“Ulusal güvenlik” tartışması ve gerçek bağımsızlıkçılık

Mesut Yılmaz’ın, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada dile getirdiği “ulusal güvenlik” tartışmasına, her politik güç, başka her tartışmada olduğu gibi, kendi bulunduğu yerden ve bağlı bulunduğu ilişkilerin bir temsilcisi olarak katıldı. Hiçbir ulusal özellik taşımayan işbirlikçi egemen sınıfların temsilcileri ve kurumlarının, tartışma içindeki işbirlikçi pozisyonlarını gizleyen tekelci burjuva medya, tartışmanın özüne işaret eden emekçi sınıfların temsilcilerinin görüşlerinin tartışmaya dâhil edilmemesine her zamanki gibi özen gösterdi. “Ulusal güvenlik rejimi mi, yoksa demokratikleşme ve AB’ye üyelik koşullan mı?” gibi bir karşıtlık üzerine oturtulan tartışma, Türkiye ile ilgili her temel meselede olduğu gibi, antiemperyalist güçler, ezilen sınıfların temsilcilerinin görüşleri dışta tutularak doğru bir temelde tartışılamaz. Kaldı ki, eğer bağımsızlıkçılık anlamında bir ulusallıktan söz ediliyorsa, bu tartışmanın tek geçerli tarafı, işçi sınıfı ve emekçilerin temsilcileridir, işbirlikçilerin “ulusal güvenlik” tartışması, işbirlikçi ilişkilerin hegemonya mücadelesinin bir ürünü olmaktan öteye geçemez ve bu tartışmada da geçmemiştir.

YILMAZ’IN HESABI VE KONUMU
Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin kabulü, bilindiği gibi, Türkiye egemen siyasetinde AB tartışmalarını daha da güncelleştirmiştir. Ve yine bilindiği gibi, AB egemenleri, dünya yüzeyindeki hegemonya mücadelelerinde insan hakları ve demokrasi söylemini öne çıkarmakta, piyasacı, emperyalist hesaplarını “demokratik” bir ambalajın içinde gizlemektedir. Dünya yüzeyindeki en büyük emperyalist güç olan ABD’nin hegemonya mücadelesi içindeki pozisyonunun ağırlıklı olarak, askeri ve müdahaleci bir tarzda biçimlendiği düşünüldüğünde, AB’nin bu ambalajının, ona, dünyanın ezilen, demokrasi ve insan haklarına özlem duyan halkların gözünde daha fazla bir prestij kazandıracağının hesaplandığı söylenebilir. Mesut Yılmaz da, partisinin kongresinde yaptığı konuşmada, “ulusal güvenlik sendromu her türlü gelişmenin önünü kesiyor” deyip, sonra da bunu “AB kriterlerinin yerine getirilmesinde bu sendrom sorun çıkarıyor” diye geliştirdiğinde aynı hesabı güdüyordu.
Yüzde 5’lerin altına düşmüş bir burjuva partinin liderinin bu çıkışında, hem AB gibi emperyalist odaklara yönelik olarak, “Sizin Türkiye’deki en militan temsilciniz benim, siz de benim arkamda durun” mesajı vardı, hem de içeride hâkim “ulusal güvenlik” konseptinin mağduru durumundaki Kürtlerin, 28 Şubat’tan bu yana dışlandıklarını düşünen İslamcı çevrelerin ve din eksenli politikalardan etkilenmiş olan halk kesimleri ile liberal sol çevrelerin desteğini arkasına alma hesabı vardı.
Yılmaz’ın açıklamasına, Genelkurmaydan gelen sert tepkinin ardından TÜSİAD’ın Yılmaz’a açık destek veren açıklaması da, onun bu tartışmada yalnız ve yalınkılıç olmadığının göstergelerindendi.
Yılmaz’ın bu çıkışı, sistemin kurumlarından, partilerinden umudunu kestiği kamuoyu araştırmalarınca da sıkça ortaya konulan ve demokrasiye büyük özlem duyan ezilen kesimlerin desteğini arkasına almayı hesaplamakla birlikte, esas olarak, bir dizi gerçeği gizliyordu.
Öncelikle Mesut Yılmaz, Turgut Özal’ın öğrencisi olarak, neoliberal politikaların Türkiye’de hâkim olmasında, tüm devlet erkinin uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılmasında diğer partilere göre hep bir adım önde görüntü vermeye özen gösteren bir geleneğin temsilcisidir. Ulusal güvenlik tartışmasındaki pozisyonu da, bu yönünün özelliklerini tamamen içermektedir. Yabancı sermayenin Türkiye’den yapmasını istediği ve IMF/Derviş Programı ile daha pervasız bir boyuta sıçrayan emperyalist yeniden yapılandırmanın önündeki en küçük “ulusal” engelin bile kaldırılması planının partisidir, ANAP. Yılmaz’ın “ulusal güvenlik” konusunda demokrasi havariliği ile gizlemeye çalıştığı temel yön de budur.
Ancak elbette, Türkiye’de birtakım “sol” muhalif güçlere de sirayet ettiği üzere, “Yılmaz ve ANAP AB’ci, Genelkurmay Amerikancı” ya da “Yılmaz AB’ci, Genelkurmay emperyalizme karşı ulusal bir tavrın temsilcisi” gibi basitliklere düşülerek bu ilişkileri anlamak da mümkün değildir. Yılmaz ve partisi, aynı zamanda, ABD’nin bölge konseptinin Türkiye’de hâkim kılınması için çaba harcayan, bir gözü hep orada olan bir siyasi geleneği temsil etmektedir.
Askerin, ABD ile ilişkilerin düzenlenmesindeki tarihsel ağırlığını da ima ederek -Hazar çıkışı bunun bir ifadesidir-, AB’ye girişte ülkenin iktidar yapısında kendi hâkim pozisyonunu korumaya çalışması ve Yılmaz’ın bu manzara karşısında kendi argümanlarını sürekli AB kriterlerine dayandırması, kafa karıştırıcı bir görüntü oluştursa da; ABD ve AB’nin, Türkiye’nin AB üyeliğinde “stratejik” olarak birleşmeleriyle Türkiye’ye AB’nin bekleme salonunda da olsa bir yer verildiği bilinmektedir.
Ayrıca AB’nin de, MGK’nın birçok bildirisinde, girilmesi için çaba gösterilen bir hedef olarak vurgulandığı, gelmiş geçmiş tüm Genelkurmay Başkanları’nın, AB üyeliğini, Atatürk’ün “batıcılık” anlayışının bir gereği olarak dile getirdikleri bilinmektedir. Bu yanıyla, Genelkurmay’ın da AB’ye karşı olmadığı; ancak tarihsel dengeler, kendi pozisyonunu yitirmeme ve “iç tehdit” diye adlandırdığı konularda, demokratik açılımların taviz olarak görülebileceği endişesiyle “antiterör” politikasını elden bırakmama gibi kaygıların, onun tutumuna şekil verdiği söylenebilir. Nitekim bu tartışmanın hemen ardından gerçekleşen MGK’da, askerin ağırlığını koymasıyla, Eylül ayında Meclis’in gündemine gelecek olan Anayasa değişikliklerinin “olgunlaştırılarak” gerçekleştirilmesinin benimsenmesi de, yine bunun bir ifadesidir.

GENELKURMAYIN TAVRININ İÇERDİĞİ MESAJ
Tartışmada, Genelkurmay Başkanlığından yayınlanan bildirinin dili, “onursuzluk” gibi kelimelerin bile kullanılmış olması, konunun Genelkurmay tarafından taktik değil, tamamen stratejik bir nitelik taşıdığının göstergesidir. 50 yılı aşkın süredir NATO’nun bölge jandarmalığını üstlenen işbirlikçi konuma rağmen, kendini “ulusal güvenlik”le tanımlayan, iç ve dış tehdit sarmalı ile ülke yönetimi ve sistemin bekasını, uzun vadeli çıkarlarını garanti altına almaya çalışan askeri siyaset; bu tartışmada yaptığı çıkışla, iktidar dizginlerini bırakmak niyetinde olmadığını göstermiştir.
28 Şubat müdahalesi ile sistemin yıpranan kurumlarını yeniden tahkim ederken, kendi pozisyonunu da, diğer tüm hâkim politik güçlerin kurmayı olarak pekiştiren generallerin konumu tartışılmadan, konunun temellerine inmek mümkün değildir.
Genelkurmay bildirisinde Yılmaz’a verilen yanıtın özünü oluşturan, “Böyle söyler ulu orta, dünyaya şikâyet eder bir tarzda değil, MGK’da tartışılır” vurgusu, burjuva iktidar anlayışının bile en geri biçimini yansıtmakta, halkı tamamen tartışma dışı tutmaktadır. Tartışıldığı söylenen şey, “ulusal” bir meseledir, ancak ulus ve kuşkusuz halk, böyle bir tartışmada olmayacaktır! Bu tartışmalar, yapısı burjuva temsil anlayışı bakımından bile kabul edilemez olan MGK’da yapılarak karara bağlanacak, sonra da, o kırmızı kitap kozmik kasadaki yerine dönecek ve Anayasa, yasa, yönetmelik gibi, halkın ne yapacağına, neyi nereye kadar yapacağına, neyi ne kadar yaşayacağına hükmeden her şey de, onun özüne uygun olacak! Zaten “piyasa” tahakkümü nedeni ile kanalları ciddi olarak tıkalı bulunan burjuva temsil sistemi, seçim, parlamento gibi mekanizmalar da, bir gölge oyununun sahnesi olmaktan öteye geçmeyecek. Çünkü sonuçta, her şeyi, adına Milli Güvenlik Siyaset Belgesi denen gizli anayasa belirliyor.

MGSB, YASAKLANAN GREVLER VE KAFA KARIŞTIRICI TEORİLER
Ve bu gizli Anayasa, 1960’lardan bu yana, tamamen Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalist ilişkiler içindeki rolünün iç ve dış dizaynından öteye gitmeyen, bağımsızlıkçılık anlamında ulusal bir değeri bulunmayan bir belgeden başka bir şey değil.
SSCB’nin şeklen de dağılmasına kadar anti-komünizme kilitlenmiş bir soğuk savaş belgesi olan bu belgenin, kendisini “milli” kavram ve hedeflerle ifade etmesi özünü değiştirmiyor. Çünkü ülke siyasetinde “stratejilerin stratejisi” diyebileceğimiz bu belge, Türkiye işbirlikçi egemenlerinin bağlı bulunduğu ilişkilerin gereklerini kristalize eden, Türkiye’nin çıkarlarını, ABD’nin başını çektiği emperyalistlerin bölgesel çıkarları içinde eriten bir nitelik taşıyor. Konumlandığı ve koruduğu güçler bakımından değerlendirildiğinde de, işbirlikçi kapitalist düzenlemeleri garantiye alıyor.
Türkiye’ye dayatılan IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulanması bakımından da, bu belgenin ve onun temsil ettiği siyasetin sağladığı olanakların payı belirleyicidir. Faşist 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in, “12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak Kararları hayata geçirilemezdi” sözleri bunun birinci elden itirafıdır. Uyanış içindeki emekçi kesimlerin, devrimci muhalefetin önünü kesmek için kullanılan ve binlerce faili meçhulün altında imzası bulunan kontrgerilla örgütlenmesi de, bu konseptin çelik çekirdeğini oluşturmuştur.
Türkiye egemenlerinin, hükümetinin işbirlikçi bir tutumla uygulamaya giriştiği IMF programını delmek, kendi sınıf çıkarlarını ve ülkenin ulusal çıkarlarını korumak için grev ve direnişler yapan, alanları dolduran işçi ve emekçiler, “milli güvenlik” engeli ile karşılaşıyorlar. Patronları zora sokan ve IMF dayatmalarını püskürtmeye çalışan işçi grevlerinin “milli güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle yasaklanmaları, bunun bir ifadesidir. Emperyalist siyanürcü tekele karşı, kararlı bir mücadele veren Bergama köylülerinin önüne sürekli jandarma çıkarılması da buna işaret etmektedir. Tüm bunlar, emekçi düşmanlığı olmanın yanında ulusal ihanet politikasından başka nedir?
Bunun yanında, İP gibi bazı çevrelerin “Şanghay Beşlisi” gibi kurtuluş reçeteleri sunması da; içeride 28 Şubat generalleri üzerinden egemen sınıflara, sisteme yedeklenme, dışarıda da bazı emperyalistlere karşı (ABD-AB), başka bazı emperyalistlere (Rusya-Çin) yaltaklanma politikasından başka bir şeye hizmet etmiyor.
“Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan sonra Özbekistan’ın da girmesi ve Türkmenistan’ın gözlemci sıfatıyla katılmasıyla birlikte Şanghay Beşlisi, 13–14 Haziran 2001 tarihli zirvede, Şanghay işbirliği Örgütü’ne dönüştü. Avrasya dayanışması, artık resmen güvenlik ve işbirliği alanlarını da kapsıyordu. Böylece Çin-Rusya-Türk Cumhuriyetleri ekseni oluştu. Başka deyişle Rus-Çin-Türk coğrafyasını kapsayan Turan kurulmuş oluyordu. Pakistan ve Kore DHC de Şanghay İşbirliği’ne katılmak için başvurmuştu. Avrasya kalesi, şimdiden dünyanın en büyük gücü olarak, ABD’nin tek kutuplu dünya projesini iflas ettirmişti.” Bu sözler Doğru Perinçek’e ait ve şöyle devam ediyor:
“Yarım yüzyıllık küçük Amerika sürecinin sonuna geliyoruz. Böylece Küçük Amerika beylerinin de sonu göründü. Türkiye, bu süreçte yalnız ABD ve Avrupa’ya bağımlılıktan değil, onların oluşturduğu mafya-tarikat sisteminden de kurtuluş sancılarını yaşıyor.” {Aydınlık, 1 Temmuz 2001.)
Görüldüğü gibi, İP’in bu önerisi, tartışmaya egemen sınıfların bir kliği cephesinden katılan İkinci Cumhuriyetçilerden özünde farklı değil. Çünkü ikisi de, farklı farklı emperyalistlere de olsa, sonuçta emperyalistlere çıkıyor. Emperyalist bir düzlemde “ulusal” bir bayrak taşımak mümkün olmadığı için, bu tür teoriler, geçmişteki benzer teoriler gibi, tarih önünde hiçbir hükmü bulunmayan gerici teoriler sınıfındandır. Kaldı ki, askeri bürokrasinin ABD’nin çıkarları ekseninde girdiği Kafkaslar macerası, Perinçek’in sözlerini, daha mürekkebi kurumadan çürütmüştür.
Ancak “ulusal güvenlik” üzerinden yapılan bu tartışma, daha önce günlük işçi basınında yayınlanan makalelerde de vurgulandığı gibi, dikkatle izlenmesi ve müdahale edilmesi gereken bir nitelik taşıyor. Çünkü tartışma, “ulusal güvenlik” bağlamındaki sıradan bir asayiş sorununu değil, ülkenin demokrasi sorunundan bağımsızlığına, içerideki iktidar yapısından dışarıda emperyalistlerle girilen ilişkilere kadar uzanan özellikleri içinde barındırıyor.
Türkiye egemenleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı mirasının halk nezdinde temsil ettiği değeri de hesaba katarak, kendi uzun vadeli çıkarlarını “ulusal güvenlik rejimi” söylemi ile garantiye almaya çalışıyorlar. Türkiye egemen siyasetinin, geleneksel damarının dayandığı bu belge, Türkiye’de dünyaya gelen her çocuğun okula başlaması ile birlikte sistemli olarak maruz kalacağı temel bilgilere de rengini veriyor. Türkiye Milli Eğitim Müfredatı, ona olur veren Talim ve Terbiye Kurulu, bu belgeyi, kırmızı kitabı ele alıyor. Bu ülkenin insanları ortaöğretime başladıklarında, kırmızı kitabın ABC’sini de öğrenmeye başlıyorlar. Dış tehdit, iç tehdit, ulusal güvenlik gibi başlıklarla tarih ve sosyal bilgiler kitapları ile birlikte, coğrafya kitaplarına bile yedirilen hakim konsept, hakim rejimin de çimentosudur. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünün bu çimentoyu içselleştirmesi, onun bir ideolojik öznesi olması, bu konseptin kitle desteği ve sürekliliğinin de yegâne yolu olarak görülüyor. Kürt sorununda, bir Türk’te oluşan önyargılar açısından da, bu biçimlenme, belirleyici bir etkiye sahip. Bir Türk emekçinin çocuğunun hem sınıf bilinci kazanması, hem de buna bağlı olarak, bir Kürt emekçisi ile sınıf kardeşi olduğunu fark etmesi, onun üzerindeki şoven baskıyı görmesi ve onun kimlik ve kültür taleplerine yaklaşımda devrimci bir bakış edinmesi için, önce kendi “içine yerleştirilen” bu hâkim konseptle hesaplaşması gerekiyor. Bunu aşmadan, demokrasi ve bağımsızlık sorununa doğru yaklaşması da mümkün olmuyor. Bu konsept, “milli” söylemlerin içini gerici değerlerle dolduran parti ve kurumlara taban sağlayıcı bir özellik taşıdığı için, onu aşamayan bir emekçi çocuğunun, ya da bir yetişkin emekçinin, dünyaya doğru bir temelde yaklaşması da mümkün olmuyor.
Bugün kendisini “küreselleşme” adıyla pazarlayan emperyalizmin, ulusal ve sınıfsal çatışmaların sonunun geldiğini vaaz ederken, “ulusallığı” kendi planlarını hayata geçirmek bakımından kullanıyor olması da, tartışmanın güncel yönü bakımından ayrı bir önem taşıyor. Türkiye emekçilerini daha fazla sefalete iten, açlığı ve işsizliği hiç yaşanmamış boyutlara taşıyan uluslararası tekellerin önündeki engelleri kaldırmak için, Meclis’e, “bu yasaları 15 gün içinde çıkaracaksın” diye talimat veren Derviş Programı’nın adı, “ulusal programı”! AB’nin Türkiye üzerindeki hegemonyasını derinleştirmeyi amaçlayan, AB’ye tam üyelik kriterlerini düzenleyen programın ismi de “Ulusal Uyum Programı”! Derviş’i Türkiye’ye kendilerinin gönderdiklerini belirten emperyalist odaklar da, IMF ve DB programlarının hayata geçmesi için o ülkenin “yerli” aktörlerinin iş başında olmasını daha yararlı gördüklerini belirtmişlerdi.
Derviş’in, döne döne vurguladığı Türkiye sevgisi ve “Bu program IMF’nin değil, bizim programımız” sözleri, kuşkusuz aynı projenin bir ürünüdür. Yerellik vurgusu, bugün emperyalizmin küresel çıkarlarını Türkiye gibi ülkelere “meşru” bir temelde yedirme planının parçasıdır.
MGK’nın son toplantısında belirli bir noktada düğümlenen “ulusal güvenlik” tartışması, bundan sonra da değişik vesilede egemen sınıflar açısından gündeme gelecek ve bu tartışmanın tarafları muhtemelen yer yer inişli çıkışlı tavırlar da gösterebilecektir. Örneğin, daha önce Yeni Dünya Düzeninin iç dizaynının hızlı gerçekleştirilmesi için hazırladığı “Demokrasi” programında MGK’nın lağvedilmesini isteyen TÜSİAD, Genelkurmayın bastırması üzerine geri adım atmış, daha tedrici bir anlayışı benimseyen bir noktaya çekilmişti. Yılmaz’ın son çıkışında ise, “artık eski dengeleri bir tarafa bırakıp, yeni dengeler kurulmalıdır. Bu dengeler de AB’ye üyelik koşulları ve Kopenhag kriterleri üzerinden kurulacaktır” anlamına gelen bir açıklama yaptı.
“Küreselleşme” politikalarının inşası konusunda çatıdaki anlayış farkını yansıtan bu türden gerilimler, bundan sonra da, iç siyaset ve uluslararası arenadaki gelişmelere bağlı olarak yeniden gündeme gelecektir.

“ULUSAL GÜVENLİK” KONSEPTİNE GÜNCEL GEREKÇELER
Hazar sorunu üzerinden gündeme gelen Kafkasya macerası, silahlı bürokrasi tarafından, içerideki ulusal güvenlik tartışmasıyla, öncesine göre, daha geniş ölçekli eleştiri konusu yapılan pozisyonunu halkın gözünde yeniden pekiştirmek bakımından da değerlendirilmekte, iktidar dengelerindeki mevzi kaybı frenlenmek istenmektedir. Medyada, Genelkurmayın konumunu, TÜSİAD cephesinden piyasacı dengeye tam olarak oturtmak bakımından eleştiri konusu yapan yazarlar, şimdi Genelkurmayın Kafkasya çıkarmasına methiyeler düzmektedirler.
Yine bir süre öncesine kadar, “irtica tehdidi”nin sembolü haline getirilen RP/FP’nin parçalanması için alttan alta desteklenen Tayyip Erdoğan’a ait “kıyam”lı konuşmaların yer aldığı kasetlerin ekranlara taşınması da, 28 Şubat generallerinin “iç tehdit” ve “ulusal güvenlik” gerekçelerini güçlendiren güncel gerekçeler haline getirilmiştir. Her “milli görüşçü”nün evinde eğitim faaliyetinin aracı olarak rastlanabilecek, Türk istihbarat birimlerinin de bilgisi dahilinde olacağından kuşku duyulamayacak olan bu kasetlerin yıllar sonra ortaya çıkarılması, “irtica tehdidinin” Erdoğan şahsında hortlatılması ihtiyacının bir ürünüdür. Bu “tehdit’in, parlatılan yeni parçasını da bölme, marjinalleştirme planı ile birlikte, Genelkurmay eksenli “ulusal güvenlik” politikalarının güçlendirici bir güncel nedeni olarak da rantabl görülmüştür. Genelkurmay Başkanı’nın, MGK’da “ulusal güvenlik” tartışmasını örtülü bir üslupla gündeme getiren Yılmaz’a, “Erdoğan’a ait kasetleri izlediniz mi?” diye sorması, bunun bir ifadesidir.
Kafkaslar’daki son gelişmeler, “irticai ve bölücü terör tehdidi” gibi gerekçeler, askerin MGK’da gündeme getirdiği ve MGK sonuç bildirgesine yansıyan gerekçelerdir. Bunların zemini ise, MGK’dan kısa bir süre önce medya eliyle hazırlanmıştır. Kaynak gösterilmeden, istihbarat birimlerine atfen ekranlara getirilen, yazılı medyada öne çıkarılan iki rapordan birisi “irtica”, diğeri de “bölücü terör” diye tanımlanan “tehdit” unsurları ile ilgilidir. Bu raporlarda yer alan, ekonomik krizin, halkın umutsuzluğunu derinleştirerek “irticai ve bölücü teröre taban sağladığı yönündeki görüşler, yine diğer piyasa güçlerine karşı askeri bürokrasinin kozlarını güçlendiren gerekçeler olarak öne sürülmüştür.

TARTIŞMANIN ALNI AK TARAFI: TÜRK VE KÜRT EMEKÇİLERİ
Bu tartışmayı emperyalist ilişkilerin Türkiye’deki uzantılarının elinden kurtarıp, doğru bir temele oturtmadan, Türk’ü ve Kürt’ü ile tüm milletlerden emekçileri ile, ezilenlerin kaderinin değişmesi mümkün olmayacaktır. Ülkenin kaderinin değişmesi de yine buna bağlıdır. Emekçi sınıfların iş, ekmek ve özgürlük mücadelesinde kazanacağı mevziler, işbirlikçi IMF politikalarının, NATO menşeli “ulusal güvenlik” politikalarının geçersizleşmesinin önünü açacak ve bağımsız, demokratik bir Türkiye’nin inşası da ancak bu yolla gerçekleşebilecektir. Fabrikalarda, tarım alanlarında IMF politikalarının sonuçlarının iliklerine kadar yaşayan bu ülkenin işçisi, emekçisi, köylüsü ile kültürü, kimliği yok sayılan ya da talepleri emperyalistlerin çıkarlarına yedeklenmeye çalışılan Kürt yoksulları bu tartışmanın alnı ak tek tarafıdır. İşbirlikçilerin yalanlarına karşı onları sistemli bir biçimde aydınlatmak ve bilinçlendirmek de işçi sınıfının devrimci partisine düşmektedir.

Eylül 2001

Enerji bölgesinde emperyalist kapışma ABD’nin “savunma konsepti” değişimleri

ABD’nin ikinci Emperyalist Savaş sonrasında rakipsiz süper güç olarak dünya egemenliği peşinde askeri yolları da kullanarak yayılmaya çalışması, esas olarak SSCB’nin sosyalist sistem adına ve kalıcı bir dünya barışını gözeten politikaları tarafından engelleniyordu. Asya’da hemen savaş öncesinde başlayan ve savaşın bitişinde belirleyici bir rol oynayan Çin Devrimi, ardından da Kore’nin bölünmesine ve Kore Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yol açan devrim, Batı Avrupa’yı kendi “arka bahçesi” haline getirmiş olan ABD’nin II. Savaş sonrası Asya’yı tam egemenlik altına alma planlarını önemli ölçüde boşa çıkarmıştı.
Üstelik Asya’daki devrimci gelişmeler, yalnızca ulusal bağımsızlığı değil, toplumsal kurtuluşu da hedefleyen ve sosyalizmden etkilenen hareketler niteliği kazanmaya başlamış, bunların tümünü SSCB’nin yarattığı yolundaki açıklamalar, kimseyi tatmin edemez hale gelmişti.
Amerika’nın eski Saygon Büyükelçisi General M. Taylor, şunları söylüyordu: “Amerika, Güneydoğu Asya’da Kızıl Çin’le karşılaşmaktan kaçındığı takdirde, … Milli Kurtuluş Savaşları, komünist yayılmanın yerini alacaktır.” (Amerikan Harp Doktrinleri, M. Fahri, Yön Yayınları, 1966, sf.14.)
Yalnızca Asya ya da Avrupa’da değil, Afrika ve özellikle de Latin Amerika’daki kurtuluş mücadeleleri, ABD için, başlıca tehdit olarak değerlendiriliyor ve ABD kendi misyonunu, devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısındaki tutumuyla tanımlıyordu. 20 Eylül 1965 tarihinde Amerikan Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen bir yasaya göre: “Amerikan kıtası ülkeleri arasında karşılıklı yardım anlaşmasını imzalamış olan taraflar, bu ülkelerden birine veya birkaçına yapılan herhangi bir saldırı karşısında, silaha başvurabilir, bundan önce kabul edilen prensipler ve yapılan açıklamalar temeline dayanarak, milletlerarası komünizm diye adlandırılan bozguncu kuvvetlerin veya kışkırtıcıların Amerika kıtasında ne şekilde olursa olsun müdahalesine, kontrolüne, egemenliğine engel olmak veya son vermek üzere, gereken bütün yollara başvurabilirler…” (Age. s. 16.)
Bu dönem, Amerika’nın “sınırlı bölgesel savaş” teorisini uyguladığı dönemdir. Başlıca ‘”dolaylı saldırı”, “konvansiyonel olmayan savaş”, “bölgesel savaş” ve “elastiki tepki-esnek tepki” kavramlarıyla dile getirilen bu “savunma konsepti”ne göre, yukarıda değindiğimiz gibi, “esas düşman”, devrim ve ulusal kurtuluş savaşlarıydı. Bu savaşlar, “dolaylı” idi, çünkü doğrudan doğruya ABD topraklarına ve ABD kuvvetlerine karşı değil, “dost ve müttefik”lere karşı yürütülüyordu; “konvansiyonel” değildi, çünkü alışılmış savaş araç-gereçleriyle, düzenli ordular arasında yapılan bir savaş değildi; “bölgesel” ya da “lokal”di, çünkü olabildiği kadar yalıtılmış bir çevrede yine olabildiğince yalıtılmış sorunlar çerçevesinde sürdürülüyor, genelleşmemesi özel önem taşıyordu. Yine aynı amaçla, “elastiki tepki” teorisi geliştirilmişti. Buna göre, belirli bir savaşta, en az kuvveti dereceli olarak kullanarak operasyonun mümkün olan en sınırlı ölçülerde kalması gözetilmektedir. “Esnek tepki” teorisinin kaynağında, süper güçler arasında “termonükleer silah” kullanımını olabildiğince geciktirme kaygısı da bulunmaktaydı. Dünya çapında bir nükleer savaşa yol açmadan, savaşı bölgesel düzeyde tutmak, karşı güçlerin durumuna uygun, esnek güç kullanımıyla “düşman”ı, kendi topraklarında yine kendi ülkesinin güçleriyle yenilgiye uğratmak… Bu, teori, aslında “merdiven teorisi” denilen daha kapsamlı bir savaş çizgisinin parçasıydı. Belirli bir bölgesel savaşta, eğer savaş şiddetlenir ve alanı genişlerse, ikinci bir “basamak” öngörülüyordu. Düşman taşıt ve ulaştırma şebekelerini, limanları, havaalanlarını, ikmal merkezleri tahrip edebilecek silahlar kullanılacak, bu da bir sonuç sağlamazsa, “üçüncü basamağa” geçilecekti. Bu aşamada artık termonükleer silahlar kullanılacaktı.
Dönemin Başkanı Kennedy’nin danışmanı olan Samuel Huntington, bu stratejiyi şöyle savunuyordu: “Önümüzdeki 10 yıl içinde, doğrudan doğruya devletlerin sınırlarına tecavüz etme imkânları gittikçe daralmaktadır. Bu cinsten saldırıların yerini, devletlerin kendi sınırları içindeki hükümet darbeleri, gerilla hareketleri ve iç harplerin alması imkânları ise artmaktadır.” (Samuel Huntington, age., sf. 296.)
Ünlü Rockefeller Vakfı tarafından hazırlanan bir raporda ise, “dolaylı saldırı” kavramına ilişkin olarak şunlar söyleniyordu: “Bizim güvenliğimizi, sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de var. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen devrimci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır. … Bizim amacımız, bu ve benzer akımları önlemek olmalıdır. … Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkıştırılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapma zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.” (“Prospects Of America. The Rockfeller Panel Reports”, age. sf. 298.)
Dünyadaki en etkili çelişmelerin, sosyalist sistemle kapitalizm, halklar ve emperyalizm arasında olduğu bir dönemde, ABD’nin başlıca hedefini de, emperyalist sistemden kopma eğilimi gösteren her türden direniş ve “değişme” hareketleri oluşturuyordu. Bu hareketler, ister ciddi komünist karakterde olsun, isterse reformcu, demokratik karakterde olsun, ABD için “düşman” kavramının içinde olmaktan kurtulamıyorlardı. Çünkü esas olan, Amerikan ekonomik ve siyasi çıkarlarına tam bir bağımlılık içinde olmaktı. “Reformcu”, “demokratik” hareketler, bu bağımlılığı en az zorlayan akımlar olmalarına, ABD’ye olduğu kadar SSCB ile ilişkilere de mesafeli olmalarına karşın, yine de tehlikeli bulunuyorlardı. Çünkü dünya, kesin bir biçimde sosyalist ve kapitalist bloklara ayrılmıştı ve ABD’nin bu tablo içinde tarafsızlığa bile tahammülü yoktu.
Latin Amerika’da, Güneydoğu Asya’da, devrimci ulusal kurtuluş savaşlarına girişen bütün ülkelerde, ABD, bu yeni doktrine dayanarak, silahlı müdahalelerde bulundu. Doğrudan asker göndermediği ülkelerde, darbeler, kontrgerilla hareketleri, suikastlar düzenledi. Bu, aynı zamanda, CIA’nın bir komplo örgütü olarak en aktif olduğu dönemdi.
ABD, bu dönemde, silahlı kuvvetlerinin büyük bir bölümünü, “sınırlı-lokal savaş” stratejisine göre yeniden örgütledi. General Maxwell Taylor, bu yapılanmayı şöyle özetliyordu: “Birleşik Amerika, stratejik hava kuvvetleri ve hava savunma birlikleri yanında, özellikle gayet hareketli stratejik ve taktik savaşlar yürütecek kara kuvvetlerini arttırmalıdır. Bu kara kuvvetlerinin, dünyanın herhangi bir köşesine en kısa bir zamanda ulaşıp derhal müdahale edebilecek hareketlilikte yetiştirilmesi gerekir. Bu kuvvetler, … elastiki tepki stratejisine göre harp etmelidir.” (Age., sf. 256.)
Bu görüşler, tümüyle gerçekleştirilmiş, üstelik Maxwell’in dile getirdiği Pentagon ihtiyaçları doğrultusunda, bir de önemli ek yapılmıştır: Sınırlı-lokal savaşları yürütecek orduya “kalkan görevi yapacak” vurucu nükleer silahları geliştirmek… Yıl, 1959’dur.
O yıllarda, dünyadaki bütün temel çelişmeler, en etkili düzeydedir.
Amerika, “baş düşman” olarak ulusal kurtuluş savaşlarını ve sosyalizmi görmektedir. Bütün stratejisini de bu iki düşmanın başlıca etkili olduğu alanları denetlemek ve elde tutmak üzerine kurmuştur. Bu alanlar, Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi, I. ve II. Savaş sonunda “paylaşılması tamamlanmamış” kıtalar üzerinde, üstelik büyük bir uyanış içine girmiş halkların yaşadığı topraklardaydı. Ne var ki, sosyalist bloğun varlığı koşullarında, emperyalistleri asıl ilgilendiren konu, bu bölgelerin kendi aralarındaki paylaşımından çok, bağımsız ya da sosyalist ülkelere dönüşmeleri olasılığıydı. Eski sömürgeci devletler (Fransa, Belçika, bir ölçüde İngiltere) kendi hâkimiyet bölgelerini, artık “dünya jandarması” rolünü üstlenmiş bulunan ABD’ye devredebiliyorlardı. Çünkü yalnızca ABD’nin değil, bütün emperyalistlerin başlıca korkusu, sistemin kan kaybetmesiydi. Kendi sömürgelerini kaybetmekten daha önemlisi, sistemin tümüyle çökmesi tehlikesiydi ve bunu önleyebilecek askeri ve ekonomik güç, ABD’nin elinde bulunuyordu.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NDE ESKİ SAVAŞ STRATEJİSİ
Dünyada yeni güç ilişkilerinin biçimlenmesinin başlangıcında, “Sosyalist Blok”un dağılması bulunuyor.
’70’li yılların sonlarından başlayarak devrimci dünya dalgasının gerilemeye başlaması da, bu dönemin özelliklerinden. ’60’lı yılların devrimci atmosferini yaratan temel çelişmeler niteliklerini kaybetmemekle birlikte, o dönemde olduğu gibi bir “emperyalizmin burçlarını döven devrim dalgası” günümüz dünyasının gerçeği değildir.
Amerikan emperyalizminin savaş stratejisi, bu yeni koşullara göre bazı özellikleri bakımından değişmiş olmakla birlikte, temelleri bakımından korunmaktadır.
Günümüz dünyasında, emperyalistlerin enerji koridorları üzerindeki kapışması, olaylara ve ilişkilere rengini veren başlıca unsurdur.
Amerika da, düşmanlarını bu yeni duruma göre belirlemiştir. Her biri başlıca enerji kaynaklarının ve sevk yollarının üzerinde bulunan ülkeler, Amerikan politikalarının yanında ya da karşısında konumlanışlarına göre sınıflandırılmaktadır. Yine bu kıstasa göre, “uygun” ülkelerde iç karışıklıklar, bölünmeler ve çatışmalar yaratıldığı da görülmektedir.
ABD, artık sözde “ulusal bağımsızlık” hareketlerini, bizzat kendisi kışkırtmaktadır. Balkanlarda ve Kafkasya’da olduğu gibi, ya da şimdiden belirtileri görüldüğü üzere ve kimi Orta Asya ülkelerinde olacağı gibi, ABD, kendisine bağlı sahte “silahlı direniş grupları” oluşturarak, bölge devletlerini parçalayarak denetleme yolunu seçmektedir.
Bununla birlikte, “sınırlı savaş” stratejisinin bazı unsurlarının hâlâ geçerli olduğu görülüyor.
Savaşlar “lokal-yerel, bölgesel” tutuluyor. Yine “esnek” davranılıyor: Örneğin Vietnam’a atom bombası atılmamıştı, Bağdat’a atılmıyor!
“Dolaylı savaş” taktikleri yine kullanılıyor. Askeri müdahaleler, NATO ya da BM aracılığıyla gerçekleştiriliyor.
“Dev komünizm tehlikesi”nin yerini ise, “haydut devletler” almış bulunuyor.
Eski stratejinin en önemli basamağı olan orduya “kalkan görevi yapacak” vurucu nükleer silahlar ise, yepyeni bir teknolojiyle “füze savunma sistemi” adı altında gündemde. Ancak bu yeni bir adla sunuluyor: “Ulusal Füze Savunma Sistemi”.
Sözde “yeni” savaş doktrini, Soğuk Savaş dönemindeki şartların artık değiştiği, eski tehlikelerin yerini yenilerinin aldığı ve sonuç olarak yeni-farklı caydırıcılık sistemlerinin geliştirilmesi gerektiği düşüncesine dayanıyor. “Ulusal Füze Savunma Sistemi”, ya da medyadaki popüler adıyla “Yıldız Savaşları Projesi”, Pentagon’un “haydut devletler” diye adlandırdığı ve resmi dilde sözde yumuşatılarak ama kapsamı genişletilerek “kaygı uyandıran devletler” olarak tanımlanan ülkelerden gelebilecek potansiyel tehditlere karşı, “bir savunma sistemi” olarak propaganda edildi. Sistemin eski stratejinin bir uzantısı olduğu düşünüldüğünde, bunun “savunma” ile ilgisi olmadığı da görülüyor. “Ulusal Füze Savunma Sistemi”, bir de, “haydut devletlere yakın mevzilerde”, örneğin Türkiye’de “Füze Savunma Kalkanı” kurulması projesini içeriyor. ABD’li uzmanlar, Türkiye’yi (büyük olasılıkla İncirlik Üssü’nü) Iran veya Irak’tan gelebilecek “tehdit’e karşı yeni “Kalkanın dayanak noktalarından biri olarak değerlendiriyorlar.
“Haydut devletler”, esas olarak Kuzey Kore, İran ve Irak’tır. Oysa uluslararası savunma uzmanlarına göre, adı geçen üç devletten sadece Kuzey Kore, ABD’yi vurabilecek kıtalararası balistik füze geliştirebilecek potansiyellere sahiptir. Daha da önemlisi, yakın geçmişte Kuzey Kore, ABD ile görüşmeler sürdürürken, füze uçuş deneme programını durdurma kararma bağlı kalacağını yeniden vurgulamıştır.
Yine, ABD dışındaki ekonomistlerin ve savunma uzmanlarının görüşüne göre, plan gerçek bir savaş olasılığına karşı önlem olmak üzere değil, Amerikan silah sanayisini pompalamak için uydurulmuştur ve varsayılan tipte bir saldırı için, adı geçen ülkelerin tehdit oluşturduğunu söyleme olanağı yoktur.
Böylece Irak ya da İran’a karşı kurulacağı söylenen “Füze Savunma Kalkanı”nın dolaysız olarak, Hazar Havzası ve Avrasya enerji kaynakları sorunlarına bağlandığı görülebilir. Böylece, “kalkan”ın aslında, işlerin daha da dallanması halinde Çin’e, Rusya’ya, karşı tarafta yer alan bir başka ülkeye karşı olası bir askeri harekât sırasında kullanılmak üzere geliştirilen bir “mızrak” olduğu da görülebilir.
Konunun Türkiye ve ABD arasında görüşüldüğü günlerde, Türkiye’nin, ABD’nin “haydut devletlerin füzelerine karşı savunulmasında” Iran ve Irak’ı aynı anda cepheden karşısında bulacak bir tutumdan kaçındığı görüldü. Üstelik Bush yönetimi bu projesinde Avrupa’nın muhalefetiyle de karşı karşıyaydı. Rusya ve Çin’in yanı sıra, Fransa da, bu “savunma konsepti”nin, daha önce imzalanan nükleer savunma antlaşmalarını geçersiz hale getireceğini ve dünyada yeni bir silahlanma yarışma yol açacağını, ABD’ye bildirmişlerdi.
Bununla birlikte, örneğin Radikal’de Mehmet Ali Kışlalı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünün artık sadece ülke sınırlarını savunmaya yönelik olmaktan çoktan çıktığını ve olası tehdit oluşturacak sorunların çözümünde de” rol alabileceğini ileri süren bir yazı yazdı. Kışlalı’ya göre, “Füze Savunma Kalkanı” projesi Türkiye’nin savunma stratejisine de uygundu: “Başkan Bush’un, birçok müttefikine kabul ettirmekte güçlük çeker göründüğü; füzelere karşı savunma sisteminin Türkiye’nin savunma stratejisine aykırı olduğunu sanmıyoruz. Bu bakımdan ABD Savunma Bakanı’nın Ankara’dan rahatlamış ayrılacağı kanısındayız.”
Böylece Kışlalı, en azından bazı askeri çevrelerde, hükümetin o andaki tutumundan farklı perspektiflere sahip olunduğu izlenimini veriyordu. Aslında ABD’nin “hemen şimdi” biçiminde bir dayatması da yoktu. Daha zaman vardı ve koşulların olgunlaşmasını bekleyebilirdi.

SU UYUR, RUSYA UYUMAZ
ABD’nin bütün Asya kıtasına yönelik olduğu bilinen görünüşteki bölgesel girişimlerine karşı, Rusya elbette boş durmuyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Kafkasya politikası, özetle, bölge devletleri arasındaki çelişkilerin derinleştirilmesi, ayrılıkların keskinleştirilme-si, kimi durumlarda da ittifakların zorlanması biçiminde seyretti. Buna uygun olarak, Kafkasya’yı bölmek, halkları birbirine düşürmek için provokasyon, rüşvet, kışkırtma, darbe, suikast gibi yolları denedi, din ve kültür farklılıklarını kullandı. Her durumda değişmeyen amaç, Rusya’nın Hazar Denizi’ndeki ağırlığını azaltmaktı.
Rusya’nın karşı-hamlesi ise, Sovyetler zamanında kurulmuş ekonomik-siyasi ilişkileri, ABD’ye karşı bir baskı unsuru olarak kullanmak ve İran’la bölgesel bir ittifakın temellerini atmaya yönelmek biçiminde oldu. Rusya, bununla sınırlı olmayan, daha geniş kapsamlı bir Asya politikası izlemeye, Putin’i öne çıkararak başladı. Rusya ile İran arasındaki çeşitli boyutlarda gelişen yakınlaşma bir “stratejik işbirliği”ne doğru evrilirken, buna, Hindistan’ı da katmayı amaçlayan girişimlerin de yapıldığı, İran kaynakları tarafından açıklanmıştı. Buna göre, savunma alanında ortak örgütlenmelere gidilecek ve doğuda Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de, batıda ise Ermenistan’ın başkenti Erivan’da askeri komuta istasyonları kurulacaktı.
Rusya’nın karşı hamlesi, aslında gelişen “Avrasya Güvenlik Rejimi”nin kendisine özgü hedeflerinden çok, ABD’nin hedeflerinin deşifre edilmesine dayanıyor. Böylece, Orta Asya ve özellikle de Hazar petrol ve doğalgazının dünyaya ulaştırılması için kullanılabilme olasılığı olan bütün yollar üzerinde çeşitli ittifak kombinasyonlarının Rusya tarafından da denendiği, karşı hamleler düzenlendiği anlaşılıyor.
Rusya, SSCB’den kalan miras üzerinde hareket ederek Kazakistan ve Kırgızistan’ı, Avrasya Ekonomik Topluluğu içine aldığı gibi, 1992 yılında kurulan BDT Kolektif Güvenlik Antlaşması ile de kendi “güvenlik şemsiyesi” altında tuttu. Fakat Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan üzerinde bu kadar etkili olamadı. Türkmenistan, 1997 yılında GUAM adı altında oluşturulan Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova arasındaki birliğe de katılmadı. Özbekistan ise, bu işbirliğine ancak 1999’da katıldı ve işbirliği platformunun adı GUUAM olarak değiştirildi. GUUAM, ABD ve Batılı ülkeler tarafından destekleniyor.
Rusya’nın bir başka ittifak arayışı, önce “Şanghay Beşlisi” sonra da “Şanghay Platformu” olarak adlandırılan ve Çin’le birlikte yürütülen Asya çapındaki birlik projesinde görülüyor. Temmuzda, Çin Devlet Başkanı Zemin ile Rusya lideri Putin bir zirve toplantısında bir araya geldiler. Zirvede iki ülke arasında bir dönem silahlı çatışmalara kadar keskinleşen sınır sorunları aşıldı. Sınır sorunlarının, gelecekte yapılacak işbirliğine ‘gölge düşürmeyeceğini’ tüm dünyaya açıkladılar. Epeyce eski bir geçmişe dayanan “sınır sorunlarının” kolaylıkla aşılmasının asıl nedeni, zirvenin temel konusunu gölgede bırakmamak içindi. Zirveden bütün kıtayı ve dünyayı ilgilendiren, daha önemli bir karar çıktı, Rusya ve Çin, ‘Tek kutuplu dünya düzenine karşı’ ortak hareket edeceklerdi! Bu, ABD’ye açıkça tavır alınması anlamına geliyordu. Çin ve Rusya, ‘Füze kalkanı’ projesine karşı olduklarını da bir kez daha yüksek düzeyde açıklamış oldular.
Zirvenin özellikle ABD politikalarına karşı açık bir tutumla sonuçlanması, Asya ülkeleri arasındaki hareketlenmede görüldü. İran ile Ermenistan arasında, özellikle savunma alanında karşılıklı çok sayıda üst düzey ziyaret gerçekleşti. İran ile Ermenistan savunma alanında ‘stratejik işbirliği’ içine girdiklerini resmen tüm dünyaya açıkladılar.
Türkmenistan tarafsızlığını gerekçe göstererek, “Şanghay Platformu” girişiminin dışında kalmıştı. Bu birliğe Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan üye olurken, son “İslami terör” olayları sebebi ile Özbekistan da gözlemci olarak katıldı.
Amerika’nın eski “Yeşil Kuşak Doktrini”nde SSCB’yi bağımlı-gerici diktatörlüklerle kuşatmak esastı. Bu kez Avrasya’nın yumuşak karnını arıyor. Ne var ki, Orta Asya ülkeleri içinde ABD, bütün gizli-açık gayretlerine, Türkiye’nin bu yöndeki yüklenmelerine karşın açık ittifak güçleri oluşturamadı. Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, enerji yolları konusunda ve Hazar Havzası sorunları dolayısıyla zaman zaman Rusya ile farklı yollar deneseler de, Amerikan planlarının parçası haline gelmediler, bu arada Türkiye’nin “kardeş Türkî Cumhuriyetler” rüyasını da, bunun arkasında yatan planları görerek boşa çıkardılar. 1999 Şubat ayında Kerimov’a yönelik suikast girişimine, Türkiye’de eğitim gören Özbek öğrencilerin de karıştığı iddialarını, Özbekistan Türkiye’deki öğrencilerini geri çekerek ciddiye aldığını gösterdi. Azerbaycan’da, Aliyev’e karşı Türkiye’nin de adının karıştığı darbe girişiminde Amerika’nın parmağı olduğundan kimse kuşku duymadı. Çeçenistan’da ve Özbekistan’daki “radikal İslamcı” akımların arkasında da Amerika’nın bulunduğu, “terör” yoluyla yıldırma ve köprübaşı tutma aracı olarak bu grupları kullandığı da biliniyor. Pakistan’ın art arda darbelerle sarsılması, Afganistan’ın Taliban belâsına mahkûm edilmesi ve nihayet Türkiye’nin ekonomik baskı programlan aracılığıyla elinin kolunun bağlanması hep aynı egemenlik stratejisinin sonuçları olarak ortaya çıktı.
ABD’nin gizlenemez saldırganlığı, Asya ülkeleri arasında Rusya merkezli ve Çin tarafından da desteklenen birliklerin olanaklarını arttırıyor.
ABD ise, bu büyük programa, kıta dışından destekler geliştiriyor. Bunun en içten gönüllülerinden biri İsrail.

YENİ BİR SOYDAŞ HALK BULUNDU!
19 Ağustos günü, Sabah gazetesinin manşetinde, “bu da nereden çıktı” dedirtecek cinsten bir haber vardı: “Yedinci Yıldızın Esrarı Çözüldü!”
“Yedinci Yıldız”, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın forsunda bulunan on altı yıldızdan biriydi ve “Türk Hazar İmparatorluğu”nu simgeliyordu.
Haber, hiç de manşete taşınmayı hak etmiş görünmüyordu; çünkü bir Fransız gazetecinin, bundan yaklaşık 40 yıl önce yazılan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı gizemli kuşkular ve varsayımlar üzerine kurulmuş kitabına dayanarak sürdüğü izin sonunda, Azerbaycan-Dağıstan sınırında bulduğu bir Musevi-Türk köyünün haberiydi bu. Güncel haber değeri yoktu, rakip medya patronlarına yönelik bir “ifşaat” içermiyordu.
Üstelik habere heyecan katsın diye eklenmiş olan Hazar İmparatorluğu’nun bir “sır” olduğu yakıştırması da tamamen koftu. Çünkü, Arap, İbrani belgelerinde, özellikle de bu imparatorluğu İran-Sasani İmparatorluğu’na karşı seferlerinde destek kuvvet olarak kullanan, Emeviler’in İstanbul’u kuşatması sırasında onları yardıma çağıran Bizans’ın belgelerinde sıkça adı geçiyordu. Tarihi hakkında bilinen pek çok ayrıntı vardı. 6. yüzyılın ikinci yarısında Uygur, Hazar, Bulgar, Peçenek ve İranlı kabilelerin oluşturduğu yarı yerleşik, yarı göçebe bir federasyondu ve o yüzyılda Türkistan’daki Göktürk İmparatorluğu’na bağlıydı. 7. yüzyılın başlarında bağımsızlığını kazanan İmparatorluk, 8. yüzyıl ortalarına kadar, kendilerini İstanbul’u almaktan alıkoyan Araplarla bir dizi savaşa girmiş, 661’de Arapların baskısıyla Kafkasya’yı terk etmiş, Arap-Emevi baskısından kurtulmak için de İslamiyet’i benimser görünmüşlerdi. Hazar yönetici sınıfı, 8. yüzyılda Musevi dinine geçmişti. Uzakdoğu ile Bizans’ı, Emevi topraklarıyla da Slav ülkelerini birleştiren yollar üzerinde kurdukları egemenlik sayesinde o zamanki “dünya ticareti” yollarının önemli bir bölümünü denetliyorlardı. Yaklaşık 100 yıllık bu görkemli imparatorluğun siyasal varlığı, Kiev hükümdarı Svyatoslav’ın 965’teki seferiyle son bulmuştu. Siyasi bakımdan varlığı sona eren bütün imparatorlukların halkları, ya başka egemenliklerin altında birleşirler, ya da geniş bir coğrafya üzerinde dağılarak varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Hazar imparatorluğunun halkı da aynı sona uğradı. Bir bölümü, Altınordu devletine karıştı, bir bölümü Kafkasya’ya yayıldı, adalara sığındı.
“Sır” yoktu, “keşif” hiç yeni değildi, olağan koşullarda, pervasız anti-semitik propagandadan hiç rahatsızlık duymayan herhangi bir “Türk milliyetçisi gazete”, hem yoksul, hem de Yahudi bir akrabasını bulmuş olmaktan sevinç duyamazdı!
Öyleyse, tarihte benzeri pek çok kez yaşanmış bu yükseliş ve batış öyküsünü, günlük bir gazetenin manşetine çıkarmayı hak edecek ilginç bağlar bulunması, bu haberin bir şeyleri simgeliyor olması gerekiyordu.

KAFKASYA’DA TÜRK-MUSEVİ VARLIĞININ GÜNCEL ÖNEMİ
Azerbaycan, daha ’90’lı yılların sonunda, sırf Tahran’ın tehditlerine karşı, İsrail’le yakın ilişkiler kurmuş, vatandaşlarına çifte vatandaşlık tanırken, İsrail’le ilişkilerde bir “arakesit” olarak değerlendirdiği Musevi asıllı vatandaşlarına öncelik tanımıştı. Demek, Azerbaycan içinde “Musevi” vatandaşların bulunduğu da bir “sır” değildi. Ancak bu vatandaşların, yalnız Musevi değil, üstelik Türk olduklarının hatırlanması için yeni bir gelişmenin yaşanması beklendi.
Uzak tarih zamanlarından kalan bir mirasın, güncel diplomaside koz olarak kullanılması için, zaman gelmişti anlaşılan.
Azerbaycan ve Iran arasında, geçtiğimiz ay, Türkiye’nin de yakından ilgilendiği bir gerilim yaşandı. Hazar Denizi’ndeki petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde hak iddia eden İran, askeri güç gösterisinde bulundu. Bazı Batılı gözlemciler, İran’ın Azerbaycan’a karşı değil, kaynakları işleten yabancı şirketlere “gözdağı” vermek için, şöyle bir göründüğünü ileri sürdüler.
Türkiye’nin 1997 yılından beri İsrail ile ekonomik ve askeri işbirliğini geliştirmesi ve bunlarla ilgili anlaşmalar imzalaması, Azerbaycan’ı da bu yönde etkilemiş ve Türkiye-İsrail-Azerbaycan işbirliği ekseni doğmuştu. Ancak bu “eksen”in işlevli bir hal almasının, yalnızca İran’ın Hazar üzerindeki taleplerinin Azerbaycan’a yönelik tehditler içermesinden daha önemli dayanakları bulunuyor. Yine aynı dönemde, Azerbaycan NATO’nun askeri kanadının kendi topraklarında üsler kurmasına ışık yakmış, Tahran bu kararı çok sert bir dille protesto etmişti. Bu girişim kapsamında, NATO’nun askeri kanadının Azerbaycan’da görünmesinin, Avrasya’da “köprübaşı” tutma girişiminden başka bir anlamı olamazdı.
Yakın geçmişte, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Azerbaycan ordusunun NATO’ya hazırlanmasına yardım için “seçkin” bir subay grubunu Azerbaycan’a göndermesi, bölge devletlerinin tepkisini çekmiş, Tahran-Erivan-Moskova ilişkilerinin güçlenmesi sonucunu da doğurmuştu.
Son olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri, Azerbaycan’da Genelkurmay Başkanı’nın ziyareti aracılığıyla gövde gösterisine girişli. Resmi bir ziyarete, bir askeri uçak filosunun eşlik etmesi, alışılmış bir durum değildi. Gerçi, bu filonun “gösteri amaçlı” olarak Azerbaycan’da bulunduğu açıklanmıştı. Ama hem Azerbaycan politik tarihinde önemli bir yeri olan “Azadlık Meydanı” üzerinde gösteri uçuşları yapılması hem de Türk subayların öğretmenlik yaptığı Azerbaycan Harp Okulu’nun ilk mezunları şerefine uçulması, dönemin özellikleri göz önüne alındığında, bir başka ilişkiye işaret ediyordu. Önemli olan, bölge politikaları üzerinde ciddi bir askeri işbirliğinin bulunduğu mesajının “ilgili yerlere” verilmesiydi. Bir sağcı gazetenin dediği gibi, “Türkiye, yeniden ipleri eline alıyor”du!
Buna rağmen, İran, Hazar’ın statüsüne ilişkin sorunların, Azerbaycan ve diğer “kıyıdaş” ülkeler arasında görüşmeler yoluyla çözüleceğine ilişkin “iyi niyetler” taşıdığını göstermek üzere girişimlerine devam etti. Türk Genelkurmay Başkanı’nın ziyaretine rastlayan günlerde, İran’ın Hazar Özel Temsilcisi Ali Ahani’nin de Bakû’de bulunması gerekiyordu. Ancak bu ziyaret Türkiye Genelkurmay Başkanı’nın Azerbaycan’dan ayrılmasından sonraki bir tarihe ertelendi.
İran, bu tutumuyla, Hazar’a ilişkin sorunların yine Hazar’a kıyıdaş ülkeler arasında çözülmesi gerektiği tezine bağlı kaldığını göstermek istiyor.
Kuşkusuz bu tez, bölgesel sorunların, bölge devletleri arasında karşılıklı görüşmeler yoluyla çözülmesini öneren uluslararası kurallara uygundur.
Ne var ki, Hazar Havzası, bölge uluslarını kendileriyle baş başa bırakmayacak kadar emperyalizmin ilgi alanına girmiş ve pek çok devlet ve ulus-ötesi şirketin karıştığı çetrefil bir hal almıştır. Aynı bölgede ve petrol nakil hatları üzerindeki Afganistan, Pakistan ve Hindistan’la Avrupa Birliği de yakından ilgileniyor. AB, Kafkasya sorunlarında esas olarak Rusya ile yakın duruyor. Özellikle Clinton dönemindeki “zayıflıklardan” yararlanarak, Fransa, Ermenistan üzerinden Iran ve Azerbaycan’ı da kapsayacak bir girişimde bulundu. Avrasya petrolünün Afganistan üzerinden Hint Okyanusu’na taşınması projesi rafa kaldırıldıktan sonra gözden düşürülen Taliban rejimi (Buda heykellerine saldırının olağanüstü bir barbarlık olarak reklâm edilmesi hatırlansın), “ılımlı ve modern bir İslami rejim”e (buna Avrupa tarafından Pakistan’daki şeriatçı cumhuriyet ucubesi örnek olarak gösteriliyor) tahvil edilme planlarının konusu oldu. Pakistan, Suudi Arabistan ve ABD tarafından desteklenen Taliban rejiminin kaderi, enerji hattı üzerindeki rolüne göre belirlenecek. Avrupa’nın Afganistan’a yönelik ilgisi, şüphesiz Hazar enerji merkezleriyle bağlantılı olarak Rusya ve İran’la dayanışma içinde sürdürülüyor.
Bu kördüğüme, siyasi ve askeri hedefleriyle İsrail’in aktif olarak katılması, çok beklenmeyen bir gelişme olmadı. İran’ı sıkıştıracak, yolu üzerinde engel olmaktan çıkaracak her girişimde, İsrail ya düğmeye basan, ya da sürecin ilerlemesinde etkili olan bir güç olarak, Hazar Havzası’nda da, doğrudan doğruya ekonomik çıkarları olmasa bile, siyasi ve askeri amaçları nedeniyle yer alma fırsatlarını kolluyor ve değerlendiriyor. Sabah gazetesinin ilginç haberi, İsrail diplomasisinin bir uzantısı olma karakterini bu ilişkiden alıyor.
Aynı biçimde, MHP’nin yarı-resmi yayın organı Ortadoğu, “İsrail yanlısı” haberler yayınlamaya başladı. Bu haberler de, özellikle antisemitizmle koşullanmış MHP tabanına ve partinin “eskilerde kalmış” kadrolarına, İsrail’le ilişkileri kabul edilebilir olarak gösterme amacını taşıyordu. Sabah’ın yayınları konuyu daha popüler tarzda işlerken, Ortadoğu, İsrail propagandasını “Avrasya’da Türk çıkarları” perdesi altında yürütüyordu.
İsrail, bu türden bir “psikolojik savaş” konusunda ustadır. Yılların yerleştirdiği “Yahudi düşmanlığının nasıl kırılacağını, bu kritik dönemde propagandanın hangi temalar üzerinden yürütülmesi gerektiğini biliyor. Bir yandan Filistin’de Müslüman kanı gövdeyi götürürken, Müslüman Türk’ü, kendisiyle işbirliği yapan hükümetine karşı tepkisiz hale getirmenin yolunu bulmakta da herhangi bir acemilik yapmayacaktır. Üstelik “en milliyetçi, en Yahudi düşmanı” kanattan destekçiler bulabildiyse, bu zor da olmayacaktır.
İsrail’in Avrasya’ya yönelik girişimleri, yalnızca Azerbaycan’daki gelişmelerle ve İran’a karşı tutumuyla sınırlı kalmıyor.
Lübnan’da yayımlanan The Daily Star gazetesinin 27.06.2001 tarihli internet sayfasında, yukarıdaki başlık altında ve Ed Blanche imzasıyla yer alan makalenin çevirisi, Anadolu Ajansı tarafından yayınlandı. Bu makalede, İsrail, Türk ve Amerikan hava kuvvetleri tarafından Orta Anadolu’da gerçekleştirilmekte olan askeri tatbikat değerlendirilerek, bunun sonuçları, Avrasya ve Ortadoğu ilişkileri bakımından tartışılmaktadır. The Daily Star yazarı, bu üç ülke arasındaki ittifakın devamlı geliştiğini belirterek, burada “yeni yüzyılın büyük bir ödülü olan enerji kaynakları ile Orta Asya cumhuriyetlerine yönelişin” görülmesi gerektiğini ekliyor. “Bu üç ülke, 1996 yılında başlayan bir dizi askeri işbirliği antlaşması imzalamış olmalarından dolayı, Doğu Akdeniz’de orta ölçekte üç deniz tatbikatı gerçekleştirdiler. Ayrıca İsrailli ve Türk F–16 pilotları da birbirlerinin hava sahalarında eğitim alıyorlar. Ancak Anadolu Kartalı adı verilen bu hava tatbikatı, üç ülkenin bugüne kadar gerçekleştirdiği en büyük ortak tatbikat. Bu tatbikat ayrıca, daha coşkulu tatbikatların da müjdecisi. … Ancak Türk-İsrail ittifakında ve ABD’nin bölge stratejisinde daha az önem verilen bir başka yön de bulunmaktadır ki bu, İsrail’in (Türkiye’nin, Rusya ve İran ile rekabette oldukça aktif olduğu, nüfusunun çoğunluğu Türkçe konuşan bölgede) Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde nüfuzunu güçlendirirken ve Suudi Arabistan ve Pakistan’ınkini azaltmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılışı, Orta Asya’nın, Ortadoğu için doğal bir coğrafi ve jeopolitik genişleme alanı olması anlamına geliyordu. Afganistan ve Pakistan da eklenince Ortadoğu, çoğunluğu Müslüman, Moritanya’dan Fas’a ve Kazakistan’a bir yeniay şeklinde 450 milyon nüfusa sahip bir alan haline geliyor. Bazıları nükleer silahlara sahip, bağımsızlığını yeni kazanmış Müslüman cumhuriyetlerin, İran’ın uydusu haline veya Arap ülkeleriyle aynı düzeye gelmemesi, İsrail için bir zorunluluk oldu. Türkiye’nin de doğuya doğru genişlemek için kendim ait zorunlulukları var. Amerikalılar, hem kendi açılarından hem de İsrail’in korunması açısından cumhuriyetleri, sahip olduğu petrol ve gaz zenginliklerinin Rusya ve İran’a aktarılmaması için kontrol altına almanın yollarını araştırdılar. İsrail’in genişleyen stratejik çıkarlarına kucak açan ABD’deki Yahudi lobisi oldukça aktif. Bu lobi, Bili Clinton yönetimi döneminde, Azerbaycan’ın Bakû petrol yataklarından ve Kazakistan’dan petrolü Türkiye’nin Akdeniz limanı Ceyhan’a taşıyacak bir petrol boru hattının desteklenmesi konusunda oldukça başarılı çalışmalar yürüttü. ABD, Orta Asya devletleriyle askeri işbirliği geliştirme ve Hazar petrol yatakları civarında bir askeri üs kurma konusunda oldukça istekli.”
Yine de, İsrail’in yalnızca ABD’nin bir eklentisi olarak bölgede rol oynamaktan öte amaçları olduğunu gösteren başka gelişmeler var. İsrail’in, Orta Asya cumhuriyetleriyle gittikçe genişleyen bir ticaret ilişkisi bulunuyor. İsrailli şirketler geçen yıllarda bu cumhuriyetlerden birkaçıyla büyük ölçekli tarım, sanayi ve iletişim yatırımlarına dayanan sözleşmeler imzaladılar. İsrail şirketi Merhav, Kazakistan’da 35 milyon dolar tutarında dört tesis kurmak için anlaşma imzaladı. Bu ülkeye şimdiye kadar 18 İsrail şirketi gitti. Tarım ve tekstil ile ilgili İsrail firmaları aynı şekilde Tacikistan, Azerbaycan ve Özbekistan’da yoğun faaliyet halindeler.
Yine Daily Star gazetesinin yazarına göre, “İsrail şimdi Azerbaycan ile askeri ilişkilerini güçlendirme arayışında. Ehud Barak yönetimi altındaki İsrail, Azerbaycan ile istihbarat alanında bağlantılar kurdu. İsrail’in, Afganistan’ın komşusu Tacikistan ile de istihbarat bağlarına sahip olduğu bildirilmişti. İsrail’in Almanya Büyükelçisi Avi Primor’un 1998 yılında, eski Afganistan Cumhurbaşkanı Burhaneddin Rabbani ile görüşmesi medyada geniş bir şekilde yer almıştı. Bu görüşme, köktendinci Taliban ile savaşan kuzey ittifakında sağlam bir yer edinme ve İran’ı gözetleme çabası olarak görülmüştü. Ancak Taliban karşıtları cephesini bölücü bir tehdit olarak algılanan bu fikir görünen o ki terk edildi.”
Bu haber ve değerlendirmeler, İsrail’in salt ABD’nin “yamağı” olarak hareket etmenin ötesinde “kendi hesabına” pek çok siyasi ve ekonomik ilişki geliştirdiğini gösteriyor.
İsrail, askeri ve sınaî bakımdan oldukça yüksek bir teknolojiye, iyi yetişmiş teknik kadrolara sahip, önemli bir sermaye akışını denetleyip yönetebiliyor, güçlü bir ordusu ve savaş deneyimi var. Ancak enerji kaynakları yok, toprağı yok, suyu yok.
Kaynakları topraklarında bulunduran Müslüman ülkelere, Türkiye kanalıyla daha kolay girebileceğini düşündüğünden, sistemli ve etkili bir biçimde Türkiye ile ilişkilerini geliştirdi. Özellikle askeri işbirliği sayesinde, hem ABD’nin hem de kendi bağımsız planlarının gerçekleştirilmesi için oldukça geniş olanaklar elde etti.
İsrail’in Asyalı Müslüman ülkelerle ilişkilerini geliştirmesi, Ortadoğu’daki eylemleri bakımından da avantajlar sağlıyor. Gerçi Asyalı Müslümanların, “Filistinli din kardeşleri” diye bir sorunu hiç olmadı. Ortadoğu’nun bu tarihi yarası, genellikle Yahudi-Arap meselesi olarak kabul edildi ve yalnızca batıyla aralarında keskin ayrımlar yaratmayı gerekli gören Müslüman devletler tarafından bir İsrail düşmanlığı vesilesi sayıldı. İsrail’in Asya ortalarında böyle bir engeli şimdilik yok.

HAZARIN STATÜSÜ: GÖL MÜ, DENİZ Mİ?
Bölgeye yönelik olağanüstü askeri yığılmayla desteklenen uluslararası ilginin ardında, Hazar Havzası’nın sahip olduğu büyük petrol ve doğalgaz yatakları üzerindeki kapışma yatıyor. Şu anda işletilme olanağı bulunan rezervlere, 4 trilyon dolar fiyat biçiliyor. Ancak bunun ötesinde, bir de henüz derinlerde yatan büyük potansiyel yataklar bulunuyor. Bu yatakların kime ait olduğu da uzun süredir bir tartışma-çekişme konusu. Hazar Havzası’ndaki beş devlet, Azerbaycan, Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve İran, Hazar’ın “göl” mü, “iç deniz” mi olduğu konusunda uzlaşamıyor. “Hazar’ın göl mü, deniz mi” olduğu tartışması, bu devletlerin her birinin Hazar’a ilişkin statüsünü belirleyen bir içerik taşıyor.
Hazar’ın bir iç deniz olduğunun en güçlü savunucusu Rusya, burada uluslararası deniz yasalarının uygulanması gerektiğini ileri sürüyor. Bu teze göre, özetle, Hazar petrolleri, tüm kıyıdaş ülkelerin ortak kullanım alanıdır ve kaynaklarının (petrolün) kullanımı da dâhil, her türlü faaliyet bu ülkelerin katılımıyla yapılmalıdır. Herhangi bir Hazar devletinin ulusal talebi, diğer Hazar devletlerinin hak ve çıkarlarına tecavüz etmektir ve meşru sayılamaz. Rusya ile Hazar’ın statüsü konusunda en çok karşı karşıya kalan ülke ise, bu sularda en büyük çıkarı olan Azerbaycan. Azerbaycan’a göre, Hazar bir uluslararası “iç göl”. Göller hakkındaki uluslararası hukuk kurallarına göre, uluslararası sınırlar, ortadan çekilen çizgilerle belirleniyor. Böylece, her kıyıdaş devletin “sektör” adı verilen kendi alanları ortaya çıkıyor. Kıyıdaş devletler, kendi sektörlerinde her türlü tasarruf hakkına sahip oluyor. Azerbaycan’ın tezi, Hazar’dan petrol çıkartan Kazakistan tarafından da destekleniyor. Buna karşın, diğer kıyıdaş ülkeler; İran ile (bütün tarafsızlık iddialarıyla birlikte) Türkmenistan, Rus görüşüne daha yakınlar.
Şu anda, Hazar’ın zenginliği beş kıyıdaş ülke arasında eşit dağılmıyor. Amerikan raporlarına göre, en büyük paya Kazakistan sahip. 10 milyar varil belirlenmiş, 85 milyar varil de keşfedilmeyi bekleyen petrol rezervi var. Ardından, Azerbaycan ve Türkmenistan geliyor. Hazar Havzası’ndaki Azeri petrol yataklarında bilinen 2,6 milyar varil petrol yatıyor. Olası rezervi 27 milyar varil. Bilinen petrol rezervi 1,5 milyar varil olan Türkmenistan’ın toplam potansiyeli 33 milyar varili aşıyor. Rusya ile İran’ın toplam petrol payları ise, sırasıyla 12 ve 5 milyar varil olarak tahmin ediliyor.
Diğer yandan, petrol ve doğalgazın hangi yollardan geçerek dünya pazarına ulaştırılacağı konusunda da kıyıdaş ülkeler arasında bir çekişme var. Karadeniz’e, Akdeniz’e, Hint ya da Pasifik okyanuslarına kimin topraklarından ulaştırılacağı, dünya çapında, bütün emperyalistlerin ve bölge devletlerinin karıştığı bir düğüm oluşturuyor.
Bu karışık tablonun içinde, İran’ın Azerbaycan’a karşı politikasını kışkırtan gelişmelerde Amerika başrolü oynuyor, Azerbaycan petrol konsorsiyumunu oluştururken İran’a % 5 bir pay vermişti. 1994’te Amerika’nın baskısı ile bu pay İran’dan alındı ve Türkiye’nin payı artırıldı. Bu kararın ardından Türkiye, Amerika ve İsrail’in ortak hareketi Azerbaycan’da hissedilmeye başladı. Bu işbirliği, İran, Ermenistan ve Rusya’yı dışarıda bırakarak, Azerbaycan petrol ve doğalgazını Türkiye üzerinden Akdeniz’e indirmeyi öngörüyordu.
Rusya ve İran’ın 1921’de imzaladıkları anlaşmanın yürürlükte olduğunu iddia etmelerine rağmen, Amerika, Türkiye ve İsrail, Azerbaycan’ın Hazar denizindeki statüsünü savunmaya devam etti ve Azerbaycan’ın Hazar Denizindeki petrol arama ve çıkarma operasyonlarını destekledi. Rusya’nın Lukoil şirketine % 10 verilmesine rağmen, İran’ın konsorsiyumdaki hakkı Amerika, Türkiye ve İsrail’in itirazı ile elinden alındı.

PETROL VE İKTİDAR
Eski SSCB toprakları içinde, petrol bakımından en zengin bölge Azerbaycan’dı. Türkmenistan ve Kazakistan’ın doğal kaynakları ancak ’50’li yıllarda keşfedilmiş, bütün antifaşist savaş süresince, SSCB’nin ihtiyaç duyduğu petrolün tamamına yakın bir bölümü Azerbaycan kaynaklarından sağlanmıştı. Bu yüzden, Hitler’in başlıca hedefleri arasında yer alıyordu ve Alman orduları Kafkasya’ya ulaşmak pahasına, büyük güç ve zaman harcamıştı.
Azerbaycan petrolünün dünya ekonomi ve siyasetindeki “jeostratejik” yeri, savaştan sonra da önemini korumuştur. Görece yeni olan Avrasya kaynakları rekabet sahnesine yeni yeni çıkarken, yerleşik ve köklü çekişme alanı olarak Azerbaycan önde kalmış, şirketler ve devletlerarasındaki uluslararası rekabet esas olarak Kafkasya ve Hazar alanında odaklaşmıştır.
Azerbaycan’ın 1980 yılında 14,7 milyon ton olan petrol üretimi, giderek azalarak, ‘.990 yılında 12,5 milyon ton, 1995 yılında 9,2 milyon ton ve 1996 yılında ise 9,1 milyon tona düşmüştür. Petrol üretiminde meydana gelen bu azalma, eski teknoloji kullanılması ve petrol alanlarının bakımının iyi yapılmaması nedeniyle verimliliğin düşmesinden kaynaklanmıştır. Bu yüzden, Azerbaycan büyük petrol şirketleriyle işbirliğine zorlanmış, SSCB’nin dağılmasından sonra ilk dış ilişkiler bu kanaldan kurulmuş, o andan başlayarak da, Azerbaycan iç barışıklıklardan, müdahalelerden kurtulamamıştır.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Muttalibov, ilk resmi ziyaretini İran’a yapmıştı. Bu ziyaret sırasında İran, Nahçivan-Azerbaycan ulaşımının kendi toprakları üzerinden sağlanabileceğini açıklamış, Azerbaycan ve Nahçivan’ın ekonomik kalkınmalarına destek vaat etmişti. Yine aynı dönemde, 1992’de, İran Dışişleri Bakanlığı’ndan resmi bir heyet, Hazar doğal kaynaklarının kullanımı konusunu düzenlemek ve Hazar petrol tesislerinin modernize edilmesini görüşmek üzere Bakû’ye gelmişti. Karşılık olarak, Muttalibov, 57 kişilik bir heyetle, İran Devrimi’nin 13. yıldönümü kutlamalarına katılmış, İran’ın başlıca kaygılarından birisine açıklık getirmişti: İran’da yaşayan yaklaşık 15 milyon Azeri’nin, ayrılıkçı davranışlara girmeyeceklerine dair güvence… “Doğu ve Batı Azerbaycan’ın İran’dan ayrılarak birleşik bir Azerbaycan devleti kurmalarının imkansız olduğu açıktır!”
Çok geçmeden, Muttalibov, İran’la yakınlaşmanın bedelini ödedi. Azerbaycan Halk Cephesi lideri “Atatürk’ün askeri” Elçibey, hileli seçimle örtülmüş bir darbeyle iktidara geldi. Elçibey, İran Azerilerinin kendi okullarını kurarak, sosyal ve kültürel haklarını korumak amacıyla otonom bir yapı için mücadele etmeleri gerektiğini ilan etti! İran, Elçibey’i, Türkiye ve ABD desteği ile İran Azerbaycan’ını bölmeye çalışmakla suçladı. Elçibey bununla da kalmadı. Muttalibov zamanında, İran ve Azerbaycan arasında yapılan anlaşmalar gereğince, İslam Hukuku uzmanları arasında karşılıklı görüşmeler yapılıyordu. Elçibey ise, dinsel eğitim ve öğrenci değişim hareketlerinin İran tarafından değil, Türkiye tarafından örgütlenmesi için yolu açtı.
Yine aynı politikaların gizli özünü açığa vuran bir girişimde daha bulundu Elçibey: Azerbaycan petrol rezervlerinin işletilmesi için Eylül 1992’de Azerineft ve Azneftkimya adlı iki devlet şirketi birleştirilerek, Azerbaycan petrol şirketi (State Oil Company of The Azerbaijan Republıc-SOCAR) kurulmuştu. Elçibey yönetimi ile (ABD’nin ağırlıkta olduğu) Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu (Azerbaijan International Oil Consortium-AIOC) arasında petrol alanlarının geliştirilmesi amacıyla bir anlaşma imzalandı. Elçibey’in güdümlü iktidarının, temsil ettiği çıkarları aceleyle gerçekleştirmeye kalkışması yüzünden başı belaya girdi. Elçibey bu anlaşmayı imzalayamadan, Suret Hüseyinov tarafından 18 Haziran 1993’te askeri darbeyle devrildi. Aynı yıl içerisinde Haydar Aliyev Cumhurbaşkanı oldu ve Elçibey’in oluşturmaya çalıştığı petrol anlaşmasını iptal etti. Daha sonra konsorsiyuma Rusya da dâhil edilerek anlaşma yeniden düzenlendi ve SOCAR’ın % 10’luk hissesi Rusya’ya devredildi. 20 Eylül 1994 yılında SOCAR ile AIOC arasında Mega Proje olarak adlandırılan anlaşma imzalanarak Azeri, Güneşli ve Çırak bölgelerinde petrol arama ve çıkarma yetkisi AlOC’a verildi.

Bu projede yer alan şirketler ve payları şu şekildedir:

ÜLKE             ŞİRKET         PAY (%)
İngiltere        BP            17,12
ABD            Amaco            17,01
ABD            Unocal            10,04
Rusya            Lukoil            10,00
Azerbaycan        SOCAR        10,00
Norveç            Statoil            8,56
ABD            Exxon            8,00
Türkiye        TPAO            6,75
ABD            Penzoil        4,81
Japonya        İtachu            3,92
İngiltere        Rameo            2,08
S. Arabistan        Delta            1,68

(Türkiye Gazetesi, 13 Kasım 1997)

1996 yılına kadar konsorsiyumda yer almayan Japonya 1996 yılında ABD’nin Penzoil şirketinin hisselerini satın almıştır. Böylece Japonya’nın Itachu şirketinin konsorsiyumdaki payı % 3,92 olmuştur. Hisselerin dağılımına bakıldığında Mega Projede en büyük payın ABD’ye ait olduğu görülmektedir. Amerikan şirketlerinin toplam payı yaklaşık olarak % 40’dır. İngiliz şirketlerin toplam payı ise yaklaşık olarak % 19’dur. Amerika ve İngiliz şirketlerinden sonra konsorsiyumdaki en büyük pay % 10’la Rus ve Azerbaycan şirketlerine aittir.

KORİDOR KAVGASI
Dünyada hızla tükenen petrol rezervlerinin % 65’i Ortadoğu’da yer almaktadır.
Kimi hesaplara göre, Ortadoğu’da ancak 43 yıllık rezerv kalmıştır. Bu problem, yeni kaynakların aranması, işletilmesi ve sevk edilmesi için çalışmaları kışkırtmıştır.
Sonuçta, aranılan yeni kaynaklar, Orta Asya’da bulundu!
Fakat petrolün bulunması kadar önemli bir başka nokta, “malın” pazara ulaştırılmasıydı.
Petrol ve doğalgaz taşıma yolları hakkındaki ilk tartışmalar başladığında, Rusya, Bakû ile Novorossisk limanı arasında zaten bir boru hattı olduğunu ve ayrıca bu hattın hem ucuz hem de hızlı bir biçimde gerçekleştirilebilecek tek alternatif olduğunu ileri sürmüştü. Böylece petrol Bakû’den Rusya’nın Novorossisk limanına pompalanacak, burada ise tankerlere yüklenecek petrol boğazlar (İstanbul ve Çanakkale) yoluyla dünya pazarlarına ulaştırılacaktı. Ancak Türkiye, boğazlardaki tanker trafiğinin artması nedeniyle ortaya çıkacak sıkıntıların “çevresel ve stratejik” gerçeklerle kabul edilemez olduğunu ileri sürerek, Kazak ve Azeri petrolünün Karadeniz’e getirilmesi planına itiraz etti. Türkiye bununla da kalmayıp, Boğazlar Kanunu’nda yeni düzenlemeler yaparak 1994 yılında uygulamaya koydu. Böylece petrol tankerlerinin boğazlardan geçmesine Rusya’nın işini zorlaştıran kısıtlamalar getirildi.
Rusya, Montrö Anlaşması’na göre, Boğazların her iki yakasının Türkiye’nin egemenliği altında olmasına karşın boğazlardan geçişin serbest olduğunu ileri sürerek, boğazlara ilişkin bütün teknik düzenlemelere karşı çıktı. Ancak bu itirazın, en azından kısa vadede, fazla bir sonuç doğuracağını ummadığından olacak, boğazların önemini azaltmak için Bulgaristan ve Yunanistan’la, Bulgaristan’ın Burgaz limanından Yunanistan’ın Alexandropolis limanına kadar uzanan 350 kilometrelik boru hattı çekilmesi konusunda 1994 yılında bir protokol imzaladı.
9 Ekim 1995’te Bakû’de erken üretim petrolünün uluslararası piyasalara pazarlanması için iki güzergâh belirlenmiştir. Bunlardan birincisi Bakû’den Rusya’nın Novorossisk limanına kadar uzanan Kuzey Boru Hattı, diğeri ise Bakû’den Gürcistan’ın Supsa limanına varan Batı Boru Hattıdır. Günümüzde erken üretim petrolünün kuzey boru hattı vasıtasıyla taşınmasına başlanmıştır. Boru hattı yoluyla Bakû’den Rusya’nın Novorossisk limanına akıtılan petrol, buradan tankerlerle dünya pazarlarına taşınmaktadır.
Ana petrolün taşınması için Bakû-Novorossisk ve Bakû-Supsa boru hatlarının dışında başta Bakû-Ceyhan, Bakû-Basra ve Bakû-Pakistan olmak üzere değişik alternatifler geliştirilmektedir. Bakû-Basra hattı ile Azeri petrolünün İran üzerinden hemen Körfeze ve oradan da tankerler ile tüm dünyaya sevki mümkündür. Ancak başta Amerika olmak üzere, İran’a böyle bir koz verilmesinden rahatsız olan bütün ülkeler, bu projeye karşıdır.
Türkiye’nin ısrarla üzerinde durduğu ABD’nin de desteklediği) Bakû-Ceyhan boru hattı Bakû yakınlarından başlayıp, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye giriş yaparak, Erzurum, Erzincan ve Kayseri güzergâhını takip ederek Ceyhan’da son bulmaktadır. Uzun vadede Doğu-Batı Koridoru ile Azerbaycan’ın yanı sıra Kazakistan petrolü ve Türkmenistan doğalgazının da bu hat üzerinden taşınması planlanmaktadır. Buna göre, Hazar Denizi’nin altına döşenmesi düşünülen Trans-Kafkasya hattı ile Kazak petrolü ve Türkmen doğalgazı Bakû’ye, buradan ise Bakû-Ceyhan boru hattı ile Türkiye’ye ulaştırılacaktır.
Ancak bu proje, Rusya’nın Kazakistan ve Türkmenistan üzerindeki etkisini azaltan, Türkiye ve dolayısıyla ABD’nin denetim ve etkisini ise arttıran bir sonuç doğuracağından, en önemli çekişme konularından birini oluşturmaktadır.
Bu projenin alternatiflerinden biri, son “enerji yolsuzluğu-Beyaz Enerji” operasyonu ile Mesut Yılmaz ve partisinin sarsılıp kendisine gelmesi için uyarıldığı, “Mavi Akım” projesidir.
Eski Büyükelçi, Şükrü Elekdağ, 13 Mayıs 2001 tarihli Milliyet gazetesinde, “Mavi İhanet” başlığıyla şunları yazdı: “Türkmen gazının, Hazar’ın altından geçerek Bakû’ye ulaşacak bir boru hattıyla (Trans-Hazar Projesi) Rusya’nın etkisinden arınmış şekilde, Avrupa pazarına Türkiye üzerinden taşınmasının, Türkmenistan’ın bağımsızlığının garantisi olduğu kadar, Avrasya enerji koridoru projesinin temel halkasını oluşturması nedeniyle, Türkiye açısından da yaşamsal nitelikte olduğunu bu sütunda ısrarla dile getirdiğimizi okurlarımız anımsarlar. Daha Mavi Akım Projesi imzalanmadan önce, 3 Kasım ve 8 Aralık 1997 tarihli yazılarımızda, Mavi Akım’ın esas amacının Trans-Hazar Projesi’nin önünü kesmek ve Rus nüfuzunun Orta Asya’da güçlenmesini sağlamak olduğunu belirtmiştik. Ayrıca, bu projenin, Türkiye’yi Rusya’ya enerji bakımından tehlikeli şekilde bağımlı hale getireceğinin altını çizmiştik.”
Büyükelçi, daha önce yayınlanan “Jeopolitik Körlük” başlıklı yazısının bir bölümünü hatırlatıyor: “Her Türk devlet adamının bilmesi gereken iki temel jeopolitik ilke var. Bunlardan birincisi, Hazar Denizi havzasındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının ihraç güzergâhlarının, bu bölgedeki genç Türk devletlerinin kaderlerini belirleyeceğidir.
“Bu devletlerin sahip oldukları enerji kaynaklarını dünya pazarlarına taşıyan boru hatları Moskova’ya tekelci bir kontrol sağlayacak şekilde Rusya topraklarından geçirilirse, bunun çok ciddi siyasal sonuçları olacaktır. Bu durumda Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk devletleri ekonomik ve siyasal açıdan Rusya’ya tamamen bağımlı olmaya devam edecekler ve Moskova bölgenin yeni zenginliğinin nasıl bölüşüleceğinin tayininde birincil güç olacaktır.
“İkincisi de, ülkemizin Batı dünyasıyla Hazar havzası arasında bir enerji koridoru haline gelmesinin, Anadolu’nun stratejik değerine yeni ve önemli bir boyut kazandırmakla kalmayıp, Türkiye’nin Kafkasya’ya erişim yolu olarak ülkemizin Türk dünyasıyla bağlarını perçinleyeceğidir. Bu açıdan, Rusya’nın bölgenin jeopolitik alanına tek başına hâkim olmasına yol açacak ve jeopolitik çoğulculuğu ortadan kaldıracak nitelikteki Mavi Akım türü projelere Türkiye kesinlikle destek vermemelidir… Mavi Akım gerçekleştirilirse, Türkiye Rus kemendini kendi elleriyle Türkmenistan’ın boynuna geçirmiş olacak. Bütün bunlar Mavi Akım’ı gerçekleştirmenin Türkiye’nin yüksek çıkarlarına ihanet olduğunu ortaya koymuyor mu?”
Son derece tecrübeli, Türkiye’nin dış politikası üzerinde etkili bir yazar olan Elekdağ’ın bu ağır suçlamasının hedefi, doğrudan doğruya Mesut Yılmaz’dır. “Beyaz Enerji Operasyonu”nun, esas olarak “yolsuzlukla değil, uluslararası ilişkilerle bağıntılı olduğu da böylece açıklık kazanıyor.
Avrupa Birliği ülkeleri, daha çok Bakû-Supsa boru hattı projesi üzerinde durmaktadırlar. Bu projeye göre, Bakû’den boru hattı ile Gürcistan’ın Supsa limanına getirilen petrol buradan tankerlerle Karadeniz’in doğusundan batısına taşınarak Bulgaristan veya Romanya üzerinden Avrupa’daki mevcut boru hatlarına bağlanacaktır. Boru hattının Türkiye’den geçmesi halinde, Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetler üzerindeki etkisinin artacağı, bu Cumhuriyetlerin petrol ve doğalgaz boru hatları nedeniyle Rusya’ya olan bağımlılığının azalacağı hesaplanmaktadır.

SONUÇ OLARAK
Yarı-bakir petrol alanları üzerindeki kapışmada, Amerikan tekellerinin ve dolaylı olarak denetimleri altında tuttukları şirketlerin ağırlıklı olarak pay sahibi olması, akla hemen ABD’nin bu şirketlerin koruyucusu olarak Asya üzerinde iddialı bir harekâta giriştiği düşüncesini getiriyor.
Ama ABD için esas sorun, petrol üzerindeki kapışmanın yol açacağı süreçlerin sonuçlarıdır.
Putin başkanlığında Rusya, yeniden “Büyük Güç” olma iddiasına sahip çıkmıştır. ’90’lı yılların ezik, hırpalanmış ve düşkünleştirilmiş Rusya’sının yerini, şimdi kendi egemenlik bölgelerini yeniden derleyip toparlamaya girişmiş, bunun için gerekli her adımı atmada kararlı, kendine güvenini tazelemiş bir Rusya almıştır.
Rusya, ABD ve Batı Avrupa lehine kapitalist entegrasyon beklentilerini önemli ölçüde boşa çıkararak, kendi topraklarını batılı emperyalistlerin pazarı haline getirmektense, bütün tahrip çabalarına karşın SSCB’den devraldığı sanayi ve silah gücünü kullanarak, dünyanın paylaşımında söz sahibi yeni bir yükselen emperyalist güç olma yolunu denemeye cüret etmiştir.
Amerika’nın “balistik silahların sınırlanması”yla ilgili antlaşmanın “eskimiş” olduğunu ve bu türden silahların üretilmesine hız verileceğini açıklaması, bunun karşılığında da Rusya’nın “hiçbir radar tarafından tespit edilemeyecek” füzeler geliştirmek üzere üretime geçeceğini açıklaması, ’60’lı yılları aratmayacak bir silahlanma yarışının başlangıcına işaret etmektedir. Bu, Rusya’nın bittiği, tümüyle batı sermayesine muhtaç halde bulunduğu yolundaki yargıların geçersizliğini göstermektedir. Rusya, şimdi, ABD’nin sınırsız-dizginsiz yayılmasının kendi egemenlik alanlarına sıçramasının önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır.
Gerek Hazar Havzası’nda, gerekse Avrasya üzerinde ve petrol-doğalgaz nakil yolları üzerindeki çatışmanın kaynağında elbette ekonomik nedenler bulunmaktadır. Bununla birlikte, Rusya’nın yeni bir süper emperyalist güç olarak yükselmesinin, siyasi ve ekonomik bakımdan engellenmesine ilişkin hedefler, ekonomik faktörleri, bir araç ya da bu amaçlara biçim veren bir etken durumuna düşürmektedir.
Bütün çatışmaların etrafında döndüğü ana eksen, ABD emperyalizminin “Asya’nın da efendisi” olma girişimi ve buna ulaşmak için yarattığı araçlar ve politikalardır.
Sorunu yalnızca petrol kaynaklarıyla ilgili bir sorun olarak görmek, bu sorun herhangi bir biçimde çözüldüğünde emperyalizmin dünya çapındaki haydutluklarının son bulacağı biçiminde yanlış bir değerlendirmeye yol açabilir. Günümüzde yükselen çelişme, emperyalistler arasındaki çelişmedir ve enerji kaynakları ve yolları üzerindeki çatışma, bunun en berrak göstergelerinden birisidir.
Emperyalistler arasındaki güncel gerilimin, bir “sıcak savaş”a yol açması olasılığı güçlüdür. Ancak, şu andaki “silah şakırtılarına” bakarak, bütün dünyayı kapsaması kaçınılmaz olan böyle bir çatışmanın çok yakın olduğu düşünülemez. Karşılıklı güç gösterileri ve silahlanma yarışının hızlanması, büyük ölçüde “caydırıcı önlemler” kategorisinde sayılabilecek hazırlıklardır ve doğrudan, hemen patlayacak bir savaşın işareti sayılamazlar.
Öte yandan, Evrensel’in 25 Ağustos tarihli sayısında İhsan Çaralan’ın altını çizdiği gibi, örneğin Türkiye gibi kimi ülkelerde, savaş korkuluğunun gölgesinde iç sorunların üzerini örtmeye, halkın gözünü “dış tehlikeye” çevirmeye yönelik manevra olanakları aranacak, “savaş tehlikesi” özellikle abartılabilecektir.
Yine de, herhangi bir hesaba, bir plana dayanmayan rastlantısal bir gelişme, bir bölgedeki mevzi bir çatışma, taraflardan birinin provokatif davranışı, fitili hazır bir barut fıçısına benzeyen Hazar Havzası’nı patlatabilir. Ancak bunun nedeni, yukarıda da değindiğimiz gibi, enerji kaynakları ve nakil yolları üzerindeki bir anlaşmazlıktan çok, ABD’nin, Rusya’nın kendisine ait saydığı egemenlik alanlarında ciddi ve savaştan başka bir araçla çözülemez bir üstünlük sağlaması ya da bunu elde etmeye yönelik geri dönülemez bir adım atması olacaktır.

KAYNAKÇA
1. B. Demircioğlu “Petrol Yüzünden Hazarın Suları Durulmuyor”, Altınoluk Dergisi, Eylül 1997.
2. Ercan Durdular, “Iran, Azerbaycan, Ermenistan”, Avrasya Dosyası, Cilt 2, Sayı: 1, İlkbahar 1995.
3. İTO, “Azerbaycan Ülke Profili”, Yayın No: 1997–54, İstanbul. 1997.
4. M. Öğütçü, “Avrasya Enerji Kaynaklarına Bakış”, Avrasya Etütleri, Ankara, Sonbahar 1994.
5. Olgan Bekâr, “Ulusal Çıkar Tartışması Bitmiyor”, TÜSİAD yayın organı GÖRÜŞ, Ekim-Kasım 1998.
6. Saule Baycaun/Yrd. Doç. Dr. İdris Bal “Orta Asya Ülkeleri Taliban’a Yaklaşıyor mu?”, Stratejik Analiz, Ocak 2001.
7. TİKA, Azerbaycan Ülke Raporu, Ankara,1996.
8. Y. Arslan, “Azerbaycan Bilmecesi Petrol Darbeler ve Gerçekler” Avrasya Dosyası, ABD Özel, Cilt: 1, Sayı: 4, Kış 1994/95, Ankara.

Eylül 2001

Ortadoğu’da bir halkın trajedisi ve Filistin sorunu

Son elli yılda bir dizi müdahale ve savaşın alanı olan Ortadoğu’da 1948’den günümüze kadar kanlı savaşlar eksik olmadı. Ortadoğu denilince, İsrail’in ve aynı zamanda Filistin halkının kan ve barut içerisinde sürdürdüğü direnişin akla gelmemesi mümkün değil.
Ancak; “Ortadoğu krizinin esas nedeni, İsrail devletinin varlığı değildir. Saldırgan, dinamik ve kapitalist bir devlet olarak İsrail, kendini aktif olarak dünya emperyalizminin köleleştirme planlarına ve özellikle de Amerikan emperyalizminin tüm Ortadoğu’yu boyunduruk altında tutmak amacına bağlamıştır. Bu bakış açısıyla tek başına olmayan İsrail, diğerlerine göre çok daha aktif olarak Amerikan emperyalizminin “koçbaşı” olmuştur, İsrail, stratejisini izlediği ve uyguladığı Amerika’nın bir peykidir, genel olarak ve bazı durumlarda İsrail’in “kendi eylemleri” gibi görünse bile, bu, yalnızca bir taktiktir ve kullandığı baskılar büyük Siyonist sermayenin desteğine ve ABD’deki oyuna dayanır.” (E. Hoca, Ortadoğu Üzerine Düşünceler, Evrensel Basım Yayın, sf. 67–68)
Bölgedeki varlığı, kan, katliam ve savaşlar üzerinden süren ABD, İkinci paylaşım savaşından sonra Ortadoğu halklarını baskıyla etkisi altına almak ve boyun eğdirmek için, bölgeye defalarca çıkartma yaptı. İran körfezi, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz ve diğer sularda savaş gemilerini eksik etmeyen ABD’nin, binlerce asker, savaş uçağı, 6. Filo ve ekipmanıyla Ortadoğu’da adeta “sürekli taarruz” halinde olduğu sır değildir. Yine, bugüne değin, İsrail’in işgal ettiği toprakları “tapusuna geçirmek” için oynadığı her “oyun”, ABD’nin teşvik, onay ve askeri güç desteğiyle sürdü. 1947’de İsrail devletinin bölgeye yerleştirilmesinde rol alan İngiltere ve daha sonra bölgedeki hâkimiyeti ele geçiren ABD ve yine Fransa gibi emperyalistler, Arap halkının ve Ortadoğu halklarının azılı düşmanları olarak, savaş kışkırtıcılığı yaparak, bölge halklarını birbirine kırdırdığı gibi, gerektiğinde darbeler tezgâhlayarak, iç karışıklıklar yaratarak, sınır ve petrol sorunlarını kaşıyarak/kışkırtarak çıkan savaş ve savaş durumundan faydalanarak, bölgeye askeri, istihbari, ekonomik ve siyasi olarak yerleşmeyi sürdürmektedirler. Cezayir’deki katliamlar, Mısır ve Kuzey Afrika’daki halklara karşı sürdürülen vahşet, Şubat 1963’te Irak’ta tezgâhlanan darbeyle devlet başkanı General Kasım’ın öldürülmesi ve yerine Albay Arif’in geçirilmesi gibi olaylarla, ABD, hep mevzi kazanarak pozisyonunu güçlendirdi. Yarattıkları “sıcak gelişmeleri” fırsat bilerek; “Barış Gücü”, “Arabulucu”, “Gözlemci” gibi maskelerle gizlenmiş güçleriyle hemen her bölgeye sızan ABD ve diğerleri, gerektiğinde bir araya gelerek, halklara boyun eğdirmekte, onları teslim almaktadır. Nasır’ın ’60’lı yıllardaki sömürgecilik karşıtı Arap milliyetçisi ve antiemperyalist tutumuna bağlı olarak, İngiliz ve Fransız hisselerini ödeyerek Süveyş Kanalı’nı kamulaştırması karşısında tam da böyle oldu. Fransız. İngiliz ve Amerikan emperyalistleri Mısır’a karşı ortak tepkiyle, İsrail’i de yanlarına alarak, saldırıya geçtiler.
Anglo-Amerikan emperyalistlerin halkan güçten düşürmek, bölüp parçalamak ve egemenliği altına almak için Sovyet revizyonistleriyle girdikleri dalaş ve zor zamanlarda “düşmanları” karşısında bölge halklarının yüz üstü bırakılması bakımından da, Ortadoğu adeta bir laboratuar gibidir. Mısır’ın durumu somut bir örnektir. 1967’de Süveyş Kanalı saldırısı, İngiliz, Fransız ve Amerikan desteğiyle İsrail’in Sina’ya girişi ve Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nin İsrail tarafından işgali, Batı Şeria ve Kudüs’ün işgaliyle süren 6 Gün Savaşı, 1970’te Ürdün Kralı Hüseyin’e düzenlenen suikast ve ertesinde İsrail-ABD ve Ürdün işbirliğiyle on binlerce Filistinlinin katledilmesi, ardından tüm Filistinlilerin Ürdün’den sürülmesi provokasyonu gibi önemli olaylar, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin sömürü, yağma ve hegemonya kurma politikasının sonucudur. Tüm Ortadoğu’yu etkileyen ve Arap halklarını birbirine kırdıran Lübnan İç Savaşı ve bu savaşta Hıristiyan Falanjistlerin İsrail tarafından yedeklenmesi, “Lübnan-İsrail ordusu” denebilecek Güney Lübnan Ordusu’nun kurulması ve FKÖ ile beraber Falanjist olmayan Hıristiyanlara karşı girişilen katliamlar, hafızalardadır. Nasır’ın ölümü ve Mısır’ın başına geçen Enver Sedat ile İsrail arasında çıkan Yom Kippur Savaşı ve Nasır’ın öcü olarak bedelinin Enver Sedat’a ödettirildiği, Camp David tezgâhında Mısır’ın yenilgiyi kabul edişi ve Carter’in dayattığı kötü koşulların Mısır tarafından imza altına alındığı ve yüklü bir meblağ karşılığında İsrail’in işgal ettiği topraklan Mısır’a geri iade etmeyi ve İsrail’i resmen devlet statüsünde tanımayı kabul etmek zorunda bırakıldığı bilinmektedir. 1978 yılında İsrail’in Lübnan çıkartması ve işgali ve Lübnan sahili boyunca bölgenin bombalanmasıyla, 1500 dolayında Arap’ın öldürülmesi ve ardından, FKÖ’nün buradan sökülüp atılması amaçlı olarak ABD’nin “arabuluculuğu” ve İsrail’in kazanımlarıyla 1981’de son bulan savaş. Aynı dönemde Londra Büyükelçisi’ne düzenlenen suikastı bahane eden İsrail’in Beyrut’u topa tutması ile gerçekleşen büyük katliam. Yaşanan vahşet karşısında, Amerika’nın açıkça desteklediği İsrail’in dünyanın protestolarına aldırmadan katliamlarını sürdürmesi ve Birleşmiş Milletler’in (BM) sahte uyarı ve kınamalarının, ABD ve İsrail tarafından tanınmayıp vahşetin devam ettirilmesi gibi olaylar, rastlantı olarak değerlendirilemez. Lübnan’daki FKÖ kamplarına düzenlenen saldırıyla 10 bini aşkın Filistinlinin katledilmesi, burada güç toplayan ve organize olan Filistin kuvvetlerine karşı ABD ve emperyalistlerin bir komplosu olarak değerlendirildi. Bu plan, Arap işbirlikçi yönetimlerince de desteklendi. Ardından FKÖ, BM gözetiminde, emperyalist işgal orduları olan Amerika, İtalya ve Fransız “Barış Güçlerinin korumasıyla Tunus’a sürüldü. Devamında büyük bir katliam daha gerçekleştirildi. Falanjistlerden oluşan üç bölük askerin desteklediği İsrail kuşatmasından kurtulmak olası değildi. Bölgede kalan Filistin halkı, Ariel Şaron’un düzenlettiği, tarihte eşine az rastlanır bir soykırımla iki gün boyunca katledildi. 16 Eylül 1982’de çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere 2000’i aşkın Filistinlinin cesedi toplu mezarlara gömüldü. “Sabra ve Şatila katliamı” olarak tarihe geçen bu katliamın sorumlusu, İsrail kadar, destek sunan emperyalist güçlerdir.
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da Arap halklarını birbirine karşı kışkırtarak “böl ve yönet” politikasıyla egemenliğini güçlendiriyor. Bir avuç yönetici azınlığın geleceğini de garanti altına alarak, yoksulluk ve sefahatin yan yana hüküm sürdüğü bölgede hâkimiyeti elde tutmak için, hemen tüm Arap ülkelerini ve bölge halklarını birbirine karşı kışkırtan, ülkeler arasında ve bölge düzeyinde savaşları hep canlı tutan ABD, İsrail’i bir koçbaşı olarak değerlendirmesi, kurulduğu 1948 yılından bu yana sürdüre-geldi. Bölgede bir güç olmanın peşinde koşan, ancak bunu, ABD’nin politik hesaplarına denk düşürerek sürdürmüş olan İsrail; Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerle kanlı savaşlara neden olurken, ABD desteğini sürekli yanı başında buldu. Yine bölgede, Suriye ile Lübnan, Irak ile Suriye, Güney Yemen ile Suudi Arabistan ve yine Kuzey Yemen ile dönem dönem kışkırtılan çatışma ve savaşların kaynağı, emperyalistlerdir.
ABD, Ortadoğu’daki büyük müttefiki “İran kalesi”nin yıkılması ve Şah Rıza Pehlevi’nin sürgündeki acı sonunun kefaretini, Irak ve İran arasında çıkan on binlerce Pers ve Arap’ın ölümüne ve sakat kalmasına, yaşamın tahrip edilmesine neden olan ve yıllarca süren savaşla ödetmiş oldu. Yaratılan yeni güç dengelerinde pozisyon edinmeyi başaramamasını hazmedemeyen ABD, pazar ve pozisyon edinmek için bölge ülkeleri arasındaki sorunları kaşımak, kışkırtmak ve onları birbirlerinin üzerine saldırtmak için özel çaba harcamaktadır.
Ortadoğu bölgesinin zengin doğal kaynakları, petrolü ve giderek pazar olanakları stratejik önemde olmakla beraber, askeri strateji açısından da önemli bir alan olduğunu bilen ABD ve diğer emperyalist güçler, gözünü bölgeden ayırmamaktadırlar. İran düşman olarak topun ağzındayken, Irak’a yönelik saldırılar devam etmektedir. Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt liderlerini kışkırtarak, Kürt ve Arap halklarının özgürlük düşmanı Saddam’a karşı ayaklandıran ve sonra yüzüstü bırakıp 5000 Kürdün kimyasal gazlarla hunharca katledilmesine seyirci kalan, binlercesini sürgün ve mülteci olarak yaşamaya mahkûm eden, Amerikan emperyalizminin politik/askeri hesaplarıdır.
Bölge ülkelerindeki Amerikan elçilikleri, ABD’nin yönetimi ve denetimi altına aldığı ülke iktidarlarını uşaklaştırmış ve emrine sokmuştur. Ancak, bölgede Amerikan çıkarları karşısında sessiz kalan Arap uşak yönetimleri, her geçen gün daha fazla oranda kendi halklarının tepkisini toplamaktadırlar. ABD, bölgeye ilişkin sorunlarda ve petrol fiyatlarının ayarlanmasında Körfez ülkeleri arasına nifak sokmakta, bölgedeki güçleri ve İsrail aracılığıyla da savaş tamtamlarını çalmaktadır. Hile ve şantajla yoluna sokamadığı her sorunda, bölgedeki üslerini ve hazır kıta bekleyen vurucu gücü İsrail’i devreye sokarak çatışma ve savaşlar çıkarmaktadır. Körfez Savaşı’nda ve sonrasında Irak halkına karşı sürdürdüğü düşmanca tutumu ve hemen her ay bir kaç defa Irak’ın bombalanması, bugün 20 bin askerin bölgeye yerleştirilmiş olması, Ortadoğu’da “Pax Amerikana” rüyasını adım adım gerçekleştirmek amaçlıdır. Ekonomik, askeri ve kültürel alanda bölgede tam bir egemenlik kurmak isteyen ABD, bu amacına ulaşmak için, her türlü riyakârlığı reva saymaktadır.
Uluslararası Siyonist sermayenin ve Amerika’daki Yahudi lobisinin kuklası olan İsrail devletinin varlığı, emperyalizmin Ortadoğu’daki bu yayılmacı politikalarına denk düşmektedir. Kurulduğu günden bugüne kadar, biri diğeriyle değişmesine rağmen, Siyonist İsrail hükümetlerinin tümü, bu tutumu sürdürdüler. İşgalci ve dinci/yayılmacı emellere sahip uluslararası Siyonizm, amaçlarına alet ettiği dünyanın dört bir yanından toplanmış İsrail halkının geleceği ve kaderi üzerinde oynayarak bunu sürdürüyor.
Filistin sorununda ABD’nin rolü, bu yaşanmış gerçeklerden ve onun Ortadoğu’ya ilişkin emellerinden bağımsız değerlendirilemez.
Dolayısıyla Filistin sorununda ABD’nin arabuluculuğu”, Filistin halkının ulusal hak ve özgürlük taleplerinden vazgeçmesini sağlamaya endekslidir. Onun çabası; Ortadoğu halklarına ve Filistin’e esareti dayatmaktır. Ulusal kurtuluş hareketlerini ve bağımsızlık mücadelelerini ezerek tasfiyeye yöneliktir. Filistin direnişini kırmayı hayati bir sorun olarak değerlendiren Amerika, bunu başarmak için yıllardır çaba sarf ediyor. Direnişin güçlendiği safhada ise, masa başına çekerek, FKÖ önderliğinin zaaflarını da kullanarak, etkisizleştirmeyi denemeyi sürdürüyor. Zira ABD, kendisine rağmen Ortadoğu’da ‘bir mezar’ yeri bile edinilemeyeceğini Filistin halkı nezdinde ispata çalışıyor. Dünyada eşine az rastlanır bir direniş örneği sergileyen Filistin halkının başı dik duruşu, bugünkü dünya konjonktüründe ABD’yi ve emperyalistleri rahatsız etmektedir. Onlar, üç milyon nüfusunun yaklaşık bir milyonunun açlık sınırında yasama sürüklenmiş, tarım alanları İsrail ordusu tarafından yerle bir edilen, kamplarda yaşayan, hemen her gün en az bir kaç kişinin öldürüldüğü; bir İsraillinin ölümüne karşılık on, on beş öldürülen; havadan, karadan ve denizden kuşatılmış Filistin halkının taş atarak direnmesinden korkmaktadırlar. Filistin halkının sığınmacı bir yaşama mahkûmiyeti, ABD’nin bölgedeki hâkimiyetiyle dolaysız ilgilidir.
Denebilir ki, İsrail-Amerikan dostluğu, Ortadoğu halklarına karşı düşmanlık üzerinde yaratılmış ve güçlendirilmiştir. Ve şimdi Türkiye egemen sınıfları, bu emperyalist-Siyonist ikilinin yanında, Arap halklarına karşı sürdürülen düşmanlık ve savaşlarda taraf olduğunu açıkça ilan etmiş bulunmaktadır.
Ortadoğu’da, 1948’den bugüne kadar birçok kanlı savaş “oldu-bitti”, ancak İsrail’in işgalci ve ilhakçı tutumu devam ediyor. O, Filistin’i haritadan silmek, etkisizleştirip esaret altına almak ve bu topraklara tamamen yerleşmek ülküsünden vazgeçmiş değil. Ve Filistin halkı haklı olarak buna karşı direniyor. Bölünüp parçalanmış topraklarda bağımlı ve vesayet altında İsrail kolonileri olarak, kölece yaşamaya ve sürünüp yok olmaya zorlanan bu halkın isyanından daha meşru bir hak olamaz.
Filistin-İsrail savaşı olarak ifade edilebilecek bu savaş, adı “ateşkes” bile olmayan molalarla birlikte, sürgit devam etmektedir. Mevcut durum, Filistinlileri direnmeye mahkûm etmiş bulunmaktadır. Devlet kurma hakkı kabul edilmeyen, aşağılanan Filistin halkı, İsrail işgali ve ilhakına karşı, onların roket ve modern silahlarına karşı taş atarak direnmektedir. Ancak, nükleer silahlara da sahip olduğu ileri sürülen İsrail’in bu devasa gücüne ve emperyalist desteğine rağmen direnen Filistin halkı, ezilen halkların ve dünya isçi sınıfının yakın desteğinden yeterince güç alamamaktadır. Arafat yönetiminin ezilen dünya halkları ve işçi sınıfıyla dayanışmaya sıcak bakmayışı, uluslararası devrimci isçi ve emekçi hareketiyle ilişki kurmaya mesafeli yaklaşımı gibi olumsuz etkenlere rağmen, başta sınıfın devrimci partisi olmak üzere, Filistin halkıyla dayanışma daha da güçlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Zira Filistin halkının İsrail’e karşı direnişi, aynı zamanda, emperyalizme karşı bir mücadeledir ve bu vahşi saldırı ve katliamlar karşısında Filistin halkının sürdürdüğü direniş, Arap halklarının kalbine saplanmış bir hançerin çıkarılması, Ortadoğu coğrafyasındaki bir nifakın dize getirilmesi kapsamındadır.
Emperyalist işbirlikçisi, ortaçağ kalıntısı feodallerin ve kapitalist kliklerin egemenliğindeki Arap gerici yönetimleri de Filistin halkının zaferinden korku duymaktadırlar. Çünkü Filistin halkı her zaman direnişi tek kurtuluş yolu olarak seçti. Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi ülkeler hasmane tutumlarını yıllardır sürdürdüler. ’60’lı yıllar boyunca görece demokratik, halkçı bir çizgide bulunan Nasır’ın Sovyet revizyonistlerinin denetimine girmesi ve onlar tarafından yüz üstü bırakılmasının yarattığı hayal kırıklığının Arap halkında yarattığı etkiyle, Nasır’ın ölümünden sonra, Amerikan ve İngiltere kontrolüne giren Mısır, Sedat ve Mübarek’le bu kategoriye mahkûm edildi. Yine Hafız Esad ve Saddam, Filistin davasında ikiyüzlü yalancılar konumunda oldular. Ancak, devrimci-Marksist bir platformda olmamasına rağmen El-Fetih, ciddi yalpalamalarına rağmen, direniş çizgisinde bağımsız ve özgürlükçü duruşunu sürdürdü. FKÖ ve dışındaki bazı oluşumlar, İsrail Siyonizm’ini yurtlarından söküp atmak için fedakârca mücadele ettiler ve bunu sürdürmektedirler. İdeolojik politik tutumlarındaki gerilikler ve neden olduğu yalpalamalarla birlikte yakın zamana kadar egemen tutum budur ve bu direniş desteklenmeyi hak etmektedir.

TÜRKİYE’NİN İSRAİL VE FİLİSTİN İLİŞKİLERİ
Türkiye, 300 milyonluk İslam-Arap âlemi ile çekişmeyi ve düşmanlığı göze alarak, varlığını askeri güç ve siyasi entrikalar üzerine kurmuş; tüm çıkarları Amerika ve genel olarak emperyalizm ile çakışmış, ABD ve emperyalist haydutluğun bölge hesaplarını kendi işgalci ve güç toplama hesaplarına dönüştürmüş olan ve giderek bölgede bir “güç” haline gelen İsrail ile işbirliği içerisinde ilerleyerek yol almaktadır. Türkiye egemen sınıfları, ABD’nin ve uluslararası Siyonist sermayenin Ortadoğu’daki jandarması İsrail ile silah ve nöbet arkadaşı olmayı aksatmadı. Türkiye gerici egemen sınıfları, NATO’ya üyelik ve Kore’ye asker çıkarmasını takip eden yıllarda, Ortadoğu’da ABD politikalarına kilitlenmiş ve ABD’nin Ortadoğu politikasında İsrail’i gözeten bir askeri-politik kulvara sürüklenmiştir. Ancak, 1967 yılındaki 6 Gün Savaşı ile İsrail’in ABD ve diğer emperyalist haydutların desteğiyle Golan Tepeleri’ni işgali, Filistin halkının haklı ve onurlu direnişiyle Arap dünyasındaki çalkalanma, Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğinin sözcüsü olarak çıkış yapması ve tüm bunların Arap-İslam dünyası üzerinde yarattığı anti-emperyalist etki, Türkiye’yi ikiyüzlülüğe iten bir etken oldu. Bu yıllara kadar İsrail yanlısı tutumuyla bilinen Türkiye daha sonra, Arap-İslam faktörünü göz önünde bulundurarak “denge”de bir ilişki sürdürdü. 1960’lardan itibaren hem İslami kesim hem de ilerici ve demokrat geniş kamuoyunun Filistin halkına ve onların özgürlük davasına duydukları sempatiyi karşısına almak istemeyen egemen sınıflar, uzun yıllar Filistin halkının yanında oldukları izlenimi yaratarak, tam bir ikiyüzlü politikayla, Arap halkına İslam yüzünü, emperyalist batıya ise “modern”, “laik” yüzünü dönerek hareket etti.
Ancak, politik manevralarla adım adım Filistin halkının karşısındaki güçlerle kol kola pozisyon almaktan geri durmadılar. Türkiye, Siyonistlerin Filistin’e yönelik soykırım düzeyine varmış katliamları karşısında timsah gözyaşları dökerek demeçler vermiş olmakla beraber, hiçbir zaman İsrail karşıtı bir pozisyon almamış, ona sırt dönmemiştir. İsrail’in giriştiği kitlesel katliamların dünyada ve Türkiye’de halk tepkisine dönüşerek sokağa taştığı dönemlerde bile, İsrail’i bir “NATO müttefiki” olarak değerlendirmiş; en fazla, “kınama” durumunda kalmıştır. Zorda kaldığı durumlar olmuşsa da, İsrail ile “dostluğu” gizli ya da açık olarak hep gelişmiş ve güçlenmiştir. İsrail’in Filistin devletini haritadan silme ve Filistin halkını bölgeden dağıtma planı boyunca devam eden Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişme, zamanla stratejik ittifak düzeyine yükseldi. Ekonomik, askeri, siyasi ilişkilerini, 1996 yılında “Türkiye-İsrail Stratejik Savunma işbirliği Anlaşması” ile aleni olarak güncelleştiren Türkiye’nin bu tutumu, Türkiye egemen sınıflarının Ortadoğu politikasında bir dönüm noktası sayılmalıdır. Bu anlaşma bir birliğin (ABD-İsrail-Türkiye) ve aynı zamanda ayrılığın (Türkiye ile Arap-İslam dünyası) deklarasyonu olarak değerlendirilebilir. Gerici-emperyalist ve işgalci emeller üzerine kurulmuş bu birlik ya da ittifakın, Türkiye halkları için olduğu kadar, tüm bölge halkları için tehlikeli bir girişim olduğu, savaş ve çatışmaları körükleyeceği; ABD, İsrail ve emperyalist hesaplar uğruna Türkiye’yi bölge halklarıyla düşmanlaştıracağı ve çatışmalara sürükleyeceğini ileri sürmek, kehanette bulunmak değildir. Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik ABD yayılmacılığının üzerine kurulan bu ittifak, özellikle Türkiye halkları bakımından büyük tehlikeler barındırmaktadır. Dara önce Musul-Kerkük sorununun somut savaş nedeni olarak açıklanması ve hâlâ kaşınıyor olması, son aylarda Hazar Denizi ve Kafkaslardaki çatışmalara taraf olarak İran ile artan gerginlik, durumu destekleyen faktörlerdir. ABD’nin Ortadoğu politikasının geçmişi ve yakın tarihi, yine İsrail’in özellikle son yıllarda bölgede, askeri ve ekonomik alanda güçlenen pozisyonu bunu yeterince kanıtlamaktadır. Uluslararası Siyonist sermayenin ve onun uzantısı olarak, Türkiye’deki Yahudi sermayesinin Kafkaslardaki doğalgaz ve petrol ihalelerinde oynadığı rol ve çeşitli sermaye gruplarıyla girilen rekabetin giderek çatışmalara dönüşmesi, bu durumdan bağımsız değerlendirilemez. Ancak İsrail, Türkiye emekçi halkları nezdinde, Ortadoğu’daki tüm halkların düşmanı olarak şimşekleri üzerine çekmiştir ve İsrail-Türkiye işbirliği anlaşmaları tepkiyle karşılanmaktadır.
Türk ve Kürtler başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan tüm mezhep ve milliyetlerden emekçiler, Filistin halkının haklı davasına duygu bağıyla bağlı olmuşlardır. Bu gerçeği bilen Türkiye gerici egemen sınıfları, halkın bu ezici dayanışma duyguları karşısında, Filistin halkının haklı davasından yana gözükmek zorunda kalmışlardır. İsrail’in kuruluşuna izin veren 1947 BM kararına karşı oy kullanan Türkiye, bir yıl sonra, yani 1948’de çıkan Arap-İsrail savaşında tavırsız kalarak, İsrail devletinin kuruluşu ve Filistin topraklarının işgalini onayladı. Ve hemen ertesi yıl İsrail devletini tanıyarak diplomatik ilişkiler geliştiren ilk ülkelerden biri, Türkiye oldu. 1949 yılında İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Müslüman Türkiye’nin yer alması, Arap dünyasında şok etkisi yaratmış ve bu tutum ihanet olarak değerlendirilmişti.
Her zaman “Osmanlı’ya dayanan tarihi dostluk bağları” kapsamında bir ilişki içerisinde olan Türkiye-İsrail ilişkileri; ABD, Avrupa ülkeleri ve Yahudi lobilerince desteklendi, güçlendirildi. İsrail, bölgede Arap olmayan ulus ve devletlerle açık/gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. İran Şahı ile iyi ilişkiler geliştiren İsrail, Şah’ın yıkılmasıyla büyük bir müttefikini yitirdi. Arap olmayan İran yönetimi ve yine Kürtlerle ilişkileri bölgedeki hesapları bakımından önemseyen ve bu yönlü çabaları eskiye dayanan İsrail’in, Kürtlerle ilişki geliştirdiği de bilinmektedir. 1963 yılında Barzani ile resmiyet kazanan ilişkiler, silah, eğitim, araç-teçhizat düzeyinde sürmüştür. Pers, Türk, Kürt halkları ile geliştirilen ilişkilerin İsrail nezdindeki tanımı, “Çevre Ülkeler Tezi” kapsamında değerlendirilmektedir. Türkiye, NATO’ya girdiği ilk yıllardan itibaren İsrail ile iyi ilişkiler kurmuştur.
Yine İsrail’in İngiltere ve Fransa desteğinde 1956’da Sina Yarımadası’nı işgal etmesinin büyük tepkiyle karşılanması ve İslam-Arap dünyasının öfkeli tepkisi karşısında, Türkiye emekçi halklarının baskısını da gözleyen Türkiye egemen sınıfları, ilişkilerini kesmeden formalite ölçüsünde İsrail elçisini kısa bir süre geri çektiler.
İçeriği hakkında hiçbir açıklama yapılmamış bir anlaşma, 1958 yılında Türkiye-İsrail “Çevresel Pakt Anlaşmasıdır. Ticari, askeri, diplomatik, istihbari, bilim ve teknoloji kapsamlı olduğu sanılan anlaşma bir askeri sır olarak korunmuştur. Menderes hükümeti döneminde imzalanan bu anlaşmaya dair 1961 darbesinden sonra da bir açıklık ve/veya eleştiri getirilmemiştir. Bu anlaşmanın açıklanmaması, Arap-İslam dünyasının tepkisinden kaynaklıdır ve Türkiye’deki iç tepkiler de hesaplanarak açıklanmamıştır.
Sonraki yıllarda Türkiye-İsrail ilişkileri eski dostluk rayına “yeniden” oturdu. Elçilik düzeyindeki Türkiye-İsrail diplomatik ilişkisi, İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgal etmesiyle uluslararası düzeyde ve içerideki tepkilerle birleşince, 1980’de Türkiye tarafından “Maslahatgüzar” düzeyine indirilmiş olsa da, 1991’de yeniden Büyükelçilik seviyesine çıkarıldı. 1991 Körfez Savaşı’nda tam bir Amerikan ileri karakolu işlevi gören Türkiye’nin, İsrail ile savaş içerisinde geliştirdiği dostluk ve güven bağları, daha da sağlamlaştırıldı. Filistin halkının Amerikan saldırısını ve körfeze yaptığı çıkartmayı protesto etmesi ve FKÖ’nün Amerika’nın yanında saf tutmayışı ise, Filistin’in Amerika-İsrail ve Türkiye ittifakının da hedefleri kategorisinde yer almasına neden oldu. Saddam’ın Kuveyt işgalinin Arap ülkelerinde de tepkiyle karşılanmasını değerlendiren ABD, başta Ürdün olmak üzere, Mısır ve diğerlerinin de açık veya zımni desteğini alarak, aslında tüm Arap-İslam dünyasına karşı bir savaş vermiş oldu. 1991 Körfez Krizi, İsrail-Türkiye yakınlaşmasında ileri adımın atıldığı bir dönemdir. Uzun yıllardır “Maslahatgüzar” düzeyinde süren ilişkiler, bu dönemde “Büyükelçilik” düzeyine çıkarıldı ve ardı ardına anlaşmalar imzalanması süreci başlatıldı.
İsrail, yine bu dönemde, Amerika’daki Yahudi lobisini Türkiye lehine bazı girişimlerde bulunmaya yöneltmiştir. “Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayanan Yahudi-Türk dostluğu” olarak ifade edilen, Yahudilerin, İspanya ve Portekiz’den çıkarılmalarının ardından Osmanlı’ya sığınmalarının tarihi olan 1492’nin 500. yıldönümünde, İsrail’in Türkiye’ye yönelik övgü dolu propagandası ve Mesut Yılmaz gibi devlet adamlarına Amerika’daki Yahudi lobisince madalyalar takılması, Türkiye egemenlerini oldukça mutlu etmişti. Türkiye egemenleri, Amerika’da ekonomik ve siyasi nüfuza sahip ve basın alanında güçlü olan Yahudi lobisini, Ermeni ve Kürt sorunları karşısında harekete geçirmek için de, İsrail ile “tarihi dostluk bağlarına” önem verdiler ve bu bağları yenilemeye yöneldiler. Tabii, 1993 Oslo Anlaşması süreci de, Türkiye için ikili oynamayı “diplomatik tutum” olarak anlaşılır kıldı! Aynı yıl dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, İsrail’e bir ziyarette bulundu. Ağustos 1994’te MOSSAD, Abdullah Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye teslim etmek için bir operasyon gerçekleştirdi. İsrail’in, söz konusu operasyonu Türkiye’den daha fazla taviz koparmak için başarısız sonuçlandırdığı iddialarıyla birlikte, MİT-MOSSAD diyalogunda ilerleme kaydedildi. İsrail, MİT’e çok sayıda teçhizat, suikast silahı ve teknik cihazı hediye olarak gönderdi. Örtülü ödenekten ayrıca yüksek miktarda ödeme yapılarak, MOSSAD’a bazı “iş takipleri” verildiği, daha sonra açığa çıktı. Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller’in İsrail’e yaptığı ziyaret, ilişkileri en üst düzeye çıkarmış oldu. Bunu, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1996’daki ziyareti ve iade-i ziyaretin İsrail Cumhurbaşkanı Weizman tarafından gerçekleşmesi takip etti.
Ancak 1996 yılında Türkiye-İsrail Stratejik İşbirliği Anlaşmalarından sonra, Amerika-İsrail-Türkiye üçlüsünün Ortadoğu’daki ortaklık bağları, “İslam kardeşliği” bağını koparmada bir dönüm noktası oldu. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir, Şubat 1996’da İsrail’e gitti ve Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı ile İsrail Milli Savunma Bakanlığı arasındaki “Askeri Eğitim ve İşbirliği” anlaşmasını imzalayarak geri döndü. Yine “Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması”, Refah-Yol hükümeti tarafından, Türkiye tarihinin en büyük askeri işbirliği ve teknoloji transferi anlaşması olarak, Ağustos 1996’da imzalandı ve hemen arkasından, 1997’de Türk ordusunun sınır ötesi operasyonlarından birine katılan İsrail askeri gizli servis uzmanları, Kuzey Irak’a dinleme ve gözetleme sistemleri yerleştirerek, yolunda giden ilişkilere bir “güven düğümü” atmış oldular. Şubat 1997’de Genel Kurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın askeri işbirliği kapsamında yaptığı ziyaretin arkasından, İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’ye geldi. Yine 8 Aralık 1997’de İsrail Savunma Bakanı İzhak Mordeçay’ın ziyaretini, İsrail Meclis Başkanı Dan Tichon’un ziyareti izledi ve sonrasında 23 Mart 1998’de Sanayi ve Ticaret Bakanı Natan Sharansky’nin ziyareti ve İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın Ağustos 2000 yılındaki ziyaretiyle, Türkiye ile İsrail, askeri ve diplomatik alanda yoğun bir trafik işletmiş oldular.

VE ŞARON MİSAFİR EDİLİYOR
Türkiye gerici egemen sınıfları 1953’te Mısır idaresindeki Gazze Şeridi’ne saldırı düzenleyen İsrail birliğinin komutanı olarak onlarca Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına, 1982’de Lübnan’ın işgalinde 60 bin Filistinli ve Lübnanlının katledilmesine, eğitilmiş Falanjist faşist çetelerle birlikte düzenlenen baskınla 1982 yılında 2000’den fazla Filistinlinin ölümüne neden olmuş, yine 3000 asker ve polis koruması altında 28 Eylül 2000’de ziyaret ettiği Kudüs’teki Harem-üs Şerif provokasyonundan bu yana 450 Filistinlinin ölümüne neden olmuş bir faşist katil olarak, birden fazla katliamın sorumlusu, Ariel Şaron Türkiye’ye davet edildi. Irkçı, Yahudi şeriatçısı ve Siyonizm’in bayraktarı, savaş suçlusu Şaron, Sabra ve Şatilla kasabı olarak insanlık suçu işlediği iddiasıyla Belçika’da hakkında tutuklama kararı verildiği bir zamanda ve hem de her gün katledilen Filistinlilerin görüntülerinin ekranlarda olduğu günlerde, ayağının altına halı serilerek törenle karşılandı. Türkiye egemen sınıflarının bu cüretli tutumunu tarih ve insanlık af edecek mi, bunu zaman gösterecek. Ancak, sınıfın ve emekçilerin partisinin Şaron’u ve onu davet eden egemenleri protesto sesleri, Nablus’ta öldürülen çocuklar ile Cemal Mansur’un cenazesinde bir araya gelen yüz bin Filistinlinin sesiyle birleşerek, Siyonizm’e, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilmiş bir yanıt olarak tarihe geçmiş oldu.
Medya adeta bir “yumuşak iniş” yaparak ziyaret vesilesiyle, İsrail’i “ittifak yapılabilecek güç”, Şaron’u da “ortak çıkarların savunucusu” olarak sunmaya özen gösterdi. Filistin halkının yıllardır çektiği acı, zulüm ve katliamların sorumlusunun İsrail Siyonizm’i olduğunu bilen ve bunu çeşitli yazılarında ifade eden Ali Sirmen, bir nasyonal sosyalist gibi tutum alarak, şöyle yazmaktadır. “Şu gerçeği görmek zorundayız; bugün için bölgede Türkiye ile İsrail’in ortak çıkarları mevcuttur. Türkiye’ye tehlike İsrail’den gelmiyor. Olaya bu açıdan yaklaşıldığında, iki ülke arasındaki stratejik işbirliğinden bilgi alış verişine ve Türkiye’den İsrail’e su satışına kadar birçok alanda ilişkilerin geliştirilmesinde sayısız yarar var.” (Cumhuriyet 9 Ağustos 2001) Yine, Sami Kohen, Ortadoğu ve Türkiye halklarının tepkisini bilerek ve hesaplayarak, “İlişkilerin, ‘stratejik işbirliği’ olarak nitelendirilen ileri bir aşamaya ulaşması, kuşkusuz iki tarafın da bunda, kendi lehlerinde yarar görmesinin bir sonucudur. Yani Türk-İsrail ilişkilerinde bu noktaya ‘hatır’ için değil, ‘çıkar’ icabı gelinmiştir”, diye yazmaktadır. (Milliyet, 9 Ağustos 2001).
Bu ziyaret, tüm köşe yazarları ve yorumcu burjuva borazanlarca bu kapsamda değerlendirildi. Zira ABD’nin Ortadoğu-Kafkaslar-Orta Asya ve Balkanlar politikasında rol almış bulunan Türkiye’nin, “stratejik çıkarları” statüsünde anlaşmalar yaptığı İsrail ile girdiği ilişkiler, ABD taşeronu işbirlikçi burjuvazinin yazarlarınca çok önemsenmektedir. Ancak giderek ısınan Ortadoğu ve Kafkaslar coğrafyasındaki kavgada pozisyon almasıyla ilişkilendirilen bu ziyaretler, aynı zamanda, İsrail’in Filistin halkına karşı girişeceği topyekûn bir saldırıda Türkiye’yi yedeklemesiyle de ilişkilidir, İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben Eliezer’in Temmuz ayında yaptığı bir günlük ziyaret kapsamında, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı ile görüşmesinin ardından Cengiz Çandar, Yeni Şafak’taki köşesinde, “İsrail ile iyi ilişkilere evet, gerdeğe girmeye hayır” diyerek, şöyle yazıyordu; “İsrail’in Türkiye ile ilişkileri ‘stratejik’ nitelikte midir? Ve İsrail’in İran’ı -bu arada gerektiğinde Irak ve Suriye’yi- ‘vurmak’ gibi bir niyeti var mıdır? Bu niyet, Türkiye toprakları üzerinde mi gerçekleşir? Bu üç sorunun cevabı da ‘evet’ tir. İlişki stratejik karakterdedir.” Daha sonra İsrail Genel Kurmay Başkanı Şavi Mofaz’ın ziyareti ve ardından Şaron’un davet edilmesi, durduk yerde peydahlanmış bir aşk değildir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in yaptığı Türkiye ziyaretiyle de birleştirildiğinde; son aylarda Türkiye’yi kuşatan bölgede ortaya çıkan ve giderek çatışma unsurları büyüyen gelişmeler, kendiliğinden anlam bulmaktadır.
Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya, çelişki ve çatışma öğelerinin hızla biriktiği ve patlamaya sürüklenen bölgeler olarak, iki önemli müttefik, İsrail ve Türkiye’ye hayati önemde görevler yüklemiş bulunuyor. Yıllardır Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya gibi coğrafi olarak yakın bölgelerde, ABD çıkarları ve dikkati nereyi işaret etmişse onun arkasından sürüklenmiş olan Türkiye egemen sınıfları, bugün ekonomik krizin etkisinde IMF ve Dünya Bankası’na teslim olmuş olarak, ABD’nin savaş arabasına fazlasıyla mahkûm edilmiş durumdadır. Ortadoğu ve Kafkaslar gibi savaş senaryolarının yazıldığı bölgelerdeki sıcak gelişmeler karşısında, halkı, “dış düşmana karşı uyarmak”, “ulusal güvenlik” gibi laflar edenleri hizaya getirip önüne katmak ve “ulusal çıkarlar için” işçi ve emekçilerin hak ve özgürlük taleplerini ezmek bakımından da durumu değerlendiren egemen sınıfların, önümüzdeki süreçte, işçi ve emekçilerin gelişen güçlü öfkesini manipüle etmede kullanmak isteyecekleri kesindir. Sınıfın partisi ile egemen sınıflar arasında kıyasıya devam edecek bir mücadele süreciyle karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumda “Türkiye ne yapacak” sorusuna egemen sınıf cephesinden verilecek yanıtın bir bölümü şöyledir; “Ülkemiz yaramaz devletler ve istikrarsız bölgelerle çevrili olup KTS (kitle tahrip silahları) tehdidinin ve yayılma tehlikesinin en sıcak hissedildiği yerlerden birisidir. Füze savunması yıllardır Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç listesinde yer almaktadır. Kafkaslarda ve Orta Asya’da artan çıkarlarımız bu bölgelerin daha güvenilir kılınmasını gerekli kılmaktadır. Görünen odur ki Türkiye, füze savunma sistemi konuşlandırılacak ülkeler arasında ön planda yer alacaktır. Bu mülahazalar ABD önerisine olumlu bakmamıza neden olabilecek ağırlıktadır. ” (Em. Hv. Korgeneral Sadi Ergüvenç, Feza Savaşları, Ulusal Strateji Mayıs-Haziran 2001) Son bir ay içindeki gelişmelerle, Türkiye sınırına Füze Savunma Kalkanı ve sistemlerini yerleştirmede ortamın “kıvama” sokulduğunu görmek mümkündür.
Öte yandan Ortadoğu’daki Arap-Müslüman ülkeler, aralarındaki husumet, çekişme ve çatışmaları gözden geçirerek bir araya gelmenin arayışına girdiler. Hafız Esad’ın ölümü vesilesiyle bir araya gelen Arap liderler, 1996 Kahire Arap Zirvesi’ndeki kaygılarını yenileyerek, bölgedeki ciddi gidişat karşısında birleşme refleksini geliştirmeye yöneldiler. Öyle ki, Amerikan uşaklığında birkaç kuşak tescilli, 1996 Haziran’ında İsrail ve ABD ile işbirliği anlaşması imzalamış olan Ürdün bile, son aylardaki hızlı gelişmeler karşısında “arada” kaldı. 1996 Arap Zirvesi sonuç bildirgesi “itinalı” bir üslupla Türkiye-İsrail ittifakının yaratacağı yeni dengelere dikkat çekmişti ve bu tarihten sonra Irak-Suriye sınır ticareti 17 yıl sonra yeniden başlatıldı. Suriye ve Irak arasındaki buzlar erimeye başladı. Karşılıklı diplomasi ve enformasyon amaçlı bürolar kuruldu, ilişkiler geliştirildi. Amerikan yandaşlığıyla Arap halklarının ve Mısır halkının tepkisin çeken Hüsnü Mübarek. ABD-İsrail-Türkiye ortaklığıyla 1997’de birincisi gerçekleştirilen Denizkızı tatbikatını eleştirip “bu gidişat muhtemelen savaşa yol açacak” diyerek, tepki göstermişti. Irak, bir yıl sonraki İkinci Denizkızı tatbikatı için “Arap dünyasına karşı bir provokasyon” değerlendirmesini yapmıştı. Arap-İslam ülkelerinin hemen tümü tarafından. Türk-İsrail ortaklığı, “1948’den bu yana Araplara yönelik en kapsamlı tehdit, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en tehlikeli ittifak” olarak algılandı ve geniş tepki uyandırdı. Suriye-İran, İran-Irak ilişkileri ve diyalogu artarken, Suudi Arabistan-İran ve yine Mısır-İran ilişkilerinde ilerleme sağlandı. 1997 yılında İran Dışişleri bakanı Mısır’a davet edildi. Aynı zamanda, Arap Birliği yeniden canlandırılmaya başlandı. İmzalanmasından sonra Enver Sedat’ın bir suikastla öldürüldüğü ve Mısır’ın Arap dünyasınca hain ilan edildiği 1978 Camp David Anlaşması’ndan bu yana, ilk defa, Arap dünyası, yeniden Mısır’a ve Mübarek’e gülümsemiş oldu.
28 Eylül 2000’de başlayan Filistin İntifadası’na şiddetli saldırılarla, savaş helikopterleri, roket, tank ve ağır makineli silahlarla yanıt vererek katliamlarına devam eden İsrail yönetimini protesto ederek büyükelçisini çeken Mısır, Ortadoğu’da İsrail’den sonra, ABD’den en fazla askeri yardım ve kredi alan ülke konumunu tehlikeye düşüren Körfez krizinde aldığı tutumu affettirmek ve ortamı yumuşatmak istediğini ifade eden bir tutum aldı. Suriye, yanı başındaki Türkiye’nin üç yıldan bu yana tehdit üzerine tehdit göndermesinden rahatsızlığını, Irak ise, ayakaltı edilen sınırları ve İncirlik’ten kalkan savaş uçaklarının keşif ve bombalama uçuşlarına karşı tepkilerini dile getirmektedir.
İran’ın İsrail ve Amerikan karşıtlığının da değerlendirilmesi amaçlı olarak görüşmeler başlatan bölge ülkeleri, Arap-İslam dünyasının birliğinden söz etmeye başladılar. Arap ve Müslüman olmanın, bölge ülkelerinin birliği için önemli bir doğal etken olduğu bilinmektedir. Türkiye bu gelişmeyi görmezlikten gelemiyor. Kapalı kapılar ardında yaptığı görüşmelere dair bilgi saklanırken, Ecevit, Türkiye halklarını ve Arap-İslam dünyasını aldatmaya yönelik olarak Şaron’a şöyle demektedir. “Barış istediğinizi Arap dünyasına inandırın. Aksi halde Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap ülkelerini de karşınıza alırsınız. Ayrıca Türkiye kamuoyunda da İsrail’e karşı olumsuz tepkiler oluşur. İlişkiler zedelenir.” (Milliyet, 9 Ağustos 2001) Yine Şaron’un ziyaretinden bir gün sonra, hükümet, tüm Arap ve Müslüman ülke büyükelçilerini davet edip gelişmelere ilişkin brifing vererek, onları “rahatlatmak” için çabaladı. Ancak tüm Arap basını, Türkiye’yi “emperyalist emeller peşinde” olmakla suçlamaktadır ve birleşmekten söz etmektedir. Ayrıca, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Türkiye-İsrail işbirliğini ve Şaron’un ziyaretini eleştirerek, Türkiye’yi açık tutum almaya çağırdı.
Fakat tarihin gösterdiği gibi, Arap ülkeleri arasındaki birlik ve ittifaklar geçici ve biçimseldir. Emperyalizme karşı tutarlı bir tutum almayan, halkın demokratik özlemleri, ekonomik ve siyasi çıkarlarıyla örtüşmeyen bir birliğin ömrü olamaz. ABD ve emperyalist savaş odakları bunu bilmekte ve fütursuzca hareket etmektedirler. Kendi halklarının öz gücüne güvenmeyen, onları baskı ve zorla yöneten, sömürü ve zulmü derinleştirerek halka açlığı ve sefaleti dayatan, ama lüks ve sefahat içinde ömür süren, bir bölümü Amerika’ya ve emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayan ve defalarca kendi halkının katledilmesine göz yummuş, Arap halkını birbirine boğazlatmış, Filistin halkının katline, esir ve mülteci yaşamına onay vermiş, hatta bazıları desteklemiş, topraklarından kovmuş Arap ülkelerinin egemenleri, İsrail ile iyi ve dost ilişkiler geliştirmişlerdir. Ancak, kuşkusuz kendi gerici çıkarlarıyla da olsa, Arap feodal-dikta yönetimlerinin, bölge halklarını tehdit eden emperyalist, Siyonist ve gerici ve saldırgan bir birlik olan, Amerika-İsrail-Türkiye askeri güç birliği karşısında tutum almaları, giderek bir araya gelmeleri yine de iyi olacak ve halkların yayılmacı ve emperyalist hesaplara karşı tepkilerinin gelişmesi için koşulları uygunlaştıracaktır.

OSLO “BARIŞ” SÜRECİ VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Ortadoğu’da yıllardır akıtılan Filistin halkının kanı, emperyalizmin savaş ve silah kışkırtıcılığına malzeme olmaya devam ederken, Oslo süreciyle, Filistin halkının ve dünya halklarının beklentisi ve ümidi İsrail’in öncelikle 1967 yılında işgal ettiği Filistin topraklarından geri çekilerek, kurulacak bir Filistin devletinin özgür ve barış içinde yaşamasını kabul etmesiydi. Ancak öyle olmadı. Topraklarının yüzde 78’i işgal ve ilhak edilmiş Filistin halkının, 1967 yılında gasp edilen ve kuşatma altındaki Gazze ve Batı Şeria’daki toprakların yüzde 22’sinde bağımsız bir devlet kurmasına dahi izin verilmedi. Filistin halkının, kendi kaderini tayin ve bağımsızlık hakkı tanınmadı. Şiddet üzerine kurulu tutumunu sürdüren İsrail’in bunu devam ettireceği, son saldırı ve katliamlarla bir kez daha görüldü. Filistin topraklarını iade edeceğine dair Oslo’da taahhütlerde bulunmasına rağmen, bunları yerine getirmemek için, provokasyon üzerine provokasyon düzenledi. Oslo süreci bir belirsizlik süreci olarak kaldı.
Ancak, Eylül 2000’deki El Aksa intifadasıyla, bu belirsizlik ortadan kalkmış oldu. 1993 yılında başlayan Oslo süreci/anlaşması ve Madrid Konferansı’nda güvence altına alınmış hakları dahi yok sayarak, İsrail, Filistinlileri, Bantustanlara (Güney Afrika Irkçı Beyaz yönetiminin siyahları hapsettiği tel örgülerle çevrili bağımsız alanlar) hapsetmeyi öngörmekteydi. İşbirlikçilikte ilerleme kaydetmiş Arafat yönetiminin, satış sözleşmesi olarak da bilinen Oslo “barış” sürecindeki tutumu, Filistin halkı tarafından kabul görmedi, hazmedilmedi. 30 Eylül 2000’de 12 yaşındaki Muhammed al Durah’ın babasının kucağında kurşunlanarak öldürülmesiyle insanlık bilincine kazınmış olan Eylül 2000 intifadası, aslında Arafat yönetimine karşı da bir başkaldırı olarak değerlendirilmelidir.
Oslo sürecini, İsrail’in Filistin halkına karşı yeni bir oyunu ve mevzi kazanması olarak anlamak gerek. FKÖ’nün uzlaşmacı ve direnişle elde edilmiş hakları masa başında elden çıkarması tutumunun eleştirilmesi bir yana, İsrail, Oslo’da verdiği sözleri bile yerine getirmeyerek, halkın direnişe geçmesini sağlamış oldu. Oslo sürecinden sonra, yeni yerleşim alanlarını işgal etmeyi sürdüren İsrail, çıkmayı vaat ettiği bölgeleri terk etmemekte direniyordu. Filistin devletinin meşruiyetini tanımayan İsrail, Oslo süreci ile yalnızca Arafat’ın meşruiyetini tanımış oldu. İşgal ettiği topraklarda yeni yerleşim birimleri açan İsrail, Bati Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki serbest geçiş bölgesini de denetiminde tutarak yasak bölge ilan etti.
1995 yılında İzhak Rabin’in öldürülmesi ve ertesinde seçimleri Likud’un kazanması ve Netanyahu’nun Yahudilerin yerleşim alanlarını büyük oranda genişleterek Kudüs’ü kuşatacak bir yerleşim planını sürdürmesi, kargaşayı daha da artırdı. Gelişen tepkiler karşısında, Amerika, Netanyahu’nun tutumunu gözden geçirmek durumunda kaldı! Yeniden Oslo süreci gündeme getirilince, Netanyahu’nun işi de bitmiş oldu. Ama hükümetler ve başbakanlar, Siyonist ideali başarıya ulaştırmada araçtılar. İsrail Parlamentosu Kneset, bu yayılmacı emellerin başarısına endekslidir ve muhalefetin varlığı da böyledir. 1999’da Netanyahu’nun yerine Ehud Barak getirildi. Şimdi ise; Şaron aynı politikaları sürdürmektedir.
2000 yılı Temmuz ayında Camp David’de yapılacak olan zirve toplantısında Amerika ve İsrail, Filistin halkına kölelik koşullarında bir teslimiyeti imzalatmak ve bunu dünya kamuoyuna deklare etmek istediler. Barak, işgal ettikleri toprakların hanelerine geçirilmesini, dahası Kudüs’teki egemenliklerinin tescil edilmesini, Doğu Kudüs’teki bazı yerleşim birimlerinin ise Filistinlilere verilmesini öneriyor, ancak, sürgündeki Filistinlilerin geri dönüşünü kabul etmiyordu.
Oslo süreci, ABD’nin açık İsrail yanlısı tutumunu gözler önüne serdi. Öyle ki ABD, 242 nolu BM Genel Kurul Kararı’nı dahi işletmek istemiyordu. Bu karar, İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini öngörüyordu. Amerika’nın 1971’den bu yana İsrail’in lehine açık tutumu, tüm Arap âlemi tarafından bugün daha net anlaşılmış oldu. Amerika’nın “barış” girişim ve oyunlarını önemseyen ve “tarafsız arabuluculuk” olarak değerlendiren işbirlikçi Arap ülkeleri ve yönetimleri bile, durumdan “rahatsız” olduklarını açıklamak zorunluluğu duydular. Oslo “barış” süreciyle, Arap halkları arasında, FKÖ de dâhil olmak üzere, Arap yönetimlerine karşı tepki giderek artmakta ve “yönetenler ile yönetilenler” arasındaki ilişki giderek bozulmaktadır. Clinton-Barak-Arafat arasında yapılan görüşmelerde, Arafat’ın uzlaşmacı tutumuna rağmen, bir uzlaşma sağlanamamış olmasında; Arafat’ın imza atacağı anlaşmaların, yapılacak ilk seçimde başa geçecek yeni İsrail yönetimi tarafından tanınıp tanınmayacağı yolundaki endişeyle beraber, 4 milyon mültecinin Filistin topraklarına girişinin yasaklanması anlamı taşıyan hükmün ağır olması ile birlikte, gelişen tepkilerin altında kalacağı korkusu yatmaktaydı. Oslo “barış” süreciyle elde edilen kısmi yönetim ve yürütme “erki”, Arafat yönetiminin imtiyazlarıyla birlikte baskılarını da arttırdı. Statüsünü güçlendirmek için durumu değerlendiren Arafat, aynı oranda halk üzerindeki itibarını da yitirmeye başladı. Çeşitli muhalif gurupların etkisi arttı ve iş, Arafat’ın neredeyse MOSSAD tarafından korunur bir duruma gelmesine kadar dayandı. Giderek yozlaşan ve tepkileri baskıyla bertaraf etmeye çalışan Arafat yönetiminin, Oslo “barış” süreci boyunca ABD’ye mahkûm tutumu ve ondan medet umman bir yaklaşım sürdürmesine karşı gelişen büyük tepkiyi İntifada’da bulmak olasıdır. Rüşvet, yolsuzluk ve iltimasın had safhada yaşandığı, El Fetih lehine ayrımcılık yapıldığı, ihracat ve mali sorunlardaki yolsuzlukların ve yoz ilişkilerin İsrail yetkilileriyle kader birliğine ve ortak tutuma neden olduğu
Filistin’de, polisin halka zulmeden bir hale gelmesi, işkence ve kötü muamelenin yaygınlaşması gibi baskıcı yönetimlere has uygulamalar, henüz devlet olmamış Arafat yönetiminin uygulamaları olarak bilinmektedir. Bu durum, Arafat’ı direniş ruhundan uzaklaştırıp uzlaşmaya mahkûm eden koşulları da yaratmış oluyor. Ya da tersi.
Görüşmelerin Clinton’un son dönemlerinde sürdürülmesinden de bir sonuç çıkmadı. Daha önce Stocholm’de yapılan toplantıda varılan “mutabakat”ın burada “karaca bağlanacağı biçimindeki beklentilere rağmen, Mısır-İsrail Barışı olarak bilinen ve Mısır’ın mağlubiyetini ilan eden anlaşmaya ev sahipliği yapmış olan Camp David’de, kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelere ilişkin, kamuoyuna “resmi” bir açıklama yapılmadı. Ancak, en azından “çatışmasız” bir sürecin devam edeceği beklentisi bulunmaktaydı. Filistin halkına yönelik saldırı ve katliamların durdurulacağı ve Filistin halkının topraklarında can güvenliği içinde yaşayabileceği koşulların yaratılacağı ve Arap Doğu Kudüs’ün Filistin halkı lehine bir düzenlemeyle Filistin egemenliğine bırakılacağı beklenmekteydi. İsrail’in, duvarların gerisindeki Yahudi yerleşim birimleri olan Eski Şehir bölgesine çekilmesi, yıllardır Filistinliler tarafından dile getiriliyordu. Müslümanlar için kutsal sayılan bölgelerin terk edilmesi, Al-Aksa Camii, Haram al-Şerif ve Tapınak Tepesi gibi işgal altındaki yerleşim birimlerinden İsraillilerin çekilmesi ve buraların tüm askeri yığınak ve güçlerden temizlenmesi, yine İsrail’in Batı Yakası’ndan tamamen çekilmesi, Oslo Anlaşması’nda bulunan hükümlerdi. Gazze Şeridi ile Batı Yakası arasındaki haksız İsrail denetiminin son bulması ve 1967’de İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirerek işgal ettiği Batı Yakası’nın göbeğine yerleşmiş Yahudi birimlerinin boşaltılması ve buranın Filistinlilere bırakılması, bugün Filistin halkının en haklı ve acil yaşamsal talepleridir. Ancak, İsrail arkasına aldığı Amerikan desteği ile Filistinlileri sıkıştırma ve mevcut durumlarının sürgün olarak devam etmesini dayatarak, yaratılan “barış” ortamının İsrail için bir kazanıma dönüştürülmesi yanlısı olduğunu açığa vurdu. Amerika, Ortadoğu’da teslim alınmış bir Arap âlemi için Filistin sorununu kullanmak istiyor. İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklarda meşru ve tartışmasız bir statüye kavuşması için atak yapan Amerika, Lübnan ve Suriye’nin “okey” vermesi ve Mısır ve diğer “uşak” Arap yönetimlerini ikna etmek için her yolu denemektedir. Mülteci Filistinlilerin topraklarına dönmesine rıza göstermeyen Amerika ve İsrail, onları birçok ülkeye dağılmış olarak yaşamaya mahkûm ederek, asimilasyona terk etmek istemektedir.
Başta İngiltere olmak üzere Sykes-Picot Anlaşması’yla Batılı sömürgeci güçlerin desteğinde İsrail’in işgali ve katliamları sonucu 1948’de yerleştiği topraklardan sürülmüş olan ve hâlâ mülteci olarak yaşayan, BM resmi rakamlarına göre 3 bin 200, aslında 3,5–4 milyon dolayındaki Filistinlinin, topraklarına dönmesine şiddetle karşı çıkan İsrail; yarım asırdır sürgünde bulunan Filistinlilerden sadece 10 bininin dönmesini kabul etmektedir. Oysa BM’nin 3236 sayılı kararı mültecilerin ülkelerine dönmelerini hak olarak tanımaktadır. Yine Filistinli mültecilerin vatanlarına dönmelerini öngören 194 nolu karara 1948 yılında imza atarak BM üyeliği kabul edilen İsrail’in, bu tutumunda ısrar etmesinin, haklı ve hukuki hiç bir dayanak bulunmamaktadır. Amerika da soruna böyle yaklaşmaktadır.
Direnişlerine bir gün bile ara vermeyen kahraman bir halk olarak Filistinliler, İsrail’in işgal ettiği ve geri vermediği topraklarına sahip olmak için, insanlığın şimdiye kadar az gördüğü büyük acılar yaşadılar. Ve bu durum değişmeden devam ediyor. Onlar, çöldeki çadırlarda, kamplarda ve geçici evlerde mülteci olarak, hastanesiz, okulsuz, susuz ve kanalizasyonun olmadığı, bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği sınır boylarında, birçok Arap ülkesinin esiri gibi yaşamaya mahkûm edildiler. Darmadağın edilmiş Filistin halkı, Arap ülkelerinin yanı sıra, Türkiye ve Avrupa ülkelerine dağılmış olarak, sefalet ve acı içerisinde yaşamaktadır. Lübnan, Mısır, Suriye, Ürdün, Irak, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez Emirlikleri’nde bu ülkelerin dayattığı kötü koşullara mahkûm olarak, adeta esir olarak yaşamakta olan Filistin halkı; mahkûm edildiği mülteci yaşamla birlikte, bu ülkelerde “terör” olaylarının müsebbibi olarak değerlendirilip kovuşturmaya uğramakta, baskı görmektedir.
Filistin halkının Araplar ve Yahudiler arasında paylaşılıp eritilmesi kapsamlı İngiliz planı, hemen tüm Arap egemenleri tararından kabul görmüştür. Ürdün Kralı Hüseyin’in Eylül 1970’de ordularını Filistinlilerin üzerine sürerek 30 bin kadar ölüme neden olması, ancak Filistinlilerin davalarından vazgeçmeyerek sürdürdükleri direniş, Arap işbirlikçi yönetimlerinin tutumunu tözler önüne seren tarihi bir örnektir. 1967’de İsrail’in askeri ve politik olarak bir saldırı bombardımanına tuttuğu Filistin toraklarında halk, var olmak ile yok olmak arası bir durumla karşı karşıyaydı ve bu saldırıyı püskürtmek için büyük bedeller ödemek durumunda kaldı. Arap-İsrail Savaşı olarak tarihe iz düşmüş bu savaşın, aslında, bir Filistin-İsrail savaşı olduğunu söylemek, daha yerinde bir saptamadır. 1967’de, İsrail’e El Kerame’deki direnişle karşılık veren (Birleşik Arap ordularının 6 gün tutunabildikleri ve 6 Gün Savaşı ismini alan) direnişin sürdürülmesi, İntifada’nın mayası olmuştur! Yine, Suriye tararından desteklenmiş Falanjistlere, faşistlere karşı Tel Zaater kampındaki direniş, İsrail’in 100 bin askerle Lübnan’ı işgali ve Lübnan’da yaşayan örgütlenmiş Filistin kuvvetlerini ve halkını imha etmeyi amaçlayan Amerika, İtalya, Fransız, İngiliz “barış gücü” askerleri desteğindeki saldırıda 1500 Filistinlinin hunharca katledilişi, Filistinlilerin, kahramanca direnişe rağmen, Arap yönetimlerinin ihaneti sonucu 1983 yılında Beyrut’u terk ederek Bekaa Vadisine çekilmek zorunda kalmaları, 1987’deki Balata Mülteci Kampındaki Filistin halk direnişleri, önemli bir birikim yaratmıştır. 1936’da sömürgeci İngiliz mandacılığına karşı ayaklanma başlatan Filistinliler için inşa edilen “kale gibi” Gazze hapishanesinden 18 Mayıs 1987’de 800 Filistinlinin büyük firarı gibi, Filistin halkının daha eski tarihlere dönülerek söylenebilecek bir direniş tarihi vardır. 1956’da İngiliz, Fransız ve İsrail üçlüsünün Süveyş Kanalı’na karşı giriştikleri saldırıda da, Mısır halkıyla beraber Filistin halkının direnişi önemli bir yer tutar. 1929’de İngilizlere ve Siyonistlere karşı Kudüs ve çevresindeki, 1936’da yine İngilizlerin himayesinde Siyonistlerin kışkırtılması ve Filistinlilerin katledilmesine varan saldırılara karşı ve Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletine karşı patlak veren nice Filistin halk ayaklanmaları ve direnişleri gibi…

FİLİSTİN HALKI, HAKLI DAVASINI KAZANACAKTIR
Gazze Şeridi’ne 1967 yılından bu yana 6–7 bin Yahudi’yi yerleştirerek burayı adeta “sürekli çatışan bölge” haline getiren İsrail, Filistinlileri, bu 360 km2’lik alana sıkıştırarak provokasyonu sürdüreceğini gösteriyor. 1967 yılında işgal ettiği topraklardan geri çekilmeyi öngören 242 nolu BM Genel kurul kararını yerine getirmemekte direnen İsrail, bugün üstüne üstlük işgal ettiği, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’yı paylaşmayı dayatmaktadır. İsrail, Arap topraklarını işgal ederek, ardından Polonya, Romanya, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerindeki Yahudi göçmenleri toplayarak, bölgede çok yönlü bir güç olarak, ABD’nin vurucu timi oldu. Amerikan emperyalizminin silah, cephane ve teknolojiyle desteklediği ve finanse ettiği İsrail, Filistinlilerin anavatanını tamamen ele geçirme emelinde adım adım ilerlemektedir, İsrail, bölgede, tüm Arap halklarına karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak, ABD’nin atak ve manevralarının önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir, İsrail ve gerici Siyonizm, Ortadoğu bölgesinde ve Arap halkları arasında pimi -ABD’den habersiz çekilemeyecek olmakla beraber- çekilmeye hazır bir bomba gibidir. Filistin halkıyla beraber, Ürdün, Mısır ve Suriye ve yanı sıra, petro-dolar zengini Kuveyt, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri üzerindeki etkisini daha da güçlendirmek ve tam bir tahakküme dönüştürmek isteyen ABD, Iran Şahı’nın devrilmesiyle kaybettiği büyük müttefikinin acı sonunu bilerek ve hatırdan çıkarmayarak, bölgede hiç bir ülkeyi “kendi başına” bırakmamaya çalışmaktadır.
Ülkelerindeki hâkimiyetlerini petrol zengini konumlarından alarak muhafaza eden Arap gerici yönetim ve liderlerinin, emperyalizmin kuklaları olarak, birbirleriyle “barışık” olmamalarında da ABD’nin önemli rolü vardır. Petrol zengini olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Körfez Emirlikleri, Irak, İran; diğer Arap ülkeleri üzerinde etkide bulunmakta ve onlara yön verebilmektedirler. Aynı zamanda askeri olarak önemli bir güç durumunda olan Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Yemen ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinin yönetimlerini etki altına almakta ya da etkisizleştirmektedirler. Geriye dönüp bakıldığında, Filistin halkının katledilmesine seyirci kalan petrol zengini ülkelerin, ABD’nin bölge planlarına aykırı hareket etmemeye özen gösterdikleri görülecektir. Geleneksel İngiliz ajanı bir aileye mensup olan Ürdün Kralı gibi, Suudi Arabistan Kralı, Yemen yönetimi, İngiliz ve Amerikan uşaklığında hiç bir zaman tereddüt göstermediler, İsrail ve Ürdün, ABD’nin bölgedeki silahlı güçleri olarak, Arap halklarının her ileri adımının karşısında oldular. Mısır ve Suriye’ye saldıran İsrail, bölgede, ABD başta olmak üzere emperyalistlerin çıkarlarına yönelik ne zaman bir tehdit emaresi görülse, o zaman, azılı bir provokatör olarak, harekete geçmektedir.
Öte yandan, uzun yıllar iç çatışmalar, Hıristiyan-Maroniler ve çeşitli Müslüman mezhepler arasındaki çatışmalarla kasıp kavrulmuş olan Lübnan’da ve tüm hâkimiyetin İsrail’in elinde olduğu Gazze Şeridi’nde, Arafat’ın “Pax Amerikana” çözümüne karşı olan diğer Arap direniş örgütlerinin de etkinliği bulunuyor ve bu giderek artmaktadır.
İsrail, Filistinlilerin de yaşadığı topraklarda Filistin halkının söz ve karar hakkına ve bunun güvence altına alınmasına şiddetle karşı çıkıyor. Çeşitli anlaşmalarla ifade edilen “kabul” tutumu da, pratikte hayat bulmuyor. Gazze Şeridi ve Batı Yakası’nda kontrolü tamamen ve sürekli olarak elde tutmayı stratejik bir sorun olarak değerlendiren İsrail, bombalar ve mayınlarla dolu olan ve Arap halkınca “ölüm mezrası” olarak anılan Yeşil Hat’tın ancak bir bölümünü Filistinlilere vermeyi önermekte ve karşılığında Ürdün Vadisi’ne talip olmaktadır. Filistinliler ise, mevcut durum dahi bozularak, Filistin halkının emperyalizm ve İsrail Siyonizm’inin tüm saldırı ve katliamlarına rağmen elde tuttuğu topraklarda “antlaşmalarla/kontratlarla” kiracı gibi bir statüye kavuşturulmak istenmektedir. Oslo sürecinde, Filistinlilerin tarih boyunca uğradıkları manevi kayıplar, maddi zenginlikler ve bunların telafisi söz konusu edilmemiştir. Aksine, Batı Yakası’nda yaşayan Filistinlilerin toprakları üzerinde tam hak sahibi olmayı ve yerleşik halkın yaşadığı toprakların tamamına yakınının denetimine verilmesini isteyen İsrail, diğer yandan, zorla denetimi alında bulundurup ilhak ettiği hiç bir yerleşim birimini Filistinlilere bırakmaya yanaşmamaktadır.
Bu çerçevede, Filistin sorunu, yakın bir zaman diliminde çözülecek gibi görünmemektedir.

Eylül 2001

“Serbest piyasa” ve tekelci egemenlik

Piyasa. Kuşkusuz “serbest piyasa”…
Mali piyasalar. Para piyasası. Döviz piyasası. Menkul kıymet piyasası. Günümüzde en gözde piyasalar bunlar. Ticari piyasalar zaten öteden beri biliniyor ve işlevsel. Ama para (kredi, faiz), yabancı para (döviz) ve borsa (menkul kıymet ya da değerli kâğıt) gibi yönleri, bileşenleri ya da “alt başlıkları” ile sermaye piyasası ya da bağlantıları içinde tüm yönlerini belirtmek üzere sermaye piyasaları; bilinen anlamıyla piyasayı -ticari içerikli piyasa- çoktan ikinci plana itmiş bulunuyor.
Değişimin gerçekleşmesinin, şu ya da bu görünümüyle “değerlen” ile çakışmak üzere, kuşkusuz içinde toplumsal emek içerilmiş toplumsal ürünlerin ancak birbirleri ile ilişkileri içinde ve birbirleri karşısında fiyatlanmalarını düzenleyen “mekanizma” olarak piyasa; sadece meta ve sermaye ilişkilerinin değil ama tüm toplumsal ilişkilerin oluşma “merkezi” vurgusuyla çoktan kutsallık katına yüceltilmişti. Tüm toplumsal yaşamın, yalnızca ekonomik değil ama en insani yönleriyle bütün bir yaşamın hesabını piyasa tutuyordu.
“Tanrı”nınki gibi niteliklere sahip olduğu varsayıldı! Her şeyi, toplumsal ve yaşamsal olanın bütününü, hiçbir sorumluluk üstlenmeksizin ama tam yetkiyle ve kendiliğinden belirliyordu. A. Smith ve D. Ricardo, zamanında, henüz gelişmenin dinamiği olarak hızla dünyaya yayılırken, kapitalizmle kopmaz bağını kurmuşlardı. Ama giderek “öncesiz ve sonrasızlığa” kavuşturuldu; kapitalizme özgülüğü de unutturuldu. Kimi “tarihin sonu” diyerek sonrasızlığını yüceltti, kimi dünyanın kuruluşunu bile piyasalarla açıklamaya girişti. Ticaretin kökleri kuşkusuz çok eskilerdeydi. Gorbaçov’a yaklaşan günlerde, aslında epey daha öncelerinden, “piyasa sosyalizmi”ne dair icatlarda bile bulunuldu.
İlk kez, feodal parçalanmışlığın ticaretin gelişmesi önüne çıkarmakta olduğu engeller karşısında önem kazandı ve takip ederek İngiliz sanayi kapitalizminin sömürgelerden toparladığı hammaddeleri işleyen bir “fabrika” işlevini yüklendiği atak döneminde, 1700’lerin ikinci yarısıyla 1800’lerin son çeyreğine gelinceye kadar doruk yaparak sömürge siyasetine bağlandı; onun önünü açmanın ilkesi kılındı. Kuşkusuz en başta kapitalist gelişmenin ilkesiydi. Feodal kısıtlamaların yanı sıra himayecilik ve gümrükler vb. yoluyla korumacılık karşısında “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kendiliğindenliğinin yüceltisi olarak liberalizm, serbest ticaretin ve kuşkusuz onun mekanizması olarak serbest piyasanın kutsallaştırması işlevini üstlendi. Hammadde ve mamul madde sevkıyatının, değişimin önünde engel olmamalıydı. Hakkını teslim etmek gerek: tüm kırıp dökmesine, sömürgelerin tüm zenginlik ve insan kaynaklarının talan edilmesine karşın, ilerletici, geliştirici bir rol oynadı; egemenliğini ilan ve kabul ettirdiği tarihsel koşullarda başka bir gelişme yolu da henüz olanaklı değildi.
İkinci “tarihsel” atılımını ise, geç bir dönemde ve bekleneceği gibi salt ideolojik biçimde, neoliberalizm adıyla, artık nesnel temelinin neredeyse bütünüyle ayağının altından kaydığı koşullarda, “demokrasi”, “barış”, “refah” gibi ezilenlerin yüreğini umutla doldurmaya ve aldatmaya temel sağlayacak “serbesti” unsuru olarak gündeme alındığı son 25–30 yıllık dönemde gerçekleştiriyor. Şimdi yine “serbest piyasa”nın önünde secdeye varmanın zorunluluğuna ilişkin teori ve uygulamalar moda. Sorunun aldatıcı yanının ötesinde, kuşkusuz yine bu aldatıcılığa bulanmış olarak, şimdi, sermaye hareketlerinin (akışkanlığının) önündeki tüm engellerin kaldırılması, sermaye ilişkilerinin, üretim, değişim (ve hatta dağıtımı da kapsayarak) gibi yönlerine ilişkin olarak tüm kısıtlayıcılıklardan kurtulması ihtiyacı, “serbest piyasa” yüceltisinin hareket noktası oluyor.
Kapitalizmin yüceltilmesinin ötesinde piyasa tapınması, şimdi artık tekellerin egemenliğine tapınmanın örtüsü durumundadır. Artık milyarla ifade edilebilen dünya işsizlerinin işgüçlerini kiralama “serbest pazarlığı”nı bile yapamadığı, “serbest piyasadan kendi paylarına düşebilen köleleşmeyi bile gerçekleştiremeyerek açlığın pençesine itildikleri koşullarda “serbesti” ya da “piyasa” adına günümüz kapitalizminin olumlanması tamamen aldatıcı içeriklidir.
Yüz yılı aşkındır bir başka toplumsal düzen bakımından olgunlaşmış, çürüme halindeki kapitalizm son aşamasını yaşamaktadır. Kapitalizm, tekelci kapitalizm biçimini almıştır. Bunun, piyasalar bakımından anlamı, artık sorunun, piyasa ve kapitalizmin olumlanması/olumlanmaması çerçevesinde ele alınmasının yetersizleşmesidir. Piyasa ve kapitalizm, her halükârda olumlanamaz; ancak günümüz kapitalizmi, tekelci kapitalizm, yeni bir toplumsal düzenin, sosyalizmin koşullarının olgunlaşmasıyla -konumuz açısından- aynı anlama gelmek üzere, tersi yüceltiye karşın, “piyasa”nın tabu olmaktan çıkması, “dokunulmazlığının bizzat kapitalizmin kendi gelişmesiyle “delinmesi”, “sorumluluk” ve “yetkileri”nin budanmasıdır. Artık “serbest piyasa”, o her şeyi düzenleyici mekanizma olarak eski mutlak rolüne sahip değildir.
Tekeller ve mali sermayenin egemenliği, tekelci kapitalizm, birçok şey gibi “serbest rekabet” ve “serbest piyasa”yı da tahtından etmiştir.
Eskiden, 19. yüzyılda, piyasa yüceltisi, kapitalist patronları ve kapitalizmi, sömürü ve zorbalığı örtüleyen bir işlev görür, kapitalist egemenliği gizler; kötülük ve haksızlıkları soyut bir “piyasa”nın sorumluluğuna bağlayarak tek tek kapitalistleri ve kapitalizmi “kurtarıcı” rol oynardı. Suç, görünür olduğunda, ne somut kapitalistlerin ne de devletlerinin, kapitalist sistemin suçu olmazdı ya da “kör” piyasa egemenliği korkuluğu sallanarak boğuntuya getirilirdi. Kısaca, iyi zamanlarda “demokrasi”, “barış”, “refah” gibi talep ve özlemlerin ayrılmaz parçası ve temeli olarak gösterilen “serbest piyasa”, kapitalistlere, zor zamanlarında da, sömürü ve zorbalığıyla sistemlerini örtüleyen bir “günah keçisi” olarak hizmet ederdi.
Şimdi, günümüz tekelci kapitalizminde ise, “serbest piyasa” yine “demokrasi”, “barış” gibi hayallere temellik etmek üzere onlarla bir arada bir propagandif “değer” olarak kullanılmaya devam edilirken, örneğin demokrasi ile olan bağıntısını tümden yitirmiştir. Örtüleyici özelliği ise, artık tamamen tekelci büyük patronların, birkaç düzine tekelin egemenliğinin, mali sermaye hükümranlığının gizleyiciliği işlevine bürünmüştür. Artık “serbest piyasa” övgüsü ve onun üzerinden temellendirilen her görüş, başka şeylerin yanında, aldatıcıdır ve tekellerin azgın sömürüsünü, mali sermaye egemenliğini ve yanlarına yenilerini katıp eskilerini ağırlaştırdığı kapitalizmin tüm çelişkilerini gizlemeye hizmet etmektedir.

SERBEST REKABET, PİYASA VE TEKELLER
Doğal ki, piyasa yüceltisi ve liberalizme ilişkin söylenenlerden, piyasanın, kapitalizm koşullarında değişimin ve buradan hareketle üretimin düzenleyicisi olarak değersizliği sonucu çıkarılamaz.
Tekeller ve mali sermaye egemenliği koşullarında piyasanın eski gücünün kalmadığı, bir tür “plan”ın, giderek daha çok merkezileşen bir planın piyasanın etki alanını daralttığı ortadadır. Kapitalist örgütlülük ve planlamacılık, her geçen gün artarak piyasanın kör egemenliğini geçersizleştirmekte, onu eski egemenlik alanlarının bir bir dışına itmektedir. Bu, aslında, kapitalist sınıfı, üretici güçlerin toplumsal niteliklerini -kuşkusuz kapitalist ilişkiler çerçevesinde olanaklı olduğu ölçüde- tanımak zorunda kalışları, kapitalizmin sosyalizm için giderek daha olgun hale gelmesi anlamına gelmektedir. Ve zaten bu nedenle, tekelci kapitalizm, Lenin’in deyişiyle, bir “geçiş kapitalizmi” niteliği kazanmıştır.
Konumuzu oluşturan “piyasa”nın bu işlev kaybı süreci içinde bulunuşu, kapitalizmin gelişmesinin, rekabetin, üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasına ve bunun da tekele götürmesinin doğal sonucudur. Ama işte “serbest piyasa”, tam da serbest rekabetin tekele götürmesine bağlı işlev kaybına uğramasının ürünü olarak etkisizleşme durumundadır. Tekelleşme ilerledikçe, etkisizleşmesi artmaktadır.
Ancak “piyasa” övgücü ve tapıcıları, tam da günümüzde, her geçen gün daha çok kolunun kanadının kırıldığı koşullarda, piyasanın “kutsallığına dair öteden beri ortaya atılmış ne varsa tümünden yararlanarak yeni bir kutsamacılık atağına kalktılar. Bunun elbette nedenleri var; ama hem piyasa yüceltileri sahtedir hem de piyasanın kendisi, artık ona tapınanların ileri sürdükleri niteliklere sahip değildir.
Örneğin önce Kasım’da sarsılıp ardından Şubat’ta çöken IMF Programı’nın temel bir ayağı, “kur çıpası” olarak tanımlanan, Türk Lirası’nın döviz karşısındaki fiyatının belirli dönemler için sabitlenmesi değil miydi? Bunca piyasa övgücüsü, övgücülerin en başındakiler ve yol göstericileri, bu “çıpa”yı “piyasanın düzenleyiciliği”nin neresine sığdırabildiler? “Piyasa”, bugünkü “dalgalı kuru” tanıyabilir, kurların, piyasa dalgalanmaları içinde gerçek değerine oturması beklenir. “Piyasa”, bu demektir. Ama piyasanın ötesinde bir “irade” kurlara dur diyorsa ve “çıpa” uygulama şansı buluyorsa, piyasanın belirleyiciliği ve onca yüceltilmesi nerede kalır? Açık sahtekârlıktır!
Peki, piyasa her şeyin düzenleyicisi ise, doğrudan “ilişkilere” dayalı olarak ve “piyasa” değerinin çok altında, yok pahasına gerçekleştirilen özelleştirmeler, neyle açıklanacaktır? “Piyasa”dan üstün “irade”nin varlığı ve geçerliliği ortadadır.
Tekstilciler, Amerikan “kotalarından yakınırlar. Ama onlar da sonuna dek “piyasacıdırlar. Ama serbest rekabet, piyasanın koşullandırıcısı ve ayrılmaz parçasıdır. Zamanında piyasanın sahip olduğu düzenleyici rol, kapitalizmin rekabet yasalarının doğrudan sonucuydu. Peki, kotalar, serbest rekabet ve piyasa övgücülüğü ile ne denli uyuşma halindedir? Aynı şey, ülkemizde uygulanmakta olan pancar, tütün vb. kotaları açısından da geçerlidir. Verdiğimiz tüm kota örnekleri, üstelik -ya doğrudan ya da IMF, DB vb. aracılığıyla- piyasa tapınmacılığını yayan merkez durumundaki ABD emperyalizmi kaynaklıdır.
Demek ki, “kur çıpası”nı, piyasa değerinin çok altında el değiştirmeleri, “kotaları” vb. içerebilen, mutlak bir düzenleyici olmaktan çoktan çıkmış bir “piyasa” ile karşı karşıyayız.
Denebilir ki, “zaten sorun, ‘serbest piyasa’nın önündeki engelleri kaldırmaktır”, “küreselleşmeci politikaların amacı, zaten küresel ‘serbest piyasa’nın gerçekleşmesidir”, “himayecilik, ‘ithal ikamecilik’, korumacılık vb. karşısında piyasanın egemenliğinin sağlanması hedeflenmektedir” vb! O halde, en çok “piyasa” övgüsü yapanların, piyasanın düzenleyiciliğini geçersizleştiren “önlemler”in asıl gücü ve uygulayıcısı oluşlarına ne demeli?
Ve asıl sorun: himayecilik, korumacılık gibi bir dizi doğrudan türevleri ile birlikte, serbest rekabetin yanı sıra piyasanın düzenleyici rolünü önemsizleştiren, bizzat tekellerdir.
Lenin, “emperyalizmin ekonomik özü sorunumun kavranmasına yardımcı olması amacıyla kaleme aldığı Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm adlı önemli eserinde, konuyu ele alır; hatta hareket noktası edinir:
“Emperyalizm genel anlamda, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişimi ve doğrudan devamı olarak ortaya çıktı. Fakat kapitalizm ancak belirli, gelişiminin çok yüksek bir aşamasında; temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığında, kapitalizmden daha yüksek bir ekonomik toplumsal yapıya geçiş sürecinin özellikleri, her alanda oluşup belirdiğinde, kapitalist emperyalizm haline geldi. Ekonomik açıdan bu sürecin en temel özelliği, kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekelin almasıdır. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel anlamda meta üretiminin temel özelliğidir. Tekel ise serbest rekabetin doğrudan karşıtıdır; ama serbest rekabet gözlerimizin önünde tekele dönüşmeye başladı.”(Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 2. baskı, sf. 118)
Kapitalizmin “temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığında”, sürecin “en temel öze iliği” olarak “kapitalist serbest rekabetin yerini, kapitalist tekellerin alması”na varıldığında, emperyalizm ya da kapitalizmin en yüksek aşaması ve günümüz kapitalizmi olan tekelci kapitalizmle yüz yüze geliyoruz. Ya da tekelci kapitalizmde, kapitalizmin temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşüyor; sürecin en temel özelliği olarak, serbest rekabetin ve dolayısıyla düzenleyici mekanizma olarak piyasanın yerini tekeller alıyor.
Sorunu, kapitalizmin temel çelişkisini oluşturan emeğin ve üretimin toplumsallaşması ama mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki uyuşmazlık açısından ele alan Engels, daha 1800’lerin sonlarında, serbest rekabet ile tekel arasındaki “karşıtına dönüşme”ye bütün açıklığıyla vurgu yapmıştı:
“İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal niteliklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişki içinde olanaklı olduğu ölçüde, toplumsal üretici güçler olarak davranmaya zorlar. Sanayinin canlanma dönemi, büyük üretim araçları yığınını, kredinin sınırsız şişkinliği ile olduğu denli, çöküşün kendisi ve büyük kapitalist kurumların yıkılışı ile de toplumsallaşmanın, o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan türlerine götürür. Bu üretim ve ulaştırma araçlarından çoğu, daha ilk anda, demiryolları gibi öylesine büyüktürler ki bütün öteki kapitalist işletme biçimlerini dıştalarlar. Ama gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ biçiminde birleşirler; üretilecek toplam niceliği belirler, bunu aralarında dağıtır ve böylece önceden saptanmış satış fiyatını zorla elde ederler. Ama bu tröstler işlerin kötüye gitmeye başlamasının ilk döneminde dağıldıklarından, bununla daha da yoğun bir toplumsallaşmaya götürürler: Tüm sanayi kolu, tek bir büyük hisse senetli şirket durumuna dönüşür, iç rekabet yerini bu tek şirketin tekeline bırakır; 48 büyük fabrikanın hepsinin birleşmesinden sonra, şimdi 120 milyon marklık bir sermaye ile tek elden yönetilen bir tek şirketin elinde bulunan İngiliz alkali üretiminde, daha 1890’da bu iş böyle olmuştur.
“Tröstlerde serbest rekabet, tekel durumuna dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında teslim bayrağını çeker. İlk anda, kuşkusuz kapitalistler yararına.” (Anti-Dühring, Sol Yay. 3. Baskı, sf. 396–397)
Engels’in koyduğu bir kayıt var: Serbest rekabet, hisse senetli şirketler ve tröstlerde tekele dönüşüyor. Aynı kaydı, Lenin de koymaktadır: “Aynı zamanda tekeller, bağrından çıktıkları serbest rekabeti yok etmezler, tam tersine onun üzerinde ve yanında varlıklarını sürdürürler ve böylece bir dizi çok keskin ve şiddetli çelişki, sürtüşme ve çatışma yaratırlar. Tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiştir.” (Emperyalizm, sf. 118) Üstelik görüldüğü gibi, Lenin de, tıpkı Engels gibi, rekabetin tekele dönüşümünün, tekelin, üretimin toplumsallaşmasına bağlı olarak, kapitalizmin, üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınmasına zorlanması ve “kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiş” anlamına geldiğini belirtiyor.
Tekelci kapitalizm, kuşkusuz kapitalizmdir, onun gelişmesinin zorunlu olarak vardığı yerdir. Ancak aynı zamanda, kapitalizmin belirli bazı özellikleriyle, üstelik temel bazı özellikleriyle birlikte başkalaşması ve sosyalizme geçişe hazır hale gelmesidir de. Emeğin ve üretimin toplumsallaşması o düzeye ulaşmıştır ki, artık toplumsal üretici güçler, üretim ilişkilerinin oluşturduğu “kabuğa” sığmamaktadır. Özel mülkiyet ilişkileri, artık bu ilişkilerin toplumsallaşmış içeriğine uygun düşmemektedir ve çürümekte olan, ortadan kalkışı kaçınılmazlaşan bir “kabuk” durumundadır.
Serbest rekabet, piyasa ve tekele ilişkin tartışmanın bu genel çerçevede yürütülmesi zorunludur. Sadece olur olmaz “piyasacı” yaklaşımlardan kaçınmak açısından değil ama rekabet, piyasa ve tekel arasında doğru bir ilişki kurabilmek açısından da bu çerçeve gözden kaçırılmamalıdır.
Bu noktadan itibaren, 1) Tekelin serbest rekabet ve piyasanın düzenleyici rolünü geçersizleştirici etkisinin kavranmasını da kolaylaştırmak üzere, tekel öncesi serbest rekabet ve piyasanın rolü, kapitalizmin buna ilişkin yasaları, 2) Serbest rekabet ve piyasanın düzenleyiciliğini geriye iterek, onların üzerinde ve yanında yer alan tekellerin, serbest rekabet karşısındaki konumu açısından, Engels ve Lenin zamanına göre bu konumlarını sarsacak ya da sağlamlaştıracak ne türden bir gelişme yaşandığı ve 3) tekellerin egemenliği koşullarında rekabetin görünümleri sorunlarını ele alabiliriz.

SERBEST REKABET VE PİYASA
Kapitalist üretim biçimi, feodal toplumun bağrında ortaya çıktı. Küçük özgür köylülerle toprak kölelerinin tarımı ve kentlerin küçük çaplı zanaatçılığının ortasına düşen bir ateş topu gibi, basit işbirliği, manifaktür ve büyük sanayi (fabrika) aşamalarından geçerek gelişen kapitalist ilişkiler, köylü ve zanaatkârların elindeki küçük bireysel üretim araçlarının bir araya toplanıp genişletilmesi ve toplumsallaştırılmasına dayanarak egemen hale geldi. Bireysel üretimin yerini toplumsal üretim ve kuşkusuz bireysel emeğin yerini toplumsal emek aldı. Giderek daha çok sayıda, ürünü karşısında yabancılaşmış işçi, tek tek işletmelerde toplandı ve kapitalizm giderek daha büyük üretici güçleri harekete geçirdi. Rekabetin zorlu yasası daha başında işlemekteydi. Köylü ve zanaatkârlar, tarımla zanaat arasındaki doğal işbölümünün temel üretim biçimi olduğu ve kendi tüketimleri için üretimlerinin yanı sıra bu işbölümüne uygun olarak ürünlerini karşılıklı değiştiren ve dolayısıyla meta üreticileri olarak görünen bireysel üreticiler durumundaydı. Meta üreticileri toplumuna sızan kapitalizm ise, bu yöntemsiz, örgütsüz, doğal işbölümünün karşısında işletmelerin örgütlülüğü ve toplumsal üretim üzerinde yükselen yöntemli işbölümüne dayanıyordu. Piyasa, meta üretiminin ilk sahneye çıkışından bu yana işlevseldi. Metalar, sunuldukları “pazar”da ya da piyasada değer yasası uyarınca ve görece uzun sürede değerleriyle çakışmak üzere fiyatlanırlardı. Birbirine rakip olan bireysel üreticilerle kapitalistler piyasa aracılığıyla hesaplaştılar: hesaplaşmada bireysel üreticilerin ezilmesi mutlaktı. Benzer ürünlerin, eşit ya da aşağı yukarı eşit fiyatlarla alınıp satıldığı pazarların oluşturduğu piyasada, bireysel üreticilerin örneğin bir birim ürününün karşısında, aynı emek-zamanda üretilmiş 5, 10 ya da daha fazla birim ürünle, yani 5, 10 ya da daha fazla kat ucuza mal edilmiş ürünle yer alan kapitalistler, kısa sürede onları sildiler. Toplumsal üretim hızla gelişti, ancak ürünlerin mülk edinilmesi eskisi gibi özel nitelikte kaldı. Bu, sonraki süreçte, kapitalizmin tüm dayatıcı yasalarının çalışmasını koşullandırdı.
Üretim toplumsaldı ve tek tek işletmelerde -manifaktür sonrası en son fabrikalarda- örgütlüydü. Ama toplumsal üretimin tümü bir arada -bir merkezi plana vb. dayalı- bir örgütlülükten yoksundu. Toplumsal üretimin birbirinden ayrı parçalarının, sektörlerin, işkollarının ve tek tek fabrikaların biriyle diğerinin, diğeriyle tümünün bağlantısını olduğu kadar tümünün üretiminin gerçekleşmesini sağlayan değişimdi. Meta üretimi ve işgücünün de metalaşmasına dayanan kapitalist üretim, bu nedenle, değişim için üretim, pazar için üretimdir. Bu nedenle kapitalizmde tüm metalar, değişim değerleridir. Değer yasası, kapitalizmin (ve meta üretiminin) yön vericisidir ve değişimin tek aracı, tüm metaların ve fiyatlarının karşılıklı olarak “uçuştuğu” pazardır, piyasadır.
Bu nedenle, kapitalizm, tarih sahnesinde görünmeye başladığı andan itibaren, değişimin önüne dikilmiş engelleri yıkmaya, yine aynı nedenle feodal imtiyazlarla, gümrükler, harçlar, kısıtlamalarla çatışmaya yönelmiştir. Yerel ve ardından ulusal pazarını oluşturup az çok kararlı hale getirdikten ve ulusal devletlerine sahip olduktan sonra kapitalizm, yine aynı pazar ihtiyacı nedeniyle, dünya pazarını fethe çıkmıştır.
Ancak pazarın ya da piyasanın, aynı anlama gelmek üzere toplumsal üretimin bütününün, tek tek fabrikaların ötesinde örgütlü olmayışı, kapitalizmin temel çelişkisinin bir görünümü olarak, kapitalistler arasındaki ölümüne rekabete ve bu rekabetin gerçekleşme alanı olarak piyasaya, üretim anarşisini düzene koyucu zorlu bir rol yüklemiştir.
Toplumsal üretimin yalnızca tek tek fabrikalarda örgütlü oluşu ama üretimin bütünü açısından örgütsüzlüğü, üretim anarşisinin egemenliği anlamına gelir ki, bu, piyasa koşullan ve değer yasasının işleyişinden başka “düzenleyici”ye sahip olmayan kapitalizmin temel bir özelliğidir.
Meta üretiminin genelleşmesinden başka bir şey olmayan kapitalizmin pençesine aldığı toplumlarda, sadece üretim araçlarından kopan ve ürününe yabancılaşan işçi değil ama küçük üretici ya da kapitalist de kendi öz toplumsal ilişkileri üzerindeki egemenliklerini kaybetmişlerdir. Kendi emeklerinin sonucu olan (küçük üretici) ya da işçilerin sırtından gasp ettikleri (kapitalist) ürünlerin mülkiyetine sahip olmakla birlikte, üretimin sonuçları ve ürününün akıbeti üzerine onlar da, bırakın egemen olmayı, fikir sahibi bile değillerdir. Çünkü bireysel üretimden farklı olarak toplumsal üretim ya da genel olarak meta üretimi, kendi tüketimi için değil ama değişim için üretimdir, pazar için üretimdir. Bilinmeyen bir pazara yönelik yapılan üretim. Dolayısıyla, üretimin bütününün örgütlü olduğu, pazarın (ya da bu halde, doğru deyişle tüketicinin, halkın) ihtiyaçlarının toplumsal üretime yön verdiği planlı sosyalist üretim dışında, hiçbir koşulda, hiçbir üretici üretim anarşisinin egemenliğini aşamaz. Üretim, kendi hesabına yapılır. Üretim araçları ve diğer kaynaklar, toplumsal ihtiyaca göre dağıtılmamıştır. Bireysel kapitalistler, tek tek fabrikalarında rasgele elde edilmiş üretim araçlarını bir araya getirmişlerdir. Kuşkusuz bu bir araya getirişte belirli bir amaç vardır ama bu, bireysel amaçtır ve neden şu değil de bu üretim aracının bu belirli fabrikada bulunduğu ya da bulunmadığının, toplumsal üretimin toplumsal yararına uygun bir yanıtı yoktur; sermaye birikiminin o fabrikaya özgü tarihsel biçimlenişi ve bunda mülk sahibi kapitalistin özel amacı, tek yanıttır. Ve her üretici, değişim ihtiyacı ile buradan sağlamayı tasarladığı kazanç (kâr) için üretir. Ama işte bu koşullarda her bireysel üretici ve kapitalistin karşısına bir heyula dikilir: “pazar” ya da “piyasa”. Kapitalist piyasaya kendi ürettiği üründen ne kadar geleceğini bilmez. Başkalarının (tüketicinin) ya da kapitalizm koşulunda aynı anlama gelmek üzere piyasanın o ürüne ne miktarda ihtiyacı olduğunu, hatta ihtiyacı olup olmadığını da bilemez. Aynı şekilde, ürününün piyasada nasıl değerleneceğini, örneğin maliyetini kurtarıp kurtarmayacağını ya da hatta satılıp satılmayacağını bile bilmesi olanaksızdır.
Bireysel üreticiler, üretimin bu anarşik niteliği karşısında tamamen korumasız halde yok olmaktan kaçınamadılar. Kapitalistlerin tek dayanağı ise, üretimin fabrikalardaki örgütlülüğü oldu. Fabrikaların sahipleri kapitalistler, önce bireysel üreticileri sildiler, ardından, üretimlerinin fabrikalardaki özel örgütlenmesini mükemmelleştirerek (işbölümünü ilerletip emek üretkenliğini artırarak, sermaye bileşimlerini yeniden ve yeniden düzenleyerek) birbirleriyle rekabette ayakta kalmaya çalıştılar. Üretimin anarşik niteliği karşısında ayakta kalmalarının tek yolu ya da kaldıracı, üretimin fabrikalardaki bu örgütlülüğü ve durmaksızın gelişebilme özelliği oldu.
Anlaşılacağı gibi, birbirinden tecrit durumundaki üreticiler ve kapitalistler arasındaki toplumsal ilişkinin varlığını sürdüren tek biçimi değişimdi, işgücünü kapitaliste kiralayan ama kapitalizmde başlıca üretici olan işçiler de, kuşkusuz bu ilişki biçiminin kapsayıcılığının dışında kalamazdı, kalamadı. Buradan tüm toplumsal ilişkinin para ilişkisi haline gelişi türedi. Ama bir başka şey daha buradan çıktı: kapitalist biçimi de içinde olmak üzere tüm meta üretimini düzenleyen yasalar, rekabetin zorlayıcı yasaları, kendilerini değişim üzerinden, dolayısıyla piyasa aracılığıyla dayattılar. Bunlardan en belli başlı ikisi; emek-değer yasası ile piyasa fiyatlarının üretim maliyetlerine eşitlenmesi yasasıdır.
Emek-değer yasası biliniyor, uzunca üzerinde durmak gerekmiyor. Kapitalist üretim, üretim anarşisinin egemenliğindedir; ancak bu, kuşkusuz hiçbir yasaya bağlı olmadan gelişip gerçekleştiği anlamına gelmemektedir. Tersine ne kadar üretildiği ve ne kadar tüketileceği, kaça satılıp kaça alınacağı belli olmayan ürünlerin (metalar) ve sahiplerinin ancak değişim aracılığıyla birbirine bağlanması, değişimin kendisinin emek-değer yasası uyarınca düzenlenmesi yoluyla gerçekleşir. Bir metanın diğeriyle hangi ölçüye göre değişilebilir olduğu, onların değerini belirleyen aynı yasa tarafından gösterilmektedir. Ölçü, emek miktarıdır. Kuşkusuz belirli bir miktardaki herhangi emek değil, ama toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı ya da bu miktardaki emeğin uygulanması için gerekli emek zamanı, belirli bir metanın değerinin büyüklüğünü belirlemektedir. Metalar birbirleriyle bu ölçüye göre değişilirler. Ancak bu ölçüyü her gün her saat ölçen bir tartı ya da böyle bir teraziyi her an kullanan bir “üstün irade” doğal ki yoktur. Emek zamanı ölçüsü ve emek değer yasası kendisini, binlerce ve milyonlarca alım-satım işleminin belirli bir zaman sürecinde (örneğin bir yılda) birbirini dengeleyen ortalaması olarak kabul ettirir.
Burada ikinci yasanın işleyişine geliyoruz; çünkü emek-değer yasası üretim anarşisi içinde değişimi düzenleyerek toplumsal üretimin yolunu açar; ama milyonlarca ve milyonlarca alıcı ve satıcıyla binlerce düzensizlik etkeninin (iklim farkları, iletişim yetersizlikleri, bölgesel eşitsizlikler vb. gibi faktörler de içinde olmak üzere başlıca arz ve talep ve bundaki oynamalar) varlığı koşullarında, tek tek her alım-satım işleminin bu yasa uyarınca eczacı terazisi ile tartılırcasına düzenlenmesi beklenemez. Metalar kimi zaman ve yerde, kimi durumlarda değerinin altında kiminde de tersine üstünde değişilir; piyasa, tek tek her durumda mutlak doğrulukla çalışmaz. Ama piyasanın “kendi bildiğince”, herhangi bir yasaya bağlı olmadan işlediği de görülmemiştir. Burada, piyasa fiyatlarını üretim maliyetlerine eşitleyen yasa, değer yasasının “yardımına koşar”. Uzunca bir süreçte ve milyonlarca işlemin ortalaması olarak fiyatların üretim maliyetiyle çakışması ya da değişim değerinin emek ölçütüyle belirlenmesi, onun aracılığıyla düzenlenmiş olur.
Kuraklık, kıtlık ve bir ölçüde kriz koşulları dışta tutulursa, piyasada fiyatlar, alıcılar ile satıcılar arasındaki rekabet ya da arz ve talep arasındaki ilişki tarafından belirlenir. Üç yönlü rekabet yaşanır: satıcılarla satıcılar arasında, alıcılarla alıcılar arasında ve satıcılarla alıcılar arasında. Satıcının doğal olarak pahalıya satma isteği çok sayıda satıcının varlığı ile dengelenirken, alıcının ucuza alma isteği de yine çok sayıda alıcının varlığı ile dengelenir. Ucuza almak isteyen alıcı ile pahalıya satmaya uğraşan satıcının çabaları, diğer iki rekabet türünün de katılımıyla, belirli bir sonuca bağlanır ve bu sonuca bağlanma her an yinelenip süre-gider. Satıcılar arasındaki rekabet fiyatın düşmesine, alıcılar arasındaki rekabet yükselmesine yol açar. Her iki yandaki rekabetin şiddetine, dolayısıyla arzın ve talebin yüksekliğine göre, alıcı ya da satıcı isteklerini birbirlerine kendileri için daha elverişli koşullarda dayatırlar. Talep karşısında arz az ise, satıcılar birbirleriyle dalaşma ihtiyacını pek duymayacak ve piyasada yüksek fiyatlar oluşacaktır. Tersine talep az arz çoksa, satıcılar amansız bir rekabet içine girecek ve fiyatlar düşecektir.
Metaların değerinin piyasada mutlak eşitlikle gerçekleşmemesi, kimi zaman değerinin altında kimi zamansa üstünde satılması, piyasa fiyatının değerle çakışmaması ve üretim maliyetinden bu farklılığı; aslında, üretim maliyetinin piyasa fiyatlarına eşitlenmesi yasasının tersten söylenişidir.
Bir metanın fiyatı düştüğünde, zarar etmekte olduğunu ya da yeterince kazanamayıp rakipleri karşısında elverişsiz duruma düştüğünü gören kapitalist, sermayesini bu metanın üretiminden çekip yüksek fiyatla satılmakta olan başka bir metanın üretimine yatıracaktır. Bu, arz fazlalığı nedeniyle fiyatı düşen metanın arzını talebe uygun hale getirici rol oynayarak, arzla talebi eşitleme yönünde etkide bulunurken, düşük fiyatın da yükselerek üretim maliyetine eşitlenmesine götürecektir. Ancak arzla talebin tam dengelendiği optimum noktanın, geçişler dışında, yakalanabildiği ve hele kalıcı olabildiği de hiç görülmemiştir. Dolayısıyla, metaların piyasa fiyatları her zaman üretim maliyetinin (gerçek değerinin) üstünde ya da altında bulunur. Düşük fiyatlı metanın üretiminden kaçan sermaye, hangi noktaya kadar kaçacağını kuşkusuz saptama araçlarına sahip değildir, genellikle kaçış gereğinden fazla olur ve bu kez, eskiden düşük fiyatlı metanın arzı talep karşısında azalır ve piyasa fiyatı üretim maliyetinin üzerine çıkar. (Domateslerin denize döküldüğü bir dönemin ardından bu kez aşırı pahalı domatesle karşılaşıldığı hatırlansın!) Bunun üzerine yine arz ve talep arasındaki ilişkiye bağlı olarak piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar devam eder.
Ancak arz ve talepteki, dolayısıyla piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar, sürekli olarak, yeniden ve yeniden metaların piyasa fiyatlarını üretim maliyetleriyle çakıştırıcı etkide bulunur. Ve bütün bu dalgalanmalarla yükseliş ve düşüşler karşılıklı olarak birbirlerini dengelerler. Mevsimlik oynamalar, sanayideki atılım ve düşüş dönemleri vb. birlikte hesaba katıldığında, belirli bir zaman diliminde, sonuç olarak metaların değerine uygun olarak değişildiği ve piyasa fiyatının üretim maliyetiyle eşitlendiği ve onun tarafından belirlendiği görülür.
Toplumsal üretim, olanca dalgalanmalar, inişler, çıkışlar olarak kendisini ortaya koyan üretim anarşisi içinde gelişmektedir; bu anarşi, tümü birbirinin rakibi durumundaki çok sayıda kapitalist arasındaki dişe diş rekabet olarak görünmektedir. Piyasa, ancak alçalmanın yükselme ve yükselmenin de düşüşlerle dengelendiği kapitalist üretimin anarşisi içinde çalışır. Bu dalgalanmalar rastlantısal olmadığı gibi, yıkıcıdırlar da. Ve bütün bu düzensizlik, kapitalizmin “düzeni” durumundadır.
Buradan çıkacak bir sonuç, “piyasa”nın baş tacı edilecek bir olgu değil ama yıkıcı anarşizan bir dalgalanmalar toplamı olduğudur. Bir diğer sonuç ise, kapitalist üretimin ilerleyişinin bu piyasa dalgalanmalarından başka bir yolu bulunmamakla birlikte, arz-talep ve sair dalgalanmaları içinde değeri asıl belirleyenin, değer yasasına da anlamını veren metanın üretimi için toplumsal bakımdan gerekli emek miktarı olduğu ve kapitalizmde, piyasanın ancak, değer yasasının işleyişinin koşullarını sağladığıdır. Kendi başına “piyasa”, kapitalist üretim anarşisinin neden olduğu dalgalanmalarının yıkıcılığıyla sivrilir ve değer yasasının işleyişine katkıda bulunmayacak olsa, geriye bu yıkıcı anarşizminden başka bir şey kalmayacaktır! (Ancak kuşkusuz, değer yasasının kendisi de piyasaya ihtiyaç duyar ve ancak piyasanın varlık koşullarında geçerli olabilir.) Değer yasasını ve hele emeğin değer yaratıcılığını hiç tanımayan sermayenin küreselleşmeci “piyasa” tapınıcılarının, sonuç olarak yüceltmiş oldukları, bu anarşizm olmaktadır.
Ancak serbest rekabet ve piyasanın analizi bakımından bu söylenenlerle yetinilemez.

REKABET, MAKİNELEŞME, EMEK ÜRETKENLİĞİ VE ORTALAMA KÂR ORANI
Kapitalizmde meta değişimi, değer yasası ve aslında onun bir görünümü olan piyasa fiyatlarının üretim maliyetlerine eşitlenmesi yasasıyla düzenlenmekle birlikte; biliyoruz ki, bu düzenleniş, kapitalistler arasında piyasada süren kıran kırana rekabet üzerinde yürür. Ve kapitalizmde, piyasa fiyatının (ya da üretim fiyatının) üretim maliyetinin (değişim değerinin) üstüne çıkıp altına inen dalgalanmaları, kuşkusuz arz (kapitalistlerin toplam toplumsal üretimleri) ve talebe (pazarlar) bağlıdır; ancak, 1) son derece elverişli durumları oluşturan anlık kesitleri değil de, üretken sermayenin büyümesi ve kapitalist gelişmenin toplamı açısından bakıldığında, pazarların genişlemesi hemen hiçbir zaman sermayenin büyümesine denk düşmez, onun gerisinde kalır ve dolayısıyla, arzın talebe göre yüksekliği, kapitalistler arasındaki rekabeti tırmandırır ve 2) kapitalistler, bu nedenle, sürekli piyasa fiyatının altında üretme çabası içinde olurlar ve kapitalistlerin çoğunun birbirinin alıcısı (pazarı) olması, onlar arasındaki rekabeti ve ürünlerini piyasa fiyatının altında satma, ama bu nedenle de daha ucuza mal etme çabalarını artırır.
Bir kapitalistin rakibi olan bir diğer kapitalisti kendi alanından sürüp atması ve giderek onun pazarını (iflasa zorlayarak vb.) ele geçirmesinin tek yolu, ürettiği ürünleri rakibinin satamayacağı kadar ucuza satmasıysa, bunu kendisi batmadan gerçekleştirebilmesinin tek koşulu, maliyet fiyatını aşağı çekmesidir. (Üretim maliyeti ya da değeri ile maliyet fiyatı, birbirinden tamamen farklı iki büyüklüktür. Üretim maliyeti; sermayenin, hammaddelere vb. yatırılmış ve makinelerin yıpranma payı olarak değere katılan sabit sermaye kısmı ile işgücünü karşılayan değişen sermaye ve bu işgücünün yarattığı artı-değerin toplamıdır. Meta değerinin artı-değerden oluşan kısmı, karşılığı ödenmemiş emeğin sonucu olarak kapitaliste hiçbir şeye mal olmadığı için, kapitalist bakımından, maliyet fiyatı, metanın gerçek maliyeti olarak görünür. Maliyet fiyatının içinde, kapitalistin üretim için yaptığı gerçek harcamalar yer alır. Buna göre, metanın değeri, maliyet fiyatı+artı-değer olur.) Bunun da yolu tektir: emek üretkenliğinin artırılması.
Kapitalistin emek üretkenliğini artırarak düşürmeye çalıştığı, gerçekte metanın üretim maliyetidir. Ancak kapitalist, artı-değeri zaten elde ettiği “kendi hakkı” sayması ve zaman zaman bir kısmından vazgeçerek maliyet fiyatının üstünde ama değerin altında satmaya razı olması dışında, genel olarak kârından vazgeçmeyi aklının köşesinden geçirmemesine (bu durumda, kapitalist, kapitalist olmaktan çıkardı) rağmen, kârının, piyasa fiyatının oluşmasının bir öğesi olarak piyasa aracılığıyla düzenlenmesi nedeniyle, maliyet fiyatını düşürme eğilimi içinde olur; hesabını bunun üzerinden yapar. Kapitalist, yatırımlarına, gerek hammadde ve makinalara yatırdığı sermayesinin bölümüne gerekse işgücüne ödediği sermayesinin diğer bölümüne hâkimdir; onları artırıp azaltabilir, birbirlerine göre oranlarını yeniden belirleyebilir. Ama üretim fiyatının unsuru olarak kârı, kendi özel üretim alanından bağımsızdır; burada, toplumsal üretim nedeniyle piyasa devreye girmiş ve kârı, kendi üretim alanında kendi sermayesi tarafından belirli bir sürede üretilmiş artı-değere eşit kâr oranından farklılaştırmaktadır. Metaların maliyet fiyatı, tamamen kendilerinin üretim alanındaki sermaye yatırımlarına bağlıyken, ürünlerin sahibi kapitalistin kârı, “toplumsal üretime yatırılan toplam toplumsal sermayenin kesirli bir kısmı olarak, belli bir sürede her bireysel sermayeye ortalama olarak düşen kâr kitlesine bağlıdır.” (K. Marx, Kapital, Üçüncü Cilt, sf. 144, Sol Yay. 3. Baskı)
Böylece kapitalist, düşürmeye çalıştığı maliyet fiyatının üzerine eklenecek ortalama kâr oranınca belirlenen yüzde biçimindeki bir kârın toplamından ibaret üretim fiyatı (piyasa fiyatı) ile satacaktır. Bu fiyat, yine arz ve talebin diğer nedenlerle dalgalanmasıyla nispeten oynasa ve zaman zaman tersine eğilimler gösterse de, kapitalizmde asıl olarak, kapitalistler arasında arzda yaşanan rekabet nedeniyle aşağı çekilmek durumundadır. Ancak bu, toplumsal ortalama olarak aynı emek üretkenliği derecesine yükselinceye kadar, yüksek emek üretkenliğiyle üreten bireysel kapitalistin ürününü değerin altında üretmesine ya da maliyet fiyatını aşağı çekerek kendi üretim alanında ortalama kâr oranının üstünde bir ek kâr elde etmesine yol açarak ilerleyen bir süreçtir.
Birim zamanda daha büyük meta kitlesi üretilmesine, dolayısıyla metaların toplam fiyatları aynı kalsa bile, birim fiyatlarının ve kuşkusuz maliyet fiyatlarının düşmesine götüren daha gelişkin işbölümü, makineleşme ve emek üretkenliğinin artışı; bu nedenle, kapitalistler arasındaki rekabetin asıl unsuru olarak rol oynar. Bu, piyasa fiyatının oluşmasında rol oynayan ortalama kâr oranı ne olursa olsun, metalarda içerilmiş gerekli emek-zamanının kısalması ve artı-değer ve bireysel kapitalistin gerçek kârının artışının kaynağı olarak ek-emek zamanının artması anlamına gelen emek üretkenliğindeki artışın doğrudan sonucudur. Bu üretkenlik artışının kaynağı, söylendiği gibi, tektir: -tek tek fabrikalarda örgütlülüğün bir ifadesi olarak bireysel üretim alanlarında görülen, ortalamaya göre- gelişkin bir işbölümü ve makineleşme ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin yüksekliği.
Dolayısıyla, tüm kapitalistler aynı ürünü aynı piyasa fiyatından satmak zorundayken; a) sermayesi, teknik olarak, sermayenin organik bileşiminin toplumsal ortalamasına denk düşen bireysel kapitalistler, ancak ortalama kâr oranını tutturup ürünlerini yaklaşık olarak değerinden satma durumunda olacak, b) sermayesinin organik bileşimi, toplam toplumsal sermayenin organik bileşiminin altında olan kapitalistler, ortalama kâr oranına ulaşamayarak, belki maliyet fiyatının üstünde ama meta değerinin altında “kârdan zararla” ya da bir kısmı maliyet fiyatının da altında düpedüz zararla satmak zorunda kalacak ve c) sermayesinin organik bileşimi toplumsal ortalamanın üstünde olan kapitalistler ise, ortalama kâr oranının üstünde bir ek kâr sağlayarak ürünlerini değerinin üstünde satacaktır.
Üstelik ek kâr elde edebilen, yani üretim maliyeti ve kuşkusuz üretim fiyatını aşağı çekebilen kapitalistler, ürünleri piyasa fiyatının bir miktar altında satmaya yönelerek rakiplerini zararına satmak zorunda bırakıp pazardan sürüp çıkarma ve pazarı ele geçirme fırsatı yakalamış olacak, kuşkusuz bunu deneyeceklerdir.
Görüldüğü gibi, kapitalistler arası rekabet açısından yine piyasa rolünü oynamakta; gerek ortalama kârın oluşması gerekse piyasa fiyatının meta-değerden farklılaşması, bunu ifade etmektedir.
Ancak bireysel kapitalist ya da kapitalistler, sermayelerinin organik bileşimini ve dolayısıyla emek üretkenliğini artırarak rekabette elverişli bir durumu elde edip ürünlerini değerinin altında satma olanağı yakaladıklarında, bu pozisyonlarını sonsuza kadar koruyamazlar. Arz ve talebe uygun olarak, piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalara benzer bir dalgalanma, bu kez, kâr oranlarının genel ortalamaya oturmasına yönelik bir dalgalanma olarak yaşanır. Bunun en belirgin yolu; sermayenin akışkanlığının artışı aracılığıyla gerçekleşenidir: sermaye, kâr oranının düşük olduğu alanlardan çekilir ve kâr oranının daha yüksek olduğu alanlara akar. Sermayenin düşük organik bileşimi ve dolayısıyla düşük emek üretkenliğiyle üretim yapan kapitalistlerden bir kısmı iflas ederken, diğer bir kısmı ise, emek üretkenliğini yükseltmeye ve sermayelerinin organik bileşimlerini artırmaya yönelirler. Sonuçta düşük olan bireysel kâr oranları ortalamayı tutturmak üzere artar. Eskiden ek kâr elde etmiş olanlar, şimdi ortalamaya gelmişlerdir ve yeniden sermayelerini teknik açıdan organize etme zorunluluğuyla karşı karşıyadırlar. Bu, böyle gider ve kapitalistler arasındaki amansız rekabet sürer. Ama şu söylenmelidir ki, hem kâr oranları eşitlenme ve ortalama bir oran olarak belirme yönünde eğilim gösterirler hem de buna bağlı olarak piyasa fiyatları değerle çakışma yönünde. Üstelik kâr oranlarındaki bütün dalgalanmaların ötesinde, toplam toplumsal sermayenin örneğin yıllık kâr oranı, ortalama kâr oranı kadardır ve toplam toplumsal ürünlerin piyasa fiyatları, şu ya da bu ürünün fiyatları değerin altında ya da üstünde dalgalanmış olmakla birlikte, meta değerleri toplamına eşittir. Bu, piyasanın, tüm fiyat ve kâr oranı dalgalanmalarının, kapitalistler arasındaki rekabetin arenası ve aracı olmasına rağmen, piyasa fiyatlarının sonuçta değerle çakışmasının gösterdiği gibi, asıl kapitalist üretimin düzenleyicisinin değer yasası olduğu ve her şeyin, emeğe göre belirlendiği anlamına gelir. Değer yasası, ancak piyasa aracılığıyla hükmünü icra edebilmektedir.
Ama yine de, piyasanın mekanizmasını sağladığı bütün dalgalanma ve çatışmaların sonuçları yok değildir. Bunlar başlıca; 1) Ortalama kâr oranının altında kâr oranlarıyla üreten kapitalistlerin ve en başta küçük üreticinin yok oluşu ve mülksüzleşerek proleterleşmeleri, piyasa aracılığıyla gerçekleşir, 2) İşçi sınıfına yönelik azgın saldırının aracılığını yine piyasa yapar; sermayenin organik bileşiminin yükselişine bağlı olarak yedek işçi ordusunun oluşumu ve hiçbir zaman emek üretkenliğinin artışına paralel artmayan ücretlerin görece düşüklüğü, işçilere piyasa üzerinden dayatılır, 3) Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş, piyasaya sunulan ürün (meta) kitlesinin sürekli büyümesi anlamına gelir, bu ise, sürekli yeni pazarlara olan ihtiyacı körükler. Ama kapitalizm, yalnızca kârı gözeterek üretim demek olduğundan, pazarların (en başta işçi ve emekçilerin) satın alma gücünün yükselişiyle tamamen ilgisizdir. Hızla artan ürün arzıyla pazarların genişlemesi arasındaki çelişki, aşırı üretim bunalımlarına götürür. Krizler, kapitalizmin kaçınamayacağı yol arkadaşlarıdır. 4) Sermayenin organik bileşiminin durmadan yükselişi, kimi kapitalistler ortalamanın üzerinde ek kârlar sağlasalar da, genel ortalama kâr oranının düşmesi eğilimine yol açar. Kâr oranlarının düşmesi, bu nedenle, kapitalizmin bir yasasıdır ve yeni pazar arasıyım tahrik eden başlıca dürtüyü oluşturur. 5) Gerek pazar ihtiyacı ve gerekse kâr oranlarının düşmesi, kapitalist sınıfı, yeni pazar arayışlarına götürür, bu birinci olarak sömürge siyasetine ve ikinci olarak paylaşım savaşlarına yol açar. Piyasanın, bunlardan “sorumlu” olduğu söylenebilir.

REKABET, TEKEL VE PİYASA
Marx, daha Kapital’i yazarken tekel durumunun, serbest rekabeti geçersizleştirerek piyasanın düzenleyici rolünü önleyici bir etken olarak sözünü etmişti.
Bunlardan biri; fiyat dalgalanmaları yoluyla, piyasanın, meta fiyatlarının meta-değerleriyle, yaklaşık olarak ya da tersine eğilimlerinin birbirlerinin etkilerini giderip nötralize ederek, çakışmasına aracılık etmesi açısından tekele yaptığı atıftır:
“Metaların değişim fiyatlarının, bunların değerlerine yaklaşık olarak tekabül etmesi için, yalnız şunlar yeterlidir: (1. ve 2. madde olarak Marx, değişimin genelleşmiş ve pazarın oluşmuş olması ile gereksinimleri karşılayacak yeterli miktarda meta üretimine ulaşılması koşullarını sayar -K.Y.) … ; ve 3) satışı ilgilendirdiği kadarıyla, taraflardan hiç birisine, metalarını kendi değerlerinin üzerinde satmalarını sağlayacak ya da bu değerlerin altında satmaya zorlayacak doğal ya da yapay bir tekel kurulmuş olmamalıdır.” (Kapital, C. 3, sf. 160) Yani, piyasanın işlevsel olabilmesi, tekellerin varlığını ve hele egemenliğini dışlamaktadır.
Ve örneğin bir diğeri; yine piyasa fiyatlarının dalgalanmaları içinde, bu fiyatların ürün değeriyle çakışmalarının, farklı kâr oranlarının bir ortalamada eşitlenmesi yoluyla gerçekleşmesinin koşullan sayılırken, tekelin sözünün edilmesidir:
“Devamlı sapmaların (ortalama kâr oranından sapmalar -K.Y.) sürekli bir biçimde dengelenmeleri, 1) sermaye ne kadar hareketli ise, yani bir üretim alanından bir diğerine ne kadar kolay kaydırılabilirse; 2) emek-gücü, bir alandan diğerine, bir üretim bölgesinden diğerine ne kadar kolay kaydırılabilirse, o kadar çabuk olur. Birinci koşul, toplumda tam bir ticaret özgürlüğünü ve doğal olanların dışında kalan, yani kapitalist üretim tarzının kendisinden doğan bütün tekellerin kaldırılmasını gerektirir. (Marx, kredi sisteminin gelişmiş olması gereği gibi diğer koşulları sayarak devam eder. -K.Y.)…” (Age, sf. 175) Yani, kâr oranlarının bir ortalamada eşitlenmesi ve buradan piyasa fiyatlarının değerle çakışmaya yönelmesi, kısacası, piyasanın başlıca işlevinin gerçekleşebilmesi, sermaye ve emek akışkanlığının engeli tekeli ve hele tekellerin egemenliğini dışlamaktadır.
Görülüyor ki, daha kapitalist tekelin embriyon halinde bile ortaya çıkışından önce, Marx tarafından işaret edildiği gibi, tekel, kuşkusuz “kapitalist üretim tarzının kendisinden doğan” tekel, hem kâr oranlarının piyasa aracığıyla ortalamayı tutturmasının ve hem de dolayısıyla piyasa fiyatlarının meta değerleriyle çakışmasını önleyici ve sonuç olarak piyasayı geçersizleştirici başlıca etken durumundadır. Bu etkisiyle tekelin, kapitalizmin “temel özelliklerinden bazılarının” “kendi karşıtlarına dönüşmesine” yol açması anlaşılır olmalıdır.
Tekel, serbest rekabete son vermekte, piyasanın işlevini dinamitlemektedir. Petrol sektörü açısından örnek verilecek olursa; doğrudan ya da petrol fiyatları örneğinde olduğu gibi, üretimi kısıp yükselterek vb. fiyatları düzenleyen, maliyeti ne olursa olsun “kendi” fiyatından satan tekel, fiyatları belirleme olanağı demektir. Tekel; kaynakların, petrol yataklarının kontrol edilmesi aracılığıyla, bu alandaki üretime rakiplerin sokulmaması ve rekabet olanağının dışlanması demektir. Yine tekel; örneğin uluslararası “piyasaca düşerken, iç “piyasa”da petrol fiyatlarını yüksek tutmak üzere, pazarda denetim kurma olanağıdır. Enerji koridorunun, yani ulaşım ve taşıma araç ve yolları üzerinde denetim aracılığıyla, petrolün pazarlara sunulması tekele, fiyat dikte etmenin yanında rakiplerini saf dışı etme olanağına kadar pek çok avantaj sağlar. Vb. vb. Dolayısıyla tekel durumu, serbest rekabet ve piyasadan geriye pek bir şey bırakmaz.
Ve bu tekel, toprak tekeli vb.den farklı olarak, giderek ve doğrudan rekabetin dayatmasıyla üretkenliği artan emeğin ve organik bileşimi hızlı bir artış gösteren sermayenin ve dolayısıyla üretimin yoğunlaşmasının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İşletmelerin gönüllü olarak ya da birbirini yutarak (zorla) birleşmesi ve dev tekeller haline gelmeleri, kapitalizmin doğal gelişmesinin bir ürünüdür.
Üretim ve sermayenin devasa yoğunlaşması üzerinde büyüyen, üstelik birleşmelerle daha da büyüyen dev işletmeler, hisse senetli şirketler, holding ve tröst ya da kartel biçimleriyle tekel; rekabette üstün bir pozisyon kazanmakla kalmaz; ama hammaddelere el konulması, fiyatların belirlenmesi ve dolayısıyla pazar ya da piyasa üzerinde egemenlik ve üstelik pazarların buna dayanarak paylaşılması, aynı tekelleşmenin bankacılık sektöründe yaşanması ve sanayi ve banka sermayesi ve tekellerinin iç içe girmesiyle oluşan mali sermayenin egemenliğine bağlı olarak kredi koşullarının dayatılması ve kredinin tekel “ilişkileri” ile yönlendirilmesi vb. gibi yönleriyle, bu tekel durumu, serbest rekabet ve piyasanın üzerinde ve kuşkusuz yanında egemenliğini dayatır.
Fiyatları tekel dayattığında piyasa düzenleyici işlevini nasıl yerine getirecektir? Hammaddeler -kuşkusuz fiyatları da içinde olmak üzere- tekellerin eline geçince, piyasa fiyatlarının oluşumunun bu doğrudan girdisi “serbestîsini yitirince, piyasaya ne olacaktır? Tekel, ürünlerini değerinin üzerinden ya da piyasanın küçüklerinden başlayarak büyüklerine doğru rakipleri aradan çıkarmak üzere, zaman zaman onların dayanamayacakları ölçüde değerin altında düşük fiyatlarla satma “özgürlüğü”nü elde ettiğinde, ortalama kâr nasıl oluşacak ve piyasa fiyatı meta-değeriyle nasıl ortalama olarak çakışacaktır? Tekel durumunun, her şeyden önce, pazarı kontrol edebilen ve hammaddelere el koymuş bulunan, dolayısıyla değerin üzerinde fiyat dikte edebilen tekele, dalgalanmalarla ortalamadan sapışının dengelenmesi olanağı kalmayan serbest rekabetin geçici ek-kârını, artık -tekel durumu devam ettikçe- kalıcı tekel-kârı olarak sağlayacağı ortadadır. Serbest rekabet ve piyasanın ayrılmaz parçası olan ortalama kâr oranı yine oluşacak; ama bu kez, bu tekel kârının ortalamayla çakışmak üzere giderilemediği koşullarda, tekele, ancak tekel durumu tarafından belirlenebilecek “aslan payı”nın aktarıldığı koşullarda eşitsiz bir ortalama olarak oluşacaktır. Bu, fiyatlarla değerlerin eşitsizliği bakımından da geçerlidir ki, tekel ek-kârını, ancak bu farklılıktan sağlayacaktır. Dolayısıyla bu açıdan da piyasa varlığını sürdürmekle birlikte, tekel, piyasada, onun üstünde bir pozisyon tutacak, bu kez piyasa, tekelin bu üstün ve dikte edici pozisyonuyla birlikte, onu gideremeden ve ona tabi olarak rolünü oynayabilecektir.
Ama piyasa, tekel karşısında tümüyle teslim bayrağını çekmemiştir. Bu, sadece tekelin yanında ve ona tabi olarak varlığını sürdürebilmesi anlamında değildir. Ama tekel-kârı ve tekelin ürünlerini değerinin üzerinde satışlarının sınırı, yine piyasa tarafından çizilmiştir; bu sınırlar, olağan koşullarda işlevsel gibi görünmese de, tekellerin fiyat dayatmaları ya da değerinin üzerinde satışlarıyla tekel kârının yüksekliği, sonuçta pazarın genişliği ve talep ile sınırlıdır ve bu sınırın zorlanması aşırı üretim bunalımına götürmeden edemez. Yine de bu sınırlar içinde tekel, serbest rekabeti kendi ilişkileri dışına atmak üzere yok etmiştir, ancak kendi dışında tanır ve örneğin yıllık toplumsal kâr kitlesini, piyasanın düzenleme durumunda olduğu ortalama kâr oranı üzerinden diğer “rekabetçi” işletmelerle paylaşmaz, tekel kârını, bu ortalamanın üzerinde bir orandan alır; ya da “piyasa” düzenleyici işlevini ancak bu sınırlarla -tekele, tekel-kârını sunarak- gerçekleştirir. Fiyatlar da, genellikle değerin üzerinde tekel fiyatları olarak dikte edilir, tekelin bu gücünü dengeleyecek bir mekanizma bulunmaz, piyasa geçersizleşmiştir; ya da ancak, söylendiği gibi sınırı çöküşe götüren krizlerle çizilen, tekelin dikte ediciliğine uyarlanan bir piyasa işlevselleşir.
Söylenenlerden anlaşılacağı gibi, artık tekel, rakipleriyle rekabetin başlıca yolu olan, emek üretkenliğinin artırılışı ve sanayiye yeni teknikler uygulanması (sermayenin teknik bileşiminin durmadan yenileştirilmesi) açısından “özgürleşmiştir”; çoğu yeni buluş, yeni yatırımları gereksindiği ve yeterince kârlı bulunmadığı için sanayiye uygulanmaz. Çok sayıda patent tekeller tarafından satın alınıp çekmecelerde biriktirilir. Tekel, bir çürüme ve durgunluk eğilimine yol açar. Serbest rekabet koşullarında düşünülemeyecek bu uygulama, tekel durumunun doğal bir sonucu ve tekelin, tekel-kârını, kaynak ve pazarlar üzerindeki egemenliğinden sağlamasının göstergesidir. Ama piyasanın, burada da, bir noktadan sonra işlevselleşeceği bir sınır vardır. Elbette, tekel, tek bir dünya tekeline (bu aslında, sosyalizmden başka bir şey değildir, kapitalist bir dünya tekeli pratik olarak olanaksızdır) götürmemiş olduğundan, dünya pazarındaki rekabeti tamamen ya da uzun sürelerle ortadan kaldıramaz. Serbest rekabet yenilmiştir; ancak tekniği geliştirmeyen bir tekelin karşısına yeni teknik donanımlarla bir diğerinin çıkması olasılığı büyüktür; bu, tekeller arasında rekabetin sürmesine ve belirli sınırlamalarla da olsa, piyasanın rolünü oynamasına götürür. Kapitalizm, tekellerin egemenliği altında, bu nedenle, yol açtığı bütün durgunluk eğilimi ve çürümesine karşın, Lenin’in belirttiği gibi eskisinden daha hızlı gelişmeye devam eder. Çoğu sanayiye uygulanmamasına rağmen, yalnızca uygulama alanı bulan teknik yenilikler, kapitalizmin baş döndürücü bir ilerleyişi için yeterince ön açıcıdır. Emek üretkenliğini yükseltici yeni işbölümü türleri ve üretim teknikleri gelişir gider: Fordizmi, esnek çalışma ve kalite çemberleri izler; bilgisayar yüksek düzeyde sanayiye uygulanır vb. Tekeller arası rekabet, buradan da hız alarak, keskinleşir. Piyasa, artık tekellerle birlikte ve onların egemenliği koşullarında düzenleyicidir.
Piyasanın bu tür düzenleyiciliği, tekelin düzenleyiciliği önünde secdeye geliştir ve eski bilinen anlamıyla piyasaya; tekelin müdahalesine göre kendisini yeniden “düzenlerken”, tekellerin, küçükleri ve tekel karşısında “küçük” kalan büyükleri bile yok oluşa ya da tamamen tekelin egemenliğine girerek onların yan sanayiciliğine, bayiliğine ya da şubeliğine sürükleyişini “onaylamak” düşer. Küçükler ya da orta boy işletmeler kendi aralarında serbestçe rekabet edebilirler, aralarında piyasa kuralları tamamen geçerlidir; ama artık “kural koyucu” piyasa başkalaşmış, tekellerin müdahaleleriyle yeniden düzenlenmiştir. Kendisi yeniden düzenlenen bir “düzenleyici”: piyasa, artık böyledir. Ve piyasaya kutsallık yüklerken kendilerinden geçen piyasa tapınıcıları, anlaşılmış olmalıdır ki, artık eski liberaller gibi gerçekten ticaret özgürlüğü vb. savunuculuğu peşinde değillerdir ve yerleşik tanımıyla piyasayı da övmemektedirler. Yaptıkları, tekellerin ve tekelci egemenliğin övgücülüğüdür. Çünkü artık ne ticaretin ne de başka bir piyasa kuralının “serbest” olmadığını, fiyatların, kâr oranlarının vb. “kendi halinde” dalgalanmaları içinde piyasada bir ortalama “huzur”a kavuşmadıklarını; tüm ortalamaların, tekellerin dayatmalarıyla, serbest olmadan gerçekleşebildiğini piyasa tapınıcıları da görüyor ve biliyorlar, işte övdükleri bu durumdur. Şimdi “ticaret özgürlüğü” ya da “serbest piyasa”yı neoliberalizm adıyla yeniden kutsarken, tekellerin egemenliğini kutsadıklarının sadece farkında olmakla kalmıyor, ideolojik aldatıcılıklarıyla, bu egemenliği sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.

YOĞUNLAŞMA VE TEKELLERİN BUGÜNÜ
Abartıyor muyuz? Lenin, Emperyalizm kitabında üretimin yoğunlaşmasından hareketle tekeller ve mali sermaye egemenliği üzerinde dururken ve Marx, üretimin yoğunlaşmasının zorunlu olarak tekele götürdüğünü ileri sürer, Engels de, bunun ilk belirtilerinden hareketle kapitalistlerin üretici güçlerin toplumsal niteliklerini kapitalistçe tanımaya zorlandıkları ve bunun kapitalizmin sonunun ilanı demek olduğunu söylerken yanılmışlar ya da örneğin rastlantısal ve gelip geçici bir olguya mı işaret etmişlerdi?
Marx’tan yaklaşık bir buçuk ve Engels’le Lenin’den yine yaklaşık bir asır sonra üretimin yoğunlaşması ve tekellere bir göz atmak her halde yararlı olacaktır.
Amerikan iktisat dergilerinin her yıl yayınladıkları “dünyanın en büyük 500 şirketine ilişkin 1998 verilerine göre, bu 500 şirket, dünya çapında toplam sermayenin yüzde 42’sini ellerinde tutuyorlar. Dünyanın en güçlü 100 ekonomisi, yarı yarıya bu ülkelerin elinde. En büyük 10 şirket ise, 100 küçük ülkede gerçekleşen toplam cironun üzerinde bir ciroya sahip. Tek başlarına Shell ya da Exxon petrol tekellerinin dünya çapında gerçekleştirdikleri ciroyu 27 ülke geçebilmektedir. Shell’in petrol yataklarını garantiye almak üzere eline geçirmiş olduğu arazilerin toplamı 400 bin km2 ve bu rakam 144 ülkenin yüzölçümünden daha büyük. Aralarında otomotiv, uzay, havacılık, elektronik, çelik, petrol, bilgisayar ve medya sektörleri olmak üzere dünyanın en önemli 12 sanayi kolunun yüzde 40’ı sadece 5 tekelin elinde. Ve dünya gıda ticaretinin hemen hemen tümünü 10 tekel elinde bulunduruyor.
Belki kısa ama çarpıcı rakamlar. Hem üretimin yoğunlaşmasına ve hem de tekelci egemenliğin boyutlarına işaret ediyorlar.
Ve BM Kalkınma Programı’nca hazırlanan ’98 Raporu benzer bir yoğunlaşma ve tekel egemenliğine işaret ediyor: Dünyanın en zengin üç kişisinin servetleri, 48 ülkenin milli gelir toplamını aşıyor. Önemlisi, yoğunlaşma son derece hızlı ilerliyor. 1960’da az sayıda zengin ülkede yaşayan nüfus ile yoksul ülkelerin nüfusu arasındaki gelir farkı 30 katken, bu, 1995’te 82 katına çıktı.
’96 verilerine göre, ABD’nin toplam şirket sayısının ancak yüzde 0,0078’ini oluşturan 500 büyük şirketi, toplam işçi sayısının yüzde 26’sını çalıştırmaktadır. 500 şirketin 5 trilyon dolar olan toplam ciroları, 5,8 trilyon dolar olan ABD ulusal gelirine neredeyse eşit ve bazı gelişmiş ve “gelişmekte olan” ülkeler bir yana, bu ciro toplamı, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa gibi dünya devlerinin gayrı safi yurt içi hâsılalarından kat kat fazla.
Üstelik bu 500 şirket içinde göze çarpan yoğunlaşma hiç de küçük değil. ’93 rakamlarına göre, 500 büyük içindeki ilk büyük 100 şirket, toplam cironun yüzde 70,7’sine sahipken, sonuncu 100 şirket, bu cironun sadece yüzde 2,9’unu temsil edebiliyor. Yıldan yıla yoğunlaşma ise, hızla ilerliyor. ABD’deki tüm şirketlerin en büyük yüzde 5’lik bölümü, tüm şirket gelirlerinin 1920’de yüzde 79’unu sağlarken, bu rakam 1970’lerde yüzde 87’ye ulaşıyor, bugünse daha yüksek.
ABD otomotiv sektöründe 3 tekel, toplam üretimin yüzde 70’ine yakınını elinde tutuyor. Diğer sektörlerde pazar payları biraz daha düşük olmakla birlikte, çoğunda üretimin yarısından fazlası 3 ya da 4 tekelin elinde bulunuyor. En büyük 200 tekel ABD toplam üretimin 1947’de yüzde 30’unu, ’60’larda yüzde 38’ini ve 70’lerde ise yüzde 43’ünü sağlıyorlar. Bu rakam 1996’da yüzde 57’ye ulaşmıştır.
Toplam toplumsal üretimin ortalama büyüklüğünden fazlasını kontrolleri altına alan, pazarların yarısından fazlasını ele geçiren bu tekeller, hangi ortalamayı “takarlar”, tersine kendi “ortalamaları”nı herkese kabul ettirmelerinden daha doğalı olur mu?
Üstelik bu tekeller, tek tek şu ya da bu üretim dallarıyla sınırlı da değillerdir. Örneğin 50 ülkede üretim yapan General Motors, finans ve bankacılık sektörlerine, medya ve uydu yayınma, sigortacılıktan lokomotif üretimine kadar pek çok alana yayılmıştır. General Electric ise, daha da yaygındır, 13 ana bölümü ile 83 sektörde faaliyettedir ve 250 çeşitten fazla mal üretmektedir. Her iki tekel, büyük bankalarla içice geçmiş ve büyük banka gruplarıyla birbirlerine karşılıklı yatırımlarla bağlanmışlardır. Diğer ABD şirketlerinin durumu da farklı değildir. Oluşmuş ve gelişmekte olan tekellerin egemenliğidir ve bu, üretimin dev bir yoğunlaşmasına dayanmaktadır. Rekabette “serbesti”yi kovarak tekelci dayatmayı geçerli kılan, tam da bu gelişmenin kendisidir. Geriye tekeller arası rekabet kalmaktadır ki, bu, gerek tek tek ülkeler içinde ve gerekse uluslararası ölçekte kıran kıranadır. Ülke pazarlarının paylaşılmasından dünya pazarlarının paylaşılmasına, yeni paylaşma dayatmalarına ve füzyonlarla dev tekellerin birleşmelerine ya da birbirlerini yutmalarına varmaktadır. Örnek vermek gerekirse, General Electric, ’90’lı yıllar boyunca sadece Avrupa’da 76 şirketi yutmuştur ve yıllık cirosunun yüzde 40’ından fazlası yurt dışı yatırımlarından gelmektedir. Mal varlığının yüzde 30’undan fazlası yurt dışındadır ve önemlisi, yurt dışında içerden üç misli hızla büyümektedir. Bu genel olarak da doğrudur: 1975’te dünya ölçeğinde 282 milyar dolarlık bir büyüklükte olan doğrudan yabancı yatırımlar, 1993’te 2 trilyon 125 milyar dolara ulaşmıştır ve yoğunlaşma bu alanda da sürmektedir; bu yatırımların üçte biri, dünyanın en büyük 100 şirketinin elindedir.
Rakama boğup anlaşılır olmanın zorlaşmasından kaçınmak için, ABD’deki ve oradan uluslararası alana yansıyan durumun, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya gibi belli başlı emperyalist ülkeler açısından benzer olduğunu söylemekle yetinelim. Bu ülkelerde yoğunlaşma ve tekellerin durumu ile ilgili bilgiler için dergimizin 85, 86, 88 ve 93’üncü sayılarına başvurulabilir.
Tüm rakamlar, Marx, Engels ve en son Lenin tarafından Emperyalizm adlı eserinde ortaya konulan görüşleri ve yapılan değerlendirmeleri desteklemekle kalmamakta, sürecin çok daha ilerilere geliştiğini göstermektedir. Lenin zamanında tekellerin egemenliği bir birim kabul edilirse, bugün en azından on birime ulaşmış durumdadır. Dolayısıyla “serbest rekabet” e kalan yer o ölçüde daralmış, tekeller kendilerini piyasaya o ölçüde fazla dayatmış ya da piyasa tekellere göre yeniden şekillenmiştir.

TEKELCİ KOŞULLARDA REKABET
Konunun çeşitli yönlerine yazı boyunca değinildiği için kısa bir özet yapmakla yetineceğiz.
Serbest rekabetin yalnızca küçük ve orta boy işletmeler arasında, o da, tekeller tarafından güdümlenip yönlendirildiği koşullarda gerçekleştiği tekellerin egemenliği altında yaşanan belli başlı rekabet biçimleri şöyledir:
1. Tekellerle tüm bir tekel-dışı sermayedar kesimi arasındaki rekabet olarak yaşanan, tarafları son derece eşitsiz bir rekabet türü, küçüğünden büyüğüne doğru, tüm tekel-dışı kesimin tekeller tarafından boyunduruk altına alınmasına götürmüştür ve götürmektedir. Yoğunlaşmaya ilişkin aktarılan rakamların gösterdiği gibi, üç-beş büyük tekel tüm ekonomik yaşamı egemenlikleri altına almışlar ve küçüklere kendi karşılarında rekabet şansı tanımayarak, geniş bir küçük üreticiler, esnaf vb. kesimini iflasa sürüklemektedirler. Bu kesime, tekellerin henüz doğrudan kendi aygıtlarıyla girmemiş bulunduğu, ekonominin pek fazla gelişmemiş olduğu alanlarda hayat hakkı bulunmaktadır. Bu alanlarda da fiyatlar, kredi vb. yollarıyla kendilerine dayatılmış koşullarda varlıklarını korumaya çalışan küçük üreticiler ve esnaf son derece zor durumdadır, çünkü tekelci ilişkiler her geçen gün bütün alanlara daha fazla yayılmaktadır. Örneğin, Türkiye tarımının, yeni yasalarla da desteklenerek, tekeller lehine küçük üreticisizleştirilmesi süreci hızlandırılmıştır.
Orta büyüklükteki işletmeler de, tekeller karşısında rekabet şansına sahip değillerdir. Tekelci fiyatlarla, pahalı hammadde, yakıt vb. baskısı altında, kredi bulamama ya da faizini karşılayamama nedenleriyle iflasa sürüklenmekte; ya da tekellerin kendileri açısından daha kârlı bulmaları durumunda, onların gösterdiği yan sanayi, bayilik vb. türden işleri, tamamen tekellere bağımlı halde üslenerek yaşamaya yönelmektedirler. Çoğu kez büyük işletmeler, hatta tekelci olanlar da bu akıbetten kurtulamamaktadır.
2. Tekeller işçiler arasındaki rekabeti arttırmışlardır. İşgücü arzı ve talebini düzenleyen piyasaya egemen olan tekeller, hem bu nedenle ve hem de emek üretkenliğinin artışı üzerinden doğdukları ve bu artışı daha da hızlandırdıkları için, işçiler karşısında dayatıcı güçlü bir pozisyon kazanmışlardır. Genel olarak işçi sınıfının durumu, bu nedenle kötüleşir ve mücadele koşullan zorlaşırken, öte yandan yedek işçi ordusu büyümekte ve işgücü arzının artmasının yanında işgücü talebinin bir avuç tekelci tarafından yönlendirilmesi, toplam olarak işçi sınıfı içindeki (işçiler arasındaki ve işçilerle işsizler arasındaki) rekabeti sertleştirmektedir. Bu aynı koşulların, işçileri mücadeleye daha çok iten koşullar olması da, kuşkusuz sorunun bir diğer yanıdır. Tekeller, işçi sınıfı ve genel olarak emekçilerle sermaye arasındaki çelişkinin alabildiğince keskinleşmesine yol açmaktadır.
3. Tekeller arası rekabet, tekellerin egemenlik koşullarının asıl rekabet türü olarak görünür. Tekeller, yalnızca ekonomik “piyasa” güçleriyle değil ama tüm ilişkileri üzerinden birbirleriyle çatışırlar. Hammadde kaynakları ve pazarların güç ile elde edilmesi ve elde tutulması, tekeller arasındaki çatışmanın asıl konusudur. Bu, tekel öncesi dönemde olduğu gibi, yalnızca daha ucuza üreterek rakibi pazardan sürmeye çalışmakla elde edilemez. Belirli bir hammadde alanı ya da pazar üzerinde egemenlik kurmuş, örneğin belirli alanları mülkiyetine geçirmiş ya da belirli bir devlet tarafından sömürgeleştirilme-sini sağlamış rakibi, bu alanlardan düpedüz sürüp çıkarmak ihtiyacı oluşmuştur. Ekonomik güç önemli olmaktan kuşkusuz çıkmamış, ancak siyasal, askeri güçler ve kaynaklar ve pazarlar üzerinde oluşturulmuş tekel durumunun sağladığı güçle birleşen topyekûn güç ve ilişkilerin toplamı, tekeller arasındaki rekabetin gelişmesine yön verir olmuştur. Siyasi ve askeri güç dâhil, barışçıl ya da zora dayalı her türlü biçiminin rolünü oynayabileceği bu güce dayalı olmaktan başka, tekeller arası rekabeti çözüme bağlayabilecek hiçbir şey yoktur. Fiyatlar, hammaddelerin kullanımı ya da pazarların paylaşımı üzerine anlaşmalar yapma ve birlikler oluşturma, bu rekabetin barışçıl görünümleri ve “ateşkesleri” gibidir, rekabet sürer gider. Dev tekellerin belirli alanlarda tek bir büyük tekel oluşturmak üzere birleşmeleri mümkündür, kartel ya da tröst oluşturma durumunda rekabet bunların içinde sürer, sonunda birinin diğerini yutmasına ulaşılır; nadiren anlaşmalar kalıcı “ortaklıklar”a dönüşür. Her halükarda, tekeller yalnızca “kendi” sektörleri ve ülkelerini değil ama dünyayı ekonomik olarak ele geçirmeye ve paylaşmaya, “güçleri” değiştikçe ve yeni güçleri oranında yeniden ve yeniden paylaşmaya yönelik bir rekabeti sürdürürler. Anlaşıldığı gibi, bu rekabet, serbest rekabet gibi dişe diştir, ama yalnızca onun kurallarıyla yürütülmez.
4. Emperyalist devletlerarasındaki rekabet, tekeller arasındaki rekabetin bir görünümü olarak sürer. Tekeller, uluslararası bağlantıları içinde “ulus-ötesi” bir görüntü verseler de, en azından henüz belirli “ulusal” devletleri (ve onların ekonomilerini) merkez edinmişlerdir. AB, NAFTA vb. türünden ülkeler arası uluslararası ekonomik ve giderek siyasal birliklerin oluşması eğilimine karşın, henüz, büyük emperyalist devletler, arkalarında bir dizi dev tekel olmak üzere, birbirleriyle çekişme ve daha çok bir “bloklaşma” eğilimi göstermektedirler. Ekonomik paylaşımla sınırlı tekeller arası rekabet, başlıca büyük emperyalist devletlerarasında, ekonomik alanı da kapsamak üzere, siyasal-askeri alanda rekabet olarak sürer. Küçük ya da orta “boy” emperyalist devletler, bu başlıca devletlerden birinin ya da diğerinin peşine takılma eğilimi gösterirler.
Büyük emperyalist devletlerarasındaki tekelci rekabetin konusu, dünyanın toprak olarak paylaşılmasıdır. Bu açıdan nükleer güç tekeline varıncaya kadar bütün güçler seferber edilir. Nüfuz alanları edinme, hammadde kaynakları ve pazarları rakip emperyalist güçlere kapatma vb. amaçlarıyla, “paylaşılması tamamlanmış olan” dünyanın yeniden paylaşımını değişen güç oranlarına göre zorlama, bu rekabetin özünü oluşturur.
Burada, küçük ülkelerin payına düşen, paylaşılma konusu olma ya da şu ya da bu büyük emperyalist devlete bağlanmadır. Ve zaten piyasa tapıcıların dillerine doladıkları “serbest piyasa” ve “serbest ticaret” türünden lafların anlamı, küçük üreticiler ve orta işletmeler karşısında olduğu kadar, küçük devletler karşısında da, kaynaklar ve pazarların, tekeller ve emperyalist devletlerin egemenliğine tamamen boyun eğilmesinin unsuru olarak, tekeller ve büyük devletler önündeki tüm kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Burada “serbestlik”leri savunmanın bir anlamı vardır: “ulusal ekonomi”nin tamamen boyunduruk altına girmesi için gümrüklerin kaldırılması, sermaye transferinin ve ülke parasının dövizle değişilebilirliğinin serbestleştirilmesi ya da “serbest ticaret bölgeleri”nin kurulması gibi. Bu açıdan anlamlı olan “serbestlik” savunusu, sömürgeleşmenin savunulmasıdır.
Bir geçiş kapitalizmi olan tekelci kapitalizm, ekonomik özünü tekellerin oluşturduğu emperyalizm, bu nedenlerle, küçük üreticiler ve orta sınıflar üzerinde mali sermayenin amansız bir boyunduruğu demekken, dünya halkları ve milyarlarca insanın sefalet içinde yaşadığı çok sayıda gelişmemiş ülkenin ve hatta birçok gelişmiş ülkenin birkaç büyük emperyalist ülke tarafından köleleştirici boyunduruk altına alınması anlamına gelmektedir.
Görüldüğü gibi, tekellerin egemenliği koşullarının rekabet türlerinde, “piyasa”, aşağı yukarı “süs” gibidir; kuşkusuz tümünün piyasayla bir bağlantısı vardır, ancak kesinlikle piyasa ilişkileri ve kurallarıyla sınırlı gerçekleşmezler.

Eylül 2001

Bolşevik kitle çalışması için

Komünist Enternasyonal’in Yürütme Komitesi’nin 12. Oturumu’nda kabul edilen tezlerin tayin edici önemi, kapitalizmin istikrarının son bulduğu tespitindedir.
Komünist Enternasyonal hayati öneme sahip bu tespitten, komünist partilerin yakın bir periyottaki çalışmaları ve yönelimini belirlemede gerekli dersleri çıkardı: kitle çalışması aracılığıyla proletarya diktatörlüğü için mücadeleye hazırlık.
Tezler, ikincinin birinciye tamamen bağlı olduğu kendi arasında birbiriyle ilişkili iki bölümden oluşuyor.
Komünist Enternasyonal, önce, gelişme eğilimi ve genel görünümleri içinde dünya olaylarının Marksist-Leninist bir analizini gerçekleştiriyor. Geçmiş toplantılarımızda da tespit ettiğimiz gibi kapitalist sistemin tüm çelişkilerinin daha da ağırlaştığı saptanmaktadır. Dünya ekonomik krizi giderek derinleşmekte, kapitalist devletlerarasındaki çelişki şiddetlenmekte, Sovyetler Birliği’ne müdahale tehditleri daha da büyümekte, burjuva diktatörlükleri giderek daha fazla şiddete başvurmakta, dünyada faşizm giderek yayılmakta ve bütün kapitalist ülkelerde devrimci hareket ivme kazanmaktadır. Aynı zamanda SSCB’de, kitlelerin çalışma şevki ve sosyalist rekabetinin yerleşmesine bağlı olarak, birinci beş yıllık plan inanılmaz bir başarıya ulaşmış ve ikinci beş yıllık planın hazırlanmasına girişilmiş, sosyalizm atağa kalkmıştır.
Dünya devrimci hareketi en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Dönemimiz, sınıflar ve devletlerarasında büyük çarpışmaların, yeni bir savaş ve devrimler dönemine geçişin dönemidir.
Ancak Komünist Enternasyonal, komünist partilerin çalışmalarının somut durumun gerisinde kaldığına parmak basarak, onların faaliyetlerinin esas olarak devrimci duruma geçişe bağlı olduğunun altını çizmiştir. Tezlerin ikinci bölümü, izlenmesi gereken yolu belirlemiştir. Komünist Enternasyonal detaylı bir biçimde, kitle çalışması konusunda Enternasyonal’in ilk kongrelerinde alınan kararları hatırlatmış, partinin kitlelerle sağlam ilişkiler kurmasının koşullarının yaratılmasında ve çalışan kitlelerin kısmi mücadelelerinin büyük devrimci mücadelelere dönüştürülmesinde ısrar etmiştir.
Tezler, bir yandan Fransız emperyalizminin dünyada sahip olduğu konumu göz önünde bulundurarak, diğer yandan da Fransa’daki nesnel durum ile devrimci hareketimiz arasında giderek açılan fark nedeniyle, Enternasyonal’in 12. Oturumu’nun bütün tezleri ve direktiflerinin Fransa’da hayata geçirilebilmesi için partimizin tüm üyelerince derinlemesine incelenmelidir
Önceki yıllarda olduğu gibi formülleri basitçe tekrarlamaktan kaçınmak istiyorsak, kapitalizmin istikrarının son bulmasının Fransa’daki belirtilerinin neler olduğunu incelemek, ele alınması gereken birinci mesele olmalıdır. Başka bir deyişle, ilk olarak uluslararası durum çerçevesinde somut olarak Fransa’daki durumu analiz etmeliyiz.
Haklı olarak bütün ülkelerde devrimin ilerlediğini gözlemliyoruz. Ancak her ülkede hareketin durumunun aynı olmadığı ve önemli farklılıklar taşıdığı da açıktır, devrimci hareket her ülkede kendine özgü bir tempoyla ilerlemektedir.
Hareket, örneğin Almanya ve Fransa’da birbirinden farklı özellikler taşımaktadır. Almanya kapitalist sistemin en zayıf halkalarından biridir. Versay Antlaşması’nın avantajlarından faydalanan Fransa ise, şimdilik sistemin hâlâ güçlü halkalarından biridir. Bu tespitten, önemli toplumsal, politik sonuçlar çıkmaktadır. Her şeyden önce Fransa’da çelişkilerin ağırlaşması, içerideki sınıf mücadelesinden çok, özellikle SSCB ve Almanya’ya karşı uluslararası rekabet alanında hissedildi
Bozulması, Avrupa’daki dengelerin altüst olması anlamına gelen Versay Antlaşmasının hâlâ yürürlükte olması, emperyalist Fransa’nın hâlâ yeterince güçlü olmasındandır. Versay Antlaşması’nın oluşturduğu sisteme darbe vuruldukça Fransa’nın saldırganlığı da artmaktadır. Çeşitli entrikaların sahnelendiği Fransa, Avrupa’nın esas, dünyanın da önemli savaş faktörlerinden biri haline geldi.
Fransa’da halk kitlelerinin savaş karşıtlığının içgüdüsel yöneliminin açıklamasını bu tespitte buluyoruz. Savaş, son dönemde hiçbir yerde Fransa’daki kadar kitlelere yakın ve tehdit edici görünmedi. Fransa’da kitlelerin devrimci ilerleyişi daha çok savaşa karşı mücadelede kendini göstermektedir. Partimiz Sovyetler Birliği’nin savunulması için sonuç alıcı mükemmel bir ajitasyon çalışması yaptı. Gorgulov olayında, kitleleri harekete geçirmeyi başararak savaş için çevrilen dolaplara karşı etkili eylemler gerçekleştirdi.
Sanırım SSCB’ye silahlı müdahaleye karşı yürütülen kampanyayı gevşetmeden ve hatta daha da güçlendirerek, Almanya ve Fransa arasındaki ilişkilerin gerginleşmesini, Versay Antlaşması’nın yaratığı sistemdeki çatlakların yol açtığı savaş tehlikesini işçilere göstermek mümkündür. Şimdiden itibaren Versay Antlaşması’na ve kendi ülkemizin emperyalizmine karşı, ağır savaş tazminatlarının iptali için, Alman ve tüm orta Avrupa halkları üzerindeki baskılara karşı, Alsas-Loren halkının Fransa’dan ayrılma hakkı da dâhil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkı için faaliyetimizi güçlendirmeliyiz.
Versay Antlaşması’na, Avrupa halklarının soyulmasına, sömürge halkları üzerindeki Fransız egemenliğine karşı mücadele ilk görevimizdir.
Yine birinci meseleye dâhil olarak, ekonomik krizin giderek derinleşmesi ve burjuvazinin bu krize bulmaya çalıştığı kapitalist çözümün Fransa’da büyük ekonomik mücadelelere, büyük işçi mücadelelerine yol açacağını tespit etmek gerekir.
Ekonomik mücadelelerde, şimdiye dek diğer ülkelere oranla Fransa’da önemli bir engelle karşılaşmadık ve bu tür mücadelelerin başarıyla sonuçlanma olanağı da oldukça yüksekti. Ancak bazen olumlu politik kampanyalar yürütmeye yetenekli olsak da, ekonomik mücadelelerin yönetimi ve hazırlanmasında her zaman zayıflık gösterdik.

Yine ilk meseleyi ele alırken, sorunla ilgili detaylı ve kesin bir analiz yaptığımızı ileri sürmeden, bu konuda gözden uzak tutulmaması gereken iki unsuru daha hatırlatmak istiyoruz.
Birincisi; Fransa’da örgütlü faşist bir hareketin olmadığıdır. Burjuvazi politikalarını hâlâ eski partileri aracılığıyla hayata geçiriyor. Bu da, diğer ülkelere oranla, demokrasi ve parlamentarizm hayallerinin daha güçlü olmasına yol açıyor.
İkincisi; Fransız burjuvazisi, sömürgelerindeki 80 milyon kölenin yarattığı zenginliği talan ederek, Versay Antlaşması aracılığıyla Orta Avrupa halklarına boyun eğdirerek kendi ülkesinin sömürülenlerine birkaç kırıntı atma ve reformizmin ekonomik ve toplumsal temellerini koruma imkânına sahip oldu.
Sosyal demokrasinin manevra alanı, Fransa’da çok geniş oldu. Birçok grevin yönetimini ele aldı, “solcu” söylemler ve eylemlerde bulundu. Sosyalist Parti hiçbir zaman hükümete katılmadı; Avrupa’nın diğer sosyalist partilerinin aksine, burjuvazinin kanlı diktatörlüğünü hayata geçirme fırsatını elde edemediği için maskesi düşmedi. Bu nedenle ülkemizde sosyal demokrasiye karşı mücadele diğer ülkelerdeki kadar basit değildir. Mücadelemiz daha yaratıcı ve esnek olmalıdır.

Ele alınması gereken ikinci mesele şöyle formüle edilebilir:
Koşullar oldukça uygun olduğu halde devrimci hareketimiz neden yavaş ilerliyor ve hatta bazı çok önemli noktalarda geriliyor?
Partinin kitlelerle ilişkisinde, özellikle emperyalist savaş ve SSCB’nin savunulması konusunda, son dönemlerde iyiye doğru ilerlemeler olduğunu tespit ediyoruz. 1928 seçimlerine oranla son seçimlerde uğradığımız ağır kayba rağmen, Parti örgütünün gösterdiği küçük ilerlemenin, politik istikrarın belirtisi olduğunu görüyoruz. Bu olumlu belirtilere rağmen, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin hâlâ kan kaybetmeye devam ettiğini de tespit ediyoruz.
Hareketimizin durumunu yansıtan bu küçük özet, temel zayıflığımızın ne olduğunu açıkça gösteriyor: Yetersiz ve hatta yok denecek kadar az bir kitle çalışması, emekçi kitlelerin “küçük” taleplerine karşı küçümseme, duyarsızlık.
Bu durumun değişik kaynakları olan birçok nedeni var.
1. Partimiz Marksizm-Leninizm’in teori ve pratiğini özümsemesine rağmen henüz Bolşevik bir parti değildir. Bunun yanı sıra geçmişin kalıntısı anarko-sendikalizmin saflarımızda yarattığı tahribatın, kendiliğindencilik, kitle hareketinin küçümsenmesi, kitlelerin sahiplenmediği talepler etrafında yürütülen faaliyetler, “grevcilik” vb.nin faturasını ödüyoruz.
2. Bir yandan anarko-sendikalist kalıntılar, diğer yandan partinin rolü üzerindeki sosyal demokrat gelenekler, işçi sınıfının önderi ve örgütleyicisi olarak partinin görevlerinin ve sendikaların çalışmasının özgünlüğünün anlaşılmasına engel olduğu için, parti ile sendikalar arasında da henüz doğru ilişkiler kurulamamıştır.
3. Sekterizm, Fransa’da Enternasyonal’in politikalarının hayata geçirilmesinin önündeki temel engeldir. Barbe grubunun teşhiri aracılığıyla, bir yıldan bu yana iki cephede de doğru bir mücadele yürütmek için gösterilen çabalar, sekterizmin henüz tamamen temizlenmesiyle sonuçlanmadı. Barbe grubu tasfiye edildi, ancak politik darlık ve grupçuluğun ideolojisi ve pratiği sekterizmden kesin bir kopuş sağlanamadı.

Günümüzün karakteristik özelliklerinden biri, sosyal reformizmin sonunun gelmiş olmasıdır. Ekonomik krizin pençesine kapılan çelişkiler yumağı sermayenin, büyük toplumsal reformlar yapma imkânı yoktur. Ancak bu ekonomik mücadelelerin son bulduğu anlamına gelmez. Tam tersine, kapitalist saldırılar karşısında beli bükülen kitleler, her saldırıya daha kararlı biçimde karşılık veriyorlar. Belçikalı, Çekoslovakyalı ve Polonyalı maden işçileri, bu mücadelenin olağanüstü örneklerini verdiler.
Kriz döneminde mücadele imkânını inkar eden, “patronların verecek bir şeyleri kalmadığını” söyleyen “sol” bir söylem kullanan sosyal demokratlara zaferle sonuçlanan grevleri göstermek gerekir. “Biftek için kavga devrinin artık geride kaldığı” bahanesiyle radikal sloganlar kullanarak küçük talepler için mücadeleyi küçümseyenlere de, kitlelerin bir lokma ekmeğini korumak için harcadığı çabayı göstermek ve “kitlelerin en temel ihtiyaçları için mücadelesinin kapitalizmin varlık nedenlerine çarpıp” kitlelerin basit talepleri etrafındaki mücadelesinin bile kapitalist yapıda bir çatlağa yol açıp onu genişletebileceğini, büyük devrimci mücadelelerin ufkunu açabileceğini kafalarına sokmak gerekir. Zira mesele, oportünizm ve pratikçiliğin bataklığında kaybolmak değil, kitleleri gerçekten harekete geçirmeyi başarmak ve küçük mücadeleleri proletarya diktatörlüğü için nihai mücadeleye yöneltmektir.
Son yıllarda gerilememizin temel nedeni, işçi sınıfının en küçük de olsa kendi çıkarlarını yansıtan talepleri için mücadelesinin yanında yer almayışımızdır. İşçi sınıfının geçici ve acil çıkarlarına ihanet etmesine ve hatta proletarya devrimine ihanet etmesine rağmen işçi sınıfının acil talepleri için mücadeleyi sosyal demokrasiye, Sosyalist Parti’ye ve CGT’ye bıraktık.
Eğer parti militanları ve örgütleri işçi sınıfının kısmi talepleriyle ilgilenmeyi bilirse ve sendika birliklerimiz de laf kalabalığı yapmayı bir yana bırakırsa, devrimci hareketimiz, Çekoslovak yoldaşlarımızın verdiği örnekte olduğu gibi hızla ilerleyecektir.
Bolşevik bir kitle çalışması gerçekleştirmek, her şeyden önce, Komünist Partisi’nin etkisinde, sendikalardaki demokrasinin sayesinde oralara yerleşen komünistlerce idare edilen sendikaların içeriğinin ve pratiğinin derinlemesine bir değişikliğe tabi tutulmasından geçer. Her dereceden komünist grubun at oynattığı çiftliğe dönen sendikalar, kendi öz görevlerini yerine getirmelidir. Sendikalar, partinin kötü bir kopyası olmaya devam edemezler.
Bolşevik bir kitle çalışması, en başta sendikalar tarafından, aktif bir biçimde fabrika içinde ve dışında işçilerin tüm taleplerinin; ücret, yedi saatlik işgünü, ücretli izin, ücretlerden kesinti olmaksızın bütün masrafı patronlardan ve devletten karşılanan tüm ücretliler için sosyal sigorta, cezaların ve angaryaların iptal edilmesi, soyunma odalarının, lavaboların ve duşların kurulması, işsizlere yardımın organize edilmesinin savunulması demektir. Her işkolu için açılan talepler listesinin her atölyeye, her fabrikaya, her merkeze ayrı ayrı uyarlanması gerekir. Yani sendikaların temeli fabrikalar olmalıdır, CGT’yi fabrikalarda sağlamlaştırıp kökleştirmeliyiz.
Sendikalar şimdiye dek olduğu gibi sözde değil ama artık gerçekten harekete geçmeli, grev ve hastalık kasaları kurmalı, sınıf mücadelesi ruhuyla yönetilen sosyal sigortalar kasası oluşturmalıdır, iyi birer grev örgütçüsü ve yöneticisine dönüşen sendika yöneticileri, iş yasasını da en ince detaylarına kadar bilmek zorundadırlar. Bilgilendirme ve hukuki danışmanlık görevini üstlenerek bir hastanın, emeklinin, yaralının, dulun, sakatın tüm sorularına cevap verebilmek, her işçiye patrona karşı hukuki savunmasında yardımcı olmalıdır.
Bolşevik bir kitle politikasını hayata geçirebilmek için, en küçük hoşnutsuzlukları işçilerin birliğine çevirme amacımıza bağlı kalarak, devrimci sendika muhalefeti bayrağı altında, ilerde ortaya çıkabilecek geniş bir hareketin ve işçilerin birliğinin koşullarını yaratarak, reformist, bağımlı, bağımsız ve sayamadığımız başka bir yığın sendikada çalışmasını öğrenmeliyiz. Bu tutum konfederasyon ve otonom sendikalarına mensup işçilere yaklaşımımızı değiştirmemizi zorunlu kılar.
Son aylarda birçok işyerinde yapılan grevler, Wonder ve Jeagers fabrikalarındaki eylemler, Thivencelles grevi ve Vienne grevi de, bazı yönleriyle, Parti’nin ve birleşik sendikaların grev hazırlanması ve yönetiminde izlemesi gereken yöntem konusunda oldukça eğitici dersler sunmaktadır, işçiler kendi seçtikleri komitelerinin etrafında nasıl birleştirilir? Basit mücadele biçimlerinden (işyeri konseyi kurulması, dayanışma kampanyaları vs.) karmaşık mücadele biçimlerine (iş bırakma, fabrikada gösteri düzenleme, işyerinde uzun süreli iş bırakma vs.) nasıl geçilir? Değişik biçimlerdeki grev eylemleri ve sokak gösterileri, işsizlerin eylemleriyle nasıl birleştirilebilir? Mücadele cephesi sürekli olarak nasıl genişletilir ve politik talepler (savaşa, baskı ve polis şiddetine karşı ve af için mücadele) nasıl ileri sürülebilir ve uygun zamanı geldiğinde kitlelerin politik grevleri nasıl gerçekleştirilebilir? Bu sorunların bir an önce acil olarak ele alınması ve çözülmesi gerekiyor.
Bir grevi bitirmeyi bilmek, onu başlatabilmekten daha önemli olabilir. Grevlerin ardından, gücünün bilincinde, ilerideki mücadelelere hazır bir işçi hareketi olarak geri çekilebilmek için, taleplerin tümü üzerinde ısrarlı olmadan ateşkesi elde etmeyi öğrenmek gerekir.
Oportünist pasiflik ve özellikle de işsizlerin kendileri ve kendileri gibi aşevlerinden beslenen çocuklarının işsizlik paralarının yükseltilmesi, vergi ve kira muafiyeti, ulaşım hizmetlerinden bedava yararlanma, temel tüketim maddelerinin, ayakkabı ve giyeceklerin dağıtımı gibi taleplerine karşı takınılan sekter tutum nedeniyle, kapitalizmin krizi daha da yayıldığı halde işsizlerin hareketi zayıfladı.
Birleşik sendikalar, memurlarla, gençlerle, kadınlarla, göçmen ve sömürge işçileriyle daha yakından ilgilenmelidir.
Bolşevik bir kitle çalışması gerçekleştirmek, aynı zamanda, kiracıların, sağlık koşullarına uygun olmayan evlerde oturanların, toplu taşıma araçlarını kullananların, elektrik, gaz ve su tüketicilerinin vb. taleplerini formüle etmeyi ve savunmayı öğrenmek demektir. Tüketici haklarının korunması ile ilgilenmek ve işçi kooperatiflerinde çalışmak gerekir.
Belediyecilik alanında; kitlelerin haklarının savunulması ve onların burjuva iktidarına karşı harekete geçirilmeleri amacımız doğrultusunda, Parti, 164 kadar belediye yönetimini ve 2000 civarındaki belediye meclisi üyeliğini elde etmelidir. Zira belediyelerdeki her mesele proletarya diktatörlüğü için mücadelemiz çerçevesinde ele alınacaktır.
Parlamento grubunun çalışmalarını daha da düzeltmeliyiz. Önceki grubun yaptığı kaba hataları tekrarlamamalı, meclis kürsüsünü bir ajitasyon aracına çevirmeliyiz. Bu amaçla, Politik Büro’nun yakın denetimindeki parlamento grubu, her kategoriden çalışanın ve işçinin taleplerini savunan yasa tasarıları hazırlayıp meclise sunmalı ve her bir proje üzerinden kitlelerin dikkatlerini çekmeye çalışmalıdır. Partinin, halk kitlelerinin dikkatini parlamento grubunun çalışmalarına çekmedeki amacı, parlamenter hayaller yaymak değil, parlamento dışı bir hareket yaratmak içindir. Kitle gösterileri, meclis kürsüsünden yapılan çağrılara dayanmalıdır.
Gemilerde, kışlalarda her ay onlarla ölen deniz ve kara askerleri içinde çalışma, yine Bolşevik kitle çalışmasının bir parçasıdır.
Bolşevik bir kitle çalışması gerçekleştirmek, parti örgütlerinin tarım işçilerine karşı takındığı pasif tutuma son vermesi demektir. Sermaye tarafından sömürülen kitlelerin toplu eylemini yönetmek için hazırlık yapmayan parti, yoksul köylülerin durumunu daha da kötüleştiren buğday fiyatlarının çok aşağılara düşmesinin ardından kırsal kesimde köylüler arasında ortaya çıkan kaynaşmaya hazırlıksız yakalandı.
Yine köylü kitlelerle ilişkilerimizi kesen bir başka sekter tutum da, partinin, kırsal kesimdeki oportünist nitelikteki parti çalışmasını ve artık geçerliliği kalmayan “barışı koruma” eksenli çalışmayı reddederken onun yerine zamanında yeni bir politikayı hayata geçirememesidir. Yoksul köylüleri kazanmamızı sağlayacak talepler ve tarım programını formüle etmeliyiz. Küçük köylülerin, fiyatların vergilendirilmesiyle krizin kapitalist yoldan çözülebileceği hayallerine kapılmalarına ve inanmalarına engel olmalıyız. Tüketici konumundaki işçileri de desteklediğimizi unutmayarak, tüccarlara, spekülatörlere ve mali sermayeye karşı mücadele eden, üretim giderlerinin ve emeklerinin karşılığının ödenmesini talep eden küçük köylüleri çiftçileri ve “yarıcıları” destekleyebiliriz.
Doğrudan vergilerin kaldırılması, çiftlik kiralarının düşürülmesi, yarıcıların payının yükseltilmesi, bedava tohum ve gübre dağıtımı, kriz koşullarından kaynaklanan kötü yaşam koşullarına karşı yardım dağıtımı taleplerinde ısrarcı olmalıyız. Doğal olarak kırsal kesimdeki çalışmanın daha da geliştirilmesi, çiftlik kiralarının ödenmemesi, el koymalara karşı toplu direniş gibi daha radikal talepler ileri sürmemize olanak sağlayacaktır. Zira bu türden eylemlerin daha başında meselenin ancak proletarya diktatörlüğünce çözümlenebilecek “toprağın onu işleyen köylülere verilmesi” sorununu ortaya atmalıyız.
Sosyal demokrasinin maskesini, yalnızca, geniş kitlelerin günlük çıkarlarını koruma mücadelesinin başına geçerek düşürebilir, onu yenebilir ve komünist düşünceyi güçlendirebiliriz.
CGT ve Sosyalist Parti’ye karşı mücadele basit bir propaganda görevi değildir. Sorun, sadece sosyal demokrasinin ihanetlerini ortaya çıkarmak ve bunları tartışmalarımızda, makalelerimizde kullanmak değildir. İşçi sınıfının eylemlerini örgütlemeyi ve yönetmeyi başarmak, işçi sınıfı hareketinin gelişmesi içerisinde sosyal demokrasiyi alt etmek gerekir.
Yani, kesintisiz olarak, doğru bir birleşik cephe politikası izleyerek “sınıfa karşı sınıf taktiğimizi etkili bir biçimde hayata geçirmeyi bilmeliyiz. Amsterdam Kongresi’nin ardından, ona bağlı olarak CGT ve Sosyalist Parti içinde görülen kaynaşmalar, birleşik cephe politikasını doğru uygulamamız koşuluyla, sosyal demokrasiye karşı mücadelede bize önemli imkânlar sunmaktadır. Birleşik cephe, Sosyalist Parti ve CGT saflarında örgütlenen ya da onlardan etkilenen işçiler içinde gerçek bir işçi hareketi yaratmak için yürütülen uzun soluklu bir hazırlık çalışmasının sonucudur. Henüz birleşik cepheye katılmayan reformist ve sosyalizm yanlısı örgütlerle görüşmeleri sürdürmenin hayati önemi vardır. Gerçek birleşik cephe, kendini değişik eylemler sırasında ifade edecektir. Mücadelede de yer alan ya da mücadeleyi hazırlayan işçilerin ortak mücadele örgütlerinin yönetimi için yapılan seçimlerde proletarya demokrasisi prensiplerine bağlı kalarak, eylemlere Komünist Partisi’nin önderlik yapmasını sağlamanın önemi büyüktür. Ancak hiçbir zaman ve hiçbir durumda Sosyalist Parti’yi ve CGT’yi eleştirmekten kaçınmamalıyız. Bu eleştiri, tartışmasız verilere dayanmalı ve bütün işçilerce anlaşılır olmalıdır.
Yakında büyük çatışmaların meydana geleceğinin hissedilmesi, savaş tehdidi, işçi sınıfı saflarında güçlü bir birlik arzusu yarattı. Biz komünistler, burjuvazinin ekonomik ve politik saldırısına, savaş hazırlıklarına karşı direnişi örgütlemek için bu birlik isteğini daha da güçlendirmek istiyoruz. Daha önceleri ortaya çıkan benzer durumlarda olduğu gibi, Sosyalist Parti, kitlelerin bu birlik isteği üzerinden spekülasyon yapmaya çalışacaktır. Reformizmin 22 ajanının sendikal bir birlik inşa etme bahanesiyle CGTU’yu parçalama girişimini hâlâ hatırlıyoruz. Kitlelerin zorlaması karşısında Sosyalist Parti ve CGT liderlerinin manevralarını gizlemeye çalışacaklarını unutmamak gerekir. “Sosyal faşist” işbirlikçileriyle ilişkilerini kestiklerini söyleseler de, “kitlelerin gerisinde kalmamak için” birkaç “solcu” gösteride bulunsalar da, özellikle sözde “solcu” ları alt etmek gerekir.
Sosyal demokrasiyi alt etmenin ve “solcu” liderlerinin ikiyüzlülüğünü teşhir etmenin en emin yolu, birleşik cephe saflarında faaliyet yürütmek, işçi sınıfının talepleri için mücadeleye hazırlık yapmak, gerçek kitle hareketleri örgütlemek ve yönetmek ve bu mücadeleler sırasında sınıfın sendikal birliğinin bayrağını dalgalandırmaktır.
Komünist Enternasyonal’in Yürütme Komitesi’nin 12. Oturumu’nun partimize verdiği görev, kısaca “Bolşevik kitle çalışması” olarak özetlenebilir.
Büyük bir ihtimalle Enternasyonal’in direktiflerinde yeni bir şey olmadığı söylenebilir. Yeni bir şey olmadığı doğrudur, ancak sorun, tam da bu düşünce tarzıdır. Komünist Enternasyonal’in tamamen doğru olan ve defalarca tekrarlanan direktiflerine ve kendi aldığımız kararlara rağmen (özellikle son ulusal kongremizin mükemmel yönelimlerine rağmen), partinin, gençliğin, birleşik sendikaların faaliyetlerinde tayin edici tarzda iyileştirmeyi sağlayacak bir dönüşümü gerçekleştiremedik. Neden? Çünkü direktif ve tavsiyeler tam olarak özümsenememişti ve onları gerektiği biçimde hayata geçirebilmenin ilk koşulunu; taban inisiyatifine ısrarlı vurguyu, politikamızın tüm noktalarının sabırlı bir açıklamasını, militanlara, örgütlere ve her şeyden önce fabrika hücrelerine çalışmalarında somut yardımı gerçekleştirmek için yeterli çaba harcanmadı.
Partiyi mekanik çalışma yöntemlerinden, bürokratik darlıktan, inançlı çalışma yoksunluğundan, özeleştiriye karşı direnmekten kurtaramadık. Değişik kademelerden parti komitelerinin yığın örgütleriyle sıkı ilişkiler kurmasını sağlayamadık. Parti örgütlerinde, yönetim organlarının çalışmasını kolaylaştırmak, örgütleri kitlelerle birbirine daha da yakınlaştırmak ve yeni kadroların yetişmesini sağlamak amacıyla, komitelerin yapısını değiştirip idari bölgelerin alanını daraltarak bir tür özerklik gerçekleştirmeliyiz.
Ancak özellikle, kitle çalışması hususunda parti çizgisini ve Komünist Enternasyonal’in çizgisini kavramalıyız. Bu hedefe uygun yeni kadroların oluşmasını sağlamalıyız. Mücadelede ve eylemlerde sorumluluk alabilme özelliğiyle öne çıkan, kitle çalışmasındaki yeteneğini kanıtlamış, kitlelerin güvenini kazanmayı başaran her dereceden militanın sorumlu kademelere gelebilmelerine yardım etmeli ve bu yönelimi teşvik etmeliyiz. Kadroları kitle çalışması ruhuyla yeniden eğitmek için çaba harcamalıyız. Buna karşın partinin bu politikasını hayata geçirmekte yeteneksiz kalan ve ayak direyen unsurları da partiden ayıklamak gerekir.
Bazı yargılarımızı değiştirmemiz gerekebilir. Şimdiye dek birçok yoldaşımız, kitabi formüllerle hareket eden, gerçeklerden kopmuş, sonuçta Bolşevik kitle çalışmasının yaratıcılığından mahrum sekter unsurlarca, (doğru bir kitle politikasına sahip oldukları halde) “oportünist” diye damgalandı. Militanların inisiyatif alabilmelerine olanak sağlamak, kişisel sorumluluk ruhunu geliştirmek, bireyselciliği reddetmek ve her kademede kolektif çalışma koşullarını yaratmak, parti içindeki görevlerimizdir.
Yukarıda ana hatlarını çizdiğimiz Partimizin politikası, iki cephede mücadeleyi zorunlu kılar. Fransa’da tarihi bir kökene sahip olan sağ oportünizm, yaygın ve en tehlikeli olandır. “Sağ” cephedeki mücadelemizi hafifletmeden, şu anda parti yaşamına damgasını vuranın, partimizin ideolojisine ve pratiğine derinlemesine işleyen sekterizm ve sol oportünizm olduğunu kaydetmeliyiz. Sekterizm, kitlelerle ilişkilerimizi kopararak sağ oportünizmi besler.
Partimiz, gençlik ve birleşik sendikalar, Enternasyonal’in 12. Oturumu’nun direktiflerini gerçekleştirmek için enerji ve azimle çalışarak, hatalarımızı düzelterek, zayıflıklarımızı aşarak, kitlelerin acil çıkarları için mücadelelerini Fransız emperyalizmine karşı mücadeleyle birleştirerek ve bu mücadele içerisinde kitlelerin önderi durumuna gelerek, bu görevler için partimizin enerji ve heyecan kaynağı militan ve üyelerini, proleter devrimcileri seferber ederek, her türlü sapmayı tasfiye ederek ve bu amaçla da sekterizmi parçalayarak ilerleyecek ve kazanacağız.

Bolşevizm Defterleri,
Sayı: 20, 15 Ekim 1932’den
çeviren: Hüseyin Saygılı.

Eylül 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑