOMÜNİST PARTİSİNİ YOZLAŞTIRMA GİRİŞİMLERİ VE BROWDERİZM
1920’li yılların sonlarında ABD Komünist Partisi, ideolojik sapmalar yüzünden, savaş yıllarının yarattığı ekonomik durgunlukla boğuşan ABD emperyalizminin saldırıları karşısında sessiz kalmasıyla dikkat çeker.     1927’de toplanan V. Kurultay’da partinin yeni yönetimi seçilmişti. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi üyesi ve ABD Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Ch. Ruthenberg’in 2 Mart 1927’de ölümü nedeniyle V. Kurultay, aynı zamanda partinin yeni liderinin de seçileceği kurultay olma özelliği taşıyordu. Kurultayda genel sekreterliğe Jay Lovestone seçildi ve parti tabanı, iki yıl boyunca Lovestone’in reformist görüşleri karşısında şaşkınlık yaşadı. Lovestone, Amerika’da kapitalizmin genel gelişme yasalarının geçerli olmadığını ileri sürüyor ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin anlamsız olduğunu vaaz ediyordu. Lavestone, “ABD emperyalizminin ayrıcalığı” üzerine oturttuğu görüşlerini “Refah Dönemi Programı” ile Komünist Partiye dayatmıştı. 1929 Bunalımı’ndan önce toplanan VI. Kurultay’ı görüşlerinin propagandası için önemli bir platform olarak gören Lavestone, tam bir yıkıma uğradı, grubuyla birlikte partiden ihraç edildi.
1929 büyük ekonomik bunalımı, ABD Komünist Partisi’nin çalışmalarını hızlandırmasını gerektiriyordu. Açlık, sefalet ve işsizlik (resmi rakamlarda 13 milyon) ABD ekonomisinin yıkıntılarının boyutunu gösteriyordu. Bu dönemde, Komünist Partisi önderliğinde kurulan İşsizler Komitesi’nin genel sekreteri Carl Winter’in yazdığı şu satırlar anlamlıdır:
“Washingtonlu bankerler, sanayiciler ve onların temsilcilerinin ABD’de bir komünist düzen korkuları, hiçbir zaman 1929’un son ayları ile 1930’lu yılların başlarındaki kadar büyük olmamıştı. Egemen sınıfların o eşsiz refahın hiçbir zaman sonunun gelmeyeceği şeklinde verdikleri sözlerin boş olduğu artık kesinkes ortaya çıkmıştı… İşsizlik, sefalet ve açlık, refah günlerinde de sürekli olarak ABD kapitalizmine eşlik etmişlerdi. Ne var ki, egemen sınıfı tedirgin eden şey artık ekonomik yapıyı sarsan depremden çok giderek kabaran protesto ve mücadele dalgaları ile yıllar yılı ezdirdikleri kurbanların girdikleri dirençti.”
Böylesi bir dönemde Komünist Parti, pek çok direniş ve eylem örgütlemesine rağmen, Amerikan İşçi Federasyonu’nun sınıf uzlaşmacı tavrı ile işçi hareketinde yarattığı tahribat; Roosevelt’in “New Deal” politikaları ile işverenlere sağladığı manevra olanakları; ama bunlardan da önemlisi partinin sonunu getirecek olan Browderizm nedeniyle politik başarısızlığa mahkûm oldu.
Lavestone revizyonizminin kesin olarak mahkûm edilmesinden sadece 6 yıl sonra, 1936’da partinin liderliğini ele geçiren Browder, ilk iş olarak partide birlik sağlamak adına partinin kılcal damarları olarak nitelenebilecek demokratik kuruluşlar ve çeşitli dilde yayın yapan gazeteleri tek bir çatı altında toplamaya girişti. Kendisine yönelen her türlü eleştiriyi etkisizleştiren ve kısa sürede partide tek adam haline gelen Browder; X. Kongre’de doğrudan parti tüzüğüne yöneldi. Burjuva demokrasisine özgü uzlaşmacılığı şu sözlerle parti tüzüğüne soktu: “Komünist Partisi; Washington, Jefferson, Paine, Jackson ve Lincoln’un geleneklerini günümüzün değişik koşullarına göre yorumlayarak sürdürür.”
Foster’in tabiriyle “zehirli yılan” olan Browder, revizyonist görüşlerini yaymayı sürdürdü. Ona göre, ABD’nin bugünkü yönetiminin Latin Amerika ülkeleri ile olan ilişkisi, “iyi komşuluk ilişkisi”ymiş ve bu da ABD’nin “emperyalist özelliklerini yitirdiğini” gösteriyormuş vb…
Browder, 1940 yılında pasaport yasasına muhalefetten cezaevine girmeden önce toplanan olağanüstü kurultayda, Komünist Parti’nin Komünist Enternasyonal ile bağlarını koparmasını sağladı. “Browderizm”in asıl olarak ortaya çıkışı, Browder’in daha cezası bitmeden Roosevelt’in emriyle cezaevinden çıkarılmasından sonraya rastlıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın tam anlamıyla bir dünya savaşına dönüştüğü 1941’de Browder, en çok “Ulusal Birlik” söylemini kullanmaya başlamıştı. Ona göre ulusal birlik, “tam anlamda zafere ulaşabilmek için -büyük kapitalistler de dâhil olmak üzere- tüm ulusun birleşmesi” demekti.
Browder, 1943’de Tahran’da gerçekleştirilen üç büyüklerin konferansını “kapitalizm ile sosyalizmin uzlaşması” olara selamladı ve Tahran Konferansı’nın “ulusal birlik” için kapitalistler ile işçi sınıfının uzlaşmasının mümkün ve gerekli olduğunu ispatladığını iddia etti. Böylesi bir uzlaşma için “özveri” çağrısı yapıyordu Browder. Ama “özveride eşitlik” çağrısının yanlış olduğunu da belirtiyordu. Çünkü kapitalistler doğaları gereği özveride bulunmazlardı ve bu yüzden özveride bulunması gereken işçi ve emekçilerdi.
“Sınıf ya da politik grupların artık bir öneminin kalmamış” olduğunu iddia eden Browder, 1945’te hızını alamayarak Lenin’e de saldırdı. “Lenin’in Öğretisini Bilmek” başlıklı makalesinde Browder, önce Lenin’in “eskimiş” olduğunu “ispatlıyor” ve daha sonra da “bugün komünistlere düşen görev”in egemen sınıfı “bir sosyalist devrim korkusundan kurtarmak” olduğunu iddia ediyordu. Browder’in diğer ucube görüşleri özetle şöyleydi: Sosyalizmi getiren nedenlere sadece bir büyük felaket, yanlış politika, yanılgılar, basiretsizlik, açgözlülük ve yönetenlerin beceriksizliğidir. Bu nedenle devrimi önlemek için atılacak ilk adım egemen sınıfın yanlış politikalarının ve tüm yanılgılarının giderilebileceğini halka göstermektir. Sınıf mücadelesi parolasına sıkı sıkıya bağlı kaldıkları için asıl gericiler komünistlerdir. Zenciler Amerikan ulusuyla tam bir bütünleşmeyi kabul etseler, mevcut düzende tam bir eşitliğe ulaşabilirler vs…
Browder’in bu görüşlerinin doğal sonucu olarak 20 Mayıs 1945’te toplanan kurultayda, partinin feshedildiği açıklandı. Browder, tüm sorunların çözümü için bir derneği yeterli görüyordu ve bu amaçla Siyasi Komünist Derneği kuruldu. Partinin tüm birimleri kısa sürede dağıtıldı ve 25 yıllık birikim talan edildi. Browder revizyonizminin yarattığı tahribat, henüz cephede olan 20 binden fazla komünistin dönmesinden sonra giderilmeye çalışılacaktı. Ama bundan önce, Fransız komünist Jargues Duclos’un 1945 Nisanı’nda Fransa’da yayınlanan makalesi Browderizme ilk darbeyi indirdi. “Daily-Worker”ın 27 Mayıs 1945 tarihli baskısında yayınlanarak Amerikalı okurlara da ulaşan bu makalesinde Duclos, “Browder ve gözü dönmüş yandaşlarının Marksizm’den verdikleri revizyonist ödünlere tanık oluyoruz. Bu revizyonizmin özünde, ABD’de sınıflar arasında uzun süreli bir uzlaşma ve barış, savaş sonrası yıllarda sınıf mücadelesini köreltme ve emekle sermaye arasında uyumlu bir ortam yaratma düşüncesi yatmaktadır,” diyordu. Ve devamla Tahran Deklarasyonu’nun çarpıtılarak sınıfsal bir uzlaşma platformu gibi gösterilmeye çalışılmasını, Komünist Partisi’nin feshedilmesini sert bir dille eleştirerek mevcut durumun “güçlü bir komünist partisinin varlığını gerektirdiğini” belirtiyordu.
Browderizmin partide egemen hale gelmesinin nedenlerini, Parti kadrolarındaki Marksist-Leninist eğitim yetersizliğine ve özellikle de “anti-faşist birlik” paravanası altında partinin sanayi işçileri arasındaki yerinin sağlamlığının yitirilmesi ile açıklayan William Z. Foster, Duclos’un makalesinin etkisinin nasıl olduğunu şöyle açıklıyordu:
“Ülkemizde ve yurtdışında cereyan eden olaylar, hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde, Browder revizyonizminin saçma sapan yanlarını günden güne daha açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Duclos’un mücadelesi olmasaydı, Amerikan komünistleri partiyi bu siyasi fitnecilikten herhalde kurtarırlardı. Ancak bu güç bir kurtarış olurdu ve büyük bir olasılıkla parti içinde ciddi bölünmeleri de beraberinde getirirdi… Duclos’un makalesi, Browder revizyonizminin yenilgiye uğratılmasını büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.”
1945 Haziranı’nda toplanan olağanüstü kongrede ABD Komünist Partisi yeniden kuruldu ve Browder, Marksist-Leninist çizgiye karşıt düşüncelerinden dolayı partiden ihraç edildi. William Z. Foster, Eugene Dennis, Robert Thompson ve John Williamson’dan oluşan yeni yönetim Komünist Partisi’ni yeniden örgütlediler.
Browder’i, “Amerikan emperyalizminin komünist partilere ve devrimci hareketlere zorla kabul ettirmeye çalışacağı ideolojik ve siyasal teslimiyetçi çizginin ilk tellalı” olarak adlandıran Enver Hoca, “Avrupa Komünizmi Anti-komünizmdir” adlı eserinde Browderizmi ayrıntılı olarak inceler ve eleştirir. Browderizm ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okuyucuların bu eseri incelemelerini salık verdikten sonra yazımızı da Enver Hoca’nın sözleriyle noktalayalım:
“1945 yılı Haziran’ında 13. Kongre’de parti yeniden kurulmasına ve Browder’in oportünist çizgisi biçimsel olarak reddedilmesine rağmen, ABD Komünist Partisi’nde onun etkisi hiçbir zaman yok olmadı. Daha sonra ise özellikle 1956’dan sonra Browder’in düşünceleri yeniden canlandı ve John Hayes, ‘Değişiklik Zamanı Geldi’ başlıklı makalesinde, Browdercilik ruhuyla ABD Komünist Partisi’nin bir kez daha kültür ve propaganda derneğine dönüştürülmesini istedi. Gerçekte günümüzde ABD Komünist Partisi bir kültür ve propaganda derneğidir; Kruşçevci revizyonizmle iç içe geçmiş olan Browderci revizyonizmin egemen olduğu bir örgüttür.”

Aralık 2000

EK:
McCarthy dönemi ve ABD işçi hareketi
Dünyayı bir yangın yerine çeviren sermayenin “şımarık çocuğu” Hitler’in Nisan 1945’te ölümü ile 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının sonucu belli olmuştu. Yenilgiyi “onursuzluk” sayan Japonlar,  intihar saldırılarıyla da olsa savaşı sürdürüyor ama bir yandan da el altından “barış görüşmeleri”ne başlanması için müttefik kuvvetlere çağrıda bulunuyorlardı.
ABD yönetimi bunu bilmesine rağmen Japonya’ya karşı atom bombası kullanarak dünyayı Hitler faşizminin katliamlarından kurtaran SSCB4ye karşı, “sermayeyi komünizm tehlikesinden kurtaracak ülke” olduğunu açıklıyor ve bu yönüyle emperyalizmin jandarmalığına soyunarak yeni bir dönem başlatmış oluyordu. Bu yeni dönemin en karakteristik özelliği SSCB ve Doğu Avrupa’da kurulan halk demokrasili { ülkelerin kuşatılması ve sosyalizmin prestij kazanmasının önüne geçmek için kapitalist-emperyalist ülkelerin ABD önderliğinde ittifak oluşturmasıdır. Amerikalı gazeteci-yazar Walter Lippman’ın kitabının adı ile yaygınlaşan “Soğuk Savaş” kavramı, bu dönemi ifade etmek için kullanıldı ve hâlâ kullanılıyor. “Soğuk Savaş”ın ne anlama geldiği şöyle açıklanıyor: “Her iki blokun doğrudan doğruya, yani ‘sıcak’ bir savaşa girmemekle birlikte, global hakimiyet ve askeri üstünlük için sürüncemen bir mücadele içinde olmasıdır.”
Bu tanımlama 1945 sonrası için geçerli değildir. En azından “dünya hâkimiyeti” için mücadele içinde olan iki blok yoktur, sosyalist bloğu ablukaya almak ve yok etmek isteyen kapitalist blok vardır. Savaşın o en hareketli günlerinde, 24 Temmuz f 1941’de Truman, New York Times gazetesine şu demeci veriyordu. “Almanlar yeniliyorsa Rusya ‘ya, yok eğer Ruslar yeniliyorsa Almanya ‘ya yardım etmeliyiz; böylece onları birbirine mümkün olduğunca çok kırdırmış oluruz.” Atom bombasının başarılı denemesi üzerine, savaş sonrası emperyalist bloğun çığırtkanı Churchill, “… işlerin gidişinde şimdi yeni bir etken var. Karşı konulmaz bir güce malikiz şimdi… Geleceğe bakışımız tümüyle değişmiştir.” diyordu. Emperyalistler atom bombasını sosyalist ülkelere ve halklara karşı bir tehdit unsuru olarak görüyor ve “geleceğe bakışımız tümüyle değişmiştir” derken sırtını atom bombasına dayıyordu. “Soğuk Savaş” emperyalist-kapitalist bloğun sosyalizme saldırısı olarak başladı ve Truman’ın ” Ruslar yalnızca bir tek dilden anlarlar; ‘kaç tümenin var?'” sözlerinde yeterince dışa vuran silahlanma yarışının tırmandırılmasına ve insanları eli kulağında bir savaş tehlikesi içinde yaşatma amacına hizmet etti.
“Soğuk Savaş” dış politikada “Truman Doktrini” ve “Marshall Planı” ile şekillenirken ülke içinde devrimci-demokrat, ilerici aydın, bilim adamı ve sanatçılara, emekçilere karşı başlatılan tehdit, saldırı, katletme, hapsetme, işsiz bırakma vb. yöntemlerle yaratılan terör havasında kendini gösterdi. Mc Carthy Dönemi olarak adlandırılacak bu dönemde ABD yönetiminin saldırılarına ilişkin anlatılanlar genellikle popüler kişilere yönelik sorgu, gözaltı ve tutuklamaları içermekte; saldırıların hedefinde olan komünist parti ve sendikaların nasıl etkilendiğine pek değinilme ihtiyacı duyulmamaktadır.
Bu çerçeve yazısında McCarthy döneminin bu yönünü ele alacağız. Öncelikle uluslararası sendikal harekette ve bunun bir parçası olarak ABD’deki sendikal harekette yaşananları ele alalım.
Savaşın son yıllarında uluslararası sendikal hareket sömürge ve yarı sömürge ülkeler de dâhil tüm dünyada önemli bir ivme kazandı. Örneğin ABD’de 1940 yılında 10 milyon olan sendikalı işçi sayısı 1948’de 16 milyona ulaşmıştı. Sendikal hareketteki gelişme uluslararası bir sendikal örgütün kurulması yolundaki çabaların hayat bulmasına da uygun bir ortam sağlıyordu. Daha savaş bitmeden Sovyet sendikalarının ve İngiltere sendika Konseyi’nin (TUC) girişimleri ile Londra, Paris, Washington ve San Fransisco’da bu amaçlı toplantılar gerçekleştirilmişti.
25 Eylül 1945 günü 56 ülkeden 67 milyon işçiyi temsil eden 346 delegenin Paris’te bir araya gelmesi, savaş yıllarında sürdürülen uluslararası sendikal örgütleme çalışmalarının bir sonucuydu. DSK, daha kuruluşundan itibaren emperyalist tekellerin saldırısı ile karşılaştı. Bunun bir nedeni olarak, DSK’nın tüzüğünde faşizmin hızlı ve tam olarak kökünü kazıma mücadelesinin başlıca hedef olarak ele alınması, kongrede sömürge halkların ulusal kurtuluş mücadelesine destek sunulmasının tartışılması gösterilebilir.
İşte bu nedenle DSK emperyalistlerin yoğun saldırısı ile 1949’da bölündü. Bu konfederasyonun bölünmesinde, kuruluşunda aktif rol oynayan İngiliz TUC ve ABD Sanayi Örgütleri Kongresi (COI) başrol oynayacak ve ortaya emperyalizmin maşası “Uluslararası Hür Sendikaları Konfederasyonu” (ICFTU) çıkacaktır.
Truman, kendi adıyla anılan programı 16 Mart 1947’de açıkladı. 26 Haziran’da ise “Ulusal Güvenlik Yasası” kabul edildi ve bu yasanın öngördüğü Milli Güvenlik Kurulu kuruldu. Yine aynı günlerde “bağlılık yemini” kararnamesi çıkarıldı. Bu kararnameye göre, “totaliter olarak nitelenen herhangi bir kuruluş, dernek, hareket, grup ya da kişiler topluluğuna üye olan, bağlı olan ya da sempatisi olanların” görevine son verilecekti. Bu kararnameye bağlı olarak Devlet Görevlilerinin Bağlılıklarını Soruşturma Komisyonu oluşturuldu.
Bu dönemde sendikalı işçi sayısı arttığı gibi greve çıkan işçi sayısı da önemli bir artış göstermişti. 1946 yılında greve çıkan işçi sayısı 4,6 milyona ulaşmıştı; bu sayı ABD tarihinde bir rekordu. Ne var ki, yine bu dönemde hükümet, yasal yollardan grevleri erteleme çabasına asker-polis güçleri ile saldırarak grevleri engelleme çabasını ekledi. 1946’da 408 bin maden işçisinin grevi polis ve asker saldırısı ile kanlı bir şekilde bastırıldı, aynı günlerde, Truman grev hazırlığında olan demiryolu işçilerinin greve çıkmaları halinde ordu birlikleri ile müdahale edileceğini açıkladı. Sendikal örgütlenme hakkını çeşitli biçimlerde engelleyen yaklaşık 200 yasa çıkarıldı.
ABD emperyalizminin politikaları doğrultusunda Dünya Sendikaları Konfederasyonu içinde “Truva Atı”  rolünü üstlenen CIO, kendi içindeki devrimci muhalefeti bastırmak için gangster yöntemlerine başvuruyordu.
Savaş sonrası yaşanan bu saldırılar, ABD emperyalizminin “uluslararası komünizm”e açtığı savaşın içerdeki yansıması olarak ele alınabilir. Ama bu eksik kalır. Savaş boyunca gelişen ekonomisi ile ABD, dünya jandarmalığına soyunmuştu ama daha 1946’da cepheden gelen askerlerin de işsizler ordusuna katılmasıyla artan işsizlik, grevler, pazar sorunları 1948-49’da yeni bir ekonomik krize yol açtı. 1928 krizinden sonra uygulanmaya koyulan “planlı kapitalizmin bir daha bunalımla karşılaşmayacağı söyleminin bir aldatmaca olduğu açığa çıkmıştı. Amerika Komünist Partisi önderliğinde örgütlenen dönemin grevleri hızla yayılıyordu. 1946–48 yılları arasında gerçekleşen grevlere toplam 8.730.000 işçi katılmış ve 148,7 milyon işgünü kaybedilmişti.
Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi grevler ABD emperyalizmi için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. 23 Haziran 1947’de kabul edilen Taft-Hartley Yasası’nın amacı işte bu grevleri ve sendikal örgütlenmeyi hedef alıyordu. Bu yasaya göre bütün sendika yöneticileri, Komünist Parti ile hiçbir ilişkilerinin bulunmadığına dair bildirimde bulunmak zorundaydılar. Bu maddeye aykırı hareket edenlere 10 yıla kadar hapis cezası ön görülüyordu. İşçi sınıfının önemli kazanımlarından biri olan fabrikaya sadece sendikalı işçinin alınması uygulaması ve dayanışma grevleri yasaklandı. Yine bu yasaya göre, başkana “ülkenin güvenliği ve ulusal çıkarları tehdit” gerekçesiyle grevleri 80 gün erteleme hakkı verildi.
Hükümetin bu saldırı politikası ClO’nun gerici yönetimini harekete geçirdi. 31 Ekim 1949’da yönetim “Komünist kontrol altında” bulunan her örgütü ihraç etmeye yönelik bir tüzük değişikliği yaptı. Bu değişiklikle 11 sendika feshedildi ve paralel sendikalar kuruldu. Birleşik Elektrik İşçileri Sendikası’nın feshedilerek yerine gerici yönetim altında Elektrik İşçileri Sendikası kurulması bu tüzük değişikliği ile oldu. Birleşik Elektrik İşçileri Sendikası ilerici bir sendika iken Elektrik işçileri Sendikası Başkanı James Carey 19 Ocak 1950’de şu sözleri ile gericiliğini gösteriyordu. “Son savaşta komünistlerle birlik olup faşistleri yendik, bir dahaki savaşta faşistlerle birlik olup komünistleri yeneceğiz.” Hükümet, basın, muhalefet ve bizzat emperyalist tekeller aracılığı ile 1945’ten sonra ABD’de komünizm histerisi yaratılmıştı.
Savaşın bitmesinden kısa bir süre önce ölen Roosevelt’in yerine geçen başkan yardımcısı Truman, Cumhuriyetçilerin Demokrat Parti’nin ve onların elinde bulunan hükümetin komünistler tarafından içerden ele geçirilmiş olduğu iddialarına yanıt vermekle işe başladı. Truman da komünizm hayaletinin Avrupa’dan sonra Amerika üzerinde de dolaşmaya başladığını düşünüyordu. Yukarıda da kısaca değindiğimiz bağlılık yemini kararnamesinin denetlenmesi için kurulan “Devlet Görevlilerinin Bağlılıklarını Soruşturma Komisyonu” 3 milyon sivil ve 3 milyon askeri görevlinin totaliter örgüt, kuruluş ve düşünceler ile ilişkisini incelemeye, Federal Soruşturma Bürosu (FBI) ise bu altı milyon devlet görevlisinin ailesini izlemeye koyuldu. Ortaya tam bir dehşet görüntüsü çıkmıştı. Her adamı izlemek üzere koşuşturan FBI ajanlarının yarattığı dehşet, muhbirlerin de önemli bir parçası olduğu bu dehşet ortamında sadece 212 kişi görevden uzaklaştırılmıştı. Ama asıl başarı 2000 kişinin istifa etmesinde gizliydi.
Dönemin en popüler komitesi ise “Amerikan Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi” idi. Komite, Hollywood gibi halkın ilgisinin en fazla olduğu bir sektörde komünist avına çıkmıştı. Televizyondan canlı olarak yayınlanan soruşturmalarda komite, komünizmin ne kadar yaygınlaştığının ve kendilerinin bunu zamanında fark edip müdahale ederek ne kadar büyük iş başardıklarının propagandasını yapıyordu. Her biri diğerinden daha gerici olan Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti’nin de birbirlerini “komünistlikle” suçlayabileceği ve SSCB’nin de atom bombası yapması ile “komünistlerin başarısı bizim başarısızlığımızda” zihniyetinin garip dehşet verici uygulamalara neden olacağı 1950’li yıllar tam bir “cadı avı”na dönüşmüştü. Bu ortamda kabul edilen McCarren Yasası (İç Güvenlik Yasası) çok geniş bir uygulama alanı bulması bakımından kapsamlı bir saldırı yasasıydı ve bu ortamda tam da gericilerin istediği yasaydı. Bu yasaya göre Komünist Partisi “komplo örgütü”, “SSCB’nin ajanı”ydı. Bu parti ve bunun cephe örgütü olan örgütlenmelere ve üyelere polise bildirimde bulunma zorunluluğu getirilmişti. Kore savaşının başladığı yılda bu yasa, Komünist Parti önderlerinin ve kadrolarının yargılanması için kullanıldı, 11’i parti yöneticisi olmak üzere toplum 150 kişi 2 ila 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca bu yasa, başsavcının 240, Amerikan Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nin 508 örgüt için soruşturma ve inceleme başlatmasına neden oldu.
İşten atılmalar öylesine kolaylaştırılmıştı ki Stockholm Çağrısı için imza toplamak bile işten atılma gerekçesi olabiliyordu. Bu terör ortamında insanlar her türlü örgütleme ve çağrının “yıkıcı propaganda ve örgüt” olabileceğini düşünür hale gelmişlerdi. Bir gazetecinin Madison kentinde yaptığı şu deney bu yönüyle çok anlamlıdır. ABD anayasasının “insan hakları” bölümü bir kâğıda yazılarak imzaya açılır, imzalaması önerilen 112 kişiden yalnızca 1 kişi metni imzalar.
McCarthy Dönemi, “komünizm isterisi” ve “cadı avı” dönemidir. Bu dönemin ideolojik söylemi “SSCB, totaliter bir yönetimle, ABD ise, demokrasi ile yönetilmektedir; SSCB hiçbir şey yapamaz, ancak ABD yönetiminin zaaflarından yararlanır; komünistler güçsüzdürler, ancak ABD’nin dikkatsizliği ve ciddiyetsizliği onları güçlü gösterir” vb…
ABD’nin atom silahına özel biri rol yüklemiş olduğunu belirtmiştik. 1949’da SSCB’nin ilk atom bombası denemesini gerçekleştirmesi ABD’de şok etkisi yaptı. ABD yönetimi hemen SSCB’nin bu bombayı yapamayacağını, bunun ancak Amerikalıların ihaneti ile gerçekleştirilebileceği söylemine sarıldı. Bu dönemin en trajik olaylarından biri olan Jullius ve Ethen Rosenberg’lerin idamı işte bu söylemi haklı çıkarmak içindi. Hiçbir delil olmamasına rağmen SSCB’ye atom bombasına ait sırları satan kişiler oldukları iddiasıyla idam edildiler.
Eline geçirdiği her fırsatta ne kadar demokrat, ilerci çağdaş özürlükçü olduğunun propagandasını yapan ve Yeni Dünya Düzeni ile yıkılmazlığını, ebediliğini ilan eden emperyalist sistemin jandarması ABD’de 1945–55 yılları arasında yaşanan ve sonraki yıllara da damgasını vuran baskı, şiddet ve katletme politikaları tek bir gerçeğe işaret ediyor. Emperyalizm yıkılmaya mahkûm olduğunu biliyor ve bu yüzden kendine yönelik her türlü örgütlenmeye azgınca saldırmak zorunda.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑