Kurtlar sofrasında Afganistan

Uluslararası durumu, ülkelerin ilişkilerini ve bugün ve gelecekte karşı karşıya gelecekleri sorunları etkileyecek önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde bulunuyoruz. Dünyanın bugünkü durumu ve çeşitli bölgelerin patlamaya hazır hali bir kargaşa ve çatışmalar dönemine doğru gidişe işaret ediyor. Bugün karşı karşıya bulunulan bunalım, kargaşa ve daha kapsamlı çatışmalara yol almanın başlıca nedeni, elbette 11 Eylül saldırısı değildir. Bir terör eylemi olması ve halklara karşı yeni saldırıların gerekçesi yapılmış olması bir yana; 11 Eylül 2001 “eylemi” emperyalist-kapitalist dünya sisteminin birikmiş sorunlarının; halklara yönelik sömürü ve baskı politikalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu saldırı ve sonrası gelişmeler önceki gelişmelerin sıçramalı bir duruma gelmesinin önemli ve güncel etkeni olmuşlar; politik-askeri gerginliklerin daha fazla tırmanmasına yol açıp dünyanın çeşitli bölgelerinde savaş rüzgârlarının daha güçlü esmesini sağlamışlardır. Ancak bugünkü durum daha kapsamlı ve köklü nedenlere ve sosyal, politik, askeri gelişmelere dayanmaktadır. Dünya ekonomisi, son yirmi otuz yıllık süre bakımından denebilir ki ilk kez genel bir durgunluk ve düşüş durumu yaşamaktadır. Bağımlı ülkelerin bir bölümündeki daha ağır ekonomik krizin, emperyalist ülkelerin “yardımları”yla aşılmasının koşulları daha da daralmıştır. Ortaya çıkan “savaş ortamı” nedeniyle gündeme gelebilecek satın alma operasyonları kapsamında aktarılacak kaynaklarla bu ülkelerin krizini aşmak olanaklı olmadığı gibi, Batılı büyük emperyalistlerin kendi ülkelerinde karşı karşıya bulundukları sorunlar, bağımlı ülkelere “yardım yağdırma” olanaklarını da sınırlamış bulunmaktadır. Dünya ekonomisinin genel bir durgunluk ve düşüş eğilimi içinde olması; büyüme hızının düşmesi, işsizliğin büyümesi, fazla üretim stoklan nedeniyle üretim kapasitelerinin düşürülmesi vb. nedenlerle, 11 Eylül saldırısının fırsat bilinip savaş naraları atılması arasında; emperyalist askeri stratejistlerin de gizleme gereği görmedikleri bir bağ bulunmaktadır. Savaş naralarının üzerinde yükseldiği kapitalist emperyalist ekonomik temel ciddi sorunlar içindedir ve emperyalizmin genel bunalımının yeni bir yoğunlaşmasının yaşandığı günümüzde, pazar paylaşımı kavgalarının daha sert biçimlerde ve silah aracıyla sürdürülmesinin koşullan giderek olgunlaşmaktadır. Emperyalist kapitalist ekonominin içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan durgunluk durumu, emperyalistler arası hâkimiyet kavgalarını alevlendirirken, bu, bütün dünyada işçi sınıfı ve tüm ezilen halklar üzerindeki baskının yoğunlaşmasına yol açmaktadır.
Dünya kapitalizminin bunalımı kargaşa, kaos ve çatışmalara sürüklenmeyi kaçınılmaz kılacak biçimde derinleşirken, yaşanacak gerginlik, çatışma, savaş vb. den kimin, hangi sınıfların ve ülkelerin nasıl etkileneceği, neyi kaybedip neyi kazanacakları, güçler mevzilenmesinin değişen durumunca belirlenecektir.

EMPERYALİST DÜNYA JANDARMASI NE İSTİYOR?
Burjuvazinin yirminci yüzyıldaki en önemli stratejistleri arasında adı geçen Brzezinski, 1997’de yayımlanan “Büyük Satranç Tahtaları” (Sabah yayınları) adlı kitabında “rakibin çöküşü, ABD’yi eşsiz bir konuma soktu. Birbiri ardına hem ilk, hem de tek küresel güç haline geldi. Amerika’nın küresel üstünlüğü bazı bakımlardan daha sınırlı bölgesel etkinlik alanlarına rağmen eski imparatorlukları andırmaktadır. Bu imparatorluklar güçlerini vasallar, tâbiler, protektoralar ve sömürgeler hiyerarşisine dayandırmışlardı; bunların dışında kalanlara da genellikle barbar gözüyle bakılırdı.” diye yazıyordu.
Amerikan emperyalizminin sahip olduğu muazzam askeri-ekonomik ve teknik güç, dünya pazarlarına hâkim olma “isteği”nin dayanağını oluşturuyor. 5 trilyon dolarlık GSMH’si ve dünyanın tüm önemli stratejik bölgelerindeki kara, deniz ve hava gücüyle ABD, kapitalist emperyalizmin bugünkü en büyük gücüdür ve o, modern emperyalist imparatorluğunu herkesin kabullenmesini istemektedir. Dayattığı koşullara itirazların geldiği yerlere derhal büyük askeri kuvvetlerini yığmakta ve ekonomik-mali ve diplomatik ambargolarla “küçük”leri ezmeye çalışmaktadır. Onun dünya politikasına yön veren ilke, ilan edildiği üzere insan hakları, özgürlükler, barış ve refah içinde yaşama değil; kesin hâkimiyetinin tanınması ve çıkarlarına boyun eğilmesidir. ABD, bugünün emperyalist imparatorluğu olarak herkesten “biat” istemektedir.
Ama imparatorluk dayatmasının rakiplerce itirazsız kabulü ve bu durumun “ebedi devamı” üzerine propaganda emperyalist kapitalizmin “doğası”yla bağdaşmazdır. Amerikan emperyalizminin -ki o, son elli yıldır İngiliz emperyalizmini de yedeklemiş bulunuyor- dünya jandarmalığı politikası ekonomik-askeri güce dayanmakla birlikte, kapitalist emperyalizm koşullarında uluslararası ilişkileri belirleyen temel unsur ve etken güç ilişkileridir ve bu ilişkilerin değişmesi yine kapitalist gelişmenin eşitsiz olması nedeniyle kaçınılmazdır. Bugün bu değişme ve gelişme, herhangi diğer bir emperyalistin, ABD’yle kesin bir hesaplaşmaya girişebileceği bir düzeye gelmemiş olmakla birlikte, bu yönde gelişmeler de yok değildir. Bu da kapitalist emperyalizmin çelişkilerinin yeni kapışmaları -ivmesi artmış olarak- gündeme getirecek yönde keskinleşmekte olduğunu göstermektedir.
Dünya kapitalizminin “devi”, kendisi açısından da önemli riskler taşıyan yeni bir dünya macerasının “köşe taşları”nı döşemeye başlayalı epey bir zaman oldu. Emperyalist dünya sisteminin jandarmalığını elli yıldan fazla bir zaman sürdürmenin “nimetleri”nin yanı sıra risklerinin de olması kaçınılmazdır. 11 Eylül intihar saldırılarının tesadüfî bir cinnet eylemi olarak gerçekleşmediği, en azından ABD ve diğer Batılı emperyalist devletlerinin dünya politikalarında oynadıkları uğursuz rol kadar gerçektir. Saldırıların ardından doğal olarak yükselen insani duyarlılığı sömürme ve emperyalist-gerici kazanca dönüştürme politikaları, emperyalist gericiliğin ve uluslararası tekellerin yirminci yüzyıl boyunca dünya halklarına karşı geliştirdikleri politikalardan özü itibariyle farklı değildir.
11 Eylül öncesinde, bütün bir yüzyıl boyunca eski ve yeni biçimleriyle uygulanan sömürgeci politika, Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi binalarına saldırı sonrasında da, pazar kavgasında çatışma öğelerini artıran yeni hamleleri gündeme getirmesinin ötesinde, özsel bir değişim göstermemiştir. 11 Eylül saldırısıyla gündeme gelen, Amerikan emperyalistleri başta olmak üzere emperyalistlerin dünyayı yeniden şekillendirmek için ekonomik-politik-askeri tüm güçlerini seferber ederek, kendi aralarındaki ilişkileri ve dünya halklarıyla ilişkilerini, bir tür yeniden biçimlendirmeye hız vermeleridir. Hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanları üzerine kavga, yeni saflaşmaları, bloklaşmaları, müttefik ve hasım güçler oluşmasını gündeme getirecektir. Gerici “koro”nun “teröristler ve onlara destek olan devletler” vaazı, emperyalistler arası “birlik”in izafi, rekabet ve çıkar çatışmasının mutlak olduğunu gizleyememektedir. “Terörizme karşı uluslararası birlik” propagandası; kapitalist çelişkileri gizleme işleviyle yükümlüdür, ancak emperyalist kapitalizmin sosyal-ekonomik ve askeri bakımdan karşı karşıya olduğu sorunlar, çelişki ve çatışmaları gizleyemeyecek kadar yoğun ve ağırdır. Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’da yaşananlar, bu ilişki yenilenmeleri ve değişmelerinin hızla seyrettiğini gösteriyor. Emperyalizmin genel bunalımının yeni bir dönemine; ya da çelişkilerin daha fazla keskinleşip yoğunlaşmasına doğru yol alınmakta ve bu, emperyalistler arası rekabeti kızıştırıp dünyayı büyük çatışmalara doğru sürüklemektedir. Bu gelişmeler, 11 Eylül olayları ve sonrasında yoğunlaştırılan burjuva emperyalist propagandanın, dünya kapitalizminin karşı karşıya bulunduğu ekonomik-politik ve askeri sorunların yoğunluğundan bağımsız olmadığını gösteriyor.

EMPERYALİST BURJUVAZİ, DÜNYAYI KAOS VE KARGAŞAYA SÜRÜKLEMEKTEDİR
Emperyalist kapitalizmin, dünyanın toprak bakımından paylaşılmasının tamamlanmış olduğu, kapitalizmin gelişmesinin en son aşamasına ulaştığı bir yeni dönemi olması ve bunun halkların ve proletaryanın azgın sömürü ve baskı altında tutulması pahasına gerçekleşmesi; toplumsal çelişkilerin, yeni çatışma ve savaşları kaçınılmaz kılma yönünde olgunlaşmaya devam etmesi de demektir. Burjuva propaganda çevrelerinin, Pentagon ve Beyaz Saray karargâhlarında planlanan saldırı senaryolarının uygulamaya geçirilmesi çığırtkanlığı yaptıkları bir dönemde, dünyanın çeşitli bölgelerindeki “patlama öğeleri”nin salt devletlerarası ilişki alanına girenleri bile, içinde bulunduğumuz dönemin yeni bir büyük kapışmaya da götürebilecek çatışmalar ve kargaşa dönemi olduğunu göstermektedir.
ABD-İngiliz emperyalizminin başını çektiği Afganistan’a emperyalist saldırının başlıca hedefinin; bölgenin güçler ilişkisine bağlı yeniden düzenlenmesi, petrol ve doğalgaz kaynaklarının ve bunların Batıya nakil yollarının denetim altına alınması olduğunu, 11 Eylül sonrasında gelişen tüm uluslararası olaylar ortaya koymaktadır. Anglosakson emperyalistleri, Bin Ladin ve örgütü El Kaide’nin gerçekleştirdiği belirtilen uçaklı intihar saldırısını, başlattıkları emperyalist saldırıya gerekçe gösterseler de, bu, yalnızca çıbanı deşen iğne başı örneğidir. Başından beri açıklamaya çalıştığımız gibi, bölgedeki ve uluslararası alandaki diplomatik, askeri ve politik gelişmeler, olayların açıklanan “gerekçeleri”nin değil; bizzat gelişmelerin kendisi tarafından açığa çıkarılan nedenlerinin bulunduğunu ve belirleyici olanın da ekonomik, mali, politik çıkarlarca yönlendirilen anlaşmalar, kurulan ittifaklar ve oluşturulan askeri cephe birliği gibi somut “olgular” olduğunu ortaya koymuştur.
Afganistan önemli bir geçiş bölgesinde yer almaktadır. Ortadoğu petrolleri ve bölgenin doğalgaz kaynaklarının Batı’ya transferi, Batı emperyalizminin stratejik çıkarları bakımından büyük önem taşımaktadır. ABD-İngiliz kuvvetlerinin başlattığı ve AB’nin diğer “ağır topları” Almanya ve Fransa’nın ağır aksak da olsa destek verdiği Afganistan bombardımanı, etkisi bir ülkeyle sınırlı kalmayan yeni bir “düzenleme” çatışmasını, askeri-diplomatik ve mali cepheleriyle yeniden gündeme getirmiştir. Afganistan, tüm yoksulluğuna ve geri kalmışlığına karşın, dünyanın hemen tüm büyük emperyalist ülkelerinin yakından ilgilendikleri Orta ve Güneydoğu Asya’nın ve Ortadoğu’nun hâkimiyeti bakımından “stratejik önemde” bir bölge ülkesidir. Bu bölgedeki herhangi bir ülkenin şu ya da bu emperyalist ülkenin egemenliği altında bulunması, bölgenin tümünü kapsayan bir etki genişlemesini olanaklı kılarken, çıkar kavgasındaki rakip emperyalistlerin kapışmalarını da kızıştırıcı bir rol oynamaktadır ve giderek daha da çok oynayacaktır.
Yalnızca ABD emperyalizmi ihtiyacı olan ham petrolün %51’ini (günde 19,5 milyon varil) ithal etmektedir ve bu ihtiyaç daha uzun yıllar devam edecektir. Petrolün ABD, Japonya ve AB üyesi emperyalist ülkeler açısından vazgeçilmezliği; bölgenin gerektiğinde ateşe atılmasının yeterli nedenidir. Batı emperyalist ülkelerinin petrole gereksinmesi önümüzdeki on yıllarda daha da artacaktır. Körfez Bölgesi petrollerinin yanı sıra Hazar petrolleriyle Türkmen doğal gazının denetim altında tutulması, emperyalist hegemonya mücadelesinin temel unsurlarından birini oluşturmaktadır. Amerikan petrol tekelleri için Afganistan gibi, petrolün Batı’ya nakil yollarının geçişi ve denetimin kolaylaştırılmasında oynayacağı rol bakımından önem taşıyan bir bölgenin kontrolde tutulması, savaş nedeni olabilecek kadar önemlidir. Afganistan üzerinden geçecek petrol ve doğalgaz nakil yollarının “güvenliğe alınması”, emperyalist haydutlara Hazar havzasına ve Kafkasya bölgesine “güvenle” uzanmanın yollarını açacaktır.
ABD emperyalizminin, Sovyetler Birliği’ni çökertmek için sürdürdüğü uluslararası saldırı kampanyası döneminde ve sonrasında Rusya ile giriştiği dünya hegemonya mücadelesi sırasında, aralarında Afganistan’ın da bulunduğu bölgenin “İslam ülkelerinden “anti-Sovyet” ve “anti-Rus” bir “yeşil hat” oluşturmaya verdiği büyük önemin başlıca nedeni, zengin hammadde kaynaklarına sahip olan bölgede Rusya’nın etkisini kırmak ve kendi etkisini geliştirip güçlendirmekti. Bugünkü saldırı ve oluşturmaya çalıştığı sözde anti-terör cephesinin amacı da aynıdır ve söylemek gerekir ki, Anglosakson emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ilk kez bu bölgeye doğrudan asker çıkararak önemli bir adım atmıştır. Kuşkusuz, bu dolaysız işgal ve bombardımandan önce de, Rusya’ya karşı Afganistan’daki kabile ordularını silah, teknik, eğitim vb. bakımından desteklemiş, CIA ve Pentagon işbirlikçisi silahlı gruplar oluşturmuş, Pakistan cuntası ve Türkiye gericiliğinin desteğiyle Taliban’ı örgütlemiş; ardından Taliban çeteleriyle ilişkileri bozulmaya yüz tuttuğunda da yine Türkiye gericiliği üzerinden Kuzey ittifakı olarak adlandırılan gerici grupları kullanmaya yönelmiştir. ABD-İngiliz sömürgecilerinin hedefi bölgeye yerleşmek, işbirlikçi rejimler üzerinden bölgenin kaynaklarına el koymak, Hazar petrolü ve Kafkas doğal gazını işbirlikçi yönetici çetelerle birlikte denetlemektir. Bu, emperyalistler arası çelişkinin yeni çatışmaları gündeme getirecek düzeyde keskinleştiğini, büyük askeri çatışmalara dönüşmese de -ki bugün böylesi bir çatışmanın koşulları giderek olgunlaşmaktadır- göstermektedir. ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi, bu amaçla bölge ülkelerinin geri yapısından ve işbirlikçi gerici hâkim sınıflardan yararlanma çabasını yoğunlaştırmıştır.
Ancak bu bölge siyasal-askeri ittifaklar ve “dengeler”in en hızlı değişiklik göstermeye aday olduğu bölgelerden birisidir ve öteden beri Japonya, Rusya ve Çin’in etkinlik için rekabetine sahne olmaktadır. Bölgenin en güçlü ülkelerinden biri, Uzakdoğu Asya’nın en önemli ve dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olan Japonya’dır. Son on yıldan beri devam eden ekonomik sorunların boğucu etkisi altındaki Japonya’nın bu durumu, bugün izlediği politikaları da etkilemektedir. Onun Amerikan-İngiliz saldırısına destek ilanı, ABD’yle ekonomik ilişkileri, askeri olarak uluslararası alandaki ‘kısıtlı’ durumu ve bölgede Rusya ve Çin’le rekabetiyle ilişkilidir. Ancak diğerleri gibi, ABD-Japon ilişkilerinin, Çin ve Rusya ile ilişkileri ve özellikle bu iki devletin süreç içinde alacakları tutumun bölge üzerinde kaçınılmaz etkileri nedeniyle değişmesi de kaçınılmazdır. Bölgenin en önemli güçlerinden biri olan Rusya, daha baştan bölgedeki gücünü artırma, mevzilerini güçlendirme ve bu konum üzerinden ABD ve Batı emperyalizmiyle ilişkilerini -rekabet ve hâkimiyet kavgasını- sürdürme politikasını benimsemiştir. Attığı adımlar buna uygundur ve Afganistan’da görülecek hesabı bulunan bir dünya gücü olarak, yeniden Afgan topraklarına asker çıkarma çabasındadır. ABD ile “anlaşmasının nedenlerinden biri Taliban karşıtı güçlerden bir kesiminin kendi işbirlikçileri olmasıdır. Bunların Afganistan’da yeniden işbaşına getirilmesiyle, bu ülkedeki etkisini yeniden artıracaktır. Üstelik Rusya, cepheden karşı karşıya gelmeden ve hatta “teröre karşı” bir koalisyon görüntüsü altında yalnızca Afganistan’ın değil bölgenin yeniden paylaşılmasına katılmakta, kendi “payı”nı artırmanın adımlarını atmaktadır. Rusya ve bugün odağında Afganistan’ın yer aldığı kaos ve güç gösterileriyle karakterize olan gelişmeler karşısındaki tutumunun ihmal edilemeyecek bir yönünün, özel yakınlıklar geliştirmeye yönelmiş olsa da, hızla yükselen ve tarihsel sürtüşmeleri de hesaba katıldığında, kendisini ve etki alanlarını tehdit etmesi pek muhtemel -ve hatta kaçınılmaz olan Çin’i, kurduğu geçici koalisyon aracılığıyla “Amerika ile terbiye etmeyi” içerdiği söylenmelidir.

KIZIŞAN EMPERYALİST REKABET VE ABD’NİN AÇMAZLARI
ABD, Ortadoğu ve Körfez bölgesinde en büyük hegemonyacı güç olarak Orta Asya ve Kafkas bölgesinde de etkisini geliştirmeye çalışmaktadır. Ancak ABD’nin Ortadoğu hâkimiyeti bölgesel, yerel ve uluslararası gelişmeler nedeniyle önemli açmazlarla karşı karşıyadır. Bu bölgede “yeni dünya düzeni”, bütün zorlamalara karşın, bir türlü kurulamamıştır. Sorunlar yalnızca rekabet içindeki rakiplerinin karşı atakları ve çeşitli türden ittifakların ortaya çıkma ihtimalinden kaynaklanmıyor.
İran, Irak, Libya, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerin yanı sıra, iç sorunlarının ve bölgede izlenen emperyalist politikalarla ilişkilerinin yol açtığı halk öfkesinin de etkisiyle Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, özellikle “İslam ülkeleri”ne yönelik emperyalist saldırılara karşı halkın öfkesi nedeniyle daha temkinli davranmakta, hatta -çoğu durumda görünüşte de olsa- karşı tutum almak zorunda kalmaktadırlar. ABD emperyalizminin bölgedeki dayanaklarından biri olan Suudi gericiliğinin son gelişmeler karşısındaki tutumu bu açıdan dikkat çekicidir. Suudi gericiliği, topraklarının Afganistan’a karşı saldırı üssü olarak kullanılmasına “izin vermemiş”tir. Mısır yönetimi de yaptığı açıklamalarla saldırının genişletilmemesini ve bölgenin durumunun dikkate alınmasını istemiştir. Iran, Almanya ve Rusya ile geliştirdiği ilişkileriyle ve ABD’yle sorunlarını “çözme”ye yönelik girişimleriyle bölgedeki ve “İslam dünyasındaki etkisini geliştirmeye, ABD tarafından “sıkıştırıldığı köşe”den çıkarak daha aktif bir politika izleme olanağını elde etmeye çalışıyor. Son olaylarla birlikte bu yönde daha ileri adımlar attığı söylenebilir. İran hâkim sınıflarının bu tutumu, Orta Asya ve Hazar bölgesindeki çıkar çatışmalarında, Azerbaycan, Pakistan ve diğer ülkelerle ilişkilerinde daha etkin bir konuma gelme hedefine bağlıdır. Emperyalist saldırının “ikinci aşama”daki en önemli hedefinin Irak olduğu ilan edilmiştir. Libya ve Suriye tehditle işbirliğine zorlanmaktadır. Filistin halkına karşı Siyonist baskı ve saldırı devam ediyor ve bunun en azılı destekçisi ABD emperyalizmidir. Bu ülkelerin halkları bu nedenle Amerikan emperyalizmine öfke duymaktadırlar.
Rusya başta olmak üzere Fransa, Almanya gibi ülkeler İran, Suriye ve diğer ülkelerle ilişkilerini yenileme girişimlerini artırırlarken, her biri kendi çıkarları yönünde daha ileri mevziler edinmeyi hedeflemektedir ve bu Amerikan emperyalizmiyle bir biçimde karşı karşıya gelme demektir.
Bölgenin biriken sorunları ve artan gerginlikler ABD emperyalizminin bölgedeki varlığı açısından pürüz oluşturmaktadır ve bu pürüzler bundan sonra daha fazla sıkıntı verici olacaktır. Ortadoğu’nun stratejik önemi ve en önemli çatışma ve istikrarsızlık bölgelerinden biri olma konumunu sürdürmesi, bu bölgedeki rekabeti daha da sertleştiriyor. SSCB’nin tasfiye edilmesiyle Batı emperyalizminin, özellikle de ABD’nin etkisi bölgede daha da artmış, ancak bölge istikrar kazanmamış; istikrarsızlığın arttığı ve bunalımların daha da ağırlaştığı bir duruma gelmiştir. Ortadoğu, İran-Irak savaşı ve Şah faşizminin yıkılması sonrasında da; gerek İran-ABD çatışması gerekse Amerikan emperyalizminin Türkiye ve bölgedeki en sadık uşağı İsrail ile birlikte geliştirdiği, Filistin halkına ve bütün bir “Arap ulusu”na karşı sürdürdüğü politikalar nedeniyle barut fıçısı olma durumunu sürdürmekle kalmamış; petrol ve doğalgaz gibi kaynakların denetimi kavgasının kızışmasıyla çatışmanın eşiğine daha fazla gelmiştir. ABD’nin Irak’a saldırısı, işgal ve uygulanan ambargo sonucu yüz binlerce insanın ölümü, ABD başta olmak üzere, Batı emperyalizmine karşı Müslüman halkların öfkesinin yükselmesine yol açmış; ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliğiyle bölgede uygulanan emperyalist sömürgecilik, Rusya’nın yeniden güçlerini toparlayıp bölgeye yönelmesi ve eski ilişkilerinin ‘mirası’ üzerinden bazı anlaşmaları yenilemesiyle birlikte bölgedeki gerginlik artmış, çelişkiler daha da keskinleşmiştir.
Diğer yandan yalnızca Ortadoğu’da değil, Afganistan’ın geçiş yerini teşkil ettiği bölgede de, herhangi bir büyük emperyalistin kesin hâkimiyeti, diğerlerinin mevzi kaybı ve hammadde kaynaklan üzerine süren rekabette geri itilmelerine yol açacağı için, buralarda rekabetin acımasız kuralları işlemektedir. Bu nedenledir ki güç ve olanaklarını kapıştırmaya hazır olup olmadıkları yönünden gözden geçiren Rusya ve Çin gibi ülkelerin ABD-İngiliz cephesinin bugünkü ilerleyişini sürdürmelerine seyirci kalmaları beklenemez. Gelişmeler de bu yöndedir. Bölgede rakip güçlerden herhangi birinin bir ileri hamlesi karşı hamleyi birlikte getirmekte; emperyalistler ilişki ve işbirlikçilerinin konumunu buna göre düzenlemektedirler. ABD-İngiliz kuvvetleri fiili saldırıyı sürdürürlerken, Rusya da kuvvetlerini sınırlara kaydırıyor, ‘Kuzey ittifakı’ üzerinden “geleceğin Afganistan’ı” projesini belirleyecek etkin güç olmaya çalışıyor. Rusya bu amaçla ve Çeçen ” çetelerinin üslenmelerini gerekçe göstererek Gürcistan sınırına asker yığarken, ABD ve işbirlikçisi Türkiye gericiliğinin karşı atağa geçerek ve önceki ilişkilerini de kullanarak ABD-Türkiye-Gürcistan ve ABD-Türkiye-Azerbaycan işbirliğini güçlendirmeye çalışmaları, Amerikan-Rus rekabetinin, Bakû petrollerinin Batı’ya ulaştırılacağı hattın belirlenmesi ve Rus-Amerikan petrol tekellerinin bu alandaki rekabetinin sertleştiğini gösteriyor.
Rusya, ABD’nin “burnunun dibine kadar girmesi”ne, Çeçenistan ve Gürcistan “kartı”yla onay verip operasyonu desteklerken, ABD’nin bölgede kalmasına izin veremeyeceğini de her fırsatta yineledi ve “eğer NATO politik bir örgüt haline dönüştürülürse ona katılmayı düşündüğünü” ilan etti. Rusya, on yıl kadar sürdürdüğü askeri saldırıyla hedeflediği yönetimi oluşturamadan geri çekildiği topraklarda, daha düne kadar ABD işbirlikçisi olarak hareket eden Taliban kuvvetlerinin şimdi ABD tarafından yok edilmeye çalışılmasını, bir ölçüde kazanım olarak da görmektedir. Rusya, edilgen ve hareketsiz kalmamakta, Kuzey ittifakı içindeki işbirlikçileri üzerinden Afganistan’da mevzilerini yeniden oluşturmaya çalışmaktadır. Taliban’ın “yok edilmesi”ne karşılık olmak üzere, Çeçen teröristlerin “yok edilmesi hakkı” üzerine de Batı emperyalizmi şefleriyle anlaştı ve hemen bu yöndeki saldırılarını yoğunlaştırdı. Bununla da kalmadı; Çeçen teröristlerin üs olarak kullandıklarını ileri sürdüğü Gürcistan sınırına asker yığdı ve bu tutumunu, Gürcistan’ın Abhazlara yönelik baskılarıyla gerekçelendirdi.
Rusya, bugün ABD emperyalizminin topraklarını Afganistan’a saldırı üssü olarak kullandığı Özbekistan ve Tacikistan ile stratejik askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır ve onun izni alınmadan bu ülkelerin topraklarını başka askeri kuvvetlere kullandırtmaları baştan engellenmiş; bu ülkelerin Afganistan saldırısına desteği Rusya’nın geri püskürtülmesiyle değil; onun izniyle gerçekleşmiştir.
Anglosakson emperyalizmi, Sovyetler Birliği’ni çökertmek ve sonrasındaki dönemde bağlı cumhuriyetlerin her birini kapitalist pazarın yeni bir alanı olarak kullanmak için Rusya’ya karşı sürdürdüğü kavgada, Türkiye gibi işbirlikçilerinin bu bölgeyle “tarihten gelme bağları”nı da kullanarak sağladığı mevzilerini güçlendirme çabasındadır ve bölgede yerleşmek ve kukla hükümetler oluşturmak için özellikle Özbekistan, Gürcistan, Tacikistan gibi eski Sovyet Cumhuriyetleri’ni kullanmaya çalışmaktadır. Amerikan emperyalizmi, bütün bu nedenler ve gelişmeler dolayısıyla güce daha fazla başvurma ihtiyacı duymaktadır. Ama bu, emperyalistler arası çelişkilerin daha fazla keskinleşmesine yol açmaktadır.

RUSYA’NIN TOPARLANMASI VE “KOZ PAYLAŞIMI”NA DOĞRU
Rusya, Batı emperyalistlerinin “eski etkinlik alanına” sızmasını önlemenin yöntemlerinden biri olarak, Batı emperyalizminin “yeşil kuvvetler”i kendisine karşı kullanmasının önünü kesmeye çalışmaktadır. Batılı emperyalistler, düne kadar besleyip teçhizatlandırdıkları Taliban’ı şimdi “başı ezilmesi gereken terörist” ilan etmişken, Rusya’nın bunu kendi çıkarları için değerlendirmekten geri durması, fırsatı kaçırmak olurdu. Oysa Putin yönetiminin daha atak politikalar için olanakları bugün daha fazladır. ’90’lı yıllarda ekonomik çöküşün politik yıkımla sonuçlanmasının eşiğine gelen Rusya’nın, Putin yönetiminde güçlerini ve olanaklarını yeniden derlemeye giriştiği ve bu yönde küçümsenemez adımlar attığı bir gerçektir. Rusya’nın son iki yılda uluslararası alandaki girişimleri, güçlerini derleme ve daha atak uluslararası politikalar izlemesine de hizmet etmekteydi. Rus yöneticileri, kapitalist emperyalizmin bir gücüne dönüştükten sonra sosyalizmin tüm birikimini tüketmekle kalmamış, geniş Rusya pazarını Batılı emperyalist tekellere açarak, yüz milyonlarca dolarlık transferin onlar tarafından gerçekleştirilmesine olanak sağlamışlardı. Ancak kapitalizmin yasaları, Rusya’nın Batı emperyalizmi ve tekelleriyle rekabetini kaçınılmaz kılıyordu. Bölgede yaşanan bugünkü gelişmeler aynı zamanda bu rekabetin ürünüdür.
11 Eylül sonrası gelişmelerin uluslararası alanda gündeme getirdiği “yeniliklerden biri, “herkesin kendi teröristini ezme olanağı bulması”dır. Rusya yıllardan beri Çeçenlerin ayaklanmalarını bastırmaya çalışıyordu. Ancak Çeçenleri ayaklanmaya ve “bağımsızlık” istemeye kışkırtan başlıca güç olan dünyanın en büyük “şeytanı” ABD emperyalizminin ve onun en önemli işbirlikçilerinden Türkiye gericiliğinin fiili destekleri nedeniyle “Çeçen direnişi”ni ezmeyi başaramıyordu. Rusya’nın Batılı tüm rakipleri, Çeçenlerin “özgürlük mücadelesi yürüttüklerini” ileri sürerek, ona baskı yapıyor ve geri adım atmasını istiyorlardı. Bugün ise, “özgürlük savaşçısı Çeçenler” artık -emperyalistlerin, güç ilişkileri ve çıkarları gerektirdiğinde işbirlikçilerini pek kolay “feda” ettiklerini kanıtlamak üzere- “hür dünyayı istikrarsızlığa sürükleyen teröristler” listesine alınmışlardır ve onların kafasının ezilmesi için Rusya’nın geliştireceği daha kapsamlı saldırı, pazarlıklarla elde ettiği bir “hak” haline gelmiştir. ABD-İngiliz ‘bloğu’nun ikiyüzlü antiterör kampanyasının Rusya tarafından benimsenen yönü, “kendi teröristi”ne karşı elde ettiği uluslararası onaydır. Herkesin kendi teröristini vurma hakkı fetvasını çıkaran Beyaz Saray ve Pentagon, böylece, kapitalist talan sofrasında karşı karşıya geldiği rakiplerinin ve işbirlikçisi ülkelerdeki uşaklarının “ellerinin bağı”nı da çözmüş oldu. Onun tek ilkesi kendi çıkarları olan ve dünya hâkimiyeti için her yolu mubah gören politikasının rahatsız edici sonuçlarını “nötrleştirme” yolu da böylece açılmış oluyordu. Artık Ruslar Çeçenleri, İngiliz emperyalizmi İrlandalıları, Türkiye gericiliği Kürtleri, Çin Tayvan’ı; Fransızlar Katalanları; İspanyollar Basklıları, … “terörist ve bölücü kimlikleri” nedeniyle “haklayabilir”lerdi!
Putin’in Alman Bundestag’ında yaptığı konuşmadan sonra, Schröder’in Çeçen sorununun “artık farklı ele alınması gerekir” yönündeki sözleri bu değişime işaret ediyor. Çeçenlerin emperyalist pazarlıkların malzemelerinden biri olması, Taliban yönetimiyle ilişkileri bakımından da Rusya yararına bir durum oluşturuyor. Taliban’ın “yok edilmesi”, başka sonuçlarının yanı sıra, ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin doğrudan ve Taliban aracılığıyla Çeçenlere verdikleri desteğin darbe yemesi ya da sona ermesinin yolunu açmaktadır. Rusya, bu adımı atarken, BDT (Birleşik Devletler Topluluğu) üyesi olan, ancak kendi “İslamcı teröristleri”nin oluşturduğu dert nedeniyle “terörizme karşı koalisyon” içinde yer alarak topraklarını ABD ve Batı emperyalizmine açan Tacikistan ve Özbekistan gibi ülkelerin büsbütün kendi etkisinden kurtulmalarının yolunu da kapatmış olmaktadır. Bu ülkelerin sahip oldukları doğalgaz ve diğer hammadde kaynaklarının ABD’nin çıkarları yönünde kullanımı ve naklinin önüne Rus takozu konmuştur. Putin’in, bu hamleleriyle ABD’ye verilen destek, gerçekte Rusya’nın kendi egemenliğini güçlendirme girişiminin ifadesidir ve emperyalistler arası rekabette, ABD’nin bölgeye yerleşip, burada daha güçlü bir konum kazanmasını önlemenin taktik yöntemlerinden biri olarak gündeme gelmiştir. ABD’nin, Rusya’nın bu “desteği” sonrasında, eğer süreç içinde çıkar çatışması kendilerini daha açıktan karşı karşıya getirmezse, enerji nakil hatları vb. konusunda onu sıkıştırması, artık eskisi kadar kolay olamayacaktır.
Bölgenin durumuyla ilgili bir diğer olgu, bölge ülkelerinin politikalarının ABD-Rusya rekabeti ve ilişkilerinin seyrine bağlanmış olmasıdır. Özbekistan, Tacikistan gibi devletlerin topraklarını ABD emperyalizminin emrine vermelerinde bu ülkelerin Rusya ile sorunları rol oynamakta ve bunlar ABD-İngiliz emperyalistlerinin politikalarına uyum sağlamaya yönelebilmektedirler. Bu etki, Azerbaycan-Ermenistan ve Gürcistan-Abhazya ilişkileri bakımından da geçerlidir. Bu ülkelerin bugün kapitalist devletler olarak var olmalarının en önemli destek gücü, Batı emperyalizminin jandarması ABD olmuştur. Buralarda hala CIA ve Türk istihbarat örgütlerinin milisleri faaliyet içindedir ve Türkiye gericiliği üzerinden kapitalist ilişkiler sürdürülmektedir. Bu ülkeler bir biçimde emperyalistlere diyet borçlarını ödemekte ve “bağımsızlıklarını” bu ilişkileri üzerinden sürdürebilmektedirler. Diğer yandan Afganistan’ın mevcut yönetimi durumundaki Taliban güçleriyle çelişkileri vardır ve bu çıkar çatışması onların ABD ve müttefiklerinden yana tavır almalarını sağlamaktadır.
Diğer tarafta onlarca yıldan bu yana aralarında sınır çatışmaları ve Keşmir eyaletinin “mülkiyeti” kavgası süren Hindistan ve Pakistan, şimdi, ABD’nin fitillerini tutuşturduğu savaş nedeniyle yeniden bir çatışmanın eşiğine gelmişlerdir. İngiliz sömürgeci ordularının Hint hammaddelerine ulaşmak için işgal ettikleri Afgan topraklarının, onlarca yıl sonra yeniden Batı emperyalizminin “koçbaşı” Amerikan haydudu tarafından işgal edilmeye çalışılması ve buralarda işbirlikçi yönetimlerin işbaşına getirilmesi, Hindistan yönetimini rahatsız etmektedir. Birbirlerine karşı tehdidi de içermek üzere, Hindistan ve Pakistan’ın iki yıl önce gerçekleştirdikleri nükleer silah denemeleri, bu ülkelerin Çin ve Japonya ile birlikte Güneydoğu Asya’nın göz ardı edilmemesi gereken silah yığmağına sahip olduklarını göstermişti. Pakistan’ın ABD yönlendirmesinde ve CIA’nın dolaysız katılmasıyla Taliban gericiliğini örgütleyip Afganistan’da Rusya’ya karşı savaşa süren devlet olması, Taliban kuvvetlerinin bu ülkede hala önemli sosyal desteğe sahip olmaları, Hindistan, Pakistan, Bangladeş sınır sorunları, bu iki devleti yeniden çatışmaya sürükleyebilecek nedenler arasındadır.
ABD emperyalizminin 11 Eylül saldırısını bölgedeki hegemonyasını güçlendirmenin bir aracı olarak kullanması, bu amaçla bölgeye güç yığması ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini kendi çıkarları temelinde yeniden düzenleme operasyonu, Rusya’nın yanı sıra bölgenin en önemli güçlerinden bir diğeri olan Çin’in bölge politikalarına da aykırı düşmektedir. Çin, dünyanın bugünkü en büyük emperyalist gücü olan ABD’nin hemen yanı başında mevzi kazanmasını istemeyecek olması gayet doğaldır. Bir süre önce Rusya ile imzaladığı stratejik işbirliği anlaşması da dikkate alındığında, Çin’in, Amerikan askeri saldırısına karşı BM onayı şartını ileri sürmesinin gerisinde yatan “niyet” daha iyi anlaşılacaktır. Çin’in, emperyalist “anti-terör” konsept ve pratiğinin uluslararası ilişkilerin bugününe damga vurmasından yararlanarak, Orta Asya’ya açılan kapıları durumundaki bölgelerde başına dert olan Türki ulusların ve Tibetlilerin muhalefetini ve hatta Tayvan’ı ezmek üzere elinin serbestleşmesi, kuşkusuz işine gelmektedir. Ancak henüz yeterince güçlenip yeni bir paylaşım talep ederek hesaplaşmak üzere Amerikan emperyalizminin karşısına dikilebilecek noktaya gelmeden, bu dev gücün “burnunun dibine kadar” sokularak doğal etki alanı olarak öngördüğü ve görece kısa sürede üzerlerinde hegemonyasını ilan etme hesapları kurduğu bölge ve ülkeler kapsamında köklü düzenlemelere girişerek bu hesapların önünü kesmesi, kuşkusuz Çin’in tepkisini çekecektir. Üstelik Rusya ile geliştirdiği ilişkiler ve ilan ettikleri ittifaka, yeni yeni bir araya gelen “Şanghay Beşlisi” oluşumuna rağmen, Rusya’nın, geçici ve şarta bağlı da olsa, Amerikan emperyalistleriyle işbirliği yapması nedeniyle içine sürüklenebileceği yalnızlaşma tehlikesi, bu tepkiyi büyütmenin yanı sıra, onu bir dizi önlem almaya da itecektir. Bu durumun Çin’in, ABD ile olduğu kadar, Rusya, Hindistan ve Japonya ile ilişkilerini etkilememesi düşünülemez.

ATAĞA GEÇEN ALMAN EMPERYALİZMİ VE BÜYÜYEN TEHDİT
11 Eylül “terörist eylemi”, uluslararası alanda sürmekte olan ve gelişen emperyalistler arası rekabet ve gerginliklerin daha dolaysız ifadelerle açığa vurulmasının vesilesi oldu. Müttefiklerin birbirlerini boğma fırsatı kolladıkları, birlik görüntülerine karşın, aynı ittifak gücü içinde yer alan ve askeri eylemi desteklerken bile pazarların ve ilişkilerin yeniden düzenlenmesinde “ben de varım” politikası izledikleri, bu vesileyle bir kez daha görüldü. Bu güçlerden biri de, son yıllarda dünya politikasında daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Alman emperyalizmidir.
Almanya’nın politikalarının anlaşılması bakımından, Afganistan saldırısından önce Balkanlara ve Balkan ülkelerine yönelik emperyalist politikalarda Almanya’nın rolüne bakmakta yarar var.
Balkanlar önemli istikrarsızlık bölgelerinden bir diğeridir ve hemen tüm emperyalist büyük ülkeler bu bölgede söz sahibi olmaya çalışmaktadırlar.
Balkanlarda, emperyalistler tarafından başlatılan parçalama ve birbirine kırdırma operasyonu, Batılı emperyalistlerin “blok halinde”ki askeri eylemleri ve bölgeye NATO kuvvetlerinin yığılmasıyla üst düzeye çıkarken; AB üyesi emperyalistler ile ABD arasındaki rekabet daha da artmıştır. Afganistan’a yönelik saldırı Balkanlardaki çıkar kavgasını örten bir işlev görmekle birlikte, bu kavgaya yol açan nedenler geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Yugoslavya’nın parçalanmasında dolaysız rol oynayan Almanya’nın Makedonya’daki NATO ordularının yönetimini alması, Almanya’nın büyüyen ekonomik gücü ve son zamanlarda Alman emperyalizminin ekonomik-askeri ataklarıyla ilişkili bir gelişmedir.
Alman emperyalist burjuvazisinin Doğu Almanya’yı yeniden yutması ve Doğu Avrupa ülkelerini “arka bahçe” olarak “Lebensraum”a katmaya çalışması; sermaye ihracındaki artışla birlikte politik ilişkilerini de geliştirmesi; yalnızca bu bölgede değil, dünya çapında da etkinliğini artırmaya yönelik politikalarının göstergesidir. Almanya’nın, ABD’nin ekonomik-askeri “sembol”lerine yapılan saldırı sonrasında daha atak bir politika izlemesi, önceki gelişmelerin devamı olmakla birlikte, AB’nin hâkimi olmak isteyen bu emperyalist gücün hegemonya mücadelesinde daha etkin bir konuma geldiğini de göstermektedir. Alman kapitalist yöneticilerinin açıklamaları bu gelişmelere uygun düşmektedir. Alman emperyalizminin soyunduğu rolü, Başbakan Gerhard Schröder’in şu sözleri açığa vurmaktadır. “Almanya’nın tali bir oyuncu olmaktan ibaret olan 2. Dünya Savaşı sonrası rolü kesin olarak sona ermiştir.” Bundestag’da yaptığı konuşmada, Schröder, “Soğuk savaşın, Alman birliğinin sağlanmasının ve tam egemenliğimizin tesis edilmesinin ardından, Almanya, yeni bir uluslararası sorumluluk göstermelidir.” “Her doğrudan riskten sakınmak, Almanya güvenlik ve dış politikasının kılavuzu olmamalıdır” diyen Alman Başbakanı, “Şimdi yeni sorumluluklarımızı yerine getirme zorunluluğumuz var” diyerek şöyle sürdürüyor açıklamalarını: “Bu sorumluluklar arasında, özgürlük ve insan haklarını savunmak için askeri operasyonlara katılmak da yer alıyor.” Schröder ile aynı zamana denk gelecek biçimde Almanya Dış İlişkiler Konseyi Şefi Kari Kaiser de, “Bu, Almanya ve onun hazırlandığı rol için belirleyici bir an. Bush, ABD etrafındaki koalisyondan söz ederken İngiltere, Fransa, Avusturya ve Almanya’yı saydı. Bunun anlamı çok büyük” demektedir.
Schröder’in “sona erdiği”ni haber verdiği 2. Dünya Savaşı sonrası rolün Almanya ve Japonya gibi savaş mağlupları için “iyi” olmadığı ve bunların Batı emperyalizminin galip ülkeleri olan ABD-İngiltere ve Fransa tarafından birçok yaptırıma tabi tutuldukları, savaş sonrası ekonomik yeniden yapılanmalarında özellikle ABD sermayesinin rol oynadığı, bu rol oynamanın Alman kaynaklarının transferine de yol açtığı; Almanya ve Japonya’nın militarist örgütlenmesinin sınırlandırıldığı ve dışarıya asker göndermelerinin uluslararası alanda yasaklandığı bilinmektedir. Alman emperyalizminin hızla yeniden ekonomik büyük güç haline gelmesi, uluslararası alanda pazar kavgalarının güce bağlı oluşunun mantığına uygun olarak, askeri alanda da atak yapma ihtiyacını birlikte getirmiştir. Almanya’nın önce yasalarını değiştirerek dışarıya asker gönderme yasağını kaldırması ve sonra da Balkanların yeniden paylaşılması kavgasının başlıca aktörlerinden biri olarak atak bir biçimde devreye girmesi, onun yeni rollere soyunduğunun önemli bir göstergesiydi. Şimdi Schröder, bu rolün daha ileri düzeyde, daha atak biçimde yerine getirilmesi zamanının geldiğini haber vermekte ve Ortadoğu, Doğu-Güneydoğu Asya bölgesine yönelik daha aktif politika izleyeceklerini ilan etmektedir.
Schröder’in açıklamaları ve Almanya’nın tutumu, diğer emperyalistlerle ilişkilerde bir meydan okumaya da denk düşmektedir. Fransa’yla birlikte Avrupa ordusu için gösterilen çabalar devam ededursun, Almanya, AB’nin patronluğu için sürdürdüğü iddiasını yeniden seslendirmekte; İngiliz emperyalizminin ABD’ye yedeklenmiş politikalarını AB içindeki rekabette dayanaklardan biri olarak kullanmaktadır.
Almanya, Rusya ve İran üzerinden Ortadoğu ve Orta Asya’daki ilişkilerini yenilemekte, böylece Ortadoğu ve Hazar bölgesi petrollerinin ve Kafkas doğalgazının ulaşım yollarının geleceği konusunda da söz söyleme konumuna gelmiş olduğunu ilan etmektedir, izlediği politika, dünya politikalarında diğer belli başlı sömürgeci emperyalist ülkelerle yeniden askeri-politik alanda da “masaya oturma” durumuna geldiğini göstermektedir.

SİNSİ VE İKİYÜZLÜ FRANSIZ POLİTİKASI
Fransız emperyalistleri daha belirsiz ve geriden gelen bir politika izlediler. ABD ile rekabet ve anti-Amerikan politika bunda rol oynayan etkenlerden biriydi; ancak onun kendi başka hesaplarının olduğu da kuşkusuzdur. Chirac ve Jospin destek açıklamalarına karşın pratikte “yavaş davranarak” hem bölge ülkeleriyle ilişkilerini daha ileri düzeyden yenilemek için kendi olanaklarını genişletmeye çalışıyorlardı ve hem de Anglosakson emperyalistlerinin “anti-terör savaşı”na katılmış bulunuyorlardı. Bunun bir nedeni, Fransa’nın Afrika ve Ortadoğu’daki eski günlerinin özlemiyle hareket etmesidir. Ancak o, etki alanları mücadelesinde daha “bağımsız” bir Fransız tutumuyla hareket etmektedir ve ABD’nin gölgesine düşmek istememektedir. Petrol ve doğalgaz kaynaklarına ilgisiz değildir; aksine Rusya, İran ve Irak ile ilişkilerini bu amaçla da yenilemek istemekte; sinsi ve ikiyüzlü bir politika izlemektedir.

TÜRKİYE VE PAKİSTAN; İKİ İŞBİRLİKÇİNİN ÜSTLENDİĞİ ROL
Amerikan-İngiliz saldırısının gelişme seyri ve sonuçları bakımından ABD işbirlikçisi/kuklası iki ülke yönetiminin tutumu önem taşıyor. Bulundukları bölgedeki konumları ve ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmiyle ilişkileri açısından izleyecekleri tutum, sonraki süreç itibariyle de önem taşıyan bu iki ülke, Türkiye ve Pakistan’dır. Her iki ülke de, emperyalizme yedeklenmiş bölgesel politikalarla “bölge gücü olma” çabasındadır. Bölgenin gerici rejimleriyle ilişkilerinde bu hedefleri rol oynamakta; onları emperyalist gericiliğin çıkar ve politikalarına daha fazla bağlamaktadır.
Türkiye ve Pakistan ABD-İngiliz operasyonunun iki üssü olarak kullanılıyor. Bölgenin diğer halklarıyla ilişkileri, coğrafi-stratejik konumları ve uşak yönetimleriyle taşeron rolüne uygun durumdalar. Ancak iki ülkenin de ciddi sorunları var. Müşerref yönetimi darbeyle işbaşına gelmiştir, ülkesinde önemli bir güç olan Peştun nüfusun Afgan halkıyla dolaysız bağı bulunması, Taliban’ın örgütlenmesine fiilen katılan devlet olması zorlukları arasındadır. Halkın cunta yönetimine güveni yoktur ve cunta sallantıdadır. Cuntacı general bu nedenle ülkesinin sıkıntılı durumunu gözetmek ve iktidarını sürdürmek için halkı kontrol altında tutmasına hizmet eden bir politika izlemek zorundadır. Amerikan-İngiliz saldırısının “kısa sürmesi”ni bunun için istemektedir, iktidarı ve desteğinin geleceği tehlikededir.
Türkiye ise bölge ülkeleriyle ilişkilerini emperyalizm yararına kullanan, aynı zamanda “Türkî Cumhuriyetler” demagojisi ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayaliyle yaşayan gerici burjuva kliklerinin yönetiminde yer aldığı bir ülkedir. Bölge ülkeleriyle ilişkilerini istismar etmesi ve emperyalizme uşaklıktaki pervasızlığı, bölge halklarıyla ilişkilerini olumsuz etkilemekle birlikte; Orta Asya ve Kafkasya bölgesindeki ülkelerle ilişkilerinden Amerikan emperyalizminin en fazla yararlandığı ülkelerden biridir. ABD, Orta Asya, Kafkasya ve Hazar Denizi bölgesindeki çıkar dalaşında Türkiye’nin bölge ülkeleriyle kültürel vb. ilişkilerinden, oralardaki casus-milis faaliyetinden yararlanmakta;” bölgede çok önemli bir ortak olduğu” pohpohlamasıyla, onu etkinlik mücadelesinin taşeron bir gücü olarak kullanmaktadır.
ABD emperyalizminin ve Batı koalisyon ordularının Körfez Bölgesi’ne girerek Irak’a saldırıya geçtiği ’90’lı yıllarda, Irak’a saldırı üssü olan Türkiye’nin, şimdi yeniden aynı rolü daha ileriden oynaması istenmekte; içinde bulunduğu kriz ve istikrarsızlık durumu kullanılarak ve IMF kredisi satmalına fiyatına dönüştürülerek, uşak burjuvazi ve hükümetin Ortadoğu ve Kafkasya bölgesinde askeri operasyonlara fiili katılımı sağlanmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin “sağlam ve sadık müttefik” ve “bölgenin parlayan mücevheri” olduğu yönündeki ayartıcı propaganda yoğunlaştırılarak ve satın alma fiyatı olarak, yıllar önce verilmiş, ancak Amerikan savaş araçları alımına karşılık olması şart koşulmuş 5 milyar dolar borcun “silinmesi” gündeme getirilerek, komşu halklara karşı saldırı ordularının gücü olarak askeri operasyonlarda yer almasıyla, daha ileri noktalara taşınmak istenmektedir. Ancak Türkiye’nin ekonomik kriz içinde olması, siyasal istikrarsızlığı, halkın hükümete ve parlamentoya güvensizliği ve savaşa karşı oluşu, Arap halkları tarafından Amerikan uşağı ve güvenilmez bir ülke olarak görülmesi vb, işbirlikçi egemen sınıflan ve politik-askeri temsilcilerini zor durumda bırakmaktadır. Bu ise, Amerikan uşaklığı politikasını ve saldırı savaşı cephesindeki taşeron rolün layıkıyla yerine getirilmesini tehdit edici bir durumdur. ABD’nin en sadık iki uşağının durumu kötüdür ve bu, emperyalist efendinin bölgedeki hedeflerini gerçekleştirmesi bakımından risk oluşturmaktadır.

EMPERYALİST KAPİTALİZM VE HALKLARA DAYATILAN POLİTİKALAR
Emperyalistlerle işbirlikçilerinin, her biri ve bir arada hepsinin işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı politikalarını sertleştirmeleri ve siyasal-ekonomik saldırıları yoğunlaştırmaları, sömürgeci saldırgan politikalarını “terörizmle mücadele” yaftasıyla örtmeleri, yeni bir durum değildir.
Kapitalizmin, sömürü sistemlerinin sonuncusu ve en moderni olarak, insana ve ezilen halklara verdiğinin, refah, mutluluk, özgürlük ve eşitlik olmadığı; aksine, sömürünün ve kapitalist kârın, ilişkilerinin temelinde durduğu bu sistemde, üretim araçları mülkiyetine sahip olmayanların payına düşenin, sömürü, baskı, özgürlüksüzlük ve mutsuzluk olduğu, tüm kapitalizm tarihi boyunca görüldü. Kapitalizmin tarihi, burjuvazinin tüm aksi propagandasına karşın, sömürü, baskı ve eşitsizliğin ortadan kaldırılmasının ve insanın insanca yaşamasının temel koşulunun, kapitalizmin tasfiye edilmesi ve sınıf sömürüsünün maddi toplumsal temelinin ortadan kaldırılması olduğunu kanıtladı. Bu mümkündür, gerçekleştiği ve gerçekleştirilebilir olduğu görüldü. Ama insanın ve insanlığın tarih denen süreçteki yürüyüşü içinde, kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak ilan ederek, insanın sömürülmesi ve emek-gücünün yarattığı değerlerin gaspı üzerinden sınıf egemenliğini sürdüren kapitalist burjuvazinin, bu sürecin “doğal olarak yaşanması” karşısında edilgen durmadığı; aksine tüm gücüyle ve insanlığın bugüne kadar geliştirdiği uygarlığın ürünlerini halklara karşı silaha dönüştürüp, sınıf egemenliğini sürdürmeye çalıştığı ve çalışacağı ve bütün “musibetlerin de buradan doğduğu da kesindir. Bu da her geçen gün yeniden ve yeniden yaşanıyor ve kanıtlanıyor.
21. yüzyılın başında burjuvazi ve tekellerin üretim süreci ve toplumdaki konumu, ortaçağ karanlığının, yaşayabildiği kadarıyla koruyucu ve kollayıcısının emperyalist burjuvazi olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün yaşanan ne kadar “kötülük” varsa, tümünün sorumlusu, kapitalist sömürü ve emperyalist kapitalizmdir.
Emperyalist burjuvazinin yollar, köprüler, tesisler yapmasına, üsler kurup okullar açmasına üretim tekniklerini geliştirip makineleri teknik olarak yenilemesine ve bilim ve teknikte yeni adımlar atılmasını olanaklı kılmasına karşın, bu böyledir. O, üretim bandını devreye sokup verimi artırırken daha fazla sömürüyü gerçekleştirmiş, fabrika alanlarını genişletip sermayeyi yeterince değerlendirmek üzere ihtiyaç duyduğu alanlara çoğu kez güç kullanarak, ekonomik ve mali oyunlara başvurarak girmiş, ucuz işgücünü kullanmış, toprakları işgal edip ilişkiler dayatmış; bağımlılık ilişkilerini güçlendiren anlaşmalar imzalayarak halkları köleleştirmeye çalışmıştır.
Kapitalist burjuvazi ve tekeller bunları gerçekleştirirken hedefleri daha fazla kâr ve tekel kârının gerçekleştirilmesiydi, hâlâ da öyledir. Bunun için yapmayacakları iş; başvurmayacakları araç ve yol olmadığını gösterdiler. Üretimi genişleterek gerçekleştirirken, daha fazla kâr için, işgücünün daha ucuza kapatılmasını, toprakların, pazarların ve hammadde kaynaklarının ucuza getirilmesini “bir gereklilik” saydılar ve bunu, gerektiğinde zor kullanarak, yasalarda gerekli değişiklikleri yaparak, polis ve askeri kuvvetleri devreye sokarak, siyasal gericiliği yoğunlaştırıp faşist kliklerin işbaşına gelmesini sağlayarak ve faşist diktatörlüklere kol kanat gererek gerçekleştirdiler.
Üretim ve sermaye genişleyerek uluslararası alana yayılırken, emperyalist tekeller, hâkimiyet mücadelelerini yalnızca başlıca emperyalist ülkelerin sınırları içinde kalarak yürütmekle yetinemezlerdi. Ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının bol olduğu topraklar, genellikle “uzak diyarlar”da; Asya, Afrika kıtalarında; Ortadoğu, Orta Asya bölgelerinde; Hindistan’da, Arabistan’da, Çinhindi’ndeydi.
Halklar ya bağımsız yaşama yoluna girecek, kapitalist-emperyalist uygarlığın hâkimiyeti ve köleliği dayatan hâkim yönünü reddederek özgür gelişme yolunda ilerleyecek ve kapitalizmi tasfiye ederek sömürü ve baskının olmadığı sosyalizmi kuracaklardı; ya da uygar emperyalistlerin, insan emeğinin insafsız sömürüsüyle elde ettikleri kaynak ve güçleri kullanarak dayattıkları sömürgeci boyunduruğa boyun eğeceklerdi.
Batı emperyalizmi, halklara kesintisiz biçimde ikincisini dayattı. Bağımsız gelişme ve özgür yaşama, ulusal bağımsızlığı ekonomik bağımsızlığa ve sömürüşüz sisteme genişletme çabası, ortaya çıktığı her yerde, büyük bir baskıyla ezildi, ezilmeye çalışıldı. Direnmenin görüldüğü yerlerde, faşist sürüleri ve CIA beslemesi kontra çeteleri harekete geçirilerek, kanla bastırılma yoluna gidildi. Uygarlıktan, insani değerlerden söz eden emperyalist akbabalarla, onların kanlı operasyonlarının çakal takipçilerinin, halklara karşı terörü bir mücadele ve bastırma yöntemi olarak benimsedikleri; insanın insanca yaşama umudu ve çabasını ezmek için, baskı ve saldırı güçlerini sürekli devrede tuttukları, halkların mücadeleyle elde ettikleri siyasal-sosyal ve ekonomik kazanımları silah gücü ve şiddetle, saldırıları yoğunlaştırarak gasp etmeye çalıştıkları, geçmiş “unutulsa” bile, günümüzün somut gerçeği olarak göz önünde, halklara dayatılan yaşamın bir yönü biçiminde varlığını sürdürmektedir.
Uluslararası önemde örnekler henüz unutulmayacak kadar taze durmaktadır.
Pentagon ve Beyaz Saray şefleri Vietnam’ı unutturabilirler mi? Yüz binlerce Vietnamlı emekçinin, Pentagon’un napalm bombalarının altında yanarak, kimyasal gazların yol açtığı işkenceyle can vererek, Vietnam’ın yeşil vadilerini ve sazlıklarını kanlarıyla sulamalarının nedeni, Amerikan, Japon ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeci politikası ve emperyalist işgal değil miydi? ABD emperyalizmi ve ondan da önce Fransız ve Japon haydutları Vietnam’da ne arıyorlardı? Laos’ta, Kamboçya’da, Nikaragua’da, Gine Bissau’da, Küba ve Kolombiya’da özgürlük isteyen, bağımsız yaşamak ve ülkelerini kendi güçleri ve kaynaklarıyla geliştirip uygarlık yolunda ilerlemek isteyen halkların karşısına emperyalist ordular niçin dikiliyorlardı? Pentagon’un savaş generalleri, CIA şefleri niçin bu ülkelerde işbirlikçi kontra çeteleri örgütleyip, mali-parasal ve askeri destek sağlayarak ve gerekli gördüklerinde dolaysız işgallere girişerek, işbirlikçi yönetimler oluşturuyor ve onları ikili anlaşmalarla kendilerine bağlı kılıyorlardı? Eğer kapitalizm ve kapitalist emperyalizm, ileri sürüldüğü gibi, özgürlük, eşitlik ve uygarlığın paylaşıldığı ve bütün ulusların eşit ilişkiler içinde bağımsız yaşama hakkına sahip oldukları bir mutluluk ve refah sistemiyse; Amerikan emperyalizminin dünyanın tüm kara ve denizlerine askeri kuvvetlerini yerleştirmesi ve bütün halklara kendi çıkarlarının ifadesi olan yaptırımları dayatması neyi ifade ediyor?
Batı emperyalizminin İsrail’de zorla oluşturduğu devleti, Arap halkları ve devletlerinin başı üzerindeki bir ‘keskin kılıç’ gibi kullanmaları; Filistin kasabı katil Şaron’u başbakan ve uygarlığın temsilcisi olarak selamlamaları neyin nesidir? İspanyol halkının ve uluslararası özgürlük kuvvetlerinin bir bölümünün katili Franko’yu işbaşında tutan, İran halkını ateşte “test eden” diktatör Şah Pehlevi’yi yıkımına kadar destekleyen, Şili halkının özgür iradesine emperyalist çeteleriyle “el koyup”, Pinotche adlı halk katilini işbaşına getiren, Somoza ve Salazar’ı sonuna kadar destekleyip besleyen onlar değiller midir?
Bunlar, kapitalist barbarlığın kanıtları değil de nedir?
Daha yakın döneme gelelim!
Tony Blair, İşçi Partisi konferansında Batılı emperyalistlerin “Afrika’da sürmekte olan savaşta polis rolü üstlenmelerini gündeme getirdi ve “barışın sağlanması için İngiliz askerlerini göndermeye hazır oldukları”nı ilan etti. Bu, İngiliz sömürgecilerinin Afrika’daki eski etkinlik alanlarında yeniden güçlü bir konum kazanma isteklerini açığa vurmalarıydı, ama aynı zamanda halklara karşı sürdürülen emperyalist baskı ve sömürgeci dayatmaların da itirafı özelliği taşıyordu. Blair, “insani” gerekçeler öne sürerek, emperyalist politikalara kılıf uydururken, “İngiliz politikasının yeni sayfalarını açıyordu. “Ruanda soykırımı gibi bir şey bugün yaşansaydı” diyordu, “bu ülkede de harekete geçmek gerekecekti.”
İngiliz sömürgeciliğinin yeni sözcüsü, Ruanda katliamının ABD ve Fransız emperyalistlerinin göz yumma ve bir biçimde zemin hazırlamalarıyla gerçekleştiğinin sözünü dahi etmiyor ve Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği kurtuluş mücadelesiyle yakın geçmişte adından söz ettiren Cezayir’le, Robert Mugabe’nin İngiliz-Amerikan emperyalist bloğunun tutumunu gözetmeyen bazı uygulamaları ve topraklarının bir bölümünün köylülere verilmesiyle dikkat çeken Zimbabve’yi hedefe koyuyor. Blair, “Zimbabve”deki Mugabe rejimi gibi kötü yönetimlere hoşgörü gösterilmemesini istiyor.
Blair’in daha pervasız dile getirdiği bu emperyalist gerici politika dünyanın her tarafında gerginlik ve çatışma öğelerinin birikmesine yol açmakla kalmıyor; aynı zamanda halklara karşı saldırgan sömürgeci politikanın emperyalist kapitalizm var oldukça devam edeceğini de kanıtlıyor. Örnekleri sürdürelim:
Balkanlar patlamaya hazır barut açısıdır. Bölgeyi patlamanın ve halkların daha kanlı olaylarda boğazlaşmalarının eşiğine getiren, emperyalistlerin hâkimiyet kavgaları ve çıkar çatışmalarıdır. ABD emperyalizminin bölgeye yerleşme çabalarını yoğunlaştırdığı dönemde, Alman burjuvazisinin, “arka bahçe” hayallerini gerçekleştirmek üzere, eski ilişkilerini harekete geçirerek ilk adımları atmış olması; İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalistlerinin bölgede yer kapma politikaları, Balkanları ateş hattı haline getirmiştir. Batı emperyalizmi, Balkanları, dünya hâkimiyeti mücadelesinin önemli stratejik bölgelerinden biri olarak, gerginlik içinde tutmayı politik bir tutum olarak çıkarlarına uygun görmüştür. Bunun sonucu, bir dönemler Batı emperyalizminin hakimiyet alanından uzaklaşmış olan ve tüm oportünist politikalarına karşın emperyalistleri rahatsız eden “özerk” politikalarıyla da dikkat çeken Yugoslavya’nın etnik kavgalarla kana bulanması olmuştur. Şimdi Makedonya’ya yerleşmiş olan NATO kuvvetleri, uygarlığın, barışın, özgürlüğün, refahın dağıtıcısı olarak değil; emperyalist çıkarların, hâkimiyetin ve baskının gücü olarak orada bulunmaktadırlar. Kosova’da UÇK çetelerine “bağımsızlık savaşçıları” maskesi giydirerek silahlandıran, Balkanlardaki konumunu güçlendirme ihtiyacındaki ABD emperyalizmidir. Bugün “uluslararası mahkeme”de yargılamaya aldığı Milosoviç gibilerini, Doğu Avrupa halk demokrasilerini yıkma eyleminin öncüleri olarak yetiştirenler de, Batılı emperyalist haydutlardan başkaları değildir. Polonya, Çekoslovakya ve Arnavutluk’ta gerici ayaklanmalar örgütleyip bu ülkelerin kapitalizme yeniden ve tam entegrasyonunu gerçekleştirmek için kanlı operasyonlar düzenleyenler, ABD emperyalizminin başını çektiği Batının sömürgeci güçleridir. Yugoslavya’yı bölerek yağmalayanlar, Cezayir’i kana bulayanlar, Ruanda’da bir milyona yakın insanın kasaplığını yapanlar, Falkland Adaları’na asker çıkarıp sömürgeciliğin tescilli temsilciliğini kimseye bırakmamaya kararlı olduklarını gösterenler, Filistin’de sömürgeci politikalarda ısrar edenler, Fransız, İngiliz, Amerikan ve Alman emperyalistlerinden başkaları değildir.
Kolombiya’da CIA tarafından örgütlenen işbirlikçi kontra çeteleri yoksul köylüleri kalabalık gruplar halinde katletmeye devam ediyorlar. Kolombiya gericiliğinin ve Latin ülkelerindeki bütün gerici hükümetlerin hamisi, ABD emperyalizmidir.
Irak, son örneklerden biri olarak, bugün de gündemdedir. Batı koalisyon ordularının 40 gün boyunca bombalayarak teslim almaya çalıştığı bu ülkede, birinci ve ikinci Körfez saldırılarıyla sağlanamayan kesin ve engelsiz boyunduruk, bugünün gelişmeleri fırsat sayılarak, gerçekleştirilmek istenmektedir. Irak’a uygulanan ve ABD’nin haydut şeflerinin başını çektikleri ambargo, bir milyona yakın Iraklı çocuk, kadın ve gencin, ilaçsızlık ve gıdasızlıktan kırımına yol açmışken; Batı başkentlerinin modern şatolarında oturanlar ve onların borazanlığını üstlenmiş besleme gazeteciler ordusu, “Saddam”ın terörü” ve “Batı uygarlığı”yla demokrasilerinden söz edebilmektedirler.
Burjuvazinin halklara saldırı için fırsat kolladığı ve burjuva demokrasisi üzerine vaazların kapitalist egemenliği korumaya hizmet ettiği, şimdi bir kez daha açıklık kazanıyor. 11 Eylül “terörist eylemi”nin bütün ülkelerde halklara karşı yeni saldırı dalgasının gerekçesi yapılması, bunu gösteriyor. Emperyalistler başı çektiler. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya, İsviçre, Belçika, Danimarka gibi ülkelerde “iç güvenlik” gerekçesiyle yasalarda gerici kısıtlamalara gidilir ve polis-ordu birliklerinin birleşik operasyonlarına yasal dayanak sağlanırken; birçok ülkede generaller ve polis şefleri “teröre karşı mücadele” adına, “terörün tanımı”nı gündeme getirdiler ve sisteme karşı mücadele eden ve hak isteyen herkesin bu tanım içine alınması için çabalarını yoğunlaştırdılar. Alman Otto Schily’nin, Blair’in, Türk Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun açıklamaları; Türkiye gericiliğinin, NATO’nun 5. Maddesi’nin Avrupa’daki “Türk örgütlerine karşı uygulanması” isteği, Batı’da “Arap ve Müslüman” olanlarla “terör” arasında bağ kurulması ve İslam ülkelerinden gelenlerin potansiyel tehlike unsuru sayılmaları, bu yönlü gerici anlayışların ve politikaların göstergesi oldu. Hemen bütün Avrupa ülkelerinde, İngiltere ve ABD’de, Türkiye ve diğer birçok kapitalist ülkede, cephe gerisini sağlama alma anlayışıyla iç gericiliğin güçlendirilmesine hizmet eden birçok yasal değişiklik gündeme getirildi. Hemen her ülkede hükümetler, bu yeni durumu fırsat sayarak emekçilere karşı daha önce yapmak isteyip de belli ölçüde gerçekleştirmenin ötesine gidemedikleri daha azgın saldırı paketlerini açarak, siyasal ve sosyal hakların gaspına giriştiler. ABD, İngiltere ve AB üyesi ülkeler, vize başvurularına yeni engeller çıkarmayı, pasaportlara parmak izi eklemeyi; ordunun iç güvenlik görevlerinde kullanılması için yasal değişiklikler yapmayı; ev baskını, telefon ve diğer iletişim araçlarının kontrolü için polis yetkilerini genişletmeyi; istihbarat örgütlerinin herkesi fişlemelerini kolaylaştırmayı ve kişilere ait bilgilerin arşivlenmesini, basın-yayın organlarının sansür edilmesini, kitle eylemlerine saldırıyı kolaylaştırıp ekonominin askerileştirilmesi yönünde adımlar atmayı; bütçelerden savaş tekelleri yararına aktarmalar yapmayı vb. gündeme getirdiler. Birçok ülkede “şüpheli” yolcu uçaklarının vurulması için savunma bakanlarıyla genelkurmay başkanlarına yetki tanındı.
Bugün daha da kızışmış ve bir ölçüde silahlı çatışmalar düzeyine yükselmiş bulunan emperyalistler arası rekabet ve güç gösterilerinin nasıl gelişeceği ve kimin daha fazla hamle üstünlüğü sağlayacağı henüz açıklık kazanmış olmaktan uzaktır. Bu bakımdan bir belirsizlikten söz etmek mümkündür. Ancak dünya hâkimiyeti için yürütülen kavgada, askeri güçlerin hareketlenmesi de dâhil, daha tehlikeli araç ve yöntemler devreye girmeye başlamıştır. Halkların aleyhine olan bu gelişmeler, dünyanın yeniden kana bulanmasına yol açabilecek niteliktedir. Bu yönlü gelişmelerin önünün kesilmesi talebi, bizzat emekçiler tarafından hemen bütün ülkelerde sokaklara ve alanlara taşınmıştır. Kuşkusuz bu ön kesme ve engelleme ve dünyanın emperyalist kasaplarını durdurma, ancak emekçiler tarafından gerçekleştirilebilir.

Kasım 2001

Emperyalist savaşın gölgesinde Kürt sorunu

Pentagon’a ve Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine uçaklarla yapılan saldırı, yeni bir emperyalist saldırganlık dalgasını da ateşledi. Dünya halklarının, özgürlük ve demokrasinin, halklarının egemenlik ve bağımsızlığının baş düşmanı Amerikan emperyalizmi, olayın hemen ardından tüm dünya halklarını ilgilendirecek denli kapsamlı bir “savaş” ilan etti. Washington ve New York saldırısının kitlesel bir katliama yol açmasını kazanca tahvil ederek, güç gösterisi ve tahakküme dönüştürmekte acele eden Amerika’nın dünyaya ilan ettiği “savaş”ta, ilk hedef olarak gösterdiği merkez ise ilginçti. Terörizm, ilkellik, barbarlık gibi kavramların yüklendiği, kin ve nefretin yöneltildiği hedef tahtası yapılan Afganistan; “modern dünya’nın yüz karası” olarak, diğer emperyalist güçler bakımından da ezilip yok edilmeyi hak etmişti! Tümü, el konulma ve yeniden paylaşılma konusu olan Afganistan ve çevresindeki stratejik bölgeden yağlı bir kuyruk kapmak, en azından bölgeyi tek başına ABD’nin eline terk etmemek amacıyla, hızla oluşan “terörizme karşı koalisyon’^ katıldılar. Rusya 1979’da işgal ettiği Afganistan topraklarından özür dileyerek yıllar sonra çıkmış olmakla beraber, acı hatıralarını muhafaza ediyordu. Almanya, küçük de olsa bir köprübaşı tutmak niyetindeydi, vb.
Gelişmiş silahlarını, füze ve toplarını, görünmez ve pilotsuz savaş uçaklarını Afgan halkının üzerine yönelten ABD’nin, tüm yerleşim yerlerini, yiyecek depolarını, hastaneleri bombalayarak yakıp, yıkarak yaratmak istediği etki; katledilen Afganistan halkının nezdinde tüm dünya halklarının baskılanarak teslim alınması ve köleleştirilmesidir. Emperyalist müdahale, şimdiden bir katliama dönüşmüştür. Biyolojik ve kimyasal silahların denendiği laboratuar olarak sonsuz vadiler, dağ ve ovalardan oluşan Afganistan’da halk ise, yeni silahların derecesini ve gücünü ölçen kobaylar olarak seçiliyor.
Rusya’nın Afganistan işgali kadar haksız ve halkların iradesini ayaklar altına alan bu havadan ve karadan saldırganlık, tüm dünya halklarının nefretini daha şimdiden kazanmış durumdadır.
Halkın “sosyalist” maskeli Rus işgalcilere karşı direniş tutumunu da yedekleyerek kendisine bağlamış ve Taliban’ı siyasi temsilci düzeyine çıkararak halkı köleleştirmiş olan ABD, dün onları halklara özgürlük savaşçıları olarak sunmuştu. Sosyalizmi karalamak ve anti-komünizmi güçlendirmek için bu durumu değerlendiren gerici uluslararası emperyalist güçler, bu defa aynı mihrakların, “kapitalist uygarlık karşıtı” olduklarına ve ölümü hak ettiklerine halkları inandırmaya çalışmaktadırlar.
Ancak Rus ve Amerikan emperyalizminin ortak karakteri, yirmi yıl arayla bir coğrafyaya yansıyarak halkların bilincinde bir aydınlanmaya da işaret etmiş bulunmaktadır. Bu ortak tutumlarının, onlar arasında bir kapışmanın olmayacağı anlamına gelmediğini de belirtmek gerek. Aksine, esaslı kapışmalara süreç içinde sahne olacak bölgede tüm emperyalistler şimdilik pozisyon alarak ilerliyorlar. Sağlanan “ittifakın kapışmanın unsurlarını biriktirerek sürdüğü bilinmez değildir.
11 Eylül olayını ülke içerisinde ırkçı ve şoven propagandanın malzemesi yapan ABD; arttırdığı kısıtlama ve baskıların mazur görülmesi gerektiği yönünde propaganda yapmakta, hatta “olayın faili olarak yakaladıklarımız bilgi vermiyorlar” gerekçesiyle işkenceye toplumsal meşruluk kazandırmayı amaçlayarak tüm dünya diktatörlüklerine cesaret vermektedir. Emperyalist güçler, tüm propaganda unsurlarını değerlendirerek, halkları birbirine karşı kışkırtıyor, yeni savaş senaryoları hazırlayarak, bölgesel ve iç karışıklıkların zeminini hazırlıyorlar. Bölgeler düzeyinde etnik ve dinsel savaşların kışkırtıldığı, komşu ülkeler arasında yeni itilaf nedenlerinin bulunduğu ve kaşındığı bir süreç işletilmektedir. Tüm komşu ülkelerin, ulus ve azınlıkların, din ve mezhep ayrılıklarının yeniden gündeme getirildiği bu gidişatın, halklar ve emekçiler için yıkım olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Bu gidişatı kırmak, birbirine karşı savaş haline doğru sürüklenen halkların emperyalist odakların gösterdiği güzergâhtan yol almasına müdahale etmek, halkları uyarmak ve süreci terse çevirmek için mücadele görevi, başta işçi sınıfının ve ezilen halkların partilerine düşmektedir. Bilimsel sosyalizmin öğretici geçmişinden çıkarılabilecek fazlasıyla sonuç vardır.
Bugün halkların yeniden bilimsel sosyalizmle buluşmaları ve devrimci politik tutum etrafında birleşmelerinin olanakları zenginleşerek güçlenmektedir. “Yeni Dünya Düzeni” aldatmacasının ekonomik, politik ve ideolojik etkisinden kurtulan geniş emekçi, aydın ve akademisyen çevrelerin kendilerine gelmelerinin, bölünmüş ve parçalanmış bulunan işçi ve emekçi hareketinin toparlanmasının olanakları genişlemektedir. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” çağrısının, somut gelişme karşısında pratik politika bakımından yeniden kazandığı önemi anlamak ve atağa geçmek gerekmektedir. Tüm emekçi yığınların emperyalizm ve gericilik karşıtı bir platformda birleşmesinin olanaklarını da sağlayan koşullar, dünya ölçeğinde; bağımsızlık, demokratik halk iktidarı, devrim ve sosyalizm davasının savunucularına büyük görevler yüklemiş bulunmaktadır. Tarihsel olayları ve kavgaları, gerici ve ırkçı duygu, ihtilaf ve itirazları, yeni pazarlar elde etme emellerine dönüştüren emperyalist güç odaklarının saldırganlığı karşısında halkların birliği ve kardeşliği büyük önemdedir. Tüm ulus ve devletler için gündeme getirilen emperyalist (ve gerici) kapışma zemini yönetici güç odaklarınca taraf buluyor ve güçleniyor olmakla birlikte, halklar arasında öfkeyle karşılanıyor.

EMPERYALİST HEGEMONYADA YENİ BİR SÜREÇ
YDD’nin yıllar önce ilan ettiği tüm amaçları iflas etmiş durumda. Dünya proletaryası ve ezilen halkları nezdinde örgütlenme erozyonu, sosyal hak gaspları, daha fazla işsizlik, yoksulluk, açlık ve düşkünlük olarak büyük tahribatlar yaratan küreselleşme politikalarının ve onun ideolojik hegemonyasının sarsılmaya ve yıkılmaya yüz tuttuğu, küreselleşmeye karşı gösteri ve protestoların gelişmiş ülkeleri tedirgin edecek düzeye yükseldiği bir tarihsel süreçte; “uçaklı saldırı” manivela olarak kullanılarak, çökmüş YDD konseptinin “barış” maskesi fırlatılıp atılmıştır. Ne Ortadoğu ne de Balkanlar’da “yeni düzen”ini yerleştirebilen haydut Amerika’nın, bir anda tüm “insani normları”ndan sıyrılarak ve YDD’nin demagojik argümanlarını ayakları altında ezerek saldırıya geçmiş olması, dünya jandarması olarak pozisyonunu güçlendirme ve bunun için gözünü budaktan esirgememe yöneliminin bir start işaretidir.
Bush’un olayın hemen ardından “silah başına” çağrısı yapması, dünya halkları nezdinde “dünyanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru sürüklendiği” yönlü değerlendirmelere neden olmaktadır. ABD’nin olaydan hemen sonra “kanıt” “belge”,”bilgi” ihtiyacı duymadan, tüm uluslararası kurum ve hukuk normlarını tepeleyerek, daha önce dikkatini yönelttiği Orta Asya’yı ve Afganistan’ı işaret etmesi, ardından Ortadoğu’yu ve Irak’ı göstererek “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” yönlü açıklamalar yapması; halklara yönelik bir savaş dalgasının başlatıldığı ve “dünyanın yeniden yıkılması ve düzenlenmesi isteği” olarak algılanmaktadır. Nitekim bölge büyük bir kapışmaya dönük olarak savaş unsurlarıyla tahkim ediliyor. Bölgedeki halk düşmanı baskıcı uşak rejimleri yeniden derleyip toparlayan Amerika; hizaya geçmemiş olanları da hedefe koymuş bulunmaktadır. Amerika’nın her dediğine “evet” dememiş olan birçok ülke yönetimi de, ABD’nin her an kendi ülkesine saldıracağı endişesiyle beklemektedir. Irak, İran, Suriye, Libya, Yemen, Kuzey Kore, Küba gibi ülkeler atış çemberi içerisinde bulunmakta ve “haydut devletler” olarak bu ülkelere saldırının dünya kamuoyu tarafından benimsenmesine çaba sarf edilmektedir. Yine de ABD’nin, halklarının İslami kaygılarını göz ardı edemeyen Suudiler ve Mübarek gibi eski müttefiklerini net biçimde ardında toplayamadığı görülmektedir.

HALKLARA YÖNELİK SALDIRGANLIK SÜREKLİ KILINMAK İSTENİYOR
11 Eylül olayı tüm gelişmiş kapitalist merkezleri sarsmakla kalmadı, askeri karargâhları da hareketlendirdi: Savaş uzmanları, generaller harekete geçti. Savaş arşivleri ve haritalar açıldı, hazır tutulan krokiler çekmecelerden çıkarıldı. Önceden kırmızı kalemle işaretlenmiş stratejik bölgeler, petrol, doğalgaz rezervleri barındıran bölgeler, ulaşım ve geçiş bölgeleri askerlerin postallarına açıldı. Halkların açlık, işsizlik ve zorbalık altında inlediği koşullarda, Amerikan emperyalizminin savaş uzmanları; dünya haritası üzerinde dolaştırdıkları çubuğu, Orta Asya’ya yönelterek Afganistan’ı işaret ettiler. Tesadüf değildi. Etnik çatışmaların işçi dayanağından, devrimci ve bağımsızlıkçı karakterden yoksun olduğu, bitkin, aç ve sefil halkların yaşadığı bu alanda, Orta Asya’da sağlanmış askeri, politik ve ekonomik üstünlüğün dünya egemenliği açısından da önemli olduğu bilinmektedir.
Üstelik bu, Orta Asya üzerindeki “150 yıllık Çin ve Rusya hegemonyasının kırılması” için “isabetli” bir seçimdi. Ancak ABD, her şeye rağmen bölgenin at koşturmakta boş olmadığını, Rusya ve Çin faktörünün önemli olduğunu bilmektedir. Ve karşılık olarak, hiçbir emperyalist güç ABD’nin Bin Ladin’i alıp gitmekle sınırlı kalacağını düşünmemektedir. ABD’nin Balkanlardaki Müslüman-Hıristiyan, Hırvat-Sırp-Boşnak çatışmasını Asya’da da yaratmak isteyeceği, bölgenin, özellikle Kafkasların buna uygun olduğu da bilinmektedir. Ayrıca, ABD Orta Asya’daki konsensüse itiraz etmiştir ve onu dağıtmayı amaçlamaktadır. Böylece, duruma ve soruna göre değişen ittifaklara da müdahale etmiş olmaktadır. Bu “kapsamlı” ve “on yıllarca sürecek savaş” aynı zamanda, Alman-Rus, Rus-Çin, Rus-Çin-İran birlikteliğine denk gidişata bir itirazdır. Ortadoğu’da ise, İsrail sorunundan dolayı güçlenen İslam-Arap halklarının birleşme eğilimine karşı duyulan rahatsızlık, Saddam’ın “nifak unsuru” olarak varlığını sürdürmesi ve Amerikan karşıtlığından dolayı Arap halklarında sempati yaratması gibi sorunları “çözmeyi” kapsayacak gelişmeler, bölgede Kürt sorununu da gündeme getirecektir.
Evet, saldırı ve savaş uzun sürecektir; çünkü amaçları, ne Bin Ladin ne de Taliban’ın derdest edilmesiyle sınırlıdır.

YENİ GERİCİLİK DALGASI HALKLARIN EMPERYALİZME KARŞI YENİDEN AYAĞA KALKMASINI ENGELLEYEMEZ
Asya’nın mazlum ve yoksul halklarının zulme ve sömürüye karşı her geçen gün büyüyen öfkesi, demokrasi ve özgürlük özlemi, emperyalistler tarafından çarpıtılmakta ve ters yüz edilerek halklar birbirlerine düşman edilmek istenmektedir.
Emperyalizmin uşağı gerici, dinci, faşist ve ırkçı baskıcı ve sömürücü bölge ülke yönetimleri bir kez daha kutsanarak, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen tüm halklara gözdağı verilmek, gerici cephe için ise karşılıklı güven tazelenmek isteniyor. Bu sürece uyum sağlayamayan bazı gerici uşak yönetimlerin “elden geçirilmesi”ni de kapsayan operasyon, tıpkı 1990’ların başında ilan edilen küreselleşme-YDD süreci gibi, önümüzdeki uzun yıllara yayılmış bir süreç olarak tasarlanmaktadır. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren güçler, ulusal demokratik ve halkçı hareketler, sosyal kurtuluş mücadelesi veren örgütler, işçi sınıfının devrimci parti ve örgütleri, dahası, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, demokratik cepheler ve birlikler, üzerlerinde “terör” estirilerek mahkûm edilmek, yalnızlaştırılmak, etkisizleştirilmek, bastırılıp yok edilmek istenmektedir.
Tüm ülke gerici egemen sınıfları, emperyalist dünya gericiliğinin yaydığı rüzgârın etkisiyle, yarım kalmış işlerini tamamlamaya, işçi sınıfının ve ezilen halkların bilincinde devrim ve sosyalizm fikrini yok etmek için, kin ve nefret kusarak kapitalist kölelik zincirlerini güçlendirmeye yönlendirilmektedirler. Ekonomik buhranın derin etkisi ve siyasi köleliğin çekilmez baskısından kurtulmak için silkinip, politik talepler ve siyasi iktidar için ayağa kalkacak halklar, korkutulmak istenmektedir.
Bunun için tüm ülkelerde hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar da tırmandırılmaktadır.

YDD VE KÜRESELLEŞME YALANI BİTTİ Mİ?
Bundan on yıl kadar önce, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasının hemen ardından, kapitalist demagoji merkezleri, “artık savaşların son bulduğu” nu vaaz ederek “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etmişler ve “globalleşmenin” startını vermişlerdi. Özgürlük, demokrasi, barış gibi halkların özlem duyduğu kavramlar, vahşi kapitalizmin sömürü ve zulmünü gizleyen perde olarak kullanıldı. Bunlar, parıldayan kavramlar olarak göz kamaştırdı! Ya bundan yana olmak, ya da karşı olmak vardı. Tıpkı günümüzdeki gibi: “Yeni bir savaş başlatılmıştır. Bu terörizme karşı bir savaştır. Ya bu savaştan yana olunacak ya da karşısında olunacaktır!” Ancak YDD’nin ilanından hemen sonraki sürecin aynı zamanda dünya ölçeğinde bir bölünme ve parçalanmaya denk düştüğü ve bu dönemin bir savaşlar dönemi olduğu bilinmektedir. Dönem, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin daha da derinleştiği, kazanılmış ekonomik, sosyal ve siyasal hakların budandığı bir sürece de karşılık geldi.
Bu yıllar, aynı zamanda kapitalizmin altın çağı oldu. Sömürü ve yağma ideolojik saldırıyla at başı yol aldı. Batı kapitalizmi ve burjuva demokrasisi hayranlığı aydın tavrı olarak güç topladı. Birey olma özgürlüğü keşfedilirken, devrim ve sosyalizm fikrine karşı kin ve nefretle, emperyalist odakların emir erleri gibi “örgütlenmiş” olarak hareket edildi. Emek kavram olarak bile yadsındı. Birçok parti ve örgüt yalpalayarak “Yeni Dünya”da bir yer edinme telaşına kapıldı ve eriyip tasfiye oldu. Öyle ki, devrim ve kurtuluş düşüncesi ve eylemi, emperyalistlerin dayatmasıyla, burjuva kulüp ve birliklerce kabul edilebilir olduğu oranda savunulur ve uğruna mücadele edilir bir düzeye çekildi.
Emperyalist kapitalistlerin, “insanlığın; barış ve güvenlik, özgürlük ve hukukun üstünlüğü gibi evresel özlemlerini gerçekleştirme” görevinde samimi olduğu kabul edildi. Bu yöndeki “tarihi açıklamalar” fazlasıyla önemsenerek ümit beslenip, beklentiye girildi. Oysa emperyalistler ve işbirlikçilerince, Filistin halkı kendi topraklarında katledilirken; Kürtler, Ortadoğu coğrafyasında bölünüp parçalanmış, esarete mahkûm edilmiş, inkâr ve asimilasyonla eritilip yok edilmek istenir ve demokratik hak talepleri kanla bastırılırken, bölgede birçok etnik grup ve halk kışkırtılarak, örneğin Bin Ladin “özgürlük savaşçısı” olarak desteklenmekteydi. Ancak sonuç orta yerdedir; emperyalist odaklar ürkütülmeden mücadele edilebileceği ve hak ve özgürlüklerin sahiplenilebileceği yanılgısı halklara pahalıya mal olmuştur.
Ancak tüm olup bitenler gerçeği su yüzüne çıkarmış, durumu ters yüz etmiştir. YDD iflas etmiştir. Dünya proletaryası ve ezilen halklar, emperyalizme ve gericiliğe karşı yeniden harekete geçme olanaklarını elde etmiş durumdalar. Bunu, tekelci kapitalistler, kendileri de görmeye ve itiraf etmeye başlamışlardır. Dünya devi Daimler Benz tekelinin eski başkanı Edzard Reuter İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde, ‘Küreselleşmenin Nedenleri, Etkileri ve Sonuçları’ konulu konferansta tüm dünya tekellerini şu sözlerle uyardı:
“Karl Marx ile Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’daki kehanetlerinin bir gün gerçekleşmelerini istemiyorsak, (…), para kazanma özgürlüğünü sınırlayacak, ekonomik faktörleri toplumsal ihtiyaçlara, ahlaki değerlere saygı göstermeye zorlayacak uluslararası planda geçerli kurallar koymaya çalışmaktan başka seçeneğimiz yok.(…) Küreselleşmenin herkesçe saygı gösterilecek bir takım kurallar altına alınmadığı takdirde dünyanın kültürel zenginliğinin ve insanlığın değerlerinin tehlikeye düşebileceğini, küreselleşmenin yarattığı bütün zenginliğe rağmen yoksulluğu ortadan kaldırmadığını, hatta zenginle yoksul arasındaki uçurumun daha da genişlemesine yol açtığını görmeliyiz.” (Milliyet, 18 Ekim 2001)

YENİ SALDIRGANLIK DÖNEMİNDE TÜRKİYE VE KÜRT SORUNU
ABD emperyalizminin yeni bir paylaşım savaşına kapı aralayan saldırgan tutumu dünya ölçeğinde ilgi ve kaygıyla izleniyor. Tüm gerici ülke egemenleri gibi Türkiye egemen sınıfları da durumdan faydalanma hesabındadır. Bağımsız bir ekonomi ve siyasi güce sahip olmayan, emperyalizme bağımlı kapitalist egemen sınıf, içinde bulunduğu derin ekonomik ve siyasi bunalımın tahrip edici sonuçlarının üstesinden gelebilmek için durumu vesile etmek istemektedir. Yıllardır devam eden baskı ve zorbalık koşullarına karşı yükselen tepki ve güçlenen demokratikleşme talebini, AB aday üyeliği kriterlerine dair formaliteleri yerine getirmek üzere rötuşlayarak karşılamaya yönelen egemen sınıflar; bir yandan da, etnik farklılıklarıyla tüm Türkiye halkını ezen ekonomik ve siyasi baskılara karşı gelişen toplumsal tepkiyi dağıtmak, “sosyal patlama” potansiyelini paralize etmek için baskıcı uygulamaları artırıyor. Amerika hapşırsa hasta olacak işbirlikçilik düzeyindeki yönetici güç odakları; Körfez Krizi’nin 30–40 milyar dolarlık savaş faturasını halka yıkmanın üzerinden daha bir kaç yıl geçmişken, yeniden, halka rağmen, ABD’nin savaş arabasına bağlanarak halkı savaşa sürüklemektedirler. Ambargo nedeniyle uğranılan kayıplar ve bölge ülkeleriyle ‘Amerika istiyor’ diye süren “düşman komşu” ilişkilerinin yarattığı diğer büyük kayıplar da cabası. Yine Kürt sorunundan kaynaklı olarak yıllardır süren savaş ortamının yarattığı tahribatları onarmak, bölgenin kalkınması ve halkın demokratik taleplerinin karşılanması yerine, bölge halkını derinden etkileyecek bir savaşa endeksli politika izlenmektedir. Kürt sorunundaki bildik tutum devam ediyor. Kürt sorunu “terör” sorunu olarak anılıyor ve bastırılarak “çözülmüş” sayılmak isteniyor. Üstelik 11 Eylül saldırısından sonra Amerika ve İngiltere’nin estirdiği rüzgâra yelken açmış gerici, ırkçı ve şoven yönetici güç odakları, baskı ve terörü yaymada “bulunmaz bir ortam” elde ettiklerini düşünmektedirler. AB ülkelerine serzenişte bulunarak, bugüne kadar yapılan katliamları, faili meçhul cinayetleri meşru ve anlaşılır kılmak istemektedirler. Yakılan ormanlar, tahrip edilen doğa, boşaltılan köyler ve yerinden edilmiş milyonlarca Kürde yönelik uygulamaların meşru ve yerinde bir tutum olarak değerlendirilmesi amacıyla, Kürt sorununun “terör” kapsamında değerlendirilmesi için atağa geçmiş bulunmaktadırlar. Kürt sorununda çözüme dair hiç bir adım atmamış olan egemenler, bu sorun dolayısıyla dünya kamuoyu ve ezilen halklar nezdinde haksız görülmekten ve yargılanmaktan kurtulmak için kılı kırk yarıyorlar!
Ancak, bölge halkının karşılanmamış talepleri canlılığını koruyor. Egemen sınıfların ANAP vasıtasıyla yaptığı ve umut yayan açıklamalar ömrünü doldurmuş durumda. PKK’nin bu mesajları abartarak ve bazen somut kazanımlara denk düşeceğine dair mesajlara dönüştürerek yarattığı beklenti ortamı da boşa çıkmış bulunuyor. Kürtlerin iki yılı aşkın süredir gösterdikleri sabırlı bekleyiş yerini homurtulara bırakıyor. Beklentinin süresiz olmayacağı dillendiriliyor. Ancak egemen sınıflar oyalama ve burun sürtüp teslim almak için değerlendirdikleri ANAP’a “yeter” diyerek, dur işareti vermiş oldular. Nihayet, ANAP Abant Toplantısı’nda “arabulucu” rolünün bittiğini ilan etti.
11 Eylül saldırısının ardından Afganistan’a yönelik saldırı ve süren katliamlar, birçok ülke yönetimlerinde olduğu gibi her ülkedeki politik mihrakların pozisyonunda değişikliklere neden oldu. Bu pozisyon edinme süreci devam edecektir. Özellikle ırkçı ve saldırgan, inkârcı ve imhacı ABD yandaşı yönetimler, bu süreci güçlenme ve ayak bağlarını ayıklama açısından değerlendireceklerdir.
Kürt sorununa dair gelişmelerin olabileceğine yönelik beklentiler de gözlenmektedir! Egemen sınıfın mevcut politikasını ağırlaştırarak sürdürme tutumuyla değerlendirilmek istediği süreçten; PKK ve işbirlikçi Kürt burjuva politik çevreleri tarafından ise, “iyiye” yorumlanacak gelişmeler beklenmektedir.
Bölge halkının demokratik haklarının “terör” kapsamına alınması uğruna gerici egemen sınıflar, emperyalist merkezlere her türlü tavizi vermeye hazır durumdalar. Ve bunun böyle olacağına dair fazlasıyla veri bulunmaktadır. Bir halkın toptan “terörist” ilan edilmesinin mümkün olmadığını bilen egemen sınıflar, hak ve özgürlük istemiyle ortaya çıkmış örgütlenmeleri bu kategoride değerlendirmek ve mahkûm etmek için atağa geçmiş bulunmaktadır. Diğer yandan Ortadoğu’daki diğer Kürt coğrafyalarıyla da yakından ilgileniyorlar. Irak Kürdistan’ındaki gelişmeleri yakinen takip eden Türkiye’nin yönetici güç odakları, bölgede ABD jandarması rolünü üstlenen İsrail’den geri kalmamaya çalışırken, ABD’nin hesapları kapsamında olduğu varsayılan Kuzey Irak’ta olası bir Kürt Devleti’ne ise endişeyle bakmaktadır. Bir yandan ABD’ye mahkûmiyet, diğer yanda kaygı ve endişe! ABD politikalarının ve çıkarlarının gereklerini yerine getirmeye mecbur edilmiş bir ekonomik ve siyasi bağımlılık içindeki egemen sınıflar, onun savaş politikasına da mahkûm durumdadır. Egemen sınıfın Afganistan’a yönelik saldırı ve savaşa bu denli gönüllü “asker” yazılmasında, Meclis’in asker gönderilmesine dair kanunun çıkarılmasında acele etmesinde, üslerin ve tüm olanakların hazır hale getirilmesinde, ekonomik ve politik mahkûmiyetin payı yadsınamaz.
Egemen sınıflar ekonomik ve siyasi çözümsüzlük içerisinde her gün daha çok çaresizliğe doğru yuvarlanırken, Irak’a saldırıyla yeniden gündeme gelmiş bulunan Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumu onları hepten çileden çıkarmaktadır. Ayrıca, K. Irak’ta bir oluşumun sağlanması, bunun ABD tarafından desteklenip silahlandırılarak kurumlaştırılması ve Saddam’a karşı dirayet gösterebilecek bir güç haline getirilmesi olasılığı; gerici Türkiye egemen sınıflarını son derece rahatsız etmektedir. Böylesi bir durumun bölgedeki dengelerde yaratacağı “sarsıntı”, bölge ülkelerindeki devasa Kürt nüfusu “kışkırtma” tehlikesi, tüm bölge gerici iktidarlarını korkutmakla beraber; Türkiye gerici egemen sınıfları, en fazla kaygı duyan taraf olarak, “uluslararası diplomasiyi” harekete geçirdi. Bu gelişmenin, kendi kaderini eline almak bakımından “emsal” olacağı korkusu, uykuları kaçıracak türdendir. Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği bir yana, bu yerinde bir kaygıdır! Hak ve özgürlük talep eden Kürtlerin her durumu kendi lehlerine değerlendirmek istemelerinden daha doğal bir şey olamaz. Üstelik böyle bir gelişmenin Türk işçi ve emekçileri tarafından desteklenmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle bütünleşmesinin olanakları da oldukça fazladır.
ABD’nin Irak, İran ve Suriye devletleriyle süregelen problemlerini böylesi bir dönemde gündeme getirmek istemesi ve bunun Kürtler için yeni bir konjonktür yaratması olasıdır. Ancak bunun, Kürtler ve onların politik temsilcileri tarafından nasıl değerlendirileceği önemlidir. İsrail’in büyük destekçisi olmaktan dolayı Arap halkının tepkisini üzerine çekmiş bulunan Amerika, manevra alanı daralmış İsrail’in yanına, Kürt işbirlikçilerini katmak istemektedir. Bölgede organize bir Kürt gücünün Saddam’a karşı değerlendirilebileceği hesaplanmaktadır. Yıllardır Irak halkına yönelik saldırı ve ambargolarla bir buçuk milyon Iraklının ölümüne neden olan Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül olayı vesilesiyle açmış olduğu yolu genişletmek ve saldırganlığı yaygınlaştırıp tüm petrol bölgesini, doğalgaz, maden ve enerji yataklarını, ulaşım ve taşıma yollarını kendisine bağlamak ve sorunsuz yıllar yaşamak için, Afganistan benzeri bir saldırıyı Irak’a yöneltmek ve yeni bir Irak yönetimi atamak istediğini açıklamaktadır. “Terörizm” merkezlerine saldırmanın benimsenmiş olduğu böylesi bir dönemde, bu, yapılmak istenecektir. Tüm kapitalist kurumlar yüzlerindeki “bağımsız” maskesini sıyırıp atmış durumdayken, bunu yapmak daha da kolay olacaktır. Tüm “hümanist”, “sivil ve bağımsız” örgüt ve kurumların gerçek yüzleriyle savaş yanlısı olarak dünya halklarına karşı açılmış saldırıda yer aldığı böylesi koşullar, buna müsait görünmektedir. Amerika; BM, NATO, AB, AK, AGİT, VATİKAN, KIZILHAÇ ve bilumum uluslararası “tarafsız” kurumu tarafına çekmiş ve savaş destekçisi olarak onlardan açık çek almışken, önümüzdeki süreçte, başta Irak olmak üzere, bazı merkezlere yüklenebilmenin koşullarını oluşturmaya çalışacaktır. Gerçi, Afganistan’dan Irak’a ve dolayısıyla Ortadoğu’ya döndüğünde, bölge açısından gelenekselleşme eğilimi gösteren çıkar farklılıkları nedeniyle, ABD’nin şimdi kendisine destek sunan güçleri ardında bulması beklenemez, hatta bir kısmını karşısında da bulacaktır. Yine de pürüzlü durumları taviz alış-verişiyle düzenlemeye yönelebilecek ABD’nin, Irak’ı sıraya koyması az olası değildir.
Ancak, Irak’a güçlü bir saldırı hareketiyle yüklenecek olan ABD’nin, Barzani ve Talabani kuvvetlerine bölgede yeni bir rol biçeceğinden korkmakta olan Türkiye gericiliği, Kürt sorununu “terör” sorunu olarak göstermede istediği sonucu elde edememiş olmakla hayıflanmaktadır. Bugün sıkça vurgulanan “haklı çıktık” söylemi de, bir züğürt tesellisi olarak boşlukta kalmaktadır. Bütün dünya kamuoyu bilmektedir ki, tüm göz boyama, yasak savma ve göstermelik düzenlemelere rağmen, bir süre önce Anayasada yapılan değişiklerin bir bölümü, Kürt sorunu kaynaklıdır. Demokratik hak ve özgürlük taleplerini baskı ve darbelerle bertaraf etmiş, idam işkence, cezaevi, kayıplar ve katliamlarla anılan egemen sınıflar, kötü bir sicile sahiptir. Türkiye egemen sınıfları, darbelerle anılan bir ülkenin yöneticileri olarak uluslararası sözleşmelerdeki insan hak ve özgürlüklerine dair yükümlülüklerini bile yerine getirmemektedir. “Türkçeden başka dilden yayın yapılamaz” yasağı hala devam etmektedir. Kültür ve dil üzerindeki yasaklar sürmektedir. Gerici, ırkçı ve şoven tutumda ısrar eden egemen sınıfların “şark kurnazlığıyla Meclis’ten alelacele geçirdikleri yasal düzenlemeler ne genel olarak ne de bölge işçi ve emekçileri tarafından demokratikleşmede bir aşama olarak değerlendirilmediği gibi, AB’nin ilgili komisyonlarınca da “gayri ciddi” bulunmuştur. Günlük yaşamda baskı ve yasaklar, gözaltında ölümler, gözaltı ve tutuklamalar, düşünceye baskı devam etmektedir.
Ancak, Amerika’nın Afganistan’a saldırısı üzerinden kendi yerini ve konumunu yeniden “önemli” olarak belirlemiş bulunan egemen sınıflar, kendi büyüklüğünü ve önemini ABD çıkarları üzerinden, onun için oynayacağı rol üzerinden hesaplayarak dile getirmektedir. Yönetici güç odakları, ABD’nin “güvencelerine” rağmen Kürt sorununda rahat edememektedir. Kürt sorunundaki olası gelişmeler ve bunun bölgede ve Türkiye’de yapacağı etki, sömürü ve baskıyla yönetmeyi tarz haline getirmiş bulunan egemen sınıfları kaygılandırmaktadır. Onların “Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının merkezi yerinde olması, Boğazlar ve Akdeniz’e hâkimiyeti ile stratejik ulaştırma yollarını kontrol etmesi, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bölgeye yakınlığı, jeopolitik ve jeostratejik önemine” dair açıklamalarına rağmen, Kürt sorunu ağır bir ayak bağı durumundadır. Böyle kaldıkça, egemen sınıfların, “NATO açısından dünün kanat ülkesi Türkiye, bugün bir cephe ülkesi durumuna dönüşmüştür” türü böbürlenmeleri de, bir şey ifade etmeyecektir. ABD ve AB, Kürt sorununu bir zaaf olarak değerlendirecek ve bu sorun üzerinden egemen sınıfları kendine mahkûm etmeyi sürdürecektir. Çekiç Güç’ün dinleme, gözetleme, istihbarat ve diğer gelişmeleri izlemek üzere kurulan bir Amerikan üssü/karakolu olduğu, başta Irak’a yönelik olmak üzere bölgedeki ABD çıkarları için konuşlandığı bilinirken, onun bir düşman kuvveti gibi telaffuz edilmesindeki neden, Kürt sorununa ilişkin tutumdan kaynaklanmaktadır. ABD’nin, Irak’a ve Saddam’a kin kusan politikalarının aracı ve destekçisi olarak, İncirlik üssünden Irak’ın topa tutulmasına ve katliamlara onay veren, ambargoyu destekleyen gerici egemen sınıfların, Afganistan’a yönelik savaştan sonra, ikide bir “Irak’ın toprak bütünlüğüne” dikkat çekmeleri, aynı zamanda, Amerika’nın başlattığı savaşın Afganistan ile sınırlı olmayacağını da göstermektedir. Kürt sorununda Saddam ile aynı tutumu yıllardır sürdürmüş bulunan egemenler, Saddam’ın ABD tarafından devrilmesiyle kurulacak yeni bir kukla yönetimden bile endişelenmektedir. Kürtlere statü sorununda, süregelen tutumun devamını ve onlara Saddam gibi davranılmasını istemektedirler. Bunun için diplomatik görüşmeler başlamış durumda. Barzani üst düzey yetkililerini Türkiye’ye göndererek, uşaklıkta oynamak istedikleri role Türkiye’nin taş koymamasını rica etmektedir. “Biz de Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız” kapsamında açıklamalar yapmaktadır. Ayrıca PKK’ye karşı mücadelede Türkiye ile işbirliğine devam edeceklerine dair yemin etmektedir. Ancak tüm taraflar Amerika’ya mahkûmdur ve son sözü Amerika söyleyecektir.

PKK’NİN EMPERYALİZM KARŞITI TUTUMUNDAKİ İKİRCİKLİK TEHLİKELİDİR
PKK durumun vahametini anlayamamış gözükmektedir. PKK yetkililerinden Duran Kalkan, Yedinci Gündem’deki röportajından Eylül olayını değerlendirirken, “Ortadoğu ve Kafkasya’da ABD çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme yapılacaktır” tespitini yapmakla beraber, aynı zamanda bir kafa karışıklığı içerisinde olduklarını da açığa vurmaktadır:
“Burada Kürtlere yönelik direkt bir yönelimin olacağını sanmıyorum. Kürtlerden yararlanma durumu, ancak sonrasında düzenlemeye katmama durumu olabilir. Yani yeni konseptin uygulanmasının ardından yapılacak düzenlemede yer verilmeyebilir. Dolayısıyla Kürtleri yakından ilgilendirecek yeni gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Burada Kürtlerin aleyhine de lehine de olabilecek durumların gelişmesi söz konusudur. Biz artık askeri, siyasi, diplomatik, sosyal ve toplumsal açıdan aktif dinamik bir gücüz. Uluslararası güçler Kürtlerin bu gücünü görmek zorundadırlar. Görülmemesi durumunda, bölgedeki istikrarın ve güvenliğin sağlanamayacağını bilmek zorundadırlar. Geleceğe bu perspektifle yaklaşarak kendimizi daha iyi etkili bir güç haline getirmemiz doğrultusunda mücadeleyi derinleştirmek durumundayız.”
Irak’a müdahale ve şiddet uygulayarak bir halkın iradesini ayaklar altına almaya kalkışan ABD’nin bu girişimine karşı durulmalıdır. Kürt işbirlikçilerinin açılacak cephede öne sürülmesine de karşı çıkılmalıdır. ABD için hayati önemdeki bir işbirliği halkların yararına olamaz. Irak halkına yönelik bir saldırıda Kürtler koçbaşı olarak kullanılamaz. Kaderini emperyalist saldırganlarla birleştirmemiş, ihanet içerisinde olmayan hiç kimse ve örgüt bu tutumu benimseyemez. Bu halklara ihanet, emperyalizme teslimiyet ve işbirliğidir. Üstelik gönüllü bir işbirliği! Diğer yandan; bir bütün olarak ülke ve bölge halkının iradesini temsil etmeyen, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerini hiçe sayan, ulusal ve demokratik talepleri ve egemenlik haklarını ayakaltı edenlerin, beyleri karşısında kıymetleri ve güçleri yoktur. Varlığını ve iktidarını ABD’ye uşaklığa bağlamış bir avuç egemen güç odağının, Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına aykırı tutum alması da olası değildir. Dolayısıyla, Türkiye egemen sınıflarıyla ABD arasında bu kapsamda yaşanacak sorunun boyutu bir çatışmaya dönüşmeyecektir. Türkiye egemen sınıfının ABD’ye direnmesi güç olmakla birlikte, bir kapışmanın yaşanacağını düşünmek de yanlıştır. Bu hesapların yürütüldüğü süre boyunca, PKK gelişmelerin yönünü algılamış ve değerlendirmeler yapmış olmakla beraber henüz sağlıklı sonuçlara varamamıştır. Ayrıca PKK’nin ABD’nin politikalarını olumlayan yaklaşımı yanlış ve tehlikelidir. Osman Öcalan ile yapılan bir röportajda durum şöyle değerlendirilmektedir:
“Türkiye bu konuda ABD ile zaman zaman ciddi sorunlar yaşamaktadır. Bir türlü esnek bir tutuma girmeyen Türkiye, ABD’nin de bölge politikalarının başarısını tehlikeye düşürür. Savaşın Afganistan’da başlayarak Ortadoğu’ya yoğunlaştığı dönemde Türkiye’nin daha fazla çözümsüzlükte diretemeyeceğini belirtebiliriz. O belli bir çözüm noktasına gelmek zorundadır. Çözümü sınırlandırabilir, ama çözümü kabul edecektir. Çözümü kabul etmezse ABD ve diğer uluslararası güçler Türkiye ile karşı karşıya geleceklerdir. Bu karşı karşıya gelişler, belki bir silahlı çatışma biçiminde olmaz. Türkiye’ye yönelik baskılar ve çeşitli yaptırımlar biçiminde görülecektir. Son derece ağır sorunlar yaşayan Türkiye rejimi bu baskılar karşısında fazla diretemeyecek, bir yere kadar çözüme evet diyecektir. Türkiye’nin söz konusu politikasının doğuracağı sonuç, Kürtlerin Güney Kürdistan’da devlet olmasını önleyebilir. Ama devlet olması önlenirken de Kürtlerin statü kazanmasını da kaçınılmaz olarak kabul edecektir.” (Yedinci Gündem 20–26 Ekim 2001)
Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki her gelişme ve çatışma ortamı, yönetici güç odaklarını ABD’ye daha çok mahkûm edecektir. Ancak, Türkiye egemen sınıfları ABD ile bir çatışmaya girmeyeceklerdir. 5 milyar dolarlık askeri kredinin silinmesi ve tekstil kotalarının genişletilmesi yemi takılı oltanın peşinde koşturan egemen sınıfların, emperyalizmin askeri, siyasi ve stratejik bölge politikalarına karşı koyamayacağı görülmelidir. Ayrıca, ABD böylesi bir ortamı yaratmayacak kadar hesaplıdır! Zira Orta Asya’nın bir kapışma merkezi olarak seçilmesi tesadüf değildir. Bölgede ABD ve emperyalistler için stratejik, ekonomik ve askeri olarak daha önemli merkezler bulunmaktadır. Ve ABD bütünlüklü düşünüp bir çok unsuru göz önünde bulundurarak dengeyi lehine çevirmeyi hesaplayacaktır. ABD için Kürt sorunu sadece bir unsurdur.
PKK’nin ABD’den bir çözüm beklentisi içinde olduğu görülmektedir. Türkiye’nin “evet” demek zorunda kalacağı “çözüm”ün ne olduğu tarif edilmese de, PKK’nin bu süreç içerisinde, Kürtlere dair bir statü beklentisi içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bugün hemen tüm bölge halklarının ABD’nin bölge politikalarına karşı mücadele etme eğiliminde olması gerçeğine rağmen, ABD’nin politikasından Kürtler lehine medet aramak boşunadır ve halkları yanıltıcı bir tutumdur. Süreç ve gidişat halk ile Türkiye egemen sınıfları arasındaki mesafeyi daha çok açacak ve ABD politikalarına itiraz, ezilen ve sömürülen halklardan gelecektir. Kürtlerin kazanımları da, bu karşı çıkış ve mücadele kapsamında olabilir. Emperyalizme, onun çıkarlarına hizmet eden her oluşum ve yönetime ve savaşlara karşı çıkacak ve çıkmakta olan, işçiler ve emekçi halktır. Egemen güç odaklarıyla emekçi halkların daha çok karşı karşıya geleceği bir süreç olarak ilerleyen gelişmeler sağlıklı değerlendirilmeli ve halkların emperyalist güçlere dair iyi duygular beslemelerine neden olabilecek eğilimlerden uzak durulmalıdır.
Bölge ve Kürtler bakımından bu süreç, PKK’nin ABD’den statü uman eğilimine ve emperyalizme karşı duruşundaki ikircikli tutumuna rağmen böyle işleyecektir. Halk demokratik talepleri için, Kürt sorununun barışçı, demokratik ve halkçı çözümü için mücadele etme isteğindedir. Bu süreç, Kürt sorununun çözümünde yeni olanaklar yaratabilir. Ancak bu, aynı zamanda gericiliği, emperyalizmi ve özellikle ABD emperyalizmini hedefleyen bir mücadeleyle gerçekleşebilir. Bu anlaşılmalıdır. Bu mücadelenin başarılması için ortaya çıkabilecek durumu çok yönlü kazanıma dönüştürecek araçlar yaratılmalıdır. Buna uygun eğitim, aydınlatma, örgütlenme mücadelesi yürütülmelidir.
ABD’nin Ortadoğu petrolleri ve Körfez üzerindeki egemenlik savaşında Saddam engelini bertaraf etmek için Kürtleri değerlendirmek veya kullanmak istemesi, sessizce ya da sevinçle karşılanacak bir durum olmamalıdır. Bu tutum Kürtlerin hayrına bir gelişme yaratmaz. Kürtler, ABD askeri olarak cepheye sürülerek bağımsızlık ya da statü sahibi olamazlar. Ve ayrıca, dışımızdaki gelişmelerin ortaya böyle bir sonuç çıkaracağını düşünmek ve bundan dolayı etkisiz kalmak ya da tutum belirlememek de, yanlış olacaktır.
Bugün tüm ezilen halklar ABD saldırganlığı karşısında tutum almak ve uluslararası dayanışma ve mücadele içinde olmak gibi bir görevle karşı karşıyadırlar. Öyle de olmaktadır. ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere tüm kıtalardan, savaşa, küreselleşmenin yarattığı sefalete, eşitsizliğe ve işsizliğe karşı gelişen yeni bir emekçi dalgasından söz etmek olasıdır.
Yakın bölgemiz bakımından halklar daha somut bir mücadele sorumluluğuyla karşı karşıyadırlar. ”Terörizme karşı savaş” demagojisi ve saldırı dalgası karşısında Kürtlerin boyun eğmesi için bir neden bulunmamaktadır. Ezilen ve sömürülen halkların, inkâr edilen ve asimilasyona tabi tutularak eritilmek ve yok edilmek istenen ulusların edilgin kalmaları beklenmemelidir. Bölgedeki tüm diktatörlükler ve baskıcı rejimlerin devrilmesi ve halkların özgürlük, demokrasi ve iyi bir yaşama kavuşmaları ancak kendi birleşik mücadeleleriyle olanaklıdır.
Bilinmez değildir; bu saldırının amaçlarından biri de, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini boğmak, dağıtmak ve yok etmektir. İşçi ve emekçilerin kapitalist güç karşısında dize gelip, teslim olmasını sağlamaktır. Amerikan saldırganlığını protesto eden iki Filistinlinin FKÖ askerlerince kurşunlanarak öldürülmesi, Arafat yönetiminin geleceği bakımından da öğreticidir ve bu politikanın etkisini göstermektedir. Bölgenin bir savaş alanına çevrilmesi ve ateşe verilmesi karşısında, bugün halklar tutum almaz ve mücadele etmezlerse; kamplaşma, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, egemen sınıf ile işçi sınıfı ve emekçiler arasında bir ayrışmaya ve mücadeleye denk düşmezse; yarın ortaya çıkabilecek boşluk ya da pozisyonlarda halklar lehine sonuçlar elde etmek olası değildir.
Konjonktürel olan dengeleri stratejik hesaplarla karıştırmayacak kadar köklü bir deneye sahip olan gerici Türkiye egemen sınıflan ve ABD emperyalizmi arasında, bölgede Kürtlerin statüsü üzerinden bir kapışma yaşanabileceğini ummak ve beklemek bir yanılgı olacaktır. Üstelik böyle bir ihtimalin varlığı bile, halklara emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele görevini yükler.
Emperyalizmin bir halkı boğazlamasına seyirci kalmak, hatta Barzani ve Talabani gibi bunu istemek, halk düşmanlığı ve emperyalizme uşaklıktır. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısını meşru ve kabul edilebilir olarak değerlendiren ve bekleyen Barzani ve Talabani gerici güçlerinin bölgede oynayacakları hiçbir rol ve etkinlik, Kürtlerin kazanımına ve demokratik hak ve özgürlüklerine hizmet etmeyecektir. Irak’a yönelik bir saldırıda, bugüne kadar olduğu gibi halk ezilecek ve katledilecektir. Irak halkının emperyalist Amerika tarafından boğazlanmasına onay veren hiçbir yönetim, tarih karşısında suçlu olmaktan kurtulamayacaktır. Barzani ve Talabani’nin emperyalist güçler safında asker olarak görev alması, Saddam diktatörlüğünün Kürtlere yönelik katliamlarına rağmen, haklı ve meşru görülemez ve kabul edilemez.
Bölgesel savaşlarda, gerici güçler ve emperyalistler arasındaki savaş ve kapışmalarda, halkların hak ve özgürlüklerini elde ettikleri durumlar olmuştur. Emperyalistler ve gericiler arasındaki kapışma ve savaşlardan halklar lehine sonuçlara varmak olasıdır. Ancak bu, halkların örgütlü mücadelesi ve önderliklerin doğru ve kararlı tutumları sonucu olmuştur. Emperyalistler ve gericileri hedef almak şartıyla, onlar arasındaki çelişkilerden yararlanılabilir ve bu, davaya hizmet edebilir; ancak onlardan birinin peşine takılarak halkların kazanacağı hiçbir şey olamaz. Barzani ve Talabani gibi işbirlikçilikte tescilli, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin karşısındaki düşman güçlerle kader birliği etmiş, bölge gerici ve baskıcı diktatörlükleriyle işbirliği yapmış temsilcilerin ise, Kürtlere sunacakları gelecek, olsa olsa, kölelik, baskı ve zulümdür. Saddam ile yeniden masaya oturmaları da beklenebilir olan bu işbirlikçilerin, politik bir tutarlılığı bulunmamaktadır. Bölgedeki muhaliflerini, emperyalist ve gerici ordularla el ele vererek ezmeye girişmeleri kuvvetle muhtemel olan bu işbirlikçi odakların, dün olduğu gibi yarın da, Kürtlerin hedefleri arasında olduğu açıktır. Emperyalizme ve Türkiye gericiliğine uşaklıkta kusur etmeyecek bu oluşum ve yönetimlerin bir kapışmaya gerek bırakmayacak kadar teslim olmuşlukları göz ardı edilmemelidir. Kuklaların bugün sahip bulundukları statü, Kürtlerin yaşamında ve geleceğinde bir ilerlemeye denk düşmemektedir.
Diğer tarafta, Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının Kürtlerin statüsüne ilişkin klasik tutumu sürmektedir. Ancak, böyle giderse, güçlü bir halk hareketi ve karşı koyusunun ortaya çıkacağına ve demokratik taleplerin birleşik ve güçlü bir mücadeleyle gündeme geleceğine dair veriler de bulunmaktadır. Açlık ve sefalet koşullarına mahkûm edilmiş, işsizliğin, eğitimsizliğin girdabına sürüklenmiş, sağlık ve beslenme sorunları karşısında çaresiz kalan ve sürünerek ölüm dayatılan, kültürel ve siyasal bakımdan dışlanmış, geleceği ve kaderi konusunda endişe içerisinde bulunan, göç ve sürgün yaşamının acılarını yaşayan büyük halk kitlelerinin egemen sınıfların bu dayatmalarına daha fazla boyun eğmeleri beklenemez.
Türkiye egemen sınıflarının ve işbirlikçi Kürt çevrelerinin barikatlarını aşacak ve güçlü bir halk hareketi olarak gelişecek potansiyele sahip bulunan bölge halkının durumu ve içerisinde bulunduğu koşullar iyi değerlendirilmelidir. Yaygın bir aydınlatma ve örgütlenme çabası yürütülerek, içinde bulunduğumuz koşulların önemi anlatılmalıdır. Sistem partilerinin dalavereleri ve yeni tuzakların boşa çıkarılması, yürütülecek çalışmayla başarılabilir. Bağımsız ve demokratik bir emekçi halk hareketinin gelişimi için koşullar yaratılmalıdır.
Barzani ve Talabani’nin çizgisinin Türkiye temsilcileri olarak, önümüzdeki süreçte rol almak isteyenlerin hesapları boşa çıkarılmalıdır. Ezilen ve sömürülen halkın kölelik koşullarının değişmesi mücadelesinin önünde engel olan bu gerici güçler, hangi sıfat ve maskeyle ortaya çıkarlarsa çıksınlar, oynayacakları rol işbirlikçiliktir. Ancak direniş ve mücadele tutumunu benimseyenler ve halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma mücadelesini sürdürenlerin yapması gereken; 11 Eylül saldırısını vesile ederek, halklara, “teröre karşı savaş” adına saldırı başlatmış olan ABD’ye karşı mücadele yolunu seçmektir.
ABD çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapacak olan Türkiye egemen sınıflarının, şiddete daha fazla başvuracakları önümüzdeki süreçte, buna uygun bir tutum geliştirilmelidir. Emek ve demokrasi yanlısı, hak ve özgürlük uğruna mücadele eden devrim ve sosyalizm güçleri bu dönemi değerlendirmede yetenek göstermelidirler. Mücadeleden başka bir yol yoktur ve halkın kaderini eline almasının koşulları da buradan geçmektedir. PKK’yi ezmeyi de hedefleyen bölgedeki ABD-Türkiye ve Barzani/Talabani planı, tüm bölgede halkın demokratik taleplerinin suiistimal edilerek ezilmesini hedeflemektedir. “Kürt entelijansiyası”nın, işbirlikçi Kürt diasporasının ve rant peşinde koşan kesimlerin, Amerikan saldırganlığı ve Afganistan’a yönelik “teröre karşı savaş” gerekçeli katliamlar karşısında sessiz kalmaları irdelenmelidir. Bu sessiz geçiştirmede Kürtlerin hayrına yorumlanacak bir durum yoktur. Kürt işbirlikçi çevreler PDK ve YNK, Amerika’nın vereceği görev bir yana, durumdan vazife çıkararak, bölgedeki Cund el İslam (İslam’ın Askerleri) örgütüne savaş açtıklarını ilan etmekle, Amerikan uşaklığında oynayacakları rolü göstermişlerdir. Ancak bu, ezilen ve sömürülen, yüzyıllardır emperyalizmin ve bölge gericiliklerinin boyunduruğu altında yaşayan özgürlük tutkununun olmadığı gibi, hiçbir halkın tutumu olamaz.

Kasım 2001

Bir mücadele biçimi olarak gösteriler

Gösteriler, kitlelerin belirli talepler için giriştiği ve böylece toplumsal duruma müdahale ettiği hareketlerdir. Sınıf mücadeleleri tarihi, gösterilerin çok farklı türlerine sahne olmuştur. Dünya emekçi sınıflarının bu alanda birikmiş tecrübesi, bugünkü ve gelecek mücadeleler bakımından büyük önem taşır. Toplumun ezilen kesimleri, iktidar kavramında somutlaşmış bütün baskı ve sömürü mekanizmalarını elinde bulunduran egemen güçlere karşı, kitlesel ve kolektif bir biçimde karşı koyarak mücadele etmiş, ezilen çoğunluğun ezen azınlığa karşı özlem ve taleplerini dile getirerek toplumsal karşı koyusun bir biçimini, ama en güçlü biçimlerinden birini, bir toplumsal muhalefet aracı olarak kullanmışlardır. Bu anlamıyla gösteri, politikaya doğrudan katılmanın da bir aracı olmuştur.

GÖSTERİLERİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİMİ
Bugün, zaman zaman (en son Cenova örneğinde ve savaş karşıtı eylemlerde görüldüğü gibi), gösteriler şiddetle karşılansa da, gösteri yapma hakkı, demokrasinin gereklerinden sayılmaktadır. Ama bu hakkın yasalaşmasının gerisinde uzun ve kanlı bir mücadeleler dönemi olduğu unutulmamalıdır.
Gösteri yapma hakkının tarihte ilk defa yasalarla güvence altına alınmasının izlerine İngiltere’de rastlıyoruz. Ama kitlesel hareket etme ve söz hakkının kitlesel olarak ifade edilmesinin yasalarca tanınıp ayrıntılarla tarif edilmesine, Amerika’da (1791) ve Fransız Devrimi sırasında Fransa’da (1791, 1793) tanık oluyoruz. Buradan, gösterilerin, asıl olarak kentlerin özel bir önem kazandığı, kitlelerin daha geniş topluluklar halinde üretime katıldığı kapitalizm döneminin karakteristik bir olgusu olduğu anlamı çıkarılabilir.
Avrupa’daki en büyük gösteri, 1789 yılında Fransız Devrimi sırasında gerçekleştirilmiştir. Ayaklanan Paris halkı meydanları kuşatmıştır ve sokaklardan insan seli akmaktadır. “Barış, Kardeşlik ve özgürlük” sloganlarıyla yürüyen ve her gün giderek büyüyen bu insan seli, monarşik yönetimin direnişini kırıp yenilgiyi kabul ettirene kadar devam edecektir. Feodal ayrıcalıklara, krala ve kiliseye karşı harekete geçen radikal burjuvazi, kitlesel gösterilerin gücünün farkında olarak, tüm halkı bu gösterilere katmak için özel bir çaba harcamış, sahneye “tüm halkın temsilcisi” sıfatıyla çıkmıştır. Gösterilerin temel insan kaynağını oluşturan işçiler, zanaatkârlar ve köylüler, monarşiye karşı burjuvazi ile birlikte hareket etmiştir.
Proletarya, ilerde bağımsız bayrağı altında yapacağı gösterilerin ilk eğitimini, burjuvazinin bayrağı altında, ama zaman zaman bağımsız hamleler yaparak aldı. Çok geçmeden jakobenlerin elindeki bayrak işçilerin eline geçti. Artık bütün o devrim Fransa’sının üzerinde dalgalanan üç renkli bayrağın yerini tek renkli (kızıl) bayrak almış, üç renkli bayrak ise gösterilere karşı saldırının simgesi haline gelmiştir.
Toplumsal adalet ve özgürlük istemlerinin işlendiği, kolektif toplumsal mücadelenin temel araçlarından biri durumuna gelen gösteriler, sanayi devrimiyle birlikte gelen çok ağır sömürü şartlarında, artık bütünüyle proletaryanın ve diğer ezilen kesimlerin devamlı başvurduğu etkili ve denenmiş bir protesto, direniş ve hak kazanma aracı olur. Burjuvazinin “devrimci barutu” tükenmiştir artık. İşçi sınıfının deney ve tecrübeleri artmış, artık kendisi için sınıf olmanın bilinci, sınıf örgütleri kurmayı dayatmıştır. Gösteriler, artık sadece kriz dönemlerinde ya da ihtiyaç halinde “çaresiz” kalmış emekçilerce başvurulan dönemsel, geçici bir araç değil, bir sınıf “hareketi”nin örgütlü olarak başvurduğu kalıcı ve sürekli bir mücadele biçimidir, işçiler, artık bir önceki seferde olduğu gibi kolayca kandırılabildikleri bir süreci geride bırakmış, kolektif bir temelde, örgütlü ve uzun süreli olan, hedefi ve bakış açısı belli gösteriler örgütlemektedirler.
Ve o gün bugündür, dünyanın işçileri ve emekçileri çeşitli düzeydeki talepleri için sermayeye, iktidara ve uygulamalarına karşı gösteriler yapıyorlar. Kimi kanla bastırılan, kimi barışçıl, kimi ekonomik talepler için, kimi doğrudan iktidar için, kimi binlerin, kimi yüz binlerin katılımıyla gerçekleşen gösteriler, 200 yıllık tarihin en belirgin görüntüsünü oluşturur.

ETKİLİ BİR MÜCADELE BİÇİMİ OLARAK GÖSTERİ
Gösterilerin toplumsal mücadelede böylesine yaygın başvurulan, zaman zaman tayin edici bir önem kazanan bir eylem biçimi olarak öne çıkması, rastlantı değildir. Belli bir talebi veya talepleri ifade etmenin, tüm topluma duyurmanın en doğrudan biçimi olan gösteri, -burjuva medyanın yok sayıcı ve saptırıcı rolünü hesaba katmak kaydıyla- bu talebin toplumun tümüne görece kolaylıkla iletilmesini de sağlar. Çoğunlukla barışçıl bir mücadele gibi gelişse de, bir güç sınama biçimi, böylece toplumsal bölünmenin karşıt sınıfları arasındaki güç ilişkilerinin bir göstergesi, bu güç ilişkilerinin değiştirilmesinin de aracıdır. Gösteriler, toplumun tümünde bir tutum belirlemeye, yanında ya da karşısında yer almaya çağrı içeriği de taşır.
Yani “yollar yürümekle aşınmaz” sözü demagojiden ibarettir, sermaye ve iktidarın emekçi eylemlerinden duyduğu korkuyu bir küçümseme görüntüsüyle örtmenin nafile çabasıdır. Ne kadar küçümsese, önemsemiyormuş görünse, demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu ilan etse de, emekçilerin kendi talepleri doğrultusundaki eylemleri, sermaye ve iktidarını daima korkutmuştur. Çok deneyimli bir sınıf olarak burjuvazinin bu korkusunu bir paranoya saymak mümkün değildir. Burjuvazi, gösterilerin gerçek etkisini ve yol açacağı sonuçları, gösterilere katılan emekçilerden çok daha iyi bilir.
Gösteriler, emekçi sınıfları daha ileri mücadele biçimlerine hazırlayan mücadele okullarıdır.
Gösterilere katılan işçiler, kendilerine dayatılan “kader”in ancak kendilerinin enerjik bir biçimde mücadele etmeleriyle değişebileceğini görmeye başlar ve kişi olarak mücadeleye katılmanın vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu kavrama eğilimi gösterirler.
Özellikle büyük mücadele anlarında sokaklara dökülen emekçiler, kolektif mücadele deneyimi elde ederler. Kitlesel olarak üretilen direniş ruhu ve kararlılık, gelişmelere karşı edilgen ve atıl tutumların terk edilmesini sağlarken, kolektif toplumsal gücün ve dayanışmanın farkının görülmesine ve morallerin yükselmesine yol açar. Bu durum aynı zamanda sistemin özel çabalar sarf ederek emekçileri sürüklediği ya da sürüklemek istediği bireysellik ve atıl kalmanın ya da boyun eğmenin, bir arada haklarını savunma ve sahip çıkma bilinciyle kırılmasını sağlar. Sırt sırta vermiş emekçiler, aynı amaç ve talepler için mücadele etmenin geliştirdiği duygularla, kendilerini aşarak, birlikte mücadele ettikleri kitlenin ayrılmaz ama aynı zamanda enerjik bir parçası olduklarını yaşayarak görürler.
Bu bilinç ve kitleselleşme, toplumsal gücün görülmesine ve kararlılığa yol açarken; gösterici, hedefe ulaşmanın bir rüya olmadığını ve gerçekleşmesinin mümkün olduğu gerçeğini nesnel bir ortam içinde kendi deney ve tecrübelerinin de yardımıyla kavramaya başlar. Kendisini, toplumsal bir varlık olmanın getirdiği görevlerle donatması ve sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği gerçeği, işçi ve emekçilerde, toplumsal yaşama ve örgütlenmesine ilişkin sorunlara karşı duyarsız kalınamayacağı bilincinin şekillenmesine yol açar. Haksızlık ve sömürüye, yalanlara, işsizliğe, rüşvet ve hırsızlığa duyulan öfke ve tepkiler, sokak ve meydanları doldururken işçilerin yönetimden, politikadan anlayamayacağı, bunun politikacıların işi olduğu şeklindeki egemen sınıf propagandaları göstericinin ayakları altında ezilir. Ortak bir hedef için hep bir ağızdan atılan sloganlar ve dile getirilen talepler, toplumsal bir görevi yerine getiriyor olmanın verdiği sorumlulukla birleşerek, egemenlerin çizdiği sınırların dışına çıkan ve tehlikeli boyutlara ulaşan “bilinçli bir kitleye”, dolayısıyla da maddi bir güce dönüşmüş olur.

EGEMEN SINIFLARIN GÖSTERİ KORKUSU
Egemen sınıflar, “tehlikeli boyutlara ulaşan” gösterileri engellemek için polisi, orduyu, açık ve gizli güçlerini devreye sokarak şiddet ve değişik terör yöntemleriyle engellemeye ya da dağıtmaya çalışarak tepkisini ortaya koyar. Gerekçeler hazırdır. Çünkü yüzyıllardan beri aynı gerekçeleri, içinde bulunulan ortamı da göz önünde bulundurarak, değişik biçimler altında kullanmakta uzmanlaşmışlardır. “Kışkırtmacıların örgütlediği, kontrolden çıkan, yasalara aykırı, birlik ve bütünlüğü tehdit eden” vb… Onlara göre, sokaklara dökülen yüz binlerce insan aslında ne istediğini bilmeyen, gözü dönmüş, tehlikeli bir kalabalıktır ve “demokrasi” bu ne yaptığını bilmez mantıksız insanların tehdidi altındadır! Politikaysa, onu zaten “yüce meclis” yapmaktadır… Sorun varsa hükümet çözecektir… O zaman sokakları ve meydanları doldurmanın gereği yoktur, hükümet bu “kendini bilmez”, “cahil insanlar”ın istediği politikayı uygulayamaz. Zaten her şeyi abartarak, her an tahriklere açık olan ve kutuplaşmalar yaratarak krizlere yol açan kesimler gösterilere başvurmaktadır!
Kitle hareketleri üzerine “araştırma” yapıp kitaplar yazan burjuva sosyolog ve psikologları, kitlelerin toplumsal değişim ve dönüşüm mücadelelerine kaynaklık eden sınıf çelişkilerini ve toplumsal eşitsizlikleri özenle gizlemeye çalışmış, kitlesel hareketleri “toplumsal huzuru” tehdit eden bir anlık ya da genel bir psikolojik dengesizlikle açıklamaya çalışmışlardır. Maddi yaşamı üretenlerin toplumsal yaşamın örgütlenmesini de başaracakları, alanlara çıkan kitlelerin bilinçli maddi bir güç oldukları gerçeği, onlar için saklanması veya çarpıtılması gereken olgular olmuştur. İleri sürdükleri tezler, sınıflı toplumlarda meydana gelmesi kaçınılmaz çalkantıların neden ve sonuçlarının egemen sınıflar lehine çarpıtılmasından başka hiçbir anlama gelmemektedir.

GÖSTERİLERİN GERİCİ AMAÇLARLA KULLANILIŞI
Gustav Le Bon “Kitlelerin Psikolojisi” (1895) adlı eserinde egemen sınıfların kitleler karşısında duyduğu korku ve düşmanlığı teorileştirir. Bireylerin özgürlük istemlerine karşı çıkan Le Bon, bu taleplerin kolektif biçimde dile getirilmesini ise “tehlikeli” olarak değerlendirir:
“Gözleri körleşmiş kitlenin gücü tarihin tek felsefesi durumuna gelir. Kitle içinde yer alan kişi artık kendisi değildir ve istemleri dışında hareket eden bir robota dönüşür. Kişinin ruhuna egemen olan özgürlük ihtiyacı değil bir iş yapma ihtiyacıdır ve kendilerini eyleme sürükleyenleri patronlarını dinler gibi dinlerler,”
Le Bon’un bu görüşleri çok geçmeden egemenler ve sermaye tarafından benimsendi. Kitlelerin kendi talepleri doğrultusunda sermaye ve iktidarlara karşı mücadeleleri “cahil kalabalıkların kör tepkisi” olarak aşağılanırken, emekçilerin eylemlerinin gerçek amaçlarından saptırılması, sermayenin çıkarları doğrultusunda gerici ve provokatif eylemlere sürüklenmesi için ise sürekli bir çaba harcanıyor. Tüm zamanları fabrikanın ağır çalışma koşullarında patronlar sömürülerini kat kat artırsın diye ellerinden alınan işçileri, bir de cahil diye aşağılamak, sermayeye özgü aşağılık bir tutum olsa gerek. Haklı bir talebin yüksek bilinçle veya sezgiyle dile getirilmesi, haklılığını ortadan kaldırmaz. Ama işçi gösterilerine kara çalan sermaye ve gericiliğin, emekçilerin geri bilincinden yararlanarak, onları emekçinin hiçbir çıkarının olmadığı gerici savaşlara, milliyetçi kampanyalara, dinci gösterilere sürüklemeye çalışması, emekçiden “gözleri körleşmiş” bir kalabalık olarak yararlanma çabasının apaçık ifadesidir.
Genel olarak tüm gericilik bu taktiği uygulamıştır. Naziler ve diğer faşist partiler, emekçilerin yakıcı taleplerine sahip çıkarmış gibi görünerek, işsizlerin ve giderek çalışan emekçilerin desteğini aldılar, provokasyonlarla, mücadele eden emekçi örgütlerinin sindirilmesi çabalarıyla, iktidara geldiler. Nazi profesörleri, faşist yönetimin bürolarında gece gündüz kitleleri nasıl etkileyerek düzene bağlayacakları üzerinde planlar yaptılar. Emekçilerin büyük bedeller ödediği, dünyanın kana bulanmasıyla sonuçlanan bu süreç, gericiliğin sahte halk dostu tutumunun teşhir edilmesinin, emekçilerin böylesi demagojiler karşısında uyarılmasının taşıdığı büyük önemi ortaya koyuyor.
Gösterilerde ortaya çıkan halkın gücünün farkına varan sermaye yüzüne halkçı maskesi geçirerek alanlarda gözü dönmüş faşist diktatörlerin, emperyalizm uşaklarının ve cunta adaylarının kitle tabanı ile ayakta durmasına çalıştı.
Hâkim sınıflar, başta ulusal, dini vb. önyargılar olmak üzere, toplumun özellikle de geri kesimlerini kolayca aldatabilecekleri değerleri kullanarak, kitleleri, faşist ve gerici propagandaların malzemesi durumuna getirebilmelerine bağlı olarak, toplumda askeri birlik ve disiplin sağlamaya çalışmaktadır. Mekanik bir tarzda işler duruma getirilerek, üstten verilen emirlerle hareket ettirilen kitleler, bütünüyle sistem tarafından kontrol edilmekte ve yapay bir birlik ve beraberlik etrafında sistemin ihtiyaç duyduğu biçim ve tarzda kullanılmaktadırlar. (Yakın tarihimiz bunun çok sayıda örnekleriyle doludur. 6–7 Eylül olayları, Maraş katliamı, Sivas olayları, cenaze törenleri, İtalya ve Fransız elçilikleri önündeki gösteriler vb). Sistemin güvence ve kontrolü altındaki gösteriler, hâkim sınıfların izlediği baskı ve sömürü politikalarını meşrulaştırmaya yönelik olduğu gibi, sokağın terörize edilmesinde ve diğer kesimler üzerinde terör estirilmesinde de sık sık başvurulan bir yöntemdir. Gerek ülkemizde gerekse de dünyanın değişik bölgelerinde hakim sınıfların bir provokasyon ve toplumsal baskı aracı olarak başvurduğu kitlesel terörün, büyük katliamlara ve yıkımlara kadar vardığını biliyoruz. CIA birçok ülkede gerici ve faşist yönetimlerin iş başına getirilmesinde diğer birçok yöntemle beraber bu yöntemi de kullanmıştır.
Güvenlik ve huzurun sağlanması adı altında, haklı talepler, gerici ve faşist yasalara sığınılarak kanla bastırılmış; hâkim sınıflar futbol maçlarından ulusal bayramlara kadar birçok alan ve ortamda “milli birlik ve bütünlük” izlenimi yaratarak gerici gösterileri teşvik etmiştir. Özellikle bunalımlı dönemlerde “milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine yapılan demagoji ve propagandalar, kitlelerin, özellikle de işçi ve emekçilerin yoğun baskılarla karşı karşıya oldukları dönemlerde yoğunlaşmış, buna paralel olarak da “sipariş” gösterilere ağırlık verilmiştir.
Toplumsal mücadeleler tarihi, sömürülen ve ezilen yığınların, haksızlık ve sömürüye karşı, bir başka sınıfın değil ama kendi talep ve çıkarları için politik ortama müdahale etmesiyle, tarihin akışının değiştiği yönündeki örneklerle de doludur. Kitleler bu değişikliklerin mimarları olmanın sevinç ve mutluluğunu yaşamış, tüm kuşaklara zengin deney ve tecrübeleri miras olarak bırakmışlardır. Hâkim sınıfların kendi gelecek ve çıkarları için kitleleri kullanarak yapmış olduğu değişiklikler ise, tarihe, insanlığın karanlık sayfaları olarak geçmiş, halklar ağır bedeller ödemişlerdir. Buna en iyi örnek, Nazi Almanyası’dır.
Kitlelerin kendi taleplerine sahip çıkarak, kolektif bir biçimde değişik içerik ve tarzda geliştirerek gerçekleştirdikleri gösterilerle toplumsal gelişmelere müdahale etmeleri sonucu, eşitlik, özgürlük, dayanışma ve adalet gibi yüksek toplumsal değerler oluşmuştur. Kitlesel gösteriler, toplumsal müdahale olduğu ve siyaset kitlelerin içine indiği ve halka kapalı düzen bürolarının ve bürokratlarının dışında geliştiği için hâkim sınıfların şimşeklerini üzerlerine çeker ve saldırılarına hedef olurlar. Sermaye, işçi ve emekçinin toplumsal gelişmeler içinde yer alarak aktif bir gösterici olmaması için, kitleleri gelişmelerden uzak tutacak ya da kayıtsız bırakacak her türlü askeri, politik, kültürel saldırı önlemlerini almaya çalışır. Vurdumduymazlığı, topluma yabancılaşmayı ve kişisel çıkarları teşvik ederek geliştirir. Sistemi ve ondan kaynaklanan sistem ilişkilerini ve yıkıcı sonuçlarını kader olarak göstererek, emekçileri baskı ve sömürülerine razı etmeye çalışır. “Toplumsal huzuru sağlamak” adına kitlelerin ortak hareket etmesini ve düşünce hakkını ağır cezaları öngören yasalarla kısıtlamanın ya da cezalandırmanın kendisi, toplumu güvencelerden yoksun etmekten başka bir şey değildir. Tersine, bu yasalar toplumsal huzur ve düzen karşıtıdır.
Kitlelerin toplumsal gelişmelere müdahale etme aracı olan gösterileri düzenin sınırları içinde tutarak hâkim sınıflara ve politikalarına karşı bir tehdit aracı olmaktan çıkarmak da bir düzen politikasıdır.

GÖSTERİLER VE ÖTEKİ MÜCADELE BİÇİMLERİ
İşçi sınıfının iktidar mücadelesi bakımından gösterilerin önemi açıktır. Ama gösterilerin kendi başına, her derde deva bir mücadele biçimi olduğu da düşünülmemelidir. Gösterilerin sınıf mücadelesinde gerçek işlevini görmesi, en başta, mücadele araçları bütünü içinde doğru bir yere oturtulmasına bağlıdır.
Gösteri, üretim sürecinde, mahalle hayatında mayalanan sorunların sokağa taşmasıdır. Bir gösteride bir araya gelen insanlar, gösteriden sonra aynı veya farklı üretim birimlerine, farklı mahallelere dağılırlar. Bu nedenle gösteri, üretim ve yerleşim birimleriyle bağı içinde ele alınmalıdır. Sırf sokağa yapılmış çağrılarla yığınların gösterilere çekilmesi kolay değildir. Gösteri, mahalledeki küçük toplantılarla, işyerindeki öfkeli tartışmalarla birleşmediği zaman kitleselleşemez.
Emekçinin gerçek gücü, yaşamı yaratma ve durdurma özelliğinde yatar. Bu nedenle de üretimi aksatmaya yönelmeyen bir eylemin başarı şansı daha baştan azalır. Bu da, işçi sınıfının en az gösteriler kadar etkili, en az gösteriler kadar yaygın bir mücadele biçimi olarak grevlerle gösterilerin birleştirilmesi, bunların birbirini karşılıklı olarak destekleyen eylemler olarak görülmesinin gereğini ortaya koyar.
Demek oluyor ki, gösteri, toplumun emekçi sınıflarından destek talep etmeli, üretim birimlerindeki, mahallelerdeki olabilir tüm mücadele biçimleriyle bir arada ele alınmalıdır.
Ama aynı zamanda gösterilerin sınıf mücadelesinin daha yüksek ve daha geri mücadele biçimleriyle ilişkisi de gözetilmelidir. Gösteri genel kavramı ile ifade edilen eylemler de, kendi içinde birçok farklılıklar gösterir. Patronun baskısını protesto etmek üzere sokağa çıkan işçinin eylemi de gösteridir, demokratik cumhuriyet ya da sosyalizm talebiyle sokağa dökülen yığınların eylemi de. Gösteri, farklı düzeyde talepler için girişilmiş kimi yerde barışçıl, kimi yerde sert ve çatışmak eylemleri kapsayan bir genelliği ifade eder. Bu bakımdan yığınların bilinçlenme seviyelerine, ruh durumlarına uygun olarak taleplerin genişletilmesi, gösterinin daha ileri biçimlerine doğru ilerlemesinin gözetilmesi gerekir. Mücadelenin bastırılması durumunda daha geri, mücadelenin yükselmesi ile daha ileri eylem biçimlerine hızlı bir geçiş, gösteriyi kendi başına bir protesto olmaktan çıkaracaktır.
Gösterinin zamanlaması da büyük önem taşır. Genel bir kural olarak, karşı tarafın dağınık, kararsız, şaşkın olduğu, buna karşılık emek güçlerinin moral düzeyinin yüksek, hazırlığın yeterli olduğu an, en uygun eylem anıdır. Özellikle ileri talepleri hareket noktası alan politik gösterileri ülkedeki genel koşullardan soyutlayarak, yol açacağı sonuçları hesap etmeden yapmak, telafisi uzun zaman alan gerilemelere yol açabilir.
Buna, 1917 Rusyası’ndaki 34 Temmuz gösterileri örnek gösterilebilir. Çarlık devrilmiş, emekçiler umuda kapılmış ama geçici Hükümet emekçilerin taleplerine sırtını dönmüştür. Bu durum işçiler ve askerlerde büyük bir tepki uyandırmakta, Bolşeviklerin kitleler içindeki gücünü artırmaktadır. Ama Lenin’in saptamasına göre, henüz erkendir. Olası bir gösteri, gericiliğe Bolşevik karşıtı bir saldırı imkânı tanıyacaktır. Bolşeviklerin tüm çabaları, öfkeli işçilerin bir silahlı gösteri yapmasını engelleyemez. Bunu bahane yapan gericilik Bolşeviklerin tüm yasal kurumlarına saldırır, tutuklamalar yapar, Bolşevikleri yeraltına çekilmek zorunda bırakır. Gösteri zamansız yapılmış, ağır sonuçlar doğurmuştur.
Gösteriyi, hem tüm mücadele biçimleriyle birbirini destekler tarzda ele almak, hem de hareketin yükselişi ve gerileyişini hesap ederek örgütlemek zorunludur.

SONUÇ: SOSYAL PATLAMA KORKUSU VE EMEKÇİLERİN KRİZE YANITI
Gösteriler, tüm güncelliğiyle, bugünün Türkiye’sinin de bir yanıyla gerçeği, gelişme dinamiği bakımından, yığınsallığı ve diğer mücadele biçimleriyle bağlantısı içinde bir diğer yanıyla da yakıcı bir ihtiyacı durumundadır.
Ülkemizin yakın tarihinde geri, ileri, ekonomik, politik -ve hatta egemenlerin kullandığı gerici- çeşitli biçimleriyle gösteriler yaşanmamış değildir. 1980 öncesi yaygın olarak başvurulan politik gösterilerle sonrasında Zonguldak’tan Ankara’ya büyük madenci yürüyüşü, en son bu yıl Emek Platformu tarafından düzenlenen 14 Nisan gösterileri, ilk akla gelenlerdendir.
Ve şimdi, emperyalistler ve işbirlikçilerinin işçi ve emekçilere, halka yönelik ağır saldırı koşullarında, IMF/DB Programı doğrultusunda ülkenin, sanayisi ve tarımıyla, işçisi, köylüsü ve esnafıyla tamamen çökertilmesi, işsizlik, sefalet ve açlığa mahkûm edilmesi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talanıyla Türkiye’nin bir “açık pazar”a dönüştürülmesi ve sömürgeleştirilmesinin tamamlanması “küresel” politikalarının uygulanma alanı haline getirildiği bugün, görece geri biçimlerden daha ileri olanlarına gelişmesi içinde gösteriler, yaşamsal bir önem kazanmaktadır. Yine aynı şekilde ABD’nin saldırılarının teşhir edilmesi ve ülkemizi savaşa sürme planlarının geri püskürtülmesi bakımından da gösteriler büyük önem taşıyor. “Sosyal patlama tehlikesi”nin egemenlerin, tekellerin temsilcilerinin en bilmişlerinden gizli servis raporlarına kadar herkesçe dile getirilmesi, bu öneme yapılacak her vurguyu haklı kılacak bir “işaret” sayılmalıdır. Milyonlarca emekçiyi, zaten yaşaya-geldikleri sefaletin ötesinde, önce işsizliğin ve ardından açlığın pençesine atan bir avuç tekelci ve sözcüleri, “sosyal patlama” ihtimalini bunca dillerine dolarken kuşkusuz bir korkuyu dışa vuruyorlar. Ama bir yandan da taleplerini doğru dürüst saptayamamış, yeterince ya da hemen hemen hiç birleşememiş, merkezileşememiş örgütsüz “patlama” beklentisiyle ellerini ovuşturanlar da yok değil.
İşçi ve emekçilerin ileri kesimlerine, şöyle ya da böyle örgütlü unsurlarına, örneğin sendikalara vb. tam da bugün bir rol düşmektedir. Taleplerin haklılığını ve ortaklığını hareket noktası edinecek işçi, emekçi ve işsiz kitlelerin gösterileri, bugün gündem edinilmeyecekse, görece olağan günlerde yasak savmacılıkla “gündem” ediniliyor gibi yapılması tamamen gereksizdir.
Önemli olan “sosyal patlama”nın “tehlikesi” üzerine konuşup yazıp çizmek değildir. Bunu egemenlerin sözcüleri yetirince yapıyorlar. Bu “tehlike”nin tekeller ve egemenlikleri için gerçeğe dönüşmesi bakımından asıl gerekli olan, onu bir “tehlike” olmaktan da çıkaracak tek temelin, bir “sosyal hareket’in gelişmesi için üzerine düşeni yapmaktır. Emperyalistler ve işbirlikçilerinin IMF/DB Programı’nın maddelerine ve emperyalist savaşa karşı ve kuşkusuz işçi sınıfı ile emekçi tabakaları, işsizler ve açlık çekmeye şimdiden başlayanlarla bir araya toplayacak ortak talepleri kalkış noktası edinecek gösteriler, bu sosyal hareketin hem bileşeni olacak hem de gelişmesinin yolunu açacaktır.
Şimdi egemenlerin ve saldırı programlarının karşısında yer alacak sosyal harekete ihtiyacın yakıcılığı kadar, bu hareketin biçimlerinden olan gösterilere olan ihtiyacın yakıcılığı tartışmasızdır. Sorun, her ikisinin de örgütlenmesindedir. Bu örgütlenmenin birbirini geliştirerek ilerleyeceğinden ve ileriye doğru çeşitli biçimler alarak gelişeceğinden kuşku duyulamaz. Yoksa “tehlike”, tehlike olarak kalacak ve “patlayınca” da emekçilere pek bir yararı olmayacaktır.

Kasım 2001

EK:

DÜNYADAN ÖNEMLİ GÖSTERİ ÖRNEKLERİ
1890’lı yıllarda 1 Mayıs kutlamaları ve diğer gösteriler sırasında işçiler, 8 saatlik işgünü taleplerini ifade edenlerle beraber şu sloganları atıyorlardı: “Savaşlarla değil emeğimizle yaşıyoruz (Chicago), “Çocuk emeği sömürüsüne son”, “Çocuklar okula fabrikaya değil”, (Chicago), “Kadınların gece vardiyalarında çalışması yasaklansın”, “Beyaz ve zenci işçilere eşit haklar” (Havana).
Bir yıl sonraki gösterilerde bunlara ek olarak başka sloganlar da atılır. Örnek olarak “Kumaşı diken de biziz çıplak gezen de”; “Ekmeği biz pişiriyoruz, ekmeğimiz yok”; “Politik tutuklulara özgürlük”.
1905 yılında Taşkent’te Rus işçiler çarlığın kışlık sarayı önünde gösteriler yapar ve ekmek talep ederler. Rus-Japon savaşı ve ağır sömürü koşulları nedeniyle insanlar açlık çekmektedirler. Ve Çar göstericilere ekmek değil Kazaklar’dan oluşturduğu katiller sürüsünü gönderir. Aynı yıl Varşova’da yapılan gösteriye aynı Kazak birlikleri vahşice saldırır ve 30’un üzerinde gösterici katledilir,
1909 yılında göstericiler “sosyal güvenlik”, “sağlık hizmetleri”, “sakatlık durumunda emeklilik”, “ölüm cezalarının kaldırılması”, “kadınlara oy hakkı”, “savaşa hayır”, “silahlanmaya hayır” ve “barış” sloganlarını tüm gösterilerde ön plana çıkarırlar.
1. Dünya Savaşı’nın daha ilk yıllarında emperyalist savaşın ürkütücülüğü ortaya çıkmıştır. 1916 yılının Şubat ayına kadar savaşta ölen Alman askerlerinin sayısı 670 bindir, yaralı sayısı ise 1 milyonun üzerindedir. 1916 yılının Nisan ayında işçiler Spartakus grubunun savaşa karşı çıkıp mücadele etme çağrısına uyarak sokaklara dökülürler.
“Yoldaşlar” diye başlayan Spartakus grubunun bildirileri, Karl Liebknecht ve yoldaşlarının emperyalist savaşa karşı tutumlarını dile getirmektedir. “Savaşa hayır. Emperyalizmin katliamlarına hayır. Kardeşlik ellerimizi Fransız, Belçika, İngiliz ve Sırp halkına ve dünyanın tüm halklarına uzatıyoruz. Düşmanımız Fransız, Rus ve İngiliz halkı değil emperyalizmdir. Bizim düşmanımız Alman kapitalistleri ve yönetimidir.”
Kari Liebknecht, Rosa Lüksemburg ve Clara Zetkin gibi komünist önderler halklara yönelik çağrılarında, silahların, çıkarları için dünyayı kana bulayan egemen sınıflara çevrilmesi gerektiğinin altını özellikle çizerler.
1 Mayıs 1916’da Spartakus Grubu Berlin’in Postdam Meydanı’nda bir gösteri örgütler. Akşamüstü saat sekizde başlayan gösteriye on binlerce insan katılır, Liebknecht’in barış, ekmek ve özgürlük taleplerini içeren konuşması coşkuyla karşılanır. Konuşmanın sonuna doğru “Kahrolsun emperyalist savaş, kahrolsun hükümet” deyince polis ve askerlerin saldırısına uğrar ve şiddet kullanılarak kürsüden indirilir. Tutuklanan Liebnecht öldürmeye teşebbüs etmek, devlet ve hükümete hakaret etmek ve yasalara uymamak iddialarından dolayı suçlu bulunur. Milletvekilliğinden atılan ve 2,5 yıl hapis cezası alan Liebknecht Yargıtay’a başvurur. Yargıtay cezayı az bularak 4,5 yıla çıkarır. (Phillip Foner, 1 Mayıs işçi Bayramı, sf 106,107, yunanca baskısı)
Yıl 1936. Amerika’da 1 Mayıs’ın 50. yıldönümü kutlamalarına 150 bin, Mexico’da ise 60 bin kişi katılır. 3. Enternasyonalin 1 Mayıs kutlamaları için yayınladığı bildiride ise dünya halkları, işçi ve emekçiler şu sloganlar etrafında gösterilere çağrılır. “Kahrolsun faşist saldırılar ve savaşa neden olanlar, kahrolsun savaş kışkırtıcı Alman faşizmi”, “Japon orduları Çin’den dışarı”, “İşgalci İtalya Etiyopya’dan dışarı”, “Yaşasın İtalya halkının faşizme karşı mücadelesi”,
“Kahrolsun faşizm, kahrolsun emperyalizm”.
1937 yılında New York’ta düzenlenen gösterinin en çok atılan sloganları ise şunlardır: “Kahrolsun Hitler ve Mussolini”, “Yasal İspanya’ya yardım”. Chicago’da ise göstericiler Franko’ya karşı mücadele eden İspanya halkının desteklenmesi çağrıları yaparlar.
1938 yılında İngiltere’de 500 binden fazla işçi Hyde Park’ta gösteri yaparlar. “İspanya’ya silah yardımı, barışa yardım demektir”; “İrlandalı demokratlar İspanyalı demokratları selamlar” sloganlarıyla İspanya halkının yanında olduklarını dile getirirler. Aynı yıl Paris’te yapılan kitlesel gösterilerde de “Silahlar İspanya’ya” sloganı atılırken, illegaliteye geçmiş olan Almanya Komünist Partisi, Almanya’da kitleleri Nazizme karşı mücadeleye çağıran bildiriler dağıtır.
1943 yılının 24 Şubat’ında Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM)’nin çağrısı üzerine binlerce Yunanlı merkezi meydanları doldurur. İşçi Merkezi ve Çalışma Bakanlığı’na doğru yürüyüşe geçilir. Yol boyunca Alman ve İtalyan askerleriyle çatışmalar olur. Göstericilerin bir bölümü bakanlığa girmeyi başarır ve işgal ordularına ait yiyecek maddeleriyle belgeleri tahrip ederler. 24 Şubat büyük gösterilerin başlangıcı olur. 5 Mart’a kadar yapılan gösterilerde onlarca gösterici katledilir. Her cenaze töreni on binlerce insanın işgal ordularına karşı direniş eylemine dönüşür.
Yıl 1953. New York’ta 1 Mayıs gösterileri yasaklanır. Buna rağmen 25 bin işçi “Kore’deki savaşı durdurun”; “Rosenbergler’e özgürlük”, “Kahrolsun McCartizm” ve “Nijeryalılar ve Portorikolular üzerindeki polis baskısına son” taleplerini 1 Mayıs talepleriyle birleştirirler. 1955 yılında Küba’da Batista’nın yasaklamalarına rağmen on binlerce işçi demokrasi, ekmek, özgürlük ve barış sloganlarıyla yürür. Polis azgınca saldırır ve yüzlerce işçi tutuklanır.

Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesi üzerine

Üniversitelerde 2001–2002 öğrenim yılı başladı. Yükseköğrenim sisteminin gerek fiziki-teknik yapısını gerekse içeriğini belirleyen neoliberal eğitim politikalarının yarattığı çok yönlü tahribat, geçen dönem olduğu gibi, bu dönem de gündemde olacak. Altyapı sorunları başta olmak üzere (barınma, derslik, teknik yeterlilik vb.), eğitimin paralı hale getirilmesinin yarattığı problemler, kayıtlar döneminden başlayarak daha ilk günlerde eski ve yeni öğrencileri kuşattı.
Bütün dünyanın gündemine oturan ABD’deki saldırılar ve sonrasında siyasi ve ekonomik açıdan yaşanan gelişmeler de, yükseköğrenim alanına yansıdı. Ülkemiz egemen sınıfları, yaşanan olayları, üniversite ve bilim üzerindeki baskıcı, yozlaştırıcı, emek ve halk düşmanı hegemonyalarına uygun olarak kullanmaktan geri kalmayacaklarını hemen gösterdiler. Bunun ilk örnekleri, daha açılış günlerinde ortaya çıkmaya başladı.
“Yüksek Öğrenim Komutanlığı”nın (YÖK) başında duran Kemal Gürüz’ün, üniversite rektörlerine gönderdiği genelgede, egemen sınıfların işbirlikçi tutumları doğrultusunda, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş ve terör politikalarının savunulması için yaptığı uyarı, üniversite ve bilim tarihine geçecek yeni bir utanç belgesi niteliğindedir. YÖK Paşası Gürüz’ün genelgeyi yayınladıktan birkaç gün sonra katıldığı İstanbul Teknik Üniversitesi’nin açılış töreninde attığı nutuk ve emperyalist savaş karşıtlarına yönelik tehditleri de, emperyalist savaş ve terör destekçiliğinde ısrar edileceğinin ifadesi olmuştur.
Belli başlı üniversitelerin YÖK yetiştirmesi hocalarının televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında yaptıkları savaşçı açıklamaları da unutmamak gerekir. Bunlara benzer örnekler, önümüzdeki günlerde de yaşanacaktır.
Görülüyor ki, neoliberal eğitim politikalarıyla sermaye ve piyasanın hizmetine koşulan üniversitelerin, kapitalist sistemin ve liberalizmin ekonomik, siyasal ve sosyal alanlardaki vahşi, yıkıcı sonuçlarının “bilimsel savunuculuğu” ile çizilen görevlerine yenileri eklenmiştir. Emperyalist savaş ve terörün açık savunuculuğunu yapmak, toplumu bu konuda ikna etmek için gerekli “bilimsel çalışmaları” yürütmek, dünyada oluşturulmak istenen ve ülkemiz işbirlikçilerinin de bir bileşeni olduğu gerici cephenin ideolojik, politik tetikçiliğini üstlenmek.
Sadece bu özet tablo bile, yeni öğrenim döneminde üniversitelerin gündeminin sıcak ve yoğun olacağını söylemek açısından yeterli veriyi sunmaktadır. Dahası bu tablo, dünya ve ülke gündemini belirleyen olay ve olguların, üniversitelerin gündemini doğrudan belirleyeceği bir sürece girildiğine işaret etmektedir. Bu da, dünyanın, ülkenin ve toplumun gündeminden yalıtılmış gibi duran, yönetenlerin bunun için özel bir çaba sarf ettiği, skolastik bir yapı arz eden üniversitelerin yerini, güncel politika açısından daha canlı ve duyarlı bir akademik hayatın alması açısından yeni bir durum ortaya çıkarıyor.
Bütün bunlar, önümüzdeki dönem yükseköğrenim gençliğinin mücadele gündemi açısından da belirleyici olan hususlardır.
Bir yandan, yaşanan olay ve olgular, egemen sınıfların, üniversiteleri sürüklendiği halka yabancı, ülkenin çıkarlarını savunmaktan uzak, bilimin yozlaştırıldığı yapıyı daha da belirginleştirip, yıkım ve bozuşmanın yarattığı problemleri daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarırken, öte yandan, üniversitelere bilimden, emekten ve ülkenin çıkarlarından yana bir tutumun egemen olmaya başlamasına olan ihtiyaç da yakıcılaşıyor.
Bu, birbirini koşullandıran karşıtlık içerisinde, egemen sınıfların ve YÖK’ün, üniversiteleri halkın değil sermayenin hizmetinde kullanmasının önüne geçmek, ülkenin çıkarlarına göre değil, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına göre şekillenen bir yükseköğrenim yapısına dur demek için mücadele etme ve örgütlenmenin önemi ve olanakları da her geçen gün artıyor.
Emek Gençliği, biriktirdiği deneyler üzerinden, önümüzdeki dönem üniversitelerde yürüteceği çalışmayı, daha ileri, militan, canlı ve çok yönlü bir düzeye yükselttiği oranda; ortaya çıkan olanakları doğru değerlendirip yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesinde daha etkin bir rol oynayacaktır.

2000–2001 ÖĞRENİM YILI
Geçtiğimiz dönem (2000–2001 öğrenim yılı) yükseköğrenim gençliğinin mücadelesinde, fen-edebiyat fakülteleri öğrencilerinin öğretmenlik hakkının (formasyon hakkının) kaldırılmasına karşı yürüttükleri mücadele önemli bir yer tuttu. Denebilir ki, uzun bir süreden sonra, ilk defa, üniversitelerde dönem boyunca gündemde kalan ve hemen hemen bütün üniversiteleri şu veya bu düzeyde içine alan eylemler gerçekleşti. Bir kaç üniversitede hukuk fakültesi öğrencileri sınavla avukatlık uygulamasına karşı eylemler gerçekleştirse de, asıl öne çıkan formasyon eylemleri oldu. Öğretmenlik hakkı için İstanbul Üniversitesi merkezli başlayan gösteri ve boykotlar, diğer illerdeki fen edebiyat fakültelerini de kapsayarak sürdü. Bazı üniversitelerde öğrenciler üniversite yönetimlerine geri adım attırırken, bazı üniversitelerde sonuç alınamadı. Harekete geçirebildiği yerlerde, ÖTK’ların bu mücadele sürecindeki rolü; Öğrenci Temsilcileri Konseyi’nin (ÖTK) doğru değerlendirildiğinde, öğrencilerin mücadele örgütü olarak taşıdığı önemi göstermesi açısından önemliydi.
Üniversitelerde geçtiğimiz dönem öne çıkan bir diğer husus, çeşitli konularda (IMF programları, emperyalist kültür, eğitim politikaları vb.) düzenlenen panel ve söyleşiler oldu. Üniversitelere hâkim olan neoliberal eğitim politikalarına karşı, sermaye ve piyasanın değil, bilimin ve halkın hizmetinde bir üniversite anlayışının savunulmasının öne çıktığı etkinliklere azımsanamayacak sayıda öğrencinin katılması; daha ileri düzeyde bir mücadele için üniversitenin taşıdığı potansiyeli ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Ancak bu etkinlikler, genel bir tartışma ve üniversitenin gündemini belirleyen bir sorgulamaya dönüşmedi.
Bu etkinliklerin düzenleyicisi olan kol, kulüp ve toplulukların az sayıda olması, birçok alanda kurulmuş bu tür öğrenci örgütlerinin sürece katılımının sağlanamaması, etkinliklerin büyük oranda ilerici, politik gençlik kesimlerinin katılımıyla sınırlı kalmasına neden oldu. Bu durumu yaratan diğer etkenler ise; bazı fakülte ve bölümlerde başlatılan girişimlerin karşılaşılan ilk engellerde kesintiye uğraması, etkinliklerin süreklilik ve yaygınlık kazanması için ısrarcı olunmaması ve çabuk pes etme gibi zayıflıklardı. Etkinliklere daha fazla öğrencinin katılması için gerekli çalışmanın yürütülmesindeki eksiklikler ve farklı düşünceleri savunan kişilerin tartışma toplantılarına katılmasını sağlamadaki yetersizlikleri de, bu etkenlere eklemek gerekir.
2000–2001 döneminde çeşitli üniversitelerde öğrencilerin yurt ve yemekhane sorunlarına ilişkin yaptıkları eylemler, eğitimin paralı hale getirilmesine karşı mücadelenin lokal düzeyde kalan örneklerini oluştururken, YÖK protestolarının yaygınlığı ve kitleselliği, son bir kaç yıldır YÖK’e karşı gerçekleştirilen eylemlerin devamı niteliğindeydi. YÖK’e karşı yapılan eylemler, geçtiğimiz öğrenim yılında öğrencilerin en çok katılım gösterdiği ve hemen hemen bütün üniversitelerde şu veya bu biçim altında gerçekleşen eylemler oldu.
Üniversite gençliğinin IMF programına karşı eylemlere ve 2001 1 Mayıs eylemlerine katılımı ise, ilerici, politik gençlik gruplarının kendi dar ve öznel çıkarlarını değil, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarını düşünüp, buna uygun ortak bir tavırla hareket ettiklerinde üniversitenin çehresini değiştirebilecek bir tepkiyi örgütleyecek gücün yükseköğrenim alanında mevcut olduğunu ortaya koyması açısından dikkate değerdi. Ancak bu duruma uygun hareket edecek, çalışmalarını bu gerçeği dikkate alarak sürdürecek bir yaklaşımın irili ufaklı gruplara hâkim olmasının “deveye hendek atlatmak” gibi bir şey olduğu da, defalarca ve defalarca test edilen ayrı bir olgudur.
Yukarıda en çok öne çıkan örnekleri ile özetlenen 2000–2001 öğrenim dönemi; yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesi açısından belirli bir hareketliliğin yaşandığı dönem olmuştur. Düne oranla ileri ve olumlu yönleriyle belli başlı ilklerin gerçekleşmesi söz konusudur. Ancak, süreklilik, yükseköğrenim gençliğinin ana gövdesini kapsama, öğrenci örgütlerinin merkezinde olduğu, kitlesel, merkezi bir mücadele, bu mücadelenin işçi, emekçi hareketiyle birleşme düzeyi gibi yönlerden ele alındığında, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme düzeyinin geriliği devam etmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesine güç katma, onu yeni ve kendi alanından bilimsel olarak zenginleştirme, gerek kendi hareketinin, gerekse emekçi muhalefetinin siyasallaşmasında ilerletici bir rol oynama açısından varolan boşluk devam etmektedir.
2000–2001 döneminde yükseköğrenim gençliğinin mücadele gündemini oluşturan sorunların birçoğu, yeni dönemde de varlığını sürdürüyor. Bu sorunlara karşı öğrencilerin tepkisi azalmak bir yana daha da artmış durumda. Dolayısıyla geçtiğimiz döneme ilişkin yukarıda yapılan kısa anımsatmalarda değinilen olumluluklar ve eksiklikler, Emek Gençliği’nin yeni dönemde yürüteceği çalışmalarda da dikkate alınmak durumundadır.

MÜCADELEDE İKİ BELİRLEYİCİ YÖN
2001–2002 öğrenim yılına girilen şu günlerde, yukarıda yapılan değerlendirmelerin de ışığında, Emek Gençliği’nin, Yükseköğrenim gençliğinin mücadelesini ilerletmek için yürüteceği çalışmaya yön verecek iki temel noktaya dikkat çekmek gerekiyor.
Bunlardan ilki; yeni bir dünya ve Türkiye’nin mümkün olduğu fikrinin, üniversitelerde, bütün bilim dallarıyla ilişkisi içerisinde (ekonomi, edebiyat, tarih, felsefe, fizik, kimya, biyoloji vb.) tartışılmasının örgütlenmesi ve bu fikrin üniversite camiasına hâkim kılınmasını sağlayacak bir çalışmanın kesintisiz ve yaygın olarak yürütülmesidir. Bu yaklaşım; bilimin, bilimsel bilginin devrimci olduğu fikrinden yola çıkarak, bilimin özgürlüğü için mücadeleyi, üniversite mücadelesinin merkezine almak demektir. Bir başka söyleyişle, şirketlerin, holdinglerin, kısacası sermayenin neoliberal eğitim politikaları sonucu, üniversite ve bilim üzerinde kurduğu egemenliğe, “üniversite ve bilim piyasanın ihtiyaçlarına yanıt vermeli” vb. iddialardan kalkarak bilimin özgürlüğünü yok etmelerine karşı mücadeleyi temel almayan tutum ve yaklaşımlar, üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini ilerletmekten uzak olan tutum ve yaklaşımlardır.
Üniversitenin mücadeleye katılımı dendiğinde, sadece üniversite öğrencilerinin, üniversite gençliğinin, anti-emperyalist demokratik bir çizgide mücadeleye katılması akla gelmemelidir. Üniversite öğretim üyeleri, öğretim görevlileri ve üniversite çalışanlarıyla birlikte bütün üniversite camiasının; bilimsel üretimin özgürce gerçekleştirilebileceği bir ortam, bu ortamın demokratikleşmesi ve sermayenin egemenliğinden her bakımdan kurtarılması için mücadele etmesi akla gelmelidir.
Üniversite camiasının anti-emperyalist, demokratik bir mücadele platformu etrafında birleşmesi ve üniversitede yaşanan sorunların (barınma, beslenme, parasız eğitim, özerklik, öğrenimin niteliği, akademisyenlerin ve üniversite çalışanlarının sorunları vb.) kaynağının bütün üniversite bileşenleri tarafından kavranması, bu sorunların çözümü için mücadelenin bilimin özgürlüğü için mücadeleyle olan kopmaz bağlarının görülmesinin sağlanması, Emek Gençliği’nin üniversite örgütlerinin asli görevidir.
11 Eylül’de Pentagon’a ve Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine yönelik saldırının ardından Türkiye’yi de doğrudan içine alan emperyalist savaş ve terörün ülkemiz ve dünya halkları üzerindeki tehdidine karşı yürütülen antiemperyalist mücadelenin, bu asli görevin, güncel ve başat konularından biri olduğu unutulmamalıdır. Yine, geçtiğimiz dönem sonuna doğru, bazı ÖTK temsilcileri ve profesörlerin ortak imzasıyla tartışmaya açılan neoliberal eğitim anlayışına karşı, bilimden ve halktan yana bir üniversite anlayışını ortaya koyan bildirge, bilimin özgürlüğü için yürütülecek çalışmaların önemli bir aracı olarak, bugün de geçerliliğini koruyor.
İkinci temel nokta ise şudur: kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi öğrenci örgütleri ve üniversite dergilerinin, bilimin özgürlüğü için yürütülecek mücadele etrafında birleştirilmesi, öğrenci örgütlerine bakışın yenilenmesi, çalışmalara aktif olarak katılan gençlerin Emek Gençliği saflarına kazanılması. Bir başka ifade ile bir yandan öğrenci örgütlerinin etkinliğinin artırılması, bir yandan da Emek Gençliği’nin yeni katılımlarla güçlenmesi.
Üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesindeki bu iki temel husus, üniversitelerdeki Emek Gençliği gruplarının yürüttükleri çalışmanın eksiklik ve olumluluklarını değerlendirmenin temel kriterleri olmalıdır. “Üniversitelerde üzerimize düşen sorumluluğu ne kadar yerine getiriyoruz? Mücadelede oynamamız gereken rol nedir ve bu rolü ne kadar oynuyoruz? Ne kadar başarılıyız ya da değiliz?” Bu ve benzeri soruların yanıtını gerçekçi ve ihtiyaca uygun bir zeminde ortaya koymanın yolu, çalışmamızın ne durumda olduğunu, yukarıda ortaya konan iki temel husus açısından teraziye vurmaktan geçiyor. Emek Gençliği’nin bütün örgüt ve üyelerinin, her günkü çalışmalarını bu terazide tartması, ilerlemenin anahtarıdır. Bu aynı zamanda; “dünya ve ülkede ortaya çıkan her yeni durum üzerinden dünyanın ve Türkiye’nin nereye gittiği sorusuna yeniden yanıt verip, bu gidişe müdahale etmek, bunun için varolan araçları kullanmak ve ihtiyaç varsa yeni araçlar yaratmak” diye tanımlayabileceğimiz günlük politik çalışmanın, üniversite mücadelesi üzerinden yapılabilecek en somut tarifidir.
Emek Gençliği’nin üniversite örgütlerinin saflarında, üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesi konusunda yapılan değerlendirmelerde ortaya çıkan ve bugünkü ihtiyaçlara yanıt vermekten çok, yakınmacı, kuru kuruya şikayetlenen, iddiasız, ilerlemek için gerekli halkayı kavramayan, sübjektif yaklaşımlardan kurtulmanın yolu da, sorunu yukarıda ortaya konan çerçevede ele almaktan geçiyor.
Şüphesiz buraya kadar ortaya konan hususlar, üniversitelerdeki Emek Gençliği örgütlerinin artan görev ve sorumluluklarına işaret etmektedir. Ancak, kendine ayak bağı olan, kurtulması gereken yanlış tutumlar ve yapılması gerekenler, bunlarla sınırlı değildir. Bu belirlemeler ışında, Emek Gençliği örgütlerinin çalışmaları açısından belli başlı hususlara değinmek, mücadele ve örgütlenmenin ilerlemesi açısından önemlidir.

ÖTK, KOL, KULÜP VE TOPLULUKLARDA MÜCADELE ÖRGÜTÜ OLMALI
Öğrenci örgütleri (kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi örgütler, her biri farklı amaçlarla kurulmuş olsalar da birer öğrenci örgütüdür), bugün büyük oranda üniversite gençliğinin mücadele örgütleri olmaktan uzak bir durumdadır. Bu durumun değiştirilmesi için, bu örgütlerin içinde yer almak, onları; bilimin özgürlüğünden, halktan yana, anti-emperyalist, bağımsızlık ve demokrasiden yana mücadele örgütleri haline getirmek, yeni bir dünya ve Türkiye fikrinin üniversitelere egemen kılınmasının önemli araçları olarak değerlendirmek gerekir.
Bu belirleme, her dönem Emek Gençliği’nin gündemindedir. Ancak, öğrenci örgütlerinin birer mücadele örgütü haline gelmesi için yürütülen pratik çalışmalarda yaşanan sorunlar, sıkıntılar, zorluklar; öğrenci örgütlerinin önemi konusunda yersiz tartışmalara neden olabilmektedir. Sorunu sadece bir kulüp kurmak veya varolan bir kulüp içine girip tek tük adam kazanmak ya da bu öğrenci örgütlerine üye olmayı yeterli görmek, bir kaç girişimden sonuç alamayınca, “bu iş olmuyor” deyip öğrenci örgütlerinin önemini küçümsemek vb. tutumlara sıkça rastlanabilmektedir. Dahası, mücadelenin zorluklarından hareketle, Emek Gençliği’nin öğrenci örgütlerine ilişkin yaklaşımını ucube yorumlarla eleştirmeye kadar varan eğilimler de görülebiliyor.
Oysa Emek Gençliği’nin gerek geçtiğimiz dönem gerekse bütün geçmiş dönemler içerisinde öğrenci örgütlerini birer mücadele örgütü olarak çalıştırma konusunda zengin deneyleri vardır. Öğrenci örgütleri aracılığıyla üniversitelerin gündemine damgasını vuran işler yapılmıştır. Emek Gençliği’nin bütün örgüt ve üyeleri bu deneylerden öğrenerek, çalışmasını çok yönlü bir temelde yürütmelidir.
Bunun için, birçok öğrenci örgütünün duyarsız, lümpen, liberal, sponsor peşinde koşan gerici konumunu sorgulamak, bu eğilimin egemenliğine karşı mücadele etmek, bunun için açıktan bir teşhir ve tartışma yürütmek, yapılması gerekenleri ortaya koyup üniversitenin bütün bileşenlerini silkeleyecek bir kararlılık, ısrar ve süreklilikle çalışmak; hem üniversitenin bir ihtiyacı ve bilim özgürlüğü için mücadelenin bir gereği hem de emek genci olmanın bir sorumluluğu ve bütün diğer politik örgütlenmelerden olan farklılığıdır.
“Emek Gençliği adına mı iş yapacağız yoksa öğrenci örgütleri adına mı?” gibi garip paradokslardan kurtulup, bunları iş yapmamanın dayanağı haline getiren tartışmalarda enerji heba edilmemelidir. Emek Gençliği’nin üniversite örgütleri, politik bir gençlik örgütü olarak yürüteceği bağımsız çalışmalarla, öğrenci örgütleri içindeki çalışmalarını, birbirini destekleyen, tamamlayan ve güçlendiren bir anlayışla ele almalıdır. Etkin olduğu öğrenci örgütleri aracılığıyla ve/veya politik bir gençlik örgütü olarak doğrudan kendi gücüyle bunu yaptığı oranda, üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini de ilerletecektir.
Emek Gençliği’nin mücadele birikimi, yersiz, anlamsız ve garip tartışmaları elinin tersiyle itip yukarıda ortaya konan temelde militan bir mücadele yürütmek için yeterli dayanağı sunmaktadır. Önümüzdeki süreçte bu yersiz ve anlamsız yaklaşımları terk edip, öğrenci örgütlerinde yer alıp, çeşitli etkinliklerle üniversitelerin içinde bulunduğu durumu sorgulayıp değiştirme ve bilim özgürlüğü için bu örgütleri mücadele merkezleri haline getirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.

EĞİTİMDE BEKLENTİCİLİK VE KOLAYCILIKTAN KURTULUNMALI
Bilimin özgürlüğü için mücadele, bir yandan üniversitede öğrenim yapılan her alanda, o alanın başarılı bir öğrencisi olmayı gerektirdiği gibi, her zaman olduğundan daha zengin bir ideolojik, politik birikimi, sosyalizm bilinciyle donanmayı da gerekli kılmaktadır. Bu ise, araştırma, okuma, öğrenme ve öğretme konusunda üniversiteye egemen olan “düşünce tembelliği”nden kurtulmayı zorunlu kılmaktadır.
Emek Gençliği grupları ve üyeleri açısından, “pratik işlerin çokluğu” gibi gerçekçi olmayan bir gerekçeye sığınarak, bireysel ve örgütlü eğitim çalışmalarına yeterli önemin verilmemesi kabul edilemez bir durum olmalıdır. Bugün Emek Gençliği üyeleri, sosyalizmin öğrencileri olarak, kendilerini sürekli eğitmek, yeni şeyler öğrenmek ve bu öğrendikleriyle mücadele düzeyini ilerletmek açısından önemli olanaklara sahiptir. Sorun, bu olanakların, titizlik ve “kıskançlıkla” ne kadar sahiplenildiği sorusuna açık yüreklilikle yanıt verip, verdiği yanıtın gereğini yapmaktır. Günlük işçi basını başta olmak üzere, partisinin süreli ve süresiz yayınları, programı ve Marksizm’in temel eserlerinin oluşturduğu “külliyat” dikkate alındığında (bir süredir çevirileri yapılan, önümüzdeki süreçte sayıları daha da artarak sürecek olan ve 1940-50’li yıllarda sosyalist bilim insanlarıyla burjuva bilimciler arasında yapılan tartışmalara ilişkin makalelerin önemini burada bir kez daha vurgulamakta fayda var), bilim özgürlüğü için mücadelede kendi fikirlerini cesaretle savunacak bilgiyle kuşanmak üzere yapılması gereken, öğrenme disiplinini elden bırakmamaktır. Beklenticilikten ve kolaycılıktan kurtulup, “iş başa düşüyor” deyip harekete geçmektir.

EMEK GENÇLİĞİ, YENİ KATILIMLARLA GÜÇLENMELİ
Bugün birçok Emek Gençliği grubunun yürüttüğü çalışma içerisinde tanıştığı, birlikte iş yaptığı gençlerin sayısı az değildir. Şüphesiz bununla yetinilmemeli ve gençlik kitleleriyle sürekli yeni bağlar kurma fikriyle hareket edilmelidir. Canlı, büyüyen, ilerlemek isteyen bir örgüt için bu olmazsa olmaz koşuldur.
Emek Gençliği üye ve grupları, bir yandan bu gerçeği bilerek çalışma yürütürken, bir yandan da saflarına yeni gençler kazanmayı ihmal edemez. Bu açıdan ele alındığında, mücadele içerisinde etrafında bir araya getirdiği, bağlar kurduğu gençleri Emek Gençliği saflarına katmayı “bilinmeyen bir tarihe ertelemiş” Emek Gençliği örgütleri hiç de az değildir. Kitle ilişkilerine bu gözle bakmayan, onları mücadeleye katma ihtiyacı duymayan, politika dışı bir hayat varmışçasına, onlarla örgütlü mücadelenin gerekliliğini paylaşmayan ya da “hazır değil, acaba uzaklaşır mı, yanlış anlarsa aramız açılabilir vb.” gerekçelerle cesaretsiz tutumlar takınan bir örgütün veya üyelerinin kitleleri kazanması, büyümesi, genişlemesi mümkün müdür? Bu soruyu bir Emek gencine sorduğunuzda elbette ki alınacak yanıt “hayır” olacaktır. Ancak bu noktada Emek Gençliği üyeleri kendilerine bir soru daha sormalıdır; “Peki ben böyle mi yapıyorum?” Bu soruya açıklıkla verilecek yanıt, örgütlenme konusundaki kendiliğindenciliğin düzeyini de verecektir.
Gerek üniversite gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin ilerletilmesi, gerekse Emek Gençliği’nin güçlenmesi (ki bu iki olgu her zamankinden daha fazla içice geçmiştir) bu kendiliğindencilikten biran önce vazgeçmeye bağlıdır. Aksi bir durum, bir mücadele örgütü ve onun üyesi tarafından kabul edilemez olmalıdır.
Emek Gençliği’nin üniversite grupları ve üyeleri, yukarıda ortaya konan bilinç ve sorumlulukla hareket ettiği oranda, üniversite gençliğinin ve kendisinin mücadele ve örgüt düzeyini de ilerletecektir.

Kasım 2001

Emekçiler içinde parti çalışmasının sorunları üzerine

Çeviren: Abdurrahman Çağırıcı

Bu sayımızda okuyucularımızın ilgisini çekeceğine inandığımız ve Türkçede ilk kez yayınlanan önemli bir belgeye yer veriyoruz: Çek-Slovakya Partisi temsilcisi Gottwald’ın Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun 1932 yılındaki 12. Oturumu’nda yaptığı kapanış konuşması. Belgede kitlelerin günlük mücadelesi, partinin bu mücadeleye yaklaşımı ve gerici-reformist fikirlerin etkisi altındaki işçilerin nasıl kazanılacağı konuları ele alınıyor, somut öneriler sunuluyor. Yazı başlığı bize aittir.

Çek-Slovak delegasyonu tarafından yapılan konuşmalar (Guttmann, Schwermann tarafından yapılan konuşmalar ve benim ortak raporum) hakkında yürütülen tartışmalarda çeşitli görüş ayrılıkları ve yanlış anlamalar ortaya çıktı. Bu nedenle kapanış konuşmamda bazı önemli sorunlara tekrar değinmek ve tavrımızı daha açık bir şekilde belirlemek gerekiyor.
İlk soru, komünistlerin kitlelerle, özel olarak da işçi sınıfıyla ilişkileriyle ilgilidir. Komünist Partisi, işçi sınıfının sınıf bilinci en yüksek olan kesimi, onun öncüsüdür. Bugün kapitalist ülkelerdeki Komünist Partilerin esas görevi işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmak ve proletarya diktatörlüğü için devrimci mücadeleye hazırlamaktır. Bunun yolu, onların günlük sınıfsal çıkarlarının kararlı, özverili ve tutarlı bir şekilde desteklenmesi ve savunulmasından geçer.
Şu ana kadar işçi sınıfı çoğunluğu, sınıf düşmanlarının etkisinde kalmıştır. Bunun nedeni yalnızca terörizm değil, aynı zamanda ideolojik etkiler ve işçi sınıfının kendi içindeki çeşitli sosyal farklılıklardır. Bunun sonucu olarak çok sayıda hayal, önyargı ve küçük burjuva görüş işçi kitleleri arasında yaygın olarak yaşayabilmektedir. Bunları hesaba katmak zorunda mıyız? Şüphesiz ki zorundayız! Kitlelerin eğilimlerini ve duygularını yakından bilmeli ve her somut durumda kitlelere yaklaşım yöntemlerimizi ve taktiklerimizi belirlemek için bunları incelemeliyiz. Onlar arasında hâkim olan somut duyguların durumunu göz önüne almadan kitlelere yaklaşmaya çalışan herkes, daima hedeften uzaklaşır.
Peki, bu, kendimizi geri unsurların ruh haline uyarlamamız ve kendimizi onların hayalleriyle bütünleştirmemiz gerektiği anlamına mı gelir? Hayır! Kendimizi onların gereksinmeleriyle, günlük sınıfsal çıkarlarıyla bütünleştirmemiz gerekmektedir. Zaman zaman değişen ruh halini tanımamız gerekir. Kendimizi bu duruma adapte etmemiz değil, onu aşmamız gerekir. Sınıf düşmanının etkileme çabasının bir yansıması olduğu için bunu da uygun araçlarla ve yöntemlerle gerçekleştirmemiz gerekir. Bu amaç için en uygun yol da kitlelerin kendi deneyimleridir. Konuşmamda aynı zamanda kitlelerden öğrenmemiz de gerekir demiştim. Bu doğru mudur? Kesinlikle! Çünkü kitlelerde muhteşem bir devrimci enerji ve devrimci girişim ruhu bulunur; bunu zincirinden kurtarmamız ve yönlendirmemiz gerekir. Komünist olmayan işçileri “gerici kitleler” olarak değerlendiren herkes, özellikle de devrimci yükselişin işçi sınıfının bütün kesimlerini sardığı bugün, yanlış yoldadır. Ancak kitlelerden öğrenilmesi gerektiği yönündeki bu ifade, kitlelerin istediği her şeyi kabul etmemiz ve pratiğe geçirmemiz gerektiği, kitlelerin kendi genel sınıfsal çıkarlarına ters düşen talepleri ileri sürme durumuna hiç düşmeyeceği anlamına mı gelir? Hayır! Benim belirttiğim şey pratikte çoğu kez kitlelerin objektif olarak karşı devrimci talepler ileri sürdükleri ve bizim bunları reddetmemiz gerektiğidir. Ben şunu dedim: “Kitlelerin kendilerinden gelen kısmi taleplerin hepsi de doğru ve kabul edilebilir değildir!”
Başka bir bağlamda, somut eylem birliği konusu bağlamında, şunları belirttim:
“Ayrıca söz konusu kitleler bizi belli bir durumda tam olarak anlamadıkları için ya da biz talepleri beceriksizce dile getirdiğimiz için başarısız olmuş olabiliriz. Böylesi durumlarda, özellikle de emekçi kitlelerle çalışmamız söz konusu olduğunda, bu gerçeği kabul etmemiz, kendimizi uyarlamamız ya da daha iyi bir deyimle, esnek olmamız, başka öneriler getirmemiz ve kitlelerin kabul edeceği başka biçimler kullanmamız gerekir.”
Bundan ne anlaşılmalıdır? Bunu bir örnekle açıklığa kavuşturacağım. Diyelim ki belli bir fabrikada ücretlerdeki kesintilere karşı bir mücadele örgütlemek istiyoruz. Fabrikada yapılan toplantıda hemen greve gidilmesini öneriyoruz, işçilerin çoğunluğu bu öneriyi reddediyor. Ne yapmamız gerekir? Gürültü çıkarıp işçileri azarlamamız mı? Hayır! Önerimizin reddedilmesi gerçeğini kabullenmek gerekir, çünkü işçilerin çoğunluğu olmadan kesinlikle greve önderlik edemeyiz. Ancak bununla yetinebilir miyiz? Hayır! Hemen, önerimizin reddedildiği yerde, diyelim ki bir gösteri veya belli bir süre için gösteri grevi gibi eylemler ya da farklı türden eylemler için başka öneriler getirmeliyiz. Tabii ki bu arada grev için propaganda ve hazırlık yapmalı ve çalışanların tümünü greve kazanabilmek için çalışmayı kesintisiz sürdürmeliyiz. Kendimizi “uyarlama”, bu şekilde anlaşılmalıdır. Bu tanımladığım süreç doğru mudur? Evet! Ancak kendimizi “uyarlamak” derken genel olarak kendimizi kitlelerin duygularına adapte etmemiz ve teslim olmamız gerektiğini önerdiğimiz anlayışı çıkıyorsa, konuyu bu şekilde koymakta ısrar etmiyorum. Özellikle de yanlış yorumlandıkları zamanlarda formüller üzerinde çok fazla ısrar etmemek gerekir.
Bu nedenle bu konuyla ilgili olarak çıkardığımız mantıki sonuç şudur: Komünistler kitleleri, tüm güçlü ve zayıf yönleriyle, oldukları gibi kabullenmelidirler. Kitleler arasında bütün durumlarda nasıl çalışılması gerektiğini, iyi yönlerinin nasıl geliştirilebileceğini ve zayıf yönlerinin nasıl aşılabileceğini ve bu şekilde de kitleleri yanımıza nasıl çekebileceğimizi anlamalıdırlar. Ancak bu, kitlelerin değişen ruhsal durumlarını tam olarak anlamadan ve kitlelere buna uygun bir şekilde yaklaşmanın somut biçimlerini, yöntemlerini ve taktiklerini belirlemeden gerçekleştirilemez.
İkinci soru, birleşik cephe oluşturulmasında önder olarak Komünist Partisi’nin rolüyle ilgilidir. Öncelikle bütün konuşmalarımızda aşağıdan bir birleşik cepheden söz ettiğimizi vurgulamam gerekir. Aşağıdan birleşik cephe yerine Sosyal Demokratlarla koalisyon politikasının geçirilmesi fikrini reddettiğimizi söylemeye gerek bile yok. Bu nedenle bu tartışma konusu bile değildir. Tartışmamız gereken şey, aşağıdan birleşik cephede önder olarak Komünist Partisi’nin rolünü nasıl gerçekleştirebileceğimiz sorunudur.
Birleşik cephenin önderi olabilmek için, önce birleşik cephenin yaratılması gerekir. Birleşik cephe nasıl yaratılmalıdır? Kitlelerin günlük gereksinmeleriyle ilgilenmek, onlara ortak mücadele çağrısı yapmak, onları harekete geçirmek ve mücadeleyi örgütlemek suretiyle. Böylece, birleşik cephe mücadele sürecinde ortaya çıkar. Mücadele olmadan birleşik cephe olamaz. Birleşik cephe içinde önderliğimizi bir ön şart olarak koyabilir miyiz? Hayır! Peki, o zaman önderlik sorununu nasıl çözümleyeceğiz? Bu sorunu proletarya demokrasisi temelinde ele almalıyız. Bir eylem, bir grev vb. için önderlik organlarını işçilerin kendileri, bütün işçiler seçmelidirler. Ve bu organlar içinde önderlik için mücadele etmeliyiz; önderlik rolümüzü bu organlar aracılığıyla gerçekleştirmeliyiz. Bu pratik mi? Evet! Buna yüzlerce örnek gösterebiliriz. Mücadelede inisiyatifi ele geçirdiğimiz durumlarda, kitlelerin başlangıçtan itibaren bizleri gerçekten önde gördükleri durumlarda, işimiz görece daha kolay ve basitti. Taktiksel önderliğimiz kitlelerin tümü tarafından memnuniyetle karşılanmasa da gelişmeler gereği kabul edilmişti. Örneğin Bohemya’nın kuzey doğusundaki madencilerin grevini alalım. Bu grevdeki bütün taktiksel önlemler Siyasi Büro içinde kararlaştırılmıştı. Ancak uygulamaya konmadan önce Komünistler tarafından demokratik bir şekilde seçilmiş organlarda, konferanslarda ve grev komitelerinde tartışılmıştı. Komünistler bu önlemleri bu organlara sunmuşlar ve onlar da bu konuda karar almışlar, bu şekilde de bütün işçi kitlesi tarafından alınan önlemler haline gelmişlerdi. Böylece madencilerin bu grevinde, Komünistler grev komitelerinde azınlıkta olmalarına karşın, fiili olarak önderliğimizi yaşama geçirdik. Bir başka örneğe bakalım. Yüz binlerce işsizin katıldığı işsizler hareketine önderlik ediyoruz. Baharda, bu hareketin en yüksek noktaya ulaştığı dönemde işsizlerin oluşturduğu 15 bin eylem komitesi vardı ve Komünistler bunlar içinde azınlıktaydı. Bu gerçeğe karşın, büyük mücadeleler sürdüren ve büyük maddi ve siyasi başarılar elde eden bu büyük birleşik cepheye biz, ama yalnızca biz önderlik ediyoruz. Çek-Slovakya Komünist Partisi, Çek-Slovakya işsizlerinin kabul edilmiş lideridir. Bunu herkes biliyor. Çatılarda serçeler bunu fısıldıyor. Peki, bu önderliği nasıl gerçekleştirdik? İşsizlerin demokratik olarak seçilmiş organları aracılığıyla. Ayrıca Karpatya Ukraynası’nda büyük bir köylü hareketi var. Bu harekete kim önderlik ediyor? Biz. Nasıl? Komünistlerin çok küçük bir azınlıkta oldukları, demokratik olarak seçilmiş köylü organları aracılığıyla. Madencilerin grevinde, işsizlerin hareketinde, başka birçok grevde ve Karpatya Ukraynası’nda kitleler Komünistlerin önderlik ettiklerini biliyorlar mıydı? Evet biliyorlardı! Bildiklerini de ortaya koydular. Madencilerin grevinin hemen ardından önemli madenci bölgeleri olan kuzey batı Bohemya’da ve Ostrau’da belediye seçimleri yapıldı ve bu seçimlerde ezici bir başarı elde ettik. Karpatya Ukraynası’ndaki belediye seçimlerinde de oylarımız hızlı bir şekilde artıyor. 1929’da hemen hemen hiçbir şeye sahip olmadığımız, ancak şu anda oyların açık çoğunluğunu aldığımız çok sayıda yer bulunmaktadır. 1929’la karşılaştırıldığında, genel olarak seçimlerde, ortalama olarak, oylarımızın artış oranı Karpatya Ukraynası’nda yüzde 46, Slovakya’da yüzde 56 ve bütün ülke çapında da ortalama olarak yüzde 34’tür. Kitleler mücadelelerindeki önderliğimizi işte böyle dile getiriyorlar. Buna ek olarak, burjuva basınından, kuzey batı Bohemya’daki madencilerin greviyle ilgili olarak etkili bir alıntı yapabilirim. Burjuva gazetesi olan Brüxer Zeitung, mücadelenin kırıldığı gün olan 20 Nisan’da yazılan bir başmakalede mücadelenin sonuçlarıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Bu grev bir Komünist grev değildi. Tam bir huzursuzluk ve öfke olarak başladı. Uluslararası idi ve siyasi içerikli değildi. Örgütlerin belirleyici bir öneme sahip olmadıkları gerçek bir madenci greviydi. Ancak Komünistler kurnaz insanlardır ve fırsat beklerler. Gözleri olan herkesin görebileceği bu şok edici olguya gözlerini kapamak çocukça bir şey olurdu. Komünistler ateşi körüklüyorlardı. Ancak yangın onların yardımı olmadan başlamıştı. Onlar en öndeydiler. Ancak bütün bölge onların arkasından yürüdü. İşçiler iki kez Brüx’e girdiler ve belki de militan tavırları henüz unutulmuş değildi. Fırsat ortaya çıkar çıkmaz Komünistler, başka herkesin kaçındığı yerde, hareketin başında yerlerini aldılar ve bunu sonuna kadar korudular. Ancak onları takip edenlerin arasında, isimleri, Alman ve Çek, Marksist ve ulusal diğer sendikaların listelerinde bulunan birçok kişi vardı. Bunlar şimdi bağlılıklarının nerde yattığını ciddi bir şekilde düşüneceklerdir. Başka bir grev olduğunda hangi bayrak altında savaşacakları belirsizdir…
“Ne yazık şu bir gerçektir ki, Kuzeybatı Bohemya’daki maden bölgelerinde etkisi büyük ölçüde azalmış olan Komünizm, bu grevle hayal edilemeyecek derecede yeniden güçlenmiş, genişlemiş ve tekrar bir güç haline gelmiştir. Bu mücadelede gerçek zafer kazanan Komünizm olmuştur. Bu gerçek hem siyasi olarak, hem başka açılardan kendisini hissettirecektir.”
Belki de, bütün militan işçilerin demokratik olarak seçilmiş organları aracılığıyla birleşik cephedeki önderliğimiz sırasında, Parti’nin kişiliğinin çok fazla belirsizleşmiş ve perdelenmiş olduğu ve bu yüzden açık bir şekilde ifadesini bulamadığı itirazı gelebilir. Bu doğru mudur? Hayır! Sözünü ettiğimiz gerçekler bunu ispatlamaktadır. Peki, devrimci Komünist görüşlerimizi ve ilkelerimizi kitlelerden gizliyor muyuz? Deyim yerindeyse kitlelerin önüne Komünistler olarak çıkmaktan utanıyor muyuz? Hayır, tam tersine. Kitle eylemlerinin seçilmiş organlarında Komünistler olarak öneriler getiriyor ve bunları savunuyoruz. Mitinglerinde, toplantılarında ve gösterilerinde Komünistler olarak konuşuyoruz. Sözlerimizle ve de eylemlerimizle, kitleleri, iktidar için silahlı mücadele de dâhil olmak üzere, bütün görüşlerimizin doğruluğuna ikna etmeye çalışıyoruz. Emin olmak için, somut mücadelemizde, mücadele ve eylem için somut önerilerimizde, tek tek somut eylemler durumunda, somut mücadeleye yönlendirmek istediğimiz kitlelerin ulaştığı somut olgunluk düzeyine kendimizi uyarlıyoruz. Bu yapılan doğru mudur? Bence kesinlikle doğrudur! Bir yoldaş burada, Parti’nin yüzünün gizlenmesinin kendisini, kuzey batı Bohemya’daki ve Brünn’deki grev sırasında, birleşik cephenin bölünmemesi için, Kızıl sendikalara üye kazanma çalışmasının tarafımızdan açık bir şekilde yasaklanmasında gösterdiğini belirtti. Bu doğru değildir. Gerçek şudur ki, grevin başlangıcında, Parti ve Kızıl sendikalara üye kazanılması konusunun grev komitelerine sorulması yönündeki bir öneriyi reddettik. Bize bu öneriyi reddetmemizin yanlış olduğu söylenebilir. Bunun yanında grevin sonunda Brüx’te yapılan birleşik konferansta bir çağrı yayımladık ve konferans madencilere Kızıl madenciler sendikasına katılma çağrısı yaptı. Bu konferansta başka bir şey daha önerdik ve geçirdik. Yani bütün madencilerin bir bütün olarak Komünist 1 Mayıs gösterilerine katılması gerektiği yönünde bir karar geçirildi. Bunun sonucunda muhaliflerimiz tarafından düzenlenen 1 Mayıs gösterileri ya hepten iptal edildi ya da başarılı olmadı. Bunun yanında kitleler bizim gösterimize katıldılar ki buna kendi pankartları arkasında birer bütün olarak katılan Sosyal Demokrat ve Çek Sosyalist örgütler de dâhildi. Parti ve sendikalar için üye kaydı tabii ki yapıldı. Brüx’te Kızıl madenciler sendikasına binden fazla yeni üye kazandık. Ostrau’da da yine aynı sayıda üye kazanıldı (ki Çek-Slovakya’nın tümünde madencilerin sayısı 85 bin civarındadır). Parti’ye de 1932’nin Nisan ve Mayıs aylarında (yani grev sırasında ve sonrasında Brüx’te 705, Ostrau’da 411, Kladno’da 256 (ki burda da grev vardı) ve Brünn’de 333 üye kaydettik. Bu tabii ki çok düşük bir sayıdır. Ancak bunun nedeni üye kazanma çalışmasının ihmal edilmiş olmasıdır ve başka bir bölümün konusunu oluşturmaktadır.
Bu konuyla ilgili olarak varmamız gereken sonuç şu olmalıdır: Birleşik cephe içindeki gerçek önderliğimiz kitlelere dayatılmamalıdır. Bu hararetli nutuklarla gerçekleştirilemez. Bunun için proletarya demokrasisi temelinde savaşılmalıdır. Proletaryanın sınıf çıkarları ısrarlı, sabırlı ve özverili bir şekilde savunularak, bu çıkarlar için yürütülen somut mücadeleler içinde gerçekleştirilmelidir.
Üçüncü soru da Sosyal Demokrasiye karşı ilkesel mücadeleyle ilgilidir. Tartışmalar sırasında, önerilerimizin Sosyal Demokrasiye karşı ilke mücadelesini zayıflatma etkisi yaratacağı söylendi. Tabii ki bunun düşündüklerimizle uzaktan yakından ilişkisi yok ve bu görüşlerimizin çok kötü bir şekilde çarpıtılmasıdır. Bu görüş, birleşik bir cephe oluşturulması konusunda Sosyal Demokrat işçilere nasıl yaklaşılması gerektiği sorunuyla ilgili çeşitli formülasyonlarımıza dayandırılmaktadır. Örneğin ben Sosyal Demokrat işçilere şu şekilde yaklaşabileceğimizi söyledim:
“Sosyal Demokrat işçiler, görüşlerimiz farklıdır. Ancak bir noktada anlaşıyoruz: Acı dayanılmazdır ve buna karşı savaşmamız gerekir. Gelin bu ortak konuda birleşelim ve birlikte savaşalım. Eğer başka konularda görüşlerimizin yanlış olduğuna inanıyorsanız, bu görüşümüzün doğru olup olmadığını kendi deneyiminiz temelinde görebileceksiniz.”
Ayrıca kendilerine şunu da söylüyoruz:
“Liderlerinize güvenmemeniz gerekir.” Kendilerine şunu da söylersek bir zararı olmaz: “Bizim sözümüze güvenmek zorunda değilsiniz ve sizden bunu da istemiyoruz. Bizi söylediklerimiz temelinde değil de yaptıklarımız temelinde değerlendirin. Bu şekilde kendinizi inandıracaksınız.”
Bu, Sosyal Demokrat işçilerin önünde Sosyal Demokrasi politikasını eleştirmekten kaçındığımız anlamına mı geliyor? Bu, Sosyal Demokrasi’yle aramızdaki temel görüş ayrılıklarını bu işçilerin önünde örtbas ettiğimiz anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Bir kez daha görüşlerimi pratiğimize dayandıracağım. Sınıf mücadelesinin temel sorunları üzerine, Sosyal Demokrat işçilerle daha önce hiçbir zaman, kendilerine yukarıda açıklanan şekilde yaklaştığımız ve kendileriyle birçok mücadelede omuz omuza savaştığımız şu anda olduğu kadar fazla ve ayrıntılı tartışma yürütmedik. Bu işçiler bize kendiliklerinden geliyorlar. Toplantılarımıza, eylem komitelerinin konferanslarına katılıyorlar. Doğrudan bize ya da gazetelerimize mektup yazıp, devletin rolü, devrim, burjuva hükümetlerine katılma, Sovyetler Birliği vs. vs. konulardaki görüşlerimizi soruyorlar. Tekrar ediyorum: Daha önce hiçbir zaman Sosyal Demokrat işçilere bu kadar yakın olmadık. Daha önce hiçbir zaman kendileriyle bu kadar tartışma yürütmedik. Örneğin Sosyal Demokrat işçilerle ve onların daha alt düzeydeki görevlileriyle özel çalışma geceleri düzenliyoruz. Bu Sosyal Demokrat işçilere karşı ilkesel mücadelenin zayıflatılması olarak tanımlanabilir mi? Hayır. Bu, aşağıdan oluşan birleşik cephe taktiklerinin açık bir şekilde kullanılmasıyla yakından ilişkili olan mücadelenin güçlendirilmesidir. Sosyal Demokrasiye karşı gerekli mücadele sanatı nedir? Sabahtan akşama kadar “hainler!” diye bağırmak mıdır? Hayır. Sosyal Demokrat işçileri, kendilerinin, liderlerinin yüzüne karşı “hainler” diye bağıracakları noktaya getirmektir. Aslında bu, Brne’deki madenciler grevinde büyük oranda elde ettiğimiz bir sonuçtur. Bu alanda pratikte zayıflıklarımız ve oportünistçe hatalarımız oldu mu? Evet, hem de çok sayıda oldu. Böylesi önemli oportünistçe hatalardan birisi örneğin Ostrau’da, grevden önce yoldaşlarımız başlangıçta Sosyal Demokratların kendilerini peşlerine takmalarına izin verdiklerinde meydana geldi. Böylesi hataları eleştiriyor, bunları ortadan kaldırmak için ağırlığımızı koyuyor muyuz? Tabii ki yapıyoruz bunları. Çek-Slovakya Komünist Partisi MK’sının IV. Oturumu, Ostrau’da yapılan hataları daha grev başlamadan önce eleştirdi. MK’nın kararında şunlar söyleniyordu:
“MK, Parti içinde, ‘sol’ sosyal-faşizminin niteliği ve manevralarıyla ilgili olarak, temelden yanlış görüşler belirtildiğini görmektedir. Bu yanlış görüşler, sosyal faşizmin ‘sol’ manevralarını, kitleler arasında süregelen radikalleşme sürecinin bir azımsanması olarak görmektedir. Böylesi görüşler kaçınılmaz olarak birleşik cephenin taktiklerinde ciddi hatalara, özel olarak da son dönemlerde Ostrau’da işlenen türden hatalara yol açar. Her ne kadar Ostrau’da işlenen bu tür hatalar zamanında fark edilmiş ve düzeltilmişse de, yine de Sosyalist işçilerin, kendi sosyal-faşist liderlerinden devrimci cepheye ve Komünizme geçişleri süreci için ciddi bir engel oluşturmaktadır.”
Tabii ki Parti liderliği, bu görüşleri dile getirmekle yetinmedi ve hemen orda, derhal ve kavganın tam da sıcak anında, grev için yapılan hazırlıklar sırasında müdahale etti ve en aşağılara, fabrikalardaki tek tek üyelere kadar uzanan Parti içi bir kampanya yürüttü. Ayrıca, en azgın terörizm şartlarına karşın Ostrau’daki işçiler arka arkaya üç kez greve gittiler ve üçüncü greve bütün bölgenin yarısından fazlası katıldı. Ostrau’daki grev sırasında faşist sendikaya ağır bir darbe vurmayı başardık, işte bizim yaptığımız hatalara karşı tavrımız budur. Hataları görürüz ve düzeltmek için ciddi çaba gösteririz ve çoğu kez de başarılı oluruz.
Bu konuda varacağımız sonuç şudur: Sosyal Demokrat işçilere yaklaşımımızda, onların duygularını ve önyargılarını hesaba katmak, Sosyal Demokrasiye karşı ilkesel mücadelenin zayıflatılması anlamına gelmez. Tam tersine, Sosyal Demokrat işçilerle yakından temasa geçip kendileriyle birlikte savaşmadıkça, Sosyal Demokrasi’ye darbe vurmamız kolay değildir.
Dördüncü soru, ekonomik mücadelenin devrimcileştirilmesi veya ekonomik mücadelenin siyasi mücadeleyle birleştirilmesidir. Konuşmamda, bu sorunun ekonomik taleplere mekanik olarak siyasi sloganlar eklemekle çözülemeyeceğini belirtmiştim. Bu konuda haklı mıydım? Sanırım haklıydım. Çünkü sorun karmaşıktır ve genel olarak, birincisi, ekonomik mücadele sırasında, bu mücadelenin yürütülmesiyle doğrudan ilişkili siyasi sloganların nasıl ortaya atılacağını biliyoruz, ikincisi, (örneğin Almanya’da şu anda acil ekonomik kararlara karşı yürütülen mücadelelerde kullanılan sloganlar, bu acil kararların yaratıcısı Papen Hükümeti’nin devrilmesi yönündeki slogan gibi) ekonomik mücadelelerle doğrudan ilişkili siyasi sloganlar kullanıyoruz. Fakat en önemli şey, devrimci mücadele biçimlerinin kullanılmasıdır. Bir kez daha görüşlerimi pratiğimize dayandıracağım. Freiwaldau olayını ele alalım. Bu başlangıçta hem çalışan, hem işsiz olan işçilerin katıldığı ekonomik bir mücadeleydi. Devlet güçleri bu greve karşı önlemler aldı. Grevleri ve gösterileri yasakladı. İşçiler buna boyun eğmedi. Yasağa rağmen bizim önderliğimizde greve gitti ve gösteri yaptı. Sonuçta ateş açıldı. Kadın erkek sekiz işçi, jandarmalar tarafından vurularak öldürüldü. Buna verilen yanıt ne oldu? Bütün bölge çapında üç gün süren kitlesel siyasi grev. Bütün bölge, öldürülen işçiler gömülünceye kadar işi bıraktı. Ülke çapında bir dalga halinde, 150’den fazla siyasi protesto grevi, yüzlerce gösteri ve emekçi nüfusun bütün kesimlerinden binlerce protesto ve açıklama oldu. Bu, bizim liderliğimizde, bizim çağırımız üzerine ve bizim sloganlarımızla gerçekleşti. Peki, sonuç ne oldu? Bütün ülke çapında belli bir süre terörizme ara verildi. Freiwaldau, siyasi önemi yüksek bir olay haline geldi. Ya da Karpatya Ukraynası olayını ele alalım. Bu başlangıçta emekçi ve köylü kitlelerin, ekmek için, mısır için, iş için, vergilerin hafifletilmesi için vb. yürüttükleri ekonomik bir hareketti. Aynı zamanda ulusal ve siyasi sloganlar da vardı. Ne var ki ekonomik talepler ağır bastı. Biz nasıl başladık? Kelimenin tam anlamıyla ev ev dolaşıp, her işçi ve köylü ailesi için somut talepler ileri sürdük. Bu talepler için yüz binden fazla imza topladık. Daha sonra her köy için talepleri somut olarak formüle ettik. Bunları köy toplantılarında teyit ettirdik ve yerel yönetimlere sunduk. Bunlar bütün köy emekçileri kitleleri tarafından desteklendi. Birkaç köy bir araya gelip birleşti ve talepleri binlerce köy emekçisinden oluşan kitlenin başında bölge yetkililerine sunduk. Daha büyük kitleler toplayıncaya kadar bir süre bekledik ve ardından bölge merkezlerine yürüdük.
Bu arada icra memurlarını köylerden kovalamaya başladık. Ceplerinde birkaç kron kalmış olmasına karşın halk vergi ödemeyi kesti. Büyük kitleler halinde ormanlara gitmeye ve kendilerine odun almaya, sığırlarını toprak ağalarının otlaklarına sürmeye, ormandaki kapalı otlakları ve çayırları açmaya vb. vb. başladılar… Bütün bunları gerek devlet güçleri, gerek işçiler ve köylüler açısından nazikçe gerçekleştirmek olası değildi. Çeşitli defalar ateş açıldı ve bazen askeriye çağrılmak zorunda kalındı. Aynı zamanda ülke çapında büyük bir protesto ve dayanışma kampanyası yürütüldü. Bunun yanında yalnızca Ukrayna ve Slovakya’da değil, aynı zamanda Çek ve Alman bölgelerinde de siyasi protesto grevleri ve gösterileri yapıldı. Peki, sonuç ne oldu? Karpatya Ukraynası’nı Pilsudski yöntemleriyle pasifleştirme çabalarının geçici olarak boşa çıkarılması, tek tek bölgelerde mülklere el konulmasının gerçekten durdurulması, ormanların gerçekten değerlendirilmesi, kiraların ve borçların gerçekten ödenmemesi, maddi alanda belli oranda rahatlama ve Komünizme verilen oylarda yüzde 46 oranında artış. Bütün bunlarda biz, Parti, baştan sona, her adımda, bir aşamadan ötekine liderdi. Kuzeybatı Bohemya hakkında başka bir şey söylemeyeceğim. Burada geniş kitlelerle birlikte, bütün bölgede ilk gösterilerden başlayarak genel greve kadar, hükümetin terörist yöntemlerine karşı her adımda, her darbede nasıl karşılık verdiğimizi ve bunun bütün ülkede nasıl dayanışma eylemleri ve protesto dalgasına yol açtığını konuşmamda hâlihazırda belirtmiştim, işte bu nedenledir ki ekonomik mücadeleye önderlik ettik ve bunu siyasi mücadeleyle bütünleştirdik. Buna “ekonomizm” demek isteyen varsa, varsın desin.
Bu yüzden, bu konuda varmamız gereken sonuç şu olmalıdır: Ekonomik mücadeleyi, mekanik bir şekilde siyasi sloganlar atmak suretiyle değil, ekonomik ve siyasi sorunları organik olarak bütünleştirerek ve her şeyin de üstünde siyasi ve ekonomik talepleri gerçekleştirme konusunda militan önlemler ve militan yöntemler uygulamak suretiyle devrimcileştirebiliriz.
Beşinci soru reformist sendikalar içindeki çalışmalarımızla ve bu çalışmanın yöntemleriyle ilgilidir. Kızıl sendikalarımızın yönergesinden söz edildi burada. Yönergede Kızıl sendikaların, reformist sendika gruplarını işçilerin çeşitli kısmi talepleri için yürütülen mücadeleye katılmak üzere kitle halinde kazanmaları için çalışmaları gerektiği vurgulanmaktaydı. Bu yönerge bir hata olarak tanımlanmıştır. Bu doğru mudur? Bence değil. Konuya bir bakalım. Birincisi, reformist sendikaların bütün gruplarını sınıf mücadelesine ve birleşik cepheye kazanmak olası mıdır? Evet olasıdır. Çünkü şu anda radikalleşme süreci, yalnızca örgütlü reformist üyelerin değil, aynı zamanda fonksiyonerlerin saflarına da derin bir şekilde girmiştir. İkincisi, bu, işverenlerle ve onların uşaklarıyla el ele çalışan ve çeşitli grupların liderlikleri arasında bile sayıları az olmayan, çürümüş ve yola gelmez unsurlara teslim olmaya hazır olduğumuz anlamına mı gelir? Hayır. Yukarıda sözü edilen yönergede şunları okuyoruz:
“Çeşitli işletmelerdeki ve yörelerdeki geniş işçi kitlelerini harekete geçirmek, reformist sendika gruplarının çalışmalarındaki zaafların ve engellerin yoldaşça ancak açıkça eleştirilmesi, işçi sınıfı birliğinin açık düşmanlarını temsil eden reformist liderler ve yozlaşmış işçi fonksiyonerlere karşı yürütülen açık mücadele, bunlar, bütün çalışmalarımızı yönlendirmesi gereken temel ilkelerdir.”
Üçüncüsü, reformist sendika gruplarının kazanılabilmesi için, reformist sendikalarda örgütlenmiş işçiler tarafımıza en iyi şekilde nasıl kazanılabilir? Bu işçilerin günlük sınıf çıkarlarını savunmak suretiyle. Bundan da reformist sendikalardaki çalışmamızın içeriğinin, tam da bu sendikalarda örgütlü işçilerin çıkarlarının savunulması, bunların çıkarlarının işverenlere, devlete ve tabii ki aynı zamanda sendika bürokratlarına karşı savunulması olması gerektiği ortaya çıkar. Bu sonunculara karşı yürütülen mücadele sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur.
Reformist sendikalardaki çalışmalarımızın yöntemleri konusuna gelince, birleşik cepheyle ilgili olarak söylenenler, gerekli değişiklikler yapılmak suretiyle öz olarak burada da geçerlidir: Reformist sendikalardaki işçiler arasında hoşnutsuzluğa yol açan bütün noktaların ele alınması; hain liderliğe karşı muhalefetin örgütlenmesi için her şeyden yararlanılması; kitleler arasında olup biten her şeyle ilgili olunması ve bunların farkına varılması. Bir yandan amaçlar ve ilkeler konusunda açıklığı korurken, diğer yandan somut sorunları ve sloganları ileri sürerken ve örgütsel yöntemleri uygularken büyük ölçüde esneklik gerekmektedir.
Başka bir nokta daha: Reformist sendikalardaki geniş muhalefet hareketi, Kızıl sendikal hareketin ayrılmaz bir parçasını mı oluşturmaktadır? Bu muhalefeti biz yönlendirdiğimiz sürece tabii ki oluşturur!] Bunun resmen ilan edilmesi mi gerekir ve esas konu bu mudur? Hayır. Muhalefet hareketinin Kızıl sendikal hareketle resmi birliği, her şeyden önce, şu ya da bu muhalefet hareketindeki devrimci olgunluk sorunudur.
Bu nedenle bu sorunla ilgili olarak vardığımız sonuç şudur: Reformist sendikalardaki çalışmamızın içeriğini, bu sendikalarda örgütlenmiş işçilerin günlük sınıfsal çıkarlarını, yalnızca işverene karşı değil aynı zamanda sendika bürokratlarına karşı da savunmak oluşturur. Bu çalışmada uygulanacak yöntemler esas olarak genelde birleşik cephe hareketinde uyguladığımız yöntemlerle aynıdır. Çalışmanın amacı reformist sendikalarda örgütlenmiş işçilerin çoğunluğunu tarafımıza kazanmaktır. Aidatlı ya da aidatsız olması, ikincil önemde bir sorundur.
Altıncı ve son soru, Çek-Slovakya Partisi liderliğinin, Almanya Komünist Partisi ve onun liderliğiyle olan ilişkisiyle ilgilidir. Alman Partisi’nin uygulamalarından somut örnekler aldık ve bunları eleştiriye tabi tuttuk. Burada Alman Partisi’nin çizgisinin doğru olduğunu belirtmek istiyoruz. Ayrıca Komintern’le ve Komünist Enternasyonalin bütün diğer partileriyle görüş birliği halinde, Alman Partisi’nin liderliğini tüm gücümüzle destekliyoruz.
Alman Partisi’nin ne kadar büyük güçlüklere karşı savaşması, ne kadar büyük engeller aşması gerektiğini göremeyecek derecede saf ya da ciddiyetsiz değiliz. Ayrıca tüm bu büyük güçlüklere karşın Alman Partisi’nin büyük devrimci hedeflerini gerçekleştirme yolunda ilerlediği görüşündeyiz.
Eleştirimizin amacı Alman yoldaşlarımıza bu yolda yardımcı olmaktı. Bu eleştirinin içeriğinin önemi tartışılabilir ve tartışılmalıdır da. Kötü olan ya da sitemlerden arınmış olmayan ya da yanlış yorumlamalara yol açabilecek hiçbir formülasyonda ısrar etmeyiz. Bu özellikle de iki sorun için geçerlidir: Almanya’da süre-giden mücadelelerin niteliğiyle ve faşizmin gelişme olasılıklarıyla ilgili formülasyonumuz. Açıkça belirtmek gerekir ki, Almanya’daki ekonomik mücadeleler, büyük ölçüde siyasi kitle mücadeleleriyle iç içe geçmiştir, birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedirler ve daha da yüksek biçimlere bürünmektedirler. Ancak ekonomik mücadele aşamasını atlamak olası değildir. Ulusal faşizm, işçi sınıfı kitlelerini büyük kitlesel mücadelelerde yönlendirebildiğimiz oranda ve aynı hızla parçalanacaktır. Ancak Ulusal-faşistlerin otomatik olarak yıkılacağını sanmamamız gerekir. Eleştirimizi Alman Partisi’nin çizgisine ve Alman Partisi’nin liderliğine karşı bir silah olarak kullanma yönündeki her türlü çabaya karşı en kararlı bir şekilde savaşacağız.
Bu nedenle bu konuyla ilgili olarak vardığımız sonuç: Alman Partisi ve onun liderliğiyle dayanışma içindeyiz.
Sonuç olarak. Lozovski yoldaş bize iki tavsiyede bulundu: Başarı anında zafer sarhoşluğuna kapılmamak, burnu büyük olmamak ve öğrenmeye daima hazır olmak. Kesinlikle aynı görüşteyiz ve yaptığımız da budur. Zayıf yönlerimizi biliyoruz ve bunları aşmak için tutarlı bir şekilde çalışıyoruz. Aynı zamanda öğreniyoruz da. Bunu ispatladık ve ilerde tekrar ispatlayacağız.
Partimiz, Çek-Slovakya proletaryasını zafere yönlendirecektir.

Kasım 2001

 

Yaşayan bir Nâzım Hikmet için

Yaklaşan 2002 yılının Nâzım Hikmet yılı olarak ilan edilmesinin, sevindiren ve endişe yaratan özellikleri var. Her şeyden önce, “küreselleşme” propagandalarıyla bilimsel sosyalizmin bütün düşünsel mirasına, bir zamanlar dünyanın altıda biri üzerinde sürdürdüğü büyük ve başarılı egemenliğine, sosyalist inşa mücadelesi içinde yaratılan insani ve toplumsal değerlere karşı ağır bir saldırının gündemde olduğu bir zamanda Nâzım Hikmet’in anılması; işçi sınıfının mücadelesinin ve tarihi başarılarının anılması için de bir önemli fırsattır. Özetle söylenecek olursa, Nâzım’ın anılması, sosyalizmin ve komünizm ideallerinin kitlesel çapta yeniden konuşulur hale gelmesinin önemli bir bileşeni olacaktır; anmaların da hiç olmazsa bir bölümü buna hizmet edecek biçimde düzenlenecektir.
Hemen bu noktada, Nâzım anmalarının değişik çevre ve kurumlar tarafından gündeme alınmasının yarattığı endişe de boy gösteriyor. Nâzım’ın ideallerinin ve düşüncelerinin, komünizm uğruna sürdürdüğü mücadelenin, bir “oto-sansür” mekanizmasıyla örtülmesi tehlikesi vardır. Çeşitli vakıflar ve bankaların, bazı bakanlıkların, sanayicilerin “kültür hizmetleri” şubelerinin Nâzım etkinlikleri düzenlemeye hazırlanması, herkesin kendi meşrebine göre bir Nâzım tanımlamaya çalışmasıyla birlikte gelişecektir. Bu kaçınılmazdır. Ama çoğu kez bizzat Nâzım’ın kendisinin, bu sınırlamaları, çarpıtma girişimlerini, kasıtlı eksik bırakmaları yırtabilecek gücü de taşıdığını düşünerek, yapılacak her etkinliğin kendi amaçlarını aşan sonuçlar doğuracağını umabiliriz.
Bu noktada, Nâzım’ın idealleri ve mücadele gelenekleriyle günümüz sınıf mücadelesinin gerekleri arasında dolaysız bir bağ kuran çalışmalar, diğerlerinden köklü bir biçimde ayrılacaktır.
Her şeyden önce, böyle bir perspektif, Nâzım’ın “yaşayan bir Nâzım” halinde anılabilmesinin ve onu kitlelerle kucaklaştırabilmenin önkoşuludur. Bundan yoksun bütün girişimler, Nâzım’ı parçalar halinde anlatabilecek, öne çıkarılan özelliğe göre çarpıtılmış, yanlış, “yaşamayan” bir Nâzım portresi çıkaracaktır.

YURTSEVERLİK VE KOMÜNİSTLİK
Nâzım Hikmet’i, Sovyet Devrimi’ne çeken, onun bir taraftarı ve militanı haline getiren koşullar, bir yandan işgal altındaki kendi ülkesinin durumudur, diğer taraftan da, “ezilen halkların” mücadelesine özel bir önem veren Komünist Enternasyonal’in program ve taktikleridir. Sovyet Devrimi’nin zaferinden sonra, “Dünya Devrimi” kavramı üzerine Komintern içinde başlayan çok yönlü ve zengin tartışma içinde, Doğu halklarının ve emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki bütün dünya halklarının mücadelesinin, proletarya devrimiyle olan bağı sorunu önemli bir yer tutuyordu. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin yurtsever aydınları arasında, Komintern’in geliştirdiği programlar ve özel olarak Sovyetler Birliği’nin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin devrimi konusundaki tutumu, sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı derin bir ilgi ve sempati duyguları yaratmıştı. Hindi-Çini’nden, Hindistan’a, Afganistan’a, İran ve Türkiye’ye kadar uzanan bütün bir Asya çapında, başta İngiliz emperyalizmine karşı olmak üzere, Fransız, Amerikan emperyalizmlerine ve sömürgeciliğine karşı savaşan ya da savaşmayı isteyen herkes için, sosyalizm ve Sovyetler Birliği rakipsiz kılavuzlar olarak görünüyordu.
İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalizmleri ve onların bir eklentisi olarak harekete çekilen Yunan ordusunun işgali altındaki Türkiye’de, ulusal kurtuluş için bir yol arayanların başvurduğu ilk güç, Anadolu halkıydı. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımları parlamaya başladığında, Anadolu’da olmak, imparatorluğun ve emperyalist işgalin merkezi olan İstanbul’dan uzaklaşmak, aydınlar için bir ahlak sorunu olarak biçimleniyordu. Nâzım Hikmet de aynı yolu seçti; Anadolu’ya geçti. Anadolu’da, Kurtuluş Savaşı sürecinde etkisi oldukça güçlü bir biçimde hissedilen Sovyet Devrimi’nin çekimine kapıldı. “Daha iyi bir eğitim almak için” önünde Berlin, Paris gibi seçenekler de varken, Bolu Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Ziya Hilmi’nin etkisiyle, “sosyalist devrimden öğrenmek” için Moskova’ya gitmeye karar verdi. 1921 yazında Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinden yaklaşık yedi ay sonra, “özgürlük kokan Batum’a” ulaştı. Moskova’da, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) kaydoldu.
Bu yol, emperyalizme ve yabancı kapitalizme karşı duyulan tepkilerin gittikçe yükselen bir bilinç eşliğinde, komünizme kadar uzanışının yoludur. Diğer bir deyişle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin proleter devrimiyle kesiştiği tarihsel dönemeçte, birincisinden kaynaklanan duyguların ikincisinde bilinç bulmasının yoludur. Hiç kuşkusuz, bu özellik, emperyalizme karşı mücadelenin aynı zamanda bir bütün olarak kapitalizme karşı mücadeleye kadar yükseltilmesi gerektiği gerçeğinin günümüz dünyasında da geçerli olduğunu hatırlamak için bir vesiledir. Bu yüzden Nâzım, yalnızca bir “milli kurtuluşçu, yalnızca bir “yurtsever” değil, bütün bunların en yüksek bir bilinç içinde tanımlanması anlamına gelen komünistliği ile anılmalıdır. Çünkü onun yurtseverliği, yalnızca komünizm için geçici bir basamak değil, aynı zamanda enternasyonalist komünist kimliğinin sürekli ve ayrılmaz bir parçasıdır.

COŞKU, HEYECAN VE BİLİNÇ
Nâzım, özellikle son zamanlarda aşırı duygusallığı ve heyecanlı kişiliği dolayısıyla komünizme “romantik olarak bağlanmış” birisi olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. “Yirmisinde komünist, kırkından sonra demokrat” kalıbına uygun bu yorumlar, büyük ölçüde yorum sahiplerinin durumunu anlatmaktadır. Nâzım’ı evcilleştirmek, egemen kültürün bir parçası halinde “kabul edilebilir” şekle sokmak için uydurulmuş olan bu öykünün gerçekle ilişkisi yoktur. Nâzım Hikmet, dönemindeki pek çok komünist gibi, zaman zaman SSCB’nin uygulamalarıyla, TKP’nin taktikleriyle çelişen tutumlar göstermiş, görüş ayrılıklarına düşmüştür. Yine o dönemde TKP içindeki çekişmelerin, yozlaşmış ilişkilerin bir sonucu olarak, “Troçkist, polis ajanı” gibi karalamalara da hedef olmuştur. Siyasal mücadele hayatının kaçınılmaz zikzakları, sıçramaları, farklılaşmaları ve kavgaları, Nâzım’ın hayatında da görülmüştür. Ancak bunlar, Nâzım Hikmet’in, bilimsel sosyalizme, proleter devrimi mücadelesine bağlılığını zedelememiş, önüne açılan bütün “düzenle uzlaşma, iktidarın adamı olma” olanaklarını, kesin bir tavırla reddetmiştir. Önünde, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör gibi “parlak” örnekler vardı ve pek çok “hevesli, romantik komünist” gibi o da, “boş hayaller bunlar” diyerek dönebilirdi. Ne var ki, Nâzım Hikmet, Marx’ın, Lenin’in bilimsel ve siyasal mirasını köklü bir biçimde benimsemiş, dünya devrimine inanmış, sosyalist inşanın büyük güçlükleri içindeki SSCB’nin kimileri için döneklik nedeni olan eksiklik ve zaaflarını esası örtecek ölçüde abartmamıştır. Eleştirilerinde de, muhalefetinde de daima “proletarya açısından” mevzilenmeye çalışmış, büyük bir içtenlikle, art niyetsiz davranmıştır. Bunu o zamanın koşulları, olanakları içinde başarıp başaramadığı, kendisinin de hatalar ve zaaflar taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak eleştirileri ve muhalefeti, asla burjuvazinin açısından, ya da burjuvazinin değirmenine su taşıyacak içerikte olmamıştır. SSCB-KP’de, Komintern’de ve TKP’de büyük iç tartışmaların, yurtta ve dünyada yaşanan hızlı değişimlerin de etkisiyle büyük kopuşların, ihanetlerin yaşandığı uzun dönem boyunca, Nâzım Hikmet, komünizme en saf haliyle bağlı kalmış, “büyük kurtuluş gününe” olan inancını kaybetmeden ölmüştür.
Onun saf bir romantik, duygusal bir ütopyacı, iyi niyetinin kurbanı olmuş bir enayi olarak anılması ve tanıtılması, hayatının temel özelliklerinin tümüyle yok edilmesi anlamına gelecektir.

YALNIZCA BÜYÜK BİR ŞAİR, BAŞKA? …
Nâzım Hikmet’in çok yönlü bir sanatçı, büyük bir şair olduğunu kimse inkâr edemiyor. Kimi zaman, bir komünistin bu kadar yüksek sanatsal özellikleri nasıl olup da kendisinde taşıdığına hayret edenler, hatta “ah bir de komünist olmasaydı, kim bilir daha neler yapardı” diyebilenler bile çıkıyor!
Nâzım Hikmet, çağdaşı pek çok komünist şair, sanatçı, yazar gibi, dünyanın büyük karmaşasının, devrimci değişim döneminin ürünüdür. Zekâ, yetenek, duygu derinliği gibi, her zaman ve herkeste olabilecek kişisel özelliklerin, hangi atmosferde hareket ettiği ve ne yapmak için kullanıldığı, önemli bir ayrım noktası doğurur. Nâzım Hikmet’in sanatsal özelliklerinin, yeteneklerinin, duygu derinliğinin olağanüstü bir biçimde görünebilmesini olanaklı kılan şey, doğrudan doğruya dünya görüşüdür, ister aşktan söz etsin, ister doğadan, bireysel özlemlerden, her şiirini dünya görüşüne bağlayan, örtük-açık bağlantılar vardır; şiirine gücünü veren de budur. Komünizm, yalnızca diyalektik ve tarihsel materyalizm ve sınıfsız toplum teorisi olarak ya da bir tez veya özlem olarak değil, bir hayat biçimi olarak eserine sinmiştir.
Komünistler, bir çift sözüm var size: ister devlet başında olun, ister zindanda, ister sıra neferi, ister parti kâtibi, Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda işinize, evinize, bütün ömrünüze kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi.
Bu görüşü, siyasal mücadelesine, parti hayatına uygulamaya çalışmakla kalmamış, sanatında da egemen kılmıştır.

SOSYALİST REALİZM
Nâzım Hikmet’in sanata ilişkin görüşleri, günümüzde çokça karalanan, uzak durulması gereken bir “geçici hastalık” gibi üzerinde konuşulan “sosyalist gerçekçilik” akımı içinde kalmıştır. Militan-partizan bir sanata inanıyordu ve sanatının bütün açılımlarını bunun içinde gerçekleştirmiştir. Bu temel görüş içinde, değişik sanat akımlarının olanaklarını (sürrealizm, dadacılık, fütürizm vs.) kullanmış, sosyalist gerçekçiliğin günümüzdeki muarızlarının iddia ettiklerinin aksine, bunun bir kalıp, cendere, reçetecilik vs. olmadığını da göstermiştir.
Devrimci bir “romantizm”, olumlu kahramanlara verilen önem, tarihsel iyimserlik, sınıfa ve partiye, sosyalizme bağlılık, halk sevgisi gibi “sosyalist gerçekçiliğin” özellikleri olarak sayılan unsurlar, onun bütün eserinin vazgeçilmez özellikleridir.

İŞÇİLER, EMEKÇİLER, GENÇLER…
Nâzım Hikmet, bir “kitle” şairidir.
Bu üç anlamda da doğrudur.
Birincisi, daima dünyayı değiştirecek gerçek güç olarak gördüğü emek yığınları için yazmış, mutlak biçimde onların safını tutmuş, kavgalarında taraf olmuş, onları sosyalizm yoluna seferber etmenin bir aracı olarak sanatını kullanmıştır. Yine muarızların ileri sürdüklerinin aksine, bu yönelim, sanatsal niteliklerinde herhangi bir eksikliğe, geriliğe yol açmamıştır.
İkincisi, geniş kitleler tarafından, her sınıftan insan tarafından açıkça anlaşabilecek tarzda yazmıştır. Bunun karşılığını da, kahve köşelerinden, evlere, okullardan, kışlalara kadar her yerde, işçi, emekçi, küçük burjuva-burjuva herkes tarafından üstelik gizli gizli okunarak, almıştır.
Üçüncüsü, Nâzım Hikmet şiiri, büyük çoğunlukla bağıra bağıra, kitle gösterilerinde, meydanlarda okunacak bir şiirdir.
Hem kitleler için, hem de kitleler tarafından okunabilecek bu şiirin gücü, yine onun dayandığı dünya görüşünden gelmektedir. Kitleleri aydınlatmak, uyandırmak, kendi kurtuluşları için seferber etmek için yazılan şiirlerin, kitlelere inanmadan, onların gücüne güvenmeden ve geleceğe umut beslemeden yazılabilmesi olanaksızdır. Bu şiirler, yapmacık, güdülenmiş, öyle gerektiği için yazılmış şiirler değillerdir. İnanç, güven ve umut soyut-ahlaki kavramlar olarak değil, sosyalizm mücadelesinin somut pratiği içinde edinilmiş deneylere dayanan bilinç unsurları olarak Nâzım Hikmet şiirinde yerini almıştır.

YAŞAYAN BİR NÂZIM İÇİN
Nâzım Hikmet anmalarının “yaşayan bir Nâzım” temel kavramına dayanabilmesi için, gözetilmesi gereken asgari özellikler bunlardır. Önemli olan, Nâzım’ı, günümüzün işçi-emekçi mücadelesi içinde “yaşayan bir Nâzım” haline getirebilmektir. Öyleyse yalnızca bu özelliklerle donanmış olmak da yetmeyecektir. Nâzım Hikmet’i yeniden “kitlelerin kendileri için ve kitleler tarafından” sevilen-okunan bir şair haline getirebilmek, onu günümüz mücadelesine bağlamakla, mücadele eden kitleler içinde ona gereken yeri açmakla mümkün olabilecektir.
Emperyalizme ve savaşa karşı mücadele, Nâzım Hikmet şiiri için en uygun iklimi sunmaktadır. Bildirilerde, pankartlarda, söylevlerde onun mısralarına yer vermek, her toplantıda “uyarma getirip” bir şiirini okumak, hem Nâzım’la kitleleri buluşturmak için, hem de propagandanın ve ajitasyonun gücünü arttırmak için gereklidir.
Aynı biçimde, sosyal ve ekonomik hakları için mücadele eden işçi ve emekçilerin bir araya geldikleri her yerde, grevlerde, sendika-parti toplantılarında, sohbetlerde, Nâzım Hikmet şiirleri okunabilir, okunmalıdır.
Yurtseverlik, işçi ve emekçi kitlelerine sevgi ve güven, sosyalizm uğruna mücadele, partili olmak, gericiliğin bütün biçimlerine karşı savaş, aşk, doğa sevgisi, tarih, insan sevgisi, emek ve sermaye arasındaki mücadele, emperyalizm… Emek mücadelesinin, hayatın bütün alanlarını ve biçimlerini kapsadığını unutmadan yürütülecek bir çalışmanın, Nâzım Hikmet olmadan yapılmasının, eksik ve renksiz, heyecansız olacağını unutmamak gerekiyor.
Her konuda, sağlam bilimsel temellere dayanan, duygu ve heyecan yüklü şiirleriyle Nâzım Hikmet’i, emek mücadelesinin esaslı bir desteği halinde, yanımıza çağırabiliriz. O gelmeye hazır, bekliyor.

Kasım 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑