Günümüzde dünya işçi sınıfı ve emekçi halklar azgın bir saldırganlıkla karşı karşıyalar. Her ülkede işçi ve emekçilerin yaşamlarının her alanında hissettikleri, her geçen gün yıkıcı sonuçlarıyla daha çok yüz yüze kaldıkları bu saldırganlığın adı artık yaygın olarak bilinmektedir; “küreselleşme” ya da orijinal adıyla “globalleşme”. Bu adı taşıyan neoliberal politikalarla amaçlanan da yine yaygın olarak bilinmektedir. Kurulmak istenen, bir “Yeni Dünya Düzeni”dir.
“Küreselleşme” saldırganlığı ve onunla amaçlanan “yeni dünya düzeni”nin, adlarının ötesinde içerikleri de aşağı yukarı biliniyor. En azından uygulamaları ve görünür sonuçları açısından, sadece ileri isçiler değil ama sınıfın ana kitlesi ve geniş bir emekçi çoğunluğu, kararlı bir karşı hareket içine girmiş olsun ya da olmasın, “olan bitenden haberdardır. Hele Türkiye gibi, “küresel topun ağzındaki”, krizin yüklerinin asıl ağırlığının yıkıldığı çöküntü halindeki ülkelerde bu haberdar oluş, salt pratik nedenlerle daha yaygındır ve öfke biriktiricidir. Ama kuşkusuz bu “kulak dolgunluğu”nun yeterli olduğu ileri sürülemez.
İşçi ve emekçi kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları; çalışma ve yaşam koşullarının durmaksızın ve katlanılmaz ölçüde kötüleşmesine, işsizlik, yoksulluk, sefalet ve giderek açlığın yaygınlaşması ve artışına, hak ve özgürlük yoksunluğunun derinleşmesine, tüm ulusal zenginliklerin yağmalanmasındaki yükselişle sömürgeleşmenin neredeyse tamamlanmasına götüren neoliberal küresel saldırganlığın püskürtülmesi ve kendilerinin efendileri olacakları insanca bir yaşamın, sömürü ve zorbalıktan kurtuluşun yolunun açılmasıdır.
Bu nedenle, sınıf bilinçli işçi, işçi sınıfının ileri kesiminin, öncü işçilerin toplanma ve mücadele merkezi olan sınıfın devrimci partisi; küreselleşme saldırganlığının gerçek içeriğini, bu saldırıya karşı ve onun üstesinden gelinmesi için mücadelenin içeriği ile birlikte geniş işçi ve emekçi kesimlere açıklamak, onların böyle bir mücadele için, kuşkusuz bu mücadele içinde birleşmelerine ve mücadelelerini ilerletmelerine yardım etmek durumundadır.
ACİL İHTİYAÇ: BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ
IMF programının maddelerini oluşturan çeşitli yönleri, görünüş biçimleri ya da uygulamaları; düşük ücret dayatması, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, özelleştirme ve taşeronlaştırma, bireysel sözleşme vb. aracılığıyla sendikasızlaştırma, toplu iş sözleşmesi düzeni ve çalışma mevzuatının kaldırılması, esnek çalışma, kıdem tazminatı da içinde olmak üzere tüm sosyal hakların gaspı; tütün, şeker vb. yasaları, ithalatın serbestleştirilmesi ve gümrük duvarlarının kaldırılması gibi araçlarla sanayinin yanı sıra tarım ve hayvancılığın da öldürülmesi; borsa işlemleri, özelleştirmeler ve Türk parasının korunmasından vazgeçilmesiyle başta devlet işletmeleri olmak üzere tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi, ülkenin neredeyse milli gelirine yaklaşan bir borç sarmalı içine sokulması ve faizlerinin zorunlu tüketim maddeleri üzerinden yeni vergi ve zamlarla karşılanması yoluna gidilmesi olan küresel saldırganlık, uluslararası tekellerin, önlerindeki bütün engellerden kurtuldukları sömürü alanı olarak Türkiye ekonomisinin, bir serbest pazar halinde kapitalist dünya ekonomisine tam entegrasyonu çerçevesinde azami kârlarının garanti altına alınmasını amaçlıyor. Bu garanti altına alış, uluslararası tahkim ve MAI, MIGA gibi anlaşmaların yanı sıra NATO, Gümrük Birliği üyeliği ve Avrupa Birliği aday üyeliği gibi anlaşmalarla, gerçekleştirilen ekonomik ve mali bağımlılık ve özellikle kriz koşulları üzerinden dayatılan kölelik yasaları ve ürünleri olan Düyunu Umumiye ve Reji İdaresi türünden kurumlarıyla, ekonomi ve maliyenin idaresinin terk edildiği IMF ve DB ile yapılan stand-by ve benzeri anlaşmalarla Merkez Bankası ve Hazine’nin uluslararası tekellerin emrine verildiği yeniden yapılanma örnekleriyle, Amerika ve DB memurlarının hükümete sokulup yetkili kılınmasıyla politik ve hukuki alandaki önlemlerle tamamlanıp pekiştirilmektedir.
Ülkenin bağımsızlığı, bugün, her zamankinden daha çok ayaklar altında çiğnenmektedir ve ulusal bağımsızlık her zamankinden çok, kazanılmak durumundadır. Bunun tartışılır bir yanı yoktur ve anti-emperyalizm ve bağımsızlık bayraklarının her zamankinden çok yükseltilmesi zorunludur.
Üstelik uluslararası tekellerin küresel saldırganlığının ihtiyacı, bir yönü ya da zorunlu sonucu olarak her alanda yaygınlaştırılıp güçlendirilen tekelci gericiliğin, hem de “demokratik” söylemler ortasında neredeyse tümüyle yok ettiği ve gelişmesine her türlü yöntemi kullanarak izin vermediği siyasal, sendikal ve ulusal örgütlenme özgürlüğü, engelsiz grev hakkı, düşünce, basın ve toplantı özgürlüğü, anadilde eğitim ve kültürünü yayma özgürlüğü, hukuk karşısında eşitlik, emekçilerin sağlık, eğitim ve emeklilik hakkı, iş güvencesi ve işsizlik sigortasından yararlanma hakkı, toplusözleşme hakkı gibi hak ve özgürlükleri kapsayan siyasal demokrasi, yine her zamankinden çok ayaklar altında çiğnenmektedir ve kazanılmak durumundadır. Örgütsüz, haksız, hukuksuz bir toplum, yalnızca kendi dayatmalarının geçerli olacağı ve bu dayatmalara karşı koyma ve muhalefet geliştirme ihtiyacındaki ezilenlerin hiçbir hakkının tanınmadığı, hiçbir demokratik hak ve özgürlükten yararlanamayacakları bir siyasal düzen, bir “dikensiz gül bahçesi”; azami tekel kârını gerçekleştirme yönelimiyle ezilenlerin tüm ekonomik ve sosyal haklarını gasp etme peşindeki tekellerin çıkarları gereğidir. Türkiye toplumunun yaşamadığı, şimdi fiilen kazanılmış kırıntılarının da yok edilmeye uğraşıldığı siyasal demokrasinin elde edilmesi için mücadelenin yükseltilmesi zorunludur. Bunun da tartışılır bir yanı yoktur ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin her zamankinden daha acil bir ihtiyaç olduğu ortadadır.
Üzerinde duracağız, ama değinmek gerekirse; tekellerin, büyük para babalarının egemenliği ne ulusal bağımsızlık ve ne de siyasal demokrasi koşullarında gerçekleşemez değildir. Ancak emekçilerin bu koşullarda tekellere ve saldırılarına karşı mücadelelerini daha elverişli koşullarda yürütecek oluşlarından söz edilebilir ki bu da görecelidir; sınıf güç ilişkilerinin belirli koşullarında, tekeller, genellikle göstermelik türden olan bir bağımsızlık ve demokrasiyi egemenliklerinin sürmesi bakımından tercih edebilir. Hemen eklenmelidir ki; bu “tercih”, ancak bağımsızlık ya da demokrasinin tekellere dayatıldığı koşulların ürünü olabilir, yoksa onlar bağımsızlık ve demokrasi dinamiği ya da yanlısı olduklarından değil; bağımlı kılma ve gericilik, tekellerin genel eğilimidir.
ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELEYLE BİRLEŞMEYEN DEMOKRASİ MÜCADELESİ YEDEKLENMEYE MAHKÛMDUR
Uluslararası burjuvazi, tekeller, çağımızda gericiliğin başlıca kaynağı ve kalesi durumundadır. Diğer gericilik biçimleri, şöyle ya da böyle ama mutlaka tekelci gericiliğe bağlanmakta, onun tarafından beslenmekte ve onunla birleşmektedir. Bağımsızlık mücadelesi, uluslararası tekelleri, emperyalizmi hedef almadan gelişemez.
Siyasal demokrasinin kazanılması açısından durum çok farklı değildir. Demokrasi, kuşkusuz tek tek ülkelerin toplumsal siyasal yaşamının örgütlenmesi, bu örgütlenmenin şu ya da bu biçim altında gerçekleşmesi sorunudur ve bu nedenle ülkelerin iç sorunu görünümündedir; ülke içindeki dinamiklerin çatışmasının bir ürünü olarak demokrasiden söz edilecek ya da edilmeyecektir. Ancak, artık gericiliğin başlıca kaynağı ve temel dayanağı olan uluslararası tekellere ve emperyalizme karşı mücadeleye bağlanmayan bir demokrasi mücadelesinin başarı şansı yoktur ve emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmeyen bir “demokrasi” mücadelesi, bu adla anılmaya layık da değildir. Bu, hem ülke içindeki bütün gericilik biçimleri gibi demokrasi düşmanlığı da tekelci gericiliğe bağlanmış, onun tarafından beslenmekte olduğu için böyledir, hem demokrasi en başta uluslararası tekeller tarafından engellendiği için ve hem de demokrasi düşmanı saldırganlık ve sınıf egemenliğinin asıl temsilcisi ve sahibi, emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendisi de, iktisadi bakımdan, uluslararası tekelci sermayenin bir parçası durumundaki yerli ya da “ulusal” tekelci sermayenin sahipliğini yapan bir sınıf olduğu için böyledir. Dolayısıyla başlıca tekelleri ve egemenliklerini hedeflemek zorunda olan demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı da bir mücadele olmak durumundadır. Aksi halde, örnekleri Endonezya, Filipinler ve çeşitli Latin ülkelerinde görülen türden emperyalizmin yedeğine düşerek yozlaşan ve uluslararası tekellerin egemenliğine dayanaklık eden darbelerle birleşen, bir dizi askeri yönetim biçimlerini besleyen ve onlar içinde eriyen, “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak tanımlanan ama asla demokratik olmayan rejimlerin hayat bulmasına ya da kendilerini yenilemelerine götüren bir “mücadele” olmaktan ileri gidemez.
Küreselleşme saldırganlığı, tekellerin günümüzdeki saldırganlığına takılan addır. Günümüz emperyalizminin görünümüdür. Dünya çapında uygulanmakta olan küreselleşme politikaları, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, görünüşteki ayrımlar da aşılarak tek bir kapitalist dünya pazarının yeniden oluştuğu, dünya işçi sınıfı ve ezilenlerini bir “kötü örnek”i izlemekten caydırmak üzere “ağızlara çalınan bir parmak bal”dan başka bir şey olmayan “sosyal devlet” yatıştırmacılığının yüksek maliyetine katlanmanın tekeller açısından bir ihtiyaç olmaktan çıktığı günümüz koşullarında, uluslararası tekellerin emperyalist çıkar, yönelim ve tutumlarını yansıtmaktadır. Dolayısıyla ulusal bağımsızlık ve siyasal demokrasi, en başta uluslararası tekellerin, emperyalizmin saldırısı altındadır. Ulusal bağımsızlık mücadelesi, ancak bir anti-emperyalist mücadele olabilir ya da emperyalizm, bağımsızlık mücadelesinin başlıca hedefi durumundadır. Çünkü bağımsızlık mücadelesi, ülkenin emperyalizmden bağımsızlaştırılması, uluslararası tekellerin sultasından kurtulması mücadelesidir.
Nitekim bugün ülkemizde ekonomi (ve maliye) alanının olduğu kadar tekelci toplumsal siyasal örgütlenme (başlıca devlet) alanının da yeniden yapılandırılmasının dayatıldığı koşullarda, emperyalist “Yeni Dünya Düzeni”ne ayak uydurulmasına, “küreselleşme”nin gereklerinin yerine getirilmesine yönelik bir “demokratikleşme” tartışması yürütülmektedir. Başta “denize düşen yılana sarılır” mantığıyla izah edilmeye çalışılan Kürt milliyetçilerinin yaklaşımları olmak üzere, Kopenhag Kriterleri’nin önemi vurgusu yapan ve AB üyeliği karşısında bir türlü “hayır” tutumu alamayan ÖDP’nin ve genişçe bir “solcu”, demokrat aydın çevrenin yaklaşımları; emperyalizme karşı mücadeleden koparılmış bir “demokratizm” ekseninde şekillenmiştir. Tartışmanın asıl sürdürücüsü rolünü üstlenen ise, yıllardır anayasa ve yasa değişiklikleri öneren ve “küresel demokratizmi” projelendiren raporlar yayınlayan TÜSİAD’tır.
İleri sürdüğü değişiklikler ya da “demokratik talepler”in önemli bir kısmı, yetersiz olmakla birlikte karşı çıkılacak talepler de değildir. Örneğin Kürt dilinin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması isteği böyledir. Aynı şekilde, askerlerin iktidar yetkilerinin kısılmasına, Genelkurmayın Başbakanlık yerine Savunma Bakanlığı’na bağlanmasına karşı çıkılamaz. Bu ve benzeri önerilerin sınırları ya da yeterlilikleri kuşkusuz tartışılmak durumundadır; ancak neyi amaçladıkları, nasıl bir siyasal örgütsel egemenlik çerçevesi içine oturtuldukları doğal ki, tayin edici önemdedir. Demokrasi savunuculuğu ile göstermelik, halkın belirli kesimlerini yedeklemeye yönelik sahte “demokratizmin” ayrım noktası da burasıdır. TÜSİAD “demokratizmi”nin “küreselci” bir sömürge toplumsal siyasal yapılanmasının oluşturmasını öngören asıl içeriği, bu noktada ortaya çıkmaktadır, istenen, uluslararası tekellerin “çiftliği”nin siyasal yönetiminin biçim ve normlarının yaratılmasıdır.
Bundan doğalı da olamaz. Emperyalizme bağlanmış bir “demokratizm”in, onunla birleşmiş işbirlikçi tekelci burjuva kulübü olan TÜSİAD aracılığıyla sunulan çerçevesinin başka türlü olması beklenemez.
İşin gerçeği, bir iktidar sorunu olan demokrasi sorunu, kuşkusuz en başta tekellerin egemenliğine karşı mücadele demektir. Tekel kârı uğruna her türlü hak ve hukuku ayaklar altına alan ve -bugünkü “küresel” saldırganlık koşullarında gericilik eğilimi daha da artmak üzere- çıkarlarına, talan ve iktidarlarına yönelik her türden toplumsal muhalefeti, gelişmesini önlemek üzere, yararlanacağı siyasal özgürlükler “silahından mahrum bırakmayı, bastırıp ezmeyi çare sayan tekelci burjuvazi ve siyasal gericiliğine, bu gericiliğin toplumsal örgütü olan baskı aygıtına karşı mücadele, demokrasi mücadelesinin özünü oluşturur.
Burada demokrasi mücadelesinin bağımsızlık mücadelesiyle kopmaz bağına geliriz ki; bu, işbirlikçi tekeller, uluslararası tekellerin bir parçası ve yerli tekelci burjuvazi emperyalizmle birleşmiş, çıkarları emperyalist çıkarlardan ayrılamaz hale gelmiş olduğu için ve uluslararası merkezlerde geliştirilip uygulamaya aktarılan politikalar, bu doğrultudaki ekonomik ve siyasal yeniden yapılandırmalar, işbirlikçi tekellerin de yolunu çizen, benimseyip uygulamaya yöneldikleri amentüler olduğu için kopmaz bir bağdır. Daha basitçe, ülkeyi emperyalizme onlar bağımlı kıldığı, burjuvazi ve tekellerin egemenliğinin bundan başka bir sonuca yol açması olanaksız olduğu ve yol açtığı için, işbirlikçi tekelleri hedefleyen demokrasi mücadelesi, emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmek zorundadır. Aksi durumda “küresel” haydutluğun basit bir aleti ve aklayıcısı olmaktan ileri gidilemez.
DEMOKRASİ MÜCADELESİYLE BİRLEŞMEYEN ULUSAL MÜCADELE YEDEKLENMEYE MAHKÛMDUR
Demokrasi mücadelesinin anti-emperyalist mücadeleye bağlanması nasıl zorunluysa, anti-emperyalist mücadelenin de demokrasi mücadelesi ile birleşmesi o denli zorunludur. Uluslararası tekelleri ve emperyalizmi hedefleme iddiasındaki bir mücadele ve anti-emperyalist bir ulusal hareketin; uluslararası tekelci sermayenin bir parçası durumundaki işbirlikçi tekelci sermayeyi, uluslararası tekeller ve emperyalizme bağımlılığın ve sömürgeleşmenin dayanağı olan işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun sınıf egemenliğini, başlıca bu egemenliğin (kuşkusuz genel olarak burjuvazinin egemenliğinin) siyasal örgütü ve aleti olan bürokratik-militarist aygıtı hedef almaması düşünülemez.
Tersi durumda, uluslararası tekelci sermayenin bir parçasından başka şey olmayan işbirlikçi tekelci sermaye ve egemenliği “ulusallık” ve sözde “ulusal devlet” adına desteklenmiş olacaktır. Bu durumda, uluslararası tekeller ve emperyalizmin azgın sömürü, yağma ve ulusal köleleştiriciliğinin, sömürgeciliğin temel dayanağı olan “ulusal” tekelci burjuvazinin ve siyasal egemenlik aygıtının “ulusal” aldatıcılığına alet olunmuş, propaganda edildiği gibi “aynı gemideyiz” masalında rol üstlenilmiş olunacaktır. Ulusun ve ulusal mücadelenin çıkarları ileri sürülerek, cüzdanları, borsada bugün şu yarın bu kâğıtlara olan yatırımları ve banka hesaplarından başka hiçbir “değer” tanımayan, ulusal değerleri, bildiği tek değer cinsi, “değişim değeri” olarak görmekle yetinmeyip tümünü dolar ve markla değiş tokuş eden, ulusun içinden zuhur etmiş ama emperyalizmle birleşmiş olan, ulusla ilişkisi, ona ihanet etmiş olmaktan ibaret işbirlikçi tekelci burjuvazi ve doruğuna kurulup dizginlerini -en çok emperyalistler adına- elinde tuttuğu siyasal egemenlik aygıtı bürokratik militarist makine kutsanmış olacaktır. O tekelci burjuvazi ki, halkın başlıca iç düşmanı ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin taşıyıcısıdır; o egemenlik aygıtı ki, emekçiler üzerindeki diktatörlüğün, baskı ve zulmün aletinden başka bir şey değildir ve en başta emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda işlemekte ve onların tarafından yönetilip yönlendirilmektedir…
Böyle bir yaklaşımla, ulusun ve ulusal çıkarların sahiplenilmesi ve bağımsızlık mücadelesinden, anti-emperyalizmden söz edilmesi boş bir iddia olmaktan öteye gitmez. Demokrasi mücadelesi ile birleştirilmeden, dolayısıyla emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi tekeller ve iktidar aygıtları -“ulusallığı” ileri sürülerek- hedef alınmadan, emperyalizme karşı bir mücadele tasarlanamaz ve az çok tutarlı bir ulusal bağımsızlık hareketi geliştirilemez. İç gericiliğin yedeğine düşülmekle kalınmaz ama emperyalizmin de yedeğine düşmekten kaçınılamaz. Bu tür “bağımsızlıkçılık”la belirli bir emperyalist mihraka karşı ancak bir başka emperyalist mihrakın dümen suyunda derlenebilir. Böyle bir “anti-emperyalist” mücadele, emperyalist bağımlılık ilişkilerine dokunamadan kalır, ancak emperyalist efendi değişimini amaçlayabilir. “En iyi” durumda, emperyalistler arası çelişmelerin kaygan zemininde manevralar yapma olanağı yakalanabilir ki, bu, “bir yerine birden fazla ayıyla yatağa girmek” anlamına gelir, tehlikeli sonuçları açısından hiç de tek bir emperyaliste uşaklığa tercih edilir değildir, üstelik gerçekleşme olanağı da son derece sınırlıdır.
Hayali senaryolar üretip generalleri bugün Türkiye’nin en çok bağımlı olduğu Batı’lı emperyalistlere karşı tavır almaya ve Çin ve Rus emperyalistleriyle birleşerek “Şanghay Beşlisinin yanında bir “Doğu Bloğu” oluşturmaya cesaretlendirme çabası içinde olan, böyle bir yönelimin adını da “ulusallık” ve “anti-emperyalist mücadele” takan Aydınlıkçı burjuvalar, aslında bu türden bir “en iyi durum”un hayalini kuruyorlar. Dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisi arasında yer alan ekonomik büyüklüğü, güçlü ordusu, nispeten gelişkin insan kaynakları ve önemli jeostratejik pozisyonuyla büyükçe bir “bölgesel güç” olan Türkiye’nin -kuşkusuz egemenlerinin- “bileğinin hakkı” olan parsadan payını ve bölgesel söz sahipliğini talep etmek anlamına gelen bu “en iyi durum”un peşine düşmek, ne talep edilenleri ulusal çıkar ne de talepte bulunanları ulusal yapar. Örneğin tarihsel bir haksızlık olarak tespit edilebilecek olan ama elin kaptırıldığı koşullarda kol da istenerek iyice köşeye sıkıştırılmalarının aracı kılınmaya çalışılan Ermeni soykırımı konusunda Türkiye egemenlerinin “haklılığını” savunmak ne kadar “ulusal değer” sorunuysa Kıbrıs’ta bugünkü durumun devamını savunmak da o kadar “ulusalcılık”tır. “Müttefikimiz” İsrail mezalimi karşısında Filistin halkının taleplerini görmezden gelerek Ortadoğu’da pozisyonunu güçlendirmeye çalışmak ne kadar “ulusal” ise, sözde Irak’ın toprak bütünlüğü adına Kuzey Irak’ta 20, 30, 100 kilometre derinliklerinde hatlar tutmak ya da Bulgaristan, Arnavutluk ve Makedonya’daki Türk asıllı halkların “hakları uğruna” yalnızca siyasal da değil, askeri girişimler peşinde olmak ve kuşkusuz Kafkaslardan Uzakdoğu’ya Türkî Cumhuriyetler üzerine hesaplar yapmak o kadar “ulusal”dır. Ama herhalde “en ulusal” olanı, Bakû-Ceyhan hattının alternatifi olarak bin bir yolsuzluğa konu olmuş, üstelik maliyeti de yüksek Türk-Rus ortak yapımı “Mavi Akım” filmi karşısında kendinden geçmek olmalıdır!
Kuşkusuz Rus ve Çin emperyalizminin derlenip toplanarak Amerikan emperyalizmi karşısında güç oluşturmaları kötü değil, hatta Türkiye devriminin yararınadır. Amerikan emperyalistlerinin tek dikte edici konumunu dengeleyecek odakların ortaya çıkması, Irak ya da Yugoslavya’ya tek yanlı savaş ilan edilmesi ve bu ülkelerin vahşice bombalanması gibi oldubittileri zorlaştırması ve manevra olanakları yaratması bakımından iyidir. Ama bundan, “ulusallık” adına, palazlanmakta olan bu iki emperyalist gücün yanında yer almak ve gönüllü olarak emperyalistler arası çelişmelerin sarmalına takılmak sonucu üretilemeyeceği gibi, henüz ne Çin ne de Rusya böyle bir pozisyon sahibidirler.
Ulusallık ve anti-emperyalizm iddiası bir yana, Türkiye’nin devlet geleneğinde, daha öncesinden başlamakla birlikte, Sultan Abdülhamit’Ie doruğuna çıkan ve 2. Dünya Savaşı döneminde de yinelenen emperyalistler arası çelişkiler üzerinden oynayarak “ulusal çıkarları” gözetme ve emperyalistleri birbirine karşı kışkırtarak “postu” kurtarmaya yeltenme önemli bir yer tutmuştur. Şimdi yine “bölge gücü” olma “büyüklük” kompleksi içinde egemenlerin benzer bir yönelimi ihtimal dışı değildir ve tarihsel deney birikiminden yararlanılarak bu açıdan daha titiz ve dikkatli bir tutum geliştirilmesi sürpriz olmaz.
Ancak birincisi, bunun ulusallıkla hiçbir ilintisi olamaz. İkincisi, Abdülhamit “taktikleri” Osmanlı’yı yıkımdan kurtarmamış ve ülke yedi düvelin işgaline uğramış; 2. Dünya Savaşı sırasındaki görece aktif “tarafsızlık” siyaseti ise, Amerikan vesayetinin kabulüne götürmüştür. Daha da önemlisi, Abdülhamit bu siyaseti bir “tavizler siyaseti” olarak, imparatorluğun belirli yörelerini sık sık şu ya da bu emperyaliste peşkeş çekip onları birbirlerine karşı kışkırtarak uygulayabilmiş ve ardından gelen daha “ulusalcı” Enver ve Talat Paşalar iktidarı, benzer “ulusal” kaygılarla, -bugünkü Batı karşısında köşeye sıkışılmışlığa benzer biçimde- talep ve dayatmaları karşısında bunaldıkları İngiliz, Fransız, Rus emperyalistleri bloğu karşısında yükselen Alman emperyalizminin başını çektiği bloğa yakınlaşıp katılarak ülkeyi tam bir felakete sürüklemişlerdi. Ve üçüncüsü, bugünkü uluslararası koşullar ve emperyalistler arası ilişki ve çelişkiler açısından durum, önceki her iki dönemden de farklıdır; henüz Amerikan emperyalizmini dengeleyecek bir emperyalist mihrak ortaya çıkmamıştır, dolayısıyla bu taktik bugün eskisi kadar “başarı”yla bile uygulanamaz ve “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” riski daha da büyüktür. Tüm koşulları uygun olsa bile egemenlerin “yedi kocalı Hürmüz” misali tam bir yosma durumuna düşerken ülkeyi sürükleyecekleri badirelerin ulusal çıkarlarla hiçbir ilgisi olmayacağı gibi, tehlikesi de vahim düzeyde olacaktır.
Dolayısıyla, bu yaklaşım gericidir, emperyalizm karşıtlığıyla ilgisiz olduğu kadar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin bölgesel güç olma hesaplarına ayak uydurup sözde ulusal kaygılarla onun peşine takılmaktan başka anlama gelmez. Ne “ordunun Atatürkçü, ulusalcı geleneği” ile ne de şeriatçıları vb. hedef gösteren “gericilik karşıtlığıyla açıklanamaz. Bu tür bir yaklaşımın iktisadi ve sosyal temeli, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve çıkarlarıdır. Onun siyasal egemenlik aygıtlarına ilişkin soyut analiz ve saptamalar kuşkusuz ki hayallerle uğraşmaktır. Siyasetle ekonomi, sınıfla temsilcileri arasında bir özerklik ilişkisi olmakla birlikte, önünde sonunda tayin edici olan ekonomi ve sınıf çıkarlarıdır; bürokratik militarist kast, teorideki koşulları belli olan -III. Napoleon ve Bismark gibi- istisnai durumlar bir yana, bu çıkarları “koruyup kollama” durumundadır. O halde, şu ya da bu siyasal örgüt ya da kişiden değil ama işbirlikçi tekelci burjuvazi ve çıkarlarından hareket eden tahliller yapma zorunluluğu vardır. Anlamı ise şudur: “gelenek ve göreneklerden” değil, örneğin Koç ve Sabancı’nın, “bizim” “ulusal” tekelci burjuvazimizin ve çıkarlarının desteklenip desteklenmediğinden söz açmak gerekir. Ya onların “anti-emperyalizminin”(!) peşine takılınacak ya da anti-emperyalist mücadele onlara karşı mücadeleyle de birleşecek. Sorun bu kadar basittir. Yoksa egemenliklerinin aygıtlarını onlardan kopararak ve hatta onlara karşı varsayarak ancak hayal kurulabilir. Bu hayalin bile kurulabilmesi için en azından bir iki veriye ihtiyaç olmalıdır ki, o da yoktur. Ülkenin emperyalist bağımlılık altına girmesinde bugüne kadar alınan yolda, ülkenin on-yıllar boyu sürüklenip saplandığı bataklıkta Koç ve Sabancı örneği işbirlikçi tekeller kadar onların, egemenliklerinin siyasal aygıtlarının, bu aygıtların başına çöreklenmiş temsilcilerinin de payı görmezden gelinemez ve bugüne kadar hiçbiri emperyalist dayatmalara karşı bir tavır içine girmemiş ama bağımlılık ilişkilerinin geliştirici dayanakları arasında yer tutmuşlardır.
Öyleyse hayale yer yoktur: antiemperyalist mücadele, sadece şu ya da bu emperyalist mihraka karşı değil ama genel olarak emperyalizme, tüm emperyalist bağımlılık ilişkilerine karşı olduğu kadar emperyalizmin dayanaklarına, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve egemenlik aygıtına da karşı yükseltilebilir ve öyle olmalıdır.
GENİŞ BİR KESİM EMPERYALİZMDEN ZARAR GÖRÜYOR
Buraya kadar anti-emperyalist mücadelenin devrimci ele alınışı üzerinde durulmaya çalışıldı. Ancak söylenenler, asgari devrimci tutum açısından gerekli olmakla birlikte, işçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelerin geliştirmek zorunda oldukları anti-emperyalist mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak bakımından yeterli değildir.
Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci gericiliğin dümen suyunda ulusal köleliğe, özelleştirme vb. saldırganlığına, öldürülmekte olan tarım ve hayvancılık dolayısıyla kitleler halinde topraklardan sürülmeye, hak ve özgürlük yoksunluğuna mahkûm olmaktan kaçınmak için, anti-emperyalist ve demokratik yönleri olan birleşik bir mücadelenin geliştirilmesi ihtiyacı açıktır.
Ancak emperyalizmle birleşmiş bir avuç tekelci para babası dışında “küresel” emperyalist saldırganlıktan herkes zarar görmekte, bu saldırganlığın politika ve uygulamalarını bir arada ifadelendiren IMF/DB Programı bütün bu kesimleri öfkeyle doldurmakta, aşılacağı belirtisi görünmeyen kapitalist kriz ise bu öfkeyi büyütmektedir. (Kimse bu öfkenin şimdilik yatışmış görüntüsüne aldanmamalıdır. Örgüt yetersizliği, dağınıklık, birleşik bir hareket oluşturulmasında henüz aşılamayan bünyesel zaaflar, toplumsal öfke birikiminin akacağı ve toplumsal muhalefetin etrafında toplanacağı güvenilir bir devrimci çekim merkezi yaratılmasındaki yetersizlik, bu görüntünün asıl nedenleri arasındadır. Yine de kentler ve köylerdeki işsizlik, aşırı yoksullaşma, iflaslar vb. çeşitli ani patlamalarının fitilini ateşleyebilecek öğeler olarak, üstelik yıkıcılık birikimleri artmak üzere işlevseldirler.) Dolayısıyla bir avuç tekelci para babası dışında kalan kesimlerin, kuşkusuz her birinin kendi çıkarları doğrultusunda ve maruz kaldıkları etkiler altında şu ya da bu ölçü ve tutarlılıkta, sınırlan ve içerikleri bu farklı çıkar, ilişkiler ve etkilerle belirlenecek antiemperyalist demokratik yaklaşımlar ve muhalif hareketlere dayanaklık etmeleri şaşırtıcı değildir.
“Küresel” saldırganlık, işçi ve emekçileri açlığa mahkûm etmek üzeredir. Kamu işletmelerinde geçinilebilecek olana yakın ücretlerle çalışmaya devam edebilen işçiler, sert bir saldırı ile karşı karşıyalar. Bir buçuk yıllık sıfır sözleşme dayatmasının Bayram Meral aracılığıyla kabul ettirilmesinin ardından esnek çalışma ve kıdem tazminatına varıncaya kadar tüm hakların gaspı dayatmasıyla ve üstelik kitlesel emekliye şevketine ve işten çıkarma baskısıyla kuşatılmak isteniyorlar. Büyük çoğunluk ise, sigorta ve sendika başta olmak üzere tüm haklarından yoksun halde asgari ücretin bile altında çalışmak zorunda bırakılmıştır, işsizler, 20 milyonu aşkın dev bir ordu oluşturmaktadır. Özellikle büyük kentlerin kenar semtlerinde her an her şeyi yapabilecek işsiz kitleleri yığınağı sürekli artmaktadır. Toplumsal çöküntü ve çürümenin belirtisi olarak dilencilik ve fuhuş olmadık ölçüde yaygınlaşmıştır. Tarım işçileri, yarı-proleterler ve topraksız köylülük, son derece düşük ücretle kent ve özellikle fabrika işçilerinden daha zor koşullarda çalışıp yaşama durumuna sıkıştırılmışlardır, işsizlik ve sefaletin pençesindedirler.
Küçük üretici köylülük, küçük ve orta köylü, tahıl fiyatları, şeker ve tütün yasalarıyla, istediği ürünü ekemez kılınmış, üretim maliyetlerini karşılayamamaya, dolayısıyla ekim yapamaz duruma, giderek mülksüzleşmeye ve sefalete itilmiştir. En çok birkaç yıl içinde büyük kentlerin kenar semtlerinin nüfusunu kabartmaya teşvik edilmektedir.
Dayatılan sefalet ücretleriyle kamu emekçilerine yıkılan yük büyümektedir. Kamu bankalarının tasfiyesi ve özelleştirilmesi sürecinde yaşanan işten atmalar, emeklilik hakkının gaspı gibi sonuçlar, kamu emekçilerinin büyük çoğunluğunun kaderi olarak tasarlanmaktadır. 657 sayılı yasa ve iş güvencesi, topun ağzına konmuştur. Üstelik bu kesim, sahte sendika dayatmasıyla “ağzı var dili yok” hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Geçtiğimiz aylarda patlayan esnaf, yeni patlamalara gebedir. Özellikle küçük esnaf, cebinden yemeye, iflasa ve mülksüzleşmeye mahkûm edilmiştir.
Artan döviz kurları ve faizlerle, iç ve dış borçların baskısıyla kamçılanan enflasyon ve hayat pahalılığının acısını, başlıca bu sayılan toplumsal sınıf ve tabakalar çekmektedir. Sermaye hemen tüm işlemlerinde vergi indirimlerinden yararlanır ve desteklenirken, oranları ve türleri artırılan ve başlıca temel tüketim maddelerine yüklenen vergiler ve zamlar, yine bu kesimlerin yoksullaşmasını derinleştirmektedir. En çok örgütsüz ve dağınık durumda olan, örgütlenmeleri engellenen, siyasal özgürlüklerden yoksun olan, dolayısıyla sesini yükseltip hakkını arayamaz kılınmaya çalışılan, yine emekçi kitlelerin değişik tabakalarını oluşturan bu kesimlerdir.
Ancak küresel saldırganlıktan zarar gören ve hoşnutsuzluk içinde olanlar emekçi kitlelerin değişik kesimlerinden ibaret değildir.
Tekel-dışı burjuvazi olarak tanımlanabilecek, bir ucuyla esnaflara ulaşıp kapsayan diğer ucu tekellere kadar varan, bu ikisinin arasında kalan sınai, ticari ve hizmet alanında yatırımları olan burjuvazi, alt kesimlerini küçük burjuvazinin oluşturduğu orta sınıf, moda deyimle KOBİ, atölye, dükkan vb. sahipleri de, bu saldırganlık koşullarında kendilerini hiç de emniyette hissetmiyorlar. Sağda-solda sözcüleri ortaya çıkma, giderek kendilerini tekellerden ayırma ve eskiden olduğundan farklı olarak onların sözcüleri tarafından temsil edilmeyi kabul etmemeye yönelme sürecinde kendi kendilerini ifade etmeye başlamışlardır.
Bu anormal bir gelişme değildir. Yerli ve uluslararası tekellerin ve özellikle sanayi ve banka sermayesinin iç içe girmesiyle karakterize olan mali sermayenin kalbi olan bankaların kendi azami kârlarını gerçekleştirmekten başka çıkar tanımayan yıkıcı saldırganlığı, kuşkusuz tekel-dışı burjuva kesimleri de olumsuz etkilemektedir. Ekonominin yabancı paraların egemenliği altına girmesi, yükselen döviz kurları, yüksek kredi faizleri ve kredi koşullarının ağırlaşması, bu kesimi sesini yükseltmeye itmektedir. Kriz durumlarını ağırlaştırmış, tekellerin krizden yararlanarak zorda olan işletmeleri yutma, iflasa sürükleme ve palazlanma fırsatçılığı dayanılmaz durumlara sürüklenmelerine neden olmuştur.
Hatta tekeller içinde bile IMF Programı’na, bu program doğrultusundaki uygulamalara itirazlar ve eleştiriler ortaya çıkmaktadır. Bir ucundan tekel-dışı burjuvaziyi de kapsasa bile, “reel sektör-finans sektörü” kapışması, tekeller arasındaki çatışmaların bir görünümüdür. Tekeller arasında da en irilerin daha “mütevazı” olanları yutması, birleşmeler (füzyon), banka ve holdinglerin batması, sıradanlaşmıştır. Bir başka gelişme, uluslararası tekellerin yerli işbirlikçilerine kendi çıkarlarını (en irilerin daha “mütevazı” boyutta olanlara dayattıkları türden) daha çok dayatmalarıdır. Ford Türkiye’deki yatırımlarında Koç’a, Japonlar da Toyota-Sa’da Sabancı’ya çoğunluk hissesi sahipliklerini dayatmışlar ve bunu sağlamışlardır. Dolayısıyla eskiden başka türlü garanti altına aldıkları söz ve karar sahipliklerini şimdi uluslararası tekeller doğrudan ellerine almışlardır. “Bizim” en büyüklere şimdi hem daha küçük paylar kalmıştır hem de alışık oldukları parya muamelesi resmileşmiştir. Gerçi onlar bunu sorun etmemekte, krizden kendi çıkarlarına yararlanmaya bakmakta ve payları azalsa ve söz hakları kalmasa bile “sürümden kazanarak” elde edecekleri kâr kütlesini artırmayı gözeterek işbirlikçi pozisyonlarına daha sıkı sarılmaktadırlar.
Ancak tekel-dışı burjuvazi de içinde olmak üzere, uluslararası sermaye saldırganlığından zarar görmekte olan kesimlerin bu saldırıya karşı kuşkusuz birbirinden değişik tutumlar geliştirmeleri, nesnel çıkar farklılıklarının ifadesi ve zorunlu sonucu sayılmalıdır.
Bu noktada ortaya belli başlı iki sorun çıkmaktadır. Bunlar, birincisi, çıkarları uluslararası sermaye ve emperyalizmle çelişme halindeki sınıf ve tabakaların geniş bir antiemperyalist birliğinin yaratılması ve kapsayıcı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi yükseltilmesi ve ikincisi, böyle bir mücadelenin başarısının da garanti altına alınmasıdır ki, bu da her şeyden önce, işçi sınıfı ve emekçilerin bu birlik ve mücadele içinde erimemesi ve burjuvazinin yedeğinde sürüklenmemesine bağlıdır.
FARKLI SINIF ÇIKARLARI ULUSAL YAKLAŞIM FARKLILIKLARININ KAYNAĞIDIR
Öyleyse, sınıfın ve emekçi kitlelerin anti-emperyalist talepler etrafında birleşip ulusal bağımsızlık mücadelesine katılmalarına yardım etmek, bu birliğin antiemperyalist potansiyel taşıyan herkesi kapsamasını sağlamak ve bu mücadelenin başarıya ulaşmasını garanti altına almak bakımından bilinçli işçiye, ileri işçilerin birlik ve mücadele merkezi olan sınıfın devrimci partisine düşen görev nedir?
Örneğin esnaf, emekçi kesimlerdendir, ürününe kendi emeğini de katar; ama aynı zamanda küçük mülk sahibidir, üretim araç ve aletlerine sahiptir. Ya da dükkân sahibidir, kendi emeğiyle de çalışsa, küçük ticari sermayesi ile alım satım yapar. Her iki halde de genellikle yanlarında işçi çalıştırırlar. Borçlu oluşu ya da bazı mülklerinin ipotekli olması, üretim sürecindeki bu yerini değiştirmez; ancak durumunu ağırlaştırır.
Orta köylü de benzer durumdadır. Pazar için üretir. Kendi emeğini de katarak üretim yapar. Belirli bir toprağı vardır, bir miktar da üretim araç ve aleti. En azından zaman zaman işçi kiralar. Üretim sürecindeki yerini bu durumu belirler; kendisini dara sokan icralık oluşu ya da mülkleri üzerindeki ipotekler, ancak onun mülksüzleşme sürecinde bulunduğuna işaret eder.
Tekel-dışı burjuvazi, başlıca kent ve köylerin orta (ve aslında küçük burjuvaziyi de kapsayan) burjuvazisi, esnaf ve orta köylülükten farklı olarak, ürüne kendi emeğini katmaz; üretim sürecinde, yalnızca mülkiyetine sahip olduğu üretim araçlarının sağladığı güçle var olur, buna dayanarak işgücünü kiraladığı işçinin yarattığı artı-değere el koyan sermayedardır. Küçük ve orta işletmelerde işgücü sömürüsü özellikle ağırdır; hatta sendikalı, sigortalı çalışmanın olduğu büyük işletmelerle karşılaştırıldığında, hemen hiçbir hakkı olmayan ve çok daha düşük ücretlerle çalışmaya zorlanmış işçilerin izbe atölyelerdeki uzun, tehlikelerle dolu çalışma ve yaşam koşulları dayanılmaz ölçüde kötüdür.
Dolayısıyla aşağıdan yukarıya, ürüne emeğini de katan küçük mülk sahiplerinden üretim sürecine sadece sermaye sahibi olarak katılan mülk sahiplerine kadar küçük ve orta burjuvazi, uluslararası sermayenin talan, dayatma ve baskılarından zarar görmekle birlikte, yine bu saldırıdan zarar görmekte olan işçi sınıfı ve yalnızca emeğiyle geçinen diğer emekçi kesimlerden farklılaşırlar.
Bu farklılaşmanın buraya kadar söylenenlerden çıkarılması gereken tek bir nedeni vardır. Orta burjuvazi kastedilerek konuşulacak olursa, tekel-dışı burjuvazi, kapitalist bir sınıftır; alt kesimlerini oluşturan küçük burjuvazi ve esnaflar ise, emekçi bir yanları da olmakla birlikte aynı zamanda sömürücü de olan, artı-değere el koyan ikili karaktere sahiptirler, mülksüzleşme tehlikesiyle karşı karşıya olsalar ve hatta bu sürece itilseler bile, kapitalizm tarafından üretilmiş ya da ona bağlanmışlardır.
Dolayısıyla tüm olay ve olgularla ilgili olduğu kadar uluslararası sermayenin saldırıları karşısında da nesnel sınıf konumlarından kaynaklanan tutumlar içinde olurlar, öyle olmak durumundadırlar. Kapitalistçe tepkiler gösterir, kapitalistçe düşünür, kapitalistçe davranma eğilimleri geliştirirler (tekel-dışı orta burjuvazi) ya da kapitalizme bağlanan, ondan kopmama eğilimi gösteren, küçük mülküne sıkıca sarılan tepkiler gösterir, düşünüş ve davranışlar geliştirirler (alt kesimleri, küçük burjuvazi ve küçük esnaflar vb.).
Fabrika işçisi, işçi sınıfının geniş kesimleri, tarım proletaryası, yoksul köylülük ve hatta bir ölçüde kamu emekçileri (Üzerinde ayrıntılı durmak gerektiği için yazının gelişimi içinde kamu emekçilerinin durumunu ele almadan devam edeceğiz. Ancak belirtilmeli ki, tekelci sermaye egemenliği, bu kesimi kapitalizm karşıtı bir tabaka halinde işçi sınıfına doğru itmektedir.) ise, kapitalizmin “aşağı” sınıf ve tabakalarını oluştururlar. Başta işçi sınıfı olmak üzere üretim araçlarından kopmuşlardır, işgüçleri sömürülür ya da daha genel bir söyleyişle ödenmemiş emeklerine el konur. Dolayısıyla nesnel konumlarından kaynaklı çıkarları kapitalizme bağlı değildir, tersine kapitalizmden kurtulmayı gerektirir.
ULUSAL MÜCADELENİN HEDEFİ KAPİTALİST EMPERYALİZMDİR
Kuşkusuz kimse bu kapitalizme ilişkin değerlendirmeler ve çeşitli sınıfların kapitalist üretim sürecindeki yeri bakımından ileri sürülen görüşler “nereden çıktı” demeyecektir.
Kapitalizme ilişkin değerlendirmeler yapılması ve bizzat kapitalizmin kendisinin konu edinilmesi; yalnızca “ulus”, “ulus devlet” ve “ulusal mücadele” gibi kategorilerin kapitalizme özgü olmaları nedeniyle değil, ama işçi sınıfı ve emekçilerle, emek hareketi ile ilgili, kapitalizm ve kapitalizm karşıtlığı zeminine oturmayan hiçbir çözümlemenin yapılamayacak olması nedeniyle de zorunludur.
Bundan ibaret de değildir. Ulusal bağımsızlık mücadelesi, artık, ulusların oluşum ya da ulusal süreçlerin başlangıç dönemlerinde olduğu gibi feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesi değil ama başlıca bir anti-emperyalist mücadele niteliğine büründüğü için, kapitalizmden söz açmadan anlaşılmaz olmuştur.
Evet, ulusal mücadele antiemperyalist mücadeledir. Ve burada kapitalizm karşıtlığını ve bu içerikte bir mücadele zorunluluğunu göz ardı etmeye yönelik hiçbir el çabukluğu ya da kafa karıştırıcılığına yer yoktur. Çünkü emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele dendiğinde, söz konusu olan, soyut bir emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele değil, köleci Roma ya da askeri feodal Osmanlı veya Rus emperyalizmi ve onlara karşı mücadele değil, ama bugünkü kapitalist emperyalizm ve ona karşı mücadeledir. Ulusal ya da anti-emperyalist mücadele, elbette feodal kalıntılara karşı mücadeleyi de kapsayacaktır; ama ona asıl demokratik içeriğini veren tekelci kapitalizme, tekelci baskıya ve tekellerin siyasal egemenliklerine karşı mücadele olduğu gibi, bu mücadele, tüm dünyayı ele geçirme ve kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırma (“Yeni Dünya Düzeni”) peşindeki uluslararası tekellerin, kuşkusuz kapitalist üretim ve değişim ilişkileri üzerinde yükselmiş egemenliğinden kurtulma mücadelesinden başka bir şey olamaz. Dolayısıyla emperyalizme karşı olmak tekelci kapitalizme, ondan kaynaklanan ulusal baskıya karşı olmak demektir. Yerli ve yabancı tekelleri, tekelci kapitalizmi hedef almayan bir ulusal mücadele, artık anlamsızdır. Hayali şatolara karşı mızrak sallamak gibidir, modern Don-Kişotluktur, hiçbir başarı şansı yoktur.
ULUSALLIK VE ULUSLARARASILAŞMA: KAPİTALİZMİN İKİ TARİHSEL EĞİLİMİ
Bilinir ki, uluslar ve ulusal devletler; insan topluluklarının kabileler, kavimler ya da prensler ve merkezi krallıkların toprağa ve kişiye bağımlı bendeleri olarak bölünmüş veya ancak ümmet/cemaat bağıyla bir ölçüde birleşmiş oldukları kapitalizm öncesi toplumlardan farklı olarak, kapitalizmin şafağında ve ancak siyasal parçalanmışlığı koşullandıran feodalizme karşı mücadele içinde ortaya çıkmıştır. Ulusal mücadele ve kavgaların ortaya çıkış koşulları da aynıdır. Burjuvazinin ve peşinden sürüklediği halkın sömürülen kesimlerinin feodalizme karşı mücadelesi, feodal baskıya karşı demokratik bir içerik taşımakla birlikte her şeyden önce ulusal bir karakter de taşımıştır. Bu mücadelenin başarıları, tarihsel açıdan, “kendi” ulusal pazarını (tek para birimi, ticaret ve seyahat yasaklarının kaldırılması, gümrükler ve haraçlara son verilmesi, dil birliği vb. ile) oluşturmak üzere, feodal zorbalıklara ve dolayısıyla feodal siyasal parçalanmışlıklara son veren burjuvazinin iktidarları ile sonuçlanmış ve bu iktidarlar “ulusal devletler” biçimini almıştır. Dolayısıyla hem “ulus” burjuva bir kategoridir hem de “ulusal devlet” burjuva egemenliğinin siyasal örgütsel biçimidir.
Bu süreç, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini kurma ve perçinleme yönelişinde kendi “özel” çıkarlarını tüm halkın, ezilenlerin bütününün çıkarları, “genel” çıkarlar olarak gösterip benimsetmeyi başardığı ve “ulus” adına kendi siyasal egemenliğini örgütlediği bir süreç olmuştur. “Ulus devlet” de, bu sürece ve burjuvaziye aittir, kapitalizme özgüdür.
Lenin, burjuva milliyetçilerle “ulusal özümleme” (asimilasyon) sorununu tartışırken kapitalizmin bir evrensel yasasından söz eder:
“Kapitalizm, gelişmesi sırasında, ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilim gösterir. Birincisi, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışıdır, her türlü ulusal baskıya karşı savaşım, ulusal devletlerin yaratılmasıdır, ikincisi, uluslar arasında her türlü ilişkilerin gelişmesi ve çoğalmasıdır, ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılmasıdır.
“Bu iki eğilim, kapitalizmin evrensel yasasını oluştur. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim egemendir, ikinci eğilim olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliğidir. Marksistlerin ulusal programı, her şeyden önce ulusların ve dillerin eşitliğini savunurken, bu alanda her türlü ayrıcalığa karşı çıkarken (ve ulusların kaderlerini kendilerin tayin etme hakkını savunurken ki bundan ileride söz edeceğiz); ve sonra da enternasyonalizm ilkesini ve proletaryaya burjuva milliyetçiliğinin en yontulmuşunun bile bulaştırılmasına karşı uzlaşmaz savaşımı savunurken, her iki eğilimi de göz önünde tutmaktadır.” (UKKTH, Sol Yay., 8. baskı, sf. 22-23)
Ulusal sorun, henüz daha feodal zorbalığa karşı mücadele ve demokratikleşme sorunu halindeyken ve böyle ele alınırken söylenen bu sözler öğreticidir: “Ulus”, ulusal baskıya karşı mücadele ve “ulusal devlet” ve yanı sıra uluslararasılaşma eğilimleri; üstelik kapitalizmin evrensel yasası durumundadır, iktisadi açıdan birinci eğilim serbest rekabetçi kapitalizme, gümrük duvarlarıyla vb. korunan ulusal kapitalizme, ikinci eğilim ise tekelci kapitalizme denk düşmektedir, ilk eğilim, “ulus”la ve ulusal burjuvaziyle, “ulusal pazar”la, “ulusal devlet”le karakterize olurken; ikinci eğilim, uluslararasılaşma ile, uluslararası burjuvazi, uluslararası tekeller ve emperyalizmle, ulusal pazarların tek bir kapitalist dünya pazarı oluşturmak üzere birbirine bağlanmasıyla, sadece ticaretin değil ama sermaye akışkanlığının önündeki engellerin kalkışıyla, “ulusal devlet” sınırlarının darlaşması ve engelleyiciliğinin burjuvazinin kendisi tarafından aşılmaya çalışılmasıyla, -NATO, BM gibi iktisadi olmayan örgütler de içinde olmak üzere- OECD, WTO, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, NAFTA vb. türünden uluslararası ekonomik ve siyasal egemenlik örgütlenmeleriyle karakterize olmaktadır.
İŞÇİ SINIFININ UFKU KAPİTALİZMİN HER İKİ EĞİLİMİYLE DE SINIRLANAMAZ
Başlıca burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından halka, işçi sınıfı ve emekçilere biri ya da diğeri dayatılmaya çalışılan bu iki eğilim; başlıca özelliği, sınıftan kopukluğu ve onun çıkar ve ihtiyaçlarına, yaşam ve eylemine ilgisizliği olan “ideolojik sol” tarafından da, burjuva kesimlere paralel olarak ve iki yönüyle özellikle çekiştirilmektedir. Her iki çekiştirmenin ortak olan niteliği, bu iki eğilimin kapitalizmin eğilimleri olduğunu gizlemeleri ve bunun üzerinden aldatıcılık olarak geliştirilmeleridir.
Neoliberaller, İkinci Cumhuriyetçiler ve “solcu” uzantıları, uluslararasılaşmanın faziletlerini anlata anlata bitiremiyor ve bunun demokratizmin temeli olduğuna halkı inandırmaya çalışıyorlar. Hatta ileri giden bazı “solcular”, örneğin “Birikimciler”, uluslararasılaşma eğiliminin “sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yol alan kapitalizmin niteliği” oluşundan, sosyalistlerin, sosyalizme yakınlaştıracağı gerekçesiyle, neoliberal saldırganlığı, örneğin AB üyeliğini desteklemek zorunda oldukları sonucunu çıkarıyorlar. Bu en berbat bir kapitalizm savunuculuğu ve gericiliktir, emperyalizm yardakçılığıdır. Bunlara göre, “ulusal” sınırların ve “ulusal devlet’in aşılmakta oluşu ve işçi sınıfının ulusallık değil ama enternasyonalizm ilkesinden yana olması, ulusal değerlerin ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin eskimesi, aşılması ve değersizleşmesi anlamına gelmekte ve artık bu tür “gereksiz işler”le uğraşmaktan vazgeçmek gerekmektedir. AB’ye bile karşı çıkmaya mecali olmayan, “küresel saldırıya karşı” ulusal bir direnişin sözünü etmeden “küresel direniş” öngören -henüz tutumlarını yüksek sesle ve açıkça ifade etmekten kaçınarak utangaçlık yapan ve bu durumuyla yardakçılık düzeyine varmamış bir uzlaşmacı pozisyon tutan- ÖDP, tarihsel olarak ideolojik gıdasını aldığı “Birikim”den beslenmeye devam ediyor ve bu “cephe”de yer alıyor görüntüsü vermektedir. Ulusal devlet çıkış noktasıyla bir paradoks oluşturmakla birlikte gelinen noktada HADEP de buralarda bir yere sürüklenmiş durmaktadır.
Diğer yandan ise, “ulus” ve “ulusal devlet” ısrarcıları, ulusal mücadeleyi kendi başına yeterli tek alternatif sayanlar, “Atatürkçülükle statükoculuk yaparak iktidar katlarından konuşanlar, onlarla bağlantılara sahip olmakla birlikte bir ulusal mücadele öngören Kemalistler, Mümtaz Soysal gibiler ve Aydınlıkçılar çekiştirmektedirler. Ulusal köleleştirme, talan ve zorbalığa -tutarsızca- karşı çıkılarak ulusal değer ve hakların savunulması ve bir ulusal bağımsızlık mücadelesi yükseltilmesi zorunluluğu ardında, yine kapitalizmin aklanmasını dayatan bu çekiştirme de işçi ve emekçilerin kabul edebileceği bir tutum değildir. “Ulus” ve “ulusal devlet” yüceltisiyle burjuvazinin özel çıkarlarının “ulusal çıkarlar” genellemesiyle halka benimsetilmesi çabası olan bu yaklaşım, bütün ülkelerden işçilerin birliğini öngören ve ulusal sınırlara sığmayan işçilerin kurtuluş davasını ifade eden enternasyonalizm ilkesi yerine ulusal çit ve sınırlamaların savunulmasını ve başka uluslarla çatışmayı ve düşmanlaşmayı içeren milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesini esas almaktadır.
Kapitalizmin yüceltilen her iki eğilimi üzerinden yapılan aldatıcılık, ortak olan “aynı gemideyiz” ya da “ulusal bütünlük” kapitalist masalının anlatımı ve propagandası üzerine kuruludur.
“KÜRESELLEŞME” EĞİLİMİ ANCAK KAPİTALİZMİN SONUNU HAZIRLAR
Kapitalistlerin kendi özel çıkarlarını halka dayatmaları anlamına gelen bu masal; uluslararasılaşma eğiliminin abartıcıları açısından, sadece emperyalizm çağında ve özellikle bugünkü gelişme düzeyinde, uluslararası tekeller her türden gericiliğin başlıca kaynağı ve besleyicisi olması nedeniyle kendini ele veriyor değildir. Diğer yandan, sosyalizm için olgunlaşmış kapitalizmin, hiçbir zaman kendiliğinden, kendi doğal evrimiyle sosyalizme götürmeyecek oluşu; ama bir yanda tüm zenginlik kaynaklarını ellerinde toplayan bir avuç mülti-milyarder, öte yanda dünya çapında milyara varan işsizler ordusu da içinde olmak üzere sefalet ve yoksulluğunu derinleştirdiği işçi sınıfını (ve emekçileri) kutuplaştırarak şiddetlendirdiği sınıf karşıtlığının kapitalizmin yıkılışını ve sosyalizmi zorunlu kılması nedeniyle de kendini ele vermektedir. Üçüncü olarak, evet günümüzde kapitalizmin uluslararasılaşma eğilimi egemen durumdadır, ancak sadece egemendir ve kapitalizmin ulusal eğilimi zayıflamakla birlikte yok olmamıştır. Bu eğilim başlıca iki görünümde varlığını sürdürmeye ve etkide bulunmaya devam etmektedir. Birincisi, kapitalizmin yıkılma zorunluluğunun dolaylı bir dinamiği olarak uluslararası tekeller ve emperyalizm (ve “kendi” ulusuyla hiçbir ilgileri kalmayan, ulusa tamamen ihanet eden işbirlikçi tekeller) belirli “ulusal” mihraklar etrafında toplanmak ve birbirleriyle ölesiye didişmek üzere bölünmüş durumdadır. Belli başlı ABD, Almanya’nın başını çektiği Avrupa, Japonya, yeni gelişmekte olan Çin ve toparlanmakta olan Rus emperyalist mihraklarına bu bölünmüşlük; çığırından çıkmış ve iğdiş edilmiş, aslında uluslara yönelik saldırganlık ve neredeyse izlemiş olduğu tarihsel gelişmenin “coğrafi” seyri dışında “ulus” ve “ulusallıkla hiçbir ilgisi kalmamış bir “ulusallık”ın ifadesidir. Yine de anılan emperyalist güç merkezleri ve dayanakları olan uluslararası tekeller ABD, Almanya vb. “ulusal” devletlerini kendi siyasal, askeri vb. ihtiyaçları bakımından işlevsel kılmakta ve egemenlikleri altında tuttukları işçi ve emekçileri hâlâ çeşitli “ulusal” mavallarla avutmayı sürdürmektedir. “Ulusal” eğilimin diğer görünümü ise, hâlâ nesnel ulusal özelliklere sahip olmaya devam etmekte ve artık başlıca uluslararası tekellerden zarar görmekte olan tekel-dışı burjuvazinin, orta ve küçük burjuvazinin bu baskıya karşı tepki, tutum ve eylemlerinde belirmektedir. Bu nedenle burjuva enternasyonalizminin kozmopolitizminin yanı sıra burjuva milliyetçiliği hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Tıpkı “ulus” ve “ulusal devlet” kategorileri gibi. Ancak şu da bir gerçektir ki, bu kategoriler, örneğin geçen yüzyılda olduğunca etkin olmaktan çıktıkları gibi, aşınmışlardır da.
ULUSAL SINIRLAYICILIK VE KAPİTALİZM SAVUNUCULUĞU
Kapitalistlerin kendi özel çıkarlarını halka dayatmaları anlamına gelen aynı masal, başlıca tekel-dışı burjuvaziden kaynaklanan ya da onunla uzlaşmayı ve ondan etkilenmeyi yansıtan (kuşkusuz bu, hemen her durumda tekellerle uzlaşma ve onlardan etkilenmeye bağlanmaktadır) kapitalizmin ulusal eğilimin abartıcılığı açısından, ise, yine birkaç yönüyle kendisini ele vermektedir.
Birincisi, yekpare bir “ulus” yoktur, hiçbir zaman olmamıştır. Bir zamanlar altı çizildiği gibi, “sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak “ulus”, burjuva aldatıcılığından, burjuvazinin kendi sömürücü özel çıkarlarını, “ulus” ve “ulusal bütünlük” adına işçi ve emekçilere dayatmasında bir kaldıraç olmaktan başka bir anlama gelmemiştir, gelmez. “Hepimiz bir bütünüz”, “tüm ulusun birliği”, “ulusal devlet” lafları; bir ulus içinde “iki ulus” bulunduğu gerçeğini, ulusun, çıkarları, yaşam koşulları, duygu, eğilim ve yönelimleri, özlem ve eylemleri, eğilim gösterdikleri düşünceler ve kültürleriyle başlıca iki karşıt sınıfa ve genelde sömürenlerle sömürülenler olarak bölündüğü gerçeğini karartmaya ve işçi sınıfını burjuvazinin, sömürülenleri sömürenlerin peşine takmaya yöneliktir. Bu masal, bir zamanlar işe yaradıysa, bunun nedeni, ulusun yekpare bir “bütün” oluşturması değil, ama kapitalizmin azgelişmişliği ve işçi sınıfının nitel ve nicel açıdan gelişmemişliği olduğu kadar, görece uygun koşullarda (Sovyetler Birliği’nin yardım ve desteği, burjuvazinin cılız da olsa bir anti-emperyalist eylem geliştirme yeteneği göstermiş olması ve sonra ’29 Bunalımı’nın sağladığı olanaklar vb.) burjuvazinin kendi özel çıkarlarını ulusun geri kalanına, halka tüm ulusun çıkarlarıymış gibi kabul ettirebilme becerisi gösterebilmiş olmasıdır. Şimdi koşullar bunun için çok daha az uygundur ya da hiç uygun değildir. Şimdi örneğin Aydınlıkçılar henüz oluşmamış bir “Çin-Rus” bloğuyla birleşmeyi önererek Kurtuluş Savaşı sırasında destek sağlamış SB’nin bugünkü boşluğunu doldurmayı öngörseler bile, bu en azından şimdilik hayali bir yaklaşımdır, üstelik bu emperyalist “blok” kuşkusuz SB değildir. Üstelik bugün kapitalizm eskiye göre oldukça fazla gelişmiş, çelişmeleri derinleşmiştir, şimdi özel kapitalist çıkarları “ulusal çıkar” olarak işçi sınıfı ve emekçilere kabul ettirmek çok daha zordur.
Kapitalizmin gelişmiş oluşunun başlıca iki yönünü, ulusal abartıcılığın kendini ele verişinin diğer iki nedeni olarak saymak yerinde olacaktır.
Öyleyse, ikincisi, ulusal mücadelenin kaynağı ve hedefinin feodal zorbalıktan ibaret olmaktan çıkıp başlıca uluslararası tekeller ve emperyalizm olmasıyla ilgilidir. Şimdi “ulus” adına karşı çıkılması gerekli olan, tekeller ve kapitalist emperyalizmdir. (Burada, özel olarak Türkiye açısından Kurtuluş Savaşı’nın da emperyalizmi hedef aldığı söylenebilir. Doğrudur. Ama Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve emperyalizmin ülke içine sızması ve dayanaklar edinmesi bakımından durum, dün ile bugün kıyaslandığında, oldukça farklıdır.)
Özellikle bugün uluslararası tekeller ve emperyalizmin talan ve zorbalığı, geliştirdiği köleleştirici ilişkiler, oldukça gelişmiş ve tekelci bir kapitalist ekonomi üzerinde gerçekleşmektedir. Emperyalizmle birleşen işbirlikçi tekelci burjuvazi, yüzyıl başıyla karşılaştırılamayacak ilişkiler ağına ve etkinliğe sahiptir. Yüzyıl başında başlıca bir hammadde deposu olan Türkiye, şimdi önemli bir kapitalist pazardır; üretim ve değişim önemli bir boyut kazanmıştır, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, tekelleşme küçümsenemeyecek ölçektedir. Bunun anlamı nedir?
İlk olarak, bu, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin koparılmasını amaçlayacak bir anti-emperyalist mücadelenin zemininin genişlemesi demektir. Şimdi artık antiemperyalist mücadele, oldukça gelişkin bir kapitalist ilişkiler ağı çerçevesinde, uluslararası sermaye ve emperyalistler tarafından bağımlılık ilişkilerinin üzerinden gerçekleştirildiği ve dünya pazarına bağlanan (tam entegrasyon sürecinde ciddi mesafelerin alındığı) tekellerin egemenliğindeki hastalıklı kapitalist ekonomi zemininde yürütülmek durumundadır.
Buradan çıkacak bir sonuç, bağımsızlık mücadelesinin, emperyalist talan ve bağımlılığın dayanağı olduğu kadar siyasal demokrasinin de önündeki başlıca engel durumundaki işbirlikçilere, yerli tekellere, tekelci kapitalizme ve kuşkusuz tekelci siyasal örgütsel bir komite olan militarist-bürokratik aygıta karşı mücadele ile birbirine bağlanması zorunluluğudur. Artık tekelleri ve tekelci kapitalizmi hedefine koymayan bir anti-emperyalist mücadele ve başarısı olanaksızdır.
Diğer yandan, buradan çıkacak bir başka sonuç, tekel-dışı kapitalist kesimlerden kaynaklanan bağımsızlıkçı ulusal eğilim ve hareketlerin iyiden iyiye güdükleşme ve tutarsızlaşmasını koşullayan etkenlerin gelişmiş ve güçlenmiş olmasıdır.
Tekel-dışı olmakla birlikte burjuvazi, kapitalist bir sınıftır. Tekellerin egemen olduğu kapitalist ekonominin sömürücü bir kategorisidir. Üretim ve değişim ilişkileri açısından olduğu kadar banka ve kredi, borsa vb. ilişkileri açısından da, tekellerin cirit attığı ilişkiler ağı içindedir. Bu ilişkilerden zarar gördüğü kuşkusuzdur, ancak içinde yer alabileceği başka ilişkiler ağı, bir başka kapitalizm de yoktur. Bu ilişkiler ağı içinde bin bir bağla bağlı olduğu tekellerden tam kopuşu ve bugünkü kapitalizm olan tekelci kapitalizme son vermek üzere eyleme yönelmesi düşünülemez. Üstelik yan sanayisini oluşturduğu, pazarı olduğu, pazar olarak değerlendirdiği ve pazar sağladığı, hammadde ve yarı-mamul madde açısından bağımlı bulunduğu, kredi ilişkileri içine girdiği ve genellikle borçlu olduğu vb. tekellerle uzlaşmasını koşullandıran konumu, az çok tutarlı bir anti-emperyalist pozisyon alışının bile önünü kesmektedir. Geriye, üstesinden gelmeyi hedefleme olanaksızlığı içinde olduğu ve ama zarar gördüğü emperyalist saldırganlığı hafifletici ulusal iyileştirmeler olanağı kalmaktadır. Bu ulusal iyileştirmeciliğin çerçevesini, kuşkusuz kapitalist ilişkiler sürerken ve tekellerin varlığına son verilmeden, tekelci kapitalizmin aşırılıklarının törpülenmesi, emperyalist bağımlılık ilişkileri bakımından da daha katlanılabilir (tekel-dışı burjuvazinin hayatiyeti ve kârının korunabildiği) bir ölçü tutturulması şeklinde tanımlanabilir. Şu kadar değil de bu kadar özelleştirme, AB’ye ancak “uygun koşullarla” girme, borçların iptali yerine ertelenmesiyle yetinme, bankalar ve bankacılık sistemi karşısında sessiz kalma ama devlet bankalarının tasfiyesine karşı çıkmakla sınırlanma, örneğin servet vergisi ve işsizlik sigortasının lafını bile etmeme, kapitalizm ve kuşkusuz tekellerin egemenliği “koşullarında” emekçilerin taleplerini görmezden gelen bir “kalkınmacı” tutum alma ve spekülatif aşırılıklar karşısında “sıcak para” hareketlerinin denetlenmesini öngörme ya da en son İP önerisindeki TL lehine doların yasaklanması vb. gibi. Kiminin “karma ekonomi”nin de savunulmasıyla birleştirdiği yaklaşımlarının, iktisadi açıdan, sözgelimi ’80 öncesi ya da 70’lerin koşullarının yeniden var edilmesine denk düştüğü ortadadır; ama bu koşulların da işçi ve emekçiler bakımından özlenir bir yanının olmadığı açıktır. Örneğin Mümtaz Soysal’ın açıkladığı program ya da IMF ve Programı’na görece ciddi eleştiriler yönelten çeşitli sanayici ve tüccar temsilcilerinin demeç ve açıklamalarının çerçevesi böyledir. Kuşkusuz burjuva kesimler bu yaklaşımlarını işçi sınıfı ve emek hareketi içinde de yaymaya uğraşmaktadır ve nitekim “Emek Programcında bu tutumlar kendilerine belirli bir yer bulabilmiştir.
Öte yandan başlıca tekelci egemenliğin siyasal örgütü olan kapitalist devlet, tekel-dışı burjuvazinin de devletidir; siyasal iktidar erki dar bir oligarkın elinde toplanmış olsa ve bu kesim bir dizi mali, siyasal vb. engellemelerle karşılaşsa da, tekel-dışı burjuvazi, ekonomik açıdan egemen (sömüren) bir güçtür, dolayısıyla bu egemenliğin ürünü ve dış koşullarının “bekçisi” olan siyasal egemenlik aygıtı, onun ve ilişkilerinin de koruyup kollayıcısıdır ya da kendi aygıtıdır. Başka bir deyişle, iktidar erki tekelci burjuvazinin elinde birikmesine karşın, burjuva devlet, yalnızca tekelci burjuvazinin devleti değil, tüm burjuvazinin devletidir. Tekel-dışı burjuvaziyi de baskı altında tutan bir devlet ortaya çıkmış ya da bu burjuvazi, burjuvazi olmaktan uzaklaşmış ve sömürülen bir sınıf haline gelmiş değildir. Bunun ekonomik temeli, tekelci kapitalizmin son aşaması olmakla birlikte yeni bir üretim ilişkisi oluşturmaması ama kapitalist ilişkilerin yalnızca bir biçimi olmasıdır. Burjuvazi içindeki çelişmeler sorunu bir yana bırakılırsa, burjuva devlet, burjuvazinin tümünün sömürülen sınıf ve tabakaların tümü üzerinde bir baskı aracıdır.
Devletle ilişkisinin bu niteliği, kuşkusuz tekel-dışı burjuvazinin anti-emperyalist eğilimini kötürümleştirici, onun tekellerle bağlarını sağlamlaştırır bir diğer güçlü etken durumundadır. Tekellere ve siyasal egemenliklerine karşı mücadeleden ayrılamaz olan anti-emperyalist mücadele, kendisinin de olan egemenlik aygıtına karşı mücadeleyi zorunlu kıldığından, bu kesimin ulusal yönelimi özellikle güdükleşir. Kendi devletinden vazgeçebilir olamayacağı kuşkusuzdur; ama öte yandan devlet, ürünü ve kollayıcısı olduğu üretim ilişkilerinin gelişmesinin götürdüğü yönde giderek emperyalizme bağımlı hale gelmekte, neredeyse bir sömürge cihazına dönüşmektedir. Palyatif tedbircilik ya da iyileştirmecilik, burada da tekel-dışı burjuvazi açısından geçerli olabilecek tek seçenek durumunda olmaktadır. Devlete ve dayanaklarına, sınıf karakterine dokunulmayacak ama bu sınırlar içinde bir ulusallık ve demokratikleşme savunusu yapılacaktır. (Emperyalizm ve tekellerle bağları koparıp atmadan, ulusal reformcu, emekçileri arkasında toplamayı öngören “kalkınmacı”, bir ölçüde “sosyal devletçi”, anayasal reformlar isteyen bir yönelim ya da program, bu tür bir savunmanın belli başlı içeriğini oluşturabilir.) Bu, ekonomik bakımdan olduğu gibi siyasal bakımdan da, tekel-dışı burjuvazinin, kuralları uluslararası tekeller ve emperyalizm tarafından konulmuş ve üstelik “onların sahasında” oynanan bir oyunun oyuncusu olmaktan öteye bir şey yapamayacağı anlamına gelmektedir. Bu koşullarla ne emperyalist bağımlılığa ne de onun dayanağı olan işbirlikçi tekellerin egemenliğine son verilemeyeceği ortadadır.
Bunlardan, ancak, emperyalizm ve işbirlikçileri karşısında kendi pozisyonunu düzeltip iyileştirmek isteyen tekel-dışı burjuvazinin, “ulus”, “ulusal çıkarlar” ve “ulusal devlet” adına işçi ve emekçileri kendi mevzilerini sağlamlaştırmak üzere peşine takarak düzen içine hapsetme tutumu içinde olabileceği sonucu çıkar. Bir diğer sonuç ise, emperyalizmle çatışma yeteneği körelmiş ama baştan beri “kendi” ulusal çıkarları için ulusal kavgaları ilke edinmiş burjuvazinin dengeler üzerinden oynayarak ve emperyalist planlarda yeri olup olmadığı pek de dert edinmeden (dolayısıyla çoğu kez emperyalist kışkırtmalara yem olarak ve ülkenin onlar tarafından daha çok “köşeye sıkıştırılması”na yol açarak) kendi durumunu iyileştireceği varsayımıyla ve çoğu kez peşi sıra yürüdüğü işbirlikçi tekelci burjuvaziyi milliyetçi şovenist tutumlar açısından geride bırakarak özellikle komşularla geçimsizliklerden yana olmasıdır. “Bölge gücü” edebiyatına “ulusallık” ve “ulusal devlet” adına yakından ilgi göstermek, Kıbrıs, Ege, K. Irak, Ermeni sorunu vb. açısından şahin ama AB karşısında ılımlı bir tutum almak, bu tür ulusalcılığın göstergelerindendir.
Türkiye’de kapitalizmin oldukça gelişmiş olmasının ikinci yönüne gelirsek; bu, işçi sınıfının bugünkü nitel ve nicel büyüklük ve gücü ile ilgilidir. Artık Türkiye’de anti-emperyalist mücadele oldukça güçlü bir işçi sınıfının katılımıyla gelişmek durumundadır. İşçi sınıfının önemli bir kesimi büyük fabrikalarda toplanmıştır ve fabrika işçisi durumundadır. Tarımı da kapsamak üzere gelişen kapitalizm, ciddi bir mülksüzleştirme süreciyle birlikte işçi ve yarı-proleter nüfusu kabartmıştır. Sanayi siteleri, organize sanayi bölgeleri ve atölyelerle birlikte işçi nüfusu 10 milyona yaklaşmaktadır. Üstelik bünyesel bir dizi zaaf nedeniyle henüz genel olarak kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendisi için bir sınıf olmaya dönüşmekteki zayıflıklarına ve sendikal bürokrasinin zehirine karşın, birleşme ve bağımsız bir hareket olarak örgütlenme eğilimleri göstermekte olan işçi sınıfı, bunca gücüyle, anti-emperyalist mücadelenin omurgasını oluşturmaktan kaçınamaz.
Böyle güçlü bir işçi sınıfının varlık koşullarında gelişmek durumunda olan antiemperyalist mücadele, dolayısıyla sınıfın, çıkarlarının ve tutumlarının önemli ölçüde damgasını taşımamazlık edemeyecektir. Ancak bu, her şeyden önce tekel-dışı burjuvazinin yüreğini korkuyla dolduran bir etken durumundadır da. Kendi acil ve genel taleplerine güçlüce sahip çıkacak, “ulus” adına ileri sürülmüş burjuvazinin özel çıkarlarını kolaylıkla benimsemeyecek, üstelik tekellerle ve kapitalizmle işgücünü satmak, yarattığı değerler gasp edilmek ama sefalete itilerek aşağılanmak dışında hiçbir bağa sahip olmayan ve nesnel çıkarları, sadece emperyalist bağımlılık ilişkilerinin değil ama kapitalizmin de tasfiyesini zorunlu kılan, bu nedenle anti-emperyalist mücadeleyi sonuna kadar götürme yeteneğindeki işçi sınıfıyla yan yana ve zaman zaman karşı karşıya bulunmak, burjuvazinin bütünü için, dolayısıyla tekel-dışı burjuvazi için de yeterince ürkütücüdür. Bu ürküntü, tekel-dışı burjuvaziyi anti-emperyalist mücadelede tutarsızlaştıracak, ensesinde sosyalizm ve mülksüzleştirilmenin soluğunu bu mücadele içinde hissetmeye başlayacak, bu, burjuvaziyi ulusal mücadeleye katılmaktan bile caydıracak bir rol oynayacaktır. Bu ürküntünün, işçi ve emek hareketinin bağımsız bir hareket olarak gelişmesi ölçüsünde artacağı söylenmelidir. Üstelik geniş işçi yığınlarının küçümsenmeyecek bir kesiminin hem de en olumsuz koşullarda KOBİ’ler ve sitelerle organize sanayi bölgelerinde tekel-dışı işletmelerde çalıştıkları ve acil talepleri bakımından doğrudan tekel-dışı burjuvazi ile karşı karşıya geldikleri bir gerçektir; bu durum, ürküntüyü somut gerçeğe dönüştüren etken olmaktadır.
ULUSALCILIK DEĞİL ENTERNASYONALİZM YA DA SOSYALİZME BAĞLANAN ULUSAL MÜCADELE
Ancak öte yandan bilinçli işçi, sınıf konumundan kaynaklanan tüm olumsuzluklara karşın tekel-dışı burjuvaziyle de mücadele içinde birleşmeyi dışlamadan bir anti-emperyalist tutum ve eylem geliştirilmesini örgütlemek zorundadır.
Bu mücadele kuşkusuz, kapitalizmin sınırları ve kategorileri kabullenilerek yürütülemez. Dolayısıyla burjuva yaklaşımların eleştirisini kapsamak, tekelci kapitalizme karşı bir mücadele olarak geliştirilmek ve sosyalizm için mücadele ile birleştirilmek durumundadır.
Bilinçli işçi kuşkusuz ulusal değerlere sahip çıkacak, emperyalist talan ve zorbalığa karşı ulusal bağımsızlık bayrağının en önde taşıyıcılığını yapacaktır. Bu zorunludur. En çok işçi sınıfı ve emekçilere, onların çıkarlarına, hak ve özgürlüklerine yöneltilmiş olan emperyalist ve bugünkü özel küreselleşme saldırganlığı bunu zorunlu kıldığı kadar, sömürü ve zorbalığın, tüm haksızlık ve savaşların son bulacağı ve insanın kendi kendisinin efendisi olacağı yeni bir dünyaya atılacak ilk adım olan sosyalizme ulaşmanın başka bir yolu olmadığı için de bilinçli işçi emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin örülmesi görevini üstlenmekten kaçınamaz. Kısacası, işçi sınıfının hem acil hem de asgari ve azami genel taleplerinin elde edilmesinin yolu anti-emperyalist mücadelenin gelişmesinden geçmektedir. Özelleştirme ya da diğer IMF dayatmalarını püskürtmek de, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin kurulması ve başka aldatıcılıkların yanı sıra ulusal sorunlarla da önü tıkanıp geri plana itilen, gelişmesi engellenen sosyalizm mücadelesinin önünü açmak da ancak antiemperyalist (ve demokratik) bir mücadelenin yükseltilmesiyle olanaklıdır.
Ancak bilinçli işçi “ulus”, “ulusal bağımsızlık” ya da “ulusal devlet” adına herhangi bir burjuva kesimin özel çıkarlarının peşinden yürümeyi savunamaz. Zaten antiemperyalist mücadele, bu kapitalist kategorilerin içine sığmamaktadır.
Bilinçli işçi her şeyden önce “ulusçu” değil enternasyonalisttir. Davası, ulusal değil evrenseldir; ülke farkı olmadan tüm dünya işçilerinin kardeşliği ve kapitalist sömürüden kurtuluşu davasıdır. Bilinçli işçi bakımından ve nesnel olarak işçi sınıfının bütünü açısından şu ya da bu “ulusal” sınırlar içinde şu ya da bu bayrak altında sömürülüyor olmanın, bu sömürünün dış koşullarının şu ya da bu burjuva devlet tarafından sağlanıyor olmasının tek bir önemi vardır: Kendi sınıfsız sömürüşüz toplum davasını gerçekleştirmek üzere, belirli ulusal sınırlar içinde, belirli ulusal özellikleri olan bir toplumsal çerçevede ve belirli bir “ulusal devlete” karşı mücadele etmek. Yoksa burjuvazinin ulusal aldatmacalarının papağanlığını yapmak değil.
Kısacası bilinçli işçi sosyalisttir, kapitalizm savunucusu değil; enternasyonalisttir, ulusalcı değil.
Bundan ne sonuç çıkar? Ulusal sorunlar ve değerler karşısında ilgisizlik ve ulusal bağımsızlık mücadelesine karşı kayıtsızlık ve aşağılama mı? Bu sonucu çıkaracak olanlar, sosyalizmden hiçbir şey anlamayanlar ya da “ulus” adına her kendi peşine takılmayanı “kâfir” ilan eden ve yine “ulus” adına yalnızca olumsuz tutum almalarla (emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığın savunulması) yetinmeyip olumlu tutumları da (ulusalcı bir perspektife dayanarak başka uluslara düşmanlık yöneltmek ve örneğin işçi sınıfının başka uluslardan işçilerle sınıf ve dava kardeşliği yerine kendi burjuvalarının peşinde çatışmaya girmesini, ulusal ayrımcılığı körüklemek) farz gören burjuva milliyetçileridir.
Burada, Lenin’den, ulusal sorunun henüz daha feodalizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alındığı döneme ilişkin olmakla birlikte, konumuz açısından öğretici bir aktarma yapmak istiyoruz:
“En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz. Onun yerine Marksizm, enternasyonalizmi ileri sürer, her yeni kilometre demiryoluyla, her yeni uluslararası tröstle, (hem iktisadi eylemiyle ve hem de fikirleri, özlemleriyle enternasyonal olan) her yeni işçi örgütüyle gözümüzün önünde gelişen bütün ulusların tek bir yüksek birlik içinde kaynaşmasını koyar.
“Ulusal özellik (nationalité) ilkesi, burjuva toplumunda, tarihsel bakımdan kaçınılmaz ve zorunlu bir ilkedir ve bu toplumu ele alan bir Marksist, ulusal hareketlerin tarihsel haklılığını, kesin olarak kabul eder. Ama bu kabul edişin, milliyetçiliği savunma biçimini almaması için, o, ulusal hareketlerde ileri ne varsa ancak onu desteklemekle yetinmelidir; öyle ki, proleter bilinci, burjuva ideolojisi tarafından karartılmış olmasın.
“Feodal uyuşukluktan çıkan yığınların uyanışı ileri bir şeydir, nasıl ki bu yığınların halkın egemenliği uğruna, ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşımı da ilerici bir şeyse. Marksist’in en kararlı ve en tutarlı demokratizmi, ulusal sorunun bütün yönlerinde mutlak savunma görevi, buradan gelmektedir. Bu, özellikle olumsuz bir görevdir. Proletarya milliyetçiliği desteklerken aşırı davranışlara gidemez, çünkü daha ileride, milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef tutan burjuvazinin olumlu eylemi başlar. ” (Age, sf. 29–30)
Ezilen yığınların emperyalist zorbalık karşısındaki ulusal uyanışı ve ulusal bağımsızlık ve egemenlik uğruna mücadelesi de ileri bir şeydir. Bu alanda yine en tutarlı demokratizmi savunmak Marksistlerin, sınıf bilinçli işçinin görevidir; ancak artık kapitalist emperyalizm koşullarında bu, ancak sosyalizme bağlanan halkçı, emekçi demokratizmi olabilir, çünkü artık emeğin ve emekçilerin haklarından hareket etmeyen “yukarıdan” burjuva demokratizmi, tekellerin egemenliğine karşı mücadele kapsamında yetersizleşmiş ve güdükleşmiştir. Ulusal mücadele evet, mutlak bir zorunluluktur ve demokrasi mücadelesiyle birleşmelidir; ancak hem bu birleşmenin ve hem de ikisinin bir arada başarıyla gelişmesi ve zaferinin garantisi, sosyalizm için mücadeleyle bir arada ve sosyalist perspektifle ele alınmalarından, dolayısıyla işçi sınıfının bu mücadelelere kendi damgasını vurmasından geçmektedir. Artık emek eksenine oturmayan ve buradan yükselmeyen ulusal bağımsızlık mücadelesi; sadece burjuvazinin kötürümleşmesi (devrimci olanak ve yönelimlerinin son derece cılızlaşması) ve tekelci kapitalizme karşı mücadeledeki yeteneksizliği nedeniyle değil, ama asıl işçi ve emekçileri ve taleplerini dışlaması, ancak aldatıcılık nesnesi olarak kucaklamaya yönelmesi nedeniyle başarısızlığa ve sonuçta ezilmeye ya da emperyalizme ve tekelci kapitalist düzene bağlanmaya mahkûmdur. On milyona yakın işçiyi, ona yakın yarı-proleteri ve yoksul köylüyü, kentlerin ve kırın alt ve orta küçük burjuvazisini, kamu emekçilerini, küçük esnafları ve taleplerini hareket noktası almayan ama soyut “ulusal” sloganlarla burjuvazinin özel çıkarlarının örgütlemesi olarak gelişme arayışına girecek bir “ulusal” hareket, milliyetçiliği güçlendirmeye yönelen burjuvazinin “olumlu eylemi” olmakla kalmayacak, ama sömürülen ve ezilen yığınları dolgu maddesi olarak burjuva amaçları uğruna bir kez daha istismar etme girişimi olacaktır.
Oysa işçi ve emekçilerin tarih boyunca bunca dolgu maddesi oluşu, hemen her zaman burjuvazi tarafından yedeklenmesi yetmiş de artmıştır. Şimdi işçi ve emekçiler, bu “makûs talihleri”nden kurtulmak açısından çok daha elverişli koşullara sahiptirler. Bilinçli işçiler, politik partilerinde örgütlenmiş işçilerin ileri unsurları, bu durumu değerlendirmek durumundadırlar.
SOSYALİST VE ULUSAL, DEMOKRATİK GÖREVLER
Peki, bunun için ne yapılmalıdır? Emperyalist yağma ve tekelci zorbalık koşullarında, bugünkü “küresel” saldırı karşısında Marksistlerin, sınıf bilinçli işçilerin görevi nedir?
Sınıf bilinçli işçilerin, ileri işçilerin toplanma ve mücadele merkezi olan devrimci işçi partisinin -teorik alan bir yana- tüm pratik çalışması, işçi sınıfının ana kitlesini kucaklamak ve emeğin diğer tabakalarıyla birleşmek üzere sınıf mücadelesini belli başlı iki biçimiyle örgütlemeye yönelik olmak durumundadır. Sosyalist mücadele ile bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi. Sosyalist mücadele, burjuvaziye ve kapitalizme karşı, sınıf karşıtlığına dayalı sömürücü ve baskıcı toplumu kaldırma ve burjuvazinin sınıf egemenliğine son vererek sosyalizmi kurma, sınıfsız, sömürüşüz, baskısız topluma ulaşma mücadelesidir. Ulusal ve demokratik mücadele, genel olarak demokratik içerikli, burjuva karakterde olan bir mücadeledir. Ulusal baskı da içinde olmak üzere siyasal baskıya karşı, (ulusal bağımsızlık ve egemenliği içeren) ulusal özgürlük de dâhil siyasal özgürlükler için, ulusal köleliği yok etme ve siyasal ve toplumsal düzeni demokratikleştirme amaçlı mücadele olarak özellikle emperyalizmin ve tekellerin tahakkümüne son vermeyi hedef alır.
Anlaşılacağı gibi, bilinçli işçinin pratik çalışması, birbiriyle bağlantılı bu iki mücadelenin örgütlenmesine yönelik olarak iki yönlü olacak ve görevinden değil görevlerinden söz etmek gerekecektir. Sosyalist çalışma ve ulusal ve demokratik çalışma.
Sosyalist çalışma, işçi sınıfının diğer sınıflar ve özellikle burjuva etkinliği içinde erimesinin, yedeklenmesinin önlenmesi, kendi nesnel çıkarlarını gerçekleştirmek üzere kendi hedeflerine sahip bağımsız (politik) bir sınıf olarak örgütlenebilmesi açısından olmazsa olmazdır. Bu çalışma sürekli ve kararlı olarak yürütülmezse, işçi sınıfı kurtuluşunu hiçbir zaman sağlayamayacağı gibi, ulusal ve demokratik mücadele içinde kaçınılmaz olarak burjuvazi tarafından yedeklenecektir.
Bu çalışma; işçilerden başlayarak emekçilerin diğer kesimleri arasında da bilimsel sosyalist öğretinin propagandasını yapmayı, kapitalist toplumsal ekonomik düzen, tekellerin egemenliği, onun temelleri ve gelişmesi, toplumsal sınıflar, birbirleriyle ve devletle olan ilişkileri ve aralarındaki çelişkiler ve mücadele, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, işçi sınıfının diğer sınıflarla, egemenlerle, ara sınıflarla ve ezilenlerle ilişkisi, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı olarak bu sınıfın ülkemizde ve dünyadaki tarihsel görevi, uluslararası işçi sınıfının birliği ve dava kardeşliği konularında doğru ve bilimsel anlayışı yaymayı kapsar.
Ancak sosyalist çalışma propaganda faaliyetiyle sınırlanamaz. Üstelik işçi sınıfı içindeki ajitasyon, bugünkü gibi sınıfa yönelik saldırganlığın pervasızlaştığı, toplumsal siyasal ortamın sertleştiği ve işçi ve emekçi kitlelerinin öfke birikimi ve mücadele eğilimlerinin arttığı koşullarda, propaganda çalışmasının önüne de geçmek durumundadır. İşçi sınıfı içindeki sosyalist ajitasyon, önemli bir yönüyle ekonomik ajitasyon olmak durumundadır. Siyasal özgürlükler, ulusal baskı vb. gibi demokratik içerikli sorunlarla ilgili olarak işçi yığınlarına yönelik ajitasyon yapanlar boldur ve üstelik siyasal alanda, -tutarlılığı ya da aldatıcılığı bir yana- bağımsızlık ve demokrasinin savunulmasında işçi sınıfı yalnız değildir, bu alan sınıfın başka sınıflarla, hatta burjuvaziyle ortak talep ve sloganlara sahip olabileceği bir alandır. Ancak ekonomik alanda işçi sınıfı -yarı-proleter vb. tabakalar bir yana-, örneğin esnek çalışma ya da ücretlerin düşürülmesi, iş güvencesi ya da kıdem tazminatı vb. türünden talepleri açısından yapayalnızdır. Üstelik ekonomik ajitasyon, işçilere burjuvazinin ya da başka hiçbir sınıfın temsilcileri tarafından götürülmez. Bu alanda işçi sınıfı burjuvazi ile cepheden karşı karşıyadır. Dolayısıyla ekonomik ajitasyon tamamen sosyalist nitelikli bir ajitasyon çalışmasıdır ve bu yaklaşımla yürütülmek zorundadır. Bu ajitasyon, işçi sınıfının kendiliğinden ya da bizzat öncü işçiler ve parti tarafından örgütlenen ekonomik nitelikli eylemlerinde ücret, sosyal ve sendikal haklar, esnek çalışma, çalışma süresi, iş güvencesi gibi çalışma koşulları, özelleştirmeler, işten atmalar, krizin yüklerinin emekçilere yıkılması vb. nedeniyle işçi ve emekçilerle ayrımsız tüm kesimleriyle kapitalistler arasında patlak veren çatışmalara katılmak, bunları kışkırtmaktan oluşur. Ajitasyon, bu çatışmaların yönü ve çarpıtmalar konusunda da işçilere yardımı kapsamalı; ama her şeyden önce bu çalışma, çalışma yaşamının günlük pratik sorunları ile işçi ve emekçilerin acil ekonomik ve sosyal talepleri ile sıkıca kaynaşmak, taleplerin en tam ve amaca en uygun biçimde belirlenmesinde sınıfa yardım etmeli, işçilerde dayanışma ve birlikte mücadele etme bilincini -hem de yalnızca ulusal değil uluslararası planda da- geliştirmelidir. (Sosyalist ajitasyonun, siyasal ajitasyon çalışması olarak en belli başlı yönü ise, işçi ve emekçilerin kendi kaderlerini ellerine almaya ve bunun için bağımsız politikalarını yapmaya çağrılmalarıdır.)
Bu ajitasyonun propaganda çalışması ile kopmaz bir bağ içinde olması ayrıca bir zorunluluktur. Gündelik acil talepler için ajitasyon, bu talepler üzerinden yürütülecek kapitalizmin teşhiriyle birleşmelidir. Bu, başarılı bir aydınlatma çalışmasının gereği olduğu kadar, sosyalist örgüt çalışması açısından da zorunludur. Sınıf bilinçli (sosyalist) işçi gruplarının oluşturulması ve parti örgüt ve komiteleri olarak birleştirilip merkezileştirilmeleri, bu ilişkinin sürekli kılınması, yayınlarla (merkezi işçi basını, bildiri ve broşürlerle) beslenmesi, ajitatör ve örgütçüler yetiştirilmesi gibi yönleriyle örgüt çalışması, sosyalist çalışmanın diğer biçimi olarak, ajitasyon ve propaganda çalışmasının devamıdır, onu tamamlar, ürününü toplar.
Bu çalışmanın başlıca işçi sınıfı içinde, özellikle kent işçilerine yönelik olarak ve fabrikalara öncelik verilip temel alınarak yürütülmesi, onun sosyalist bir çalışma olmasının gereğidir. Fabrikalarda sosyalist işçilerden oluşacak ve günlük parti çalışması olarak, sosyalist çalışmanın yanı sıra işçileri ve emeğin gereği kalan kesimlerini (ve tüm halkı) ortak talepler etrafında birleştirecek, emperyalizme ve tekellerin egemenliğine karşı mücadelenin omurgasını oluşturacak, yönetip yönlendirecek işçi örgütleri kurulmadan ve bu örgütler her türden gericiliğe karşı mücadelenin asıl yükünü yüklenmeden, ne işçi sınıfının geleceği ve ne de ülkenin geleceği sağlama alınabilir. Hem sosyalizmin ve hem de bağımsız ve demokratik Türkiye’nin kazanılabilmesi, her şeyden önce ve en başta buna bağlıdır. Fabrikalarını kalesi haline getirememiş işçi sınıfının, hâlâ “zincirlerinden başka hiçbir şeyi yok” demektir.
* * *
Bilinçli işçinin ya da devrimci işçi partisinin ikinci görevi, demokratik içeriklidir; ulusal baskı da içinde olmak üzere örgütlenmiş kapitalist gericilikten (tekelci gericilik) kaynaklanan her türlü baskıya karşı, ulusal özgürlükler dâhil siyasal özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin geliştirilmesi uğruna yürütülecek çalışmadır. Sosyalist çalışmaya kopmaz bir bağla bağlıdır.
Bilinçli işçi ya da devrimci partisi, işçiler arasında propaganda ve ajitasyon çalışması sürdürürken, siyasal sorunları yok sayamaz, hatta ihmal edilmesini de ciddi bir sapma olarak görür.
Sosyalist işçi, parti olarak örgütlenmiş işçi davası savunucusu, bilimsel sosyalizmin propagandası yanında işçiler ve emekçiler arasında ulusal hak eşitliğini de kapsayan demokratik fikirlerin de propagandasını yapar; tüm görünüş biçimleri ve politikalarıyla emperyalizmin ve tekelci gericiliğin siyasal egemenliğinin özü, ulusal bağımlılık ilişkilerinin ve mali oligarşinin niteliği, sınıfsal içeriği, tarihsel olarak yıkılma zorunluluğu konusunda yığınları aydınlatır, ulusal özgürlük de dahil siyasal özgürlükler elde edilmeden, ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan bağlar koparılıp atılmadan, siyasal ve toplumsal düzen demokratikleştirilmeden, dolayısıyla bir iktidar değişikliği olmadan, sosyalizm davası uğruna başarılı bir mücadele geliştirilemeyeceği gerçeğini yayar.
Bilinçli işçi yanı sıra, sosyalist ekonomik ajitasyona çözülmez bağlarla bağlı siyasal ajitasyonu yürütme görevini de üstlenir. İşçi sınıfının en acil siyasal ihtiyaçlarına, zorluk, hak yoksunluğu ve taleplerine ilişkin bu ajitasyon, kuşkusuz işçi sınıfına ulusal ve sosyal köleliği dayatan küreselleşmenin her “memuru” ve temsilcisine karşı ajitasyonu da kapsayacak, emekçilerin politika yapma ve ülkenin kaderini ellerine alma zorunluluğunu döne döne vurgulayacaktır. Siyasal ajitasyon, kuşkusuz ekonomik ajitasyonu tamamlar, sınıf bilincinin gelişmesi bakımından aynı ölçüde değerli ve sınıf mücadelesinin yol göstericisi olarak aynı ölçüde gereklidir. Bu tür ajitasyon olmadan işçilerin örgütlenmesi, dayanışma eylemleri için ve sosyalizm mücadelesi için eğitilip hazırlanması olanaksız olduğu gibi; işçilerin en acil sorunlarından kalkarak kendi güçlerini sınayıp farkına varmaları, kimi acil talepleriyle ilgili burjuvazi ve gericilikten tavizler koparmaları, haklarını genişletmeleri ve daha ileri mücadeleler için eğitilmelerini sağlayan, en başta ekonomik ajitasyonla birleştirilmiş siyasal ajitasyondur. işçi kitleleri, partinin bu çalışmasına bağlı olarak eğitimlerini tamamlayabilecekler, geçici bir süre de olsa hangi sınıf güçleriyle hangi talepler etrafında birleşebileceklerini görüp anlayabilecekler, bu ortak talepler için mücadelede görece tutarlı ve tutarsız dost ve düşmanlarını ayrıntılı olarak tanıyabilecekler ve bu tür talepler için mücadele içinde erimemeyi ve örneğin tekel-dışı burjuvazinin yedeğine düşmemeyi öğreneceklerdir. Bu eğitim, kuşku yok ki bilimsel sosyalizmin propagandasıyla pekişecektir.
Demokratik içerikli mücadelenin, ulusal ve siyasal özgürlükler için mücadelenin bugün, feodalizmin gericiliğin kalesi olduğu günlerden farklı olarak, kapitalist gericiliğe, tekellere ve kapitalist emperyalizme karşı bir mücadele oluşu; sosyalist ve demokratik (ve ulusal) propagandanın olduğu kadar sosyalist ve demokratik ya da ekonomik ve siyasal ajitasyonun da birbirlerini çok daha yakından tamamlamalarını, üzerinde yükselecekleri kapitalist zemin dolayısıyla birbirlerine çok daha yaklaşmalarını, sadece birbirlerine bağlanmalarını değil ama iç içe girmelerini koşullandırmaktadır. Artık anti-kapitalist bir temele sahip olmayan başarılı bir anti-emperyalist mücadele düşünülemeyeceği, bu mücadele burjuvazinin eline kaldığında yarım yamalaklığının ötesinde dönüp dolaşıp emperyalizm ve tekellerin egemenliğine bağlanacağı bir gerçektir. (Bu, emperyalizmden zarar gören çeşitli burjuva kesimlerin anti-emperyalist bir ulusal hareket geliştiremeyecekleri, artık emperyalizm karşısında devrimci barutlarını tümüyle yitirdikleri anlamına gelmiyor -zaten emperyalizme karşı çıktıkları ölçüde bu kesimlerle birleşme kaygısı, buraya dayanıyor-; ama böyle bir hareketin, kapitalizmin sınırları nedeniyle tutarsızlığını ve geçici başarılar sağlasa bile, önünde sonunda başarısızlığa mahkûm oluşunu koşulluyor.) Dolayısıyla artık sosyalist mücadele ile antiemperyalist demokratik mücadele daha yakından birbirine bağlanmış, iç içe geçmiştir. Milyonlarca işçi, antiemperyalist demokratik mücadelenin başarısına bağlı olarak durmaksızın sosyalizme geçmenin garantisini sağlayan gerçeğin ta kendisidir. Ve artık emperyalist küreselleşme saldırganlığının da temel yönü ve ağırlığını oluşturan emekçilerin haklarının gaspına karşı talepleri başlıca hareket noktası olarak almayan ve emek eksenli bir mücadele olarak öngörülmeyen bir anti-emperyalist demokratik mücadele, -en azından işçi sınıfı açısından- anlamsızlaşmıştır. “İşçi sınıfı”, “solculuk” ve “sosyalizm” adına omurgasını bağımsız emek hareketinin oluşturmadığı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi önermek, sınıfa düpedüz ihanet etmek anlamına gelmektedir. O nedenle, sosyalist propaganda ve ekonomik ajitasyonu hiçbir şekilde küçümsemeden ve ihmal etmeden, bugün sosyalist propaganda ve ajitasyonla birleştirilmesi çok daha kolaylaşmış siyasal propaganda ve ajitasyonla kuşkusuz birleştirerek, bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmekte olan işçi sınıfı ve bağımsız bir hareket olarak gelişme yönünde ilerleyen emek hareketini ulusal bağımsızlık mücadelesinin omurgası olarak tasarlamak, sosyalisti sosyalist yapan temel bir kıstas durumundadır. Artık “önce ulusal mücadele, ardından sosyalist mücadele” aldatmacasına kulak aşılamaz, aynı anlama gelmek üzere ulusal mücadele burjuvazinin eline bırakılamaz, sadece genel ulusal ve demokratik taleplerle sınırlı olarak yürütülemez.
Marksizm’in, bilinçli işçinin ulusal ve demokratik mücadeleye başkaca bir yaklaşımı olamaz.
SONUÇ
Sosyalizmin zorunlu yolu ve sosyalist mücadelenin gelişip serpilebilmesinin ihtiyacı olarak, bugünkü toplumsal siyasal ilişki ve karşıtlıkların dayatması olan ulusal ve demokratik mücadelenin ve ona ilişkin görevlerin üstlenilmesi, işçi sınıfının çıkarları gereğidir. Ancak işçiler bu mücadeleye, etraflarında tüm emekçi kitleleri toparlayan bağımsız bir sınıf olarak katılmak durumundadırlar. Bu koşulla, tüm tutarsızlığına karşın anti-emperyalist ve demokratik bir eğilim gösterdikçe tekel-dışı burjuvaziyi de dışlamayan birlikler geliştirmek, siyasal özgürlükler için mücadeleye de sosyalist mücadeleye de hiçbir zarar vermez, tersine geliştirici ve güçlendirici olur.
Bilinçli işçi bir yandan işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmesine, fabrikaları kalesi haline getirecek bağımsız emek hareketinin gelişmesine yardım eder ve bu hareketin ulusal bağımsızlık mücadelesinin belkemiğini oluşturması için çaba harcarken, bu mücadelenin, en küçük bir ulusal ve demokratik yönelim içinde olan tüm sınıf ve tabakaları kucaklaması ve bu birliğin gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaktır.
Ağustos 2001