Özgürlükler sorunu, her önemli devrimin en önemli sorun olmuştur. Bu yüzden de, toplumsal dönüşümde rol oynamak isteyen güç odakları, özgürlük mücadelesindeki tavırlarıyla tarihsel rollerini oynaya gelmişlerdir.
Nitekim Türkiye’de, 200 yıldan beri, özgürlükler sorunu, toplumsal dönüşümün en önemli sorunu olarak rol oynamaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki; sadece ülkenin ilerlemesi için özgürlükler mücadelesini ilerletmek isteyen ilerici devrimci güçler kadar, Türkiye’ye müdahale ederek, onu kendi politikasının vurucu gücü olarak kullanmak ya da onu ayağının altından kaldırmak isteyenler de özgürlükler sorunuyla oynamışlardır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında Batılı güçler, imparatorluk içindeki değişik milliyetlerin “kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunur görünerek, bu halkaları imparatorluğa karşı ayaklandırırken (ya da ortaya çıkan ayaklanmaları desteklerken), aynı zamanda bu yeni ve genç ülkelerin çok önemli bir bölümünü kendi sömürgeleri, yarı sömürgeleri haline de getirmişlerdir.
Son yıllarda Türkiye’deki çürümüş baskıcı ve sömürücü sistemin tıkanması, egemen sınıfların ülkeyi yönettiği siyasal-bürokratik kurumların çökmesi, ekonominin yağmacı, rantiye, yarı mafya karakterinin sermaye güçlerinin bile savunamayacakları skandallarla ortaya dökülmesi, rüşvet, vurgun, hortumculuğun ekonominin “itici gücü” olarak ortaya çıkması; ülke ve ekonomi siyasetine dış güçlerin (ABD ve AB gibi emperyalist ülkelerin ve IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası sermayenin güç merkezlerinin) müdahale imkanlarını artırmıştır. Ve son bir kaç yıldır da; bu müdahaleler, ülkelerin birbirleriyle ilişkileri ve uluslararası anlaşmalardan doğan az çok “hukuksal” olma özelliğini de yitirerek, bir “operasyon”a dönüşmüş bulunmaktadır.
Uluslararası sermaye güçlerinin, uluslararası tekeller ve mali sermaye için, Türkiye’yi her bakımdan “dikensiz bir gül bahçesi” yapmak için giriştiği “operasyon”, ABD ve Avrupa Birliği merkezli olarak sürüyor. Süreç ilerledikçe de, hem sermaye güçlerinin kendi arasındaki “saflaşma” hem de emek güçlerinin politikaya müdahale ve ülkenin geleceğine sahip çıkmak için yöneleceği mücadele hattı netleşiyor.
Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamak için yürütülen girişimler, IMF ve Dünya Bankası tarafından gerçekleştiriliyor. Özelleştirme, taşeronlaştırma, tarım ve sanayinin yeniden yapılandırılması çerçevesinde ilerletilen bu müdahaleler, Türkiye’nin dış politikasıyla bağlanarak yürütülüyor İktisadi içerikli müdahalelerle; ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla tam uyumlu bir dış politika, ona uygun bir “savunma kosepti” arasında, “yazılı olmayan anlaşmalarla”, ama “madem ki IMF 10 milyar dolar daha para verecek öyleyse Türkiye de Irak konusunda Amerikan tezine evet demelidir” tutumunun benimsenmesine götürecek kadar dolaysız bir ilişki kurulmuş bulunuluyor. Özellikle Ecevit’in Amerika gezisi öncesi ve sonrasında oluşturulan dış politika çerçevesi ve “Türkiye-ABD Stratejik İşbirliği”nin, “Türkiye’nin, ABD-İsrail mihverinde oluşturulan bölge politikalarına tam uyumu” anlamına geldiği, artık herkesçe anlaşılmıştır. Yine bu stratejik işbirliğinin, Amerikan firmalarının Türkiye’deki yatırım ve öteki faaliyetleri önündeki engelleri kaldırmak, Amerikan (ve elbette öteki gelişmiş ülkelerin de) tarım ürünlerine, tütün-sigara tekellerine, Türkiye pazarının engelsiz açılmasını zorunlu kıldığı da her vesileyle yeniden yeniden hissettirilmektedir.
Ancak Türkiye’nin uluslararası sermaye merkezleri tarafından “yeniden” yapılandırılmasına ilişkin müdahalenin ikinci önemli bileşeni olan AB’nin ekonominin yapılandırılmasına müdahaleleri; “ekonominin AB normlarına uydurulması”, “Gümrük Birliği” gibi daha dolaylı (ancak uzun vadede daha etkili olduğu kesin), ama siyasete, siyasal, hukuksal yapının yeniden yapılandırılmasına (bu müdahale son yıllarda IMF ve Dünya Bankası’nın sahnenin önüne çıkmasından dolayı perdeleniyor olsa da) ilişkin olarak ise çok daha etkili bir biçimde gelişiyor.
Kuşkusuz ki; ABD, Türkiye’nin geleceği ile en çok ilgilenen, onun iç ve dış politikasının, ekonomisinin nasıl bir biçim alması gerektiği konusunda en çok ve son sözü söyleyecek ülke konumunu elinde tutmaktadır. Ama, kendi çıkarlarının gereği olarak da; daha çok IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile, “Türkiye’nin krizden çıkmasına yardım eden bir dost ülke” görünümünü korurken, şu son haftalarda tartışılan idam, demokratikleşme, “Kürtçe eğitim”, “Ermeni soykırımı” gibi konularda ise, inisiyatif almamakta ve sadece AB’nin girişimlerine ses çıkarmadan destek vermeyi kendisi açısından faydalı görmektedir. Böylece; AB ile Türkiye’nin egemenleri çatışırken, ABD, AB’nin baskılarından bıkan bir Türkiye’nin, kapısında yalvarıp yakaracağı bir ülke olarak “köşesinde” beklemektedir. Dahası, bugün düzen partileri ve onların siyasal arenasında, ABD karşısında açıkça eleştirel bir tutum söz konusu değildir. Tersine ABD’den icazet almadan iktidar olamayacaklarını “öğrenmiş” olduklarından, değil Amerika ile çatışmak, çatışır görünmekten bile şiddetle kaçınmaktadırlar. Bu nedenle de, siyasal-hukuksal yapılanmanın yenilenmesi konusunda, sadece AB ile Türkiye’yi yöneten güç odakları çatışır görünmektedir.
Emperyalist ülkeler ve uluslararası sermaye güçlerinin baskıları; devlet ve hükümet katından başlayarak, çeşitli düzeylerde bir saflaşmaya yol açmıştır. Ve üç koalisyon partisinin arasındaki ilişkiler, her birinin kendisine biçtiği misyon, bu baskıların yoğunluğuna göre şekillenmekte; adeta baskıların ve dış güçlerin isteklerinin bir röntgeni mahiyetini kazanmaktadır.
BASKILAR VE SORUNLARIN DAYATMASI HERKESİ SAF TUTMAYA ZORLUYOR
Son bir kaç ayda, siyasal gündemi; TCK 159 ve 312. Madde tartışmaları, “idamın kaldırılması”, “Kürtçe eğitim” ve “Ermeni soykırımı” gibi sorunlar belirler duruma geldi. Sorunların böylesi somut bir biçimde gündeme gelmesi; hükümet ve devlet içindeki güç odaklarının çeşitli konulardaki görüşlerini yeniden öne sürmelerini zorunlu hale getirirken, aynı zamanda, kendi tutumlarına halk yığınlarından destek almak isteyen çevrelerin, gerçek niyetlerini saklayıp sadece göstermek istediklerinin görünmesi amaçlı, ortamı daha da dumanlı hale getirme gayretleri, bu “saflaşmaya” eşlik etti.
AB ve yerli uzantıları; gelişmelere müdahale eder ve dayatmalar yaparken kendilerinin hiç bir “art niyeti”nin bulunmadığını, Türkiye’nin daha demokratik ülke olması için yardımcı olmayı amaçladıklarını propaganda etmektedirler. Onların bu görüşünü, hükümet katında ANAP, adeta “su katılmamış” bir biçimde savunmaktadır. “Ekonomideki liberalizm, siyasette de, hukukta da olmalıdır” diyen ANAP, aslında 1980’lerde girdiği yolun tükendiğini ve kendisini Avrupa’nın kollarına atmadan bir yere gidemeyeceğini anlamış olmanın da telaşıyla, (ABD’yi reddetmeden) tipik bir Avrupa işbirlikçisi parti olarak davranmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki, ANAP, sadece temsil etiği sermaye kesimlerinin değil ama kendisinin geleceğini de, “AB’ye giren bir Türkiye’nin mimarı” olma misyonuna bağlamıştır! Ancak ANAP, saf bir liberal parti (böyle bir parti hiç olmamıştır herhalde) değildir. Kendi içyapısındaki gelenekçilik ve gericilik, en basit “demokratik” tutumlarda bile ANAP’ta krize yol açmaktadır. Keçeciler’in “PKK siyasallaşsın, bu dağa çıkmasından iyidir” anlamına gelen açıklaması sonrasında, ANAP içindeki en ileri liberallerin bile McCarty’ci bir çizgiden açıklamalarla Keçeciler’e, HADEP’e, Kürtlere karşı tutum alması; Yılmaz’ın, “demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” lafının bile arkasında duramaması, ANAP’ın liberalizminin tipik ifadeleri olarak ortaya çıkmıştır. Ermeni soykırımı ve Kıbrıs sorununda da, aynı, bir adım ileri atar gibi olurken, iki adım geriye sıçrama tutumu görülmüştür.
Hükümetin öteki önemli ortağı MHP ise; ırkçı, milliyetçi, şoven ideolojik politik çizgisi ve yığınların en geri duygularını istismar üstüne kurulmuş politikalarıyla, demokrasi ve özgürlük talepleri karşısında bir “kaosa sürüklenmiş” bulunmaktadır. AB ve ABD ile büyük sermaye kesimlerinden gelen baskılarla geleneksel politikalarının baskısı arasına sıkışan bu parti; bir yandan, AB elçilerin toplayıp, “Biz AB’ye karşı değiliz, bizim bu alanda diğer partiler kadar gayretlerimiz var” propagandasına yönelirken, bir yandan da, her tür demokratikleşme, özellikle de Kürtlerin hakları ile ilgili konularda, “bölünürüz”, “Sevr’i hortlatmak isteyenler var” türünden demagojilere sarılarak, en geri duygulara hitap etme gayretlerini sürdürmekte; gerici, Mussolini artığı yasaların değiştirilmesi girişimlerine, “Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz” mevzisinden direnmeye çalışmaktadır. Bu da, MHP’yi; IMF, Dünya Bankası’nın ve AB’nin esasa ilişkin her isteğinin altına imza atan, ama ülkenin demokratikleşmesine ilişkin talepler karşısında da “milliyetçiliği” aklına gelip, “memleket bölünüyor” paranoyası etrafında gürültü koparan trajikomik bir parti durumuna sürüklemiş bulunmaktadır.
DSP ise; bu iki partinin ortasında, hem iktidarın “bütünlüğünü koruma” hem de dış güçlerin istekleri ile geleneksel devlet politikaları arasında bir uyum sağlama görevini üstlenmiş bulunmakta; egemen sınıfların kendisine verdiği bu önemli rolü başarıyla oynamaktadır. Bu yüzden de Ecevit; bir yandan Kıbrıs, Kürt sorunu gibi konularda MHP ile yakın durup, bazen ondan bile şoven politikaları savunurken, “demokratikleşme” adı verilen yasaların değiştirilmesi ya da Kürtlerin kimi hakları konusunda MHP’den daha ılımlı olmaya, ANAP ve AB’nin isteklerine “anlayış gösteren” bir çizgide bulunmaya özen göstermektedir. Egemen sınıfların Ecevit’e ömrünün sonunda yüklediği son görevin bu olduğu ve onun da, bunu hakkıyla yapmak için, son enerjisini kullandığı anlaşılmaktadır.
DYP, SP, AKP gibi parlamentodaki partiler ya da CHP, HADEP, ÖDP, İP gibi parlamento dışındaki partiler, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), Mümtaz Soysal çevresi, CHP’nin “oluşumcuları”, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri de; bu üç partinin başını çektiği politikalar etrafında, kendi renklerini de katarak saflaşmaktadırlar.
Ancak, bu çok renkli gibi görünen saflar, iki biçimde belirginleşmektedir. Bunlardan birincisi, “Avrupa, 200 yıldır olduğu gibi Türkiye’nin daha demokratik, Batılı, laik bir ülke olmasını ve kendisiyle birleşmesini istemektedir” tezini benimseyenlerden oluşmaktadır. Bunlara göre, “Türkiye’nin de amacı, en azından Batı’ya yönelişi”nden beri budur. Dolayısıyla AB’nin istekleri, “kaba”, “dayatmacı”, “Türkiye’nin bağımsızlığını sınırlayıcı” bile olsa, ülkenin yararınadır; dolayısıyla AB’ye girmek için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. ANAP, DYP; bir kesimiyle MHP, DSP; CHP; bir yanıyla ÖDP; HADEP, SP, AKP, CHP, CHP’den kopan “yeni oluşumcular”, TOBB, TÜSİAD, aralarındaki küçük farklılıklarla, böyle bir hatta yer almaktadırlar.
İkinci görüş ise; ABD ve Avrupa Türkiye’yi bölmek istemektedir. Dolayısıyla, onlar, bu bölme planının bir parçası olarak Türkiye’ye müdahale etmekte, Türkiye’nin üniter yapısını tarif eden ve koruyan yasaların, siyasi yapının değiştirilmesini öngörmektedirler. Kürtleri, Ermenileri, şeriatçıları bu dış güçler kışkırtmaktadır. Bundan amaçları, Kürtleri ayaklandırmak, Kıbrıs’tan Türkiye’yi atmak, Ege’yi Yunanistan’a teslim etmek, Türkiye’yi Sevr’de olduğu gibi İç Anadolu’ya sıkıştırmak, Irak’ta Kürdistan kurdurup Türkiye’deki Kürtleri de aynı yönde teşvik etmektir. Bu yüzden de; 312, 159, Terörle Mücadele Yasası, “Kürtçe eğitim”, OHAL ve DGM’nin kaldırılması, vb. gibi Avrupa kaynaklı istekler reddedilmeli ve bu çerçevede Kıbrıs’ta bir adım geri atılmamalı, Kuzey Irak’ta Kürtlerin devlet kurması savaş ilanı sayılmalı, Mussolini artığı baskı yasaları, azınlık hakları, Kürt sorunu vb. olduğu gibi korunmalıdır. MHP’nin ana gövdesi, ADD çevresi, IP, Mümtaz Soysal çevresi, bazı marjinal aydın çevreler, Kemalizm’in ırkçı-şoven yorumcusu bazı kesimler bu safta yer almaktadır.
Bu iki grup, birbirine karşı olsa da, aslında sorunun özü bakımından aynı anlayışa sahiptirler. Çünkü onlara göre; Türkiye’nin demokratikleşmesini dün Avrupa, bugün AB istemektedir. Türkiye’deki siyasi çevreler ise, buna uyup uymamayı tartışmalı, buna göre saflaşmalıdır!
Yani bunlara göre, ne Türkiye’de 200 yıldır bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi vardır ne de son 50 yılda, bugün gündeme gelen 312’den idama cezasının kaldırılmasına, Kürtlerin haklarından Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin yasal ve anayasal düzenlemeler için bir mücadele… Avrupalı emperyalistler ve dayatmalarından başka hiç bir şey yok gibi davranmaktadırlar. Öyle olunca da; mücadele, Avrupa’dan yana olmak ya da onun Türkiye’yi bölme planlarına karşı çıkıp çıkmamak biçiminde şekillenmektedir. Sorunu bu halde sunanların işine de, bu gelmektedir.
Bu tartışma ve saflaşma içinde, ANAP’ın başını çektiği cephenin istekleri, tezleri belirgindir ve emekçiler bakımından, bu parti ve onun temsil ettiği misyon, AB yanlısı, işbirlikçi bir misyondur. Dolayısıyla onların Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin girişimleri; AB’ye girme amaçlı, onunla sınırlı girişimlerdir. TÜSİAD, TOBB gibi patron örgütleri, bu konuda ANAP’la tam bir fikir birliği içindedirler. Bu cephede yer alan DYP, AKP, SP, DSP, MHP’nin egemen eğilimi vb. “AB’ye girilmelidir” konusunda ANAP’la hemfikirdirler; ama AB’ye girme koşullarında, Türkiye’nin iç ve dış politikasında değişiklikler (Kıbrıs, Kürt sorunu, İsrail’le ilişkiler, yasaların demokratikleştirilmesi) konusunda kimi itirazları vardır.
MC CARTY’CİLİĞE SOYUNANLAR BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ TALEPLERİNİ KARŞI KARŞIYA GETİRİYOR
İkinci cephede yer alanlar için ise, durum biraz karmaşıktır. Bu cephe; hükümet ortağı MHP’den başlayıp, parlamento dışında Doğu Perinçek’in İP’ini, Mümtaz Soysal çevresini, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi kendisine Kemalist diyen çeşitli çevreleri, eski Anayasa Mahkemesi Savcısı Vural Savaş çevresini (şimdi parti kuruyor) kapsıyor. Bu cephenin bileşenlerinin AB’ye girip girmeme konusunda farklı tutumları olsa da; Türkiye’nin dış ve iç politikasında bugünkü statüyü savunmak, statüdeki her değişikliğin ülkeyi böleceğini iddia etmek, aralarındaki cepheyi bu gerici, faşizme yönelen çizgide kurma konusunda tam bir fikir birlikleri vardır. Örneğin, bugüne kadar demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önünde barikat olmuş 159, 312, idam cezası, DGM’ler, Terörle Mücadele Yasası vb. yasalarla, Kıbrıs, Ege, Kürt sorunu vb.ne dair politikaların değiştirilmesi gibi konularda bu partiler ve çevreler birleşmiş bulunmaktadırlar. Bu cephenin asıl niteliği de, buradan çıkmaktadır. Başka bir söyleyişle, bunların AB’ye karşı olmaları, aralarında şimdilik derece farkı görünse de, talidir ve önemli bir kısmı açısından da, gerici tutumlarını gizleme ve bir dış düşmana karşı mücadele edildiğini gösterme amaçlıdır.
Bunlara göre, bu yasalar, “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü koruyan yasalar” olup, “bunların değiştirilmesi ülkeyi böler. AB de bu yasaların değiştirilmesini isteyerek aslında Türkiye’nin bölünmesini, parçalanmasını, Sevr’in ihya edilmesini istiyor.” Bu cephe, bölücülük konusunda öylesine ileri gidiyor ki; bırakalım Türkiye’deki Kürtlerin hakları sorununu, Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasını, Türkiye’ye savaş ilanı saymaya devam edilmesini istiyorlar, çünkü, Irak’lı Kürtlerin bağımsızlık isteğini Türkiye’yi bölecek bir gelişme olarak görmektedirler. Bu güçler, 70–80 bin “Kıbrıslı Türk”ün ayrı devlet kurmasını haklı ve vazgeçilmez bir sorun olarak gündeme getirirken, milyonlarca Kürt’ün Irak’ta devlet kurmasını kabul etmemekte, bunu, haklı ve kabul edilir görmemektedirler. Ve bunlara göre, Türkiye’nin çevresindeki bugünkü statükoyu değiştirmeye yönelik her gelişme, “Türkiye’yi bölecek güçlerin bir oyunu”, “Son bağımsız Türk devletini ortadan kaldıracak yabancı güçlerin planı”dır.
Kuşkusuz ki, burada kendisini “sol”un, “sosyalizmin” bir kolu olarak sayan İP’in ulaştığı tutum ilginçtir ve ibret vericidir. Çünkü bu parti kendisini anti-emperyalist olarak tarif etmekte, emekten, işçi sınıfından söz etmeye devam etmektedir. Ama aynı parti, bugün, demokrasi adına, Türkiye’nin demokrat ilerici, sosyalist güçlerinin tüm demokratikleşme istemine cepheden karşı çıkarak, MHP’nin, örneğin üç yıl önceki çizgisiyle tam uyumlu bir politik tutum takınmaktadır.
Geçmişteki zig-zaglarına bakıldığında, İP yöneticilerinin; MHP’nin, politik yelpazenin ırkçı şoven kanadından “merkeze” doğru kaydığı ve orada bir “boşluk” bıraktığı tespiti üstünden hareket ederek, MHP’nin yüzde 17 oyunu bu tutumuyla aldığı ve bu yere yerleşerek, aynı oyu alabileceği varsayımına oynadığı anlaşılmaktadır.
Kuşkusuz İP geleneğini izleyenler için, bu, şaşırtıcı değildir. Nitekim bu partinin yandaşlarının, Eğitim Sen kongrelerinde, “İstiklal Marşı okutulması” için önerge vererek, eğitimcileri, “İstiklal Marşı okumayan bir kitle” gibi görünmekle “önerge ile istiklal Marşı okutulan bir kitle” olma arasında tercihe zorlayacak kadar, ileri gitmiştir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, bu parti, ülkede demokrasi isteyen, özgürlük isteyen, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak yeniden şekillenmesini isteyen herkese, “Avrupa işbirlikçisi” çamuru atarak, kendi gericiliğini saklamanın hesabını yapmaktadır. “Karen Fogg’un mesajları” ile ilgili gelişmelerin McCarty’ciliği kışkırtmak için kullanılması, Türk-İş dışındaki Konfederasyonlara karşı “AB’den para aldılar” kampanyasında kullanılan üslup ve buradan kaldırılan toz duman içinde, Türk-İş’in sınıf işbirlikçisi tutumunu aklamaya yönelme gibi tutumlar, elbette ki, “ilginç” gelişmelerdir.
Genelkurmay’ın, son günlerde yapılan, “AB’ye girmeye karşı değiliz, onurlu girişi destekliyoruz” biçimindeki açıklaması, kuşkusuz ki, yukarıdan beri sözü edilen saflaşmaya yeni bir yön kazandıracak mahiyettedir. Ve bundan sonra, ANAP’tan MHP’ye, ADD’den İP’e kadar, her iki cepheden odakların, “Genelkurmay haklıdır, biz de onurlu girişten yanayız” açıklamaları beklenmelidir. Örneğin AB’ye en çok “karşı çıkan” İP’in bile, bir süre, Genelkurmay’ın bu açıklamasını, “aslında Genelkurmay AB’ye karşı, ama hükümetle ters düşmemek için yaratıcı bir taktik geliştirmişlerdir ve ‘onur’ korunursa, zaten AB’ye girilmez” yorumları yaptıktan sonra; “halk isterse, onurlu giriş olabilir” diye oyalanıp, en sonunda, “Biz de Genelkurmay gibi onurlu girişten yanayız” kervanına katılması asla sürpriz olmayacaktır. Tersine, uzun zamandan beri, Genelkurmay’ın her söylediğini, hatta “söylemediğini” bile, kendisine “kerteriz” almış İP’in, Genelkurmay’a rağmen AB’ye girişe karşı çıkması sürpriz olur ve herhalde düşünülemez.
McCarty’ciliğe heveslenen cephe, kendi haklılığını, demokrasi mücadelesi ile bağımsızlık sorununu birbirinden ayırma kurnazlığına dayandırmaktadır. Ve onlar halka dönüp, “Ya özgürlüklerinizden, onları istemekten vazgeçin ya da Türkiye’nin bağımsız bir ülke olmasından. Çünkü demokratik talepler dediğiniz taleplerden bölücüler, emperyalistler yaralanarak, Türkiye’nin üniter yapısına son verecekler” demektedirler.
İşte bu temel çıkış tezi; anti-emperyalist, Avrupa ve Amerikan emperyalizmin oyunun bozma amaçlı gibi görünse de, gerçekte; ırkçı, şoven; Türkiye’yi komşularıyla sürekli çatışmaya itecek, Türkiye’nin iç bütünlüğünü sağlamak yerine iç kavgaları kışkırtacak, emperyalistlerin Türkiye dış ve iç sorunlarına sürekli müdahalesine imkân sağlayan bir politikanın zeminini oluşturmaktadır.
Özgürlükler ve demokrasi karşısındaki bu anti-emperyalist yaftalı tutum; bırakalım başka şeyleri; ülkenin demokratikleşmesini isteyen demokratlar, ilericiler, emekçilerin demokrasi talebini öne çıkaran ileri kesimleri, Kürt emekçiler, azınlıklar, mezhep ve milliyetlerin gözünde, AB’nin, demokrasiyi ülkeye getirecek güç, ona karşı çıkanların ise, demokrasiye karşı olanlar olarak görünmesine yol açmaktadır. AB’nin, demokrasiden yana olan çevreler içinde, Kürtler arasında vb. itibar kazanmasında, HADEP’in Avrupacı bir çizgiye varmasında kuşkusuz ki; bu ırkçı, şoven, milliyetçi tutum önemli bir rol oynamıştır.
Peki; ABD ve AB’nin Türkiye üstünde ve bölgede emel ve amaçları, Türkiye’yi bu amaçlara alet etme ve hatta bölme planları yok mudur? Elbette ki vardır ve çıkarları gerektirirse, değil bölmek, tarih ve coğrafyadan silmek için harekete geçmekten de çekinmezler. Ama bu amaçlara karşı mücadele, gerici güçler ve en geri eğilimlerle birleşerek değil; demokrasi ve bağımsızlık sorunlarını birbirine karşı çıkarıp birbirinden koparmadan, demokratik ve bağımsız bir Türkiye’yi birbirine karşı getirmeden, tersine bağımsızlık mücadelesiyle demokrasi mücadelesini birleştiren, bölgedeki halkların kaderlerini tayin etmelerine saygı gösteren, komşularına ve toprak bütünlüklerine yönelik planlara alet olmayan bir Türkiye için mücadele öngören anti-emperyalist bir tutumla mümkün olur. Türkiye’nin emekçilerinin politik tutumu da bu olmak zorundadır. Aksine bir tutum, AB’ye karşı çıkma adına, gericiliği, baskı ve soygun düzenini meşrulaştırma; ABD ve İsrail’le stratejik işbirliğini savunan, NATO’nun “savunma konsepti”ni “Türkiye’nin savunma konsepti” olarak algılayan güçlerle birleşmek anlamına gelir. Bugün kimi solcu ve kendilerine Kemalizm’i yakıştıran güçlerin düştüğü durum da budur.
BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ İLE EMEK MÜCADELESİNİN GÜÇLERİ AYNI GÜÇLERDİR
Yukarıdan beri çerçevesi belirlenen tablo, burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarının “Türkiye’yi yeniden yapılandırma girişimlerindeki yönelişleri”ni, dayandıkları argümanları ifade etmektedir. Ama Türkiye’nin özgürlük mücadelesi, ne Yılmazların “Kopenhag Kriterleri”ne ve “AB normları”na sığacak kadar güdük ne de Bahçelilerin “demokrasinin sınırları genişlerse ülke bölünür” paranoyasına teslim olacak kadar dünyadan bihaberdir. Ülkenin demokratikleşmesi ile antiemperyalizmi içselleştiren Türkiye halkının demokrasi ve özgürlük özlemleri temel doğrultuyu vermektedir. 159, 312, Terörle Mücadele Yasası, OH AL Yasası ile halkın can güvenliğini ve devlet ve egemenler karşısındaki haklarını değil, mülk sahibi sınıfların iktidarını koruma amaçlı TCK’nin pek çok maddesinin, Kürt sorununun demokratik ve halkçı bir tarzda çözümünü engelleyen yasa ve Anayasa maddelerinin, Dernekler Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası, işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü önündeki (2821 ve 2822 Sayılı TİS, grev ve sendikalar yasaları) engellere ilişkin yasaların değiştirilmesi de dâhil; Türkiye’nin emekçilerinin, örgütlenme ve haklarını elde etmelerinin önündeki tüm yasaları değiştirmeyi içeren bir demokratikleşme talebi vardır. Ve bu talep, ne 100 yıldan beri her gün bir adım geriye giden, “11 Eylül konsepti”yle de “güvenlik” ve “terörizmle mücadele” adına iğdiş edilen “Batı demokrasisi” normlarına ne de “bölünüp parçalanırız” edebiyatıyla arkasındaki faşizm özlemlerine feda edilemez.
Bugün de başlıca sorun; taleplerin şu ya da bu çerçevede olmasından öte, sermaye güçleri tarafından, “sivil toplumculuk” ve burjuva siyasi partiler tarafından siyaset, dolayısıyla demokrasi mücadelesi dışına itilmiş emekçilerin, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde rol oynayacak bir pozisyona yönelmeleri için hangi taleplerin öne çıkarılacağı sorunudur. .
Kuşkusuz bugün de, işyerlerinde, emekçilerin toplu olarak bulundukları her yerde, işçiler, emekçiler; ülkenin demokratikleşmesini, emperyalizme karşı tutumu, Afganistan’a saldırıyı, Irak’ta bir savaşın kime neye mal olacağını tartışmaktadırlar. Ve dahası, işçi sendikaları, konfederasyonlar ve öteki emek örgütleri; demokrasi ve bağımsızlık üstüne açıklamalar yapıp, şunlar olmalı/bunlar olmamalı gibi pek çok şey de söylemektedirler, Ama bütün bunlar egemen sınıfların ve arkalarındaki güçlerin emekçilere çizdikleri sınırı aşmamaktadır. Tersine, emekçiler en ileri gittikleri noktada bile, bu taleplerden bir demetin adını saymakla sınırlı kalmaktadırlar. Önemli olan, bu tartışmaların, üretim ve hizmet birimlerine, emekçi yığınların doğal mekânlarına ulaşması ve buradan da onların öz talepleri olarak, mücadelenin ileri mevzilerinin talepleri haline gelmesidir.
Günümüz koşullarında bunun olabilmesinin koşulu ise, ifade özgürlüğü gibi bir alandan, bir adım daha atarak, emekçilerin örgütlenme özgürlüklerine genişletilmesi ihtiyacı, acil bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi halde; özgürlükler mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin, sermayenin politika arenasında, AB’ciler ve faşizm özlemcilerinin kıskacında sıkışıp kalması kaçınılmaz olacaktır.
Burada da görev; sınıf partisine ve emekçilerin ileri kesimlerine, mücadeleci sendikalar ile aydın ve demokrat çevrelere düşmektedir.
Burada, hem taleplerin belirlenmesi (burada, en geniş emekçi kesimleri birleştiren acil taleplerin yer alması önemlidir) hem de emekçilerin ileri kesimlerinin birleştirilmesinde mevcut emek örgütlerinin, Emek Platformu’nun mücadeleye çekilmesi elbette ki önemlidir. Ama onların da harekete geçmesi için, bir yandan sınıf partisi ve emekten ve demokrasiden yana odakların işçi ve emekçi tabanında etki sahibi ileri kesimlerinin, etkin bir biçimde çalışmalarının belirleyici olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Bir diğer dikkat çekilecek nokta ise; bugün işyerlerinde sürdürülen, emek güçlerinin IMF saldırısı karşısında birleştirilmesi ve IMF-Dünya Bankası ve arkasındaki güçlerin saldırısının püskürtülmesi mücadelesinin, demokrasi mücadelesiyle, özgürlüklerin savunulmasıyla uyuşmayan bir mücadele olmadığı gerçeğidir. Tersine; hem mevcut saldırıyı püskürtecek güçler hem de ülkenin demokratikleşmesi için harekete geçmesi gereken güçler, aynı güçlerdir ve bu yüzden de, bu iki mücadele, aynı mücadelenin iki yönü olarak ele alındığı ölçüde olup biten çok daha anlamlı olacaktır.