Sermayenin “yeniden yapılandırma” oyununu bozma mücadelesi

Son 5–10 yıldır, bir “yeniden yapılandırma”dır gidiyor. Öyle ki, “yeniden yapılanma” ya da “yeniden yapılandırma” her derde deva olacakmış gibi sunuluyor.
Sermayenin güç odaklarının sözcüleri, her köşedeki propagandacıları ve ideologları “dün”e ait yedikleri bütün haltları, sömürü ve soygun için kurdukları ve kullandıkları kurumları, egemenlik aracı olarak kullandıkları örgütleri eleştiriyor, hatta suçluyorlar. Sanırsınız ki, örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan düzeni kapitalistler değil de sosyalistler, Marksistler kurmuş! Sanırsınız ki, “ithal ikameci” ekonomi, devletin hantal işleyişi, sosyal güvenlik kurumlarındaki yolsuzluklar, ekonominin mafyalaşması, KİT’lerin burjuva düzen partilerinin arpalığına dönüştürülmesi, teknolojik gerilik, verimliliğin düşmesi, polis devleti uygulamaları, işkence, insan haklan ihlalleri, etnik ve dinsel azınlıkların ezilmesi, burjuva siyasetindeki çürüme, devletin çete organizasyonlarıyla içli dışlı hale gelmesi, hazine yağmacılığı, banka hortumculuğu, kontra faaliyetleri gibi şeyler egemen sınıfların, kapitalistlerin, onların düzenlerinin marifeti değil de; sosyalistlerin, işçilerin, emekçilerin marifetidir!
Aslında söz konusu olan, demagojik bir kampanyadır. “Krizsiz, barış içinde refahın paylaşıldığı, demokrasinin tüm dünyaya egemen olduğu bir dünya kuruyoruz” iddiasıyla 10 yıl önce yola çıkan kapitalist-emperyalist dünyanın güç ve egemenlik merkezleri; bugün vaatlerinin tam tersine bir tablo çıkarmışlardır karşımıza. Kurdukları dünya on yıl öncesine göre daha büyük krizlerin pençesindedir; barış, refah, demokrasi gibi kavramların karşılığı olan ilişkiler her gün daha geriye gittiği gibi, sistemin bugünkü doğrultusunda ilerlediğinde; dünyanın bugünkü durumunun bile mumla aranacağını, bir kaosun kaçınılmaz olduğunu kapitalizmin az çok aklı başında savunucuları da kabul etmektedirler.
Ne var ki, kapitalist sistemin sürmesi; emperyalist ülkelerin ve tekellerin egemenliği altında bir dünyanın başka türlü şekillenme olanağı da yoktur. Bu yüzden de, emperyalist-kapitalist güç odakları bu vahşi sömürü dünyasının “yeniden yapılandırılması” adı altında sömürü ve baskı sistemini geliştirmektedirler. Eskisiyle hiç ilgisi olmayan, onun kusurlarını taşımayan bir kapitalist dünya kurulduğu, kurulmak istendiği havası verilmek istenmektedir.

‘YENİDEN YAPILANDIRMA’ VE TARİH
Aslında gizemli bir havada ve “tarihte ilk kez yapılıyor” gibi sunulan “yeniden yapılandırma”ya bir yalan ve demagoji propagandası eşlik etmektedir. Çünkü böylece kapitalistler; son yüzyıl içinde şekillendirdikleri ilişkileri, kapitalist yönetim ve baskı kurumlarını kendilerinin şekillendirmediğini, onları sınıf niteliği ve kime ait olduğu belirsiz bırakılan bir “tarihten devraldıklarını” öne sürerek, şimdi artık kendi istedikleri gibi, “barış ve refah içinde bir dünya” kurabilecekleri tezlerine inanılırlık kazandırmaya çalışmaktadırlar.
Gerçekte ise; son yüzyıl içinde kapitalist dünya, daha önce de iki kez “yeniden yapılandırma” operasyonlarına sahne olmuştur.
Söylenenlerin ve bugün olup bitenlerin anlaşılması için “yeniden yapılandırmadın geçmişte ne anlama geldiği ve nasıl yapıldığına, burada kısaca da olsa değinmek gerekir.
Geçtiğimiz yüzyıl içinde ilk yeniden yapılandırma girişimi 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve 1917 Ekim Devrimi tarafından altüst edilen eski dünya ilişkilerinin yeniden kurulması içindir. Ve dünya “iki güç” tarafından “yeniden yapılandırılmak” istenmiştir.
Dünyayı yeniden yapılandırmak isteyen güçlerden birincisi işçi sınıfıdır. SB’nin şahsında ilk kez gerçek somut bir devlet olarak da tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı, kapitalist dünyayı, sömürüsüyle, savaşlarıyla, ezen ve ezilen olarak kurulmuş tüm ilişkileriyle tarihe gömüp, gerçekten yeni bir dünya; sömürünün, ezenin ve ezilenin olmadığı, baskının olmadığı, nimetlerinden herkesin “eşit” yararlandığı bir dünya olarak, dünyayı yeniden kurmak istemektedir. Kısacası işçi sınıfı, elbette işçi Sınıfı Enternasyonalizmi ilkesi doğrultusunda, sosyalist bir dünya kurmayı amaçlamaktadır. Ancak bu son amaca giden yolda, eski dünyanın “zayıf halkalarımdan koparılması, sömürgelerin kurtuluşu ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin sosyalizme bağlanması yolundan ilerlenmesi gerekecektir. Ve bunun için 3. Enternasyonal (Komintern) ve SB, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesini, tartışılmaz bir ilke olarak ilan eder.
Bu, sömürgeciliğe, hegemonyacılığa vurulabilecek en ağır darbedir. Bu, yeni bir dünya kurma stratejisi; bağımsızlığı için savaşa girecek ulusların, emperyalist sistemin temel dayanaklarından olan sömürgeciliği dağıtacağı, sömürge ve yarı sömürge ulusların bağımsızlık mücadelelerinin emperyalist sisteme ağır darbeler vuracağı, yeni dünyanın kurulmasının yolunun açılacağı görüşüne dayanır.
Kapitalist dünyanın sahipleri de, bir yandan sosyalizm, öte yandan savaş tarafından tahrip edilen, bundan da öte yükselen emperyalistlerin dünyanın paylaşımından pay isteklerini karşılamak için, dünyanın “yeniden yapılandırılması” ihtiyacındadırlar. Ve yeni emperyalist güç, savaştan en kazançlı çıkan ülke ABD’dir. ABD, eline geçirdiği fırsatla, İngiltere başta olmak üzere sömürgeci ülkelerin tarihsel dayanağı olan sömürge sistemini yıkarak, yeni koşullarda kendi hegemonyasını kuracağı bir dünya sistemine dayanak olacak (kapitalizmin emperyalizm aşaması, ekonomik bakımdan sömürmek için, daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi askeri işgali gerektirmeyecek kadar gelişmiş, sermaye ihracının mal ihracının önünde önem kazandığı bir aşamadır) bir tez öne sürerek. Ve o da; 3. Enternasyonal ve sosyalist SB gibi; kendi dünya hegemonyasının, dünya egemenliği stratejisinin merkezine UKKTH’yi tanımayı koyar. Savaş sonrası Avrupa’daki “barış antlaşmasının (Almanya ile yapılan Versay Antlaşması ya da Osmanlı ile yapılan Sevr Antlaşmasının) ilkelerinin ifadesi olan ve “Wilson İlkeleri” olarak bilinen ilkelerin merkezinde UKKTH ilkesi vardır. (Wilson İlkeleri, ya da “Wilson Doktrini” olarak bilinen ilkeler, 1. Dünya Savaşı sonrasına dünyaya ABD’nin çıkarları doğrultusunda yön vermek için dönemin ABD Başkanı W. Wilson tarafında öne sürülmüştür. Sonraki yıllarda ABD bu ilkelere dayanarak, sömürgelerin ayaklanmasında sömürge halkların destekçisi gibi görünerek, İngiltere, Fransa sömürgeciliğinden bıkan halkları yavaş yavaş kendi himayesine almış; kimi yerde ise, örneğin Kore’de, Vietnam’da olduğu gibi, sömürgecilerin yerine geçerek, sosyalizme bağlanacağını düşündüğü kurtuluş mücadelelerini bastırmaya çalışmıştır. Ama elbette yine “bağımsızlık”, “demokrasi” uğruna! Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında cuntaları, faşist diktatörleri SB’ye karşı desteklemesinin kılıfı da yine bu ilkeler olmuştur.) Böylece sömürgeler ve yarı sömürgeler sömürgecilere başkaldıracak, Osmanlı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki uluslar ve milliyetlerle, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, İspanya gibi sömürgeci ülkelerin sömürgelerinin dağılmasına da yeşil ışık yakılmış olmaktadır. Ya da Rus Çarlığı’nın sınırları içinde olan ama artık genç SB ile eşit ilişkiler kurarak kendi kaderini tayin hakkını elde eden ulusların kışkırtılması da, elbette “Wilson İlkeleri”nin amaçları dâhilindedir ve sonraki yıllarda bu, tek amaç haline gelecektir.
Klasik sömürgecilik döneminden sömürgelere sahip olmayan ABD, bu ilkeler doğrultusunda sömürgelerin başkaldırılarını desteklemiştir. Böylece ABD, mazlum ulusların gözünde “özgürlük yanlısı”, “halkların destekçisi” gibi görünme imkânını elde etmiştir. Hem de pek çok bakımdan “yardıma” ihtiyaç duyan bu ülkeleri avucunun içine alarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında tanık olunacak tarihin en vahşi imparatorluğu olan Amerikan imparatorluğumun temellerini atmıştır.
Burada konumuz açısından ilginç olan şey; dünyayı sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda yeniden kurmak isteyen 3. Enternasyonalin de, ABD emperyalizminin de dünyayı yeniden kurma stratejisinin “aynı ilke”de ısrar etmesidir: UKKTH!
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi, 1. Emperyalist Savaşı’nın sonrasındaki dünyanın yeniden paylaşımının bu sefer savaş yoluyla kurulması çabasıdır ama bilindiği gibi; savaş, yeni paylaşım talep eden emperyalist güçlerin, faşist kampın çöküşüyle biter. Ama aynı zamanda 2. Paylaşım Savaşı, bu savaştan devasa şekilde güçlenerek çıkan ABD’nin 1. Paylaşım Savaşı’nda güttüğü amacı gerçekleştirmesi için bütün imkânları da olağanüstü hazır hale getirir, İngiltere, Fransa ve öteki sömürgeci ülkelerin savaşta yıkılmaları, ekonomik ve askeri bakımdan büyük kayıplara uğramaları ve sömürgelerdeki koşulların kötüleşmesi Afrika ve Asya’daki sömürge ulusların art arda ayaklanmalarını getirir. Çin, Hindistan, Orta ve Kuzey Afrika gibi başlıca sömürge bölgelerinde sayısız yeni ulusal devlet ortaya çıkar.
Öte yandan İkinci Paylaşım Savaşı sonrası koşullar; savaşta en çok tahrip olan, en çok insan kaybına uğrayan ama dünyayı faşizmden kurtarma savaşında en önemli role sahip olan SB’nin önderliğinde kurulmak istenen sosyalist bir dünya programı için de sınırsız imkânlar sunar. Doğu Avrupa ülkelerinde, Çin, Kuzey Vietnam ve Kuzey Kore’de SB ile dostluk ve dayanışmayı esas alan halk cumhuriyetleri kurulur. Hemen bütün kurtuluş mücadeleleri içinde kendisini sosyalist, komünist ilan eden fraksiyonların etkisi yükselirken, Fransa, İtalya gibi büyük kapitalist ülkelerde 3. Enternasyonal’e bağlı komünist partiler son derece güçlenir, iktidara aday hale gelirler. Dahası ABD, İngiltere gibi en emperyalist ülkelerde bile komünist ve gerçek demokrat güçlerin etkinliği artar. Küçük burjuva ya da ulusal burjuvaların iktidarda olduğu pek çok sömürge ya da yarı sömürgelikten kurtulma yoluna girmiş ülkede, SB’ye, sosyalizme yakınlık, uluslararası planda SB ile yakınlaşma başlar. Çünkü bu ülkeler, ancak SB ile yakınlaşarak “kendi kaderlerini tayin hakları”nı koruyabileceklerini düşünmektedirler.
Aslında savaş sonrasında ortaya çıkan “kapitalist sistem” ile “sosyalist sistem” arasındaki mücadele politika alanında “halk demokrasisi” ile “burjuva demokrasisi” arasındadır. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasında UKKTH sorunu, ya sosyalist sistemle dayanışarak gerçek bir bağımsızlığa, ulusun kaderini tayin hakkını gerçekten kullanabileceği bir ekonomik bağımsızlıkla desteklenmeye ya da emperyalizmin uluslararası çıkarlarına bağlanarak, bir süre sonra ABD kuklası hükümetler aracılığı ile yeni sömürgeciliğe evrilecek bir soruna dönüşmüştür.
Nitekim ABD ve müttefikleri, Yunanistan’da, Kore’de, Vietnam’da “demokrasiyi korumak” için savaştıklarını iddia ederken, en kanlı diktatörleri, azılı gericileri, en zalim cuntaları işbaşına getirmesini, “demokrasiyi”, “demokrasi dünyasını korumak” ihtiyacı ile açıklar. SB de, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden ülkelere, bu ülkelerde halkın istediği yönetimlerin gelmesi için destek verir. Kore, Vietnam, Çin devrimleri, Doğu Avrupa’nın halk cumhuriyetleri bunun için desteklenir.
Söylem açısından bakıldığında, ABD ve öteki emperyalistlerin “kurulmak istenen dünya”, “dünyanın yeniden yapılandırılması” için kalkındıkları tez, lafız olarak sosyalizminki ile aynıdır. Ama bu iki görüşün bağlandığı dünya görüşü ve kurmak istedikleri dünyanın temelleri ve varmak istedikleri toplumsal amaç tamamen zıttır.
Sovyetler Birliği, sömürüşüz, baskısız, ebedi barışın egemen olduğu, sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünya kurmak isterken ABD ve emperyalist ülkeler “demokrasi” ve “özgürlük” laflarını ederken, sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkeleri yedekleyerek, dünya halklarını özgür bir dünya kuracaklarına inandırmayı, azgın kapitalist sömürüyü, emperyalist hegemonyayı pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Belki tek yenilik, İngiliz ve Fransız egemenliği yerine ABD’nin emperyalist-kapitalist dünyanın patronu olarak sivrilmesiydi.
Dolayısıyla burada asıl önemli olan “yeniden yapılandırma” lafı değil, neyin yeniden yapılandırılacağı; nasıl yapılandırılacağı, yapılandırılacak dünyanın nasıl bir dünya olacağıdır. “Demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “bağımsızlık” gibi kavramlara karşılık gelen değerleri ifade eden politikaların hangi amaca dayanak yapıldığıdır. Örneğin Doğu Avrupa’ya özgürlük, demokrasi, bireysellik gibi motifler arkasında gerçekleştirilen “yeniden yapılandırma”, bölgede sadece açlık ve yoksulluğu değil üretici güçlerin tahribini ve nihayet ülkelerin iç savaşlara ve dış müdahalelere sürüklenmesini, kapitalizmin en aşağılık ahlaki ve kültürel değerlerinin toplumları çözüp altüst etmesini beraberinde getirmiştir.
Oysa 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında bu ülkeler; “yeniden yapılanırken” yine demokrasi ve özgürlük için, yine kardeşlik için mücadele etmişler, tarihlerinde görmedikleri kadar uzun bir barış ve ekonomik-kültürel kalkınma dönemi yaşamışlardı.

SERMAYENİN ‘YENİDEN YAPILANMA’SI NEYE HİZMET EDİYOR?
Demek ki “özgürlük”, “demokrasi”, “bireysellik”, “kardeşlik”, “dayanışma” vb. gibi politikaların kendi başlarına bir önemi yoktur ve hangi amaca bağlanmış oldukları asıl belirleyici yanlarıdır.
Son 10 yıldır (aslında 20 yıldır), uluslararası sermaye güçleri; dünyayı “yeniden yapılandırmak” iddiasında. Bu yeniden yapılandırma; bir yanıyla, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tarif edildi ve bu düzenin temelinde de “serbest piyasa ekonomisinin olacağı ilan edildi. Serbest piyasa ekonomisinin “serbestçe” işleyeceği koşulların genelleştirilmesi temelinde dünyanın “yeniden yapılandırılacağı”, böylece, barış içinde, demokrasinin serbestçe gelişip evrensel bir sistem olacağı bir dünya düzeninin kurulacağı ilan edildi. Ve dünyanın pek çok bölgesindeki savaşlar, iç kargaşalar, ülkelerin bölünüp parçalanması, dünyanın servetlerinin yağmalanması, ulusal ekonomilerin çökertilmesi, ülkelerin IMF-Dünya Bankası himayesine alınması hep böyle bir “düzenin kurulması”nın bahanesi yapıldı. Yugoslavya’yı, Irak’ı emperyalist ordularla parçalamak, Orta Afrika’daki ırk kırımları, Kafkasya’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan bölgedeki iç karışıklılar, 100’den çok ülkenin IMF kontrolüne alınıp ekonomik operasyonların hedefi yapılması, hep böylesi “güzel”, barış ve refah içinde bir dünyayı kurmak için yapılan girişimler olarak sunuldu.
Ama bunlar gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü gerçek, iddianın tam tersiydi. Çünkü kurulmak istenen düzen; gerçekte, eğer illa ki bazı ilkelere indirgenirse şu ilkelere dayanıyor: 1. Uluslararası tekellerin dünya ölçüsünde faaliyetlerine engel olan her kuralın (gümrük, ulusal çıkar, ulusal ekonomi, ülke çıkarı, halk sağlığı, toplum çıkarı, çevre gereği, devlet çıkarı vb.), her engelin kaldırılması; 2. Dünya ölçüsünde ve ülkeler bazında servetlerin en büyüklerin elinde toplanmasının önündeki tüm engellerin (anti-tröst önlemler, sosyal güvenlik, kazanılmış hak, ulusal ya da başka engeller) ortadan kaldırılması; 3. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin sermaye karşısında örgütsüz, gelecek güvencesiz, sermayeye hizmetten vazgeçtiğinde çaresiz bir biçimde ortada kalacağı bir yığına dönüştürülmesi için ekonomik ve sosyal güvencelerin (sendikal örgütlülük, TİS, yasalara geçmiş haklar vb.) kaldırılması.
Kapitalist dünyanın en büyük patronlarının ve iktisatçı namlı sermayenin akıl hocaları; tekellerin, sermayenin ancak bu koşullar yerine getirildiği ölçüde ayakta kalabileceğini, aksi halde tam bir çöküşe sürükleneceğini iddia etmektedirler. ABD başta olmak üzere dünya hegemonyasını ellerinde tutan emperyalist güç odakları; kurmak istedikleri bu sisteme dâhil etmek istedikleri ülkeleri “yeniden yapılandırmaktadırlar. Yani, bütün ülkelerin ekonomileri; “küreselleşme”ye katılmak için, en büyük tekellerin ve başlıca emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun ekonomik, sosyal, siyasal bir yapıya kavuşturulmak istenmektedir. Bunun için de, duruma göre kimi ülkelerde “Maastricht Kriterleri”, NAFTA, AB dayatmaları (daha çok gelişkin ülkelerde) devreye sokulurken, kimi ülkelerde IMF vesayeti şart koşulmaktadır (Türkiye dâhil, 100 dolayında ülke bu durumda). Kimi ülkelerde ise, askeri güç kullanımına gidilmekte, bu ülkeler (İran, Irak, Yugoslavya vb.) hizaya getirilmeye, “küreselleşmeye entegre olma”da problem çıkaramaz duruma getirilmeye çalışılmaktadır.
Bütün 20. yüzyıl boyunca emperyalist kapitalist blok, “demokrasi”yi sosyalizme karşı bir demagojik silah olarak kullandı. Ve “demokrasiyi”, genel oy hakkı, çok parti, çoğunluğun iradesinin ülke yönetimine egemen olması gibi bir vitrin arkasında “özel mülkiyetin ve hür teşebbüsün dokunulmazlığı” üstüne kurdu.
Son 10–15 yıldır da emperyalizmin ideologları ve politikacıları; “demokrasi”yi, “azınlığın haklarının korunması” olarak (ilk bakışta bu çok radikal ve ileri bir demokrasi tarifi gibi de görülür) tarif etmektedir. Böylece etnik, dinsel, mezhepsel vb. ayrımlar mutlaklaştırılıp, bu tali ayrımlar, “temel ayrımlar” olarak öne çıkarılarak teşvik edilmekte; sınıfların ve ulusal devletlerin çözülmesi, en azından kargaşaya sürüklenmesi temelinde bir “yeniden yapılandırma” stratejisi izlenmektedir.
Böylece, örneğin Türkiye gibi bir ülkede, “demokrasi” azınlık haklarının korunmasına indirgenince, Kürtlerden Alevilere, eşcinsellerden şeriatçılara kadar kapitalist sistem tarafından baskı altında tutulan bütün “azınlıkların sempatisi kazanıldığı (buna yedeklenmesi demek daha doğru) gibi, aynı zamanda özellikle ulusal haklar, UKKTH’den “etnik azınlık hakkı”na geri çekilerek ulusal mücadelelerin, ulusal bağımsızlık fikrinin altı da oyulmakta, emperyalizme karşı mücadelede ulusal mücadele bir bileşen olmakta çıkarılmaktadır. Dahası, mezhep, tarikat ayrımları, mesleki inançsal farklar gibi tüm “sivil farklar”, yerel ayrımlar kışkırtılarak ülkelerin çözülmesi, iç kargaşaların çıkarılması ya da çıkan çatışmaların kontrol altına alınması çocuk oyuncağı olmaktadır. Üstelik bu ayrımlar bütün öteki sınıfsal, ulusal ayrımların ve birliklerin önüne geçirilerek, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların birleşmesinin önüne yeni engeller olarak çıkartabilmektedir. Ve böylece, ulusların çözülmesi, sınıf örgütlerinin kaosa sürüklenmesi amacına adım adım varılmak istenmektedir.
Ve elbette demokrasi güçleri ve emek hareketi için bu durumda, sadece sermayenin hak ve özgürlük mücadelesini nasıl kullandığını, hangi hainane amaçlar için bu çelişkileri istismar ettiğini açıklamak yetmez. Gerçek bir demokrasi için uluslar ve milliyetler arasında hak eşitliğine dayanan gönüllü bir birlik, tüm mezhepsel, bölgesel azınlıklar üstündeki baskılara son verilmesi, en önemlisi de işçilerin ve emekçilerin böylesi bir demokrasi için, eğitilip örgütlenmesi, her din ve mezhep, her milliyetten emekçilerin birliği için onların azınlık taleplerinin kendi demokrasi programını başına yazması ön koşuldur. Aksi halde sermaye güçleri, devasa medya gücüne de dayanarak, bu ayrımları her gün yeniden üreten bir stratejiyi hayata geçirmek için bütün güçlerini seferber etmiş bulunmaktadır.
Kısacası bugün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iki karşıt “yeniden yapılandırma” tutumu vardır. Birisi, sermayenin “küreselleşme” olarak ifade edilen, uluslararası sermayeye entegrasyon programıdır ki, sermaye çevrelerinden gelen “demokratikleşme”, “şeffaflık”, “insan hakları”, “çevrecilik”, özelleştirme, “yeni anayasa” vb. girişimler bu programın başarısı için basamak yapılmakta, emekçiler, ezilen halklar bu programın dolgu maddesi yapılmak için talepler istismar edilmektedir. Bu yüzden de, bu amaç anlaşılmadan, bu amaca hizmeti görülmeden kendi başına bir demokratikleşme, insan hakçılığı, vs. sadece sermayenin amaçlarına hizmet anlamına gelmektedir. Emekçilerin sisteme karşı mücadelesi, işçi sınıfının kendi dünyasını kurma mücadelesi ile bağlantılı olarak demokrasi mücadelesi, bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesi ve bu doğrultuda ilerlenerek, sömürüsüz, sınıfsız “yeni bir dünyanın kurulması” mücadelesine bağlanan anti-emperyalizm, demokrasi, insan hakları, UKKTH, çevrenin korunması, kalkınma, özelleştirmeye karşı olma vb. gibi konular apayrı bir anlam taşır. Ve bilinçli işçi, emekçi bu farkı gördüğü, bugünkü taleplerle yarın arasında, bugünkü çıkarlarla emekçilerin dünyasının kurulması arasındaki ilişki arasında bir içsel bağlantı kurabildiği ölçüde her şeyi yerli yerine oturtabilir, sermayenin yedeklemelerine, emekçileri aldatma girişimlerine karşı gerekli uyanıklığı koruyabilir. Çünkü sermayenin dünyasına karşı emekçilerin dünyası, sermayenin Türkiye’sine karşı emekçilerin Türkiye’sinin kurulması fikrine bağlanmayan ekonomik ve siyasal “acil talepler”, elbette ki her tür savrulmaya, sermayenin demagojik yeniden yapılandırma girişimlerine, onların emekçileri kendi programlarının dolgu maddesi yapmalarına dayanak olabilir.

TÜRKİYE’DE ‘YENİDEN YAPILANDIRMA’ NEYE HİZMET EDİYOR?
İşte emperyalist-kapitalist sermayenin işbirlikçilerin yönetimi ellerinde tuttuğu Türkiye’de “yeniden yapılandırma”, Türkiye’nin “küreselleşmeye entegrasyonu” için IMF’nin ve Dünya Bankası’nın dümende olduğu tavizsiz, sermaye güçlerinin eklindeki tüm imkânlarını devreye soktukları bir operasyondur. Bunun içindir ki, sermayenin asıl ve yedek güçleri IMF denetimi ve yönetiminde yürürlüğe sokulan “yeniden yapılandırma” programının arkasında toplanmıştır. Ve bu güçler, ellerindeki devlet ve hükümet gücünden olduğu kadar medya gücünden de yararlanarak, gerçek amaçlarını saklamakta, “eski düzene”, bugüne kadar nimetlerinden yararlanarak akıl almaz servetler edindikleri yağma düzenine sert eleştiriler yöneltmekte, mevcut ekonomik ve siyasal yapıyı, hantal, yağmayı teşvik eden, etnik azınlıkları, azınlık mezhepleri ezen, despotik, statükocu, anti-demokrat, bireyin değil devletin hakkını savunmayı ön plana almış, vs. vs. kötü çağrışım yaptıracak her kavramla kendi sistemlerini eleştirmekte, suçlamaktadır. Ve böyle çürümüş düzenin yerine bir başka düzen; şeffaf bir devlet yönetimine, verimli bir ekonomiye sahip, demokratik, Kürt sorununu çözmüş, şeriatçılığı sistemle uzlaştırıp sorun olmaktan çıkarmış, yağmacılığa, vurgunculuğa fırsat vermeyen ekonomik ilişkiler kurmuş, siyasi partilerin rant bölüşümü partisi olmadığı, isteyen herkesin “sivil toplum kurumlarında” örgütlendiği, ulusal geliri 20 bin doları aşmış, köyle kent farkının kalmadığı vs. vs. bir Türkiye kuracaklarını iddia etmektedirler.
Bu propaganda sadece medya ve sermayenin medyadaki sözcüleri aracılığı ile değil, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri, sermaye partileri içindeki rafine fraksiyonlar, localar, patron sendikaları, burjuva bilim ve kültür adamları tarafından, sadece bugün değil tarih de çarpıtılarak sahte gelecek tabloları çizilip bir dayatma olarak topluma sunulmaktadır. Ve sermaye çevreleri, “Rapor” adı altında hazırladıkları “anayasa taslakları” ve “programlarda, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi cumhuriyetin en kronik sorunları dâhil her sorunda o sorunun taraftarını memnun edecek, popüler formülasyonlar yapıp piyasaya sürmekte; böylece, bir yandan Kürtleri, öte yandan şeriatçıları, bir başka yönden Alevileri, hatta demokrat çevreleri. “Anayasacı demokrat” çevreleri ilerici ana tutum olarak belirlemişlerdir. Bu amaçlarını elde etmek için kendi sistemlerini, kendilerine on yıllardır hizmet eden partileri, o partilerin liderlerini, gece gündüz sermayeye hizmet aşkıyla yanan hükümetlerini, ömrünün son demini bile sermayeye feda etmiş cumhurbaşkanı eskilerini, başbakanları, bakanları, mabetleri olan Meclis’i topa tutmaktan, ayakaltına alıp üstünde tepinmekten çekinmemektedirler.
Ve bu çevrelerin bugüne kadar raporlarında yer vermedikleri, bu yanıyla da yedeklemeyi en azından şimdilik düşünmedikleri bir kesim işçiler ve çeşitli emekçi çevrelerdir. Bunun içindir ki, “akla gelen her konuda çözümler” getiren “TÜSÎAD Anayasası” ve öteki sermaye örgütlerinin çeşitli “raporlarında, emekçilerin hak mücadelesinden, haklarının sınırlanmış olmasından ya hiç söz edilmemekte ya da bu mücadelelerin rekabeti, “verimliliği”, “gelişmeyi” önlediğinden yakınılmaktadır. Bu nedenle de emekçileri emekçi oldukları için; emeğin çıkarlarını savunan taleplerle değil, ama Kürt oldukları için, Çerkez, Çeçen, Arap oldukları, Alevi oldukları, şeriata yakın oldukları için vb. bölerek, sınıf çıkarları dışındaki talepleriyle yedeklenmek istenmektedir.
(Ancak burada, işçilerin ve çeşitli emekçi kesimlerin sendikal bürokrasi ve değişik emek örgütlerinin sınıf işbirlikçisi yöneticileri aracılığı ile sermayenin çıkarları doğrultusunda yedeklenmeleri ve emek hareketinin bir iktidar mücadelesine giremeyecek kadar siyasetten uzak olmasının da sermayenin bölücülüğü, emekçi sınıfların sınıf olarak güçlerini küçümsemesinde rolü olduğunu da görmek gerekir.)
Bir bütün olarak bakıldığında sistemi yeniden yapılandırmak isteyen sermaye güçleri, herhangi bir Kürt siyasi çevresi kadar Kürt hakkı savunuculuğu, Fazilet kadar İslamcı, Marksizm’den rücu etmiş bir zamane solcusu kadar solcu, herhangi bir Anayasa demokratı kadar da demokrat olmakta bir sakınca görmemektedir. Tersine, böyle olmayı, “dört eğilimi birleştirme” sevdasındaki çevreler gibi ama onlardan çok daha gerçekçi bir biçimde sürdürmektedirler. Dolayısıyla da; örneğin Diyarbakır HADEP’in temsilcileri, Emek Platformu ile işbirliği yerine TÜSİAD’ı tercih edebilmekte, eski Marksistler; “TÜSİAD devrimci”, “Sermaye artık demokrat oldu” diye sloganlar haykırmakta, en yoksul kesimleri din istismarı, din kardeşliği sloganlarıyla peşine takan Fazilet ve benzeri kesimler, sermaye ile içli dışlılıklarını onların “laiklik” anlayışlarının kendilerini de kapsadığını göstererek savunabilmektedir.
Peki, bugüne kadar, cuntalarla emek hareketini, halkın tepkilerini ezerek ilerleyen, demokrasi adına ne kazanım varsa onun kökünü kazımayı en tarihsel görevi olarak gören, Kürtlere karşı “Takrir-i Sükunları, yıllarca süren sıkıyönetimleri, süresiz OHAL’leri destekleyen, işine gelince şeriatçılığı en büyük düşman ilan ederek asker ve sivil “laik” kesimin tam desteğini alan TÜSİAD ve öteki büyük sermaye çevreleri bugün neden birden “makas değiştirmişler, son 10 yıl içinde giderek “daha demokrat” olmayı tercih etmişlerdir? Ne olmuştur bunlara; bir yeni bilinç sıçraması mı yaşamışlardır yoksa gökten “vahiy” mi gelmiştir?
Bir bilinç sıçraması olmamıştır elbette. Çünkü sermaye güçleri hemen her dönemde kendi sınıf çıkarlarının gereği olan en üst bilinç düzeyinde olmuşlardır. Bir “vahiy” geldiği gerçektir. Ama “vahiy” gökten değil, ABD ve uluslararası sermaye merkezlerinden gelmiştir. Yukarıdan onlara, küresel dünyaya entegre olmanın bir aracı olmanın ötesine geçmediği sürece, “demokrasi”den, “Kürtlere hak tanımak”tan, İslamcılarla içli dışlı olmaktan bir zarar gelmez denmiş, tersine bütün bunlar emek hareketini, ulusal sanayi ve tarımı çökertmenin, emekçileri bölen ve onların sisteme tepkilerini sermayenin “yeniden yapılandırma programına” bağlayan bir unsur olabilir politikası öğütlenmiştir.
Nitekim süreç içinde, kendisini Marksist sayan Kürt siyasi çevreleri de dâhil hemen bütün Kürt çevreleri bölgede emperyalizmin çıkarlarına karşı mücadele etmeyi, kendi mücadelelerinde emperyalizmin bölge hegemonyasını bozacak taktikler geliştirme fikrini çoktan terk etmişler, bunun yerine “TÜSİAD Anayasası kadar özgürlük” istemekle kendilerini bağlamışlardır. Daha üç beş yıl öncenin batı kapitalizmi, batı emperyalizmi karşıtı din üstünden siyaset yapan çevreler sinmiş, ABD ve AB’nin icazetine sığındıklarını, Fransa’daki kadar, İngiltere’deki gibi laiklikten öte bir şey istemediklerini açıkça ilan etmişlerdir. 10’ar yıl geriye gidildiğinde, demokrat, sosyalist, Marksist, Marksist-Leninist olan ve bugün de “demokrat” denildiğinde ne yazık ki hâlâ ilk akla gelen çevreler; her gün daha büyük bir imanla TÜSİAD’ın artık devrimci, demokrat olduğuna dair daha çok kanıt keşfetmektedir. Atalarının “Avrupa’dan demokrasi bekleyen” tutumlarının aynısını, “Türkiye AB’ye girerse, demokrasi kesintiye uğramadan gelişecek” garantisi uğruna tüm eski inançlarını feda etmişler, TÜSİAD’a sığınmışlardır, uluslararası sermayeye entegrasyon ile işçi sınıfı enternasyonalizmini bir ve aynı şey olarak yorumlayarak, emekçileri de peşlerinden sürüklemeyi amaçlamışlardır.
Böylece Türkiye’nin egemen sınıfları; 3–5 yıl önce kendilerine karşı olan, onların politikalarına karşı bir pozisyonda yer alan üç önemli kesimi yedeklemiş bulunmaktadırlar. Örneğin Kıbrıs-Ege politikası, AB’ye giriş, Kürt sorunu gibi son derece önemli konularda uluslararası sermayeye entegre olmayı amaçlayan büyük sermaye kesimleri, Kürt siyasi çevrelerini, ilerici demokrat bilinen kesimleri, eski solcu çevreleri, din üstünden siyaset yapan Faziletçi, Fethullahçı, Nakşî vb. dinci siyasi çevreler ve kitleler üstünde ağırlığı olan başlıca tarikat çevrelerini kendi hattına çekmiş, dünya kapitalizminin birleşmesinin programı olan “yeniden yapılanma programı”na yedeklemiş bulunmaktadır.
Bütün bunlara karşın, egemen sınıfların önündeki engeller azalmamış, artmıştır. Şimdi onların zorlukları başlıca iki yandan gelmektedir. Bunlardan birincisi; “borçlanma” ve “borç ödeme” kıskacına girmiş ekonomiler, alınan bütün önlemlere karşın sürekli bir kriz tehdidi altındadır ve uluslararası sermaye için tatlı spekülasyon alanı olmaktan gelen bir istikrarsızlık tarafından sürekli kanatılmaktadır. Hükümet ve burjuva iktisat çevrelerinin faiz, borsa, döviz ile ilgili verilere bakarak, pembe tablolar çizmelerine karşın, Türkiye nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan emekçi kesimler mutlak olarak yoksullaşmakta, 2. Paylaşım Savaşı’ndan beri ilk kez açlık somut ve mutlak bir olarak milyonlarca emekçinin kapısına dayanmış bulunmaktadır, ikincisi ise, emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasındaki uçurumun hızla büyüyerek, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçileri, zanaatkârlar ve köylüleri de kapsayacak biçimde tüm emekçi sınıfları birleşmeye, aralarında ortaklık kurmaya zorlayan bir köşeye sıkıştırmıştır. Bu durum, bir yandan emekçiler arasında sermaye karşısında ortak bir kadere sahip oldukları fikrinin gelişmesi ortamını hazırlarken öte yandan toplumun en geri politikalara alet olmuş kesimleri olan esnafları ve köylülüğü de miting ve gösterilerle haklarını savunmak zorunda kalacakları bir mücadele hattına itmiştir. Böylece emekçi sınıf hareketi, esnaf ve zanaatkârlar ile köylülük gibi Türkiye nüfusunun çok geniş bir kesimini kapsayan emekçi yığınlarla birleşme, onları egemen gerici güçlerin yedeği olmaktan kurtulacakları çok önemli bir imkâna sahip olmuşlardır.
Elbette ki, büyük patronlar, burjuva düzen partileri ve sermayenin çeşitli kesimleri, somut hedefleri olan IMF programı etrafında birleşmiştir. Ama yukarda sözü edilen “yeniden yapılandırma programı” söz konusu olduğunda, aralarında henüz birleşemedikleri önemli sorunlar vardır. Örneğin Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, şeriat sorunu gibi pek çok temel konuda sermayenin çeşitli fraksiyonları “ana eğilim”lere ayrılmakta, aralarında çatışmaktadır. Dolayısıyla sermaye güçleri süreç ilerledikçe de aralarında çatışmaya devam edecek olup, bu da onların bir diğer zaafı olarak, elbette ki emek güçleri için bir avantaj olarak ortaya çıkmaktadır.

EGEMEN SINIFLARIN KRİZ KOZU YA DA KRİZİN ‘KRİZLE BİRLİKTE YAŞAMAYA ALIŞMALIYIZ’ AŞAMASI
Büyüme, istihdam, yatırım gibi ekonominin gerçek verilerine bakıldığında Türkiye’nin son yarım yüzyıl içindeki en önemli krizlerden birini yaşadığını herkes kabul etmektedir.
Egemen sınıfların propagandacıları ve iktisatçıları nasıl ve ne zaman çıkacaklarını çok da kestirmedikleri krizin büyüklüğünü kabul etmekte, kabul etmekle de kalmayıp onu emekçi sınıflara karşı bir koz, bir saldırı dayanağı olarak kullanmaktadırlar.
IMF-Dünya Bankası şahsında uluslararası sermaye merkezlerini de arkalarına alan Türkiye’nin egemen sınıfları, onların hükümetleri, açıkça krizin kendileri için bir “şans” olduğunu ilan etmiş; krizin yükünü kabul etmek istemeyen emekçileri, krizin sürmesini istemekle suçlayarak sindirmiş, sendikal bürokrasinin de yardımıyla, emekçileri krizin yükünün altına sokmayı başarmışlardır, en azından şimdilik böyle bir avantaj elde etmişlerdir. Kamu sözleşmelerinin kaosa sürüklenmesi, bir önceki yıl imzalanan özel sektör TİS’lerini yok sayarak sözleşmeyi çiğneyen dayatmalarda bulunmaları ve sendikaları bu şartlara razı etmiş, esnaf ve köylülerin sokaklara dökülen tepkilerini yatıştırmış olmaları ve IMF programı etrafında sermayenin çeşitli fraksiyonlarını yeniden birleştirmiş olmaları gibi avantajlarla egemen sınıflar yollarına devam etmektedirler.
Bunlara ek olarak, olağan koşullarda çıkaramayacakları, çıkarsalar büyük badirelere sürüklenecekleri tütün yasası, şeker yasası, elektrik piyasası yasası, kamu bankalarının özelleştirilmesine dair yasa, Telekom yasası gibi “Derviş yasaları” olarak da bilinen emperyalizme kölelik ve ülkeye ihanet yasalarını çok kısa bir zamanda çıkarmışlardır. Vergiler, zamlar, “krizden çıkmanın başka yolu yok” gerekçesi arkasında pervasız bir biçimde uygulamaya sokulmuştur.
Bütün bu olup bitenler açısından bakıldığında, kapitalizmin ideologları ve iktisatçılarının bu krizden çıkmayı pek istemeyecekleri de söylenebilir. Nitekim kapitalizmin rafine iktisatçıları, ekonomilerin artık sürekli bıçak sırtında olacağını söyleyerek, “eylülde, ekimde yeni bir kriz olabilir” diyerek; “krizle yaşamaya alışmalıyız” safhasına yönelmiş bulunmaktadırlar. (Özal ve Özalcılar, 1979’lardan ’80’lerin ortalarına kadar “enflasyon en büyük düşmandır” propagandası yapmış, ama enflasyonun “sürekli zam”la yenilemeyeceğinin emekçiler tarafından görülmesi üzerine, bu sefer, yeni zam ve vergi koymak, ücret ve maaşları düşük tutmak için enflasyonu yok etmenin zorunluluğuyla yinelenmiş ama propagandanın esası, “enflasyonla birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz”e evrilmiştir. Bugün de, kısa bir süre sonra, “Krizle yaşamaya alışmalıyız” kampanyaları başlatılır ve “bu kadar krize rağmen batamama”, “Türk’ün başka uluslarda bulunmayan hasletlerinden birisi” olarak sunulursa şaşılmamalıdır.) Bunun içindir ki gerçek nedenlere ya da spekülasyona bağlı yeni 21 Şubatların olması kaçınılmaz görülmektedir. Böylece egemen sınıflar ve uluslararası sermaye mihrakları, “ülke batıyor”, “herkes bir kez daha fedakârlık yapmalı”, “IMF’nin isteklerine boyun eğmeliyiz” propagandasıyla sonuç alabilmektedirler. Ve bütün bunlardan öte, sermayenin en rafine sözcüleri daha şimdiden “bu kriz koşullarında ayakta kalmayı başaran bir kapitalizm dönemi”nden söz ederek ne zaman krizle yüz yüze geleceği belli olmayan bir “kapitalizm aşamasını”, sistemin yeni bir erdemi olarak sunmaktadırlar.
Ancak, kriz dönemleri “iki yanı da keskin bıçak” gibidir. Bir yandan sermaye için fırsatlar sunar, ama öte yandan da emekçiler için olağan koşullarda düşünülemeyecek büyük fırsatların ortaya çıktığı bir döneme karşılık gelir. Son altı ay içinde, esnaf-zanaatkârlar ve köylülüğün kendi talepleri için on binlerle ifade edilen kitleler halinde sokaklara dökülmesi, hükümet ve düzen partilerine karşı tepkilerin boyutları ve bütün düzen partilerinin halk indindeki itibarlarının sıfırlanmaya gitmesi, emekçi yığınlar içinde mücadele örgütlerinin gelişmesinin önceki dönemlere göre olağanüstü bir kolaylık olabilme imkânlarının artması, krizin emekçilere sunduğu yeni imkânlar kategorisindedir. Dahası krizin yarattığı hoşnutsuzluk, sık sık yeni sarsıntıların gündeme gelme ihtimali demek, bir biçimde denetim altına alınan emekçi sınıfların eylemlerinin önündeki setlerin yeniden yıkılma ihtimali anlamına gelmektedir.

EMEK MÜCADELESİ, EMEK PLATFORMU VE EMEK PROGRAMI
Son birkaç yıldır emek mücadelesi denildiğinde ister istemez akla gelen örgütlerden birisi de Emek Platformu’dur. Emek Platformu’nun nispeten uzun aralıklarla sahneye çıkıp sonra da sahneden çekilmesi gerek sol çevrelerde, gerekse kimi ileri işçi, emekçi kesimlerinde Emek Platformu hakkında “olumsuz” duyguları, buna bağlı olumsuz propagandayı öne çıkarmaktadır. Ama şu da bir gerçek ki; Emek Platformu, sonuçta var olan emek örgütlerinin sorunlarını, çelişkilerini, zaaflarını yansıtan bir platform olarak da, bu koşullarda bundan daha “ileri olması oldukça zor olan” bir platformdur.
Bir kere şunu anlamak gerekiyor ki, bugün Emek Platformu’nu oluşturan emek örgütlerinin yönetimleri, son birkaç yıldır bir bilinç sıçraması geçirdikleri için Emek Platformu kurulmamıştır. (Tabii kimi sol çevrelerde iddia edildiği gibi, sermaye tarafından emek hareketini çökertmek için kurulmuş bir komplo örgütü de değildir) Ama sermaye güçlerinin kendi çıkarları etrafında birleşerek tüm emek güçlerini açıkça düşman gören programları ve politikaları hayata geçirmesi karşısında emekçi sınıflar içindeki tepkinin bir yansıması olarak Emek Platformu kurulmak zorunda kalınmıştır. Yani bu platform, bir yandan son 10 yılın mücadelelerinin birikimi ile emekçi sınıflar içinde gelişen birleşme ve dayanışma eğilimleri ile sermayenin açıkça emekçileri dışlayan politikalarının etkisiyle şekillenmiştir. En önemli zaafı ise, Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen gibi Emek Platformu’nu oluşturan örgüt yöneticilerinin sermaye ile işbirliği, hareketi bölmek için fırsat bekleyen bir pozisyonda olması yanı sıra, DİSK, KESK gibi örgütlerin üst yönetimlerinin ise, Emek Platformu’nda bulunan örgütlerle bir iş yapılamayacağı, onların gerici olduğu fikri sabitini aşmakta zorlanmalarıdır.
Daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz ki, birer birer ele alındığında, Emek Platformu bugün sınıf hareketinin ileri atılımı için çok önemli bir dayanak olabilecek pozisyondadır, buradan ilerleyerek sınıf hareketini ileri mevzilere taşıyabiliriz deyip; bunun gereği gibi davranan, platformu emeğin sorunlarının tartışıldığı ve bu sorunların ağırlığı ile platformu disiplin altına alarak önderlik etmeye soyunmuş bir emek örgütü yoktur. Buna rağmen de Emek Platformu zaman zaman ortaya çıkıp kararlar almakta, bu kararların bir bölümü ise uygulanmaktadır, içindeki örgütlerin yöneticilerinin niyet ve tutumlarına karşın, Emek Platformu’nun platformda yer alan kişi ve çevrelerin iradesini aşan bir pozisyon kazanması bile bu platformun; sınıfın, emekçilerin nesnel pozisyonlarını yansıttığının göstergesidir.
Kuşkusuz ki, Emek Platformu gibi bir örgütün böyle zaman zaman ortaya çıkıp sonra ortadan kaybolması, hareketi iyi izlemeyen ve hareketin olanakları ve zaaflarını görmeyenler için çok anlaşılır değildir. Oysa Emek Platformu siyasi bakımdan bir bütünlüğe, en azından aralarında anlaşmamış, amaç birliğine sahip olmayan kişilerden (yönetimlerden) oluşmaktadır; bu nedenle de bir “cephe örgütü”nün siyasal tutum ve sürekliliği ile karşılaştırılamaz. Bunun için de şu istediği için toplanıp, bu istemediği için dağılan bir irade gösterememektedir. Özellikle de Türk-İş gibi en büyük işçi örgütünün en zayıf halkalardan olması, bu iradesizliği kışkırtmaktadır.
Var olan haliyle Emek Platformu, sınıflar mücadelesi tarihinde ancak sınıfın talepleri genişleyip bir heyecan dalgasının her yanı kapsamaya başladığı, mücadele eğiliminin hayli yükseldiği dönemlerde ortaya çıkan örgüt tiplerine daha çok benzemektedir.
Emek Programı’nın da altına imza atılan ama hiçbir örgütün arkasında ciddi olarak durmadığı bir siyasi çerçeve haline gelmesinin nedeni de, Emek Platformu’nun bu karakteri ile doğrudan bağlantılıdır.
Öğretim üyelerinin programın kaleme alınmasındaki katkıları, EMEP’in her platformda programı tartışmaya açıp sahiplenilmesi için teşvik etmesi, TMMOB’nin programın arkasında durma çabaları gibi iradi çabalar bir yana bırakılırsa, Emek Programı, emek örgütleri tarafından, o günün heyecanı içinde kabul edilmiş, önemsendiği ilan edilmiş ama daha mürekkebi kurumadan da sendikal bürokrasi tarafından çiğnenmeye başlamış, unutulmaya terk edilmiş bir belge olmuştur.
Ancak, Emek Platformu’nun sınıf hareketini her an arkadan hançerleyecek olanların çoğunlukta olduğu bileşimi, iradi plandaki bütün bu olumsuz nitelemelere karşın, emekçi sınıf hareketi, bir bilinç sıçramasıyla daha ileri örgüt biçimleri ve daha ileri talep ve programlar etrafında birleşmeye yönelmedikçe; bugün ortadan kaybolmuş görünen Emek Platformu hareketin yeni bir yükseliş trendine girdiği koşullarda yeniden ortaya çıkacaktır.
Emek Programı da, Keynesyen-sosyal devletçi kabuğu ve demokratikleşmeye ilişkin zaaflarına karşın, yarın Emek Platformu’nun yeniden sahneye çıktığı koşuklarda yeniden gündeme gelecektir. Bu yüzden de; sınıf partisi, sınıftan yan partiler ve emekçilerin ileri kesimleri; sınıf içindeki gerici partilerin, sendikal bürokrasinin etkisini kırmak, emek örgütlerinin yeniden örgütlenme çabalarını teşvik etmek, özellikle sendikaların sınıfın mücadele örgütleri olmaları için çaba harcamayı kesintisiz sürdürmek yükümlülüğündedir. Önümüzdeki dönemde Emek Platformu’nun daha nitelikli emek örgütlerinin bir araya geldiği bir platform olması, ortak bir siyasi iradeye sahip olması, bu çabanın gerektiği düzeyde gerçekleştirilmesi ile yakından ilgilidir. Yine aynı biçimde Emek Programı’nın bilinen eksiklerinin giderilmesi, Emek Programı’nın nasıl olursa birleştirici bir rol oynayacağının ortaya çıkarılması ve yeniden gündeme geldiğinde o günün ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde geliştirilmiş olması için emekçiler arasında siyasi çalışmaya hız vermek, direniş ve mücadele odaklarında emekçilerin siyasal birliğinin sağlanması, Emek Programı’nın yeniden ortaya çıktığında hareketi daha ileriden tarif edecek bir gelişkinliğe sahip olması, emek hareketinin istikrar kazanması ve ileri bir atılım için son derece önemlidir.

İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE VE ‘YENİDEN YAPILANMA’
Kendi sistemlerini “tu-kaka” yapan, emekçilerin şikâyet ettiği ne varsa onlardan daha yüksek sesle şikâyet eden sermaye propagandacıları, tam bir ikiyüzlülükle, yoksulluktan yolsuzluklara, yağmadan çeteleşmeye, her konunun sorumlusunun, sisteme emekçilerin, uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin zoruyla girmiş kimi emekten yana yasa ve uygulamalar olduğunu iddia ederek, gerçekleri tersyüz eden bir taktik izlemektedir. Bu gerçekleri tersyüz ederek yığınları aldatma taktiği krizin sonuçları üstünden de sürdürülmektedir. Ecevit, Derviş ikilisi ve ortakları faizcilerin, dolar milyonerlerinin, borsacıların, spekülatörlerin keyiflenmesine bakarak pembe tablolar çiziyorlar; “ekonomi iyileşiyor”, “piyasaların tepkisi olumlu”, “yapısal reformlar başarılı oldu”, “başka bir ülke böyle bir krizden bu kadar çabuk çıkamazdı” gibi aforizmalarla halkla alay ediyorlar. Ama milyonlarca emekçi için ekonomi iyileşmiyor, her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Ekonomiyi iyileştirmek adına yapılan zamlar, ek vergiler, özelleştirmeler, isçi kıyımları halkın ekonomisini beterin de beteri haline getiriyor. Geçen yıl bu aylarda 154 dolar olan asgari ücret şimdi, bu ay yapılan 5 milyonluk zamma karşın 85 dolara gerilemiştir. Ulusal gelir son sekiz ayda yüzde 20 azalmıştır. Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan mekanizma önceki aylara göre daha hızlı dönmekte; emeğiyle geçinen toplumsal kesimlerin ücret ve gelirlerinin düşmesinin yanı sıra işsizler ordusuna yeni yüz binler katılmaktadır. Dahası yoksullaşma mutlak bir olgu haline gelmiş, açlık ise artık milyonlarca emekçi için “somut ve yakın tehlike” olarak kapıya dayanmıştır.
Haziran 2001 sonunda toplanan MGK’ya sunulan raporda “bir sosyal patlama tehlikesi”nden söz edilmesinin nedeni de, halkın hızla yoksullaşmasına bağlanmaktadır.
Kuşkusuz ki, “sosyal patlama tehlikesi” saptaması MGK’nın gündemine bundan böyle de girecek, ilerleyen aylarda “savunma konsepti”nde emekçilerin sisteme karşı toplu tepkisi sorununun tehlike sıralamasındaki yeri birkaç basamak yukarı tırmandırılacaktır. Bu yüzden de örneğin sonbahar aylarında krizin emekçilerin yaşamlarını daha derinden etkileyen sonuçları karşısında geliştirebilecekleri tepkilerle birlikte, şeriatın (son MGK toplantısında bir ilginçlik de, şeriat tehlikesinin nedeni olan tarikatların ve şeyhlerin devletle yakınlaştığı saptamasının yapılmasıdır) yerine “baş tehlikelerden birisi olarak “sisteme yönelmiş emek başkaldırısını geçireceklerini söylemek bir kehanet sayılmaz.
Demek ki, kimileri için ekonomi “iyi”ye giderken kimileri için kötüye gitmektedir. Patronlar ve aşağılık yalakaları ne kadar “aynı geminin içindeyiz” yaygarası yaparsa yapsınlar, milyonlarca emekçi patronlarla emekçilerin ayrı gemilerde olduklarını her geçen gün kendi yaşamlarıyla öğrenmektedirler.
Sistemi yeniden yapılandıranların amaçlarının, emekçilerin ekonomik ve sosyal durumlarını düzeltmek gibi bir amaçlarının olmadığı, tam tersine zenginliklerin daha az kişide, daha dar bir sermaye kesiminde toplanması için “sistemi yeniledikleri” düşünülürse; önümüzdeki aylarda “sosyal patlamaların gündeme gelmesinin koşullarının artacağını söylemek sadece çıplak gerçeği ifade etmek olur.
Kuşkusuz ki; “sosyal patlama” eğer emeğin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılacak Türkiye fikrine ve eylemine bağlanamazsa, sadece bir “patlama”, “kriminal bir vaka” olarak da kalmaz, sermayenin “yeniden yapılandırma programına şiddet unsur ve yöntemlerinin katılmasının da dayanağı haline getirilir. Bunun için de; sosyal patlamaları gündeme getirecek kadar yoğunlaşan emek ve sermaye arasındaki çelişmenin emek güçlerinin sisteme karşı ortak mücadelesinin dayanağı haline getirilmesi elbette ki, sınıf partisinin, emekten yana odakların, emekçilerin ileri kesimlerinin görevidir. Ve konu bu yanıyla da bu kesimlerin gündemine girip, emekçilerin Türkiye’si mücadelesi ile bugün olup bitenler arasındaki ilişkinin kurulmasını yeniden ele aldıracak kadar, somut bir çalışma, yoksulların, işsizlerin, emeklilerin, işsiz gençlik kesimlerinin, ev kadınlarının, örgütlenmesi, bunların güçlerinin halen bir işe sahip olan işçi ve emekçi kesimlerin mücadelesiyle birleştirilerek sisteme karşı güç oluşturulmasının sorunlarının hızla çözülmesi gerekmektedir. Çünkü krizin sonuçları milyonlarca emekçi için yaşamı daha çekilmez kılarken, açlık da dâhil her belanın zincirlerini çözmüş bulunmaktadır. Bu belalara karşı savaş, bağımsız ve demokratik bir Türkiye, emekçilerin dünyası ve Türkiye’sini kurma mücadelesiyle birleştiği ölçüde emekçiler yenilmez bir güç olarak birleşip ilerleyecektir.

Temmuz 2001

Sermayenin saldırılarının püskürtülmesinde fabrika örgütlenmesinin önemi

İşçi sınıfı ve emekçilerin partisinin temel örgütleri fabrika örgütleridir. (Fabrika örgütlenmesi, yazı boyunca iki kavramı sürekli tekrar etmemek açısından, aynı zamanda işyeri örgütlenmesi anlamında da kullanılmıştır. Ele alınan konuların, aynı zamanda kamu hizmetleri alanındaki kamu emekçilerinin mücadele ve örgütlenmeleri açısından da büyük oranda geçerliliğini koruduğunu unutmamak gerekir.) Çalışan, güçlü ve yaygın fabrika örgütlerine sahip olmayan bir işçi-emekçi partisinin; burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeleyi, diğer emekçi sınıfları da etrafında birleştirerek yönetme, ilerletme ve daha ileri bir eylem ve örgüt düzeyine yükseltme şansı yoktur. Bir başka deyişle; işçi sınıfının partisinin fabrikalardaki örgütlü gücü; sermayenin saldırılarının püskürtülmesi, egemen sınıflardan yeni tavizlerin koparılması ve yeni haklar elde edilebilmesini doğrudan belirler.
Dahası, işçi-emekçi hareketinin lokalliği aşarak birleşik bir harekete dönüşmesi, siyasallaşması gibi son dönemlerde sıkça üzerinde durduğumuz zayıflıkların aşılmasında tayin edici güç, sınıfın partisinin fabrikalardaki gücüdür.
Başta ABD’li olmak üzere uluslararası emperyalist tekellerin mali tetikçileri olan IMF ve Dünya Bankası (DB) ile onların yerli işbirlikçilerinin, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik artan saldırıları, bu saldırıların püskürtülmesi ve emekçilerin kurtuluşu mücadelesinin zayıflıkları, fabrika örgütlenmesinin önemini güncel zayıflıklarıyla birlikte bir kez daha ele almayı önemli kılmaktadır.
Konuya girerken, fabrika örgütlerinin, neden işçi sınıfı partisinin temel örgütleri olduğu sorusunun yanıtını vermek anlamlı olacaktır.

SINIF MÜCADELESİNİN ARENALARI: FABRİKALAR
Kapitalist üretim süreci içerisinde emek sömürüsünün gerçekleştiği temel birimler fabrikalardır. İş gücünü kapitaliste belirli bir ücret karşılığında satan işçi, herhangi bir metanın üretimi için gerekli emek zamanını fabrikalarda geçirir. Dolayısıyla fabrikalar; artı değerin yaratıldığı ve kapitalist tarafından el konulduğu dev sömürü çarkının dişlileridir.
Emek ile sermaye, kapitalist ile işçi arasındaki sömürü ilişkisinin, çelişki ve çatışmaların en açık haliyle ortaya çıktığı, yaşandığı, yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin gerçekleştiği alanlar olan fabrikalar, aynı zamanda sınıf mücadelesinin arenalarını oluşturur.
“Kapitalizm, tarihinde ilk kez, insan toplumunu, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlarla, kullandıkları üretim araçlarının sahibi olmayan ve emek güçlerini satarak yaşayan sınıflara bölmüştür. Kapitalizm, yalnızca, üretim araçları üzerinde özel mülk sahibi olan kapitalist sınıfları değil, aynı zamanda, mülksüzleştirilmiş işçi yığınlarını da yaratmıştır. Böylece, sermaye sahipleri ile işçiler arasında, toplumsal hayatın diğer bütün ilişkilerini de belirleyen bir mücadele başlamıştır.” (EMEP Programı)
Ekonomik, siyasal ve ideolojik bütün alanlarda süren bu mücadelenin günlük tezahür ettiği, sonuçlarının en çarpıcı şekilde görüldüğü alanların başında da fabrikalar gelir. Şüphesiz fabrikaların temel örgüt alanı, fabrika parti birimlerinin de temel parti birimleri olmasının objektif nedenleri bunlara bağlıdır, ancak bunlarla sınırlı değildir.
Fabrikalar, işçilerin üretim süreci içerisinde zorunlu olarak bir arada bulunduğu doğal örgüt alanlarıdır aynı zamanda. İşçilerin birbirlerini tanıdıkları, üretim içerisinde aynı kaderi paylaştıkları, sınıf çıkarlarının aynı olduğunu ilk gördükleri, kapitalist sömürüye karşı birlikte hareket etmek gerektiği fikrini ilk keşfettikleri ve sürekli yaşadıkları alanlardır fabrikalar. İşçiler fabrikalarda, kapitalistin bütün engelleme girişimlerine, baskılarına ve tehditlerine rağmen, burjuva propagandanın etkisi ve kendiliğinden bilincin sınırları içerisinde, dünya ve ülkede yaşanan olayları canlı bir biçimde tartışırlar. Dahası, sömürüye karşı ortaya çıkan kendiliğinden tepkiyi, öfkeyi bu alanlarda dışa vururlar ve eyleme, örgüte dönüştürürler.
Sınıf mücadelesinin arenaları olarak fabrikaların önemini gösteren daha birçok unsur sıralanabilir. Ancak bütün bu genel ve objektif hususlar bile sınıf partisinin, işçilere, kapitalist sömürünün nasıl işlediği ve ondan neden kurtulması gerektiğini kendi deneylerinden kalkarak öğretebileceği en uygun alanların fabrikalar olduğu gerçeğini göstermeye yeter. Bunun için bütün devrimci sınıf partileri gibi EMEP de, fabrikaları, temel örgütlenme alanı olarak görmektedir. Bu, partinin politika ve taktiklerinin, çağrılarının işçi hareketine egemen olabilmesi açısından zorunlu olduğu gibi, işçi sınıfının çalışma disiplininin, fedakârlığının, mücadeleci ve devrimci ruhunun sınıf partisine egemen olması, partinin sınıf içerisinden kazanılan yeni güçlerle donanması açısından da zorunludur.

FABRİKALARA YÖNELİK ÇALIŞMANIN BAZI SORUNLARI
EMEP’in fabrika örgütlenmesinde yaşadığı zayıflıklar başlı başına bir yazı konusu olacak genişlikte ve zenginliktedir. Ancak biz burada başlıca birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz.
Fabrika örgütlenmesinde yaşanan zayıflıkların bugün için gelip düğümlendiği yer; sorunun teknik bir sorunmuş gibi kavranmasında yatmaktadır. Bunun için de eksikliklerin, zayıflıkların aşılmasının; belirli bir istikrar içerisinde sürdürülen fabrika örgütlenmesinin, sınıflar mücadelesinin yukarıda ortaya konulan çok yönlü özelliğinin, bir ve aynı halkasının parçalan olarak değil de, tekil ve indirgenmiş sorunlar olarak ele alınmasında görülebilmesidir.
Örneğin, belirli temel fabrikalara partinin gerekli görevlendirmeleri yapıp yapmaması, zayıflıkların çözülüp çözülmemesinin belirleyici yönü olarak görülebilmektedir. Bu durum fabrika örgütlenmesinde; bütün ayrıntıların ustaca dikkate alınması, “kör gözüm parmağına” işlerin unutulmamasının işlerin yolunda gittiği değerlendirmelerine neden olmaması; sabırlı, inatçı, sarsılmaz bir iradeyle sürdürüldüğünde sonuç alınabilecek bir çalışmanın, “yapıyoruz, yapıyoruz olmuyor” gibi değerlendirmelerle sıradanlaştırılmaması gibi gerçeklerin unutulmasına neden olabilmektedir. Bu da fabrikalara yönelik faaliyet içerisinde yakalanan işçi ilişkilerinin, yaratılan etkinin örgüte dönüştürülmesinin önündeki her tür gerici engelle mücadele etme tutumunun yerine, mevcut durumun giderek doğal ve kabul edilebilir olarak değerlendirilmesinin konulmasına neden olabilmektedir. Hal böyle olunca da, fabrika örgütlenmesinin teknik bir sorun olmaktan çıkıp, işçi sınıfının partisinin bütün birikiminin maddi bir güce dönüşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak kavranması mümkün olmamaktadır.
Son dönemlerde yaşanan canlı bir örneği ele alacak olursak: Fabrikalardan oluşan ve EMEP’in çalışmaları açısından öncelikli olduğu defalarca ve defalarca vurgulanan bir bölgede önemli bir grev yaşanıyor. Bu bölgede bulunan ana işletmelere yönelik gerekli görevlendirmeler ve iş bölümü yapılmış. Ancak, bu bölgede bulunan diğer fabrikalarda çalışan partili işçiler, günlerce süren grev boyunca, grevin yaşandığı işyerine bir kez dahi olsun uğramıyor; çalıştıkları işyerlerindeki işçilerin, olabilecek en çok katılımla bu grevi desteklemesi için somut bir adım atmıyor ve gerekli çağrıları yapmıyor.
Bu durumdaki bir fabrika işçisi partilinin veya bir parti fonksiyonerinin, fabrika örgütlenmesini teknik bir sorun olarak değil de, sınıflar mücadelesinin arenasında, sınıf partisinin ve emekçi sınıfların, sermayeye karşı mücadelesinde temel bir alan olarak kavradığını söyleyebilir miyiz? Elbette ki, devrimci sınıf partisinin amaçlarını ve bu amaçlara ulaşmada kat edilmesi gereken yolu doğru, çok yönlü ve işçi-emekçi hareketini ilerletici bir temelde kavrayan partili açısından bu sorunun yanıtı, hayır’dır.
Kaynağını aynı eksik kavrayıştan alan bir başka yanlış tutum da; fabrikalara yönelik örgütlenme çalışması yürüten sorumlu parti görevlilerinin, günlük işlerini ve çalışmanın ufkunu, fabrikada bulunan parti üye veya az sayıdaki işçi ilişkileri ile görüşmekle sınırlamasıdır. Bu sınırlama, gerek sorumlu parti kadrosunu gerekse fabrikadaki üye ve işçi ilişkilerini rutinleştirmekte, ilerletici olmaktan uzaklaştırmakta, öğretici bir politik örgüt çalışmasının canlılığından mahrum bırakmaktadır. Kendini daraltıp, politik rahatlık, cesaret ve zenginlikten uzaklaştıkça, sıkıntılı bir ruh haliyle kendine eziyet etmenin dışında hiçbir sonuç doğurmayan bu tutum terk edilmedikçe de verimli ve kendini yenileyen bir çalışma yürütmek imkânsızdır.
Yapılması gereken açıktır; parti üyesinin olduğu fabrikalarda, üyeler; “çalıştığı bölümle işe başlamalıdır. Her parti üyesi öncelikle kendi bölümündeki parti çalışmasını örgütlemelidir. Öncelikle bölümde kiminle çalıştığını bilmelidir. Eğer söz konusu bölümde 50 kişi çalışıyorsa, parti üyesi öncelikle bu 50 kişinin kim olduğunu saptamalıdır. Bu kendisinin ilk parti yükümlülüğüdür.” (3. Enternasyonalde Örgütlenme Sorunu adlı kitaptan.) Ancak kuşkusuz bununla yetinilemez. (Söz konusu kitabın okunması, çeşitli dönemlerde EMEP GYK’sı tarafından bütün örgütlere tavsiye edilmiştir. Bu çağrıyı bir kez daha bu vesileyle hatırlamakta fayda var.)
Parti üyesi bulunsun veya bulunmasın, temel fabrikalara yönelik çalışmada, partinin ilçe örgütlerinin ve mahalle gruplarının olanaklarını yeni işçilerle tanışmak için kullanmalı, sendikalı bir fabrika ise (en gerici sendika dahi olsa), sendikaya, temsilciliğe gidip gelen işçilerle tanışmak, işçilerin oturdukları semtleri, evleri, işçilerin gittiği kahveleri tespit ederek, iş dışında kalan zamanını buraları gezerek, yeni işçilerle tanışmak için değerlendirmelidir, işyerinde şu veya bu siyasi partiden etkinlenmiş işçilerle, ülke ve dünyada yaşanan sorunlar üzerinden tartışmalar örgütlemek, işbirlikçiler, muhbirler dışındaki her işçiyle, açık parti kimliğiyle konuşmalı, hükümetin ve patronların açıklamalarını, izlenen politikaları sorgulayıcı sohbetler yapmalıdır. İşçilerle politika yapma ve sorunları tartışarak, talepler için mücadele etmek ve örgütlenmenin zorunluluğunu işçilere anlatmayı, “aşamalı bir iş” olmaktan çıkarıp, temel bir tarz haline getirmek gerekir.
Bütün dikkatini yukarıda belirtilen temelde yürütülecek bir çalışmaya yoğunlaştırmış bir partilinin, az önce belirtilen olumsuz sonuçlarla karşılaşması söz konusu olmayacaktır.
Burada önemli bir hususa daha dikkat çekmek gerekiyor. Sınıf partisinin çalışma ve örgütlenmesi içerisinde fabrikaların önemini yeniden ve yeniden hatırlamak, fabrikalara yönelik çalışmaların eksikliklerini ve zayıflıklarını çeşitli yönleriyle defalarca ve defalarca değerlendirmek; “yeter artık, hep aynı şeyleri konuşuyoruz” gibi, sebatkâr, inatçı ve kararlı bir parti örgütçüsüne, yöneticisine yakışmayacak tutumlarla karşılanamaz. Kaldı ki, bugüne kadar EMEP’in merkezi düzeyde ve yerel düzeylerde açmış olduğu kampanyalar, sınıf hareketinin tarihinde önemli yer tutan günlerde, işçi sınıfı ve emekçilerin sokak eylemlerinin örgütlenmesinde yaşanan sıkıntılar ve daha bir dizi konu ele alındığında, yaşanan zayıflıkların ve sıkıntıların gelip dayandığı yer; fabrika çalışmalarında ve örgütlenmesindeki gerilik değil midir? Hatta az sayıda fabrikada parti örgütü olmasından çok, var olan fabrika örgütlerinin gerek sayıca az işçiye dayanması gerekse aktivitelerinin az olması gibi temel bir sorunla yüz yüze olduğumuz reddedilebilir mi?
O halde, fabrikalarda parti örgütlerinin güçlenmesi, yaygınlaşması ve bunun her geçen gün ortaya çıkan yeni yönlerinin tartışılması konusu; işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin, egemen sınıflara karşı galebe çalacağı güne ve hatta daha sonraki döneme kadar da geçerliliğini koruyacaktır. Dolayısıyla, sınıf partisinin fabrika örgütlenmesinin sorunlarının, zayıflıklarının ve ihtiyaçlarının her dönem bütün yönleriyle yeniden ve yeniden değerlendirilmesi, sonuçlar çıkarılması, hedeflerin yinelenmesi, yeni görev ve sorumluluklar belirlenmesi rutin bir iş değildir, ilerlemek, büyümek ve sonuca ulaşmak isteyen devrimci bir partinin sürekli yapmaktan kaçınamayacağı bir iştir.
EMEP’in 2. Genel Kongre Kararları arasında yer alan, “fabrikalar toplamı bir parti olmak” konusundaki hedefine doğru ileri, devrimci bir adım atmak, fabrika örgütlenmesini teknik bir sorun olarak değil, sınıflar mücadelesinin günlük olarak sürdüğü temel alanlar olarak görmekten geçmektedir.

İŞYERLERİNDE MÜCADELE KOMİTELERİNİN KURULMASININ ÖNEMİ
Bugün gelinen süreçte işçi, emekçi hareketinin ileriye yönelik adımlar atmasında yukarıda ortaya konan temelde bir fabrika çalışmasının sürdürülmesinin temel bir önemi vardır. Fabrikalardaki bu çalışmanın güncel bir hedefi de, işyeri komitelerinin oluşturulması ve sendikal hareket de dâhil, inisiyatifin işyerleri düzeyinde ileri, sınıf bilinçli işçi önderleri tarafından ele alınmasını sağlamak olmalıdır.
EMEP son dönemlerde, sermayenin kazanılmış haklara yönelik saldırılarının püskürtülebilmesi ve yeni haklar elde edilebilmesi için, işçi, emekçi hareketinin lokallik ve siyasallaşamama gibi iki temel zayıflığının aşılmasının zorunluluğuna dikkat çekmiştir.
İşçi, emekçi hareketinin Mart ayından bu yana yaşanan seyri içerisinde, bu zayıflığın aşılamasında önemli imkânlar sunan gelişmelere işaret etmiş, Emek Platformu’nun ve aldığı kararların bu açıdan nasıl ele alınması gerektiği üzerinde durmuştur. Mart ayının ilk günlerinden başlayarak, birleşme ve saldırıları püskürtme amacıyla sokağa yönelen işçi, emekçi mücadelesinde 1 Mayıs’a kadar yaşanan yükselme süreci, Mayıs ayından itibaren yerini yeniden lokal eylemlere bırakmıştır. Cam iş kolunda yaşanan ve Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanan grev, Sümerbank işçilerinin uzun süredir devam eden eylemleri, Tuzla deri işçilerinin TİS’lere ilişkin eylemleri, Tekel ve Telekom işçilerinin küçük çaplı gösterileri, belediyelerde çalışan işçilerin ücretlerinin ödenmesi ve işten atmaların durdurulması için yaptıkları eylemler, kamu emekçilerinin grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı için yürüttükleri mücadele, kamu bankalarının tasfiyesine karşı banka çalışanlarının gerçekleştirdiği eylemler, birleşemeyen ve lokal düzeyde kalan işçi-emekçi mücadelesinin son iki ay içerisindeki belli başlı örnekleridir.
İşçi emekçi hareketinin birleşme ve siyasallaşma eğilimi içerisine girdiği her dönemde olduğu gibi bu süreçte de sermaye örgütleri, hükümet ve sendikal bürokrasinin işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini bastırma, dağıtma, zayıflatma ve geriletme çabaları sonuç vermiş, hareketin birleşme ve yükselme eğiliminin önü kesilmiştir. İşçi sınıfının fabrikalar temelinde örgütlenmiş, inisiyatifi ele almış örgütlü gücünün zayıflığı (gerek sendikal örgütlenme açısından, gerekse sınıf partisinin örgütlülüğü açısından), egemen sınıflar ve sendika bürokrasisinin bu çabalarının boşa çıkarılamaması sonucunu doğurmuştur.
Şüphesiz EMEP, bu süreç içerisinde fabrika örgütlenmesinin önemi, işyerlerinde mücadele komitelerinin oluşturulmasının gerekliliği üzerinde durmuş, yürüttüğü aydınlatma çalışmasında bunun önemine özellikle dikkat çekmiştir. Ancak bu, geçmişten bu yana süren zayıflıklardan dolayı, ileri işçilerin, sınıfın partisinin güçlerinin ve emekçi yığınların hazırlıksızlığını ortadan kaldırmaya yetmemiştir.
Mart ayından günümüze kadar gelen süreç içerisinde işçi, emekçi hareketinin izlediği bu seyir, sınıf partisinin ve ileri işçi kuşağının fabrika örgütlenmesinin önemini bir kez daha bütün ağırlığıyla omuzlarında hissetmesine neden olmuştur. Gelinen yerde işçi, emekçi hareketinin lokallik ve siyasallaşamama gibi iki temel eksikliğini aşma doğrultusunda yol alabilmesi için yakalanacak ana halka, yukarıda ortaya konan temelde fabrikalardaki parti örgütlenmesini ilerletmek ve işçi önderlerinin mücadele komiteleri şeklinde örgütlenmelerini sağlamaktır. Yazının girişinde ortaya konan ve fabrika çalışmasının öneminin objektif nedenlerine dikkat çeken olgulara, işçi, emekçi hareketinin son birkaç aylık süreçteki seyrinin gösterdiği bu güncel olgular da eklendiğinde, bunun vazgeçilemezliği daha bir açıklıkla kavranacaktır.
Bugün gelinen noktada işçi, emekçi mücadelesinin ileriye doğru hamle yapmasında en çok karşılaşılan sıkıntı, sendikaların üst yönetimlerinin işçi tabanını, işçilerin de sendika yönetimlerini eleştirmekle sınırlı bir tutumun ağırlık kazanmasıdır. Adeta fasit bir daire içerisinde dönmeye neden olan bu tutumun taraflarından hangisinin haklı hangisinin haksız olduğunu tartışmanın artık çok bir anlamı yoktur. Mesele, durumdan kurtulup, ilerlemek için yapılması gerekenin ne olduğunu görmek ve bu yolda somut adımlar atmaktır.
İşçi hareketinin lokalliği aşması ve siyasallaşmasında, işyerlerinde kurulacak mücadele komitelerinin önemine yaptığımız vurgu bu konuda da geçerlidir.
Mücadeleci, sınıf bilinçli ileri işçi kitlesinin, sendikal bürokrasinin işçi hareketini zayıflatan rolü hakkında önemli bir pratik deneyimi söz konusudur. Bu birikime sahip bir işçi hareketinin, sendikal bürokrasinin sınıf karşıtı uğursuz rolünü, birleşik işçi-emekçi mücadelesinin önündeki engel olarak tekrarlayıp, kendi yapabileceklerini yapmaktan uzak durması, emek düşmanı cephenin işini kolaylaştırmaktan başka bir anlam ifade etmez olmuştur. TİS süreçleri, grev dönemleri, işten atmalar, özelleştirmeler de dâhil, işçi önderleri fabrikalarda mücadele komiteleri oluşturarak duruma el koymadığı sürece durumu değiştirmek mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya oldukları sorunlar ve saldırılar, sendikal bürokrasiyi ve onun ayak oyunlarını suçlamanın ötesine geçen bir tutum ve inisiyatifle mücadele etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Adana, Mersin ve İskenderun’daki çimento işçilerinin TİS’ler konusunda Çimse İş sendikasının yöneticilerinin tutumuna karşı ortaya koydukları tavır bu açıdan öğreticidir. İşçi basınına yansıyan haberlerden anlaşılan odur ki, sendika merkez yönetimi TİS’lere ilişkin işçilerin aleyhine bir anlaşmayı imzalama eğilimindedir. Bunu duyan işçiler hemen harekete geçip, sendika şubesini basarak “ya bizim yanımızda yer alın, ya da çıkın gidin” diyerek duruma müdahale etmiştir. Sendika merkez yönetimi işçilerin bu tutumu karşısında, anlaşma yapıldığını inkâr etmiş, işçiler olası bir oyunu bu tutumlarıyla bozmuştur.
Yine İzmir Sümerbank işçileri, günlerdir sürdürdükleri direnişin diğer sınıf kardeşleri tarafından sahiplenilmesini sağlama görevini sendika yönetimlerinden beklememiş, kendileri değişik işkollarındaki fabrikaları ziyaret ederek işçileri mücadeleye çağırmıştır. Beykoz Deri Kundura işçilerinin, Bursa Merinos işçilerinin, Aslantaş, lastik ve belediye işçilerinin mücadeleleri benzer yönleriyle sıralanabilecek diğer örneklerdir.
Sadece güncel bu örnekler bile, fabrikalarda ileri işçilerin mücadele komiteleri kurarak ya da bir biçimde inisiyatifi işyerleri düzeyinde kendi ellerine alarak, gidişata müdahale etmenin zorunluluğunu görmeleri açısından çarpıcıdır. Bu müdahaleler çoğaldıkça; sınıf hareketinin ilerlemesinin önündeki engelleri aşmak, dün yaşanan sorunları tekrar yaşamamak ve egemen sınıflar karşısında yeni bir mevzide birleşik mücadeleyi aşağıdan örerek ilerlemek mümkün olacaktır.
Fabrikalarda örgütlenme çalışmasında önümüzdeki dönemin temel işlerinden birisi bu gerçeğin ileri işçi kuşakları tarafından kavranması, bu doğrultuda harekete geçilmesinin sağlanması olmalıdır. İşçi hareketinin mücadele birikimini kabalaştırmak, her seferinde benzer zayıflıklardan kaynaklanan sonuçlarla yüz yüze gelmemek, ancak böyle bir yönelimle mümkün olacaktır.
İleri işçi kuşaklarının fabrikalar temelinde işyeri mücadele komiteleri oluşturması, aynı zamanda, sınıf partisini de güçlendirecektir. Çünkü sınıf partisinin fabrika örgütlenmesini güçlendirmesiyle, işçilerin fabrikalar düzeyinde inisiyatifi ele almaları, birbiriyle iç içe geçmiş iki olgunun, birbirini güçlendirerek, işçi hareketinin ilerlemesine hizmet etmesi anlamını taşımaktadır.

SINIFTAN YANA, MÜCADELECİ SENDİKACILIK İŞ YERLERİNE DAYANMALIDIR
Sınıftan yana, mücadeleci sendikacılığın gelip dayandığı yer de, yukarıda ortaya konan anlayışla hareket etmeyi gerektiriyor.
Belli sayıdaki mücadeleci, sınıftan yana sendikacının da işçi kitle hareketinin ilerlemesinin sorunlarını kendilerinin dışında oldukları bir sorun olarak görmeleri ve işçilerin duyarsızlığı gibi gerekçelerle açıklama yanlışına düşmeleri, yaptıklarını yeterli kabul etmeleri vb. olgular hiç de az karşılaşılan durumlar değildir.
Oysa sınıftan yana, mücadeleci sendikacılık, sendikal hareketi fabrika temeline oturtmayı zorunlu kılmaktadır. İşçileri, fabrika temelinde işyeri temsilcilikleri ve mücadele komiteleri aracılığıyla eğitmek, sermayenin saldırılarını püskürtebilmek ve daha ileri mücadelelere sınıfı hazırlamak ancak ve ancak fabrikaları merkezine alan, dişe diş bir mücadeleyle, usanmaz bir çabayla mümkün olacaktır.
Emek Platformu’nun son dönem eylem kararlarının işyerlerinde hayata geçirilmesinde, eylemlerin yeterli yaygınlık ve kitlesellikle gerçekleşmesinde yaşanan zayıflıkların kaynağında, fabrikalara dayanan bir sendikal örgütlenmenin cılızlığının büyük payı reddedilemez. O zaman, bu durumdan sonuçlar çıkarıp, gücünü fabrikalardan alan bir tutumu sendikal harekete hâkim kılma sorumluluğu, en başta sınıftan yana, mücadeleci sendikacıların omuzlarındadır.
Bir örnek verecek olursak, son yaşanan cam işçileri grevinde, iki ay önceden grev kararı işyerlerine asılmışken (bu aynı zamanda yasal bir zorunluluktur) ve grev başladıktan sonra küçümsenemeyecek bir süre geçmişken, grev komitesinin hâlâ kurulmamış olması gibi bir eksikliğin grevi zayıflatıcı rolü reddedilebilir mi? Oysa daha toplusözleşme dönemi yaklaşırken bu dönemi uygun şekilde karşılamak ve sözleşmenin ve maddelerinin “yukarıya” havale edilmeden “aşağıda” tabanda işçiler arasında tartışılmasını ve sahiplenilmesini sağlamak üzere toplusözleşme komitesi oluşturmak, grev kararı işyerinde asılır asılmaz, işçileri greve hazırlamak ve işçilerin inisiyatif almasını sağlamak için bu komiteyi grev komitesi olarak yeniden örgütlemek, hem sınıf bilinçli ileri işçilerin, hem de sınıftan yana, mücadeleci sendikacının takınması gereken bir tutumdur.
Sınıf partisinin örgütçüsüne düşen görev de, varsa fabrikadaki işçi üyeleri aracılığıyla yoksa açıktan yürüteceği aydınlatma faaliyetiyle, işçileri bu konuda bilinçlendirmek, bunun avantajlarını ve dezavantajlarını işçilere anlatmak, kendi bağımsız çalışmasıyla işçileri greve hazırlamaktır.
Sonuç olarak; IMF, hükümet ve büyük patronların artan saldırılarını püskürtmenin ve birleşik bir işçi hareketinin örülmesinin, gerek sendikal hareket gerekse sınıf partisi açısından mücadeleyi fabrikalara dayanarak yükseltmekten başka yolu yoktur.

Temmuz 2001

Egemenlerin FP manevrası, tehlikeler ve olanaklar

Fazilet Partisi’nin kapatılması, hem bu partinin kendisi ile ilgili olan, hem de ucu iç politikadan Avrupa Birliği sürecine kadar uzanan özellikler taşımaktadır.
Öncelikle kararı veren Anayasa Mahkemesinin Meclis’teki milletvekili dengeleri bakımından erken seçim ihtimalini gündeme getirecek bir karar vermemesi, egemenler ve programlarını uyguladıkları emperyalist efendilerinin üzerine titrediği “istikrardın sarsılmamasına dikkat edildiğinin göstergesidir.

KAPATMA KARARI İLE VERİLEN MESAJLAR
Kararın açıklanmasından hemen sonra Başbakan Bülent Ecevit’in kararın ekonomik dengeleri etkilememesi gerektiğini söylemesi, bunun beklenen bir karar olduğunu dile getirmesi de bunun bir ifadesidir. Kararın borsa kapandıktan sonra açıklanması da aynı yöndeki bir başka gelişmedir.
Burada ikili bir durum dikkati çekmektedir. Birincisi, Türkiye yönetenleri, bir partiyi kapatırken ya da halka karşı bir baskı ve dayatmada bulunurken bile öncelikle, bağlı bulundukları emperyalist güçlerin dayattığı programları sarsmamak, ona uygun olarak görmek durumundadırlar, ikincisi de, Türkiye’de FP’nin kapatılmasında etkin olanlar, bu tavırlarıyla, hem bu partinin kapatılmasına çekince koyan AB’ye, hem de onun bu yaklaşımını paylaşan Türkiye’deki başka hâkim ve sözde “muhalif” güçlere mesaj vermiş olmaktadırlar. Kendisini “laik cumhuriyetin” koruyucu ve hâkim gücü olarak hissettiren kurum ve aktörler, bu kararla, AB’ye giden yolun her şeyden önce kendilerinden geçtiğini, onların olurları istikametinde gidileceğini ima etmişlerdir.
FP’nin, kendisinden önce kapatılan RP ile kıyaslandığında rejim için tehdit olarak algılanacak kadar belirgin bir tutum içine girmemiş olduğundan hareket edenler bu kararı garipseseler de, milletvekilliği düşürülen Nazlı Ilıcak ve Bekir Sobacı’nın, kendisini “irtica tehdidi ile mücadele” etmekle gerekçelendiren askeri güçlerle girdikleri polemik, başörtüsü üstünden siyasetin simgesi olmaya aday olan Merve Kavakçı’nın aldığı tutumlar bu kararı alanlar için yeterli kanıtlardır. Ayrıca FP’nin kapatılmasının, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının uygulanması bakımından da FP üstünden yeni bir hatırlatma içerdiği de söylenebilir. Bu kararın MGK’daki sivil sayısının artırılmasının benimsendiği koşullarda verilmiş olması da ayrıca düşünmeye değerdir.
Ancak, 28 Şubat müdahalesinin kendisini gerekçelendirdiği “irtica” tehdidi nasıl suni bir nitelik taşımıyorsa, bu müdahalenin tek nedeninin bu olmadığı da bilinmektedir. Sistemin yıpranan kurumlarını yeniden tahkim etmek, bunu yaparken toplumun ilerici diye bilinen kurumlarını da sisteme yedeklemek isteyen bu güçler, FP’nin kapatılmasıyla, amaçlan bakımından kan tazelemiş olmaktadırlar.
Kararın, Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi veren ABD ve AB tarafından nasıl karşılandığı da, bu kararla ilgili yapılan etraflı her değerlendirme için önem taşımaktadır. AB’nin karara itiraz ederken, “AİHM’deki RP kararı beklenmeliydi” demesi, onun Türkiye ile ilgili hesaplarını temel olarak, insan hakları üstünden gerçeklendirmesiyle ilgilidir. Ancak, FP’nin RP’nin devamı olmaktan değil, “odak olmaktan” kapatılması AB’nin bu itirazının “alıcı” bulmasını engellemiştir. Kapatma kararını savunan medya organları ve köşe yazarları, hatta AB’ci hukukçuların bir kısmı, Anayasa Mahkemesi’nin, bu “dikkatli” tutumu nedeniyle AB’ye çalım attığını savundular ve onu alkışladılar.
ABD’nin, kararı eleştirirken “Parlamentoda grubu bulunan bir partinin kapatılmasının doğru bulunmadığı” gibi usulden bir tavır göstermesi de yine onun pozisyonunun bir sonucudur. ABD yönetimi bu tutumu ile hem bu kararı alan “dostlarına” güçlük çıkarmamıştır, hem de kendisinden icazet almak için Washington’a gelen FP’nin her iki kanadından temsilcilerinin “gönlünü almıştır”.
Tüm bunların, ABD’nin Ortadoğu politikası ve bu politikada “siyasal İslam”ın ele alınış tarzı içinde bir yere oturmuş olduğu da söylenmelidir. İran’da ABD ile “barışma”, piyasa ilişkileri bakımından tedrici olarak da olsa yeniden yapılanma işaretleri veren Hatemi’ye yakın duran Washington yönetiminin, Türkiye’de de “siyasal İslam’ın yeniden yapılandırılarak, piyasa ilişkilerinin merkezine, (yani bir anlamda da ABD’nin kendisine) doğru çekilmesinden memnun olduğu ortadadır. FP’nin “radikal İslamcı” bir program ve söyleme sahip olup olmamasından ziyade, onun üstünden verilen mesajın ABD’nin bölgesel konsepti ve uzun vadeli çıkarlarıyla uyumlu olup olmaması önemlidir. FP ve onun destekçisi yazarlar her ne kadar karara itiraz ederken ABD’nin “usulen” gösterdiği eleştiriyi arkasına alsalar da, bu onların sempatizanlarını motive etmekten öte bir anlam taşımayacaktır.
Konuya, FP’nin destekçisi durumundaki bu tip yazarlara göre farklı yaklaşan Fehmi Koru, Yeni Dünya Düzeni’nin en zorlandığı alanlardan birisinin İslam dünyası olduğunu savunduğu yazısında, FP’yi kapatma kararını Yeni Dünya Düzeni’ne uyum sürecinin bir parçası olarak gördüğünü belirtti: “Başörtüsü ve İslami Siyaset’ konulan Batı’nın işbirliği yaptığı elitlerin eğilimleri istikametinde standartlaşıyor gibi. Anayasa Mahkemesi’nin FP’yi kapatması da, kapatma gerekçesini ‘başörtüsü’ üzerine oturtması da tesadüf değil. Karar, ekonomik ve siyasi yönden Batı’ya entegre etmeyi kabullenmiş elitlerin, yeni dünya düzenine bir katkısı…” (Fehmi Koru, Mihver Fikir, Yeni Şafak, 29 Haziran 2001)

DAVA SÜRECİNİN DERİNLEŞTİĞİ BÖLÜNME
Sürecin doğrudan FP ile ilgili kısmı ise, bu kapatma kararından iki yıl önce, FP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra gündeme gelmiş olan kapatma davasıdır. Kapatılma tehdidinin iki yıl boyunca bu partinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanması, bir taşla birden fazla kuşun vurulması türünden bir sonuç yaratmıştır. Öncelikle medya desteğiyle kurulan baskı, FP içinde Yeni Dünya Düzenci, “küreselleşmeci” politikalara daha hızlı ayak uyduran ve yine medya tarafından “yenilikçi” olarak adlandırılan -özünde onların “yenilikçiliği” Yeni Dünya Düzeni’nin “Yeni”sinden farklı değil- kanadın, kendisini diğerlerinden ayırması sürecini hızlandırmıştı. Geçtiğimiz yılın Mayıs ayının 15’inde yapılan FP kongresinde Milli Görüş hareketinin kurucusu ve 30 yıllık lideri Erbakan’ın emanetçisi olan Recai Kutan 633 oy alırken, “yenilikçi” diye cilalanan kanadın adayı Abdullah Gül’ün 521 oy almış olması, “küreselleşmeci”lerin bu ayrışmada epey bir başarı sağladıklarını göstermişti.
Bunun yanında kapatılma tehdidi altında bulunmak, Meclis’teki temsil niceliği bakımından “ana muhalefet” konumunda bulunan FP’lilerin, burjuva siyasetin bir gereği olan manevraları yapabilmesi bakımından ihtiyaç duyduğu alanı da daraltmıştır. Halkın, iktidarın uyguladığı politikalardan duyduğu rahatsızlığı kendisine desteğe dönüştürebilmek adına alacağı bir tavırla, sistemi kilitleyecek herhangi bir tutuma girmek, zaten “potansiyel suçlu” ilan edilmiş bir parti için -hele bu bir de kapatılmasına en sıradan tepkiyi bile gösteremeyen bir sermaye partisi ise- hiç kolay değildir.
IMF politikaları, özelleştirmeler gibi “küreselleşmeci” politikalar bakımından Erbakan’ın da iktidarda olduğu Refah-yol döneminde rüştünü ispatlamış olduğu, dolayısıyla Tayyip Erdoğan tarafından temsil edilen diğer gruba göre “milli” bir özellik taşımadığı bilinmektedir. Ancak TÜSİAD-MÜSİAD çatışmasına da konu olan Türkiye’deki egemenlik ilişkilerinde Erdoğan ve çevresinin daha hızlı bir gelişim gösterdiği, sistemin işleyişi bakımından yer yer ayak bağı olacak bir “ideoloji partisi” gibi durmadığı da ortadadır. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde temsil edilen çizgi kendisini Özal’la özdeşleştirirken, “ak saçlı” ya da “gelenekçi” olarak da adlandırılan diğerleri bu açıdan şerhli yaklaşmaktadır.
FP’nin kapatılmasından sonra, Bil-kent’te yapılan “Birlik” toplantısında Özal tartışması çıkmış, Nevzat Yalçıntaş Özal’ı överken, Erbakan’ın en yakınındaki isimlerden Oğuzhan Asiltürk buna itiraz etmiştir.

ASKERLERE VE PATRONLARA GÜVENCE
Ayrıca medyaya yansıyan haberlere göre Tayyip Erdoğan, hem patronlara görüşlerini anlatmış, hem de RP’nin kapatılmasında, FP’nin de kapatılma tehdidi altına sokulmasında belirleyici etkiye sahip askeri çevrelerden bir Koramiral ve Albay’la görüşmüş, “laiklik” konusunda güvence vermiştir. (“Askerle iki Temas”, Hürriyet, 25 Haziran 2001) Genelkurmay Başkanlığının daha sonra yaptığı yalanlama ise, Genelkurmay Başkanı ya da onun görevlendirdiği kişiler dışında yapılan açıklamaların TSK’yı bağlamayacağı yönünde olmuş, dolayısıyla bu satır aralarını okuyabilenlerce Hürriyet’in haberinin tümden bir tekzibi olarak değerlendirilmemiştir.
Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi, 28 Şu-bat’ın sıcak günlerinde kendisini daha açıktan hissettiren TÜSİAD-MÜSİAD kapışmasını da, sistem lehine çözmeye aday bir konumda bulunmaktadır. Kendisini “yeşil sermaye” gibi yakıştırmalarla da adlandırılan MÜİSAD’ın siyasetçisi olarak sunmayı bir “darlaşma” olarak gören Erdoğan, TÜSlAD gibi Türkiye siyasetinde etkin unsurları karşısına almamaya özen göstermekte, bilakis onlar tarafından onaylanmaya açık bir siyaset izlemekte, dahası bunun için özel bir çaba sarf etmekte, programını bu dengeye oturtmaktadır.
Anadolu sermayesi diye tanımlanan kesime dayanan, kır orta sınıf ve yoksulları ile birlikte özellikle 1980 sonlarından itibaren metropollerin kenar mahallelerini de ev ev dolaşarak arkasında toplamaya çalışan “Adil Düzen” programı, Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi bakımından geri bir nokta olarak görülmektedir. Türkiye siyasetinde etkin olan Batı’nın emperyalist güçlerinin, tekellerinin işbirlikçisi durumundaki güçleri de kapsayan, onlar tarafından kabul edilen Özal-vari bir parti kurmayı amaçlayan Erdoğan ve çevresindekiler, bir cemaatin partisi olmaktan çok, temsil ettikleri cemaatleri sisteme entegre etmeyi amaçlamaktadır. Böyle bir çaba, hem İstanbul sermayesi olarak adlandırılan çevre ile kentli “liberal” aydınlan cezp etmekte, hem de Türkiye yönetenleri ile Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi veren ABD ve AB tarafından da daha kabul edilebilir bulunmaktadır.
28 Şubat’ın hâkim güçlerinin, “irtica tehdidinin” tamamen ortadan kalkmadığını söylemelerine rağmen, epey bir yol aldıklarını gösteren ifadelere, onların kendi raporlarında da rastlanmaktadır. MGK’nın son toplantısına sunulan “irtica ile mücadele” raporunda yer alan şu ifadeler bu bakımdan ilginçtir: “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı.” {Hürriyet, 30 Haziran 2001)
Kapatılan FP’den iki ya da üç partinin doğması, FP operasyonunu yönlendirenler ve yürütenlerin amacına ulaştığının bir işareti olacaktır. Bu gelişmelerin hangi boyutlara geldiğini gösteren güncel bir başka gelişme de Milli Görüş hareketinin 30 yıllık lideri Erbakan’ın içine düştüğü panik durumudur. Koltuğunun altından alınmaya çalışılmasına tepki gösteren Erbakan’ın, bir salonda hitap ettiği partililerine Milli Gazete’yi en büyük gazete haline getirmek için yemin ettirmesi bile bunun işaretidir.
Kanal 7, Yeni Şafak, Akit ve Zaman’ı kontrol edemeyen Erbakan, onların Erdoğan’a ağırlık tanıyan tutumları nedeniyle elindeki emin olduğu son silahı daha iyi kullanmak güdüsü ile hareket etmiştir.
Erbakan’ın bu konuşmasının ekranlara yansımasından sonra, rakibi Erdoğan’ın sesi olan Yeni Şafak’ın Başyazarı Ahmet Taşgetiren’in alınganlık göstermesi ve bunu köşesinde “Bir siyaset üslubunun eleştirisi” (29 Haziran 2001) başlıklı yazısıyla ifade etmesi bile bu camiadaki kaynamanın boyutlarını göstermektedir.

EMEKÇİLERİ YEDEKLEME MANEVRALARI
Geçmişte ABD’nin “kızıl tehdit” olarak gördüğü Sovyetleri çevrelemek için ortaya attığı “Yeşil Kuşak” projesinin sağladığı elverişli iklimden beslenen ve buna paralel olarak evrilen iç dengeler içinde kendisine ihtiyaç duyulan “Milli Görüş”ün, bugün böyle bir muamele görmesi, “küreselleşme” politikaları ve içeride bu politikaları temsil eden güçlerin onu arka koltuğa alma ihtiyaçlarının bir sonucudur. Dolayısıyla işin buraya kadarki bölümü, sistemle ve egemen sınıflarla bu partinin arasındaki ilişkiye dairdir.
Olayın emekçi sınıfları daha doğrudan ilgilendiren yönünde ise ciddi tehlikeler gizlidir. Küreselleşme politikalarını temsil eden siyasal güçlerin ve medyanın Türkiye’de bugün bir umut gibi cilaladığı, “yeni” diye gösterdiği güçlerden birisi ABD’nin memuru Kemal Derviş ise, bir diğeri de Recep Tayyip Erdoğan etrafından kotarılan harekettir.
Kendisini “solcu” olarak adlandıran Kemal Derviş “laik” diye bölümlendirilen, Erdoğan da muhafazakâr olarak adlandırılan çevrelerin “küreselleşme” merkezinde toparlayacak, “sağdan” ve “soldan” YDD politikaları bakımından tehdit olarak görülen aşırılıkları törpüleyecek isimler gibi sunulmaktadır. Bunların hangisinin ne kadar tutup tutmayacağı da “bekleyip göreceğiz” diyerek açıklanamayacak bir şeydir. Keza, siyaseti, egemen güçlerin çekip çevirdiği bir alandan ibaret görenler zaten daha baştan kaybetmeye mahkûmdurlar.
Ülke kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesine ve işçinin, emekçinin, çiftçinin açlığa mahkûm edilmesine hizmet eden Derviş programı, nasıl onun emekçi sınıflar gözündeki teşhiri için imkânları da genişletiyorsa, FP olayındaki gelişmeler de benzer özellikler göstermektedir.
Öncelikle bu hareket, tırmanışa geçtiği 1990’lı yılların başında, kendisini diğer düzen partilerinden ayırmak için kullandığı “Adil Düzen” sloganını bile terk etmiş, ev ev dolaşarak halkı kendi politikalarına kazanmayı bir kenara bırakarak diğer sermaye partileri gibi, siyaseti halkın dışında elitler eliyle yürütülen bir uğraş olarak görmeye başlamıştır. Kapatılma tehdidinden kurtulmak için, önceden “batıl” dediği Batıyı kutsayan bir siyasal yapılanmaya dönüşen bu hareketin Refah-yol döneminde uyguladığı politikalar için onun teşhiri bakımından zengin malzemeler sunmaktadır. RP’li belediyeler işçi çıkartma rekoru kırmış, önceden Siyonist denilen İsrail’le ikili anlaşmalar yine bu partinin iktidarı döneminde yaşanmıştır.

OKUNUP ÜFLENMİŞ LİBERALİZME KARŞI YENİ OLANAKLAR
FP’nin kapatılma süreci ise, FP kurmayları arasında tam bir koltuk kapma yarışına sahne olmuş, tüm burjuva partilerinde görülen entrikalar FP içinde de kıyasıya yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir. AB’ye girmeyi, NATO’da kalmayı savunan her iki kanat da, “milli” söylemleri tamamen halkı kandırmak için kullanmaktadırlar.
Üstelik tüm bunlar, diğerlerinden farklı olmak adına, halkın dini inançları da kullanılarak yapılmaktadır. Kapatılan FP’nin içinden çıkacak bir oluşumun programı, emperyalist IMF politikalarına, yağma düzenine karşı tavır alıcı olmayacaktır. Böyle bir iddiaları da bulunmamaktadır. Bu hareketin bundan sonraki seyri, ayak bağı olarak görülen “ideoloji partisi” kimliğinden hızla uzaklaşma ve uyum bakımından kendisini sisteme kanıtlama, kabul ettirme yönünde olacaktır. Geçmişte, var olan sömürü düzenine karşı olmak, emperyalist yağmaya izin vermemek gibi duygu ve düşüncelerle RP-FP çizgisinden partilere oy vermiş olan emekçiler için, bu siyasi gelenek artık söylem düzeyinde bile bu iddiaları terk etmiş, kapitalizmin, emperyalist IMF programlarını, okuyup üfleyerek kabul ettirme misyonuna soyunmuştur.
Geçmişte RP-FP geleneğinin söyleminden etkilenmiş olan, işçi ve emekçilerin, kendi çıkarları etrafında birleşmeleri, kendi sınıf partilerinde örgütlenmeye yönelmeleri bakımından bugün fırsatlar, düne göre genişlemiştir. FP’nin kapatılması ile birlikte MHP’nin “transfer” telaşına düşmesi, DYP’nin büyük kentlerde, pankartlar yoluyla yaygın bir propaganda faaliyetine girişmesi bu fırsatı değerlendirme telaşının bir ürünüdür. Emekçi sınıflar, çıkarları açısından biri diğerinden farklı olmayan bu işbirlikçi sermaye partilerinin oyunlarını boşa çıkarmak, FP geleneğinin kendi tabanı olarak görerek sisteme yedeklemeye çalıştığı, yoksul halk kesimleri, işçi ve emekçiler içinde yaygın ve canlı bir çalışma ile mümkündür.

Temmuz 2001

Anayasa değişikliği tartışmaları üzerine

Anayasa tartışmaları yine siyasi gündemi işgal ediyor. TBMM Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu Anayasa’nın 37 maddesinin değiştirilmesi konusunda anlaştı.
Patronlar Kulübü TÜSİAD daha önce “demokratikleşme” sorunuyla ilgili hazırlattığı iki rapordan sonra bu kez de 10 maddelik Anayasa değişikliği önerisini kamuoyunun gündemine getirdi.
İkinci Cumhuriyetçiler diye adlandırılan küreselleşmeci, burjuva liberaller, uzunca bir süredir “Sivil Anayasa” adını verdikleri çalışmalarını sürdürüyor.
Türkiye’de Anayasa tartışmaları yeni değil. 1961 Anayasası’nın topluma “bol geldiği” şeklinde burjuva gericilik, tekeller ve gerici-faşist partileri tarafından başlatılan tartışma, 1961 Anayasası’nın 12 Mart darbecileri tarafından “darlaştırılması” ile de sonuçlanmadı ve 12 Eylül Anayasası ile neredeyse on beş yıl süren tartışma tekellerin ve faşist darbecilerinin isteğine uygun olarak sonlandırıldı.
12 Eylül Darbesi ve 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden hemen sonra yeni bir anayasa tartışması başladı. Bu yeni anayasa tartışması, 12 Eylül Anayasası ile iyice daraltılan hak ve özgürlüklerin genişletilmesi temelinde yürütülüyordu.
İşçiler, emekçiler, ilerici aydınlar temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve çalışma yaşamına ilişkin değişiklikler yapılmasını talep ederken; Demirel, Ecevit vb. siyasi yasaklılar ve partileri kapatılmış liderlerin şahsında ise, sadece kendileri ve partileri üzerindeki yasakların kaldırılması mücadelesi sahne aldı.
Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş haklarına kavuştu. 82 Anayasası’nda bir takım küçük değişiklikler, rötuşlar yapıldı. Fakat bu değişikliklerin hiç biri temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesini kapsamıyordu.
Bugün yapılan anayasa değişikliği tartışmalarında amaçlanan nedir, nasıl bir anayasa değişikliği isteniyor? Yapılmak istenen yine ufak tefek rötuşlar mıdır, yoksa Anayasa’nın kökten değiştirilmesi midir? Demokratikleşmenin bir göstergesi hangisidir ve anayasalar kökten nasıl değiştirilir? Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce anayasaların ortaya çıkışının tarihsel sürecine bir göz atmak gerekiyor.
Anayasalar, anayasa hukukçuları tarafından; devletlerin teşkilat yapılarını, hukuk sistemlerinin temellerini, bunlardan daha da önemli olarak yurttaşların hak ve özgürlükleri ile bu hak ve özgürlüklerin sınırlarını belirleyen metinler olarak tarif edilir. Bu tanım yanlış değildir. Kendi siyasal egemenliğini sağlayan her sınıf, önünde sonunda bu egemenliğini, bu egemenliğin yönetsel çerçevesini ve onun ekonomik ve sosyal temelini temel bir hukuki çerçeveye oturtup yasallaştırmak, olumlayarak meşrulaştırmak durumundadır. Dolayısıyla önce iktidar fiilen elde edilir, çerçevesi fiilen çizilir ve düzenlenir; ardından hukuksal olarak tanımlanması, bir anayasaya bağlanması gelir, ihtiyaçlar değiştikçe, yine önce fiili uygulamalar ve ardından önce tartışmaları sürdürülen anayasanın yenilenmesi gelir. Mahkeme ve Danıştay kararlarına karşın özelleştirmelerin fiilen hayata geçirilmesi ve sonra Anayasasal olarak önündeki engellerin kaldırılması gibi.
Kralların, derebeylerin, padişahların hüküm sürdüğü feodal dönemde; siyasi iktidarın işleyişi, devletin örgütlenmesi, iktidarın nasıl oluşacağı konusunda yazılı kurallar yoktu. Bu kurallar, gelenekler ve egemen sınıf içindeki güç ilişkileri ve dengelerine göre belirleniyordu. Yönetilen sınıfların, yani köylülerin ise siyasi iktidara karşı bir takım yasa sayılabilecek düzenlemelerle korunan hakları yoktu. Bu dönemde, dinin önemli kurumsal gücüne ve dini kuralların etkisine karşın, krallar ve padişahlar, gerektiğinde kendilerini dini kurallarla dahi sınırlamıyor; dini kurallar monarkın iradesine uyduruluyordu. Osmanlı’da dini kuralları belirleyen Şeyhülislamların, padişaha alternatif bir klikle işbirliği içinde değillerse, genellikle padişahın iradesine uygun fetvalar vermeleri adettendi. Papa’ya kafa tutan İngiliz Kralı ise, yeni bir kilise, İngiliz Kilisesi’ni kurmuştu.
Anayasal hareket, anayasaların ortaya çıkması, bir yönüyle de monarkın iktidarının sınırlandırılması mücadelesidir. Bu nedenle, anayasal hareket, kapitalizmin yükselişi sürecinde feodalizme karşı bir hareket olarak, Batı’da esas olarak 18. yüzyılda güçlenmesine rağmen, anayasa hukukçuları bu hareketin temellerini 13. yüzyıla Magna Carta’ya, Osmanlı’da ise Sened-i İttifak’a kadar götürür.
Feodal sistemde iktidar sahiplerinin egemenliklerinin kısıtlanması ya da egemen sınıf içinde olmayanların (burjuvaların) halkı peşine takarak iktidar karşısında bazı hakları talep etmesi ve kazanması, (sonra iktidarını kurması ve bu hakları, kuşkusuz kendi çıkarlarına uygun olarak yazılı hukuksal metinlere geçirmesi) anayasal mücadelenin ya da insan haklan mücadelesinin esasıdır. Anayasal hareket, bu bağlamda insan hakları hareketi olarak da tanımlanmaktadır. Anayasal hareketin, insan hakları hareketinin, ortaya çıkışını burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıkışı ve siyasi iktidar talebi ile açıklayan Engels, Anti-Dühring isimli eserinde şunları söylüyor:
“…Feodal ortaçağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı; burjuvaziyi de geliştirdi. Başlangıçta kendisi de feodal bir zümre (ordre) olan burjuvazi, 15. yüzyıl sonunda, büyük deniz bulguları ona yeni ve daha geniş bir yaşam açtığı zaman, feodal toplum içindeki zanaatçı yönü ağır basan sanayi ve ürünlerin değişimini daha yüksek bir düzeye çıkarmıştı. O zamana değin yalnızca İtalya ile Doğu Akdeniz ülkeleri arasında yapılan Avrupa ötesi ticaret, şimdi Amerika ve Hindistan’a dek yayıldı ve kısa zamanda önem bakımından çeşitli Avrupa ülkeleri arasındaki değişimi olduğu denli, tek tek her ülkenin iç ticaretini de geçti. Amerika altın ve gümüşü Avrupa’ya aktı ve bir ayrıştırma öğesi olarak feodal toplumun bütün boşluk, yarık ve görenekleri içine girdi. Zanaatçı işletme, artık artan gereksinmelere yetmiyordu. En ileri ülkelerin yönetici sanayilerinde, zanaat sanayinin yerini, yapımevi sanayi (manifaktür) aldı.
Bununla birlikte, toplumun ekonomik yaşam koşullarındaki bu güçlü devrim, siyasal yapısında buna uygun düşen bir değişiklikle hemen izlenmedi. Toplum, gitgide daha burjuva bir duruma gelirken, devlet rejimi feodal kaldı. Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sahipliğine geçiş, emek-güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir. Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim onların karşısında her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu…
Bu, feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı. Her ne denli bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da, aynı hak eşitliğinin, tüm bir toprak köleliğinden başlayarak, köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü, karşılıksız olarak, iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için istenmesi de gerekiyordu. Öte yandan, feodal üstünlüklerin, soyluların vergi bağışıklığının, çeşitli zümrelerin siyasal ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasını istemekten de geri kalınamazdı. Ve artık Roma İmparatorluğumda olduğu gibi, evrensel bir imparatorlukta değil, ama birbiriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmesinin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırlarını aşan genel bir nitelik alması ve özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi kendiliğinden anlaşılıyordu.”
Feodalizmin egemen güçlerinin iktidarına ve ayrıcalıklarına karşı, herkes için ve bütün dünyada -kuşkusuz ekonomik eşitsizliklere ilişmeyen biçimsel (siyasal)- eşitlik ve özgürlük isteyen burjuvazi, feodal beylere karşı mücadelesinde işçi sınıfını ve köylülüğü de peşine taktı. Fakat iktidarı ele geçirdikten sonra işçi sınıfı ve köylülüğe sırtını çevirdi.
Burjuvazinin yükseliş döneminde, burjuva ideologları, anayasayı, toplumsal bir sözleşme (bütün sınıfların, hatta bütün yurttaşların ortaklaşa belirledikleri kuralları kabul ettikleri ve bu kurallara uymayı taahhüt ettikleri bir sözleşme) veya siyasi iktidarın gücünü ve keyfiliğini sınırlayan, onu dizginleyen, yurttaşların hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir temel yasa olarak tanımladılar. Ama burjuva iktidarları altında gerçekler, ideologların anlattıkları gibi değildi.
Burjuvazi daha yolun başında “herkes” sözcüğünden, herkesi anlamadığını gösterdi. Örneğin ABD’de zenciler, Kızılderililer “herkes”in içinde değildi! Avrupalı burjuvazi için, Avrupa devletlerinin sömürgelerinde yaşayan halklar ve Avrupa dışındaki insanlar “herkes”e dâhil değildi. Ve hatta kadınlar “herkes”ten sayılmıyordu. Burjuvazi, “herkes” olarak, sadece egemen sınıfları kastediyordu. Fransa’da yurttaşlar 1791 Anayasası’nda aktif yurttaş ve pasif yurttaş olarak ayrılıyordu. Burjuva devrimi egemenliğin bütün ulusa ait olduğunu ilan etmiş, ama seçme ve seçilme haklarını, yurttaşları aktif yurttaş (belli bir gelir-servet ya da kültür düzeyindeki erkekler), pasif yurttaş (az vergi veren) ayrımına tabii tutarak, esas olarak zenginleri, burjuvaları siyasi haklardan yararlandırmıştı.
İngiltere’de erkekler için “genel oy”a, 1919’da geçildi. Kadınların siyasal hakları 1939’da tanındı. İsviçre’de ise, kadınların oy verme hakkının tanınması için 1971’e kadar beklenilmesi gerekecekti.
ABD’de 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken; köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra 1865’de gerçekleşti. Yine, zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. Aynı tarihte ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu. Bu ülkede de özellikle zencileri oy hakkı yoksun bırakan dolaylı teknikler (Anayasayı okuyup anlama ve yorumlama!) geçerliydi.
Burjuvazinin tanıdığı ilk insan hakkı, iş gücünün eşit ölçüde burjuvalar tarafından sömürülme hakkı olmuştu.
Böylece, bütün insanlık için ileri sürülen hak ve özgürlük taleplerinin aslında sadece burjuvazinin talepleri olduğu ortaya çıktı.
Genel oy hakkı, kadınların seçme ve seçilme hakkı, ırk ayrımcısı politikaların sona erdirilmesi vb. hak ve özgürlüklerin tümü, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesi ile kazanılmış ve bugünkü burjuva anayasalarına yazdırılmıştır.
Sınıflı toplumlarda “herkes için hak” koca bir aldatmacadır. Hak, herkes için olduğunda hak olmaktan çıkar.
Siyasi eşitliği, hukuki eşitliği gerçekleştirdiğini savunan burjuva devlet, insanların doğuştan, mevkiinden, eğitiminden ve yaptığı işten kaynaklanan eşitsizlikleri siyasi ya da hukuki olmayan farklar olarak görmüştür. Böylece, doğuştan, mevkiinden, eğitimden ve işten dolayı eşitsizliklerin devamını onaylamıştır. Siyasal eşitsizliklerin bu aşırı örneklerinin kaldırılması, burjuva egemenlik koşullarında mümkün olabilmiş, ancak bu, başlıca ezilenlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedeller sayesinde gerçekleşmiştir.
Feodal iktidarı devrimle ya da evrimci bir yolla değiştiren burjuvazi, kendi iktidarının, burjuva iktidarının işleyişini ve temellerini burjuva anayasaları ile olumlayıp yasallaştırdı.
Burjuva anayasalarında bundan sonra yapılan değişiklikler, esasen kısmi değişiklikler olup, burjuva sınıfının döneme ait ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet eden değişikliklerdi. Bu yüzden burjuva iktidarları altında, toplumsal sistemin kökten değişmesi söz konusu olmadığından, anayasal sistemin de kökten değişmesi söz konusu olmadı. Değişiklikler, parlamenter sistem yerine başkanlık sisteminin kabul edilmesi türünden ikincil değişikliklerle, genel olarak burjuvazinin gericileşmesine paralel gericileşen ihtiyaçlarının karşılanmasını kapsadı.
Fransa’da İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra yapılan Anayasa ve ilan edilen İkinci Cumhuriyet, esasta Birincisi’nden farklı değildi. Değişen, devletin biçimine ilişkin kurallardı. Burjuva parlamentolarındaki anayasa tartışmaları, esasen çeşitli burjuva kliklerinin çıkar çatışmalarından ibaret olageldi.
1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız Devrimi sonrası ilan edilen Anayasal metinlerden sonra; 1917’de Rusya’da işçi sınıfının burjuvazinin iktidarını devirip kendi iktidarını kurması ile yeni bir toplumsal sistem ve bu sistemin kurallarını belirleyen yeni bir anayasa ortaya çıktı.
Elbette, Ekim Devrimi ve işçi sınıfı iktidarına kadar, işçi sınıfı, ekonomik ve sosyal eşitlik hedefine yönelik mücadelesinde ileri sürdüğü bazı talepleri kısmen de olsa burjuva anayasalarına yazdırdı. Fakat burjuva anayasaları ile işçi sınıfının devletinin anayasası öz olarak farklı idi. Yazılı metinlerde lâfzî olarak birbirine benzeyen basın özgürlüğü gibi, örgütlenme özgürlüğü gibi, seyahat özgürlüğü gibi, vb. hak ve özgürlüklerin kullanılmasını düzenleyen diğer yasalar ve uygulamada burjuvazi ve işçi sınıf arasındaki fark ortaya çıkıyordu.
Örneğin, SSCB 1936 Anayasası’nda çalışmak bir haktır. Burjuva sisteminde işçi sınıfı ancak mücadele ile işsizlik sigortasını elde edebilmişken, SSCB Anayasası Mad.118 “Çalışmak SSCB yurttaşlarının hakkıdır. Yani, tam çalışmaya ve nicelik ve niteliğe göre yaptıkları işten ücret almaya haklan vardır.” diyordu.
Birincisinde işçiden kesilen (patrondan kesilen prim de aslında işçiden kesilmektedir) primlerin toplamından işçiye geçici bir süre cüzi bir işsizlik yardımı verilirken, işçi devleti her yurttaşa yeteneğine göre bir iş bulmak ve emeğine göre bir ücret vermek zorunluluğunu yasalaştırmıştı.
Burjuva sisteminde dinlenme süresi çalışanın kıdemine göre ve dinlenmede geçen zaman sekiz, dokuz saatlik işgünü ile geri alınarak uygulanırken; SSCB Anayasası Md.119 “Dinlenmek SSCB Yurttaşlarının hakkıdır. Dinlenme hakkı, endüstri, daire ve meslek işçileri için iş gününün yedi saat olarak tespiti, güç işlerde iş saatlerinin altı saate indirilmesi ve iş şartları çok güç olan yerlerde dört saate indirilmesi, ücretlerin ödenmesi suretiyle endüstri, daire ve meslek işçileri için yıllık izin tesisi, işçilerin ihtiyaçlarına geniş bir sanatoryumlar, dinlenme yurtları ve kulüpler ağı ayrılması yollarıyla elde edilir.” diyerek dinlenme hakkını düzenliyordu.
Yine sağlık ve ihtiyarlık sigortası yerine; Md. 120’de “SSCB Yurttaşları, ihtiyarlıklarında, hastalıklarında ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarının sağlanması hakkına sahiptir. Bu hak, gideri devlete ait olmak üzere, endüstri, daire, meslek işçilerinin sosyal haklarının geniş olarak gelişmesi, işçiler için ücretsiz sağlık hizmeti, işçilerin emrine bir sağlık istasyonları ağı kurulması yollarıyla elde edilir.” denilerek, çalışılan süre ve ödenen prime bağlı kalmadan güvenceler sağlıyordu.
Parası olmayanın okuyamadığı paralı okullar sistemini “Herkesin öğrenim hakkı vardır” yalanı olarak anayasasına geçiren burjuvaziye karşı; SSCB Anayasası Md. 121 “SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkı vardır. Bu hak, genel ve ücretsiz yedi yıllık öğrenim, on yıllık öğrenimin geniş olarak gelişmesi, yüksek ücretsiz eğitim, yüksek okullarda çalışmalarında üstünlük gösteren öğrencilere verilen devlet bursları sistemi, okullarda ana dilinde eğitim yapılması, fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makine ve traktör istasyonlarında ve kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve tarım eğitimi yoluyla elde edilir.” demişti.
SSCB Anayasası ile burjuva anayasalarının öze ilişkin, iktidardaki sınıfa ilişkin farklılıklarını örneklerle çoğaltmak mümkün. Fakat bunun için bu yazının sınırları uygun değil. Farklılığın özü şu: Bir tarafta; ayda yüz yirmi milyon ücret alan işçiye, seyahat özgürlüğün var, dünyanın her tarafına gidebilirsin demek; diğer tarafta işçi için seyahat edebilecek olanakları da yaratmak. Bir tarafta; trilyonluk gazete ve televizyonların bir iki tekel arasında paylaşıldığı bir sistem yaratıp herkesin basın özgürlüğü vardır demek; diğer tarafta, işçilere gazete çıkarma, radyo ve televizyon yayını yapma olanakları sağlamak… Bir tarafta; seçim barajları, burjuva partilerine trilyonluk devlet yardımları, parti kapatma yasaları vb. diğer tarafta, işçi sınıfı ve halkın yasama, yürütme ve yargı organlarını doğrudan seçebilme ve seçilebilme olanaklarının yaratılması…
Şu sonuç kolaylıkla çıkarılabilir: Sınıfsal çıkarları birbiriyle uzlaşmayan, birbirine zıt iki sınıfın hak ve özgürlükleri tanımlaması ve kullanabilmesinin aynı yasal kurallarla düzenlenmesi mümkün değildir.
Bu yüzden, bütün toplumun (işçi sınıfı ve burjuvazinin) mutabakat sağladığı, iki sınıf arasında toplumsal sözleşme sayılabilecek bir anayasa mümkün değildir.
Ancak işçi sınıfı ve emekçi halk kendi iktidarını (ve kuşkusuz iktidarının koşullarını anayasal olarak da tanımlamayı) hedefleyen mücadeleyi sürdürürken, elbette mevcut burjuva sistemde hak ve özgürlüklerinin sınırlarını genişletmek ve fiilen kullanılabilir hale getirmek için de mücadele edecektir ve bunları yasa ve Anayasa metinlerine geçirtmeye çalışacaktır. İşçi sınıfı bütün hak ve özgürlüklerini ancak kendi iktidarında elde edip kullanabileceğini ileri sürerek acil talepleri için mücadeleyi erteleyemez. Ayrıca, işçi sınıfı devrim ve iktidar mücadelesi sırasında, bu mücadelenin yan ürünleri olarak hak ve özgürlükler açısından belirli iyileştirmeler elde edebilecektir.
İşçi sınıfı, çok sayıda ülkede geçmişte kendi iktidarını kurmuş ve işçi sınıfı ve halk iktidarının anayasal ve yasal düzenlemelerini yapmıştır. İşçi sınıfının iktidar deneyleri ve halk iktidarının hukuksal gelişimi, bütün dünya işçisinin kazanımı olarak işçi sınıfının dağarcığındadır.
Türkiye işçi sınıfının ileri kesimlerinin de, dünya işçi sınıfının deneylerinden öğrendiği ve kendi mücadelesi içinde oluşturduğu bir iktidar programı ve bir anayasal yaklaşımı kuşkusuz vardır. İşçi sınıfı kendi iktidarı ve bağımsız demokratik Türkiye için mücadele ederken kuşkusuz anayasa tartışmalarına da ilgisiz ve uzak kalmayacaktır. Bugünkü burjuva parlamentonun, TBMM’nin işçi sınıfının savunduğu gibi bir anayasa yapması mümkün olmasa bile, bu tartışmaları kuşkusuz en başta mücadelesiyle etkilemeye ve kendi taleplerinin en azından bir kısmının anayasada yer almasını sağlamaya çalışır, taleplerini açıklar, savunur ve gerçekleşmesi için mücadele eder.
Buradan yazının başına dönüp; anayasaların toplumsal sistemlerin değişmesine ya da iktidardaki sınıf değişmemesine rağmen, onun dönemsel ihtiyaçlarına bağlı olarak anayasalarda değişiklikler yapılması şeklinde değiştiğini bir kere daha yineledikten sonra, Türkiye’de anayasa değişikliklerinin nasıl olduğuna kısaca değinmek faydalı olacak.
Belki hiçbir ülkede bizdeki gibi uzun süre Anayasa’nın değiştirilmesi ya da yeni bir Anayasa yapılması üzerine konuşulmamıştır. Neredeyse 1960 darbesinden bu yana Anayasa tartışmaları yapılmaktadır. Tartışma daha çok, başlıca burjuvazinin çeşitli kesimleri ve bu kesimlerin temsilcileri politikacılar ve aydınlar tarafından sürdürülmüştür, işçi sınıfı ve emekçi halk tarafından ileri sürülen hak ve özgürlük taleplerini, burjuvazinin kendi içinde sürdürdüğü bu tartışmalardan doğal ki ayırmak gerekiyor.
Tartışmanın burjuvazi, tekeller ve politikacıları arasında sürmesinin nedeni, çeşitli burjuva kesimleri arasında Anayasa’dan ve diğer yasalardan (Siyasi Partiler Yasası vb) kaynaklanan çıkar çelişmeleri ve çatışmalarının mevcudiyetidir. Bizde daha bütün burjuva kesimlerinin mutabakat sağladığı bir Anayasa yapılamamıştır.
Bizde Anayasalar (1876 Anayasasından bu yana farklı Anayasalar olarak kabul edebileceğimiz altı Anayasa da) askerler aracılığıyla yapılmış ve değiştirilmiştir. 1921 ve 1924 Anayasasını TBMM yapmıştır diye itiraz edilebilirse de, bu dönemde askerlerin iktidar dizginlerini ellerinde tutmaları nedeniyle, bu iki anayasanın da asker tarafından yapıldığını söylemek yanlış olmaz.
3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu ve sonra Tanzimat Dönemi’ndeki Hatt-ı Hümayunlar ve Islahat Fermanları Anayasal hareket ve düzenlemeler kabul edilirse, bu düzenlemelerde dış güçlerin baskısının önemli etkisi olmuştur. Osmanlı’ya rakip Batılı burjuva devletler, Osmanlı’yı parçalamak için Osmanlı egemenliği altında gelişen kapitalizme paralel olarak yükselen milli hareketleri kışkırtmış ve desteklemiş, çeşitli milliyetlere ilişkin azınlık hakları olarak bazı hakların tanınmasında etkili olmuştur. Azınlıklara tanınan haklar, giderek aydınlar ve ilerici güçler tarafından herkes için talep edilmeye başlanmıştır. Diğer taraftan cılız da olsa gelişen burjuvazi, özellikle ticaret burjuvazisi ve Batı’dan etkilenmiş genç subayların siyasal etkinliğinin de hak ve özgürlük hareketinde, meşrutiyet kavgasında rolü olmuştur.
Genç Osmanlılar, Jön Türkler, daha sonra ittihat ve Terakki bu hareketlerin öncülüğünü yapmıştır. Birinci ve İkinci Meşrutiyet, 1876 Anayasası, 1908’de “Hürriyetin İlanı” ile Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girmesi, ülkede anayasal hareketin tarihsel köşe taşları kabul edilir.
Cumhuriyet’in ilanı, Kemalist reformlar, 1921 ve 1924 Anayasaları, aslında Osmanlı topraklarında burjuvazinin filizlenmesi ve giderek güçlenmesiyle paralel giden, elli yıllık ilerleme, modernleşme hareketinin devamıdır.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Türkiye’nin ABD’ye yaklaşması ve kurulan yeni burjuva dünyasında yerini alması için çok partili sisteme geçmesi, CHP Diktatörlüğü için yapılmış anayasayı yetersiz kılmıştır. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı komutanları Atatürk, İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir vb.nin siyasi iktidardaki fiili etkili durumları nedeniyle sorun olmayan askerlerin siyasi iktidar içindeki rolü, Menderes-Bayar iktidarında sorun olmuş, askeri kast 1960 darbesinden sonra yaptırdıkları anayasal düzenleme ile siyasi iktidar içindeki yerlerini anayasal güvence altına almıştır.
MGK, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakana bağlı olması, Cumhurbaşkanı’nın emekli bir asker olması geleneği, askeri mahkemeler, vb. bu dönemden sonra gerçekleşmiştir.
1960 darbesinde reformcu burjuvazinin temsilcilerinin rol alması, emperyalistlerle uzlaşan orta sınıflar ve temsilcilerinin, büyük burjuvazinin yanı sıra darbenin oluşumunda etkili oluşları ve Bayar-Menderes diktatörlüğü’ne karşı mücadele içinde ve onunla bağlantılı olarak darbenin ortaya çıkmış olması, görece demokratik bir siyasal ortamı koşullandırmış ve bu da 1961 Anayasasına yansımıştır. Darbeyi destekleyen ilerici üniversite hocaları, 1961 Anayasasının hazırlanışında görev almışlar ve yapabildikleri kadarıyla, Batılı devletlerin anayasalarına benzer çağdaş burjuva bir anayasa yapmaya çalışmışlardır.
1961 Anayasası, 60’lı yıllar boyunca gerici-faşist siyasi çevreler tarafından eleştirilmiş ve 1971 darbecileri topluma “bol” geldiğini iddia ettikleri ’61 Anayasası’nı daraltmışlardır.
1982 Anayasası da anayasal hak ve özgürlükleri daha da kısıtlamıştır. 12 Mart ile daraltılan ceket, 12 Eylül ile atlet fanila haline getirilmiştir. 12 Eylül sonrası, anayasa tartışmalarının çoğu, 12 Eylül cuntacıları tarafından partileri kapatılmış ve siyaset yapmaları yasaklanmış Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’in partilerinin başına geçmeleri ve siyaset yapabilmelerine odaklanmıştır.
İlerici, “solcu” aydın çevrelen, 1982 Anayasası’nın lâfzî olarak dahi Batılı burjuva normlara çok uzak olması nedeniyle, hakların en azından 1961 Anayasasındaki sınırlarına genişletilmesi çerçevesinde Anayasa değişikliği tartışmalarına katılmıştır.
İleri işçiler, işçi önderleri ve devrimciler ise, mevcut yasa ve yasaklara rağmen, hak ve özgürlükleri fiilen kullanma yolunu seçmişlerdir. Özellikle basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü konusunda haklar, zaman zaman gerileyerek, Anayasa ve yasalara rağmen fiilen kullanılagelmiştir.
1995’den bu yana Anayasa tartışmalarına patronlar kulübü TÜSİAD da katılmaktadır. TÜSİAD’ın çeşitli akademisyenlere hazırlattığı Anayasal değişiklik önerileri, esasen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin gereklerine ve “küreselleşme” saldırganlığına uyum sağlanması için gerekli olan değişikliklerdir. AB ve “küreselleşme”nin öncüsü ABD yeni dönemde Anayasa ve yasalarda bir geçişgenlik, paralellik istemektedir. TÜSİAD’ın Anayasa’da istediği değişiklikler de, yerli tekellerin emperyalistlerinkiyle birleşen istekleri doğrultusunda ileri sürülmektedir.
Bazı “solcu” çevrelerin TÜSİAD’ın Anayasa değişikliği taleplerinin lâfzî kısmını öne çıkararak, TÜSİAD’ı “ilerici”, “demokrat”, “solcu” vb. ilan etmeleri, aslında bu çevrelerin küreselleşmeye uyum çabalarının ifadesidir.
Yukarıda belirtildiği gibi, lâfzî olarak benzer şeyler söylemek, aynı amaçlara sahip olmak ve aynı sonuçları istemek anlamına gelmez. Küreselleşme ile başlayan ve insan hakları çerçevesi içinde emperyalist burjuvazi tarafından kategorize edilen bazı haklar, örneğin “azınlık hakları” ya da bazı “ulusal” hak ve özgürlükler, aynı sözlerle formüle edildiği halde, farklı amaçlarla kullanılmaktadır. İşçi sınıfı ve sosyalistler ulusal hak ve özgürlükleri demokratik bir hak olması, halkların baskıdan kurtularak ulusal ve sınıfsal varlıklarını geliştirmesi için savunurken; emperyalistler ve işbirlikçileri, enerji kaynakları ya da stratejik önemleri nedeniyle ilgilendikleri bölgelerdeki devletleri bölüp parçalamak, kendilerine doğrudan bağımlı uydu devletler yaratmak ve o bölgedeki çıkarları için bu devletler içinde askeri vb. mevziler elde etmek, son olarak da, “hakları”nı savunur göründükleri kesimleri yedeklemek için savunmaktadır.
Emperyalistlerin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslardaki insan hakçı, azınlık hakları savunucusu görünüşlerinin temelinde bu amaçlar vardır.
TÜSİAD’ın Anayasa değişikliklerinde yer verdiği Kürtçe üzerindeki yasakların kaldırılması önerisi, bir taraftan emperyalistlerin bu konudaki taleplerine uyum sağlamak, diğer taraftan Kürt muhalefetini yedeklemek isteğinden kaynaklanmaktadır. Demokratizmle ilgisizdir.
İleri işçilerin, Kürtlerin, devrimcilerin yıllardır ileri sürdükleri taleple sadece lâfzî olarak, o da kısmen benzerlik taşımaktadır.
Bugün, Anayasa değişikliğinden ve demokratikleşmeden söz eden TÜSİAD dâhil hiçbir burjuva parti ve mihrakın, değişiklik önerileri içinde; MGK’nın kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, Askeri Mahkemelerin kapatılması, Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimine tabi olması, YÖK’ün kapatılması, RTÜK’ün kapatılması, DGM’lerin kaldırılması, HSYK’dan Adalet Bakanı ve müsteşarının çıkarılması, üyelerinin seçimle gelmesi ve kararlarının yargı denetimine tabi olması, memurların yargılanmasını zorlaştıran yasal düzenlemeler kaldırılması, Adli kolluk kurulması, Jandarma’nın kaldırılması vb. değişiklikler yoktur.
Yukarıdaki değişiklikler olsa da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası demokratik bir anayasa ve rejim burjuva demokrasisi bile olamayacaktır. Fakat burjuva demokrasisinin asgari koşullarını bile savunmayan TÜSİAD, ANAP vb. bugün demokrasi havarileri pozuna bürünmüşlerdir ve bazı “solcu” çevreler de maalesef bunları burjuva demokratı, ilerici olarak topluma kabul ettirme gayreti içindedir.
İşçi sınıfı ve emekçiler, yukarıda saydığımız değişikliklerle dahi yetinemez. MGK’nın kalkması askerlerin siyasi iktidar içindeki yerini tek başına etkilemeyecektir. RTÜK’ün kalkması basın yayın alanında müthiş bir özgürlük sağlamayacaktır. YÖK’ün kaldırılması hemen ertesi gün üniversitelerin demokratik ve özerk üniversite olmasını getirmeyecektir. Ancak bunları bile savunmayan demokrasi havarileri, lâfzî düzeyde ileri sürdükleri değişiklik istekleriyle ileri bir talep öne sürmemektedirler.
Kamu emekçilerinin grev ve toplu sözleşmeli sendika hakkı için yıllardır verdikleri mücadele, bu demokrasi havarilerini hiç ilgilendirmemektedir. Sahte sendika yasasına oy verirlerken sendika özgürlüğü konusunda tek söz söylememişlerdir. Emekçilerin siyaset yapabilmesi için barajların kaldırılması ve demokratik bir seçim sistemini bile savunmadıkları gibi, iki turlu seçim sistemini öne sürüp aslında yüzde elli barajı savunarak emekçileri hepten siyaset yapamaz hale getirmeyi amaçlamaktadırlar
Bizim demokrasi havarileri, Anayasa’nın giriş ve başında bulunan ve faşist yasakçılığın açık ifadesi olan kısımların değiştirilmesini önermeye dahi cesaret edememektedir. Anayasanın girişinde “Hiçbir düşünce ve mülahazanın… Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında koruma göremeyeceği…” yazılıdır. Yani 1982 Anayasası, ne olduğu kimse tarafından tam olarak açıklanmayan (ama uygulamadan 12 Eylülcülük olarak anlaşılan) Atatürk milliyetçiliği dışında bir düşünceyi, bu düşünceyi savunmayan siyasi partiyi, bu düşünce çerçevesine girmeyen hak ve özgürlüğü koruma altına almamaktadır. Yani Atatürk milliyetçisi olmayanlar anayasal güvence altında değildir. Bizim ilerici (ve hatta bazılarına göre devrimci) TÜSİAD’çılarımız, sığ sularda balık avlamaya çalışırken, 12 Eylül faşizminin simgesi hiçbir kurum ve kurala değinmemektedir.
ABD ve AB ise, Anayasa ve yasalarda yapılacak göstermelik değişikliklerle yetinerek Türkiye’yi demokratikleşme yolunda kararlılıkla ilerleyen ülke olarak selamlamaktadır.
ABD ve AB’nin asıl istediği yasal değişiklikler ise, emperyalist sermayenin ve emperyalist tekellerin mallarının Türkiye’ye serbestçe girişinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır, tekelci sermayenin azami karını engelleyebilecek bütün mevzuatın değiştirilmesidir. MAI, MIGA, Tahkim Anlaşmaları, Tütün Yasaları, Özelleştirmeler, Endüstri Bölgeleri vb.ne ilişkin Anayasal değişiklikler bunun içindir. TÜSİAD, ABD ve AB’nin isteklerinin temsilcisi pozisyonundadır.
İşçi sınıfı emperyalist tekellerin ve onların işbirlikçilerinin, TÜSİAD’ların, ANAP’ların ve diğerlerinin oyununa gelmeyecektir. Grev hakkı için, sendika hakkı için, parasız eğitim ve parasız sağlık hakkı için, örgütlenme, gösteri yapma, adil yargı hakkı için, toplantı yapma hakkı için, düşüncelerini serbestçe yayma ve haber alma hakkı için mücadele etmekte, bu haklarını sık sık fiilen kullanmakta ve haklarını genişletmeye çalışmaktadır. Taleplerini elbette elde edecek ve Anayasa’ya da yazdıracaktır. Hak ve özgürlükleri kazanmak ve güvence altına alınmasını sağlamakla yetinmeyecek, işçilerin ve emekçilerin Bağımsız Demokratik Türkiye’sini kurup kendi kurtuluşunun yolunu açarak bir kere daha emeğin haklarını bayrağına yazacaktır.

Temmuz 2001

Spekülatif sermaye krizi ve holding bankaları

Bankacılık sisteminin yaşadığı krizden, kulağa hoş gelen ‘yeniden yapılanmayla’ çıkılması amaçlanıyor. Kim için, kime göre yapılanma?
Gündemdeki yapılanma programı, bazı bankaların tasfiyesi, bazılarının da devlet kaynağı aktarılarak kurtarılmasıyla sağlanacak… Her iki yöntemde fatura, özelinde banka çalışanlarına ve genelinde emekçi halka kesilecek… Bankacılar kitlesel boyutta işten çıkarılacak, şubeler, hatta bankalar kapatılacak…
88 yıllık Türk Ticaret Bankası ve 75 yıllık Emlak Bankası’nın kapısına kilit vuruldu ve holding bankaları da iç borç takasıyla kurtarıldı…
Devlet Bakanı Kemal Derviş’in imzasıyla Uluslararası Para Fonu’na (IMF) verilen niyet mektubunda, her ne kadar ‘reel ekonomi’ ya da ‘güçlü ekonomi’ tanımlamaları yapılsa da, programın esasını para politikaları, daha doğrusu özel sermayeli ticaret bankalarını ‘ayağa kaldırmak’ oluşturuyor.
Devlet bankalarının bir an önce özelleştirilmesi amacıyla, idari ve faaliyetleriyle ilgili yeni kararlar peşi sıra alındı. Özellikle devlet bankalarının ‘görev zararı’ gibi bir anlamda ‘bilânço oyunlarını’ da içeren yöntemlerle ve özel sermayeli bankalara kaynak aktarımıyla, bankaların gözden çıkarılmasının ön çalışması denilecek uygulamalar sonucunda, devlet bankaları bir nevi psikolojik savaş yöntemiyle ekonominin ‘kamburu’ olarak gösterildi.
Ekonominin dolara endeksli yapılanımı arttıkça, sistemin krizi de derinleşti…
ABD Doları’na göbekten bağlı ekonomide, özellikle ‘paradan para kazanmak’ olarak tanımlanacak ‘kumarhane kapitalizmi’ güçlendi, üretken sermaye işlemleri ve sanayi işletmeciliği geri planda kaldı; gün spekülatif sermayenin günü…
Üretimde tıkanıklık yaşanırken ekonomide, kişi başına ulusal gelir de, 1990 sonrasında 3 bin dolara demir attı… 1990’da 2 bin 682 dolar olan kişi başına ulusal gelir, 1993’te 3 bin 56 dolara yükseldi, ama Çiller’in de ‘başarısıyla’ 1994’te 2 bin 161 dolara indi; ancak 1997’de 3 bin doları aştı (3.105 dolar); 1998’de 3 bin 247 dolara kadar çıktı ve 1999’da tekrar 2 bin 880 dolara geriledi, 2000’de nihayet 3 bin 60 dolara ulaşabildi ama hâlâ 1993 yılı düzeyinde; 2001’de küçülmenin yüzde 5 dolayında olacağı varsayımı dikkate alındığında, 2001’de yine 2 bin dolarlara belki de 1990’ların başı bir seviyeye inecek.
1990–2000 döneminde ekonomide bu denli krizli bir dönemin yaşandığı ve kişi başına ulusal gelirin 3 bin doları aşamadığı bir dönemin ardından, hâlâ ‘piyasalar piyasalar’ diyenler, genelde burjuvazinin özelde ise bankalar lobisinin birer propagandistidirler…
Kişi başına ulusal gelirde böylesi bir durgunluğun yaşandığı bu yıllarda büyüme ortalama olarak yüzde 3 civarında gerçekleşti, ama reel faiz tam yüzde 32 gibi (Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, sayfa 2) dünyanın hiçbir ekonomisinin kaldıramayacağı düzeyde oluştu ve deniz bitti… Ekonominin böylesi yüksek faiz afyonuna bağımlılığının artmasının sonucunda bugün, bütçenin vergi gelirleri sırf borç faizine bile yetmiyor.
Bu, genelde kapitalizmin, özelde spekülatif sermayenin bir mucizesidir…
Bütçenin faize ve dolayısıyla borç verenlere ipoteklendiği bu dönemde, devlet bankalarının sektördeki (aktif, kredi ve mevduat açılarından) payı ciddi oranda küçülürken, özel sermayeli yani holding bankalarının payının sürekli büyümesi bir tesadüf olmasa gerek.
Bunlar, aynı zamanda kapitalizmin krizinin de önemli bir yönüne işaret ediyor. Bu, aslında kumarhane kapitalizminin derinleştirdiği bir krizdir, para piyasaları özelinde ise holding bankacılığı krizidir.
Bakan Derviş’in şekerciliğin, tütüncülüğün bitirilmesi ve Telekom’a yönetici atanması gibi ‘tapusal’ bedeller karşılığında dışardan bulabildiği borcun 15 milyar doları geçtiği bir sırada, devletleştirilen holding bankalarına bir kalemde tam 12 milyar dolar aktarılması (Engin Akçakoca, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı, Hürriyet, 10 Mayıs 2001), krizin gerçek adresine işaret ediyor. Aktarma hâlâ devam ediyor; dipsiz bir kuyu…
Fona devredilmeyen holding bankalarına da Derviş ‘icadı’ takasla kaynak aktarıldı…
Türkiye Bankalar Birliği’nin, Bankalarımız 2000 raporu incelendiğinde, sektörün bu yapısal sorunlarını görmek mümkündür.
İktisat Bankası (15 Mart 2001) ve Ulusal Bank (28 Şubat 2001) bu yılın başında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredildiği için, Türkiye Bankalar Birliği’nin, batık bankalarla ilgili verileri sadece 11 bankayı ve 2000 yılını kapsamaktadır. İktisat Bankası geçen yılda 874 trilyon 81 milyar lira, Ulusal Bank da 94 trilyon 297 milyar lira zarar etti. Bu durumda fondaki bankaların zararları toplamı 4 katrilyon 278 trilyon 305 milyar liradır. Ayrıca aktifleri ve diğer verileri de buna göre değişmektedir. (Bkz. tablo 1)

SEKTÖRE BATIK BANKA DARBESİ – Tablo-1
(2000 – trilyon TL; döviz açığı, milyon dolar)

Kamu         Özel         Yabancı     Fon
Bankaları     Bankalar    Bankalar     Bankaları     Sektör
Aktif            35705        49434        5645        8862        104283
Kredi            9221        18644        366        2224        34213   
Mevduat        27606        29792        2217        8827        68442
Net Kar/Zarar        -177        529        34        -3310        -2709
Batık Kredi        1153        1138        28        1569        3940
Döviz Açığı        -652        -11474        -1532        -3960        -17301
AÇIKLAMA        Kalkınma ve yatırım bankaları hariç

‘PARADAN PARA KAZANMA’ KAPİTALİZMİ
1980 sonrası 24 Ocak ekonomisi ve 12 Eylül siyasetiyle, sermayenin ‘yeniden’ yapılandırılmasına yönelik politikalar izlendi… İdeologlar tarafından bunun gerekçesi de “dünyada şunlar yaşanıyor, Ankara bunun dışında kalamaz” şeklinde özetlendi.
1 Temmuz 1980’de faiz oranlan serbest bırakıldı. 2 Mayıs 1981’de kurlarda günlük ayarlama sistemine geçildi. ANAP’ın hükümet olmasının haftasında, 29 Aralık 1983’te alınan kararlarla kambiyo rejiminde serbestleşme dönemi başladı. 8–9 Ağustos 1989’da 32 sayılı kararnameyle sermaye hareketlerinde serbestleşme dönemi başlatıldı. TL’nin de konvertibl bir para olduğu açıklandı. Fakat tercih edilen TL değil, dolardı.
Artık TL’nin erimesi, engellenemez oldu; sıcak para politikasıyla günlük istikrar nutukları atıldı. Böylece kurdaki hareketlenme, piyasalardaki özellikle spekülatif hareketlerin etkinliğinde bugüne kadar süregeldi. Bunun sonucu olarak, 1989’da 2 bin 120 lira olan 1 doların değeri, 1995’te 45 bin 705 liraya, 2000’de de 676 bine ve 22 Haziran 2001’de de 1 milyon 285 bin liraya yükseldi.
Kambiyo piyasasındaki serbestleşme ve konvertibiliteye geçişle, kriz derinleşti, büyümenin istikrarsız özelliği daha da arttı, enflasyon dizginlenemez oldu. Son 20 yılda önceki dönemlere kıyasla yıllık ortalama, hem enflasyon daha da arttı hem de büyüme oranı küçüldü (Özgürlük Dünyası, s. 109, Mart-Nisan 2001, sayfa 15). 1960’tan 1980’lere kadar yıllık ortalama yüzde 6’ya yakın düzeyde gerçekleşen büyüme oranı, 1980 sonrasında yüzde 4’ün altında kaldı. Yıllık ortalama, 1960–70 döneminde yüzde 5,5’i geçen enflasyon oranı, 1970-’80 döneminde yüzde 25 düzeyinde gerçekleşti. Daha sonraki dönemde ise bu oran, yüzde 65’i aştı.
Üretimin tıkandığı bir ekonomik yapıda, sermaye transferinin bir aracı olarak fiyat politikalarına öncelik verildi. 1990’larda, 1940’ın ilk yarısındaki, yani İkinci Dünya Savaşı enflasyon ve küçülme oranı rekorları yenilendi.
Döviz, para ve sermaye piyasalarını ‘oluşturmaya ve güçlendirmeye’ yönelik politikaların sonucunda, finans sermayesi olarak spekülatif sermaye, sistem içinde sanayi, ticaret sermayesinin önüne geçip her geçen gün palazlanarak ilerledi.
Paradan para kazanma ilişkileri güçlendirildi…
Düne kadar sanayi, ticaret ve finans alanında görülen yerli ve yabancı sermaye işbirliği, tamamen spekülatif alanı da kapsadı. Böylesi bir işbirliğinin sonucunda, Merkez Bankası ve Hazine’nin kontrol edebileceği büyüklüğün üzerinde spekülatif amaçlı likidite oluştu.
Türkiye’nin gayri safi milli hâsılasının (GSMH-ulusal gelir) 124 katrilyon 406 trilyon lira olduğu 2000 yılında, borsadaki hisselerin işlem hacmi ve özel sektörün diğer menkul kıymetler işlem hacmi 111,9 katrilyon, bono-tahvil piyasası işlem hacmi tam 1.005 (yani, bin beş) katrilyon 669,9 trilyon ve repo piyasası işlem hacmi 554,1 katrilyon olup, toplamı 1.671 (bin altı yüz yetmiş bir) katrilyon 732,1 trilyon lirayı aştı. Merkez Bankası verilerine göre, 2000 yılı Merkez Bankası döviz ve efektif işlem hacmi 179 milyar 924 milyon dolar (Merkez Bankası, Yıllık Rapor 2000, sayfa 91). Buna, yarısı kadar sokakta döviz büfelerindeki işlemler de eklendiğinde toplam, 269,9 milyar dolara, ortalama kurdan 165 katrilyon 794,5 trilyona yaklaştı. Böylece 2000 yılında spekülatif sermayenin, ‘at oynattığı’ piyasaların toplamı 1.837 (yani bin sekiz yüz otuz yedi) katrilyon 526,6 trilyona ulaştı.
124,4 katrilyonluk bir değerin yaratıldığı ekonomide, spekülatif sermayenin (tahmini) işlem hacmi 1.837,5 (bin sekiz yüz otuz yedi buçuk) katrilyon liradır. Reel değerin yaratılmadığı piyasaların hacmi, reel ekonomiden 14,77 misli daha büyüktür. Bu oran, ekonominin küçüldüğü 1999 yılında 18,35’ti. 1995–2000 döneminde bu oran artış kaydetti. Dünya ölçeğinde Türkiye’deki oran küçük olabilir, ama Türkiye ekonomisi de uluslararası platformda çok da büyük değildir. Ekonominin bugünkü potansiyeli, bunun bile tahribatı altında kaldığı içindir ki, spekülatif sermaye hareketleri, Kasım ve Şubat krizlerinde önemli bir rol oynamıştır… Ufukta yeni sinyaller de yok değil, kriz üretmekte hayli gayretli bir ‘sermaye birikimi yapısı’ var… (Bkz. tablo 2)

MALİ PİYASALAR VE ULUSAL GELİR – Tablo-2
(1995 – 2000; trilyon TL)

Özel Sektör     Kamu                 Döviz ve              Ulusal
Kıymetleri     Kıymetleri      Repo         Efektif         Toplam (A)     Gelir (B)     (A/B)
1995    2.2673,9    22.247,6    5.782,0    –        30.703,5    7.855,0    3,61
1996    3.456,4    73.980,1    18.340,0    –        95.776,5    14.978,0    6,39
1997    9.284,7    185.792,8    58.192,0    –        253.269,5    29.393,0    8,62
1998    18.173,8    298.585,0    97.278,0    24.571,3    438.608,1    53.518,0    8,20
1999    37.070,2    1.085.422,4    250.724,0    63.370,5    1.436.587,1    78.283,0    18,35
2000    111.941.2    1.005.669,9    554.121,0    165.794,5    1.837.526,6    124.406,0    14,77
(Özel sektör ve kamu kıymetleri: Hisse senedi, tahvil, bono, ve diğer menkul kıymetler.
Döviz ve efektif piyasası, Merkez Bankasının bankalararası verileri ile bu yapı dışında büfelerdeki işlemin, Merkez Banka işlemin %50’si kadar olacağı varsayımla toplam hesaplandı. Kaynak; SPK, IMKB ve TCMB.)

Piyasa tapıcı ekonomistlerin yorumu da, piyasalar ‘Kâbe’sine göre oluyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda hisselerin ortalama fiyatının yüzde 485,6 oranında artması, yani hisselerin yüzde 485,6 kazandırması piyasaların önemli bir tepkisi olarak değerlendirildiği 1999 yılında, ekonominin yüzde 6,1 oranında küçülmesi ise görmezden gelindi; küçülen ekonomide, borsanın nereden kazandırdığı kulak arkasına atıldı. Bunlar için varsa da yoksa da, paradan para kazanmak, üretim, istihdam ve yatırım, göz ardı edilmesi gereken unsurlar. Bunun içindir ki, akşama kadar televizyonlarda saatlik, hatta dakikalık ekonomi lafı yapanların tek derdi, borsa, döviz ve faiz üçgeni…
Yani mal ve hizmet piyasası, yine sistemin adlandırmasıyla emek piyasasını göz ardı edenler, döviz, para ve hisse senedi piyasalarını esas aldı. Çünkü spekülatif sermayenin bu piyasaları yükselen değerler olarak öne çıkarıldı.
Döviz piyasasının sistemdeki rolü özellikle sıcak para olarak bilinen kısa vadeli yabancı sermayenin girişiyle artırıldı.
TL’nin tahtı da sarsıldı; döviz, tasarruf aracı olmada TC’nin resmi para birimi TL’yi bile solladı. 1990’da 100 liralık TL tasarruf mevduatına karşın, 69,2 lira döviz mevduatı vardı. Bu miktar, 2000 yılında 155,5 liraya yükseldi. Yani 10 yılda tasarruf aracı olmada ABD Doları, resmi para TL’nin yerini aldı. 1990 yılında 22,5 trilyon lira olan döviz tevdiat hesabı, 1.240 misli artarak geçen yılda 27,9 katrilyona yükseldi, aynı dönemde tasarruf mevduatı ise 549,1 misli büyüyerek 32,6 trilyondan ancak 17,9 katrilyona çıktı.
Ayrıca Hazine’nin garantisiyle özellikle bankaların dışarıdan borçlanmasıyla ve sıcak paranın da bono, hisse senedi ve döviz piyasasında işlemler yapmasıyla, döviz piyasasının rolü daha arttı. Bankaların döviz varlıklarının, döviz yükümlülüklerini karşılayamaması, yani döviz pozisyonu açığı nedeniyle, döviz piyasasında ani gelişmelerin bir nedeni de bankalardır. 19 Şubat’ta da böylesi bir talep yaşandı. Ve arkasından izlediğimiz ve yaşadığımız ‘sahneler oynandı’…
Döviz gelirlerinin yetersizliği nedeniyle, sıcak paranın zaman zaman ani yurtdışına çıkış yapmasıyla, ekonomi sık aralıklarla dalgalandı… Bu, sadece döviz piyasasıyla sınırlı kalmayarak, para ve sermaye piyasasına da yansıdı…
Sıcak para çıkışından kaynaklanan krizi yaşayan Malezya, dövize (sıcak paraya) belli bir süre ülkede kalma zorunluluğu getirilmesi gibi sınırlamaları içeren politikaları uyguladı (Fatih Özatay ve Güven Sak, Radikale dizi ve Ekorehber, 30 Mart 2001). Malezya’nın önemli gelişmeler sağladığı da ifade ediliyor. Türkiye’de sıcak para sahiplerinin ve içerdeki işbirlikçilerinin öne sürdüğü ‘piyasalara müdahale yapılamaz’ politikası nedeniyle, Malezya’nın sınırlamaya yönelik politikası görmezden gelindi.
Spekülatif sermayenin, döviz gelirlerinin yetersizliği nedeniyle bu piyasada kolayca hareketlenmeye neden olabildiğini, en yakın Kasım ve Şubat kriziyle görme imkânı bulduk.
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Akın İzmirlioğlu da, sermayenin spekülatif hareketleriyle ve sıcak para politikasıyla krizler arasındaki bağlantıya dikkat çekmek zorunda kaldı (4 Mayıs 2001 tarihli açıklaması). Nihayet. Fakat Malezya benzeri bir politikayı önerme cesareti de gösteremedi.
Merkez Bankası başkan yardımcılığına atanan Fatih Özatay, bu göreve başlamadan bir gün öncesinde Radikal’deki köşesinde bir dizi makale yazmaya başladı ve makalesini numaralandırdı, ama ataması nedeniyle yarım kaldı. Özatay, bu makalesinde döviz piyasasında belirli sınırlamalara gidilmesi gereği üzerinde durdu (Radikal, 16 Mayıs 2001). Bakalım, bürokrat oldu, söylediğini yapabilecek mi? Öncelikle sıcak para denetlenmeli…
Reel sektör temsilcileri de faizden, repodan kazanmayı tatlı bulunca, bu alanın sermayedarlarıyla yaşanılan çelişki, ancak krizde spekülatif sermayenin rolü ortaya çıktıkça sesini yükseltmeye başladı.
Sermayenin ve sermayedarın sanayi, finans, ticari veya “spekülatif” ayrımı, mekanik olarak anlaşılmamalı. Çünkü bilinen holdinglerin bu alanın her biriyle doğrudan ilişkisi vardır.
Borsada işlemlerin hâlâ hamiline yapılması, spekülatif sermaye gelirinin vergilendirilmemesi, sistemin bir ekonomi politikasıdır. Asgari ücretli yüzde 15 vergi ödüyor, ya bonodan ve borsadan trilyonları götürenlerse, kuruş ödemeyeceklerdir: “2000”de banka faizi, döviz tevdiat hesabı ve repo geliri olanlar, tutarı ne olursa olsun beyan etmeyecekler ve vergi de ödemeyecekler… Mevcut yasaya göre 2000 yılında, borsadan 10 milyar, 100 milyar, hatta 1 trilyon lira ve daha fazla kazanç sağlayanlar da vergi ödemeyeceklerdir.” (Prof. Dr. Şükrü Kızılot, Sabah, 7 Mart 2001)
Krize karşın, spekülatif sermayenin kazançlarının bugünkü koşullarda bile vergilendirilememesi, bu alanın etkini bankalar lobisinin ne kadar güçlü olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir.

SİLAHSIZ SOYGUN: HORTUMLAMA
Soygunun bilinen tanımlamasına uygun olarak yapılanı silahlı olanıdır. Kapitalizm, emek gücünü ‘özgürleştirmesi’ ve feodalizmin ekonomi dışı zorunu ortadan kaldırması gibi, soygunda da benzer bir değişimi gerçekleştirdi.
Artık 21’inci yüzyıl dünyasında soygun, politik ve bürokratik kurmayların el birliğiyle silahsız olarak yapılıyor.
Ekonomi literatürüne Ankara’nın katkısı olarak geçecek olan ‘hortumlama’ silahsız yapılan bir soygun türüdür…
Önce her bir holdinge birer banka kurduruldu, arkasından içinin boşaltılması işleminin tamamlanmasıyla bu bankalar devletleştirilerek, operasyon tamamlandı.
Bugün ise, bankacılık sisteminde, holding bankalarının devletleştirilmesiyle yaşanılan krizi, devlet bankalarının görev zararıyla perdelemeye yönelik bir psikolojik harekât yaşanıyor. 1 Temmuz’da kapatılacak olan Türkbank hariç, devletleştirilen 12 bankanın hepsi de holding bankalarıdır. 2000 yılı zararı 4,3 katrilyona yaklaştı.
1990’lı yıllarda, sistemde devlet bankalarının sektörel payı azalırken, holding bankalarının payıysa arttı. Böylesi yapısal bir değişimin sonucu olarak, holding bankalarının silahsız olarak soyulmasına, yani hortumlanmasına bağlı olarak sistemde, hem bankaların içinin boşaltılması ve devlet bankaları kaynaklarına el konulması, hem de öz sermayelerinin yetersizliği gibi nedenlerle sektörde bir holding bankacılığı krizi yaşanıyor.
Bu krizin sektörü etkileme boyutuna göre, 1990’lı yılların ikinci yansından itibaren kârlılığı hızla azaldığı, fondaki bankalar nedeniyle zarar arttığı için geçen yılın sonunda sektörün dönemsel zararı 2 katrilyona yaklaştı.
Bu artış, bir anlamda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu yönetiminde olan holding bankalarından kaynaklanıyor, içinin boşaltılması sonucudur ki, bu bankalar devletleştirildi.
Bir yandan devlet bankalarının özelleştirilmesi her fırsatta tekrar edilirken, diğer yandan holding bankaları devletleştiriliyor; sistemin paradoksu…
Bankalar Kanunu’nun gerek parça parça gerekse bütün olarak sık sık değiştirilmesinin -1999 Haziran ayından bugüne önce tüm bankalar kanunu değiştirildi, arkasından iki kere daha birçok maddesi değiştirildi ve bugün tümden değiştirilmesinin yeniden gündemde tutulmasının- paylaşım kavgasıyla doğrudan ilişkisi olsa gerek. Yoksa bu bir tesadüfle ya da bilmezlikle açıklanamaz.
Koçbank Yönetim Kurulu Başkanı Burhan Karaçam’ın -1990’lı yıllarda Yapı ve Kredi Bankası Genel Müdürü- sistemi içerden iyi bilen birisi olarak, yapılan yasal düzenlemelerin sorunların çözümünü sağlamayacağı iddiasında bulunurken, isim vererek ‘holding bankacılığı’ üzerinde durması dikkat çekicidir (Hürriyet, 3 Haziran 2001).
Holding bankacılığı buhranı olarak bankacılık sistemin yaşadığı kriz, kamu bankalarına havale edilmek isteniyor. Kamu bankalarının görev zararını sistemdeki ana sorun olarak göstermekle, kriz perdelenmeye çalışılıyor. (Özgürlük Dünyası, s. 109, Mart-Nisan 2001, sayfa 27–28) Bundan, devlet bankalarının sorunsuzluğu anlaşılmamalıdır.
Elbette bankacılık sisteminin krizi, devlet kapitalizminden de soyutlanamaz…
Bir yandan devletleştirmeler krizi derinleştirirken, diğer yandan da bankacılık sektörü devletleştirildi… Sektörün tüm yükümlülükleri devlet tarafından üstlenildi. Böylece devlet kapitalizminin etkinliği genişletildi… Sistemdeki böylesi bir durumu maskelemek isteyenlerin, çözüm denildiğinde akıllarına ilk gelen, devlet bankaların hemen elden çıkarılması oluyor. Bakan Derviş’le bu muratlarına ereceklermiş gibi görünüyor…
Sayıştay’ın 2000 Yılı Mali Raporu, görev zararında yaşanılan gerçeği ortaya koyuyor. Görev zararına piyasa rayicinin birkaç misli üzerinde yüzde 300’e varan oranda faiz uygulanması nedeniyle, 1993 yılının 315 milyon doları, 1997’de yapılan 712 milyon dolarlık ödemeye rağmen, 1999’da tam 11 milyar dolara ulaştı. Aynı faiz oranının uygulanması halinde, bu miktar 2002’de 34 milyar dolar olacak. Rakamsal şişkinlik devlet bankalarının zararını arttırıyor. Bu da, devlet bankalarının hedef tahtasına kolaylıkla konulmasını sağlıyor.
Bugün holding bankaları en resmi ağızdan, Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Şükrü Binay tarafından şöyle yorumlandı: “Özel bankalar kurumsallaşmayı sağlamalılar. Eğer bunu yapamazlarsa, dışardan banka ithal ederiz. Bundan da utanmam” (İstanbul’da Finans Dünyası Dergisi toplantısı, 14 Haziran 2001; Dünya, 15 Haziran 2001). Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Ali İhsan Karacan da, (öncesinde Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı idi) ertesi gün yanıt verdi: “Önce Merkez Bankası ithal et” (Dünya, 16 Haziran 2001).
En iyisi, her ikisinin kurumlarından kurtulmak!

“KKTC’DE 40 MİLYAR DOLAR AKLANIYOR”
Holding bankalarının içini boşaltanlar, politik ve bürokratik kurmayların da desteğiyle değişik yöntemler uyguladı. Bunlardan birisi off-shore bankası kurmaktı.
Bu uygulamada KKTC, bir nevi pilot bölge seçildi…
Devletleştirilen her banka ve hatta kayıt-dışı işlemlerde sağlanan parayı aklamayı amaçlayanlar, KKTC’de birer off-shore banka kurdu. 33 özel makam arabası olan Denktaş da [Sabah, 27 Temmuz 2000), yıllardır değişmeyen lider konumunda olup, off-shore’un kaymağı yağlı geldiği için sesini çıkarmadı…
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Civelek’in, Denktaş’ın KKTC’sinde para piyasalarına yönelik yaptığı değerlendirme çok dikkat çekici. Civelek, kumar turizmiyle KKTC’de aklanan paranın 40 milyar dolar olduğunu ve bu paranın kaynağının da eroin ve uyuşturucu olduğunu iddia etti. KKTC’de 80 bankanın 44 tanesinin off-shore bankası olduğunu ve mevduat toplamının da 800 milyon dolar olduğunu hatırlatan Civelek, işte bu off-shore bankaların bulunmasını da kara-paranın varlığına bağladı. [Dünya, 27 Haziran 2000). Bu tür ekonomik ilişkilerle olsa gerek Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in mafya merkezi olarak tanımlandı (Dr. Cengiz Aktar, Radikal 14 Kasım 2000).
Yavru bu haldeyse…
Türkiye ile ilgili yapılan yorumlar da, KKTC’den farksız. “Uyuşturucuya polis yol veriyor. 100 milyar dolarlık uyuşturucu 25 yıldır böyle geçer” (MHP Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici, Radikal, 12 Haziran 2000).
“Eroin sıkıyönetimlerle yerleşti. Eroinle ilgili konuşanlar öldürüldü hep. Uğur Mumcu, Susurluk’a giden yolun uyuşturucuyla döşendiğini görmüştü ki onu da götürdüler… Eroin bürokrasiyi satın alıyor… Interpol Şefi, ‘İstanbul polisine verdiğimiz bilgi kaçakçılara gidiyor’ dedi” (Prof. Dr. Doğu Ergil, Radikal, 19 Haziran 2000).
Susurluk Davası sanığı Yaşar Öz, ABD’ye uyuşturucu ihraç ettiği gerekçesiyle 15 yıl ceza aldı. Öz, ifadesinde, “Ağar’ın benden ricaları oldu” dedi. (Cumhuriyet, 20 Haziran 2000)
KKTC Bankalar Birliği Başkanı C. Yenal Musannif da, sürekli gündemde olan kara-para aklama faaliyetiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Aslında kara-para aklama yeri KKTC değil, TC’dir” (Dünya, 13 Kasım 2000).
TC’nin yardımlarıyla ekonomik faaliyetini sürdüren KKTC’de 1997–1999 arasında 580 milyon dolar yardıma rağmen, bankalar krizi yaşandı. (Milliyet, 7 Ocak 2000). KKTC’nin batık banka tartışması, KKTC’nin ikilisi Denktaş-Eroğlu’nun kapışmasına neden oldu [Hürriyet, 24 Eylül 2000). KKTC’de banka sahibi Denktaş’ın dünürü (bugünkü Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın kayınbabası) batık bankacı Salih Boyacı, geçen yılın eylül ortasında bankacılık krizi nedeniyle TC’nin gönderdiği 25 milyon doların 12,5 milyon dolarını da bir hafta içinde ‘hiç’ etti [Yeni Binyıl, 28 Eylül 2000; Sabah 26 Eylül 2000).
Önce Güney Kıbrıs’a oradan Romanya’ya kaçan batık KKTC’li bankacı Elmas Güzelyurt, kendisinin ‘Rum pasaportunun’ olduğunun hatırlatılması üzerine, KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu’nun da ‘Rum pasaportunun’ olduğunu söyledi [Hürriyet, 25 Eylül 2000).
KKTC’deki batık banka vurgununu 150 trilyon lira olarak açıklayan KKTC Başbakanı Eroğlu, para piyasalarıyla ilgili durumu şöyle özetliyordu: 1992 yılından beri bankalar denetlenmedi ve KKTC Merkez Bankası Başkanı da bilgi gizledi, bizleri yeterince bilgilendirmedi (Dünya, 13 Kasım 2000).
Kayıt-dışı harcama bir nevi devlet politikasıdır. Kayıt-dışı harcama yine TC’nin bir organı olan Sayıştay tarafından bizzat tespit edildi ve raporlaştırıldı. 1971–2000 döneminde kayıt-dışı bütçe giderleri toplamı 116 milyar doları aştı. Yani 116 milyar dolarlık harcama, devletin bilinen denetim mekanizması dışında yapıldı. (Sayıştay, 2000 Mali Yılı Raporu, sayfa, 12) 1999 yılında tespit edilen kayıt-dışı harcama toplamı 610 trilyon olup, bunun 217 trilyonu Milli Savunma Bakanlığı, 32 trilyonu Emniyet Genel Müdürlüğü, 360 milyarı da Ulaştırma Bakanlığı gibi kurumlar tarafından yapılmıştır. (Sayıştay temsilcisi, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda konuştu, 16 Kasım 2000).
Kayıt-dışı ekonomik faaliyetlerin arttığı dönemde ‘çıktı’ vurguncuların olması, holding bankalarının palazlanması bir tesadüf değildir. KKTC sevgisinde böylesi bir faktörün olduğunu, açıklamalardan çıkarmak mümkündür.

FİNANS SERMAYESİ İHRACI
1990’lı yıllarda bankalar, bir biçimde giren parayı, sistem içine çekmek amacıyla gündeme gelen off-shore bankaların yanı sıra, yurtdışında daha öncesinden beri var olan temsilcilik ve şube açma ağını bizzat banka kurarak daha da güçlendirdi. Sermaye ihracında bulundular.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, bankaların yurtdışında 101 tane şube ve temsilcisi var. Ülkeler sıralamasında 43 şube ve temsilcilikle Almanya başı çekiyor. Bunu 13’le KKTC, 8’le Bahreyn, 6’şar taneyle İngiltere ve Malta, 4’le ABD, 3’er taneyle Hollanda, Belçika, İsviçre, Rusya, 2’şer taneyle Fransa ve Lüksemburg, 1’er taneyle Avusturya, Çin, Gürcistan, İran, Makedonya izledi.
Şube ve temsilciliği olan bankalar arasında Ziraat Bankası da ilk sırayı alıyor.
Bankaların yurtdışında toplam 89 tane mali iştiraki ya da bağlı ortaklığı var. Bu ülkeler arasında KKTC, Kazakistan, Özbekistan, Almanya, Azerbaycan, Bosna, Hollanda, İrlanda, İzlanda, Romanya, Bulgaristan, Fransa, İsviçre, Rusya, Malta, Cayman Adaları, Lüksemburg, Avusturya, İngiltere var.
Garanti Bankası’nın 9, Ziraat Bankası ve Demirbank’ın 7, Finansbank’ın 6, Osmanlı Bankası’nın 5; Vakıflar Bankası ile Yapı Kredi Bankası’nın 4’er; Kentbank, Koçbank, Şekerbank, Dışbank, Körfezbank ve Halk Bankası’nın 3’er tane; Akbank, Alternatif Bank, İş Bankası, iktisat Bankası, Bank Ekspres, TEB, Oyakbank, Sümerbank, Yaşarbank ve Emlak Bankası’nın 2’şer tane; Pamukbank, GSD Yatırım Bankası, Okan Yatırım Bankası, Tekstilbank, Toprakbank, Egebank, Esbank, Bayındırbank ve EGS Bank’ın 1’er tane iştiraki ya da ortaklığı var.
Kayıt-dışı paraları aklama ekonomik faaliyetinin bir gereği olarak, içerdeki ve dışarıdaki mali kanallar kullanıldı.
Etibank’ı batırmak ‘iddiasıyla’ tutuklanan Sabah Gazetesi sahibi Dinç Bilgin’in New York Bank Off-Shore, kredi listesi bu anlamda çok önemlidir. [HaberTürk, 23 Mart 2001; Haberatak, 6 Nisan 2001).

DOLARİZASYON AÇMAZI
Bugünkü ekonomik ilişkide sistemin esas para birimi döviz ve özellikle dolardır. ABD’nin kendi parası olan doları ihraç etmesinin hiçbir maliyeti yok, ama dünyada hâkimiyetinin ispatlanması anlamında önemli bir imkândır. Dünya parası düzeyinde doların işlem görmesi, dış ekonomik ilişkilerde ABD lehine olanaklar sağlıyor. Kaynağa gerek duyması halinde ABD, Türkiye’deki gibi para matbuatını sık sık çalıştırmasa dahi faizi biraz yükseltmesi halinde hemen çekim merkezi olabilmektedir; ya da tersi bir operasyon da yapılabilmektedir.
Mali piyasalarda “spekülatif amaçlı” finansal işlemlerin artmasıyla, dünyada dolar işlem hacmi şişiyor ve bunun yarattığı sorunlar da sürekli artıyor. Dünya kumarhane kapitalizmi işlem hacminin günlük 1,5 trilyon dolar ve yıllık da 550 trilyon dolar gibi bir şişkinliğe ulaşmasına karşın dünya reel ticareti yani ihracatı ve ithalatı toplamıysa 12–15 trilyon dolardır. Dünya reel ticaret hacmi, kumarhane kapitalizmi tarafından en fazla 10 günde gerçekleştirilen bir işlem hacmidir. Kumarhane kapitalizminin bu şişkinliği, kapitalizmin kendi kendinin kurdu olduğu değerlendirmesine imkân veriyor.
Dünya kumarhane kapitalizminin Türkiye masasında ne gibi zarların atıldığının hem yaşayanı hem de şahidiyiz…
Sıcak para politikasının bir gereği olarak dışardan döviz borçlanıp bunu içerde TL’ye çeviren bankaların mali yapılarında döviz yükümlülüklerinin artmasından ve döviz varlıklarının azalmasından doğan döviz açığı, sistemi zorlar bir miktara ulaştı.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, 2000 yılında aktifleri toplamı 148,3 milyar dolar olan ticari bankaların döviz açığı, 17 milyar dolardır. Yani bu bankaların döviz borçlan, döviz varlıklarından 17 milyar dolar daha fazladır. Oysa bu miktar 1999’da 13,1 milyar dolardı. Buna göre, sistemin döviz açığı 2000 yılında tam 4 milyar dolar artmıştır. Birkaç 100 milyon dolarlık ‘ani’ işleme karşı duyarlı olan piyasada, bu denli açığın faturası, finansal etken olarak Kasım ve Şubat krizlerinde kendisini açığa vurdu…
Kalkınma ve yatırım bankalarının döviz varlıklarının, borçlarından daha fazla olması nedeniyle sistemin açığı 17 milyar dolardır. Ticari bankaların toplam döviz açığı, 1999’a göre 4,3 milyar dolar artarak 17,6 milyar dolara çıktı. 17,6 milyar dolarda devlet bankalarının payı 652 milyon dolar, özel sermayeli ticaret bankalarınınki 11,5 milyar dolar, batık bankalarınki 3,9 milyar dolar ve yabancı bankaların da 1,5 milyar dolardır.
Tüm bunlar, sistemin döviz pozisyonu açığının özel sermayeli ticari bankalardan kaynaklandığını gösteriyor. Sistemin döviz açığı sorunu, aslında özel sermayeli ticari bankaların sorunudur.
İç borç senetlerin dövize endeksli tahvile dönüştürülmesi yani takas yapılması bu anlamda sistem için çok önemlidir.
2001 ve 2002 vadeli iç borç senetlerinin vadelerinin uzatılmasıyla ilgili yapılan takasın (aslında bir konsolidasyondur), yeniden gündeme geleceği ufak ufak dillendirilmeye başlandı. Bugünkü net 8 milyar doları aşan takas, aslında holding bankaların döviz açığını önemli oranda azaltmaya ve ek olarak da kârlılıklarını artırmaya yönelik bir operasyondur. Batmayanlara yönelik bir harekâttır…
Londra piyasasında (Libor) yüzde 3,9 ve yurtiçi bankalarda yüzde 7-8 olan doların yıllık faizi, takasta yüzde 15’e yaklaştı. Yani dolara yıllık yüzde 7–8 faiz veren bir banka, elindeki iç borç senetlerini yıllık yüzde 15 dolar faiziyle sattı. Dolar faizindeki bu denli uçurumun İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanı Ömer Dinçkök’ün de dikkatini çekmesi (İSO toplantısı, 20 Haziran 2001), soygunun boyutu açısından çok önemlidir. Oysa Bakan Derviş, bir gün öncesinde (19 Haziran’da) TÜSİAD üyelerine takasın başarılı olduğunu anlatmış ve alkışlanmıştı.
TL faiz yükünü dolar faiz yüküne dönüştürmenin adı olan takas, batmayan bankaları rahatlatmanın ve devletten holding bankalarına kaynak aktarmanın adıdır.
Bankacılık sisteminde döviz cinsinden aktiflerin, yani varlıkların, döviz cinsinden pasiflere, yani yükümlüklere oranı, 1990–2000 döneminde devlet bankaları dışında, hem sektörel olarak hem de holding ile yabancı banka gruplarında sürekli azaldı. (Bkz. tablo 3) 1990’larda her 100 dolarlık yükümlülüğe karşın devlet bankalarında 83,5 dolar olan varlıklar miktarı, holding bankalarında ise 88,7 dolardı. 2000’e gelindiğinde devlet bankalarındaki varlık miktarı 93,8 dolara çıkarken, holding bankalarındaysa 74,2 dolara geriledi.
Döviz cinsinden likit varlıkların, döviz cinsinden pasiflere oranı da, devlet ve yabancı bankalarda çok hareketli bir gelişme göstermezken, holding bankalarında tersine bir durum yaşandı ve sürekli geriledi.
Döviz cinsinden aktif ile likit aktif değerlerin, döviz cinsinden pasiflere oranının azalması, döviz yükümlülüklerin, döviz varlıklardan daha hızlı arttığını ortaya koyuyor. Tersi durumda da, varlıkların daha İnalı arttığı anlama geliyor. Bunun sonucunda, gerek sektörün gerekse banka gruplarının döviz pozisyon açığı daha net olarak anlaşılıyor. Böylece döviz piyasasında esas olarak holding bankalarından bir talebin yaşandığı ortaya çıkıyor.
Bankacılık sisteminin nazım hesaplarında da döviz cinsinden hesapların payı, TL cinsinden hesaplara kıyasla büyüktür. Aktif ve nazım hesabı yani sektörün gayri nakdi krediler de dâhil toplamı 209,4 katrilyondur. Bunun 105,1 katrilyonu gayri nakdi krediler, yani bilânço dışı işlemlerdir. Aktiflerinde yabancı para işlemlerinin yüzde 32,2 olan payı, nazım hesaplarında yüzde 62’dir. Bu oran genel toplamdaysa yüzde 49’a yaklaştı.
Sistemde döviz cinsinden işlemlerin etkin olması, 19 Şubat’ta başlayıp 22 Şubat’ta netleşen ‘son’ krizin niteliğini daha iyi anlamamızı ortaya koyuyor.

DEVLETLEŞTİRİLEN ‘ÖZEL’ BANKACILIK
Özel sermayenin en dinamik sektörü olarak gösterilen bankacılık sistemi, tam da internet çağında özel sermayeye yapılan tüm güzellemelere rağmen, devletleştirilen bir sistemdir. Kamu bankalarının özelleştirilmesini isteyenlerin kulağı çınlasın…

DÖVİZ CİNSİNDEN AKTİFLERİN DÖVİZ CİNSİNE PASİFLERE ORANI – Tablo-3
(yüzde)
1990     1991     1992      1993     1994     1995     1996    1997    1998    1999     2000
Sektör                    88,1       90,0       86,8       84,6       96,5    90,6       93,6       89,6       84,9       79,4     76,0
Kamu bankaları     83,5       88,1       89,0        89,9     101,6   95,7     101,8     102,1    97,8       99,2     93,8
Özel bankalar           88,7        89,8        85,1        83,1       94,9       87,9        90,3        86,1        82,6         82,2     74,2
Fon bankaları                  –     –      –      –     –       –      –      –     36,5         23,0     53,2
Yabancı bankalar       87.7       86,7     86,9     82,3    90,6     77,2       81,5     70,7     78,7         75,4    72,6
Açıklama: Bankalar Birliği

Devletleştirme sadece, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun el koyduğu 12 holding bankasından (Türkbank’la, 13 oluyor; 2000’de el konulan banka sayısı 11’di, sonradan 13’e yükseldi) ibaret değildir. Devletleştirme sadece, devlet bankası olan Sümerbank’ın ve Etibank’ın yeniden devletleştirilmesiyle sınırlı değildir.
Sistemin tüm yükümlülüklerine devlet garantisinin verilmesi anlamında bir devletleştirme vardır. Yani davul devletin omzunda, tokmak da özel sermayenin elindedir; özel girişimciliği övenlere ve her derdin devası piyasa diyenlere bu ayıp yeter…
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından çok sınırlı düzeyde tasarruf mevduatına getirilen sigorta güvencesi, Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Tansu Çiller’in Başbakan olduğunun yılı dolmadan 1994 Nisan kriziyle tüm tasarruf mevduatını kapsayacak şekilde genişletildi. Yani Çiller’le tüm tasarruf mevduatına devlet güvencesi getirildi. Bankalar battı, ama mevduatı devlet ödedi. Batıranın da yanına kâr kaldığı için. 1994’ten bugüne 13 banka battı.
Ecevit de, Çiller’den geri kalmadı. Kasım 2000 krizi sonrasında döviz alacaklarını garantiye almak isteyen yabancı finansörlerin IMF kanalıyla gayreti sonucunda, getirilen hükümler ‘ulusalcı’ Ecevit tarafından kabul edildi…
Aralık ayında IMF’ye verilen niyet mektubunda ifade edilen yeni güvencenin boyutlarını, bu yılın başında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (18 Ocak 2001) açıkladı. Bununla ilgili kanunî düzenleme yapılması gerektiği, bu güvencenin hukuki bir temelinin olmadığı iddiası da tartışılıyor. Bu hukuki tartışma bir yana, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) belirlediği güvencenin kapsamı şu:
Garanti, Bankalar Kanunu’nun BDDK ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na verdiği yetkiler çerçevesinde, TMSF tarafından sağlanır. Bu garanti, kayıtlı bilanço dışı yükümlülükler de dahil olmak üzere Türkiye’de kurulmuş mevduat bankalarının ve bu bankaların bilançolarında hesapları konsolide edilen yurtdışı şubelerinin yükümlülüklerini kapsamaktadır. Garanti, bankaların Fon’a devriyle işlerlik kazanacaktır. Gerekli kaynak hükümet tarafından sağlanacaktır. Suça konu teşkil eden uygulamalar kapsam dışındadır. Devralman bankanın tüm yükümlülükleri garanti kapsamında bulunmaktadır.
Buna göre, 2000 yılı tasarruf mevduatı 17 katrilyon 947 trilyon 802 milyar lira, döviz tevdiat hesabı (hepsinin tasarruf mevduatı niteliğinde olduğu varsayımıyla) 27 katrilyon 908 trilyon 64 milyar lira, sistemin tüm bilânço dışı işlemleri de 105 katrilyon 147 milyar lira olup, toplamı 151 katrilyon 2 trilyon 976 milyar liradır. Bankacılık sistemin aktif toplamıysa 104 katrilyon 283 trilyon 106 milyar liradır. Sektörün aktifleri ve bilânço dışı toplamıysa 209 katrilyon 430 trilyon 216 milyar liradır. Buna göre sistemin yüzde 72,1’i devlet garantisindedir. Yani bankacılık sisteminde her 100 liralık yükümlülüğün tam 72,1 lirasına devlet kefildir. (Bkz. tablo 4)

SİSTEME DEVLET ŞEMSİYESİ – Tablo-4
(2000 – milyar TL; yüzde)
Tasarruf mevduatı                 17.947.802
Döviz tevdiat hesabı                 27.908.064
Bilânço dışı yüküm./nazım hesapları         105.147.110
Toplam (A)                     151.002.976
Aktif toplamı/bilânço                 104.283.106
Nazım hesapları+aktifler (B)             209.430.216
Garanti oranı (A/B)                 72,1

“Yok, mu batıran!”
Bankanın yükümlülüğü, yurtiçi ve yurtdışı kurum ya da kişilere karşı olabilir. Döviz tevdiat hesabı, bir döviz yükümlülüğüdür. Bilânço dışı yani nazım hesaplar olarak bilinen teminat mektubu, banka kabulleri, repo işlemleri, garanti ve kefaletler gibi bankanın kefil olduğu işlemlerde, döviz yükümlülüğü payı Türk Lirası’ndan çok daha fazladır. Geçen yıl itibariyle nazım hesaplarında TL’nin payı yüzde 38 iken, dövizin payı yüzde 62’dir. Devletin nazım hesaplara da kefil olması, aslında, döviz yükümlülükten doğan karardır. Çünkü yabancı finansör, IMF gibi kurumların da etkisiyle alacağının garanti kapsamına alınmasını sağlıyor. İçerdeki işbirlikçileri de bundan mahrum kalmıyor, doğal olarak onlar da yararlanıyorlar.
Piyasanın sihrinden ve özel sektörün hür teşebbüsçü ruhundan bahsedenler, sistemin bu denli devletleştirilmesinin hiç mi hiç analizini yapmıyorlar.
Ekonominin en çok piyasa kurallarının işlerlik kazandığı sektör olarak tanımlanan para piyasasında, devlet şemsiyesi altında özel sektör bankacılık oyunu oynuyor.
Ne kapitalizm ama!

FAİZİ, ‘BÜYÜK HESAPLAR’ GÖTÜRÜYOR
Para piyasalarını güçlendirmek adına, yüksek faizin ‘icat’ gibi sunulduğu 1980’li yıllarda tasarrufu artırmak ve dolayısıyla yatırımları finanse etmek için bunun bir zorunluluk olduğu özellikle 24 Ocak+12 Eylül modelinin sivili Özal tarafından hep dillendirildi.
Bugüne kadar da Özal’ı aratmadan hep uygulandı…
Geçen yılki tasarruf mevduatı toplamı 17,9 katrilyon lira olup, bu tam 48 milyon 645 bin 534 hesaba aittir.
Tasarruf mevduatı belli dilimlere bölündüğünde ve bunun da hesap payı bulunduğunda küçüklerin tasarruf edeceği ve faizinden önemli gelir sağlayacağı tezinin, sadece bir iddia olduğu bir kez daha anlaşıldı.
Mevduat tutarı 50 milyon liranın altında olan hesapların mevduat toplamındaki payı yüzde 1,26’dır. Ama bunların hesap toplamındaki payı ise tam yüzde 81,42’dir. Yani her 100 tasarruf hesabından 81,42 tanesinin, her 100 liralık mevduattaki payı sadece 1,26 liradır. Hesabı 100 milyar liranın üzerinde olanların mevduattaki payı yüzde 23,94 olup, bunun hesaptaki payı ise yüzde 0,02’dir. Buna göre 10 bin hesapta 2’sinin tasarruf mevduatı hesabı 100 milyar liranın üzerindedir.
Tasarruf mevduatı hesabın yüzde 81,4’ü mevduatın yüzde 1,26’sına sahip olurken, mevduatın yüzde 23,94’ü ise hesabın yüzde 0,02’sine aittir.
Bu tablo, yüksek faiz politikası ve faiz gelirinden vergi alınmaması siyasetinin karakterini net olarak ortaya koyuyor. Bu bir. İkincisi, tasarruf mevduatına getirilen güvencenin kiminin için güvence olduğunu da gözler önüne seriyor. (Bkz. Tablo 5)

TASARRUF MEVDUATI KİME KAZANDIRIYOR? – Tablo-5
(2000 – yüzde)
Mevduat Payı         Hesap Payı
0-50 milyon TL            1,26             81,42
50 milyon 1-250 milyon TL        3,06            8,55
250 Milyon 1-1 milyar TL        8,42            5,70
1 milyar 1-5 milyar TL            18,61            3,46
5 milyar 1-25 milyar TL        25,98            0,73
25 milyar 1-100 milyar TL        18,73            0,12
100 milyar 1 TL ve yukarısı        23,94            0,02

5 BANKA TEKELCİĞİ
Beş büyük bankanın (2000 yılı itibariyle beş büyük; Ziraat Bankası, Halk Bankası, İş Bankası, Yapı Kredi ve Akbank’tır; fakat holding bankası anlamında buna, Garanti Bankası ve Pamukbank eklenebilir) sektörün aktifteki, mevduattaki ve kredilerdeki payı itibariyle sistemdeki yoğunlaşmanın sektörde etkin konumda olduğu anlaşıldı.
Beş bankanın aktiflerdeki, kredi ve mevduattaki payı itibariyle yapılan araştırmada, 1990–1995 ve 1995–2000 dönemi itibariyle, ticari bankaların artış kaydettiği 1995 sonrasında da beş büyük banka, yüzde 50’lerde olan payını korumuştur.
5 büyük bankanın 1990’da aktiflerde yüzde 54 olan payı 1995’te yüzde 48’e indi. Mevduattaki payı 6 puan gerileyerek yüzde 53 ve kredilerdeki payı da 7 puan inerek yüzde 50 oldu. 1998’de aktiflerde yüzde 44 olan 5 büyük bankanın payı, mevduatlarda yüzde 49 ve kredilerde ise yüzde 40 olarak gerçekleşti. 2000 yılında sırasıyla 5 büyük bankanın payı aktiflerde yüzde 48, mevduatta yüzde 51 ve kredilerde ise yüzde 42 olarak hesaplandı.
Bu veriler 5 büyük bankanın sistemi etkileyecek bir tekelci hâkimiyete sahip olduğunu ortaya koyuyor. Demek ki, sistemde bu 5 büyük bankanın istemlerine en azından uzun vadeli ters bir gelişmenin yaşanamayacağını düşünmek gerekiyor. Sistemde çok banka var diyenlerin, sistemdeki bu yoğunlaşmanın üzerinde durmamaları çok anlamlı olsa gerek.
Sistemdeki bu denli yoğunlaşma, bankalar lobisinin istediğini Ankara’dan kolaylıkla almasına imkân veriyor. Asgari ücretlinin vergilendiği bir dönemde, borsa ve repo gelirlerinin vergilendirilmemesi, bu lobinin gücünü gözler önüne seriyor.

SİSTEMDE HOLDİNG EGEMENLİĞİ
1990’lı yıllarda sisteme hem bir yandan çok banka girdi, hem de bir yandan birçok banka çıktı. Sektörden çıkan daha açık bir deyişle batan bankaların niye böyle bir mali yapıda olduklarıyla ilgili gerekli araştırmayı yaptığımızda, grubun ya da holdingin bir bankasının olduğunu tespit ediyoruz.
Sistemde içi boşaltıldığı için devletleştirilen 13 bankanın (İktisat Bankası ve Ulusal Bank, bu yılda fona devredildi) dışında 27 tane özel sermayeli ticari banka var. Tarım birliklerin Tarişbank’ı, şeker kooperatiflerin Şekerbank’ı ile Turkish Bank hariç, geriye kalan 24 bankanın her biri veya birkaçı birlikte birer holdinge veya gruba ait.
Doğuş Holding’in üç (Garanti, Osmanlı, Körfezbank), Çukurova’nın iki (Yapı Kredi ve Pamukbank), Rumeli Holding’in iki (İmarbank ve Adabank), Fiba Holding’in iki (Fiba Bank ve Finansbank) bankası var. Bu durumda sektörde 9 bankaya 4 grup, geriye kalan 17 bankaya da 17 grup olmak üzere bankacılık sistemine tam 21 holding hâkimdir.
Holding veya bir grup, ticari ilişkilerde gerekli olan teminat mektubunu kolayca sağlamak, devletin iç borçlanma senetlerini almak ve bir diğer bankayla anlaşıp karşılıklı kredi kullanmak amacıyla bir bankaya sahip olmak istiyor. Bankanın sahibi olduğu holdinge vereceği kredi ve teminat mektubu gibi finansal imkânlarla ilgili kanunda var olan sınırlamalar da, diğer bankalarla sağlanan ilişkilerle kolaylıkla aşılmaktadır. Nitekim batık bankalardaki birçok kredi ilişkisinin, karşılıklı birbirine fonlamayla sağlandığı tespit edildi. Yanı sıra off-shore bankaları kurarak, kayıt-dışı ekonomik faaliyetin kolaylıkla sistem içine sokulmasını sağlamak bir diğer önemli ‘sistemsel’ imkândır.
Bankaların sermaye yapıları itibariyle Sabancı, Doğuş ve Çukurova holdingleriyle İş Bankası hareket birliği yaptığında, sistemde isteyip de yapamayacakları bir şey olduğu söylemek mümkün değildir.
Çünkü bu 4 sermaye grubunun sistemdeki payı, sistemi etkileyecek büyüklüktedir. Bu grupların sektörel aktiflerindeki payı yüzde 35,7, mevduattaki payı yüzde 32,2 ve kredilerdeki payı yüzde 42,4’tür. Bu oran özellikle devlet bankaları çıkarıldıktan sonra hesaplandığında, önemli miktarda artmaktadır. Örneğin sistemin aktif toplamı 104,3 katrilyon, devlet bankaları hariç olduğunda da 68,6 katrilyona iniyor. 68,6 katrilyonda bu grupların payı yüzde 54,3’tür. Oysa tüm sistemde bu oran yüzde 35,7 idi.
Bu yapılanımdan dolayıdır ki, bankalar lobisi güçlü lobiler arasında olup, bugüne kadar isteyip de yapamadıkları bir şey yoktur. Bankaların batıp, bunun da politik ve bürokratik kurmay heyetin gayretiyle halka fatura edilmesi, bu lobinin gücünü ortaya koyan önemli bir diğer göstergedir. Batıkların yükümlülüklerini devlet üstleniyor, batmayanlar için de Derviş icadı takas gibi politikalar izleniyor.

“ÇOK BANKA VAR” YALANI
Sektörle ilgili bir değerlendirme yapıldığında iki unsur üzerinde duruluyor: 1. Sistem çok büyük değil, orta çaplı bir Avrupa bankası kadar, 2. Çok banka olduğu için etkinlik de o denli güçlü olamıyor.
Sistemin küçüklüğünü öne sürüp, Avrupa’da bir banka kadar olduğunu iddia edenler ya cahiller ya da çok gevezeler. Bu denli mukayeseli ekonomi bilgisine sahip olanların, Türkiye ekonomisinin Avrupa’nın çokuluslu bir şirketi büyüklüğünde olduğunu da bilmeleri gerekiyor. O halde, böylesi bir ekonomi ‘geyiği’ niye yapılıyor.
Diğeri, çok bankanın faaliyet gösterdiği iddiası da, bir başka ekonomi geyiğidir. Bu iddianın sahipleri, bildikleri tek ve ana ekonomi kanununu, piyasanın sektörde gerekli düzenlemeyi yapacağını, böylece hizmetin en iyi şekilde verilmesini ve kârın maksimize edilmesini sağlayacağını kendi isimlerinden daha çok tekrar ederler. Madem piyasa düzenleyecekse, bu kadar laf cambazlığı niye, bu bir. İki, piyasa kendi temizlenmesini yapacak ve bazılarının da sistemden çıkmasına neden olacaksa, bu kadar telaş niye!
Burjuvazinin ekonomi politiği adına bile artık söylediklerinin bu denli anlamsızlaşmış olması, hem krizin boyutunu hem de sistemin ne denli sürdürülemez çelişkiler içinde bulunduğunu ortaya koyuyor olsa gerek.
1990 yılında Merkez Bankası hariç 66 olan banka sayısı, 1995’te 68’e ve 2000 yılında 79’a yükseldi. İzin veren kim? Politik ve bürokratik kadrolar. İzin alma gayreti gösteren kim? Sermayedarlar. Çünkü holding bankacılığının nimetlerini biliyorlar.
1995 ile 2000 yılını karşılaştırırsak, mevduat toplama ve kredi verme gibi işlemleri yapan ticari banka sayısı 55’ten 61’e, mevduat toplamayıp bulduğu kredilerle yatırımları finanse eden kalkınma ve yatırım bankası sayısı da 13’ten 18’e yükseldi. Banka sayısı tartışmasında özellikle ticari bankaların dikkate alınması gerekiyor. Çünkü 2000 yılı 155 milyar dolarlık sistem büyüklüğünde ticari bankaların payı yüzde 95,7’dir. Bu banka grubunda devlet bankası sayısı 5’ten 4’e indi ve özel sermayeli banka sayısı da, fondaki banka sayısının 13’e yükselmesi ve yeni kurulanların da olması nedeniyle 32’den 27’ye indi. Geriye kalanlar da yabancı bankalardır.
Sistemde banka çoktur iddiası, aslında holding bankacılığını gizlemenin ve sektörde tekelleşmeyi desteklemenin perdesidir.

“DEVLET BANKALARI HÂKİM” Mİ?
Kâbe’si piyasa olanların, dillerinde pelesenk ettikleri bir yalan da şu: “Sektöre, devlet bankaları hâkimdir.”
Veriler tersini yüzlerine vurmasına karşın, bu yalanı yine de tekrar etmekten geri kalmıyorlar. Bankalar sisteminin krizinden devlet bankalarını soyutlamak mümkün değildir, ama özel sermayeli bankaların kamu kaynaklarını politik ve bürokratik kadrolarla birlikte hortumlamalarına rağmen mali sorunları da bilinmektedir. Bu sorunların, geri planda kalması amacıyla, piyasada devlet bankaların etkinliğinden kaynaklanan sorunların yaşandığı, hatta krizin nedeni olduğu hep tekrarlanır.
1980’li yıllara kadar devlet bankalarının var olan etkinliği, sonrasında tersine dönmüştür. Fakat devlet bankalarının konumuyla ilgili bu yargı değiştirilmemiştir.
1990–2000 döneminde sektörün aktif toplamında devlet/kamu bankalarının payı sürekli azalarak yüzde 44,8’den yüzde 34,2’ye indi. 1990–1997 döneminde özel sermayeli bankaların payı yüzde 43,5’ten yüzde 55,4’e yükseldi. Fondaki batık bankaların yüzde 8,5’e ulaşan payı nedeniyle, özel sermayeli bankaların payı, yüzde 47,4’e geriledi. Yabancı bankaların payıysa, yüzde 2,9’dan yüzde 5,4’e çıktı. (Bkz. tablo 6)

AKTİF TOPLAMININ BANKA GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-6
(yüzde)
1990     1991     1992     1993     1994     1995     1996     1997     1998     1999     2000
Kamu bankaları         44,8       42,4       43,1       36,9       39,6       37,7       38,3       34,6       34,9     34,9     34,2
Özel bankalar        43,5       45,9       46,0       52,3       49,2       52,0       52,7       55,4       53,3     49,5     47,4
Fon bankaları               –    –    –    –    –    –    –   –    2,6     5,6     8,5
Yabancı bankalar         2,9         3,1         3,7         3,8         3,0         2,9         3,0        4,7         4,4     5,2     5,4

Devlet bankalarının kredi toplamında yüzde 45,4’ten yüzde 27’ye gerileyen payı, mevduatta da yüzde 48,6’dan yüzde 40,3’e indi. Özel sermayeli ve yabancı sermayeli bankaların payıysa, sürekli arttı. 2000 yılı itibariyle özel sermayeli bankaların kredilerde yüzde 54,5 olan payı mevduatta yüzde 43,5 olarak bulundu. Sırasıyla fon bankaların yüzde 6,4 ve 12,9 olan payı, yabancı bankalardaysa yüzde 2,8 ve yüzde 3,2 oldu. (Bkz. tablo 7 ve Tablo 8)

KREDİ TOPLAMININ BANKA GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-7
(yüzde)
1990 1991  1992  1993  1994 1995  1996  1997  1998 1999 2000
Kamu bankaları    45,4  43,3   42,4   35,5   38,1   39,2   35,1   34,7   29,1 28,2 27,0
Özel bankalar       39,8   41,7   43,7   51,2   47,8   47,9   53,3   54,4   57,6 55,1 54,5
Fon bankaları           ——–    1,7 3,5 6,5
Yabancı bankalar    2,9    3,2    3,0    2,8    1,8    1,9    1,8    2,7    2,9 2,9 2,8

MEVDUAT TOPLAMININ BANKA GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-8
(yüzde)
1990    1991    1992    1993    1994    1995    1996    1997     1998    1999    2000
Kamu bankaları         48,6       46,3       49,7       43,6       43,9       43,3       44,1       39,9       40,7       39,8     40,3
Özel bankalar           49,2       51,7       48,6       54,9       54,2       54,0       53,4       56,4       52,4        6,4     43,5
Fon bankaları               –    –    –    –    –    –    –    –    4,3    11,1     12,9
Yabancı bankalar        2,2        2,0        1,7         1,6        1,9        2,7        2,5        3,4        2,7        2,7     3,2
Fon bankalarının kredi payının küçük olmasına karşın mevduat payının büyüklüğü, batırılan kaynağın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

KAPİTALİZMİN DEVLETİ, ÖZELİ BESLİYOR
1990’lı yıllarda devlet bankaları, ikili bir etkileşim içindeydi. Bir yandan derinleşen krizden çok etkileniyor, diğer yandan da kaynağının özel sermaye bankalarına ya da firmalarına bürokratik ve politik kadrolar tarafından aktarılmasından kaynaklanan sorunları yaşıyordu.
Piyasanın etkin olduğu bir ekonomik sistemi yaratmak amacıyla izlenen ekonomi politikanın paradoksu, devlet bankaları iflas ettirilirken, diğer yandan da bankacılık sisteminin getirilen garantiyle devletleştirilmesiydi; yani holding bankaları, batıkları dışında da devlet şemsiyesi altında nefes alır verir oldu.
Bankanın faaliyetinin finansmanında nereden ne kadar kaynak sağladığını göstermesi açısından öz sermaye ve kârın, aktife oranı çok önemlidir. Bu oran, ‘bankanın faaliyetin finansmanı için ne kadar öz kaynak, ne kadar yabancı kaynak kullanıyor?’ sorusuna yanıt vermektedir.
1990’lı yılların başında sektörde yüzde 89,9 olan aktiflerin finansmanında yabancı kaynakların payı, devlet bankalarında yüzde 91,8, holding bankalarında yüzde 88,5 ve yabancı bankalarda da yüzde 89,3 oldu. Özellikle 1994 krizi sonrasında devlet bankalarının yapısı hızla bozuldu. Çünkü 1993’te devlet bankalarında yüzde 91,2 olan bu oran, holding bankalarında yüzde 90,5 olarak hesaplandı. 2000 yılına gelindiğinde bu oran, sektörde yüzde 92,7, devlet bankalarında yüzde 96,9, holding bankalarında yüzde 86, batık bankalarda yüzde 123,2, yabancı bankalarda yüzde 90,4 olarak gerçekleşti. Aktifin finansmanında öz-kaynak (ve kârı) payı sektör genelinde ve kamu bankalarında azalırken, özel bankalarda hafif artış kaydetti. (Bkz. tablo 9)

AKTİFİN FİNANSMANINDA ÖZKAYNAK PAYI – Tablo-9
(yüzde)
1990     1991     1992     1993     1994     1995     1996     1997     1998     1999     2000
Sektör            10,1    9,6    8,6     9,3     8,4    8,9    8,9    9,4    8,9    5,9    7,3
Kamu bankaları    8,2    7,1    6,3     8,8     5,9    5,1    4,7    6,0    4,2    4,1    3,1
Özel bankalar    11,5    11,2    10,0     9,5     10,4    11,7    11,3    10,9    12,8    12,9    14,0
Fon bankaları    –    –    –     –     –    –    –    –    -30,5    -62,7    -23,2
Yabancı bankalar    10,7    14,6    13,3     11,2     18,6    14,5    14,2    10,8    12,9    12,6    9,6

1990’lı yıllar holding bankalarının hızla yaygınlaştığı ve krizin ödenmeyen kredilerle devlet bankalarına fatura edildiği bir dönem olarak yaşandı. Daha öncesinde de İstanbul Bankası’nın, Hisarbank’ın, TÖBANK’ın batmasında da fatura yine devlet bankasına kesilmişti. Çünkü bu bankalar Ziraat Bankası bünyesine katılmıştı. Ziraat Bankası, bir nevi banka çöplüğü olup, sektörden dökülenleri topluyordu… Bunların maliyeti unutulmamalı.
Devlet bankalarının görev zararıyla ilgili iddiaların da, holding bankalarına yapılan hortumlamayı perdelemenin bir aracından başka bir şey olmadığı, Sayıştay raporundan kolayca anlaşılmaktadır.
Fondaki batık bankalara mayıs ayı başına kadar aktarılan 12 milyar doların, bugün ne kadar olduğuyla ilgili bir açıklama yapılmadı, ama bu dipsiz bir kuyu. Diğer holding bankalarına takasla yapılan transfer de önemli bir kaynak aktarımını oluşturuyor.
Batık bankaların maliyeti yıllar sonra da ortaya çıkabiliyor. 1994 krizi sırasında faaliyetlerine son verilen TYT Bank, Marmarabank ve Impexbank mudilerine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, 1994–1995 yıllarında bugünün değeriyle tam 1,7 milyar dolar ödedi. Ama bu bankaların aleyhlerine açılan davalar zamanaşımı nedeniyle 15 Ocak 200Tde düştü (Zülfikar Doğan, Milliyet, 17 Ocak 2001). Banka sahipleri aleyhinde davalar açıldı, ama bir kuruş bile tahsil edilemeden, davalar bitti.
Osmanlı’nın 1850’li yıllar sonrası ve TC’nin 78 yıllık para piyasaları deneyiminin ardından ancak geçen mayıs ayında Bankalar Kanunu’nda yapılan değişiklikle, banka sahiplerinden batırdığı paranın tahsil edilmesini sağlayan hükümler getirildi.
Günaydın…
Bazı hukukçular buna bile gerek olmadan mevcut mevzuata göre bile yapılacağını iddia ediyordu, ama uygulama bu yönde olmadı.
Devlet bankasının, holding bankasına iç borçlanma senetleriyle değil, kredisiyle önemli bir kaynak aktardığının bir örneği de Vakıf Bank’tan. Fazilet Partisi Aksaray Milletvekili Ramazan Toprak, (Flash TV, 3 Haziran 2001; Melik Aşık, Milliyet, 5 Haziran 2001) anlatıyor:
“Son 10 yılda bazı işadamları özel banka kurmaları için teşvik edildi. İşte bu kurdurulan bankalardan biri, geçenlerde Vakıf Bank’a başvurdu ve yüzde 70’le 14 trilyon kredi aldı. Parayı çektiği gün Hazine’ye gitti, o parayla, yüzde 130 faizle, vergisi-mergisi olmayan Hazine bonosu satın aldı. Böylece devletin parasını devlete satarak, bir işlemle 10 trilyonun üzerinde para kazandı.”
Vakıflar Bankası yönetimi, mayıs ayı sonuna doğru personeline gönderdiği yazıda, personel çıkarmamak amacıyla, maaşların yarım olarak ödeneceğini açıkladı. Banka, kendi personelinden esirgediğini, holding bankasına cömertçe vermişti. İşte bu, piyasa ekonomisi…

VARLIKLARIN YAPISI DEĞİŞTİ
1990’lı yıllardaki politikanın da etkisiyle, gerek sektörde gerekse diğer banka gruplarında varlıkların yapısı krediler payının azalması yönünde değişti. Bankaların topladıkları kaynağı ekonomik faaliyeti kredilendirmek yerine daha değişik alanlarda plase etmesinin sorunları yaşandı.
Özellikle devletin iç borçlanmayla faaliyetine gerekli kaynağı sağlaması anlamında, rant ekonomisi güçlendi ve bankalar hatta sanayi kuruluşları da, ellerindeki fonları devlete borç olarak vermeyi tercih etti. Böylesi bir saadet zincirinin halkaları da ince olduğundan, kopunca bugün sorunlar ortaya çıktı finans sisteminde.
Genel olarak 1990’lı yılların başında yüzde 47 düzeyinde olan aktifte kredilerin payı, 2000 yılına gelindiğinde sektörde yüzde 32,8’e, devlet bankalarında yüzde 25,8’e, holding bankalarında yüzde 37,7’ye, yabancı bankalarda ise yüzde 17,1’e indi. (Bkz. tablo 10)

AKTİFTE KREDİLER PAYI AZALDI – Tablo-10
(yüzde)
1990    1991    1992    1993     1994     1995     1996     1997      1998     1999     2000
Sektör            47,0    43,9    41,8    41,4    39,1    42,5    43,1    45,5    38,3    30,1    32,8
Kamu bankaları    47,6    44,8    41,1    39,9    37,6    44,2    39,5    45,6    31,9    24,3    25,8
Özel bankalar        43,0    39,8    39,8    40,5    38,0    39,1    43,6    44,7    41,4    33,5    37,7
Fon bankaları        –    –    –    –    –    –    –    –    24,8    18,5    25,1
Yabancı bankalar    47,1       44,0       34,5       30,9      23,8       27,9       25,3       26,3    25,6    16,5    17,1

Batık bankaların (2000 yılı verileri 11 batık bankayı kapsamaktadır, çünkü 2’sine bu yılın başında el kondu) dikkate alınması halinde, özel sektörün konumunda aleyhte bir durum yaşanmaktadır.
Donuk varlıkların ya da menkul değerlerin aktiflerdeki payı, aktifin yapısını daha iyi anlamaya imkân vermektedir. Donuk kredilerin aktifteki payı, devlet bankalarında yüzde 10 düzeyinde kalırken, holding bankalarında son üç yılda hızla artarak yüzde 18,9’a kadar yükseldi. Böylece banka kaynaklarının, kredilendirmenin dışında diğer alanlarda plase edildiği anlaşılıyor.
Takipteki kredilerin krediler toplamındaki payı da, sistemde ve tüm banka gruplarında hızla arttı. Sektörde yüzde 4,2’den yüzde 11,5’e, devlet bankalarında yüzde 5,7’den yüzde 12,5’e, holding bankalarında yüzde 2,6’dan yüzde 6,1’e yükselirken, yabancı bankalardaysa yüzde 3,4’ten yüzde 2,9’a indi. (Bkz. tablo 11)

KREDİ TOPLAMINDA BATIK KREDİLER PAYI – Tablo-11

1990    1991    1992    1993     1994     1995     1996     1997      1998     1999     2000
Sektör            4,2    4,9    3,4    3,1    4,1    2,8    2,0    2,1    7,2    10,7    11,5
Kamu bankaları    5,7    7,2    4,1    4,5    4,0    3,0    2,4    2,8    5,6    10,0    12,5
Özel bankalar        2,6    2,7    2,3    1,8    2,6    1i8    1,6    2,0    2,4    3,6    6,1
Fon bankaları        –    –    –    –    –    –    –    –    233,2    162,8    70,6
Yabancı bankalar    3,4    2,4    2,9    2,9    11,1    3,1    2,4    1,3    1,3    2,7    2,9

Fondaki batık bankalarda ise yüzde 70,6 oldu. Fon bankalarının özel durumu ve devlet bankalarından alınıp verilmeyen kredinin payı da dikkate alınmalıdır.
Varlıklarda kredi payının azalması ve diğer yandan tahsil edilecek kredilerin artması, finans sisteminin bugünkü krizinin bir başka göstergesidir.

TATLI KÂR DEVRİ ‘BİTTİ’ Mİ?
1990Tı yılların yüksek faiz ve düşük döviz kuru aracılığıyla sıcak parayı teşvik etme politikalarının yarattığı saadet zinciri, 1999 yılma kadar sürdü. Bankalar reel faizin yüzde 32 olduğu dönemde, devlet iç borçlanmasını finanse etti. Elbette bankalar özelinde hâlâ yüksek kârlılığını sürdürenler vardır. Ama sistem son iki yıldır, bilânçosunu zararla kapattı.
1999’da 305,6 trilyon lira olan sistemin net zararı, geçen yılda tam 2,7 katrilyonu aştı. Banka grupları açısından 2000 yılı itibariyle devlet bankalarının 117,4 trilyon olan net dönem zararı, fondaki batık bankalarda tam 3,3 katrilyon lira oldu. Devlet bankalarının 1999’da net kârı ise 284 trilyonu aşmıştı ve batık bankaların net dönem zararıysa 2,5 katrilyonun üzerindeydi.
1999 ve 2000 yılları itibariyle özel sermayeli bankaların net kârı 1,5 katrilyon ve 528,9 trilyon lira, yabancı bankalarınsa 221,2 trilyon ve 34 trilyon olarak gerçekleşti.
Finans sisteminde kârlılık krize de bağlı olarak dikkat çeken oranda gerilediği için, artık sektörel olarak 1990’lı yılların başındaki tatlı kârların yerini ‘zarar’ aldı. Bu, bir yönüyle mali piyasalardaki krizin boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Bunun sonucunda sektörel olarak yüzde -(eksi)72,8 olan net kârın, öz kaynağa oranı, yani öz kaynak kârlılığı oranı (ki bu oran, öz kaynağın ne kadar kârlı kullanıldığını gösterir), banka grupları itibariyle, devlet bankalarında – 20,6, özel bankalarda yüzde 12,5 ve yabancı bankalarda yüzde 11,1 oldu. Bu oran, batık bankalarda ise yüzde 139,9 oldu. Batık bankalardaki oranın (+) yani pozitif çıkması, bu bankaların öz kaynağının zararını karşılamadığı ve (-) yani eksi değerde olduğu içindir.
1990–2000 dönemi itibariyle devlet bankaları dışında diğer özel sermayeli ve yabancı bankalar için 1999 yılı dâhil hep yüksek düzeyde gerçekleşen öz kaynak kârlılığı oranı, geçen yılda hızla düşüş kaydetti. (Bkz. tablo 12)

BANKA GRUPLARI OZKAYNAK KARLILIĞI – Tablo-12
(yüzde)
1990     1991      1992    1993    1994     1995     1996     1997    1998     1999     2000
Sektör            36,0       32,8        42,9       54,7       34,0       55,7       64,3       54,1       44,9     -14,9     -72,8
Kamu bankaları    33,4       11,9        49,8       57,9        -1,2        4,0       22,1       17,9       20,0     48,2     -20,6
Özel bankalar        42,0    47,3       40,6     56,5    53,7    77,3    80,0    69,6    70,8    65,2    12,5
Fon bankaları         –    –    –    –    –    –    –    –    234,8     179,2     139,9
Yabancı bankalar     45,6       83,1     101,8   73,9     171,1   93,0       78,8       98,5     106,7     124,2   11,1
Açıklama; Oran, net kârın öz-kaynağa bölünmesiyle hesaplandı. Zarar eden fon bankaların öz-kaynağı da negatif değerde olduğu için oran, pozitif değerde çok büyüktür.

Sistemi kârdan zarara yönelten birinci neden, devletleştirilen bankalardır. Bir diğeri de devlet bankalarıdır. Ne dikkat çekicidir ki, devlet bankalarının 1999’da yüzde 48,2 olan öz kaynak kârlılığı oranı, geçen yılda yüzde – 20,6 olarak gerçekleşti.
Bankaların “eski” asli görevi olan kredilendirme ve mevduat toplamanın gelir tablosuna yansıması, ana kalem itibariyle, kredi faiz geliri ve mevduat faiz gideridir. Faiz gelirinin, giderine oranı, gelirlerin ne denli gideri karşıladığını göstermesi açısından önemlidir. 1990–2000 döneminde bu oran, devlet bankaları için en düşük düzeyde ve özel sermayeli ile yabancı bankalarda yüksek düzeyde gerçekleşti.
Türkiye Bankalar Birliği’nin raporunda kârlılık performansı (Rapor, sayfa, 1–12), “1996yılından sonra başlayan kötüleşme, fondaki bankalar tarafından açıklanan zararlar nedeniyle hızlanarak sürmüştür” şeklinde değerlendiriliyor.
Bankalar Birliği de, fona devredilen hortumlanan holding bankalarının sektörel zararın oluşmasında en önemli ekten olduğuna dikkat çekiyor.
Sistemde bazı bankaların devletleştirilmesinin ötesinde, faaliyet gösteriyor olanların da devletin güvenlik şemsiyesi altında olması, krizin dışa yansımasından başka bir şey değildir.
Bunun önemli bir diğer göstergesi de, faaliyetini yarattığı kaynakla finanse edememesi, zararın öz kaynağını eritiyor olmasıdır.

“BEYAZ YAKALILARIN İŞSİZLİĞİ
Emek gücünü daha çok fikri faaliyetinde yoğunlaştıranlar olarak tanımlanan “beyaz yakalılar”ın işsizliği kitleselleşecek; özellikle bankacılık sektöründe tasfiye kararları bir bir alınıyor…
“Mavi yakalılar”, işçiler zaten böylesi bir süreci hep yaşar oldu…
Sektörde, 2000 yılında 7 bin 837 şubede toplam 170 bin 401 kişi istihdam edildi. Devlet bankalarında 2 bin 834 olan şube sayısı, özel bankalarda 3 bin 783, batık bankalarda bin 73 ve yabancı bankalarda 117 oldu. 70 bin 191 kişi devlet bankalarında, 70 bin 954 kişi özel bankalarda, 19 bin 895’i fondaki bankalarda ve 3 bin 805 kişi de yabancı bankalarda çalışıyor.
Devlet Bakanı Kemal Derviş’in IMF programının esasını bankacılık sektöründe izlenecek politikalar oluşturuyor, ama bunun neti, şube kapatmak, hatta o da yetmedi, banka kapatmak ya da tasfiye etmek ve çalışanları işten çıkartmak oluyor. Sadece bu mu? Hayır, buğday için “bulamadığı” birkaç yüz trilyonu katrilyonlar olarak bankalara rahatlıkla aktarabiliyor.
1913’te kurulan Türk Ticaret Bankası, 1 Temmuz’da kapatılıyor…
Şube kapatma öncelikle fondaki bankalardan başladı ve bunun Emlakbank ile devam edeceği, IMF programında belirtiliyor. Emlak Bankası’nın 405 şubesi ve 10 bin çalışanı var. Banka, Ziraat Bankası ile birleştirilecek ve şubeleri kapatılacak. Emlak Bankası ile fondaki bankaların istihdam toplamı 30 bine yaklaşıyor.
Kapitalizmde “beyaz” ve “mavi yakalıların kaçınılmaz kaderi: İşsizlik, açlık…

SONUÇ YERİNE
– Genel olarak mevcut kapitalist sistemin krizi, bankacılık sisteminin kriziyle, devlet bankalarından kaynaklanan bir “devlet kapitalizmi” ve holding bankacılığının kriziyle daha da derinleşmektedir.
– Milli parası TL olan, ama dolara endeksli ekonominin kriz girdabında; Kasım, Şubat krizleri ve…
– Özellikle finansal piyasalara hakim olan spekülatif sermayeden kaynaklanan kriz, tüm ekonomiyi etkilemektedir.
– Bankalar lobisinin etkisiyle, Kâbe’si piyasa olanlar, krizi perdelemeye çalışıyor.
– Sistemde özel sermayeli bankaların devletleştirilmesine neden olan sorunlardan dolayı, sektörün kârlılığı düşmüş, geçen yıl da zarar etmiştir.
– Devlet bankalarının kaynakları, özel sermayeyi takviye etmek amacıyla kullanılmıştır.
– Sektöre holding bankaları hakimdir.
– Devlet bankalarının, kamburu görev zararları olmayıp, özel sektöre verdikleri tahsil edilemeyen ahbap-çavuş kredileridir. Çünkü görev zararlarına yüzde 300 uygulanan faizin sonucunda kağıt üzerinde böylesi bir artış sağlanmıştır.
– Krizin faturası, yine emekçiye kesiliyor. Bir yandan özlük ve sosyal haklar kısıtlandı, bir yanda da banka çalışanları kitlesel olarak işten çıkarılıyor.

Temmuz 2001

EK: 1
PİYASA FETİŞİZMİ VE ‘PİYASALAR’ LOBİSİ
Spekülatif sermaye lobisi, bugün aslında ‘piyasalar böyle istiyor’ ya da ‘böyle yapılırsa piyasalar memnun olur, aksine piyasalar tepki duyar’ gibi yorumlarıyla sahnede.
Piyasaya öylesi ulvi bir paye veriliyor ki, ‘Kâbe’ olduğuna dikkat çekiliyor… Piyasanın gerektiğinde kullarını sevindirdiği, gerektiğinde de cezalandırdığı bir kalemde ya da bir lafta hemen ‘kutsal’ bir yorumla, ‘görevlileri’ tarafından aktarılıyor… Akşama kadar ‘piyasalar lafının bini bir para’…
Buğday fiyatının açıklandığının ertesinde borsanın düşmesi, doların ve faizin fırlamasının nedeni olarak yorumlar dökülmeye başladı: Piyasalarda buğday tepkisi, piyasalarda buğday krizi, piyasalarda buğday darbesi gibi… Belli merkezler sayesinde bu tarz yorumlar etkin kılınıyor ve kamuoyu da yönlendiriliyor…
Özellikle borsa yorumcuları, aynı kalıba göre konuşuyor ve yönlendiriyorlar… Akşam yatıyoruz, sabahleyin kalktığımızda, Arjantin’in ya da Papua Yeni Gine’nin İstanbul borsasını etkilediğini işitiyoruz…
Dr. Öztin Akgüç, Türkiye’nin önemli finansal analizcilerindendir ve bu tarz değerlendirmelerle ilgili ifadesi şöyledir: “Bazı bankaların aracı kurumların denetiminde bulunan televizyon kanallarında mali piyasalar konusunda yanlı, yönlendirici yorumlar, özür dilerim, geyik muhabbetleri yapılmaktadır… İşlevi olmayan bu piyasaların tepkileri diye yorumlar yapmanın, piyasalar çöktü filan gibi değerlendirmelerin anlamı yoktur.” (Cumhuriyet, 10 Haziran 2001).
Ekonomist Prof. Dr. Ahmet insel: “Piyasa, çoğu televizyonda gördüğümüz ekonomistlerin sıkça öptükleri bir ikonadır. Bu iman tazelemek için fena halde gereklidir… Bunlar, her dinde olduğu gibi, bazı simgeleri fetişleştirerek, kutsallaştırmaktadırlar. ‘Pazar’ veya ‘piyasa’, bu mezhebin fetişleştirdiği temel kavramdır… Somut olarak ortada piyasa diye bir aktör, bir özne yoktur… Sanal alandır piyasa veya piyasalar.” (Radikal İki, 8 Nisan 2001).
Ve bir örnek…
Krizin bu niteliği, güçlü bir lobi faaliyetiyle maskeleniyor. Öyle ki, 30 katrilyon lirayı aşkın adı ‘ek bütçe’, aslında aynı yılda ‘ikinci bir bütçe’ niteliğinde olan bütçenin, Meclis’te ilgili komisyona sunulduğu gün, güya gazeteci olarak CNN Türk’te ek bütçe haberini veren Erdal Sağlam, döktürüyor: “30 katrilyonluk bütçenin 24,5 katrilyonu faiz ödemeleri ve bankalar için kullanılacak. Geriye kalan 5,5 katrilyon da personel ve diğer harcamalar için ayrıldı. Önemli olan bu 5,5 katrilyonun finansmanı; aslında 24,5 katrilyon önemli değil. Asıl önemli olan 5,5 katrilyonun nasıl karşılanacağıdır.” (11 Haziran 2001, saat, 09.45)
Bu kadar olur, bütçe açığının esas olarak faiz ödemelerinden kaynaklandığını gizlemek için, personel ve diğer harcamalar üzerinde duruluyor. Bu örnek, lobinin açık faaliyetidir.

EK: 2
PAYİTAHT ANKARA SEMALARINDAN BİR SES: ‘TL’NİZİ ABD DOLARINA ÇEVİRİNİZ’
Ankara semalarında yankılanan ses: “Liranızı, dövize çevirin efendim.”
Yalnızca 100 Türk büyüğünün kulağının duyabileceği bu ses ne zaman mı yankılanıyor?
16 Şubat 2001, günlerden Cuma ve saat: 10.45.
Yer: Ankara.
TC’nin bürokratları görev başında…
Mekân: Bir kamu bankasının genel müdürünün özel kalemi…
Genel müdür telefonda konuşuyor ve dört misafiri de dinliyor: “Efendim, saygılar. Dolarda kıpraşma var. Bankamızın Şişli Şubesi’ne bir zahmet gidip, TL hesabınızı dövize çeviriniz… Efendim, İ.K. beyefendiye de bir zahmet haber veriniz… Saygılar efendim.” (Şakir Süter, Akşam, 14 Nisan 2001)
Genel müdür, aynı amaçla kısa sürede 10’u aşkın görüşme yapıyor.
Genel müdür, konukları da unutmuyor, onlara da hesaplarını dövize çevirme nasihatinde bulunuyor. Müdür hayli öngörülü ki, bu söylevlerinden 5 gün sonra yüzde 50’yi aşkın devalüasyon oluyor.
Böylece asil Türk büyükleri de götürüyor…

EK: 3
BÜROKRASİDEN HOLDİNG BANKACILIĞINA TRANSFER
Bankaların her türlü denetimini yapan yeminli murakıplar, Hazine Müsteşarlığı bünyesinde faaliyet gösteriyor. Bugün 48 murakıp, 29 tane de murakıp yardımcısı var.
Bankacılık sektöründe önemli bir istihdam biçimini de bu murakıplar oluşturuyor. Murakıplıktan bankacılığa transfer kendi içinde soruları da taşıyan bir geçiş. Çünkü bugünün bankacısı dünün murakıbı ya da bugünün murakıbı yarının bankacısı…
Yasada murakıplar ve üst düzey yöneticilerin özel sektöre geçişinin, görevden ayrıldıktan bir süre sonra yapılması gerektiği hükmü var. Bu hükme uymadan özel sektörde çalışanları, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, suç işlemekle itham etti ve 12 kişinin isimlerini açıkladı (Akit, 21 Kasım 2000; Dünya, 21 Kasım 2000).
Listeden bazı isimler Bayram Eser (Bankalar Yeminli Murakıplar Kurulu Başkanlığından Yurtbank Genel Müdür Yardımcılığına), Mustafa Kiralı (Bankalar Yeminli Murakıplar Kurulu Başkanlığından Yurtbank’a), Tevfik Altınok (Hazine Müsteşarlığımdan Koçbank Yönetim Kurulu Başkanlığına, bugün de Fondaki Bankalar Yönetim Kurulu Başkanı), Yener Dinçmen (Hazine Müsteşarlığından Toprakbank Yönetim Kurulu Başkanlığına)…
Bayram Eser’in Yurtbank’da 1998 ve 1999 yıllarında Yönetim Kurulu’na geçmezden önceki görevi, Yurtbank’ı denetlemekti.
Yurtbank, batık banka, devletleştirildi… Bugün ismi de kalmadı…
Murakıplıktan ayrılıp bankacı olan bazı İsimler: Cemil Özdemir, Altan Tatlışen, Caner Ersoy, Nadir Topçuoğlu, İsmail Emen, Ali Canip Özardalı, İsmail Canseven…
İsmail Hakkı Karakaya. kendine has bir diğer örnek…
Etibank’ın, Cavit çağlar’ın ipek Holding’ine ve Dinç Bilgin’in Medya Holding’ine satılması sırasında Özelleştirme idaresi Başkanı. Etibank’ın satışına onay verildikten sonra İsmail Hakkı Karakaya, Etibank’a Genel Müdür oluyor (Milliyet, 30 Ekim 2000). Etibank’ın satışına imza atan Devlet Bakanı Güneş Taner de, bir süre sonra Medya Holding Yönetim Kurulu’nda çalışmaya başlıyor…
Ohhh… Al gülüm ver gülüm kapitalizmi!

EK: 4
MERKEZ BANKASI BAŞKANI GAZİ ERÇEL, 52 MİLYARINI 83 MİLYAR YAPTI
Her fırsatta fedakârlık yapılması gereği üzerinde duran politik ve bürokratik kurmay heyetin üyelerinin, fiili durumdaysa tam aksi bir davranış içinde olduklarını biliyoruz. Aynen demokrasi aşığı olduklarını söylemeleri gibi…
Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, 20 Şubat 2001’de televizyon kanallarını gezerek hep açıklama yapıyor: “Kur politikası değişmeyecek. Programdan taviz yok.”
22 Şubat’ta dalgalı kura geçiliyor. Erçel, bu sefer de dalgalı kurla ilgili değerlendirmelerde bulunuyor.
Türkiye ekonomi politikasının bürokratik heyetinin başı olan Erçel, 22 Şubat’a kadar süren sabit kurda kalacağız söylemine karşın, Halk Bankası’ndaki 52 milyar liralık hesabını dolara çeviriyor. (Yeni Şafak, 9 Nisan 2001)
Ne zaman?
19 Şubat 2001’de.
Yani TL’den sorumlu Banka Başkanı durumdaki Erçel, kur politikası değiştirilmeden 48 saat önce dolara dönüyor.
Ve açıklıyor Erçel: “Devalüasyonu bilmem mümkün değil” (Dünya, 11 Nisan 2001). Anlat anlat heyecanlı oluyor…

EK: 5
BUNLARIN FEDAKÂRLIK VE…
Ecevit’in MGK toplantısından çıkıp demeç krizini sürdürdüğü gün Erçel hesabını dolara çeviriyor, ama söylemi değişmiyor.
Nisan başı itibariyle Erçel, Şubatta 52 milyar lirasını dolara çevirdiği için dişinden tırnağından artırdığı tasarrufunu 83 milyara çıkardı.
Ne isabetli karar ama!
Erçel yalnız değil.
Emekli Orgeneral Çevik Bir de, Halk Bankası İstanbul Şişli Şubesi’ndeki 60 milyar lirasını (Yeni Şafak, 21 Nisan 2001) ve Ziraat Bankası eski Genel Müdürü Osman Tunaboylu (Yeni Şafak, 16 ve 20 Nisan 2001; Habertürk, 15 Nisan 2001; Radikal, 16 Nisan 2001; Hürriyet, 17 Nisan 2001) da hesabını dolara çevirenlerden…
Asil Türk büyükleri, paranın ışığını görür!

EK: 6
‘IMF’NİN TÜRKİYE LABORATUARI’
Zimbabve’de bir seminer düzenlenir. Bir katılımcı da ABD’Ii eski bir Dünya Bankası uzmanıdır. Zimbabve’deki Dünya Bankası’nın başlattığı döviz politikasından bahsederken, ilginç bir ‘deney’ olduğunu söyler. Zimbabveli dinleyici, haykırır: “Bir ülkeye laboratuar olarak bakıyorsunuz ve ‘deney’ yaparak oynuyorsunuz.” (Seminerin diğer konuğu Prof. Dr. Korkut Boratav yazıyor, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Ağustos 1995).
Boratav’ın 1990’lı yılların başı için yazdığı, bugünün Türkiye’si için de geçerli. Yıllar geçse de IMF değişmiyor.
Hazine eski Müsteşarı ve Garanti Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Mahfi Eğilmez de, Dünya Bankası uzmanı gibi Türkiye’deki deneye dikkat çekti (Radikal, 5 Haziran 2001).
Dalgalı kurun mucidi 1MF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer’in makalesinde, esnek ve sabit döviz kuru arasındaki politikanın başarılı olamadığını yazdığını belirten Eğilmez, ‘denemenin’ başarılı olamaması halinde bir makalenin daha yazılacağına dikkat çekti.

Yaşamın kökenleri ve olasılıkları

Geçtiğimiz ay, birbiriyle ilgili iki konu, ilginç bir şekilde, ayrı ayrı gündem haline geldiler. Biri, çeşitli televizyon programlarında ve bunlardan çıkarak yazılı basında “tartışılan” insanın evrimi konusu, diğeri ise, bazı “uzaylıların” ülkemizi ziyaret ettiği (!) yönündeki kimi “tanıklıklar” ekseninde gündeme gelen “uzaylılar” meselesiydi. Bu iki konu, başta da söylediğimiz gibi, ilginç bir şekilde, ama kesinlikle “tesadüfi” olarak eşzamanlı bir biçimde boy gösterdi. Sorunu “tartışan” kişi ve kesimlerin, neredeyse tamamı, bütünlüklü bir doğa felsefesine sahip olmadığından, hem bu iki sorunun birbirine yakınlığını, hem de tek tek her iki konunun “tartışmaya müsait olamayacak” denli açıklığa kavuşmuş yönlerini gözden kaçırdılar. Böylelikle ortaya, içerik olarak son derece sığ, görüntü açısından da neredeyse parodi düzeyinde tablolar çıktı.
Bu “gözden kaçırılan noktalar” konusunu biraz açmakta yarar var…
İki sorunun birbirine yakınlığı derken, temel olarak, yaşamın kökeni ve insanlığın türeyişine ilişkin tezlerin, bilimin bugünkü gelişmişlik düzeyinde artık, kozmoloji (evrenbilimi) ile de denetlenir olduğunu ve yeryüzündeki yaşamın kökeni ve evrimine ilişkin bulgu ve önermelerin, evrende başka yaşam biçimlerinin varlığına ilişkin tartışmaları da belirleyen, yönlendiren bir hükmü olduğunu kastediyoruz. Bunu daha detaylı olarak ele alacağız; ama başlangıç açısından söylenebilir ki, evrende bir başka alan üzerindeki olası yaşam sistemleri de, model olarak, yeryüzünün ve onun üzerindeki canlı sisteminin bağlı bulunduğu doğal (fiziksel-kimyasal-biyolojik) yasalara veya bunların benzerlerine bağlı olmak durumundadır. Maddenin olası biçimleri, alabildiği formlar ve en küçük bileşenlerinin girebildiği fiziksel-kimyasal ilişkiler bakımından, bilimin bugün dünya üzeri deneylerine dayanarak vardığı sonuçlar -elbette salt dünyaya özgü bazı koşullar dışta tutularak- evrenin başka yerleri için de geçerlidir. Nitekim dünyayı ve onun üzerindeki tüm canlıları oluşturan evren maddesi, başka oran ve bileşimlerde de olsa, diğer gezegen ve yıldızları ve “muhtemel” canlıları da oluşturmuştur. Bir başka deyişle, yeryüzünün ve organik dünyanın maddi temeli, evrenin başka bölgelerinin de maddi temelidir. O halde, insanın kökeni tartışmaları (ki bu, insanda temsil edilen “akıllı yaşam” formunun varlığını irdeliyor olması bakımından da özgün ve özel bir tartışmadır) kaynakları ve vardığı özel-genel sonuçlar açısından, başka “akıllı yaşam” biçimlerinin olasılığına ilişkin tezlere de veri sunmaktadır. Bahis olan, “dünyayı ziyaret eden” başka canlı türleri olduğuna göre, popülerleşen tartışmanın, bir “akıllı yaşam” aradığını söyleyebiliriz. Bir başka gezegen ya da galaksiden “teknolojik” olanaklarla “ziyarete gelen” türlerin de, “en az insan kadar” akıllı olması gerekmektedir…
Gözden kaçırılan ikinci nokta ise, her iki konunun da, bir “tartışmaya”, “karşılıklı fikir yürütmeye” izin vermeyecek derecede, bilimsel deney ve tecrübelerle kanıtlanmış yanlarıydı. Sözgelimi organik evrim, bugün “var mıydı-yok muydu” diye tartışılabilecek bir bilmece değil, biyolojiden antropolojiye kadar birçok bilim alanında belirleyici bir rol üstlenmiş, dört başı mamur bir bilimin konusudur. Bilimsel deney ve bulgulara, tarihsel bilgi birikimine ve kalıntılara bakan her bilgin, yani asgari sorumluluklarını yerine getiren her bilim adamı, evrimi, tartışılacak değil, dünyayı anlarken yararlanılacak bir gerçeklik kuramı olarak görür. Evrim, artık bir hipotez değil olgudur. Son yıllarda, özellikle ABD’nin bazı eyaletlerinde, ilk ve orta öğretim kurumlarının müfredatından evrim kuramının çıkarılmasına yönelik bazı adımlar atılmış durumda. (Kansas eyaletinin eğitim kurulu Ağustos 1999’da, eğitim müfredatından evrimin çıkarılmasına karar verdi.  Illinois eyaletinde ise aynı yıl, evrim “tartışmalı konular” arasına alınarak, okullara, “kuramı istedikleri gibi verme” serbestisi (!) tanındı.) Bu eyaletlerin eğitim müfredatlarının neleri içereceğine karar veren “kururların bilimsel içeriği bir yana, bu durum, ABD’de özellikle 90’lı yıllarla birlikte yaygınlaşan ve buradan hareket ederek tüm dünyaya yayılma eğilimi gösteren bazı bilimdışı “bilim yöntemi” teorilerinin çarpık içeriğiyle de uyum göstermektedir. “Bilinemezci”, anti-materyalist, mistik bir dizi felsefi safsatadan sonra, bilimin birden fazla gerçeklikten hareket edip yine birden fazla gerçekliğe varabileceğini vaaz eden bu “yöntem” havarileri, yaratılış efsanelerinin de, pekâlâ evrim gibi bir “yorum” olabileceğini, hangisinin daha bilimsel olduğuna karar verecek bir bilim otoritesinin varolamayacağını öne sürüyorlar. İnsanlığın on binlerce yıllık bilgi ve deney birikimini bir çırpıda gözden çıkaran bu sözde rölativizmin izleri, tartışmanın bizdeki haline de bazı yönleriyle sinmiş durumdaydı. Cehaletin sınırsız geriliğine kucak açan bu post-modern “yaklaşım” sayesinde, bazıları, aslında kutsal kitapların ve yaratılış inancının evrim kuramını yadsımayan hatta kapsayan bir düzlemde olduğunu iddia edebilmişlerdir.
Aynı, “mevcut bilgilerin netliğine rağmen” tartışma durumu, ‘uzaylı marifetlerinde de’ görüldü. Bilim, evrenin başka köşelerinde canlı hayatın olasılıklarına dair pek çok yaklaşıma sahiptir ve bu yaklaşımlar, “gözlemlere”, “deneylere”, çeşitli yollarla sınanmış hipotezlere dayanmaktadır. Tüm bu etkinliklerde, “ölçme’ler yapılmış, fiziğin, matematiğin, öteki bilimlerin mevcut birikimleri göz önünde bulundurularak eğilimler belirlenmiştir. En kestirme yoldan bir örnek verilecek olursa, henüz, “dünyayı ziyaret edebilecek uzaklıkta” bir başka uygarlığın varlığına dair hiçbir kanıt yoktur ve bu, bilimsel olarak, dünya uygarlığına ulaşabilecek kadar yakın bir “akıllı yaşam” uygarlığının bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bilimin sınırları dâhilindeki “şüphe” faktörü, elbette bu durum için de geçerlidir. Ancak bu faktör, bir dağın tepesinde “ateş topu gibi cisimler” görüldüğünde akla gelen ilk ihtimalin “UFO”lar ya da “uzaylılar” olmasına neden olacak kadar önemli değildir. Aksine, mevcut veriler, bunun akla en son gelmesi gereken ihtimal olması gerektiğine işaret etmektedir. Elbette, konunun, medya kuruluşlarının kendisine hedef seçtiği kitlelerin “fantezi ilgilerini” uyandırmaya, popüler merakı canlı tutmaya dönük bir şekilde işlendiği açıktır. Ama tüm bu popüler sululuğun hatırına, tüm o “ateş topları”nın, o “yanardöner cisimler”in işaret ediyor olabileceği başka doğa durumları gözden kaçırılmaktadır. Elbette bilim çevreleri, bu ihtimalleri göz önünde bulunduracaktır. Ama geniş halk kesimleri açısından, görülen her parıltının ardından, bunları anlayabilecek, yorumlayabilecek nitelikteki kişi ve kurumlara değil de, “medya kuruluşlarına” koşmayı teşvik eden bu tutum, ibretliktir. Örneğin, “hareket halindeki faylardan sızan metan gazı atmosferde yükselirken tutuşabilir ve göze ateş topu gibi görünebilir” diyen bilim adamlarının sesleri, çok yakında yaşanmış dramatik deprem deneyine rağmen duyulmamaktadır.
Her iki konuya dönük “tartışma”ların, bu eksik ve çarpık yanları üzerine ortak bir noktaya da dikkat çekmek gerekiyor. Öteki bütün düşünce etkinlikleri gibi bilimsel tartışma da, salt bir niyetin ya da tercihin ürünü değildir. Bir yanıyla tarihseldir ve birikim sorunudur; diğer yanıyla, tartışan “fikirlerin” boy verdiği toplumun, o topluma hâkim olan maddi ilişkilerin belirlediği bir “kültür” sorunudur. Türkiye, gerek öncülünden devraldığı “miras”la, gerek modern cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlayarak bugüne gelen öz “servetiyle”, bilim karşısında ‘resmi olarak’ bön pozisyondadır. Bilim deyince teknolojiyi ve onun popüler ürünlerini anlayan, bağımlılık temelinde maddi ilişkiler kurduğu emperyalist ülkelerin “teknoloji ihracı” politikaları doğrultusunda, ihtiyaçlarından değil, o bağımlılığın getirdiği “zorunluluklarından” hareket ederek ülkeyi budala bir tüketim havuzu haline getiren egemen politikalar, bilimin çeşitli alanlarına ilişkin bu “tartışma” biçimlerini de belirlemektedir. Sözgelimi, cep telefonu teknolojisinin, aygıtın ve altyapısının gerekli bilgisi mevcut değilken, sürekli tahrik edilen bir tüketim alanı olarak ithal edilmesi, halka, zehir saçan baz istasyonları, ek vergiler ve yer yer fazlasıyla gülünç biçimler alan yeni türde bir “iletişim alışkanlığı” olarak yansımış, ama sonuç olarak, bu alanda, bir anda milyonlarca dolarlık bir pazar haline gelen ülkeden toplanan paralar, uluslararası tekellerin kasasına akmıştır. Türkiye’de burjuvazi, bağımsız ve yetkin bir bilim alanının oluşmasına olanak tanımamış, hatta buna izin vermemiştir. Üniversiteler üzerinde on yıllardır sürmekte olan tahakküm, özgür düşüncenin önüne çıkarılan büyük engeller, bilimsel araştırmalar için reva görülen gülünç kaynaklar ve çalışma koşulları, çarpık ve baştan aşağı hastalıklı eğitim-öğretim sistemleri ve daha pek çok etkenin kuşatması altında Türkiye, yaygın bir bilim kültürüne sahip olamamıştır. Bu çarpık sistem, kendi “bilim adamlarını”, “akademisyenlerini” uygun bürokratik tarzda yetiştirmiş ve çarkının orasına burasına yerleştirmiştir. Egemenlerin ruhunda hüküm süren ithalat tanrıları, bilimin de ithal edilerek bu memurlar aracılığıyla sürdürülebileceğini hayal etmiş ve ortaya bugünkü tablo çıkmıştır. (Tüm sınırlı koşullara ve zorluklara rağmen bilime katkıda bulunan ve zaten kendileri de bu tablodan rahatsız olan pek çok saygın bilim adamımızı tenzih etmek gerekir.)

YAŞAMIN KÖKENLERİ
Bu uzun girişten sonra konumuza dönebiliriz.
Yeryüzünde yaşamın kökleri, uzun yıllar boyunca üzerinde çalışılmış, ama özellikle geride bıraktığımız yüzyıl içerisinde önemli fosil bulguların yardımıyla pek çok bakımdan ilerleme sağlanmış bir konudur. Bu noktada, Sovyet bilgini Aleksander Oparin’in, geçen yüzyılın ilk yansında yaptığı çalışmalar belirleyici oldu. Oparin tarafından 1924’te yayınlanan “Yaşamın Kökeni” adlı bilimsel makale, sadece yaşamın kökenlerine ilişkin tartışmaları belirlemekle kalmadı, yaşam olgusunu değerlendirmede de yeni bir dönemi başlattı.
Oparin’in en büyük “şansı” materyalist felsefi yaklaşımıydı. Bu konuda Amerikalı bilim adamı Isaac Asimov, dürüst bir itirafta bulunur ve “Batılı ulusları sınırlayan dinsel tereddütlerin Sovyetler Birliği’nde geçerli olmamasının, Oparin’in geniş ufkunu şaşırtıcı olmaktan çıkardığını” söyler. Gerçekten de Oparin, temel ilkelerini Friedrich Engels’in “Doğanın Diyalektiği” isimli hacimli çalışmasında bulan, materyalist bilim yaklaşımının oluşturduğu felsefi tutumdan hareket etmiştir. Yaşamın kökeni sorununun, felsefi olarak, iki uzlaşmaz ekolün, idealizm ve materyalizmin arasındaki çatışmanın da merkezinde olduğunu belirtmiş ve daha sonra, yaşamı maddenin biçimlerinden biri olarak algılayan materyalist görüşe bağlı kalarak sonuçlara ulaşmıştır.
Yaşam maddenin biçimlerinden biridir… Canlılar dünyasının son derece karmaşık ve özelleşmiş deviniminin yanında “statik”miş gibi görünen madde dünyasının durgunluğu ile birlikte düşünüldüğünde, bu tanım, başlangıçta pek tatmin edici görünmüyor. Ama artık biliyoruz ki, canlı-cansız tüm evren, maddenin çeşitli biçimler almış halidir. İşte Engels’in belirleyici rolü de bu noktada başlıyor. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, tüm canlı yaşamın ortak kökeninin “protoplazmalar” (Protoplazma: Bir hücrenin, kendi sınırlarını oluşturan dış zarı da dâhil olmak üzere tüm içeriği.) olduğuna atıfta bulunarak, bunun, organik ve inorganik doğa arasındaki uçurumu asgariye indirmekle kalmadığını, mevcut doğa görüşünü de tümden değiştireceğini söylemişti. Engels, maddenin, tüm evren gerçeklikleri üzerindeki bu mutlak varlığını, “her şeyin, maddenin ve onun hareketinin biçimleri olduğu” yönündeki materyalist doğa kavrayışının bir kanıtı olarak gösterdi. Ve bu madde-yaşam ilişkisini çarpıcı şekilde formüle etti: “Yaşam, proteinli maddelerin varlık biçimidir”! Bu önemli tespit, kendinden sonraki 140 yıl boyunca, sayısız olguyla desteklendi ve geçerliliğini korudu. Engels’in formülü, salt bir biyokimyasal gerçekliği ifade etmiyordu; ifadenin kuruluşunda, doğa bilimlerine ilişkin bir felsefi temel vardı: Yaşam maddenin biçimlerinden biridir… İşte bu temel, Asimov’un işaret ettiği materyalist tereddütsüzlüğün ve Oparin’in vurguladığı felsefi çatışmanın materyalizm lehine sonuçlanmasının da gerekçesidir. Dinin ve öteki mistik-idealist felsefi sistemlerin önermeleri, doğayı maddenin biçimleri ve hareketi olarak tanımlayan materyalist bilim anlayışının karşısında kesin ve geri dönüşü olmayan bir yenilgi almış durumdadır. Hele bugün, bilimin bugünkü gelişmişlik düzeyinde bunun tartışılacak hiçbir yanı kalmamıştır.
Şimdi yeniden Oparin’e dönersek; onun bu felsefi temele dayanan çalışması ve bu çalışmanın üzerinde şekillenen biyolojik hipotezler, yaşamın, “cansız maddelerden evrimleşme” yoluyla başladığını savundu. Canlı varlıkların cansız maddeden türetilemeyeceğine dair genel kabul, bu kabulle “barış içinde yaşayan” Tanrıcı yaratılış reçetelerini de bir kenara atıyordu. Böylelikle, Darwin’de temel bir evrim haritası şeklinde dönüşüm ve birbirinden türeme özellikleriyle açıklanan canlılık, bu sürecin en başı, ‘kökeni’ açısından da bilimsel bir açıklamaya kavuşmuş oluyordu. Bu açıklama, nesnel bulgularla desteklenmekten yoksundur. Bundan şunu kastediyoruz. Mevcut fosil kayıtları, asla yaşamın en ilkel ilk biçimlerinin görüldüğü kabul edilen milyarlarca yıl öncesine ait örnekler içermiyor. Bu nedenle, yaşamın başlangıç zamanlarına ilişkin tarihsel belgelerimiz yok. Ama maddenin bilinen özellikleri ve kozmolojinin, dünyanın oluşum dönemi koşullarına ilişkin tespitleri, Oparin’in tezlerini doğruluyor. Nitekim Dünya’nın ilkel atmosfer koşulları, maruz kaldığı morötesi ışınları ve inorganik bileşiminin, laboratuar koşullarında bir düzenekte bir araya getirilmesiyle yapılan deneylerde, yaşamın kökenini oluşturan aminoasitlerin ve protein zincirlerinin, inorganik maddi temelden dönüşebildiği tespit edilmiştir. Maddenin giderek daha fazla keşfedilen özellikleri, böyle bir inorganik-organik dönüşümünün olanaklı olduğunu göstermektedir. Yaşamın kökenini açıklayabilmek bakımından, ya bu dönüşüme, ya da bir Tanrı’ya ihtiyaç vardır.
Canlılar, cansız doğada da mevcut olan kendi maddi temellerinin organik dönüşümünden var olmuşlardır. Ama canlı yaşam bir kez var olduktan sonra, onun sürekliliğinin temeli yine canlı yaşamın kendisidir. Bir başka deyişle yaşam, ancak yaşamın olmadığı bir gezegende kendiliğinden ortaya çıkabilir. Nitekim ilk organizmalar, kendilerini var eden atmosfer koşullarını değiştirmişler ve dünyayı, artık inorganik-organik dönüşümünün kendiliğinden gelişimine izin vermeyecek yeni koşullarına getirmişlerdir. Bundan sonrasını, organik evrim teorisi açıklar. Cansız maddeden evrilen ilkel tekhücreliden günümüzün “akıllı insan”ına dek tüm yaşam biçimlerinin türeyişi, maddenin canlı organizmada temsil edilen biçiminin dönüşümüdür. Yaşam, keyfi ve iradi bir olgu değildir. Bir tanrının “keyfen” var etmesine değil, kendi içsel işleyiş yasaları olan inorganik-organik, organik-organik dönüşümlerin belirlediği bir evrim temeline dayanır. Bu ise, evrende başka yaşam biçimlerinin olasılığına dair tartışmalar açısından önemli bir noktadır. Meğerki uygun atmosferik ve jeolojik koşullar altında bugünün gelişmiş uygarlığına varabilecek bir canlı yaşam formu cansız maddeden türeyebiliyor, o halde bu, evrenin ufuksuz genişliği içindeki başka yıldız sistemleri açısından da olanaklıdır. Bilinmeyen, uzak bir gezegende de, Dünya’nın ilkel koşullarını ve canlılığın başlangıcını tayin eden süreç işlemiş ya da işliyor olabilir. Maddenin hareket yasaları, temel özellikleri evrensel olduğuna göre, başka yerlerde de aynı dönüşümler gerçekleşmiş ya da gerçekleşiyor olabilir. Bu anlamda, evrende bir başka yaşam vardır ya da yoktur demek şimdilik olanaksız. Nitekim ne mevcut bilgilerimiz ve gözlemlerimizle, böyle bir “başka yaşam” varlığına kanıt olabilecek olgulara ulaşabilmiş durumdayız, ne de tüm evrende yapayalnız olduğumuzu gösteren delillere. Elbette, tutarlı öngörülerde bulunmak, her zaman mutlak ve sınanmış bilgiyi gerektirmez. Düşüncenin sistematik tutarlılığı ve doğanın işleyiş yasalarının keşfedilmesinin sağladığı olanaklar bazı genel yaklaşımlar geliştirmemizi sağlıyor. Örneğin, böyle bir başka yaşam varsa da, ona şimdilik ulaşamaz durumda olduğumuzu biliyoruz. Daha önce yapılan deneysel çalışmalar, 24 bin yıl sürecek bir yolculukla ulaşılabilecek bir menzilde, bizimkine benzer bir uygarlığın izini bulamadı. Sovyet araştırmacılar, bu menzildeki bir alana radyo sinyalleri göndererek yanıt almayı denediler, ama sonuçlar olumlu değildi. Uygarlaşmamış yaşam biçimlerinden ise, onlardan alabileceğimiz bir “yanıt” olmadığına göre, ancak ampirik yolla emin olabiliriz. Ki bugüne kadar elde edilmiş gözlemler, yakın çevremiz açısından bu ihtimale de olumsuz yanıtlar veriyor.

* * *
Güncel olarak “tartışıla gelen” başka yaşam biçimleri olgusu ise, tartışmaya kaynaklık eden gerekçeler açısından, kesinlikle bir “akıllı yaşam” arayışıdır. Genellikle bilimin dışına çıkıp bilim-kurgunun sınırları içinde kalan bu mesele, bir “ziyaretçi” saplantısına dayalı olduğundan, kesinlikle insandan daha ileri bir uygarlığın izini sürmektedir. İnsanın, bırakın bizzat gitmeyi, gözlem ve sonda araçlarıyla bile ulaşamadığı uzaklıklardan “gelmesi gereken” ziyaretçiler, çok daha ileri bir uygarlığın temsilcisi olmalıdır. Aklın ve bilincin hüküm sürdüğü bir uygarlığın… Peki, akıl ve bilinç nasıl bir gelişimin ürünüdür? Engels’e yeniden dönmek gerekiyor: “… Maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir. ” (Engels, Doğanın Diyalektiği, sf. 48, Sol Yayınları)
Engels, materyalist yaklaşımını çok önemli bir noktaya vardırmış ve bilinç ile, ona bağlı düşüncenin de, maddi bir temele dayandığını vurgulamıştır. Akıllı yaşamın koşulu olan beyin, maddenin dolaysız bir biçimidir ve onun temel hareket yasaları hükmünde, yetkin bir organ olma özelliğini zamanla kazanmıştır. Kendi kendinin bilincine varmış varlık olarak son derece özel bir yere sahip olan insan, nesnel varlığıyla da, bilinç durumuyla da, maddenin bir suretidir. Kendi varlığının bilgisi ve öteki bütün düşünsel etkinlikleri maddi temellere dayalıdır.
Yazının başında, iki sorunun birbirine yakınlığı olarak işaretlenen yere geri dönmüş bulunuyoruz. Gördük ki, yaşam, madde ve enerjinin sonsuz hareketinin aldığı biçimlerden biridir. Akıl ve bilinç de. Bu yasa, Dünya dışında olabileceği varsayılan yaşamlar için de geçerlidir. O halde, yaşamın kökeni ve insanlığın türeyişine ilişkin süreçler, model olarak, mümkün olan başka yaşamları öngörmek ve tespit etmekte kullanabileceğimiz eşsiz verilerdir. 24 bin yıldan daha fazla sürecek yolculuklara çıkamayacağımıza göre, akıllı yaşamın tarihine, yani tek hücreliden başlayarak insansı maymunlara ve modern insana uzanan sürece bakmak durumundayız. Maddenin hareket yasalarından yola çıkarak, örgütlenmiş proteinin nasıl beyni oluşturduğunu, beynin, memelilerin en ilkellerinden başlayarak her ileri evrim adımında nasıl yetkinleştiğini, insanın şimdiki durumuna gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğini anlamak durumundayız. Yani, evrende başka hayat var mı tartışması, fiziğin ve öteki doğa bilimlerinin temel ilkelerini, yaşamın kökleri kuramını, organik evrimi hesaba katmadan yürütülemez. Popüler bir tartışma bile, hiç değilse kabuller olarak bunları hesaba katmak durumundadır. Ancak böylelikle, “uzaylı ziyaretçiler” halüsinasyonları hak ettiği ilgiyi görecektir.
Oparin, “şu an bilmediklerimizi yarın biliyor olacağız” demişti. Bu umut verici ifade, materyalist bilimin ufuklarının genişliğini de içermektedir. Yaşamın, biçimleri, olasılıkları, geçmişi ve geleceğine dair tüm önermeler, felsefi olarak, ancak tarihsel-materyalist bir düzlemden hareket edildiğinde “bilimsel” niteliği kazanabilmektedir. Başka yaşam sistemlerinin olasılığı tartışmaları da öyle. Bu konuda, temel bir yaklaşımı formüle etmesi bakımından, Engels’e son kez kulak vermek gerekiyor:
“Kaç milyonlarca güneş ve dünya doğup kaybolursa kaybolsun; yalnız bir güneş sisteminde ve yalnız bir gezegende organik yaşam koşulları ortaya çıkıncaya dek ne kadar zaman geçerse geçsin; aralarından düşünebilen beyinlere sahip hayvanların gelişmesine ve kısa bir zaman için yaşam koşullarının ortaya çıkıp sonra gene acımasızca ortadan kaldırılmasına dek ne kadar çok organik varlıklar meydana gelip ve daha sonra gene yok olursa olsun – maddenin bütün dönüşümleri içinde, sonsuza dek aynı kalacağı, hiçbir niteliğinin hiçbir zaman kaybedilemeyeceği ve bu yüzden aynı zamanda aynı sarsılmaz zorunlulukla yeryüzünün en yüce yaratığı düşünen aklı yok edeceği ve bir başka yerde, bir başka zaman onu yeniden üreteceği konusunda kuşkumuz yoktur.” (Engels, age. sf. 51)

Temmuz 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑