Türkiye kapitalizminin krizi ya da kapitalizmin Türkiye krizi

Türkiye son yıllarda kısa aralıklarla gelen mali-parasal krizlerin ardından, ekonominin tüm dallarını kapsayan genel bir krize saplandı. Şubat krizi sanayiyi, tarımsal ekonomiyi ve hizmetler sektörünü sarsmaya; kent ve kırın emekçilerinin yoksulluğunu daha da çekilmez hale getirmeye ve işsiz yığınlarını artırmaya devam ediyor. Türkiye’deki kriz, bir “Türkiye krizi” olmakla birlikte, uluslararası kapitalizmin Türkiye krizi olarak adlandırılmayı da hak ediyor. Bu başlıca iki nedenle böyledir: Önce, uluslararası kapitalist pazarın halkalarından birindeki bir kriz, sistemin diğer halkalarındaki gelişmelerden bütünüyle koparılamayacağı ve ikinci olarak, bu kriz, uluslararası mali sermaye kurumlarının ve onları yönlendiren emperyalist ülkelerin bağımlı ülkelere ve Türkiye’ye dayattıkları politikaların, ekonomi programlarının sonuçlarıyla birleşerek, tahrip edici özelliği katlanan bir kriz olduğu için.
Türkiye kapitalizmi, sermaye ve meta hareketinin ‘kontrolü’nün, emperyalistlerle işbirliği içindeki az sayıda “aile”nin eline geçmesini sağlayan bir “merkezileşmeyi” yaşamaktadır. Diğerlerinin de üzerine çıkan beş büyük aile, emperyalist tekellerle “ortaklıklar” kurarak, sanayi üretiminin “kilit sektörleri”ni ve bankaları aracılığıyla da para sermaye hareketini denetlemektedirler. Kuşkusuz, kendisi de emperyalizme bağımlı ülkelerdeki tekelleşme bazı farklı özellikler taşıyacaktır. Türkiye, “orta ölçekli” bir kapitalist ülke olarak, milyonlarca küçük işletmenin, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin denetimine alınması, küçük üretici ve işletmecinin mülksüzleştirilmesi sürecinin hız kazandığı bir dönemden geçiyor.
1980’den sonra, cunta ve işbirlikçi hükümetler eliyle siyasal baskı ve yasaklar eşliğinde dayatılan ekonomik saldırı programlarının tümü “enflasyonun düşeceği ve çalışanların refah düzeyinin yükseleceği” iddiasıyla, fakat halkın yaşamının daha da kötüleşmesi ve ülkenin emperyalizmin açık pazarına dönüştürülmesi pahasına uygulandı. Emekçilere “huzur ve refah sağlanacağını, enflasyonun düşürüleceğini, “iş ve aş sağlanacağını söyleyenlerin, bu süre içinde sürekli ülkeyi ve halk kitlelerini daha büyük uçurumlarla yüz yüze getirdikleri, ülke kaynaklarını emperyalist ve uluslararası sermayeye peşkeş çektikleri, işçilerin ve emekçilerin emeğiyle oluşturulmuş işletmeleri sattıkları, sosyal hakları budayarak, satın alma gücünü düşürdükleri, emekçileri, hiçbir sorumlulukları olmadığı halde büyük borç yükü altına soktukları daha açık hale geldi. Son yirmi yılda, arada kısmi canlanma dönemleri olsa da ülke ve emekçiler krizlerle boğuşmaktan kurtulamadı. 1994-’98 krizlerinden sonra, 2000 Kasımı’ndaki mali ve 2001 Şubat ekonomik krizleri ortaya çıktı.
IMF-Dünya Bankası programlarında ısrar edildikçe, ekonomi kötüye gitti, krizler birbirini izledi. Şubat’ta çan sesi daha sert ve sarsıcı oldu. Devalüasyon ilanıyla TL bir gecede % 40 değer yitirdi, dolar bir milyon sınırını aştı, dış borç yüküne 30 milyar dolar daha eklendi, işçi ve emekçiler bir anda % 40 oranında gelir kaybına uğradılar. Asgari ücret önce 100; sonra 84 dolar sınırına geriledi. Küçük ve orta boy işletmelerin iflası hız kazandı, sokağa atılan işçi sayısı arttı ve yoksulluk daha geniş kesimlere yayıldı. Toplumsal çözülüş hızlandı. Geleneklerin kalkanı delindi, feodal dayanışma ve ailelerin kır bağlantısı tahrip oldu, sınıfsal kutuplaşma hız kazandı. Tarım ve hayvancılık çöktü; küçük üretim tahrip oldu. Kent küçük ve orta burjuvazisinin durumu sarsıldı; ellerindekini kaybetme süreci kısaldı, kitlesel olarak işçi sınıfının safına doğru itildiler.

KRİZ DÖNGÜSÜ
Kapitalist kriz, kapitalizmin ve onun nesnel yasalarının ürünüdür. Kriz kapitalizmin başlıca çelişkilerinin keskinleşmesine yol açar; iç ve dış ilişkileri, sınıfların ilişkilerini ve politik durumu derinden sarsar. Kapitalist krizleri önleme ya da krizden çıkış için işçi ve emekçilere büyük bedeller ödettirilmesine karşın, krizler engellenememekte ve bir kısır döngü biçiminde ekonomiyi sarmaya devam edebilmektedir. Bunun başlıca nedeni, kapitalist üretim biçiminin kendisidir. Makineleşme ve makinenin teknik yönden geliştirilmesi, emek verimliliğini, üretilen mal miktarını ve artı-değeri artırır. Bir uçta büyüyen zenginliği, diğer uçta sefaleti biriktirir. Sermaye büyüyüp, makinenin teknik yenilenmesi geliştikçe, yedek işgücü ordusu artmaya devam eder ve bu durum kapitalist ülkelerde dönemsel bunalımların ortaya çıkmasında rol oynar. Kapitalizm var oldukça bu kısır döngü devam eder. Üretim alanları değişiklik göstermesine karşın, kapitalistler aynı pazara yönelik olarak, durmadan üretir ve pazar paylarını artırmaya çalışırlar. Metaların aşırı üretimine karşın, pazarın dengesiz, oynak ve değişken olması, birçok kapitalistin aynı pazara yönelik üretim yapması, pazar belirsizliğine yol açmaktadır. Kapitalizmde ortalama kâr oranının düşme eğilimi genel bir yasadır ve kriz koşullarında “en yüksek kâr oranı arayışındaki kapitalistlerin birbirleriyle rekabetinin daha da sertleşmesi kaçınılmazdır. “Hiç kimse metaların ne kadarının pazara ulaşacağını ve miktarının ne olacağını bilemez. Kapitalistler, üretimi genişleterek ve daha büyük miktarda meta üreterek kâr kitlesini yükseltme yoluyla kâr oranının düşmesini dengelemeye çalışırlar.” Kâr hırayla üretimi genişletir, makineleşmeyi geliştirir, büyük meta miktarlarını pazara sürerler. Daha fazla kâr için durmadan üretim, üretimde dengesizliğe yol açar; sanayi dalları ve üretim sektörleri arasındaki oranlar sürekli bozulur. Üretimin genişletilmesi, halk kitlelerinin sınırlı tüketimiyle çelişki içindedir. Bu durumda kriz kaçınılmazdır.
Üretimin sınırsız artışıyla pazarın sınırlılığı arasındaki uyumsuzluk ve çelişki, kitlelerin yoksulluğu ve talep yetersizliğiyle birlikte, aşırı üretim krizlerini doğururlar. Fazla üretim nedeniyle pazarda ‘doygunluk’ oluşur, metalar pazar bulamaz, depolar “fazla meta yığını” ile dolar, stoklar kitlelerin yoksulluğu ve talep yetersizliği duvarına çarpar; “aşırı üretim bunalımı” patlak verir. Emekçilerin yoksulluğu artar, milyonlarca insan, gerçek nedeni “fazla üretim”, fazla emek-gücü kullanımı ve artı-değer üretimi olan bir üretim faaliyetinin kurbanı olur, yoksullaşır, işsiz kalır.
Önlem olarak üretim kısılır, işçiler işten atılır, kentte ve kırda küçük üreticiler yıkıma uğrar, ticaret sarsılır, kredi ilişkileri bozulur, nakit bulunamadığı için borçlar ödenemez, borsa çöker, hisse senetleri, tahvil ve değerli kâğıtların değeri düşer, işletmeler, ticari firmalar ve banka iflasları gündeme gelir.
Bir dönemler, “serbest rekabet”i bir “doğa yasası” düzeyine çıkaran iktisatçılardan farklı olarak, artan sayıda iktisatçı ve politikacı, Kasım’dan bu yana sesleri kısılmış olsa da yakın zamana kadar, “sermaye enternasyonalizmi”nin, “serbest rekabet” ve “serbest piyasacın koşullarını “global ölçekte” oluşturarak gerçekleştirdiğini ve artık krizlerin söz konusu olamayacağını vaaz etmekteydiler. Kapitalizmin temel bir özelliğini; sanayinin gelişmesi ve üretimin büyük işletmeler içinde yoğunlaşmasını; aynı sanayi kolundaki ya da başka başka sanayi dallarındaki birçok işletmenin, büyük bankalarca da desteklenen büyük işletmeler içinde birleşmesini yeni bir gelişme gibi gösteren bu çevreler, yeni bir “evre”ye girildiğini, tekellerin ve kartellerin bunalımların koşullarını ortadan kaldırdığını iddia etmektedirler. Bu iddialar, kapitalizmin hastalıklarını örtmeyi dert edinen burjuva iktisatçılarıyla politikacılarının uydurmalarından öteye geçmiyor. Çünkü bütün öteki nedenler bir yana bırakılsa bile, tekeller ve karteller yeni ortaya Çıkmadıkları gibi, bunların hâkimiyeti ve temel sanayi kollarında yaratılmış tekel, “kapitalist üretimin bütününe özgü olan kaotik karakteri güçlendirir ve keskinleştirir.” (Lenin, Kapitalismin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 1. Basım 2001, sf. 52)
Bunu kapitalizmin yakın-uzak tarihinin, kargaşa, karışıklık ve bölgesel-uluslararası çatışmaların tarihi olması tamamlamaktadır. Sermayenin Uluslararasılaşması ve uluslararası kapitalist pazarın oluşmasının yol açtığı değişiklikler bir yana; tekellerin ekonomik yaşama egemen oldukları yüz yılı aşkın zaman, bu kargaşa, rekabet, güç dayatması vb.nin giderek “çoğalmakta ve ağırlaşmakta” olduğunu kanıtlamaktadır. Sermaye ve meta üretiminin yoğunlaşmasıyla, ekonominin ve üretimin büyük bir kesimi büyük işletmelerin eline geçmiş; para sermaye ve bankalar, bir avuç büyük işletmenin üstünlüğünü ezici hale getirmiştir. Başlıca sanayi kollarında; kimya, uçak, otomotiv, bilgisayar, metal ve metalürji alanında merkezileşme, tekellerin tekelini doğurmuştur. Başlıca kapitalist ülkelerde, ülke toplam üretiminin yarısı, yarıdan fazlası veya üçte ikisinin işletmelerin % 1’i gibi çok küçük bir kesim tarafından gerçekleştirildiği bir gelişme düzeyine ulaşılmıştır. Bu sistem içinde birkaç bin ya da birkaç yüz işletme “her şey”dir, milyonlarca ve milyonlarca küçük işletme ise “hiçbir şey”.
Tarihin en büyük tekel birleşmeleri son on yıl içinde gerçekleşmiş ve önemli sanayi dallarında üretim ve pazar bu tekellerin ellerine geçmiştir. Tekellerin, küçük ve orta işletmeleri yutarak, tüm pazara hâkim oldukları, pazar paylaşımına yönelik rekabetin kızıştığı koşullarda, kapitalist işletmeler arasında ve ülkelerarası iktisadi ilişkilerde “serbest rekabet”e yer kalmamıştır. Günümüzde “piyasa rekabeti” adına esas olarak var olan, daha acımasız, daha vahşi olarak süren tekelci rekabettir.
Kapitalist uluslararasılaşma ve tekellerin muazzam olanakları ellerinin altında tutmaları; bilimsel teknik alandaki gelişmelerden yararlanarak, sismik araştırmalarla, jeolojik sondajlar ve ışın kullanımıyla binlerce kilometrekarelik alanda ve yüzlerce metre derinliklerde bulunan kaynaklar, yaklaşık miktarlarıyla birlikte, fotoğraflanarak tespit edilebilmekte; yatırım planlan ve ilişkiler buna göre ayarlanmaktadır. “Ağlarını tüm dünyaya yaymış, fiilen bir bütün oluşturan, birkaç milyarlık sermayeyi çekip çeviren ve dünyanın her köşesinde “şubeleri”, temsilcilikleri, ajansları, ilişkileri vb. bulunun bu tröstle rekabet etmenin ne denli güç olduğu açıkça ortadadır.” (Age. sf. 97) “Mevcut tüm sermayeyi ve bütün parasal girdileri merkezileştiren ve sağa sola saçılmış binlerce ekonomik girişimi tek bir ulusal kapitalist ekonomiye ve sonuç olarak kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren, bütün ülkeyi kaplayan kanallardan oluşan sık bir ağın ne kadar hızlı doğduğunu görüyoruz. … Yani gerçekte bu, merkezileşmedir, dev tekellerin rolünün, öneminin ve gücünün artmasıdır.” (Age. sf. 58)
Tekellerin ve tröstlerin hâkimiyeti, onların büyük ölçekli girişimlerde bulunmalarını ve teknik donanımlarını artırmalarını olanaklı kılmakta; orta ve küçük ve nispeten güçsüz diğer kapitalist işletmeler karşısında üstün duruma gelmelerini sağlamaktadır.
Tekeller kendi ülkelerinin iç pazarını paylaşmakla kalmıyor; iç pazarın “zorunlu olarak” uluslararası kapitalist pazara bağlı olması ve bir dünya pazarının zaten yaratılmış olması nedeniyle, ilişkilerini, “uluslararası kartellerin kurulmasına doğru” genişletiyor; rakiplerini saf dışı ederek pazarları denetlemek için, diğer araçlarla birlikte teknik buluşlardan yararlanıyor ve patent tekelini kullanıyorlar.
Bütün bunlar, bağımlı ülkelerde ekonominin bunalımlara saplanmasının ve genel olarak kapitalist krizlerin sık aralıklarla gündeme gelmelerinin koşullarını daha da olgunlaştırmıştı. Türkiye’nin yaşadığı kriz kısır döngüsünü de bu uluslararası koşullar ve gelişmeler doğrudan etkilemektedir.

KRİZİN ULUSLARARASI ETKENLERİ
Türkiye’de yaşanan kriz, kapitalist sistemin genelinde yaşanan durağanlık, gerileme ve çeşitli ülkelerde patlak veren krizlerin dolaysız sonucu olmamakla birlikte, uluslararası gelişmelerin dışında ya da onlardan kopuk da değildir. Emperyalist kapitalizmin mali kurumlarının denetiminde sürdürülen ekonomi programların bağımlı ülkelerde yalnızca artı-değer sömürüsünü ve kaynak yağmasını artırdıkları, buna karşın, sistemin krizlerle yüz yüze gelmesini engelleyemedikleri; aksine uluslararası boyutlardaki etki ve sonuçlarıyla krizlerin giderek daha kısa aralıklarla patlak vermelerinde rol oynadıkları görülmektedir. Bağımlılığı pekiştiren uygulamalar arttıkça, kriz koşulları daha da ağırlaşmakta; emperyalistlere borç ödeme bütçesine dönüşen ülke bütçesi, halkın soyulmasıyla “denkleştirilmek” istendikçe, yoksulluk ve işsizlik artmakta ve sınıf çelişkileri daha da keskinleşmektedir.
IMF-DB, Türkiye’de de ekonomi politikayı doğrudan kendi uzmanlarıyla uygulamaktadır. Belirlediği ekonomi politikaları uygulayacak ‘görevliler ağı’ oluşturan mali sermaye, en büyük tefeci devletlerin emrinde, “tekelin tekeli” gibi işleyen bir kurumlaşma ve merkezileşme sağlamıştır. IMF-DB gibi kurumlar, ABD başta olmak üzere Batının büyük tefecilerinin çıkarlarına işleyen borç-faiz kıskacını, merkezi olarak yürütmektedirler. Dünya Bankası ikinci Başkanı görevini yürüten bir kişinin (K. Derviş) Türkiye ekonomisinin başına gönderilmesi, mali sermayenin bağımlı ülkelerde, ekonomi yönetimlerini ve bununla birlikte sosyal-siyasal yaşamı denetim altında tutmasının tipik bir örneğidir. Mali sermayenin programlarıyla bağımlı ülkelerde “krizlerin aşılmaya” çalışılması, sermayenin uluslararası dolaşımının emperyalist merkezlerin denetiminde gerçekleşmesinin herhangi bir ‘pürüz’le karşılaşmaması ve bağımlı ülkelerden kaynak çıkışının garanti edilmesi içindir. Ancak krizden çıkış bir yana, emperyalist ülkeler kendi sorunlarını bu ülkelere aktararak ve dayatmalarda bulunarak, durumu daha da ağırlaştırmaktadırlar. Türkiye’nin krize saplanmasında uluslararası kapitalist gelişmelerin etkisi, yalnızca borç-kredi sarmalı değildir. En gelişmiş kapitalist ülkelerde de ekonomik durgunluk belirtileri vardır ve bu da, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde kriz etkenlerinin tahrip edici olmasında etkili olmaktadır.
Emperyalist ülkelerin durumu özel bir önem taşımakta ve son yirmi beş yıldan bu yana ilk kez, emperyalist ülkelerle geri-bağımlı ülkeler ekonomileri “birlikte daralma” göstermektedir. Dünya ekonomisi için bir yıl önce % 12,8 olarak açıklanan büyüme oranının 200Tde % 4,3’e gerilemesi, enflasyon oranlarındaki kısmi yükseliş, Avrupa genelinde akaryakıt, enerji ve gıda maddelerinde % 6–9 arasında fiyat artışı, genel bir durgunluk ve düşüşe işaret etmektedir.
ABD’de işsizlik oranı % 4,5’e yükseldi ve yılsonunda bunun % 5 civarında olması bekleniyor. İmalat sektöründe işçi çıkarmalar birbirini izliyor. Yılın ilk iki ayında 200 bin ve yalnızca haziran ayında 114 bin kişi işini kaybetti. Elektronik firmaları ve sanayi ekipmanları işletmeleri işçi çıkarmayı sürdürüyorlar. Japonya’da bankacılık büyük bir kriz içinde. İç ve dış borç ödemelerinde güçlük çeken Japonya’nın 30 trilyon Yen (242 milyar dolar) borcu bulunuyor.
Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu durgunluktan çıkış yönünde ciddi göstergeler gözükmüyor; aksine Amerika, Avrupa ve Japonya’da borsalarda düşüş devam ediyor. Emperyalist burjuvazinin, yeni dünya düzeni vaazıyla birlikte reklâmını yaptığı “New Economy” (yeni ekonomi) alanında da kriz yaşanması, burjuva iktisatçılarının ve politikacılarının papazca vaazlarının işe yaramadığını ortaya koyuyor. Amerikanın ve (dünyanın) en büyük otuz şirketinin hisselerinin “işlem gördüğü” Dow Jones borsasında, endeks altı ayda 285 puan yitirdi ve 2000’in ikinci yarısına göre % 2,7 değer düşüklüğü gösterdi. “Yeni teknoloji sektörü”ndeki işletmeler değer yitirdiler ve “çalışanlarının” büyük kesiminin işine son verdiler. “Yeni teknoloji” şirketlerinin en büyüklerinin (elli tanesi) hisselerinin işlem gördüğü NASDAQ Composite Index altı ay içinde 309,98 puan kaybetti. Borsa endeksi % 12,6 gibi “rekor” sayılacak bir düşüş gösterdi. ABD yöneticilerinin ihracatın artması, iç piyasanın canlanması beklentileri gerçekleşmediği gibi, “işçisiz ekonominin örneği olarak sunulan “yeni ekonomi” alanında da kriz belirtileri ortaya çıktı ve teknoloji şirketlerinin borsa değeri düştü.
Bir istisna, Amerikan-Alman tekeli Daimler Chrysler ve Alman sigorta tekeli Alianz’ın aldığı Dresdner Bank hisselerinin değer kazanmasıdır. Ancak, genel olarak işletmelerin borsa değeri düşmeye devam ediyor. ABD ekonomisinin krize düşmemesi için Amerikan Merkez Bankası faizlere müdahaleyi sürdürüyor. Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan, “ekonominin kuvvetli çöküş rizikosu enflasyon tehlikesinden daha büyük. Öyle ki, bu çöküşün etkileri yıllarca devam edebilir” diyor.
2001’in birinci üç aylık döneminde AB ülkelerinin Avrupa ülkeleri dışına toplam dış satışları %12,5 geriledi. Avrupa’da enflasyon oranı, Avrupa Merkez Bankası öngörülerini aşarak, Mayıs ayı itibarıyla % 3,4’e yükseldi. Bu son üç yıl içindeki en yüksek enflasyon oranıdır ve Hollanda, Portekiz, İspanya ve Almanya’da enflasyon oranında artış eğilimi sürüyor. Alman Siemens’e bağlı Epcos şirketi hisseleri % 31,7 ve Infineon hisseleri % 30,1 değer yitirirken; Alman “yeni teknoloji” hisseleri % 45–50 değer yitirdiler. Alman tekelci burjuvazisi, “kriz göstergeleri” gerekçesiyle, çalışma süresini artırma, ücretleri düşürme, sosyal hakları budama çabalarını yoğunlaştırdı. İşçilere, “işlerini korumalarının bu koşullara bağlı olduğu” söyleniyor.
Japonya’da son on yılın durgunluğu devam ediyor. Kamu borçları GSMH’sinin % 130’una yükselmiştir. Brezilya ve Arjantin’de kriz devam ediyor. Bu ülkelerde IMF reçeteleri uygulandı ve ekonomide çöküntü yaşamasında önemli rol oynadı. Bütün bunlar, durgunluk göstergelerinin birçok kapitalist ülkede güçlenmekte olduğuna işaret ediyor.
Emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermaye, karşı karşıya bulunulan sorunları aşmak için “yeniden yapılandırma” programları geliştirmekte, emekçilere saldırıları artırmaktadır. Bu, Türkiye gibi bağımlı ülkelerin dış yardım, borç, kredi vb. ilişkilerini de olumsuz etkilemekte ve ağır koşullara bağlamaktadır. Dış koşul ve ilişkiler Türkiye, Arjantin gibi ülkelerde krizi hafifletmemekte, tam tersine ağırlaştırmaktadır. Uluslararası kapitalizmin sorunları bağımlı ülkeler ve Türkiye’ye sömürgeci dayatmalar olarak yansımakta, iflası hızlandırmaktadır.

HOLDİNGLER ARACILIĞIYLA PAZAR SAVAŞI
Büyük sanayi ve ticaret firmalarının holding biçiminde örgütlenmeleri, onlara ekonominin tüm dallarına el atma olanağı sağlamaktadır. Holdingler, bankaları aracılığıyla küçük tasarrufçunun paralarını toplamakta, birçok sanayi dalında faaliyet yürüten büyük işletmeler halinde pazarın büyük bölümüne hâkim olabilmektedirler. Hemen tümü “halka açılma” adı altında borsaya girmekte, borsa üzerinden küçüklerin ellerindekini toplamakta, hisse senetleri satışıyla “halka açılma”nın gerçekleştiği, kapitalist mülkiyetin “tabana yayıldığı”, “demokratik bir kapitalizmin gerçekleştiği” propagandasıyla ekonomik hâkimiyeti ideolojik etki ve hâkimiyetle birleştirmektedirler. Gerçekleştiği varsayılan sözde demokratik kapitalizm, gerçekte mali sermaye ve mali oligarşinin hâkimiyet alanını genişletip gücünü artırmaktadır. Lenin, yaklaşık seksen yıl önce konuyla ilgili olarak şöyle yazmıştı:
“Burjuva safsatacıları ve oportünist sözde “sosyal demokratlarda”, beraberinde “sermayenin demokratikleştirilmesini” de getireceği, küçük üretimin rolünün ve öneminin artacağı beklentisi yaratan (yaratmış görünen) “hisse sahipliğinin demokratikleştirilmesi”, gerçekte, mali oligarşinin gücünü artırmanın bir aracıdır. İşte bu yüzden daha ileri ya da eski, “deneyimli” kapitalist ülkelerdeki yasalar, düşük değerli hisse senetlerinin piyasaya çıkarılmasına izin veriyor. ” (sf. 75)
İşaret edilen gelişme bugün çok daha ileri düzeydedir. Holding sisteminde yöneticiler bağlı şirketleri, onlar da bağlı şirketlere bağlı olanları denetlemekte, böylece üretimin geniş alanlarının denetimi olanaklı olmaktadır. “Çünkü denetim için sermayenin yüzde ellisi yetiyorsa, yöneticinin ikinci dereceden bağlı şirketlerin 8 milyonluk sermayesini denetleyebilmek için 1 milyonluk sermayeye sahip olması yeterlidir. İç içe geçme çoğaltıldığı zaman 1 milyonluk sermaye ile denetlenen miktar 16 milyona, 32 milyona vb. yükselir” (Alman iktisatçısı Heymann’dan aktaran Lenin, sf. 74)
Holdingler, binlerce kişinin küçük birikimlerini ‘kooperatif benzeri oluşumlarla “ana sermaye”ye katmakta, bir miktar ana şirket sermayesine dayanarak büyük kârlar sağlamakta; “her ortağın kâra ortak olacağı” vaadiyle geniş küçük sermayeleri denetlemektedirler. Kirli işlerini, bağlı şirketlere yıkarak, yasalardan yakayı sıyırma olanaklarına her zaman sahiptirler. (Banka operasyonları, devletin “el koyma” adına, emekçilerin sırtına yeni vergi ve zamlar yıkarak, ‘satın alma kaynağı’ oluşturduğu, Cıngıllıoğlu, Doğuş, Çağlar vb. holding gruplarının sermayelerine yaptığı milyar dolarlık yardımlar bu ‘kirli işler’in birer örneğidir.)
Tekellerin egemenliği altında, “ekonomik özgürlük”, “serbest rekabet” ya da “en geniş siyasal özgürlük”, üzerine açıklamalar ve “güvenceler, pratikte bir değer taşımaz, geçerliliği yoktur. Özelleştirmeyi, “devlet tekeli” karşıtlığı ilan ederek, tekelciliğe karşı “serbest rekabet” savunuculuğuyla ortaya çıkan burjuva iktisatçılarıyla politikacıları da kapitalist toplumdaki devletin sermaye devleti ve burjuvazinin sınıf hâkimiyetinin en etkin, merkezi politik aracı ve devlet tekelinin, milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç olduğunu gizlemekten başka bir şey yapmıyorlar. İddialarının aksine az sayıdaki tekelin hâkimiyeti, mali sermaye-mali oligarşi egemenliğini güçlendirmekte, devlet tahvilleri, hisse senetleri ve değerli evrak aracılığıyla büyük kârların elde edilmesini olanaklı kılmaktadır. Bu, diğer yandan, pazar hâkimiyeti için fiyat kırarak, malları belli bir süre için maliyetlerinin altında satarak, rakipleri saf dışı bırakmayı da olanaklı kılar.

BORÇ KISKACI, SPEKÜLATİF SERMAYE HAREKETİ YE KRİZ
Uluslararası piyasalarda 2 trilyon dolar gibi, birçok ülkenin toplam ticaretinden ya da gayrı safı milli hasılasından daha büyük olan bir miktar, üretim dışı alanlarda, sahiplerine milyarlarca dolar rant getirerek, asalaklığı muazzam düzeye çıkarırken, Türkiye’de de rantiye gelirleri üretim gelirlerinin onlarca katma çıkmıştır. Lenin tarafından işaret edildiği üzere, bir yanda “Dünya, bir avuç tefeci devlet ile ezici çoğunluğu oluşturan borçlu devletler olarak bölünmüştür.” (Age, sf. 133); diğer yanda “… sanayi üretimi ve sanayi ürünleri ihracındaki mutlak artışa karşın, ulusal ekonominin bütününde, faiz ve kâr payı gelirleri, emisyon, komisyon ve spekülasyon gelirlerinin göreceli önemi artmaktadır.” (Age, sf. 133)
Bu gelişme, başka etkenlerle birlikte, “Bir yandan, olağanüstü yaygın ve sık dokunmuş ilişki ve bağlantılar ağıyla yalnızca orta ve küçük değil, hatta en küçük kapitalistler ve patronlar kitlesini boyunduruğu altına alan, az sayıda elde yoğunlaşmış mali sermayenin devasa boyutları; öte yandan, dünyanın paylaşılması ve başka ülkeler üzerinde egemenlik kurma uğruna diğer ulusların mali gruplarıyla kıyasıya mücadele; bütün bunlar, mülkiyet sahibi bütün sınıfların hep birlikte emperyalizm safına geçmelerine yol açmaktadır.” (Age, sf. 142)
Lenin bu gelişmenin rantiye tabakasının konumunu güçlendirmesinin maddi dayanağını oluşturduğuna dikkat çekerek, daha yüzyılın başında şöyle yazıyordu. “Daha önce gördüğümüz gibi emperyalizm, 100–150 milyar franka kadar ulaşan değerli kâğıt biçimindeki para sermayesinin az sayıda ülkede, olağanüstü ölçüde yığışması anlamına gelir. Rantiye sınıfın, daha doğrusu tabakanın, yani “kupon keserek” yaşayan, hiçbir biçimde herhangi bir işletmede çalışma gereksinimi olmayan, meslekleri aylaklık olan kişilerin, olağanüstü ölçüde çoğalması bundandır. Emperyalizmin en önemli ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakanın üretimden kopukluğunu daha da güçlendirir ve birkaç denizaşırı ülke ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan ülkenin bütününe asalaklık damgasını vurur.” (Age, sf. 131–132)
Bugün emperyalist ülkelerin her birinde ‘nakdî sermaye’, Lenin’in işaret ettiği büyüklünü yüzlerce kat aşmış durumdadır. Spekülatörlerin bu kadar güç kazanmalarını olanaklı kılan mali sermaye egemenliğidir. Kapitalist uluslararasılaşma bağımlı ülkelerde de tekellerin ve mali sermayenin üretilen değerlere el konmasında “aslan payı”nı kapmalarını olanaklı kılıyor.
En büyük 500 işletmenin 2000 yılı gelirlerinin % 219’unun üretim dışı faaliyetlerden elde edilmesi, rantiyenin hızla büyüdüğünü gösteriyor. (Bankalar Birliği’nin yayınladığı “Bankalarımız 2000” adlı rapora göre, Türkiye’de 48 milyon 645 bin 534 hesapta 18 katrilyon lira yatırılı bulunuyor. Bunun % 40’ı 69 bin kişiye; % 60’ı ise geri kalan 48,5 milyon kişiye ait. 18 katrilyonun % 23’lük kesimine karşılık düşen 4,2 katrilyon 8. 916 kişinin hesabında bulunuyor. 100 milyar üzeri 8.916 kişinin 4 katrilyon 296 trilyon 261 (kişi başına 481,8 milyar) milyar lirası varken; 25–100 milyar arası 60.630 kişinin 3.362.084 (kişi başına 55,4 milyar); 5–25 milyar arası 355.859 kişinin 4.662.397 milyar (kişi başına 13,1 milyar); 1–5 milyar arası 1.682.400 kişinin 3.339.157 milyar (kişi başına 1,9 milyar); 250 milyon–1 milyar arası 2.774,013 kişinin 1.5512.052 milyar (kişi başına 545 milyon) ve 50–250 milyon arası 4.158.453 kişinin 548.644 milyar lirası (kişi başına 132 milyon) 50 milyon ve altı tasarrufu olanlar 39.605.263 kişinin 227.207 milyar (kişi başına 5,7 milyon) lirası vardır. Özel sermayeli ticaret bankalarının dönem kârlarındaki değişme grafiği, faiz-rant vurgununun belgelerinden bir diğeridir. Bu bankalar 1996’da 198 trilyon 436 milyar; ’97’de 440.154 milyar; ’98’de 852. 823 milyar; 1999’da 1.556.542 milyar lira kâr ederlerken; yabancı sermayeli ticaret bankaları da aynı yıllar itibariyle dönem kârlarını toplam olarak 380 milyar liraya çıkardılar. ’96’da 14.214; ’97’de 40.167; ’98’de 90.562 ve 99’da 222.737 milyar lira.) Büyük holding patronları, devlete yüksek faizle borç verip, rant geliriyle büyük kârlar sağlamayı, üretim sürecinin riskli ve nispeten yorucu işlerine tercih ediyorlar. Dayatılan IMF programları, aşırı üretim, sermaye ‘fazlası’ ve büyüyen artı-değer kitlesi bunu olanaklı kılıyor. Hükümetlerin politikaları rantiyenin büyümesine hizmet etmektedir. Asgari ücretten % 30,9 rantiyeden on binde 2 oranında kesinti yapılması, 100 milyar lira faiz geliri sağlayan bir milyarderden asgari ücret alan bir işçinin milyonda biri kadar bile kesinti yapılmaması bunu göstermektedir.
Sermaye “fazlası”, kuşkusuz yığınların gereksinmelerinin karşılanması için kullanılmamakta; diğer ülkelere, özelikle de geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla girerek, bu ülkelerin ucuz işgücünden, topraklarından ve kaynaklarından yararlanmaktadır. İhraç edilmiş sermayenin, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkileyip hızlandırmak gibi bir rol oynaması, kapitalizmin genel olarak gelişmesini sağlamakla birlikte, mali sermaye, ihraç olduğu ülkelerde önemli avantajlar elde etmekte ve onların bağımsız gelişmesinin önüne güçlü engeller çıkararak, bağımlılıklarını pekiştirmektedir. ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi bazı emperyalist ülkeler, diğer halklar üzerinde tekel hâkimiyeti uygulayan sömürgeci-tefeci ülkeler konumuna gelmişlerdir. Bunlar, ellerinde bulunan ve temelinde aşırı meta üretiminin olduğu “fazla sermaye”yi kullanarak, halkları haraca bağlamaktadırlar.
Sermaye birikiminin büyümesi ve “fazla” sermaye stoklarının artması, giderek daha kısa aralıklarla kapitalist krizlerin patlak vermesinde de rol oynamaktadır. Kapitalist emperyalizmin 1970’li yıllardan sonra art arda krizlerle karşılaşmasında, aşırı üretim ve onun sonucu olan aşırı sermaye birikiminin zehirli akrep örneği, kapitalizmi vurması, temel etkenlerden biri olmuştur. Bağımlı ülkelerin borçlanmaları bu ülkelerin kaynaklarının daha fazla yağmalanması ve daha fazla bağımlılaşmalarına neden olmaktadır. IMF-DB kredileri, bu kredilerin hangi alanda kullanılacağına dair, açıktan dikte ettirilen yaptırımlar bir yana; toprakların ve kaynakların mali sermaye yararına kullanımını sağlamakta; tarım ve sanayide uygulanacak programların sınırlarını belirleyici olmaktadır. Uluslararası ilişkilerde borç veren ülke, borçlanan ülkelerde hemen her zaman ek tavizler elde etmektedir. Alman kredi ya da borcun bir bölümü silah vb. alımına ayrılmakta, önemli ihale garantileri, ticari ilişkilerde ayrıcalıklı durum ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesini kolaylaştırıcı ek maddeler anlaşmaya konmaktadır. Türkiye’nin imzaladığı Tahkim yasası, bu anlaşmalardan biridir. “Borçlanmaya başvuran bir ülke, genellikle borç tutarının yüzde 90’ından fazlasını alamamaktadır; yüzde 10’u bankalara ve diğer aracılara düşer.” (Age, sf. 80)
Bütün bunlara karşın, ülke bütçesi, borç ve faizlerini ödeme bütçesine dönüşmüştür. (2001’de ödenecek dış borç miktarı; 9 katrilyon 198 trilyonu anapara, 3,7 katrilyonu faiz olmak üzere 13 katrilyon civarındadır, iç borç faiz ve anaparası 72,9 (39,3 katrilyon ana-para 33 katrilyon faiz) katrilyondur. Dış borç stoku 120 milyar dolar civarındadır ve 2001 Mali bütçesi yalnızca 50 katrilyondur. 500 büyük sanayi kuruluşu üzerinden yapılan araştırma, faiz ve repo gelirlerinin net bilânço karma oranının 1985’te % 24,1, 1990’da % 33,3; 1995’te % 46,5 ve 1999’da % 219 olduğunu gösteriyor. 1999’da 500 büyük işletmenin net bilanço kârı 720 trilyon 406 milyar lirayken; aynı yıl rant geliri 1 katrilyon 577 trilyon 329 milyar lirayı bulmuştur.)

KRİZ, ARTAN YOKSULLUK VE İŞSİZLİK
Kriz, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi ve emekçilerle tekelci burjuvazi ve emperyalist gericilik arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirdi. Bu kaçınılmazdı, çünkü kriz bütün toplumsal ilişkileri sarstı ve ekonominin tüm alanlarındaki ilişkilerin eskisi gibi ve hiçbir değişiklik olmaksızın devam edemeyecek ölçüde, ağır sorunları gündeme getirdi. Sınıf kavgasının en önemli unsurlarından birini oluşturan kâr-ücret ilişkileri, ücretler aleyhine aşırı bir değişime uğradı. İşgücünün değerini düşürerek onu daha ucuza mal etmeye çalışan kapitalistler, krizi bir silaha dönüştürdüler. Kriz bunun koşullarını daha da olgunlaştırdı, çünkü kâr oranlarının düşme eğilimi ve kriz koşulları, kârı artırma ve pazar payını genişletme çabalarını yoğunlaştırır. Artı-değeri çoğaltmak için, başvurulan yollardan biri de, üretim araçlarının teknik yenilenmesidir. Kapitalist pazarın uluslararası özelliği ve pazarları ele geçirmeye yönelik rekabet, yeni tekniklerin üretime sokulması eğilimini güçlendirir. Kriz koşullarında, rakipleri geride bırakarak pazar payını genişletmek için, üretimi artırmak, çalışma süresini uzatmak, sosyal hakları kısıtlamak ve sermayenin konumunu güçlendirmek için teknik buluşlara daha fazla kaynak ayırarak, ürünleri daha ucuza mal etme yolları aranır. Bu arayış, üretimin yeniden canlanması için bazı olanaklar sağlamakla birlikte, krizi ortaya çıkaran kapitalizmin yasaları işlerliğini sürdürürler. Kriz durumunda, “Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmesi” acımasız ve vahşi bir biçimde gerçekleşmekte; köylü, küçük üretici ve zanaatkâr üretim araçlarından koparak proleterlerin saflarına itilmekte, süreç, sıranın “… mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalist”e gelmesine doğru gelişmektedir.
“Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarı ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizmasıyla eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. ” (K. Marx, Kapital, Cilt 1)
Sanayi üretiminde düşüş devam ediyor. DİE verilerine göre, Mayıs 2001 itibariyle sanayi üretimi, bir önceki yılın aynı dönemine göre %  9,7 gerileme gösterdi. İmalat sanayi sektöründe % 10, madencilik sektöründe % 13,1 ve elektrik, su, gaz sektöründe % 4,6 gerileme oldu. Faiz ödemelerine bütçenin % 37,6’sı (saatte 1,7 trilyon), vergi gelirlerinin % 95’i ödeniyor. (Faiz ödemelerinin vergi gelirleri içindeki oranı 1991’de % 30,7 iken, bu oran 1997’de % 77,1’e ve 2000’de % 95’e yükselmiştir. Dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı 1990’lı yılların başında % 47,8 iken, bu oran giderek artmış ve 2000’de % 59,1’e yüklemiştir. 2001 yılında vergi gelirlerinin tümünü faize ödemesine karşın, bütçeden 4 katrilyon lira daha ekleme yapma zorunda kalan bir duruma gelmiştir.) Savunma giderlerine % 15,5; yatırımlara ise % 6’sı ayrılıyor. Bu oranlar, son krizle birlikte sermaye ve rantiye tabakaları yararına artış gösterdi. İzlenen politika bütçe gelirlerinin rant ve faiz gelirleriyle geçinen asalak kasta ayrıldığını gösteriyor. Buna karşılık işçi ve kamu çalışanlarının gelirleri gerileme içinde. 1993’te % 100 olan memur maaş endeksi 1999’de % 41’e geriledi. Eğitim ve sağlığa ayrılan pay % 50 oranında azaldı. (Aynı dönemlerde ve son yirmi yılda konsolide bütçe gelirleri içinde yatırımlara ayrılan pay % 18’den % 5,3’e gerilemiş; personel ödenekleri % 30’lardan % 20’lere gerilemiştir.)
Ülke nüfusunun genç kuşakları eğitimli genç nüfus arasında işsizlik oranı daha da yükseldi. İşsizlik ve yoksulluk büyük boyutlara ulaştı; toplumsal umutsuzluk, kargaşa ve istikrarsızlık daha da büyüdü. (DİE- 2000 yılı işgücü anketi, 24 yaşına kadar olan genç nüfus içinde işsizlik oranının % 20,3 olduğunu, kentsel alanda bu oranın % 22,9’a kadar yükseldiğini gösteriyor. 1 Temmuz 1999–30 Kasım 2000 tarihleri arasında 7.558 işyeri kapanır ve 54 bin işçi işten atılırken; Kasım ve Şubat krizleri, 2001 yılının ilk yarısında 1 milyon kişinin işini kaybetmesine yol açtı. DİE, Haziran ayı itibariyle bir önceki yıla göre işçi sayısının % 5,5 düştüğünü ve İSO, son iki yılda özel sektörde 414 bin işçinin işini kaybettiğini açıklamışlardı. Buna iflasa sürüklenen küçük üretici ve esnaf eklendiğinde, yeni işsiz sayısı birkaç milyonu bulmaktadır. Yalnızca iki ay içinde, İstanbul Ticaret Odası’na kayıtlı ağırlıklı olarak tekstil ve gıda sektöründe faaliyet gösteren 5.600 firma kapandı.)
DİE’nin, gelir dağılımındaki değişmeleri belirlemek üzere sürdürdüğü “hane halkı anketleri” kriz gerekçesiyle ve gelir dağılımındaki uçurumun işçi ve emekçiler aleyhine büyümeye devam ettiğinin görülmesini engellemek üzere durduruldu. İstatistik veriler toplumsal sınıflar ve kesimler arasındaki gelir farkı uçurumunun büyüdüğünü gösteriyordu ve bunun halk kitleleri tarafından öğrenilmesi, sözü çokça edilen “sosyal patlama”ları kışkırtabilirdi; kaygı bunun içindi!
Türkiye son 55 yılın en büyük yoksullaşmasını ’99 yılında yaşadı. 1994’te yaşanan % 6,1’lik ekonomik daralmadan sonra, 1999’da % 6,4 oranında küçülme oldu. DİE’nin sanayi üretim endeksi sonuçlarına göre, sanayi üretimi Şubat’ta % 4,8; Mart’ta % 7,6 ve Nisan’da % 10,5 düşüş gösterdi. Bir yıl önce Nisan ayında ise sanayi üretimi % 3,3 artmıştı. 2000 yılının ilk dört aylık dönemine göre ise toplam sanayide üretimi % 4,2 oranında azaldı. Tarımda % 4,5; sanayide % 5; inşaatta % 12,7; ticarette % 6,8 gerileme yaşandı. GSMH 185,1 milyar dolara; kişi başına milli gelir 2878 dolara geriledi. TÜRK-İŞ tarafından yayınlanan Çalışma Raporu’na göre, Türkiye’de en zengin % 20 ile en yoksul % 20’nin geliri arasındaki fark 234 kata yükselmiştir. En yoksul 134 bin ailenin yıllık ortalama geliri 392 dolar iken, en zengin 134 bin aile 91.898 dolar gelir sağlamaktadır. Kentsel nüfusun % 0,3’ünü oluşturan 113.502 kişinin yıllık geliri 32000 dolar iken, nüfusun % 20,4’ünü oluşturan 7.319.410 kişinin yıllık geliri 481 dolar kadardır. Toplam kentsel nüfusun % 75’inin yıllık geliri ise 2000 doların altında kalıyor. (Veri Araştırma, Sezgin Tüzün.)
Son krizle ekonomi daralırken, mutlak ve nispi artı-değer sömürüsünde artış devam etti. Şubat krizi öncesinde asgari ücretli işçinin ücreti reel olarak (net) % 12,4 ve memur maaşları ortalama % 10,8 oranında gerilemişti. Üretici köylünün eline geçen para, bir önceki yıla göre % 13,3, işçi ücretleri % 12,4 düşmüş; özel sektör imalat sanayinde çalışan başına verim % 14,2 ve çalışılan saat başı verim ise, % 10,4 oranında artmıştı. Bu, mutlak ve nispi artı-değer sömürüsünde artış olduğunu gösteriyor. Tekstil, giyim ve deri işkollarında ve tarıma dayalı sanayide toplam işgücünün % 35–45 civarındaki kesiminin ve büyük sanayi işçilerinin % 10’unun asgari ücretle çalıştığı bir ülkede, 1999 Temmuz’una göre işçinin tüketim harcamaları 2000’de % 57,8 artarken, ücretler ise, % 26,6 oranındaki artışa karşın reel olarak düştü. 2001’de krizin etkisiyle ücretlerdeki erime daha da büyüdü. 1999’da gelir vergisinin % 42,7’sini ücretliler (2 katrilyon 707 trilyon 632 milyar 741 milyon lira) ödedi. Bu oran bir önceki yıl (1998) % 39,6 idi. Böylece işçi ve memurların vergi payı ’99’da bir önceki yıla göre % 3,1 oranında artış gösterdi. Diğer kesimlerin vergi payı ise, bir önceki yıla göre % 60,4’ten % 57,3’e geriledi. (Gelirler Genel Müdürlüğü verileri.)
Kapitalist krizin kaçınılmazlığı ve krizin kaynağının kapitalizm olduğu, son yıllarda art arda gelen krizlerle bir kez daha doğrulandı. Kapitalizmin ‘demokrasi, refah ve mutluluğun herkes için olanaklı hale geldiği, yeni bir evresine girdiği” burjuva liberal vaazlar darbe üzerine darbe yedi. Kartellerin ve tröstlerin kapitalizmi bunalımlardan kurtarmasının olanaksız olduğu; aksine tekelleşmenin kapitalist sistemin bunalımlarını artırdığı, çelişkilerini daha keskinleştirdiği ve yıkımını yakınlaştırdığı, bu gelişmeler tarafından yeniden kanıtlandı.
Türkiye’nin 2000 Kasımı’nda ortaya çıkan finansal krizin kısa bir zaman sonrasında, ekonominin tüm alanlarını sarsan; küçük üretici köylülük, küçük işletme sahibi, esnaf ve zanaatkârların kitlesel iflasını getiren, onları mülksüzleştirerek emekçilerin saflarına doğru iten bir ekonomik krize girmesi, sermaye ve emek güçleri arasındaki çelişkiyi -daha da- keskinleştirmekle kalmadı; sermaye ve gericiliğin güçleri arasındaki çatlakları derinleştirdi, rekabet ve çelişkileri keskinleştirdi; tekelci burjuvaziyle tekel-dışı kesimler arasındaki mesafeyi daha da açtı. Gericiliğin güçlerinin birleştirilmesi ve düzen kurumlarının yeniden yapılandırılması operasyonu, siyasal baskı ve askeri dayatmalarla yürütülmesine karşın, ellerindekini kaybetmekle karşı karşıya gelen küçük mülk sahipleri, uluslararası ve işbirlikçi büyük burjuvaziye, IMF ve hükümet uygulamalarına karşı sokaklara çıktılar. Kapitalist gelişme sürecinde, birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesiyle sermaye ve meta yoğunlaşması ve merkezileşmesi kaçınılmaz olmakla birlikte, Şubat Krizi bu yöndeki “doğal gelişme”ye, doğal olmayan -sıçramak- bir hız kazandırdı.
Türkiye kapitalizminin art arda kriz batağına saplandığı dönem, dünya kapitalizminde istikrarsızlık, durgunluk ve daralmanın büyüdüğü bir döneme denk geliyor. Bu, diğer şeyler bir yana; kapitalizmin istikrarı ve çelişkisiz “global kapitalizm” ya da aynı anlama gelmek üzere “global dünya” üzerine burjuva propagandasının iflası da demektir. Kuşkusuz işbirlikçi gericilik, emperyalist dayatmaların tüm yükünü kent ve kırın emekçilerine yıkarak, bu krizi atlatmaya çalışacak: emperyalistler de ona “yardım” edeceklerdir. Ancak bu, krizin kısa sürede etkisiz kılınacağı anlamı taşımıyor. Krizin “olanağa dönüştürülmesi” ise, tüm sınıflar ve kesimler açısından güç, örgütlenme ve mücadele sorununu gündeme getiriyor.
Türkiye ve dünyada şimdi, işçi sınıfının başını çektiği yeni bir mücadele döneminden geçiliyor. Kapitalizmden ve burjuvaziden umut kesenler çoğalıyor; bu, yeni bir devrimci yükseliş için umutlu bir güçlü çıkışın unsurlarının daha fazla birikmesi demektir.

Ağustos 2001

Ulusal bağımsızlık ve sosyalizm

Günümüzde dünya işçi sınıfı ve emekçi halklar azgın bir saldırganlıkla karşı karşıyalar. Her ülkede işçi ve emekçilerin yaşamlarının her alanında hissettikleri, her geçen gün yıkıcı sonuçlarıyla daha çok yüz yüze kaldıkları bu saldırganlığın adı artık yaygın olarak bilinmektedir; “küreselleşme” ya da orijinal adıyla “globalleşme”. Bu adı taşıyan neoliberal politikalarla amaçlanan da yine yaygın olarak bilinmektedir. Kurulmak istenen, bir “Yeni Dünya Düzeni”dir.
“Küreselleşme” saldırganlığı ve onunla amaçlanan “yeni dünya düzeni”nin, adlarının ötesinde içerikleri de aşağı yukarı biliniyor. En azından uygulamaları ve görünür sonuçları açısından, sadece ileri isçiler değil ama sınıfın ana kitlesi ve geniş bir emekçi çoğunluğu, kararlı bir karşı hareket içine girmiş olsun ya da olmasın, “olan bitenden haberdardır. Hele Türkiye gibi, “küresel topun ağzındaki”, krizin yüklerinin asıl ağırlığının yıkıldığı çöküntü halindeki ülkelerde bu haberdar oluş, salt pratik nedenlerle daha yaygındır ve öfke biriktiricidir. Ama kuşkusuz bu “kulak dolgunluğu”nun yeterli olduğu ileri sürülemez.
İşçi ve emekçi kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları; çalışma ve yaşam koşullarının durmaksızın ve katlanılmaz ölçüde kötüleşmesine, işsizlik, yoksulluk, sefalet ve giderek açlığın yaygınlaşması ve artışına, hak ve özgürlük yoksunluğunun derinleşmesine, tüm ulusal zenginliklerin yağmalanmasındaki yükselişle sömürgeleşmenin neredeyse tamamlanmasına götüren neoliberal küresel saldırganlığın püskürtülmesi ve kendilerinin efendileri olacakları insanca bir yaşamın, sömürü ve zorbalıktan kurtuluşun yolunun açılmasıdır.
Bu nedenle, sınıf bilinçli işçi, işçi sınıfının ileri kesiminin, öncü işçilerin toplanma ve mücadele merkezi olan sınıfın devrimci partisi; küreselleşme saldırganlığının gerçek içeriğini, bu saldırıya karşı ve onun üstesinden gelinmesi için mücadelenin içeriği ile birlikte geniş işçi ve emekçi kesimlere açıklamak, onların böyle bir mücadele için, kuşkusuz bu mücadele içinde birleşmelerine ve mücadelelerini ilerletmelerine yardım etmek durumundadır.

ACİL İHTİYAÇ: BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ
IMF programının maddelerini oluşturan çeşitli yönleri, görünüş biçimleri ya da uygulamaları; düşük ücret dayatması, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, özelleştirme ve taşeronlaştırma, bireysel sözleşme vb. aracılığıyla sendikasızlaştırma, toplu iş sözleşmesi düzeni ve çalışma mevzuatının kaldırılması, esnek çalışma, kıdem tazminatı da içinde olmak üzere tüm sosyal hakların gaspı; tütün, şeker vb. yasaları, ithalatın serbestleştirilmesi ve gümrük duvarlarının kaldırılması gibi araçlarla sanayinin yanı sıra tarım ve hayvancılığın da öldürülmesi; borsa işlemleri, özelleştirmeler ve Türk parasının korunmasından vazgeçilmesiyle başta devlet işletmeleri olmak üzere tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi, ülkenin neredeyse milli gelirine yaklaşan bir borç sarmalı içine sokulması ve faizlerinin zorunlu tüketim maddeleri üzerinden yeni vergi ve zamlarla karşılanması yoluna gidilmesi olan küresel saldırganlık, uluslararası tekellerin, önlerindeki bütün engellerden kurtuldukları sömürü alanı olarak Türkiye ekonomisinin, bir serbest pazar halinde kapitalist dünya ekonomisine tam entegrasyonu çerçevesinde azami kârlarının garanti altına alınmasını amaçlıyor. Bu garanti altına alış, uluslararası tahkim ve MAI, MIGA gibi anlaşmaların yanı sıra NATO, Gümrük Birliği üyeliği ve Avrupa Birliği aday üyeliği gibi anlaşmalarla, gerçekleştirilen ekonomik ve mali bağımlılık ve özellikle kriz koşulları üzerinden dayatılan kölelik yasaları ve ürünleri olan Düyunu Umumiye ve Reji İdaresi türünden kurumlarıyla, ekonomi ve maliyenin idaresinin terk edildiği IMF ve DB ile yapılan stand-by ve benzeri anlaşmalarla Merkez Bankası ve Hazine’nin uluslararası tekellerin emrine verildiği yeniden yapılanma örnekleriyle, Amerika ve DB memurlarının hükümete sokulup yetkili kılınmasıyla politik ve hukuki alandaki önlemlerle tamamlanıp pekiştirilmektedir.
Ülkenin bağımsızlığı, bugün, her zamankinden daha çok ayaklar altında çiğnenmektedir ve ulusal bağımsızlık her zamankinden çok, kazanılmak durumundadır. Bunun tartışılır bir yanı yoktur ve anti-emperyalizm ve bağımsızlık bayraklarının her zamankinden çok yükseltilmesi zorunludur.
Üstelik uluslararası tekellerin küresel saldırganlığının ihtiyacı, bir yönü ya da zorunlu sonucu olarak her alanda yaygınlaştırılıp güçlendirilen tekelci gericiliğin, hem de “demokratik” söylemler ortasında neredeyse tümüyle yok ettiği ve gelişmesine her türlü yöntemi kullanarak izin vermediği siyasal, sendikal ve ulusal örgütlenme özgürlüğü, engelsiz grev hakkı, düşünce, basın ve toplantı özgürlüğü, anadilde eğitim ve kültürünü yayma özgürlüğü, hukuk karşısında eşitlik, emekçilerin sağlık, eğitim ve emeklilik hakkı, iş güvencesi ve işsizlik sigortasından yararlanma hakkı, toplusözleşme hakkı gibi hak ve özgürlükleri kapsayan siyasal demokrasi, yine her zamankinden çok ayaklar altında çiğnenmektedir ve kazanılmak durumundadır. Örgütsüz, haksız, hukuksuz bir toplum, yalnızca kendi dayatmalarının geçerli olacağı ve bu dayatmalara karşı koyma ve muhalefet geliştirme ihtiyacındaki ezilenlerin hiçbir hakkının tanınmadığı, hiçbir demokratik hak ve özgürlükten yararlanamayacakları bir siyasal düzen, bir “dikensiz gül bahçesi”; azami tekel kârını gerçekleştirme yönelimiyle ezilenlerin tüm ekonomik ve sosyal haklarını gasp etme peşindeki tekellerin çıkarları gereğidir. Türkiye toplumunun yaşamadığı, şimdi fiilen kazanılmış kırıntılarının da yok edilmeye uğraşıldığı siyasal demokrasinin elde edilmesi için mücadelenin yükseltilmesi zorunludur. Bunun da tartışılır bir yanı yoktur ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin her zamankinden daha acil bir ihtiyaç olduğu ortadadır.
Üzerinde duracağız, ama değinmek gerekirse; tekellerin, büyük para babalarının egemenliği ne ulusal bağımsızlık ve ne de siyasal demokrasi koşullarında gerçekleşemez değildir. Ancak emekçilerin bu koşullarda tekellere ve saldırılarına karşı mücadelelerini daha elverişli koşullarda yürütecek oluşlarından söz edilebilir ki bu da görecelidir; sınıf güç ilişkilerinin belirli koşullarında, tekeller, genellikle göstermelik türden olan bir bağımsızlık ve demokrasiyi egemenliklerinin sürmesi bakımından tercih edebilir. Hemen eklenmelidir ki; bu “tercih”, ancak bağımsızlık ya da demokrasinin tekellere dayatıldığı koşulların ürünü olabilir, yoksa onlar bağımsızlık ve demokrasi dinamiği ya da yanlısı olduklarından değil; bağımlı kılma ve gericilik, tekellerin genel eğilimidir.

ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEYLE BİRLEŞMEYEN DEMOKRASİ MÜCADELESİ YEDEKLENMEYE MAHKÛMDUR
Uluslararası burjuvazi, tekeller, çağımızda gericiliğin başlıca kaynağı ve kalesi durumundadır. Diğer gericilik biçimleri, şöyle ya da böyle ama mutlaka tekelci gericiliğe bağlanmakta, onun tarafından beslenmekte ve onunla birleşmektedir. Bağımsızlık mücadelesi, uluslararası tekelleri, emperyalizmi hedef almadan gelişemez.
Siyasal demokrasinin kazanılması açısından durum çok farklı değildir. Demokrasi, kuşkusuz tek tek ülkelerin toplumsal siyasal yaşamının örgütlenmesi, bu örgütlenmenin şu ya da bu biçim altında gerçekleşmesi sorunudur ve bu nedenle ülkelerin iç sorunu görünümündedir; ülke içindeki dinamiklerin çatışmasının bir ürünü olarak demokrasiden söz edilecek ya da edilmeyecektir. Ancak, artık gericiliğin başlıca kaynağı ve temel dayanağı olan uluslararası tekellere ve emperyalizme karşı mücadeleye bağlanmayan bir demokrasi mücadelesinin başarı şansı yoktur ve emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmeyen bir “demokrasi” mücadelesi, bu adla anılmaya layık da değildir. Bu, hem ülke içindeki bütün gericilik biçimleri gibi demokrasi düşmanlığı da tekelci gericiliğe bağlanmış, onun tarafından beslenmekte olduğu için böyledir, hem demokrasi en başta uluslararası tekeller tarafından engellendiği için ve hem de demokrasi düşmanı saldırganlık ve sınıf egemenliğinin asıl temsilcisi ve sahibi, emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendisi de, iktisadi bakımdan, uluslararası tekelci sermayenin bir parçası durumundaki yerli ya da “ulusal” tekelci sermayenin sahipliğini yapan bir sınıf olduğu için böyledir. Dolayısıyla başlıca tekelleri ve egemenliklerini hedeflemek zorunda olan demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı da bir mücadele olmak durumundadır. Aksi halde, örnekleri Endonezya, Filipinler ve çeşitli Latin ülkelerinde görülen türden emperyalizmin yedeğine düşerek yozlaşan ve uluslararası tekellerin egemenliğine dayanaklık eden darbelerle birleşen, bir dizi askeri yönetim biçimlerini besleyen ve onlar içinde eriyen, “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak tanımlanan ama asla demokratik olmayan rejimlerin hayat bulmasına ya da kendilerini yenilemelerine götüren bir “mücadele” olmaktan ileri gidemez.
Küreselleşme saldırganlığı, tekellerin günümüzdeki saldırganlığına takılan addır. Günümüz emperyalizminin görünümüdür. Dünya çapında uygulanmakta olan küreselleşme politikaları, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, görünüşteki ayrımlar da aşılarak tek bir kapitalist dünya pazarının yeniden oluştuğu, dünya işçi sınıfı ve ezilenlerini bir “kötü örnek”i izlemekten caydırmak üzere “ağızlara çalınan bir parmak bal”dan başka bir şey olmayan “sosyal devlet” yatıştırmacılığının yüksek maliyetine katlanmanın tekeller açısından bir ihtiyaç olmaktan çıktığı günümüz koşullarında, uluslararası tekellerin emperyalist çıkar, yönelim ve tutumlarını yansıtmaktadır. Dolayısıyla ulusal bağımsızlık ve siyasal demokrasi, en başta uluslararası tekellerin, emperyalizmin saldırısı altındadır. Ulusal bağımsızlık mücadelesi, ancak bir anti-emperyalist mücadele olabilir ya da emperyalizm, bağımsızlık mücadelesinin başlıca hedefi durumundadır. Çünkü bağımsızlık mücadelesi, ülkenin emperyalizmden bağımsızlaştırılması, uluslararası tekellerin sultasından kurtulması mücadelesidir.
Nitekim bugün ülkemizde ekonomi (ve maliye) alanının olduğu kadar tekelci toplumsal siyasal örgütlenme (başlıca devlet) alanının da yeniden yapılandırılmasının dayatıldığı koşullarda, emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”ne ayak uydurulmasına, “küreselleşme”nin gereklerinin yerine getirilmesine yönelik bir “demokratikleşme” tartışması yürütülmektedir. Başta “denize düşen yılana sarılır” mantığıyla izah edilmeye çalışılan Kürt milliyetçilerinin yaklaşımları olmak üzere, Kopenhag Kriterleri’nin önemi vurgusu yapan ve AB üyeliği karşısında bir türlü “hayır” tutumu alamayan ÖDP’nin ve genişçe bir “solcu”, demokrat aydın çevrenin yaklaşımları; emperyalizme karşı mücadeleden koparılmış bir “demokratizm” ekseninde şekillenmiştir. Tartışmanın asıl sürdürücüsü rolünü üstlenen ise, yıllardır anayasa ve yasa değişiklikleri öneren ve “küresel demokratizmi” projelendiren raporlar yayınlayan TÜSİAD’tır.
İleri sürdüğü değişiklikler ya da “demokratik talepler”in önemli bir kısmı, yetersiz olmakla birlikte karşı çıkılacak talepler de değildir. Örneğin Kürt dilinin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması isteği böyledir. Aynı şekilde, askerlerin iktidar yetkilerinin kısılmasına, Genelkurmayın Başbakanlık yerine Savunma Bakanlığı’na bağlanmasına karşı çıkılamaz. Bu ve benzeri önerilerin sınırları ya da yeterlilikleri kuşkusuz tartışılmak durumundadır; ancak neyi amaçladıkları, nasıl bir siyasal örgütsel egemenlik çerçevesi içine oturtuldukları doğal ki, tayin edici önemdedir. Demokrasi savunuculuğu ile göstermelik, halkın belirli kesimlerini yedeklemeye yönelik sahte “demokratizmin” ayrım noktası da burasıdır. TÜSİAD “demokratizmi”nin “küreselci” bir sömürge toplumsal siyasal yapılanmasının oluşturmasını öngören asıl içeriği, bu noktada ortaya çıkmaktadır, istenen, uluslararası tekellerin “çiftliği”nin siyasal yönetiminin biçim ve normlarının yaratılmasıdır.
Bundan doğalı da olamaz. Emperyalizme bağlanmış bir “demokratizm”in, onunla birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuva kulübü olan TÜSİAD aracılığıyla sunulan çerçevesinin başka türlü olması beklenemez.
İşin gerçeği, bir iktidar sorunu olan demokrasi sorunu, kuşkusuz en başta tekellerin egemenliğine karşı mücadele demektir. Tekel kârı uğruna her türlü hak ve hukuku ayaklar altına alan ve -bugünkü “küresel” saldırganlık koşullarında gericilik eğilimi daha da artmak üzere- çıkarlarına, talan ve iktidarlarına yönelik her türden toplumsal muhalefeti, gelişmesini önlemek üzere, yararlanacağı siyasal özgürlükler “silahından mahrum bırakmayı, bastırıp ezmeyi çare sayan tekelci burjuvazi ve siyasal gericiliğine, bu gericiliğin toplumsal örgütü olan baskı aygıtına karşı mücadele, demokrasi mücadelesinin özünü oluşturur.
Burada demokrasi mücadelesinin bağımsızlık mücadelesiyle kopmaz bağına geliriz ki; bu, işbirlikçi tekeller, uluslararası tekellerin bir parçası ve yerli tekelci burjuvazi emperyalizmle birleşmiş, çıkarları emperyalist çıkarlardan ayrılamaz hale gelmiş olduğu için ve uluslararası merkezlerde geliştirilip uygulamaya aktarılan politikalar, bu doğrultudaki ekonomik ve siyasal yeniden yapılandırmalar, işbirlikçi tekellerin de yolunu çizen, benimseyip uygulamaya yöneldikleri amentüler olduğu için kopmaz bir bağdır. Daha basitçe, ülkeyi emperyalizme onlar bağımlı kıldığı, burjuvazi ve tekellerin egemenliğinin bundan başka bir sonuca yol açması olanaksız olduğu ve yol açtığı için, işbirlikçi tekelleri hedefleyen demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmek zorundadır. Aksi durumda “küresel” haydutluğun basit bir aleti ve aklayıcısı olmaktan ileri gidilemez.

DEMOKRASİ MÜCADELESİYLE BİRLEŞMEYEN ULUSAL MÜCADELE YEDEKLENMEYE MAHKÛMDUR
Demokrasi mücadelesinin anti-emperyalist mücadeleye bağlanması nasıl zorunluysa, anti-emperyalist mücadelenin de demokrasi mücadelesi ile birleşmesi o denli zorunludur. Uluslararası tekelleri ve emperyalizmi hedefleme iddiasındaki bir mücadele ve anti-emperyalist bir ulusal hareketin; uluslararası tekelci sermayenin bir parçası durumundaki işbirlikçi tekelci sermayeyi, uluslararası tekeller ve emperyalizme bağımlılığın ve sömürgeleşmenin dayanağı olan işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun sınıf egemenliğini, başlıca bu egemenliğin (kuşkusuz genel olarak burjuvazinin egemenliğinin) siyasal örgütü ve aleti olan bürokratik-militarist aygıtı hedef almaması düşünülemez.
Tersi durumda, uluslararası tekelci sermayenin bir parçasından başka şey olmayan işbirlikçi tekelci sermaye ve egemenliği “ulusallık” ve sözde “ulusal devlet” adına desteklenmiş olacaktır. Bu durumda, uluslararası tekeller ve emperyalizmin azgın sömürü, yağma ve ulusal köleleştiriciliğinin, sömürgeciliğin temel dayanağı olan “ulusal” tekelci burjuvazinin ve siyasal egemenlik aygıtının “ulusal” aldatıcılığına alet olunmuş, propaganda edildiği gibi “aynı gemideyiz” masalında rol üstlenilmiş olunacaktır. Ulusun ve ulusal mücadelenin çıkarları ileri sürülerek, cüzdanları, borsada bugün şu yarın bu kâğıtlara olan yatırımları ve banka hesaplarından başka hiçbir “değer” tanımayan, ulusal değerleri, bildiği tek değer cinsi, “değişim değeri” olarak görmekle yetinmeyip tümünü dolar ve markla değiş tokuş eden, ulusun içinden zuhur etmiş ama emperyalizmle birleşmiş olan, ulusla ilişkisi, ona ihanet etmiş olmaktan ibaret işbirlikçi tekelci burjuvazi ve doruğuna kurulup dizginlerini -en çok emperyalistler adına- elinde tuttuğu siyasal egemenlik aygıtı bürokratik militarist makine kutsanmış olacaktır. O tekelci burjuvazi ki, halkın başlıca iç düşmanı ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin taşıyıcısıdır; o egemenlik aygıtı ki, emekçiler üzerindeki diktatörlüğün, baskı ve zulmün aletinden başka bir şey değildir ve en başta emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda işlemekte ve onların tarafından yönetilip yönlendirilmektedir…
Böyle bir yaklaşımla, ulusun ve ulusal çıkarların sahiplenilmesi ve bağımsızlık mücadelesinden, anti-emperyalizmden söz edilmesi boş bir iddia olmaktan öteye gitmez. Demokrasi mücadelesi ile birleştirilmeden, dolayısıyla emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi tekeller ve iktidar aygıtları -“ulusallığı” ileri sürülerek- hedef alınmadan, emperyalizme karşı bir mücadele tasarlanamaz ve az çok tutarlı bir ulusal bağımsızlık hareketi geliştirilemez. İç gericiliğin yedeğine düşülmekle kalınmaz ama emperyalizmin de yedeğine düşmekten kaçınılamaz. Bu tür “bağımsızlıkçılık”la belirli bir emperyalist mihraka karşı ancak bir başka emperyalist mihrakın dümen suyunda derlenebilir. Böyle bir “anti-emperyalist” mücadele, emperyalist bağımlılık ilişkilerine dokunamadan kalır, ancak emperyalist efendi değişimini amaçlayabilir. “En iyi” durumda, emperyalistler arası çelişmelerin kaygan zemininde manevralar yapma olanağı yakalanabilir ki, bu, “bir yerine birden fazla ayıyla yatağa girmek” anlamına gelir, tehlikeli sonuçları açısından hiç de tek bir emperyaliste uşaklığa tercih edilir değildir, üstelik gerçekleşme olanağı da son derece sınırlıdır.
Hayali senaryolar üretip generalleri bugün Türkiye’nin en çok bağımlı olduğu Batı’lı emperyalistlere karşı tavır almaya ve Çin ve Rus emperyalistleriyle birleşerek “Şanghay Beşlisinin yanında bir “Doğu Bloğu” oluşturmaya cesaretlendirme çabası içinde olan, böyle bir yönelimin adını da “ulusallık” ve “anti-emperyalist mücadele” takan Aydınlıkçı burjuvalar, aslında bu türden bir “en iyi durum”un hayalini kuruyorlar. Dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisi arasında yer alan ekonomik büyüklüğü, güçlü ordusu, nispeten gelişkin insan kaynakları ve önemli jeostratejik pozisyonuyla büyükçe bir “bölgesel güç” olan Türkiye’nin -kuşkusuz egemenlerinin- “bileğinin hakkı” olan parsadan payını ve bölgesel söz sahipliğini talep etmek anlamına gelen bu “en iyi durum”un peşine düşmek, ne talep edilenleri ulusal çıkar ne de talepte bulunanları ulusal yapar. Örneğin tarihsel bir haksızlık olarak tespit edilebilecek olan ama elin kaptırıldığı koşullarda kol da istenerek iyice köşeye sıkıştırılmalarının aracı kılınmaya çalışılan Ermeni soykırımı konusunda Türkiye egemenlerinin “haklılığını” savunmak ne kadar “ulusal değer” sorunuysa Kıbrıs’ta bugünkü durumun devamını savunmak da o kadar “ulusalcılık”tır. “Müttefikimiz” İsrail mezalimi karşısında Filistin halkının taleplerini görmezden gelerek Ortadoğu’da pozisyonunu güçlendirmeye çalışmak ne kadar “ulusal” ise, sözde Irak’ın toprak bütünlüğü adına Kuzey Irak’ta 20, 30, 100 kilometre derinliklerinde hatlar tutmak ya da Bulgaristan, Arnavutluk ve Makedonya’daki Türk asıllı halkların “hakları uğruna” yalnızca siyasal da değil, askeri girişimler peşinde olmak ve kuşkusuz Kafkaslardan Uzakdoğu’ya Türkî Cumhuriyetler üzerine hesaplar yapmak o kadar “ulusal”dır. Ama herhalde “en ulusal” olanı, Bakû-Ceyhan hattının alternatifi olarak bin bir yolsuzluğa konu olmuş, üstelik maliyeti de yüksek Türk-Rus ortak yapımı “Mavi Akım” filmi karşısında kendinden geçmek olmalıdır!
Kuşkusuz Rus ve Çin emperyalizminin derlenip toplanarak Amerikan emperyalizmi karşısında güç oluşturmaları kötü değil, hatta Türkiye devriminin yararınadır. Amerikan emperyalistlerinin tek dikte edici konumunu dengeleyecek odakların ortaya çıkması, Irak ya da Yugoslavya’ya tek yanlı savaş ilan edilmesi ve bu ülkelerin vahşice bombalanması gibi oldubittileri zorlaştırması ve manevra olanakları yaratması bakımından iyidir. Ama bundan, “ulusallık” adına, palazlanmakta olan bu iki emperyalist gücün yanında yer almak ve gönüllü olarak emperyalistler arası çelişmelerin sarmalına takılmak sonucu üretilemeyeceği gibi, henüz ne Çin ne de Rusya böyle bir pozisyon sahibidirler.
Ulusallık ve anti-emperyalizm iddiası bir yana, Türkiye’nin devlet geleneğinde, daha öncesinden başlamakla birlikte, Sultan Abdülhamit’Ie doruğuna çıkan ve 2. Dünya Savaşı döneminde de yinelenen emperyalistler arası çelişkiler üzerinden oynayarak “ulusal çıkarları” gözetme ve emperyalistleri birbirine karşı kışkırtarak “postu” kurtarmaya yeltenme önemli bir yer tutmuştur. Şimdi yine “bölge gücü” olma “büyüklük” kompleksi içinde egemenlerin benzer bir yönelimi ihtimal dışı değildir ve tarihsel deney birikiminden yararlanılarak bu açıdan daha titiz ve dikkatli bir tutum geliştirilmesi sürpriz olmaz.
Ancak birincisi, bunun ulusallıkla hiçbir ilintisi olamaz. İkincisi, Abdülhamit “taktikleri” Osmanlı’yı yıkımdan kurtarmamış ve ülke yedi düvelin işgaline uğramış; 2. Dünya Savaşı sırasındaki görece aktif “tarafsızlık” siyaseti ise, Amerikan vesayetinin kabulüne götürmüştür. Daha da önemlisi, Abdülhamit bu siyaseti bir “tavizler siyaseti” olarak, imparatorluğun belirli yörelerini sık sık şu ya da bu emperyaliste peşkeş çekip onları birbirlerine karşı kışkırtarak uygulayabilmiş ve ardından gelen daha “ulusalcı” Enver ve Talat Paşalar iktidarı, benzer “ulusal” kaygılarla, -bugünkü Batı karşısında köşeye sıkışılmışlığa benzer biçimde- talep ve dayatmaları karşısında bunaldıkları İngiliz, Fransız, Rus emperyalistleri bloğu karşısında yükselen Alman emperyalizminin başını çektiği bloğa yakınlaşıp katılarak ülkeyi tam bir felakete sürüklemişlerdi. Ve üçüncüsü, bugünkü uluslararası koşullar ve emperyalistler arası ilişki ve çelişkiler açısından durum, önceki her iki dönemden de farklıdır; henüz Amerikan emperyalizmini dengeleyecek bir emperyalist mihrak ortaya çıkmamıştır, dolayısıyla bu taktik bugün eskisi kadar “başarı”yla bile uygulanamaz ve “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” riski daha da büyüktür. Tüm koşulları uygun olsa bile egemenlerin “yedi kocalı Hürmüz” misali tam bir yosma durumuna düşerken ülkeyi sürükleyecekleri badirelerin ulusal çıkarlarla hiçbir ilgisi olmayacağı gibi, tehlikesi de vahim düzeyde olacaktır.
Dolayısıyla, bu yaklaşım gericidir, emperyalizm karşıtlığıyla ilgisiz olduğu kadar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin bölgesel güç olma hesaplarına ayak uydurup sözde ulusal kaygılarla onun peşine takılmaktan başka anlama gelmez. Ne “ordunun Atatürkçü, ulusalcı geleneği” ile ne de şeriatçıları vb. hedef gösteren “gericilik karşıtlığıyla açıklanamaz. Bu tür bir yaklaşımın iktisadi ve sosyal temeli, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve çıkarlarıdır. Onun siyasal egemenlik aygıtlarına ilişkin soyut analiz ve saptamalar kuşkusuz ki hayallerle uğraşmaktır. Siyasetle ekonomi, sınıfla temsilcileri arasında bir özerklik ilişkisi olmakla birlikte, önünde sonunda tayin edici olan ekonomi ve sınıf çıkarlarıdır; bürokratik militarist kast, teorideki koşulları belli olan -III. Napoleon ve Bismark gibi- istisnai durumlar bir yana, bu çıkarları “koruyup kollama” durumundadır. O halde, şu ya da bu siyasal örgüt ya da kişiden değil ama işbirlikçi tekelci burjuvazi ve çıkarlarından hareket eden tahliller yapma zorunluluğu vardır. Anlamı ise şudur: “gelenek ve göreneklerden” değil, örneğin Koç ve Sabancı’nın, “bizim” “ulusal” tekelci burjuvazimizin ve çıkarlarının desteklenip desteklenmediğinden söz açmak gerekir. Ya onların “anti-emperyalizminin”(!) peşine takılınacak ya da anti-emperyalist mücadele onlara karşı mücadeleyle de birleşecek. Sorun bu kadar basittir. Yoksa egemenliklerinin aygıtlarını onlardan kopararak ve hatta onlara karşı varsayarak ancak hayal kurulabilir. Bu hayalin bile kurulabilmesi için en azından bir iki veriye ihtiyaç olmalıdır ki, o da yoktur. Ülkenin emperyalist bağımlılık altına girmesinde bugüne kadar alınan yolda, ülkenin on-yıllar boyu sürüklenip saplandığı bataklıkta Koç ve Sabancı örneği işbirlikçi tekeller kadar onların, egemenliklerinin siyasal aygıtlarının, bu aygıtların başına çöreklenmiş temsilcilerinin de payı görmezden gelinemez ve bugüne kadar hiçbiri emperyalist dayatmalara karşı bir tavır içine girmemiş ama bağımlılık ilişkilerinin geliştirici dayanakları arasında yer tutmuşlardır.
Öyleyse hayale yer yoktur: antiemperyalist mücadele, sadece şu ya da bu emperyalist mihraka karşı değil ama genel olarak emperyalizme, tüm emperyalist bağımlılık ilişkilerine karşı olduğu kadar emperyalizmin dayanaklarına, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve egemenlik aygıtına da karşı yükseltilebilir ve öyle olmalıdır.

GENİŞ BİR KESİM EMPERYALİZMDEN ZARAR GÖRÜYOR
Buraya kadar anti-emperyalist mücadelenin devrimci ele alınışı üzerinde durulmaya çalışıldı. Ancak söylenenler, asgari devrimci tutum açısından gerekli olmakla birlikte, işçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelerin geliştirmek zorunda oldukları anti-emperyalist mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak bakımından yeterli değildir.
Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci gericiliğin dümen suyunda ulusal köleliğe, özelleştirme vb. saldırganlığına, öldürülmekte olan tarım ve hayvancılık dolayısıyla kitleler halinde topraklardan sürülmeye, hak ve özgürlük yoksunluğuna mahkûm olmaktan kaçınmak için, anti-emperyalist ve demokratik yönleri olan birleşik bir mücadelenin geliştirilmesi ihtiyacı açıktır.
Ancak emperyalizmle birleşmiş bir avuç tekelci para babası dışında “küresel” emperyalist saldırganlıktan herkes zarar görmekte, bu saldırganlığın politika ve uygulamalarını bir arada ifadelendiren IMF/DB Programı bütün bu kesimleri öfkeyle doldurmakta, aşılacağı belirtisi görünmeyen kapitalist kriz ise bu öfkeyi büyütmektedir. (Kimse bu öfkenin şimdilik yatışmış görüntüsüne aldanmamalıdır. Örgüt yetersizliği, dağınıklık, birleşik bir hareket oluşturulmasında henüz aşılamayan bünyesel zaaflar, toplumsal öfke birikiminin akacağı ve toplumsal muhalefetin etrafında toplanacağı güvenilir bir devrimci çekim merkezi yaratılmasındaki yetersizlik, bu görüntünün asıl nedenleri arasındadır. Yine de kentler ve köylerdeki işsizlik, aşırı yoksullaşma, iflaslar vb. çeşitli ani patlamalarının fitilini ateşleyebilecek öğeler olarak, üstelik yıkıcılık birikimleri artmak üzere işlevseldirler.) Dolayısıyla bir avuç tekelci para babası dışında kalan kesimlerin, kuşkusuz her birinin kendi çıkarları doğrultusunda ve maruz kaldıkları etkiler altında şu ya da bu ölçü ve tutarlılıkta, sınırlan ve içerikleri bu farklı çıkar, ilişkiler ve etkilerle belirlenecek antiemperyalist demokratik yaklaşımlar ve muhalif hareketlere dayanaklık etmeleri şaşırtıcı değildir.
“Küresel” saldırganlık, işçi ve emekçileri açlığa mahkûm etmek üzeredir. Kamu işletmelerinde geçinilebilecek olana yakın ücretlerle çalışmaya devam edebilen işçiler, sert bir saldırı ile karşı karşıyalar. Bir buçuk yıllık sıfır sözleşme dayatmasının Bayram Meral aracılığıyla kabul ettirilmesinin ardından esnek çalışma ve kıdem tazminatına varıncaya kadar tüm hakların gaspı dayatmasıyla ve üstelik kitlesel emekliye şevketine ve işten çıkarma baskısıyla kuşatılmak isteniyorlar. Büyük çoğunluk ise, sigorta ve sendika başta olmak üzere tüm haklarından yoksun halde asgari ücretin bile altında çalışmak zorunda bırakılmıştır, işsizler, 20 milyonu aşkın dev bir ordu oluşturmaktadır. Özellikle büyük kentlerin kenar semtlerinde her an her şeyi yapabilecek işsiz kitleleri yığınağı sürekli artmaktadır. Toplumsal çöküntü ve çürümenin belirtisi olarak dilencilik ve fuhuş olmadık ölçüde yaygınlaşmıştır. Tarım işçileri, yarı-proleterler ve topraksız köylülük, son derece düşük ücretle kent ve özellikle fabrika işçilerinden daha zor koşullarda çalışıp yaşama durumuna sıkıştırılmışlardır, işsizlik ve sefaletin pençesindedirler.
Küçük üretici köylülük, küçük ve orta köylü, tahıl fiyatları, şeker ve tütün yasalarıyla, istediği ürünü ekemez kılınmış, üretim maliyetlerini karşılayamamaya, dolayısıyla ekim yapamaz duruma, giderek mülksüzleşmeye ve sefalete itilmiştir. En çok birkaç yıl içinde büyük kentlerin kenar semtlerinin nüfusunu kabartmaya teşvik edilmektedir.
Dayatılan sefalet ücretleriyle kamu emekçilerine yıkılan yük büyümektedir. Kamu bankalarının tasfiyesi ve özelleştirilmesi sürecinde yaşanan işten atmalar, emeklilik hakkının gaspı gibi sonuçlar, kamu emekçilerinin büyük çoğunluğunun kaderi olarak tasarlanmaktadır. 657 sayılı yasa ve iş güvencesi, topun ağzına konmuştur. Üstelik bu kesim, sahte sendika dayatmasıyla “ağzı var dili yok” hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Geçtiğimiz aylarda patlayan esnaf, yeni patlamalara gebedir. Özellikle küçük esnaf, cebinden yemeye, iflasa ve mülksüzleşmeye mahkûm edilmiştir.
Artan döviz kurları ve faizlerle, iç ve dış borçların baskısıyla kamçılanan enflasyon ve hayat pahalılığının acısını, başlıca bu sayılan toplumsal sınıf ve tabakalar çekmektedir. Sermaye hemen tüm işlemlerinde vergi indirimlerinden yararlanır ve desteklenirken, oranları ve türleri artırılan ve başlıca temel tüketim maddelerine yüklenen vergiler ve zamlar, yine bu kesimlerin yoksullaşmasını derinleştirmektedir. En çok örgütsüz ve dağınık durumda olan, örgütlenmeleri engellenen, siyasal özgürlüklerden yoksun olan, dolayısıyla sesini yükseltip hakkını arayamaz kılınmaya çalışılan, yine emekçi kitlelerin değişik tabakalarını oluşturan bu kesimlerdir.
Ancak küresel saldırganlıktan zarar gören ve hoşnutsuzluk içinde olanlar emekçi kitlelerin değişik kesimlerinden ibaret değildir.
Tekel-dışı burjuvazi olarak tanımlanabilecek, bir ucuyla esnaflara ulaşıp kapsayan diğer ucu tekellere kadar varan, bu ikisinin arasında kalan sınai, ticari ve hizmet alanında yatırımları olan burjuvazi, alt kesimlerini küçük burjuvazinin oluşturduğu orta sınıf, moda deyimle KOBİ, atölye, dükkan vb. sahipleri de, bu saldırganlık koşullarında kendilerini hiç de emniyette hissetmiyorlar. Sağda-solda sözcüleri ortaya çıkma, giderek kendilerini tekellerden ayırma ve eskiden olduğundan farklı olarak onların sözcüleri tarafından temsil edilmeyi kabul etmemeye yönelme sürecinde kendi kendilerini ifade etmeye başlamışlardır.
Bu anormal bir gelişme değildir. Yerli ve uluslararası tekellerin ve özellikle sanayi ve banka sermayesinin iç içe girmesiyle karakterize olan mali sermayenin kalbi olan bankaların kendi azami kârlarını gerçekleştirmekten başka çıkar tanımayan yıkıcı saldırganlığı, kuşkusuz tekel-dışı burjuva kesimleri de olumsuz etkilemektedir. Ekonominin yabancı paraların egemenliği altına girmesi, yükselen döviz kurları, yüksek kredi faizleri ve kredi koşullarının ağırlaşması, bu kesimi sesini yükseltmeye itmektedir. Kriz durumlarını ağırlaştırmış, tekellerin krizden yararlanarak zorda olan işletmeleri yutma, iflasa sürükleme ve palazlanma fırsatçılığı dayanılmaz durumlara sürüklenmelerine neden olmuştur.
Hatta tekeller içinde bile IMF Programı’na, bu program doğrultusundaki uygulamalara itirazlar ve eleştiriler ortaya çıkmaktadır. Bir ucundan tekel-dışı burjuvaziyi de kapsasa bile, “reel sektör-finans sektörü” kapışması, tekeller arasındaki çatışmaların bir görünümüdür. Tekeller arasında da en irilerin daha “mütevazı” olanları yutması, birleşmeler (füzyon), banka ve holdinglerin batması, sıradanlaşmıştır. Bir başka gelişme, uluslararası tekellerin yerli işbirlikçilerine kendi çıkarlarını (en irilerin daha “mütevazı” boyutta olanlara dayattıkları türden) daha çok dayatmalarıdır. Ford Türkiye’deki yatırımlarında Koç’a, Japonlar da Toyota-Sa’da Sabancı’ya çoğunluk hissesi sahipliklerini dayatmışlar ve bunu sağlamışlardır. Dolayısıyla eskiden başka türlü garanti altına aldıkları söz ve karar sahipliklerini şimdi uluslararası tekeller doğrudan ellerine almışlardır. “Bizim” en büyüklere şimdi hem daha küçük paylar kalmıştır hem de alışık oldukları parya muamelesi resmileşmiştir. Gerçi onlar bunu sorun etmemekte, krizden kendi çıkarlarına yararlanmaya bakmakta ve payları azalsa ve söz hakları kalmasa bile “sürümden kazanarak” elde edecekleri kâr kütlesini artırmayı gözeterek işbirlikçi pozisyonlarına daha sıkı sarılmaktadırlar.
Ancak tekel-dışı burjuvazi de içinde olmak üzere, uluslararası sermaye saldırganlığından zarar görmekte olan kesimlerin bu saldırıya karşı kuşkusuz birbirinden değişik tutumlar geliştirmeleri, nesnel çıkar farklılıklarının ifadesi ve zorunlu sonucu sayılmalıdır.
Bu noktada ortaya belli başlı iki sorun çıkmaktadır. Bunlar, birincisi, çıkarları uluslararası sermaye ve emperyalizmle çelişme halindeki sınıf ve tabakaların geniş bir antiemperyalist birliğinin yaratılması ve kapsayıcı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi yükseltilmesi ve ikincisi, böyle bir mücadelenin başarısının da garanti altına alınmasıdır ki, bu da her şeyden önce, işçi sınıfı ve emekçilerin bu birlik ve mücadele içinde erimemesi ve burjuvazinin yedeğinde sürüklenmemesine bağlıdır.

FARKLI SINIF ÇIKARLARI ULUSAL YAKLAŞIM FARKLILIKLARININ KAYNAĞIDIR
Öyleyse, sınıfın ve emekçi kitlelerin anti-emperyalist talepler etrafında birleşip ulusal bağımsızlık mücadelesine katılmalarına yardım etmek, bu birliğin antiemperyalist potansiyel taşıyan herkesi kapsamasını sağlamak ve bu mücadelenin başarıya ulaşmasını garanti altına almak bakımından bilinçli işçiye, ileri işçilerin birlik ve mücadele merkezi olan sınıfın devrimci partisine düşen görev nedir?
Örneğin esnaf, emekçi kesimlerdendir, ürününe kendi emeğini de katar; ama aynı zamanda küçük mülk sahibidir, üretim araç ve aletlerine sahiptir. Ya da dükkân sahibidir, kendi emeğiyle de çalışsa, küçük ticari sermayesi ile alım satım yapar. Her iki halde de genellikle yanlarında işçi çalıştırırlar. Borçlu oluşu ya da bazı mülklerinin ipotekli olması, üretim sürecindeki bu yerini değiştirmez; ancak durumunu ağırlaştırır.
Orta köylü de benzer durumdadır. Pazar için üretir. Kendi emeğini de katarak üretim yapar. Belirli bir toprağı vardır, bir miktar da üretim araç ve aleti. En azından zaman zaman işçi kiralar. Üretim sürecindeki yerini bu durumu belirler; kendisini dara sokan icralık oluşu ya da mülkleri üzerindeki ipotekler, ancak onun mülksüzleşme sürecinde bulunduğuna işaret eder.
Tekel-dışı burjuvazi, başlıca kent ve köylerin orta (ve aslında küçük burjuvaziyi de kapsayan) burjuvazisi, esnaf ve orta köylülükten farklı olarak, ürüne kendi emeğini katmaz; üretim sürecinde, yalnızca mülkiyetine sahip olduğu üretim araçlarının sağladığı güçle var olur, buna dayanarak işgücünü kiraladığı işçinin yarattığı artı-değere el koyan sermayedardır. Küçük ve orta işletmelerde işgücü sömürüsü özellikle ağırdır; hatta sendikalı, sigortalı çalışmanın olduğu büyük işletmelerle karşılaştırıldığında, hemen hiçbir hakkı olmayan ve çok daha düşük ücretlerle çalışmaya zorlanmış işçilerin izbe atölyelerdeki uzun, tehlikelerle dolu çalışma ve yaşam koşulları dayanılmaz ölçüde kötüdür.
Dolayısıyla aşağıdan yukarıya, ürüne emeğini de katan küçük mülk sahiplerinden üretim sürecine sadece sermaye sahibi olarak katılan mülk sahiplerine kadar küçük ve orta burjuvazi, uluslararası sermayenin talan, dayatma ve baskılarından zarar görmekle birlikte, yine bu saldırıdan zarar görmekte olan işçi sınıfı ve yalnızca emeğiyle geçinen diğer emekçi kesimlerden farklılaşırlar.
Bu farklılaşmanın buraya kadar söylenenlerden çıkarılması gereken tek bir nedeni vardır. Orta burjuvazi kastedilerek konuşulacak olursa, tekel-dışı burjuvazi, kapitalist bir sınıftır; alt kesimlerini oluşturan küçük burjuvazi ve esnaflar ise, emekçi bir yanları da olmakla birlikte aynı zamanda sömürücü de olan, artı-değere el koyan ikili karaktere sahiptirler, mülksüzleşme tehlikesiyle karşı karşıya olsalar ve hatta bu sürece itilseler bile, kapitalizm tarafından üretilmiş ya da ona bağlanmışlardır.
Dolayısıyla tüm olay ve olgularla ilgili olduğu kadar uluslararası sermayenin saldırıları karşısında da nesnel sınıf konumlarından kaynaklanan tutumlar içinde olurlar, öyle olmak durumundadırlar. Kapitalistçe tepkiler gösterir, kapitalistçe düşünür, kapitalistçe davranma eğilimleri geliştirirler (tekel-dışı orta burjuvazi) ya da kapitalizme bağlanan, ondan kopmama eğilimi gösteren, küçük mülküne sıkıca sarılan tepkiler gösterir, düşünüş ve davranışlar geliştirirler (alt kesimleri, küçük burjuvazi ve küçük esnaflar vb.).
Fabrika işçisi, işçi sınıfının geniş kesimleri, tarım proletaryası, yoksul köylülük ve hatta bir ölçüde kamu emekçileri (Üzerinde ayrıntılı durmak gerektiği için yazının gelişimi içinde kamu emekçilerinin durumunu ele almadan devam edeceğiz. Ancak belirtilmeli ki, tekelci sermaye egemenliği, bu kesimi kapitalizm karşıtı bir tabaka halinde işçi sınıfına doğru itmektedir.) ise, kapitalizmin “aşağı” sınıf ve tabakalarını oluştururlar. Başta işçi sınıfı olmak üzere üretim araçlarından kopmuşlardır, işgüçleri sömürülür ya da daha genel bir söyleyişle ödenmemiş emeklerine el konur. Dolayısıyla nesnel konumlarından kaynaklı çıkarları kapitalizme bağlı değildir, tersine kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.

ULUSAL MÜCADELENİN HEDEFİ KAPİTALİST EMPERYALİZMDİR
Kuşkusuz kimse bu kapitalizme ilişkin değerlendirmeler ve çeşitli sınıfların kapitalist üretim sürecindeki yeri bakımından ileri sürülen görüşler “nereden çıktı” demeyecektir.
Kapitalizme ilişkin değerlendirmeler yapılması ve bizzat kapitalizmin kendisinin konu edinilmesi; yalnızca “ulus”, “ulus devlet” ve “ulusal mücadele” gibi kategorilerin kapitalizme özgü olmaları nedeniyle değil, ama işçi sınıfı ve emekçilerle, emek hareketi ile ilgili, kapitalizm ve kapitalizm karşıtlığı zeminine oturmayan hiçbir çözümlemenin yapılamayacak olması nedeniyle de zorunludur.
Bundan ibaret de değildir. Ulusal bağımsızlık mücadelesi, artık, ulusların oluşum ya da ulusal süreçlerin başlangıç dönemlerinde olduğu gibi feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesi değil ama başlıca bir anti-emperyalist mücadele niteliğine büründüğü için, kapitalizmden söz açmadan anlaşılmaz olmuştur.
Evet, ulusal mücadele antiemperyalist mücadeledir. Ve burada kapitalizm karşıtlığını ve bu içerikte bir mücadele zorunluluğunu göz ardı etmeye yönelik hiçbir el çabukluğu ya da kafa karıştırıcılığına yer yoktur. Çünkü emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele dendiğinde, söz konusu olan, soyut bir emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele değil, köleci Roma ya da askeri feodal Osmanlı veya Rus emperyalizmi ve onlara karşı mücadele değil, ama bugünkü kapitalist emperyalizm ve ona karşı mücadeledir. Ulusal ya da anti-emperyalist mücadele, elbette feodal kalıntılara karşı mücadeleyi de kapsayacaktır; ama ona asıl demokratik içeriğini veren tekelci kapitalizme, tekelci baskıya ve tekellerin siyasal egemenliklerine karşı mücadele olduğu gibi, bu mücadele, tüm dünyayı ele geçirme ve kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırma (“Yeni Dünya Düzeni”) peşindeki uluslararası tekellerin, kuşkusuz kapitalist üretim ve değişim ilişkileri üzerinde yükselmiş egemenliğinden kurtulma mücadelesinden başka bir şey olamaz. Dolayısıyla emperyalizme karşı olmak tekelci kapitalizme, ondan kaynaklanan ulusal baskıya karşı olmak demektir. Yerli ve yabancı tekelleri, tekelci kapitalizmi hedef almayan bir ulusal mücadele, artık anlamsızdır. Hayali şatolara karşı mızrak sallamak gibidir, modern Don-Kişotluktur, hiçbir başarı şansı yoktur.

ULUSALLIK VE ULUSLARARASILAŞMA: KAPİTALİZMİN İKİ TARİHSEL EĞİLİMİ
Bilinir ki, uluslar ve ulusal devletler; insan topluluklarının kabileler, kavimler ya da prensler ve merkezi krallıkların toprağa ve kişiye bağımlı bendeleri olarak bölünmüş veya ancak ümmet/cemaat bağıyla bir ölçüde birleşmiş oldukları kapitalizm öncesi toplumlardan farklı olarak, kapitalizmin şafağında ve ancak siyasal parçalanmışlığı koşullandıran feodalizme karşı mücadele içinde ortaya çıkmıştır. Ulusal mücadele ve kavgaların ortaya çıkış koşulları da aynıdır. Burjuvazinin ve peşinden sürüklediği halkın sömürülen kesimlerinin feodalizme karşı mücadelesi, feodal baskıya karşı demokratik bir içerik taşımakla birlikte her şeyden önce ulusal bir karakter de taşımıştır. Bu mücadelenin başarıları, tarihsel açıdan, “kendi” ulusal pazarını (tek para birimi, ticaret ve seyahat yasaklarının kaldırılması, gümrükler ve haraçlara son verilmesi, dil birliği vb. ile) oluşturmak üzere, feodal zorbalıklara ve dolayısıyla feodal siyasal parçalanmışlıklara son veren burjuvazinin iktidarları ile sonuçlanmış ve bu iktidarlar “ulusal devletler” biçimini almıştır. Dolayısıyla hem “ulus” burjuva bir kategoridir hem de “ulusal devlet” burjuva egemenliğinin siyasal örgütsel biçimidir.
Bu süreç, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini kurma ve perçinleme yönelişinde kendi “özel” çıkarlarını tüm halkın, ezilenlerin bütününün çıkarları, “genel” çıkarlar olarak gösterip benimsetmeyi başardığı ve “ulus” adına kendi siyasal egemenliğini örgütlediği bir süreç olmuştur. “Ulus devlet” de, bu sürece ve burjuvaziye aittir, kapitalizme özgüdür.
Lenin, burjuva milliyetçilerle “ulusal özümleme” (asimilasyon) sorununu tartışırken kapitalizmin bir evrensel yasasından söz eder:
“Kapitalizm, gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır, ikincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
“Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluştur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir. Marksistlerin ulusal programı, her şeyden önce ulusların ve dillerin eşitliğini savunurken, bu alanda her türlü ayrıcalığa karşı çıkarken (ve ulusların kaderlerini kendilerin tayin etme hakkını savunurken ki bundan ileride söz edeceğiz); ve sonra da enternasyonalizm ilkesini ve proletaryaya burjuva milliyetçiliğinin en yontulmuşunun bile bulaştırılmasına karşı uzlaşmaz savaşımı savunurken, her iki eğilimi de göz önünde tutmaktadır.” (UKKTH, Sol Yay., 8. baskı, sf. 22-23)
Ulusal sorun, henüz daha feodal zorbalığa karşı mücadele ve demokratikleşme sorunu halindeyken ve böyle ele alınırken söylenen bu sözler öğreticidir: “Ulus”, ulusal baskıya karşı mücadele ve “ulusal devlet” ve yanı sıra uluslararasılaşma eğilimleri; üstelik kapitalizmin evrensel yasası durumundadır, iktisadi açıdan birinci eğilim serbest rekabetçi kapitalizme, gümrük duvarlarıyla vb. korunan ulusal kapitalizme, ikinci eğilim ise tekelci kapitalizme denk düşmektedir, ilk eğilim, “ulus”la ve ulusal burjuvaziyle, “ulusal pazar”la, “ulusal devlet”le karakterize olurken; ikinci eğilim, uluslararasılaşma ile, uluslararası burjuvazi, uluslararası tekeller ve emperyalizmle, ulusal pazarların tek bir kapitalist dünya pazarı oluşturmak üzere birbirine bağlanmasıyla, sadece ticaretin değil ama sermaye akışkanlığının önündeki engellerin kalkışıyla, “ulusal devlet” sınırlarının darlaşması ve engelleyiciliğinin burjuvazinin kendisi tarafından aşılmaya çalışılmasıyla, -NATO, BM gibi iktisadi olmayan örgütler de içinde olmak üzere- OECD, WTO, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, NAFTA vb. türünden uluslararası ekonomik ve siyasal egemenlik örgütlenmeleriyle karakterize olmaktadır.

İŞÇİ SINIFININ UFKU KAPİTALİZMİN HER İKİ EĞİLİMİYLE DE SINIRLANAMAZ
Başlıca burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından halka, işçi sınıfı ve emekçilere biri ya da diğeri dayatılmaya çalışılan bu iki eğilim; başlıca özelliği, sınıftan kopukluğu ve onun çıkar ve ihtiyaçlarına, yaşam ve eylemine ilgisizliği olan “ideolojik sol” tarafından da, burjuva kesimlere paralel olarak ve iki yönüyle özellikle çekiştirilmektedir. Her iki çekiştirmenin ortak olan niteliği, bu iki eğilimin kapitalizmin eğilimleri olduğunu gizlemeleri ve bunun üzerinden aldatıcılık olarak geliştirilmeleridir.
Neoliberaller, İkinci Cumhuriyetçiler ve “solcu” uzantıları, uluslararasılaşmanın faziletlerini anlata anlata bitiremiyor ve bunun demokratizmin temeli olduğuna halkı inandırmaya çalışıyorlar. Hatta ileri giden bazı “solcular”, örneğin “Birikimciler”, uluslararasılaşma eğiliminin “sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliği” oluşundan, sosyalistlerin, sosyalizme yakınlaştıracağı gerekçesiyle, neoliberal saldırganlığı, örneğin AB üyeliğini desteklemek zorunda oldukları sonucunu çıkarıyorlar. Bu en berbat bir kapitalizm savunuculuğu ve gericiliktir, emperyalizm yardakçılığıdır. Bunlara göre, “ulusal” sınırların ve “ulusal devlet’in aşılmakta oluşu ve işçi sınıfının ulusallık değil ama enternasyonalizm ilkesinden yana olması, ulusal değerlerin ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin eskimesi, aşılması ve değersizleşmesi anlamına gelmekte ve artık bu tür “gereksiz işler”le uğraşmaktan vazgeçmek gerekmektedir. AB’ye bile karşı çıkmaya mecali olmayan, “küresel saldırıya karşı” ulusal bir direnişin sözünü etmeden “küresel direniş” öngören -henüz tutumlarını yüksek sesle ve açıkça ifade etmekten kaçınarak utangaçlık yapan ve bu durumuyla yardakçılık düzeyine varmamış bir uzlaşmacı pozisyon tutan- ÖDP, tarihsel olarak ideolojik gıdasını aldığı “Birikim”den beslenmeye devam ediyor ve bu “cephe”de yer alıyor görüntüsü vermektedir. Ulusal devlet çıkış noktasıyla bir paradoks oluşturmakla birlikte gelinen noktada HADEP de buralarda bir yere sürüklenmiş durmaktadır.
Diğer yandan ise, “ulus” ve “ulusal devlet” ısrarcıları, ulusal mücadeleyi kendi başına yeterli tek alternatif sayanlar, “Atatürkçülükle statükoculuk yaparak iktidar katlarından konuşanlar, onlarla bağlantılara sahip olmakla birlikte bir ulusal mücadele öngören Kemalistler, Mümtaz Soysal gibiler ve Aydınlıkçılar çekiştirmektedirler. Ulusal köleleştirme, talan ve zorbalığa -tutarsızca- karşı çıkılarak ulusal değer ve hakların savunulması ve bir ulusal bağımsızlık mücadelesi yükseltilmesi zorunluluğu ardında, yine kapitalizmin aklanmasını dayatan bu çekiştirme de işçi ve emekçilerin kabul edebileceği bir tutum değildir. “Ulus” ve “ulusal devlet” yüceltisiyle burjuvazinin özel çıkarlarının “ulusal çıkarlar” genellemesiyle halka benimsetilmesi çabası olan bu yaklaşım, bütün ülkelerden işçilerin birliğini öngören ve ulusal sınırlara sığmayan işçilerin kurtuluş davasını ifade eden enternasyonalizm ilkesi yerine ulusal çit ve sınırlamaların savunulmasını ve başka uluslarla çatışmayı ve düşmanlaşmayı içeren milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesini esas almaktadır.
Kapitalizmin yüceltilen her iki eğilimi üzerinden yapılan aldatıcılık, ortak olan “aynı gemideyiz” ya da “ulusal bütünlük” kapitalist masalının anlatımı ve propagandası üzerine kuruludur.

“KÜRESELLEŞME” EĞİLİMİ ANCAK KAPİTALİZMİN SONUNU HAZIRLAR
Kapitalistlerin kendi özel çıkarlarını halka dayatmaları anlamına gelen bu masal; uluslararasılaşma eğiliminin abartıcıları açısından, sadece emperyalizm çağında ve özellikle bugünkü gelişme düzeyinde, uluslararası tekeller her türden gericiliğin başlıca kaynağı ve besleyicisi olması nedeniyle kendini ele veriyor değildir. Diğer yandan, sosyalizm için olgunlaşmış kapitalizmin, hiçbir zaman kendiliğinden, kendi doğal evrimiyle sosyalizme götürmeyecek oluşu; ama bir yanda tüm zenginlik kaynaklarını ellerinde toplayan bir avuç mülti-milyarder, öte yanda dünya çapında milyara varan işsizler ordusu da içinde olmak üzere sefalet ve yoksulluğunu derinleştirdiği işçi sınıfını (ve emekçileri) kutuplaştırarak şiddetlendirdiği sınıf karşıtlığının kapitalizmin yıkılışını ve sosyalizmi zorunlu kılması nedeniyle de kendini ele vermektedir. Üçüncü olarak, evet günümüzde kapitalizmin uluslararasılaşma eğilimi egemen durumdadır, ancak sadece egemendir ve kapitalizmin ulusal eğilimi zayıflamakla birlikte yok olmamıştır. Bu eğilim başlıca iki görünümde varlığını sürdürmeye ve etkide bulunmaya devam etmektedir. Birincisi, kapitalizmin yıkılma zorunluluğunun dolaylı bir dinamiği olarak uluslararası tekeller ve emperyalizm (ve “kendi” ulusuyla hiçbir ilgileri kalmayan, ulusa tamamen ihanet eden işbirlikçi tekeller) belirli “ulusal” mihraklar etrafında toplanmak ve birbirleriyle ölesiye didişmek üzere bölünmüş durumdadır. Belli başlı ABD, Almanya’nın başını çektiği Avrupa, Japonya, yeni gelişmekte olan Çin ve toparlanmakta olan Rus emperyalist mihraklarına bu bölünmüşlük; çığırından çıkmış ve iğdiş edilmiş, aslında uluslara yönelik saldırganlık ve neredeyse izlemiş olduğu tarihsel gelişmenin “coğrafi” seyri dışında “ulus” ve “ulusallıkla hiçbir ilgisi kalmamış bir “ulusallık”ın ifadesidir. Yine de anılan emperyalist güç merkezleri ve dayanakları olan uluslararası tekeller ABD, Almanya vb. “ulusal” devletlerini kendi siyasal, askeri vb. ihtiyaçları bakımından işlevsel kılmakta ve egemenlikleri altında tuttukları işçi ve emekçileri hâlâ çeşitli “ulusal” mavallarla avutmayı sürdürmektedir. “Ulusal” eğilimin diğer görünümü ise, hâlâ nesnel ulusal özelliklere sahip olmaya devam etmekte ve artık başlıca uluslararası tekellerden zarar görmekte olan tekel-dışı burjuvazinin, orta ve küçük burjuvazinin bu baskıya karşı tepki, tutum ve eylemlerinde belirmektedir. Bu nedenle burjuva enternasyonalizminin kozmopolitizminin yanı sıra burjuva milliyetçiliği hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Tıpkı “ulus” ve “ulusal devlet” kategorileri gibi. Ancak şu da bir gerçektir ki, bu kategoriler, örneğin geçen yüzyılda olduğunca etkin olmaktan çıktıkları gibi, aşınmışlardır da.

ULUSAL SINIRLAYICILIK VE KAPİTALİZM SAVUNUCULUĞU
Kapitalistlerin kendi özel çıkarlarını halka dayatmaları anlamına gelen aynı masal, başlıca tekel-dışı burjuvaziden kaynaklanan ya da onunla uzlaşmayı ve ondan etkilenmeyi yansıtan (kuşkusuz bu, hemen her durumda tekellerle uzlaşma ve onlardan etkilenmeye bağlanmaktadır) kapitalizmin ulusal eğilimin abartıcılığı açısından, ise, yine birkaç yönüyle kendisini ele vermektedir.
Birincisi, yekpare bir “ulus” yoktur, hiçbir zaman olmamıştır. Bir zamanlar altı çizildiği gibi, “sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak “ulus”, burjuva aldatıcılığından, burjuvazinin kendi sömürücü özel çıkarlarını, “ulus” ve “ulusal bütünlük” adına işçi ve emekçilere dayatmasında bir kaldıraç olmaktan başka bir anlama gelmemiştir, gelmez. “Hepimiz bir bütünüz”, “tüm ulusun birliği”, “ulusal devlet” lafları; bir ulus içinde “iki ulus” bulunduğu gerçeğini, ulusun, çıkarları, yaşam koşulları, duygu, eğilim ve yönelimleri, özlem ve eylemleri, eğilim gösterdikleri düşünceler ve kültürleriyle başlıca iki karşıt sınıfa ve genelde sömürenlerle sömürülenler olarak bölündüğü gerçeğini karartmaya ve işçi sınıfını burjuvazinin, sömürülenleri sömürenlerin peşine takmaya yöneliktir. Bu masal, bir zamanlar işe yaradıysa, bunun nedeni, ulusun yekpare bir “bütün” oluşturması değil, ama kapitalizmin azgelişmişliği ve işçi sınıfının nitel ve nicel açıdan gelişmemişliği olduğu kadar, görece uygun koşullarda (Sovyetler Birliği’nin yardım ve desteği, burjuvazinin cılız da olsa bir anti-emperyalist eylem geliştirme yeteneği göstermiş olması ve sonra ’29 Bunalımı’nın sağladığı olanaklar vb.) burjuvazinin kendi özel çıkarlarını ulusun geri kalanına, halka tüm ulusun çıkarlarıymış gibi kabul ettirebilme becerisi gösterebilmiş olmasıdır. Şimdi koşullar bunun için çok daha az uygundur ya da hiç uygun değildir. Şimdi örneğin Aydınlıkçılar henüz oluşmamış bir “Çin-Rus” bloğuyla birleşmeyi önererek Kurtuluş Savaşı sırasında destek sağlamış SB’nin bugünkü boşluğunu doldurmayı öngörseler bile, bu en azından şimdilik hayali bir yaklaşımdır, üstelik bu emperyalist “blok” kuşkusuz SB değildir. Üstelik bugün kapitalizm eskiye göre oldukça fazla gelişmiş, çelişmeleri derinleşmiştir, şimdi özel kapitalist çıkarları “ulusal çıkar” olarak işçi sınıfı ve emekçilere kabul ettirmek çok daha zordur.
Kapitalizmin gelişmiş oluşunun başlıca iki yönünü, ulusal abartıcılığın kendini ele verişinin diğer iki nedeni olarak saymak yerinde olacaktır.
Öyleyse, ikincisi, ulusal mücadelenin kaynağı ve hedefinin feodal zorbalıktan ibaret olmaktan çıkıp başlıca uluslararası tekeller ve emperyalizm olmasıyla ilgilidir. Şimdi “ulus” adına karşı çıkılması gerekli olan, tekeller ve kapitalist emperyalizmdir. (Burada, özel olarak Türkiye açısından Kurtuluş Savaşı’nın da emperyalizmi hedef aldığı söylenebilir. Doğrudur. Ama Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve emperyalizmin ülke içine sızması ve dayanaklar edinmesi bakımından durum, dün ile bugün kıyaslandığında, oldukça farklıdır.)
Özellikle bugün uluslararası tekeller ve emperyalizmin talan ve zorbalığı, geliştirdiği köleleştirici ilişkiler, oldukça gelişmiş ve tekelci bir kapitalist ekonomi üzerinde gerçekleşmektedir. Emperyalizmle birleşen işbirlikçi tekelci burjuvazi, yüzyıl başıyla karşılaştırılamayacak ilişkiler ağına ve etkinliğe sahiptir. Yüzyıl başında başlıca bir hammadde deposu olan Türkiye, şimdi önemli bir kapitalist pazardır; üretim ve değişim önemli bir boyut kazanmıştır, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, tekelleşme küçümsenemeyecek ölçektedir. Bunun anlamı nedir?
İlk olarak, bu, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin koparılmasını amaçlayacak bir anti-emperyalist mücadelenin zemininin genişlemesi demektir. Şimdi artık antiemperyalist mücadele, oldukça gelişkin bir kapitalist ilişkiler ağı çerçevesinde, uluslararası sermaye ve emperyalistler tarafından bağımlılık ilişkilerinin üzerinden gerçekleştirildiği ve dünya pazarına bağlanan (tam entegrasyon sürecinde ciddi mesafelerin alındığı) tekellerin egemenliğindeki hastalıklı kapitalist ekonomi zemininde yürütülmek durumundadır.
Buradan çıkacak bir sonuç, bağımsızlık mücadelesinin, emperyalist talan ve bağımlılığın dayanağı olduğu kadar siyasal demokrasinin de önündeki başlıca engel durumundaki işbirlikçilere, yerli tekellere, tekelci kapitalizme ve kuşkusuz tekelci siyasal örgütsel bir komite olan militarist-bürokratik aygıta karşı mücadele ile birbirine bağlanması zorunluluğudur. Artık tekelleri ve tekelci kapitalizmi hedefine koymayan bir anti-emperyalist mücadele ve başarısı olanaksızdır.
Diğer yandan, buradan çıkacak bir başka sonuç, tekel-dışı kapitalist kesimlerden kaynaklanan bağımsızlıkçı ulusal eğilim ve hareketlerin iyiden iyiye güdükleşme ve tutarsızlaşmasını koşullayan etkenlerin gelişmiş ve güçlenmiş olmasıdır.
Tekel-dışı olmakla birlikte burjuvazi, kapitalist bir sınıftır. Tekellerin egemen olduğu kapitalist ekonominin sömürücü bir kategorisidir. Üretim ve değişim ilişkileri açısından olduğu kadar banka ve kredi, borsa vb. ilişkileri açısından da, tekellerin cirit attığı ilişkiler ağı içindedir. Bu ilişkilerden zarar gördüğü kuşkusuzdur, ancak içinde yer alabileceği başka ilişkiler ağı, bir başka kapitalizm de yoktur. Bu ilişkiler ağı içinde bin bir bağla bağlı olduğu tekellerden tam kopuşu ve bugünkü kapitalizm olan tekelci kapitalizme son vermek üzere eyleme yönelmesi düşünülemez. Üstelik yan sanayisini oluşturduğu, pazarı olduğu, pazar olarak değerlendirdiği ve pazar sağladığı, hammadde ve yarı-mamul madde açısından bağımlı bulunduğu, kredi ilişkileri içine girdiği ve genellikle borçlu olduğu vb. tekellerle uzlaşmasını koşullandıran konumu, az çok tutarlı bir anti-emperyalist pozisyon alışının bile önünü kesmektedir. Geriye, üstesinden gelmeyi hedefleme olanaksızlığı içinde olduğu ve ama zarar gördüğü emperyalist saldırganlığı hafifletici ulusal iyileştirmeler olanağı kalmaktadır. Bu ulusal iyileştirmeciliğin çerçevesini, kuşkusuz kapitalist ilişkiler sürerken ve tekellerin varlığına son verilmeden, tekelci kapitalizmin aşırılıklarının törpülenmesi, emperyalist bağımlılık ilişkileri bakımından da daha katlanılabilir (tekel-dışı burjuvazinin hayatiyeti ve kârının korunabildiği) bir ölçü tutturulması şeklinde tanımlanabilir. Şu kadar değil de bu kadar özelleştirme, AB’ye ancak “uygun koşullarla” girme, borçların iptali yerine ertelenmesiyle yetinme, bankalar ve bankacılık sistemi karşısında sessiz kalma ama devlet bankalarının tasfiyesine karşı çıkmakla sınırlanma, örneğin servet vergisi ve işsizlik sigortasının lafını bile etmeme, kapitalizm ve kuşkusuz tekellerin egemenliği “koşullarında” emekçilerin taleplerini görmezden gelen bir “kalkınmacı” tutum alma ve spekülatif aşırılıklar karşısında “sıcak para” hareketlerinin denetlenmesini öngörme ya da en son İP önerisindeki TL lehine doların yasaklanması vb. gibi. Kiminin “karma ekonomi”nin de savunulmasıyla birleştirdiği yaklaşımlarının, iktisadi açıdan, sözgelimi ’80 öncesi ya da 70’lerin koşullarının yeniden var edilmesine denk düştüğü ortadadır; ama bu koşulların da işçi ve emekçiler bakımından özlenir bir yanının olmadığı açıktır. Örneğin Mümtaz Soysal’ın açıkladığı program ya da IMF ve Programı’na görece ciddi eleştiriler yönelten çeşitli sanayici ve tüccar temsilcilerinin demeç ve açıklamalarının çerçevesi böyledir. Kuşkusuz burjuva kesimler bu yaklaşımlarını işçi sınıfı ve emek hareketi içinde de yaymaya uğraşmaktadır ve nitekim “Emek Programcında bu tutumlar kendilerine belirli bir yer bulabilmiştir.
Öte yandan başlıca tekelci egemenliğin siyasal örgütü olan kapitalist devlet, tekel-dışı burjuvazinin de devletidir; siyasal iktidar erki dar bir oligarkın elinde toplanmış olsa ve bu kesim bir dizi mali, siyasal vb. engellemelerle karşılaşsa da, tekel-dışı burjuvazi, ekonomik açıdan egemen (sömüren) bir güçtür, dolayısıyla bu egemenliğin ürünü ve dış koşullarının “bekçisi” olan siyasal egemenlik aygıtı, onun ve ilişkilerinin de koruyup kollayıcısıdır ya da kendi aygıtıdır. Başka bir deyişle, iktidar erki tekelci burjuvazinin elinde birikmesine karşın, burjuva devlet, yalnızca tekelci burjuvazinin devleti değil, tüm burjuvazinin devletidir. Tekel-dışı burjuvaziyi de baskı altında tutan bir devlet ortaya çıkmış ya da bu burjuvazi, burjuvazi olmaktan uzaklaşmış ve sömürülen bir sınıf haline gelmiş değildir. Bunun ekonomik temeli, tekelci kapitalizmin son aşaması olmakla birlikte yeni bir üretim ilişkisi oluşturmaması ama kapitalist ilişkilerin yalnızca bir biçimi olmasıdır. Burjuvazi içindeki çelişmeler sorunu bir yana bırakılırsa, burjuva devlet, burjuvazinin tümünün sömürülen sınıf ve tabakaların tümü üzerinde bir baskı aracıdır.
Devletle ilişkisinin bu niteliği, kuşkusuz tekel-dışı burjuvazinin anti-emperyalist eğilimini kötürümleştirici, onun tekellerle bağlarını sağlamlaştırır bir diğer güçlü etken durumundadır. Tekellere ve siyasal egemenliklerine karşı mücadeleden ayrılamaz olan anti-emperyalist mücadele, kendisinin de olan egemenlik aygıtına karşı mücadeleyi zorunlu kıldığından, bu kesimin ulusal yönelimi özellikle güdükleşir. Kendi devletinden vazgeçebilir olamayacağı kuşkusuzdur; ama öte yandan devlet, ürünü ve kollayıcısı olduğu üretim ilişkilerinin gelişmesinin götürdüğü yönde giderek emperyalizme bağımlı hale gelmekte, neredeyse bir sömürge cihazına dönüşmektedir. Palyatif tedbircilik ya da iyileştirmecilik, burada da tekel-dışı burjuvazi açısından geçerli olabilecek tek seçenek durumunda olmaktadır. Devlete ve dayanaklarına, sınıf karakterine dokunulmayacak ama bu sınırlar içinde bir ulusallık ve demokratikleşme savunusu yapılacaktır. (Emperyalizm ve tekellerle bağları koparıp atmadan, ulusal reformcu, emekçileri arkasında toplamayı öngören “kalkınmacı”, bir ölçüde “sosyal devletçi”, anayasal reformlar isteyen bir yönelim ya da program, bu tür bir savunmanın belli başlı içeriğini oluşturabilir.) Bu, ekonomik bakımdan olduğu gibi siyasal bakımdan da, tekel-dışı burjuvazinin, kuralları uluslararası tekeller ve emperyalizm tarafından konulmuş ve üstelik “onların sahasında” oynanan bir oyunun oyuncusu olmaktan öteye bir şey yapamayacağı anlamına gelmektedir. Bu koşullarla ne emperyalist bağımlılığa ne de onun dayanağı olan işbirlikçi tekellerin egemenliğine son verilemeyeceği ortadadır.
Bunlardan, ancak, emperyalizm ve işbirlikçileri karşısında kendi pozisyonunu düzeltip iyileştirmek isteyen tekel-dışı burjuvazinin, “ulus”, “ulusal çıkarlar” ve “ulusal devlet” adına işçi ve emekçileri kendi mevzilerini sağlamlaştırmak üzere peşine takarak düzen içine hapsetme tutumu içinde olabileceği sonucu çıkar. Bir diğer sonuç ise, emperyalizmle çatışma yeteneği körelmiş ama baştan beri “kendi” ulusal çıkarları için ulusal kavgaları ilke edinmiş burjuvazinin dengeler üzerinden oynayarak ve emperyalist planlarda yeri olup olmadığı pek de dert edinmeden (dolayısıyla çoğu kez emperyalist kışkırtmalara yem olarak ve ülkenin onlar tarafından daha çok “köşeye sıkıştırılması”na yol açarak) kendi durumunu iyileştireceği varsayımıyla ve çoğu kez peşi sıra yürüdüğü işbirlikçi tekelci burjuvaziyi milliyetçi şovenist tutumlar açısından geride bırakarak özellikle komşularla geçimsizliklerden yana olmasıdır. “Bölge gücü” edebiyatına “ulusallık” ve “ulusal devlet” adına yakından ilgi göstermek, Kıbrıs, Ege, K. Irak, Ermeni sorunu vb. açısından şahin ama AB karşısında ılımlı bir tutum almak, bu tür ulusalcılığın göstergelerindendir.
Türkiye’de kapitalizmin oldukça gelişmiş olmasının ikinci yönüne gelirsek; bu, işçi sınıfının bugünkü nitel ve nicel büyüklük ve gücü ile ilgilidir. Artık Türkiye’de anti-emperyalist mücadele oldukça güçlü bir işçi sınıfının katılımıyla gelişmek durumundadır. İşçi sınıfının önemli bir kesimi büyük fabrikalarda toplanmıştır ve fabrika işçisi durumundadır. Tarımı da kapsamak üzere gelişen kapitalizm, ciddi bir mülksüzleştirme süreciyle birlikte işçi ve yarı-proleter nüfusu kabartmıştır. Sanayi siteleri, organize sanayi bölgeleri ve atölyelerle birlikte işçi nüfusu 10 milyona yaklaşmaktadır. Üstelik bünyesel bir dizi zaaf nedeniyle henüz genel olarak kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendisi için bir sınıf olmaya dönüşmekteki zayıflıklarına ve sendikal bürokrasinin zehirine karşın, birleşme ve bağımsız bir hareket olarak örgütlenme eğilimleri göstermekte olan işçi sınıfı, bunca gücüyle, anti-emperyalist mücadelenin omurgasını oluşturmaktan kaçınamaz.
Böyle güçlü bir işçi sınıfının varlık koşullarında gelişmek durumunda olan antiemperyalist mücadele, dolayısıyla sınıfın, çıkarlarının ve tutumlarının önemli ölçüde damgasını taşımamazlık edemeyecektir. Ancak bu, her şeyden önce tekel-dışı burjuvazinin yüreğini korkuyla dolduran bir etken durumundadır da. Kendi acil ve genel taleplerine güçlüce sahip çıkacak, “ulus” adına ileri sürülmüş burjuvazinin özel çıkarlarını kolaylıkla benimsemeyecek, üstelik tekellerle ve kapitalizmle işgücünü satmak, yarattığı değerler gasp edilmek ama sefalete itilerek aşağılanmak dışında hiçbir bağa sahip olmayan ve nesnel çıkarları, sadece emperyalist bağımlılık ilişkilerinin değil ama kapitalizmin de tasfiyesini zorunlu kılan, bu nedenle anti-emperyalist mücadeleyi sonuna kadar götürme yeteneğindeki işçi sınıfıyla yan yana ve zaman zaman karşı karşıya bulunmak, burjuvazinin bütünü için, dolayısıyla tekel-dışı burjuvazi için de yeterince ürkütücüdür. Bu ürküntü, tekel-dışı burjuvaziyi anti-emperyalist mücadelede tutarsızlaştıracak, ensesinde sosyalizm ve mülksüzleştirilmenin soluğunu bu mücadele içinde hissetmeye başlayacak, bu, burjuvaziyi ulusal mücadeleye katılmaktan bile caydıracak bir rol oynayacaktır. Bu ürküntünün, işçi ve emek hareketinin bağımsız bir hareket olarak gelişmesi ölçüsünde artacağı söylenmelidir. Üstelik geniş işçi yığınlarının küçümsenmeyecek bir kesiminin hem de en olumsuz koşullarda KOBİ’ler ve sitelerle organize sanayi bölgelerinde tekel-dışı işletmelerde çalıştıkları ve acil talepleri bakımından doğrudan tekel-dışı burjuvazi ile karşı karşıya geldikleri bir gerçektir; bu durum, ürküntüyü somut gerçeğe dönüştüren etken olmaktadır.

ULUSALCILIK DEĞİL ENTERNASYONALİZM YA DA SOSYALİZME BAĞLANAN ULUSAL MÜCADELE
Ancak öte yandan bilinçli işçi, sınıf konumundan kaynaklanan tüm olumsuzluklara karşın tekel-dışı burjuvaziyle de mücadele içinde birleşmeyi dışlamadan bir anti-emperyalist tutum ve eylem geliştirilmesini örgütlemek zorundadır.
Bu mücadele kuşkusuz, kapitalizmin sınırları ve kategorileri kabullenilerek yürütülemez. Dolayısıyla burjuva yaklaşımların eleştirisini kapsamak, tekelci kapitalizme karşı bir mücadele olarak geliştirilmek ve sosyalizm için mücadele ile birleştirilmek durumundadır.
Bilinçli işçi kuşkusuz ulusal değerlere sahip çıkacak, emperyalist talan ve zorbalığa karşı ulusal bağımsızlık bayrağının en önde taşıyıcılığını yapacaktır. Bu zorunludur. En çok işçi sınıfı ve emekçilere, onların çıkarlarına, hak ve özgürlüklerine yöneltilmiş olan emperyalist ve bugünkü özel küreselleşme saldırganlığı bunu zorunlu kıldığı kadar, sömürü ve zorbalığın, tüm haksızlık ve savaşların son bulacağı ve insanın kendi kendisinin efendisi olacağı yeni bir dünyaya atılacak ilk adım olan sosyalizme ulaşmanın başka bir yolu olmadığı için de bilinçli işçi emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin örülmesi görevini üstlenmekten kaçınamaz. Kısacası, işçi sınıfının hem acil hem de asgari ve azami genel taleplerinin elde edilmesinin yolu anti-emperyalist mücadelenin gelişmesinden geçmektedir. Özelleştirme ya da diğer IMF dayatmalarını püskürtmek de, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin kurulması ve başka aldatıcılıkların yanı sıra ulusal sorunlarla da önü tıkanıp geri plana itilen, gelişmesi engellenen sosyalizm mücadelesinin önünü açmak da ancak antiemperyalist (ve demokratik) bir mücadelenin yükseltilmesiyle olanaklıdır.
Ancak bilinçli işçi “ulus”, “ulusal bağımsızlık” ya da “ulusal devlet” adına herhangi bir burjuva kesimin özel çıkarlarının peşinden yürümeyi savunamaz. Zaten antiemperyalist mücadele, bu kapitalist kategorilerin içine sığmamaktadır.
Bilinçli işçi her şeyden önce “ulusçu” değil enternasyonalisttir. Davası, ulusal değil evrenseldir; ülke farkı olmadan tüm dünya işçilerinin kardeşliği ve kapitalist sömürüden kurtuluşu davasıdır. Bilinçli işçi bakımından ve nesnel olarak işçi sınıfının bütünü açısından şu ya da bu “ulusal” sınırlar içinde şu ya da bu bayrak altında sömürülüyor olmanın, bu sömürünün dış koşullarının şu ya da bu burjuva devlet tarafından sağlanıyor olmasının tek bir önemi vardır: Kendi sınıfsız sömürüşüz toplum davasını gerçekleştirmek üzere, belirli ulusal sınırlar içinde, belirli ulusal özellikleri olan bir toplumsal çerçevede ve belirli bir “ulusal devlete” karşı mücadele etmek. Yoksa burjuvazinin ulusal aldatmacalarının papağanlığını yapmak değil.
Kısacası bilinçli işçi sosyalisttir, kapitalizm savunucusu değil; enternasyonalisttir, ulusalcı değil.
Bundan ne sonuç çıkar? Ulusal sorunlar ve değerler karşısında ilgisizlik ve ulusal bağımsızlık mücadelesine karşı kayıtsızlık ve aşağılama mı? Bu sonucu çıkaracak olanlar, sosyalizmden hiçbir şey anlamayanlar ya da “ulus” adına her kendi peşine takılmayanı “kâfir” ilan eden ve yine “ulus” adına yalnızca olumsuz tutum almalarla (emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığın savunulması) yetinmeyip olumlu tutumları da (ulusalcı bir perspektife dayanarak başka uluslara düşmanlık yöneltmek ve örneğin işçi sınıfının başka uluslardan işçilerle sınıf ve dava kardeşliği yerine kendi burjuvalarının peşinde çatışmaya girmesini, ulusal ayrımcılığı körüklemek) farz gören burjuva milliyetçileridir.
Burada, Lenin’den, ulusal sorunun henüz daha feodalizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alındığı döneme ilişkin olmakla birlikte, konumuz açısından öğretici bir aktarma yapmak istiyoruz:
“En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz. Onun yerine Marksizm, enternasyonalizmi ileri sürer, her yeni kilometre demiryoluyla, her yeni uluslararası tröstle, (hem iktisadi eylemiyle ve hem de fikirleri, özlemleriyle enternasyonal olan) her yeni işçi örgütüyle gözümüzün önünde gelişen bütün ulusların tek bir yüksek birlik içinde kaynaşmasını koyar.
“Ulusal özellik (nationalité) ilkesi, burjuva toplumunda, tarihsel bakımdan kaçınılmaz ve zorunlu bir ilkedir ve bu toplumu ele alan bir Marksist, ulusal hareketlerin tarihsel haklılığını, kesin olarak kabul eder. Ama bu kabul edişin, milliyetçiliği savunma biçimini almaması için, o, ulusal hareketlerde ileri ne varsa ancak onu desteklemekle yetinmelidir; öyle ki, proleter bilinci, burjuva ideolojisi tarafından karartılmış olmasın.
“Feodal uyuşukluktan çıkan yığınların uyanışı ileri bir şeydir, nasıl ki bu yığınların halkın egemenliği uğruna, ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşımı da ilerici bir şeyse. Marksist’in en kararlı ve en tutarlı demokratizmi, ulusal sorunun bütün yönlerinde mutlak savunma görevi, buradan gelmektedir. Bu, özellikle olumsuz bir görevdir. Proletarya milliyetçiliği desteklerken aşırı davranışlara gidemez, çünkü daha ileride, milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef tutan burjuvazinin olumlu eylemi başlar. ” (Age, sf. 29–30)
Ezilen yığınların emperyalist zorbalık karşısındaki ulusal uyanışı ve ulusal bağımsızlık ve egemenlik uğruna mücadelesi de ileri bir şeydir. Bu alanda yine en tutarlı demokratizmi savunmak Marksistlerin, sınıf bilinçli işçinin görevidir; ancak artık kapitalist emperyalizm koşullarında bu, ancak sosyalizme bağlanan halkçı, emekçi demokratizmi olabilir, çünkü artık emeğin ve emekçilerin haklarından hareket etmeyen “yukarıdan” burjuva demokratizmi, tekellerin egemenliğine karşı mücadele kapsamında yetersizleşmiş ve güdükleşmiştir. Ulusal mücadele evet, mutlak bir zorunluluktur ve demokrasi mücadelesiyle birleşmelidir; ancak hem bu birleşmenin ve hem de ikisinin bir arada başarıyla gelişmesi ve zaferinin garantisi, sosyalizm için mücadeleyle bir arada ve sosyalist perspektifle ele alınmalarından, dolayısıyla işçi sınıfının bu mücadelelere kendi damgasını vurmasından geçmektedir. Artık emek eksenine oturmayan ve buradan yükselmeyen ulusal bağımsızlık mücadelesi; sadece burjuvazinin kötürümleşmesi (devrimci olanak ve yönelimlerinin son derece cılızlaşması) ve tekelci kapitalizme karşı mücadeledeki yeteneksizliği nedeniyle değil, ama asıl işçi ve emekçileri ve taleplerini dışlaması, ancak aldatıcılık nesnesi olarak kucaklamaya yönelmesi nedeniyle başarısızlığa ve sonuçta ezilmeye ya da emperyalizme ve tekelci kapitalist düzene bağlanmaya mahkûmdur. On milyona yakın işçiyi, ona yakın yarı-proleteri ve yoksul köylüyü, kentlerin ve kırın alt ve orta küçük burjuvazisini, kamu emekçilerini, küçük esnafları ve taleplerini hareket noktası almayan ama soyut “ulusal” sloganlarla burjuvazinin özel çıkarlarının örgütlemesi olarak gelişme arayışına girecek bir “ulusal” hareket, milliyetçiliği güçlendirmeye yönelen burjuvazinin “olumlu eylemi” olmakla kalmayacak, ama sömürülen ve ezilen yığınları dolgu maddesi olarak burjuva amaçları uğruna bir kez daha istismar etme girişimi olacaktır.
Oysa işçi ve emekçilerin tarih boyunca bunca dolgu maddesi oluşu, hemen her zaman burjuvazi tarafından yedeklenmesi yetmiş de artmıştır. Şimdi işçi ve emekçiler, bu “makûs talihleri”nden kurtulmak açısından çok daha elverişli koşullara sahiptirler. Bilinçli işçiler, politik partilerinde örgütlenmiş işçilerin ileri unsurları, bu durumu değerlendirmek durumundadırlar.

SOSYALİST VE ULUSAL, DEMOKRATİK GÖREVLER
Peki, bunun için ne yapılmalıdır? Emperyalist yağma ve tekelci zorbalık koşullarında, bugünkü “küresel” saldırı karşısında Marksistlerin, sınıf bilinçli işçilerin görevi nedir?
Sınıf bilinçli işçilerin, ileri işçilerin toplanma ve mücadele merkezi olan devrimci işçi partisinin -teorik alan bir yana- tüm pratik çalışması, işçi sınıfının ana kitlesini kucaklamak ve emeğin diğer tabakalarıyla birleşmek üzere sınıf mücadelesini belli başlı iki biçimiyle örgütlemeye yönelik olmak durumundadır. Sosyalist mücadele ile bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi. Sosyalist mücadele, burjuvaziye ve kapitalizme karşı, sınıf karşıtlığına dayalı sömürücü ve baskıcı toplumu kaldırma ve burjuvazinin sınıf egemenliğine son vererek sosyalizmi kurma, sınıfsız, sömürüşüz, baskısız topluma ulaşma mücadelesidir. Ulusal ve demokratik mücadele, genel olarak demokratik içerikli, burjuva karakterde olan bir mücadeledir. Ulusal baskı da içinde olmak üzere siyasal baskıya karşı, (ulusal bağımsızlık ve egemenliği içeren) ulusal özgürlük de dâhil siyasal özgürlükler için, ulusal köleliği yok etme ve siyasal ve toplumsal düzeni demokratikleştirme amaçlı mücadele olarak özellikle emperyalizmin ve tekellerin tahakkümüne son vermeyi hedef alır.
Anlaşılacağı gibi, bilinçli işçinin pratik çalışması, birbiriyle bağlantılı bu iki mücadelenin örgütlenmesine yönelik olarak iki yönlü olacak ve görevinden değil görevlerinden söz etmek gerekecektir. Sosyalist çalışma ve ulusal ve demokratik çalışma.
Sosyalist çalışma, işçi sınıfının diğer sınıflar ve özellikle burjuva etkinliği içinde erimesinin, yedeklenmesinin önlenmesi, kendi nesnel çıkarlarını gerçekleştirmek üzere kendi hedeflerine sahip bağımsız (politik) bir sınıf olarak örgütlenebilmesi açısından olmazsa olmazdır. Bu çalışma sürekli ve kararlı olarak yürütülmezse, işçi sınıfı kurtuluşunu hiçbir zaman sağlayamayacağı gibi, ulusal ve demokratik mücadele içinde kaçınılmaz olarak burjuvazi tarafından yedeklenecektir.
Bu çalışma; işçilerden başlayarak emekçilerin diğer kesimleri arasında da bilimsel sosyalist öğretinin propagandasını yapmayı, kapitalist toplumsal ekonomik düzen, tekellerin egemenliği, onun temelleri ve gelişmesi, toplumsal sınıflar, birbirleriyle ve devletle olan ilişkileri ve aralarındaki çelişkiler ve mücadele, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, işçi sınıfının diğer sınıflarla, egemenlerle, ara sınıflarla ve ezilenlerle ilişkisi, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı olarak bu sınıfın ülkemizde ve dünyadaki tarihsel görevi, uluslararası işçi sınıfının birliği ve dava kardeşliği konularında doğru ve bilimsel anlayışı yaymayı kapsar.
Ancak sosyalist çalışma propaganda faaliyetiyle sınırlanamaz. Üstelik işçi sınıfı içindeki ajitasyon, bugünkü gibi sınıfa yönelik saldırganlığın pervasızlaştığı, toplumsal siyasal ortamın sertleştiği ve işçi ve emekçi kitlelerinin öfke birikimi ve mücadele eğilimlerinin arttığı koşullarda, propaganda çalışmasının önüne de geçmek durumundadır. İşçi sınıfı içindeki sosyalist ajitasyon, önemli bir yönüyle ekonomik ajitasyon olmak durumundadır. Siyasal özgürlükler, ulusal baskı vb. gibi demokratik içerikli sorunlarla ilgili olarak işçi yığınlarına yönelik ajitasyon yapanlar boldur ve üstelik siyasal alanda, -tutarlılığı ya da aldatıcılığı bir yana- bağımsızlık ve demokrasinin savunulmasında işçi sınıfı yalnız değildir, bu alan sınıfın başka sınıflarla, hatta burjuvaziyle ortak talep ve sloganlara sahip olabileceği bir alandır. Ancak ekonomik alanda işçi sınıfı -yarı-proleter vb. tabakalar bir yana-, örneğin esnek çalışma ya da ücretlerin düşürülmesi, iş güvencesi ya da kıdem tazminatı vb. türünden talepleri açısından yapayalnızdır. Üstelik ekonomik ajitasyon, işçilere burjuvazinin ya da başka hiçbir sınıfın temsilcileri tarafından götürülmez. Bu alanda işçi sınıfı burjuvazi ile cepheden karşı karşıyadır. Dolayısıyla ekonomik ajitasyon tamamen sosyalist nitelikli bir ajitasyon çalışmasıdır ve bu yaklaşımla yürütülmek zorundadır. Bu ajitasyon, işçi sınıfının kendiliğinden ya da bizzat öncü işçiler ve parti tarafından örgütlenen ekonomik nitelikli eylemlerinde ücret, sosyal ve sendikal haklar, esnek çalışma, çalışma süresi, iş güvencesi gibi çalışma koşulları, özelleştirmeler, işten atmalar, krizin yüklerinin emekçilere yıkılması vb. nedeniyle işçi ve emekçilerle ayrımsız tüm kesimleriyle kapitalistler arasında patlak veren çatışmalara katılmak, bunları kışkırtmaktan oluşur. Ajitasyon, bu çatışmaların yönü ve çarpıtmalar konusunda da işçilere yardımı kapsamalı; ama her şeyden önce bu çalışma, çalışma yaşamının günlük pratik sorunları ile işçi ve emekçilerin acil ekonomik ve sosyal talepleri ile sıkıca kaynaşmak, taleplerin en tam ve amaca en uygun biçimde belirlenmesinde sınıfa yardım etmeli, işçilerde dayanışma ve birlikte mücadele etme bilincini -hem de yalnızca ulusal değil uluslararası planda da- geliştirmelidir. (Sosyalist ajitasyonun, siyasal ajitasyon çalışması olarak en belli başlı yönü ise, işçi ve emekçilerin kendi kaderlerini ellerine almaya ve bunun için bağımsız politikalarını yapmaya çağrılmalarıdır.)
Bu ajitasyonun propaganda çalışması ile kopmaz bir bağ içinde olması ayrıca bir zorunluluktur. Gündelik acil talepler için ajitasyon, bu talepler üzerinden yürütülecek kapitalizmin teşhiriyle birleşmelidir. Bu, başarılı bir aydınlatma çalışmasının gereği olduğu kadar, sosyalist örgüt çalışması açısından da zorunludur. Sınıf bilinçli (sosyalist) işçi gruplarının oluşturulması ve parti örgüt ve komiteleri olarak birleştirilip merkezileştirilmeleri, bu ilişkinin sürekli kılınması, yayınlarla (merkezi işçi basını, bildiri ve broşürlerle) beslenmesi, ajitatör ve örgütçüler yetiştirilmesi gibi yönleriyle örgüt çalışması, sosyalist çalışmanın diğer biçimi olarak, ajitasyon ve propaganda çalışmasının devamıdır, onu tamamlar, ürününü toplar.
Bu çalışmanın başlıca işçi sınıfı içinde, özellikle kent işçilerine yönelik olarak ve fabrikalara öncelik verilip temel alınarak yürütülmesi, onun sosyalist bir çalışma olmasının gereğidir. Fabrikalarda sosyalist işçilerden oluşacak ve günlük parti çalışması olarak, sosyalist çalışmanın yanı sıra işçileri ve emeğin gereği kalan kesimlerini (ve tüm halkı) ortak talepler etrafında birleştirecek, emperyalizme ve tekellerin egemenliğine karşı mücadelenin omurgasını oluşturacak, yönetip yönlendirecek işçi örgütleri kurulmadan ve bu örgütler her türden gericiliğe karşı mücadelenin asıl yükünü yüklenmeden, ne işçi sınıfının geleceği ve ne de ülkenin geleceği sağlama alınabilir. Hem sosyalizmin ve hem de bağımsız ve demokratik Türkiye’nin kazanılabilmesi, her şeyden önce ve en başta buna bağlıdır. Fabrikalarını kalesi haline getirememiş işçi sınıfının, hâlâ “zincirlerinden başka hiçbir şeyi yok” demektir.

* * *
Bilinçli işçinin ya da devrimci işçi partisinin ikinci görevi, demokratik içeriklidir; ulusal baskı da içinde olmak üzere örgütlenmiş kapitalist gericilikten (tekelci gericilik) kaynaklanan her türlü baskıya karşı, ulusal özgürlükler dâhil siyasal özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin geliştirilmesi uğruna yürütülecek çalışmadır. Sosyalist çalışmaya kopmaz bir bağla bağlıdır.
Bilinçli işçi ya da devrimci partisi, işçiler arasında propaganda ve ajitasyon çalışması sürdürürken, siyasal sorunları yok sayamaz, hatta ihmal edilmesini de ciddi bir sapma olarak görür.
Sosyalist işçi, parti olarak örgütlenmiş işçi davası savunucusu, bilimsel sosyalizmin propagandası yanında işçiler ve emekçiler arasında ulusal hak eşitliğini de kapsayan demokratik fikirlerin de propagandasını yapar; tüm görünüş biçimleri ve politikalarıyla emperyalizmin ve tekelci gericiliğin siyasal egemenliğinin özü, ulusal bağımlılık ilişkilerinin ve mali oligarşinin niteliği, sınıfsal içeriği, tarihsel olarak yıkılma zorunluluğu konusunda yığınları aydınlatır, ulusal özgürlük de dahil siyasal özgürlükler elde edilmeden, ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan bağlar koparılıp atılmadan, siyasal ve toplumsal düzen demokratikleştirilmeden, dolayısıyla bir iktidar değişikliği olmadan, sosyalizm davası uğruna başarılı bir mücadele geliştirilemeyeceği gerçeğini yayar.
Bilinçli işçi yanı sıra, sosyalist ekonomik ajitasyona çözülmez bağlarla bağlı siyasal ajitasyonu yürütme görevini de üstlenir. İşçi sınıfının en acil siyasal ihtiyaçlarına, zorluk, hak yoksunluğu ve taleplerine ilişkin bu ajitasyon, kuşkusuz işçi sınıfına ulusal ve sosyal köleliği dayatan küreselleşmenin her “memuru” ve temsilcisine karşı ajitasyonu da kapsayacak, emekçilerin politika yapma ve ülkenin kaderini ellerine alma zorunluluğunu döne döne vurgulayacaktır. Siyasal ajitasyon, kuşkusuz ekonomik ajitasyonu tamamlar, sınıf bilincinin gelişmesi bakımından aynı ölçüde değerli ve sınıf mücadelesinin yol göstericisi olarak aynı ölçüde gereklidir. Bu tür ajitasyon olmadan işçilerin örgütlenmesi, dayanışma eylemleri için ve sosyalizm mücadelesi için eğitilip hazırlanması olanaksız olduğu gibi; işçilerin en acil sorunlarından kalkarak kendi güçlerini sınayıp farkına varmaları, kimi acil talepleriyle ilgili burjuvazi ve gericilikten tavizler koparmaları, haklarını genişletmeleri ve daha ileri mücadeleler için eğitilmelerini sağlayan, en başta ekonomik ajitasyonla birleştirilmiş siyasal ajitasyondur. işçi kitleleri, partinin bu çalışmasına bağlı olarak eğitimlerini tamamlayabilecekler, geçici bir süre de olsa hangi sınıf güçleriyle hangi talepler etrafında birleşebileceklerini görüp anlayabilecekler, bu ortak talepler için mücadelede görece tutarlı ve tutarsız dost ve düşmanlarını ayrıntılı olarak tanıyabilecekler ve bu tür talepler için mücadele içinde erimemeyi ve örneğin tekel-dışı burjuvazinin yedeğine düşmemeyi öğreneceklerdir. Bu eğitim, kuşku yok ki bilimsel sosyalizmin propagandasıyla pekişecektir.
Demokratik içerikli mücadelenin, ulusal ve siyasal özgürlükler için mücadelenin bugün, feodalizmin gericiliğin kalesi olduğu günlerden farklı olarak, kapitalist gericiliğe, tekellere ve kapitalist emperyalizme karşı bir mücadele oluşu; sosyalist ve demokratik (ve ulusal) propagandanın olduğu kadar sosyalist ve demokratik ya da ekonomik ve siyasal ajitasyonun da birbirlerini çok daha yakından tamamlamalarını, üzerinde yükselecekleri kapitalist zemin dolayısıyla birbirlerine çok daha yaklaşmalarını, sadece birbirlerine bağlanmalarını değil ama iç içe girmelerini koşullandırmaktadır. Artık anti-kapitalist bir temele sahip olmayan başarılı bir anti-emperyalist mücadele düşünülemeyeceği, bu mücadele burjuvazinin eline kaldığında yarım yamalaklığının ötesinde dönüp dolaşıp emperyalizm ve tekellerin egemenliğine bağlanacağı bir gerçektir. (Bu, emperyalizmden zarar gören çeşitli burjuva kesimlerin anti-emperyalist bir ulusal hareket geliştiremeyecekleri, artık emperyalizm karşısında devrimci barutlarını tümüyle yitirdikleri anlamına gelmiyor -zaten emperyalizme karşı çıktıkları ölçüde bu kesimlerle birleşme kaygısı, buraya dayanıyor-; ama böyle bir hareketin, kapitalizmin sınırları nedeniyle tutarsızlığını ve geçici başarılar sağlasa bile, önünde sonunda başarısızlığa mahkûm oluşunu koşulluyor.) Dolayısıyla artık sosyalist mücadele ile antiemperyalist demokratik mücadele daha yakından birbirine bağlanmış, iç içe geçmiştir. Milyonlarca işçi, antiemperyalist demokratik mücadelenin başarısına bağlı olarak durmaksızın sosyalizme geçmenin garantisini sağlayan gerçeğin ta kendisidir. Ve artık emperyalist küreselleşme saldırganlığının da temel yönü ve ağırlığını oluşturan emekçilerin haklarının gaspına karşı talepleri başlıca hareket noktası olarak almayan ve emek eksenli bir mücadele olarak öngörülmeyen bir anti-emperyalist demokratik mücadele, -en azından işçi sınıfı açısından- anlamsızlaşmıştır. “İşçi sınıfı”, “solculuk” ve “sosyalizm” adına omurgasını bağımsız emek hareketinin oluşturmadığı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi önermek, sınıfa düpedüz ihanet etmek anlamına gelmektedir. O nedenle, sosyalist propaganda ve ekonomik ajitasyonu hiçbir şekilde küçümsemeden ve ihmal etmeden, bugün sosyalist propaganda ve ajitasyonla birleştirilmesi çok daha kolaylaşmış siyasal propaganda ve ajitasyonla kuşkusuz birleştirerek, bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmekte olan işçi sınıfı ve bağımsız bir hareket olarak gelişme yönünde ilerleyen emek hareketini ulusal bağımsızlık mücadelesinin omurgası olarak tasarlamak, sosyalisti sosyalist yapan temel bir kıstas durumundadır. Artık “önce ulusal mücadele, ardından sosyalist mücadele” aldatmacasına kulak aşılamaz, aynı anlama gelmek üzere ulusal mücadele burjuvazinin eline bırakılamaz, sadece genel ulusal ve demokratik taleplerle sınırlı olarak yürütülemez.
Marksizm’in, bilinçli işçinin ulusal ve demokratik mücadeleye başkaca bir yaklaşımı olamaz.

SONUÇ
Sosyalizmin zorunlu yolu ve sosyalist mücadelenin gelişip serpilebilmesinin ihtiyacı olarak, bugünkü toplumsal siyasal ilişki ve karşıtlıkların dayatması olan ulusal ve demokratik mücadelenin ve ona ilişkin görevlerin üstlenilmesi, işçi sınıfının çıkarları gereğidir. Ancak işçiler bu mücadeleye, etraflarında tüm emekçi kitleleri toparlayan bağımsız bir sınıf olarak katılmak durumundadırlar. Bu koşulla, tüm tutarsızlığına karşın anti-emperyalist ve demokratik bir eğilim gösterdikçe tekel-dışı burjuvaziyi de dışlamayan birlikler geliştirmek, siyasal özgürlükler için mücadeleye de sosyalist mücadeleye de hiçbir zarar vermez, tersine geliştirici ve güçlendirici olur.
Bilinçli işçi bir yandan işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmesine, fabrikaları kalesi haline getirecek bağımsız emek hareketinin gelişmesine yardım eder ve bu hareketin ulusal bağımsızlık mücadelesinin belkemiğini oluşturması için çaba harcarken, bu mücadelenin, en küçük bir ulusal ve demokratik yönelim içinde olan tüm sınıf ve tabakaları kucaklaması ve bu birliğin gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaktır.

Ağustos 2001

“Solculukta bir dönüm noktası: ÖDP

Özgürlük Dünyası’nın Haziran 2001 tarihli 111. sayısında yayınlanan “Solculuk Üzerine” başlıklı yazımızda, Türkiye’de işçi sınıfının iktidarını ve sosyalizmi hedeflediğini ileri süren her akımın, her partinin yapması gereken en önemli başlangıç noktalarından birisinin, “Türkiye’ye özgü ‘solculuk’tan kurtulmak” olduğunu söylemiştik. Bu “solculuğun” temel karakteristiği, kendisini “ideolojik bir akım” olarak kabul etmiş ve sınıfla ilişkileri bakımından da böylece donmuş olmasıydı. İdeolojik bir akım olarak donmak, esas olarak, hareketin düşünsel, kültürel niteliklerini, iktidarı hedefleyen siyasal boyutundan ve bu siyasal hedefi gerçekleştirecek toplumsal-sınıfsal güç kaynaklarından soyutlamak anlamına geliyordu.
Yine aynı yazımızda “sol” kavramının salt ideolojik bir içerikle tanımlanmasının, değişik grup ya da partilerin kendilerine özgü siyasal çizgilerinin arka plana düşmesine ve böylece de bu kavram ekseninde birliklerin gerekli ve zorunlu olduğu yanılsamasına yol açtığını da ileri sürmüştük.
İdeoloji, eğer bir siyasi yapının içinde vücut bulmuş değilse, ilkel dönemlere özgü işlevinde olduğu gibi, inanç, düşünce, ahlak ve kültür biçimlerinde, toplulukları “cemaatleri” bir arada tutmaya, topluluk üyelerinin birbirine bağlanma duygusu yaratmaya yarar sadece. Dinin ya da kan bağının, törelerin, geleneklerin, âdetlerin, tabuların, topluluk üyelerini birbirine bağlayan, birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını tanımlayan bir işlevleri vardır. Toplum, yöneten-yönetilen bölünmesine uğramadan önce, bir başka deyişle “siyaset öncesi” dönemde de, bu unsurlardan oluşan ideolojilere sahipti. Sınıflı toplumların bütün biçimlerinde ise, bu ideolojik yapılar, esas olarak yönetici sınıfların siyasetinin bir uzantısı, bu siyasetin egemenliğinin bir aracı haline gelmişlerdir. Kimi zaman da, ezilen din ve mezheplerin, ezilen ulusların siyasetinde, bir siyasetin yürütülmesi için gerekli “birlik ve beraberlik ruhu”nun yaratılması için rol üstlenmişlerdir. Genel olarak söylenecek olursa, günümüzde sınıflı toplumlarda herhangi bir ideolojinin, siyasi hedefler -iktidar hedefi- olmaksızın işlevli olması ancak mistik örgütler için söz konusu olabilmektedir.
Bu özetin sunduğu temel üzerinde, ÖDP’nin son durumunu değerlendireceğiz.
ÖDP’yi, özellikle “ideolojik solculuk” kavramı açısından ele alacağız. “Solculuk”, Türkiye’de bir sapmanın adı olarak daha çok “silahlı propaganda”yı, bireysel terörizmi başlıca ve belirleyici mücadele biçimi olarak seçmiş gruplar için, bir sapmayı adlandırmak amacıyla kullanılırdı. ÖDP gibi bir parti için bu terimin kullanılması yadırgatıcı olabilir. Ancak, burada “sol” terimini, Türkiye’de kullanılan en genel ve kapsayıcı anlamıyla, kimi temel idealler, düşünceler, özlemleri tanımlayan, ama işçi sınıfının güncel ve uzun vadeli mücadele hedeflerinden, işçi sınıfının ve emekçilerin ana kitlesinin ihtiyaçlarından kopuk bir ideolojik taraf tutmayı dile getiren anlamıyla kullanıyoruz. Bu yazıda, ÖDP’nin de, bu anlamda bir “solcu” parti olduğunu göstermeye çalışacağız.
Bu değerlendirme, ÖDP’nin içine düştüğü bunalımın tek nedeninin “ideolojik solculuk” olduğu anlamına gelmiyor. Ancak, “ideolojik solculuk” kavramının kapsadığı diğer unsurlar göz önüne alınınca, sorunu bu kavram açısından ele almanın çok fazla bir eksiklik yaratmayacağını söyleyebiliriz.
Özellikle iki başlıca noktada:
Birincisi, ÖDP’nin bunalımı “CHP’den ayrılanlarla yeni bir sol parti” girişiminin konuşulabilir olmasına kadar gelip dayanmıştır.
İkincisi, ÖDP’nin ezeli derdi olan “işçi sınıfı eksenli siyaset” korkusu, bunalım başladığından bu yana, parti içi tartışmalarda en az eleştiri konusu edilen özellik olmuştur.
Öne çıkan bu iki görüntü, “ideolojik solculuk” kavramının ifade ettiği başlıca karakteristiklere denk düşmektedir.

“SOLCULARIN BİRLİĞİ” OLARAK ÖDP
Kuruluş aşamasında ÖDP, ağırlıklı olarak 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında genel olarak “sol” içinde yaygın “geçmiş dönem eleştirilerinin” ve ’90 sonrasında da SSCB’nin dağılmasıyla güç kazanan “reel sosyalizm eleştirilerinin” bir ortalaması olarak biçimlendi. Bu iki “yenilgi”nin sonuçları, ÖDP’nin oluşumunda kendisini, esas olarak örgütlenme modeli ve siyaset yapma tarzındaki farklılaşma çabasında gösterdi. Örneğin, daha partinin adından başlayarak, sosyalizm, işçi, emek, emekçi gibi terimlerden uzak durulmuş, “özgürlük” ve “dayanışma” gibi, sınıfsal bakımdan daha belirsiz ve genel olarak “solcuyum” diyen herkes tarafından benimseneceği düşünülen kavramlar seçilmişti. (Kemal İnal’ın bu konudaki saptamaları için bkz. “ÖDP’nin Solan Renkleri”, Radikal–2, 26 Mart 2000) Parti, “parti olmayan parti” biçiminde, siyaset yapmak ise, daha çok entelektüel boyutları ağır basan ve “medyatik eylemlerle” kamuoyuna duyurulacak “alternatif projeler geliştirmek” biçiminde tanımlanıyordu. “Reel sosyalizm eleştirisi”, parti içinde ve partinin kamuoyuna açık belgelerinde, kapitalizm eleştirisinden daha fazla yer tutuyordu. Sınıf mücadelesi ve bunun işaret ettiği toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin yarattığı hareket yerine, “yeni toplumsal hareketlerin muhalefeti önemseniyor, politika bu hareketlere göre ve kimi zaman da dolaysız olarak onların temsilcileri tarafından yapılıyordu. “Sınıf bilinci”nin yerini, “Yurttaş olma bilinci” almıştı. Türkiye’de temel çelişmenin, ana toplumsal sınıflar arasında değil, “devletle sivil toplum arasında” olduğu düşünülüyor, bu yüzden de sınıf-meslek örgütleri yerine, “sivil toplum örgütleri” başlıca örgütlenme biçimleri olarak değerlendiriliyordu. Gerek toplumsal gelecek projeleri içinde, gerekse gündelik politik taktikler içinde, “sivil toplum” kavramı belirleyici bir rol oynuyordu. (ÖDP’ye ilişkin bu değerlendirmeler için, ilhan Kamil Turan, Ergülen Top ve Gürsel Yumli’nin değişik bülten ve gazetelerde yayınlanan yazılarından yararlanılmıştır.) Bunun rastlantısal olmayan bir başka sonucu “sokak” kavramına yüklenen gerici-romantik anlam oldu. “Sokağa, eyleme, özgürlüğe” sloganı, bir yandan başkaldırma, isyan, bürokratik ve hiyerarşik biçimlerden bağımsızlık gibi anlamlar içeriyordu, diğer yandan ise, ’80 sonrasının dünya çapındaki “yeni toplumsal hareketler” kavramının belirlediği bağlam içinde, üretim ilişkilerinden, üretim odaklarından kopuk, toplumsal sınıf ilişkilerinin belirlediği çatışma alanlarından uzak bir eylem alanına işaret ediyordu. Bu ikinci işaret, kavramın ilk anda çağrıştırdığı özellikleri soyut hale getiriyor, “eylemin ve özgürlüğün” öznesini olmadık yerlerde aramaya yönlendiriyordu. Ortalama bir ÖDP’li için, tinerci çocuklar, travestiler, serseriler, sokak çeteleri, lümpen kategoriler, sokak efsanesinin kahramanları değerine yükselebiliyordu.
Özetle söylenecek olursa, ÖDP’nin kuruluşuna yol açan gelişmelerin başında, 12 Eylül silindirinin ve ardından da, “Duvarın yıkılmasının”, “sol”da yarattığı perişanlık bulunmaktadır. 12 Eylül rejimi tarafından ezilmiş ve en geri savunma çizgisine itilmiş bulunan “sol”, önce insan hakları savunuculuğu düzeyine düşürülmüş, böylece “sınıf” kavramının yerini, daha belirsiz ve kapsayıcı “insan” kavramı almıştır.
Bu geniş zemin üzerinde, sol gruplar arasındaki farklılıkların önem taşımadığı örgütler (insan Hakları Derneği, kimi sendikalar, meslek odaları, CHP örgütleri ve belediyeler vs.) içinde “mücadele” olanakları bulunmuş, buradan da, önce “partisiz devrimcilik”, sonra da “parti olmayan parti içinde devrimcilik” aşamasına ilerlenmiştir.
12 Eylül yenilgisi, geniş kesimlerde “birlik olmadan hiçbir şey olmaz” gibi, amiyane bir derse neden olduğundan, “yeni dönemde” mutlaka “solun birliğinin” sağlanması gerektiği inancı güçlenmiştir.
ÖDP, bu atmosferin ve bununla belirlenmiş “solcu ihtiyaçlarının” partisi olarak doğmuştur. Halkın ve sınıfın ihtiyaçlarının bir sonucu olduğunu söylemek hiç mümkün değildir.
“Solun birliği”ni sağlayan unsurlar ise, bu çerçeveye uygun olarak, işçi sınıfının, emekçilerin güncel-somut mücadele talepleri, sendikal sorunları, işsizlik, kapitalist saldırı vs. gibi sorunlardan değil, yine ideolojik kavramlar ekseninde gerçekleşmiştir. Bunlar ise, yine emek hareketiyle doğrudan ilgili olmayan, ancak bu hareketin siyasetinde anlam bulabilecek “özgürlük, demokrasi, insan haklan, ilericilik, çevrecilik” gibi kavramlarla, yeni ithal edilmiş “çoğulculuk, sivil inisiyatif, bireyselleşme” gibi kavramlardı.
Toplumsal çelişkileri, “muhalif grupların” (çevreciler, feministler, anarşistler, savaş ve nükleer teknoloji karşıtları, eşcinseller) talepleri üzerinden yorumlayan ve muhalefetini esas olarak bu gruplar tarafından kullanılan temalar üzerinden “medyatik” yöntemlerle yürütmeye yönelen ÖDP önceli gruplar ve sonra da bunların “partileşmesi” olan ÖDP, “sınıf eksenli siyaset” yapmayı, “Ortodoks sola özgü bir geçmiş dönem özelliği” saydığı için, “güç gösterme ve toparlanma” amacı dışında sendikalara, fabrikalara, köylülüğe hiç yönetmedi, işçi ve emekçilere dönük siyasetler geliştirme, muhalefet hareketini toplumsal sınıfların çatışma alanından yapma endişesi göstermedi. Bunun için elverişli örgütlenme modelleri, yine “klasik Ortodoks” yönelimler olarak eleştirilip dışlandığı için, esas olarak böyle bir eğilim olsa bile gereği yapılamayacaktı.

“İDEOLOJİK SOLCULUK” SİYASET DUVARINA ÇARPINCA…
Nihayet ÖDP, “Ekmek ve Gül Platformu” sözcüsü ilhan Kamil Turan’ın dediği gibi, “bir sınıra geldi dayandı”, ilhan Kamil Turan son bunalımla ilgili değerlendirmelerini şu sözlerle sürdürüyor: “Bu sınır,  … dört olay karşısında kendini göstermiştir. Bunlardan ilki 28 Şubat’la birlikte içine girilen dönemdir. ÖDP, 28 Şubat’ın 12 Eylül’ün bir devamı olduğunu görmek istememiş ve ‘ne refah-yol ne hazır-ol’ yaklaşımında görüldüğü gibi esasen 28 Şubat’a karşı değil, 28 Şubat’ın karşı çıktığı olguyla (Refah-yol/şeriat) kendisini bir eşitleme içinde ele almıştır. … İkinci olay, siyasi süreçleri bütünselliği içinde anlayamayan, kitlelerin ideolojik-siyasal belirlenimlerini ölçemeyen toyluklara dayalı abartılı beklentilerin tersine seçim sonuçlarının ÖDP yönetiminde yarattığı şok olmuştur. Üçüncü olay, Abdullah Öcalan İtalya’da iken ve Türkiye’ye getirildiği günlerde estirilen şoven ve milliyetçi dalga karşısında duyulan ürküntüdür. Ve nihayet dördüncü olay, devlet tarafından son ölüm oruçları vesile edilerek hareketle yaşanan gelişmelerdir.”
Ülkenin en yakıcı sorunlarında “ortalama bir solcu tavır” göstermenin ötesine geçemeyen ÖDP, “Küreselleşme”, “özelleştirmeler”, “Avrupa Birliği” gibi belli başlı konularda da, ne dediği açıkça bilinmeyen, herhangi bir yerde ÖDP’li olarak konuşanın ya da yazanın bağlı olduğu gruba göre değişen görüşlerle kamuoyu karşısına çıktı. Bu konularda, ÖDP içinde farklı görüşler olduğu biliniyor, ama Partinin görüşünün ne olduğu asla bilinemiyordu. Ancak Kürt sorunu, Partinin çok güncel, kamuoyunda yankısını derhal bulacak bir konu olduğundan ve sorunu Parti içinde sahiplenmiş görünenlerin tutumu da tartışmayı ÖDP’nin iç sorunu olmaktan çıkaran bir seyir izleyince, Akın Birdal, Yavuz Önen, Mihri Belli, Celal Beşiktepe, o günlerde cezaevinde bulunan Eşber Yağmurdereli, Metin Ayçiçek ve İrfan Cü-re’nin de aralarında bulunduğu grup Disiplin Kurulu’na sevk edildi.
Burada sorun, “çetelere karşı” kampanyada olduğu gibi, açıktan tavır alınması “genel kabul gören” türden bir sorun değildi. ÖDP’nin düzen güçleri karşısındaki yerini netleştirmesi, o ana kadar “neşeli, aşk ve devrim partisi” olarak hoş-görülmüş bir partinin rejimin en katı olduğu sorunlar (Kürt sorunu, laiklik vs.) hakkında kendi duruşunu belirlemesi söz konusuydu. Aslında kadrolarının büyük bir çoğunluğunu 85–95 yılları arasında İHD içinde yer almış, kendi siyasi varlığını bu dernek aracılığıyla ifade etmiş kişilerden oluşturan bir partide, Kürt sorununun, yine herhangi bir İHD şubesi içinde ele alındığı gibi alınması sorun yaratmayabilirdi. O güne kadar da, zaten bu ölçüde bir muhalif duruş vardı. Ne var ki, Akın Birdal ve onunla birlikte adı geçenler, “Kürt sorununa demokratik çözüm” başlığı altında -pek çok yönden eleştirilebilecek- siyasi bir program önerisi geliştirmişlerdi. Başka birçok grup gibi, “Demokrasi Hareketi Girişim Grubu” da, kendilerine özgü görüşlerini parti içinde işlevli hale getirmeye çalışıyordu. İşte bu farklılık, bir “parti sorunu” halini aldı.
“Ölüm oruçları” üzerine tartışma, önceki “Kürt sorunu” bunalımının henüz sıcak kalan tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Bu kez, partinin artık bölünme aşamasına geldiği, “gruplar koalisyonu”nun (ÖDP kuruluşunda yer alan 9 farklı eğilimi kapsıyor. Buna karşılık yönetici grup ise sadece üç eğilimi temsil ediyordu) “Çekoslovakya gibi barışçı mı, yoksa Balkanlar gibi savaşarak mı” bölüneceği tartışmasına kadar geldi. Bu sorun da, partinin “solcu bir parti mi, yoksa özgürlükçü-eleştirel bir parti mi” olacağı konusundaki tartışmaya denk düşüyordu. “Sol kamuoyundan kopmak”, “Ölüm oruçlarını destekleyen” gruba, parti içi dengeleri sarsmayı göze alacak kadar rahatsız edici gelmişti.
Esas olarak Özgürlükçü Sosyalizm Platformu (ÖSP) ve Sosyalist Eylem Platformu (SEP) arasında gelişen tartışma, parti içindeki diğer sorunların su yüzüne çıkmasının da aracı haline geldi.
SEP sözcüleri, “ya SEP gider, ya ÖDP biter” dayatmasıyla karşı karşıya olduklarını açıklayarak, kendilerinin ÖDP’yi yeniden kurmayı amaçladıklarını ileri sürdüler. Parti içinde çoğunluğu elinde bulunduran ÖSP ise, SEP’in partiyi eski tipte-klasik sol çizgiye çekerek, “şemsiye parti” halinde tüketmek istediğini iddia ediyordu. Sonuçta, ÖDP Merkez Yürütme Kurulu ve Parti Meclisi üyelerinden bir kısmı, parti kararına rağmen “Ölüm oruçları sürerken F tipi cezaevlerine karşı eylem yaptıkları” gerekçesiyle partiden ihraç edildi.
İhraç edilenlerden MYK Üyesi Veysi Sarısözen ÖDP’nin küreselleşmeci sol-liberal bir partiye dönüştürülmek istendiğini söyledi. KESK Genel Başkanlığı’nın Siyami Erdem’den Sami Evren’e geçtiği süreçten bu yana ÖDP’de sistematik tasfiyeler yapıldığını belirten Sarısözen, İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi üç kişinin ve İzmir İI Yönetim Kurulu üyesi dört kişinin kesin olarak, Şişli ilçe yöneticilerinin ise 6 ay süre ile ÖDP’den ihraç edildiğini belirtti. ÖDP Parti Meclisi Üyesi 21 kişi de kesin ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edilmişti. “Ama asıl amaç ÖDP’yi bölmektir. Sosyalist Eylem Platformu (SEP) ve Hareket Grubu’nu ÖDP’den ihraç etmektir” dedi.
Evrensel’in konuya ilişkin haberi şöyle devam ediyordu: ÖDP’de yeni bir oluşum yaratılmak istendiğini belirten Sarısözen, bu oluşumla ÖDP’nin Yeni Dünya Düzeni’ne ayak uyduran bir pozisyona getirileceğini söyleyerek “Yeni oluşum yarı özelleştirmeci, yan AB’ci, yarı küreselleşmeci olacak. İki koltukta birden oturmak istiyor yani” dedi. Sarısözen, ÖDP’de yeşeren bir ‘Sol Baykalizm’ olduğunu da sözlerine ekledi. Sarısözen, partideki sorunların ilk olarak 28 Şubat öncesinde Kürt sorunu üzerine yapılan tartışmalardaki düşünce farklılıklarıyla başladığını belirterek, özelleştirmelere bakış konusundaki farklılıkların ise tartışmaları derinleştirdiğini söyledi.
Tartışmada ve karşılıklı eleştirilerde kullanılan argümanların, esas olarak keskin “fraksiyonel” özellikler taşıdığı görülüyordu. 12 Eylül’den, “Ortodoks solculuğun” sorumlu olduğunu düşünenler, bütün ÖDP deneyimi boyunca en sert eleştirileri sosyalizm pratiğine, örgüt ve siyaset anlayışına yöneltenler, şimdi geçmişin gerçekten en lekeli üslubuna sarılıyorlardı.
Çıkarılan dersler, sosyalizmin ve emek hareketinin dünya çapındaki deneyimleri içinde, inatla savunulması gereken her özelliğin reddi, ama “kendi deneyimimizin” en kötü yanlarının gizliden yaşatılması üzerineydi!

İŞÇİ SINIFI, EMEKÇİLER VE ÖDP
ÖDP’deki son bunalımda, parti içinde öteden beri gerek örgütsel işleyişe, gerekse izlenen politikalara karşı eleştirileri olan, ancak bunları “parti içi hayatın gereği olarak” dışa kapalı tutan bazı etkili üyeler, artık “bülten savaşı” adı verilen bir tartışma ve suçlama ortamında dile getiriyorlardı. Burada dile getirilen görüşlerden bazıları, tartışmanın kaynaklarını ve yönelimlerini görebilmek bakımından önemli:
Mihri Belli (PM Üyesi): ÖDP adam olur mu? Eğer palavralardan medet umma durumuna düşmeyecek isek, ÖDP’nin bırakın toplumsal muhalefetin partisi olmak düpedüz sıradan bir parti olduğunu bile söyleyemeyiz. Çatısı altında yirmi küsur fraksiyon yayın organı yayınlanırken, parti organı sayılan gazetesi, utanç verici bir şekilde iflas etmiş ve yayınlanmasının lafı bile edilmezken, parti adına layık bir partinin varlığından söz edilemez.
Ertuğrul Kürkçü (MYK Fahri Danışmanı): Partimizdeki bunalımın özeti şudur: 28 Şubat, sonunda ÖDP’nin kapısına dayanmıştır. Türkiye’nin bütün ekonomik-siyasal yapısını “Demirden mantıklarda “yeniden yapılanmaya” zorlamayı sürdüren 28 Şubat müdahalesi, bütün mali, idari, siyasi yapıya kendi iradesini dayatır, siyasetin bütün kurumlarını hallaç pamuğu gibi atarken, ÖDP’nin bundan bağışık kalabileceğini umanlarımız vardıysa artık aymış olmalılar.
Gökhan Kaya (PM Üyesi): Son aylarda ÖDP kendi sınırları içinde yapısal bir kriz yaşıyor. Parti kamuoyunda ‘SEP’ sorunu olarak bilinen durum, özellikle son birkaç aydır bu platformun ayrı eylem kararları alıp uygulaması ile daha kritik bir safhaya girdi.
Silivri İlçe üyeleri: Son PM toplantısı da olmazsa partide ne olup bittiğinden haberimiz olmayacaktı. Şu halimize bakın, dışarıda bizi bekleyen koskoca bir dünya var, siz ise kapalı salonlarda “birbirinize göre” siyaset yapıyorsunuz. Partiyi bölünce ne büyük iş yapmış olacaksınız. ÖDP sokağın partisidir, deyip durduk. Bugün sokağa hiç çıkmayan, alanlardan bahsedip hiç birinde çalışma yapmayanların, sokağı Beyoğlu İstiklal Caddesi ile sınırlı görenlerin bu partinin geleceğine ipotek koymaya hakları yoktur.
Bundan yaklaşık bir yıl kadar önce, Ertuğrul Kürkçü, ufukta biriken bulutlara işaret ederek, ÖDP’nin “bir bedel ödemekte olduğunu”, bunun nedeninin de, “stratejik yığınağını ‘ekmek kavgası’ içinde kuramaması ve ekmek ve özgürlüğü birlikte kavrayan bir seçeneği sunamaması” olduğunu yazmıştı. (Radikal2, 2.4.2000)
Bir bakıma bu eleştiri, ÖDP’nin “ideolojik solculuk” dediğimiz yapısıyla ilgilidir. “Ekmek kavgası” içinde hayat bulamayan bir partiden söz etmek, mücadelenin sınıfsal ve dolayısıyla da siyasal boyutunda yer alamamak anlamına geliyor. Hiç kuşkusuz, “Susurluk”a karşı kampanya, “Barış için 1 Milyon İmza”, “ne Refah-yol, ne Hazır-ol” mitingi gibi eylemler ve kampanyalar da genel anlamda siyasal içerikteydi. Ancak, bunlarda “ekmek kavgası” içindeki işçiler ve emekçiler ikinci planda kalıyordu ve onlara doğrudan seslenme olanağı vermiyordu. Üstelik medyanın suyunu çıkarırcasına işlediği bu konular genel bir kanıksama atmosferinde bir “tekrar” duygusu yaratıyor, bu temalara kilitlenmiş ajitasyonu etkisizleştiriyordu. ÖDP’nin propaganda ve ajitasyon malzemelerinde, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma, IMF politikaları gibi konular, ancak dönemsel olarak ve bir mitinge, bir gösteriye bağlı olarak yer alabiliyor, bunlar örneğin kadın, gençlik ve çevre sorunları kadar örgütlenmenin ve mücadelenin esas dayanakları haline getirilmiyordu.
Sendikalarda ve meslek örgütlerinde, ÖDP’nin yine “eski tarzda solculuk”tan kopmayan, tepeden ve esas olarak yönetimi ele geçirmeye yönelik bir çabasının olduğu görülüyordu, işyerlerindeki çalışma (daha çok kamu işyerleri -okullar, bürolar, bankalar, hastaneler vs.-) yönetiminde bulunulan ilgili sendikanın aracılığıyla yürütülüyor, sendikanın olmadığı, ya da sendika yönetiminde ÖDP’lilerin bulunmadığı yerlerde herhangi bir parti çalışmasının izine rastlanmıyordu. Sendika yönetimlerinde yer alma mücadelesi de, yine eski tarzda “ittifaklar-pazarlıklar” yöntemiyle yürütülüyor, “tabandan gelen bir güçle” yönetimi alma çalışması, bunların yanında daima ikinci planda kalıyordu.
Kamu emekçilerinin bazı sendikalarının yanı sıra, daha çok meslek odalarında etkili olan ÖDP (daha doğrusu ÖDP içindeki etkili grup ÖSP) bu konumunu emekçilerin Parti içindeki etkinliği konumuna taşıma endişesi de göstermemiştir. Çünkü ÖDP kendisini bir işçi-emekçi partisi olarak tanımlamak yerine, en çok “emekten yana” bir parti olarak tanımlamayı seçmiş, “işçi kitle partisi” terimi bazı gruplar tarafından kullanılmasına karşın, bunun ne anlama geldiği teorik olarak dahi çözülmemiştir, “işçilerin, emekçilerin partisi” olmakla, “emekten yana bir parti” olmak arasındaki fark, sözcüklerin ifade ettiğinden daha fazladır.
ÖDP, “parti” kavramının, teorik-pratik bin-bir gerekçeyle yıpratıldığı bir süreçte önemli rol üstlenmiş teorisyenlerin etkisiyle, kendisine “parti olmayan parti” terimini uygun bulmuştu. “Parti olmayan parti” demek, açılmış haliyle “Leninist parti öğretisinde tanımlanan parti olmayan parti” demekti, “işçi sınıfının öncü müfrezesi, işçi sınıfının örgütlü öncüsü”, özellikle de “hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan bir irade birliği”, “demokratik merkeziyetçilik” gibi tanım unsurları, “partili devrimcilik” denilince anlaşılan özellikler, ÖDP kurucuları açısından “bir hapishane”, “cendere”, “bürokratik diktatörlük” gibi karalamaların konusu yapılıyordu. Hiç kuşkusuz, birbirlerine güven düzeyi daima birbirlerini kollama ve gözlemeyi gerektiren, gruplar arasında sürekli bir “karşı hamle” psikozunun etkili olduğu bir ilişki düzeyini veri olarak kabul eden bir “birlikteliğin”, herhangi bir “merkeziyetçilik”ten korkması doğaldı. Ama böylece, karar alma ve uygulama süreçleri, her biri kendi iç disiplinine, kendi karar mekanizmalarına sahip grupların insafına terk edilmiş, sonuçta da “biz bu kararı uygulamayız, biz bu bildiriyi dağıtmayız, afişi asmayız” diyebilen il-ilçe örgütlerinin ortaya çıkmasına kadar uzanan bir hareketsizliğe, kararsızlığa, perspektifsizliğe düşülmüştür. İşçi sınıfı partisinin herhangi bir üyesi için, partisiyle bağlarının koptuğu anda bile, herhangi bir durumda partisinin nasıl davranacağına dair bir “bilgi” vardır. Programını, taktiğini, temel ilkelerini, ülkeye ve dünyaya bakışını net olarak bildiği partisi, ona o an nasıl davranacağı, ne yapacağı konusunda bir şey söyleyemiyor olsa bile, partili, ister fabrikasında, ister mahallesinde, ister partizan müfrezesinde, ne yapacağını bilir, işçi sınıfının-emekçilerin partisi olmak, mücadelenin her alanında ve anında her organın, her üyenin tutarlı ve bağıntılı hareket etmesine olanak veren bir örgütlenmeye ve “ortak irade”ye sahip olmak demektir.
ÖDP kurucuları, böyle bir parti fikrine karşı, “Stalinizm” korkuluğunu sallayarak cevap verdiler. Soğuk Savaş döneminin bütün emperyalist propagandaları, sınıf partisi düşüncesine karşı rehber olarak kullanıldı. “Farklılıkların birlikteliği”nin, fraksiyonlar koalisyonunun örgütü olarak “parti olmayan parti”nin tek “seçenek” olduğu ilan edildi. ÖDP sürecinin iflasını pratik olarak kanıtladığı şey, en başta budur. ÖDP’nin sorunu, ne kimin kimi tasfiye ettiği ya da genel olarak tasfiyecilik ne de parti içi demokrasi sorunudur ama “ideolojik solculuk”un somut bir görünümünü oluşturan “sol birlikçi” “parti olmayan parti” yaklaşımının seçenek olmadığının ortaya çıkması, sınıf partisi karşısında “seçenek” örgüt fikrinin iflas etmesidir.
Belki de, “işçi-emekçi partisi” olmakla, “emekten yana parti olmayan bir parti” olmak arasındaki farkın en can yakıcı yönü burasıydı. Sınıf niteliğinden korkmak, işçi sınıfın başlıca özelliklerinin partiye yansımasından korkmak ve bu korkuyla, şu taşı şuradan alıp buraya koyabilecek kadar bir iş olsun yapmamayı göze almak!

CHP VE ÖDP
Bu fark, örneğin CHP’nin kendisini “emekten yana” bir parti olarak tanımlamasında olduğu gibi, kimi zaman derin sınıf farklılıklarına karşılık düşmektedir. Böylece ÖDP, “ideolojik solculuk” noktasında, kendisini sınıfla tanımlamak bakımından da derin zaaflar göstermekte, bu belirsizlik giderek “CHP’lileşme” yolunu da açık tutmaya hizmet etmektedir.
Tasfiyelerle ilgili açıklamalarda dikkat çeken bir diğer değerlendirme, ÖDP ile CHP, Uras ile Baykal arasında yapılan karşılaştırmalardı.
ÖDP ile CHP arasında, üyeler ve yöneticiler dahil, herkesin bir kafa karışıklığı halinde taşıdığı “özdeşleştirme”ler olduğunu ileri sürebiliriz. ÖDP’nin kuruluşu ile birlikte yükselişe geçmesi, “özgürlük, demokrasi, insan hakları, ilericilik, çevrecilik” vs. gibi kavramlara, “evet şimdi!” diyenleri çatısı altında toplamasındandı. Ama toplananların büyük bir bölümü, bu kavramlara herhangi bir sınıfsal içerik yüklemiyor, bunlarla ifade edilen toplumsal hak ve çıkarları elde etmek için sınıf mücadelesinden geçmenin, bunun için de bu kavramlarla ifade edilen hak ve çıkarların gerçek sahibi olan işçi ve emekçilerle birleşmenin zorunlu olduğunu düşünmüyor, önemsemiyor ya da bilmiyordu. Belki “hemen şimdi!” sloganı da, ciddi bir sınıf mücadelesi içinden geçmeksizin, burjuva-emperyalist egemenlik ve pratik koşullarında, bu düzen sınırları içinde de taleplerin gerçekleşebileceği umudunu sağlamlaştırıyor, “mücadele ederek kazanmak”la, “ısrarla ve kuvvetle talep etmek” arasındaki derin ayrımı, “talep etmek” lehine bulanıklaştırıyordu. Özellikle gençlik kitlesi, bunları programında, ajitasyonunda kullanan her partiyi “ilerici, demokrat” görmeye alışmış, ufku CHP’nin ötesine az çok geçebilen bir yapıdaydı ve ÖDP’den de, bütün bunları “samimi ve daha militanca” savunmasından daha fazlasını beklemiyordu. Bu “sola eğilimli insanlar”ın kitlesine dayanarak sağlanan kitleselleşme görüntüsü, seçimlere abartılmış bir umutla girilmesine yol açtı. Ama doğal olan gerçekleşti ve ÖDP’nin kitlesi gibi görünenler, hatta ÖDP’nin üyesi-yöneticisi olanların bir bölümü, “solun birliği” sloganının gerçekleşebileceğine inandığı bir yolu seçerek, CHP’ye oy verdi! Ufuk Uras’ın, “CHP’yi Baykal’dan ÖDP kurtaracak” (11.04.1999 Anadolu Ajansı) diyebildiği “CHP’yi kurtarma” perspektifinde, taraftarın, üyenin böyle bir eğilim göstermesi şaşırtıcı değildi. Son genel ve yerel seçimlerde, ÖDP’nin kendisinin aldığı sonucun “moral bozucu” bir etki yarattığını söylemek çok doğru değil. Asıl yıkım, CHP’nin özellikle de Karayalçın’ın Ankara belediye başkanlığı yarışında aldığı sonuçla ortaya çıktı.
Bu durum, ÖDP’nin kendisini CHP’den hangi özelliği ile farklı gördüğü ve göstermek istediği noktasının karışık olduğunu gösteriyordu. “Sol” deyince, üç-beş kavrama sahip çıkmanın ötesinde başka ölçü aramayan, taraftarına, üyesine daha fazlasını vermeyen, özellikle de sınıf çizgisi çizmeyi “Ortodoksluk” olarak karalayan düşüncenin egemen olduğu bir parti için, olup bitenler olağan karşılanmalıdır.
Bu yüzden, son bunalıma, bir de “CHP’den ayrılanlarla ilişki” sorunu eşlik etti. Son ihraçlarla ilgili basın açıklamasını yapan Ayla Yıldırım, ÖDP yönetimini ve özellikle de parti içinde ağırlık sahibi olan ÖSP’yi, CHP’den ayrılanlarla “kol kola yürümek”le suçladı. Açıklamaya göre, parti yönetiminde ağırlığı olanlar, “kendi fraksiyoncu çıkarlarıyla, CHP’den ayrılanlar arasında yer edinme amacı uğruna, tüzüğü çiğnemiş”ti.
Şimdi ÖDP’nin önünde bir seçenek gibi duran “Yeni Sol Parti’de yer alma”, yine “ideolojik solculuk” alışkanlığının kolaylaştırdığı, hatta kışkırttığı bir eğilimdir. “Solun birliği” fetişizmini bir parti içinde gerçekleştirmeye çalışanlar, şimdi aynı denemeyi ülke “solu”nun bütünü açısından da aynı rahatlıkla deneyebilirlerdi. Burada, onların önünde, herhangi bir siyasal-sınıfsal engel yoktur. “Aşağı yukarı aynı hedefleri gözeten, amaçları aşağı yukarı aynı ‘solcu’ gruplar”, şimdi “daha güçlü” bir başka parti yaratmak için neden geri dursunlar? Aynı nedenle, CHP lideri Baykal’ın, “Anadolu Solu” kavramına ve “Edebali hazretlerine” ilişkin sözleri, geleneksel CHP’liler kadar, ÖDP’lilerden de tepki aldı.
Baykal, “CHP’yi sağa çekmekle”, “tarikatlara göz kırpmakla” suçlandı.
Gelinen son durumda, ÖDP’nin geleceğinin “solda yeni parti” arayışlarının ve girişimlerinin gelişmesine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Sınıf siyasetinden uzak bir ideolojik biçimlenme, ideolojik genellemeleri aynı sınıfsız içeriğiyle, sınıf karşıtlıklarına ilişkin düşünce ve davranışları özellikle silmek amacıyla kullanan bir başka kapıda, içeriye alınmayı bekleyecektir.

Ağustos 2001

GAP ve Kürt sorunu

GAP, Türkiye egemenleri tarafından üzerinde fırtınalar koparılan bir proje. Bölge ülkelerinin ilgi odağı olan GAP, dünya devleri tarafından da önemsenen “büyük çaplı” bir proje. İçinde yer aldığı bölgenin özgünlüğü, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya’ya yönelik hesaplan olanlar bakımından projeyi daha da önemli kılıyor.
Kürt sorunu gibi karmaşık bir denklemin göbeğindeki bu projeye ilgi karmaşık hesaplarla dolu. Bu yazı kapsamında GAP ve Tarım, GAP ve Sanayi, GAP’ın Sosyal Yönü; GAP, Çevre ve Kültür; GAP’ta Uluslararası işbirliği ve Uluslararası Su Kuruluşları ile İlişkiler, GAP’ın Finansmanı ve GAP’ta Ulaşılan Son Nokta’yı, bölgenin jeostratejik konumuyla bağlantısı içinde ele alacağız.

GAP’A GENEL BAKIŞ
“GAP Bölgesi” olarak tanımlanan geniş alanda, Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri bulunmaktadır. Bölge aynı zamanda Ortadoğu ülkeleriyle de sınır oluşturduğundan, ekonomik, coğrafi, siyasi ve askeri hesaplar bakımından önemli bir alan durumundadır, Kürtlerin yaşadığı coğrafya olarak on yıllardır süren bir mücadeleye, son 15 yıl boyutlanmış bir çatışmalı ortama sahne oluşu, halkın demokratik taleplerinin henüz karşılanmamış olması, güç ve pozisyonların sürekli değişiklik göstermesi, yine Türkiye, İran, Suriye ve Irak topraklarıyla birlikte üzerinde Kürtlerin yaşadığı geniş ama parçalanmış geniş bir coğrafyanın kesişme merkezinde bulunuşu da, GAP’ı önemli kılan faktörlerdendir.
Dolayısıyla GAP; Türkiye, Ortadoğu ülkeleri, ABD ve diğer emperyalist ülkelerin hesapları açısından önemli bir sınır bölgesidir. GAP kapsamına girmeyen Kürt illerinin Ermenistan ve İran ile sınırı dâhil edilmezse, Güney’de Suriye, Güneydoğu’da ise Irak’la sınır olan GAP’ın yüzölçümü 75.358 kilometrekaredir. Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illeri Suriye ile sınırdır. Ve Suriye sınır uzunluğu yaklaşık 610 km’dir. Kilis, Karkamış, Akçakale, Ceylanpınar ve Nusaybin’de sınır kapıları bulunmaktadır. Ancak, Karkamış ve Ceylanpınar kapıları faaliyette değildir. Şırnak ili ayrıca Irak ile de sınırdır ve sınır uzunluğu yaklaşık olarak 378 km’dir. Silopi’de sınır kapısı bulunmaktadır, bugün en faal ticari kapı durumundadır. GAP Bölgesi’nde yaklaşık olarak 3,1 milyon hektar tarım alanı bulunmaktadır. Bu alanın 1,7 milyon hektarı GAP kapsamında sulanacaktır. Türkiye’de sulanabilir toplam 8,5 milyon hektar arazinin % 20’si, aşağı Fırat ve Dicle havzalarındaki geniş ovalardan oluşan GAP Bölgesi’nde yer almaktadır. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin toplam yüzölçümünün yüzde 9,7’sine denk düşmektedir.
Ayrıca, Türkiye enterkonnekte sistemine giren enerjinin önemli bir bölümünü üretmekte olan Karakaya ve Atatürk Barajları ile Kralkızı ve Karkamış Barajları’nda gerçekleştirilen hidroelektrik üretimi, Türkiye elektrik üretiminde önemli bir yer tutmaktadır. GAP Bölge Kalkınma idaresi tarafından Temmuz 2001’de yapılan açıklamaya göre; “GAP kapsamındaki barajlardan açılışlarından 2001 Haziran ayı sonuna dok yaklaşık 10,6 milyar dolarlık enerji elde edilmiştir. Enterkonnekte sisteme giren hidro-elektrik enerjinin önemli bir bölümü Karakaya ve Atatürk Hidroelektrik Santralleri (HES) ile Aralık 1999 tarihinden itibaren işletmeye açılan Kralkızı, Karkamış HES ve deneme üretimine başlanan Birecik HES tarafından sağlanıyor. Tesislerin açılışından 2001 yılı Haziran sonuna kadar üretilen yaklaşık 10,6 milyar dolar değerindeki toplam 117 milyar kilovat saatlik enerji, 34.2 milyar metreküp doğalgaz veya 44.3 milyon ton fuel oile eşdeğer bulunuyor.” GAP’ın Türkiye enerji üretimindeki payı, hidrolik enerjide % 42.7, tüm üretimde % 12.7’dir. GAP tamamlandığında ise, 7500 megavatın (MW) üzerinde bir kurulu kapasiteyle yılda 27 milyar kilovat saat hidroelektrik enerjisi üretileceği hesaplanmaktadır.
Fırat ve Dicle Havzası Projeleri olmak üzere iki gruptan oluşan GAP kapsamında; 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali bulunmaktadır. Ayrıca 1,7 milyon hektar toprağın sulanmasını sağlayacak sulama kanalları inşası öngörülmektedir. Elektrik enerjisi üretimi, sulama sistemleri ve jeostratejik elverişliliği bakımından pazar ekonomisine sunulan GAP’ta toplam 13 baraj tamamlanmış ve 7 hidroelektrik santrali işletmeye açılmış durumdadır. Planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak sulanabilir alanın % 20’sine; planlanan elektrik enerji üretimi ise, Türkiye toplam yıllık elektrik enerjisi potansiyelinin % 22’sine eşdeğerdir. GAP Bölgesi 75 bin km karelik geniş bir alana sahiptir ve bu alan içerisinde farklı iklim istekleri olan zeytinden fıstığa, narenciyeye kadar geniş yelpazede ürünler yetiştirilmektedir. Bölgede 3,1 milyon hektar tarım arazisi, 1,1 milyon hektar orman arazisi ve 2,3 milyon hektar çayır ve mera arazisi bulunmaktadır. GAP Master Planı’nın 1990–2005 dönemi sonu itibariyle belirlediği hedef ve büyüklüklere ulaşabilmek için yapılması öngörülen kamu yatırımları finansman ihtiyacı, 2000 yılı sabit fiyatlarıyla toplam 14 katrilyon 865 trilyon 753 milyar TL’dir. GAP için 1999 yılı sonuna kadar 14 milyar ABD doları harcama yapıldığı açıklanmıştır. 32 milyar dolar olarak öngörülen Proje kapsamındaki kamu yatırımlarının nakdi gerçekleşme oranı 2000 yılında % 44 olarak açıklanmıştır. (Kaynak: Başbakanlık GAP Kalkınma İdaresi Başkanlığı Dergisi, “GAP’ta Son Durum”, Haziran 2000) 2010 yılında bitirilmesi tasarlanan projenin bugüne kadar süren çalışma gözlenerek hedeflenen zamanda bitirilemeyeceği uzmanlar tarafından da belirtilmektedir. Yıllardır bölgeye yatırım yapılmadığı, harcamaların daha çok silahlanmaya gittiği ve “güvenlik” amaçlı yapıldığı bilinmektedir.
Aşağı Fırat ve Dicle Havzaları’ndaki geniş ovalardan oluşan GAP Bölgesi’nin bakir ve verimli toprakları; su, ısı ve güneş gibi doğal bileşenlerin zenginliği ve uygunluğu bakımından uluslararası tekellerin ilgi alanları içerisinde bulunuyor.
GAP bölgesinde mevcut sulama sahalarında yapılan pamuk üretimi Türkiye pamuk üretiminin üçte birini karşılamakta ve iklimin elverişli olması halinde bölgede yılda iki ürün elde edilebilmesini mümkün olmaktadır. Bölge doğal yapısı itibariyle hayvancılık için de oldukça elverişlidir. Son on beş yıldır bölgede süren sürgün ve baskı politikaları sonucu olarak, yayla ve mera yasağı nedeniyle can derdine düşmüş bölge halkının hayvancılık yapamadığı bilinmektedir. Emperyalistlerin, IMF ve Dünya Bankası’nın sömürgeci politikalarıyla işbirliği içindeki Türkiye egemen sınıfları daha önce özelleştirerek bitirdikleri, Et Balık Kurumu, Yem Sanayi, Süt Endüstrisi Kurumu, Zirai Donatım gibi tarım ve hayvancılık bakımından önemli kurumlardan sonra, Tekel ve şeker fabrikaları da özelleştirmeyle bitirilerek, bölge, yabancı tekellerin istedikleri ürünleri ektikleri ve istedikleri gibi yatırım yaptıkları bir açık pazara dönüştürülmüş olacaktır. Gümrüksüz ihracat ve sunulmuş diğer sömürü avantajlarıyla bölge açık yağmaya hazır hale getirilmektedir.
Kürtlerin tarihi ve toplumsal durumlarına ilişkin hak taleplerinin Cumhuriyet’in kuruluşuyla paralel, 1920 yılı sonunda başlayıp 1921’de süren Koçgiri halk hareketiyle gündeme girdiği bilinmektedir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları en kapsamlıları olmak üzere onlarca başkaldırı hareketi yaşandı. Ancak, her defasında bastırılan ve ezilen tüm isyanlar “bir grup çapulcu veya şakinin başkaldırısı” olarak değerlendirildi. “(…) Efendim mevzuu müzakere olan Koçgiri meselesi hükümetin zaafından bilistifade beş-on çapulcu isyan etmiştir.” (Konya milletvekili Vehbi Efendi, TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 2, s. 272) Cumhuriyetin kuruluşunda Kürt sorununda inkâra endekslenmiş bir “kabul” söz konusudur. İlk yıllardaki aldatıcı “diplomatik” tutum yıllar geçtikçe açık bir inkâr, tedip ve tenkil biçimine bürünerek adeta değişmez politik resmi devlet tutumu olmuştur. Zara’dan Dersim’e ve Erzincan bölgesine kadar genişlemiş olan Koçgiri halk hareketi için dönemin içişleri Bakanı Dr. Adnan Bey mecliste durumu şöyle açıklamaktadır: “(…) Dersim’de şayanı endişe bir şey yoktur. Türklük ve Kürtlük diye bir konu yoktur. Yalnız Alişir (Alişer) adında biri, başına birkaç kişi toplamış oralarda dolaşıyormuş. Kemah’ın birkaç mahallesine saldırmış, birkaç ev yakmış, bir-iki yağmada bulunmuş.” (Erzurum’dan Lozan’a ve M. Kemal Paşa, s. 85) Daha sonraki yıllarda da, kapsamı ve etkisi ne olursa olsun tüm başkaldırı ve isyanlar “feodal başkaldırı”, “dinci-gerici isyan”, “dış mihrakların kışkırtması”, “terör ve anarşi” olarak değerlendirilmiş ve bölgenin geri kalmışlığının asılmasıyla “Kürt sorunu”nun da aşılacağı iddia edilmiştir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın esareti altındaki ulusların ve halkların bağımsızlıklarını ilan etmelerinin korkusunu taşıyan M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı başlangıcında ve savaş koyunca Kürtlerin varlığını ret ve inkar etmeyerek onların varlığını kabul etmiş görünmesine rağmen,
Kürt feodal önde gelenlerim ve din adamlarını yanına almak için yoğun çaba sarf ettiği bilinmektedir. Kurulacak devletin Kürt Ye Türk halkının demokratik devleti olacağı açıklamaları ise, iktidar ele geçirildikten sonra “unutulmuştur”. Kürtlerin eskisinden farksız süren mevcut statülerine her itirazları olağanüstü tedbirlerle karşılanmış ve bu durum giderek olağanlaştırılmıştır. Sonrasında Kürtlere dayatılan koşullar bölgeye yönelik tüm yatırım ve çalışmaların da belirleyicisi oldu. Ekonomik, sosyal-kültürel, siyasal her proje ve yatırım bu politikaya hizmet ettiği oranda hayat buldu.
Ancak derin etkiler ve acılar bırakan bu politikalar, bölgede ne üretim ve verimlilik/gelişmişlik bakımından ne de zorla asimilasyonda başarılı olmuştur. 1925 isyanının şiddetle bastırılması, İstiklal Mahkemeleri’ndeki ünlü yargılamalar ve kitlesel idamlara eşlik eden toplu sürgün ve “Takrir-i Sükun Kanunları” ile baskı ve terör Türkiye sathına yaygınlaştırılmış oldu. Geri kalmışlık, feodal ilişkiler, ağalık, beylik ve şeyhlik gibi tarihsel toplumsal etkenler bölgede egemen sınıfın sarıldığı ve kullandığı tarihsel Kürt-Türk ilişkileri olmasına rağmen, Şefik Hüsnü revizyonizminin yedeklenmesinde olduğu gibi, “gerici başkaldırı”, “irticai kalkışma”, “genç Cumhuriyete karşı feodal hareket” gibi değerlendirmelerle Kürt sorununda “sol”, “sosyalist” ve “komünist” yaftalı çevreler manipüle edilerek yedeklenmesi sağlandı. TKP resmi tarihi, aynı zamanda Kürt halkının inkarı olarak Türk “sol”, “sosyalist” çevrelerde etkili oldu.
Şeyh Said isyanından sonra uzun yıllar Kürt sorunu egemenlerin resmi bakış açısıyla ya da onun derin etkisiyle değerlendirildi. ’30’lu yıllardan sonra resmi bilimsel çalışmalar kurumlar düzeyine çıkarıldı. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ve diğer “milli” kurumlar aynı zamanda Kürtlere dair hummalı “bilimsel çalışmalar” başlattılar. Tarih, dil ve kültür alanında hazırlıklara başlandı ve Kütlerin “dağ Türkleri” oldukları tezi çok yönlü olarak işlendi. Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi geliştirildi. 1936 yılında yayınlanan Türkçe Sözlükte: “Kürt: Çoğu dillerini değiştirmiş Türklerden ibaret olup bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak, İran’da yaşayan bir topluluk adı ve bu topluluktan olan kimse.” olarak tescil edildi. Bu kurumlarca ırkçı ve inkârcı görüşler resmi görüşler olarak ders kitapları, TRT gibi kitlesel araçlarla ve “bilimsel”lik iddiasıyla yaygınlaştırıldı. Kürtlerin “dağ Türkleri” oldukları bu tür “bilimsel” çalışmalarla ispatlanmaya çalışılırken diğer yandan bölgede başlayacak yatırım ve çeşitli düzeylerde toprak reformlarıyla durumun değişeceği ve halkın kaderini belirleme hakkı iddiasından vazgeçeceği yönlü yaklaşımın ürünü olarak. Mustafa Kemal bölgenin su, enerji, toprak ve hayvancılık başta olmak üzere diğer doğal potansiyelinin değerlendirilmesi amaçlı projeler için direktifler verdi.

FIRAT VE DİCLE’NİN BARAJLAR SÜRECİ VE GAP
Bölgede ekonomik ve politik bir güç olunması zorunluluğuna dikkat çekilen bu tarihten sonra Fırat, Dicle ve irili ufaklı doğal su kaynaklarının değerlendirilmesi amacıyla Mustafa Kemal’in emriyle, 1936 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) kuruldu. EİEİ, ilk olarak Fırat üzerinde çalışmalara başlamıştır. “Keban Projesi” ile Palu, Kadıköy, Pertek, Keban Boğazı, Bakırhan, Karakilise, Sarsap ve Kömürhan’da rasat istasyonları kurulmuş, Keban Boğazında jeolojik ve topografik etütlere girişilmiş ve 1940 yılında Keban Barajı projesi tamamlamıştır. 1936’da başlayan başkaldırılar ve ’38’de Dersim isyanının bastırılmasıyla, Kürt sorununun bir daha gündeme gelmemek üzere geriye atıldığını düşünen egemen sınıflar, bu yıllarda bölgedeki projeleri rafa kaldırılarak bir süre gündemden düşürmüşlerdir, İkinci Dünya Savaşı koşulları ve Türkiye’nin yaşadığı “kıtlık” döneminde, baskıcı ve talancı despotik politikalar tüm ulus ve milletlerden emekçileri etkiledi; Hitler faşizminin Sovyet halkı karşısındaki gerileyişi ve yenilgisi sonrasında, dünya halklarında ve Türkiye emekçilerinde gelişen sosyalizm sempatisi ve Türkiye egemen sınıflarının buradan kaynaklı korkularına eşlik eden Kürtlerin tamamen inkârı ve bunun ispatı için hazırlanan ideolojik “bilimsel araştırma ve tezler”deki ilerleme, resmi-düzmece yaklaşımlarla devam etti. 1950’li yıllardaki DP iktidarıyla birlikte bu tutum artarak sürdü. Aynı zamanda Kürt işbirlikçi-feodal kesimiyle ilişkilerini geliştiren egemen sınıflar, kasaba, ilçe ve il merkezlerine yerleşerek güçlenen Kürt işbirlikçi sınıfıyla ilişkilerini güçlendirdiler. Bu ‘temsilci’ kesimler maddi ve manevi olarak her zaman desteklendiler. Palazlanan Kürt “işadamları” ile ilişkiler güçlendikçe karşılıklı “güven” de arttı. Ve önü açılan bu kesim, parlamento ve yerel düzeyde “yeni-modern temsilci sınıf” olarak, iş yerleri-ticarethaneler, otel işletmeciliği, tekel ve petrol bayilikleri, zirai aletler bayilikleri ve ulaşım gibi alanlarda nüfuz sahibi olarak “itibar” sahibi oldular.
1950–1960 yılları arasında bölgede yeniden bir “yatırım” çalışması başlatıldı ve Fırat ve Dicle üzerinde EİEİ tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verildi. 1954 yılında Diyarbakır, Dicle-Rezuk, Batman-Hüseyinkan jeolojik etütleri tamamlanmış ve aynı yıl Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) de kurulmuştur. 1959 yılında Dicle’nin Garzan ve Batman dilimi çalışmaları sürdürülmüş ve bu süre içinde Fırat’ın Murat kolu üzerinde çalışmalar başlatılmıştır. 1961 yılında Diyarbakır’da kurulan Fırat Planlama Amirliği tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 1964 yılında Fırat Havzası’nın sulama ve enerji potansiyelini belirleyen “Fırat Havzası İnkişaf Raporu” hazırlanmıştır. Bu projeye göre, Fırat nehri üzerinde, Bilaluşağı, Şarap ve Kömürhan, yine Halfeti-Kömürhan arasında kalan suların birleştirilmesi ve Fırat’ın kolları olan Munzur ve Peri sularının toparlanması için ilk çalışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Murat nehri Bulanık civarından Muş’a kadar, Dicle’nin Batman bölümünde ise, Malabadi ve Hüseyinkan baraj yeri olarak tespit edilmiş ve 1962 yılındaki rapora ek olarak, 1966 yılında “Aşağı Fırat İnkişaf Raporu” geliştirilmiş ve Birecik ovasında Halfeti Barajı için hazırlık yapılmıştır. Dicle Havzasında aynı paralelde çalışmalar DSİ Diyarbakır Bölge Müdürlüğü’nce sürdürülürken, 1961 yılından sonra Dicle ve Fırat üzerinde geniş çaplı araştırma ve etüt çalışmaları devam ettirilmiştir.
1963 yılında özel sektörü teşvik adı altında bazı işbirlikçi çevrelere olanaklar yaratılarak Kalkınmada Öncelikli Yörelerde (KÖY) yatırım yapacak toprak ağası/işadamlarına büyük teşvikler sunularak, bu işbirlikçilerin “yatırım indirimi” teşvik tedbirleri vs. gerekçelerle maddi ve nüfuz olarak güçlendirilmeleri sağlandı. 1965 yılında inşaatına başlanan Keban Barajı 1973 yılında Türkiye’nin hidrolik enerjisini iki katına çıkararak enerji vermeye başladı. Keban Barajı GAP kapsamında olmamakla birlikte, Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış barajlarının düzenli su almasını sağlayan kilit konumunda olması nedeniyle de GAP için büyük önemdedir. 1966’da yapılan hesaplara göre; (Keban Barajı hariç) 13 baraj ve 6 HES ile 906.500 hektar sulama alanı ve 3.182 MW kurulu güç tasarlanmış ve 1967 yılında Suriye sınırı yakınında Dicle üzerinde Dermah, Rezuk ve başka alternatif barajlar için etüt çalışmaları başlatılmıştır. Aynı yıl Ceylanpınar-Akçakale sulama inşaatı başlatılmış ve Aşağı Fırat havzasının sulanabilmesi amacıyla Urfa-Harran, Mardin-Viranşehir, Ceylanpınar, Kızıltepe, Siverek-Hilvan bölgelerinde geniş çaplı etüt çalışmaları yapılmıştır. Çağ-Çağ santralının devreye girdiği 1968 yılında, Aşağı Fırat Projesinin depolama tesisleri, HES ve sulama kapsamlı olarak yerli-yabancı ortak firmalara ihale edilmiştir.
1960’lı yıllar Kürt sorununun “Doğu Sorunu” olarak yeniden gündeme girdiği yıllardır. ’67 “Doğu mitingleri” statükoya karşı kitlesel tepkinin mayalanmasında önemli rol oynadı. Diğer yandan egemen sınıflar yeni projeler geliştirerek, 1967–72 yıllarını kapsayan beş yıllık kalkınma planı ekseninde, yıllardır devam eden baskı ve inkârcı politik yaklaşıma yeni bir boyut kazandırdılar. Denetimi sağlamak ve asimilasyonu derinleştirmek amaçlı olarak dağınık köy ve mezraların merkezileştirilmesi projesi bu yıllarda devreye sokuldu. Bunun için bazı merkezler seçilmiş, yatırımlar için girişimler başlamış ve ayrıca özel sektörün de bu merkezlerde yatırım yapması için daha cazip koşullar ve olanaklar sunulmuştur. Vergi indirimi ve kredi olanakları sağlanmış, ayrıca Organize Sanayi Bölgeleri için teşvik araçları devreye sokulmuştur. Bu yıllar, aynı zamanda, dünyada ulusal ve sosyal kurtuluş amaçlı direniş ve mücadelelerin yükseldiği, emperyalizme karşı başkaldırının yaygınlaştığı yıllardır. Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük kapsamlı geniş gençlik ve giderek halk yığınlarını etkisi altına alan eylemler Türk ve Kürt gençliği tarafından ilgiyle karşılanmakta ve onları harekete geçirmektedir. Devrimci düşüncelerin etkisindeki Türk ve Kürt gençleri Kürtlerin statüsünü bir kez daha sorgulayarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız koşulsuz savunurlar. Kürt sorununda yeni bir evre başlamıştır. Egemen resmi ideolojiyle bağlarını koparamamış reformist “sol” ile devrimci gençlik giderek ayrışmaya yönelir. Reformist-revizyonist ideolojik tutumla Kürt sorunundaki şoven tutumun reddedilmesi gündeme girmiştir. Kürt sorununda inkârcı ve asimilasyoncu egemen tutumun savunucusu veya etkisindeki “sol”la, Kürtlerin tam hak eşitliğini, geleceğini özgürce belirleme hakkını savunan anlayış bu yıllarda ayrışmaya başladı. Böylece sosyal şoven tutumlara karşı bayrak açılmış, Kürt aydın ve üniversite gençliği ile idam sehpasındaki son sözlerinde yansıyan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Kürt sorununa yaklaşımı tarihe geçmiş oldu. Bu yıllarda aynı zamanda bölgede egemenlere yakın ve işbirliği potansiyeli taşıyan kesimin desteklenmesi ve palazlandırılması amaçlı olarak toprak ağaları, şeyh ve nüfuz sahibi kesimlerle ilişkilerin daha da ilerlediği, yaygın karakol ve okul ağıyla zor ve asimilasyon at başı sürüyordu.
1970 yılında Dicle havzasında 37 baraj, 38 HES, 1.520 MW kurulu güç ve 210.000 hektar sulama alanı için planlama yapılmıştır. 1972 yılında 7.500 ha’lık Diyarbakır-Devegeçidi barajı ve sulaması çalışmaları başlatılmış ancak, 1973 yılından sonra bu planlama çalışmalarına yeniden ara verilmiştir. MSP-CHP koalisyonu döneminde bölgeye ilişkin yatırımlar ve “ağır sanayi hamlesi” gibi projeler daha sonra mizah konusu olarak hatırlanacaktır. (Erbakan’ın attığı temeller pikabın kasasına yüklenerek meclise getirilmiş ve dalga geçilmişti.) 1974 yılında 8.700 ha’lık Silopi- Nerdüş sulaması için inşaat çalışmaları başlamış iki yıl sonra da Karakaya Barajı’nın temeli atılmıştır. Şanlıurfa tünellerinin inşaatına başlandığı 1977’de, Karababa Barajı 60 metre yükseltilerek Gölköy ve Bedir barajlarını da kapsayacak ve kurulu gücü 2.400 MW olacak şekilde “Yüksek Karababa Barajı” ve HES planı hazırlandı. Ancak 1978 yılında bu barajın adı Atatürk Barajı olarak değiştirildi. 1983 yılında Atatürk Barajı ve HES inşaatına başlandı. 1985’te Kralkızı ve HES, bir yıl sonra da Dicle Barajı ve HES inşaatı başlatıldı. Su kaynaklarının geliştirilmesi ve merkezileştirilmesiyle, bölgenin sosyo-ekonomik yapısının değişeceği ve Ortadoğu’nun enerji, gıda ve su deposu olacağı hesapları yapan egemen sınıflar, 1986 yılında, bölge düzeyinde, tarım esas olmak üzere, sanayi ve tüm ekonomik yapıda köklü değişimlerin olacağı iddiasıyla başlatılan GAP’ı, DPT’ye (Devlet Planlama Teşkilatı) bağladılar. 1987 yılında Karakaya Barajı, 1989 yılında ise Hancağız sulaması işletmeye açıldı. En büyük baraj olan GAP kapsamındaki Atatürk Barajı ve HES inşaatında 1990 yılında su tutulmaya başlandı ve bir yandan da dolgu tamamlama çalışmaları sürdürüldü. Birecik Barajı ve HES Yap-İşlet Devret modeli ile yerli-yabancı özel şirketlere verildi. Bu baraj bitirilmiş olarak çalışır haldedir. Yine, Silopi-Nerdüş, Hacmidir sulaması, Garzan-Kozluk sulaması işletmeye açılmış, Atatürk barajı ve HES inşaatında 1, 2,3 ve 4 no’lu üniteler devreye sokulmuş ve HES’de üretim başlamıştır. 1993’te Atatürk Barajı ve HES inşaatında 5, 6, 7 ve 8 nolu ünitelere su verildi. 1991 ve ’92 yıllarında Harran Ovası sulaması III, IV ve V. Kısım inşaatları devreye girmiş ve aynı yıl Kayacık Barajı inşaatına başlanmıştır. Karakaya ve Atatürk Barajları’nda 1992 ve ’94 yılları arasında elde edilen elektrik enerjisi toplam 39 milyon kilovat saat olarak açıklanmıştır.
Silvan bölgesinde I ve II bölüm ve Suruç YAS Sulamasının kısmen faaliyete geçtiği 1977 yılında, Dicle ve Fırat üzerinde yapılan ayrı ayrı çalışmaların birleştirilmesi ve bir merkezde toplanıp su kaynakları çalışmalarının entegre bir kapsamla değerlendirilmesi amacıyla, daha önce Fırat ve Dicle Su Kaynakları Geliştirme Projesi olarak adlandırılan etütlerin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) olarak isimlendirilmesi gerçekleştirildi. Böylece Fırat ve Dicle nehirlerinin sulama ve enerji üretimi için değerlendirilmesi, düzensiz akışı olan bu iki nehrin sularının dizginlenmesi amacıyla Fırat ve Dicle havzalarına ilişkin olarak 1960’larda başlayan etüt ve planlama çalışmaları, 1977 yılında “Güneydoğu Anadolu Projesi” olarak adlandırılmıştır.
Bugün kapsadığı alan bakımından Türkiye’nin yüzölçümü ve nüfusunun yüzde 10’una tekabül eden GAP bölgesi başlangıçta Fırat ve Dicle üzerinde sulama ve hidroelektrik santralleri amaçlı açıklanmış olmakla beraber, insan unsuru hep dışlanmıştır. Bölge halkının katılımı, söz ve karar sahibi olması gibi faktörler özellikle yoktur. Dikkat edilirse projenin hedeflerinin, politik amaçların başarısı kapsamında değerlendirildiği görülecektir. Projeye ödenek ayrılması da bu mantık üzerinden yapılmaktadır. “14 yılda ‘güvenliğe’ 200 milyar dolar ayrılırken, GAP’a 14 milyar dolar ayrıldığı” bilinmektedir. 22 baraj ve 19 hidroelektrik santrali inşaatı ile beraber, “kentsel ve kırsal altyapı, tarımsal altyapı, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve başkaca yatırımları” da kapsayacağı iddia edilen proje, merkezi yönetimin ihtiyaçları üzerinden ve emperyalizmin hesaplarına paralel gelişmelere bağlı olarak yeniden dizayn edilmektedir. GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanı Dr. Olcay Ünver bunu şöyle izah ediyor. “Böylece Güneydoğu Anadolu Projesi sadece dev boyutlu ve dev bütçeli bir yatırım paketi olma özelliğini çoktan geride bırakıp, hükümet dışı kuruluşların ve kalkınmaya konu olan hedef kitlenin katılımına ortam sağlayan düzenlemeleriyle uluslararası ilgiye de yoğunlukla konu olmakta.” (“Bir Bölgesel Kalkınma Yöntemi Örnek Olayı”, Önsöz, Emine Akın.)

GAP ULUSLARARASI PROJELER İÇERİSİNDE ÖNEMLİ BİR YERE SAHİP
GAP çerçevesindeki barajlar, hidroelektrik santralleri, içme suyu projeleri, sağlık projesi, tarımsal yayım ve araştırma uygulamaları projesi vb. için sağlanan dış krediler ve bu kredilerin veriliş şartları, projenin geleceğini ve önemini de belirlemektedir. Proje tamamlandığında, yılda 50 milyar metreküpten fazla su akıtılan Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde kurulan tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin yüzde 28’inin kontrol altına alınacağı, 1.7 milyon hektarın üzerinde arazinin sulanmasını ve 7.476 megavatın üzerinde bir kurulu kapasiteyle yılda 27 milyar kilovat saatlik elektrik üretilmesini sağlayacağı hesaplanan GAP’ın meydana getireceği yüksek tarım ve sanayi potansiyelinin, bölgede gelir düzeyini 5 kat arttıracağı ve bölge nüfusunun yaklaşık 3.5 milyonuna iş imkanı yaratacağı var sayılmaktadır. Dünyadaki benzer projelerle kıyaslandığında GAP en ön sıralarda yer almaktadır. Emperyalizmin gözünü diktiği dünyanın değişik bölgelerindeki bu tür kapsamlı projeler aynı zamanda bir başka gerçeğe de işaret etmektedir: “Küresel dünyada, küresel yağma”.
ABD’de Tennessee Valley Authority (TVA) 1933, Brezilya’da Kuzeydoğu Brezilya Kalkınma İdaresi (SUDENE) 1960, İtalya’da Sicilya ve Sardunya adalarını da kapsayan Güney italya Kalkınma Fonu veya Ajansı 1950, Fransa’da Delegation al’Amenagement du Territoire et a l’Action Regionale (DATAR) ve bu kapsamdaki CAD, GID, SEPAC projeleri 1966, İspanya’da, Asturias ve Andalucía gibi bölgelerde, Instituto de Fomento de Andealucia (İFA) 1970, İspanya’nın en geri kalmış bölgesi olan Murcia Projesi IFM ve IMADE, Asturias Otonom bölgesini kapsayan IFR projesi, Singapur’da Economic Development Board (EDB). Japonya’da Hokkaido-Tokoku Development Finance Puplic Corportion (HDTFPC), Portekiz 1970, Birleşik Krallık Galler WDA 1970, Kuzey İrlanda ve İskoçya’da benzer projeler uygulanmaktadır. Bilinen büyük projelerle birlikte ismi anılan GAP, bu projeler içerisinde kapsam ve bölgesel önem bakımından ön sıradadır. Bu uluslararası projelerin yer aldığı bölgelerin çoğunda etnik/ulusal sorun ve geri kalmışlık/bırakılmışlık tespit edilebilir. Ve birbirlerinden farklı özgünlüklerle birlikte, ortak bir amaç her ülke egemenlerinin birleşme noktası gibidir. Ancak gizlenmiş bu gerçek şöyle formüle edilmektedir: “Diğer bölgelere kıyasla çok daha düşük gelir ve eğitim düzeyine sahip olan ve tabii kaynakların bilinçsizce kullanıldığı bölgeyi kalkındırmak.” TVA sayılmazsa diğerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme alınmış projelerdir ve buralarda bölgesel etnik, ulusal ve demokratik hak ve özgürlük sorunları ağırlıktadır. Projelerde temel hedef; sömürü, yağma ve teslim alınmış, köleleştirilmiş yerli halklar olarak ifade edilebilir.
1933 yılında ABD Cumhurbaşkanı Roosevelt’in Tennessee Nehri ve çevresini kapsayan 400 km uzunluğunda ve 120 km genişliğindeki TVA projesi için hazırlanan yasanın imza töreninde söylediği sözler tüm projelerin temelini de atan taşlar olmuştur! “Özel sektör esneklik ve girişimciliğine sahip, fakat federal kamu otoritesi kullanabilen bir kuruluş.” 1957 yılında AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) antlaşma metninde “Değişik bölgeler arasındaki gelişme farklılıklarını azaltarak ve daha az gelişmiş bölgelerin kalkınmalarındaki gecikmeyi gidererek, ekonomilerinin birliğini güçlendirmeye ve uyumlu bir şekilde gelişmesini sağlamaya …” (DPT Avrupa Topluluğu ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, Avrupa Topluluklarını Kuran Antlaşmalar) Kapitalizm, 1950 yıllarında yağmalayacağı alanlar keşfetmede atağa geçti ve girdiği tüm alanları yağmalamaya yöneldi. Bakir alanlar, ucuz işgücü ve söz konusu ülkenin pençeye alınması amaçlı olarak fonlar oluşturularak buralara yönelim hızlandı. Singapur buna örnek teşkil etmektedir. Bu hedefinin belirlenmesinden sonra, emperyalist tekellerce dünyanın dört bir yanında benzeri 50 kadar projenin başlatıldığı, ancak bunlardan 21’nin söz konusu bölgelerde derin yaralar açarak iflas ettiği bilinmektedir. Dışa bağımlı olarak gelişen bu projeler emperyalizmin konjonktürel ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarına denk düştüğü oranda sürdürülmekte, değilse, herhangi bir nedenle verilen “hibe”, fon ve krediler kesilerek proje bitirilmektedir. Hindistan’da 1971 yılında Andhra Pradesh eyaletinin Karimnigar bölgesinde uygulamaya sokulan CSIR (Council of Scientific and Industrial Research) projesi bunu doğrulamaktadır. Söz konusu proje, 1975 yılında tarımda verimi arttırmak, küçük sanayi ve hizmet sektörünü canlandırmak amacıyla uygulamaya geçilmiş, ancak, “altyapı ve diğer zorunlu harcamalar için gereken kaynağın bulunamaması ve bölge dışı fonların yaratılamaması” gibi nedenlerle bu proje yüzüstü bırakılmıştır. Bölgede, küçük çaplı da olsa ortaya çıkan tarım ve küçük sanayideki gelişme de böylece bitirilmiştir.

GAP’IN FİNANSMANI VE ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ
Yatırım toplam tutarı 32 milyar ABD doları olan GAP’a, 1999 yılı sonuna kadar yapılan 14 milyar dolar eşdeğerindeki harcamanın büyük bir bölümü iç kaynaklardan karşılanmıştır. Türk ve Kürt emekçilerinin vergileri ve açlığı pahasına geliştirilen projenin “Türkiye’nin medar-ı iftiharı” olduğu bilinmektedir. ABD, Kanada, İsrail, Fransa ve bazı Avrupa ülkeleri ile başta Dünya Bankası olmak üzere diğer uluslararası kuruluşlar, bazı yabancı fon ve kredi kuruluşları, GAP’a finansal katkı sağlamada çaba göstermektedirler! GAP’ta bazı projelerin gerçekleştirilmesinde kullanılması kaydıyla, yabancı finans kuruşları, yaklaşık 2,9 milyon ABD dolarına eşdeğer miktarda hibe finansman sunmuşlardır.
GAP’ın toplam maliyeti sabit yatırım tutarı 32 milyar dolar olarak belirtilmektedir. GAP kapsamındaki barajlar ve hidroelektrik santrallerinin yapımı, içme suyu projeleri, sağlık projesi, tarımsal yayım ve araştırma uygulamaları projesi vb. için aşağıda dökümü verilen 2,1 milyar ABD dolarına tekabül eden dış kredi de bu rakamların içersindedir. (Kaynak Başbakanlık GAP idaresi Yayınları)
Dış kredi sağlayan ülkeler ve miktarları şöyledir:
ABD Exim Bank: 111 milyon $, İsviçre Ticari: 467 milyon $, İsviçre-Alman Ticari kredisi: 782 milyon $, Avrupa Yatırım Bankası: 104 milyon $, Dünya Bankası: 120 milyon $, Avrupa Konseyi Sosyal Kalkınma Fonu: 183 milyon $, İtalyan Hükümet Kredisi: 85 milyon $, Fransız Hükümet Kredisi: 33 milyon $, Alman Hükümet Kredisi: 15 milyon $, Avusturya Hükümet Kredisi: 200 milyon $, Toplam: 2,1 milyar $.
Başbakanlık GAP idaresi tarafından yapılan açıklamalar veri kabul edilecek olursa, “GAP Projesi”nin nakdi gerçekleşme oranı 1999 yılı sonu itibariyle henüz % 44 düzeyine ulaşmıştır. Bu gerçekleşme, sektörler baz alındığında; enerji projeleri bakımından % 75, tarımda % 12,8, ulaşım ve haberleşmede % 30, diğer kamu hizmetleri ve sosyal sektörlerde % 55,5 düzeyindedir. 2000 yılı Yatırım Programı’nda GAP’a 422 trilyon tahsis yapılmıştır. 2010 yılında bitirilmesi hedeflenen GAP’ın, 2010 yılı itibariyle tamamlanabilmesi için, yılda ortalama en az 2 milyar dolara gereksinim duyulmaktadır.
Proje geliştikçe bölgeye ilgi daha da artmaktadır. “Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde temel atılımların uygulanmasına başlandığı ve kalkınma sürecinin, geri dönülemeyecek bir aşamaya ulaştığı noktada, yabancı ülke ve kuruluşların da GAP kalkınmasına katkıları yoğunlaşmıştır.” (GAP idaresi açıklaması.)
1995–1999 yılları arasında bölgeyi ziyaret eden grupların yıllara göre arttığı gözlenmektedir. 1995’te: 2539, 1996’da: 7151, 1997’de: 9254, 1998’de: 12785, 1999’da: 7184 ziyaret gerçekleştirildiği açıklanmıştır. Bu gruplar genellikle işadamları, diplomatlar, medya mensupları, kamu görevlileri, sivil toplum örgütü mensupları ve akademisyenlerden oluşmuş olup yerli grupların 9000, yabancıların ise 2000 kişi civarında olduğu belirtilmektedir. (Kaynak; Başbakanlık GAP idaresi istatistikleri) 1999 Eylül ve 2000 Haziran ayı arasında başta, ABD, Almanya, Hollanda, İngiltere, İsrail, Japonya, Fransa, İsviçre, Rusya ve İsveç’ten olmak üzere değişik amaçlarla defalarca heyetler bölgeye gelerek incelemelerde bulundular. Bölgede yatırımlara başlayan yabancı şirketlerin başında tekstil (% 33 İsviçre), inşaat malzemesi (% 50 Alman) cam elyaflı boru (% 50 Amerikan) ve gıda (% 50 İsrail) yatırımları gelmektedir. GAP-GİDEM tarafından yapılan bir araştırmanın 1995–1997 yılları arasında bölgedeki tesis sayısında % 60 oranında bir artışı (550’den 873’e) gösterdiği açıklanmıştır. Ayrıca son yıllarda Türkiye’nin gelişmiş bölgelerinden yerleşik büyük firmaların teknolojik ve büyük yatırımlarla ilgilerini GAP Bölgesi’ne yöneltmeye başladıkları da gözlenmektedir. Bölgedeki çatışma ortamının son bulması yatırımcıların iştahını kabartmış bulunuyor.
Bölgede yıllardır dayatılan politikalar sonucu ortaya çıkan ve giderek artan sorunları “çözmek” amacıyla 1977 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’yla başlayan ilişkiler “GAP’ta Sürdürülebilir Kalkınma Programı” kapsamında yürütülüyor. Kürt halkının varlığının kabulü ve haklarının özgürce kullanımı değil inkârı üzerinde şekillenen tüm projelerdeki temel mantık sömürü ve asimilasyon olunca, ortaya ilginç durumlar çıkıyor. Boşaltılan köyler, sağlıksızlık, eğitimsizlik, işsizlik, açlık, ailelerin parçalanmışlığı, sokakta kalan çocuklar, çocuk ve anne ölümlerindeki artışın nedeni olan politikalar orta yerde dururken, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile GAP İdaresi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği projelerin amacı “temel sosyal hizmetler” olarak ifade ediliyor. Sosyal amaçlı projeler çerçevesinde; Diyarbakır’da Sokakta Çalışan Çocukların Rehabilitasyonu, kırsal alanlarda okul servisi otobüsü hizmetleri ve Mardin’de gençlere yönelik projeler de GAP İdaresi’nce çeşitli uluslararası fonlardan sağlanan kaynaklarla yürütülmektedir. Kadınların “eğitim ve iş sahibi olmalarını” sağlamak amacıyla kurulan ÇATOM’larda (Çok Amaçlı Toplum Merkezleri) 14–51 yaşlarındaki kadınların Kürt, Arap, Süryani… olmaları gözetilmeden inkârcı bir yaklaşımla eğitilmeleri amaçlanıyor. Şanlıurfa, Mardin, Batman, Adıyaman, Siirt, Kilis, Gaziantep ve Şırnak il merkezleri ve ilçelerinde 2000 yılı itibariyle ÇATOM sayısı 22’ye ulaşmıştır. Eğitim, sağlık, konut, cinsiyet grupları arasında eşitlik, kentsel yönetim, çevresel sürdürülebilirlik, kurumsal ve toplumsal düzeyde kapasite oluşturulması ve halk katılımı alanlarındaki projeler aracılığıyla inkâr ve entegrasyonda mesafe kat edilmek isteniyor. Bu amaçlı 29 alt projeden oluşan Program’ın toplam bütçesi 5,2 milyon dolar olarak açıklanmıştır. 15 Haziran 2000 tarihinde İsviçre hükümeti ve UNDP arasında imzalan anlaşmaya göre bu projeye 2,2 milyon ABD doları kaynak aktarımı sağlanmıştır. Dünya Bankası, “Şanlıurfa-Harran Ovaları Tarla-içi ve Köy Geliştirme Hizmetleri Projesi” ile “GAP Kentsel Planlama ve Sanitasyon Projesi” için toplam 650 bin ABD doları hibe finansman sağlamış, takiben toplam 128,5 milyon ABD dolarlık kredinin Dünya Bankası’nca sağlanacağını açıklamıştır. “GAP çerçevesinde Türkiye ve ABD arasındaki işbirliği olanakları devamlı bir artış eğilimi göstermektedir.” (GAP İdaresi Kaynakları) Uluslararası tekeller ve özellikle ABD bölgenin birçok bakımdan önemini bilerek ve planlı olarak uzun vadeli çıkarlarına denk düşecek yatırımlar yapmaktadır. Örneğin bölgede yol, su, okul, sağlık, eğitim gibi temel insani ihtiyaçlara ilişkin hesaplar ve yatırımlarda cimri davranan ya da es geçen emperyalistler “GAP Bölgesel Ulaşım ve Altyapı Çalışması” ile bölge için oluşturulan geniş proje stokunun yanı sıra aynı çalışmada öngörülen “GAP Uluslararası Havalimanı”nın mühendislik tasarımı ve fizibilite çalışmalarını hızla gündeme almışlardır. Bu proje GAP İdaresi tarafından ABD-Ticaret Kalkınma Ajansı’ndan sağlanan hibe ile gerçekleştirilmiştir. GAP Uluslararası Havalimanı inşaatına, Ulaştırma Bakanlığı’nca Mayıs 1998’de başlanmıştır. Hâlbuki bölgede mevcut 9 ilin 7’sinde asgari ihtiyaçları karşılayacak oranda havaalanı da mevcuttur. Ancak bölgede GAP’la birlikte 1985-1995 yılları arasında, örneğin kırsal su temini % 57’den 67’ye, kentsel su temini % 15’ten 57 düzeyine ancak çıkarılmıştır. Bölgede susuzluk toplumsal bir sorun olarak orta yerde durmaktadır. ABD Ticaret ve Kalkınma Ajansı (USTDA)’ndan GAP Uluslararası Havaalanı ve GAP Coğrafi Bilgi Sistemi (GAP GIS) projelerine büyük miktarda hibe sağlanmıştır, yine Arizona State Üniversitesi (ASU), San Diego Üniversitesi (SDSU) ve Tennessee Vadisi Otoritesi (TVA) ile GAP idaresi arasında ortak projeler yürütülmesi için birçok anlaşma bulunmaktadır. Eğitim işbirliğine yönelik çalışmalar son yıllarda artarak devam etmektedir. 1995’te kurulan IHA (INTERNATIONAL HYDROPOWER ASSOCIATION-IHA) ile ayrıca, “Kurak Alanlarda Tarımsal Araştırma Uluslararası Araştırma Merkezi” (İCARDA) ile GAF İdaresi arasında kırsal kalkınmaya ilişkin ortak araştırma ve projeler yürütülmektedir. Kanada Uluslararası Kalkınma Teşkilatından (CIDA) alınan finansman desteği ile CAMS/CODEMA firmaları ve yerli uzmanların katkıları ile hazırlanan “GAP Bölgesi Yaş Sebze-Meyve Hasat Sonrası Teknolojileri Projesi” kapsamında, stratejilerin belirlenmesi ve bölge koşullarına uygun olabilecek teknolojilerin araştırılmasına yönelik bir çalışma gerçekleştirilmiş bulunmaktadır.
Ortadoğu halklarının tepkisini kazanan ve Filistin halkının yıllardır katledilmesi ve bölgenin bir barut fıçısına dönüşmesinde ABD ile beraber başrolü oynayan İsrail, bölgede Türkiye ile işbirliğine önem veren ülkelerin başında geliyor ve birçok kuruluş ile bölgeyi kuşatmış bulunmaktadır, İsrail Tarımsal Kalkınma işbirliği Merkezi (CINADKO), İsrail Kalkınma Araştırma Merkezi (DSC) ve İsrail Dışişleri Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Merkezi (MASHAV) ile GAP idaresi arasında işbirliği yürütülmektedir. Ayrıca aralarında Agro-Technology, Food Industrie Service, Yuran Metal, Juran Cav Systems gibi firmaların bulunduğu 65 İsrail tekeli çeşitli sektörlerde yatırım yapmak üzere girişimlerde bulunmuştur. Türkiye’yi stratejik müttefik kategorisinde değerlendiren İsrail, sulama ve enerji ihalelerinde önemli bir pay sahibi olmuştur.
Yine Uluslararası Su Kuruluşları ile GAP idaresi arasında gelişen ilişkiler, suyun emperyalist ülkelerin elinde nasıl bir silaha dönüştüğünü göstermektedir. Türkiye, 22 Mart 1996’da kurulan Dünya Su Konseyi’nin (World Water Council: WWC) ve yine 1996’da kurulan Küresel Su Ortaklığı (GWP) Teknik Danışma Komitesi’nin, merkezi İngiltere’de bulunan Uluslararası Hidrolik Enerji Birliği’nin (IHA), Uluslararası Su Kaynaklan Birliği’nin de (IW-RA) üyesidir. Bölgedeki su kaynaklarının nasıl kullanılacağına dair kararların zamanla “merkezileşeceği” ve giderek bu kurumlardan çıkacağı anlaşılmaktadır. Ülkelerin doğal su kaynakları da, petrol ve petrol tekelleri örneğinde olduğu gibi, belli ellerde toplanacaktır. Çok sayıda projenin kapsamı bölge kaynaklarının yağmalanması, bölge halkının köleleştirilmesi ve asimile edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Sosyal alanda tasarlanan “Toplumsal Değişim Eğilimleri”, “Nüfus Hareketleri”, “Kadının Statüsü ve Kalkınma Sürecine Entegrasyonu”, “Baraj Göl Aynasında Kalacak Yerleşimlerin İstihdam ve Yeniden Yerleşme sorunları” gibi araştırmaların hemen tümünde tarih ve küttür yağmalanmakta, halk acılar içerisinde yerleşim yerlerinden sürülmektedir. Sosyal alandaki bu uygulama sürecine halkın katılımını sağlamak için ve “sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmek üzere” GAP Sosyal Eylem Planı olarak devreye sokulan uygulamanın temel mantığı, ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle, bölge halkının çıkarına denk düşmemektedir.

GAP’IN YARATACAĞI SORUNLAR VE OLANAKLAR
2000 yılı haziran ayı itibariyle, GAP Sulama projelerinin % 12’si bitmiş (215.080 ha) olup, % 9’u inşaat safhasında (146.317 ha) bulunmaktadır. Başından beri uluslararası birçok kuruluş ve tekelin kredi, hibe ve kaynak aktarımı yapması, yine bölgedeki bazı barajların (Birecik Barajı gibi) “Yap işlet Devret” modeliyle uluslararası (Avusturya) konsorsiyumlar tarafından değerlendirilmesine bakılırsa, bölgenin bir enerji merkezi olarak denetim altına alınması ve GAP’ın zengin enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkaslar için bir “sınır kapısı” olarak bir üsse çevrilmesi planlanmaktadır. Tarıma yönelik dev kapitalist entegre işletme projeleriyle bölgenin bir gıda ambarı (tarım-hayvancılık) olarak hesaplanması, yeni tarım ürün türleri üzerinde yapılan çalışmalar, Fransa, İsrail ve Hollanda’nın seracılıkta kat ettiği mesafe, kurulan çiftliklerde daha şimdiden Avrupa standartlarını aşan düzeyde et ve süt verimiyle Koç-ATA grubunun Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’ni şimdiden kuşatması ve diğer girişimler; GAP etrafında oluşan büyük çıkar ve rant paylaşım kavgalarının işaretleri olarak değerlendirilebilir. Maydanoz tohumundan dev hidroelektrik santrallerine kadar her şeyin tekellerin eline geçtiği bölgenin hâkimiyetinin giderek emperyalist tekellerin ve işbirlikçilerinin tam olarak eline geçeceği söylenebilir. Başta ABD tekelleri olmak üzere uluslararası tekeller enerjiden tarıma, tekstilden telekomünikasyona kadar kıyasıya bir pay kapma çabası içerisindedirler. Enerji-su-gıda (tarım ve hayvancılık) merkezli yatırım alanı olan GAP’ın, aynı zamanda Kürt yoksul ve topraksız köylüleri ve işsiz Kürt emekçileri bakımından sömürü, talan ve asimilasyon kapsamlı bir “dev” proje olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Egemen sömürgeci yaklaşımın bölgenin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını işletmeye açmasının bölgede Kürt işçi ve emekçisine, bölge halkına katkısı önceki işletmelerden kalkılarak söylenebilir. Adıyaman, Batman petrolleri, Guleman, Ergani-Maden Bakır madeni işletmeleri, Mazıdağı fosfatı, Elazığ Krom işletmeleri, Şırnak asfaltiti, Keban Barajı (HES), Karakaya Barajı (HES) gibi büyük maddi kaynakların bölge kalkınması ve Kürt halkının yaşamına sunduğu “olanaklar” ortadadır. Hâlâ “geri kalmış bölge” konumu aşılamadı. Zira kaynaklar peşkeş çekilmiş ve talan edilmiş haldedir. Ergani-Maden işletmeleri özel sektöre devredildikten sonra kalan 20 personelini de Elazığ Ferro Krom tesislerine gönderdi. 1.030’ü işçi olmak üzere çalışan 1.531 emekçi, üç aydır maaş ve ikramiyelerini alamamaktadırlar. Etibank-Elazığ Ferro Krom işletmesi dünyanın önemli krom merkezlerinden biri iken 1 Temmuz 2001’de üretime ara vermiş, işçilere zorunlu emeklilik ve çıkış dayatılarak özelleştirilmesi hazırlığına başlanmıştır. Bu, rant çevrelerine peşkeş çekmenin ve taşeronlaştırmayla kölelik koşullarında işçi çalıştırmanın hazırlığı olarak değerlendirilmelidir.
Her politik çevrenin konumlanışı ve sınıf tutumu ölçüsünde bir anlam yüklediği “yeni dönem”, siyasal ve toplumsal ilişkilerdeki mevcut çelişki ve çatışma öğelerine yenilerini katarak gelişecektir. Ve elbette her politik çevre burada bir pozisyon edinecektir. Mevcut pozisyonlarda değişiklikler olacağı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bunun emekçiler lehine olması için durum iyi değerlendirilmelidir. PKK’nin YDD kapsamındaki politikalara her geçen gün daha fazla angaje oluşu, önümüzdeki süreçte işçiler ve kır yoksuları içinde, sınıf partilerine duyulan ihtiyacı daha da belirginleştirecek ve ezilen müttefik kesimlerde birleşmeyi arttıracaktır. GAP, Kürt proletaryası ve Kürt emekçi halkının devrimci partisinin sorumluluklarını daha da arttırmaktadır. Aydınlatma ve örgütlenme faaliyetinin kapsamı genişletilerek, halkın kendi kaderini tayin hakkının savunulması ve yayılmak istenen ideolojik bombardımanın etkisiz kılınması önem kazanmaktadır.
PKK’nin sunduğu ideolojik-politik zemini değerlendirmek isteyen egemen sınıflar, yaşananları inkârın verisi olarak kullanmak istemektedirler. 107 maddelik “Doğu ve Güneydoğu Eylem ve Kalkınma Planı”, Köy-Kent, Merkez Köy Projesi, köylerine dönmek isteyenlerin bir telsiz, bir silah verilerek korucu olmaya zorlanması ile yaygınlaştırılmak istenen koruculuk sisteminde ısrar, çatışma ortamının sürdürülmesi ve PKK’nin öne sürdüğü en geri taleplerin dahi kabul edilmeyip kayıtsız, koşulsuz teslim olmaya zorlanması, HADEP’in “Türkiye partisi olma” adına sürüklendiği liberal burjuva platformda yer edinme ve emekçilerin taleplerinden uzaklaşma tutumu, emekçi Kürt halk hareketine kanal açıp yön verme yerine “krizden çıkışın yolu erken seçimdir” açıklamalarıyla parlamentoya girmeyi garantileyen bir “ittifak” politikası arayışıyla hareket ediyor oluşu, yine baskıcı politikalardan dolayı yerel yönetimlere halk tarafından tanınan kredinin giderek tüketiliyor olmasının ortaya çıkardığı sorunlar ve bunların istismarı üzerinden sürdürdükleri politikalarla durumu “değerlendirmek” ve “kazanca” dönüştürmek isteyen işbirlikçi Kürt çevrelerinin çalışmaları “toparlanma” ve “yeni” bir Kürt partisi hazırlıkları dikkate değer gelişmelerdir.
Devlet güçlerinin şimdilik küçük çaplı, ama daha büyüklerinin de hazırlıkları süren sınır ötesi operasyonları, baskı ve yasaklardaki ısrar, Tunceli, Bingöl bölgesindeki operasyonlar ve devam eden tutuklamalar, Günlük Evrensel gazetesinin çıktığı gün bölgede yasaklanması, OHAL’in devam ediyor olması, dahası “sosyal patlama” açısından da bölgenin potansiyel tehlike olarak görülmesi ve “güvenlik” tedbirlerinin arttırılıyor oluşu, İsrail ile artan askeri ilişkiler, ABD ve AB’nin bölgeye yönelik askeri hesaplan, füze kalkanı hazırlıkları ve öteki baskıcı politikaların inceltilmiş olarak sürmesi, bölgenin işçi ve emekçilerinin önümüzdeki süreçte kapsamlı saldırıların boy hedefi olacağını gösteren verilerdir.
Ancak demokratik mücadele geleneğinin kitlesellik kazandığı son yirmi yılı unutmamak gerek. Kürt yoksul ve topraksız köylüsü, gençliği ve kadınları, işçi ve işsiz kitlesinin her geçen gün artan oranda sorunları ve talepleri, artan baskı ve sömürüye paralel süren zora dayalı uygulamalar halkın tepkisini topluyor. Direnme dinamiklerini birleşme ve tutum almaya iten gelişmeler, darlaştırılıp amacından saptırılan “serhıldan” tutumunu bölge halkı içerisinde yeniden tartışmaya açmış bulunuyor. Bu tartışma önümüzdeki dönemde derinleşmeye adaydır. Gelişmeler, egemen sınıfların sıkıntılarının da artacağını ve bölgenin, önümüzdeki yıllarda geçmişten değişik tarz ve düzeyde ama daha sıcak mücadelelere sahne olacağına işaret etmektedir. MGK’nın “sosyal patlama” korkusu yerindedir ve bölgedeki ezilen milyonlar bakımından bir hak ve özgürlük mücadelesine denk düşmektedir. Büyüyen tepkilerin örgütlü bir harekete dönüşmesi, bölge işçi ve emekçilerinin devrimci partisinin yerel örgütlerinin tutumuyla orantılı gelişecektir. Zira sınıfların mevzilenmesinde önümüzdeki süreç önemli olacaktır. Politik duruşların daha açık bir karakter kazanacağı bu gidişat içinde, aynı zamanda, bölgenin toprak ağaları ve işbirlikçi kesimleriyle emekçi halkı karşıt sınıf çıkarlarıyla daha belirgin biçimde karşı karşıya geleceklerdir. Bölgede emekçi cephesindeki ideolojik bulanıklık ve tereddütler yerini sınıf tutumuna bırakmaya yönelik olarak gelişiyor. Denebilir ki, her türlü ulusal özelliği yok sayarak entegrasyonu hedefleyen egemen sınıflar, GAP’ın kısmi bazı olanaklar sunması ve iyileştirmeler sağlamasını diğer gerçeklerin üzerini örten bir örtü olarak kullanmada bugün daha az olanağa sahiptirler. Egemen sınıflar ellerindeki ideolojik silahlarını, propaganda ve demagojik malzemelerini daha fazla yitirmiş olarak yeni bir sürece giriyorlar. Bu, çıplak zora, provokasyona vb. olan ihtiyacı artıracaktır. Gerilim ortamı sürdürülmek istenecektir, işbirlikçi Türkiye gericiliği, son 15 yıllık mücadeleyi, hak ve özgürlük kapsamlı demokratik halk muhalefetini bastırdığı hesabıyla ve gelişmeleri kendi lehine çevirmiş olma avantajıyla bölgede at koşturmayı hesaplıyor. PKK’nin çekilmiş olduğu “Yeni Dünya Düzeni” platformunda “barış” söylemli bir mücadeleye angaje oluşu ve bunu genel bir tutum olarak halka benimsetmek istemesi, yine pasif-sivil toplumcu itaatsizliğin yüceltilmesi ve genel bir yaklaşım ve mücadele tarzı olarak halka mal edilmek istenmesi, burjuva-liberal basın ve çevrelerce bunun pompalanması/desteklenmesi, egemenler bakımından baskıyla paralel olarak değerlendiriliyor. Bölgenin her karış toprağı yeniden değerlendirmeye alınmış gözüküyor. Egemen sınıf, halkı dışlayan politikaları sürdürerek, “bölgenin makûs talihi” ve “geri kalmışlığını aşmada GAP’ı önemli bir ideolojik silah olarak kullanmak istiyor.

GAP’IN TARIM POTANSİYELİ VE PLANLAR
Araştırmalara göre, GAP’ın sulama projeleri tamamlandığında, şimdiye kadar Türkiye’de devlet eliyle sulamaya açılan alana eşit bir alan daha, sulu tarıma açılacaktır. Buna bağlı olarak ürün miktarı ve deseninde önemli değişiklikler olacaktır. Örneğin buğday üretiminde % 90, arpada % 43, pamukta % 600, domateste % 700, mercimekte % 250 ve sebzede ise % 167 oranında artış olacağı varsayılmaktadır. Ayrıca bölgede bugüne kadar yetişmeyen ya da yetiştirilmeyen birçok ürün de yetiştirilecektir. Bölge’de soya, yerfıstığı, mısır, ayçiçeği ve fasulye yetiştirilmesi planlanırken ayrıca çok sayıda ürünün yetişmesi olanağı doğacaktır. Sulamanın getirdiği ikinci ürünler, yağlı tohumlar ve yem bitkileri olarak yetiştirilecek bu ürünlerle birlikte tarıma dayalı sanayinin gelişmesinin temeli de genişlemiş olacaktır.
Proje tamamlandığında, yılda toplam 52,94 milyar metreküpten fazla su akıtan Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin % 28,5’i kontrol altına alınacak, Çukurova’nın 4,5 katı olan 1,7 milyon hektarın üzerinde arazinin sulanması sağlanacaktır. Planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak sulanabilir toplam alanın % 20’sine denk düşmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin bölgesel kalkınma ekseninde en büyük yatırımı olan GAP’ın sulama projeleri tamamlandığında, sulu tarıma açılacak alanlarla GAP’ın sağlayacağı yüksek tarım ve sanayi potansiyelinin, bölgede ekonomik hâsılayı 4,5 misli artıracağı varsayılmaktadır. Bugün ise, GAP Bölgesi’nde sulama şebekeleri üzerinden 203.080 hektar alan sulanmakta ve Türkiye kütlü pamuk üretiminin yaklaşık % 36’sı sulanan bu alanlardan sağlanmaktadır.

ABD’NİN BÖLGEYE YÖNELİK ÇIKAR HESAPLARI
Temelleri yeni atılan projelere ek olarak büyük emperyalist devletlerin bölgeyi bir sıçrama tahtası olarak tasarladıkları, askeri alanda bölgeye yönelik hesaplarının kapsamını genişlettikleri, Türkiye’yi bölge jandarması olarak komşularıyla sürekli gergin halde tutmaya özen gösterecekleri ve bunun üzerinden Türkiye’nin silahlanmaya ve ABD’nin bölge cephaneliği olmaya mahkûm edileceği belli olmuştur. Arap, Acem ve diğer Ortadoğu halklarıyla düşmanlaştırılmış, Ermeni halkı, Kafkas halkları ve diğer halklarla barışık olmayan bir Türkiye’nin bölgede ABD ve emperyalistlerin savaş arabasına koşulacak uysal ata çevrilmesi kuşkusuz daha kolay olacaktır. Şimdiden ciddi tartışmalara neden olan füze rampaları ve bölgeyi bir askeri kapışma alanına hazırlayan çabaları ekseninde Çekiç Güç’ün bölgedeki rolü, incirlik Üssü’nün gölgesindeki GAP’la ilişkisi açısından gözden kaçırılamaz.
Bölge, zengin doğal kaynakları, büyük insan gücü ve stratejik konumu itibariyle emperyalist ülkelerin iştahını kabartıyor. Bu devasa doğal kaynak ve olanakların, bölgenin ve halkının gelişimi ve refahı amaçlı olarak değerlendirilmeyişinin Kürtler açısından bir “ulusal algılayış” düzeyinde olduğu söylenebilir. Bu “ulusal güvensizlik” batılı emperyalist güçlerce istismar edilerek bölge hamiliğine dönüştürülmek isteniyor. Batılı emperyalistler aynı zamanda halkın demokratikleşme özlemini de kullanarak bölgede bir güç olmayı hesaplamaktadırlar. On yıllardır direniş ve başkaldırı hareketleriyle dolu bir tarihe sahip bölge halkının taleplerinin bilincinde olan emperyalist tekeller, 15 yıl süren çatışmalardan sonra A. Öcalan’ı Türkiye’ye ortaklaşa teslim ederek aynı zamanda yeni bir süreç başlattılar. Son on beş yıldır ekonomik yatırım yapmaktan çekindikleri bölgedeki “yeni durumu” ekonomik ve askeri hesaplar bakımından yatırım yapmak ve değerlendirmek için, “ufak-tefek” kaygıları gidermeye çalışıyorlar. ABD, taşeron örgütü İsrail ile muhatap düzeyine düşürdüğü Türkiye’yi her geçen gün daha fazla çaptan düşürüp kendisine esir etmekte, ekonomik ve siyasi olarak kıpırdayamaz bir hale sokmaktadır. Batılı tekeller yıllardır ekonomik yatırımlar yapmayı uygun bulmadıkları, kaygıyla baktıkları bölgeye iki yıldan bu yana heyet üzerine heyet göndermeye, incelemelerde bulunmaya başladılar. ABD, AB ülkelerinin devleri, İsrail, Japonya, Kanada gibi ülkeler; “güvenlik”, verimlilik, toprak ve su kaynak potansiyeli ve zenginliği bakımından sondaj çalışmalarını artırdılar. Onlar her yeni gelişmeyi yeniden değerlendirmekle beraber, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik yayılmacı hesaplarında paylaşım ve kapışmaya uygun pozisyon edinmek için hazırlıklarını sürdürüyorlar. Dicle ve Fırat, bu iki önemli akarsu GAP Bölgesi’nden geçerken geniş alanları etkisi altına alarak uzanıyor ve Basra Körfezi’ne karışıyor. Suriye ve Irak bu su kaynaklarından faydalanabilecek coğrafi koşullara sahipken, Türkiye, Suriye ve Irak devletleriyle suyun kullanımı konusunda sürekli problem yaşamaktadır. Egemen sınıflar bölgenin diğer kaynaklarıyla ilgili olduğu gibi, suyu da bu iki ülkeye karşı bir koz olarak değerlendirmektedir. Hem Kürtler hem de su, bölge ülkelerinin elinde birer şantaj malzemesi olarak kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye’nin İsrail ile girdiği “stratejik ittifak” ve işbirliği ve su kaynaklarına ilişkin yapılan anlaşmalardan dolayı bölge ülkeleri ve Arap halklarıyla ilişkiler giderek daha da bozulmaktadır. Uluslararası durum, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin bölgeye ilişkin oyunları ve sınır ülkelerinin aralarındaki sorunların sertleşmesi veya yumuşaması, suyun akışını da etkilemekte ve o oranda problem olabilmektedir.
ABD, Irak ve Suriye’ye karşı Türkiye gericiliğini hep “teyakkuz” halinde tutarken, İran’ın “pusuya yatmış” olduğuna ve “güvenilmezliğine” Türkiye’yi ikna etmiş bulunuyor.
“Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmayı hedefleyen İran (…) nükleer silah temin edecek, kıtalararası füze üretecek. Silahlanma yolunda hızla ilerleyen İran ülkemiz için de potansiyel tehdit oluşturuyor.” (Em. Hv. Orgeneral A. Çörekçi, “Ulusal Strateji” Kasım-Aralık 2000.)
Irak sınırları içinde yaşayan Kürtleri Talabani ve Barzani otoritesine zorlayan ve bir resmileşmiş “yönetim statüsü” verilmiş bu işbirlikçileri “koz” olarak kullanmayı garantilemeye çalışan ABD, Suriye’nin “kurnaz çöl tilkisi” olarak her zaman kendisini arkadan hançerlemeye ve “bölücü terör örgütleri”ni beslemeye devam edeceğine Türkiye’yi inandırmış olarak, bölgede rahat hareket etmektedir, İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben-Eliezer’in Temmuz ayında yaptığı bir günlük Türkiye ziyaretinde Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’yla görüşmüş olmasındaki olağanüstü hız Türkiye’nin durumunu çarpıcı olarak anlatmaktadır, İsrail Savunma Bakanı, görüşmelerden sonra yaptığı açıklamada; “Bu dev ülkeyi sadece bir dost ülke olarak değil, bir stratejik destekçi olarak arkamıza almak büyük bir kazançtır” diyerek Ortadoğu’da Türkiye’yi mahkum ettikleri pozisyonu ortaya koymuştur. “Dahası, İsrail şirketleri Türkiye’nin güneydoğusundaki geniş kalkınma projesi için çok büyük boyutlu yatırımlar yapmanın eşiğindeler. (…) İsrail Büyükelçisi Uri Bar Nir, Türkiye’nin dünyada (ABD’den sonra) en önemli ikinci ülke olduğunu söylerken abartmıyordu.” (Prof. Bary Rubin, The Jerusalem Post, 11 Temmuz 2001).
Ortadoğu’nun kaygan zemininde yerinden oynayan bir taşın her şeyi altüst edebilirliğine rağmen, emperyalistler bölge için tüm bu rizikoları göze almaktadırlar. ABD, AB ülkeleri ve diğer kapitalist/yayılmacı ülkeler bölgeye yönelik hesapların ne denli önemli olduğu bilinciyle burada yer edinmeye çaba gösteriyorlar. Uluslararası çeşitli tekellerin temsilcileri, bölgedeki iş adamları, ticaret ve sanayi odaları, yerel yönetimler, yerel platform ve inisiyatiflerle, sendikalar, dernekler, gayri-Müslim cemaatler ve kurum temsilcileriyle (Keldaniler, Süryaniler, Ermeniler vb.) ve HADEP gibi politik muhataplarla ve bu partinin belediye başkanlarıyla görüşmeler yapmakta, havayı koklamaktadırlar. Çeşitli kurumlar ve bölge yerel yönetimleriyle değişik düzeylerde ekonomik, kültürel, sosyal ilişkiler geliştirmekte ve bölgedeki duruma tamamen vakıf ve söz sahibi olmayı amaçlamaktadırlar.

BÖLGEDE NORMALLEŞME VE YENİ MİSYONERLER
“Yaşamın normalleşmesi” amaçlı olarak sosyal ve kültürel etkinliklere “ipin ucunu kaçırmamak” kaydıyla izin veriliyor. Festival, film, müzik, sinema, panel, türü etkinliklerle araştırma grupları, dayanışma heyetleri vb. projeler oluşturularak maddi ve manevi olarak destekleniyor; konuklar askeri çadırlarda ya da resmi kurumlarda misafir ediliyor. Halkın “barış ve demokrasi” talepleri türlü vesilelerle istismar edilerek politik kazanca tahvil edilmek isteniyor. “Kirven Mehmetçik olsun” şenlikleriyle babası “çatışmada ölü ele geçirilen” çocuklara kirve olunuyor. Kurulan bu “geleneksel bağ”ın süresinin bir sünnet kesimi kadar olacağını bilen egemen sınıflar “ilişkileri çeşitlendirmek” için çaba sarf ediyor ve “sivil toplum örgütleri”ni devreye sokuyor. ÇYDD gibi ırkçı ve şoven politikalarla beslenen kurumlar organizasyonlar yapıyor, anneleri çocuk doğurmamak şartıyla genç kızlara burs veriyorlar. Bu amaçlı çalışmalarla bölgeye gelen heyetler -bazı aydınlar ayrı tutularak- adeta yeni dönemin misyonerleri gibi davranmaktadırlar. Bölgedeki bu tür ziyaretlerde baskı politikalarının sözü edilmemektedir. Aksine, acıların kaynağı olarak Kürtlerin “isyanları”, “başkaldırıları” gösterilmektedir, içerden ve yurtdışından bölgeye gelen heyetlerin ortak telkini “Aman ha, bir daha direnmeye kalkmayın!” oluyor. Dahası “ilerici” ve “Kürt dostu” pozlarındaki misyonerlerin acemi olanları ipin ucunu kaçırarak renklerini belli ediyorlar. Onlara göre, mücadeleci tutumu benimseyerek direnen halk “yabancı” kendileri “yerli”dir. Bölgeye gelen çok sayıda heyetlerden birinde yer alan bir kişinin açıklamaları bu bakımdan çarpıcıdır: “Uzun uzun dinledikten sonra dedim ki, ‘acınızı yüreğimde hissediyorum. Ama silahla hak istenmesinin bedeliydi bunlar. (…) El ele verelim, yokluğun, acıların üstesinden en büyük silah olan sevgi ve akılla gelelim, kimseleri bir daha aramıza sokmayalım’ dedim” (Saynur Varışlı, Cumhuriyet, 13 Haziran 2001) Bugün artık, “ortamın yumuşaması”, Kürt halkının ‘terbiye edilmesi’ için fırsat sayılıyor ve bu role soyunmuş, ne yaptığını bilen misyonerler iyi niyetli Türk aydınlarını “ahmak” yerine koyarak mesafe almak istiyorlar. Kürtçe türkülerin söylenmesi için Hakkâri’de olduğu gibi İçişleri Bakanlığı’ndan minnet rica izin alınıyor ve “sağduyu galip geldi” yaklaşımıyla Kürtçe üç şarkı izni koparmak başarı sayılıyor. Medyanın Hasan Cemal gibi “ağır topları”, muhabirleri atlanarak “derin tahliller” yapması için bölgede incelemelere gönderiliyor. Küreselleşmeci neoliberal Cemal, rapor mahiyetindeki dizi yazılarıyla gelişmeleri aktarıyor ve HADEP’in etkisinden söz ederek hâlâ törpülenmesi gerektiğinden söz ediyor. Yabancı ve yerli heyetler, devletin yetkili kurumlarıyla görüşmeleri sürdürerek, geleceğe dair yapacakları çok yönlü ve büyük yatırımlar için adeta pürüzsüz ve sorunsuz hareket etmenin koşullarını yaratmaya çalışıyorlar. Bölgedeki “olumlu hava”nın Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinde ne denli rol oynayacağı anlatılıyor.

BİRİKEN TEPKİNİN PATLAMA EĞİLİMİ VE SERMAYENİN HESAPLARI
Ancak, bölge halkının talepleri ve beklentilerinin kısa süreli bir oyalamadan sonra neye dönüşeceği, Türkiye egemen sınıflarını ve bölgeye ilişkin kötü emeller peşinde olan yabancı güçleri endişelendiren bir muammadır. Yeniden gelişebilecek bir halk hareketinin emperyalistleri ve işbirlikçilerini korkuttuğu sır değildir. TÜSİAD, TOBB gibi dernek ve birliklerin bölgedeki üyeleri olan Kürt işadamları, kimlik, anadilde yayın gibi “en makul” hakların bile verilmemesinin uzun sürmeyecek bir zaman diliminde “olumlu” ortamı olumsuz etkileyeceğine dair kaygılarını ifade ediyorlar. Bunun birleşik tepkiye ve toplumsal talebe dönüşeceği endişesi taşıdıklarını her vesileyle belirtiyorlar.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, hükümet ortağı parti liderleri ve diğer heyetleri karşılama törenlerinde halk “dertlere çare” bulunmasını, Kürt sorununa “çözüm” bulunmasını talep ediyor, “barış” istiyor. Mevcut tutumda ısrar edilmesi, yani “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” ve buradan kalkarak “terör bitti, sıra geri kalmışlığı aşmakta” içerikli klasik devlet tutumunun devam etmesi halinde, “sorun” çıkacağının belirtilerini her vesileyle ortaya koyup “imalarda” bulunuyor. Bölgedeki Kürt işadamları ve liberal burjuva çevreler de devletin bu “katı” tutumunun “küresel politikalara” denk düşmediğini anlatıyorlar. Bu tarzla bölge halkının kazanılmayacağına dair açıklamalar ve değerlendirmeler yapıyorlar. Bunlar, bu çevrelerin güçlenme isteklerinin yanı sıra “barış sürecinin bozulacağı” yolundaki korkularının ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Devletin katı, inkârcı ve tavizsiz tutumu, Kürt işadamlarının ve Kürt liberal burjuva çevrelerin üstlendikleri rolü anlamsızlaştırıyor, onları “gözden düşürüyor!” Bölge Sanayi ve Ticaret Odaları üyeleri kendilerine güven duyulmasını istiyorlar. TOBB ve TÜSİAD’ın bölgedeki Kürt üyeleri “kimlik ve kültürel haklar” düzeyine indirgenmiş bir Kürt sorununun çözüm fırsatının değerlendirilmesi için canla başla koşturuyorlar. Ancak A. Öcalan’ın söyleminin de bu düzeye inmiş olmasından kaynaklı ortak payda “sorun” oluyor. Burjuva reformcu taleplerin sözcülüğünü ele geçirmek isteyen ve bunu politik sözcülük düzeyine çıkarmak amacında olan Kürt işadamlarının tutumu “Ada”dan yapılan açıklamalarla çakışıyor. Ayrıca, egemen sınıflar bu yeniyetme işadamlarının “sadakatinden hâlâ şüphe duyuyorlar! Her şeyin tamamen ele geçirilmesi ile “çözüm yoluna girileceği” egemenlerin açıklamalarından anlaşılıyor. Kamuran İnan geleneğinin uğradığı tahribatın bilincindeler. Ensarioğulları, Bucaklar, Septioğulları, Akyıllar, Topraklar ve diğerlerinin halk nezdinde itibar kaybettiği koşullarda yeni işadamları biraz daha örselenmeli ve “pişirilmeli”dir! Ancak bölge emekçileri, son ekonomik krizle beraber sürüklendiği, işsizlik, açlık ve sefalete koşut devam eden baskılardan bunalmış olarak üç yıldır süren “barış” ortamının bir kazanıma denk düşmediğini dile getiriyor. PKK tarafından önceleri, “barış, savaştan daha zor bir mücadeledir” biçiminde izah edilen durum, son zamanlarda “sabrımız kalmadı” şeklinde dile getirilmeye başlandı. Beklenti yerini kaygıya bırakıyor. Bu kapsamdaki kaygılar yabancı tekeller ve emperyalist batılı ülkelerce de paylaşılmaktadır.
Bilinmektedir ki; Türkiye egemen sınıfları bölgeye ilişkin olarak hep “hesaplı” davranmıştır. Bunu “tavizsiz” sürdürecek görünmektedirler. Teşvik ve kredilerin verilmesi dahi hesaplı yapılmaktadır.
GAP Bölgesi’nde (Gaziantep ve Kilis hariç) Kalkınmada Öncelikli Yörelerde (KÖY) genel olarak uygulanan teşviklere ek olarak 21 Ocak 1998 tarihinde kabul edilen 4325 sayılı yasayla yatırımları ve istihdamı geliştirmek için ek teşvik tedbirleri getirilmiştir.
1 Ocak 1998 ve 31 Aralık 2000 tarihleri arasında bölge illerinden Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Şırnak’ta yapılacak yatırımlardan 10 veya daha fazla işçi istihdam eden projelerin teşvikten yararlanacağı açıklanmıştır. Buna göre, 5 yıl (yatırım dönemi dahil) gelir ve kurumlar vergisinden muafiyet getirilmiş, daha sonraki yıllarda, 2007 yılına kadar, bu vergilerden istihdam durumuna göre % 40–50 indirim öngörülmüş ve işçilerden kesilen vergilerin 2 yıl gecikmeli olarak ödenebilmesi, işçiden alınan SSK işveren payının hazine tarafından karşılanması ile beraber söz konusu yatırımlar için kamu arazisinin ücretsiz olarak tahsis edileceği ilan edilmiştir. Bölgedeki organize sanayi ve işletmelerde çalışan işçilerin kölelik koşulları, bölge halkının açlık ve sefaleti üzerinden peşkeş çekilen olanaklar, devletin belirlediği kesimlere sunulmaktadır.
Kürt sorunu gibi bir “belayı” bir türlü savuşturmamaları, “bitirildi” denilen her dönemden, bastırıldı denilen her “isyan”dan sonra kapsamı genişlemiş ve derinleşmiş olarak, hem de umulmadık bir zamanda sorunun “hortlaması”, egemen sınıfları bugün daha kapsamlı hesap yapmaya zorluyor. Tüm baskı ve acılara rağmen kalıcı bir boyun eğme ortamının yaratılamaması ve her defasında kapsamı büyüyen Kürt sorununun, yeniden uluslararası sorun haline gelmesi, GAP’ın önemini daha da artırıyor. Ve GAP’ı bir uluslararası proje haline getirmiş oluyor.
Yabancı tekeller “riskli” buldukları bölgenin “mayın tarlası” kadar tehlikeli bir sınır bölgesinde bulunduğunu biliyorlar. Kürt halkının taleplerinin ve mücadelesinin bastırılmasında Türkiye egemenleriyle kader birliği eden emperyalistler, bugün bölgeye yatırım yaparken, egemenlere her koşulda destek olacaklarının da garantisini vermiş oluyorlar. Bölgesel bir kapışmada ilerisi için pozisyon edinme peşinde olan devletlerin, şimdi yaptıkları yatırımların gelecekteki durumlarıyla orantılı olmasını gözetecekleri ve Kürt işbirlikçi çevreleriyle sağlam bağlar kurmaya çaba gösterecekleri ve bunu fazlasıyla önemseyecekleri de gözlenebiliyor. Bugün Türkiye ile girilen “ittifakın” yarınki bölgesel hesapları nasıl etkileyeceğini, dengeleri nasıl bozacağını da zaman gösterecek. Kürt sorununun “terör” ve “geri kalmışlık” sorunu olmadığını bilen ve GAP’a yatırım yapan büyük devletler, ekonomik yatırımlarda dün gösterdikleri çekingenliği bugün aşmış olsalar da; Kürt sorununun geriye atılmış, çözümlenmiş ve giderilmiş bir sorun olmadığını bilecek kadar tarih bilgisine sahiptirler. Ancak, MAI, MIGA gibi Tahkim Yasaları, Tarımda Reform Yasası ve 15 Derviş Yasası ile kendilerini daha da güvenceye almış oldular.
Emperyalizmin politikalarına mahkûm olmuş bir Türkiye’nin GAP’ta alacağı rolün ve payın ne miktarda olacağı da giderek netleşiyor. Birecik Barajı’nın Avusturya’ya peşkeş çekilmesinden sonra giderek tüm barajlarını özelleştirerek satışa sunmaya mahkûm edilmiş bir Türkiye’nin bölgede bir ABD taşeronu rolü oynayacağı belirlenmiştir. Kapitalist dev tekellerin dünya kapitalist sistemi kapsamında bir entegre tesis olarak hesapladıkları GAP, 40–50 yıl içerisinde yağmalanmış, büyük kârlar elde edilmiş ve bir çöle dönüştürülmüş olacaktır.

GAP’TA TARİH VE KÜLTÜR YAĞMALANIYOR
Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları arasında geçişi sağlayan bir köprü görevi görmüş olan GAP bölgesi, Yukarı Mezopotamya veya Verimli Hilal olarak adlandırılmakta ve insanlık tarihinde uygarlığın beşiği olarak bilinmektedir. Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynağından döküldüğü noktaya kadar birçok uygarlık, krallık, savaş ve yaşama mekân olmuş bölge, adeta bir tarih ve uygarlık alanı durumundadır. Her baraj inşaatı bir uygarlık merkezini -Zeugma Krallığı’nda olduğu gibi- “kazara” ortaya çıkarırken, birçok proje de adeta bu uygarlık merkezinin dünya insanlık bilincinden silinmesini amaçlar gibi arka arkaya uygulamaya sokulmaktadır. Kürt coğrafyasının sahne olduğu uygarlıkların sulara gömülmesinde gösterilen hoyratlık ve cüret, Kürt sorununa yaklaşımdan bağımsız değildir. 30’lu yıllardan bu yana süregelen bu tarih ve kültür yağması dünyanın gözleri önünde yeni projelerle hâlâ devam ediyor. Keban ve Karakaya barajlarının altında kalan doğa güzelliği bir yana, bu bölgedeki tarihi kültürel miras da silinmiş oldu. Bu Atatürk Barajı ile devam etti. Sular altında kalan Samsat (Samosata-Sümeysat) antik kentini, Birecik Barajı ile yok edilen Zeugma Krallığı izledi. Ilısu Barajı’yla sulara gömülecek olan Hasankeyf sırada bekliyor. “İlk Milli Park” Munzur Vadisi’nin doğa harikası güzelliğini, bitki örtüsü ve hayvan türlerini de bu akıbet bekliyor. Ucuz elektrik enerjisi elde etme ve aşırı kâr uğruna yok edilen tarih, doğa ve uygarlıklar Fırat ve Dicle boyunca devam ediyor.

GAP BÖLGESİNİN MEVCUT DURUMU: VARLIK İÇİNDE YOKLUK
GAP bölgesinde bulunan Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri toplam ülke yüzölçümünün % 9,7’sine tekabül etmekte olup 75.358 km karelik bir alana sahiptir. Bölge nüfusu 1997 Yılı Nüfus Tespiti kesin sonuçlarına göre; 62.865.574 olan ülke toplam nüfusunun % 9,7’sine denk düşen GAP Bölgesi nüfusu 6.128.973 dür. % 64’ü kentlerde % 36’sı ise kırsal alanlarda yaşayan bu nüfusun ezici çoğunluğu Kürt’tür. Bölgede nüfus artış hızı ülke ortalamasının üzerindedir. 1990–1997 döneminde nüfus artış hızı Bölge’de % 2,5, ülke genelinde ise % 1,5 olarak gerçekleşmiştir. Ülke ve bölge düzeyinde kentsel ve kırsal alanlardaki nüfus artış hızlarına bakıldığında, bölgede kentsel nüfus artış hızının % 4,6 olduğu görülmektedir. Bu değer, ülke genelinde kentsel nüfus artış hızı olan % 2,9’un oldukça üzerindedir. Kırsal alandaki nüfus artış hızında ise hem bölge hem de ülke genelinde azalma söz konusudur. Ancak bu durum 1985 yılından itibaren bölgede daha da artmıştır. Bölgeye yönelik baskı ve insansızlaştırma politikası sonucu köyler boşaltılmış, büyük merkezlere göç yoğunlaşmıştır. 1990 yılı itibariyle bölge toplam nüfusu içinde % 56’lık paya sahip olan kent nüfusu 1997 yılında % 64’e çıkarken, kırsal alan nüfusu % 44’ten % 36’ya düşmektedir. 1997 nüfus tespitlerine göre, nüfusun yüzde 64,1 ‘i kentlerde, yüzde 35,9’u kırsal alanda yaşamaktadır. (Kaynak: DİE GAP 11 İstatistikleri 1997 Nüfus Tespit Kesin Sonuçları) GAP bölgesi göç veren bir bölge olmasına rağmen, yine de yıllık nüfus artışı, Türkiye nüfus artış ortalamasının üzerindedir. Diyarbakır, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep ve Mardin, yıllık nüfus artışında daha da ileri bir noktada, % 3,4 düzeyindedir. Ortalama çocuk sayısı kırsalda aile başına 5 iken, kentte 3,6 düzeyindedir. Evlenme yaşı kırda, kente göre daha düşüktür.
Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası’nın GAP idaresince Gaziantep, Diyarbakır, Ş. Şanlıurfa, Adıyaman ve Mardin illerinde yaptırılan bir araştırmaya göre, tarımla geçinen ailelerin yüzde 74’ü doğrudan kendi toprağında çalışmaktadır. Toprakta yarıcılık, ortakçılık biçiminde toprak işleme yaygın olarak devam etmektedir. Sulu ya da kuru tarım yapan işletmelerin yüzde 22’si 25 dönümün altındadır. Bölgede işletmeler genelde küçük olduğu gibi, çok parçalıdır. Toprak işletmelerinin ancak yüzde 26’sı tek parça bütün halindedir.
Bölgede kentsel nüfus, kırsal nüfusa oranla hızla artmakta; kırsal bölgelerde nüfus giderek azalmaktadır. Nüfusu 250’den daha az olan köylerin toplam köylere oranı yüzde 24,6’dır. Ve nüfusu 250–500 arasındaki köyler ise yüzde 15’tir. Kente akış ve düşük nüfuslu köy oranı Şanlıurfa’da en yüksek düzeydedir ve en yoğun nüfuslu köyler ise Adıyaman’da bulunmaktadır. GAP Bölgesi’nde kentsel nüfustaki bu yüksek artış hızı; sadece yetersiz düzeydeki kentsel altyapı hizmetlerinin daha da yetersiz hale gelmesini değil, aynı zamanda, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, giderek artan oranlarda işsizlik sorununu da berberinde getirecektir. Aşırı sömürü ve kölelik koşullarındaki çalışma yaşamının bölge halkının asimile edilmesini hızlandıracağı, ulusal hak ve özgürlük uyanışını geriye atacağı ve giderek “Kürt sorununu çözeceği” şeklindeki hedeflerin boşa çıkması olasıdır. GAP’ın ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde bir olanağa dönüştürülmesi ise, Kürt işçi ve emekçilerinin, yoksul ve topraksız köylüsünün, kır proletaryasının ve gençliğinin devrimci sınıf partisinin göstereceği yetenekle orantılıdır. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin gelişimi bakımından temel dinamik olarak mevcut olan, ancak bilinç bulanıklığıyla malûl Kürt işçisinin, yoksul ve topraksız köylüsünün, işsiz milyonların, gençliğin sömürüye ve zulme karşı mücadelesinin koşullarını GAP daha da geliştirecektir. Sınıflar-arası çelişkileri derinleştirecek ve paralel oranda olanaklar yaratacak olan GAP, aşırı sömürü ve talan üzerine kurulan bir sömürgeci politikanın projesi olarak, bölgede emek ve sermaye çatışmasını da besleyecektir. Kapitalist üretim ilişkileri, geleneksel üretimi, feodal ilişki ve geri toplumsal yaşamı etkileyecektir. Az topraklı ve orta köylülük elindekini de yitirecektir.
Son derece eşitsiz olan toprak dağılımı ve dengesiz gelir dağılımı, bölgede zenginle yoksul arasındaki çatışmanın bir kaynağı olacaktır. Topraksız nüfus oranı; Urfa’da % 40,6, Mardin’de yüzde 21,1, Diyarbakır’da yüzde 44,7, Gaziantep’te yüzde 20,6, Adıyaman’da yüzde 54,2’dir. Topraksız ya da 1 ile 1,5 dönüm arası payla az topraklı köylülerin nüfusa oranı ise; Şanlıurfa’da yüzde 71,9, Mardin’de yüzde 57,8, Diyarbakır’da yüzde 70,7, Gaziantep’te yüzde 37,7’yi bulmaktadır. Buna karşılık, 500 dönümden fazla miktarda toprak sahibi olanların oranı ise; Urfa’da sadece yüzde 1,9, Gaziantep’te yüzde 5,1, Diyarbakır’da 5,3 olduğu bilinmektedir. Modern kapitalist üretimin merkezileşmeyi geliştirirken modern teknolojiyi zorlayacağı ve küçük köylü giderek ağır maliyet gerektiren işletmeciliği terk ederken üretimin tamamen bölgedeki tekellere teslim edileceği rahatlıkla söylenebilir. Topraklar hızla belli ellerde toplanacak ve topraksız köylü kır proleteri ve yoksul köylü olarak kölece yaşama mahkûm edilecektir. Gelişme aynı zamanda merkezlere göçü artıracak, geleneksel aşiret ilişkilerini ve feodal yapıyı tahrip edecektir. Ama aynı zamanda, her geçen gün güçlenen sınıf dinamikleriyle beraber, baskılanmış sorunları da su yüzüne çıkaracaktır.
GAP İdaresi’nce 1992 yılında yürütülen “GAP Bölgesel Ulaşım ve Altyapı Geliştirme Çalışması” ile bölgedeki ekonomik gelişmenin muhtemel coğrafi dağılımı belirlenmiş, bölgede hızlı gelişmesi öngörülen 9 yörenin çevre düzeni planları yapılmış ve bunlarda GAP’ın yaratacağı sanayiler ve yapılacak yatırımlar için yer ayrılmıştır. Bu “Çalışma”ya göre, Türkiye genelindeki eşitsizlik bölge bakımından da derinleştirilerek “Kırık Aks” bölgesinde yoğunlaştırılacak ve burası bir ticaret merkezi olarak emperyalizmin açık pazarı olacaktır. Bu hizmetler için GAP ile yaratılan iş ve yatırım ortamına katılacak bölge içi ve dışı yatırımcılara bilgi ve danışmanlık hizmeti veren (GAP-GİDEM) “GAP Girişimci Destekleme Yönlendirme Merkezleri”, 5 il merkezinde bu kapsamda çalışmaktadır.
GAP Bölgesi’nde tamamlanan Organize Sanayi Bölgeleri’nin Türkiye toplamı içindeki payı, alan büyüklüğü bakımından % 11’e ulaşmaktadır. 1997 rakamları baz alınacak olursa, bölgede mevcut Organize Sanayi Bölgeleri’nde 342 fabrika üretime geçmiş ve bunlarda 34.400 kişi istihdam edilmiştir. Yine bölgede 1997 sonunda 18 Küçük Sanayi Sitesi tamamlanmış ve bunların Türkiye toplamı içindeki payı % 8 olarak belirlenmiş olup buralarda mevcut 5.514 işyerinde yaklaşık 33.000 kişinin çalıştığı hesaplanmaktadır. Bölge’de halen yapımı devam etmekte olan Küçük Sanayi Siteleri tamamlandığında istihdam kapasitesinin 60.000 kişiye ulaşacağı öngörülmektedir. Ancak son iki yıl içinde bölgedeki yatırımlar özellikle küçük sanayi siteleri bakımından olumsuz bir süreç olarak işlemiş, 2000 yılı Kasım ayı ve ardından bu yılın Şubat ayındaki krizlerle birlikte Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Siteleri’nde peş peşe iflas eden esnaf işyerlerine kilit vurmak zorunda kalmış ve işsizlik çığ gibi büyümüştür.
GAP Master Planı’na göre 2005 yılı hedefleri de belirlenmiştir. Buna göre hedef yılı itibariyle, ulaşılacak temel ekonomik büyüklük olarak Gayri Safı Bölgesel Hâsıla’nın (GSBH), tarım, sanayi ve hizmetler sektörleri kompozisyonu itibariyle, 2005 yılında 4,5 kat artması öngörülmüştür. Bu süre içinde, tarımın bölgesel ekonomi içindeki payının yüzde 40’tan yüzde 23’e inmesi, ağırlıklı bir şekilde tarımsal sanayin gelişmesi ve payının yüzde 16’dan yüzde 24’e çıkması ve hizmetler kesimi payının da yüzde 44’ten yüzde 53’e çıkması öngörülmüştür.

GERİ KALMIŞ BÖLGE VE “MAKÛS TALİH” YA DA KÜRT SORUNU
“Bölgenin geri kalmışlığının nedenleri Kürt sorunundan ayrı değerlendirilemez ve egemen sınıfların bölge kalkınması için yapacakları her yatırım planı kapsamlıca ele alman bu ilişkiler yumağından bağımsız düşünülemez. Başından bu yana bölgede şekillenen her tür demokratik hak ve özgürlük taleplerinin bastırılması ve siyasi taleplerin sosyal ekonomik geri kalmışlıkla açıklanarak “çözümü” yoluna gidilmesi, bundan sonra da Kürt sorununun Türkiye’nin ve bölgenin önemli sorunu olarak varlığını sürdüreceğini göstermektedir. Süregelen yok sayma ve baskı politikası adeta bölge halkının iş ve ekmek taleplerinin karşısına konulmaktadır. Yine, Kürt toprak ağaları ve ayrıca giderek kapitalist bir ilişki düzeyine yükselen ekonomik ve politik kader birliğine dönüşmüş olan Kürt işbirlikçi sınıfın tarihi tutumu, Kürt emekçileri tarafından anlaşılmalı ve politik bir tutum alışa dönüşmelidir. Sorunun çözümünde egemen sınıfların lehine, halka ihanet düzeyinde tutum alan bu kesim, halkın mevcut kölelik statüsünde önemli bir paya ve yere sahiptir. Her ulusun içerdiği sınıf ayrılıkları gibi, Kürtler de çıkarları çatışan karşıt sınıflara bölünmüştür. Tüm ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinde olduğu gibi, görece büyük mülk sahibi kesimler giderek imtiyaz sahibi ve sömürücü egemen sınıfların işbirlikçileri olarak, hâkim güç oldular. Kurumlaşan ve kaderini birleştiren ve geleceğini işbirliği üzerine kuran bu Kürt burjuva-feodal sınıf, bu önemli evrede Türkiye egemen sınıfları ve emperyalizme karşı verilen mücadelenin hedefi kapsamında değerlendirilmelidir. Bu gerçek bir tutum haline gelmelidir. Ulusal ve sosyal kurtuluş iddiasıyla yola çıkan örgüt ve oluşumlarca hep “es” geçilen ve belirsizleştirilen bu gerçek, geniş emekçi Kürt yığınlarınca anlaşılamadı, kavranarak bilince çıkarılamadı. Bölgedeki kaynakların yağmalanması ve sömürülmesinde bu işbirlikçi kesim, sınıf çıkarları gereği, halka ve emekçilere kan kusturarak gelişti ve güçlendi; bölge halkının özgürlük ve bağımsızlık eksenli talepleri bu işbirlikçi sınıfın Türkiye egemen sınıflarıyla pazarlık kozu oldu. Ve her başkaldırı bu işbirlikçi sınıfı güçlendirdi. Silah ve güvenlik gücü olarak rol alan bu “korucu” tabaka, egemen sınıfların iktidarını korumadaki rolünü sürdürmektedir.
Seksen yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca ırkçı ve şoven Türk egemen sınıflarıyla kader ve sınıf birliğini perçinlemiş, Kürt halkının düşmanı bir sınıf çoktan oluşmuştur ve bölge işçi ve emekçileri bu “yerli” düşmanlarını da hedef almadan demokrasi ve özgürlüğü elde edemeyecektir. Ekonomik ve politik nüfuz sahibi bu işbirlikçi kesim, “ulusal ve toplumsal kurtuluş” iddiasıyla ortaya çıkıp bir güç olan örgüt ve çevrelerin zaaflarını, sınıflar-arası ayrışma ve çelişkileri belirsizleştiren, sınıflar-arası uyumu/işbirliğini telkin eden tutumlarını “değerlendirmeyi” her defasında başardı, hayatiyetini Kürt halkının kıyımı üzerinden sürdürdü. Dolayısıyla, bilimsel sosyalizmin öngörüleri ve ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerine dair büyük tarihsel birikim görmezden gelinerek, Kürt sorununu halkın ve emekçilerin lehine çözmek olası değildir.
GAP’ın Türkiye egemen sınıflarınca yeni bin yılda, “küreselleşen dünya”da “ulusal sorunun çözümü” kapsamında yeni bir model olarak da düzenlenmesinin öngörüldüğü kuşkusuzdur. GAP egemen sınıflar için bu hesaplara denk düştüğü oranda anlamlı ve önemlidir. Ancak GAP, Kürt işçi ve emekçilerinin devrimci partisi bakımından da, bağımsız demokratik Türkiye hedefine ulaşmada olduğu kadar, Kürt sorunun çözümü ve halkın kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olması mücadelesinde ve tam hak eşitliği kavgasında da önemli bir olanaktır. Ve sonuçta GAP’ın kaderi ve geleceğini olduğu kadar Kürt sorununun geleceği ve çözümünü de, bu iki tutum ve kaynaklandıkları güçler arasındaki mücadele belirleyecektir. GAP’ın bölge ve ülke halkının yararına yönelik bir işlev kazanabilmesi kadar onunla yakından ilişkilenmiş ve üstelik yeni olanaklara da kavuşmuş Kürt sorunun köklü bir çözümü de, artık yeni bir zemine sahiptir: emek eksenli bir zemin. GAP’ın sunduğu yeni olanakların gerçeğe dönüştürülebilmesi de en başta böyle bir zeminde alınacak mesafeye bağlıdır. O nedenle, gerekli olan, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, bölge ve ülke çapında, işçi ve emekçilerin, ulusal özgürlükleri de kapsayan siyasal özgürlükleri kazanma mücadelesinin başına geçmesidir.

Ağustos 2001

85 yıl sonra da güncel bir kitap: “emperyalizm”

Lenin’in, 1916 yılının ilk yarısında kaleme aldığı ve kapitalizmin dünya çapındaki temel karakteristik özelliklerini inceleyerek, onun yeni bir aşamada, emperyalizm aşamasında bulunduğunu ve bu aşamanın kapitalizmin son aşaması, devrimin öngünü olduğunu tespit ettiği eseri Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm, (V.İ. Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm”, Evrensel Basım Yayın, Çev: Olcay Geridönmez, 1. basım: Temmuz 2001.)  geçtiğimiz ay Evrensel Basım Yayın tarafından yeniden yayınlandı. Kitabın birinci baskısının, yayınlanmasının hemen ardından tükendiği işçi basınına da yansıdı. Öncelikle söylemek gerekiyor ki, bu ‘tükenme’ durumu bir tesadüf değil. Emperyalizm olgusu, Lenin’in bu kitabı yazışının üzerinden 85 yıl geçtikten sonra, bugün de, tüm ülkelerin işçi sınıfları ve ezilen halklar açısından mücadelelerinin temel hedefi olarak varlığını sürdürüyor. Türkiye’de ise, son aylarda bir kriz ile iyiden iyiye açığa çıkan ekonomik batak, emperyalizmle girilen bağımlılık ilişkilerinin ne denli yıkıcı sonuçlar doğurduğunu, tüm emekçilere alenen gösterdi, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, bu krizden ‘çıkış’ yolu olarak IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist mali sermaye kuruluşlarıyla tam teslimiyet anlaşmaları yapması ve bu kapsamdaki teslimiyet programını halka rağmen uygulamaya koyması da, Türkiye’de işçi hareketinin güncel propaganda faaliyetlerinde emperyalizmin teşhirinin önemini artırdı. Kitabın, böylesi bir konjonktürde yayınlanması ve ilk baskısının, ileri işçiler, devrimci parti militanları ve aydınlar tarafından kısa sürede tüketilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Tüm dünya çapında, emperyalizme ve onun küreselleşme saldırısına dönük kitlesel ve öfke dolu bir muhalefet gelişiyor. Dünya yoksulları, emperyalizmin kendi kaderleri üzerindeki belirleyici etkisini giderek daha fazla fark ediyorlar. Lenin’in büyük eseri de böylesi bir dönemde ayrıcalıklı bir önem kazanıyor. Bugün, Türkiye’de ve dünyanın başka yerlerinde, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesine katılan, bu mücadeleyi örgütlemeye çalışan tüm ileri işçiler ve sosyalist militanlar, Lenin’in Emperyalizm eserini, güncel gelişmeler doğrultusunda anlamaya çalışmalı ve onun, “Emperyalizm can çekişen kapitalizmdir. Devrimin öngünüdür” tespitini kavramalıdır.

“EN ÖNEMLİ EKONOMİK SORUN”
“Kitapçığımın, en temel ekonomik sorunu, yani emperyalizmin ekonomik özü sorununu kavramaya yardımcı olacağını umuyorum ki bu sorun incelenmedikçe, günümüzde savaşın ve politikanın nasıl değerlendirilmesi gerektiğini anlamak olanaksızdır.” (s. 28)
Lenin’in, kitabın Nisan 1917 tarihli Rusça baskısına yazdığı “Önsöz”de yaptığı bu vurgu, emperyalizm sorununun ve tümüyle bu soruna yoğunlaşmış Emperyalizm eserinin önemini yeterince ortaya koymaktadır.
Yaşadığımız çağın önemli toplumsal olaylarını, süren paylaşım mücadelelerini, işçi ve halk hareketlerini doğru bir şekilde ele almak; bu çalkantı ve çatışmalara temel olan ilişkiler arasındaki gerçek bağı ve böylece her biri ayrı ve rastlantısal gibi görünen bütün bu olayların son tahlildeki kaynağını ve gelişme yönünü kavrayabilmek için “emperyalizmin ekonomik özünün” incelenmesi büyük bir önem taşır. Bu sorun için temel başvuru kaynağı, kuşkusuz, bugün de geçerliliğini koruyan ve her günkü olgularla doğrulanan Lenin’in ölümsüz eseri Emperyalizm’dir.
Lenin, emperyalizmin bir dünya sistemi olarak merkezileştiği tarihi, 20. yüzyılın hemen başı olarak saptar. Lenin’in emperyalizm olgusunu tahlil ettiği Emperyalizm eseri 1916 yılı baharında kaleme alınmıştır. Bu, hiçbir şekilde, 1916 yılına kadar emperyalizmin eksiklikler taşısa da tahlil edilmediği anlamına gelmez. Marx ve özellikle Engels, serbest rekabete dayanan kapitalist üretimdeki gelişme ve yoğunlaşmanın tekele yol açacağını ve yol açmaya başladığını öngörmüş ve saptamıştı. Ama bu dönem, emperyalizmin ve tekelciliğin bir takım ön belirtilerinin ortaya çıktığı bir dönemdir; henüz tarih sahnesine çıkmamış bir olgunun tahlil edilmesi mümkün değildir. Buna rağmen, Marx ve Engels’in saptamaları, onların bilimsel bakışına ve dâhiyane uzak görüşlülüklerine işarettir.
Lenin, eserinde, “burjuva istatistiğinden özetlenen verilere” ve “burjuva bilginlerin itiraflarına” dayanarak, emperyalist diplomasiye, politikaya ve canavarca güdülerle yürütülen savaşa yön veren ekonomiyi çözümlerken, birçok kaynak arasından özellikle iki yazara ve onların emperyalizmi konu edinen eserlerine atıfta bulunur.
Bunlardan ilki, bir İngiliz iktisatçı olan Hobson’dur. J. H. Hobson, 1902 tarihini taşıyan Emperyalizm adlı kitabında “burjuva sosyal reformizmden ve pasifizmden hareket” etmekle birlikte, “emperyalizmin temel ekonomik ve politik özelliklerinin çok iyi ve ayrıntılı bir tasvirini veriyor.”Emperyalizm konusunda diğer önemli çalışmanın yazarı Avusturyalı bir “Marksist” olan Rudolf Hilferding, 1910 yılında yazdığı Mali Sermaye’de emperyalizmin kapitalist gelişmenin son aşaması olduğunu saptar.
Lenin’in Emperyalizm’i yazdığı tarihe kadar, bu iki yazarın ortaya koydukları görüşler, emperyalizm üzerine yazılan ve söylenenlerin çerçevesi oldu. Değerli tahlillerine karşın, burjuva bakış açısıyla yazılan bu eserlerde ortaya konan görüşler, Marksistlerin, olduğu gibi benimseyeceği görüşler olamazdı. Sadece bu kadar da değil. 1914’te savaş patladığında, II. Enternasyonal partileri ve onların ünlü teorisyeni Kautsky, açıkça, emperyalizm savunuculuğu yapıyor, onu hoş göstermeye çalışıyor, kendi emperyalist hükümetine, diğer emperyalistlerle savaşta, cesaret veriyor, destekliyordu.
Artık Emperyalizm’in yazılması zorunluydu. O güne kadar yazılmış metinler, “kapitalizmin esas özelliklerinden bazılarının kendi karşıtlarına dönüşerek” ortaya çıkan, uzunca yaşanan serbest rekabet dönemini kapayarak, iktisadi yapının, devletin ve sınıf ilişkilerinin yeni biçimler aldığı bu “son evre”yi bütün yönleriyle açıklamaya yetmiyordu. Emperyalizm sorunu, Sosyalist Enternasyonalin gündemine, ilk defa, yükselen savaş tehlikesine karşı ortak bir tutum saptamak için toplanan 1912 Basel Kongresi’nde geldi. Bu Kongre, çıkacak emperyalist savaşın iki blok için de mutlak haksızlığını ilan eden ve işçileri emperyalist hükümetlere karşı savaşı önleme mücadelesini yükseltmeye ve savaşın çıkması halinde, her ülke işçisini, kendi emperyalist burjuvazisine karşı mücadeleye çağıran bir Manifesto yayınlamıştı. Fakat iki yıl sonra savaş başladığı zaman, II. Enternasyonal partilerinin ezici çoğunluğu, emperyalist savaşın destekçileri oldular. Lenin ve Bolşevik Parti, tereddütsüz bir şekilde savaşın emperyalist karakterini ilan ederek, “savaşı iç savaşa çevirin” çağrısı yaptı. 1915 yazında Lenin tarafından yazılan ve RSDİP’in resmi görüşü olarak yayınlanan Sosyalizm ve Savaş broşürü de, savaşı, savaşa yol açan emperyalist politikaları ele alır ve tahlil eder. Bu broşür, kuşkusuz sadece politik saptamalarla yetinmez. Rahatlıkla söylenebilir ki, Emperyalizm kitabında yapılan tahlil ve saptamaların büyük bölümü, Sosyalizm ve Savaş’ta da vardır. Fakat Sosyalizm ve Savaş’ta saptamalar yapılmış, saptama ve tahlillerin ayrıntı verilerle kanıtlanması yoluna gidilmemiştir.

EMPERYALİZMİN TEMEL NİTELİKLERİ
Kısaca, emperyalizm olarak adlandırılan bu sistemin, derin ayrıntılı bir tahlilini yapmak, emperyalizme burjuva bakış açısıyla yaklaşan ve inceleyen burjuva bilginlerin gerici fikirlerini açığa çıkarmak, emperyalizmin devrimin ön belirtisi olduğunu ortaya koymak; Lenin’in emperyalizm planı buydu. Daha önce de belirtildiği gibi, Lenin emperyalizmi incelerken, konuya ilişkin o güne kadar yazılmış önemli bütün eserleri ve ulaşabildiği bütün istatistiki verileri büyük bir dikkatle inceler. I. Emperyalist Savaş’ın başlaması üzerine İsviçre’nin Cenevre kentine yerleşen Lenin, burada ulaşabildiği kaynakların sınırlılığı nedeniyle, 1916 yılı başında Zürich’e geçer ve kitabını, Zürich kütüphanelerinde ulaşabildiği bütün kaynaklara dayanarak yazar.
Birçok emperyalizm “eleştirmeni” ve en başta Kautsky, emperyalizmi siyasal bir “tercih” olarak görerek, karşısına, serbest rekabeti alternatif olarak çıkarmışlardır. Lenin, eserinde, emperyalizmin salt bir siyasal olgu olmadığını, derin ekonomik kökleri olduğunu ortaya koymuş ve kitaba üretimin yoğunlaşmasının kaçınılmaz olarak tekele yol açtığını ortaya koymakla başlamıştır.
Kitabın üçte ikisini oluşturan kısmında, emperyalizmin başlıca nitelikleri bölümler halinde ele alınmış, çürütülemez verilerle bu nitelikler açıklanmıştır.
Özetlersek:
– Sanayideki olağanüstü gelişme ve üretimin gün geçtikçe sayısı azalan büyük işletmelerde yoğunlaşması, “kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden birisidir.” Az sayıdaki büyük işletme, toplam işçi sayısının büyük bölümünü çalıştırmaktadır. Örneğin, Almanya’da “toplam işletme sayısının % 1’inden azı, toplam buhar gücünün ve elektrik enerjisinin 3/4’ünden fazlasını elde bulundurmaktadır.” Kartel, tröst vb. biçimler kazanan tekeller, bir sanayi kolundaki üretimin ağırlıklı bölümünü ellerinde toplamakta, değişik sanayi kollarındaki birçok işi tek işletmede birleştirmektedirler. Belli başlı emperyalist ülkelerdeki yoğunlaşmayı ve tekelciliği verilerle gösteren Lenin, şu sonuçlara varır:”… Yoğunlaşma, gelişiminin belli bir aşamasında kendiliğinden tekelleşmeye yol açmaktadır. Rekabetin tekele dönüşmesi, modern kapitalist ekonominin en önemli olgularından biridir -hatta en önemlisidir-“; “… Üretimin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak tekellerin doğması, kapitalizmin gelişmesinin içinde bulunduğumuz evresinde genel ve temel bir yasadır.” “Tekel! Bu, ‘kapitalist gelişmenin en son aşamasının’ son sözüdür.”
– Tekelcilik, yalnızca sanayiye has bir olgu değildir; serbest rekabet döneminde mütevazı bir aracılık rolü üstlenen bankalar da bizatihi dev tekellere dönüşmüştür. Mevduatın aslan payını ellerinde bulunduran bir avuç banka, büyük sanayicilerle birlikte küçük banka ve işletmeleri, onların “sermayelerine ‘katılarak’, hisse senetlerini satın alarak ya da takas ederek, bir borç ilişkisi sisteminden yararlanarak vb. onları kendilerine ‘bağlarlar’, kendilerine tabi kılarlar, teknik deyimiyle söylersek ‘konsorsiyumlarına’, ‘kendi’ gruplarına katarlar.” Topladıkları para gelirlerini kapitalistlerin emrine sunarken, sanayicilerle girdikleri düzenli ilişki, onlara sanayi üzerinde, “kredi alımını genişleterek ya da daraltarak, kolaylaştırarak ya da zorlaştırarak onları etki altına alma ve sonunda kaderlerini tamamen ele geçirme” imkanı verir. Bankalar ile sanayi sermayesi arasındaki karşılıklı ilişki, birçok sanayiciyi, banka yönetim kurullarına alarak, bankacıları özel bir sanayi dalında uzmanlaştırarak bir iç içe geçme yaratır. “Sonuç, bir yandan giderek artan kaynaşma… banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçerek birleşmesi…” Artık, mali sermaye çağı başlamıştır. Ve artık, ayrı ayrı banka ve sanayi sermayelerinden değil, ikisinin kaynaşması üzerinde yükselen mali sermayeden söz etmek gerekiyor. “Demek ki, 20. yüzyıl, eski kapitalizmin yeni kapitalizme, genel olarak sermaye egemenliğinin mali sermaye egemenliğine dönüştüğü bir dönüm noktasıdır.” “Üretimin yoğunlaşması ve bundan doğan tekeller, bankaların sanayiyle kaynaşması veya iç içe girmesi; işte mali sermayenin ortaya çıkışının tarihi ve bu kavramın özü.” Milyarları çekip çeviren, bir avuç tekelcinin oluşturduğu mali-sermaye, “karşı konmaz bir biçimde, toplumsal yaşamın bütün alanlarına” hükmeden bir mali oligarşi kurmuştur.
– Tek tek en ileri kapitalist ülkelerde, iktisadi yaşama egemen olan tekeller, sermaye birikiminin olağanüstü boyutlara vardığı ülkeler arasında kurulan uluslararası tekellerle tamamlanır. Büyük miktarda ‘sermaye fazlası’ oluşmuştur. Kapitalizm, doğası gereği, kitlelerin yaşam düzeyini yükseltmeye ve tarımı geliştirmeye kaynak aktarmadığından, böyle bir ‘sermaye fazlası’, zorunlu olarak, yeni alanlara aktarılmayı bekler; sermaye, daha çok kâr getirsin diye. Bu yeni alanlar; sermayenin az, toprak ve hammaddenin ucuz, ücretlerin düşük olduğu geri ülkelerden başkası değildir. Meta ihracı, arızi bir durumdur artık. “Serbest rekabetin tamamen egemen olduğu eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Kapitalizmin, tekellerin egemen olduğu en son aşamasının ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” Ulusal sınırların dışına taşan mali-sermaye, “ağlarını dünyanın bütün ülkelerine yaymaktadır.”
– Öncelikle iç pazarı paylaşan tekeller, kapitalizmin yarattığı ve sayısız bağla iç pazara bağlanan dış pazara yönelmişlerdir. “Evrensel bir yoğunlaşmanın” ürünü olan ve devlet tekeliyle birleşen “uluslararası tekel”ler, çıkarlarının uyuştuğu yerde anlaşarak, kimi zaman çatışarak, bütün dış pazarı, yeni sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri, ekonomik yönden paylaşmışlardır. Kuşkusuz, bu paylaşım, bütün dünyanın, toprak bakımından, gelişmiş birkaç devletçe paylaşımıyla at-başı gitmiş, dünyada emperyalistlerce paylaşılmamış, mali sermayenin kolunun erişmediği hiçbir toprak parçası kalmamıştır. Bu durumda, kapitalizmin dengesiz ve sıçramak gelişim yasası, yükselen emperyalistin, paylaşımı “adil” bulmayıp, yeni bir paylaşım talep etmesi doğal ve kaçınılmazdır. 0 halde, dünyanın yeniden paylaşılması için verilen kıyasıya mücadelede, emperyalist savaşlar da kaçınılmazdır.
Lenin, ilk altı bölümde, bütün verileri kullanarak, yukarıda kendi eserinden yaptığımız alıntılarla özetlediğimiz tahlillerden sonra, bazı sonuçlar çıkarır. Lenin, çıkardığı bilânçoda yaygın olarak zikredilen şu tanımı yapar:
“1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış olması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin oluşması; 3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının özellikle büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması ve 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.”

ÇÜRÜYEN VE CAN ÇEKİŞEN KAPİTALİZM
Bütün bölümlerde, emperyalizm sorununa burjuva bakış açısından yaklaşan burjuva bilginlerle ve “Marksist” görünümlü sosyal-şovenlerle polemik yapan Lenin, kitabın bir bölümünü, özellikle, bunları eleştirmeye ayırır. Burjuva-oportünist teorisyenler, esas olarak mali oligarşi tarafından her yönden baskı altına alınmış küçük burjuvazinin umutsuz sesi oluyorlardı. Emperyalizmin, doğrudan serbest rekabetten çıktığını, onun gelişiminin kaçınılmaz sonucu olduğunu görmek istemiyor, alternatif olarak rekabetçi döneme dönüşü öneriyorlardı. Böylece, onlar, birtakım reformlarla mali-sermayenin bu politikadan caydırabileceğini, emperyalizmin yumuşatılabileceğini iddia ediyorlardı. Örneğin, Kautsky’ye göre, emperyalizmin ekonomik temelle bir bağlantısı yoktu; “tercih edilmiş” bir politikaydı. Bu durumda, başka (demokratik!) bir politika da pekâlâ olanaklıydı. Emperyalistler arasındaki ilişkilerde barışın egemen olacağı bir dönem (ultra emperyalizm) uzak değildi. Lenin, bu cılız eleştirilerle, bu “masum dilek”lerle alay ederek, emperyalizme karşı reform değil, devrim diyordu.
Lenin, Emperyalizm’de şunu da saptamıştır: II. Enternasyonal partilerinin emperyalizmin safına geçmiş olmaları tesadüfî bir durum değildir, işçi hareketinde görülen bu bölünmenin (II. Enternasyonalin ihaneti) temelinde emperyalizmin asalaklığı yatmaktadır. “Kupon kesme” yoluyla, bütün dünyayı soyup soğana çeviren emperyalizm, “sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini oluşturan bu yüksek tabakayı”, zenginleşmiş işçi tabakasını satın alma olanağına kavuşmuştur, işçi hareketinin gerçekten sosyalist bir işçi hareketi olabilmesi için, saflarından bu tabakayı atması zorunludur. Lenin, tahlillerinden “Emperyalizm, can çekişen kapitalizm”dir sonucuna varmıştır. Emperyalizm, dünyanın her bir parçasını emperyalist zincirin bir parçası haline getirirken, kaçınılmaz olarak olağanüstü derinleştirdiği çelişkilerle bu zinciri kırma olanağı da yaratmıştır. Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin devasa toplumsallaşması ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bir avuç mali sermaye grubunda toplanmasıyla daha da keskinleşmiştir. Serbest rekabet dönemi kapanmış; kapitalizm, gelişmesinin son aşamasına varmıştır. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasındaki en çarpıcı karakteri asalaklık ve çürümedir. Emperyalizm, çelişkilerinin son sınırına varmış kapitalizmdir.
Birincisi, emperyalist metropollerde mali oligarşinin egemenliği, işçi sınıfının yaşam koşullarını olağanüstü kötüleştirmiş, proleter devrimi pratik bir sorun haline getirmiştir.
İkincisi, dünyanın toprak ve hammadde bakımından yeniden paylaşımı mücadelesi, savaşı kaçınılmaz kılan ve emperyalizmi güçten düşüren bir etken olmuştur. Üçüncüsü, emperyalist sömürü ve baskı altında yaşayan ezilen halklarla emperyalizm arasındaki çelişkiyi büyütmüş, bu ülkelerdeki halkları proleter devrimin yedeği haline getirmiştir.

“EMPERYALİZM, PROLETARYA DEVRİMİNİN ÖNGÜNÜDÜR”
Okuyucunun Emperyalizm’\ okurken gözden kaçırmaması gereken bir noktayı hatırlatmak gerekiyor. Lenin, Emperyalizm’i daha çok Rus okura ulaştırabilmek için ve Çarlık sansüründen geçebilecek şekilde bir ‘Ezop dili’ kullanarak, Çarlık koşullarında yasal olarak yayınlayabilmiştir. Politik tahlillere çok sınırlı olarak girmiş, sorunun esas olarak ekonomik yönü üzerinde durmuştur. Lenin’in bu konudaki ayrıntılı ve sansürsüz politik tahlilleri, savaş yıllarında yazdığı yazıları içeren Sosyalizm ve Savaş kitabında yer almıştır. Emperyalizm’in adını andığımız eserle birlikte okunması okuyucuya kolaylık sağlayacaktır.

* * *
Yazılışının üzerinden 85 yıl geçmişken, emperyalizm, emperyalizm olarak kalmaya devam ediyor. Şu an içinden geçtiğimiz dönemde, emperyalizm tahlillerinin, emperyalizm bunca yıldır yıkılmadığına göre, “yanlış” olduğu ya da emperyalizmin “değişerek” eski kalıplara uymadığı fikri oldukça yaygın olarak iddia ediliyor. Solda görünen sayısızca akım ve kişi, güçlü emperyalist dalganın baskısı altında emperyalizmin “kendini yenileyerek, çürüyüp can çekişmekten kurtulduğunu” “yeni” buluşlar olarak ilan ediyorlar. ‘Küreselleşme’ olarak adlandırılan süreci, “doğal ve kaçınılmaz” bir süreç olarak, buna kanıt olarak gösteriyorlar. Küreselleşmenin, kapitalizmin baştan aşağı ‘yeni’ ve çelişkilerinden arınmakta olduğu bir dönemini tanımladığını öne sürüyorlar.
Lenin’in, tahlil ettiği dönemde emperyalizm, içinden yeni çıktığı serbest rekabetin birçok izini üzerinde taşıyan, denebilirse henüz rüşeym halinde bir olguydu. Eğer bir “değişim”den söz edilecekse, emperyalizmin Lenin’in saptadığı özelliklerinin çok daha fazla geliştiğini, çelişkilerinin çok daha keskinleştiğini söylemek gerekir. O zamanlar, birkaç on bin işçi çalıştıran tekeller vardı, şimdi General Motors bir milyona yakın üyeye sahip bir işçi ordusunu sömürüyor. Şimdi mali oligarşiler açıkça darbe tezgâhlıyor. Paylaşıma gelince, eğer önemli olan paylaşımın biçimi değil de içeriği ve sınıf karakteri ise (Lenin böyle söylüyor), bugün dünyanın, Yugoslavya vb.nin yanı sıra, ‘barışçıl’ biçimde nasıl paylaşıldığını sıcağı sıcağına gözlemliyoruz. Emperyalizm, koruduğu nitelikleri ve derinleşmiş çelişkileriyle bugün de yaşıyor. Tarihsel olarak can çekişen, ömrünü dolduran bu olgu pratik olarak yaşamaya devam ediyor…
Leninist emperyalizm tahlilinin geçerli ve güncel olduğunu okuyarak görelim… Lenin, “Önsöz”de, kitapta emperyalizmin ekonomik özünü çözümlediğini ve bu öz incelenmeden modern siyasetin kavranamayacağını yazmıştı. Devrime gönül veren her kişi, onu incelemeksizin, son derece karmaşık sınıflar-arası mücadelenin özelliklerini, siyaseti kavrayamayacağını bilmeli ve o ekonomik özü incelemekte geç davranmamalıdır.

Ağustos 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑