Sınıf dayanışması ve sendikal mücadelenin bugünkü kapsamı

EMEP’in Aralık 2001 sonunda başlayan “İl Konferansları”, bir yandan üyelerin çalışmalara daha etkin katılmalarını, öte yandan da parti örgütlerinin görevlerini layıkıyla yerine getirmelerini sağlama amaçlı düzenlemelerle sürüyor.
Toplantılarda kuşkusuz, sadece örgütler ve onların teknik ihtiyaçları değil; mücadele ve sorunları; bu sorunların çözümünde partinin üstüne düşenler; partinin pratik mücadelesi ve deneyimleri de tartışılıyor.
Özellikle yeni parti üyesi işçiler, emekçiler, son yılların eylemleri içinde EMEP’i tanıyıp ona üye olan işçiler; hareketin gelişimi, parti ve partililere düşen rolle ilgili olarak görüşlerini açıklıyorlar.
Bu konferanslarda dikkat çeken değerlendirme noktalarından birisi de; 2001 yılında uzun süren ancak “başarısızlıkla” sonuçlanan direnişlerde yer alan işçilerin, bu direnişlere destek veren partililerin değerlendirmeleri.
Genellikle direnişçi işçiler; kendilerinin mücadele ettiğini ama “sınıfın kendilerini yalnız bıraktığını” öne sürüyorlar. 2001’de en uzun direnişleri gerçekleştiren Gebze’nin Göktaş Fabrikası işçileri ile Bursa’da Üçyıldız’ın direnişçi işçileri aynı fikirde; “direnişimizi diğer fabrikaların işçileri desteklemediği için yenildik” diyorlar. Direnişlerinin 5. ayında olup, direnişi sürdürmeye devam eden Aktif Dağıtım işçileri de benzer iddiaya sahipler; “diğer işçi kesimleri yeterince destek verse, patron böyle direnemezdi” diyorlar.
İlk bakışta; bu, “eğer direnişimize diğer işletmelerdeki işçiler destek verseydi başarırdık” saptaması, dünyanın en doğru (ve aynı zamanda en kolay ve doğal olarak yapılması gereken bir iş) saptamalarından birisi gibi görünüyor. Öyle ya; bir fabrikanın işçileri, sendikalaşmak için aylarca direniyor ve yakın fabrikalardaki işçi kardeşleri, “ne oluyor” diye yanlarına gelmiyor. Gelenlerse, öylesine bir hal hatır sorup gidiyorlar. En ileri gideni ise; direniş yerine çay-şeker getiriyor ya da cüzi bir maddi yardımla desteğini sunmuş oluyor.
“Direnişimize işçiler yardım etmedi” diyen Üçyıldız işçisinin; “Peki siz, sizden önce aylarca direniş yapan Sümerbank-Merinos işçilerine yardıma koştunuz mu?” sorusuna verdiği yanıt ise; aslında, kendi saptamasını bir başka yönden doğrulayan ve yanlışlayan bir yanıttı: “Hayır, böyle bir direnişten haberimiz bile yoktu. Ancak biz direnişe çıktıktan sonra, yakın zamanda böyle bir direnişin yapıldığını bize partili arkadaşlar söyledi!”
Aslında özelleştirmeye karşı mücadelenin yoğunlaştığı yıllarda da (aslında her işçi, emekçi direnişinin baş şikâyeti budur) benzer şikâyetler söz konusuydu. Özelleştirmeye karşı direnen işçiler, diğer işletmelerdeki işçilerin kendilerine destek vermemesinden yakmıyor, “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganı sıkça, henüz özelleştirme olmamış işyerlerindeki işçilere doğru haykırılıyordu. Ama bu sloganı haykıranlar; kendilerinden bir ay, bir hafta önce özelleştirmenin hedefi olan işletmelerin işçilerinin aynı sokaklardan aynı sloganı kendilerine doğru haykırarak geçtiğinin farkında olmamışlardı. İşçilerin bu haykırışını duysalar bile; “Bizim işletmemiz, ülke sanayi için stratejik öneme sahip, bizi özelleştirmezler” rehavetiyle davranmışlardı.
Kendilerine bu hatırlatıldığında da; “Evet, doğru, o zaman aldırmadık ama şimdi sıra bize geldi” diyorlardı. Kuşkusuz daha pek çok konuda benzer yakınmaları ve benzer yanıtları her işçi, işçi mücadelesine ilgi duyan her partili duymuştur.
Elbette ki; saptama doğrudur, işçiler, emekçi yığınları kendi aralarında dayanışsa; sermaye güçleri ve patronlar işçi talepleri karşısında direnemezler.
Elbette ki; dayanışma fikri, sınıf kardeşliği fikrinin gelişmesi, işçilerin uzun mücadeleler içinde hissedip bir sınıf duygusu haline getirdikleri bir sınıf “güdüsü”dür. Ve mücadele temposunun yüksek olduğu, mücadele heyecanının işçi-emekçi kamuoyunu sardığı dönemlerde, özel bir gayrete neden olmadan da işçiler birbirlerini desteklemek için eyleme geçerler. Çünkü böyle dönemlerde; ortamı dolduran mücadele heyecanı, herkesi her yerde olup bitenden haberli hale getiren bir “iletişim aracı” olmayı da geçerek, onları kendiliklerinden hareket ediyormuş gibi saran bir duyguyu da hızla üretir.
Ne var ki, “olağan”, “nispeten durgun” dönemlerde ise, başka konularda olduğu gibi, sınıf dayanışması fikrinin yayılması, bu fikrin bir eyleme dönüşmesi, başka işletme ve işkolundaki işçiler için, işçilerin kendi günlük, küçük çıkarlarını feda etmeyi göze almaları için; mücadelenin örgütlenmesi, işçi örgütü olan sendikaların, sınıf partisinin ya da başka türden emek örgütlerinin harekete geçmesi gerekir.
Bu yüzdendir ki; diğer işletmelerdeki işçilerin ortaya çıkan direnişleri desteklememesi sorunu, birer birer işçilerin öteki işçileri, birer birer işletmelerin kendiliğinden öteki işletmelerdeki mücadeleleri destekleyip desteklememeleri sorunu değildir. Aynı anlama gelmek üzere, direnişlere çevre ve bölgedeki işçilerden destek gelmemesinin sorumlusu öteki işletmelerin işçileri değildir. Tersine; işçilerin örgütsüz, etrafında olup bitenden habersiz olmasıdır. Az çok sendikal örgütlenmenin olduğu yerlerde ise sorun, sendikal bürokrasinin işçiyi kendi işletmesine ve kendi sendikasına kapatarak, diğer işçi kesimleriyle ilişkisini kesmesi, bir sınıf, sınıf dayanışması fikrinin oluşmasını engelleyecek bir sendikacılık tarzının sendikalara egemen olmasıdır.

DESTEK-DAYANIŞMANIN BOYUTU VE ANLAMI
Bir işletmedeki işçilerin eyleminin öteki işletmeler ve işkolundaki işçiler tarafından destelenmesi fikri, sadece “direnişçi işçilerin” ötekilerden şikâyeti olmaktan çıkıp; sınıfın dayanışma fikrinin geliştirilmesi ve ortak mücadelenin örgütlenmesi fikriyle birleşirse anlam taşır. Çünkü işçi sınıfı mücadelesi demek; ortak talepler etrafında birleşmiş bir sınıfın mücadelesi demektir. Bu yüzden de, dayanışma fikri olmayan, öteki kesimin mücadelesi sınıfın geri kalanı tarafından desteklenmeyen bir mücadelenin, sermaye güçleri karşısında başarılı olma şansı da yoktur. Bu nedenledir ki; yukarıdaki “yakınma” aslında işçi sınıfı mücadelesinin en temel gerçeklerinden birisini ifade etmektedir.
Son 10–20 yıl içinde; sermaye güçlerinin işçi sınıfına yönelttiği saldırının en sivri ve en etkin yanlarından birisi; işçi sınıfı ideolojisinin en önemli unsuru olan “kolektivizme”, “dayanışma fikrine” yöneltilmiştir. Böylece; burjuva propagandacıları ve ideologları, hem bireyciliği yaygınlaştırarak orta sınıfları bu fikre kazanıp kendi yanlarına çekerken hem de işçi sınıfı ve çeşitli emekçi kesimlerin saflarında da “dayanışma” fikrini “feodal”, “ilkel” bir anlayış olarak niteleyerek gözden düşürmeye yönelmişlerdir. Bu yolla; sınıf dayanışması, kardeşlik, eşitlik fikri; “bireyin özgürlüğü” adına tahrip edilerek, örgütlü olma, ortak davranma, sendikalarda birleşme, sınıf partisinde örgütlenme gibi sınıf değerlerinin yozlaştırılması, yok edilmesi amaçlanmıştır.
Sermaye güçlerinin bu saldırılarında da en önemli dayanakları, sendikaların yönetimini ele geçirmiş ve sınıf içinde sarı sendikacılığı egemen hale getirmiş olan sendikal bürokrasi olmuştur. Bu yanıyla sendikal bürokrasi; işçiler arasında bölgecilik, ırkçılık, din ve mezhep farklılıkları gibi her tür geri eğilim ve alışkanlıkları kışkırtarak, kendilerinin, yönetimlerdeki yerlerini sağlamlaştırırken, kısımcılığı, “takımcılık”ı, “işyeri şovenizmi”ni kışkırtarak da; işçileri kendi işletmelerinin sorunlarına kapatıp, sınıfın geri kalanının sorunlarıyla ilgilenmek yerine, kendi çıkarına bakan bir kitle yaratarak, sınıf mücadelesinin genişleyip bilinç düzeyinin yükselmesini baltalamayı iş edinmiştir.
Türkiye işçi sınıfında dayanışma fikri elbette ki yeni değildir. Ve Türkiye işçi sınıfı az çok bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmasından beri de bu tür sayısız örnek vardır. Ama ’60’lı, ‘70’li yıllarda; işçilerin sendikalaşma mücadelesinde ve patronların saldırıları karşısında, büyük eylemler ve pek çok fabrikanın bir tek işyerindeki işçileri desteklemek için eylemlere giriştiği, hatta fabrika çevresindeki işçi semtlerinde; halkın da fabrika eylem ve işgallerine destek vermek için harekete geçip; polis ve jandarma müdahalelerine karşı işçilerle birlikte göğüs gerdiği sayısız örnek vardır. 15–16 Haziran’da Türk-İş üyesi binlerce işçinin, DİSK’li işçileri desteklemek için eyleme katılması, ‘70’li yıllarda belli başlı direnişlerin, diğer fabrikalar tarafından desteklenmesi için toplu iş bırakmalar ve gösterilere Katılma gibi, bugün de hatırlanabilecek, “usulen”, “törensel” diyemeyeceğimiz pek çok dayanışma eylemi örneği vardır.
Yine işçi sınıfı tarihinde; örneğin İtalya’da İspanya’daki iç savaş için üretilen ve Franco’culara gönderilen top mermilerinin içine “ateşleyici”leri takmayarak, yeterli patlayıcı koymayarak İspanya’daki işçi kardeşleri ile dayanışmaya giren İtalyan işçileri ya da Liverpool dok işçilerini desteklemek için Amerikan ve Fransız limanlarında İngiliz gemilerini yüklemeyen Fransız ve Amerikan işçileri, sınıfın enternasyonal dayanışmasının ciddi örneklerini sunmuşlardır.
Bugün işçi çevreleri ve çeşitli emekçi çevrelerinde destek denilince akla gelen; basın açıklaması yaparak destek bildirmek, emekçiler arasında para toplamak, ihtiyaç maddeleri alarak işçilere dağıtmak, direniş yerine gidilerek destek ifade etmek gibi dayanışma eylemleriyle sınırlı kalan anlayış; kuşkusuz, sendikaların itildiği geri çizginin ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Elbette burada “gerilikle” suçlamayı hak eden bu dayanışma girişimlerinin kendisi değil, (bunlar da dayanışma eylemidir) ama dayanışma fikrinin bunlarla sınırlanmasıdır.
Oysa bugün sermaye güçleri, toplu bir saldırı düzeni içinde davranırken, emekçilerin talepleri karşısında ise tam bir dayanışma içindedirler. Bu yüzden de bugün işçilerin dayanışması, sermayenin bu “toplu karşı duruş” ve “top yekûn saldırısı”na yanıt verecek bir “düzeyde” olmak durumundadır. Aksi halde, direnişlerin ve “dayanışma”nın hüsranla karşılaşması kaçınılmaz olmaktadır.
Örneğin EXSA, Göktaş, Üçyıldız, İzmir Sümerbank, (bu kategoriden sayılacak Aktif Dağıtım direnişi ise 5 aydır sürmektedir) gibi son yılların en uzun süreli direnişlerinde işçiler hiç de az direnmemişler, çevreden de (ziyaret, maddi yardım vb. türünden) az yardım görmemişlerdir. Tam tersine işçiler, feragatle davranmış, bu ağır ekonomik koşullara karşın, sendikaların yönetim mekanizmalarından gelen zayıflıklara ve direnişi bitirme oyunlarına karşın mücadeleye aylarca devam etmişlerdir.
Yine Emeğin Partisi başta olmak üzere, çeşitli emek ve ilerici demokrat kesimleri bu direnişlere, basın açıklaması, maddi yardım, ziyaret, direnişçi işçilerin isteklerinin yaygınlaştırılması temelinde küçümsenmeyecek bir destek de vermiştir. Ama sermayenin direncini kıracak kadar bir güç birikimi sağlayamadığı için bu direnişler bitirilmek zorunda kalınmıştır.
Yukarıda sözü edilen EXSA, Göktaş, Üçyıldız direnişleri; işçilerin sendikalı olmak için başvurdukları direnişler olarak; uzunca bir zamandan beri süren işçilerin sendikalı olma mücadelesinin klasik örneği olma bakımından son derece öğretici dersler sunmaktadır. Bu yüzden bu direnişler üstünde kısaca da olsa durmak gerekir. Çünkü milyonlarca işçinin sendikasız olarak çalışmaya zorlandığı Türkiye’de, yüzlerce, binlerce işyerinde sayısız işçi, bu işyerlerindeki işçilerle aynı talebe sahiptir; Sendikalı olma hakkını kullanarak, işyerine sendika getirmek istemektedir. Ancak sermaye ve hükümetler ise, varolan sendikaları bile işlevsizleştirerek dağıtmak için; özelleştirme, taşeronlaştırma, TİS’leri ihlal, “kapsam dışı işçi çalıştırma” gibi yollarla sendikaları tasfiye etmeye yönelmişlerdir. Hal böyle olunca; sendikal mücadele, bir işyerindeki üç-beş yüz işçinin, işyerinin sahibi olan kişi ya da firmaya karşı mücadelesi olmaktan çıkıp, bu işçilerin patronlar sınıfına, hatta arkasındaki hükümete ve IMF-Dünya Bankası’nın yeniden yapılandırma programına karşı yürüttüğü bir mücadele anlamına gelmektedir.
Patronlar bu durumun farkındadır ve onlar kendi sınıflarının çıkarlarının gereğini yaparak, aralarındaki rekabete bir süreliğine ara verip dayanışarak işçileri yenilgiye uğratmayı amaçlayan bir tutum almaktadırlar. Bu yüzden de EXSA, Göktaş, Üçyıldız gibi işyerlerinde; patronların bu işletme patronlarının zararlarını karşıladıkları, bölgeye sendika sokmaması için işletme patronlarını maddi ve manevi olarak destekledikleri, hatta işçilerle uzlaşamaması için tehdit ettikleri de herkesin malumudur. Çünkü EXSA’ya sendika girseydi “sendikasızlaştırılmış” Adana Organize Sanayi Bölgesi’ne sendika girecek, öteki fabrikaların işçileri de, sendikalaşmak için heveslenecekti. Aynı şey Üçyıldız ve Göktaş’ın çevresindeki fabrikalar için de geçerliydi. (Tıpkı, Aktif Dağıtım’a sendika girmesinin, tüm diğer dağıtım firmalarına da sendika girmesinin yolunu açacağı için patronların direniş göstermesi gibi.)
Bu yüzdendir ki; patronlar, aylarca süren direnişleri, trilyonlarca lira zararı, pazar kaybetmeyi, gerekirse fabrika kapatmayı göze alarak, sendikanın işlerine girmesine razı olmamışlardır.
Sendikaların ve direnişe geçen işçilerin, aynı ölçüde olup bitenin farkında olduğu söylenemez. Çünkü direnişe geçen işçiler ve bu direnişi “yönetme” iddiasındaki şube yöneticisi konumundaki sendikacılar (tabii en iyi niyetlisi için böyle) ise; “patronu biraz sıkıştırırsak zararı göze alamaz” sonucuna varacakları “piyasa analizleri” yaparak, kendi yollarını çizmişlerdir. Ama süreç ilerledikçe karşılarındaki patronun o firmanın sahibi değil OSB’nin yönetim kurulu, hatta tüm patron sınıfı olduğu gerçeği ortaya çıkınca da, bu sefer umutsuzluğa düşmüş, öteki işçilerin destek verememesini, sendika üst yönetimlerinin baskılarını bahane göstererek direnişleri bitirmenin yolunu aramaya başlamışlardır.
Bu direnişlerde EMEP’in il örgütleri ve bu direnişlerle ilgilenen birim örgütleri elbette ki; patronların tutumunu önceden görmüştür; ama onların gayretleri ve direnişe verilen desteğin boyutu ve niteliğini değiştirerek sermaye güçlerini dağıtacak bir düzeye ulaştırmaları, bir yandan da kendi çalışma ve tutumlarından gelen zaaflar nedeniyle başarılamamıştır.

OSB’LER VE SENDİKAL MÜCADELENİN ÖNEMİ
Sermaye güçlerinin son 10–20 yıllık gelişimleri izlendiğinde; stratejilerinin en önemli dayanaklarından birisinin, sendikaların tasfiyesi, işlevsizleştirilmesi olduğu görülür. KOBİ’ciliğin teşviki ve sanayinin organize sanayi bölgelerinde toparlanması, bu stratejinin bir gereği olarak benimsenmiş; sanayi bu yolla yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır.
Sanayinin temel yönelişi olarak OSB’ler; elbette sermayeye “altyapı”, “teknolojik yenilenme”, “pazarlama”, “güvenlik”, “maliyetlerin azaltılması” gibi çeşitli kolaylıklar getiren bir yöneliştir, ama bunlar içinde, konumuz açısından bakıldığında, KOBİ’ciliğin teşviki ve OSB’lerin geliştirilmesinin en önemli yanı, işçi sınıfının örgütlenmesinin dağıtılması, işgücünün her tür koruma ve mücadele gücünden arınmış, örgütsüz, mümkün olan en ucuza mal edilen bir “meta” haline getirilmesi olmuştur. Ve OSB’lerin en yaygın ve patronlar tarafından en kabul gören sloganı, “Sendikaya hayır”, “Sendikalı işyerlerinden sendikaların tasfiyesi için mücadele” olmuştur.
Buradan bakıldığında, patronlar ve arkalarındaki güç odaklarının, OSB’leri, sendikaları içeriye sokmamak için inşa ettiği kaleler olarak tarif edebiliriz. “Site”nin etrafını çeviren, dikenli teller, güvenlik görevlileri de, basit polisiye tedbirler olduğu kadar, sendikalaşmaya karşı birer barikat olarak düşünülmelidir. Ve sendikalaşmak isteyen işçiler ve bu bölgelere sendikaları sokmak isteyen mücadeleci sendikacılar; bu “kale”yi fethetmeyi göze almak zorundadır.
Bir başka söyleyişle; EKSA, Üçyıldız, Göktaş ve öteki pek çok sendikalaşma mücadelesi; bu “kalelerin” burçlarında bir gedik açmak için girişilmiş “hücumlar” olarak görülebilir. Ancak bu hücumlar göstermiştir ki; kaleyi koruyan güçlerin imkânları, aralarındaki birlik, arkalarındaki destekçiler, göründüğünden daha fazladır. Ve kaleyi zapt etmek isteyenler için; başka araçlara ve kaleyi içerden de çökertecek güçlerle işbirliğine ve dışarıdan da daha geniş ve ciddi desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Yani, direnişler karşısında duyarsız olan, en azından patronların yanında durmaya devam eden öteki işletmelerdeki isçilerin de, direnişi, şu veya bu düzeyde desteklemelerini sağlayacak, direnişi yavaş yavaş da oka yayacak bir çalışma ve eylem organizasyonuna ihtiyaç olduğu görülmüştür. Bu yüzdendir ki; yenilgiye uğramış direnişleri; “kaleye” dışardan yöneltilmiş “yoklama hücumları” olarak değerlendirmek ve bunlardan ders çıkararak, mücadeleyi yenilemek, gerçek durumun doğru ifadesi olacaktır.
Bu yüzden de; bir işyerindeki işçilerin sendikalı olması eylemi; sadece o işyerindeki patrona karşı mücadele değil, OSB yönetiminin direncini kıracak kadar bir gücü patronların; patron sınıfının karşısına dikerek gerçekleştirilebilen bir eylem haline gelmiştir.
Elbette burada, bazen pek çok olumlu koşulun bir araya gelmesiyle; bir tek işletmede de, o işletme işçilerinin çabasıyla sendikalı olmayı başarmak mümkün olabilir; ama günümüz koşullarında bunun istisna olduğu bilinmelidir.
Burada; “Peki öyleyse; sermayenin kalelerine sendikaların girmesi, nereden geçmektedir?” sorusu gündeme gelir.
Elbette bu sorunun yanıtı; bir makalenin sınırlarını çok aşar. Ama en azından bir çerçeve çizilebilir.
Şöyle ki;
Her şeyden önce artık, (krizin getirdiği koşulları göz önüne alarak) bir işyerinin sendikalı olmasını, sadece işçilerin sendikaya üye olması, notere gidip “üyelik beyanında bulunması” olarak anlamamak gerekir. Tersine, bu sendikalaşma sürecinde yapılacak “en son iş”tir. Tersine; işyerinde sendika örgütünün, geleneksel bir sendika fikrinin gerektirdiğinden çok daha geniş bir işçi örgütlenmesi yapmak zorunluluğu vardır. Özellikle de sınıf partisi açısından sendikalaşmanın; işyerinde en geniş işçi yığınlarını kapsayan bir işçi örgütlenmesi yaratmak ve bu işçi örgütlenmesi içindeki ileri işçilerin partiye kazanılması olarak anlaşılması gerekir.
Ancak; bundan henüz, “sendikalaşma için harekete geçme zamanı” olduğu çıkmaz. Çünkü OSB ya da işletmenin, bulunduğu bölgedeki diğer işletmelerle dayanışması için de bir plana sahip olmak; bir mücadeleye başlandığında, işyeri ziyaretini aşan dayanışma eylemleri geliştirmek ve bölgedeki tüm emek yanlısı çevreleri, demokrat ve ilericileri bu mücadelenin saflarında birleştirmek gerekecektir. Bu yüzden parti böyle bir plana da sahip olmalı, bölgedeki tüm emek güçlerini ve ilerici çevreleri, bu mücadeleyi odak alarak “yeniden örgütlemeli”dir.
Demek ki; “diğer fabrikaların işçilerinden yardım bekleyen” ve kendi yenilgilerini bölgedeki diğer işçilerden destek gelmemesine bağlayan Üçyıldız, Göktaş ya da başka sendikal mücadelelerde yenik düşmüş pek çok işletmenin işçileri “yenilginin nedeni”nin en önemli yanlarından birisini anlamışlardır. Ancak şu da bir gerçek ki; mücadele rüzgârı, henüz, her direniş merkezinin bölgedeki ya da ülkedeki işçileri kucaklayıp mücadeleye çektiği bir “burgaç” yaratamamaktadır. Tersine, işçi hareketinin hayli geriye itildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinde, en küçük kıpırtılar için bile, bir örgütlenme yapılması, emek verilmesi; mücadelenin yedek güçlerinin de devreye sokulması gibi karmaşık ama gerekli çaba gösterildiğinde başarılabilecek bir mücadelenin yürütülmesi gerekmektedir. Hal böyle olunca da; ancak sınıf partisinin örgütleyebileceği, bir kararlılık ve kapsamda, bir işyeri, bölge çalışması olmadan “sendikal mücadele”nin bile ilerlemesi mümkün olmayacaktır.
Kuşkusuz ki; böylesi kapsamlı bir mücadele, ancak ülke sathında ve belirli bir plana bağlı olarak yürütülen işçi sınıfı (tabii ki, tüm emekçileri kapsayan) mücadelesinin örgütlenmesiyle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlı olacaktır.
IMF programı karşıtı bir talepler bütünü etrafında, işçi sınıfı ve tüm emekçileri birleştirerek seferber etme mücadelesinin bir parçası olarak, sendikal mücadele ele alınırsa, hem çalışmanın verimli kılınabileceği hem de tüm güçlerin birleştirilebileceği bir platforma geçilmiş olur. Bu yüzden de; IMF ve arkasındaki güçleri püskürtme amaçlı bir mücadelenin ülke sathında geliştirilmesinin bir uzantısı olarak, sendikaların yeniden örgütlenmesi, sendikasız işçi kesimlerinin sendikalaştırması mücadelesi başka bir anlam kazanır. Somut olarak sendikalaşılmasına karar verilen işyerlerinde de aynı programın işyerinin en yakıcı talepleriyle birleştirilmiş bir biçimi gündeme gelir. Dolayısıyla sendikalaşma, kendi başına bir işyerindeki üç-beş yüz işçinin mücadelesi olmaktan çıkıp, bütün bir sınıfın sermaye güçlerine karşı mücadelesinin uzantısı olur. Elbette ki; buna uygun bir örgütlenme ve çabayla parti tarafından planlanıp geliştirildiği ölçüde.
Kuşkusuz ki; bir bölgedeki işçi örgütü, sendikal örgütlenme yaratma çalışması; bölgedeki güçleri harekete geçirmeyi amaçladığı ölçüde, bölgenin özelliklerini, mücadele geleneklerini de kapsamak durumundadır.
Örneğin; işyerlerindeki doğal önder işçilerin mücadeleye kazanılması, olup bitenin farkında olmalarını sağlayacak bir biçimde gidişatı anlayacakları bir platformun oluşturulması, bölge işçilerinin, olup biteni tartışıp karar verecekleri bir demokratik tartışma ortamının yaratılması, daha önceki mücadelelerde bölgedeki işçiler üstünde belirli bir etkiye sahip olmuş “lider işletmelerin” işçilerinin mücadeleye çekilmesi gibi, ilk bakışta ayrıntı gibi görünen pek çok şeyin planlanması gerekmektedir. Yani; sorunların çözümlenmesinde en ileri ve mümkün olduğu kadar basit ve güncel sorunların baskısından kurtarılmış bir tutum benimsenirken; bu politikaların hayata geçirilmesinde en tabandaki işçinin duygusunu ve düşüncesini dikkate alıp onu kazanacak, değiştirip dönüştürecek bir çalışmanın organize edilmesi ilkesi, bütün çalışmanın temeline konmak durumundadır.
“Destek”, “dayanışma”, “başarı”, “yenilgi”, mücadelenin yönlendirilmesinde “partinin bir rol oynaması”, “işçi örgütlenmesi”, “sendikal mücadele”, “partinin işyerindeki birim örgütü” gibi kavramların karşılığı olan çalışma, ancak böylesi “genel” ve “özel”i birleştiren bir çalışma içinde anlamlı olabilir. “Eleştiri” ya da “özeleştiri” de bu kapsamda olduğu ölçüde bir yarar sağlayıp, yenilginin zafere dönüştürülmesinin imkânını yaratabilir.

Şubat 2002

Doha’dan tarıma bakış ve köylülüğün geleceği

Azgelişmiş diye tanımlanan Türkiye gibi ülkelerin “küreselleşen” dünyada emperyalist çıkarlar doğrultusunda belli bir yörüngeye oturtulmaya çalışıldığı günümüzde tarım da bu sürece uygun bir şekilde dönüştürülmektedir. Bu dönüşümün niteliği sanayi devriminin ardından ‘ikinci büyük ve köklü dönüşüm’ olarak tanımlanabilecek kadar ağır sonuçlar doğuracaktır.
Kapitalist sanayileşmenin ön koşulu olarak, 19. yüzyılda ilkel sermaye birikimi içerisinde mülksüzleştirilerek, kapitalizmin “özgür emek” depolarını oluşturan köylülük, şimdi de, önündeki her türlü engelin kaldırılmasını sağlayarak, tüm alanları kâr amacıyla yağmalamak isteyen küresel sermayenin boy hedefi durumunda, İngiliz köylülüğünün, 19 yüzyılda cebri yöntemlerle mülksüzleştirilerek kısmen kent sanayi proletaryasını, kısmen de tarımda kiracı kapitalistlerin çalıştırdığı tarım işçisini oluşturması sürecinde yaşadıklarının benzerini, hatta çok daha “ağırını” günümüz üreticileri yaşayacak. Günümüz üreticilerine, mülksüzleşmeleri yönünde uluslararası sermaye tarafından uygulanan cebri yöntem ise, emperyalist finans kuruluşlarının, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, dayattığı tarımda yeniden yapılanma programları. Bu yeniden yapılanmanın iktisadi, demografik, sosyolojik sonuçları olacak: Gelir dağılımındaki uçurum artacak, üreticiler mülksüzleşecek, göçler artacak, bağımlı ülkelerin, onun da ötesinde dünyanın gıda güvenliği tehlikeye girecek.
Süreç “acımasız” ilerleyecek. Ülkelerin bağımsız tarım politikası ve onunla bağlantılı sanayileşme, nüfusun aç bırakılmadan sanayi tarafından emilmesi vb. projelerine izin verilmeyecek. Uluslararası anlaşmalar ile ortaya konan politikalar tavizsiz gerçekleştirilecek. Bunun en somut örneklerinden birini Türkiye’de, 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda görmek mümkün. Planda, tarımda istihdam edilen nüfusun öncelikli olarak yüzde 20’ye sonrasında ise nihai olarak yüzde 10’a düşürülmesinin hedeflendiği vurgulanmakta. Yine Ankara’nın “ulusal program” adı altında Brüksel’e verdiği programda “önümüzdeki 20 yılda Türk tarımındaki nüfusun 20 milyon azaltılacağı” taahhüdünde bulunmaktadır. Bu 20 milyonun nerede istihdam edileceğine dair ise en ufak bir proje sunulmamaktadır.
Böylesi “acımasız” bir süreç, teknoloji çağında bu değişimin kaçınılmaz olduğu gerekçesi ile ve Keynes’in, “Beynimizin tüm kıvrımlarına yerleşmiş eski fikirleri unutmak, yenilerini yaratmaktan daha zordur” sözüne gönderme yapılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Liberal iktisat profesörleri de, “Bilgi çağında yaşayan bir toplumda artık tarımla uğraşmayalım. Yani daha az insan tarımda olsun ve biz buna kafa yormayalım, başka şeylere kafa yoralım” çağrılarıyla sürecin getireceği sonuçları gözden kaçırmaya uğraş vermektedirler. Oysa liberallerin “tartışmayalım” dedikleri tarım Dünya Ticaret Örgütü benzeri toplantıların baş gündem maddelerinden birini oluşturuyor. Uluslararası sermaye ve emperyalist ülkeler, tarıma yönelik ciddi projeler üretiyor. Uruguay Raundu’nda iki sektör anlaşmasından birini tarımın oluşturması bu nedenledir.

ULUSLARARASI SERMAYENİN YÖNELİMİ
Bir dönem sermaye açısından tekstil, gıda gibi tarıma dayalı sanayilere hammadde sağlayan, üretilen sanayi malları için önemli bir pazar olan ve sanayi için işgücü, dolayısıyla ücret seviyesini etkileyen bir faktör olarak işlev gören tarım, uluslararası alanda çok uluslu şirketlerin belirleyici olmaya başladığı 1970’li yıllardan itibaren başka bir boyut kazandı. 1980’li yıllara gelindiğinde Cargill adlı tröstün dünya tahıl ticaretinin yüzde 60’ını tek başına elinde bulundurduğu, sayısı 15’i bulmayan çok uluslu şirketlerin tarım ürünleri dış ticaretinin yüzde 80’ini ele geçirdiği bir durum söz konusuydu. Çok uluslu firmaların dünya ölçeğinde oluşturduğu ilişkiler ağının metaların, sermayenin serbest dolaşımını zorunlu kıldığı, bu firmaların dünya ölçeğinde kaynakları “etkin” kullanmak (sömürmek) için projeler geliştirdiği bu süreçte tarım ürünleri dış ticaretini elinde bulunduran tarım tekelleri de, adına “Küreselleşme” denen bu sürece uyum göstermek amacıyla yeni yönetim stratejileri geliştirdiler.
1980’li yıllarda tarım girdileri üreten sanayi ile tarımın ürettiği metaların dış ticaretiyle uğraşan şirketler birleşmeye gitti. Kimya şirketlerinin sermaye ve yönetimine katılan bu dev ticaret şirketleri devasa bir güce eriştiler. Bu şirketlerin önlerindeki engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik baskıları, uluslararası ticaret düzeninde esaslı değişikliklerin yapılması için konferanslar örgütlenmesini beraberinde getirdi. Tarıma ilişkin köklü düzenlemeleri içeren Uruguay Raundu’nun seri toplantılarının ilki, 1986 yılında, Uruguay’da yapıldı. Belli aralıkla yapılan konferanslarla, yıllarca süren ‘Raunt’ görüşmeleri, Nisan 1994’te, Fas’ın Marakeş kentinde, “Marakeş Protokolü” ile noktalandı. Uruguay Raundu her ülkenin tarım korumalarını ve desteklerinin beş veya on senelik sürelerde yürürlükten kaldırılmasını öngörüyordu. Bu öngörülerin yer aldığı Uruguay Raundu toplantılarının meydana getirdiği metin birçok parlamentoda, Türkiye’deki gibi, hemen hemen hiç görüşülmeden kabul edildi.
Sermaye 1980 sonrası tarıma bakışını değiştirmişti ve tarıma artık geçmişten farklı bir önem atfediyordu. Tarım artık uluslararası sermayenin birikim yapmak için kullandığı alanlardan biri haline gelmişti. Uluslararası sermaye, tarıma, üretici sermaye, finans sermayesi, ticari sermaye olarak doğrudan ya da devlet mekanizmalarını kullanarak, ihracatçı, girdi üreticisi ve dağıtıcısı olarak, kırsal kalkınma projesi olarak ve benzeri araçlarla el attı. Uluslararası sermaye, IMF ve Dünya Bankası gibi finans kuruluşlarının özelleştirme, ticarileştirme, liberalizm ve benzeri mekanizmalarıyla; uluslararası anlaşmalarla; çeşitli sermaye örgütleri (Dünya Ticaret Örgütü vb.) aracılığıyla tarımı düzenleyerek, köylünün hangi ürünü hangi miktarda hatta nasıl üretmesi gerektiğini belirleyebilir hale geldi.

DOHA’DA YENİ ‘ZAFER’
Uluslararası sermayenin dünya tarımını çeşitli mekanizmalarla kontrol altına alması, ulusal tarım politikalarının tasfiyesine yönelik saldırıların yoğunlaşmasını da beraberinde getirdi. Artık tarım tekelleri, ulaştıkları “muazzam” güç ve dünya çapında ördükleri ağlarla, dünyaya kendi bahçeleri gözüyle bakıyorlar. Uluslararası ticarete ilişkin anlaşmalarda artık bu tekellerin lobilerinin istekleri hayat buluyor. Hatta dünyanın 11. büyük firması olarak gösterilen ve 65 ülkede tahıldan fındığa, gübreden tuza, et paketlemeden taşımaya, meyve ve sebzeden kahve alanına kadar geniş bir yelpazede üretim yapan Cargill ve benzeri tekeller bizzat müzakerelere yön veriyorlar. Örneğin Uruguay turlarındaki ABD’nin önerisini Cargill’in eski başkan yardımcılarından birinin hazırladığı biliniyor.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirdiği son toplantısında tarım tekelleri istedikleri kararların çoğunun alınmasını sağladı. Doha’daki toplantıdan ABD “zafer” ile çıktı. ABD ne istiyordu? Sanayi ürünlerinin pazarlanmasında, tarımda ve hizmet ticaretinde dünya pazarlarının daha fazla liberalize edilmesi ve bu pazarlara girişin önündeki engellerin mümkün olan en alt seviyeye indirilmesi. ABD, Doha deklarasyonunda bu taleplerin hemen hepsine ulaşırken, deklarasyon sonrası dünya tarımsal ürün ve gıda ticaretinin büyük bir bölümünü elinde bulunduran ABD’li tarım tekelleri en kârlı çıkanlar arasında yer aldı.
Doha’da tarımsal desteklerin kaldırılması, korumacı politikaların terk edilmesiyle tarımın serbest pazara açılması en çok tartışma yaratan konuların başında geldi.
Planlanandan uzun süren müzakereler sonrasında desteklerin sadece, milli geliri 20 milyar doların altında, dünya ihracat büyüme payı yüzde 1’in altında olan ülkelerde sürmesi kararlaştırıldı. Bunun dışında kalan ülkelerde desteklerin sürmesi halinde tahkime gidilecek ve desteği sürdüren ülkeler cezalandırılacak.
Doha’da tekellerin istekleri doğrultusunda yapılan anlaşmalardan biri de patent ve telif hakkını içeren TRIPS. Bu anlaşma, “küreselleşme” adı altında uluslararası mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesini savunan tekellerin, bilginin “serbest ticaretine” karşı olmalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Özellikle tohum üretimi yapan tarım tekellerinin en önemli taleplerinden biri de patent hakkı. 1980 sonrasında biyo-teknoloji alanında yaşanan gelişmeler ve canlıların genlerini değiştirmede atılan büyük adımlara paralel olarak birleşen tarım tekelleri ve kimya şirketleri, bitki ve hayvan tohumunun özellikleriyle oynayarak, onun melezi olan fakat özelikleri tamamen değişik farklı türler ürettiler. Genler her ülkeye ve toprağa uygun bitkisel tohumlar sağlayınca, ülkeler ürün verimliliği yüksek olan bu tohumlara yönlendirildiler. Ardından tohumda bağımlılık yaratmak için Monsanto, Cargill gibi firmalar bir kez ekildikten sonra bir daha tohum üretmeyecek terminatör genler ürettiler.
Şimdi tüm dünyada, patent hakkını aldıkları bu “terminatör” adı verilen tohumlarla üretimin yapılmasını istiyorlar. Tohum çiftçiliğin baş girdisidir. Tohumun biyolojik kontrolü bütün tarımsal üretim sürecinin kontrolü için büyük bir olanak yaratır. Bu nedenle tekeller patentli tohumların kullanılmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılması için tüm DTÖ toplantılarında bastırmaktadırlar. Tekellerin bu girişimleri karşılık buldu ve Doha’da “önemsiz” sayılabilecek istisnalar dışında patent ve telif haklarını içeren TRIPS kabul edildi.

KÜÇÜK İŞLETMELERİN TASFİYESİ
Uluslararası sermaye dünyada tarımı ve köylünün hangi ürünü hangi miktarda hatta nasıl üretmesi gerektiğini çeşitli mekanizmalarla kontrol altına almış olmasına rağmen, önündeki tüm engellerin ortadan kalkması için, Doha’da ayrıca şu taleplerinin acilen hayata geçirilmesini istedi. Arazi satın alma, kiralama ve diğer gayrimenkul haklarındaki ulusal kısıtlamaların kaldırılması; su kaynaklarının ve dağıtımının özelleştirilmesi; patentli tohumların kullanılması. Bu talepler de uluslararası sermayeyi hedefine oldukça yaklaştıracak taleplerdir. Peki, uluslararası sermayenin hedefi nedir ve tarımsal üretim içerisinde yer alanlar bu süreçten nasıl etkilenecektir?
Bu soruların cevabına geçmeden önce belirtmek gerekir ki, tarımsal üretim içerisinde yer alanlar sermayenin uluslararası işleyişinden, ilk elde, üretim yaptıkları ülkenin uluslararası sisteme entegre olma biçimlerine göre farklı şekilde etkilenecek olmalarına rağmen, uzun vadede üretici köylülüğü aynı son beklemektedir.
Köylülük homojen değildir. Tarımda, toprak ağası, zengin köylü, orta köylü, yoksul köylü, tarım işçisi ve benzeri sosyal üretim ilişkilerine göre tanımlanabilecek toplumsal tabakalaşma mevcuttur. Türkiye gibi azgelişmiş ve uluslararası sermayenin boyunduruğu altında bulunan ülkelerde ise, yaygın olan; küçük toprak mülkiyetine dayalı, aile emeğinin başat olduğu, pazara yönelik küçük meta üretiminin yapıldığı, köylü işletmeleridir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre Zengin köylü, toprak ağası ve kapitalist üretim yapanların dışında kalan küçük meta üretimi yapan köylülük, köylü nüfusunun yüzde 90’ından fazlasını oluşturmaktadır.
Türkiye ve benzeri ülkelerde kapitalist bir sosyo-ekonomik bir kuruluş içinde yer alan köylülük ve küçük üreticilik, kapitalist sistemden kaynaklanan piyasa ilişkilerinin, ulusal ve uluslararası ticari ve mali sermayenin çözücü ve farklılaştırıcı ektilerine sürekli maruz kalıyor. Fakat bu maruz kalma sürecinde küçük üreticilik bir yandan tasfiyeye uğrarken bir yandan da kendisini sürekli olarak yeniden üreterek varlığını korumayı başarıyor. Daha doğrusu bu güne kadar başardı. Örneğin Türkiye tarımı böylesi bir maruz kalma nedeniyle bir yandan büyük göçler vermesine rağmen (Özellikle 1950’lerden sonra) bir yandan da dinamik bir gelişme gösterebildi. Bunda bir ölçüde, köylü işletmesinin giderleri kısıtlamak, aile emeğini artırmak, girdi temini için borçlanmak vb. uyum ve savunma mekanizmalarıyla direnmesinin etkisi var (Tabi uyum mekanizmalarıyla ayakta kalma sürecinde de köylülük sürekli borçlanma ve ticari-mali sermayeye bağlanma nedeniyle daima tasfiye tehlikesinin eşiğindeydi). Küçük üreticiliğin varlığını koruyabilmesi, savunma mekanizmaları geliştirmesinin dışında, ulusal ve uluslararası sermayenin tutumuyla da yakından ilgili. Küçük üreticiliğin tasfiye tehdidi altında üretimini sürdürdüğü süreç içerisinde gerek mali, gerekse de ticari sermaye sağladığı birikimi toprak mülkiyetine, kapitalist çiftlikler bünyesinde gerçekleşecek sermaye birikimine dönüştürmeyi hedef almadı. Bunun yerine, tarımda küçük mülkiyetin süre gelmesini; küçük üreticiliğin gerçekleştirdiği verim artışlarının büyük kesimine el koymayı; bunu yaparken de birikimin kaynağı küçük mülkiyeti kurutmamayı; artık ürünü ise esas itibariyle tarım dışı sermaye birikimine dönüştürmeyi yeğledi. Sermayenin 1980’lere kadar, gittikçe azalarak da olsa, sürdürdüğü bu tutum küçük üreticiliğin varlığını sürdürebilmesinin en önemli etkenlerinden biri oldu.
1980’lerden sonra uluslararası sermayenin tarımı birikim yapmak için kullandığı alanlardan biri haline getirmesi ise, küçük üreticiliğin bugünkü haliyle tezat oluşturuyor ve küçük meta üretiminin bu şekilde sürmesi sermayenin önünde engel teşkil ediyor. Sermaye açısından artık küçük üreticiliğin tasfiye edilmesinin vakti gelmiştir.

TEKELLERİN İŞÇİSİ OLMAYA DOĞRU
Gelişmiş ülkelerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendi sanayilerini ve tüketicilerini beslemek amacıyla tarım üreticisi olarak görmek istedikleri Türkiye gibi ülkeleri, bugün, kendi tarımsal ürün fazlaları için cazip pazarlar olarak gördükleri, kendi üreticilerini günlük milyar dolarla desteklerken, azgelişmiş ülkelere desteklerin tasfiye edilmesi noktasında baskı yaptıkları bilinen bir gerçek. Ama bir kez daha vurgulamak gerekir ki, gelişmiş ülke ve uluslararası finans kuruluşlarının politikalarına damgasını vuran, dünya ölçeğinde yaşanan tekelleşme sürecinin kendi önündeki engelleri ayıklama dürtüşüdür.
Gelinen bu süreçte gelişmiş ülkelerde tarımsal desteklerin kaldırılması tarımsal tekelleri pek etkilemeyecektir. Üretimin girdisinden, üretiminden satışına kadar her türlü aşamasında kurumsallaşmış olan tekeller, destekten ve korumacılıktan yoksun bırakılmış üreticilerin kendisiyle rekabet edemeyeceğini bilmektedirler. Bu nedenle her türlü desteğin kaldırılmasını, gümrüklerin sıfırlanmasını, tarımdaki fiyatların rekabet koşulları içerisinde piyasa tarafından belirlenmesini talep etmektedirler. “Karşılaştırmalı üstünlükler” liberal teorisi ile (Bu teoriye göre her ülke hangi ürünü daha ucuza üretebiliyorsa, hangi ürünü üretmesi halinde diğer ülkelere göre avantaj elde edecekse o ürünü üretmeli) de az gelişmiş ülkeler ikna edilmeye çalışılmaktadır. Oysa küçük üreticilerin eşit koşullarda tekellerle rekabet edebilme şansı yoktur. Küçük üreticiliğin, rekabet edebilmek için milyarlarca dolar harcama şansı da olmadığına güre, tarihe karışması kaçınılmaz olacaktır.
Bu tarihe karışma gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerlidir. Avrupa Birliği (AB) içerisinde tarıma yönelik muazzam bir destek olmasına, ihracat sübvanse edilmesine rağmen tarımdaki liberalizasyona şiddetle karşı çıkan örgütlenmelerin mevcut olmasının kaynağında bu gerçeklik yatmaktadır. AB içerisindeki bu örgütlenmeler incelendiğinde bunların küçük üreticilerden oluştuğu görülmektedir. Bu üreticiler tarımsal alanın liberalleştirilmesi ile birlikte AB ve ABD’li tekellerle rekabet edemeyeceklerini görmektedirler.
Bu gerçekliğin görülmesi şu soruyu beraberinde getirmektedir: Küçük üreticiliğin yani aile tarım işletmeciliğinin tasfiye olmasıyla birlikte boşalan tarımsal alanlar sanayi ve ticaret sermayesi tarafından satın alınıp kapitalist üretim çiftlikleri mi kurulacak? Tabii ki tekellerin kuracakları kapitalist çiftlikler de olacak. Buralarda geçmişin üreticileri ırgatlık yapacak. Ama tekellerin tüm toprakları ailelerden satın alması beklenemez.
Tarımda yaşanacak sosyoekonomik gelişmelerin tahmin edebilmesi noktasında ABD’de yaşanan süreç önemli deneyim sunmaktadır. Bu ülkede tarımın büyük bir kısmı dev tekellerin elinde. Tarımsal üretimin geriye kalan küçük bir kısmı ise bu şirketlere “Sözleşmeli Tarım” denen bir mekanizmayla bağımlı hale getirilmiş durumda olan üreticilerle yapılmaktadır. “Sözleşmeli Tarım” çiftçileri kendi mülkleri üzerinde tekellerin işçileri durumuna düşüren hukuksal bir bağlantı niteliğinde. Buna göre firmayla köylü arasında bir sözleşme imzalanıyor. Bu sözleşmeye göre üretici mülkiyeti kendine ait topraklarda tekel adına, tekelin istediği üretimi, tekelin istediği biçimde gerçekleştiriyor. Aile emeği ve dışarıdan kiralan emek dışında her türlü girdi tekel tarafından sağlanıyor. Üretim süreci tekelin uzmanları tarafından denetleniyor Bunun karşılığında üreticiye sözleşmede yazılı olan toplu bir miktar para veriliyor.
ABD’deki örnekler incelendiğinde üreticinin “Sözleşmeli Tarım” sonucu eline geçen para ile bağımlılığının pekiştirildiği görülmektedir. Üreticinin eline geçen miktar onu yoksulluktan kurtaracak bir miktar değil. Ekip biçebilmek için elinde hiç bir şeyi, en başta da temel üretim girdisi tohumu olmayan üreticinin yeniden sözleşme imzalamaktan başka çaresi yoktur. Burada üretici elinde toprağı olmasına rağmen bir işçi halindedir. Çünkü toprağında hangi ürünü, nasıl ekeceği, hangi gübreyi, ilacı, tohumu kullanacağı tekel tarafından belirlenmektedir. Üreteci, ürününün fiyatı ve ürününü kime satacağı konusunda da bir hakka sahip değil çünkü ürününü direkt sözleşme imzaladığı tekele teslim etmek zorunda.
GAP bölgesinde de başını Koç Holdingin çektiği bir özel kesim gurubunca Sözleşmeli Tarım uygulaması başlatmıştır. Türkiye’de de artık yaşanan sürece barikat kurulmadığı ve aksine bir gelişme yaşanmadığı sürece küçük üreticilerin bir kısmı tasfiye olacak bir kısmı da sözleşmeli tarım işçine “dönüşecek.”
GAP’ta sadece yerli tekeller değil, emperyalist tekellerin de cirit attığı bilinen bir gerçek. 24 Ocak 1980 programı ile birlikte Türkiye tarımına ilgisini artıran ve sağladığı kredilerle tarım politikalarını belirleyen, kamu yönetimi yapısına müdahale eden Dünya Bankası’yla yapılan proje anlaşmaları derinlemesine incelendiğinde, uluslararası tekellerin önünü açmakla birlikte, aynı zamanda tekellere gerekli altyapıyı sağlamaya dönük hedefler güttüğü görülmektedir. Destekleme politikalarından tarımsal pazarlama, tarımsal araştırma ve yayımdan tarımsal altyapı ve sulamaya kadar birçok proje anlaşması imzalanan Dünya Bankası tüm bu anlaşmaları ülke üreticisini kalkındırmak için dayattığı izlenimi yaratılmıştır. Oysa 1986 yılında imzalanan, “Drenaj ve Tarla İçi Geliştirme Projesi”, 1995 yılında imzalanan “Doğu Anadolu Su Havzaları Rehabilitasyon Projesi” ya da 1997 yılında imzalanan Sulama Yönetimi ve Yatırımlarda Katılıcı Özelleştirme” benzeri projelerin tümü uzun vadeli emperyalist tarım politikalarının bir parçası. Ve Doha’da küçük üreticiliğin yok edilmesi ve kendi önünün açılması için bastıran tekellerin, gelecekte üretim yapmayı planladıkları topraklarda üretim için gerekli altyapı hazırlar nitelikte.
Uluslararası tarım tekellerinin, “Arazi satın ama kiralama ve diğer gayrimenkul haklarındaki ulusal kısıtlamaların kaldırılması” talebi bir yanıyla tarımsal üretim ve kapitalist çiftlikler için gerekli toprak ihtiyacından doğmuş olmakla birlikte bir taraftan da başka amaçlar gütmektedir. Tarım sadece üretimle sınırlı bir alan değil, tarımın bir de tamamlayıcı yanı var. Tarımın böcekle, yaban otlarıyla, zararlılarla mücadele ilacı ve benzeri tamamlayıcı malları mevcut. Tekellerin bunları deneme alanlarına ihtiyacı var. Amerikan tarım tekelleri çalışmalarında Türkiye’yi Avrupa’nın Kaliforniya’sı olarak değerlendirmektedirler. ABD’li tekeller iklim koşulları ve toprağın özelliği bakımından Kaliforniya’ya benzettikleri Türkiye’de istedikleri tarım ürünü istedikleri şekilde deneyebileceklerini düşünüyorlar. Tekellerin AB ve ABD’deki güçlü çevre yasaları gereği deneyemedikleri ürünler Türkiye gibi ülkelerin tarımsal toprakları laboratuara çevrilerek denenecek. Çevrenin bu denemeden ne kadar kirlendiği ve halkın bundan ne kadar zarar göreceği ise, doğası gereği, tekellerin sorunu değil.

MİLYONLAR AÇLIĞA MAHKÛM EDİLECEK
Küçük üreticilerin kendi hesabına üretim yapmalarının koşullarının ortadan kaldırmasının ve bir kısım küçük üreticinin de tekeller hesabına üretim yapar hale getirilmesinin yaratacağı ekonomik, toplumsal ve siyasal sonuçların yansımaları önümüzdeki yıllarda açıkça görülecek. Ama şimdiden, tarımda tekelleşmenin yaratacağı sonuçlarını da, tekelleşmenin yoğun olarak yaşandığı ülke örneklerini inceleyerek, kestirmek mümkün.
Tarımsal ülkelerden biri sayılan ve tarımsal ürün ihracatı yoğun olan Brezilya’da verimli toprakların yarısından fazlası nüfusun yüzde 1’inin elinde. Brezilya’da 2000 yılı resmi istatistiklerinde, 32 milyon insan fakir olarak gösterilmektedir. Mısır’da uluslararası sermayenin temsilcileri aracılığıyla tarımdaki küçük üretici hâkimiyetine son verilip büyük işletme birimlerinin ön plana çıkarılmasıyla birlikte yaşananlar bir diğer somut örneği oluşturmaktadır: Verilen dış borçlar karşılığında, uluslararası finans örgütlerinin dayatmalarıyla ticari liberalleştirmeyi, kaynaklan ve dolayısıyla toprağı özelleştirmeyi, sübvansiyonları kaldırmayı hayata geçiren Mısır, ülke genelinde (Bugün Mısır nüfusunun yarısı günlük 1 dolardan az bir gelirle yaşamını sürdürüyor) özellikle de kırsal alanda büyük yoksullukla karşı karşıya. Kırsal alanda açlıktan kırılan insanlar, “toplumsal patlamalara” karşı askeri baskı ve dikta rejimiyle baskılanıyorlar.
Türkiye ve birçok orta ve az gelişmiş diye tanımlanan ülkelerde tarımda zar zor tutunan kitleler iki-üç yıl gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde hiçbir önlem alınamadan tarım dışına göçmeye zorlanmalarına yol açacak olan bir tasfiye süreciyle karşı karşıyalar. Bu durum mevcut kırsal göç hızının katlanmasına yol açmakla birlikte, söz konusu ülkelerdeki istihdam olanaklarının düşüklüğü göz önüne alındığında, büyük bir yoksulluk ve açlığı beraberinde getirecek. Göç olgusu gelişmiş kapitalist ülkelerin küçük üreticileri için de geçerli.
Kırdan kente göç olanaklarının olmadığı yani ekonominin durgunluk içinde olduğu ve tarım dışında iş bulma olanağının olmadığı durumlar da (Bahsedilen olumsuz koşullar şu an Türkiye aynen yaşıyor), göç dalgası kırılabilir. Fakat bu durumda göç etmeyen insanlar, tarım-dışı ekonomik faaliyetlerin sınırlı olduğu bir kırsalda yaşıyorlarsa direkt açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar. Yaşanan sürecin doğal sonucu olarak piyasaya dönük üretim yapamayan köylülerden bir kısmı, aile içinde tüketime yönelik bir üretimle açlık tehlikesinin önüne geçebilirler. Bu ortaçağ köylüsünü bile tarif etmeyen üreticilik de, ancak, içe kapandığında yaşamını idame ettirebilecek küçük bir gelire sahip “şanslı” sayılabilecek köylüler için söz konusu olacak.
“Teknoloji”, “verimlilik” ve benzeri soslarla üzeri örtülenin uluslararası sermayenin merkeze kaynak aktarma operasyonu olduğu gayet açık. Bu gerçeği gizleyerek uluslararası sermayenin köylülüğün büyük bir kısmını tasfiye etmesini ve geriye kalan kısmını da “işçi”leştirmesini alkışlayanlar, bunun teknoloji çağının bir gerekliliği ve aynı zamanda ilerici bir adım olduğunu savlamaktadırlar. Oysa süreç sadece üreticileri yoksullaştırmıyor, üretimi kuralsız bir şekilde tekellerin insafına terk ederek, ülkelerin gıda güvenliğini de tehdit ediyor.

Şubat 2002

Piyasanın iflası, sosyalizm ve teorik mücadele

“Milenyum”u en az yirmi yıl önceleyerek zaferi ve genel geçerliği, üstelik sonrasızlık iddiasıyla birlikte muştulanan “serbest piyasa”; piyasanın üstünlüğü ve kadiri mutlaklığına ilişkin üst perdeden olanca yüceltisiyle birlikte iflasına koşuyor.
Teoride ve tarihsel skalada bu iflas çoktandır ve “ilan edilmemiş savaş” türünden olmak üzere yürürlüktedir. Şimdi bu iflas durumu; sistemin ideolojik, hukuksal, eğitsel, hatta dinsel vb. tüm aygıt ve araçlarıyla tersini yönlendiren yoğun propagandaya karşın, unsur ve işaretlerine geniş emekçi kitlelerin kendi yaşamları içinde kolaylıkla ulaşabileceği bir bilginin yaygınlaşmasına da götürerek pratik bir hal almaktadır.
Piyasanın aldığı ilk “ölümcül darbe”, iflasının yüksek sesle ilanı olmasa bile koşula bağlanması ve asıl yüceltilen “serbestiyet” ya da “hürlüğü” ile birlikte iktisadi yaşamın “tek düzenleyicisi” olma üstünlüğünü yitirmesi; üretim ve ona koşut olarak sermaye birikim süreçlerinde yaşanan yoğunlaşma ve merkezileşmeye bağlı olarak tekellerin ortaya çıkışı ve egemenliklerini dayatmalarıyla gerçekleşti. Serbest rekabetin karşıtına, tekele dönüşmesi ve ancak onun yanı sıra, onunla birlikte ve onun tarafından sınırlanarak etkide bulunmayı sürdürebilmesi, piyasayı “serbest” olmaktan çıkardığı ve “güdümlenmiş” bir kategori haline soktuğu gibi, müdahale götürmez düzenleyici işlevinin de sonu olmuştur.
Bundan sonrasına ilişkin, artık, tekelle birlikte anılabilir, tekellerin egemenliğiyle sınırlanmış ve -tekeller arasındaki iç çekişmeler bir yana- bu egemenliğin dayanağı kılınmış bir tür piyasanın sözü edilebilir olmuştur. Ve şimdi artık, tekellerin egemenliğiyle birlikte varolabilen piyasanın iflasına işaret eden gelişmeler gündemdedir.
Gerçi önce liberal ve sonra neoliberal ideolog ve propagandacılar, aldığı her darbenin ardından piyasanın yeni bir övgüsünü örgütlemeye yönelmişler, bunun için öncelikle ve birinin tökezlemeye başlamasıyla diğerini hemen onun yerine ikame etmeye yöneldikleri, bu nedenle de birkaçını birden ortaya attıkları bir düşünce ya da fikirler piyasasını da oluşturmuşlardır. Bu “piyasa”da fikirler ve birbiri peşi sıra kuramlar dizesinin unsurları halinde öne sürülen düşünceler, kuşkusuz en başta ve temelde aşağı sınıf ve tabakaları sisteme bağlamanın yol ve araçları olarak, doğrudan bu hedefe yönelik üslup ve biçimleriyle ve bu hedefe ulaşmaya aracılık etme yeteneğindeki aydınları (muhalif olanları da kapsayarak) etki altına alıp “eleştirdikleri” durumda bile -yine kitleleri yönlendirmek üzere- kendine bağlamaya yönelik kuramsal biçimleriyle dolaşıma sokulmuştur. Peşinde olunan, bir hegemonik düşünsel ortam, kuşkusuz ideolojik bir ortamdır. Uluslararası tekeller ya da günümüz kapitalizmi, aygıt ve araçlarıyla bunu sağlamasına sağlamıştır, egemenliğini korudukça, iktisadi egemenliğinden kaynaklanan ve yanı sıra burjuva devletin elinde biriktirdiği olanaklarla bu hegemonya sürecektir.
Ancak emeğin ve üretimin toplumsallaşması tüm yerel ve ulusal sınırları da geçersizleştirerek hızlı bir biçimde ilerlemektedir. Zenginliklerin ya da başlıca üretim araçları ve toprakların -hem de giderek daha da- az sayıda elde birikmesi ise, bundan düşük bir hızla gelişmemektedir. Kriz koşullarının da teşvik ettiği “şirket evlilikleri”nde artış küçümsenir gibi değildir. Mümkün olabilecek her alandan her imkân son noktasına kadar zorlanarak aktarılan kaynakları emen sermayenin yoğunlaşmasının yanında merkezileşmesi baş döndürücü hızla ilerlemektedir. Kapitalizmin bu giderek hız kazanan genel yönelimleri, onun emeğin ve üretimin toplumsallaşmasıyla ürünlerin özel mülk edimlisi arasındaki temel karşıtlığının derinleşmesinden başka anlama gelmemektedir. Derinleşen karşıtlığın, yoksulluk, işsizlik, kriz vb. gibi sonuçlarının yıkıcılığının artışına götürdüğü kuşkusuzdur. Bu derinleşme ve artış konusu karşıtlık ve sonuçlarının, çalışma ve yasam koşullarını doğrudan etkilediği emekçi kitleleri tarafından algılanıp görülmesini Kolaylaştırırken gerçeklerin olduğundan başka gösterilmesine dayanarak kuramlar geliştirilmesini zorlaştırmasının ise; uluslararası sermaye egemenliği açısından taşıdığı tehlike ve oluşturduğu tehdit bir yana, nesnel olarak, neoliberal ideolojik hegemonyayı şurasından burasından delip geçersizleşmeye zorladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Üstelik günümüzün orijinalitesi odur ki, sarsılmaya ve gedik vermeye zorlanan yalnızca neoliberal hegemonik ortam değil ama bütün olarak burjuva ideolojik hegemonyadır. Kapitalist karşıtlığın derinleşmesi ve sonuçlarının yıkıcılığındaki artışın yol açtıklarıyla birlikte, burjuva ideolojik yığınak unsurlarının, en azından 20–30 yıldır, neoliberalizmi yalnızca koçbaşı olarak kullanmaması ama, kendi dışında mümkün olan en azını bırakan neoliberal ideolojik biçimlerle birikmiş olması; burjuva ideolojik hegemonya ve devamı bakımından tahrip edici sonuçlara götürmektedir. Bu noktada, açmazından kurtulmak üzere, ne neoliberal ne de genel olarak burjuva ideologların yapabilecekleri pek fazla şey vardır.
Kuşkusuz, düşünce üretimlerine ara vermemekte, kuramlarını durmaksızın çeşitlendirerek ve yeni unsurlarla besleyerek yenilemektedirler. Neoliberal ya da genel olarak burjuva düşünce ve kuramların “piyasası” daralmamakta, tersine genişlemektedir. Ancak bu genişlemeye koşut etkileme gücünden söz edilemez. ABD ve Almanya gibi “en büyükleri” de içinde olmak üzere piyasalarıyla birlikte kapitalist ekonomilerin daralmasından şimdiden bir dizi ülkenin bir türlü kendilerini toparlayamadıkları krizlere sürüklenmelerine, dünya işçileri ve halklarının öfkelerinin artmasına, kapitalist ekonomilerdeki daralmaların katmerlendirdiği emperyalist yağma ve dayatmaların körüklediği antiemperyalist eğilimlerin güç kazanmasından Afganistan’a yönelik saldırganlıkta birleşmiş gibi görünen emperyalist büyük devletlerarasında aslında aynı saldırının gerçek nedenini oluşturan yeniden paylaşıma yönelik çelişki, sürtüşme ve çatışmaların keskinleşmesine kadar bir dizi unsur; neoliberal olduğu kadar genel olarak burjuva fikir, düşünce ve kuramların etkisini kırmakta ve bu etkinin alanını daraltmaktadır. “Krizsiz müreffeh kapitalizm” iddialarını geçersizleştiren Japonya’nın yıllar süren çıkışsızlığı, Amerikan ekonomisinin yüklerini tüm dünyaya yıkmasına karşın önlenemeyen daralışı, “Güneydoğu Asya Kaplanlarının ardından, Arjantin ve Türkiye’nin de çözüm oluşturduğu ileri sürülen emperyalist ve neoliberal manifestolar niteliğindeki IMF reçeteleri ve mali yardımına karşın çöküntüye uğramaları; bu tür gelişmeleri izah edemez olan tüm neoliberal düşünsel-kuramsal şarlatanlıkların etkisini giderici olmakta, sadece burjuva ideolojik hegemonyayı değil ama sonuç olarak sermayenin egemenliğini de sarsmaktadır.
Küçümsenmeyecek sayıda aydın ve özellikle bilim adamı, çoğunlukla son bir yıldır, gerçeklere ve gerçeklerin savunulmasına, örneğin sosyalizme, Marksizm’e atıfta bulunma ya da vurgu yapmaya eğilim göstermektedir. Ancak büyük çoğunluğunun, yakın geçmişte, küreselleşmeci neoliberal burjuva ideolojik hegemonya koşullarında kafa karışıklığına sürüklenmiş olduklarından kuşku yoktur. Neoliberal ideologların “çiğnedikleri sakızlar”dan olan çok sayıda “yeni” veri, argüman ve yaklaşımla, olay ve olguların ortaya koyduğu gerçeğe, bu gerçeğin bilgisine ve bu bilgiye dayanma eğilimindeki kendi görüşlerine dair kuşkularının körüklenip düşüncelerinin muğlaklaşması özellikle teşvik edilmiştir. Doğruluğundan kuşku duyulamayacak gerçek ve bilgisini bırakmayan/tanımayan hegemonik düşünsel çerçevenin, kuramların, tez ve argümanlarının “bombardımanı” karşısında savunmasız kalıp/eleştirel tutumlarını sürdüremeyip ya etki altına alınmış, ya da karşı eğilimleri nedeniyle baskılanıp aşağılanarak ve görüşlerini dile getirmeleri bedeller ödemelerine bağlanarak yıllardır kuşkuları içinde sessizleştirilmiş oldukları bir gerçektir. Önemli bir kısmıysa, yakın zamana kadar neoliberal ağızla ya da “karşı görüş” ileri sürerken bile onların argümanlarını kullanarak yarı neoliberal ağızla ses verir hale geriletilmişti. Böyle bir geçmişe rağmen, son zamanlarda, anımsanmayacak sayıda aydının du dayatılmış çerçevenin dışına çıkma ve sosyalizme, Marksizm’e atıfta bulunma eğilimini göstermeleri ise; kuşkusuz, bu ideolojik hegemonyayı zayıflatan, onun nesnel zeminindeki daralmayla, bu daralmayı koşullayan (giderek öznelliği de etkileyip kapsayarak) sözü edilen nesnel gelişmelerle bağıntılıdır.
Bu bağıntı iki yönden işlevseldir. Gösterdiği ya da ifade ettiği gerçek, iddialı tez ve kuramları ve kuşkusuz argümanlarıyla birlikte neoliberal burjuva ideolojik hegemonyanın nesnelliğinden kuşku duyulamayacak olay ve olguların dayatmasıyla çözülmekte ve geçersizleşmekte olduğudur. Artık örneğin ILO’nun “Dünya İstihdam Raporu 2001 “e göre üç kişiden birinin açık ya da gizli işsiz olduğu dünyada, dönüştürücü ve sistem kurucu tarihsel rolünü de yitirmek üzere proletaryanın bir “çalışanlar” kategorisi içinde eriyerek sınıf karşıtlığı ve çatışmasının sonuna gelindiği tezini ya da “kendi içinde sınıf karşıtlığı içermeyen bir üretim ilişkisi olarak” kalite yönetiminin işçilerden teknisyen ve mühendislere, işletme yöneticilerinden hissedar ya da patrona kadar herkesi, karar alma süreçlerini de kapsayarak, “kendi işletmesi”nin “üretim ve yönetiminin katılımcısı” kılarak mülkiyet ilişkilerini geçersizleştirdiği tezini veya sözü edilen iki tezin bir üst düzlemde ifade edilişi olan liberal politik ekonomi sisteminin “tarihin sonu” olduğu ya da kapitalizmin “alternatifsizliği ve sonsuzluğu” tezini, yakın zamana kadar yapıla-geldiği gibi, apriori, kanıta ihtiyaç göstermeyen gerçeğin ön kabulü olarak dayatıp üzerinden fikir geliştirmek kolay olamamaktadır. Üstelik bu zorluk, açık işsizliğin yüzde yirmilerin üzerinde seyrettiği Türkiye ile sınırlı bir zorluk da değildir. Örneğin yine aynı rapora göre, 1990–1999 yılları arasında, part-time çalışma ya da ya da genel olarak eksik istihdamın toplam istihdam içindeki payının yüzde 13’ten 16’ya büyüdüğü AB ülkelerini de ilgilendirmektedir. Yine örneğin yalnızca işçilerin değil teknisyen, mühendis ve bir kısım bürokratların da işsizlikle yüz yüze bırakılmasını koşullayan esnek çalışma ve kalite yönetimi, özelleştirme, esnaf ve köylüler başta olmak üzere küçük üreticileri iflasa sürükleyerek proleterleşme sürecini işsizleşme süreciyle çakıştıran ve kendi gerekçesini geçersizleştiren patent hakları, kotalar, teşvikleri vb. içeren tarım, hizmet ve finans sektörlerinin liberalizasyonu vb. politika ve uygulamalarıyla genel neoliberal saldırganlık, tetiklediği kadar unsuru da olduğu, kapitalizmin yol arkadaşı -günümüzde bir yenisi yaşanmakta olan ekonomik daralma ve krizle birlikte, bu zorluk ve zorlanmayı evrenselleştirmektedir. Dünyanın gelişmemiş ve orta derecede gelişmiş ülkelerden oluşan ve büyük çoğunluğu teşkil eden “borçlu devletler”le üç-beş gelişmiş ülkeden oluşan rantiye “alacaklı devletler” halinde bölünüşünün birinci yanında kalanlar bakımından bu zorluk çok daha büyüktür; ancak ABD, Almanya, Japonya başta olmak üzere “alacaklı devletler” azınlığı bakımından da zorluk küçümsenir gibi değildir. Başını neoliberal akıl danelerin çektiği burjuva ideologlar zora düşmüşlerdir; ancak, bundan anlaşılması gereken, “kişisel” bir zorluk değil, sermayenin kurmaya uğraştığı “yeni dünya”yı fikri olarak önceleyerek yönlendirme çabasındaki burjuva düşünce sistemi ya da sistemler toplamının zorda olduğudur.

* * *
Yukarıdaki bağıntının işaret ettiği gerçek ise, çözülüşe uğramakta olan ideolojik hegemonyanın kenarından köşesinden atlayarak, ama artık onun tarafından bütünüyle denetlenemez olan çoğu kuram, tez ve fikirlerin: uzun sayılabilecek yıllar boyunca genellikle sözü edilen hegemonyayı ve sonuçlarını aşılamaz bir veri sayarak kabullenen ya da oluşmuş duruma boyun eğen düşünürler ve hegemonik baskı altında bulanıklaştırmaktan kaçınamadıkları, hatta kaçınmadıkları kuram, tez ve düşüncelerinin gelişmesi ya da devamı olarak ortaya çıkmakta oluşudur.
Örnek vermek gerekirse, yıllarca ve yıllarca, sözü edilen hegemonya koşullarında düşünce piyasasında ancak Marksizm eleştirileri ve eleştirmenleri yaşam hakkı bulabilmişler, Marksizm neredeyse “yeraltı”na itilmiş ve yok sayılmıştı. Kuşkusuz kaynağını sermaye egemenliğinin oluşturduğu modern revizyonizm, Maoculuk ve revizyonizmin kefareti küçük burjuva devrimciliğin “içeriden” ve etrafında dolaşarak şurasından burasından çekiştirmeye ve kemirmeye giriştiği sermaye ve kapitalizm karşıtı dünya görüşü ve pratiğe bağlanan teorik sistem olarak Marksizm’in, felsefi yönelişi, tarihsel yaklaşımı, bilimsel yöntemi, pratik verilere bilimin uygulanışının parlak bir örneği olan kapitalizm çözümlemesi, kısa sürede yaşama geçen onun sonuna dair bilimsel öngörüsü ve bunda proletaryanın tarihsel rolüne ilişkin öğretisiyle vb. bozuşturulması, birkaç on yıldır ciddi bir düşünsel faaliyet alanı haline getirilmişti. Neoliberal saldırganlık ve hegemonya, bu faaliyetin neden olduğu tahribat üzerine gelip oturdu. Sosyalizmden kapitalizme geri dönüş koşullarında ortaya saçılan iğdiş edicilik, -örneğin sosyalizmin yerine “piyasa sosyalizminin savunulmasına geçiş, düşünce piyasasında kendisine yer bulan bu ve benzeri fikir ve tezlerin Marksizm’e yamanması ya da Marksizm’in eleştirel “zenginleştirilmesi” sürecinde kat edilen mesafe-, neoliberal hegemonyaya dayanaklık ettiği ve onu sağlamlaştırdığı gibi, ufaktekfek rötuşlarla “yeni” hegemonik düşünce piyasasında da “muhalif” kimliğiyle bir değer taşımaya devam etti. Artık “meşru” Marksizm, bu iğdiş edicilik olarak, iğdiş ediciler şahsında yaşatılıyor ve gerektikçe tavsiye ediliyordu!
Şimdilerde hegemonyası sarsıntı halindeki neoliberal kuram, tez ve düşüncelerin alternatifi olarak ileri sürülen düşünceler ve sosyalizme, Marksizm’e yapılan atıflar, böyle bir geçmişe sahiptir, sabıkalıdır, düşünsel süreklilik göz önünde tutulduğunda sicili parlak değildir. Sözü edilen hegemonik koşullara boyun eğilerek dolaysızca Marx ve Engels’ten ve onlara başvurmaktan uzak durulup “meşruiyeti kabul gören” Marksizm yorumcuları ya da Marx’a açıklık getirmeye, görüşlerini “çağdaş” katkılarla geliştirmeye çalışan eleştirmenleri olarak Adorno, Althusser, Poulantzas türü anti-Marksistlere ya da düşünceleriyle Marksizm’in sentezi uğruna çaba gösterilen Weber türü sistem kurucu sosyologlara dayanılarak sunulan kuram, tez ve düşüncelerin hegemonik ortamdan nasibini almadığı ve bulaşık olmadığı ileri sürülemez. Marx’ın Adorno ve benzeri aracılara, onlar tarafından yorumlanmaya ve bu yorumlardan alıntılanmaya ihtiyacı yoktur, olamaz. Onların yorumlarıyla “meşru” kılınmış Marx ve “Marksizm”in, bugünün konuşmak ve alternatif ileri sürmek bakımından uygunlaşmış koşullarında başvuru kaynağı ve çözüm olarak ileri sürülmesi ne gerçekçidir ne de bir çözüm oluşturur. Olsa olsa, Marx ve Marksizm’i, ne denli iyi niyetle olursa olsun, sermayeye yeni bir gönüllü yedeklenme dalgasına bir kez daha kurban vermeye, zayıflamış hegemonik ortamın -başarılı olursa, belki burjuvazinin ideolojik cephe hattını bir adım geriden kurmayı benimsemesi rağmına- sağlamlaştırılmasına hizmet eder. Adorno, Horkheimer gibilerinin aktarmacılığıyla, Althusser çıkışlı “sivil toplumculuk”la, Weber’le sentezleştirilmiş, tam istihdam başta olmak üzere iktisadi çözümlemelerde Keynes’le bağlantılandırılan, kalkınmacı, sosyal devletçi yaklaşımlarıyla bir yandan önceki dönemin doğrudan burjuva iktisatçılarına diğer yandan Avrupa merkezcilik eleştirisi adına kapitalizm karşıtlığını unutup ya da geriye atıp “geriden, “geri kalmış” ya da “bıraktırılmış “tan bakışla emperyalizm karşıtlığıyla sınırlı bir “gelişmecilik” perspektifinden Marksizm’le tartışan Sweezy-Daran, Samir Amin örneği yorumlara dayandırılarak çeşitlendirilen ve hem bilimsel hem de proletaryanın dünya görüşü olmaktan uzaklaştırılmış bir tür “Marksizm” ile burjuva teori ve pratiğiyle hesaplaşılamaz ve gelecek kucaklanamaz.
Kapitalizmin çıkmazına, bir kez daha ve pratik politika bakımından dev olanaklar sunarak gönderme yapan nesnel gelişmelerin burjuva ideolojik hegemonyayı zayıflattığı ve -sosyalizm ve Marksizm de içinde olmak üzere- alternatif tartışmasının, özellikle geniş emekçi kitlelerin nezdinde olanaklı hale geldiği günümüzde, Marksizm’in saflığının korunması ve bu uğurda tam netliği hedefleyen ideolojik mücadelenin önemi artmış ya da zaten önemli olan bu mücadeleye ihtiyaç güncelleşmiş durumdadır. Ancak eklenmelidir ki, teorik mücadele, Marksizm’in saflığının korunmasını amaçlamakla yetinemez. Marx’ı, Engels’i ve takipçilerini aracısız kaynak alarak, doğa ve toplum bilimlerindeki, toplumsal yaşamdaki ilerleme ve gelişmelerle -hiçbir zaman gelişmelere kapalı bir dogma olmamış olan- Marksizm’in güncelleştirilip geliştirilmesi, bu mücadelenin amaçlarından olmak zorundadır. Sadece cepheden karşıtı olan doğrudan burjuva ideolojik biçimlenmelerle değil, hatta daha da ağırlıklı olarak, “içinden” ya da kenarından tırtıklayarak bozuşturuculuk yapmakta olan üstü örtülü burjuva, küçük burjuva ideolojik biçimlenmelerle teorik hesaplaşma içinde bu amaçlara ulaşılabilir ve işçi, emekçi kitlelerin devrimci pratiğiyle bağlantısı içinde bir fikri akım olarak Marksizm’in ve kuşkusuz sosyalist işçi hareketinin gelişmesi güvence altına alınabilir.

* * *
İdeolojik mücadele ve liberalizmle bulaşık hale getirilme çabalarının üstesinden gelinerek teorik alanda Marksizm’in egemenliğinin yeniden sağlanması; burjuva ideolojik hegemonyanın sarsılmasına yol açan gelişmelerin aynı zamanda yeni bir işçi, emekçi hareketi dalgasının yükselişini de koşullaması ve bir süredir böyle bir yükselişin başlamış olması nedeniyle, özel bir önem kazanmaktadır.
Teorik alanda tüm yok sayma ve çarpıtma çabalarına karşın, kapitalizmin dara düştüğü çok yönlü kriz koşullarında, tarihsel rolüyle birlikte proletaryanın bir sınıf olarak yitip gittiği iddiasında bulunan ya da emeğin değil ama yalnızca sermayenin değer yarattığını ileri süren veya “toplumsal analizlerini bütünüyle işçi sınıfı ve emekçileri dışta tutarak yapan yok sayıcıları ve sınıf gerçeği, sınıf karşıtlıkları ve işçi sınıfının dönüştürücü rolünün türlü türlü çarpıtıcıları da kapsamak üzere, olumlu ya da olumsuz, yapıcı ya da yıkıcı yaklaşımlarıyla hiç kimse, en başta işçi sınıfını dikkat merkezine almazlık edememektedir.
Hatta bu, yalnızca burjuvazi ve kapitalizmin dara düştüğü kriz koşullarına özgü bir durum da değildir. Örneğin tamamen yanılsamaya dayalı ve ideolojik düzeyden başlatılarak yürütülen esnek çalışma, kalite yönetimi, özelleştirme vb. saldırganlığı ya da bunların ardında yatan -sınıf çıkarının yön verdiği ve bu çıkarı yansıtan- ideolojik kaygı ya da tutum, doğrudan işçi sınıfını ya da daha iyi anlaşılmak üzere, emek sermaye karşıtlığını ve artı-değer sömürüsünün yoğunlaştırılmasını ve ama bunun halka, en başta işçilere onların lehine gelişmelermiş gibi sunumunu değil de neyi dikkat merkezine koymuştur? Burjuva ideologların işçi sınıfını en çok yok saydığı, devrimci rolüyle birlikte tarihe karıştığını en çok ileri sürdükleri koşullarda, en ilgisiz sorun ve bağlantıları, örneğin “yüksek” felsefi, iktisadi vb. sorunları tartışıyor görünürken bile, çoğu kes üstünü örtüp kaygı ve amaçlarını gizleyerek, (ancak aptalları kendilerini ele veren acık sözlülük yapmışlardır) sınıf karşıtlığının zorunlu kıldığı üzere ve bu karşıtlık ve düşmanlığın hakkını vererek, işçi sınıfını karşıya alan, ezmeyi, aldatmayı, örgüt ve hareketini dağıtmayı, saptırmayı, yedeklemeyi vb. dikkat merkezinde bulunduran bir tutuma sahip oldukları ortadadır. Bin dereden su getirip bin bir “ikna edici” gerekçe bulmaya çalışarak, başka herhangi türden kategorileri değil, ama işçi sınıfı ve onunla bağlantılı kategorileri yok saymaya uğraşmaları; örneğin eşcinsellerin, çevrecilerin vb. vb. önemi ve rolüne atıfta bulunarak işçi sınıfınınkinin gereksiz ve geçersiz ya da “sivil toplum örgütlerini” yüceltirken emek örgütlerini “çağdışı” ilan etmeleri, bunun kanıtı durumundadır.
Burjuva ideologların yok sayarken bile kaçınamadıkları işçi sınıfını -yarattıklarına mümkün olan en ileri düzeyde el koyma; bilinç, bağımsız örgüt ve mücadele imkânlarını daraltma; kavrayışını ve hareketini saptırma ve bastırma vb. yönleriyle- dikkat merkezinde bulundurma tutumu, zora düştükleri koşullarda daha da belirginleşmektedir. Şimdi sınıf hareketinin gelişmeye yönelmesinin taşıdığı ya da potansiyel olarak içerdiği tehdit, bu tutumun pekiştirilmesine götürdüğü gibi, “ince ayarcı” bir tutumla da birleştirilmesine yol açmaktadır, “ince ayarcılık”, kafa karıştırmaya, üstesinden gelmek üzere yeni uğraşıları gerektiren bölünmeler yaratmaya vb. yönelik görünüşte, Marksist, eleştirelliği siz, suçlayıcılığı ve inkârcılığı okuyun-, “zenginleştiriciliği” -siz, bilimsel köklerinden koparılmışlığı, eklektik ve anlaşılmaz kılınmışlığı ve reddediciliği okuyun- ve “çağdaşlaştırılmışlığı” -siz, tüm temel önermeleriyle birlikte bir dünya görüşü ve bilimsel yöntem olarak çağdışı ilan edilmesi okuyun- ile “Marksizm” yorumları ve Marksizm’le bir tür -kuşkusuz olumsuz- ilgisini açıklayan, Post-yapısalcılığın kavramlarıyla oluşturulan “post-Marksist” örneği başına belirli sıfatlar alan kuram ve yaklaşımlara, sarsıntı halindeki ideolojik hegemonyayı güçlendirmek üzere, kendi içinde yer açmayı içermektedir.
Bu nedenle, teorik alanda, hem neoliberal içerikli olanlar başta olmak üzere doğrudan burjuva akımlara hem de Marksizm’le ilintilendirilen burjuva, küçük burjuva akımlara karşı mücadele, içinde bulunduğumuz dönemde, vazgeçilemez bir görev durumundadır. “İnce ayarlı” olanları da kapsamak üzere, işçi ve emekçilerin kafalarını karıştırmaya ve onları kapitalizme ve tekellerin egemenliğine bağlamaya yönelik olarak geliştirilmiş tüm safsataları geçersizleştirmek ve bu amaçla ideolojik mücadeleyi kesintiye uğratmadan sürdürmek, ileri kesimlerinden başlayarak işçi sınıfı ve emekçilerin kendi bağımsız örgüt ve mücadelelerini geliştirebilmeleri bakımından zorunlu bir ihtiyaçtır. Aynı zamanda bir entelektüel hareketle birleşmeyen bir işçi ve emekçi hareketi, sınıf güdüleri dışına çıkmayı dayatsa bile, kapitalizmin sınırlarını aşmaya güç yetiremez; bugün artık yetmezliği, örneğin uzlaşmacı sendikacılığın yön verdiği sendikaların yok oluşa sürüklenmesiyle bir kez daha kanıtlanan kendi başına iktisadi/sendikal mücadele kapsamıyla düzen içinde çıkmaza mahkûm olur. Sınıf mücadelesinin bugünkü çıkmazından kurtulabilmesi için, iktisadi mücadelenin, politik mücadelenin yanı sıra teorik mücadeleyle de birleştirilmesi olmazsa olmaz koşul durumundadır.

* * *
Öte yandan teorik mücadele, yalnızca hasımlarla hesaplaşmaya ya da doğru söyleyişle onlarla kavramları yarıştırmaya indirgenemez. Bu, yeni bir işçi-emekçi hareketi dalgasının içinde ya da arifesinde olduğumuz günümüz koşullarında, burjuva ve görünüşte Marksist ya da kendisini Marksizm’le ilişkilendiren akımlara karşı ideolojik mücadelenin özellikle önem kazanmasına karşın böyledir. Bundan anlaşılması gereken, Marksizm düşmanı akımlarla mücadeleye ara vermek ya da bu mücadeleyi önemsiz görmek değil, ama ideolojik mücadeleyi doğru bir temelde ele alıp yürütmeyi de kapsamak üzere, tüm mücadelenin hareket noktasının olduğu kadar amacının ve bağlanacağı yerin de hiçbir zaman dikkat merkezinden çıkmayacak biçimde doğru belirlenmesidir. Bu mücadelenin hareket noktası, amacı ve bağlanacağı yer, aydınca ya da politika dışı içerik taşıyan akademik tartışmalar, kavramların çekiştirilmesinden ibaret laf cambazlıkları değildir, olamaz; devrimci ideolojik ve teorik mücadeleyi, bütün yönleriyle, -kapitalizm karşıtlığının ve emeğin yeni dünyasının öznesi, dolayısıyla bugün tarihsel gelişme ve ilerleme fikrinin zorunlu olarak bağlandığı sınıf olan- işçi sınıfı ve hareketinin çıkar ve ihtiyaçları şekillendirmelidir. İşçi sınıfı ve hareketinin çıkar ve ihtiyaçlarından hareket etmeyen, bu çıkar ve ihtiyaçları karşılama amacına hizmet etmeyen, sınıf mücadelesinin önünün açılmasına, geliştirilmesine ve sınıfın kurtuluşuna bağlanmayan bir ideolojik ve teorik mücadele, ne kapitalizm karşıtı ne devrimci ne de Marksist sıfatıyla anılmaya layık olabilir.
Burjuva ve saptırıcı akımlarla ideolojik mücadele ve teorik tartışma, kuşkusuz bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bunun da ötesinde, böyle bir ideolojik hesaplaşmayı da kapsamak üzere, ideolojik, teorik mücadele; sınıfın ve emekçilerin bugün ufkunu özellikle daraltan ve ama nesnel gelişmelerin bu ufuk darlığını yırtmaya yönelik etkisinin pratik olarak hissedilmeye başlandığı (başka bir deyişle, nesnel gelişmelerin bu ufuk darlığının yırtılmaya başlaması bakımından aydınlatıcı müdahaleyi özellikle kolaylaştırdığı) alan ve sorunlarda öncelikle yoğunlaşmak durumundadır. Burjuva ve saptırıcı görüş ve akımlarla mücadeleyi ve geniş kitlelerin gerçeklerin farkına varışını da kolaylaştırmak üzere, burjuva ideolojik hegemonyayı özellikle geçersizleştirme yönünde etkide bulunan gelişmelerin en çok ortaya çıktığı, dolayısıyla analizleri üzerinden aydınlatma faaliyeti yürütülmesinin sınıfın ve emekçilerin yeni bir ileri atılışına olumlu katkıda bulunacağı olay ve olgulardan hareket etmek doğru olacaktır.
Teorik mücadele, kuşkusuz sorunların, olay ve olguların, bağlantılarıyla, teori düzeyinde ele alınmasıyla yürütülecektir. Ancak eğer bir aydın gevezeliği ya da fikir jimnastiği olmayacaksa, politik bir programın, öyleyse, bu programın nesnel olarak sahibi olan ve yığınsal olarak öznesi durumuna yükseltilmesine katkıda bulunacağı sınıfın, işçi sınıfının politik mücadelesinin önünü açmalı ve başka türlü gelişemeyecek olan bu mücadelenin, acil talepler ve bu uğurda mücadele ile bağlantısını gözetmelidir.
Vurgulanmalıdır ki, bugün işçi sınıfının teorik, politik ve ekonomik mücadelesinin ya da işçi sınıfının mücadelesinin bu üç yönünün birbirlerini güçlendirerek başarıyla gelişmesi açısından nesnel koşullar on yıllardır olmadık ölçüde elverişlidir. Sadece gerici burjuva, küçük burjuva akımların işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki etkisinin kırılmasına yönelik olumsuzlama olarak değil, ama işçi ve emekçilerin -özellikle ileri kesimlerinden başlayarak- aydınlatılması ve sosyalist bilinçle donanmasına yönelik sosyalist propagandayı da kapsayarak -iktisadı, kaçınılmaz krizi, sınıf karşıtlık ve ilişkileri, ekonomi ile siyaset ve sınıflarla devlet, düşünsel-kültürel ideolojik, hukuki, ahlaki vb. üst yapı arasındaki ilişkiler, işsizlik ve sefaletin derinleşmesi gibi sonuçlarıyla birlikte- kapitalizmin teşhiri ve kapitalist karşıtlığın zorunlu sonucu olarak sosyalizmin kaçınılmazlığı ve bunun için yapılması gerekenlerin açıklanması; burjuva ideolojik hegemonyayı sarsıntıya götüren nesnel gelişmeler göz önüne alındığında, kolaylaştığı kadar ertelenemez bir görev haline de gelmiştir. Artık, her koşulda ciddi bir zafiyet işareti olan bağımsızlık ve demokrasi vurgusu yapmakla yetinmenin, sınıf hareketinin gelişme İhtiyaçları bakımından gericileşmeyle eşanlamlı olacağı söylenmelidir. Öte yandan, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesiyle birleşmeyen ve onun önünü açmayan bir sosyalizm vurgusu ya da propagandasının ayaklarının yere basmayacağı, aydınca bir gevezelik olmaktan öteye gitmeyeceği de kesindir. Sadece bu da değil. Sosyalizm propagandası ya da genel olarak sosyalist mücadele, barış mücadelesi ve ezilen halkların kendi kaderlerini tayin hakkının savunulmasıyla birleşmelidir. Ve tümü, kültürel-düşünsel dönüşüm de içinde olmak üzere burjuva dünyasının dönüştürülmesi ve iktidar mücadelesi olarak, işçi ve emekçilerin acil talepleri için mücadeleyle birleşmediğinde, yine ayaklarını yere basamayacak, söylemden öteye geçtiğinde başarıyla gelişme şansı bulamayacaktır. Öyleyse tümünün birleştirilmesi zorunluluktur ve hem bu birleşme hem de doğru birleştirilen sınıfın üç yönlü mücadelesinin ilerleyişi açısından devrimci inisiyatif giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
Devrimci inisiyatifin nesnel zeminini genişletip Marksizm’in işçi ve emek hareketiyle birleşmesini de olumlu etkilemek üzere, ideolojik akımlarının mahkûmiyetini de kapsayarak kapitalizmin teşhiri ve sosyalizmin alternatif olarak işlenmesi bakımından koşullar, bugün her zamankinden elverişli durumdadır.

* * *
Örnek vermek gerekirse…
Ya çarpıtılıp gerçeğin gösterdiğinin tersini kabul ettirmek için propaganda malzemesi olarak kullanılarak ya da her şeye rağmen yer verilmekten kaçınılamadığı için kullanılmak zorunda kalındığından sermaye medyasında da çıkan haberler bile, artık dikkat çekicidir.
İşsizlikle ilgili rakamlardan söz etmiştik.
“Ankara’da işsizlik sigortasından yararlanmak için İş-Kur Ankara Şubesi’ne başvuran 200 kişiden hiçbirinin başvurusu kabul edilmedi, İzmit’te İş-Kur’a başvuran 70 kişiden sadece bir işsiz maaş almaya hak kazandı. Yüzlerce kişinin başvurduğu Elazığ’da sadece bir kişinin başvurusu kabul edildi.” “işsizlik ödeneği açlık sınırının altında. Türkiye’de ödenek tavanı, aylık 163 milyon lira olan net asgari ücret düzeyinde; Almanya’daki tavan ise 4 milyar 680 milyon lira.”
Ya henüz işsizlik belasıyla tanıştırılmak üzere işten atılmamış olanlar? İşte bir örnek: “OYAK Renault patronu ile işyerinde örgütlü Türk Metal Sendikası arasında varılan anlaşmaya göre, haftalık 35 saat çalışma üzerinden yapılan ücret ödemesi, 25 saat üzerinden yapılacak. Pazar günü yapılan fazla mesailer ise artı normal ücret üzerinden hesaplanacak.” Ya da bir başka örnek: “Öğretmenlere, belediye zabıtalarına, demiryolu ve Telekom (PTT) çalışanlarına vb. sağlanan ulaşım indirimleri ve ücretsiz seyahat kartları kaldırıldı.”
“Doğalgazdan kömüre dönüş hızlandı.” “150–200 milyon lirayı bulan doğalgaz faturaları ciddi tepkiye yol açtı.”
“Elektrik ve su faturaları el yakmaya başladı.” “Su ve elektrik zamları otomatiğe bağlandı.”
“Dünyada petrol fiyatları geriledi, Türkiye’de dolar düştü ama akaryakıt ürünlerine yine zam yapıldı!”
“Ocak ayında enflasyon hız kesmedi.” “Enflasyon uçuşta; aylık artış toptan eşya fiyatlarında yüzde 4,2, tüketici fiyatlarında yüzde 5,3” “Ocak ayında yıllık enflasyon toptan eşyada yüzde 92,0, tüketici fiyatlarından yüzde 73,2 olarak gerçekleşti.”
“Türkiye’de tarımsal ürünlerde sürekli bir kısır döngünün yaşandığını dile getiren Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin; ‘Bu döngü sürekli üreticinin ve tüketicinin kaybettiği bir döngüdür. Üreticinin elinden 80–100 bin liraya çıkan patates tüketiciye 700 bin liraya, 400–450 bin liradan çıkan elma 1–1,5 milyon liraya, 100 bin liraya çıkan havuç 1 milyon liraya ulaşmakta. Bu döngüde parayı kazanan hep aracılar. Serbest piyasa ekonomisi adı verilen bu düzen gerçekte, serbest soygun düzenidir’ diye konuştu.”
“Ziraat Bankası ve Halkbank’a ait 900 dolayında şubenin kapatılmasına ilişkin kararname Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı; bu kararnameyle iki bankanın 36 bin çalışanından 17 bininin bankalardan çıkarılıp başka devlet dairelerine verileceği belirtili yor.”
“Bankaların rehabilitasyonuna yönelik yasal düzenlemeyle öz sermaye yeterlilik oranları ya da pazar payları yüzde 1’den yüksek olan bankalara bu oranı yüzde 8’e yükseltmek üzere devlet tahvili veriliyor. Fon bankalarına 18,5 katrilyon, holding bankalarına ise en az 7–8 katrilyon liralık kaynak aktarılıyor.”
“175 katrilyonluk kamu kaynağının kullanımı yetkisine sahip Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu üyeleri, yeni Bankalar Yasası ile dokunulmazlık zırhına kavuşarak yapacakları iş ve işlemlerden sorumsuz tutuluyorlar.”
“Karayolları ve Köy Hizmetleri, kamu harcamalarından tasarruf etmek üzere İI Özel İdareleri Bölge Müdürlüklerine bağlanıyor. En son MTA tasarruf kuyruğunda…” “Kış bastırınca, binlerce köye ulaşılamıyor, çok sayıda araç İpsala ve Kapıkule Gümrük Kapıları’nda bekletiliyor, Ankara-İstanbul ulaşımı bile aksadı…”
“Acılı annenin kâbusu: Parasızlıktan müdahale edilmeyen küçük bebeğinin cesedi de hastanede rehin kaldı.” “Aynı ilacın yeni ambalajlı fiyatı üç misli.”, “Tedavi masrafları düşük olduğu için İngiliz hastalar tedavi için Türkiye’ye gönderiliyor…”
“YÖK Yasa Tasarısı tartışılıyor”. “Tasarıyla sanayi-üniversite işbirliği perçinleniyor.” “Araştırma geliştirme projeleri, şirketler tarafından finanse edilebilecek; araştırma profesörlükleri için yapılacak bağışlar, üniversite işletme hesabının gelir kaynakları arasında sayılıyor.” “Tasarının bir maddesi, ‘Masraflarının tamamı gerçek ya da tüzel kişilerce karşılanan hizmetlerde sözleşme ile araştırma profesörü istihdam edilebilmesini’ öngörüyor.” “Katkı payı ödemelerinin miktarları, Yükseköğretim Kurulunca tespit edilen öğrenci başına cari hizmet ödeneği miktarının yarısını geçmemek kaydıyla üniversite ve yüksek teknoloji enstitülerinin yönetim kurullarınca tespit edilecek. Katkı payını ödemeyen öğrencilerin kayıtları yapılmayacak.” “İstanbul Üniversitesi’nde harçların tavanı 850 dolar olarak belirlendi.”
“Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında sürdürülen Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) müzakerelerinin 2002 yılı sonuna kadar bitirilmesi hedefleniyor.” “Türkiye, kamunun elini çekeceği hizmetler alanının dünya çapında liberalizasyonunu ve bunun kurallarının saptanmasını amaçlayan GATS kapsamında, 7 hizmet sektörünü piyasaya açma taahhüdünde bulundu: Mesleki hizmetler; haberleşme hizmetleri; müteahhitlik ve ilgili mühendislik-mimarlık hizmetleri; eğitim hizmetleri; kanalizasyon, çöplerin kaldırılması, su, sağlık gibi alanları da kapsayan çevre hizmetleri; mali hizmetler, sağlık ve ilgili sosyal hizmetler, turizm ve seyahat ile ilgili hizmetler, ulaştırma hizmetleri.”
“Endüstri Bölgeleri Yasası ile Türkiye’de kurulacak endüstri bölgelerinde yatırım yapacak yabancı şirketlere vergi istisnasından asgari ücretle sendikasız işçi çalıştırmaya kadar birçok avantaj sağlanıyor.”
“Sigara üretimi ve pazarlamasını yabancı şirketlere açan Tütün Yasası ile Türkiye’de tütün üretiminin ipi çekildi.”
“11 Eylül sonrasında ABD, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkelerde demokrasiye kısıtlamalar getirildi. ABD’de başkanın emriyle yabancılar süresiz gözaltına alınabilecek ve askeri mahkemelere sevk edilecek.” “AB normlarına uyum çerçevesinde yapılan Anayasa değişikliğinin gereği olan uyum yasaları kapsamında ‘mini demokrasi’ paketi olarak »itelendirilen düzenleme Mussolini’yi aratıyor!”
Vb. vb. Farklı alanlardan seçmeye çalıştığımla gazete haberleri sayısız örnekle sürdürülebilir.

***
“Tarihin sonu” olduğu vurgulanarak övgünün de ötesinde mutlaklaştırılan “liberal iktisadi sistem”in ekonomik durgunluk ve krizle, “barış” yerine savaş ve cezalandırma, “demokratikleşme” yerine kısıtlamacılıkla içine girdiği iflas durumu, bu sistemin düğüm noktası olan “piyasalar”, piyasa ilişkileri ve egemenliği açısından da geçerli. Sermaye, mal, hizmetler vb. piyasalarıyla birlikte çöken Arjantin ekonomisi, belki işaretlerden birini oluşturuyor, işçiyi işsizlik ve açlığın kucağına atan emek piyasası, 2001’de sosyal güvenlik kurumlarına aktarılması için 6 katrilyon IMF talimatı gereği “bulunamazken” bankalara bir çırpıda 25 katrilyon kaynak aktarılmasını gereksinen ve binlerce çalışanını sırtından atılması zorunlu yük sayan finans piyasası, tütün ve sigaranın Phillippw piyasası” adaleti uluslararası tahkime ve hakemlerine terk eden “hukuk piyasası”yla vb. “piyasanın üstünlüğü” teziyle emeği ve emekçiyi, halkı ve çıkarlarını değil yalnızca ve yalnızca tekellerin kârını gözeten piyasacı anlayış ve liberal iktisadi sistemin ya da kapitalizmin çıkmazı ve sonunu gösterip sosyalizmin tek gerçek alternatif olduğunu kanıtlayacak bir aydınlatma faaliyetinin milyonları etkileyip kazanmasına elverir yüzlerce, binlerce gerçek herkesin günlük yaşamını çekilmez hale getirmektedir. Bunların her biri ya da bir arada birkaçı üzerinden yükseltilecek bir teşhire ve buradan güç alacak bir politik mücadeleye bağlanacak teorik mücadelenin önemli bir konusunu “piyasanın üstünlüğü” ve “piyasacılık”ın, onunla ilişkilendirilmiş bir dizi başka tezin geçersizleştirilmesinin oluşturması hem tamamıyla mümkün hem de gereklidir. Böyle bir çaba, milyonlarca emekçinin geleceğini kazanmasına temel bir katkı oluşturacak, sarsıntı halindeki burjuva ideolojik hegemonyanın kırılmasına hizmet edecektir.

Şubat 2002

Kalite sisteminin kurumları ve yasaları

Türkiye’de yaklaşık 10 yıldır sürdürülen kalite politikasının, yeni bir sürecine gelindi. “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” bu süreci, öncekinden ayıran temel faktörler nelerdir? Kalite politikasının 2001 yılı Şubat Krizi öncesi uygulamalarıyla, 2002 yılı başından itibaren uygulanacak yöntemler arasındaki farklılığı, iki yönden ele alabiliriz.
Bunlardan birincisi; ikna ve vizyona dayalı propaganda döneminin illüzyonu, gerçeklerle yüz yüze gelince sarsıldı.
Kalite felsefesi ve kalite sistemi, bugüne kadar, sanki kapitalist sistem veya sosyalist sistem gibi bir politik ekonomi düzeni tanımının dışında, “yepyeni” bir dünya düzeni olarak lanse edilmişti. “İş mükemmelliği ve çalışanın mutluluğu” üzerinde yükselen vizyon, gerçek yüzüyle tanınmaya başlandı. Gelinen yerde, kalite sisteminin en açık ifadesiyle “çıplak kapitalizm” olduğu gerçeği herkes tarafından görüldü. (Ancak, halen, kuşkusuz yığınları aldatmak için, kalite felsefesinin ve kalite sisteminin adaptasyonunda kullanılan yöntem ve söylemlerin propagandasına devam edilmesi, sorunun bir diğer yönüdür.)
Özellikle teknokrat ve bürokrat tabakalar arasında, kalite sistemi, kutsanan ve ulvi bir dokunulmazlık çemberi içinde kabullenilen bir düzeni temsil ediyordu. Bunun nedenleri arasında, bu sisteme ait tanım ve terminolojinin “insani duyarlılığa” ve “kaybolan umutlara bir çıkış yolu olduğu iddiası vardı. Kalite sisteminin mükemmel bir iş disiplini sağladığı ve yükselme, çok kazanma fırsatı yarattığı düşünülüyor, daha da önemlisi, yükselen ufuklara doğru yelken açılan dünya vatandaşlığı özlemi içindeki küçük ve orta burjuva sınıfın ve bürokratların ezici çoğunluğu tarafından, umut kapısı olarak görülüyordu. Oysa kalite sisteminin uygulandığı işletmelerde işçi kıyımları, haksızlıklar, ücretleri düşürme veya aylarca ücret alamama, kazanılmış haklardan vazgeçme ve sisteme biat ettiği sürece işte kalabilme vb. gibi baskılarla, çok yoğun bir kıyım politikası dönemi yaşandı. Bu baskı ve olumsuzluklardan teknokrat ve bürokrat kesimlerin önemli bir kısmı da nasibini almaya başladı. Netaş, Ericsson, Packart gibi yabancı menşeli elektro-komünikasyon sektörüne ait işletmelerde, banka, sigorta, kamuya ait kurum ve işletmelerde çalışan teknokratlar, işçi sınıfıyla kıyaslanabilecek bir ezilmeye ve kıyımlara uğradılar. Alt taşeron işletmeciliğinin ve yeni vizyona dayalı medya ve reklam gibi sektörlerin, yani yoğun olarak emekçilerin çalıştığı kısmi bir vizyon dönemine özgü işyerlerinin kapanması ve işten atılmalarla vb. bu dönemin “ikna”ya ve “illüzyon”a dayalı yöntemlerle sürdürülme sürecinin de sonuna gelindi.
2001 Şubat Krizi ile birlikte, yaygın KOBİ işletmeciliğinin toplandığı organize sanayi bölgeleri ve bunların kurulduğu illerde, yoğun üretim daralması ve işsizlik, iflaslar vb, nedeniyle reel sektörde, üretim hadlerinde düşüşe geçen bir trend izlendi.
Bugüne dek, Türkiye’de, yabancı sermayenin ortaklığında taşeron olarak işletilen firmalar, bu şirketlerde ISO–9000 standardı ile kalite felsefesini ve kalite sistemini yaymaya çalışıyordu. Özellikle otomobil, beyaz eşya ve telekomünikasyon sektörlerinde, medyatik şovlara dönüştürülen kalite yönetimi ve felsefesinin, ne çalışanları ne de işçi sınıfını artık ikna etme olanağı kalmadı. Bu firmaların alt işletmesi olarak belli bir süre desteklenen KOBİ’ler, krizle birlikte desteklenmekten vazgeçildi. Zaten bugüne dek verilen destek, tekel merkezlerinin, ISO–9000 kalite sisteminin kuralları içinde, Türkiye’nin özel veya kamu sektörlerini, 10–15 yıldır parçalayarak, yüz binlerce küçük ve orta işletmecilik haline getirilmeleri amacıyla verilmekteydi. Bu amaçla her sektöre ait holding ve onlara bağlı banka, medya, sigorta vb. gibi sektörel parçalanmışlığın da sonuçta, amacı özelleştirme politikalarına hizmet eden bir organizasyondu.
Yabancı sermaye ile ortaklaşan holdingler, genellikle bankaları, şirketleri ve taşeron işletmeleri ile bunlara bağlı alt işletmeler olan KOBİ’lerde, bu süreçte krizlerle tıkanma noktasına geldi. En önemlisi ise, sayıları her gün artan holdinglere ait banka ve şubeleri, sigorta şirketleri, tekellerden aldıkları sermayeyi geri dönüşü olmayan alanlara yatırarak hatırdılar. KOBİ’lerin çoğu, aldıkları teşvik kredilerini geri ödeyemez ve dayandıkları kamu ihalesi desteğiyle bile ayak duramaz hale geldiler. Bankalar operasyonu olarak ele alınan modernizasyon çalışmalarının, “kurtarma ya da başka gerekçeler” ileri sürülse de, ana hedefinin, uluslararası organizasyona uyum projesi çerçevesinde, üretimdeki işletmelerin, sosyal kurumların “kurtarılması operasyonu” sürdürmeye hazırlık olduğu görülür. Çünkü “kurtarma” kelimesi de, aynı “kalite” kelimesi gibi, uluslararası denetime uygun üretim koşullarını yaymanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. “Kurtarılacak” işletmeler, özellikle KOBl’ler, uluslararası kriterlere uymak ve yaymak amacıyla kredilendirilecekti.
KOBİ’lerin, verilen kredilerle, ISO–9000 standardı almak üzere, kendilerini yenilemeleri ve kalite sistemine entegre olmaları isteniyordu. Oysa üretim daralmasına giden koşullarda, bu amaca uygun kullanılmayan ve kendi üretimlerine sarf edilen krediler, geri istenmeye başlanmıştı. Özellikle bu süreçte, ödeme zorluğu çeken işyerleri, birer birer iflas etmek zorunda bırakıldı, işçileri ve diğer çalışanları da, işsizlikle karşılaştı.
Tekellerin, kredi vererek taşeron işletmelerini enformasyon teknolojisiyle, merkezi otomasyon sürecine bağlama amaçlan, kesintiye uğradı, işletmeler arası entegrasyon ve izlenebilirlik süreci, iflaslar ve geri ödeme güçlükleri gibi sorunlar karşısında, kesintiye uğramaya başladı, sistemin gedikleri giderek açıldı. Çünkü tekeller tarafından bu süreçte kışkırtılan kayıt dışı ekonominin, kuralsızlığın ve yeni teknolojiye ayak uyduramamanın sonuçları olarak, sistemin sürekliliği ve gelişimi de sekteye uğruyordu. Böylece, kalite sistemiyle ulaşılmak istenen esnek üretim teknolojisinin makyajı dökülmeye, arkasındaki kuralsızlığın, hak gasplarının, iflasların, kayıt dışılığın sonuçları ortaya çıkmaya başlıyordu.
Kalite politikasına ilişkin propagandaların menşeinde, düzenli ve disiplinli bir çalışma yaşamı, her işin ve işlevin kayda geçirilerek denetim altına alınabileceği bir sistem tarif ediliyordu. 10 yıldır bu yönde yapılan propagandaların arkasından gelen ise, yolsuzluk, kayıtsızlık, iş yaşamının düzensizliği, vergi açıkları, batık krediler vb. ile sistemin cilası bir bir dökülüyordu. Vergisiz ve denetimsiz üretim, otomasyona bağlı üretimin diğer hatlarında kopukluk, başıbozukluk yaratarak, kalite sisteminin ilkesi olarak propagandası yapılan, “0” hata, verimli üretim yerine, çok hatalı ürünlerin piyasaya çıkmasına ve verimsizliğe neden oluyordu. Örneğin, hatalı Mercedes otobüslerinin yaptığı kazalar, gündemde, bu teknolojiye olan güveni sarsacak boyutlardaydı. ISO–9000 belgesi almış özel yemekhanelerin zehirlediği işçi ve öğrenciler, televizyon ekranlarında sistemsel bozukluğu ifşa ediyordu. Belge alan işletmeler bir bir çökerken, verimsizleşerek üretim düşürüyordu.
Diğer yandan, KOBİ’lerin, tedarikte kolay ulaşım ve yönetim olanaklarının gelişmesi açısından uygun bir coğrafyada toplanmaları, şeklen sağlanmış ama alt yapı olarak istendiği gibi geliştirilmemişti. Çünkü bu alt yapının maliyeti, yeni bir şehir kurmak kadar yüksekti. “Yeni endüstriyel bölgecilik” esasına göre şekillenen sanayileşme, organize sanayi bölgeleri ve serbest bölgeler olarak, kuralsızlığın, en ilkel haliyle esnek sömürünün ve hak gasplarının iş yaşamında etkin olduğu, çarpık bir yapılaşmaya neden oluyordu. Alt yapı çalışmaları olarak çoğu, su ve elektrik tesisatlarını bile yeterince kuramadılar. Oysa bu alt yapı çalışmaları için kredi veren tekeller, bu bölgelerin yönetimlerinin, bölge merkezli elektro-komünikasyon ve iletişim ağlarının tamamlanmasını ve bölgedeki işletmelerin de asgari teknik donanımını sağlamasını istiyordu. Hâlbuki Türkiye’de çoğu organize sanayi bölgelerinin alt yapıları 10 yıldır tamamlanamıyor, dolayısıyla bölgesel enformasyona ulaşılamıyordu. Yani istenen otomasyon düzeni tamamlanamıyordu. Hatta ISO–9000 belgesi almak üzere kredi alan işletmelerin pek çoğu, belgelerini göstermelik alıyordu. Sonra sistemini işletemiyor veya işletmiyordu. Bunun nedeni ise, hem maliyetler hem de çalışanların direnişi olarak özetlenebilir. Türkiye’de, KOBİ’lerin yüzde 30’unun belge almak üzere müracaat yaptığı ve bunların da ancak yüzde 10’unun, standardın gereklerini yeterince yerine getirebilir durumda olduğu tahmin ediliyor.
Kredi kurumları, vergi kurumları, sendikal ve sosyal kurumlar, tekeller açısından yeterince denetlenemez durumdaydı. Bu açıdan acil önlemlere gerek duyulan bir devlet politikasının, tekelci denetime açılmasının koşulları dayatılıyordu. Kredi kurumları olarak başta bankalar, sigorta kurumları, sanayi odaları ve çeşitli vakıfların kalite sistemine göre yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Özellikle bankaların, kredi musluklarını sadece “kalite” için açması gerekirken, başka alanlara da, -özellikle “kamuya”- desteğini sürdürüyordu.
Kalite sisteminin ahlakı, ulusal ahlakla çelişiyordu.
Kamu kurumlarında ve işletmelerinde, yüz binlerce bürokrat, kamu çalışanı, kalite sisteminin kabul edemeyeceği bir felsefe ve ahlak normları taşıyan kurallarla çalışıyordu. Bu işletmelerin şirketleştirilmesi, yani çalışanlarının işçileştirilmesi ve ilişkilerin ticarileştirilmesi, yeterince yürütülemiyordu. Çoğu tasfiyeye uğramış, küçültülmüş ve şirketleştirilmiş olmasına karşın, kalanlar kalite sisteminin çevrimini tamamlamada kopukluklar yaratıyordu. Çünkü hazine, kamu işletmelerinin gelirlerine, tüm mal varlıklarına el koyma ve geri desteğini azaltma yoluna giderek, bu kurumların mali durumunu sürekli bozuyordu. Halka açılma ya da piyasaya açılma ile birlikte, değerleri düşürülerek satılan hisseler, bu fakirleşmede etkin rol oynuyordu. Oysa kalite sistemi, her şeyden önce alt yapısal tedarikleri için yüklüce bir harcamayı gerektiriyordu. Kamu kurumlan, sisteme uyum sağlayacak kadar finanse edilemeyince, enformasyon tekniğine uygun denetim dışı kalıyordu. Bu da sistemde, zincirin kopan halkası etkisi yapıyordu.
Bununla birlikte, uluslararası tekellerin doğrudan yatırımları olarak faaliyet gösteren işletmeler, bu vizyonun yayılmasına uygun propagandalarını sürdürmeye devam ediyor.
Örneğin, “… Novartis satış kadrosu için üç ayda bir performans değerlendirmesi yapıyor ve prim sistemi uyguluyor. Piyasada çok yoğun bir rekabet olduğu için satışın çok sıkı takip edilmesi gerektiği belirtiliyor. Yatay bir yapıya sahip olan Novartis, hiyerarşik bir düzen uygulamak yerine iletişime önem veriyor. Performans değerlendirmesi ya da atama gibi konularda adil olmaya dikkat ettiklerim söyleyen Novartis insan Kaynakları ve Kurumsal İletişim Direktörü Aylin Gürer, hangi kriterlere göre değerlendirme yaptıkları açık olduğu için çalışanların şirket kararlarına güvendiklerini belirtiyor.
Novartis, biri Levent biri de Bakırköy’de olan iki fabrikasını yakında temelini atacağı Kurtköy’deki yeni fabrikasında birleştirmeyi planlıyor. Bu büyük yatırımı durdurmadıklarım söyleyen Aylin Gürer, “2002’den ümitliyiz, büyümeye devam edeceğiz” diyerek, köylülüğün iflas ettiği, esnafın halkın yoksulluğa sürüklendiği bir dönemde kârlarını artırdığını itiraf ediyor. Şubat krizinin ardından, işsizlik ve iflasla sonuçlanan on binlerce şirketin batmasına karşın, krizden palazlanarak çıkan tekellerin alt taşeronları olarak üretim yapan işletmelerin, krizden de daha az etkilendikleri, hatta büyümeye devam ettikleri görülüyor.
Buna karşın, Anadolu kaplanları veya Güney ve Doğu Anadolu kaplanları gibi, dünyaya açılmada liyakat unvanları alan on binlerce işletme, bu süreçte iflas bayrağını çekerek, yüz binlerce işçinin işsiz kalmasına neden olmuştu.
Bu yüzden de, artık, sisteme ait imaj dönemi sona ermiş, yerini, baskı ve zoraki yaptırım süreci olarak daha “etkin” tedbirlerle sürdürme dönemi başlamıştı. Ki, bu dönemin özellikleri, her alanda, yasalarla ve idari yaptırımlarla, sürdürülebilir bir sistem dayatması olarak, görülmeye başladı.

2002 SONRASI KALİTEDE ZORBALIK DÖNEMİ VE KURUMSALLAŞMA
İkinci farklılık ise, dünyada olduğu gibi Türkiye”de de, tekelci otomasyon teknolojisinin, tekellerin ihtiyacına cevap verecek düzeyde geliştirilmesi ve bu yolla kapitalist krizden korunma amacında olan tekellerin daha etkin bir sömürü sistemi kurabilecekleri yöntemleri geliştirme koşulları ortaya çıkmıştı.
Bugüne kadar medyatik şovlarla ve illüzyonlarla götürülen politikanın yaygınlaşma süreci ve kapsayıcılığı, gelinen yerde, istenilen düzeye çıkmak bir yana daha da geriliyordu. Sistem, gerektiği gibi yaygınlaşmıyor, otomasyona uygun üretim teknolojisinin bütünlüğünü sağlar duruma getirilemiyordu. Bunun aşılması için daha çok kurum ve işletmenin ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi, kurulması istenen sisteme uygun hale getirilmesi şartları dayatılıyordu. Tekellerin istediği sistem, kalite sistemi olarak, yüksek enformasyon teknolojisine yol açacak düzenlemelerin yerine getirilmesi ve bu yapılaşmayla, tekelleştirilmiş dünya ticaretine uygun üretim için engellerin tümünü ortadan kaldıracak önlemlere gerek duyuluyordu. Bunun için, üretimi genel olarak otomasyon sistemine bağlayacak alt yapıların geliştirilmesi, kurumlaşması ve tüm ülkelere yaygınlaştırılması gerekliydi. Bu sistemin sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda ortak iş yapılan komşu ülkelerde de üretimde kıstas olarak alınması gerekiyordu.
Devletlere, ‘tüm üretimi, sisteme uygun hale getir ve engel olarak ortaya çıkan kamu kurumları ve işletmelerini hızla tasfiye et’ dayatması getiriliyordu. Bu dayatma, elini her köşeye uzattığında alacağı kârın ve sürdürülebilir izleme tekniğinin, kontrolünü de elinde tutacak tekeller tarafından, zorunluluk olarak getiriliyordu.
Türkiye, elinde avucunda ne varsa, bu denetlemenin teknolojisine yatırım yapmalı ve tekelci denetim ağının kurulması, tüm endüstriyel ve yönetsel tekniklerinin, kurum ve işletmelere yaygınlaştırılması için, harcama yapmalıydı.

STANDARTLARIN KURUMSALLAŞMASI İÇİN, HER ALANA YAYILMAK ÜZERE ÖNLEMLER ALINIYOR
Dünya ülkeleri arasında da, ticari ve sistemsel bütünlüğü sağlayacak bir üretim teknolojisinin (otomasyon) standartlaştırılması ve tekleştirilmesi isteniyordu. Bu nedenle yapılan tekeller arası antlaşmalar, sisteme uyum ve entegrasyonu için gereken formasyonun, nasıl ve hangi araçlarla yapılmasının koşullarını da koyuyordu. Yani Türkiye’de, sadece birkaç tekelin taşeronu olarak örgütlenen holding yapılaşmasının olanaklarıyla değil, tüm işletmeleri ve kurumlarıyla emperyalist tekellerin yağmasına açılacak düzenlemelerin yapılması isteniyordu. Bu ise, teknolojinin gelişimi ve yararlarının “toplumsal bir faydaya dönüşeceği” propagandası ile de bilimsel teknolojiye dayalı bir üretim standardının her alana yaygınlaşmasıyla olanaklıydı. Dolayısıyla, tekellerin bu bağlamda kullandığı enformasyon teknolojisinin en önemli aracı kurumu olan, kalite standartları, akreditasyon ve belgeleme kurumları, olarak öne çıkarılıyordu. Sisteme uyum yasaları da, uluslararası tekellerin yasalarına uyumlu olarak çıkarılıyordu. Uygunluk yasası, akreditasyon yasası, endüstri bölgeleri yasası, vergi yasası, banka yasası, kamu ihale yasası, çeşitli ürünlere ilişkin yasalar, eğitim yasası vb. uluslararası antlaşmaların zoruyla çıkarılıyordu. Böylece, yetersiz standartlaşma hızlandırılarak, ekonomide olduğu kadar politikada da buna uygun yaptırımlarla, antlaşmaların gereği hızla yerine getirilecekti.
Bu amaçla çıkarılan akreditasyon ve uygunluk yasaları, yabancı-yerli ortaklı veya sadece yerli sermaye ile ayakta durmaya çalışan tüm üretim birimlerinin, uluslararası standart olan ISO-9000’e göre üretim yapmasını şart koşuyor, bunu da belgelemesini istiyor. 11 Ocak 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe giren “uygunluğun değerlendirilmesi” yasası, diğer adıyla “ürün yasası”, bu amaçla çıkarılan çok geniş kapsamlı bir yasaydı.
Tüm ürünlerde ve kurumlarda belgeleme, tekellere açık, ticari kar ve denetim olanaklarını artırmak üzere, her kurum ve işletmeye alınması gereken bir kıskaç, bir zoraki müşterilik getiriliyordu. Bu müşterilik, tekellerin denetim mekanizması olan akreditasyon ve standart belgelemesi yapmak üzere, her işletmeyi kapsıyor. Çünkü “müşteri fikri”, ticari çıkarlar için gereken bir tanımlamaydı. Akreditasyon ve kalite standardı belgesi almak demek,
a. İşletmelerde eğitim ve eğitilmiş eleman almak,
b. Yapılan ürünün test edilmesi için laboratuar kurmak ve her test ve ölçüm aletinin kalibrasyonunu yapmak üzere yeni test cihazları, ekipmanları almak, işletmede kullanılan her ölçü aletinin kalibrasyonunu yapacak belgelendirme laboratuarlarına (özerk kuruluşlarca kurulmuş) test ve muayene ücreti ödemek,
c. Kalite sistemi kurmak üzere, işletmelere bilgisayar, bilgisayarlı ve yenilenmiş teknolojinin gerektirdiği makine ve teçhizatı almak,
d. Üretimin her aşamasında kalite kontrol yapacak personel bulundurmak, performans değerlendirmesi ve istatistiklerini yaptırmak gibi, tekel merkezinin ürettiği bir proje veya planı işletmeye adapte etmek de gerekiyordu.
e. Standart belgesi almak için yetkili akreditasyon kuruluşlarına ödeme yapmak vb. gibi zorunluluklar getiren kalite sistemi, bunun için tekellerin ticaretlerinde geniş bir pazar olanağı elde etmelerine yarayacaktır.
Bu maliyet, KOBİ işletmeciliğinin sonu demekti. Ama sistemin, alt-taşeron işletmeciliğinin ucuz yedek parça veya anamal üretimine ihtiyacı vardı ve bunun için bir kurtarma operasyonuna girişilecekti. Yukarıda sıralanan maliyetin altından kalkamayacak KOBİ’lerin, belli bölgelerde toplanarak, her birinin ayrı ayrı laboratuar kurmaları yerine (ki, bu sistemin kriterlerinden biri) ortak laboratuarlar kurup, eğitim, enformasyon gibi temel kriterler için harcamalara ortak gidebilmeleri koşulları aranacaktı. Ayrıca iletişim ağlarının birleştirilmesi için alt yapı örülmesi, bu yolla kolaylaşacağı için, bu maliyetler karşılığı kredilendirilecek bir yönetim kuruluna bağlı endüstri bölgeleri kurulması ve bunun yasasının çıkarılması gündeme getirilmişti. Bugüne kadar az çok yapılanmış organize sanayi bölgeleri hızla ıslah edilmeliydi. Bu ıslah için endüstri bölgelerine 5 yıl geri ödemesiz kredi, vergi muafiyeti vs. gibi destekleme yapılmalıydı. Bunun ne derece uygulanabilir bir yaklaşım olduğu bir yana, kuşkusuz, KOBİ’leri değil tekelleri ve azami kârlarını gözettiği aşikârdır.
Ama kalite sistemi kurmanın daha önemli bir amacı vardır ki, bu da, tüm kurum ve işletmelerin, akreditasyon ve inovasyon içinde, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun bir üretim içine çekilmesidir. Bunu da akreditasyon kurumları ile yapacaktır.
Akreditasyon, çok geniş kapsamlı bir yaptırımı içerir. Şöyle ki, bir dünya tekeli;
“a) benim istediğim kalitede ürünü,
b) benim istediğim miktarda,
c) benim istediğim yöntemlerle,
d) benim tayin ettiğim yerde,
e) benim belirleyeceğim kriterlere göre,
f) benim istediğim türden elemanlarla,
g) benim istediğim süre içinde ve zamanda üret; yoksa seni yok ederim” der.
Bu şartlarda bir üretimin yapılıp yapılmadığını da akredite kurumlarıyla denetler. Bu ürün (hizmet veya mal cinsinden), akreditasyona uyumlu değilse, üretim yeri, “kredilendirmede”, “verimsiz” olarak değerlendirilerek, iflasa sürüklenir, kapatılır.
Basit bir örnek vermek gerekirse; bir tütün üreticisi köylü, yerli tütününü satmak için, uygunluğunu onaylatmak ve belge almak üzere, test laboratuarına başvurduğunda, tütün tekelinin belirlediği kriterlerle onay alacak, değilse onay alamayacaktır. Piyasaya belgelenmemiş tütünün girmesi engellenecek. Eğer piyasaya bu tütün girmişse, parası verilerek toplatılacak ve usulsüzlük cezası kesilecektir.
Ya da, belge alması uygun görülmeyen bir işletme, teknolojisini yenilemek ve kalite sistemine uyumlu bir sürece girdiğini kanıtlamak zorundadır ki, iflastan kurtarılabilir olsun. Kredi alabilsin. Bu kriterleri koyan ve denetleyen kurum ve kuruluşları incelersek, karşımıza, bankalar, organize sanayi bölgelerinin denetim mekanizmaları, akreditasyon kuruluşları, bilim ve teknoloji kurumları ve ISO–9000 Kalite standardı, bunlara ilişkin yasa ve kararnameler çıkar.
Türkiye ve benzeri ülkeler, uluslararası tekellerin denetimine girdikleri ve bu tekeller için üretim yaptıkları sürece, akreditasyon gereklerini yerine getirerek, ülke ekonomilerinin yönetimini doğrudan onlara teslim eden bir süreci kabullenmiş olurlar. Ya da tersinden söylersek, akreditasyon sistemine bağlı bir üretimde, tekellerin kuralları, kriterleri ve buna uygun düzenlemeler, koşul olarak kabul edilmiş demektir. Çünkü akreditasyon, üründe olduğu kadar üretim sisteminde ve insan kaynağı başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynaklarının tümünde tekellerin denetimine açılmak demektir ki, Dünya Ticaret Örgütü’nün Uruguay Raundu olarak bilinen kriterlerine uyumlu bir akreditasyon sistemi, tüm ülkelerde aynı standartlara göre düzenlemeleri içermektedir.

ÜRÜNDE DEĞİL, SİSTEMDE AKREDİTASYONUN ÖNEMİ
Akreditasyonda, uluslararası akreditasyon kurumları tarafından yürütülen ve onaylanan, belgelenen, ISO–9000 standardının dört unsuru; ürün kalitesi, sistem kalitesi, laboratuar kalitesi, personel kalitesi olarak akreditasyon ve belgeleme kriterleri, tüm ülkeler üretimine teşmil edilmek üzere kabul edilmektedir. Dolayısıyla, tüm devletlerin kalite standartlarına teşmil edilerek alındığı ana standart niteliğindedir. Girdiği her kurum ve şirkette, önce sistem kurucu bir eğitim politikası yürütülür. Bu politika, kalite felsefesinin, yöneticiler ve teknokrat-bürokratlardan başlayarak, tüm çalışanların sisteme kazanılması için ikna edilmesi süreci ile başlatılır. Ama aynı zamanda çok bağlayıcı bir denetimi de birlikte getirir ki ilk adımının ardından gelen performans değerlendirmesi, ücretin, çalışma koşullarının, üretimin tüm sürecini kapsayıcıdır. Dolayısıyla, standart, bir politik yaptırımlar ve ideolojik baskı olarak çalışanları sisteme kazanma yöntemi olarak geliştirilir ve yaygınlaştırılır.
Kalite sistemini kabullenmenin ardından, kazanılmış hakların ve sınıfsal örgütlenmenin olanaklarının kaybı başta olmak üzere, işten atılma, düzensiz ücret ve düzensiz işi kabullenme, ardından dağıtılmış ve örgütsüz bir toplum yaratılmak istenir.
İşçi ve emekçi sınıflar, kalite politikası ve özellikle ISO–9000 standardının, dağıtıcı ve dayanışmayı baltalayıcı yüzünü görerek ona karşı mücadeleyi hedeflediği anda, tüm sihir bozulur ve sistem çöker.
İşte, Türkiye’de, emekçi sınıfının karşısına çıkarılan, kalite sisteminin bir anlamda çöktüğü, yani hem küçük ve orta üreticiler açısından altından kalkılamayacak sorunlar hem de işçi ve emekçi sınıfların sessiz kalamayacakları ağır koşullar getirdiği bir döneme gelindi. Yeni yasalar ve yaptırımlar, bu dönemde, tekelci kapitalizmin çöküşünü aynı zamanda hızlandıracak uluslararası sürecin de habercisidir.
Dünya devleri arasında yer alan elektro-komünikasyon ve yazılım tekelleri (Microsoft, ITT, Vestel, Northern vb.) kârlarından zarar etmeye, Enron gibi büyük tekellerin bile batmaya başladıkları bir süreçte, henüz yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, yetişmiş insan kaynakları açısından iştah kabartan ülkelerin daha çok soyulması anlamına gelen yaptırımlar, tekeller arası işbirliği antlaşmaları ile dayatıldı. Bu yaptırımların en önemlilerinden biri olan akreditasyon ve uygunluğun belgelenmesi, bunun için üretimin her sektörüne giren standart (ISO-EN, CE) teknolojisinin alınmasını koşulluyor. Neden ISO- 9000 değil de, CE sorusunun yanıtı ise, AB ülkeleri ile geçmişten gelen ilişkiler, hem devletlerarası, hem de işçi ve emekçi sınıfların mücadele yöntemleri ve sosyal kurumlar olarak benzerlikler, kültürel etkiler vb. sayılabilir. CE, ISO-EN olarak ISO’ya teşmil edilmiş bir Avrupa standardının alt, yani ürüne ilişkin standardı olmasına karşın, ISO’nun kriterlerini de.
DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü)’nün Uruguay’daki toplantısında alınan kararlar, Türkiye için bu anlamda bağlayıcı nitelik taşımaktadır.

STANDARTLAŞTIRILMIŞ ÜRETİMİN ÖRGÜTÜ OLARAK DTÖ
Türkiye’nin ekonomisinde yapılanmanın koşullarını, uluslararası tekellerin antlaşmaları koymaktaydı. Bunlardan en önemlisi, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’dür.
GATT üyesi 128 ülke tarafından, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün Uruguay Raundu’nda aldığı kararlardan en önemlisi, Ticaretteki Teknik Engellerini Kaldırılması Anlaşmasıdır (TTEK Senedi). Bu antlaşmayla, bütün bu ülkelerin ticarette ortak bir standart etrafında şekillenen bir düzenlemeyi kabul ettiği açıklanmıştır. DTÖ’nün, 31 Aralık 1994’ten itibaren geçerli olmak üzere, 3 Şubat 1995’te imzalanan 25 anlaşma kapsamındaki diğer önemli ekleri, Hizmetlerin Serbest Dolaşımı/Fikri Mülkiyet Haklan Anlaşması’dır. Çok Taraflı Ticaret Anlaşması (MAI) da, bu toplantıda üye ülkelerin uymayı taahhüt ettikleri önemli hukuksal ek sözleşmelerinden biridir. TBMM tarafından da, 26 Ocak 1995 tarih ve 4067 sayılı yasayla onaylanmıştır. Bu anlaşmaların içeriği, “Üretim sistemleri ve iş sürecindeki dönüşümün kaynağını oluşturan teknolojilerin küresel ölçekte yaygınlık kazanması “küreselleşme”nin bir diğer göstergesidir. Örneğin, enformasyon teknolojisi, hangi coğrafyada filizlenip belli bir olgunluğa erişmiş olursa olsun, bugün bir dünya teknolojisi haline gelmiştir. İş sürecine/üretim organizasyonuna giderek egemen olmaya başlayan ve günümüz enformasyon teknolojisine dayalı olarak gelişen esnek üretim-esnek otomasyon teknolojileri için de aynı çözümlemeyi yapmak mümkündür” şeklindeydi.
Dünya ticaretinin düzenlenmesinin gerekleri olarak, “teknik düzenlemelerin ve standartların, ambalajlama, markalama ve etiketleme kuralları ve teknik düzenlemelere ve standartlara uygunluğun tayiniyle ilgili esaslar da dâhil olmak üzere, uluslararası ticarete gereksiz engeller yaratılmamasını (ve tabii olanların ortadan kaldırılmasını) temin etmek üzere uygunluk değerlendirilmesi gerektiği ve bunun da DTÖ tarafından organize edilmesi” yer almaktadır. Anlaşmayı imzalayan tüm ülkelerde üretim teknolojisinin standartlarını belirlemek ve denetlemek üzere görevlendirilen DTÖ, bunun için devlet kurumlarında da aynı düzeni sağlayıcı yaptırımları dayatıyordu ama yeterince uygulanamıyordu. Çünkü kapitalist sistem aslına dönme çabasına girerken, daha derin ve çözülmez krizleri peşi sıra da ortaya çıkarmaktaydı. Tekeller, dünya krizinin etkilerini, yüzyıllardır insanlığın birikimi olarak şekillenen ulusal ve sınıfsal değerleri, insancıl duyguları yok etme ve sermayelerini daha etkin kullanma amaçlarını, ülkelere daha açık ve net bir ifade ile açık baskıcı yüzünü ortaya çıkararak yaymak için acele ediyordu.

DEVLET YÖNETİMİNİ DAHA HIZLI KALİTELEŞTİRME
Üretimden başlayarak sosyal ve siyasal kurumlarda da yeniden bir yapılanmayı örgütleyen ISO standardı, bu standarda göre ekonomilerin yeniden yapılanması, Uruguay Raundu ile ivme kazandı. Çünkü girdiği her yerde ve ülkede, kendi kurallarını, kriterlerini koyan, bilginin ve yönetimin, belli merkezlerde toplanması ve denetlenmesini sağlayan araçlardan biri olarak, ISO, toplam kalite yönetimi için geliştirilmiş ve sürekli gelişmesi öngörülen temel kriterleri içermektedir. Her ülke kendi standardını, ISO standardına göre yeniden düzenleyen ve diğer kurumlarını (akreditasyon, vergi, mali politikalar, sanayi ve tarım politikaları, eğitim, bilim, sosyal örgütlenmeler gibi, özel ve devlet kurumları ve siyasi partiler gibi) etnik örgütlenmelerde de bu standarda uyumu kabul etmişlerdir. Ve tüm ekonomik ve politik alt yapısını bu standarda göre düzenleyen bir yapılaşmaya girmek durumundadır.
Böylece, TEK senedine imza atan tüm ülkelerde, “Ulusal Akreditasyon Konseyleri” oluşturulmaya başladı. Örneğin, Alman Ulusal Akreditasyon Konseyi, Fransız Ulusal Akreditasyon Konseyi, … Türkiye Ulusal Akreditasyon Konseyi (TÜRKAK) vb. gibi. Ulusal devletler, kendi ülkelerindeki denetim sistemini ya da üretim yöntemlerini, bu standarda göre yenilemeye başladı.
Ürün Belgeleme işlemleri, bugüne dek, yabancı ortaklı şirketlerde, bağlı oldukları tekele ait standartta üretim ve ürün belgelemeye tabi idi. Genellikle 1990 yılından bu yana da, TÜV, RW-TÜV, BerauVeritas, SQ Mart, RAB, DAB vb. gibi ABD ve AB ülkelerinin akreditasyon kuruluşları tarafından ISO–9000 belgesi verilmekteydi. 1995 yılından bu yana ise, adı “ulusal” olan, ama ulusal özelliği, sadece Türkiye topraklarındaki üretimden sorumlu olmakla sınırlı olan bir kuruluş olarak UME (Ulusal Metroloji Enstitüsü) akreditasyon ve belgeleme, yani denetim işlevini yerine getiren pek çok alanda faaliyet yürüten bir kurum olarak örgütlenmişti. UME’nin faaliyet alanları şöyleydi; Kalibrasyon, Ölçme, Eğitim, Danışmanlık, Endüstriyi Yönlendirici Yayınlar, Akreditasyon. (Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca verilen yetki ile Ocak 1995 tarihinden itibaren, akreditasyon başvurularını yanıtlamaya başlamıştır. Türkiye’nin ürün standardını belgeleyen kuruluş olan TSE, 1998 yılından itibaren, belgeleme yapamaz olarak ilan edilmişti. Ama kalite belgesi vermek üzere danışmanlık hizmetleri yapıyordu.)
Avrupa ülkelerinde kullanılan standartlar, genel olarak EN-ISO–9000 standartlarına bağlı olarak geliştirilmiş CE markasıdır. Bu markanın ürünlere vurulması ile bu ürünleri sadece Avrupa ülkelerine, bir de, Avrupa standardına göre üretimi sürdüren diğer birkaç ülkeye ticareti kolaylaştıracaktı. Oysa uluslararası ticaret için, ISO–9000 belgesi almak gerekir.
DTÖ ve Katar toplantılarının kararlarına bakarsak, ülkelere getirdiği en büyük yaptırım, ürün ve hizmet için uygunluğun ölçülmesi demek olan yasalar ve bunlara uymayan işletmelerin ve kısımlarının kapatılmasını sağlayan düzenlemeler için hükümetleri sıkıştırmak olduğu görülür. Ki;
* Kamu ve özel, tüm işletmelerde, kalite yönetimi, ISO–9000, AS–400, CE, AQAP vb. gibi standardizasyon yönetimlerine geçmek üzere, “tüm işletmelerin yeniden yapılandırılması sürecini hızlandırın” direktifi veriliyor.
* Bu standartların girdiği her yerde, en başta esnek istihdam yöntemleri ile eleman azaltma, şirket kapatma ya da iflas gösterilerek işçi ve diğer çalışanların tasfiyesi, ücretlerin düşürülmesi, sendika ve sigorta gibi güvencelerinin ortadan kaldırılması gündeme gelir.
* Performansa göre ücret ve çalışma yaşamını düzenleyen prosedürlerle, plan ve projelerin, tekellerin planlarına göre belirlendiği bir üretim sistemi oluşturulur.
* Bu sisteme uyulup uyulmadığı da, tekellerin danışmanları ve uzmanları tarafından denetlenir.
* Kalite sisteminin belgesini veren kuruluşlar da ayrıca akreditasyon kurumları tarafından sürekli denetlenir.
Bu süreç, akreditasyon süreci olarak işler. Akreditasyon, işin veya ürünün, iş yapan mekanizmaların, sistemin kredilendirilmesi ve bunun için uygulanan kriterlerin yerine getirilip getirilmediğinin kontrol edilmesi (her yıl) anlamını taşır. Ki, bu kredilendirme, başta ülke ekonomisi ve siyasetinin kredilendirilmesi olarak, düzenlemelerle, yasalarla, kurumlarla vb. gündeme getirilmektedir. Bu koşulların tüm işyerlerine, devletten ve kurumlarından başlanarak, devlet-kamu-özel ayrımı yapılmadan, girmesi için geniş bir inovasyon süreci başlatılmıştır. Tekelleşmenin önündeki tüm engellerin aşılması ve her tür üretimi ticarileştirmenin olanakları böylece yaratılmış olacaktır. Ki, uluslararası sermaye için, devletler de, hizmet üretimi yapan ticari bir kuruluş, ticari mallarını ve hizmetlerini satabilecekleri bir pazar alanı anlamında değerlendirilmektedir. Örneğin, devletin kurumlarından Türk Silahlı Kuvvetleri, bağlı işyerleri, emniyet, polis okulları, kalite standardı almak üzere ilk belge başvurusu yapan kurumlardır. Şimdi sıra, bankalar, sigorta kurumları, vergi daireleri, SSK vb. gibi kurumlara gelmişti. Buralara satılan teknoloji, bu teknolojiyi üreten ve satan firmalara çok geniş bir pazar alanı açar.

TÜRKİYE’DE KALİTE YÖNETİMİNİN YENİ KURUMLARI
Türkiye’de, TTEK Senedi’nin hükümlerini yerine getirmek üzere, TÜRKAK (Türkiye Ulusal Akreditasyon Konseyi), UME (Ulusal Metroloji Enstitüsü), BTYK (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu), UİYK (Ulusal İnovasyon Yüksek Kurulu), YPK (Yüksek Planlama Kurulu), BDDK (Banka Düzenleme ve Denetleme Kurumu), SPK (Sermaye Piyasası Kurulu) vb. gibi kurumların, Türk Bilim ve Teknoloji Politikaları’nı yürürlüğe koymak üzere, kurulduklarını veya yeniden şekillendirildiklerini görürüz. Bu kurumların amaç ve içeriklerine kısaca değinmeye çalışalım.
Bilgi teknolojisi, bir anlamda bilgisayarlarla denetim, ulaşım ve haberleşmede kolaylık ve hız sağlayan bir gelişimi artırarak, tüm kurum ve işletmelerin, tekellerin ticaretine uygun hale getirilmesi için, (yani yeni dünya düzenine adapte etmek üzere), kalite sisteminin en önemli unsuru olarak geliştirilmesini amaçlıyordu.
“Kalite felsefesi”nin temel unsuru, “yönetimin yenilenmesi” fikridir.
Toplam Kalite Yönetimi, kalitenin, üründen değil, yönetimden başlayarak, tüm üretenler ve tüketenleri de içine alan, mal ve hizmet üretenleri olduğu kadar tüketenleri de etkilemek isteyen bir anlayışın ifadesi olarak ortaya atılmıştı. Çok kaliteli değil, müşteriyi memnun eden türde ve tarzda üretim yapılmalıydı. “Müşteri memnuniyeti” önde gelmeli bu felsefeye göre. Buradaki “müşteri” sözcüğüne, sadece malı alanla sınırlanmayan, üretenlerin de birbirinin müşterisi olduğunu kapsayan bir anlam atfedilmekteydi. Gerçek anlamda müşteri ise, herkesi ticari bir meta olarak görmenin ve tüm ilişkileri ticarileştirerek kara endekslemenin bir kavramıydı.
Oysa Türkiye’de henüz, kamu mülkiyeti ve ahlakının şekillendirdiği bir yönetim biçiminin, izleri sürüyor. Hem iş yaşamının koşulları, hem de kamu hizmeti anlayışı içinde formüle edilebilecek ahlak ve hukuk kuralları ile ticari amaçlara uzak bir işletmecilik yaşanıyor. Ayrıca, bu işletme ve kurumlarda kârlılık ve kârın artırılması için önlemlerin yetersizliği, tekelci sistem için denetlenemez ve kabul edilemez olarak görülüyor. Bu, sistemin bütünlüğünü, ticaretin ve sermayenin gelişme hızını bozuyor görülüyor.
Yabancı sermaye için, kamu idaresi olarak devlet de, var olduğu kadarıyla, hizmet üreten bir müşteri idi. Devletin ve kurumlarının da yönetim sistemini yenilemesi ve teknolojinin getirişinden yararlanır hale getirilmesi sağlanmalıydı. Yani devlete de kalite getirilmeliydi. Bunun için TÜBİTAK tarafından BTYK oluşturuldu.

BTYK (BİLİM VE TEKNOLOJİ YÜKSEK KURULU)
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 3 Şubat 1993’te karar altına aldığı ve Türkiye’nin bugünkü, bilim ve teknoloji politikası’nın temelini oluşturan “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: (1993–2003)”ün ifadesi olarak;
“Küreselleşme sürecinin bir başka yönü ise, üretim faaliyetlerini bütün bir dünya coğrafyasına yayan (diğer bir deyişle, üretim faaliyetlerini uluslararasılaştıran) uluslararası dev firmaların, bu sürecin bir dünya sistemi olarak yerleşmesinde oynadıkları belirleyici roldür. Bilim ve teknolojiye egemen ülke kökenli bu firmalar, günümün teknolojisinin -dünya teknolojisinin- fiili’ sahipleridir. (Fikrî mülkiyet haklarının korunması, sübvansiyonlar ve telâfi edici tedbirler ile ilgili olarak, Uruguay Turu Nihaî Senedi’nin getirdiği düzenlemelerin bu bağlamda altını bir kez daha çizmekte yarar vardır.) Teknolojiye egemen olmayan ülke kökenli firmaların, iç ve dış pazarlarda rekabet edebilmek ve ayakta kalabilmek için ihtiyaç duyacakları teknolojilerin transferindeki muhataplarının genellikle bu dev firmalar olduğunu. Türkiye açısından önemle kaydetmek gerekir.
Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın giderek kalktığı bir dünyada rekabet edebilmek için belirleyici olan faktör, pazarlanabilir yeni ürün ve üretim yöntemleri, yeni yönetim teknikleri ve yeni teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir yeteneğin -inovasyon yeteneğinin- kazanılmış olmasıdır. Üretici firmalar, böylesi bir yeteneği ancak, yeni bir ürün ya da üretim yöntemi, yeni bir sistem geliştirmeyi ya da mevcutların iyileştirilmesini kendileri yapıyorlarsa -bu amaçla kendileri AR-GE yapıyorlarsa- kazanabilirler. Bunun da ön koşulu, mensup oldukları ülkenin, ulusal inovasyon sistemini kurmuş olmasıdır.” deniyor.
Burada, yeni bir ürün ve üretim tekniği edinerek ayakta kalacak firmaların, dünya tekellerinin muhatabı firmalar olacağı, diğerlerinin ise ayakta kalamayacağı açıkça ifade ediliyor. Ki, bu üretim yöntemlerinin alınması ve bu yöntemlere uygun sistemin kurulması, yani inovasyon yeteneğinin kazanılmış olması şartı getiriliyor. Bu yeteneği ölçecek olan kurumlar olarak, uluslararası tekellerin akreditasyon merkezleri ve onların kriterlerine göre biçimlenmiş TÜRKAK, UME, UİYK oluşturulmuştur.

TÜRKAK’IN KURULUŞU
TÜRKAK’ın kuruluş amacı, BTYK açısından şöyle tanımlanmaktadır:
“Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün yanı sıra, Avrupa Birliği, APEC ve NAFTA ekonomik blokları; kısaca ‘uygunluk değerlendirmesi’ olarak nitelendirilen deney, muayene ve belgelendirme çalışmalarının uluslararası kriterlere göre uyarlanmış biçimde yapılmasını temin etmek amacıyla bir dizi tedbir almıştır. Bunlardan; DTÖ tarafından gerçekleştirilen ‘Ticarette Teknik Engeller’ (TTE) Anlaşması kayda değer bir nitelik taşımakta olup, uygunluk değerlendirmesi hizmeti veren kuruluşların, uluslararası ilgili kriterlere göre faaliyet göstermelerini sağlamak için; anlaşmayı imza eden ülkelere, akreditasyon sistemlerini kurma şartını getirmektedir. Buna ilaveten; tarafı olduğumuz, Avrupa Gümrük Birliği Anlaşmasında da standardizasyon, belgelendirme ve metroloji konularında AB’nin ilgili mevzuatına ve uygulamalarına uyumun sağlanması şartı mevcuttur.
Ülkemizde üretilen malların piyasalarda dolaşımı için, yukarıda değinilen anlaşmaların öngördüğü şekilde; güvenilir ve şeffaf uygunluk değerlendirmesi işlemlerinden geçirilerek ilgili rapor ve belgelerin tanzim edilmesini sağlamak, Türk Akreditasyon Kurumu’nun temel amacıdır.”
DTÖ’ye bağlı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye devleti’nin de imzaladığı anlaşmalara uygun örgütlenmesinin temel kurumlarından biri olarak TÜRKAK, ’99’dan itibaren oluşturulmaya başlanır, ama kurum olarak 2001’de, alt yapılarını oluşturmak üzere faaliyete geçer. ISO–9000 standardının, emperyalist sistemin kendini yenilemesi, üretim sisteminin de yenilenmesi olarak ifade ettiği felsefeye uygun biçimlerin yaratılacağı bir politikanın yürütülmesi gibi önemli bir işleve sahiptir. Kalite felsefesi ve Dr. Deming öğretisi’nden yola çıkarak, dünya ekonomisini ulusal sınırları yok sayan ya da bu sınırlarda şekillenen engelleri ve üretim yönetimini yeniden şekillendiren kuralların yayılması amacını üstlenmiştir. Türkiye’de bu kurallara uyum amacıyla kurulmuş sisteme, “ulusal inovasyon sistemi” adı verilmektedir.
Devletin ve kurumlarının tüm kısımlarında yasal veya kurumsal değişime ilişkin projeleri destekleyen, mali ve ideolojik kaynak yaratan kurumlardan biri olarak gündeme getirilmiştir.

ULUSAL İNOVASYON YÜKSEK KURULU (UİYK)
“Bilim ve Teknoloji Politikaları” adı altında yürütülen faaliyetin TÜBİTAK tarafından oluşturulan bir bilim kurulu olan, BTYK (Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu)’nın tek amacı, kalite sistemini kurmaktı.
“Bilim ve Teknoloji ile barışık,
“Ulusal İnovasyon Sistemi’ni kurmuş,
“Bilim ve teknoloji üretmede yetkinleşmiş,
“Bilim ve teknolojiyi süratle ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme (inovasyon) becerisini kazanmış,
“Dünya bilim ve teknolojisine, insanlığın bu ortak mirasına, katkıda bulunan ülkeler arasında saygınlığa sahip bir Türkiye yaratmak, biçiminde tanımlanabilecek olan bugünkü Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikamızın ana konusunu Ulusal inovasyon Sistemi’nin kurulması oluşturmaktadır.” denilerek, sisteme uyumun bilim ve teknoloji politikaları içinde geliştirileceği söylenmektedir.
Halkı ve halka hizmet anlayışını bütünüyle dışlayan kalite felsefesinin uygulanmaya çalışıldığı siyasi ve ekonomik kurumlarda, bu felsefeyi, ülke özgülüne teşmil eden bir yapılanma projesi üretilmiştir: Ulusal İnovasyon Sistemi.
Bu sistemi hayata geçirmek üzere oluşturulan Ulusal İnovasyon Yüksek Kurulu (UlYK), sisteminin gereğini ise şöyle tarif etmektedir;
“Ulusal inovasyon sistemi; bilim ve teknoloji üretmeye yönelik kurumsal mekanizmaların ötesinde, bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilmenin kurumsal mekanizmalarını da içerir ve önemi de buradan gelir. Zira bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme yeteneğine sahip bulunmayan herhangi bir ülke, sektör ya da işletmenin geleneksel korumacılığın kalktığı, uluslararası rekabete açık bir dünyada varlığını sürdürmesi mümkün değildir.”
Türkiye’nin “geleneksel korumacılığının kalktığı”nı söyleyen politika ile kamu ihale yasası, özel veya kamu sektörlerini destekleyen ihale sisteminin değiştirildiği koşullardan bahsedilmektedir. Çünkü bugüne kadar, kendi sermayesi ile kurulmuş özel işletmeciliğe, bir başka tanımla yabancı sermayenin ortaklığında olmayan işletmelere, bu ortaklığa zorunlu kılınması ve yabancı sermayenin teşvik edilmesi koşulları dayatılmaktadır. Bu da, halen varlıklarını sürdüren kamu kurumlarının, ihalelerinde, bu, nispeten özerk ve bağımsız işletmeleri destekleme koşullarının kaldırılması demektir. Gerçekten de, bugüne kadar, kamu kurumlarının ve işletmelerinin ihtiyacı olan malzeme veya ara mamulleri, hem ucuza, hem de zamanında teslim etme yeteneğini gösteren ulusal işletmelerin, artık iflas ettirilmesi için uğraşıldığı bir sistem kurulmaktadır. Hatta, ülkenin beyin takımına, “ulusal ekonomi kalmadı, her şey dünyaya entegre oldu” diye düşündüren bir ideolojik baskı da kurulmuştur. Oysa halen kamu mülkiyeti ve ahlakı, toplumda derin izler taşımaya devam ediyor. Bu nedenle bu izleri silmek üzere, politik baskılar uygulanıyor.
Ülke açısından, uluslararası rekabete açılmak üzere, korumacı “popülist politikalardan vazgeçilmesi gerektiği” de propaganda edilmektedir.
Ulusal İnovasyon Kurulu, sistemini şöyle tanımlamaktadır:
“…sistem yalnızca,
* ürettikleri ürünler, verdikleri hizmetler, üretim ve organizasyon yöntemlerinde yenilik yapabilme yeteneğine sahip firmalar (kısacası ‘yenilikçi’ firmalar); ve bu firmalara mühendislik, danışmanlık, tasarım ve kontrollük hizmetleri veren kuruluşlar;
* teknoloji transferine ilişkin mekanizmalar;
* kendi bünyelerinde profesyonelce araştırma yapan firmaların bu faaliyetlerini yürüttükleri araştırma birimleri;
*sözleşmeli araştırma merkezleri ve daha çok sınaî araştırmalar ve rekabet öncesi geliştirme faaliyetlerinde bulunan ortak araştırma merkez ve konsorsiyumları;
* temel araştırmalar yapan üniversiteler ve belli misyonlara yönelik olarak temel araştırmalar yapan kamu araştırma kurumları;
* rüzgâr tünelleri, simülâtörler, akseleratörler v.b. teknolojik kolaylıklar;
* eğitim-öğretim kurumları;
* öğretim ve araştırma kalitesini değerlendiren kurumlardan oluşmaz.
“Bunların yanında;
* enformasyon ağları ve konuya özgü enformasyon hizmetleri veren merkezler;
* standartlarla ve kalite denetimiyle ilgili kurumlar; ulusal metroloji sistemi; ulusal ‘notifikasyon’, ‘akreditasyon’ ve ‘sertifikasyon’ sistemi;
* üniversite ve kamu araştırma kurumlarının araştırma potansiyeli ile sanayi kuruluşlarının ileri teknolojiler temelindeki yaratıcı girişimciliğini buluşturan teknoparklar, tekno-kentler;
* yeni geliştirilen üretim araç ve yöntemlerini tanıtıcı -ve bunların içerdiği yeni teknolojilerin yayınımını (difüzyonunu) sağlayıcı- gösteri (demonstrasyon) merkezleri;
* firmaların yeni bilimsel ve teknolojik bulgulara erişebilmeleri; bunları kavrayıp, teknoloji gereksinmelerini karşılamak ve ticarileştirilebilmek üzere kullanabilmelerinde, kendilerine yardımcı olacak teknoloji danışmanları ve merkezleri;
* patent ofisleri ile fikri mülkiyet /sınai mülkiyet haklarını koruyan diğer kurumlar;
* uluslararası arenada, teknoloji alanında iş-görmede yetkinleşmiş kuruluşlar ve teknoloji ataşelikleri;
* özellikle aşağıdaki konularda danışmanlık hizmeti veren kurumlar/firmalar:
* yeni iş / yeni atılım alanlarına ilişkin ekonomik ve teknolojik fizibilite raporlarının hazırlanması ve yeni iş fırsatlarının geçerliliğinin irdelenmesi (tahkiki);
* iş stratejilerinin / iş planlarının geliştirilmesi; finansman yönetimi ve finansman kaynaklarına erişim;
* pazarlama, özellikle, uluslararası pazarlara açılma;
* fikrî mülkiyet / sınaî mülkiyet hakları mevzuatı (patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, yazılım geliştirme, marka ve coğrafi işaretlere ilişkin ulusal, yabancı, uluslararası mevzuat); patent başvuru ve tescil işlemleri ve benzeri işlemler;
* firmalara rekabet üstünlüğü kazandırma, büyüme ve işlerini geliştirme konularında yardımcı olma amacına yönelik teknolojik yetenek analizleri; firmaların, işletme performanslarını sürekli olarak geliştirebilmeyi öğrenmelerini sağlama amacına yönelik işletme performans analizleri ve işletme elemanlarının yetiştirilmesi;
* “Just-İn-Time”, “Toplam Kalite Yönetimi” gibi kavramlarla ifade edilen, iş sürecine ilişkin yeni normların firma kültürü haline getirilmesi; yazılım geliştirme, veri işleme;
* yazılım ve enformasyon tedariki;
* inovasyon yönetimi; AR-GE yönetimi ve araştırma sonuçlarından yararlanma; insan kaynakları yönetimi;
* dünyadaki en iyi uygulama örneklerine erişim ve aktarım.
* genellikle yeni teknolojileri içeren ve nispeten uzun bir gelişme dönemini gerektiren yeni iş alanlarına atılan girişimcilere ve üstün yetenekleri ile yaratıcılıkları dışında sermayeleri bulunmayan birey ve gruplara, ilk atılım sermayesi (‘seed capital’) sağlayan finansman kuruluşları;
* teknolojik inovasyon yatırımlarını özendiren mekanizmalar;
* üniversiteler tarafından yürütülen bilimsel araştırmalara ve firmalarca yürütülen AR-GE faaliyetlerine finansman yardımı sağlamaya yönelik mekanizmalar;
* sözleşmeli araştırma merkezlerinin, ortak araştırma merkez ve konsorsiyumlarının oluşmasını kolaylaştırmaya ve finansman desteği sağlamaya yönelik, ayrıca, firmaları ortak araştırma yapmaya özendirici mekanizmalar;
* kuluçkalıklar, teknopark ve benzeri etkileşim ortamlarının yaratılmasını ve özel amaçlı enformasyon ağlarının kurulmasını kolaylaştırıcı/destekleyici mekanizmalar;
* teknolojik aşıdan yenilikçi ve yaratıcı girişimcilerin risklerini paylaşmak üzere, sonuçta ortaya çıkan ürün başarılı bir biçimde ticarileştirilebilmişse geri ödenmesi koşuluyla, ucuz kredi olanağı sağlayan kuruluşlar;
* kaynak ihtiyacı olan, gelişme potansiyeline sahip, ileri teknoloji tabanlı girişim şirketlerine ticari amaçlarla uzun vadeli sermaye yatırımı yapan risk sermayesi yatırım ortaklıkları,
* ulusal inovasyon sisteminin diğer yapı taşlarını oluşturur.”

Görülür ki, “bilimsel teknolojik devrim” terminolojisinin ardında, sistemli bir adaptasyon politikası adım adım örülmektedir. Doğaldır ki, bu süreçte, yani ’80 sonrası Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutan özelleştirme politikaları ardından, yenilenen bir politik ekonomi süreci, 1950–80 arası yapılanan ekonomi-politik ekonomisinin “eskidiği”, “bozulduğu”, “yozlaştığı”, “yolsuzlaştığı” vb. gibi gerekçelerle reddedildiği ve yenilenmenin “değişim” ihtiyacına dayandırıldığı bir süreç olarak ileri sürüldü. Eskinin, yani ’80 öncesi yapılanmanın içinde varolan ahlak-gelenek-yasa ve kurumlar, yenilenerek, “yeni düzen”e ya da “çağa ayak uydurmak üzere” yeniden düzenlenecekti.
Dolayısıyla, kalite felsefesi öğretileri içinde, devasa kampanyalarla sürdürülen bir propagandanın hedef aldığı ahlak, kamu ahlakı veya kamu işletmeciliği biçiminde örgütlenmiş bir ekonominin ahlakı, geleneği ve yasaları idi. Hedef alınan bu ahlak, gelenek, yasalar vb. de içeriği bakımından kuşkusuz kapitalistti; ancak örneğin kamu hizmetlerinin sübvansiyonuna yer bırakmakta ve her şeyi son noktasına kadar metalaştırmamaktaydı. Şimdi her alan ve şeyin kârlılığıyla değerlendirileceği “aşamaya” ulaşılmıştı.
Kalite felsefesi ve liberal eğilimlerin artırılabilirliği, reklâm veya ticari araçlarla sağlanabilirdi. Ama kamu işletmeciliğinin ve kamu görev ve denetim sorumluluğu içinde ve kamusal hizmeti bütünüyle dışlamayan üretim anlayışı içinde kurulmuş bulunan kurumların yenilenmesi için, bu kurumların yozlaştığı veya buralarda yolsuzluğun ve tıkanmaların yaşandığı, bu kurumların ve işletmelerin Türkiye ekonomisinin sırtında kambur olduğu gibi söylemlerle, yenilenmenin edebiyatı kamuyu ikna etmeliydi ki, sisteme entegrasyonda sorunlar azalsın. Hatta sadece edebiyat değil, “arpalıklar”a dönüştürülmüş kamu kuruluş ve işletmelerindeki devasa yolsuzduk olayları ortaya çıkarılıyor, rüşvet olayları peş peşe gazete manşetlerini süslüyordu, Kuşku yok ki bu kampanyanın bir hedefi vardı. Estirilen rüzgârların amacı, eskiyen kurumların değiştirilmesi gerektiğine halkın inandırılması ve ikna edilmesiydi.
Örneğin, bugünün gündemi olan “SSK’ların yok edilmesi veya ıslah edilmesinin gerekirliği”, ISO–9000 kalite sistemi eğitimlerine başlanan tüm SSK kuruluşlarında, hastane ve dispanserlerinde, SSK’nın “yolsuzluktan batırıldığı, batmaktan kurtarılması için yeni bir sistemle disipline edilmesi gerektiği” propagandası eşliğinde yürütülüyor. “SSK’ların kurtarılması operasyonu”, “daha kaliteli sağlık hizmetleri” verileceği üstünden yürütülen kalite eğitimi programlan ile başlarken, bu kurumların işçi sınıfının dayanışma örgütü olarak kurulduğu, bu amaçtan saptırıldığında, ne bu kurumların ne de memurların Emekli Sandığı gibi bir kurumsal dayanaklarının kalmayacağı söylenmiyor. SSK hastane ve dispanserlerinde çalışanlar, ISO ardından, tüm hak ve özgürlüklerini kaybedeceklerini fark etmeden, onun iyi bir sistem olduğuna inandırılıyor. Halkın % 60’ına “parasız” sağlık hizmeti veren bu kuruluşun, belge alırken, ancak %10’una “paralı hizmet” verir hale getirileceği söylenmiyor. Geriye kalan halkın ise, hastalandığında ölüme terk edileceği bir özelleştirme olduğu, ağızlara alınmıyor. Üstüne üstlük, bu kuruma ait işyerlerinin ticari bir pazar olarak görüldüğü, soygunun asıl ISO ile geleceği üzerinde hiç durulmuyor.

UİYK, TOPLUMU İKNA ETMEK İÇİN KULLANILAN BİR İDEOLOJİK AYGITTIR
UİYK’nın üstlendiği görev, sistemde kurmayı planladığı yönetimin (“yönetişimin”) açıklandığı kapsam, tüm ekonomik ve toplumsal yapı değişiminde atılacak adımları tarif eder. Bu adımların, Uruguay Antlaşmaları’nın çerçevesine uyumlu politik düzenlemeler olduğu görülür. Üretim, ürün ve hizmet kuruluşlarının yeniliklere ayak uydurması olarak ifade edilen yeteneğe ulaşmasında, eğitim ve teknik politikalarında, bu yeniden örgütlenmenin alt yapısını oluşturmak gibi bir misyona sahip olduğu görülür. Bu alt yapının, enformasyon hizmetleri veren kuruluşlarla, standartlarla ve kalite denetimiyle ilgili kurumlarla (ulusal metroloji sistemi; ulusal ‘notifikasyon’, ‘akreditasyon’ ve ‘sertifikasyon’ sistemi, ki bunların kurumları TÜRKAK, UME, uygunluk değerlendirme yetkisi alacak kuruluşlar olarak şekillenmiştir), teknoparklar ve tekno-kentlerle, ilk atılım sermayesi verecek finans kuruluşlarıyla, özel amaçlı enformasyon sistemlerinin kurulmasıyla, organize sanayi bölgeleri, serbest bölgeler veya endüstri bölgeleri vb. vb. kurulacağı belirtilmiştir. Özellikle, araştırma merkezlerinin, ortak araştırma merkez ve konsorsiyumlarının oluşturulması hedefinin, yabancı sermaye ile işbirliği içinde yürütülecek projeler olduğu açıkça söylenmektedir. Çünkü KOBİ’lerin ezici bir çoğunluğunun bu teknolojileri kurma gücü yoktur. Bu nedenle ortak teknoparklar projeleri, devlet-IMF sermayesi destekli yürütülecektir. Ve çok açıkça, inovasyonun, uluslararası denetime kapı aralayan bir sistem olduğu baştan kabul edilmektedir. Dolayısıyla, AR-GE olarak veya ortak proje olarak tüm kurum ve kuruluşlarda yürütülecek çalışmaların, tekellerin ihtiyacı yönünde ve denetiminde yürüyeceği, önkoşul olarak kabullenilmiştir. Bu tür araştırmaların veya fikri ortaklığın patentinin de, bağlı tekele ait olacağı, bu açıdan da, fikri mülkiyet ve sınaî mülkiyet hakları mevzuatı (patent, faydalı model, endüstriyel tasarım, yazılım geliştirme, marka ve coğrafi işaretlere ilişkin ulusal veya uluslararası mevzuat); patent başvuru ve tescil işlemleri ve benzeri işlemlerden elde edilecek gelirlere doğrudan tekellerin el koyma hakları sağlanmış olacaktır. Dolayısıyla, ulusal ya da kamusal bir proje veya düşüncenin, üretimi dâhil her atılacak adımı, yabancı sermayenin kar payı alacağı bir üretim olarak, organizasyon tamamlanmış olacaktır.

UİYK’YA GÖRE YENİLİKÇİ BİR GİRİŞİMCİ NASIL OLMALI?
Teknolojik açıdan yenilikçi veya yaratıcı girişimci, teknolojik yenilikleri almak (ISO–9000 veya CE almak) ve bunları, üretimde kullanmak üzere, kriterlerini yerine getirmeli. Bunu ispatlamak üzere denetleterek, belge almalı. Belge ücreti veya ekipmanlarını almak gibi bir isteğe sahip olmalı ki, “ayakta kalabilsin”.
Bu girişimci, aynı zamanda, Just-ln Time (kısmi zamanlı) çalışma, toplam kalite gibi kavramlarla iş süreçlerini kalite kültürüne uygun hale getirebilme, işletmesinde performans analizleri ile işyerinde çalışanlara sürekli bir baskı kurabilme, insan kaynaklan yönetimiyle, çalışanlarını, en hızlı koşan diğer emekçilerle sürekli yarıştırabilme ve yerlerini değiştirebilme, her an denetleyebilme ve istediği an ve biçimde fırlatıp atabilme, gerekli olduğunda ceplerine ulaşarak geri çağırabilme vb. yetilerine de sahip olmalı. Çalışanları veya üretimde yapacağı her işi ve gelişmeyi, veri tabanı oluşturarak yazılı istatistiklerle, bağlı olduğu uluslar arası ortağına veya şirkete, düzenli bilgi verecek enformasyon tekniğini almış olmalı veya en azından alma hazırlığı içinde olmalı. Bağlı olduğu tekele veya alt işletmesine ait geliştirilmiş bir ürün veya üretim tekniğini, her gelişmede takip ederek satın alma yeteneğine de sahip olmalı. Her bir yetenek veya yaratıcılığının kaça patlayacağının hesabını tutamayacak kadar da, başı dönmüş olmalı. (Kısacası, sustalı maymuna dönüşmüş olmalı.)
Örneğin, sadece bir ISO–9000 Kalite Belgesi veya CE markası alabilmek için, bu günün kuruyla, 15 bin ABD doları, sadece belgelemenin son işlemine vermek üzere, test laboratuarı kurmak, bunu ayrıca belgelemek, bu laboratuar için kalifikasyonda kullanacağı test cihazlarına yüklüce ödemede bulunmak, her bir test cihazını, ayda veya iki ayda bir, üst kalifikasyon için, bu amaçla kurulmuş merkez kalibrasyon kuruluşlarına götürmek, test ettirerek, belgesini almak, bunların her birine dolarla ifade edilen ödemeler yapmak vb. vb. zorunlu. Standart oluşturmak için, yani istatistik ve veri tabanını, performansa göre değerlendirmeleri günlük, aylık, yıllık planlar halinde yapmak üzere, ayrıca araştırma için gerekirse eleman almak ve onlara aylık (bunların eğitimi için ayrıca, sertifikasyon kuruluşlarına) ödeme yapmak, kalite eğitimleri için dışardan kalite eğitimi verecek danışman şirketlere yine 10-15 bin dolara yakın bir para ödemek, vb. vb. gerekiyor. Bitmez tükenmez ödemelerden sonra da, belge alamamak gibi bir sorunla karşılaşmak mümkün. Belge alsa bile, her yıl tekrarlanan denetleme ve altı ayda bir de iç denetim elemanlarına (devlet veya özel denetleme kuruluşlarına) belgesinin sürekliliğini test ettirmek için para ödemek zorunda. Her ölçüm aletini ayda bir kalibre ettirerek belge almayı ihmal etmemesi gerek.
İnovasyon yeteneğinin neye mal olduğunu, olacağını bugünden kimse bilemez. Danışman firmaların hesaplarına göre, bugünkü kurlarla hesaplandığında, en az 40–50 bin dolarla ifade edilen bir rakam tutacağı söyleniyor.
Ama bütün teknolojik gelişime ayak uydurması gereken sanayi ve hizmet üretiminin çekildiği çukurda, ödenen dolarların kimlerin cebine gittiğini herkes bilir. Bu ödemelerin kuruşu kuruşuna işçi ve emekçi halkın cebinden çıktığı veya çıkacağını da en iyi, emekçiler bilir.
Akreditasyonun, ya da inovasyon sisteminin bu anlamıyla, tam bir soygun sistemi kurmak olduğu açıktır.

BANKALAR YASASI
İnovasyona uygun bir üretim sisteminin kurulmasında amaç ve araç olan paranın, merkezi denetiminin sıkılaştırılması, bankalar eliyle yürütülecekti.
Teknoloji almayan, belge almayan şirketlere kredi verilmemesi ve desteklenmemesi için yasa çıkaran devlet, bunu bankalarla yürürlüğe koyacaktır. Bu nedenle bankalar yasası, ekonomiyi yeniden yapılandırma ve sisteme uygun hale getirmede, mali denetimi merkezileştirme işine ağırlık veriyor.
Düne kadar, her holdinge ait bir banka kurdurma, her sektörü kendi bankası ile destekleme üzerine şekillenen politikalar, bugün sermayenin yeniden birkaç elde toplanması için yap-boz tahtasına döndü. Aynı liberal politikalar, ’80 sonrası banka sayısını 90’a çıkarırken, bugün, en fazla 11’le sınırlamayı düşünüyor. Şekerbank, Tütünbank, Sümerbank, Oyakbank, Tekstilbank, Etibank, Çaybank, Pamukbank, Denizcilik Bankası vb. gibi sektör bankaları ve Koçbank, Yaşarbank vb. gibi holding bankaları sayısal olarak artarken, sermayenin de dağılımı denetlenemez ya da zor denetlenir hale geldi. Bu süreçte, mali denetimin merkezileştirilmesi amacıyla, standarda uygun kriterlerde hizmet üretmeleri için BDDK (Bankalar Düzenleme ve Denetleme Kurulu) kurulmuştu.
“Bankalar battı, soyuldu” , “kurtaralım” operasyonlarının ardındaki “daha büyük soygunlara hazırlayalım” fikri, gözlerden saklanmak istenen asıl gerçekti. Aslında bankalar, tekellerin soygununa hazırlanıyordu.
Her il ve ilçede olmak üzere, onlarca bankaya ait yüzlerce şube, yüz binlerce çalışanına da geçim kaynağı sağlıyordu. Aynı zamanda, Ziraat ve Halk bankaları gibi tarım kredileri veren, KOBİ’leri destekleyen bankalar, köylülüğe ve küçük üreticiye, esnafa destek sağlıyordu.
BDDK’nın özellikle Ziraat Bankası ve Halk Bankası olmak üzere, kamu bankalarının yönetim biçiminde alınan kararlarına bakıldığında, bunların uluslararası standartların kurallarına göre kredi düzenini yenileyeceği anlaşılmaktadır. Dışbank, bu iki bankanın standart uygulamalarında örnek olarak alınmıştır.
Türkiye’de ilk ISO–9000 belgesi alan yerli banka Garanti Bankası’dır.
BDDK’nın kamu bankalarında yaptığı ilk düzenleme; genel müdürlükler ve müdürlüklerle bölge müdürlüklerini kaldırmaktı. Banka merkezinde, yönetim kurulları (YK) oluşturmaktı. Ve YK’na bağlı alt birimler temelinde, örgütlenme şeması, tüm il ve ilçe şubelerinin doğrudan YK’na hesap vermesi biçiminde değiştirilmişti. Pek çok ilçede şubeler kaldırılırken, il şubelerinin sayısı da mümkün olduğunca azaltılmıştı. Böylece, hem yüz binlerce emekçiye yapılan ödemelerden kurtulunmuş, hem de özellikle küçük üreticilerin yararına olan kredilerin kesilmesi gündeme gelmişti. Asıl önemlisi, bu yapılanmayla, formel hale getirilmiş kamu bankalarının kamusal işlevi sıfırlanarak küçük ve orta üreticiler ve ulusal ekonomi ile bağları tümden koparılıp, doğrudan uluslararası tekellerin hizmetine ve denetimine açılmasıydı. Bunda amaç ise, kamu işletmeciliğini ve ulusal işletmeciliği tümüyle ortadan kaldıran ve KOBİ işletmeciliğini (tarım-sanayi-hizmet) doğrudan büyük tekellerin denetimine alan bir örgütlenmenin alt yapısının örülmesi olarak görülebilir.
Yönetim kurullarına bağlı 4 alt kısım; 1-Kredi pazarlama, 2- Şube dışı kâr merkezi, 3-Operasyon destek hizmetleri ve 4- İç denetim hizmetleri, ile sınırlı işlemler, dört murahhas üyeye bağlanarak, bunların YK’na hesap vermesi ve denetlenmesi sağlandı.
Verilen her kredi, kuruşuna kadar denetimden geçirilerek ve geri ödemesi, en küçük kırıntısına kadar hesaplanmış, sürekli kârı artıracak bir üretim teknolojisi geliştirme koşuluna bağlanacaktı. Bu denetimi yapabilecek şubeler açık kalacak, yada varolanlar bu temelde yapılandırılacak, geri kalanlar kapatılacaktı. Bu ise, şu anlama geliyordu: Her işletme veya KOBİ, doğrudan, o sektörde yer alan tekelci bir şirketin alt organizasyonu içinde yer alarak, kredi alabilir ve yaşayabilir bir kıskaca alınacaktı. Bu yolla, ülke ekonomisi açısından, nispeten özgül ve özerk kuruluşların ve şirketlerin gereğinin kalmaması, bağımsızlığını tümden yitirmesi isteniyordu. Örneğin, tarım işletmeleri sahipleri, köylülük veya küçük üreticiler, bunların örgütleri, TZOB (Türkiye Ziraat Odaları Birliği), TZDK (Türkiye Zirai Donatım Kurumu), TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi), EBK (Et ve Balık Kurumu) ve Ziraat kooperatifleri olarak tarım işletmelerinin (eskiden kurumları denebilirdi) artık yerel bankalardan kredi alma devrinin kapandığı, doğrudan tarım tekellerinin alt işletmeleri (taşeronları) olarak, bu tekellerin yönetim kurullarının kararı ile gerekli görüldüğünde destekleneceği bir örgütlenme modeli yaratıldı. Yani, ISO standardının, “proses kontrol” prosedürü içinde yer alan, “performansa göre değerlendirme” kriterine uygunsa, bir üretimin sürmesi, yoksa kapanması veya üretimden el çektirilmesi getiriliyordu. Bu standarda uygunluk, kredilendirmede etkin olsun, hatta sadece standart almak koşuluyla kredi verme kriterine uyulsun isteniyordu. (DB kredilerinin verilme koşulu bunu dayatıyordu.)
Tarım işletmelerinin (ve köylünün) etkin kullanımı adı altında, tarımın tekellerce yeniden düzenlenmesinin politik açılımı ise, ABD ve AB menşeli şirketlerin, “köylülüğün tembelliği ve ekonomiyi zayıflattığı” propagandası ile yürütülüyordu.
Mali sektör ve devlet kurumlarının, yeni ekonominin yapısal reformları çerçevesinde yeniden yapılanması için, titizlikle ve kararlılıkla şekillendirileceğim söyleyen Maliye Bakanı Sümer Oral, 2002 mali yılı bütçesini açıkladığı konuşmalarında; Türkiye ekonomisi için “İdari reform çalışmaları, AB’ye uyum, Dünya Bankası Projeleri, OECD ile işbirliği çerçevesinde uyumlu bir bütünlük içinde yürütülecek ‘hesap verilebilirlik’ ve ‘saydamlık’ ilkeleri ‘iyi yönetişimin’ yükselticisi olacaktır” diye konuşuyordu.
Yeni bütçe kod yapısı ve tahakkuk muhasebesinin toplam kalite yönetimi ve performansa dayalı yönetime hizmet edeceğini ifade eden Oral, “Harcama reformu kapsamında konsolide bütçeye dâhil altı pilot kuruluşta uluslararası standartlara uygun yeni bütçe sınıflandırması uygulamasına geçildiğini, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Karayolları Genel Müdürlüğü ile Hacettepe Üniversitesi’nin pilot uygulamaya dâhil edildiğini” söylüyordu.

VERGİDE OTOMASYON
Sümer Oral, yine bütçe konuşmasında, uluslararası standartlarda, Vergi Dairesi Tam Otomasyon Projesi’nin ikinci aşamasına (VEDOP–2) başlamayı planladıklarını, bu kapsamda her ilde en az bir vergi dairesi olmak üzere belli sayının üzerinde mükellefi olan bütün vergi dairelerinin otomasyona geçmesinin sağlanacağını, böylece, merkezde bütün bilgilerin toplanıp yönetim ve denetim için etkin bir “Veri Ambarı”nın kurulmasının planlandığını açıklıyordu. Yani inovasyon yeteneği yüksek bir yapılanmanın, vergi reformu kapsamında da yürütüleceğini söylüyordu.
Vergi politikası, her dönem, halkın cebine doğrudan ulaşan devletlerin en büyük soygun politikası olarak görülür. Şimdi ise, uluslararası tekeller, vergi toplama konusunda, devletleri sıkıştırarak, halkı daha fazla ve etkin olarak sömürmelerini dayatıyor. Vergi toplayan il ve ilçe idareleri, kaçak yapılaşma sonucu ellerinden kaçırdıkları vergiyi daha etkin toplamaları için yeniden yapılandırılıyor. Bunun için denetim ağı sağlayacak teknoloji ile enformasyonu ellerinde tutacak tekellere de hesap verme durumunda kalacakları bir sistem kuruluyor. Vergi dairelerinin, yönetimlerinde, değişim ve denetleme organizasyonu yeniden biçimlendirilerek, yeni soygunlara alt yapı hazırlığında olunduğu, vergi sisteminin daha etkin bir soygun aracı olarak kullanılacağı, her gün gazete manşetlerini kapsayacak boyutlarda yeni vergilere ilişkin haberlerin artacağını görerek “yenilik”in, ne denli “eski”ye ait olduğu izlenebilir.

Şubat 2002

Tekelci medya nasıl haber yapar: New York Times kılavuzluğunda Sudan-Afganistan saldırısı

(Emperor’s Clothes’tan çeviren Taylan Bilgiç)

ÖNSÖZ
ABD’nin “terörle mücadele”si, askeri olarak da Afganistan dışına yayılmaya başladı. Haftalardır, Amerikan hükümetinin yetkilileri ve onların medyadaki uzantıları, “kimin vurulacağını” tartışıyor. Sudan’dan Somali’ye, Yemen’den Irak’a, Filipinler’den İran’a kadar pek çok ülke, bomba tehdidiyle “hizaya getirilmeye” çalışılıyor. Emperyalist sistem altındaki “uluslararası ilişkiler”in zorbalığa ve kaba kuvvete dayanan özü, hiç bu kadar açığa çıkmamıştı.
Uluslararası medya, var gücüyle, Amerikan emperyalizmi önderliğindeki bu “yeni” barbarlığı “insanlık uğruna bir mücadele” olarak sunma çabası içinde. Afganistan’da rasgele tutuklanan sözde “El Kaide üyeleri”ne hayvan muamelesi yapılırken, Washington veya Londra’da “Ortadoğu kökenliler” ve Müslümanlar üzerindeki baskıyı resmileştiren yeni kanunlar çıkarılıyor. Afgan topraklarının içinde bulunduğu karmaşa, savaş ağaları arasındaki çatışmalar, halen süren Amerikan-İngiliz bombardımanında ölenler, sakat kalanlar… Bunların hiçbiri, bir türlü “gündem”e girip de televizyon ekranlarına, gazete sayfalarına yansıyamıyor. Bunun yerine, “haber” olarak, Afgan kadınların “makyaj yapması”nı, erkeklerin “tıraş olması”nı izliyor, okuyoruz. Bu ve benzer yayınlarla, bir ülke, bir halk ve aslında bütün insanlık aşağılanıyor. İma edilen, “uygar devletlerin”, “vahşilere” yönelik bir “medenileştirme operasyonu” yürüttüğüdür.
ABD, bundan yaklaşık 3,5 yıl önce de, Afganistan ve Sudan’a füzelerle bir saldırı düzenlemişti. Gerekçe, yine “terörle mücadele” ve yine “Usame Bin Ladin” idi. Emperor’s Clothes’dan Türkçeye çevrilen Jared Israel imzalı makale, ABD’nin “saygın” gazetesi New York Times’in bu emperyalist saldırıları okuyucularına nasıl duyurduğunu büyüteç altına alıyor. Güncelliğini yitirmemiş olan bu makale, burjuva medyanın yalan ve aldatma taktiklerini örnekleriyle görmek açısından öğretici. Çünkü New York Times ve diğerleri, aynı yalanlara, bugün de bütün pervasızlıklarıyla devam ediyorlar…

***
1998’de, ABD, Afrika ülkesi Sudan’daki bir fabrikaya yönelik bir füze saldırısı düzenlemişti. Hükümetin iddiasına göre fabrika, sinir gazı üretmekteydi ve ayrıca, Afrika’daki iki ABD büyükelçiliğinin bombalanmasından sorumlu tutulan İslami kökten-dinci Usame Bin Ladin ile bağlantılıydı.
Bu yazımızda, ABD’nin en saygın gazetelerinden New York Times’ın, fabrika bombalanması haberini nasıl verdiğini inceleyeceğiz. Bu inceleme sırasında, beş ayrı çarpıtma tekniğine dikkat edilecek:
1. Kanıtlanmış varsaymak
2. Yer kullanımı ile eğilim oluşturmak
3. Etiketleme
4. Varsayım
5. Olguları dışlamak
6. Alaycılık
Unutmamak gerekir ki, nesnel olduğu varsayılan bir haber, kendi eğilimini haykırmıyorsa veya bu eğilimi bilmeden doğru kabul ettiysek, ona inanmaya yatkın oluruz. New York Times, Sudan saldırısını işlerken “hak eden her haberi” doğru bir biçimde yansıttı mı, yoksa yalan mı söyledi?

TEKNİK 1: KANITLANMIŞ VARSAYMAK
Gazete haberleri, bazen ABD resmi açıklamalarını doğru varsayar ve bu açıklamalara, siyasi görüş değil, “olgu” muamelesi yaparlar. Buna “kanıtlanmış varsaymak” diyoruz. 20 Ağustos 1998’de, ABD Donanması, 75 adet Cruise füzesi fırlattı ve dönemin başkanı Bili Clinton’ın deyimiyle, “Afganistan ve Sudan’da teröristlerle bağlantılı tesisleri” yok etti (NY Times, 21.8.1998). ABD Başkanı, saldırıyı gerekçelendirirken şöyle diyordu: “Kuvvetlerimiz, Bin Ladin’in terörist ağıyla ilişkili olan Sudan’daki bir fabrikaya da saldırı düzenledi. Şifa fabrikası, kimyasal silahlar için materyal üretimi gerçekleştiriyordu.” (agy) 21 Ağustos tarihli New York Times, Amerikan yönetimi yetkililerinden, bombardımana destek veren yüzlerce satır alıntı ve yorumu almasının yanı sıra, adı belirtilmemiş çeşitli kaynaklara da başvurdu. İşte bir örnek;
“Üst düzey bir Amerikan istihbarat yetkilisi, ‘Bin Ladin, Sudan’daki askeri-sınaî komplekse mali yardımlarda bulundu. Şifa ilaç fabrikasının, bu kompleksin bir parçası olduğuna inanıyoruz’ diye konuştu,” (agy)
ABD’nin resmi gerekçelendirmesi böyleydi. Peki ya New York Times? Haberi o nasıl verdi ve nasıl vermesi gerekiyordu? Varsayalım ki Sudan, Cruise füzeleriyle ABD’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bir Sudan gazetesinden nasıl bir tutum beklenebilir? Denilebilir ki bu gazete, ABD’ye yönelik saldırıyı nesnel bir biçimde sunmalıdır. Sudan hükümetinin gerekçelerini incelemeli, bunlara “Mantıklı gerekçeler mi?” ve “Olgulara dayanıyorlar mı?” soruları ışığında bakmalıdır. Saldırıda ölen veya yaralananlarla ilgili bilgileri birinci sayfadan vermelidir. Sadece ABD hükümetinden değil, Sudan’da saldırıyı eleştirenlerden de görüş yansıtmalıdır.
Peki NY Times, bu standartlara uydu mu?

21 AĞUSTOS TARİHLİ İLK MANŞET
21 Ağustos 1998’de, gazete, birinci sayfasından şu manşeti veriyordu: “ABD CRUİSE FÜZELERİ, TERÖRİST ŞEBEKEYLE BAĞLANTILI SUDAN VE AFGAN HEDEFLERİNİ VURDU”.
Herkes gazete karıştırır. Yapılan araştırmalara göre manşetler, genellikle, insanların en çok okuduğu ve anımsadığı haberlerdir. Bu da onları, çok önemli kılar.
Bu manşetteki sorun ne?
Öncelikle, pek çok şeyi varsayıyor: Dünya çapında bir terörist şebeke bulunduğunu, Sudan’daki ilaç fabrikasının bunun bir parçası olduğunu. Başka bir deyişle, ABD hükümetinin gerekçelerinin doğru olduğunu varsaymakta. ABD’nin ileri sürdüğü görüşlerin, kanıtlanmış olduğu varsayımından yola çıkıyor. Oysa gazetenin büyüteç altına alması gereken şey, tam da bu görüşlerin geçerliliği değil midir?
Manşete sonra tekrar döneceğiz. Önce, haberden bazı alıntılar yapalım.
Üçüncü paragraf şöyle: “İki kıtada, her şeyden habersiz ülkelerde aynı anda patlamaya ayarlanmış yaklaşık 74 füzeyle, bu operasyon, özel bir terörizm destekçisine karşı düzenlenen en zorlu Amerikan askeri saldırısıydı.” NY Times, bu saldırının “büyük” olduğunu vurgularken, ABD pozisyonunun doğru olduğunu varsayıyor: Şifa fabrikası, özel destek gören terörist bir şebekenin parçasıdır.
Başka bir haberde, NY Times’ın hükümet görüşünü benimseme hevesi, şiirsellik düzeyine ulaşıyor:
“Afganistan ve Sudan’a yönelik ikiz saldırılar, Doğu Afrika’daki büyükelçi bombalamaları ile belli bir simetri içindeydi. Hedefler, aralarında denizler olmasına rağmen, Bin Ladin ile bağlantıya sahiplerdi.”
Hükümetin tutumu sıradanlaştırılıp ifade ediliyor, sanki evrensel kabul gören bir gerçeği dile getirir gibi. Kanıt, gereksiz.
New York Times’ın 21 Ağustos tarihli nüshasının büyük bölümü, füze saldırısına ayrılmıştı. Bütün bu gazetede, tek bir makale bile, ABD saldırılarını eleştirmiyor mu peki? Zar zor. Füze saldırılarını destekleyen yüzlerce satıra karşılık, gazete, karşı çıkanların konuşmasına, 13. sayfadaki “ABD ve Sudan Arasındaki Köklü Gerginlik Sonunda Kaynadı” başlıklı haberin 20. paragrafında izin veriyor:
“Sudan Enformasyon Bakanı Gazi Selahaddin, fabrikanın iki yıl önce açıldığını ve sadece ilaç ürettiğini söyledi. Selahaddin, ‘Bu bir suçtur. Bu saldırı için hiçbir gerekçe yoktur’ diye konuştu.”
Bu kadar. Sayfa 13, paragraf 20. Bu konumlandırma, söz konusu satırları olabildiğince az kişinin okumasını garanti ediyor. Dahası, haberler arasına gizlenen bu küçük parça bile bir Sudanlı yetkiliyle ilgili; herkesin, saldırı haklı ya da haksız olsun, ona zaten karşı çıkmasını beklediği biri bu. Ayrıca, 21 Ağustos tarihli gazetenin büyük bir bölümü, Sudan hükümetini terörizmi desteklemekle suçlamaya ayrılmış. Bu kadar çok olumsuz koşullandırma varken, okuyucunun, böylesi bir hükümetin üyesi tarafından yapılan bir açıklamayı ne kadar ciddiye alması beklenir ki?

GALLUP ANKETİ NASIL YORUMLANABİLİR?
22 Ağustos’ta Gallup tarafından yapılan bir ankete göre, Amerikan halkının yüzde 19’u, bombardımana karşı çıkarken, yüzde 16’sı konu hakkında kesin bir fikri olmadığını söylüyordu. Bunun, savaş karşıtlığı açısından kötü bir tablo olduğu düşünülebilir. Eğer anket doğruysa, halkın üçte ikisi Clinton’ı desteklemektedir.
Ama bir de şuradan bakalım. Medya, karşıt görüşlere hiç yer ayırmadı ve buna rağmen, halkın yüzde 38’i Clinton’a destek vermedi, insanların, olayı nesnel bir biçimde öğrenmeleri durumunda bu oranın ne kadar yükselebileceğini siz düşünün.
Bu arada, NY Times, Gallup anketinin sonuçlarını duyurmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse, internet’te yaptığımız kapsamlı bir araştırma sonucunda, ankete sadece bir Amerikan gazetesinin yer verdiğini gördük. Hayır, Washington Post değil. Boston Globe veya San Fransisco Chronicle da. Bu ankete yer veren gazetenin adı, “Fresno Bee”. Fresno Bee; demokrasinin bekçisi. 23 Ağustos, 1998 tarihli nüsha.
Aslına bakılırsa “muhalif” sözcüğü, 21 Ağustos tarihli NY Times’ın birinci sayfasında yer alıyor. Habere göre, Kongre’deki Cumhuriyetçi grup, bombardımana karşı çıkmıyor. Başlık, “Muhalifler Başkan’ın Hareketini Destekliyor” şeklinde.
Peki, siyasi bir “muhalifin, belli bir harekete karşı çıkan, en azından bazı sorulan ortaya atan birisi olması gerekmez mi? Gazete, “muhalif” sözcüğünü Clinton’a destekle ilişkilendirerek, okuyucuları üzerinde, bombardımana kimsenin karşı çıkmadığı izlenimini yaratıyor. Amaç, “Şu işe bak, muhalifler bile bu konuda Clinton’a destek vermiş” dedirtmek.
Birkaç gerçek muhalifin görüşü, NY Times’ın sayfalarında yer buldu, ama bombardımandan üç gün sonra ve sadece, “Editöre Mektuplar” köşesinde, işte bu mektuplardan biri:
“Hiçbir devletin, silahlı saldırı yoluyla bir başka devleti cezalandırmaya hakkı yoktur… Hiçbir devlet, teröristleri barındırdığına inandığı bir ülkeye karşı füze fırlatma hakkına sahip değildir… Başkan Clinton’ın, Sudan ve Afganistan’ın, Usame Bin Ladin ve diğerlerini sınır dışı etme taleplerine uymayı reddettikleri için haklı bir biçimde bombalandıklarını söylemesi, inanılır gibi değil… Füze saldırılarının asıl kurbanı, kanunlara önem verildiği ve şiddet eylemlerinden sorumlu tutulanların, öldürülmek yerine adalet önüne çıkarıldığı bir dünya olmuştur.” (James C. Hathaway, Uluslararası Hukuk Profesörü, Michigan Üniversitesi, NY Times, 23.8.1998, sayfa A14)
Acaba New York Times, bu uluslararası hukuk uzmanının görüşlerini birinci sayfadan duyuramaz mıydı? Gazete yönetimi, muhalif görüşlere inanmama konusunda bir karar mı almıştı?

DURUM SARPA SARINCA…
Bombardımandan sonraki iki gün içinde, Clinton’ın açıklaması, kuşatmaya alındı. Bütün dünyadan yüz milyonlarca insan, füze saldırılarını, kanunsuz şiddet olarak değerlendiriyordu. Usame Bin Ladin ve şeriatçılığa karşı çıkan Sudanlılar, öfkeliydi. Bakın, köktendinci Sudan hükümetine muhalif Abdülrahman Ebuzeyd ne diyordu: “Bir Sudanlı olarak çok kızgınım. Tamam, bu rejimle sorunlarımız var. Ama bunları kendimiz çözeriz. Şimdi Amerikalılar geldi ve rejime büyük bir koz sağladılar.” (NY Times, 23.8.1998, sayfa 11)
Ebuzeyd, Usame Bin Ladin hakkında da şunları söylüyordu: “Amerikalılar, bu adamı birdenbire bir İslam Kahramanı haline getirdiler. Oysa daha gecen hafta, çılgın bir fanatik olarak görülüyordu.” (agy)
Sudan hükümetinin başka bir muhalifi de konuşmuştu; “Bombalanan ilaç fabrikasının sahibinin avukatı, bir basın toplantısı düzenleyerek, fabrikanın tek sahibinin, Sudanlı işadamı Salih İdris olduğunu söyledi… Siyasi muhalefetin üyelerinden biri olarak Sudan’da iyi tanınan Avukat Gazi Süleyman, Bin Ladin’in bu şirketin yatırımcılarından olduğu suçlamasının ‘saçma’ olduğunu ifade etti. Süleyman, Sudan hükümetinin fabrikada hiçbir mali çıkarı bulunmadığını, fabrikanın sadece insan ve hayvan ilaçları ürettiğini, iç talebin yüzde 50’sini tek başına karşıladığını anlattı. Avukat Süleyman, Sudanlıların hayati bir ilaç kaynağından mahrum kaldığını da söyledi… Süleyman, uluslararası topluluğa çağrıda bulunarak, fabrikanın ne ürettiğini araştıracak bir komite kurulmasını istedi ve bu komitenin elde ettiği sonuçları kabul edeceklerini duyurdu.” (agy)

…AKLA BAĞDAT GELİR!
Bu gelişmeler üzerine, Clinton ekibi, senaryo masasının başına döndü. 25 Ağustos 1998’de, New York Times’ın manşeti ilan ediyordu: “ABD, Irak’ın Sudan’da Kimyasal Silah Üretimine Yardım Ettiğini Bildirdi – Saldırının En Önemli Nedeninin, Bağdat’ın Rolü Olduğu Belirtiliyor.”
Haberin ilk üç paragrafına bakalım:
“Hükümet ve istihbarat yetkililerinin açıklamalarına göre ABD, geçen hafta Cruise füzeleriyle yok edilen Sudan’daki fabrikada, üst düzey Iraklı bilimcilerin, VX sinir gazı üretilmesine yardımcı olduğuna inanıyor. Yetkililer, saldırıya gerekçe oluşturan kanıtın, aylar önce Şifa İlaç Sanayi fabrikasının hemen dışından gizlice elde edilen bir toprak örneği olduğunu söylediler. Hükümet, bu kanıtın ayrıntılarına girmeyi veya nasıl elde edildiğini açıklamayı reddetti. Bu nadir bulunan kimyasalın, bilinen en ölümcül sinir gazlarından biri olan VX’e dönüştürülmesi için, birisi oldukça karmaşık olan iki adım daha gerekiyor. Kısaltması Empta olan bu kimyasal maddenin hiçbir ticari kullanım alanı yok. Birleşmiş Milletler ve ABD, uzun zamandır, Irak’ın VX türevleri üretiminde epey yetenekli olduğunda hemfikir.” (Sayfa 1)
Bu haber, birkaç açıdan öğretici.
Öncelikle, füze saldırılarının yasadışı olduğu suçlamasına hâlâ bir yanıt verilebilmiş değil. Gazete, dünya nüfusunun önemli bir bölümünün ve muhtemelen milyonlarca Amerikalının görüşü olan bu suçlamayı görmezden geliyor.
İkincisi, haber, Irak’ın VX sinir gazı üretimindeki “yeteneği”ne dair kanıtlanmamış bir iddia dışında, “Bağdat’ın rolü”ne dair tek bir olgusal kanıt içermiyor. Sadece, Iraklı bilimcilerin, Şifa fabrikasında sinir gazı yapımına “yardım ettiği”ne dair bir “ABD inancı” açıklanıyor, o da bu inancı kimin taşıdığı belirtilmeden. Buna haber değil, dedikodu kışkırtıcılığı denir.
Üçüncüsü, eğer saldırının asıl nedeni “Bağdat’ın rolü” ise, neden Clinton veya bir başkası, bundan bahsetmek için beş gün bekledi? Peki ya başlangıçtaki “asıl neden”, yani Bin Ladin ile Sudan hükümeti arasındaki ilişkiye ne oldu? Herhangi bir eylemin esas nedeni, eylemin gerçekleşmesinin ardından nasıl değişebilir? New York Times, bu kayıtları yeniden yazma çabası hakkında neden bir yorumda bulunmuyor?
Dördüncüsü, NY Times, bir kez daha, Şifa fabrikasının kimyasal silah ürettiğini bildiriyor. Bu konuda hiçbir kanıt sunulmuyor, ama gazete, bu kanıtlanmamış iddianın ancak doğru olması halinde anlam ifade edecek olan konulara değinmeye devam ediyor.
Bu zekice bir numara, medya tarafından da sık kullanılır. Belki de buna “son iddia numarası” diyebiliriz. Birisi size bir yalan söylediğinde, diyelim ki “Steve eşini dövüyormuş diyorlar” dediğinde, buna itiraz edebilirsiniz. Ama birisi bu yalanı söylemek için “Steve, şu eşini dövme meselesinde kendine bir avukat tutabildi mi?” sorusunu yönelttiğinde, gizlenmiş olan yalanı sorgulama olasılığınız daha azdır. Steve eşini dövmekle suçlanıyor olmasaydı, neden bir avukat tutma gereği duysundu ki!
Beşincisi, NY Times, Empta adlı kimyasal maddenin, hiçbir ticari kullanımı olmadığına dair hükümet iddiasını, kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi sunuyor. Tipik bir kanıtlanmış varsayma.
Habere dönelim. Yedinci paragrafta, haber birden “Bağdat’ın rolü”nden tamamen farklı bir konuya, Birleşmiş Milletler’deki bir uyuşmazlığa kayıyor:
“Ancak ABD, Sudan ve diğer ülkelerin, elindeki kanıtı sunması yönündeki çağrılarını reddetti. BM’de, Güvenlik Konseyi, ABD’nin en yakın Arap müttefiklerinden biri olan Kuveyt tarafından sunulan bir Arap talebini geri çevirdi. Kuveyt, ABD’nin, Hartum’daki enkazda VX-bağlantılı kimyasallar aranması için denetçiler göndermesini istemişti. Konsey toplantısının ardından, ABD’nin BM Büyükelçi-vekili Peter Burleigh, ‘Böyle bir kanıt arama çalışmasının ne amaç taşıdığını anlamıyorum. Hartum’daki tesise yönelik saldırıyı tam olarak haklı çıkaran güvenilir bilgiye sahibiz’ diye konuştu.”
Epey ilginç, değil mi? Öncelikle, Irak’la ilgili dedikodular üzerine bir haberde BM raporu ne arıyor? İkincisi, ABD hükümeti burada, kendine belli bir hak biçmektedir ve bu, sadece “terörizm” bağlantısına dair “güvenilir bilgi”ye sahip olduğunu öne sürdüğünde, istediği yere füze gönderme hakkından da ibaret değildir. ABD, böylesi bir bağlantının olup olmadığına dair “bilgi”nin doğruluğunun bağımsız bir soruşturmayla tespit edilmesine izin vermeyi de reddetmektedir. Başka bir deyişle ABD hükümeti, kendisini soruşturmacı, savcı, hâkim, cellat ve temyiz mercii ilan etmiştir.

TEKNİK 2: YER KULLANIMI İLE EĞİLİM OLUŞTURMAK
Okuyucular haberde ilerlerken, sürüler halinde düşüyorlar. Editörler, BM raporunu yedi paragraf aşağıya yerleştirerek, daha az insan tarafından okunmasını garantilemişler. Yer kullanımı ile eğilim oluşturmanın bir örneği.
Buradaki asıl haber ne? “Bağdat’ın rolü”ne dair dedikodular mı, yoksa ABD’nin, Sudan’daki fabrikanın teftiş edilmesini, Güvenlik Konseyi aracılığıyla önlediği gerçeği mi?
NY Times, Bağdat dedikodusunu BM haberinden öne yerleştirerek, iki hedefine ulaşıyor. Birincisi, ABD’nin BM’de ördüğü duvar haberini, çok az insanın okuyacağı bir yere gömüyor. İkincisi, haberi okuyabilenlerin algılamasını, Irak hakkındaki sansasyonel dedikoduların sisinde köreltiyor.
Eğer BM haberi öne konulmuş olsaydı, manşet daha farklı olacaktı, örneğin “ABD, Bombalanan Fabrikanın İncelenmesine Hayır Dedi”. Oysa manşet bu değil, “ABD, Irak’ın Sudan’da Kimyasal Silah Üretimine Yardım Ettiğini Bildirdi” şeklindedir.
New York Times, 25 Ağustos’tan sonra, “Bağdat bağlantısı” ile ilgili sadece bir haber verdi. Bu haber de 26 Ağustos 1998’de, 8. sayfada yayınlanmıştı. Başlık, “Irak’ın Sudan ile Sinir Gazı Anlaşması Yaptığı İddia Edildi” şeklinde.
Haber şöyle başlıyor:
“Sudan’daki yabancı diplomatlar ve Sudanlı kaynakların bildirdiğine göre, 1991’deki Körfez Savaşı’nın sonunda, Irak’ın dünyadaki az sayıdaki dostundan biri Sudan iken, Hartum hükümeti ile Bağdat arasında bir pazarlık yapıldı. Bu kaynakların ifadesine göre Sudan, Irak’ın mali yardımı ve askeri-sivil uzman desteği karşılığında, tesislerinin kimyasal silah üretimi aşamaları için Iraklı teknisyenler tarafından kullanılmasına izin verdi.” (NY Times, 26.8.1998)
Hiç de ikna edici değil. Buna göre, açıkça ortaya konulmayan bir şey, sekiz yıl önce veya o civarda Sudan’da bir yerde olmuş olabilir. Ama ortada kanıt ve belli olaylar yok. Gazeteye bu “şeyler” hakkında bilgi veren kişilerin kim olduğu da belli değil.
Her haberin en çok okunan bölümü olan ilk paragraf, hiçbir şey ifade etmiyor: Körfez Savaşı’ndan sonra, Sudan, Irak’ın dünyada kalan az sayıdaki dostundan biriymiş. Bu ifade, daha sonraki belirsiz bildirime inanılırlık kazandırmayı amaçlıyor: “Sudan hükümeti, Bağdat ile bir pazarlık yapmıştır.” Bütün dedikodu kışkırtıcılarının yaptığı gibi, New York Times da, somut bir kanıt olmadan fikir yaratıyor.

GERÇEKLER OTUZUNCU PARAGRAFA
Asıl gerçekler, haberin en sonunda, 30. paragraftan itibaren başlıyor. Bu paragraflar, kendilerinden öncekilerle de çelişmekte: “Irak’ın BM temsilcisi, suçlamayı reddetti. Temsilci, ‘Irak’ın Sudan hükümetiyle ilaç sözleşmeleri vardı. Şifa’nın, bu ilaçları üreten fabrika olduğunu sanıyorum… Bu anlamda, ticari bağlantılarımız bulunuyordu’ diye konuştu. Gazetemiz, bir Irak siparişiyle ilgili belgelerin kopyalarını da gördü… Sipariş, çiftlik hayvanlarının kurtlardan arındırılması ile ilgili bir bileşime aitti ve Güvenlik Konseyi Yaptırımlar Komitesi tarafından onaylanmıştı.” Yani Irak, Şifa fabrikası ile yasal, tıbbi bir ilişkiye sahipti. Gazetenin muhabirleri, BM belgeleri ile bu durumu kanıtlamışlar.
Bu önemli haber neden birinci sayfaya konulmaz? Ne de olsa, bir gün önce birinci sayfadan ilan edilen ABD hükümetinin iddiasıyla çelişiyor. Buna rağmen haber; bu yeni bilginin inanılırlığını zedelediği ABD hükümetinin tutumunu destekleyerek başlayan bir yazının sonuna sıkıştırılmış.
Haber mantıklı bir biçimde kurulmuş da değil. Asıl haberin başta, söylentilerin ise sonda olması gerekmez mi? Başlığın da, “Irak, Bombalanan Fabrikadan Hayvan İlacı Sipariş Etmiş” hatta “ABD iddiasının
Aksine, Irak, Şifa Fabrikası ile Meşru ilişkilere Sahip” gibi bir şey olması gerekmiyor muydu?
26 Ağustos 1998’den sonra, NY Times, Irak’ın Sudan’da sinir gazı ürettiğine dair tek bir haber vermedi. Daha önceki bu haberlerini de düzeltmedi elbette.
Bir devletin liderleri, bir fabrikayı bombalıyor, bombardıman için bir gerekçe sunuyor, ardından farklı bir gerekçeye geçiyor ve sonra onu da terk ediyorlar. Gazeteler, bu kıvırtmaları nasıl tek kelime eleştirmeden verebilir? Acaba ABD’nin dış politika iddiaları, denendikten sonra işe yaramadıklarında bir kenara atılacak reklâm yöntemleri mi? New York Times bir reklâm ajansı mı?

BİR İNGİLİZ MÜHENDİSİN ANLATTIKLARI
27 Ağustos tarihinde, yeni sorunlar ortaya çıktı: “Kimyasal silahların yasaklanmasıyla ilgili anlaşmayı izleyen uluslararası bir kuruluş, ABD’nin geçtiğimiz hafta Sudan’da bir fabrikaya yönelik saldırısına gerekçe oluşturan kimyasal maddenin, ticari ürünler için kullanılabileceğini bildirdi. ABD, fabrikanın dışında bulunan kimyasalın, fabrikanın VX adlı sinir gazını ürettiği anlamına geldiğinde ısrar etmişti.” (NY Times, 27.8.1998, sayfa 1)
Burada gazete, ABD’nin pozisyonunu zedeleyen haberi okuyucularına iletiyor. Ama hâlâ, Sudan’daki fabrikanın dışında Empta adlı kimyasalın bulunduğuna dair hükümet iddiasını doğru kabul ediyor. Gazete, bu iddianın bağımsız bir Güvenlik Konseyi soruşturmasına tabi tutulmasının ABD tarafından önlendiğini hatırlatmamış.
Aynı haberin son paragrafında, bir bomba gizli. 1992–96 arasında, Sudan’daki fabrikanın inşaatında teknik danışman olarak çalışan İngiliz mühendis Thomas Carnaffin, fabrikanın sinir gazı ürettiğine dair hiçbir
kanıt görmediğini vurguluyor:
“Carnaffin, İngiltere’deki evinden yaptığı açıklamada ‘Herhalde fabrikanın her köşesine gitmişimdir. Asla yüksek düzey güvenlik önlemlerinin uygulandığı bir fabrika olmadı. İstediğiniz yere gidebilirdiniz, kimse sizi engellemiyordu’ dedi.” (agy, sayfa 8)
28 Ağustos itibarıyla, dünya, ABD’nin yalan söylediğine dair kanıtların çoğalması nedeniyle infial halindeydi. NY Times’ın bir haberine göre, yabani ot öldürücü bir madde olan Roundup, sinir gazı bileşeni olan Empta ile kolayca karıştırılabilirdi. Acaba hükümet, sinir gazı masalından geri dönmesine zemin hazırlamak amacıyla, New York Times’ı mı kullanıyordu?
Haberde, eski teknik danışman Thomas Carnaffin’in görüşlerine yine başvurulmuştu:
“Carnaffin, fabrikanın ‘kimyasal silah yapımına hiç uygun olmadığını’ belirtti. ‘İşçiler, formülü önceden belirlenmiş olan kimyasalları ilaca çeviriyorlardı’ diyen İngiliz makina mühendisi, fabrikanın, diğer kimyasal maddeleri depolamak veya üretmek için gereken mekâna sahip olmadığını dile getirdi.” (28.8.1998)

CLINTON DUYGU SÖMÜRÜSÜNE BAŞLIYOR
29 Ağustos 1998’de, hükümet, aldığı hasarı azaltmak için bir girişimde bulundu. New York Times’ın verdiği haberin başlığı, “ABD Açıklamasındaki Hatalar, Sudan Saldırısı ile İlgili Soru İşaretleri Doğuruyor” şeklindeydi.
Haberde, ABD Başkanı Bill Clinton’ın, ilaç fabrikasındaki işçiler için derin kaygı ifade ettiği belirtiliyordu. Adam daha bir hafta önce fabrikayı yerle bir etmişti, ama şimdi, Amerikan halkına, üzgün olduğunu göstermek istiyordu: “Clinton, bombardımandan önce sabah 2.30’a kadar ayakta olduğunu ve ilaç fabrikasında gece vardiyası olup olmadığını kontrol ettirdiğini söyledi. Başkan, ‘Benim için hiçbir anlam ifade etmeyen, ama belki de bakacak bir ailesi ve yaşayacak bir hayatı olan, muhtemelen de fabrikada başka neler olup bittiğine dair hiçbir fikri olmayan birisinin, gereksiz yere ölmesini istemedim’ diye konuştu.” (29.8.1998, sayfa 1)
Burada bir sorun yok mu? İlk NY Times manşetini hatırlatalım: “ABD CRUlSE FÜZELERİ TERÖRİST ŞEBEKEYLE BAĞLANTILI SUDAN VE AFGAN HEDEFLERİNİ VURDU”.
Saldırılardan hemen sonra ise, AP ajansı şu haberi geçiyordu: “İsmini vermeyen üst düzey bir ABD istihbarat yetkilisi, Sudan’daki Şifa İlaç Fabrikası’nın, ölümcül sinir gazı VX’in üretilmesi için kimyasal maddeler yaptığını belirtti. Yetkili, fabrikadaki gece “muhtemelen fabrikada başka neler olup bittiğine dair hiçbir fikri olmayan” işçiler için endişeli olduğunu iddia ediyor. Bu sözdeki “başka neler olup bittiği” ifadesi, sinir gazı üretimini tarif etmekte. Yani Clinton, bir işçinin, fabrikanın sadece ticari ürün ürettiğini düşündüğünü ve bu yüzden endişeli olduğunu dile getiriyor. Ama saldırıdan sonra, Clinton’ın da aralarında olduğu ABD yöneticileri, fabrikanın hiçbir ticari üretim yapmadığından emin olduğunu söylemişlerdi. Öyleyse, saldırıdan önce, fabrikada çalışan bir işçi, orada neden sadece ticari üretim yapıldığını düşünsün?
Azıcık aklı olan birisi, gizlilik içinde tutulan, “Sudan ordusu tarafından çitlenip korunan”, “ticari ilaç ürettiğine dair hiçbir kanıt olmayan” bir sinir gazı fabrikasında çalışıp da, bunun bir silah üretim tesisi olmadığına inanır mı? Clinton, Sudanlı işçilerin kafayı bulduğunu mu düşünüyor? Yoksa Amerikalıların, Başkanlarının bir gün önce ne söylediğini hatırlamayacak kadar kalın kafalı olduğunu mu?

‘KLAS’ BİR REKLAM GAZETESİ
Clinton, eğer fabrikanın ilaç ürettiğini bilmiyorsa, saldırıdan öncesine dair ifade ettiği duygular doğru olamaz. Ya Clinton (ve hükümet), fabrikanın bombalanmasını gerekçelendirirken doğru söylemiyorlardı, ya da Clinton, acı dolu gecesini anlatırken yalan söylüyordu. Belki her ikisi de. Belki hepsi birden yalan söylemekteydi.  Belki buna yalan dememek gerekir; asıl sorun, Clinton’ın, birbiriyle konuşmayan iki ayrı metin yazarı kullanması da olabilir. Belki. ABD hükümetinin açıklamaları, sadece etki yaratsın diye uydurulan şeyler. New York Times gibi gazeteler de, bildiğimiz şu tuvalet kâğıdı indirimi falan yapan reklam gazetelerinin biraz daha “klas” hali, o kadar.
Clinton’ın acı-dolu-gece açıklamasının verildiği haberin başlığında, “ABD açıklamasındaki hatalar”dan bahsediliyordu. Güzel başlık, ama gazete, ABD açıklamasındaki hatalardan bahsetmemiş. Bombardıman gününden itibaren verdikleri haberleri okusalardı, acı-dolu-gece hikâyesinin mantıklı olmadığını görürlerdi. Acaba NY Times’da kafası çalışan insan mı kalmadı, yoksa sadece, ABD dış politikasını en iyi nasıl satacaklarını mı düşünebiliyorlar?
Bili Clinton, mükemmel bir pazarlamacıydı. Böylesi bir adamı televizyonda izlediğimizde, ses tonu ve yüz ifadesi nedeniyle dikkatimiz dağılabilir. Bu nedenle, onun söylediklerini okumak daha iyi bir yöntem.
Clinton, yukarıdaki alıntıda, kendisi için “hiçbir anlam ifade etmeyen” bir gece vardiyası işçisi hakkında endişelendiğini öne sürüyor. Böyle şeyleri televizyonda söylediğinde ciddi ve utanmış gibi görünür; yarı endişeli bir baba, yarı bir köpek yavrusu gibi. Ama sözlerini gazeteden okumak, farklı bir bilgi veriyor. Birisinin “hiçbir anlam ifade etmediğini” söylemek, bir iltifat mıdır, yoksa bir aşağılama mı? Başkan’ın kaygı nesnesi olan bu “anlamsız” kişi hakkında ne biliyoruz? O bir Afrikalıdır, bir işçidir, yoksuldur ve siyahtır. ABD’lilerin büyük bölümü de, bu kategorilerden en az birine dahil değil mi? Clinton, siyasi destek almak için bu kesimleri “hedeflemiyor” mu? Benzer bir tarzda, Clinton, gece vardiyası işçisinin “belki de bakacak bir ailesi ve yaşayacak bir hayatı” olduğunu söylüyor. Bu “ihtimal” nedeniyle Clinton’ın çok kaba olduğunu düşünebilirsiniz, ama unutmayın ki o, bir “anlamsız”dan bahsetmektedir. Acaba Clinton gerçekten böyle mi düşünüyor, yoksa metin yazarları yine mi saçmalamıştı?

TEKNİK 3: ETİKETLEME
Etiketler, bir kişi veya gruba uygulanabilen ve okuyucuda belli bir tepkiyi tetikleyen, sık kullanılan sözcük veya sözcük öbekleridir.
“Direniş savaşçısı” etiketini ele alalım. Bu terim, 1980’lerde, Afgan savaşı sırasında epey kullanılmıştı. O sırada Sovyetler Afganistan’a asker göndermişti. Durum oldukça karmaşıktı, ama Reagan, kötü ile iyinin savaştığını bir bakışta anlayacak bir adamdı: Rus işgalciler ve onların Afgan müttefikleri kötü, ABD destekli köktendinciler ise iyiydi.
“Direniş savaşçıları”. Basın, Reagan’ın dilini benimsedi ve bu, Amerikan halkının mücadeleye bakışını belirledi. “Direniş savaşçısı” terimi “kahramanlık” ve “dürüstlük” kokar… Ama politika değiştiğinde, etiketler de hızla değişebilir.
“Terörist”, olumsuz bir etiket, “direniş savaşçısı”nın tam tersi. Öyle olumsuz ki, “teröristlere” yönelik bir saldırının gerekçelendirilmesi bile pek gerekmez. Bu da çok faydalı olabilir. 21 Ağustos 1998 tarihli manşeti bir daha hatırlayın: “ABD CRUİSE FÜZELERİ, TERÖRİST ŞEBEKEYLE BAĞLANTILI SUDAN VE AFGAN HEDEFLERİNİ VURDU”.
Pek çoğumuz, bu tarihten önce Usame Bin Ladin adını hiç duymamıştık. Ama Clinton, onun “bugün dünyada uluslararası terörizmin önde gelen örgütçü ve finansörü” olduğunu söyleyerek; hızlı ve güçlü bir darbeyi haklı çıkarır görünen rasgele öfke ve kargaşa imgeleri yaratıverdi. Afganistan’a yönelik diğer füze saldırısının ana hedefinin, sadece Bin Ladin değil, “terörist tesis ve altyapı” olduğu anlatıldı: “Kuvvetlerimiz, dünyadaki en aktif terörist üslerden birini hedef aldı. Bu, dünyanın dört bir tarafından binlerce teröristin eğitildiği bir kamptı.” (NY Times, 21.8.1998, sayfa al2)
Bu tema, yani Afganistan’daki terörist üs ile Sudan’daki terörist fabrikayı birbirine bağlayan terörist bir örgüt olduğu, 21 Ağustos tarihli gazetenin sayfaları boyunca yineleniyor.
Afgan “terörist üssü”, elbette, Clinton’ın güçlü kozu. “Terörist üs” demek, teröristlerin savaşa hazırlandığı yer demek. Öte yandan fabrikalar, sorun çıkarır. Amerikan halkı, fabrikaları bombalayıp işçilerin derisini kavurmaktan pek hoşlanmayabilir. Öyleyse, terörist üs ile fabrikayı ilişkilendirmek gerek.
İleri sürülen su: Büyükelçilik bombalamalarının planlayıcısı olan zengin Usame Bin Ladin’in finanse ettiği teröristler, Afganistan’da terörist eğitim kampları kurmuştur. ABD, terörün baş düşmanı olarak, kolları sıvamış ve bu eğitim kampları ile Bin Ladin’in Sudan’da sahip olduğu bir fabrikayı yok etmiştir. Böylece, dünyanın dört bir yanındaki teröristlere mesaj vermiştir. Onlar, ABD’nin füzelerini okuyabilirler. Avlanacak ve acımasızca yok edileceklerdir.
ABD, işbaşındadır.

AFGAN KAMPLARINI KİM İNŞA ETTİ?
Bütün bunların mistik, pek Amerikan bir yanı var. Peki, eğer eğitim kampları yanlış tanıtılıyorsa? Ya onlar ABD hükümeti tarafından kurulmuşsa, Bin Ladin ve adamları, CIA’nın eski elemanlarıysa? Herhalde biraz utandırıcı olurdu,
Eğer bütün bunlar doğruysa ve New York Times, 21 Ağustos itibarıyla doğru olduklarını biliyorsa, bu bildiklerini birinci sayfadan vermemesi durumunda kendisine duyulan güveni kötüye kullanmış olmaz mı?
ABD’nin 20 Ağustos’ta saldırdığı kompleks, Pakistan sınırı yakınlarındaydı: “Amerikan istihbarat uzmanlarına göre; Paktia bölgesinin sarp dağları ve derin vadilerinde gizlenmiş olan bu kamplar, yedi üst düzey Afgan direniş liderinin, Aralık 1979-Şubat 1989 arasındaki yeraltı karargâhı ve gizli silah stokunun bulunduğu yerdi… Afgan direnişi, ABD ve Suudi Arabistan istihbarat servisleri tarafından desteklenmişti… (bu kamp) NATO mühendislik tekniklerinde son sözü temsil ediyordu.” (NY Times, 24.8.1998, sayfa A1, A7)
Peki ya ABD’nin 1980’li yıllarda desteklediği “direniş savaşçıları”?
“CIA yardımıyla Sovyetlere karşı mücadele eden savaşçıların bazıları, şimdi Bin Ladin’in bayrağı altında savaşıyor.” (agy, sayfa A1)
Demek öyle. ABD hükümetinin dünyanın en kötü teröristleri olarak nitelediği bu kişiler, işe ABD hükümeti tarafından başlatılmışlar. New York Times, 21 Ağustos’ta, füze saldırılarına sayfalar ayırdığı sırada bunu biliyordu. Ama gazete yönetimi, bu önemli bilgiyi kamuoyundan gizlemeyi tercih etti.
Yukarıda alıntıladığımız 24 Ağustos tarihli haber, istemeden, ABD hükümetinin Bin Ladin’e destek verişinin nasıl haklı çıkarılmak istendiğini de gösteriyor. ABD, Bin Ladin ve dostlarını açıktan desteklediği sırada onlara “direniş savaşçısı” etiketini takmıştı. Şimdi ise “terörist” olarak etiketlendiler. Yani ABD’nin geçmişte desteklediği insanlar ayrı, şimdi bombaladığı teröristler ayrıdır. İnanılmaz!
Bu kişiler veya ABD hükümetinin onlarla bağlantılı olmakla suçladığı başkaları, bir kez yeniden adlandırıldılar mı, bombalanabilirler. BM’de görüşmelere, kanıtlara gerek yok: ABD örtülü bir soruşturmacı, bileği bükülmez bir hâkim, tarafsız jüri ve ölümsüz cellâttır ve bunların tümü, “terörizm”e karşı mücadeleyle kutsanmıştır.

ASIL TERÖRİST KİM?
ABD hükümeti, Bin Ladin’in hizmetlerine yeniden ihtiyaç duyarsa, onu bir kez daha “direniş savaşçısı” ilan edecek mi? Bu mantıksız görünebilir. Ama Kosova Kurtuluş Ordusu’nun (UCK) böyle bir dönüşüm geçirdiğini hatırlayın. UCK teröristken özgürlük savaşçısı oluverdi. Aynı zamanda, terörist/uyuşturucu kaçakçısı olmaktan, devlet yapıcılarına terfi ettiler. Ne tesadüftür ki, şeriatçı teröristlerin UCK’yı eğittiği ve onlarla savaştığı dile getiriliyor. UCK’ya yardım eden bu gruplar arasında, Usame Bin Ladin’in adamları da var.
Bin Ladin ve dostları ile ABD arasındaki ilişkiler CIA tarafından yürütüldüğü için, nelerin yaşandığı fazla bilinmiyor. Ama çok önemli bir şey hakkında bilgiye sahibiz: Para. ABD ve Suudi Arabistan, 1980’lerin parasıyla, “direniş savaşçılarına 6 milyar dolardan fazla vermişti. Üstelik bu, kabul ettikleri rakam. Parayı veren CIA ve Suudi istihbaratı olunca, gerçek rakamın iki kat, belki de daha fazla olduğu düşünülebilir.
18 Ağustos 1998’de, Kenya’da konuşan ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright şöyle demişti; “Bin Ladin’in faaliyetleri, dünyadaki ve ABD’deki medeni insanlara düşmancadır, (Büyükelçilik bombalamaları) ile ilgili nasıl bir bağlantısı olursa olsun, daha önce de belirttiğim gibi, onun terörizmi finanse etmesi, dünyanın bildiği bir şey.” (NY Times, 19 Ağustos, sayfa A4)
NY Times, Bin Ladin’in 250 milyon dolara sahip olduğunu ve bunun sadece bir miktarını, terörist bir şebeke kurmak için kullandığını yazıyordu. Ama aynı gazetede, ABD’nin Afganistan’daki “direniş savaşçılarını desteklemek için 6 milyar dolardan fazla harcadığı kaydediliyor. Acaba diğer topraklarda, UCK veya benzeri “direniş savaşçılarına kaç milyar verildi? Albright’ın açıklaması, “Bin Ladin’in faaliyetleri, dünyadaki ve ABD’deki medeni insanlara düşmancadır” şeklinde. Bu sözler dönüp kendisini vurmuyor mu? ABD ve Suudi Arabistan hükümetleri, Afganistan’da geniş çapta “terörizm finansörlüğü” ile “uygar insanlara düşmanca” davranmamışlar mıdır? Bu destek, gerçek bir felaketle sonuçlanmadı mı? “Bizim” teröristlerimiz, Afganistan’ı bir korku tüneli haline getirmediler mi? Kim daha büyük terörist? Tetiği çeken mi, yoksa onu kiralayan, ona para veren, eğiten, tepeden tırnağa silahlandıran ve “dünyanın her yerinden teröristler”i barındıracak gelişmiş bir eğitim kampı inşa eden süper güç mü? ABD ve Suudi Arabistan’ın Afgan savaşı sırasında para verdiği kişiler dünya çapında bir terörist örgüt kurdularsa, ABD ve Suudiler sorumlu olmuyor mu? Ayrıca, ABD hükümetinin, terörist bir örgütün varlığını keşfettiğine dair açıklaması acemice değil midir? Ne de olsa 6 milyar dolardan fazla para, tam da böyle bir örgütün yaratılması için harcanmıştı…
ABD, Afganistan’a, oradaki Rus varlığı uluslararası güç dengesini değiştirmekte olduğu için müdahale etmedi. Aksine, Rus varlığını bahane yaparak, uluslararası güç dengesini değiştirmek için müdahale etmişti. Bu arada Amerikan hükümeti, yüz binlerce Afganlının yaşamını aldı ve Bosna’dan New York’a dek yıkım yaratan ve son olarak Dağıstan’da ortaya çıkan uluslararası bir şeriatçı teröristler kuvveti yarattı.
NY Times’a göre, Bin Ladin ve adamları CIA hesabına çalışıyordu, yıllar boyunca en iyi eğitimi, silahları ve tesisleri, bol bol da para almışlardı. 24 Ağustos 1998 tarihli New York Times bunu anlatıyor. Aynı dönemdeki diğer haberlerde ise, Bin Ladin’in ABD’nin yeminli düşmanı olduğu belirtiliyor. Gazete, bu olağanüstü değişimi birkaç haberle, hafifçe atlıyor ve fazla soru sormadan, bu ilişkinin değiştiğini ifade etmekle yetiniyor. Bir başka deyişle, hükümet politikası yine sorgusuz kabul edilmekte.

TEKNİKLER 4, 5 ve 6: VARSAYIM; OLGULARI DIŞLAMA VE ALAYCILIK
“Direniş savaşçısı” ve “terörist” gibi etiketler, ağır silahlardır. Algılamamızı koşullandırmaya çalışırlar. Buna karşılık, varsayımlar daha hafiftir. Bir fikri, daha nazikçe yerleştirirler, iğnenin acısını pek hissetmeyiz.
Birkaç örnek verelim.
21 Ağustos’ta, New York Times’ın birinci sayfasında, ABD’nin Afganistan ve Sudan’da bombaladığı bölgelerin bir haritası bulunuyordu. Haritanın başlığı, “Şüpheli Terörist Tesisler” idi.
Bu başlığı inceleyelim. “Şüpheli” sözcüğü, varsayımın bir örneği. Bu varsayıma göre füze saldırıları, normal kanuni eylemlerdir, polislerin de “şüphelileri” yakalaması gerekir, değil mi?
Oysa ABD’nin, Afganistan veya Sudan’da polislik yapmaya hakkı yoktur. Olsaydı bile, polisin, “şüphelilerin” barındığı söylenen mahallelere bomba atması normal midir? Dahası, “sadece şüphelileri” öldürseler bile, bu “şüphelilerin”, suçları kanıtlanana dek masum olduğu ilkesi ne olacak?
İşte bir diğer varsayım örneği;
Clinton, saldırıyı gerekçelendirirken “Hedefimiz terördür” demişti. NY Times, bu açıklamayı “HEDEFLER TERÖRİST ŞEBEKEYLE bağlantılı” başlığıyla verdi.
“Hedef deyince akla ne delir? Bir hedef, insan değil eşyadır. Yuvarlaktır, üzerinde nişangâh bulunur. Acı hissetmezler, hayalleri yıkılmaz, çocukları yetim kalmaz. Sudan’daki fabrikayı “hedef olarak nitelemek, cansız bir düşmanı varsayıyor: Binalar, makinalar, kimyasal maddeler, insan yok. Bilgisayar oyunu veya bir Rambo filmindeki özel efektler gibi. Cerrahi bir darbe. “Hedefi yok etmek.
Bu varsayımı geliştiren New York Times, daha sonra olguları dışlama tekniğine geçiyor. Bu, bilinen en etkili yalan yöntemidir. Gözden kaçırması kolay, eleştirmesi ise zordur.
NY Times, saldırılardaki ölü ve yaralı sayısıyla ilgili haberleri dışladı. Bu konudaki tek bilgi, 21 Ağustos tarihli gazetede, bazılarının yaralandığına dair haber oldu. Sayfa 13, paragraf 19. Peki bu haberi kaç kişi okuyabilir? Bin okurdan biri mi acaba? Dahası, ifade, yarım bir cümleye indirgenmişti: “Kurtarma görevlileri, yaralı işçileri hastanelere götürmek ve Şifa fabrikasındaki yangını söndürmek için çalışırken, Sudanlı yetkililer, kendilerini çıplak bir saldırganlığın kurbanı olarak gösterdiler.” (21 Ağustos, sayfa 13)
Nihayet, burada farklı bir şeylerle karşılaşıyoruz: Korkunç bir patlama, yangın, kimyasal alevle yanan insanların çığlıkları, tanımlanamaz bir acı… Hepsi, ABD’nin eylemi yüzünden. Ama bu pek kısa bir bakış; çünkü gerçekleri fark etmenin acısı, hemen, Sudan rejiminin vicdansızlığına dair alaycı bir hatırlatmayla uyuşturuluyor: “Sudanlı yetkililer, kendilerini çıplak bir saldırganlığın kurbanı olarak gösterdiler.”
Bu cümle, özel bir saptırma kategorisinin tipik örneği: Alaycılık. Alaycı bir tutum sayesinde, tamamen makul bir açıklama, ona sadece bir aptalın inanacağını ima eden bir tonda haberleştiriliyor. Böylece okuyucular, söz konusu fikirden uzaklaşıyorlar -kim bir aptal olmak ister ki? Elimizdeki haberde, NY Times, kesinlikle mantıklı bir noktayla başlıyor: ABD, Sudan’a karşı çıplak bir saldırganlık gerçekleştirmiştir. Bir ülkenin ilaç fabrikasını yok etmek için füze fırlatmak, başka nasıl tanımlanabilir ki? Ama NY Times, bu mantıklı yargıyı alaycı bir bağlama yerleştiriyor: Sudanlı yetkililer, bütün bu acıları, sırf puan toplamak için kullanmaktadırlar. Yani paragrafın sonuna geldiğimizde, başlangıçtaki etki kaybolmuştur. NY Times, “kendilerini pazarlamaya çalışan” Sudanlı liderleri aşağılayarak, bir saptırma gerçekleştirmiştir. Bu liderleri okurken, ABD liderlerinin, ilaç fabrikasındaki işçilere karşı suç işlediği gerçeğini unuturuz.
New York Times, dünyanın en büyük haber kurumlarından biri. Bu kurumun, dev bir serbest muhabir havuzu, İsveç’ten İsrail’e kadar her haber ajansıyla ortaklık bağlantıları var. Peki, neden, bombardımanın sonuçlarını tam olarak ifade etmedi? Yıkımın fotoğrafları, yaralı işçilerin aileleriyle röportajlar nerede?
Burada; olguları dışlama, yer kullanımı ile eğilim oluşturma ve alaycılığın birleşmesini görüyoruz: ABD saldırısının yol açtığı korkunç acıdan a) çok az bahsediliyor, b) çok az insanın okuyabileceği bir yerde bahsediliyor ve c) Sudan hükümetine yönelik alaycı bir saldırıyla hafifletiliyor…

İKİ OKUYUCU MEKTUBU
Şimdi de, 27 Ağustos 1998 tarihli NY Times’da yayınlanan, düşünceli bir mektuba bakalım:
“Gazetenizde 21 Ağustos tarihinde yayınlanan başyazı, Başkan’ın, Sudan ve Afganistan’ı bombalayarak uluslararası hukuku çiğnemesine laubali bir biçimde yaklaşıyor. Saldırıdan önce, Clinton’ın danışmanlarına başvurmasını ben hiç de ‘rahatlatıcı’ bulmadım. Bir başkanın hatalarının bedelini sadece teröristler değil, talihsiz yabancılar da ödüyor. Terörizmi şu anki noktasına getiren dış politika çizgisini incelemek yerine, ilkel, göze-göz tarzı bir kan davasına giriyoruz. ABD, kaçınılmaz görünen ölümlerin sorumluluğunu nasıl alacaktır? Uluslararası hukuka aykırı tek taraflı saldırganlık eylemleri gerçekleştiriyorsak, biz de haydut devletiz demektir.” (Carole Ashley imzalı mektup)
31 Ağustos 1998 tarihli NY Times’ta, David Eisenberg imzalı bir başka mektup var. Eisenberg, İsrail’in 1981 yılında bir Irak nükleer reaktörünü imha etmesi ile “Sudan’da sinir gazı üretimini yok etmesini” karşılaştırıyor ve şöyle diyor: “Tarih trajik bir biçimde tekerrür ediyor. Görüyoruz ki Irak, değişmemiş.”
Bu mektubu okuyunca, “Bay Eisenberg, NY Times’ını iyi çalışmamış” diye düşünülebilir. NY Times, Bağdat’ın (olmayan) sinir gazı üretiminin arkasındaki güç olduğunu öne süren iki haber yayınlamıştı. Ama bu iddia, 26 Ağustos’tan sonra geri çekildi. Eisenberg, bir yanlış bilgi zaman tünelinde gezmekteydi.
Ama aslında Eisenberg mektubu, medya yönlendirmesiyle ilgili en önemli şeyin göstergesi. Bu tip haberleri, manşetleri sürekli okuyoruz: “ABD, Irak’ın Sudan’da Kimyasal Silah Üretimine Yardım Ettiğini Bildirdi. Saldırının En Önemli Nedeninin, Bağdat’ın Rolü Olduğu Belirtiliyor”.
Bu dedikodular, bu yarım-gerçekler, tamamen tek taraflı üretilmiş bu yalan ve sahte anlatımları okuyoruz ve bize yapışıyorlar. Yapışıyorlar. Bu gazetelerde yayınlanan haberleri eleştirel bir gözle okumuyoruz; gardımız düşmüş bir halde yakalıyorlar bizi. Bu yanlış bilgi paketleri, tutmazlarsa değiştiriliyor, dönüştürülüyor ve bir şekilde aklımızda kalıyor, izlenimler haline geliyorlar. Giderek büyüyen yanlış izlenim ve kanılar yığınına katılıyor, dünya görüşümüzü boyamaya başlıyorlar; ta ki artık bir şey göremez hale gelene dek.
Bütün bu saçmalık, bin kat büyütülmüş haliyle, akıllarımızda bir tür sis haline geliyor; mantığımızı, akıl yürütmemizi bulanıklaştırıyor. Bu nedenle, giderek büyüyen kanıt tepeciklerini, yalın gerçeği göremiyoruz: ABD, birçok insanı yakarak öldürmüş ve nedenleri hakkında yalan söylemiştir…

Şubat 2002

EK:

1998 SALDIRISI TÜRKİYE’DE NASIL İŞLENDİ? BİR KARŞILAŞTIRMA: MİLLİYET ve EMEK
Türkiye’deki holding medyası, Sudan ve Afganistan saldırılarını, özünde New York Times’dan farklı işlemediler. Elde hiçbir kanıt olmadan ve hatta kaynak belirtilmeden, bombalanan bölgelerin “terör üssü” olduğu ileri sürüldü. Ancak haberlere, Türk medyasının “kendine has” katkıları da olmadı değil. Holding gazetelerinden Milliyet’in aynı günlerde yaptığı yayını hatırlayalım ve ardından, aynı dönemde “Yeni Dünya Emek İle Kurulacak” sloganıyla çıkan GÜNLÜK EMEK gazetesinin saldırıları nasıl işlediğine bir göz atalım.
Milliyet, 21 Ağustos 1998 tarihli sayısının manşetini bombardımana ayırmıştı. “ABD Bombaladı” başlığıyla verilen haberin ilk spotunda saldırının “Kenya ve Tanzanya’daki bombalı saldırılara misilleme” olduğu öne sürülerek ekleniyordu: “Afganistan ve Sudan’da önceden belirlenen hedefler, Cruise füzeleriyle bombalandı. Afganistan’da Suudi milyarder Usame Bin Ladin’e bağlı terörist üssündeki altı hedef yerle bir edildi. Sudan’da da bir kimyasal fabrikası vuruldu. “
Haberin üçüncü spotunda ise, “Milliyet farkı” olarak, “Sudan, iki jet ve Cruise füzelerinin kimyasal fabrikasını değil, Şifa adlı ilaç fabrikasını havaya uçurduğunu bildirdi… Saldırı, başrolünü Dustin Hoffman ‘ın oynadığı Wag The Dog filminin kopyası gibi. Filmde de başkan, skandalı unutturmak için bir ülkeyi vuruyordu” denilerek, bombardıman “Clinton-Monica ilişkisi”ne bağlanıveriyordu. Aynı gün, böyle bir bağlantı kurmak, New York Times’ın aklına gelmemişti!
Haberin 21. sayfadaki devamı, “İntikam Füzeleri” başlığıyla verildi. Burada, artık tanıdık gelen “Hedef İslam Değil” sözü, Bili Clinton’ın ağzından ve paragraf başlığı olarak öne çıkıyordu. Tamamen Clinton ve ekibinin açıklamalarının aktarılmasından ibaret olan haberin altında, “Hedefteki Adam Tehdit Etmişti” başlığı altında, Usame Bin Ladin’in saldırı sonrası “misilleme” tehdidi yer alıyor. Bu sayfada alt alta verilen iki haber dikkat çekici. İlkinin başlığı “Sudan: Çok sayıda tesis isabet aldı” şeklinde. Sudan İçişleri Bakanı’nın açıklamalarına yer verilen haberde, New York Times’ın “alaycılık” taktiği, “tırnaklar” kullanılarak ve “iddia yüklemleri” ile uygulanmış: “Sudan içişleri Bakanı Abdül Rahim… tesisin Şifa adında ‘özel bir ilaç fabrikası olduğunu’ savundu… Rahim, Sudan’da hiç kimyasal silah fabrikası olmadığını da savundu.” Milliyet editörleri, bu “temkinli” dilin yetersiz olduğunu düşünmüş olacaklar ki, hemen altta, bu habere “yanıt” veriyorlar. “Amerika Sudan’ı Neden Suçluyor” başlıklı unsurda, Sudan’da kimyasal silah üretildiğine dair iddialar tekrarlanarak, ek bir de “bilgi” veriliyor: “1989 yılında bir darbeyle iktidara gelen şimdiki hükümet, Washington’a olan düşmanlığını açıkça gösteriyor.”
Sayfanın geri kalan bölümü, “Film Gerçek Oldu” ve “Monica’yla Gelen Karar” haberleri altında, Clinton’un “uçkur meseleleri” ile bombardımanın ilişkilendirilmesine ayrılmış durumda. Burada özetle, Clinton’un iki ülkeyi bombalayarak “gündem değiştirmek istediği” yorumu yer alıyor.
Milliyet, 22 Ağustos tarihli bir sonraki sayısında, saldırıyı birinci sayfasından görme zahmetine katlanmamış. 18. sayfada, yine tipik bir “alaturka” haber. “Yeltsin Küplere Bindi” başlıklı haberin spotunda, “ABD Başkanı Bill Clinton, füze saldırısını bazı liderlere haber verip Boris Yeltsin’i atlayınca, Rusya lideri kızgınlıktan ‘Bu yapılan terörizmdir’ dedi” satırları yer alıyor.
Hemen altta, “ABD Terörizme Gereken Yanıtı Verdi” başlığıyla, Ecevit ve Demirel’in malum desteği vurgulanmış. “Uluslararası Hukuka Aykırı” başlığı altında, saldırıyı kınayan devletlerin açıklamaları da var. Ancak bunlar, sayfanın iyice dibine atılmış, neredeyse gazeteden aşağı düşecekler.
Olayı yorumlayan Sami Kohen ise, genel olarak Demirel’le yaptığı teatiyi aktardıktan sonra, “Operasyonun ters sonuç vermesi, yani terörü kızıştırması tehlikesi vardır” diyerek bir uyarıda bulunuyor.
19. sayfada, “ABD’yle Omuz Omuzaydı” manşetini görüyoruz. Burada, Usame Bin Ladin’in geçmişteki ABD bağlantılarını deşiliyor ve onun “süper güçten yolunu kanla ayırdığı” öne sürülüyor. Nitekim sayfanın en altındaki haber, “Afganistan’daki Kampı CIA Kurdu” başlığıyla, İngiliz basınında yer alan önemli bilgilere ayrılmış. Bu sayfadaki haberler arasında en ilginci, Devlet Bakanı Hasan Gemici’nin bir süre önce gerçekleştirdiği Sudan gezisi sırasında Şifa fabrikasını gezdiğinin aktarılması.
23 Ağustos tarihli Milliyet’te haberler, bu kez 21. sayfada. Bakan Gemici’nin, “Şifa fabrikasını uzman gözüyle gezmediği” yönündeki demeciyle karşılaşıyoruz. Gemici, “Ben ilaç fabrikasını uzman gözüyle gezmedim. Uzman değilim. Sadece gösterdikleri yerleri gezdim” diye konuşuyor. Milliyet, “Bu fabrika kimyasal silah üretiyorsa, neden yabancı bir bakana gezdirip gizli bir tesisi riske atsınlar?” diye sorma ihtiyacı bile duymamış. Oysa asıl haber, tam da burada ve böyle bir soru, gazete manşetini dahi hak ediyor. Ama 22 satırlık bir “kısa haber” şeklinde, Sayfanın manşetinde, “Bomba ABD’ye Düştü” başlığıyla, Amerikan kentlerinde yapılan savaş karşıtı gösteriler aktarılıyor.
24 Ağustos tarihli gazetenin 21. sayfasında, ikinci manşet olarak, tırnak içine alınmış bir şekilde “Sudan’daki Fabrika Masumdu” deniyor. İngiliz Observer gazetesinde manşet olarak giren bu haber, Milliyet’te birinci sayfadan görülmeye değer bulunmamış.
Milliyet’in konuyla ilgili haberleri, takip eden birkaç gün içinde tamamen “ortadan kayboluyor”. Gazetenin “anlı şanlı” köşe yazarlarının, bu süre boyunca saldırılara pek “yüz vermemesi” de ilginç.

***
Günlük Emek gazetesi, saldırılarla İlgili 22 Ağustos 1998 manşetinde “Haydutluğa Devlet Desteği” diyor. Haberde, Ecevit hükümeti ve Cumhurbaşkanı Demirel’in Amerikan terörüne açık destek verdiğine işaret ediliyor ve bu durum, Ortadoğu’da yükselen tepkiyle karşılaştırılıyor:
“ABD’nin Afrika’daki büyükelçiliklerine saldırılara misilleme bahanesiyle Afganistan ve Sudan’ı bombalamasına Ortadoğu’dan tepki gelirken, Türkiye’den destek geldi. Cumhurbaşkanı Demirel: ‘Terörle mücadele eden bir ülke olarak biz bunu haklı-haksız çıkaracak duruma girmeyiz. Nihayet ‘Kendisini korumak İçin almış olduğu bir tedbirdir’ deriz.’ Başbakan Yardımcısı Ecevit: ‘ABD haklı’.”
Emek, başyazısında “Gerçek Terörist Kim?” diye soruyor ve Sudan’daki fabrikanın ilaç fabrikası olduğunu ilk günden vurgulamaya başlıyor. Burada, saldırıda çok sayıda kişinin öldüğü ve 300’den fazla kişinin kayıp olduğu da ifade ediliyor. Yazı, ABD’nin eylemini “uluslararası terörizm” olarak mahkûm etmekte.
Birinci sayfadaki diğer haberler şöyle:
– “Dünyanın En Büyük Kimyasal Silah Fabrikası: ABD” (Dünyada en büyük nükleer, kimyasal ve biyolojik silah stokunun ABD ordusunun elinde olduğunu rakamlarla açıklayan bir hatırlatma)
– “Saldırı petrol ve silah tekellerinin işine yaradı” (Bombardımanla birlikte, petrol, silah ve döviz piyasalarındaki artış konu alınıyor)
– “Tüzel: ABD Dünya Teröristi (EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in saldırıyı protesto eden açıklaması)
– “ÖDP: Clinton’ın Gündem Değiştirme Operasyonu” (ÖDP Genel Başkan Yardımcısı’nın açıklaması)
– “ABD Saldırganlıkta Sınır Tanımıyor” (Saldırının ayrıntıları)
Emek, 7. sayfasını da büyük ölçüde bu habere ayırmış. “ABD Saldırganlıkta Sınır Tanımıyor” başlıklı manşette, Washington’un BM’den onay almaya bile gerek görmediği, ABD’nin elinde hiçbir kanıt olmadığı gibi gerçeklere dikkat çekiliyor. Haberin diğer unsur ve paragraflarında, diğer ülkelerin tepkileri ve Clinton’un “Saldırı sürebilir” açıklaması yansıtılmış. Yine 9. sayfanın manşetinde, birinci sayfa manşet haberi devam ediyor.
Emek’in 23 Ağustos 1998 tarihli sayısı, çok önemli bir gerçeğe dikkat çeken bir manşetle çıkmış: “ABD Sudan’ı ilaçsız Bıraktı”. Haberin spotu ve 7. sayfadaki devamında, Şifa fabrikasının vurulmasının, ülkede salgın hastalıklar nedeniyle ölümleri artıracağı kaydedilerek şu olgular sıralanıyor:
– Şifa, Afrika’nın en büyük ilaç fabrikasıydı.
– Fabrika, BM onayıyla Irak’a da ilaç satıyordu.
– ABD ambargosu altındaki Sudan halkının ilaç ihtiyacının yarısını karşılıyordu.
Diğer haberler ise, “ABD’de Protesto Eylemleri”, “Dışişleri De Haydutluğa Destek Verdi”,
“Medya ABD’nin Yanında”, “Sendikalardan ABD Saldırısına Tepki”, “IHD ABD’yi Protesto Etti” başlıklarıyla birinci sayfadan görülmüş. Gazetenin 7. sayfasındaki İhsan Çaralan imzalı köşe yazısında, “Füzeler, Çaresizliğin Çaresi” deniliyor. Yazı, şu öngörülü paragrafla sona eriyor:
“ABD, CIA operasyonlarından, açık savaş ilan etmelerden, terörist gruplarla düello eden bir hatta kadar sürüklenmiştir. Bu emperyalizmin dünya egemenliğinin pekiştiğini değil, ama tersine bu egemenliğin ekonomik krizden halkların öfkesine, anti-emperyalist eğilimlerin güçlenmesinden emperyalistler arasındaki çatışmanın derinleşmesine kadar pek çok etken tarafından tehdit edilmeye başlandığını göstermektedir. Son füze saldırıları, sorunlar denizi içindeki kapitalist dünyanın çaresizliğinin, “çözümsüzlüğünün çözümü” olarak görüldüğü ölçüde yerli yerine oturtulabilir.”
24 Ağustos tarihli Emek’te haber, ikinci manşette: “Haydudun Yalanı Açığa Çıktı”. Milliyet’in aynı tarihte iç sayfalarda gördüğü Observer gazetesi kaynaklı haber, 7. sayfanın da manşeti olmuş. Buradaki manşet, “ABD, Şifa Fabrikası’nın İlaç Ürettiğini Biliyordu” başlığını taşıyor.
Sayfada, Usame Bin Ladin’i “ClA’nın Frankeştayn’ı” olarak niteleyen bir başka haber de var.
Emek, konuyla ilgili isabetli haber ve yorumlarına, 25 Ağustos ve ilerleyen günlerde de devam ediyor. Bu yüksek temponun son noktası ise, 27–29 Ağustos tarihleri arasına yayılan “Kapitalizm’in ‘Barışçı’ Generalleri ve ‘Değişen Dünya’!” başlıklı ve A. Cihan Soylu imzalı dosya.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑