Emperyalist müdahaleler ve özgürlükler sorunu

Özgürlükler sorunu, her önemli devrimin en önemli sorun olmuştur. Bu yüzden de, toplumsal dönüşümde rol oynamak isteyen güç odakları, özgürlük mücadelesindeki tavırlarıyla tarihsel rollerini oynaya gelmişlerdir.
Nitekim Türkiye’de, 200 yıldan beri, özgürlükler sorunu, toplumsal dönüşümün en önemli sorunu olarak rol oynamaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki; sadece ülkenin ilerlemesi için özgürlükler mücadelesini ilerletmek isteyen ilerici devrimci güçler kadar, Türkiye’ye müdahale ederek, onu kendi politikasının vurucu gücü olarak kullanmak ya da onu ayağının altından kaldırmak isteyenler de özgürlükler sorunuyla oynamışlardır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında Batılı güçler, imparatorluk içindeki değişik milliyetlerin “kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunur görünerek, bu halkaları imparatorluğa karşı ayaklandırırken (ya da ortaya çıkan ayaklanmaları desteklerken), aynı zamanda bu yeni ve genç ülkelerin çok önemli bir bölümünü kendi sömürgeleri, yarı sömürgeleri haline de getirmişlerdir.
Son yıllarda Türkiye’deki çürümüş baskıcı ve sömürücü sistemin tıkanması, egemen sınıfların ülkeyi yönettiği siyasal-bürokratik kurumların çökmesi, ekonominin yağmacı, rantiye, yarı mafya karakterinin sermaye güçlerinin bile savunamayacakları skandallarla ortaya dökülmesi, rüşvet, vurgun, hortumculuğun ekonominin “itici gücü” olarak ortaya çıkması; ülke ve ekonomi siyasetine dış güçlerin (ABD ve AB gibi emperyalist ülkelerin ve IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası sermayenin güç merkezlerinin) müdahale imkanlarını artırmıştır. Ve son bir kaç yıldır da; bu müdahaleler, ülkelerin birbirleriyle ilişkileri ve uluslararası anlaşmalardan doğan az çok “hukuksal” olma özelliğini de yitirerek, bir “operasyon”a dönüşmüş bulunmaktadır.
Uluslararası sermaye güçlerinin, uluslararası tekeller ve mali sermaye için, Türkiye’yi her bakımdan “dikensiz bir gül bahçesi” yapmak için giriştiği “operasyon”, ABD ve Avrupa Birliği merkezli olarak sürüyor. Süreç ilerledikçe de, hem sermaye güçlerinin kendi arasındaki “saflaşma” hem de emek güçlerinin politikaya müdahale ve ülkenin geleceğine sahip çıkmak için yöneleceği mücadele hattı netleşiyor.
Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamak için yürütülen girişimler, IMF ve Dünya Bankası tarafından gerçekleştiriliyor. Özelleştirme, taşeronlaştırma, tarım ve sanayinin yeniden yapılandırılması çerçevesinde ilerletilen bu müdahaleler, Türkiye’nin dış politikasıyla bağlanarak yürütülüyor İktisadi içerikli müdahalelerle; ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla tam uyumlu bir dış politika, ona uygun bir “savunma kosepti” arasında, “yazılı olmayan anlaşmalarla”, ama “madem ki IMF 10 milyar dolar daha para verecek öyleyse Türkiye de Irak konusunda Amerikan tezine evet demelidir” tutumunun benimsenmesine götürecek kadar dolaysız bir ilişki kurulmuş bulunuluyor. Özellikle Ecevit’in Amerika gezisi öncesi ve sonrasında oluşturulan dış politika çerçevesi ve “Türkiye-ABD Stratejik İşbirliği”nin, “Türkiye’nin, ABD-İsrail mihverinde oluşturulan bölge politikalarına tam uyumu” anlamına geldiği, artık herkesçe anlaşılmıştır. Yine bu stratejik işbirliğinin, Amerikan firmalarının Türkiye’deki yatırım ve öteki faaliyetleri önündeki engelleri kaldırmak, Amerikan (ve elbette öteki gelişmiş ülkelerin de) tarım ürünlerine, tütün-sigara tekellerine, Türkiye pazarının engelsiz açılmasını zorunlu kıldığı da her vesileyle yeniden yeniden hissettirilmektedir.
Ancak Türkiye’nin uluslararası sermaye merkezleri tarafından “yeniden” yapılandırılmasına ilişkin müdahalenin ikinci önemli bileşeni olan AB’nin ekonominin yapılandırılmasına müdahaleleri; “ekonominin AB normlarına uydurulması”, “Gümrük Birliği” gibi daha dolaylı (ancak uzun vadede daha etkili olduğu kesin), ama siyasete, siyasal, hukuksal yapının yeniden yapılandırılmasına (bu müdahale son yıllarda IMF ve Dünya Bankası’nın sahnenin önüne çıkmasından dolayı perdeleniyor olsa da) ilişkin olarak ise çok daha etkili bir biçimde gelişiyor.
Kuşkusuz ki; ABD, Türkiye’nin geleceği ile en çok ilgilenen, onun iç ve dış politikasının, ekonomisinin nasıl bir biçim alması gerektiği konusunda en çok ve son sözü söyleyecek ülke konumunu elinde tutmaktadır. Ama, kendi çıkarlarının gereği olarak da; daha çok IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile, “Türkiye’nin krizden çıkmasına yardım eden bir dost ülke” görünümünü korurken, şu son haftalarda tartışılan idam, demokratikleşme, “Kürtçe eğitim”, “Ermeni soykırımı” gibi konularda ise, inisiyatif almamakta ve sadece AB’nin girişimlerine ses çıkarmadan destek vermeyi kendisi açısından faydalı görmektedir. Böylece; AB ile Türkiye’nin egemenleri çatışırken, ABD, AB’nin baskılarından bıkan bir Türkiye’nin, kapısında yalvarıp yakaracağı bir ülke olarak “köşesinde” beklemektedir. Dahası, bugün düzen partileri ve onların siyasal arenasında, ABD karşısında açıkça eleştirel bir tutum söz konusu değildir. Tersine ABD’den icazet almadan iktidar olamayacaklarını “öğrenmiş” olduklarından, değil Amerika ile çatışmak, çatışır görünmekten bile şiddetle kaçınmaktadırlar. Bu nedenle de, siyasal-hukuksal yapılanmanın yenilenmesi konusunda, sadece AB ile Türkiye’yi yöneten güç odakları çatışır görünmektedir.
Emperyalist ülkeler ve uluslararası sermaye güçlerinin baskıları; devlet ve hükümet katından başlayarak, çeşitli düzeylerde bir saflaşmaya yol açmıştır. Ve üç koalisyon partisinin arasındaki ilişkiler, her birinin kendisine biçtiği misyon, bu baskıların yoğunluğuna göre şekillenmekte; adeta baskıların ve dış güçlerin isteklerinin bir röntgeni mahiyetini kazanmaktadır.
BASKILAR VE SORUNLARIN DAYATMASI HERKESİ SAF TUTMAYA ZORLUYOR
Son bir kaç ayda, siyasal gündemi; TCK 159 ve 312. Madde tartışmaları, “idamın kaldırılması”, “Kürtçe eğitim” ve “Ermeni soykırımı” gibi sorunlar belirler duruma geldi. Sorunların böylesi somut bir biçimde gündeme gelmesi; hükümet ve devlet içindeki güç odaklarının çeşitli konulardaki görüşlerini yeniden öne sürmelerini zorunlu hale getirirken, aynı zamanda, kendi tutumlarına halk yığınlarından destek almak isteyen çevrelerin, gerçek niyetlerini saklayıp sadece göstermek istediklerinin görünmesi amaçlı, ortamı daha da dumanlı hale getirme gayretleri, bu “saflaşmaya” eşlik etti.
AB ve yerli uzantıları; gelişmelere müdahale eder ve dayatmalar yaparken kendilerinin hiç bir “art niyeti”nin bulunmadığını, Türkiye’nin daha demokratik ülke olması için yardımcı olmayı amaçladıklarını propaganda etmektedirler. Onların bu görüşünü, hükümet katında ANAP, adeta “su katılmamış” bir biçimde savunmaktadır. “Ekonomideki liberalizm, siyasette de, hukukta da olmalıdır” diyen ANAP, aslında 1980’lerde girdiği yolun tükendiğini ve kendisini Avrupa’nın kollarına atmadan bir yere gidemeyeceğini anlamış olmanın da telaşıyla, (ABD’yi reddetmeden) tipik bir Avrupa işbirlikçisi parti olarak davranmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki, ANAP, sadece temsil etiği sermaye kesimlerinin değil ama kendisinin geleceğini de, “AB’ye giren bir Türkiye’nin mimarı” olma misyonuna bağlamıştır! Ancak ANAP, saf bir liberal parti (böyle bir parti hiç olmamıştır herhalde) değildir. Kendi içyapısındaki gelenekçilik ve gericilik, en basit “demokratik” tutumlarda bile ANAP’ta krize yol açmaktadır. Keçeciler’in “PKK siyasallaşsın, bu dağa çıkmasından iyidir” anlamına gelen açıklaması sonrasında, ANAP içindeki en ileri liberallerin bile McCarty’ci bir çizgiden açıklamalarla Keçeciler’e, HADEP’e, Kürtlere karşı tutum alması; Yılmaz’ın, “demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” lafının bile arkasında duramaması, ANAP’ın liberalizminin tipik ifadeleri olarak ortaya çıkmıştır. Ermeni soykırımı ve Kıbrıs sorununda da, aynı, bir adım ileri atar gibi olurken, iki adım geriye sıçrama tutumu görülmüştür.
Hükümetin öteki önemli ortağı MHP ise; ırkçı, milliyetçi, şoven ideolojik politik çizgisi ve yığınların en geri duygularını istismar üstüne kurulmuş politikalarıyla, demokrasi ve özgürlük talepleri karşısında bir “kaosa sürüklenmiş” bulunmaktadır. AB ve ABD ile büyük sermaye kesimlerinden gelen baskılarla geleneksel politikalarının baskısı arasına sıkışan bu parti; bir yandan, AB elçilerin toplayıp, “Biz AB’ye karşı değiliz, bizim bu alanda diğer partiler kadar gayretlerimiz var” propagandasına yönelirken, bir yandan da, her tür demokratikleşme, özellikle de Kürtlerin hakları ile ilgili konularda, “bölünürüz”, “Sevr’i hortlatmak isteyenler var” türünden demagojilere sarılarak, en geri duygulara hitap etme gayretlerini sürdürmekte; gerici, Mussolini artığı yasaların değiştirilmesi girişimlerine, “Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz” mevzisinden direnmeye çalışmaktadır. Bu da, MHP’yi; IMF, Dünya Bankası’nın ve AB’nin esasa ilişkin her isteğinin altına imza atan, ama ülkenin demokratikleşmesine ilişkin talepler karşısında da “milliyetçiliği” aklına gelip, “memleket bölünüyor” paranoyası etrafında gürültü koparan trajikomik bir parti durumuna sürüklemiş bulunmaktadır.
DSP ise; bu iki partinin ortasında, hem iktidarın “bütünlüğünü koruma” hem de dış güçlerin istekleri ile geleneksel devlet politikaları arasında bir uyum sağlama görevini üstlenmiş bulunmakta; egemen sınıfların kendisine verdiği bu önemli rolü başarıyla oynamaktadır. Bu yüzden de Ecevit; bir yandan Kıbrıs, Kürt sorunu gibi konularda MHP ile yakın durup, bazen ondan bile şoven politikaları savunurken, “demokratikleşme” adı verilen yasaların değiştirilmesi ya da Kürtlerin kimi hakları konusunda MHP’den daha ılımlı olmaya, ANAP ve AB’nin isteklerine “anlayış gösteren” bir çizgide bulunmaya özen göstermektedir. Egemen sınıfların Ecevit’e ömrünün sonunda yüklediği son görevin bu olduğu ve onun da, bunu hakkıyla yapmak için, son enerjisini kullandığı anlaşılmaktadır.
DYP, SP, AKP gibi parlamentodaki partiler ya da CHP, HADEP, ÖDP, İP gibi parlamento dışındaki partiler, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), Mümtaz Soysal çevresi, CHP’nin “oluşumcuları”, TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri de; bu üç partinin başını çektiği politikalar etrafında, kendi renklerini de katarak saflaşmaktadırlar.
Ancak, bu çok renkli gibi görünen saflar, iki biçimde belirginleşmektedir. Bunlardan birincisi, “Avrupa, 200 yıldır olduğu gibi Türkiye’nin daha demokratik, Batılı, laik bir ülke olmasını ve kendisiyle birleşmesini istemektedir” tezini benimseyenlerden oluşmaktadır. Bunlara göre, “Türkiye’nin de amacı, en azından Batı’ya yönelişi”nden beri budur. Dolayısıyla AB’nin istekleri, “kaba”, “dayatmacı”, “Türkiye’nin bağımsızlığını sınırlayıcı” bile olsa, ülkenin yararınadır; dolayısıyla AB’ye girmek için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. ANAP, DYP; bir kesimiyle MHP, DSP; CHP; bir yanıyla ÖDP; HADEP, SP, AKP, CHP, CHP’den kopan “yeni oluşumcular”, TOBB, TÜSİAD, aralarındaki küçük farklılıklarla, böyle bir hatta yer almaktadırlar.
İkinci görüş ise; ABD ve Avrupa Türkiye’yi bölmek istemektedir. Dolayısıyla, onlar, bu bölme planının bir parçası olarak Türkiye’ye müdahale etmekte, Türkiye’nin üniter yapısını tarif eden ve koruyan yasaların, siyasi yapının değiştirilmesini öngörmektedirler. Kürtleri, Ermenileri, şeriatçıları bu dış güçler kışkırtmaktadır. Bundan amaçları, Kürtleri ayaklandırmak, Kıbrıs’tan Türkiye’yi atmak, Ege’yi Yunanistan’a teslim etmek, Türkiye’yi Sevr’de olduğu gibi İç Anadolu’ya sıkıştırmak, Irak’ta Kürdistan kurdurup Türkiye’deki Kürtleri de aynı yönde teşvik etmektir. Bu yüzden de; 312, 159, Terörle Mücadele Yasası, “Kürtçe eğitim”, OHAL ve DGM’nin kaldırılması, vb. gibi Avrupa kaynaklı istekler reddedilmeli ve bu çerçevede Kıbrıs’ta bir adım geri atılmamalı, Kuzey Irak’ta Kürtlerin devlet kurması savaş ilanı sayılmalı, Mussolini artığı baskı yasaları, azınlık hakları, Kürt sorunu vb. olduğu gibi korunmalıdır. MHP’nin ana gövdesi, ADD çevresi, IP, Mümtaz Soysal çevresi, bazı marjinal aydın çevreler, Kemalizm’in ırkçı-şoven yorumcusu bazı kesimler bu safta yer almaktadır.
Bu iki grup, birbirine karşı olsa da, aslında sorunun özü bakımından aynı anlayışa sahiptirler. Çünkü onlara göre; Türkiye’nin demokratikleşmesini dün Avrupa, bugün AB istemektedir. Türkiye’deki siyasi çevreler ise, buna uyup uymamayı tartışmalı, buna göre saflaşmalıdır!
Yani bunlara göre, ne Türkiye’de 200 yıldır bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi vardır ne de son 50 yılda, bugün gündeme gelen 312’den idama cezasının kaldırılmasına, Kürtlerin haklarından Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin yasal ve anayasal düzenlemeler için bir mücadele… Avrupalı emperyalistler ve dayatmalarından başka hiç bir şey yok gibi davranmaktadırlar. Öyle olunca da; mücadele, Avrupa’dan yana olmak ya da onun Türkiye’yi bölme planlarına karşı çıkıp çıkmamak biçiminde şekillenmektedir. Sorunu bu halde sunanların işine de, bu gelmektedir.
Bu tartışma ve saflaşma içinde, ANAP’ın başını çektiği cephenin istekleri, tezleri belirgindir ve emekçiler bakımından, bu parti ve onun temsil ettiği misyon, AB yanlısı, işbirlikçi bir misyondur. Dolayısıyla onların Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin girişimleri; AB’ye girme amaçlı, onunla sınırlı girişimlerdir. TÜSİAD, TOBB gibi patron örgütleri, bu konuda ANAP’la tam bir fikir birliği içindedirler. Bu cephede yer alan DYP, AKP, SP, DSP, MHP’nin egemen eğilimi vb. “AB’ye girilmelidir” konusunda ANAP’la hemfikirdirler; ama AB’ye girme koşullarında, Türkiye’nin iç ve dış politikasında değişiklikler (Kıbrıs, Kürt sorunu, İsrail’le ilişkiler, yasaların demokratikleştirilmesi) konusunda kimi itirazları vardır.

MC CARTY’CİLİĞE SOYUNANLAR BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ TALEPLERİNİ KARŞI KARŞIYA GETİRİYOR
İkinci cephede yer alanlar için ise, durum biraz karmaşıktır. Bu cephe; hükümet ortağı MHP’den başlayıp, parlamento dışında Doğu Perinçek’in İP’ini, Mümtaz Soysal çevresini, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi kendisine Kemalist diyen çeşitli çevreleri, eski Anayasa Mahkemesi Savcısı Vural Savaş çevresini (şimdi parti kuruyor) kapsıyor. Bu cephenin bileşenlerinin AB’ye girip girmeme konusunda farklı tutumları olsa da; Türkiye’nin dış ve iç politikasında bugünkü statüyü savunmak, statüdeki her değişikliğin ülkeyi böleceğini iddia etmek, aralarındaki cepheyi bu gerici, faşizme yönelen çizgide kurma konusunda tam bir fikir birlikleri vardır. Örneğin, bugüne kadar demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önünde barikat olmuş 159, 312, idam cezası, DGM’ler, Terörle Mücadele Yasası vb. yasalarla, Kıbrıs, Ege, Kürt sorunu vb.ne dair politikaların değiştirilmesi gibi konularda bu partiler ve çevreler birleşmiş bulunmaktadırlar. Bu cephenin asıl niteliği de, buradan çıkmaktadır. Başka bir söyleyişle, bunların AB’ye karşı olmaları, aralarında şimdilik derece farkı görünse de, talidir ve önemli bir kısmı açısından da, gerici tutumlarını gizleme ve bir dış düşmana karşı mücadele edildiğini gösterme amaçlıdır.
Bunlara göre, bu yasalar, “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü koruyan yasalar” olup, “bunların değiştirilmesi ülkeyi böler. AB de bu yasaların değiştirilmesini isteyerek aslında Türkiye’nin bölünmesini, parçalanmasını, Sevr’in ihya edilmesini istiyor.” Bu cephe, bölücülük konusunda öylesine ileri gidiyor ki; bırakalım Türkiye’deki Kürtlerin hakları sorununu, Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasını, Türkiye’ye savaş ilanı saymaya devam edilmesini istiyorlar, çünkü, Irak’lı Kürtlerin bağımsızlık isteğini Türkiye’yi bölecek bir gelişme olarak görmektedirler. Bu güçler, 70–80 bin “Kıbrıslı Türk”ün ayrı devlet kurmasını haklı ve vazgeçilmez bir sorun olarak gündeme getirirken, milyonlarca Kürt’ün Irak’ta devlet kurmasını kabul etmemekte, bunu, haklı ve kabul edilir görmemektedirler. Ve bunlara göre, Türkiye’nin çevresindeki bugünkü statükoyu değiştirmeye yönelik her gelişme, “Türkiye’yi bölecek güçlerin bir oyunu”, “Son bağımsız Türk devletini ortadan kaldıracak yabancı güçlerin planı”dır.
Kuşkusuz ki, burada kendisini “sol”un, “sosyalizmin” bir kolu olarak sayan İP’in ulaştığı tutum ilginçtir ve ibret vericidir. Çünkü bu parti kendisini anti-emperyalist olarak tarif etmekte, emekten, işçi sınıfından söz etmeye devam etmektedir. Ama aynı parti, bugün, demokrasi adına, Türkiye’nin demokrat ilerici, sosyalist güçlerinin tüm demokratikleşme istemine cepheden karşı çıkarak, MHP’nin, örneğin üç yıl önceki çizgisiyle tam uyumlu bir politik tutum takınmaktadır.
Geçmişteki zig-zaglarına bakıldığında, İP yöneticilerinin; MHP’nin, politik yelpazenin ırkçı şoven kanadından “merkeze” doğru kaydığı ve orada bir “boşluk” bıraktığı tespiti üstünden hareket ederek, MHP’nin yüzde 17 oyunu bu tutumuyla aldığı ve bu yere yerleşerek, aynı oyu alabileceği varsayımına oynadığı anlaşılmaktadır.
Kuşkusuz İP geleneğini izleyenler için, bu, şaşırtıcı değildir. Nitekim bu partinin yandaşlarının, Eğitim Sen kongrelerinde, “İstiklal Marşı okutulması” için önerge vererek, eğitimcileri, “İstiklal Marşı okumayan bir kitle” gibi görünmekle “önerge ile istiklal Marşı okutulan bir kitle” olma arasında tercihe zorlayacak kadar, ileri gitmiştir. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, bu parti, ülkede demokrasi isteyen, özgürlük isteyen, Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak yeniden şekillenmesini isteyen herkese, “Avrupa işbirlikçisi” çamuru atarak, kendi gericiliğini saklamanın hesabını yapmaktadır. “Karen Fogg’un mesajları” ile ilgili gelişmelerin McCarty’ciliği kışkırtmak için kullanılması, Türk-İş dışındaki Konfederasyonlara karşı “AB’den para aldılar” kampanyasında kullanılan üslup ve buradan kaldırılan toz duman içinde, Türk-İş’in sınıf işbirlikçisi tutumunu aklamaya yönelme gibi tutumlar, elbette ki, “ilginç” gelişmelerdir.
Genelkurmay’ın, son günlerde yapılan, “AB’ye girmeye karşı değiliz, onurlu girişi destekliyoruz” biçimindeki açıklaması, kuşkusuz ki, yukarıdan beri sözü edilen saflaşmaya yeni bir yön kazandıracak mahiyettedir. Ve bundan sonra, ANAP’tan MHP’ye, ADD’den İP’e kadar, her iki cepheden odakların, “Genelkurmay haklıdır, biz de onurlu girişten yanayız” açıklamaları beklenmelidir. Örneğin AB’ye en çok “karşı çıkan” İP’in bile, bir süre, Genelkurmay’ın bu açıklamasını, “aslında Genelkurmay AB’ye karşı, ama hükümetle ters düşmemek için yaratıcı bir taktik geliştirmişlerdir ve ‘onur’ korunursa, zaten AB’ye girilmez” yorumları yaptıktan sonra; “halk isterse, onurlu giriş olabilir” diye oyalanıp, en sonunda, “Biz de Genelkurmay gibi onurlu girişten yanayız” kervanına katılması asla sürpriz olmayacaktır. Tersine, uzun zamandan beri, Genelkurmay’ın her söylediğini, hatta “söylemediğini” bile, kendisine “kerteriz” almış İP’in, Genelkurmay’a rağmen AB’ye girişe karşı çıkması sürpriz olur ve herhalde düşünülemez.
McCarty’ciliğe heveslenen cephe, kendi haklılığını, demokrasi mücadelesi ile bağımsızlık sorununu birbirinden ayırma kurnazlığına dayandırmaktadır. Ve onlar halka dönüp, “Ya özgürlüklerinizden, onları istemekten vazgeçin ya da Türkiye’nin bağımsız bir ülke olmasından. Çünkü demokratik talepler dediğiniz taleplerden bölücüler, emperyalistler yaralanarak, Türkiye’nin üniter yapısına son verecekler” demektedirler.
İşte bu temel çıkış tezi; anti-emperyalist, Avrupa ve Amerikan emperyalizmin oyunun bozma amaçlı gibi görünse de, gerçekte; ırkçı, şoven; Türkiye’yi komşularıyla sürekli çatışmaya itecek, Türkiye’nin iç bütünlüğünü sağlamak yerine iç kavgaları kışkırtacak, emperyalistlerin Türkiye dış ve iç sorunlarına sürekli müdahalesine imkân sağlayan bir politikanın zeminini oluşturmaktadır.
Özgürlükler ve demokrasi karşısındaki bu anti-emperyalist yaftalı tutum; bırakalım başka şeyleri; ülkenin demokratikleşmesini isteyen demokratlar, ilericiler, emekçilerin demokrasi talebini öne çıkaran ileri kesimleri, Kürt emekçiler, azınlıklar, mezhep ve milliyetlerin gözünde, AB’nin, demokrasiyi ülkeye getirecek güç, ona karşı çıkanların ise, demokrasiye karşı olanlar olarak görünmesine yol açmaktadır. AB’nin, demokrasiden yana olan çevreler içinde, Kürtler arasında vb. itibar kazanmasında, HADEP’in Avrupacı bir çizgiye varmasında kuşkusuz ki; bu ırkçı, şoven, milliyetçi tutum önemli bir rol oynamıştır.
Peki; ABD ve AB’nin Türkiye üstünde ve bölgede emel ve amaçları, Türkiye’yi bu amaçlara alet etme ve hatta bölme planları yok mudur? Elbette ki vardır ve çıkarları gerektirirse, değil bölmek, tarih ve coğrafyadan silmek için harekete geçmekten de çekinmezler. Ama bu amaçlara karşı mücadele, gerici güçler ve en geri eğilimlerle birleşerek değil; demokrasi ve bağımsızlık sorunlarını birbirine karşı çıkarıp birbirinden koparmadan, demokratik ve bağımsız bir Türkiye’yi birbirine karşı getirmeden, tersine bağımsızlık mücadelesiyle demokrasi mücadelesini birleştiren, bölgedeki halkların kaderlerini tayin etmelerine saygı gösteren, komşularına ve toprak bütünlüklerine yönelik planlara alet olmayan bir Türkiye için mücadele öngören anti-emperyalist bir tutumla mümkün olur. Türkiye’nin emekçilerinin politik tutumu da bu olmak zorundadır. Aksine bir tutum, AB’ye karşı çıkma adına, gericiliği, baskı ve soygun düzenini meşrulaştırma; ABD ve İsrail’le stratejik işbirliğini savunan, NATO’nun “savunma konsepti”ni “Türkiye’nin savunma konsepti” olarak algılayan güçlerle birleşmek anlamına gelir. Bugün kimi solcu ve kendilerine Kemalizm’i yakıştıran güçlerin düştüğü durum da budur.

BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ İLE EMEK MÜCADELESİNİN GÜÇLERİ AYNI GÜÇLERDİR
Yukarıdan beri çerçevesi belirlenen tablo, burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarının “Türkiye’yi yeniden yapılandırma girişimlerindeki yönelişleri”ni, dayandıkları argümanları ifade etmektedir. Ama Türkiye’nin özgürlük mücadelesi, ne Yılmazların “Kopenhag Kriterleri”ne ve “AB normları”na sığacak kadar güdük ne de Bahçelilerin “demokrasinin sınırları genişlerse ülke bölünür” paranoyasına teslim olacak kadar dünyadan bihaberdir. Ülkenin demokratikleşmesi ile antiemperyalizmi içselleştiren Türkiye halkının demokrasi ve özgürlük özlemleri temel doğrultuyu vermektedir. 159, 312, Terörle Mücadele Yasası, OH AL Yasası ile halkın can güvenliğini ve devlet ve egemenler karşısındaki haklarını değil, mülk sahibi sınıfların iktidarını koruma amaçlı TCK’nin pek çok maddesinin, Kürt sorununun demokratik ve halkçı bir tarzda çözümünü engelleyen yasa ve Anayasa maddelerinin, Dernekler Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası, işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü önündeki (2821 ve 2822 Sayılı TİS, grev ve sendikalar yasaları) engellere ilişkin yasaların değiştirilmesi de dâhil; Türkiye’nin emekçilerinin, örgütlenme ve haklarını elde etmelerinin önündeki tüm yasaları değiştirmeyi içeren bir demokratikleşme talebi vardır. Ve bu talep, ne 100 yıldan beri her gün bir adım geriye giden, “11 Eylül konsepti”yle de “güvenlik” ve “terörizmle mücadele” adına iğdiş edilen “Batı demokrasisi” normlarına ne de “bölünüp parçalanırız” edebiyatıyla arkasındaki faşizm özlemlerine feda edilemez.
Bugün de başlıca sorun; taleplerin şu ya da bu çerçevede olmasından öte, sermaye güçleri tarafından, “sivil toplumculuk” ve burjuva siyasi partiler tarafından siyaset, dolayısıyla demokrasi mücadelesi dışına itilmiş emekçilerin, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde rol oynayacak bir pozisyona yönelmeleri için hangi taleplerin öne çıkarılacağı sorunudur. .
Kuşkusuz bugün de, işyerlerinde, emekçilerin toplu olarak bulundukları her yerde, işçiler, emekçiler; ülkenin demokratikleşmesini, emperyalizme karşı tutumu, Afganistan’a saldırıyı, Irak’ta bir savaşın kime neye mal olacağını tartışmaktadırlar. Ve dahası, işçi sendikaları, konfederasyonlar ve öteki emek örgütleri; demokrasi ve bağımsızlık üstüne açıklamalar yapıp, şunlar olmalı/bunlar olmamalı gibi pek çok şey de söylemektedirler, Ama bütün bunlar egemen sınıfların ve arkalarındaki güçlerin emekçilere çizdikleri sınırı aşmamaktadır. Tersine, emekçiler en ileri gittikleri noktada bile, bu taleplerden bir demetin adını saymakla sınırlı kalmaktadırlar. Önemli olan, bu tartışmaların, üretim ve hizmet birimlerine, emekçi yığınların doğal mekânlarına ulaşması ve buradan da onların öz talepleri olarak, mücadelenin ileri mevzilerinin talepleri haline gelmesidir.
Günümüz koşullarında bunun olabilmesinin koşulu ise, ifade özgürlüğü gibi bir alandan, bir adım daha atarak, emekçilerin örgütlenme özgürlüklerine genişletilmesi ihtiyacı, acil bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi halde; özgürlükler mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin, sermayenin politika arenasında, AB’ciler ve faşizm özlemcilerinin kıskacında sıkışıp kalması kaçınılmaz olacaktır.
Burada da görev; sınıf partisine ve emekçilerin ileri kesimlerine, mücadeleci sendikalar ile aydın ve demokrat çevrelere düşmektedir.
Burada, hem taleplerin belirlenmesi (burada, en geniş emekçi kesimleri birleştiren acil taleplerin yer alması önemlidir) hem de emekçilerin ileri kesimlerinin birleştirilmesinde mevcut emek örgütlerinin, Emek Platformu’nun mücadeleye çekilmesi elbette ki önemlidir. Ama onların da harekete geçmesi için, bir yandan sınıf partisi ve emekten ve demokrasiden yana odakların işçi ve emekçi tabanında etki sahibi ileri kesimlerinin, etkin bir biçimde çalışmalarının belirleyici olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Bir diğer dikkat çekilecek nokta ise; bugün işyerlerinde sürdürülen, emek güçlerinin IMF saldırısı karşısında birleştirilmesi ve IMF-Dünya Bankası ve arkasındaki güçlerin saldırısının püskürtülmesi mücadelesinin, demokrasi mücadelesiyle, özgürlüklerin savunulmasıyla uyuşmayan bir mücadele olmadığı gerçeğidir. Tersine; hem mevcut saldırıyı püskürtecek güçler hem de ülkenin demokratikleşmesi için harekete geçmesi gereken güçler, aynı güçlerdir ve bu yüzden de, bu iki mücadele, aynı mücadelenin iki yönü olarak ele alındığı ölçüde olup biten çok daha anlamlı olacaktır.

Sınıf mücadelesi ve profesyonel çalışmanın önemi

Sınıf mücadeleleri tarihi, sınıfların, politik mücadelede, kendi politik öncüleri aracılığı ile yer aldıklarına tanıklık eder. Sınıfların, (…) siyasal partiler tarafından yönetildiğini; siyasal partilerin de, genel kural olarak en çok otorite sağlamış olan, en deneyimli ve sorumlu görevlere seçim yoluyla gelen ve lider diye adlandırılan kişilerden meydana gelmiş, oldukça kararlı gruplar tarafından yönetildiğini herkes bilir. (Lenin) Bu tarihi gerçek, işçi sınıfı için, sınıfın durumu, özellikleri, amacı ve öteki zorunlulukları nedeniyle daha da geçerlidir. Sermayeyle mücadelelerinde işçilerin, aralarında kurdukları birliklerden; bu birliklerin en ilerisi ve üst biçimi olan bağımsız, devrimci partilerinden başka hiçbir silahları yoktur. Politik bir örgütü; yani, onu amacına ulaştıracak mücadeleyi örgütleyip yönetecek ve öteki emekçi tabakaları çevresinde toplayacak yeteneğe sahip bağımsız ve devrimci bir partisi olmadan, işçi sınıfı bir hiçtir.
Parti ve örgütü şu iki kısımdan oluşur: a. Genellikle profesyonel devrimciler olan, yani parti işinden başka herhangi bir işle uğraşmayan, yeterli bir düzeyde teorik bilgisi, politik deneyimi, örgütleyici alışkanlığı olan, (…) (rejimin) polisine karşı savaşmakta (…) ustalık kazanmış, sayıca dar, sistemli çalışan bir önder kadroyu içine alan kısım; b. Geniş ölçüde yerel parti örgütleri ağından ve yüz binlerce emekçinin sevgi, destek ve yardımını gören çok sayıda parti üyeleri yığınından oluşan kısım. (Stalin, Bolşevik Parti Tarihi, s. 46)
İster, açık bir İşçi kitle partisi isterse dar bir komünist partisi olsun; ister henüz kurulan küçük isterse eski, nispeten büyük bir parti olsun, işçi sınıfı partisi, her koşulda bu iki kısımdan oluşmalıdır. Muhalefette veya iktidarda, fark etmez; eğer, devrim ve sosyalizm mücadelesinin örgütleyicisi olarak İşçi sınıfının örgütü olacak ve işçiler içinde sosyalist bir çalışma yürütecekse, parti ve örgütü bu iki kısımdan oluşmak zorundadır.
Gerek örgüt içinde, gerekse kitleler arasında yapılan çalışmanın amacı özünde, işçilerin fabrika ve işyerlerinde, parti çizgisi temelinde, parti organları ve örgütlerinde birleşmeleri, birleşmelerini bölgesel-ulusal düzeyde bir birliğe dönüştürmeleri ve bu birliklerini devrimci temel hedefler üzerinde sürekli olarak yenilemeleridir. Yani, parti çalışması, yukarıda partinin ‘ikinci kesimi olarak belirtilen kesiminin (kuşkusuz yerel hareketin örgütlenmesi ve ulusal ölçekte birleştirilmesi aracı olarak) örgütlenmesi ve birleştirilmesi çalışmasıdır, diyebiliriz.
O halde, birinci kısım diye belirtilen kısımın partideki işi nedir? Profesyonel devrimcilerin partideki görevi, örgütün ikinci kesimini, yani fabrika ve işyerlerine dayanan yerel örgütler ağını ve gerekli araçları örgütlemektir. Bu görev, parti ve örgütünü, ideolojik, politik ve örgütsel temellerini hazırlayarak örgütleme ve yönetme görevini kapsar.
Partinin yapısı ve bileşimindeki birinci kesim her zaman öncelikle saldırıya uğrayan parti kesimidir. Bu kesim, bütün kanatlarıyla burjuva sosyalizminin saldırısının merkezleştiği kesim olurken; aynı zamanda polis örgütünün de saldırdığı; yok etmek üzere çok yönlü yöntemler geliştirerek üzerinde denediği kesim olur. Nitekim demokratik merkeziyetçilik temelinde örgütlenmiş profesyonel bir parti çekirdeği/aygıtı olmadan, işçi hareketinin kendiliğindenliği aşması olanaksızdır. Çünkü parti, gerekli profesyonel örgütlenmeye sahip olmadığında; kitleler arasında yapılan çalışma, çok yönlü devrimci bir çalışma düzeyini bulamayacağı gibi; sosyalist bir çalışma olmanın gerektirdiği kapsam ve derinliği de kazanamayacaktır.
Hareketi oluşturma, partiyi örgütleme ve yönetme görevini yerine getirebilmek için şunları akıldan çıkarmamak gerekir: işçilerin partisi açık, dolaysız yığın mücadelesini örgütleyip yönetmenin bir aracıdır. Ve açık, dolaysız yığın mücadelesi ve bu mücadeleyi örgütleyip yönetecek nitelik ve yeteneğe sahip bir örgüt, ancak hareketin, örgütün ve çalışmanın tam merkezleşmesi, yönetim ve denetimde devamlılık ve çalışmanın her bir yönünde uzmanlaşma temelindeki işbölümü aracılığı ile kurulup yönetilebilir.
Oysa bu görev, hiç bir yerde ve özellikle de ülkemizde, amatörce bir çalışmayla; gününün ve enerjisinin en önemli bölümünü kendi özel mesleğine ayırmak zorunda olan partililerle, -ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar- yerine getirilemez.
İşçilerin örgütlerinin karakterini, yapısı ve biçimini ideolojik ve siyasal açıdan olduğu gibi, örgütsel açıdan da sınıf mücadelesinin koşul ve zorunlulukları tayin eder. Lenin, ‘siyasal muhalefetin, protestonun ve öfkenin bütün belirtilerini tek bir genel saldırı içinde (doğaldır ki, gericilik zamanlarında düşman darbelerini ustaca savuşturma ve manevra görevlerini de – YN) birleştirecek bir örgüt(ten), profesyonel devrimcilerden meydana gelen ve bütün halkın siyasa] liderlerinin yönetiminde bulunan bir örgüt’ten (Ne Yapmalı, s. 124) özellikle söz eder. Bu örgüte, Lenin’in de vurguladığı gibi, ancak, bütün örgüte karşı sorumlu; sayısal bakımdan hareketi kucaklayacak yeterlilikte, her şeyi paylaşan, karşılıklı öğrenen, birbirini tamamlayan; aynı zamanda adanmış, kendi içinde kesin bir disiplin uygulayan yetişmiş ve uyumlu bir profesyoneller topluluğu sayesinde ulaşılabilir. Bu örgütü yönetmek ve koşullar gerektirdiğinde yeniden kurmak da, gene adanmış, sorumlu ve disiplin altında çalışan bir profesyonel devrimciler topluluğu sayesinde olanaklı olabilir.
İşçi sınıfının, iktidar mücadelesine girmesinin; daha doğrusu bu yeteneğinin açığa çıkıp gelişmesi ve bağımsız, gerçek bir parti haline gelerek, sınıflar arasındaki mücadelede devrimci bir parti olarak var olmasının bazı zorunlu koşulları vardır. Bunlar yerine getirilmediği takdirde, iktidar mücadelesine girmeleri bir yana, işçilerin herhangi bir parti kurmaları veya az çok istikrarlı olan bağımsız bir birlik yaratmaları dahi olanaksızdır.
İşçilerin bir parti olabilmeleri için ilk olarak, mücadele, teorik, siyasal ve pratik yönleri açısından, uyum, bağlantı (halinde) ve sistematik bir biçimde yürütülmelidir. Hareketin yenilmez gücü, mücadelenin bu tek merkezli saldırı olanağında (Engels’den aktaran, Lenin, Ne Yapmalı, s. 37) ve bütün yönlerden birleştirilmiş bulunmasında yatmaktadır.
İkinci olarak, işçi sınıfının amacına ulaşmasının; program, strateji ve taktiğin bilimi olarak Marksizm-Leninizm’in bir eylem kılavuzu olması gerekir. Bu ileri teori tarafından hazırlanmış olsa da, bir programla yetinilemez. Hareketin yöneltilmesi gereken yönü, güçlerin toplumsal cephedeki mevzilenme planını gösteren ve program direktifleri tarafından yönetilen bir strateji; geniş kitleleri (…) kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarını en güvenilir biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları ve sloganları ve direktifleri (Stalin) belirleyen bir taktik plan da gerekli ve zorunludur. İşçilerin kendiliğinden mücadeleye giren büyük gücüne ve komünistlerin inisiyatif ve enerjisine devasa bir itki kazandırmak (Lenin) ve başarıyı önlenemez kılmak için; programın yanı sıra, Leninizm’den esinlenen bir strateji ve taktiğe de gerek vardır.
Üçüncü olarak, yukarıdaki işleri yerine getirebilmek için; bütün harekete yön verebilecek olan değişmez ve sürekli bir örgüt gerekir. (Lenin, Ne Yapmalı, S. 69) Örgütü kuracak, koşullar değiştikçe onu yenileyecek bir anlayış ve enerjinin, yeterli genişlikte işçi ve aydın devrimci şahsında somutlanması, ihtiyacı karşılayacak bir örgüt için ilk adım ve koşuldur. Bu örgüt, teorik mücadele için yetkin, geniş ve yürekli plan(lar) düşünme ve sınıf mücadelesinin en kritik dönemleri, karşıt sınıfın taktikleri ve uygulamaları açısından deneyimli bir örgüt olmalıdır. Böyle bir örgüt, doğaldır ki; bir yanda, genellikle profesyonel devrimci olan (…) bir önder kadroyu içine alan; öte yanda, yerel parti örgütleri ağından ve (sayısız) emekçiden sevgi ve destek gören çok sayıda parti üyeleri yığınından oluşan kesim olmak üzere iki kesimlidir. Ki böyle bir örgüt, amatörlere dayanılarak değil ancak, kendi profesyonel sanatında deneyim kazanmış profesyonel kişilerden oluşan bir aygıta dayanılarak kurulup yönetilebilir.
İşçilerin, bağımsız bir parti oluşturmaları ve tarih sahnesinde kendi adlarına yer almaları için asgari önkoşullar böyledir. Bu koşullar yerine gelmeden, işçi sınıfı bağımsız bir parti oluşturamaz. Ancak, bunu böyle tespit etmekle yetinilemez; hayati derecede önemli olan bir şey daha var: İşçilerin gerçek bir parti kurabilmeleri ve kurdukları partinin gerçek bir sınıf partisi olarak çalışabilmesi için, Marksizm-Leninizm’in kılavuzluğu; bağlantı ve uyum halinde yürütülen üç mücadele biçiminden diğer ikisini politik mücadeleye bağlayan program, strateji ve taktik tayin edici derecede önemlidir. Ne var ki, eğer teori, program, strateji, taktik vs. ile uyumlu ve bunları hayata geçirecek niteliğe sahip bir örgüt (yani kişiler) yoksa bunlar kâğıt üzerindeki boş sözler olarak kalmaya mahkûmdur. Daha da ötesi; örgütsüzlük veya burada belirtilen görevleri yerine getirme niteliği ve yeteneğinden yoksun bir örgüt, kaçınılmaz olarak teori, program, strateji ve taktiğin bozulması yönünde etkin bir rol oynar ve eğer örgütsel bir önlem alınmazsa sonunda da bozar.
Örgüt ve niteliğinin ne olacağı sorunu işte böylesine önemli bir sorundur. Yukarıda da belirtiliyor: Parti örgütünün yapısı, bileşimi ve biçimi işçilerin amaçlarına, stratejik ve taktik anlayışlarına uygun olmak zorundadır. Ve gene, yukarıda da vurgulandığı gibi; sınıfın partisi, profesyonel bir anlayışla ve devrimciliği meslek edinmiş kişilerden oluşan bir aygıta dayanılarak kurulmalı ve yönetilmelidir. Unutulmamalıdır ki, tarihi rolleri işçi sınıfını iktidarsız pozisyonda tutmak olan revizyonizmin; Menşevizmden Troçkizme, euro-komünizmden sivil toplumcu liberal sosyalizme, bütün ‘sosyalizm’ akımlarının tarihlerinin, on akıllı adama, ‘komite adamları’na (Lenin, profesyonel devrimcilere liberal düşmanları tarafından takılan bir sıfat olarak “Komite adamları”nı ironik bir şekilde kullanıyor.) karşı mücadeleden ibaret bir tarih olması bir rastlantı değildir. Partide, işlevine uygun bir birinci kesim olmadan; yerel örgütlere dal-budak salmış bir profesyoneller topluluğu ve profesyonel devrimci bir mekanizma oluşturmadan, işçi sınıfının programı boş bir laf yığını olarak kalmaya mahkûmdur.
Varsayalım ki, partinin yönetici kesimi, yani birinci kesimi, devrimciliği meslek edinmiş, yeterli teorik, politik formasyona ve örgütleyici deneyime sahip, adanmış kimselerden oluşmamaktadır. Zamanının çoğunu kendi mesleğine adayan, hayata özel işinin dar sınırından bakmaya alışmış, karşı sınıfın manevra ve saldırıları karşısında eğitimsiz, deneyimsiz kimselerle, hareketin tam merkezleşmesi, her yönden örgütlenmesi ve her günkü pratik yönetimi gibi işler nasıl başarılacaktır? Gününün büyük bölümünü mesleğine ayırmak zorunda olduğunda, yönetici kişiler nasıl beceri ve deneyim kazanacaklar, nasıl bir iş disiplini uygulayacaklardır? Bu türden politikacı ve örgütçüler, cesur ve yürekli planları nasıl düşünecekler ve uygulayacaklardır?
Bu sorular çoğaltılabilir. Fakat buna gerek yok. Neresinden, nasıl bakılırsa bakılsın; bütün mücadele (teorik, politik, ekonomik) biçimlerinin uyumlu bir şekilde birleştirilmesi, hareketin ve partinin, sermayenin saldırıları püskürtülerek her yönden örgütlenmesi ve yönetimi işleri, tam bir merkezleşmeyi, kesintisiz bilgiyi, günlük takibi vs. gerektirdiği gibi, uzmanlaşmayı, her alanda ustalaşmayı da gerektirir, itiraf etmek gerekir ki, böylesi bir uzmanlaşmanın bulunmayışı, şu anda bile, devrimci hareketin en ciddi eksiklerinden biri durumundadır.
Bir yandan, yukarıda söz konusu edilen zorunlu parti görevleri; öte yandan bunların gerekli kıldığı merkezleşme ve yönetim zorunlulukları; bunlar, işbölümü (ve kuşkusuz işbirliği) halinde çalışan profesyonel ve her biri çalışmanın değişik bir yönünde uzmanlaşmış, ustalaşmış kişilerden oluşan merkezi bir aygıtı zorunlu kılarlar.
Parti işinin, profesyonel bir iş olduğunu söyledik. Bu, yerel ve temel örgütler ağında örgütlenmiş olan ve gündelik çalışma yürüten işçi örgütlerinin ve çalışmalarının küçümsenmesi anlamına gelmez. Partinin profesyonel kesimi; uzmanlaşmış profesyonel devrimciler aygıtı, esasta, bu örgütlerin çalışmasının profesyonelce bir derinliğe kavuşturulması ve birleştirilmesi için gereklidir. Öte yandan, partinin profesyonel kesimi, parti yerel ve temel örgütlerinin çalışmasının gerçek bir parti çalışması düzeyine ulaşması bakımından gerekli olduğu gibi; onlardan bağımsız da değildir, onlara dayanır; bu örgütlerden beslenmesinin yanı sıra, onlar tarafından seçilir, onaylanır ve denetlenir.
Sınıf mücadelelerinin bir gerçeği var: Yığının ortalama ötesi olan işçiler, grevlerde ve polisle ve askeri birliklerle yapılan sokak çatışmalarında insanüstü bir enerji ve özveri gösterebilirler ve tüm hareketimizin sonucunu belirleyebilirler (ve belirleyecek olanlar yalnızca onlardır); ama siyasal polise karşı (bu, geniş anlamıyla sermaye ve devlet olarak düşünülmelidir – YN) mücadele özel nitelikler gerektirir, profesyonel devrimciler gerektirir. (Lenin, Ne Yapmalı, s. 137) Lenin’in yüzyılın başındaki bu sözleri, sermayenin aldatıcı olanakları ve mücadele koşullarının çok daha karmaşıklaştığı bugünkü dönemde, açıktır ki, gerçeği daha çarpıcı bir şekilde dile getirmekte ve daha büyük bir önem taşımaktadır.
Yığınların kendiliğinden kabarışı ne kadar büyük ve hareket ne kadar yaygın olursa, partinin teorik, siyasal ve örgütsel çalışması için daha yüksek bir bilinç göstermesi gereği de o ölçüde artar. (Lenin) Hareketteki her gelişme, bizden o ölçüde artan bir yetenek talep eder. Böyle bir talep artışı karşısında, günün 10–12 saatini çalışarak geçiren bir işçinin karşı karşıya kalacağı çaresizliği, çözümsüzlüğü; bunun harekete ve o işçiye vereceği zararı herhalde hiçbirimiz düşünmek istemeyiz. Elbette, böyle bir durumda esas olarak, mesleğine karşı sorumluluk hisseden parti sorumlusu bir memurun veya özel işine bağlı bir parti yöneticisinin içine düşeceği zavallı oportünizmi de.
İşçi sınıfının partisi, amatörce ve amatörlere dayanan bir çalışma ile ileriye doğru tek bir adım bile atamaz. Daha da ötesi parti, kendilerini, herhangi bir şekilde profesyonel ilan edenler ve kendiliğinden böyle sayılanların yürüttüğü profesyonel çalışmayla da bir yere varamaz.
Böyle bir profesyonellik ve çalışmaya mahkûm duruma düşmek veya boyun eğmek zorunda kalmak, ancak bir cinayet olabilir. Sınıf mücadelesinin talep ettiği şeyi anlamak için kâhin olmak gerekmez; tarihe ve politik yaşamda bugün olup bitene şöyle bir bakmak yeter. Uzman yazarlar ve muhabirler kadrosuna ve profesyonel gazetecilere ve parlamenterlere duyulan ihtiyaç (Lenin), bir süre olsun görmezden gelinebilir mi? Peki, değişik görevler üstlenecek profesyonel ajitatör, propagandacı ve örgütçülere (Lenin) duyulan ihtiyaç yadsınabilir mi?
Bunları görmezden gelmek veya yadsımak, hareketin ve çalışmanın bütün yönlerden gelişmesi ve merkezileşmesinin koşulu olan uzmanlaşma ve işbölümü temelinde çalışmayı da görmezden gelmek, yadsımak demektir. Eğer parti örgütü, harekete yön verecek olan sürekli bir örgüt olacak; işçiler bu örgütte birleşecek ve mücadele edeceklerse, bunların görülmemesi ve yadsınması bir gafletten başka bir şey olamaz.
Bunları görmemek veya yadsımak bir yana, parti, yığınların sadece somut istemler öne sürmesini değil; işçi yığınlarının, giderek artan sayıda profesyonel devrimciler öne sürmesini sağlama (Lenin) tutumunda olmalıdır. Çünkü kendilerini özel olarak ve tamamen sosyal demokrat (proleter ve komünist – YN) eyleme adayan ve sabırla, inatla profesyonel devrimci eğitimlerini yapan adamlar (Lenin, Ne Yapmalı, s. 137, 156) olmadan, bütün harekete yön verebilecek olan sürekli bir örgüt kurmak olanaksızdır.
Sermayeye karşı başarı ile mücadele bilgi ve deneyime dayanan yetenekler gerektirir. Yığınları, gerçek, kararlı ve son devrimci savaşıma çekecek olan özgün yolu ya da olayların seyrindeki özel dönüşleri arayabilmek ve doğru bir biçimde saptayabilmek, sermaye karşısında bir parti olarak varolabilmek ve mücadele edebilmek için en öndeki iş, işte budur ve bu, amatör devrimcilikle başarılacak bir iş değildir; parti işinden başka şeyle uğraşmayan bir profesyonel çekirdek, sadece bu nedenle bile, zorunludur.
Bu zorunluluk hiçbir şekilde yadsınamaz. Ama profesyonel devrimciler aygıtı, sorumluluk ve disiplin temelinde merkezileşmiş bir örgüt anlayış ve pratiği, yüz yıldan bu yana hep saldırı altındadır. Suçlayıcıların gerekçeleri ise hep aynı; yönetimin diktatörlük heveslisi kişilere verilmesi ve demokrasinin ortadan kaldırılması gibi teraneler… Ya işçilerin bu teraneler karşısındaki tutumları? İşçiler, kitlelerden kopan her işçi örgütünün, bürokratikleşme eğilimi göstereceği gibi, bağrında bürokrat ve kötü niyetli kişileri de besleyeceğini elbette bilirler. Fakat işçiler, bu teraneleri her yeni durumda bir kenara itmeyi olduğu gibi; kendilerine gerekli örgütün, bir burjuvanın kendini tatmin kulübü değil, bir mücadele ve savaş örgütü olduğunu da bilirler. Onlar, profesyonel devrimci aygıt ve disiplin temelinde merkezleşmiş örgütün en temel özelliğinin; kitlelerle kopmazcasına bağlanmak ve bu bağı en az kendi merkezileşmesi oranında güçlendirmek, derinleştirmek olduğunu, akıllarından asla çıkarmamaları gerektiğini de bilirler.
İşçilerin, örgütlerinde demokrasisizlik diye bir dertleri olamaz. Zira devrimci parti, öyle başıboş, denetimsiz çalışan bir parti değildir. İşçi örgütünün kitleler karşısındaki durumu ve amacı; kitlelerin çıkar ve kurtuluşuna adanmış devrimci çalışma, parti ve çevrelerinde yoldaşlık görevlerine aykırı davranışları amansız bir şekilde cezalandıran öyle bir kamuoyu yaratır ki, bireyci oyuncak demokratçılığın sağlayacağı hiçbir denetimci olanak, bu kamuoyunun denetlediği yoldaşlık anlayışının (oyuncak demokratçılık değil, gerçek demokratlık, bu yoldaşlık anlayışının temel unsurlarından biridir) sağlayacağı demokratik denetimle asla boy ölçüşemez. (Lenin, Ne Yapmalı, s. 172–173) Kaldı ki, açık hareket geliştikçe artan açıklık, gittikçe gelişen seçim ilkesi ve öteki demokratik mekanizmalar, partide işçi kitlesinin ve öncü işçilerin iradesinin hâkim olması, örgütün kitlelere sistematik olarak yakınlaştırılması ve her nasılsa çıkan, çıkacak olan kötü niyetli ve düşmüş kişilerin ayıklanması bakımından temel birer silah olarak eldedirler.
Profesyonel kadrolara dayanma, çoğunluğu profesyonel kadrolardan meydana gelmiş merkezi bir aygıt oluşturma, sorumluluk ve disiplin vs. Bunlar, örgütteki demokrasinin önünde bir engel değildir; tam aksine, işçilerin sınıf mücadelesinin, amaçlarına ulaşmaları ve iradelerini gerçekleştirmeleri ile birlikte; demokrasinin örgütte gelişmesi ve aynı zamanda, sermaye ve piyasa solunun dışa vurumu olarak ortaya çıkan ve daha ilk çatışmada uzlaşmaya hazır olan bireyci öğelerin saflardan sürekli ayıklanmasının güvenceleridir. Partiyi bu güvencelerden mahrum bırakmak, sınıfı sermaye karşısında silahsızlandırmakla ve partiye de sınıfa da açıktan ihanet etmekle aynı şey demektir.
Devrimci işçi, bütün öteki şeylerin yanı sıra şunları da bilir: Partinin profesyonel kesimi onun öncü, örgütleyici kesimidir; olağan olarak yürüttüğü işler, profesyonelce yapılması gereken hayati derecede önemli, yönetici, örgütleyici işlerdir. Ve aynı şekilde; ihtiyaç içindeki veya şu ya da bu nedenle müşküle düşmüş durumdaki örgütlerin yardımına koşma ve hareketin yenilgisi veya ezilmesi halinde örgütü en ağır koşullarda yeniden kurma vs. gibi görevler de, ancak, bu genellikle profesyonel kesimin yeterli derecede gelişmesi ve sürekli yenilenmesi sayesinde başarılabilir.
Öte yandan, partinin sınıf karakteri için, profesyonel işçi devrimcilerin varlığı ve bunların profesyonel topluluk içinde giderek çoğunluk oluşturması önemlidir, işçilerin, profesyonelce çalışmayı öğrenmeleri, aralarından profesyonel devrimciler çıkarmaları ve profesyonellerden oluşan bir parti kesimi oluşturmaları sermayenin en fazla çekindiği şeydir. Böyle bir gelişme, kuşkusuz, varoluş koşulunu işçilerin uyuşukluğu ve girişkenlik zayıflığında bulan tasfiyeci liberal akımı ve öteki piyasa akımlarını da ürkütür. Zira bu, işçilerin kaderlerini ellerine almaları, sınıfın enerji ve yeteneklerinin açığa çıkması ve maddi bir güce dönüşmesinin örgütsel temelini sökülemez kılan en hayati adımdır, işçi sınıfının, sınıf mücadelelerinde kendi adına yer alması ve amacına ulaşması; ileri güçlerini biriktirmesi, bilinçli güçler olarak örgütlemesi ve mücadelenin her önemli dönemecinde bir sonraki döneme devretmeyi başarmasıyla doğrudan bağlıdır. Dolayısıyla da, bir sınıf partisinin hedefi, herhangi bir şekilde profesyonel devrimci yetiştirmek olamaz; o, işçiler arasından yeterli sayıda profesyonel işçi devrimcinin yetişmesine ve bunların, partinin yönetimini her kademede üstlenmelerine özel önem verir. Kökeni ne olursa olsun, parti işlerinden başka herhangi bir işle uğraşmayan ve sistemli çalışan bir önder kadronun, ihtiyaca uygun gelişmesi ve merkezileşmesi ise, başta zorunlu ama geçici bir gereklilik ve hedefe ulaşmada kaçınılamaz bir geçiş koşuludur.
Açıktır ki, giderek gelişen bir profesyoneller aygıtına ve bu aygıtı sürekli olarak işçiler arasında geliştirme politikasına sahip olmadan, gerçekten devrimci bir parti çalışması yürütülemez. Eğer böyle olmasaydı, tek tek işyerlerindeki işçiler, ülke çapındaki bütünün bir parçası olarak birleştirilip örgütlenemeyeceği gibi; sınıfın, sınıflar arası mücadeleye kendi politik temsilcileri aracılığı ile bağımsız bir parti olarak girmesi ve mücadelesine gerçek bir sınıf mücadelesi (politik mücadele) karakteri kazandırması olanaksız olurdu.

HER CEPHEDE YENİDEN İNŞA VE PROFESYONEL PARTİ ÇALIŞMASI
Ülkemizde de, işçi sınıfının devrimci hareketinin, çalışmasını giderek geliştiren ve işçiler arasındaki mevzilerini güçlendiren bir durumda olduğu görülmektedir. Söylenebilir ki, devrimci hareket, böylesi bir ‘gelişme’ durumu açısından, ‘özel’ bir konumdadır. “Sınıf hareketi”, “sosyalizm” gibi iddialara sahip ‘solcu’ gruplar, daralma, tasfiye gibi sorunlarla savrulurken, devrimci hareketin işçiler arasındaki mevzilerini nispeten de olsa güçlendirmesinin bir nedeni elbette vardır. Ve öteki (siyasal, ideolojik alandaki) nedenleri bir yana bırakarak söylersek; bunun esas olarak, profesyonel bir aygıta dayanarak, yani partinin birinci kesimini, genellikle profesyonel devrimcilerden oluşan bir aygıt olarak örgütleyerek çalışmaktan kaynaklandığının altını çizmemiz gerekmektedir.
Çalışmanın profesyonel bir temele oturtulması ve genellikle profesyonel devrimcilerden oluşan bir aygıt elinde merkezileştirilmesi politikası, devrimci hareketin temel politikalarından biridir. İşçi sınıfı partisi, parti çalışmasını, hep profesyonelce yapılan bir çalışma olarak ele almış; örgütlerini ve çalışmasını, hep profesyonel çekirdeklere ve aygıtlara dayanarak örgütleyen ve yöneten bir parti olmuştur. Ama bütün bu profesyonel olarak çalışma çabasına karşın, harekete zarar veren zaaf ve eksikler de yaşanmıştır ve halen yaşanmaktadır da. Örneğin, büyüme ve çalışma, hareketin olanak verdiği düzeyi henüz bulabilmiş değildir ve halen hareketin ve işçilerin talep ettiklerinin ciddi oranda gerisinde seyretmektedir.
Olanaklar ölçüsünde büyüyememe ve çalışmanın ihtiyacın gerisinde kalması nasıl açıklanabilir? Örgütlerin büyüme ve çalışmasındaki bu gerilik, Lenin’in yüzyılın başında Rusya’daki örgütlenme ve çalışma için söylediği gibi, hareketin kendiliğinden temelinin genişliğine kıyasla devrimci çalışmanın kapsamı(nın) dar kalmasında yatmaktadır. Geniş kendiliğinden temelin, kapsamı dar kalan devrimci çalışmayı etkisi altına alması ve ona kendi kendiliğinden özelliklerini kabul ettirmesi… Çalışmadaki kesintililik, sebatsızlık, ilkellik, dar deneycilik, beceriksizlik vs. biçimindeki kendiliğindenci zaafların olduğu gibi; sınıf içindeki bilinçli işçi kümeleri ve örgütlenmenin olabilir oranda gelişememesinin nedenlerinin de burada yattığı söylenebilinir.
Hal böyle olunca, hareketin uyandırdığı ileri işçi kitlesi, tasfiye ve tahribata uğramasının yanı sıra; örgütlü işçiler gereken oranda birikmediğinden, hareketteki kendiliğindenlik de fazlaca geriletilememektedir.
Profesyonel çalışmaya ve profesyonellerden oluşan merkezi bir aygıta dayanmaya gereken önemin verilmemesi değil; tam aksine, profesyonel olarak yürütülen çalışmanın içeriğinin amatörce zayıflıklar taşıması ve genellikle profesyonellerden oluşan yöneticiler topluluğunu geliştirme, güçlendirme ve yenilemedeki çizgi ve tutumun bu zayıflıkların etki alanına girmesi: Sorun işte buradadır.
Demek ki, her ne kadar profesyonel çekirdeklere ve bunlardan oluşan merkezi bir aygıta dayanarak çalışılsa da; bugünkü sorun yine de, çalışmanın kapsamı ve örgütlerin büyümesinin amatörce zaaf ve hatalar nedeniyle geri kalması; yani profesyonel çalışmanın içeriğinin çok yönlü geliştirilmesi, profesyonelce bir derinlik, olgunluk ve kesintisizlik vs. kazandırılması sorunudur.
Biçimde profesyonellik, ama içerikte amatörce zayıflık… Buradan doğan zaaflar, sadece, kitleler içindeki çalışmadaki zaaflar olarak kalmazlar; aksine, dönüp, profesyonel çalışma ve profesyoneller aygıtına dayanma tutumunu da baltalarlar. Nitekim böyle de olmaktadır;
Hareketin, öncekinden daha geniş olduğu tartışılamaz olan bir temel üzerinde yeni bir döneme adım atmakta olduğu bugünkü koşullarda; çalışmanın kapsamının dar kalması ve devrimci hareketin büyümesinin hareketin talep ettiğinin gerisinde seyretmesi, elbette kabul edilemez.

***
İlk olarak, partinin genellikle profesyonel devrimcilerden oluşan birinci kesimi, hareketin ve örgütün gündemine ve olaylara giderek daha derinden hâkim olacağı bir pozisyonu tutmak için özel bir tutuma sahip olmalı; örgütlenmesini, tam profesyonel çalışacağı ve her şeyin tam olarak merkezileşeceği bir anlayış ve biçim içinde sürekli güçlendirmelidir. Hareketin her dönemecinde yenilenen kadro politikasının merkezini oluşturan profesyonel kadro anlayışı ve profesyoneller aygıtını, hiçbir bürokratik ve demokratçı baskı altında kalmadan yenileme ve inşa politikası hayati bir gerekliliktir.
İkinci olarak, profesyonel kadroların ve genel olarak kadroların yetiştirilmesindeki belirsizlikler ortadan kaldırılmalıdır. Önemli olan, merkezini kadro (ve profesyonel kadro) yetiştirme hedefinin oluşturduğu işçilerin parti örgütü olarak örgütlenmesi görevleri ihmal edilmemelidir. Çoğu kişinin sandığının aksine, profesyonel devrimci eğitimlerini yapan kadrolara sahip olma sorunu; hareketin gelişmeye açık öğelerini, her günkü çalışmada giderek daha ileriden görevlendirme ve sınıf mücadelelerinin tarihi ve güncel, uluslararası ve ulusal çaptaki tecrübesini ve hareketin birikimini öz deneyim yoluyla edinmelerini sağlamadan başka bir şey değildir. Yetiştirme ve eğitimin temelinin, sorumluluk ve iş olduğu; öğrenme, kendini yetiştirme isteği, yeteneği ve azminin temelinde, bağlanılan sınıfın kurtuluşuna adanmış emek ve işe duyulan sorumluluğun yattığı asla unutulmamalıdır.
Üçüncü olarak, gerek örgütün her günkü mücadelenin talep ettiği çalışmayı yapma yeteneği göstermesi, gerekse kadroların yetişmesine uygun ortamın doğması bakımından partideki demokratik merkeziyetçilik ve disiplin ilkesinin yeniden ayakları üzerine dikilmesi özel önem taşımaktadır. Yani, merkezkaç ve demokratçı anlayış ve alışkanlıkları püskürtmek; merkeziyetçiliği, iş disiplinini ve demokrasiyi olabildiğince etkili hale getirmek için, bu eğilimler karşısında gerilemeyen; kişilerin parti içindeki konumlarını, öteki bütün ölçülerden kurtararak, parti için yapılan iş, parti ilkesi ve parti ahlâkı ile bağlayan profesyonelce bir çizgi ve tutum zorunludur. Demokratik merkeziyetçilik ve disiplin üzerinde oluşmuş, bu noktadan derinleşen; kitlelerle bağlarını canlı tutan devrimci bir örgüt yaşamı olmadığında, fazlaca bir şeyin yapılamayacağı anlaşılamaz değildir.
Dördüncü olarak, yukarıdaki üç maddede belirtilen görevlerin başarılmasında, kolektif tecrübenin ve somut güncel deneyimin oynayacağı rolün anlaşılması gerekir. İşçi hareketi ve genel olarak örgüt olduğu gibi; yönetici organlar ve kadrolar da, hareketin tarihi tecrübelerini, örgütün kolektif deneyimini ve öncü işçilerin çalışmalarının verilerini özümseyerek ve öz deneyim yoluyla mal ederek gelişir, ilerlerler.
Devrimci hareketin tecrübeleri ve işçilerin güncel deneyimleri az değildir; bu birikim ve deneyimlerin, gündeme hâkimiyet, örgütleme ve yönetim alanında ve genç kuşağın piyasa etkisini yıkarak yetişmesinde, dayanılan en temel dinamikler olarak değerlendirilebilmesi büyük önem taşımaktadır.

İŞÇİLER ARASINDA ÖRGÜTLENME, ÇALIŞMANIN ARAÇ VE OLANAKLARI
Sınıf dışı sosyalist örgütlenme anlayışı, işçi ve emekçi kitlelerin ve çıkarlarının örgütün çıkarları için istismar edilmesine, kullanılmasına dayanır. Bu türden sınıf dışı örgütlerin, söz gelimi bir fabrikada işçilerin uyanması, hareketini ve örgütünü yönetmek üzere örgütlenmesi diye bir sorunları yoktur. Bu örgütler, kitlelerin dışında mevzilenen örgütlerdir; bunların işyerleri ile ilişkilerini, bir kaç gerekli kişinin kazanılması ve kendi örgüt işlerine koşulması amacı belirler.
Bir işçi partisi, kuşkusuz böyle hareket edemez. O’nun, işçilerin çıkarlarından ayrı çıkarları yoktur; bu nedenle de, işçinin aydınlanması, örgütlenmesi ve örgütünü girişkenlikle yönetmesine dayanır. Bunun içindir ki parti örgütü, kitlelerin dışında; dışardan seslenen değil, kitleler arasında mevzilenen, çalışan bir örgüttür; parti, işçileri kendine uydurmaya çalışmaz; kendini işçilerin durumuna uydurarak örgütlenir.
Farklı nitelikteki bu iki örgüt türünden ilkinin; yani sınıf dışı sosyalist örgütün, isçi hareketinin politik harekete genişlemesi diye bir sorunu yoktur; o, işçilerin uyuşukluğundan yana, sendikalist (sendikalarda mevzi kazanma, buraları örgütünün yedeği yapma vs.) ve kendiliğindenci bir örgüttür. Dolayısıyla da, sistematik bir işyeri çalışması ve örgütlenmesi yapma yeteneği gösteremez.
İkincisine, yani sınıfın sosyalist örgütüne gelince; onun ilk amacı, işçiler arasından bir kaç kişiyi çekip kendinin kılmak değil; işçilerin, fabrikalarda kendi öncü çekirdeklerini örgütlemeleri; onlar etrafında bölünmeden birleşmeleri ve hareketlerini politik harekete genişletmelerine yardımdır. İşçilerin, fabrikalarda politik örgüt haline gelmeleri, sendikaları ve öteki örgütleri kurup yönetmeleri ilk amaç olduğu içindir ki, işçilerin partisinin, fabrika ve işyeri çalışması ve örgütlenmesini temel çalışma ve örgütlenme biçimi olarak ele alması ve uygulaması son derece doğaldır ve sınıfsal ideolojik bir zorunluluktur.
Örgüt sorunlarında, sorunların profesyonelce üstesinden gelinişinin kendini göstereceği ilk alan, işyeri çalışmasındaki dışardanlık durumunu değiştirme; yanı sıra mevcut örgütlenme çizgisini, örgütün yapısının orijinalitesini, işçileri çekmedeki özgün özelliklerini anlama ve sınıf temeline oturtma görevinin üstesinden gelme alanıdır.
Belli başlı fabrika sorumlularının profesyonel olarak çalışmaları; bunların, bir iki eski taraftara kapanmamaları, her fabrikada doğal olarak ve kendiliğinden bir şekilde oluşmuş olan ileri işçi kümeleri (bunlar, hareket patladığında onu yöneten işçi kümeleridir ve her fabrikada ve işyerinde oraları çekip çevirecek genişlikte böylesi işçi kümelenmeleri vardır) arasına girmeleri; bu işçi kümelerinin (her günkü mücadele içinde) giderek bir parti yaşamı oluşturmaları, parti grupları haline gelmeleri ve kendi parti komitelerini kurmaları: Bir işyerini örgütlemek üzere görev alan kişiler ve sorumlu yöneticilerin yapacakları ilk iş, burada söylenenleri gerçekleştirmek (işlerinde işçilere yardım etmek) üzere anlayış ve mevzilerini yenilemek, profesyonelce ve adanmış bir tutumla işe sarılmaktır.
Örgütler, kuşkusuz her zaman işçiler arasında kurulmalı ve çalışmalıdır. Bunun yanı sıra, işçilerin politik örgütünün bugünkü özgünlüğü şudur ki; onun örgütleri, ben sınıfımın partisindenim diyen her işçiyi kucaklar; bu işçilerin o anda neyi ne kadar yapabileceklerine bakmaksızın onları örgütüne katar. Çünkü bu örgüt, görevlilerini ve militanlarını, işçilerin gruplar (işaret edilen doğal gruplaşmadan başlayarak) halinde örgütlenmeleri, her birinin parti karşısında sorumlu oldukları bir işe sahip olmaları, üyelik görevlerini öğrenmeleri ve yerine getirmeleri gibi işlerin sorumluluğunu üstlenmek ve gereklerini anlayışla, sabırla, ısrarla ve yetenekle yerine getirmekle yükümlendiren bir örgüttür.
Eğer parti ve görevli militanları, örgütü işçi hareketinin ve ileri işçilerin gelişme diyalektiği ve dinamizmine bağlama kararında iseler; eğer sorunlara amatör bir küçük burjuvanın sınıf dişiliği, ufuksuzluğu ve darlığı ile değil de, davasına gerçekten inanan bir profesyonelin geniş görüş açısı ve azmi ile yaklaşırlarsa, ilgili işyerlerinde bugünkü koşullarda, ortaya gerçek bir işçi örgütünün çıkmasının önünde hiçbir engel duramaz.
Fabrikalardaki ileri işçi çevrelerine, kendi biçimlerimizi dayatma değil, onların gruplaşmalarının (bir tür örgüt) kendi gelişim seyrine hızlandırıcı katkıda bulunmamız; temasa geçtiğimiz ve yeni katılan işçilerden, işlerimizi üstlenmelerini ve adanmışların disiplinini isteyerek değil, bağlı bulundukları işçilerce ve toplumca somut sayılan sorunlarla ilgili işler ve uyanışa giren işçinin göstereceği disiplinle başlamamız; aralarına girmemiz ve her işçi kümesi ve işçinin, sınıfının gerçek temsilcisi olacağı pozisyona doğru ilerlemesini temin edecek sorumlulukları girişkenlikle üstlenmemiz zorunludur. Çalışmanın yenilenmesi, örgütün sınıf temeline oturması, kitleselleşmesi ve sınıf bileşiminin sıçrama yapmasının olanağı burada olduğu gibi; parti yaşamının, sınıfın yaşamına bağlanarak derinleşmesi ve istikrar içinde gelişmesinin olanağı da buradadır.
İşyeri örgüt çalışmasında, profesyonel yeteneğin kendini göstereceği ikinci alan ise, çalışma ve örgütleme olanak ve araçlarının verimlilikle kullanılması, çalışmanın kapsamlı ve kesintisiz gelişmesinin sağlanması ve güvenceye alınması alanıdır.
Olanak ve araçlar, işlevlerine uygun olarak, devrimci, aynı zamanda verimli bir şekilde değerlendirilmediği takdirde, işçiler arasında örgütlenme ile ilgili çalışmanın yüzeyselleşmesi, biçimselleşmesi ve kişiselleşmesi (apolitik ilişki) kaçınılamazdır.
Sözgelimi, işçi basınının, yazarak, dağıtarak, okunmasını temin ederek işçilerin yaşamına sokulamıyorsa, işçilerin arasına ve yaşamlarına hareketin kendisi nasıl girecektir? Gene aynı şekilde kültür, sanat ve bilimin olanaklarını ve kültür, sanat ve bilim emekçilerinin uzmanlıklarını, bilgi ve görgülerini, işçilerin uyanışı, yaşamlarının aydınlanması, örgütlenmesi ve sermayeye karşı eğitimi ve silahlanmalarında ne kadar değerlendiriyoruz?
Fabrika ve birim çalışması ve hareketin araç ve olanaklarının değerlendirilmesi söz konusu olduğunda, şu da hayati derecede önemlidir: Parti merkezi, hareketin dönüşleri ile ilgili tespitler yaptığında veya olaylar özgün değişiklikler gösterdiğinde, birimlerin işyeri çalışmaları ve çalışmanın araçlarının kullanışlarında neler nasıl değişiklikler göstermektedir? Örneğin, hangi durumlarda bildirilerin, ne türden gelişmelerde broşürlerin daha ağırlık kazanması veya sloganların, basın organlarının, sendikal, siyasal, eğitsel vs. çalışmaların içerik ve biçimlerinde hangi durumda hangi yönde değişiklikler olması gerektiği üzerine hissedilir bir tutum ve anlayış oluşmuş mudur? Hareketin açtığı olanaklar ve örgütlediği araçlar, işlevine uygun bir şekilde ve profesyonelce bir yetenekle kullanılamadığında; çalışmanın dışarıdan kalması, ilkelleşmesi, kesintiye uğraması ve tecrit olması doğal olur.
Olanaklar, araçlar ve sorunlar es geçildiğinde veya gereği gibi ele alınmadığında, gerçek bir işyeri ve birim çalışması olanaksız, aynı zamanda da anlamsızdır. Hareketin gerilediği koşullarda, çoğu yerdeki çalışmanın kesintiye uğraması bir rastlantı değildir.
Açıktır, fabrika ve işyeri çalışması ve örgütlenmesi, işçinin uyanışı, örgütlenmesi ve kaderini kendi eline almasının temel çalışma ve örgütlenme alanıdır ve bu alandaki çalışma ve örgütlenmenin yeri, başka herhangi bir çalışma ile asla doldurulamaz.

BİR KEZ DAHA PROFESYONEL ÇALIŞMA
Profesyonel olarak çalışmanın ve genellikle profesyonellerden oluşan birinci kesimin örgütte varlığının en önemli iki nedeninden bir diğeri de, örgütün ve yürüttüğü çalışmanın bütün yönlerden (teorik, siyasal, ekonomik ve ideolojik ve örgütsel yönlerden) ve uyumlu bir şekilde gelişmesi, birleşmesi ve merkezileşmesi görevidir.
Daha önce de belirtildi, İşçi sınıfının tarih sahnesine bağımsız olarak çıkması ve kendi adına mücadele etmesi, mücadelenin; onu örgütleyen ve yöneten örgütün ve çalışmasının merkezileşmesini zorunlu kılar. Bu zorunluluk her şeyden önce, çalışmayı ve örgütü (hareketi örgütleme ve yönetmenin biçimi ve aracı olarak) örgütleyip yöneten parti birinci kesiminin tam olarak merkezileşmiş bir aygıt olma zorunluluğu demektir.
Genellikle profesyonellerden oluşan merkezi bir aygıt ve bütün işlerin bu aygıt elinde merkezileşmesi denilince, bundan çıkan kuşkusuz, yönetim mekanizmasının örgütün üzerinde bir kabuk oluşturması değildir. Yani genellikle profesyonel olan yöneticiler topluluğunun, daha geriden gelen İşçi kitleleri ile bağlı bulunan parti temel ve yerel örgütleri içinde; bu örgütler ve partili partisiz işçiler arasında (yerel örgütler ve büyük işyeri ve fabrika görevleri ve öteki özel alan sorumlulukları yoluyla da) dal-budak salmış bulunan devrimci bir omurga oluşturması gerekmektedir. Parti yönetici aygıtının, işlerin merkezileşmesi ve yetenekle yürütülmesinde bir güvence de olan mevzilenmesi, işte ancak böyle olabilir ve bu, işçilerin ve halkın nabzını tutmak için olduğu gibi; ilk bölümlerde söz ettiğimiz sorumluluk ve disiplinin ve parti iş ve ahlâkına bağlanmış bir demokrasinin güvenceye kavuşması ve demokratik mekanizmaların işlemesi için de bir önkoşuldur.
İşçiler ve halk arasındaki çalışmanın içeriğinin, hareketin dönüşlerine, özgün yönlerine ve sonraki gelişmesinin ihtiyaçlarına vs. uygun olarak gelişmesini temin etmek; çalışmanın araçlarının, işçi sınıfı ve halkın yaşamına girebilecek, mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir çizgide yürümesi ve kullanılmasını sürekli geliştirmek; örgütlerin ve her günkü çalışmada kullandıkları araçların, parti politikalarına ve işçilerin yaşamı ve eylemine her gün yeniden ve daha ileriden bağlanmasını kesintisiz olarak sağlamak vs.
Parti iç yaşamını, sorumluluk ve disiplin temelinde sürekli sağlamlaştırmak; örgütteki ortamı, kadroların teorik formasyon, politik deneyim ve örgütleme alışkanlıkları kazanmaları için sürekli yenilemek; öteki akımların etkilerine ve sınıf dışı liberal-bürokratik anlayış ve eylemlere karşı uyanıklığı her yönden artırmak; örgütün deneyimlerinden öğrenmeye ve işçilerden öğrenmeye ilgiyi sürekli canlandırmak, güçlendirmek vs.
Bütün bu görevler ve bunların yanına ilave edilebilecek daha başka görevler, yerel örgütlerin çalışmalarının güçlenmesinin; çalışmanın ve örgütün (hareketi geliştirme ve birleştirmenin aracı ve biçimi olarak) tek bir çizgi üzerinde yerel ve ulusal ölçekte merkezileşmesinin görevleridir.
Bunlar, profesyonel olarak çalışmayı (nedenleri ilk bölümlerde açıklanmıştır) zorunlu kıldıkları gibi; genellikle profesyonel devrimcilerden oluşan parti yöneticileri kesiminin, rasgele bir şekilde veya bir kabuk olarak değil; başında merkez organın bulunduğu devrimci, bükülmez bir omurga olarak örgütlenmesini ve sıkı bir şekilde merkezileşmesini de zorunlu kılarlar.
Bu olmadığında, işyeri ve birim çalışmasının ilerlemesi, örgütlerin gelişmesi ve tek bir çizgi üzerinde birleşmesi olanaksız olacağı gibi; yığınların hareketinin tek bir hedef üzerinde ve politik talepler çevresinde merkezileşmesi de olanaksız olacaktır.
Açıktır, yukarıdaki görevler ancak, profesyonellerden oluşan bir aygıta dayanılarak yerine getirilebilir ve bunların gereklerini üstlenecek devrimci bir örgüte de ancak bu sayede ulaşılabilir.
İşçi ve komünist hareketin ve komünist kişi ve aygıtların daha oluşurken, yetişip şekillenirken, ulusal ve kültürel özgünlükleri atlamamaları; halkıyla (bu, sınıfla ve geniş kitleleriyle bağın da koşullarından biridir) manevi bağlar kurarak ve bu bağları güçlendirerek oluşmaları, yetişmeleri ve şekillenmeleri… Partide, işçi devrimcilerin, propagandacı, ajitatör ve örgütçüler olarak yetiştirilmeleri ve giderek çoğunluk oluşturmalarının en büyük önemi taşıması… Partinin, sınıfın gençliğine dayanması, her kademede gençleşmesi ve genç aydınlarla saflarının daha cesur ve daha girişken bir şekilde takviyesi politikası izlenmesi… Ve parti yöneticileri topluluğu ve aygıtının, yetişen genç işçi ve aydın kadrolarla sistematik olarak yenilenmesi ve yeniden inşası… Devrimci hareketin kadro politikasının temel taşları bunlardır.

* * *
Yazı boyunca yapılan tespitler ve değişik bölümlerde değişik yönleriyle vurgulanan görüşler ile birlikte ele alındığında, öyle sanıyoruz ki devrimci hareketin kadro politikası, profesyonel olarak çalışma ve profesyonellerden oluşan bir aygıta dayanarak çalışma politikası hakkında bir fikir sahibi olmak olanaklıdır. Her şeyden yararlanmayı, herkese bir iş vermeyi, en önemsizleri dahil bütün güçleri ve olanakları değerlendirmeyi bilen halk adamı kadrolar… Yetenekli siyasal önderler, yetenekli örgütçüler; bunların tam bir işbölümü ve işbirliği içinde ve adanmış bir şekilde çalışması…

Çürüyene yeni vitrin: Negri’nin “İmparatorluk”u

Bir yıla yakın bir süredir, üzerine birçok ülkeden çok sayıda entelektüelin değerlendirme yazıları yazıp, neredeyse hepsinin “göklere çıkardığı”, Antonio Negri’nin Michael Hardt’la birlikte yazdığı, “emperyalizmin son aşaması”na işaret eden “İmparatorluk” kitabı Türkiye’de de yayınlandı. John Kraniaskas’ın deyişiyle “…yakın zamana dek Anglo-amerikan özgürlükçü Marksist düşüncenin kıyısında kalmış bir entelektüel olan İtalyan siyaset bilimcisi ve eleştirmen Antonio Negri”nin söz konusu kitabı “büyüleyici bir uğraş”, “müthiş bir entelektüel derinlik”, “dayanılmaz, put kırıcı… Hatta çığır açıcı…” olarak tanıtıldı. Onu “yeni binyılın ilk müthiş kuramsal sentezi” (Jameson); ya da “…çağımız için yazılmış yeni bir Komünist Manifesto” (Zizek) olarak tanıtanlar az değil.
Bu tür övgülerin yoğunluğu nedeniyle “İmparatorluk”, ambalajı sağlamca yapılmış, patenti Harward University Press’e ait ve pazarlama alanı hayli geniş oportünizmin “parlak cilalı” yeni binek otomobiline benziyor. Frederic Jameson ve Sloven Slavoj Zizek gibileri tarafından yere-göğe sığdırılamayan bu “müthiş eser”in, Troçkizmin ve bir tür Kautskizmin “küreselleşme” örtüsüyle “modernleştirilmiş” türevi olduğu görülüyor.
Bir dönemlerin terörist örgütü İtalyan Kızıl Tugaylar’la ilişkili olduğu iddiasıyla ‘başı derde giren’ Antonio Negri, Le Monde Diplomatique Gazetesi için Ocak 2001’de kaleme aldığı makalede, kitabına da ad olan “yeni sistem”i “uluslar üstü, küresel ve top yekûn aygıt” olarak tanımlıyor ve bu aygıta “biz ‘imparatorluk’ adını veriyoruz” diyor.
Negri, uluslararası alanda sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini “yeni bir olgu” gibi gösterme yanlısıdır. “Emperyalizmden İmparatorluğa ve ulus-devletten küresel piyasanın politik düzenlenmesine, bu tanık olduğumuz şey, tarihsel materyalizm açısından bakılacak olursa, modern tarihteki nitel bir geçiştir” derken Hardt ve Negri özünde bir tür “ultra-emperyalist” yeni sistemden söz etmektedirler, (sf. 251) Onların iddia ve demagojik söylemlerinin daha iyi anlaşılması bakımından düşüncelerini ifade eden “çarpıcı” paragrafları aktarmakta yarar var. Le Monde Diplomatique için kaleme aldıkları makalede şöyle devam ediyorlar: “Dünya piyasası her zaman olduğu gibi egemenlik alametlerini, askeri, mali, iletişimsel kültürel ve dilsel iktidarı kendi çevresinde birleştiriyor. Nükleer silahlar da dâhil olmak üzere askeri iktidar bütün silahlı aygıtı elinde tutan tek bir otoritenin elinde; hegemonik bir paranın mevcudiyeti farklılıklara bölünmüş mali dünyayı kendi egemenliği altına alıyor; eldeki iletişim gücü tek bir kültürel modelin hatta uzun vadede tek bir evrensel dilin zaferiyle sonuçlanıyor. Bu uluslar üstü, küresel ve top yekûn aygıta biz “İmparatorluk” adını veriyoruz.”
Gene Negri ve Hardt, “İmparatorluk”un Türkçe basımı için ‘önsöz’de “Bu kitap” diyorlar, “karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: imparatorluk ve çokluk. Biz imparatorluk terimini çağdaş küresel düzeni adlandırmak için, emperyalizm terimine karşı kullandık.” Onlara göre, “imparatorluk” “artık bir dışarısının olmayışıyla tanımlanır” ve var olan her şeyi, tüm toplumsal alanı kapsar. Negri, kapitalist üretimin her zaman “bir dünya ekonomisi olarak işlediği” yönündeki devrimci Marksist analizlere karşı, kapitalist üretimin ve dünya piyasasının “…kökten yeni bir durum ve önemli bir tarihsel kayma olarak küreselleştiği” düşüncesindedir, (sf. 32–33) Bu “kayma”nın kapitalist emperyalizmi “nitel bir değişime götürdüğü”nü düşünen Negri, “küreselleşme süreçleri”nin “aynı zamanda tek bir ulus-üstü politik iktidar figürü tasarlama”yı olanaklı kıldığını söylemektedir.
“İmparatorluk”ta Negri’nin yaptığı başlıca iki şey var: Birinci olarak Negri, emperyalizmin nitelik değiştirip yeni bir aşamaya ulaştığını, emperyalizm, ulus devlet, sömürgecilik ve sömürge ilişkisinin son bulduğunu: hiçbir ülkede “ulus kaynaklı iktidar kalmadığı”nı, uluslararası alanda bunun yerini bütün ülkelerden bütün tekellerin en üst ve iri olanlarının temsilcilerinin oluşturdukları “kolektif sermaye hâkimiyeti”nin aldığını ileri sürüyor. Böylece O, iktidar mücadelesinde ezilenleri ve işçi sınıfını hedef belirleme sorumluluğundan “kurtarma”ya soyunuyor ve yine bununla ilişkili biçimde emperyalistler arası çelişkilerin “kolektif sermaye iktidarı” tarafından “soğurulduğu”nu ifade ve iddia ederek, kapitalist emperyalizmin özel ve “yeni bir aşaması”nı tarif ediyor. İkinci olarak Negri, proletaryanın değil, “çokluk”un devrimin gücü haline geldiğini iddia ediyor. Negri hayranlarının “müthiş bir çalışma” olarak göklere çıkardıkları “Imparatorluk”un bu iki temel savı dünya gerçeklerine uygun düşmüyor ve ayakları havada asılı ters korkuluklara benziyorlar.
Negri, dünyadaki büyük emperyalist ülkelerin (“hâkim kapitalist ulus devletler”) dünyadaki diğer devletler ve bölgeler üzerinde emperyalist tahakkümlerini sürdürdüklerini ve kapitalist uluslararasılaşmanın yeni bir aşama olmadığı yönündeki görüşlerin “doğru olmadığı” ve “yeni olgu”yu yeterince algılayamadığı “endişesi” içindedir. Bu görüşe karşı çıkarken, “Bir zamanlar tanık olduğumuz” demektedir, “birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst-belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız post-kolonyal ve post-emperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan) tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim İmparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır…” (sf. 33) diye yazmaktadır. Emperyalizmin son aşaması: “İmparatorluk” adlandırmasından başlayarak o, Kautskist ultra-emperyalizm teorisinin deforme edilip bozuşturulmuş yeni bir versiyonuyla karşımıza çıkıyor. “Küresel iktidar”dan söz ederken ve emperyalizmin, ulus devletlerin ve sömürgelerin ortadan kalktığını ileri sürerken, uluslararası iktisadi hareketin gelişmesiyle bütün çelişkilerin üzerinden geçerek, sermayenin “uluslararası kolektif iktidarı”nı yarattığını iddia ediyor. Ama Negri ve Michael Hardt’ın, tezlerini kanıtlamak üzere ileri sürdükleri birçok olgu ve uluslararası gelişme, onların iddialarını boşa çıkaracak ilişki ve sonuçlara işaret ediyor. Berlin duvarının yıkılması, Körfez Savaşı ve Irak’a yeni Amerikan saldırısının kapıda olması, Kosova’ya emperyalist orduların çıkışı ve Yugoslavya’nın parçalanması, Almanya’nın ‘lebensraum’ politikasını yeniden diriltmesi, ordularını uluslararası kara ve deniz sahalarına sürme kararı alarak “barış değil müdahale ordusu haline geldiği”ni açıklaması; Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’da kızışan emperyalist devletlerarası rekabet ve bu bölgelerin büyük askeri yığınaklara sahne olması, Bush yönetiminde Pentagon’un 400 milyar dolarlık “savunma harcamaları” kararı alması ve Füze Savunma Sistemi projesiyle bütün kıtalardaki bütün ülkeleri tehdit sınırları içine alan bir savaş ve hegemonya stratejisi izlemesi; Rusya, Çin, Fransa ve Almanya’nın politik-askeri ve ekonomik işbirliklerini öngören ilişkilerinin yoğunluk kazanması; bütün bunlar, uluslararası iktisadi hareketin bir “kolektif iktidar” yarattığı ve “İmparatorluk”un “ne Amerikalı, ne Rus, ne de İngiliz olduğu” yönündeki o uhrevi bildirimi yalanlıyor. Negri’nin “göksel” bildirimi, ayakları yere değende, “havarilerin” güçlü haykırışlarına karşın dünyevi emperyalist güçlerin çatışmaları ve keskin rekabeti içinde paralanıp gidiyor. Negri’nin bildirimi ya da “çığır açıcı buluş”u, aksini iddia etmesine karşın, ilhamını Amerikan emperyalizminin elli yıllık dünya jandarmalığından; onun büyük askeri, ekonomik-mali gücü ve uluslararası alandaki etkisinden alıyor. Negri, hegemonik para tanımıyla doları, dil tarifiyle İngilizceyi, ülke olarak ABD’ni işaret ediyor, ama ardından onu “uluslar-üstü küresel ve top yekûn aygıt” olarak çelişkisiz birlik mertebesine çıkararak “sanal” bir gücü, sözüm ona hedef gösteriyor.
Negri, “Artık emperyalizm ve ulus devlet yok” diye buyuruyor, ama emperyalizm ABD başta olmak üzere Avrupa, Amerika ve Asya’nın başlıca emperyalist devletleri kimliğinde işçi sınıfına ve ezilen halklara yaşamı zindan etmeye devam ediyor. Emperyalist ordular Balkanlarda, Ortadoğu ve Kafkasya’da, “kıtalar ve uluslararası emperyalist hiyerarşi” biçiminde örgütlenmiş “kolektif imparatorluk”un uluslar ve kıtalar üstü amaçları için değil ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ya da Çin gibi ülkelerin emperyalist “bencil” hegemonyaları için bulunuyorlar.
Antonio Negri’nin eserinin en belirgin -ve ‘kötü’ özelliği-, uluslararası alanda ve tek tek ülkelerde çelişkilerin daha keskin biçimler aldığı bir dönemde mali sermeye ve mali oligarşinin uluslararası etkisinden yola çıkarak çelişkisiz bir “kolektif sermaye egemenliği” resmi çizmesi ve işçi sınıfının da eski özeliğini yitirdiğini ilan etmesidir. “İmparatorluk”ta Negri, “ulusal devletin sınırlarından taşan” dünya kapitalist pazarının oluşumu ve mali sermayenin hâkim güç olarak faaliyetinden çıkardığı sonuçlarla “küreselleşme” teorisinin diğer vaizleriyle aynı noktada birleşiyor. “Gene de” diyor Negri, “bu ’emperyal’ egemenlik biçimiyle yüzyıllardır emperyalizm dediğimiz şeyi birbirinden ayırmak gerek.” Emperyalizm bize ulus-devletin sınırlarından taştığını, çoğu kez modernleşme perdesi arkasında kapitalist uygarlığın Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler oluşturduğunu; ayrıca güçlü ulusların güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlığa başvurduğunu söylüyordu. “Şimdiki ’emperyal’ evredeyse artık emperyalizm yok, ya da varlığını sürdürse bile bu, İmparatorluk değer ve güçlerinin dolaşımına yönelen bir geçiş olgusundan ibaret.” “Artık emperyalizm yok” diye haykıran Negri ve Hardt, “Avrupa merkezli gelişme süreci dışında kalmış halkların zararına sömürgeci ilişkiler”; ya da “güçsüz uluslara yönelik siyasal askeri ve ekonomik, hatta ırkçı saldırganlık” tüm şiddetiyle devam etmesine, Amerikan emperyalizmi Afganistan’da, Ortadoğu ve Orta Asya’da; Körfez Bölgesi ve Hazar Havzasında petrol ve doğalgaz kaynaklarıyla iletim hatlarını kontrol etmek üzere saldırgan politika izlemesine, Irak’ı teslim alma amaçlı ambargo yüz binlerce çocuk ve yaşlının ölümüne yol açmasına karşın, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yoğunlaştırılan saldırı politikalarını emperyalist karakterde görmeyebiliyorlar ve pazarların güce bağlı paylaşımı için süren kavgayla ilgili değiller. Dünyanın çelişkisiz “global bir köy” haline geldiğini söyleyen “Küreselleşme” teorisyenleri gibi Negri ve Hardt da sermaye ve meta ihracının uluslararası pazardaki akışına bakarak “sınırsız bir emperyal birlik”in (“İmparatorluk”) oluştuğunu vaaz ediyorlar. Oysa sermayenin uluslararası hareketiyle dünya pazarının oluşumu yeni olmadığı gibi bundan söz edenler de az değildir. Diğerleri bir yana Marks ve Lenin’in eserlerinde bu gelişmeye çok belirgin bir biçimde işaret edilmiştir. Marks daha Komünist Manifesto’da “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesinin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dört bir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır” diye yazarken, bu yönlü gelişmenin kaçınılmazlığına işaret ediyordu. Kuşkusuz uluslararası tekeller o zaman henüz oluşmamıştı, ama sermaye hareketi bu yöndeydi. Tekellerin ortaya çıkışıyla bu gelişme sıçramak bir hal aldı.
Emperyalizmin tek tek ülkelerin ekonomilerini, uluslararası kapitalist sistemin parçaları olarak varlıklarına son vermeksizin ve ulus devletlerin varlığını yadsımaksızın, -sınırların varlığı; gümrükler vb. nedenlerle bazı zorluklar doğurmakla birlikte sermaye hareketini engelleyemez-, bir tek uluslararası ekonomik zincirin halkaları haline getirmesi; temelleri 19. yüzyılın son çeyreğinde atılmış bir gelişmenin devam eden süreci olarak bugün de söz konusudur. Tekellerin ortaya çıkmaları ve meta üretimi ve ihracının sermaye ihracı tarafından yedeklenmesiyle bu sıçramak bir durum aldı. Mali sermaye egemenliği uluslararası alanda yoğunlaşma ve merkezileşmeyle hız kazandı. Tekeller arası birleşme ve büyüklerin küçükleri yutmasıyla büyük uluslararası konsorsiyumların oluştu, tekelci sermaye ihracı ve onunla birlikte meta üretiminin bir tek ülke pazarında üretim sınırlarını aşarak birçok ülkede birden -birçok durumda bir tek kullanım aracının değişik parçalarının farklı bölge, ülke ve işyerlerinde imal edilerek tekelin uygun bulduğu yada onun için daha az maliyete imkan tanıyan bir alanda montajı ve pazara sürümü- yapılmasına geçildi. Bilim ve teknik ilerledi, makinenin teknik yenilenmesi ve iletişim-ulaşım alanında uluslararası hareketin olanakları muazzam genişledi. Bütün bunlar, büyük tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin etki alanlarının genişlemesini olanaklı hale getirmiştir. Ancak bu olanaklara sahip olan; tek bir tekel ya da tek bir ülkenin tekelleri, büyük bir emperyalist ülke ya da her şeye hâkim bir üst tekelci “emperyal” birlik değildir. Aralarında güç, olanak ve pazar hâkimiyeti alanlarının genişliği bakımından farklılıklar olmasına ve bu farklılıklar daha güçlüler lehine bir etki olanağı sağlamalarına karşın; bu gelişme, güç ve etki sahibi tekel ve ülkelerin çatışmalarının koşullarını da sürekli oluşturmakta ve olgunlaştırmaktadır.
Emperyalist ekonomik gelişme emperyalizmin politikalarını da belirlemekte, etki alanları mücadelesi kuvvet ve güç araçlarıyla sürdürülmektedir. “Egemenlik için çalışan büyük güçler arasındaki rekabet” daha da kızışmış ve sertleşmiştir. Rakipleri zayıflatma ve etkinlik alanlarını sınırlama herhangi diğer bir emperyalist gücün egemenlik alanını genişletmesi ve sürdürmesi için kaçınılmaz olurken, bu çelişki ve çatışmaları gündeme getiren bir işlev görmekte ve “imparatorluk” oluşumunu olanaksız kılmaktadır. Negri’nin “İmparatorluk”u ise kapitalizmin çelişkilerini açığı çıkarma yerine temel önemde olanlarının bir bölümünü göz ardı etme ve diğer bir bölümünü de “yumuşatma”ya çalışarak Kautsky’nin “ultra-emperyalizm”iyle birleşiyor. “Salt ekonomik bakış açısıyla” diye yazar Kautsky, “kapitalizmin, kartel politikasının dış politikaya taşındığı yeni bir evreye, ultra-emperyalizm evresine ulaşması olanaksız değildir.” (aktaran Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 124)
Yani süper-emperyalizm evresi, dünyanın bütün emperyalistlerinin kendi aralarındaki mücadeleye son vererek birleştikleri, kapitalizm koşulları altında savaşların son bulacağı bir evre; “dünyanın, uluslararası boyutlarda birleşmiş mali sermaye tarafından hep birlikte sömürülmesi” evresi. (…) “Salt ekonomik açıdan” bir “ultra-emperyalizm” olanaklı mıdır, yoksa bu bir ultra-saçmalık mıdır?
“Salt ekonomik bakış açısından, “salt” bir soyutlama anlaşılıyorsa, bu konuda söylenebilecek her şey şu teze çıkar: Gelişme, tekellere doğru ilerlemektedir, yani tek bir dünya tekeline, tek bir dünya tröstüne. Bundan kuşku yoktur, ama bu, tıpkı “gelişme” besin maddelerinin laboratuarlarda üretilmesine “doğru ilerliyor” açıklaması gibi anlamsızdır. Bu bakımdan, bir “ultra-tarım teorisi” ne kadar saçma olacaksa, ultra-emperyalizm “teorisi” de o kadar saçmadır.”
“Buna karşılık, mali sermaye çağının “salt ekonomik” koşullarından, 20. yüzyılın başlarına denk gelen, tarihsel açıdan somut bir çağ olarak söz edildiğinde, “ultra-emperyalizm”e ilişkin cansız soyutlamalara (bunlar, dikkati var olan çelişkilerin derinliğinden saptırmak gibi en gerici amaçtan başka bir şeye hizmet etmezler) verilecek en iyi yanıt, bunların karşısına modern dünya ekonomisinin somut ekonomik gerçekliklerini koymaktır. Kautsky’nin ultra-emperyalizm üzerine boş konuşmaları, başka şeylerin yanı sıra, emperyalizm savunucularının değirmenine su taşıyan, yanlış bir düşüncem, malî sermaye egemenliğinin dünya ekonomisindeki eşitsizlik ve çelişkileri azalttığı düşüncesini beslemektedir. Oysa gerçekte mali sermaye, bu eşitsizlik ve çelişkileri artırır.” (age, sf. 124–125)
“İmparatorluk”ta Negri, Kautsky’nin 20. yüzyılın başında iktisadi hareketin ultra-emperyalist bir üst aşamaya evrildiği iddiasını yinelemekten -bazı yeni olguları tezlerini güçlendirmek için kullandığı eklenmeli- öte bir şey yapmıyor. O, gerçi devrimden söz etmekten geri kalmıyor; ancak Lenin’in Kautsky’i emperyalistler arası çelişkiyi ve kapitalist rekabeti görmezden gelip reddederek devrimin olanaklarını yadsıma ve devrimi bilinmez bir “sonra”lığa erteleme yönündeki eleştirisi, Negri için daha fazla geçerlidir.
“Uluslararası küresel iktidar” ya da “sermayenin kolektif iktidarı” tanımlamaları, uluslararası gelişmeleri emperyalizm ve mali sermaye yararına yoruma tabi tutarken, bir yandan sermaye ve tekeller arası çelişkilerin sistemi tahrip edici ve yıkıcı sınıf güçlerinin savaş ve zafer olanaklarını genişletici özelliğini reddediyor; diğer yandan “herhangi bir ulusla doğrudan doğruya bağlantılandırılamayacak çokluk” tarifiyle, devrimci sınıf olarak proletaryanın rolünü ortadan kaldırıyor.
Antonio Negri’nin tezleri hem Kautskist ultra-emperyalist teorisini kopya etmekte hem de “küreselleşme”nin emperyalist kapitalizmi çelişkisiz bir yeni sistem haline getirdiğini iddia eden yeni dünya düzenci liberal ekonomist ve ‘analist’lerin tezleriyle birleşmektedir. “Küreselleşme” teorisyenlerinin tümü sermayenin uluslararası hareketinin bir dünya pazarı yaratmış olmasını, “çelişkisiz” dünya tariflerinin dayanağı olarak alıyorlardı. Dünyanın “global bir köye dönüştüğü”; sınıf mücadelelerinin, ideolojilerin, devrim ve savaşların “tarihe karıştığı”; “serbest piyasa ekonomisi”nin en gelişmişinden en yoksuluna bütün dünya ülkeleri ve bu ülkelerin insanları için “güven içinde, daha mutlu bir yaşamı olanaklı hale getirdiği”, bu “global teori”nin ana tezlerinden birini oluşturuyordu. Negri’de bunun adı “İmparatorluk” olarak veriliyor ve Negri’nin “İmparatorluk”u emperyalist değil ama emperyaldir! Negri ve Hardt, kitabın devamında “küresel devrim olanağı”ndan söz etmiş olmalarına karşın, emperyalistler arasındaki ve emperyalistlerle ezilen bağımlı ülke halkları arasındaki çelişkileri toptancı bir görüş açısından bir yana bırakarak devrimi de olanaksız duruma getiriyorlar. Marksist görüş açısından kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin tahlili, oysa, başka şeylerin yanı sıra, devrimin ve proletaryanın öncülüğünde kent ve kır yoksullarının devrimci zaferinin olanaklarını, emperyalistlerin ve sermaye gruplarının kapitalist pazara hakim olma hedefli rekabetlerinde de arar. Ama Negri ve Hardt “post-kolonyal ve post-emperyalist… tek bir iktidar fikri”nden söz edebilmektedirler. Onların “lmparatorluk”u bazen IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları kimliğine bürünür, kiminde ise tanımlanamaz ve belirsiz “ulus-üstü küresel güç” ‘sınırsızlığına yükselir. Negri’ye göre, IMF, Dünya Bankası, GATT vb. gibi uluslararası ve “Ulus-üstü korporasyonlar çeşitli piyasalar arasında emek gücünün doğrudan dağıtımını yapıyor, kaynakları işlevsel olarak bölüştürüyor; dünya üretiminin çeşitli sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlüyor. Yatırımları seçen, finansman ve para manevralarını yöneten bu karmaşık aygıt dünya piyasasının yeni coğrafyasını, aslında dünyanın yeni biyo-politik yapılaşmasını belirtiyor.” (sf. 57)
“Küreselleşme” teorisyenleri, SSCB’nin dağılmasının da etkisiyle, dünyanın, siyasal ve toplumsal bakımdan, başlıca ideolojik karşıt kutupların ortadan kalkmasıyla, çelişmesiz ve durgun bir döneme; serbest piyasa ekonomisi kurallarının işlediği “barış içinde gelişme” ve “zenginliklerin herkes için kullanımı” dönemine girdiğini söylüyorlardı. Bu teorisyenlerin önemli bir kısmı şimdi “yanıldıkları”nı; dünyanın hızla yeni çatışmalara sürüklendiğini; yeni savaşların, sosyal patlama ve ayaklanmaların gündeme gelebileceğini söylüyorlar. Negri’nin “Imparatorluk”u bu bakımdan “şansız bir dönemde” vitrinlere konmuş durumda. Reklâmı için çok sayıda “tanınmış” entelektüel, siyaset felsefecisi ve teorisyen seferber olmasına karşın, böyle!
Emperyalizmin yerini “emperyal imparatorluğa bıraktığı” iddiasındaki Negri, “Dolayısıyla İmparatorluğa ulus-devlet adına savaş açmak, uluslar üstü düzenin gerçekliğinden, onun emperyal varlığından ve sınıfsal tabiatından tam olarak habersiz olunduğunu gösterir: Bu bir mistifikasyondur. Amerikalı kapitalistler kadar onların Avrupalı muadilleri de, Rusya’nın servetlerini yolsuzluğa borçlu zenginleri kadar Arap ülkelerinin, Asya ya da Afrika’nın çocuklarını Harvard’da okutup paralarını Wall Street’e yatıran zenginleri de ‘kolektif sermaye’ imparatorluğunda yer alırlar” demektedir. (Le Monde Diplomatique Ocak 2001)
Negri böyle olsun istiyor ama emperyalistler ona inat, emperyal politikalarını uygulamaya ve “dünya düzeni”ni bozmaya; “İmparatorluk”un oluşmasını zora sokan politik-askeri eylemlere baş vurmaya; kapitalist pazarı yeniden ve yeniden paylaşmak üzere “stok” yığmaya devam ediyorlar. Negri 11 Eylül sonrasında oluşan “ittifak”ın tezlerini doğruladığını düşünse de, ABD etrafındaki “birlik”, uluslararası ilişkilerde 11 Eylül 2001 “terörist saldırısı” sonrasında ortaya çıkan ‘manzara’nın yalnızca bir yanını -o da geçici olarak-, gösteriyor. Diğer yanda kıyasıya bir rekabet sürüyor. Diğer olgu ve örnekler bir yana, Bush’un “ulusa sesleniş” konuşmasında dile getirdiği emperyalist ve terörist politikaya Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da gösterilen tepki ve Çin ile Rusya’nın açıklamalardan öteye geçen tutumları, iddianın aksine, “uluslararası bir kolektif sermaye imparatorluğu”nun kurulamadığını göstermektedir. AB’nin uluslararası ilişkilerden sorumlu komisyon başkanı İngiliz Chris Patten’in, Bush’un konuşmasına atıfta bulunarak, Amerikan yöneticilerini “dünyaya karşı tehlikeli bir mutlakıyet ve basitlik sergilemekle suçlaması ve “Guliver bu işi tek başına yapamaz. Biz de bu konuda hiçbir söz söylemeyecek kadar Liliputlu değiliz” diyerek Pentagon’un askeri politikalarına sessizce boyun eğmeyeceklerini belirtmesi, bir “kolektif iktidar”a değil, çıkar dalaşına işaret ediyor. AB üyesi ülkelerin yöneticileri arasında “ABD onaylı politika”yı izleme zorunluluğu olmadığı düşüncesi daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Fransız Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine’nin “sert” eleştirileri ve Almanya’nın Afganistan’da Amerikan savaş karargahı emrinde ‘komutanlık yapma’yı “nazikçe” reddetmesi, çelişki ve farklı çıkarlar tarafından belirlenen politikaların ürünüdür. Rusya ve Çin ise, sınırlarına dek askeri kuvvetlerini “konuşlandırmakta olan” ABD’nin Asya’ya yerleşme ve petrol ve doğalgaz bölgelerini “askeri güvenliğe alma” politikalarını sınırlama ve etkisiz kılma amacıyla Hindistan’ı da aralarına alarak “üçlü ittifak” yönünde somut adımlar attılar. Rusya ve Hindistan arasında imzalanan anlaşmayla Hindistan’a stratejik bombardıman uçakları ve tanklar vermeyi taahhüt etmiş durumda.
Bu somut olaylar, “Askeri, siyasal ve kültürel egemenliğin İmpatorluk’un merkezi güçlerine devri”ni değil, aksine bu egemenliğin ele geçirilmesi için kıyasıya bir rekabet ve kavganın başlıca emperyalist ülkeler arasında sürdüğünü gösteriyor. Emperyalist ülkeler ve devletler arasındaki ilişkilerde görülen gerginlik ve başlıca büyüklerinin oluşturdukları farklı ittifaklar, farklı çıkarların daha sık dile getirilmesi ve giderek artan sertlik tonu, emperyalist büyük devletler bakımından çatışma ve savaş nedenlerinin var olmaya devam ettiğini göstermektedir. Kuşkusuz bunlar, iktisadı hareketin uluslararası gelişmesi ve onun bugünkü düzeyinden bağımsız ve salt politik-askeri karakterde ilişkiler ve gelişmeler değildir. Negri, “İmparatorluk Amerikalı değil” diyor, ama bugün dünya halklarının gördükleri, Amerikan emperyalizminin dünyanın her tarafına “konuşlandırdığı” kara, deniz ve hava saldırı kuvvetleriyle bir dünya gücü olarak sömürgeciliği ve hâkimiyeti dayattığıdır. 11 Eylül sonrası geliştirilen terörist hâkimiyet stratejisi dahi tek başına Negri ve yeni dünya düzeni teorisyenlerinin tezlerini yerle bir etmektedir.
Negri ve “küreselleşme”ci teorisyenler, kapitalizmin 20. yüzyıl devrimleriyle aldığı yaraları, sosyalizme karşı sürdürülen mücadelenin zaferiyle tamir ettiğini ve bilimsel teknik buluşların sağladığı olanakların kullanılmasıyla yüksek teknolojik temel üzerinde ‘kendini yenileme olanağı yakaladığı’nı bağırarak uluslararası denetim mekanizmaları oluşturduğunu, tahkim gibi uluslararası anlaşmalarla gidişatı değiştirdiğini söylüyorlar.

NEGRİ’NİN “ÇOKLUK” TARİFİ VE SINIF MÜCADELESİNİN REDDİ
Negri, “Üretimin belli bir ülke toprağına bağlı olmaktan çıkışı, toplumsal akışkanlık ve esneklikle birlikte gerçekleşmesi, aynı zamanda iktidarın piramitsel yapısını ve şirketlerin toplam denelim gücünü de artırır” diyor ve buradan işçi sınıfının üretim sürecindeki konumu, rolü ve toplumsal yaşamdaki devrimci eylemine ilişkin “geçersizleştirici” sonuçlara varıyor! “Bu süreç” diye devam ediyor Negri, “uluslardan imparatorluğa geçiş, zenginliğin fabrikalarda üretilmesinin yerini şirketlere bırakması, çalışmanın yerini iletişimin alması, disiplinli hükümetlerin yerine denetim süreçlerinin yerleşmesi artık geri dönülmez bir özellik kazanmış görünüyor.” (agy)
Ona göre, “Emeğin ve devrimin öznesinin temelli değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor.” (sf. 77) “Endüstriyel işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etmiştir” ve proletarya artık “eski günlerinde değildir”; gerçi onun işi henüz tam olarak bitmemiştir ama “sömürülen ve kapitalist tahakküme tabi olan herkesi proletarya kategorisi altında toplar”sak, ancak bir şeyler yapabilir!
Negri ve Hardt’ın “İmparatorluğu”nda devrimin devrimci sınıf öznesinin yeri, belirsiz bir “çokluk”un kozmopolit ve heterojen ‘tüm sınıfların dışındaki’ ve “sokaktaki” kesimlerinin oluşturduğu bir yığına veriliyor. Onlar kapitalist üretimin temel süreçleri ve ilişkilerini göz ardı ederek “zenginliğin”, onun kaynağı olarak artı-değerin fabrika ve işletmelerde değil, ama “şirketler”de yaratıldığını ileri sürüyorlar. Üretimin fabrika temelinin göz ardı edilmesi ve şirketler eliyle ve büro türü “işletmeler”de gerçekleştirildiğinin ileri sürülmesi ise proletaryanın üretim sürecindeki yaratıcı rolü ve yine üretim faaliyeti tarafından belirlenen örgütlenme ve mücadele olanağının reddi demektir. Negri, “sanayi üretimi ve toplumunun yerini bilgi üretimi ve bilgi toplumu aldı” diyen liberal burjuva iktisatçılarıyla emperyalizmin yeni tür ‘solcu’ teorisyenlerinin nakaratını biçimsel değişiklikle yineleyerek; “çalışmanın yerini iletişimin aldığı”nı iddia ediyor. Proletaryanın üretici eylemini, en gelişmiş olduğu ABD gibi ülkelerde dahi, tüm üretimin küçük bir bölümünü oluşturan iletişim sektörünün gerisine atan Negri, iletişim ve bilgi üretim alanlarında kullanılan her türden araç ve ileti nesnesinin masa başında tuşlara dokunmak da dahil insan eylemiyle, emek harcayan ve belli bir ücret karşılığı çalışan emekçinin kafa ve kol gücüyle yaratıldığını görmezden geliyor ve onun “Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür” sözünü tekrarlaması, teorisinin Troçkist ve liberal özünü değiştirmeye yetmiyor.
Bunun en önemli ve temel nedeni sermayenin genişleyen yeniden üretiminin tüm ülkeler ekonomisini uluslararası emperyalist ekonomi zincirine bağlaması ve bir dünya kapitalist pazarının oluşmasının günümüzde yüzyıl ya da elli yıl öncesiyle ölçülemeyecek bir özellik kazanmasıdır. Ancak bu hiçbir biçimde bir nitel değişime bütünüyle yepyeni özellikte ve imparatorluk olarak ifade edilebilecek çelişkisiz bir üst iktidar oluşumu anlamına gelmemektedir. Sermayenin bu türden uluslararası hareketi ve ucuz emek gücüne duyulan ihtiyaç, emek-gücü “ihracı”nı gerekli kılmakta; yasal ve yasadışı yollardan sınırlar aşan emek hareketi gerçekleşmekte; böylece giderek artan bir hızda çeşitli uluslardan gelme emekçiler özellikle kapitalizmin ana ülkelerinde bir araya gelmekte kapitalist emperyalizme karşı proletaryanın uluslararası birliği bu anlamda da gerçekleşmektedir.
Negri, “yerel” ya da “bölgesel ve “ulusal” ölçekteki işçi grev ve mücadelelerinin ‘pek de önemli olmadığı’ düşüncesindedir ve bunun onun teorisinin “iç bütünlüğü” mantığında anlaşılır bir yeri vardır. Şöyle yazıyor Negri; “Paris ve Seul’deki grevler bizi kitlesel fabrika işçileri çağına geri götürmüştü; sanki bunlar ölüm döşeğinde bir işçi sınıfının son nefesleriydi.” (sf. 80)
O, işçi ve emekçi mücadelelerinin “iletişim kuracak bir ortak dilden yoksun oldukları” iddiasındadır ve söylediklerine bakılırsa bu “iletişim bağlantısı ve birliğini” küreselleşme karşıtı çeşitli eylemlerin “öznesinde bulmak ve mutlu olmakla kalmamış, buradan “küresel” sonuçlar çıkarmıştır!
“Ne var ki” diyor o, “bugünkü gibi emperyalist örgütlerin en üst düzeylerine saldıran bir dizi sert ve yıkıcı toplumsal hareketler karşısında kalındığında, artık eski strateji ve taktik ayrımı yararlı olmayabilir.” (sf. 82)
Negri ve Hardt, “İmparatorluğun kuruluşuyla iktidarın ‘dışında bir şey’ kalmamıştır, dolayısıyla -zayıf halkadan küresel gücün eklem yerlerinin kırılgan olduğu dışsal bir noktayı anlıyorsak- artık zayıf halkalar da yoktur” (sf. 82) diyorlar. Negri, diğer yarıdan, tek tek ülkelerde proletarya ve emekçilerin devrim için mücadelelerini olanaklı görmemektedir. “Eski devrimci okulun taktiksel meseleleri artık bir daha su yüzüne çıkamayacak biçimde tarihe gömülmüştür” derken, bundan başka bir şey söylememektedir.
“Emperyal kartalın birinci başı biyo-politik komuta makinesi tarafından kurulmuş, bir tüzel yapı ve kurucu bir iktidardır… Emperyal kartalın öteki başı bu uçsuz bucaksız ummanda gemisini yüzdürmeyi öğrenen küreselleşmenin üretici ve yaratıcı öznelerinden oluşan çokluktur.” (sf. 84) “Çokluk, topraktan bağımsızlaştırıcı” eylemiyle; yani Seattle, Cenova vb. yerlerde yaptığı gibi, ülkelerin işçi-emekçi sınıflarının ana kitlesini dışta bırakan bir anlayış ve pratik tutumla “emperyal uluslararası kuruluşlarca savaşacak ve “küresel çokluk iktidarı kuracak”tır.
Negri ve Hardt şöyle yazıyorlar: “Üretici güçlerle tahakküm sistemi arasındaki diyalektiğin artık belirli bir yeri yoktur. Emek gücünün nitelikleri (fark, ölçü ve belirlenim) artık kavranır olmaktan çıkmıştır. Aynı şekilde sömürü de artık yerelleştirilemez ve nicelleştirilemez. Aslında, sömürü ve tahakkümün nesnesi artık özgün üretici faaliyetler değil, evrensel üretme kapasitesi, yani soyut toplumsal faaliyet ve onun kapsayıcı gücü haline gelmektedir. Bu soyut emek yeri olmayan bir faaliyettir, ama yine de çok güçlüdür; kafaların ve kolların, zihinlerin ve bedenlerin ortaklık düzenidir; hem ait olmamadır hem de canlı emeğin yaratıcı toplumsal yayılışıdır; hareketli ve esnek işçilerden oluşan çokluğun kavgası ve arzusudur; aynı zamanda entelektüel enerjidir ve entelektüel ve duygulanımsal (affective) emekçiler çokluğunun dilsel ve iletişimsel kuruluşudur.” (sf. 223)
Negri, “toplumsal emek örgütlenmesi”ni 1968’lerde “sona” erdirir! Fabrikayı üretimin başlıca mekânı,   emek-gücü sömürüsünün gerçekleştiği yer ve proleter sınıf mücadelesinin doğum odası ve proletaryayı da kapitalizme karşı mücadele gücü olmaktan çıkararak mücadele alanını üretim süreci dışına çıkarır ve proletaryanın rolünü de herhangi bir sınıf temsili olmayan “çokluk”a devreder. Yeni dünya düzenci diğer liberal teorisyenler gibi, bilgi ve iletişim teknolojisindeki değişim ve üretimin teknik örgütlenmesindeki yeni biçimlerden hareketle üretim ve sömürü ilişkilerinin değişim geçirdiğini, emeğin ve emek-gücünün toplumsallaşması olgusunu ve nüfusun yeni kesimlerinin sömürü alanına çekilmesini yeni bir olguymuş gibi göstererek, “sömürü”yü yeniden tanımlamaya girişir ve buradan da “benzeri daha önce görülmemiş bir bilgi, güç ve sevgi bohçası” diye nitelendirdiği “sosyalleşmiş” çalışanlar öznesine ulaşır. Negri, kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki tarafından belirlenen emek-sermaye temel çelişkisini elastik bir biçimde çekiştirerek, emek-gücü eylemini, içinde gerçekleştiği üretim ilişkilerinden kopararak “emeği sermaye tarafından sömürülen herkesi, işbirliği yapan çokluğun tamamını tanımlayan genel kavramı” içine alır. O’nda proletarya yerini, toprağa bağlı hareket etmeyen “küresel yurttaş”ın “sokaktaki çokluğu”na bırakır.
Negri şöyle yazıyor: “…emperyal kartalın ilk başı hukuki bir yapı ve biyo-politik kumanda makinesi tarafından inşa edilen kurulu iktidarıdır.” “Emperyal kartalın öteki başı küreselleşmenin üretken, yaratıcı özelliklerinden oluşan çoğul çokluktur… Sürekli hareket halindedir ve sistemin kesintisiz küresel biçimlerini dayatan tekliklerden ve olaylardan takımyıldızları oluştururlar. ” (sf. 84)
“Sürekli hareket halindeki” bu “çokluk”, ona göre, “kendi kurucu projelerini besler ve olumlu bir biçimde geliştirir; canlı emeğin kurtuluşu doğrultusunda çalışır.” “Uluslar-üstü ve uluslararası emperyal güç”ün “alternatifi”ni sokaklara dökülen “çokluk” içinde gören Negri şöyle yazar: “Bu geleceğin tohumlarını Seattle ya da Cenova sokaklarından taşan yüzler denizinin içinde görebiliyoruz. Bu hareketlerin en önemli özelliklerinden biri çeşitlilikleri: Sendikaların yanında ekolojistler, onların yanında komünistler ve rahipler. Tek bir kimlikle tanımlanmayan ama ortaklığını çoğulluğunda bulabilecek olan bir çokluğun belirmeye başladığını görüyoruz.”
“İmparatorluk karşısındaki bu yeni alternatifler çokluktan doğacaktır” diyen Negri ve Hardt, “İlk olarak” diyorlar; “çokluk kavramı halk kavramıyla karıştırılmamalıdır. Halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken, çokluk indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak, çokluk kavramı güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de pasif öznedir; aslında, özellikle pasif oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk aktif birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir.” (Türkçe basıma önsöz) Negri’nin tezlerinin iç bütünlük mantığı taşıdığı söylenebilir. O, “yer temelli hareket ve politikalara reddedip “toplumsal öznelerin ya da ulusal ve bölgesel grupların kimliklerine dayanan direniş”lerin ve buna dayalı politik taktik ve tutumların “artık gerici bir görünüm arz ettiği”ni söylüyor. Negri, “Her halükârda” diyor, “bizi bir biçimde sermaye ve İmparatorluğun küresel akışlarına karsı koruyacak ve bir anlamda dışsal olacak yerel kimlikleri {yeniden) kurabileceğimizi iddia etmek yanlıştır. Yerel direniş stratejisi düşmanı yanlış tarif eder ve böylelikle maskeler. Biz hiçbir şekilde ilişkilerin küreselleşmesine karşı değiliz; düşman daha çok bizim İmparatorluk dediğimiz özgül bir küresel ilişkiler rejimidir. Daha önemlisi, bu yereli savunma stratejisi İmparatorluk içinde var olan gerçek alternatifleri ve potansiyelleri karanlığa gömdüğü ve hatta inkâr ettiği için zararlıdır. Artık bir dışarıyla, politikalarımıza saflık getireceği düşünülen bir duruş noktasıyla hiçbir işimiz olamaz. İmparatorluk sahasına girmek ve analizlerimizi küresel çokluğun gücüne dayandırarak, bütün karmaşıklığıyla birlikte onun homojenleştirici ve heterojenleştirici dalgalarına göğüs germek hem teorik hem de pratik olarak daha doğru bir yoldur.”(sf. 70)
Marks, Engels ve Lenin başta olmak üzere Marksizm’in tüm önemli teorisyenlerinin sermaye ve emek hareketinin uluslararası özelliğine dikkat çektiklerini Negri’nin de içinde yer aldığı tüm liberal “sosyalist” teorisyenler de biliyorlar ve görmezden gelemiyorlar. “Yeni” üzerine sayfalar ve broşürler dolusu yazarlarken “eski”nin maddi-nesnel varlığı ve onun ilişkileri üzerinden geliştirilen tahlilleri bütünüyle reddetmelerinin imkânsızlığını gördükleri her durumda, “eski durum bütünüyle reddedilemez ama, yeni gelişmeler eskinin niteliğini de değiştirmiştir” gerekçesine sığınarak, yüklerinden kurtulmaya çalışıyorlar.
Negri ve aynı düşüncedeki liberal eleştirmenlerin iddialarının aksine, uluslararasılaşma devrimin bir ‘dünya devrimi’ne doğru genişlemesi için olanaklar yaratır ama her bir ülke ya da ülkeler grubunda devrimin gerekliliğini ihtiyaç olmaktan çıkarmaz. Sermayenin genişleyen yeniden üretiminin uluslararasılaşmayı kaçınılmaz kılan özelliği proletarya ve burjuvaziyi uluslararası sınıflar olarak belirginleştirirken, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi mücadelesi de kaçınılmaz olarak herhangi bir ülke ya da bölgenin sınırları içinde takılıp kalmayacak kadar “enternasyonal ölçekli bir mücadele” boyutlarına genişler. Bazı Troçkist aydınlar ve grupların spekülatif teorilerine karşın, bu gelişme uluslararası alanda süren mücadeleye bağlanan sermayeye karşı mücadelenin “ulusal ölçekte” yürütülmesi ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Yapılmadığı sürece “küresel direniş”ten söz edilemeyecek olan direniş de işte bu “yerel direniş ve mücadele”dir.
Proletaryanın mücadelesinin uluslararası enternasyonalist karakteri hiçbir zaman onun kendi ülkesinde devrim için mücadele temel görevi ve hedefinin önüne geçmez. Kuşkusuz proletarya kendini ve mücadelesini dar ulusçu pratikle hareketinin kendi ülkesinin sınırlarına takılıp kalmasıyla sınırlamaz. O, bütün öteki ülkelerdeki sınıf mücadelesiyle ilgilidir ve enternasyonal dayanışma içindedir, iktisadi hareketin uluslararası gelişmesi, proletarya öncülüğündeki devrimin tüm kapitalist ülkelerde zafere ulaşmasının ve proletarya enternasyonalizmi üzerinden “dünya ulusu”nun oluşmasına doğru gidilmesinin koşullarını olgunlaştım ve sömürü, baskıyla birlikte “ulusal çitlerle çevrili” parçalanmışlıkların da ortadan kalkmasını olanaklı kılar. Marksistlerin azami hedefleri bu yönlü gelişmeyle uygunluk içindedir. Negri gibileri ise kapitalist emperyalizmin iç çelişkisiz bir bütün oluşturmaya yol alıp “imparatorluk aşaması”na ulaştığını, bunun da “ulus devlet’i proletaryanın mücadelesinin hedefi olmaktan çıkardığını düşünüyorlar. Onların mantığıyla hareket edilirse, herhangi bir ülkenin proletaryasının kendi ülkesinde devrim yapmak için örgütlenmek ve tüm emekçileri talepleri etrafında birleştirerek iktidara el koymak üzere ayaklanmak biçiminde tarif edilebilecek devrimci görevlerinden vazgeçmesi gerekmektedir! Negri’nin “kolektif sermaye iktidarı” olarak tanımladığı “kapitalizm” tasarımı, kapitalizmin eşit olmayan ve dengesiz gelişmesi yasasını yok saymakla kalmıyor, bununla ilişkili olarak, emperyalist kapitalist sistemin, zincirin en zayıf halkasından yarılacağı devrimci ve Leninist öngörüsünü de reddediyor. Onun “Imparatorluk”unun mantığında ezilen halkların emperyalizme; sömürgelerin emperyalist gerici hâkimiyete karşı mücadelesini görmek olası değil. Bunlarla birlikte fabrikayı artı-değer üretimi ve emek örgütlenmesinin “merkezi” olmaktan çıkaran “çokluk” fikriyle o, kapitalizmin tasfiyesi için devrimci olanakları da, aksi üzerine parlak değinmelerde bulunmasına karşın yok sayıyor. Negri’nin “göksel” bildirimi, proletaryayı devrimci savaş silahından yoksun kılmanın teorisini oluşturuyor.
Negri bir yandan sermayeye karşı mücadelenin “toprağa bağlı oluşu”na karşı çıkarken diğer yandan “Günümüzde proletarya enternasyonalizmi dönemi tamamen bitmiştir” demektedir, (sf. 75) Bu mantığın sonucu, devrim ve bunun için mücadele olanaksızlığıdır.

* * *
Türkiye’nin “küreselleşmec”i liberalleri Negri’nin anti-Marksist teorisinde “ufuk açıcı yenilikler” buldular. Marksist-Leninist çağ tahlili ve devrim teorisini “20. yüzyıl başlarının iklimi ve sosyal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımlar” olarak damgalayıp “kapitalizmin küreselleşmesi koşullarında” ancak küresel bir devrimin mümkün olabileceği demagojisiyle Troçkist safsataları yinelemeye devam ediyorlar. Devrim inkarını içeren oportünist tezlerini “kapitalizmin küreselleşmesi olgusu”yla inandırıcı kılmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz onlar da “küreselleşme” adını verdikleri kapitalist uluslararasılaşmanın ve bütün ülkeler ekonomisinin mali sermaye ve tekellerin egemenliği altında emperyalist dünya ekonomisi zincirinin halkalarına dönüşmesinin yeni bir olgu ve gelişme olmadığını biliyorlar. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin zincirin zayıf halkası-halkalarından kırılmasıyla gelişecek dünya devrimi fikrinin ilk kez gündeme getirilmediğini de unutmuş olamazlar. Ama kapitalist emperyalizmle uzlaşma ve devrimden vazgeçmenin teorisini inşa eden Troçkist-Kautskist teorisyenlerin tezlerini yinelerlerken, kendilerini bir biçimde ilerici göstermeye de gereksinim duyuyorlar. Negri ve Hardt’ın tezlerine “dört elle” sarılmalarının nedeni budur. Ama bu yol çıkmazdır. Çünkü “İmparatorluk” yazarlarının tezleri yeni dünya düzenci gerici yazar ve iktisatçıların, kapitalizmin emperyalist aşamasından da ötede çelişkisiz ve yıkılamaz yepyeni nitelikte bir başka düzeninin kurulduğu ya da kurulmakta olduğu yönündeki düşünceleriyle birleşmektedir. Negri, Yeni Dünya Düzeni üzerine vaaz veren liberal teorisyenlerden, “İmparatorluk”un yıkılabilir ve onu yıkacak “çokluk”un var olduğu yönündeki düşünceleriyle ayrılsa bile, tanımladığı sistem ve niteliklerine ilişkin iddialarıyla onlarla aynı yere varmaktadır. Kapitalist emperyalizmi, gerçekte olmadığı nitelikte başka bir “sistem” olarak değerlendiren Negri, emeğin de nitelik değiştirdiğini, sanal duruma geçtiğini, giderek daha çok maddi olmayan bir emek haline geldiğini söylemekte (sf. 272), proletaryanın “önemsizleştiğini” ve “çokluk”un tarih değiştirici, tarih yapıcı özne haline geldiğini vaaz etmektedir.
Bu görüşlere her türden liberal ve oportünist sistem muhalifi tarafından ne kadar devrimci etiketi yapıştırılıp övgüye boğulsalar da, proletarya ve işçi sınıfı devrimcileri için sorunun özü, kapitalizm ve sömürünün tasfiyesi ve burjuva siyasal egemenliğinin yıkılarak proletaryanın devrimci iktidarının kurulması olarak var olmaya devam ediyor. Proletarya üretime katıldığı ve yaşadığı topraklara bağlı gelişen sınıf mücadelesine öncü ve devrimci bir nesne olarak katılacak ve ezilenlerin hareketini kurtuluşa kadar götürecek midir; yoksa devrimci sorumluluğundan soyunarak “çokluk”un belirsiz “denizinde” etkisiz kalan tabi bir güç olarak sömürü nesnesi olmaya devam mı edecek, sorun şimdi böyle konmak zorundadır. Bu ise, Negri ve onun görüşlerine benzer görüşleri savunan anti-Marksist teorisyenlerin vaazlarının “elin tersi”yle itilmesini ve devrimci sınıfın iktidarında yeni sömürüsüz toplumun inşası için kararlı mücadeleyi gerektiriyor.

Ankara’nın holding bankalarını ‘devletleştirme’ operasyonu

Kılavuzu IMF olanın gündemi ne üretim ne istihdam ne de yatırım olur. 1999 sonundan beri sistemin krizinin bankacılığı kurtarmakla aşılacağı formülüne göre politikalar izlene-geldi, ama ifade edilen sonuca ulaşılamadı. IMF’li politikaların dört yıllık uygulamasının ardından ekonominin ve dolayısıyla kişi başına düşen ulusal gelirin de, 2004’te ancak 2000 düzeyinde kalacak olması ve 1998’in bile gerisinde kalması; öncelikle izlenen politikanın karakterini ve krizin boyutunu ortaya koymaktadır. 2001’de ekonomi, 2000’e göre tam 51 milyar dolar küçülerek 150 milyar dolar düzeyine geriledi. Dış borçlar toplamı da 120 milyar dolar. Her şey ortada.
Politika tercihi; IMF’nin kefaletiyle dış borçların öncelikle ödenmesi ve spekülatif sermayenin konumunu güçlendirmek yerine, üretim, yatırım ve istihdam yönünde yapılmadığı sürece daha nice yıllar kaybedilecektir. Çünkü küresel sermayenin ağababası ABD’de küresel sermayenin örnek kuruluşu Enron’un iflası, ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizmi’nin ipliğini pazara çıkarmıştır. Rüşvet ağı, ABD Temsilciler Meclisi ve Beyaz Saray’ın şerifi Bush ile yardımcısına kadar ulaşmış ve Enron’un rüşvet kayıt defterinde isimler tek tek sıralanmıştır.
1950’lerin Başbakanı Menderes’in tabiriyle ‘küçük Amerika’ Türkiye’de ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizminde neler sahnelendiğinin bizzat yaşayan şahidiyiz. En son örnek, geçen Şubat ayı içinde Meclis’te yaşandı. Bayındırlık ve İskân Bakanlığındaki rüşvet ağı nedeniyle istifa etmek zorunda kalan eski bakanın Meclis’te soruşturulmasıyla ilgili önerge, öncekiler gibi reddedildi ve Koray Aydın da, Mehmet Ağar, Tansu Çiller, Sedat Bucak gibi ‘dokunulmazlık kalesi’ne sığındı.
Son bankacılık yasası ile dokunulmazlık kalesine sığınanlar daha da arttı. Kamu bankaları ve bankacılık üst kurulu üyelerine, doğrudan yasa güvencesi ile dokunulmazlık zırhı giydirildi. Bakan Derviş’in bu düzenlemeyi “kötü niyetli olmayan bankacıları korumak ve işlerini canla başla yapmalarını sağlamak” amacına bağlayarak gerekçelendirmesi, her şeyi ortaya koymaktadır.
Dokunulmazlık kalesinin en önemli silahı, medyadaki kalemşorları aracılığıyla sür dürülen cephesel psikolojik savaştır. Analizlerini üçkâğıt ekonomisi faiz-borsa döviz’e göre yapan piyasa kalpazanları da, sanki unutmuş oldukları bir şeyi birden bire hatırlamışlar gibi, Derviş’in açıklamasına uygun siper aldılar. Buna göre senaryolar yazılmaya ve dillendirilmeye başlandı: Ya devlet bankalara ortak olacak ya da kriz yeniden gelecek!
Bu kaçıncı ’40 katır mı, 40 satır mı’ zulmü…
19. stand-by anlaşması olarak nitelendirilen para politikaları iki eksende belirginleştirildi; 1- Devlet bankaları özelleştirilecek, 2-Özel sermayeli (holding) bankalara devlet sermaye koyarak ortak olacak. Piyasa kalpazanları böylesine ikiyüzlü ve düzenbazdırlar. Kendi işlerine geldiğinde laf kalabalığı ve teknik bazı ifadelerle, mevcutlarını koruma telaşına düşüyorlar.
“Piyasa ekonomisi” tanımlamasında, yine piyasanın, bu gibi sorunların yaşanması halinde bilinen çözüm mekanizmaları vardır. Bu da, bankaların ya ortaklar bulması ya hisselerini tam olarak satması veyahut iflas etmesidir. Bugüne kadar devlet, iflas noktasına gelen bankaları Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devrederek, yani devletleştirerek, tasfiye sürecine soktu. Daha ödenecekler hariç, bir yılda fon bankalarına 18 milyar doları aşan bir para aktarıldı; ama batık banka sahiplerinin konumunda herhangi bir değişiklik olmazken, devlete fatura edilen zararla ilgili tahsilât için göstermeliğin dışında herhangi bir girişim yapılmadı. İşte Çağlar, davul-zurnayla karşılandı, havasında geziyor, tozuyor!
Bugün bu yöntemden vazgeçilerek, tasfiye etmeden ortak olmak isteniyor. Böylece “piyasa ekonomisi” tanımlamasının, aslında, ne olduğunun bir sahnesi daha oynanmaya çalışılıyor.
Böylece, Kasım 2000 krizi sonrasında, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun 18 Ocak 2001 tarihli açıklamasıyla, bankaların özellikle yurtdışı kredi borçları ve bilânço dışı yükümlülükleri için, tasarruf mevduatı dışında bilânço dışı garanti, taahhüt ve teminat mektubu gibi işlemlere devlet garantisinin getirilmesinden bir yıl sonra, devletin bizzat bankalara sermayesiyle ortak olması öneriliyor.
Yıllarca devlet bankalarının sistemdeki payının büyüklüğünden şikâyet edildi ve özel sermayeli bankaların payının artmasına yönelik politikalar özellikle izlendi. Aralık 2001 tarihli Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre, özel sermayeli bankaların payı, aktif toplamında yüzde 53,6 (kamu bankaların payı yüzde 27,2), kredilerde yüzde 67,2 ve mevduatta yüzde 56,6 olarak gerçekleşti.
Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Sistemde devlet bankaların payının azaldığı, holdinglerin para piyasalarındaki uzantısı bankaların etkinliğinin büyüdüğü ve tekelleşme arttığı oranda, devletin şu ya da bu biçimde sisteme verdiği kaynak da arttı (Tablo–1). Piyasa ekonomisi diye diye, devletin hem sisteme garanti vermesi hem de sermaye katılımıyla ortak olması, ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizmi’nin Ankara versiyonundan başka bir şey değildir.

Tablo–1
Sistemde yoğunlaşma
5 büyük banka payı. % olarak
Aralık 2000        Haziran 2001           Eylül 2001
Aktiflerde payı        47,8            41,8            47,6   
Kredilerde payı    42,1            41,9            44,8
Mevduatta payı    51,3            48,7            53,5

Kaynak: BDDK

Sistemin 50 katrilyon lira civarında olan bugünkü bankacılık operasyonu, aslında ekonomideki en büyük kara deliğin, ileri sürüldüğü gibi, sosyal güvenlik sübvansiyonu ya da KİT’ler veya tarımsal desteklemeler olmadığını bir kez daha gösterdi. Sosyal nitelikli ödeneğe ve refahı artırmaya yönelik harcamaya, yatırıma kuruş bulamayan Ankara için, söz konusu bankalar olduğunda, akan sular duruyor.

BANKALARIN 14,7 MİLYAR DOLAR DIŞ BORCU VAR
Uluslararası piyasalardan sağlanan borçların tahsil edilmesinin yetkilisi, global çek-senet tahsilatçısı IMF’nin yaklaşımı da aynı Tüm politikalarını piyasa ve özelleştirme esasına göre oluşturmasına rağmen, o da, yine ‘piyasa ekonomisi’ gereği devletleştirmeyi önerebiliyor. Bu da, IMF’nin (dolayısıyla, muhasebecilik ve tahsilâtçılığını yaptığı uluslararası sermayenin) çıkarına ne geliyorsa, onu önerip desteklediğini göstermektedir.
IMF icra Direktörü Willy Kiekens, TCMB eski Başkanı Gazi Erçel’e yaptığı açıklamada, dış borç ödemesini durduran ülkenin ekonomisinin bozulacağını ifade ettikten sonra, Türkiye’deki özel sermaye bankalarıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bankaların ödeme gücü ile ilgili en ufak şüpheyi ortadan kaldırmak için, Türk bankaları sermaye yeterliliği kurallarını mutlaka yerine getirmelidirler.” (Dünya Gazetesi eki, 19–20 Ocak 2002)
2001 Eylül itibariyle (BDDK Aralık raporu), özel sermayeli bankaların yurtdışı bankalarına olan borçlarının toplamı, 14 milyar 708 milyon dolardır. Bankalara devletin sermaye koyarak ortak olmasının gerekçeleri arasında, sanıyoruz, ilk sırada, bu yurtdışı bankaların alacakları geliyor. Bu alacaklıların bir kısmının da, parasını yurtdışında tutan yerli sermayedarlar olması, sahnelenen oyunu ortaya koymaktadır. Hatta bu alacaklıların önemli bir kısmı da, içerideki parasını dışarıya kaçıran sermayedarlardır.
İşte tüm laf cambazlığı bunun için yapılıyor. “Elin adamı” alacağını garantiye bağlamanın peşinde. Yerli işbirlikçileri de, bunu, kutsal bir emir gibi sunuyor.

1989’DA ‘SICAK PARA’ MODELİ
Bankalar, yıllardır faiz ve döviz arbitrajına göre oluşturup izledikleri spekülatif kazancı esas olan politika nedeniyle, öncelikli işlevleri olması gereken reel sektöre kredi verme fonksiyonunu ikinci plana attılar. Bankaların bu yönelimi, 1989 yılında yürürlüğe giren 32 sayılı ‘konvertibiliteye geçiş’ kararı sonrasında öncelikli politika haline getirildi. Bu kararla, Türkiye’ye sermaye giriş ve çıkışı serbest bırakıldı. Bunun reel sektöre yatırım için yabancı sermaye girişini artıracağı ve böylece döviz gelir gider dengesini olumlu yönde etkileyeceği ifade edildi. Ama sermaye hareketleri esas olarak portföy yatırımlarında yoğunlaşınca, yaşanılanla ifade edilen bir biriyle örtüşmedi.
“Sıcak para” hareketlerine imkân veren bu kararla, bankalar da, dışardan sağladıkları kaynağı devletin iç borçlanma senetlerinde değerlendirdiler. Yabancı para birimleri karşısında değerlenen Türk Lirası politikasıyla, reel faiz politikası izlendi.
Paradan para kazanma ilişkileri güçlendirildi… Spekülatif sermaye, sistem içinde öncelikli konuma getirilerek, sürekli palazlandırıldı…
Piyasa ekonomisini güçlendirme adına yürürlüğe konulan 1989 kararları; bir yandan döviz gelir gider dengesi sürekli açık veren Türkiye’nin ekonomik sorunlarını artırırken, diğer yandan da ekonomik politikaları faiz-döviz ikilemine soktu ve ayrıca Merkez Bankası’nın manevra alanını sınırlandırdı. Bu da, ekonomideki yapısal sorunları daha da artırdı. 1990’lı yıllarda bir yıl büyüyen ekonomi, diğer bir yıl ciddi oranda küçüldü, enflasyon ise yüzde 70 civarında gerçekleşti.
Özellikle uluslararası spekülatif sermaye istediği gibi ‘at oynattı’ ve bunun sonucunda, esas olarak oluşturulan rantiye tipi sermaye birikimi modeli çerçevesinde, reel sektör diye tanımlanan sanayi sektörü de kârlılığını asıl faaliyeti dışından, ‘diğer faaliyet gelirleri’nden sağladı. İstanbul Sanayi Odası 500 Büyük Sanayi Kuruluşu araştırmasına göre (2000 yılı itibariyle), 1999 yılı öncesinde yüzde 100’ün altında kalan diğer faaliyet gelirlerinin, dönem kârındaki payı 1999’da yüzde 219 ve 2000’de ise yüzde 114,4 olarak gerçekleşti.
Ayrıca, resmi para birimi Türk Lirası yerine yabanca para birimlerinin kullanımının artmasıyla, dolarizasyon olarak nitelendirilen TL’den bir kaçış yaşandı ve bu da Merkez Bankası’nın para politikasındaki etkinliğini sınırlandırdı. Ekonomide dolara endeksli bir yapılanım arttıkça, sistemin krizi de derinleşti. Bu, önemli oranda sıcak paranın yarattığı bir sonuçtu. Yıllar sonrasında ekonomi bürokrasisinin Merkez Bankası Başkanı ile birlikte önde gelen iki liderinden biri olan Hazine Müsteşarı Faik Öztrak’ın, “Artık sıcak parayla büyüme bitti” (Milliyet ve Radikal, 15 Şubat 2002) demek zorunda kalması, iflasın itirafından başka bir şey değildir.
Sıcak para politikasıyla TL alanı gerilerken, dolar alanı hızla genişledi. Holding bankalarının, Eylül 2000’de, aktiflerde yabancı para cinsinden kalemlerin yüzde 44,4 olan payı, bir yıl sonrasında (Eylül 2001’de) tam yüzde 55,1’e yükseldi ve reel olarak TL cinsinden varlıklar yüzde 16,2 oranında gerilerken, yabancı para cinsinden varlıklar yüzde 28,6 oranında arttı (BDDK verileri). Bu, Şubat devalüasyonuna rağmen artan dolarizasyonun en somut göstergesidir. Bu artış, esas olarak, kredilerde TL kredilerin payının gerilemesinde yaşandı.

ÜÇLÜ CEPHE VE ÇAĞLAR’LA BİLGİN’E TAHLİYE
Dışardan sıcak para girişi sağlayan bankaların zamanla hem açık pozisyonu arttı, hem de geçen yılın Şubat ayında olduğu gibi, döviz kurundaki ani hareketlenmeden dış ticaret dengesi, sermaye yapısı ve kambiyo kârları da olumsuz yönde etkilendi. 1994 Nisan ve 2001 Şubat devalüasyonu sonrasında, birçok banka fona devredilirken bir kısmı da tasfiye edildi.
Sıcak para modeliyle birlikte, sisteme hâkim olan holding bankalarının kendi grup şirketlerine aktardığı kredileri tahsil edememesine bağlı olarak, holding bankacılığı krizinin tüm sisteme egemen olmasıyla; bankalar önce fona alındı ve bugün de devlet sermaye koyarak ortak olacak.
Cavit Çağlar’ın İnterbank’ının ve Dinç Bilgin’in Etibank’ının tasfiye edilmesine rağmen, Bilgin ve Çağlar’ın grup yapısının halen korunması ve alacakların tahsil edilmemiş olması, yargılamanın da nasıl ilerlediğini gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. Hatta ilgili yasanın ‘katrilyonları götürmek’ için bir çetenin olmasının da gerekmediği yönünde değiştirilmesiyle, Çağlar ve Bilgin’in Kartal Hastanesi’nden tahliye edilmesi, Ankara’nın rengini ortaya koyuyor. Daha öncesi de var. Yakın dönemde, 1980’li yıllarda, altın kaçakçılığı ve hayali ihracat yapan kaçakçılar da, Özal’ın ‘ekonomik suça ekonomik ceza’ içerikli yasal değişikliğiyle ödüllendirilmişti.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre, Etibank’ın, bünyesindeki İnterbank’la birlikte, 30 Kasım 2001 itibariyle birikmiş zararı 4,5 katrilyon lira (3 milyar 7 milyon 686 bin dolar). Açıklanmamasına karşın, bugüne kadar yapılan tahsilâtınsa çok düşük düzeyde kaldığı kolaylıkla tahmin edilebilir. Çünkü fondaki 19 bankayla ilgili tahsilât toplamının 1 katrilyonun altında kaldığı hatırlanırsa, Etibank’tan ne kadar tahsilât yapıldığını daha net olarak anlamak mümkün olacaktır.
Holdinglerin para piyasasındaki uzantıları olan bankalar, bu palazlanmada sermaye gruplarına sermaye aktarımının aracı oldu. Para piyasalarındaki bu durum, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Engin Akçakoca tarafından da itiraf edildi: “Bankacılık sistemi, Türkiye’de 50 yıldır aile ve holding sahipliği üzerine kurulu.” (Milliyet, 1 Ocak 2002). Aynı Akçakoca’nın, holding şirketlerine aktarılan kredilerin tahsil edilememesiyle yaşanan krizi göz ardı etmesi de, itirafa rağmen gerçek niyetleri ortaya koyuyor. Demek ki, aynı aile ya da holding görüntüsünde aslında “çete”yi kurtaracaklar.
Ankara’nın icraatı ortada. Bugüne kadar bankaları riskli duruma getirenlerle ilgili herhangi bir şeyin yapılmamış olması ya da ancak göstermelik bazı adımların atılması ama hiçbir sonuç alınamaması, sistemde bir politikacı, bürokrasi ve holding bankaları (tekeller) cepheleşmesinin varlığını gözler önüne seriyor. Bu alanda girift ilişkileriyle bir iç içe geçme yaşanıyor. Cephe, ne olursa olsun kelle vermiyor, çetesini koruyor.

RANTİYEYE VERGİ KIYAĞI
Sıcak para modelinin oluşturduğu sistem gereği, paradan para kazanma politikasına öncelik verildiği için, devletin sürekli artan finansman açığına rağmen, bu alandaki kazanç hiçbir zaman vergilendirilmedi. Açık, borçla karşılandı; böylece, özel kapitaliste sermaye transferi yapıldı.
Devletin yatırım için 4 katrilyon 139 trilyon lira ayırdığı 2001 yılı bütçesinde, iç borç faizi olarak ise, 37 katrilyon 494 trilyon 301 milyar lira ödendi. Bu ödemeye karşın yapılan vergi kesintisi sadece 515 milyar liradır. Yani devletin, anapara hariç, iç borç faizi olarak yaptığı her 100 bin liralık ödemeye karşılık, aldığı vergi, sadece 1,37 liradır.
Asgari ücretten yüzde 15 vergi alan Ankara’nın, iç borç kâğıtlarını sattığı rantiyeden 100 binde 1,37 oranında vergi olması, sisteminin niteliğini tartışmasız olarak ortaya koyuyor.
İşte, bugün devletin kaynaklarının rantiyeye aktarılması üzerinde oluşturulan modelin yaşadığı kriz, yine, devletin bankalara sermaye aktarımıyla aşılmaya çalışılıyor.

İSTANBUL YAKLAŞIMI VE ‘SÜPER PATRONLAR’ LOBİSİ
Reel sektörde egemen durumda olan tekeller ve sözcülerinin de, aynı kaptan yedikleri için, küçük ve orta ölçekli sermayenin aksine, bu “küçüklerle” ilişkilerini gözetmenin yanında bir dizi artı kolaylıklar talep etmekten kaynaklı ve bazen gürültü halini alan sesler çıkarmanın ötesinde bir tavrı olmuyor. Ödenmeyen ve ödenemeyen kredilerle ilgili yaşanan sorunları çözmek amacıyla bankacılarla bir araya gelen reel sektör temsilcilerin, bugün bankalara kaynak aktarımına sessiz kalmaları da bu yüzden olsa gerek.
Çünkü adına “İstanbul Yaklaşımı” denilen toplantılar sonucunda açıklanan karar, devletin holding bankalarına sermaye koyması oldu.
Öncesinde hep ifade edilen, sorunlu kredilere çözüm bulmak ve belli bir ödeme programı tespit etmekti. Bu niyetle yapılan toplantılar sonrasında, paradan para kazanma sisteminde kazanan yine holding bankaları somutunda bankacılık lobisi ve kuşkusuz tekeller oldu. Devletin, sermaye koyarak yöneldiği ortaklıkla, holding bankalarının sermayesinin güçlendirilmesi amaçlanıyor (Tablo.2).

Tablo-2
Sermaye Yeterlilik Rasyosu
(Yüzde Oran)

Eylül 2000    Eylül 2001
Kamu Bankaları        7,9        26,9
Özel Sermayeli        16,6        10,9
Fon Bankaları            -241,7        13,4
Yabancı Bankalar        19,9        25,7
Kalkınma ve Yatırım        32,2        31,3
Sektör                7,7        15,9

Kaynak: BDDK

Yasayı onaylaması için, Ecevit ve Derviş tarafından Cumhurbaşkanı Sezer’e IMF hatırlatmaları bile yapıldı… Hatta yasanın Meclis’te görüşülmesi de, olağan durumun ötesinde gerçekleştirildi…
Bakan Derviş, sürekli tehdit savurdu: Bankalar operasyonu olmazsa, yeni bir kriz gelir. (Sabah, 8 Ocak 2002) Ardından gerçek ses geldi, IMF Avrupa Bölümü Başkanı M. Deppler, “Bankalara destek olunmalı” dedi. (AA, Washington, 14 Ocak 2002) Washington ziyaretinde Ecevit de, IMF Başkanı Köhler’e gerekenin yapılacağı güvencesini verdi. (16 Ocak 2002).
Bankacılık lobisinin gerekçeleri, 1- Krizle sermaye eridi, 2- Takipteki alacaklar arttı, 3-Aktif yapısı bozuldu, şeklindeydi. Operasyonun, krizin sarmal etkisini asgariye indirmek için de gerekli olduğu hemen ekleniyordu. Bunun anlamı, gerek sanayi ve ticaret, gerekse medyada etkinliğe sahip holding bankacılığının sistemle özleştirilme çabasıydı. Böylelikle holding bankacılığı ve çıkarları, tüm ülke ekonomisi ve halkının çıkarlarıyla özdeşleştiriliyor, aslında dayatılıyordu.
Gerçekte bu, sermaye cephesinde, TÜSİAD’daki ‘süper patronlar’ lobisi (Yurtbank eski sahibi Ali Balkaner, ’18 aileli bir lobi’den bahsetmiş ve bazı bilgiler vermişti, mahkemede; -HaberTürk, 22 Ocak 2001-) olarak bilinenlerin konumunu daha da güçlendirmekten başka bir şey değildir. Açıklandığı kadarıyla lobi, sürekli ortak hareket etme eğiliminde oldu. Bu lobi, en son, TOBB’un ev sahipliğinde. Kasım 2001’de bir araya geldi. Bilindiği kadarıyla 7. kez bir araya geldiler. Lobinin has elamanı Sakıp Sabancı niyetlerini özetledi: “Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak reçetelerin en iyisini bulmaya çalışıyoruz. (Sabah, 23 Kasım 2001) Yerine göre Sabancı’nın da “farklı” ses çıkarması, iç çelişkilerinin yanı sıra görünüşü kurtarma tutumunu yansıtıyor. Sabancı Holding’in Akbank Genel Müdürü Zafer Kurtul, “Patron değil bankalar kurtarılsın” (Hürriyet, 4 Ocak 2002) derken, Doğuş Holding’in Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen de, “Bazı bankalar kazandıkları paraları bankaya koymayıp, başka faaliyetlere aktardılar” (Sabah, 24 Ocak 2002) tespitinde bulundu.
Lobinin içindeki farklılıklara rağmen, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, reel sektör için bulunmayan kaynağın, hemen bankalar için bulunmasını ilk başta eleştirdiyse de (Dünya, 31 Aralık 2002), sonradan memnun olduklarını açıkladı. (Radikal, 12 Ocak 2002) Önemli olan, küçük ve orta ölçekli sermaye değil, tekellerdi ve onlar açısından, “reel sektör-finans sektörü” çekişmesi üzerine koparılan fırtına, ayrıntıdaki çıkar farklılıklarına bile ilişkin değildi, nasıl olsa tümü “diğer faaliyet gelirlerinin yüksekliğiyle finansal politikalardan bugüne kadar yararlana geldikleri gibi operasyondan da kârlı çıkacaklardı.

60 KATRİLYONLUK MALİYET
Her fırsatta “şeffaflık” üzerinde duran Bakan Derviş ve bürokrat kadrosu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’ndaki bankaların maliyetiyle ilgili, en son Ağustos 2001 itibariyle açıklama yaptı. Ondan sonra, artık ağızlarını bıçak açmaz oldu. Bu nedenle, Ağustos’tan bugüne durmadan artan bankaların gerek dönem gerekse birikmiş zararlarına bağlı olarak, aktarılan kaynağın da arttığını ifade etmek, hiç de abartma olmayacaktır.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre, Ağustos itibariyle “fon bankaları”na aktarılan devlet kaynağı toplamı, 18 katrilyon 517 trilyon liradır. Eylül itibariyle bu bankaların dönem zararı, 6 katrilyon 172 trilyon lira ve birikmiş zarar toplamı (kasım itibariyle) ise, 8 katrilyon 555 trilyon liradır. En iyimser tahminle 30 katrilyonu bulan bir maliyet ortaya çıkıyor.
Devlet bankaları, holdinglere ya da onların bankalarına dolaylı veya doğrudan kaynak aktarımına karşın tahsilât yapamazken, bir başka kamu kuruluşu faaliyeti nedeniyle oluşan “görev zararları” da bir başka bankacılık operasyonu maliyet kalemi olarak sunuldu. Sayıştay raporlarıyla (Sayıştay 2000 Mali Raporu, sayfa 126) tespit edildiği gibi, yüzde 300’lere varan faiz oranı nedeniyle, görev zararı hızla arttırıldı, işte böylesi faiz politikası sonucunda, BDDK verilerine göre, 2000 yılı sonunda 2,9 katrilyon olan görev zararı toplamı, 2001’in Mayıs ayı sonunda 25 katrilyon 955 trilyon liraya yükseldi. Bu hesap da, kapatıldı.
Bu haliyle, fon bankalarının sürekli artan maliyetiyle birlikte, fon ve devlet bankalarının operasyonel maliyeti, en iyimser tahminle 50 katrilyon lirayı aşıyor. Buna, bir de, holding banklarına, ifade edildiği kadarıyla, aktarılacak 7–8 katrilyonluk ek kaynağın da eklenmesi halinde, toplam bankacılık operasyonu maliyeti, 60 katrilyon lirayı bulacaktır.
Ekonominin yüzde 10 küçüldüğü koşullarda, bankalara 60 katrilyonun aktarılması, ‘al gülüm-ver gülüm kapitalizmin’ niteliğini net olarak ortaya koymaktadır.

HOLDİNG BANKALARININ DÖVİZ VURGUNU
Bankacılık sektörünün, devlete, dolayısıyla halka yansıtılan faturası (sermaye ortaklığıyla birlikteki maliyeti), sadece bu 60 katrilyonla da sınırlı değil. Bankaların döviz varlıklarının döviz yükümlülüklerini karşılamaması nedeniyle, devlet, hem dövize endeksli ve döviz cinsinden borçlanma kasıtları ihraç etti, hem de bankaların elindeki 9,3 katrilyonluk iç borçlanma senetlerini, Haziran 2001’de -dolar çok daha pahalıyken- 1 milyon 160 bin liralık dolar kurundan dövize endeksli kâğıtlarla değiştirdi.
Aslında bu takas operasyonunda kurun 960 lira olarak belirlendiği ve bunun sonucunda Ankara’nın elbirliğiyle bankalara 1,6 katrilyonluk takas vurgunu sağlandığı (Yeni Şafak, 9 Aralık 2001) iddiası da, bugüne kadar politik ve bürokratik kurmaylar tarafından görmezden gelindi ve yanıtlanmadı.
Takasın sonucu olarak bankaların açık pozisyonu geriledi, sektörün toplam pozisyon açığı geçen yılın Eylül ayında 1,9 milyar dolar düzeyine indi.
1990’lı yılların ikinci yarısında açık pozisyon hızla artmıştı. Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, 1997 yılında 5 milyar dolar olan açık pozisyon, 2000’in sonunda 17,3 milyar dolara yükseldi. Ancak takas operasyonuyla 2001 Haziran ayında 2 milyar 417 milyon dolara geriledi ve bu Eylül’de de 1 milyar 932 milyon dolar oldu.
Holding bankalarının açık pozisyonu da sistemin geneline benzer bir gelişme gösterdi. 1997’de 4,5 milyar dolar olan holding bankalarının açık pozisyonu, 2000’in sonunda 11,5 milyar dolar, Haziran 2001’de 2,1 milyar dolar ve Eylül ayında da 907 milyon dolar olarak gerçekleşti.
Devlet, takasla holding bankalarını dövizle besledi. Dolar kurunun altında yapılan satışla bu bankalara kaynak aktardığı gibi, onların, doların yükselişinin yol açacağı zararlarını üslenmiş oldu.

1,4 KATRİLYONLUK TAKİPTEKİ ALACAKLAR
Holding bankalarının Eylül 2001’de kredileri toplamı 29 katrilyon 493 trilyon olup, bunun aktiflerdeki payı yüzde 32,4’tür. (BDDK verileri) Fakat bu oran, daha bir yıl öncesinde yüzde 36,4’tü. Aynı dönemde mevduatın pasiflerdeki payı 14 puanlık artışla yüzde 65,6’ya yükselirken, krediler payı 4 puan geriledi. Oysa bağlı menkul kıymetler payı, 6,7 puanlık artışla yüzde 13,7’ye yükseldi.
Kredilerin banka plasmanlarında çok da öncelikli olmadığını ortaya koyan bu BDDK verilerine göre, takipteki alacaklar toplamı ise, hızla artarak, 553,3 trilyon liradan 1 katrilyon 439 trilyon liraya çıktı. 29,5 katrilyonluk holding bankaları kredilerinin 1,4 katrilyonunu (yüzde 4,7’sini) takipteki alacakları oluşturuyor.
Reel sektöre kredi açılması amacına bağlayarak kredilerin tahsilinde sorunlar yaşandığını iddia edenlerin dedikleri doğru olsa bile, bu takipteki alacaklar miktarının (1,4 katrilyon), 7–8 katrilyonluk sermaye aktarımı neden gerekli kıldığını izah etmede yetersiz kalıyor.
Holding bankalarının, bankalar arası para piyasası işlemlerinden alacakları da, Eylül ayı itibariyle, son bir yılda, yüzde 526,6 gibi hızlı bir artışla, 4,8 katrilyona fırladı. TL cinsinden bankalar arası piyasa işlemlerinden alacakları 47,7 trilyondan 2,1 katrilyona, döviz cinsinden alacakları da 719,6 trilyondan 2,7 katrilyona yükseldi.
Belki de devlet, bankaların bir birinden bu alacaklarını karşılamak için, sermaye koyup ortak olacak. Krediler de gerekçe gösteriliyor.
Sistemin kredilendirdiği şirket yapısı da düşünmeye değer. Kredi dağılımında da tekelcilik var. Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün “Halk Bankası’nın batan kredilerinin yüzde 71 ‘i 81 şirkete ait” (Dünya, 5 Aralık 2001) açıklamasıyla Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Vural Akışık’ın “Türkiye’de toplam kredilerin yüzde 40’ını 1200 şirket alıyor” (Dünya, 11 Ocak 2002) açıklaması, kredi dağılımındaki mevcut durumu ortaya koyması ve kimin desteklendiğini netleştirmesi bakımından önemlidir.

11 HOLDİNGİN BANKASINA DEVLET ORTAKLIĞI
Bakan Derviş, TRT 1’deki konuşmasında, dalgalı kurla kambiyo politikasını düzelttiklerini ve sıranın bankacılık sektörüne geldiğini açıkladı (5 Ocak 2002). Sistemle ilgili durum böyle özetlense de, holding bankalarının kendi grubuna kredi vermesiyle ilgili tartışmayı Bakan Derviş’in hem de yanlış bir şekilde başlatması, tartışmayı gölgelemekten başka bir şey değildir. Derviş, grup şirketine kredi vermenin suç olmadığına dikkat çekerek, “Bankaların grup şirketlerine açtıkları kredilerle ilgili geçmişte sınırlama yoktu. Biz yüzde 25 sınır getirdik” dedi. (TRT 1’deki konuşması, aktaran Hürriyet, 6 Ocak 2002)
Derviş’in kafası mı karışık, yoksa kendisini izleyenlerinkini mi karıştırmak istiyor ikilemi bir yana, grup şirketlerine verilecek kredi miktarı sınırlamasıyla ilgili hüküm, 1999 yılında IMF’nin talimatıyla yapılan bankalar kanunundaki değişiklikle kaldırıldı. Son çıkarılan yasada da her hangi bir sınırlama yok. Ancak sınırlanmayla ilgili açıklama yetkisinin, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nda (BDDK) olduğu iddia ediliyor.
Bankacılık yasasında yapılan değişiklikle, sistem payı yüzde 1’in üzerinde olan bankalara, devlet, sermaye desteği vererek ortak olacak. Buna göre, sektördeki payı yüzde 1’i aşan 11 holding bankasının (Garanti Bankası, Osmanlı Bankası’yla ve OYAK Grubuna satılan Sümerbank da, Oyakbank’la, 2001 Eylül ayında birleşmemiş olsa da bugün birleşen ikişer bankadır) ödenmiş sermayeleri toplamı 4 katrilyon 285 trilyon liradır. (Tablo-3)

Tablo-3
Destek Alabilecek Konumdaki 11 Banka

Aktif toplamı     Sistemdeki payı    Grubu (holdingi)
Garanti-Osmanlı        15814        9,3            Doğuş
İş Bankası            14550        8,6            İş Bankası
Akbank            14489        8,5            Sabancı
Yapı ve Kredi            13241        7,8            Çukurova
Pamukbank            8652        5,1            Çukurova
Koçbank            4794        2,8            Koç
Finansbank            3565        2,1            Finans
Oyakbank-Sümerbank    2807        1,6            Oyak
Dışbank            1948        1,1            Doğan
İmar Bankası            1730        1,0            Uzanlar
T. Ekonomi Bankası        1619        1,0            Çolakoğlu
TOPLAM            83209        48,9

Kaynak: BDDK

Karikatürize edecek olursak, medyadan, sanayiye ve finansa kadar büyük oranda bir yoğunlaşmaya sahip olan bu 11 bankanın kredi batağının grup içi ve grup dışı kredilendirme faaliyetinden olduğu varsayılırsa, bu bankalara devletin sermaye vermesi, aslında “süper patronları” koruma faaliyetinden başka bir şey olmayacaktır. Bankaların alacakları sermayenin yüzde 60’ını reel sektöre kredi olarak verecek olmaları ilkesi de, kuşkusuz kredilerin yine grubun şirketlerine verilmesini engelleyecek bir hüküm oluşturmuyor. Bunu engelleyecek bir karşı hüküm bulunmuyor.
Ayrıca, BDDK peş peşe yönetmenlikler yayımlıyor, ama devletin hisse karşılığında verdiği parayı almasının garantisi de yok. Sermaye verildi, Irak’a bir saldırı düzenlendi ya da 19 Şubat gibi bir olay yaşandı diyelim, ardından, önceden verilen parayı almak için, yeni kaynak vermenin de gündeme gelmesi çok muhtemeldir.
Bu 11 banka arasında olan Dışbank (Yönetim Kurulu Murahhas Azası Tayfun Bayazıt, Radikal, 23 Ocak 2002) ve İş Bankası’nın (Genel Müdürü Ersin Özince, Finansal Forum, 28 Ocak 2002) sermaye rasyosunun yüzde 10’un üzerinde olduğu dikkate alınırsa, bugünden 5 milyar dolarlık ek bir kaynağın ifade edilmesi, bir oyun oynandığını gösteriyor. Uzanlar’ın devre dışı bırakıldığı süper patronlar lobisinde ismi olup da, bu 11 banka arasında yer almayan sadece dünün bankacısı ve bugünün Finansbank sermayedarı Hüsnü Özyeğin var.
Yasanın zoraki onaylanmasının ardından, BDDK’nın yönetmeliklerle ilgili yaptığı çalışmanın sürdüğü bu sırada, bankacılık lobisi, medyadaki maşa kalemleriyle, hiçbir bankanın kredi almayacağı propagandasına start verdi. Bunun kredi koşullarını etkilemek için yapıldığı düşünülebilir; yoksa bu yasa çıkarılmak için niye bu kadar gayret gösterilsindi! Tasarının Meclis’teki görüşme tutanakları da, hükümet partilerinden milletvekillerin ne denli cansiperane çalıştıklarını ortaya koyuyor.
Devletin sermaye koyacağı bankalarla ilgili tutumunun bağımsız denetim kuruluşlarının denetimlerine göre belirlenecek olması da, denetim işini baştan savsaklamadan başka bir şey değildir. Düne kadar denetim konusunda bir numara olan Arthur Andersen’in gerçek yüzü, ABD’deki enerji devi Enron’un iflasıyla ortaya çıktı.
Ayrıca batak 19 bankanın her birinin mali tablolarını yine bu tür denetim kuruluşları yapmış ve raporlar hazırlamıştı. Bankalar battı, ama denetim firmalarıyla ilgili herhangi bir işlem yapılamadı. Öte yandan, Derviş, hâlâ oluşturduğu bu denetim modelinin bankacılığı şeffaf hale getireceğini belirtirken (TRT 1,5 Ocak 2002), bugüne kadar sistemin şeffaf olmadığını itiraf etmiş oluyordu.

DEVLET, SİSTEMİN YÜZDE 72’SİNE KEFİL
Devlet, bankacılık sektörünün yüzde 72’sine kefil. Bilânço dışı işlemler dâhil 282,5 katrilyonluk sistemin, 203,4 katrilyonuna devlet garanti vermiş bulunuyor ve bunun da adı, “piyasa ekonomisine uygun bankacılık oluyor. Halka, emekçilere küçük kaynakların ayrılmasına bile popülizm diyerek karşı çıkanlar, böylesi devlet garantörlüğü karşısında hem kör hem de sağır.
Yeni yasal düzenlemeyle, artık devletin holding bankalarına sermaye koyarak ortak olması sağlanacak, böylece sistem tamamen devletleştirilmiş olacak. Oysa diğer yandan, devletçiliğin verimsizliği ve neden olduğu zararlar propagandasıyla kamu bankalarının özelleştirilmesi gündemde. Devletin, sistemdeki operasyonun maliyetini üstlenmesi sağlanırken, batıklarla ilgili işlemlerin hep cek’li ya da cak’lı olması, sistemdeki açmazı ortaya koymaktadır.
“Piyasalar tedirgin”, “piyasalar beklemede”, “piyasalar rahatsız” gibi söylemlerle, faiz-dolar-borsa’dan oluşan üçkâğıt ekonomisinde tam bir piyasa terörü estiriliyor. Yılbaşında aniden gündeme getirilen ve hemen çıkarılan bankacılık yasasıyla, devletin holding bankalarına sermaye vermesinin üç gerekçesini:
1- Özellikle dışardan alınan borçların ödenmesi,
2- Grup içi ve dışına verilen kredinin riskini devletin üstlenmesi,
3- Devletin verdiği kredinin yüzde 60’ının reel sektöre verilecek olması hükmüyle yine grup şirketlerine yeni kredi imkânı sağlanması, oluşturmaktadır.
Hatta bankanın grup şirketinden tahsil edemediği kredileri, sermaye olarak nitelendirip iştirak payının daha da arttırılmasına yönelik düzenlemeler yapılacağı iddia edilmektedir.
Kredi alma koşullarına uyan 11 bankanın hepsi de birer holding bankası. Bu holding bankaları, medyadan, sanayiye ve finansa kadar Türkiye’de önemli oranda bir yoğunlaşmaya ulaşmış, süper patronlar grubunun kalbi durumundadır. (Tablo. 4)

Tablo-4
Sanayi de medya da onların

Medya        Sanayi
Doğan Grubu            +++        +
Sabancı Holding        –        +++
Koç Holding            –        +++
Doğuş Holding        +        ++
Oyak Grubu            –        +++
Uzanlar Grubu            +++        +
Çukurova Holding        +++        +++
SONUÇ            +++        +++

Kaynak: BDDK

19. stand-by anlaşması niyet mektubuna göre, devletin holding bankalarına ortak olmasını öngörürken, bir yandan da özellikle kamu bankalarında şube ve personel tasfiyesi sürecektir. Mavi yakalı kıyımın yanı sıra tam bir beyaz yakalı kıyımı da yaşanmaktadır. BDDK verilerine göre, Aralık 2000-Aralık 2001 döneminde devlet bankalarından 13 bin 616 banka çalışanı işten çıkarıldı ve 96 şube de kapatıldı.
Holding bankalarına ortak olacak devletin Haziran 2001’e kadar kendi bankalarının 800 şubesini daha kapatma planını (IMF’ye verilen mektupta yazıldı) yürürlüğe koyması, özelleştirmeci ve devletleştirmeci Ankara’nın devletçi liberalizminin karakteristik bir özelliğidir.

Vergi üzerine

Vergi, günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. İşyeri ziyaretlerinde, dost-arkadaş sohbetlerinde her gün vergi konuşuyoruz. Görsel ve yazılı medyada vergi üzerine mutlaka bir habere tanıklık ediyoruz. Kısaca vergisiz günümüz geçmiyor.
Toplumun istisnasız bütün kesimleri vergiyi en çok kendilerinin ödediğini ifade ediyor. Çalıştırdığı bir-iki işçiyle kendini “işveren” olarak tanımlayan esnaf-ticaret erbabından büyük patronlara kadar herkes, işçi çalıştırmanın maliyetinden şikâyetçi. Sosyal güvenlik primlerinin de gerçekte bir vergi olduğu dikkate alınırsa, işçi istihdamının maliyetli olduğu gerçek. Sofralarımızın temeli ekmekten, her gün kullandığımız içme-kullanma suyuna, elektriğe, telefona, belediye otobüsüne kadar her şeyde sürekli vergi ödüyoruz. Yaşamımızı zorlaştıran en önemli olgulardan biridir vergi.
Son dönemlerde, vergi yükünün ve vergi adaletsizliğinin arttığına ilişkin haberlere çok sık rastlanır oldu. Dayanıklı tüketim malları ve otomobilde biriken stokların eritilmesi amacıyla, 2001 yılının son iki ayında uygulanan KDV indiriminin süreklilik kazanması ve hatta genelleştirilmesi talep ediliyor. Emlak vergisi tartışmaları sürerken, vergi iadesinin devam edip etmeyeceğini merak ediyoruz.

TANIMLAR KAVRAMLAR
Uzun zamanlardan bu yana, devlet gelirleri içerisinde, yüzde itibarıyla en büyük, nitelik itibarıyla en sağlam ve en az masrafla elde edilen gelir unsurunu vergi gelirleri oluşturmaktadır.
Bu özellikleri ile vergi, etkili ve yönlendirici maliye-ekonomi politikası araçlarındandır.
Vergi gelirlerinin, kamu giderlerine karşılık olarak alındığı ifade edilmektedir. Ekonomi ansiklopedileri ve ders kitaplarında vergi; “kamu hizmetlerinin maliyetini karşılamak üzere, ekonomik birimlerden siyasi cebir altında (zorla) ve karşılıksız olarak devlete kaynak aktarılması” olarak tanımlanmıştır.
Vergi siyasi cebir kullanılarak tahsil edilmektedir. Bunun anlamı, verginin yasalarla konulması ve yasalara uyulmasının yaptırımlara bağlanmış olmasıdır. Vergi, ülkedeki ekonomik güç ilişkilerinin gerçek bir yansıtıcısıdır.
Siyasal erke sahip olanlar ve siyasal erki yönlendirenler, Anayasa’nın siyasal haklar ve ödevler bölümünde düzenlenen vergi “koyma” ve “salma” konusunda sergiledikleri tutumla, ekonomik gücü elinde tutmanın bütün avantajlarını kullanma konusunda tereddüt etmemişlerdir. Anayasa’nın 73. Maddesinde yer alan, verginin, “herkesten mali gücüne göre alınması” ile “vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı maliye politikasının sosyal amacıdır” biçimindeki düzenlemeler, gerçekleşmesi, esas olarak ekonomik güç ilişkilerinin değişmesine bağlı, aldatmacadan başka bir anlam taşımayan, yazılı metinlerde kalan düzenlemelerdir.
Vergi, gelir kaynağı olmak dışında, tasarrufu ve ekonomik büyümeyi teşvik, gelir dağılımını düzeltme(!) şeklindeki sosyal ve ekonomik politikaların da en etkili aracı olarak kullanılmaktadır.
Her yıl vergi yasalarında değişiklik yapan onlarca vergi yasası çıkarılmasına karşın, sermaye partilerinin programlarında ve bu partiler tarafından kurulan hükümet programlarında “vergi reformu” yapılacağı ifadesi „demirbaş” olarak yer almaktadır.
1980 yılından bu yana çıkarılan bütün vergi yasalarının gerekçesinde, uygulanacak vergi politikalarının hedefinde aşağıdaki amaçların olduğu belirtilmiştir:
– Mevcut vergi sistemini daha adaletli hale getirmek,
– Verginin verimliliğini artırarak kamu harcamalarının sağlıklı kaynaklara dayandırılmasını sağlamak,
– Ekonomideki değişme ve gelişmeleri izleyebilecek esneklik sağlanarak, vergi kayıp ve kaçağını kalıcı biçimde önlemek,
– Vergi tabanının yaygınlaştırılması ve kayıt dışı ekonominin kayda alınmasını sağlamak.
Vergileme ile ilgili en önemli kavramlardan birini, vergi yükü kavramı oluşturmaktadır.
Genel olarak vergi yükü, kişilerin mal varlığında vergileme dolayısıyla meydana gelen azalma olarak tanımlanmıştır. Diğer bir ifade ile vergi yükü, vergilerin kişiler üzerindeki parasal etkisidir.
Vergi yükü, fiilen ödenen veya yansıma dolayısıyla yüklenilen vergiler kadar olabilir. Vergi yükünün gerçekçi bir biçimde hesaplanabilmesi için, bireylerin kamu kesiminden elde ettikleri transferlerin, sübvansiyonların ve kamu hizmetlerinin yayılan dışsal ekonomilerinin de dikkate alınması gerektiği ifade edilmektedir.
Vergi yükü ile ilgili olarak dikkate alınması gereken diğer kavramlar, sektörel vergi yükü, bölgesel vergi yükü, farklı gelir kategorileri üzerindeki vergi yükü ve bireysel vergi yüküdür.
Verginin üzerine salındığı yükümlüye vergi yükümlüsü (mükellefi) denilmektedir.
Vergi ile ilgili tartışmalarda, vergiyi anlamamıza yardımcı olacak kavramlardan biri de verginin yansımasıdır. Bazı vergiler, vergi yükümlüsü tarafından kısmen veya tamamen yansıtılabilmektedir. Bu durumda vergi, yükümlü üzerinde göründüğü halde, vergiyi asıl yüklenen, yansıma sonucunda verginin üzerinde kaldığı kişidir. Örneğin; KDV, sonuç olarak nihai tüketiciye yansımaktadır.

VERGİNİN SINIFLANDIRILMASI
Vergiler çeşitli biçimde gruplandırılmaktadır. Günümüzde uygulanan vergiler, bunların konulmasına neden olan olayın niteliğine göre gruplandırılmaktadır. Ülkemizdeki gruplandırma şu şekildedir:

A- GELİRDEN ALINAN VERGİLER:
1- Gelir Vergisi
2- Kurumlar Vergisi

B- SERVETTEN ALINAN VERGİLER:
1- Motorlu Taşıtlar Vergisi
2- Veraset ve intikal Vergisi
3- Emlak Vergisi
4- Servet Vergisi

C- MAL VE HİZMETLERDEN (HARCAMALARDAN) ALINAN VERGİLER:
1- Katma Değer Vergisi (KDV)
2- Akaryakıt Tüketim Vergisi (ATV)
3- Taşıt Alım Vergisi
4- Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi
5- Damga Vergisi
6- Harçlar

D- DIŞ TİCARETTEN ALINAN VERGİLER:
1- Gümrük Vergisi
2- İthalde Alınan KDV
3- Akaryakıt Gümrük Vergisi

Vergilerin dolaylı ve dolaysız olarak gruplandırılması yaygın bir anlayıştır.
Gelir ve/veya servetin doğrudan doğruya vergilendirilmesi dolaysız, herhangi bir olayın (örneğin harcamanın) vergilendirilmesi ise dolaylı sayılmaktadır. Kapitalist ülkelerde dolaylı vergiler önemli bir ağırlığa sahiptir. Tekel maddeleri, telefon konuşmaları, elektrik harcamaları vb. aracılığıyla alınan bu vergiler, sermayedarla işçi ve emekçiyi, tüketici olarak eşitlemekte ve gelirleri arasında uçurum olmasına karşın her iki kesimden aynı oranda alınmaktadır.

TARİHÇE: DÖNEMLER İTİBARIYLA VERGİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin vergi politikası, ülkenin ekonomi politikalarının oluşturulması için toplanan İzmir İktisat Kongresi ile başlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yeni vergiler konmaktansa, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan vergilerin toplanmasına devam edilmiştir. İmparatorluğun en önemli vergisi olarak “aşar”, en belirgin örnektir. İzmir İktisat Kongresi sonrasında, aşar kaldırılarak hayvan sahiplerinden alınacak sayım vergisi, umumi istihlak (tüketim) vergisi ve kazanç vergisi uygulanmıştır. Umumi İstihlak vergisinin 1926 yılında kapsamı genişletilerek, adı, muamele vergisi yapılmıştır.
Cumhuriyet dönemi vergi politikalarında muaflıklar ve istisnalar en önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Her dönemde “teşvik” edilecek bazı gelir unsurları bulunmuş; teşvikler, esas olarak, ekonomik gücü elinde bulunduran büyük sermaye lehine konulmuştur. Vergi yasalarındaki muafiyet ve istisnalarla, bu kesimlere sürekli biçimde kaynak aktarımı sağlanmıştır. Bu, hem vergi koyucunun, siyasal erkin ya da daha genel bir deyişle devletin sınıf niteliğinin dolaysız ifadesi ve göstergesidir hem de verginin/vergilerin kapitalist toplum ve burjuva devlet koşullarında niteliğini ortaya koymaktadır. Her toplumda ekonomik egemenliği elinde tutan sınıf, (geçici istisnalar bir yana) kural olarak, siyasal egemenliği de elinde bulundurur ve onu ekonomik egemenliğini koruyup güçlendiren bir dayanak olarak kullanır.
Vergiyi tarihsel süreç içerisinde değerlendirmek için aşağıdaki tablonun incelenmesi yararlı olacaktır.

1934–1935 Bütçe Yılında Tahsil Edilen Vergilerinin Dağılımı

Gelir Grupları                          Tahsilât (1000 TL)    %
Gayrimenkul sahiplerinden alınan                 9,359             4,72
Çiftçilerden                               23,390         12,80
Ticaret ve Sanayiden                     9,806             4,94
Serbest Meslek Erbabı             340             0,18
Hizmet erbabı ve küçük sanat erbabı        36,793         18,55
Dolaylı vergiler                116,643         58.81
Toplam                         198,331         100

Yukarıda yer alan tablonun incelenmesi halinde, görülecektir ki, ticaret ve sanayiden alınan vergi, hizmet erbabı ve küçük sanat erbabından alınan verginin ancak beşte birine tekabül etmektedir. Dolaylı vergilerin, toplam vergi gelirleri içindeki payı da dikkat çekicidir.
İkinci Dünya Savaşı döneminde, savaş zenginlerini vergilendirmek için Varlık Vergisi Kanunu çıkarılmış, 12.11.1942–15.3.1944 tarihleri arasında uygulanan varlık vergisi, en büyük uygulayıcısı İstanbul Defterdarı Faik Ökten’in tanımlamasıyla “Varlık Vergisi Faciası”dır.
Varlık vergisinin uygulanması sonucunda büyük haksızlıklar yapılmış, savaş zenginlerinin vergilendirilmesi amaçlanırken (!), gayrimüslimler üzerinde yoğunlaşan bir vergileme yapılarak, önemli servet değişiklikleri sağlanmıştır.
Varlık vergisini ödeyemeyenler, özellikle gayrimüslim yurttaşlar, Erzurum Aşkale’ye sürgün edilmişlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde, 1950’ye kadar olan dönemde, vergisini ödeyemeyenler yol yapımında çalıştırılmış ya da hapse atılarak cezalandırılmışlardır. Savaş zenginleri, İş Bankası’ndan düşük faizle kredi alarak, vergilerini ödemiş ve çalışma kamplarına gitmekten kurtulmuştur. 1949 yılı, vergicilikte önemli bir tarihtir. 1948 yılında toplanan İktisat Kongresi sonrasında, bugün de uygulanan gelir, kurumlar ve vergi usul kanunları çıkarılmıştır.
Vergicilikte ciddi politika değişiklikleri, esas olarak, 1960 yılından sonra görülmüştür. Vergi kanunları yeniden düzenlenmiş, bazı istisna ve muafiyetler daraltılmış, vergi oranları ayarlanmış, 27 Mayıs 1960 hareketinin de etkisiyle servet bildirimi esası getirilmiştir. Servet beyanı esası, Anavatan Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra kaldırılmıştır (1983).
1960 yılından sonra, sürekli vergi reformu çalışması yapılmıştır. Vergi kanunlarının maddeleri, sürekli biçimde gözden geçirilmiş ve geniş kapsamlı tasarılar hazırlanmıştır.
12 Eylül’den sonra yapılan değişiklikle gelir vergisi oranları düşürülmüş, hayat standardı esası getirilmiş, vergi gelirlerini artırmak için vergi affı çıkarılmış ve 1984 yılı sonunda, birçok harcama vergisi kaldırılarak, Katma Değer Vergisi Kanunu çıkarılmıştır.
Anavatan Partisi’nin iktidar yılları “vergi alma, borç al” yıllarıdır, ihracatın teşvik edilmesinin en üst düzeye çıktığı, ihracatçılara çeşitli adlarda bir dizi primin verildiği, hayali ihracatın patladığı bu dönemde, iç ve dış borç stoku hızla büyümüştür. Katma değer vergisinin hayatımıza girmesiyle birlikte, “vergi iadesi”nin, ihracatçıların yanında, işçi, memur ve emeklilerle esnafa da verildiği yıllar başlamıştır. Yaygın reklâm filmleri, ünlü sanatçıların rol aldığı skeçlerle “KDV fişi” alınması propagandası yapılmıştır. Herkes, alışveriş fişi biriktirmeye başlamış, önceleri hemen ertesi ay, sonraları ücretliler için ertesi yıl alınan vergi iadeleri ile aile bütçelerinin az-çok güçlendirilmesi sağlanmıştır. Ancak, burada önemli olanın, vergi iadeleri yoluyla oldukça ciddi bir oranda ve tüm tüketimi kapsayarak konulan, kuşkusuz asıl yükü emekçilere binen KDV’nin işçi ve emekçilere “benimsetilmesi” olduğunu görmek gerekir.
1980–2000 yılları, vergi yasalarında en çok değişikliğin yapıldığı yıllar olma özelliğini taşıyor. Bu süreç içersinde birkaç kere ciddi “vergi reformları”nın yapıldığı iddia edildi.
Şimdi yeni vergi reformu tartışmaları gündemimizde. “Nereden buldun” sorusunun sorulmasının bir kez daha ertelenmesi ya da hiç sorulmaması talep ediliyor.
Bir gün otomotivcilerin, bir gün dayanıklı tüketim malları sektörünün ya da tümünün birden KDV indirimi talep ettiği, vergiyi gerçekten ödeyen emekçilerin ise, seslerini yeterince yükseltmediği bir süreçteyiz.

ÖRTÜLÜ VERGİLEME
Birkaç ay önce yaşanan doğalgaz olayında olsun, geçtiğimiz günlerde itiraf edilen akaryakıt ürünlerinin fiyatlandırmasında olsun, ortaya çıkan gerçek; kamu ürünlerinin fiyatları ile oynanarak yüksek gelir elde etmenin amaçlandığıdır. Doğalgaz olayında, yurtdışından alman doğalgazın, maliyet fiyatının çok üstünde bir fiyatla halka satıldığı ortaya çıkmıştır. BOTAŞ’ın elde ettiği kazanç devlete yetmemiş, bunun üzerine İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri’nin yüksek kazançları eklenmiş, aşırı fiyatlarla vergileme yapılmıştır. Hem de katlanılmaz adaletsizliğiyle villa ve yalılara daha düşük, yüksek katlı binalara ise daha yüksek fiyattan doğalgaz satılmıştır.
Yıllar yılı akaryakıt ürünlerinin pahalı olmasının nedeni olarak sunulan, petrolün pahalı ithal edilmesi ve Türk parasının yabancı paralar (dolar) karşısında değer yitirmesi gerekçesi (bahanesi), son 34 aydır petrol fiyatlarının ucuzlaması ve TL’nin yabancı paralar karşısında değer kazanması ile boşa çıkmıştır.
Gerçek, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş tarafından açıkça ifade edilmiştir. “Devlet, gelir elde etmek istiyor, bu nedenle petrol ucuza alınsa da, döviz ucuzlasa da, biz daha fazla gelir elde etmek için, akaryakıt ürünlerinin fiyatlarını artırmaya devam edeceğiz” denilmiştir. Hiç şüphesiz, bu da, bir vergilemedir. Ve açıktır ki, adaletsiz bir vergilemedir. Alınması gereken kesimlerden alınmayan vergiler, adaletsiz bir şekilde harcamalar üzerinden, dolaylı biçimde alınmaktadır.
Son yılların devlet bütçelerinde ortaya çıkan gerçek, dolaylı vergilerin payının sürekli arttığı şeklindedir. Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı veriler, son 20 yıl içerisinde, dolaylı vergilerin (Dâhilde alınan KDV, ithalde alınan KDV, Akaryakıt Tüketim Vergisi, Harçlar gibi) payının, yüzde 35’lerden yüzde 67’ye çıktığını göstermektedir. 2002 yılı bütçesinde, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı, yüzde 66,7’dir.

UYGULAMADAKİ VERGİLERİN ÖZELLİKLERİ
Gelir Vergisi: Gerçek kişilerin elde ettikleri safı gelirler üzerinden alınan vergidir.
Verginin konusuna giren gelir unsurları,
– Ticari kazanç
– Serbest meslek kazancı
– Zirai kazanç
– Ücret
– Gayrimenkul sermaye iradı
– Menkul sermaye iradı
– Sair kazanç ve irat’tır

Gelir vergisi, esas olarak vergi mükelleflerinin beyanları üzerinden alınan bir vergi olmakla beraber, ülkemizdeki uygulanması, gelir vergisinin, özellikle ücretlilerin kesinti (stopaj) yoluyla ödedikleri bir vergi olarak tanımlanması sonucunu doğurmuştur. Dükkân kiralarının, banka faizlerinin ve zirai ürünlerin de ağırlıklı olarak stopaj yoluyla vergilendirilmesi ile gelir vergisinin beyan üzerinden alınan kısmı önemsizleşmiştir. Vergi istatistikleri yıllığının verilerine göre, kesinti yoluyla alınan gelir vergisinin toplam geliri vergisine oranı 1987 yılında yüzde 62 iken 1994’de yüzde 89’a, gelir vergisinin payı yüzde 38 iken yüzde 11 ‘e düşmüştür.
Kesinti yoluyla ücretlilerden alınan verginin toplam gelir vergisine oranı 1987 yılında yüzde 35 iken, 1994’de yüzde 60’a çıkmıştır. Bu oran bugün de yüzde 50’den fazladır (Yüzde 58). Kiralardan, serbest meslek ödemelerinden, zirai ürün satışlarından ve mevduat faizlerinden yapılan kesintilerin toplamı yüzde 20’yi dahi bulmamaktadır.
Burada söylenmesi gereken, gelir vergisinin yükünü çekenlerin ya da bu verginin başlıca hedefi durumunda olanların; aradaki gelir uçurumuna rağmen, vergi kesintilerine de türlü yollarla “çözüm bulabilen” kapitalistler değil ama başta işçi ve memurlar olmak üzere emekçiler olduğudur. Fabrikalara, topraklara, limanlar ve tersanelere, madenlere, bankalara sahip olan, enerji üretimi ve dağıtımını, iç ve dış ticareti, iletişimi ve ulaşımı ellerinde tutan, milyarlarca dolarlık servete ve bunun üzerinden emekçilerin hayal edemeyecekleri gelirler elde eden tekeller başta olmak üzere kapitalistler, bu gelirleri üzerinden “devede kulak” misali vergi öderlerken; tek “vergi kaçırma” imkânı, günlerini ve geleceklerini tehlikeye atarak sigortalı olmaktan vazgeçmek olan işçi ve emekçiler, devlet harcamalarını asıl finanse eden kesim durumuna getirilmişlerdir. Devletin burjuva niteliğinin, bir yönüyle anlamı budur.
1999 yılı kazançlarına ilişkin 2000 yılında verilen gelir vergisi beyannamelerinin ayrıntıları incelendiğinde, hiç şaşırtıcı olmayan verilerle karşılaşıyoruz.

Verilen Beyanname Sayısı        1224048
(Ticari Kazanç)            1068375
(S. Meslek Kazancı)            76666
(Zirai Kazanç)                13657
(Ücret)                    4198
(Gayrimenkul Sermaye İradı)        75441
(Menkul Sermaye İradı)        44044
(Diğer Kazanç ve İrat)            6236

Birden fazla gelir unsurundan dolayı geliri olanlar olduğu dikkate alınarak yapılacak inceleme sonucunda, ülkemizdeki serbest meslek kazancı elde edenler ile zirai kazanıcını beyan edenlerin azlığının dikkat çekecek kadar az olduğunu görüyoruz.

RANTİYENİN VERGİLENDİRİLME(ME)Sİ
a) Gayrimenkul
Sadece gayrimenkul sermaye iradından dolayı gelir vergisi beyannamesi veren kişi sayısı 283.542’dir. Toplam, 3.100.000 gayrimenkulden dolayı verilen beyannamelerle beyan edilen toplam vergiye tabi gelir 316 trilyon, toplam gelir vergisi 81 trilyondur.
Ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay (ve ödedikleri gelir vergisi) dikkate alındığında, gayrimenkullerini kiraya vererek elde edilen rant gelirlerinin üzerinden ödenen gelir vergisinin önemsizliği anlaşılacaktır. Kira gelirlerinin önemli bir kısmının beyan edilmediği, yapılan beyanların, elde edilen kira gelirlerinin çok az kısmını kapsadığı da, kimsenin meçhulü değildir.
Gelir vergisi içersinde önemli bir yer tutması gereken, ticari ve sınaî faaliyetler sonucunda elde edilen gelirlerin beyan edilen kısmı da önemsizdir.
1982 yılında vergi güvenlik müessesesi olarak vergi sistemine giren “Hayat standardı” esası olmasa, ticaret ve serbest meslek kazancı sahiplerinin beyan üzerinden ödeyecekleri vergi, asgari ücretlinin vergisine dahi ulaşmamaktadır.
b) Menkul
Parayla kazanılan paraları anlatmakta kullanılan menkul sermaye iratlarının önemli bir kısmı ya hiç vergilendirilmemekte ya da sadece stopaj yoluyla yapılan vergileme ile yetinilmektedir.
Örneğin ücretliler enflasyondan en çok etkilenenler değilmiş gibi onlar bu “canavar” karşısında korumasız bırakılırken, menkul sermaye iradı gelirleri, Gelir Vergisi Kanunu’nun 76. Maddesindeki düzenleme gereği, enflasyondan arındırıldıktan sonra vergilendirilmektedir. Geçtiğimiz aylarda çıkarılan vergi yasası ile, hazine bonosu ve devlet tahvilleri yoluyla elde edilen menkul sermaye iratlarının enflasyondan arındırılması yeterli görülmemiş, 26.7.2001 tarihinden sonra ihraç edilmiş hazine bonosu ve devlet tahvilleri ile elde edilen gelirlerin her kişi için 50 milyar TL’si beyan dışı bırakılarak, paradan para kazananlara önemli bir avantaj sağlanmıştır.
Sağlanan kıyağı bir örnekle anlatmak gerekirse: 4 çocuğu olan bir aile düşünelim. 6 kişilik ailenin, 26.7.2001 tarihinden sonra piyasaya sürülen hazine bonosu ve tahvillerden dolayı her bireyi için 100’er milyar olmak üzere, 600 milyar gelir elde ettiğini varsayalım. Bu gelirler, 2001 yılı için belirlenen yüzde 50,7 enflasyondan arındırılacaktır. Arındırma sonrasında, her bireyin vergiye tabi menkul sermaye iradı 50 milyarın altında kaldığından 600 milyar gelir üzerinden hiç vergi ödenmeyecektir.
Bu uygulama 2002 yılında da sürecektir. 50 milyarlık sınır, yeniden değerleme oranında artarak uygulanacaktır. Asgari ücretli işçi aylık 24 milyon gelir vergisi öderken, hazine bonolarından ayda 15 milyar kazanan para sahibi hiç vergi ödemeyecektir.
Sistemin ve onun vergi koyucusuyla vergi politikasının sınıf niteliğini, bundan daha net biçimde tanımlayacak bir uygulama herhalde zor bulunur. Mali sermaye egemenliğinin, başlıca özelliklerinden olan “rantiye” faaliyetini koruma altına aldığını gösteren bu örnek ve menkul rant gelirleri vergi ilişkisi, kapitalizmin günümüz yapılanması hakkında da fikir vermektedir. Günümüz kapitalizmi, mali sermaye egemenliği demek olan tekelci kapitalizm ve ona denk düşen devlet “rantiyer”dir. Kuşkusuz bir üretim temeli vardır; ama paradan para kazanma, onun başlıca yönlerinden biridir. Sabancı ve Koç gibi ülkemiz mali sermayesinin iki temel direği başta olmak üzere holdinglerin, 2000 ve 2001 yılı gelirlerinin yüzde yüzünden fazlasını rant gelirleri olarak elde ettikleri göz önüne alınırsa, bu vergi politikasının, asıl kimlerin çıkarlarının ifadesi olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

KURUMLAR VERGİSİ
Kurumların elde ettikleri kazançlar, kurumlar vergisine tabidir. Kurum kazançları, gelir kapsamına giren gelir unsurlarından oluşur. Anonim, limitet, kooperatif, komandit şirketler, KİT’ler, dernek ve vakıflara ait iktisadi işletmeler elde ettikleri safi kazançlar üzerinden kurumlar vergisi öderler.
Gelir üzerinden alınan vergilerin içinde kurumlar vergisinin payı ancak yüzde 18’dir.
2001 yılında yüzde 20 olan bu pay 2002 bütçesinde yüzde 18’e düşürülmüştür.
Son yayınlanan istatistiklere göre 1999 yılı kazançlarına ilişkin, 2000 yılında verilen kurumlar vergisi beyannamelerine göre, verilen beyanname sayısı 385,172’«lir.
385.172 kurumlar vergisi mükellefinin 198.408’i vergiye tabi kurum kazancı beyanında bulunmuştur. Geriye kalan “zarar” gösterenler içinde, koca koca holdingler de bulunmaktadır.
7 katrilyon 179 trilyon matrah üzerinden hesaplanan kurumlar vergisi 2 katrilyon 166 trilyondur.
Zarar gösterilip ödenmeyerek kaçırılan, beyan edilmeyen, kaçak ve bilânço vb. oyunlarıyla “hiç” edilenler bir yana, tümünün ödendiği kabul edilse bile, sadece burjuvaziye, şirket sahiplerine vb. özgü olan kurumlar vergisi, gelirler üzerinden alınan toplam verginin beşte birini bile bulmamaktadır. Ülke kaynakların neredeyse tamamını -yabancı tekellerle birlikte- ellerinde tutan holdingler başta olmak üzere, kapitalist kurumlar olan şirketlerin, kendi çıkarlarını, artı değerin daha büyük bir kısmına doğrudan el koymalarını, devlet aracılığıyla halka dayatmaları, devletin sınıf niteliği bakımından anlaşılır olmakla birlikte, bunca pervasız oluşları dikkate değerdir.
Öte yandan kurumlar vergisi yasaları, muafiyet ve istisnalar yasası haline gelmiş durumdadır.
Bu yasalarda yer alan muafiyetlerin bir kısmı sosyal politikaların sonucu olarak zorunlu olarak getirilmiştir.
Gelir ve kurumlar vergisinde muafiyet ve istisnaları şöyle sıralayabiliriz. Bazı istisnalar her iki vergi için de getirilmiştir.
– Esnaf muaflığı
– Küçük çiftçi muaflığı
– Diplomat muaflığı
– Telif kazançları istisnası
– Binaların konut olarak kiraya verilmesinde belli bir kısım gelirin istisnası
– İhracat istisnası
– PTT acentelerinde kazanç istisnası
– Sergi ve panayır istisnası
– Eğitim, Öğretim ve Sağlık Hizmetlerinde kazanç istisnası
– Yatırım İndirim istisnası
– Serbest Bölgeler istisnası
– Kalkınmada Öncelikli Yöreler istisnası
– İştirak kazançları istisnası
– Risturn istisnası
– Turizm hasılatı istisnası
– Yatırım fonları ve yatırım ortaklıkları istisnası
– Rüçhan hakkı satışı ve emisyon primi istisnası
– İştirak hisseleri veya gayrimenkullerin satışı ile üretim ve turizm tesislerinin aynî sermaye olarak konulmasından doğan kazançlara ilişkin istisna
– Yurt dışında yapılan inşaat, onarıma, montaj işleri ve teknik hizmetlerden sağlanan kazançlara ilişkin istisna
– Devralınan banka zararı istisnası
– Türk uluslararası gemi siciline kayıtlı gemi siciline kayıtlı gemilerin işletilmesinden ve devrinden elde edilecek kazançlara ilişkin istisna
– Kurumların kendi yasalarında yer alan istisnalar

Kurumların vergisi, devletin vergi gelirleri içinde yüzde 10’dan az paya sahiptir. Kurumlar vergisinin önemli bir kısmını, Kamu İktisadi Kuruluşları ödemektedir. Bütün holdinglerin, büyük şirketlerin, bankaların ödediği toplam kurumlar vergisi ise, GSMH’nin ancak yüzde 1,5’una eşittir. Bunun da yarısını da, kamu kuruluşları ödemektedir.
Ülkede oluşan katma değere, kâr, artı değer olarak el koyan, devletin vergi gelirlerinin tamamını faiz olarak kasalarına aktaran holdinglerin ödediği kurumlar vergisi önemsizdir. Ancak holdingler, ödedikleri verginin azlığı geniş kitlelerce anlaşılmasın diye, sorumlu sıfatıyla ödedikleri vergileri öne çıkarmaktadırlar.
Holdingler, büyük sermaye sahipleri, işyerlerinde çalışan işçilerin ücretleri üzerinden sorumlu sıfatıyla vergi dairelerine yatırdıkları gelir vergisini (kesintileri), kendi ödedikleri vergi gibi göstermektedir.
Patronlar, işçilerin, emekçilerin, bütün bir halkın tüketici olarak ödedikleri dolaylı vergileri de kendi vergileri gibi ifade ediyorlar. Oysa dolaylı vergiler, yansıma sonucunda, en sonunda son tüketicinin ödediği vergidir.

KATMA DEĞER VERGİSİ (KDV)
Katma Değer Vergisi, harcamalar üzerinden alınan bir vergidir. KDV’nin mükellefi, gerçek anlamda en son harcamayı yapan nihai tüketicidir.
Katma Değer Vergisi, gelir sağlama bakımından diğer dolaylı vergilerden daha üstündür. Ancak adaletsiz bir vergidir. Geliri ne olursa olsun KDV’ye tabi bir mal ya da hizmetten yararlanan tüketici aynı oranda vergi ödemektedir. Görünüşteki eşitlik, gelirlerdeki farklılık dikkate alınırsa adaletsizliğin ifadesidir.
Devlet bütçelerinde en büyük gelir kalemini KDV oluşturmaktadır. 2002 yılı bütçesindeki 58 katrilyonluk toplam vergi gelirinin 19,5 katrilyonunun dâhilde ve ithalde alınacak KDV ile sağlanması öngörülmüştür. Bu tutar, toplam vergi gelirlerinin üçte birinden fazlasına tekabül etmektedir.
KDV ile birlikte, Akaryakıt tüketim vergisi, Banka ve muameleleri vergisi, Taşıt alım vergisi, Damga vergisi ve Harçlar gibi diğer dolaylı vergilerin 2002 bütçesindeki toplam vergi gelirlerine oranı ise yüzde 67’dir. Zenginlik kaynaklarının yüzde 80-90’ını tekeller ellerinde tutarken, devlet bütçesinin üçte ikisini, kuşkusuz ezici çoğunluğu “dar gelirli” olan tüketiciler üzerinden alınan dolaylı vergiler karşılamaktadır. Bu, kapitalizmin “adaleti”dir; aynı zamanda, verginin, kapitalizmde, sermayeye kaynak aktarımının, dolayısıyla sermaye birikiminin başlıca yol ve araçlarından biri olduğunu göstermektedir.

“SERVET” VERGİSİ
Motorlu taşıtlar vergisi, Veraset intikal vergisi ve belediyeler tarafından tahsil edilen Emlak vergisi gibi vergiler, servet üzerinden alınan vergiler olarak tanımlanmaktadır. Tanımın bu şekilde yapılmış olması, aldatıcıdır. Güç bela sahip olunmuş sıradan bir otomobil ya da konutun, lüks otomobiller ve sayısız emlak sahibi kişilerle aynı oranlar üzerinden vergilendirilmesi eşitsizlik ve adaletsizlik örneğidir. “Servetten” alınan vergilerin, toplam vergi gelirlerine oranı sadece yüzde birdir.
Servet ve kazançlarını, yoğun emek sömürüsü ve vergisiz kazançlar üzerinden yapanların ödediği herhangi bir servet vergisi sistemimizde yoktur.
Adaletsiz dolaylı vergiler yerine, herkesten mali gücüne, servetine ve gelirine göre vergi alınması, sermaye gelirlerinin toplam vergi gelirlerine katkısının artması gereği sık sık ifade edilen ancak bu sistem çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün olmayan dilek ve temenniler olarak kalmıştır.

SONUÇ YERİNE
• Vergi; devletin, siyasi iktidar sahiplerinin hükümranlık gücünü kullanmak suretiyle, siyasal zorla, ekonomik birimlerden, ekonomik gücü elinde tutan ve kullananlara kaynak aktarımı demektir.
• Vergi, “kamu giderlerine karşılık” toplanması gereken bir “yükümlülük” iken, sayıları birkaç bini geçmeyen para sahibine devlete verdiği borçların faizini ödemek için toplanan bir “yükümlülük” haline gelmiştir.
• Verginin az kazanandan az, çok kazanandan çok alınması, herkesten mali gücüne, gelirine, servetine göre alınması yönündeki teorik doğruların ekonomik ve siyasal güç değişmeden uygulanması olanaksızdır.
• Kayıt dışı ekonominin kayda alınması yerine “kayıt dışı ekonominin yarattığı dinamizm” tercih edilmektedir. Vergi kayıp ve kaçağını önlemek sadece slogandır. Bütün düzenlemeler ve uygulamalar yasaların gerekçelerinde sıralanan genel doğruların tersine gerçekleştirilmekte, doğrular sözde kalmaktadır.
• Geniş halk kitlelerinin manipüle edilmesi, vergi “ödevini” eksiksiz yerine getirmesi yönünde yapılan tehditler-gözdağları sermaye ve servet sahiplerine yeni teşvikler ve kaynak aktarımı sağlamak içindir.
• Vergi sistemimiz etkin değildir. Vergi yönetimi ve denetimi güçsüzdür. Uygulanan vergi politikaları eşitsizdir ve adaletsizliği derinleştirmektedir.
• Vergi, emekçiler için yaşamı daha da güçleştiren bir cendere, para sahipleri içinse propaganda malzemesidir.
• Bütün tersine söylemlere karşın, vergiyi patronlar-sermaye sahipleri değil, emekçi halk ödemektedir.
• Vergi “reformu” söylemleri aldatmacadır.
• IMF ve Dünya Bankası”nın son vergi önerileri, verilen borçların karşılığının zamanında ve eksiksiz geri ödenmesini sağlamak içindir. Sermaye sahiplerine yapılan teşviklerin azaltılması ve kaldırılması söylemleri, emekçilerin üzerine yıkılacak yeni vergi yüklerine hazırlanmamız anlamına gelmektedir.
• Kapitalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında vergi sistemini, bu sistemin adaletsizliği, vergi politikalarının emekçiden sermayeye ve tekellere kaynak aktarıcı içeriğini kökten değiştirmek olanaksız olmakla ve bu, bir sistem değişikliğini, emek iktidarını gerektirmekle birlikte, böyle bir mücadeleye bağlanmış bu alanda iyileştirmeler için mücadele sadece mümkün değil aynı zamanda gereklidir de. Vergi adaletsizliklerinin giderilmesi, emekçilerin ağır vergi yüklerinden kurtulması, devletin vergileme aracıyla sermayeye kaynak aktarımındaki pervasızlığın önünün kesilmesi, başlıca emekçilerden toplanan vergilerin IMF dayatmalarının karşılanmasına, iç ve dış borç faizlerinin ödenmesine yöneltilmesinin önlenmesi için mücadele zorunludur ve bu mücadele, kolaylıkla anlaşılacağı gibi tekellere ve kapitalist sisteme darbe vuracaktır.

Vergi Yasası Ne Getiriyor?
Vergi yasalarında önemli ve kapsamlı değişiklikler yapan 4369 sayılı Vergi Yasası 29 Temmuz 1998 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmış bulunuyor…
4369 sayılı yasa ile rant-faiz gelirleri üzerinden önümüzdeki yıllarda alınması planlanan vergilerin bir kısmından vazgeçildiği ve sermaye kesiminin borsa kazançları üzerinden alınması öngörülen vergilerden vazgeçilmesi talebini ısrarla sürdürdüğü görülüyor. Israr sonuç veriyor ve Borsadan 2000 yılında alınacak vergi erteleniyor.
Vergi Yasası’nın Sanayici ve İşadamlarına, tüccarlara neler getirdiği Yaklaşım dergisinin Ağustos sayısına yazan Gelirler Genel Müdürü Nevzat Saygılıoğlu tarafından başlıklar halinde şöyle sıralanıyor:
* Kurumlar vergisi yükü yüzde 49’dan yüzde 30’a indirilmektedir.
* Gelir vergisi alt dilimi yüzde 25’den yüzde 15’e, üst dilimi yüzde 55’den yüzde 40’a indirilmektedir.
* Temettü stopaj vergilemesi, dağıtım bırakılarak şirket bünyesinde oto-finansman özendirilmektedir.
* Kârın sermayeye eklenmesi kâr dağıtımı sayılmayarak işletmelerin mali bünyeleri güçlendirilmektedir.
* Geçici vergi cari dönemin gerçek geliri ile ilişkilendirilmektedir.
* Mükellef alacakları için tersine faiz uygulaması getirilmektedir.
* Döviz cinsinden alacak ve borçlar reeskonta tabi tutulmaktadır.
* Dövize, altına veya başka bir değere endeksli menkul kıymetlerin değer artışlarının gelir sayılmaması esası getirilmektedir.
* Menkul sermaye iratlarındaki enflasyondan arındırma oranı daha gerçekçi hale getirilmektedir.
* Binalar ve özel maliyet bedelleri için yeniden değerlenmiş bedel üzerinden amortisman ayırma imkanı getirilmektedir.
* Yatırım indirim uygulaması gerçek bir teşvik niteliğine kavuşturulmaktadır. Yatırımcıların ödeyecekleri ‘vergi’, ‘faizsiz kredi’ olarak kendilerine bırakılmaktadır.
* Yatırım malları KDV’den istisna edilmektedir.
* İhracatta yurtiçinden sağlanan girdiler KDV’den istisna edilmektedir.
* Vergi oranı indirilen mallarla ilgili olarak yüklenilen KDV’nin iadesine imkân verilmektedir.
* Amortismana tabi sabit kıymetler İçin yüklenilen KDV’nin bir defa indirilmesi sağlanmaktadır.
* Organize sanayi bölgelerinde arsa ve işyeri teslimleri KDV’den istisna edilmektedir.
* Yabancı ve imtiyazlı şirketlerin, enflasyon ve kur farkından kaynaklanan sorunları giderilmektedir.
* KOBİ’lerin kullandığı ihtisas kredilerinin maliyeti düşürülmektedir.”

Genel Müdür’ün yazısında belirtmediği önemli birkaç “yarar” da kanunun geçici 5. maddesinde hüküm altına alınıyor.
* Yasanın yayımını izleyen 5 ay içinde (1 Ağustos–31 Aralık) işe aldıkları işçilerden sendika üyesi olanların ücretlerinden, bu suretle işe başlanılan aydan itibaren 36 ay süreyle kesilen ve beyan edilerek tahakkuk ettirilen gelir ve damga vergilerinin, beyanname verme süresini izleyen ikinci yılın aynı döneminde ödenmesi imkânı getirilmektedir.
* Belirtilen işçilerin 12 ay süreyle, SSK primlerinin işveren hisselerinin yarısının Hazine tarafından ödenmesi sağlanmaktadır.
* Diğer konularda işçi sayısına bağlı olarak işverene getirilen yükümlülüklerin 3 yıl süreyle uygulanmayacağı hüküm altına alınıyor.
* 3417 sayılı “Çalışanların tasarrufa teşvik edilmesi hakkındaki kanun” hükümlerinin de 3 yıl süreyle uygulanmaması sağlanmış bulunuyor.
(26 Eylül 1998 Cumartesi, Yeni Evrensel)

Vergi tabanının genişletilmesi, kayıt dışı ekonominin kayda alınması, vergi sisteminin basit ve açık hale getirilmesi ve vergisini düzenli olarak ödeyenlerin vergi yükünü artırmadan, vergi gelirlerinin artırılması amacıyla gerçekleştirildiği belirtilen “vergi reformu”, başlangıçta bu amaçlarının çok dışına düşüyor ve vergide adalet sağlanması bir yana, rant ve faiz gelirleri elde edenlere, bankalara, borsa kazançlarına getirilen vergiden vazgeçilerek, her zaman olduğu gibi, tüm yük emekçilerin sırtına yükleniyor. Vergi oranlarında sağlanan indirim dışında (ki onda da adaletsizlik bulunuyor. Düşük gelir elde edenler İçin vergi oranı yüzde 25’ten yüzde 15’e, milyarlar, trilyonlar elde edenler için vergi oranı yüzde 55’ten yüzde 40’a indiriliyor) işçilere, emekçilere hiçbir avantaj sağlamayan yasa, sermayenin vergi konusundaki taleplerini karşılamakla sınırlı kalıyor.

Tarihsel Dökümanlar III. Reich Dışişleri Bakanlığı Arşivleri’nde Hitler-Halifax görüşmesi

SUNU
Bu sayımızda yayınladığımız “Hitler-Halifax görüşmesi” adlı tarihi belge, aslında özel bir yorumu gerektirmeyen bir belgedir. Bu giriş yazısının gerekliliği, özellikle genç okurlarımıza; belgede sözü edilen hadiselerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak üzere görüşme öncesi ve hemen sonrası tarihsel koşulları ve olayları hatırlatmaktan kaynaklanmaktadır.
Belgenin en çarpıcı yanı, Hitler’in açıklamalarından ziyade, İngiliz emperyalizminin temsilcisi Lord Halifax’ın yaklaşımıdır. Bu belge, bu bakımdan, öncelikle İngiliz emperyalizmini (ve onunla birlikte tüm “hür Batı dünyası”nı) teşhir etmektedir. Bu, şu açıdan önemlidir: Genel olarak bilinenin aksine; anti-komünist “soğuk savaş stratejisi” ile “demir perde” ve “faşizm ve komünizmin ikiz kardeş olduğu” (Troçkizmin de ilham aldığı “Hitler-Stalin özdeşliği”) propagandasının asıl fikir babası ve geliştiricisi, İngiliz emperyalizmidir. İngiliz burjuvazisi, faşizm ile anlaşmak, onu, başta sosyalizme karşı olmak üzere kendi dünya egemenliğini tehdit edecek tüm gelişmeler karşısında kullanmak istemektedir. İngiliz emperyalizminin faşist Almanya ve İtalya karşısında aldığı teşvik edici ve destekleyici tutumun gerisinde, bu hesaplar yatmaktadır. Demek oluyor ki, İngiliz emperyalizmini sonradan faşizme karşı tutum almaya sevk eden, o çok sözü edilen “demokrasi” ve “özgürlük” değerleri değildir. Aksine; dünyayı paylaşmada faşist Almanya ile anlaşamaması; Almanya’nın onun kabul edemeyeceği derecede “aç gözlü” davranmasıdır.
“Hitler-Halifax görüşmesi”, 19 Kasım 1937’de gerçekleşir. Bu görüşme öncesi cereyan eden gelişmelere kısaca bir göz atalım:
1933 yılında iktidara gelen Hitler faşizminin ilk görevi, ülkedeki devrimci işçi hareketi ve onunla birlikte, başta Almanya Komünist Partisi (KPD) olmak üzere, tüm devrimci, ilerici ve demokratik güçleri ezmekti. Denebilir ki, Hitler faşizmini iktidara taşıyan Alman burjuvazisinin bu başarısı, Avrupa’nın tüm emperyalist burjuvazisini “heyecanlandırmış”tır. Avrupa devrimci işçi hareketi, İtalya’da Mussolini’nin önderliğinde faşist diktatörlüğün kurulmasının ardından ikinci büyük bir darbesini daha yemişti.
Bilindiği gibi, Şubat 1936’da İspanya’daki Halk Cephesi’nin seçimlerde kaydettiği büyük başarı üzerine, İspanya burjuvazisi, Haziran 1936’da Franko’nun önderliğinde faşist bir darbeyi örgütlemişti. Bu darbeyle birlikte, 1936’dan 1939’a kadar sürecek İspanya İç Savaşı patlak vermişti. Avrupa’nın burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerinin burjuvazisi faşist Franko ordularını -Avrupa halklarının güçlü uluslararası dayanışması nedeniyle- açıktan destekleyemiyorlardı. Ancak, İngiltere ve Fransa’daki emperyalist güçler “karışmama politikası” izlerken, Alman ve İtalyan faşizmi açıktan ve tüm güçleriyle Franko faşizmini destekliyorlardı. Başka bir deyişle, Halifax 1937 sonundaki görüşmede Hitler’in (“Führer”in) “çok şey gerçekleştirdiği”ni söyler ve “sadece Almanya’da değil” derken, bütün bu yukarıda özetlenen gelişmeleri kastetmektedir. Ve Hitler faşizminin, böylelikle, sosyalizme “Batı Avrupa’nın yolunu tıkadığı” ve bu nedenle Almanya’nın “Bolşevizm’e karşı Batı’nın kalesi olarak değerlendirilebileceği açıklamasını yaparken, başta İngiliz olmak üzere tüm Avrupa burjuvazisinin sevinç ve mutluluğunu dile getirmektedir.
Sosyalist Sovyetler Birliği’nin; İtalya ve Almanya’daki gelişmeler, Batı Avrupa ülkelerindeki gericiliğin faşizm karşısında aldığı hayırhah tutum, ufukta beliren savaş tehlikeleri vb. olgular karşısında o yıllarda izlediği dış politika ise şöyle özetlenebilir: Avrupa çapında güçlenen faşizm karşısında devrimci ve demokratik güçleri desteklemek, yeni savaş tehlikesini bertaraf edecek somut ve aktif bir barış politikası izlemek. Sovyetler Birliği (SB), özellikle 1935 yılından itibaren, “Avrupa’da kolektif bir güvenlik sisteminin kurulması” doğrultusundaki çabalarını yoğunlaştırdı. (“Karşılıklı yardımlaşma” üzerine Fransa ve Çekoslovakya ile yapılan anlaşmalar bu çabaların birer parçasıydı.) Bu çabalar, faşist Almanya’nın 1935″ten itibaren Versay anlaşmasının tüm askeri ve bölgesel sınırlamalarını hiç sayarak savaş hazırlığını hızlandırması olgusu karşısında, yeni bir savaşın önüne geçme bakımından oldukça önemli ve yakıcıydı. Belirtelim ki, bu yıllarda Sovyetlerin; “sosyalizmin vatanı” olarak genel prestiji ve özel olarak faşizm karşısındaki bu politikası, Avrupa kamuoyunda giderek etkili olmakta ve somut sonuçlar da vermekteydi.
Bu girişimlerden en çok İngiltere rahatsız olmaktaydı. İngiltere’de gerici çevreler ve basında, “Avrupa’da Bolşevik etkinin büyümesi”nden yakınılıyor; “Almanya ve Japonya ile doğrudan anlaşmanın gerekliliği” üzerinde duruluyordu. Sovyetlerin genişleyen etkisini geri püskürtmede faşist Almanya’yı teşvik etmek (“barışı koruma” adına “tarafsızlık politikası”!), İngiliz dış politikasının temel bir unsuruydu. 1935 Haziranında İngiliz-Alman deniz anlaşmasının (ki bu anlaşma yalnızca Versay anlaşmasının açık bir ihlali değildi, aynı zamanda Hitler Almanya’sının silahlanma programına yeni bir ivme kazandırmaktaydı) imzalanması; “Berlin-Roma ekseni”nin pekişmesine yardımcı olan olaylar karşısında (İtalya’nın Habeşistan’a saldırması) Fransa’nın bile tepkisini toplayacak derecede pasif kalınması; Mart 1936’da, Locarno anlaşmasında “asker ve silahtan arındırılmış bölge” olarak kalması şart koşulan Ren bölgesine Hitler ordularının girmesine sessiz kalınması gibi tarihsel olay ve olgular; “Bolşevizm’e karşı Batı’nın Kalesi”nin güçlenmesinin gerekleriydi, İngiliz emperyalizmin gözünde. Bu arada, 25 Ekim 1936’da, “Berlin-Roma ekseni”ni vurgulayan anlaşmanın imzalanmasının ardından, Şubat 1936’da Japonya’da iktidara gelmiş olan faşist güçler ile Almanya’nın arasında “Anti-Komintern Paktı” oluşturulmuş, 6 Kasım 1937’de ise İtalya da bu pakta üye olduğunu açıklamıştı.
Kısacası, Lord Halifax 19 Kasım 1937’de Hitler ile pazarlığa otururken, bütün bu olaylar cereyan etmiş, “Anti-Komintern Paktı” nezdinde ise, faşizm, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, uluslararası işçi hareketine ve tüm demokratik güçlere karşı saldırgan tutumunu ilan etmişti.
Burada söz konusu görüşmeyi özetlemenin bir gereği yok. Fakat şunun altını çizelim ki, görüşmede dile gelen “ortak ideallerden ilham alarak” statükonun değiştirilmesi, yani paylaşım planı ve işbirliğinin meyvelerini toplamakta geç kalınmadı! Görüşmenin ardından dört ay sonra, Mart 1938’de, Hitler Almanyası Avusturya’yı ilhak etti. 2 Nisan 1938’de İngiliz hükümeti Avusturya’nın Almanya tarafından ilhakını tanıdığını açıkladı. Milletler Cemiyeti’nde bu ilhaka karşı çıkan tek ülke, SB oldu.
Bunun ardından “Çekoslovakya sorunu” çözüldü; 1938 Mayısında Çekoslovakya’nın Sudet bölgesinde Henlein faşistleri çeşitli provokasyonlar düzenledi. Bunun üzerine Hitler orduları Çekoslovakya sınırına yığıldı. 15 Eylül 1938’de Hitler ile görüşen İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain, Sudet bölgesinin Almanya’ya devredilmesi için Paris ve Prag hükümetleri ile görüşeceğini açıkladı. (Çekoslovakya ile ittifak sözleşmesi olan Fransa ve SB’den yalnızca SB, bu gelişmeler karşısında sözüne sadık kaldı. Saldırıya uğrama durumunda askeri yardımı öngören bu anlaşmada SB, ancak Fransa’nın da yardımcı olması durumunda harekete geçeceği şartı olmasına ve Fransa açıktan bu yardımı esirgemesine rağmen, Çekoslovakya hükümetine askeri yardım teklifinde bulundu, ancak Çekoslovakya’nın burjuva hükümeti yardım talep etmeyip boyun eğmeyi yeğledi.)
29 Eylül 1938’de ise; İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’nın başbakanları Münih’te bir araya gelerek ünlü “Münih Anlaşması”nı imzaladılar. Bu anlaşmada, çeşitli şeylerin yanı sıra, Çekoslovakya Hükümeti’nin Sudet bölgesini Almanya’ya terk etmesi kararlaştırıldı. Üç gün sonra faşist Almanya’nın orduları söz konusu bölgeye girdi. 5 ay sonra da, 15 Mart 1939’da, Hitler orduları tüm Çekoslovakya’yı işgal etti.
Bilindiği gibi, 1 Eylül 1939’da da Hitler ordularının Polonya’ya saldırmasıyla (“Dantzig sorunu” hatırlansın!) İkinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Burada son bir nokta olarak, 23 Ağustos 1939’da Almanya ile SB arasında imzalanan “Saldırmazlık Paktı” üzerinde durmak gerekir. Dünyanın ilk sosyalist devleti açısından uluslararası durum şöyle şekillenir: Batı Avrupa’nın büyük emperyalist devletleri faşist Hitler Almanya’sını SB’ye saldırtmak için her türlü tavizi ve desteği sunmakla yetinmez, aynı zamanda, SB’nin 1935’den beri faşizme ve savaş tehlikesine karşı “kolektif güvenlik sistemini” yaratma çabalarını bin bir gerekçelerle baltalamaya çalışırlar. Oysa aynı dönemde; Hitler Almanyası giderek saldırganlaşır; devasa boyutlarda silahlanır; Avusturya ve Çekoslovakya’yı İngiltere ve Fransa’nın onayıyla ilhak eder; ülkeyi açıktan “top yekun bir savaşa” hazırlar ve “Bolşevizm’i tek felaket” olarak gördüğünü “Anti-Komintern Paktı”yla dünyaya ilan eder.
SB’nin Batı’sında bu gelişmeler cereyan ederken, Doğu cephesinde ise, 1937’den beri Çin ile savaşan faşist Japonya orduları Mayıs 1939’da Moğolistan Halk Cumhuriyeti’ne saldırır. Kısacası, SB iki cephede savaş yürütme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu koşullarda, SB açısından, Hitler Almanyası tarafından önerilen -diğer emperyalist güçlerle kapışmasında doğu cephesini, daha sonraki top yekun saldırısına hazırlık için sakin tutmak amacıyla önerilen- “Saldırmazlık Paktı”nı kabul etmenin; yalnızca kaçınılmaz ve doğru bir politika değil, aynı zamanda dünyayı faşizm belasından kurtarmak bakımından da mantıklı ve uzak görüşlü bir politika olduğu tartışmasız bir gerçektir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın seyri ve sonraki sonuçları da ortaya koymaktadır ki, SB, bu paktı imzalamakla, paha biçilmez değerde zaman kazanmış, bu sürede ordusunu ve sanayisini ufukta beliren büyük saldırıya karşı hazırlama olanağını elde etmiştir.
Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, ikinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı’nın tüm emperyalist güçleri; Hitler faşizmiyle İtalya ve Japonya faşizmine uluslararası planda yol verenler kendileri olmalarına karşın; “Saldırmazlık Paktı”nı ileri sürerek Stalin Sovyetlerinin Avrupa’yı Hitler ile paylaştığı yalan ve demagojisini dünyaya yaymış; bunda Troçkist karşı-devrimcilerin de desteğini alarak, bugünün genç kuşaklarına bu tarihsel tahrifatı tartışmasız “tarihi bir gerçek” olarak benimsetmeye çalışmıştır.
Bu bakımdan “Hitler-Halifax görüşmesi”; Avrupa’nın emperyalist devletlerinin hem faşizm olgusu ve hem de İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkması olgusu karşısındaki sorumluluklarına ışık tutan bir belgedir. Görülmektedir ki, “hür Batı dünyası”nın “komünist diktatörlükler” karşısındaki “özgürlük ve demokrasi” aşkının, özellikle genç kuşaklara bir dogma düzeyinde benimsetilmeye çalışıldığı bu demagojik iddia ve görüşler, aslında nesnel tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasından başka bir şey değildir…
Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve daha sonra Fransa arasında varılan anlaşmaları hiçe sayarak, ABD Dışişleri Bakanlığı, bu yılın başında “Les Rapport Germano-Soviétique de 1939 a 1941” başlığı altında Nazi diplomatik servislerinden yayılan, asıllarına sahip olmaksızın; her şeyden önce, müttefiklerin ortak bir onayına uymaksızın, derleme bir kitap yayınladı.
Sovyet Dışişleri Bakanlığı, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın tek taraflı olarak anlaşmaları bozmasına dayanarak, Berlin’e ilk giren Sovyet askerleri tarafından Alman Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan dokümanların ilk bölümünü yayınlıyor. Bu birinci bölüm, çok sayıda fotokopiden öte, 1937’den 1938’e kadar Hitler, Ribbentrop ve başka dış politika görevlileriyle Alman hükümet temsilcilerinin görüşme raporlarını içeriyor. Alman Dışişleri diplomatik temsilcilerinin raporları ve Alman hükümetiyle diğer hükümetler arasında gerçekleşmiş olan müzakerelere ilişkin dokümanlar da burada bulunuyor.
Burada yayınladığımız, Hitler’in Lord Halifax’la bir görüşme raporundan parçaların birinci bölümüdür. Gelecek sayılarımızda bu rapordan başka belgeler yayınlayacağız.
Etudes Soviétique

Reichsbank Başkanı
Dr. Hjalmar Schacht

Berlin, 28 Ocak 1938

Alınış tarihi 28 Ocak 1938
Reich Bakanıyla Yazışma

Çok değerli Bay Von Neurath’a
Bana tanışma olanağı sunduğunuz için sonsuzcasına teşekkür ederek Lord Halifax’in ziyaretine ilişkin raporları size gönderiyorum.

Yaşasın Hitler!
Size yürekten bağlı
Hjalmar Schacht

Reich Dışişleri Bakanı
Baron von Neurath’a
Berlin,
Dışişleri Bakanlığı.
Şansölye Führer ve Lord Halifax Arasında Gerçekleşen
Reich Dışişleri Bakanı’nın Bulunduğu Görüşme Raporu
Obersalzberg, 19.11.1937

Görüşmelerin başında, Lord Halifax, Führer’le kişisel açıklama aracıyla, İngiltere ve Almanya arasında karşılıklı olarak en iyi bir anlayışa ulaşma olanağına sahip olmaktan çok sevindiğini vurgular. Bu, sadece iki ülke için değil, aynı zamanda bütün Avrupa uygarlığı için de, çok büyük bir öneme sahipti, İngiltere’den çıkışından önce, o, İngiliz Başbakanı ve Dışişleri Bakanı’yla bu görüşmeden söz etti ve onlar da, kesin olarak konunun belirlenmesinde aynı fikirdeydiler. Yani, şimdi, iki ülkeyi ilgilendiren bütün sorunları, geniş ve samimi bir şekilde inceleme olanağının nasıl yaratılabileceğini bilmek önem kazanıyor. İngiltere’de, güncel yanlış anlaşılmaların tümüyle dışta tutulabilmesi düşünülüyor. Almanya’nın ayağa dikilmesinde, Führer’in büyük yetenekleri bütünüyle ve çekincesiz takdir ediliyor ve eğer İngiliz kamuoyu zaman zaman Almanya’nın belli problemleri karşısında eleştirel bir tutum alıyorsa; bu, her şeyden önce, İngiltere’de, Almanların belli önlemlerinin neden ve hangi koşullarda alındığının iyi bilinmemesi gerçeğinden ileri gelmektedir. Aynı nedenle, İngiliz Kilisesi, Alman Kilisesi ile ilgili sorunun gelişmesi karşısında çok kaygı ve endişe duyuyor. İşçi Partisi içinde de, Almanya’da ortaya çıkan belli olgular, eleştirel bir mantıkla göz önüne alınır. Bu zorluklara rağmen, Lord Halifax ve İngiliz hükümeti’nin diğer üyeleri, Führer’in çok şey gerçekleştirdiği düşüncesine inanıyor ve sadece Almanya’da değil, çünkü kendi ülkesinde komünizmi yıkıma uğratarak, ona, Batı Avrupa’nın yolunu tıkadı ve bu nedenle Almanya, Bolşevizm’e karşı Batı’nın bir kalesi olarak değerlendirilebilir, İngiliz Başbakanı, samimi bir görüş alış-verişi aracılığıyla bir çözüm bulma olanağının tam olarak var olduğu düşüncesindedir. Ne kadar zor da olsa; problemlerin çözümü, karşılıklı güven yoluyla kolaylaştırılabilir. Eğer Almanya ve İngiltere, bir anlaşmaya varırsa ya da en azından az çok anlaşmaya yaklaşırsa; İngilizlere göre, bu gelişme, politik açıdan İngiltere’ye ve Almanya’ya yakın ülkelerin de, tartışmalara katılmalarını sağlayacaktı. Yani Alman-İngiliz işbirliğinin, kendilerine karşı düşmanca bir düzen içine girmediğini, başından itibaren İtalya ve Fransa pozisyonundaki ülkelerin anlamalarını sağlamak gerekir ki; “Berlin-Roma mihveri”nin veya Londra ve Paris arasındaki iyi ilişkilerin, bir Alman-İngiliz yakınlaşmasından zarar göreceği izlenimi olmasın. Bu yakınlaşmanın devamında, zemin hazırlandıktan sonra; Batı Avrupa’nın dört büyük iktidarı, Avrupa’da barışın sürekli olabilmesi konusunda ortak bir temel yaratacaktır. Dört büyük gücün hiçbiri, herhangi bir bahaneyle, bu işbirliğinin dışında kalmamak zorundadır, çünkü bugünkü istikrarsız duruma başka türlü bir son vermek mümkün olmayacaktı.
Führer; eğer, karşılıklı istek ve saygı esas alınırsa; Batı Avrupa’nın dört büyük iktidarı arasında anlaşmayı gerçekleştirmenin kendisine kolay göründüğü cevabını verdi.
Ortaya çıkarılmış olan bunca büyük pratik problemler, şeyleri daha da karmaşık hale getiriyordu. Almanya’nın işbirliği İsleniyorsa; şu konuda diğer muhatapların nasıl davranacaklarını talep etmek uygun olur:
Versay Antlaşması bakış açısından değerlendirilen bir devlet olarak -ve o zaman, Avrupa ülkeleri arasında saf biçimde ilişkiler çerçevesini aşmak mümkün olamazdı- Almanya, Versay Antlaşması’nın maddi ve manevi namus lekesini artık taşımayan bir devlet muamelesi görecek miydi yoksa, bu lekeyi taşımaya devam mı edecekti. Şu halde, değişen durumdan mantıklı bir sonuç çıkarmak uygun olacaktır, çünkü aktif olarak hareket etme hakkı meşru görülmeyen bir devlet; ne kadar büyük güç olursa olsun; Avrupa politikasında aktif bir işbirliğini yüklenmeye mecbur edilemeyecekti. Şanssızlık şu ki; İngiltere ve Fransa’da halen, 250 yıldan beri teorik bir kavram olmaktan öte bir anlam taşımayan Westfalya Barışı’ndan sonra, Almanya’nın son elli yıl boyunca gerçek bir olgu haline geldiği fikrine varılamıyor.
Devleti iyi yönetme sanatı, belki, hoşa gitmeyen belli yanlara sahip olmak zorunda olsa da, bu gerçek olguyu kabul etmek anlamına gelir. İtalya’dan ve belli bir anlamda Japonya’dan söz edilecek. Tarih, sık sık hoşa gitmeyen gerçek olgular yaratır ve Almanya, bu türden gerçek bir olguya katlanmak zorunda kaldı, çünkü 150 yıl boyunca var olmayan Polonya, adeta bugün hayata döndü. O (Führer), temel görevinin, Alman halkını hoşa gitmeyen politik gerçeklere tahammül etmeyi öğrenecek bir şekilde eğitmek olduğuna inanıyor. Buradan, tartışılan problemin temelinin, başka nedenden en acil hayati ihtiyaçları bile tanınmayan bir ülkeye, etkin bir işbirliği açısından ne sunulabileceğini bilme sorunu olduğu sonucu çıkar.
Uluslar arasındaki ilişkileri düzenlemenin iki olanağı vardır.
Özgür güçler oyunu ki, birçok durumda halkların yaşamına etkin bir müdahale anlamına gelirdi ve onca çabalar pahasına yarattığımız kültürümüzde ciddi altüst oluşları kışkırtabilirdi. İkinci olanak, özgür güçler oyunu yerine, “yüksek aklın” egemenliğini kabul etmek anlamına gelir; fakat bu yüksek aklın, aşağı-yukarı özgür güçlerin eyleminin yol açacak olduğu sonuçlara benzer şekilde sonuçlanmak zorunda olduğunu iyi anlamak gerekir. (Führer) O, son yıllar boyunca, çağdaş insanlığın, özgür güçlerin oyununu yüksek aklın metoduyla değiştirmek için yeterince sağduyulu olup olmadığını kendi kendine sordu.
1919’da bu yeni metodu uygulamanın harika bir fırsatı kaçırıldı. O zaman, düşüncesizlik metodu yüksek aklın metoduna tercih edildi. Kısacası, bu, Almanya’nın, temel insan haklarını güvence altına almanın tek olanağı olan özgür güçler oyununa doğru itildiği anlamına gelir. Gelecek, bu iki yöntem arasında yapılacak seçime bağlıdır. Burada veya şurada, akıl yolunun mutlak olarak mecbur edilebileceği fedakârlıkların dökümünü yaparak; eski metoda: özgür güçler oyununa dönüşün hangi fedakârlıkları dayatacağını ortaya koymak gerekir. O zaman, açıkça görülecektir ki; birinci yol, ikincisinden daha az külfetlidir.
Lord Halifax, saf biçimde ilişkilerin büyük bir değere sahip olmadığı ve bütün taraflar aynı öncüllerden ilham almıyorsa ve görüş birliği sağlanmamışsa; ciddi bir yakınlaşmaya ulaşılamayabileceğini takdir etme konusunda Führer’le aynı düşüncedeydi. O da, kendi adına; bunlar, şu veya bu muhatabın hoşuna gitmeyebileceğinden söz edilen geçek olgular da olsa; gerçek bir temele dayanmadıkça sürekli bir başarının gerçekleştirilemeyebileceğine inanmaktadır. O, İngiltere’de herkesin, Almanya’yı büyük ve egemen bir ülke olarak değerlendirdiğini ve onunla görüşmelerin sadece bu temel üzerinde sürdürülmesi gerektiğini vurgular. İngilizler gerçekçidir, herhangi bir kimseden daha çok onlar, Versay diktasının yanlışlarının düzeltilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Eskiden de, her zaman İngiltere, etkisini bu gerçekçi anlamda kullandı. O, Rhenanya’nın önceden yapılan ayrılmasında, tazminatlar sorununun düzenlenmesinde ve Rhenanya’nın yeniden işgalinde de, İngiltere’nin oynadığı rolü hatırlatır. Çok uzak perspektiflerden yüksek sesle konuşmaktan kaçınarak ortak bir dil kullanmayı denemek gerekir, çünkü bu, yanlış anlaşılmadan ve dolayısıyla da, problemin çözümünde ilerlenememesinden başka bir sonuç vermez.
İngilizler yönünden, her şeye rağmen statüko yürürlükte kalsın diye düşünülmüyor, İngiltere’de, yeni koşullara uyum sağlamanın, eski yanlışları düzeltmenin, varolan şeylerin durumunda gerekli hale gelen değişiklikleri anlamanın önemli olduğu bilinir. Ve İngiltere, etkisini; bu değişikliklerin, Führer’in sözünü ettiği düşüncesiz kararlar yoluyla, yani; son tahlilde savaşla aynı anlama gelen özgür güçler oyunuyla, yapılmaması yönünde kullanacak, İngiltere Hükümeti adına bir kez daha vurgulamak gerekir ki; güncel durumun değişmesi için hiçbir olanağın göz ardı edilmemesi gerekir, fakat değişikliklerin iyi anlaşılan bir kural temelinde yapılması gerekir. Eğer, iki taraf, dünyanın değişmez (statique) olmadığını anlama konusunda aynı düşünüyorsa; ortak ideallerden ilham alarak, varolan bütün enerjiyi, karşılıklı güven atmosferi içinde, ortak amacın elde edilmesine doğru yönelterek, bu ortak noktadan hareket etmeyi denemek gerekir.
Führer, ne yazık ki, akla uygun bir yönde hareket etme isteğine rağmen, sağduyulu kararlar, yolları üzerinde büyük zorluklarla karşılaşacaklar; hele de, politik partilerin, Hükümetin anlaşmaları üzerinde kesin bir etkide bulunma olanağına sahip oldukları demokratik ülkelerde bu zorluklar daha da ağırlaşacak diye cevap verir. Kendisi (Führer) de, 1933–1934 de, silahlanmanın sınırlandırılmasını ilgilendiren ve benimsenmesi halinde; Avrupa’da ve dünyada, ekonomiyi büyütmeye olanak sağlayacak olan birçok pratik öneri sundu, bu öneriler birbiri ardına reddedildi: ve buna rağmen belli devlet adamları, Almanya’nın uzun süre Versay Antlaşması tarafından oluşturulan durumda kalmayacak olduğunu anlıyordu. Fakat politik partiler gibi, hele de sorumsuz basın da, hükümetin kararları üzerinde kesin bir etkide bulunuyordu; 200–300 bin insandan daha güçlü bir ordu, hava kuvvetlerinde silahlanmanın sınırlandırılması konularındaki öneriler, bütünüyle reddedildi. Bu sorunları düzenlemek için sarf edilen bütün çabaların tek sonucu, deniz kuvvetleri konusunda varılan fikir birliği oldu.
Bugün de aynı durum. Sağduyulu kararlar yerine, politik partilerin demagojik amaçları dayatılıyor. Kuşkusuz, büyük bir zorluk burada yatıyor. Buna karşılık, çok acı bir geçmişe rağmen, Polonya ile iyi ilişkilerin işaretleri geliyor. Kendi açısından, Almanya, en doğal hayati ihtiyaçlarını karşılamak için en az ödünden yana olan diğer ülkeleri beklemeyebilir, çünkü partiler, oralarda kendi egemenliklerinin devamını gözetiyorlar. Almanya sömürge sorununda, İngiliz partilerinin konumunu ve özellikle de, muhafazakâr partilerin kesin olarak olumsuz tutumunu yakından tanıyor. Fransa’da da durum aynısı. Almanya, Bu koşullarda, sömürge sorununun çözümünde, imkânsız olan fikirden yola çıkamaz ve dolayısıyla, bu duruştan başka bir tutum alamaz. Biraz beklemek gerekir. Kesin etkinin şu veya bu devlet adamının becerikliliğine değil de, partilerin demagojik pozisyonlarına ait olduğu başka durumlar da var. Memel bölgesinin 1923’te Litvanya tarafından işgali ve Almanların protestoları karşısında gözlenen davranış, bu konuda çarpıcı bir örnek sunuyor. Önerilerinin çoğunluğunun reddedilişini bu tutum açıklar. Demokratik ülkelerin partileri için, bu, elde edilmesi güç bir sonuç biçimindeydi. Ondan (Führer’den) kaynaklanan şu veya bu öneri yapılıyorsa; bu, yeterince reddedilsin diye yapılıyordu. Güncel olarak, partilerin etkisi, yeniden kendisini benzer bir biçim altında gösteriyor. Bu, belli ulusların, yeterli hayati alana sahip olmadığı gerçeğidir. Eğer, İngiltere, 16 milyon nüfusuyla, sadece metropolün kaynakları üzerinde yaşamaya mecbur edilseydi; belki, onun için bu gerçeği anlamak daha kolay olurdu. Sömürge sorununu ilgilendiren bütün önyargılar, şu olgudan ileri gelmektedir: Amerika ve Rusya’nın sahip olduğu geniş topraklar; İngiltere’nin sahip olduğu yerkürenin dörtte biri; Fransa’nın elinde bulundurduğu bir sömürge imparatorluğu kendiliğinden girişkenlik olarak kabul ediliyor ve Japonya en azından topraklarını büyütmekten alıkonamıyordu. Belçika, İspanya ve Portekiz gibi küçük devletlerin bile sömürgelerinin olması tam olarak anlaşılıyor. Sadece Almanya’ya, hangi sebeple olursa olsun; sömürge sahibi olamayacağı bildiriliyor. Örneğin; İngiliz muhafazakârları gibi sömürge sorununda kesinlikle olumsuz kararlar alan partilerin tutumlarını karakterize eden budur. O zaman, belli sorunlarda, en ilksel haklarından mahrum bırakılmış bir ülkeyi, olumlu bir işbirliğine davet etmek neye yarar? Almanya’nın Doğu Asya’ya yönelmesi eleştirildi: beyaz ırka karşı bir ihanet olduğu iddia elmiş olan şey, bu oldu. Almanya, diğerlerinden daha uzun süre, diğer ırkların karşısında beyazların dayanışmasını destekledi ve demokratik ülkelerin eleştirdikleri Almanya’nın ırk politikası buydu. Şimdi, Doğu Asya’yı yasaklamakta Almanya’nın hiçbir açıdan yaran yok. O, şu veya bu ülkeyle ticari ilişkiler sürdürebilir. Fakat Doğu Asya’da kaybolmuş olan Alman bandırası ve bandırayı izleyen ticaret, ticari olanaklar, her durumda çok düşüktür.
Eğer, politik partiler, daha akıllı hale gelmiş olmazlarsa; bu kadar uzun süre, uluslararası problemleri çözme olanakları kolay kolay bulunamayacak veya hükümetler üzerinde bu kadar büyük ölçüde bir etkisi olan partilere yasaklanan hükümet biçimleri kurmaktan başka bir yol kalmayacak.
Bu sırada, Führer, Lord Halifax’ın Almanya seyahati vesilesiyle, basında yükselen engellere de işaret eder. İngiltere’nin belli yerlerinde bu konuda gerçekçi düşünülmediğinden kuşku duymaz. Deniz kuvvetlerine ilişkin anlaşma bunun bir kanıtıdır. Fakat ona öyle görünüyor ki; belirleyici politik etmenler, bir başka görüş biçimiyle karakterize olur. Hükümette kaldığı beş yıldan sonra, en azından, onun izlenimi böyledir. Kendisinden gelen her önerinin, doğrudan yukarı yükselen bir kalkanla karşılaşmış olduğunu, o da biliyor ve bunu kabul eden her hükümet muhalefet karşısında çok zor bir durumla karşı karşıya kalıyordu.
Lord Halifax; eğer, Führer, İngiltere kadar uzun süre demokratik kalan bir ülkeyle bir anlaşma yapmak için hiçbir ilerleme mümkün olmadığını düşünüyorsa; bu görüşmeleri sürdürmek yararsızdır, çünkü İngiltere, Hükümetinin biçimini o kadar çabuk değiştirmeyecek diye cevap verir. Politik partilerin etkisinin olanakları kaybettireceğine ve önerileri reddettireceğine inanmak bir yanlışlık olur. İngiltere ile ilgili olduğu kadarıyla, bu tümüyle yanlıştır. Öneriler reddedilmişti, çünkü doğru veya yanlış nedenle; bazı ülkeler bu önerilerde yeterli güvenlik garantisi görmüyordu. Önerilerin reddedilmesi; silahlanmayı, güvenlik ilkesinin izlemesi gerektiğini doğrular, tersini değil. Gerçek şu ki; partilerin bakış açılarından ileri gelen belli noktalardaki eleştirilere rağmen, İngiltere’nin Almanya ile savaş gemileriyle ilgili bir anlaşma yapmış olması; tam da, İngiliz Hükümeti’nin de partilerden bağımsız bir biçimde hareket ettiğini kanıtlar, İngiliz Hükümeti, hiç de, partilerin demagojik oyunlarının kölesi değildir, İngilizlerin görüşüne göre; güvenilir hiçbir hükümet, partilerin keyfince yönetilmemek zorundadır. Aynı şekilde, Önerilerin -“merle blanc” (elde edilmesi güç şey anlamında)- sadece Führer tarafından yapılmış olması nedeniyle reddedilmiş olduğu da, yanlıştır. Almanya için inandırıcı görünmekte olan, fakat başka ülkelere çok daha az inandırıcı gelmekte olan sebepleri; bazı ülkeler, Almanya’nın sözleşmelerle yüklendiği zorunlulukları çiğnemesi olarak görüyordu. Sözü edilen ülkelerin, Alman önerileri karşısında, başka koşullardaki durumda takınmış oldukları tutumdan daha çok eleştirel davranmış olması da, tamamen doğaldır, İngiliz Hükümeti, koşullar ne olursa olsun; Almanya ile sömürge sorunu tartışılmasın görüşünde değildir. Fakat hiçbir İngiliz Hükümeti, sömürge sorununu, sadece Almanya ile sınırlayarak ele alamaz. Bu sorun, Avrupa’da huzuru ve güvenliği temin edecek genel düzenlemenin bir unsuru olarak düşünülebilir.
Kuşkusuz, diğer ilgili devletler de, genel düzenleme konusundaki bu tartışmada yer almak üzere davet edilmelidir. Führer, İngiltere’de, Lord Halifax’ın ziyaretine düşmanlığın ortaya çıktığı yerlerden söz etti. Diğer Avrupa ülkelerinde de, bu olumsuz düşünceden yana olan yerler var, fakat bu, dünyada daha iyi bir politik sistem yaratmak isteyenleri korkutmamalıdır.
Führer; “Lord Halifax beni yanlış anladı” diye cevap verdi. Lord Halifax, Almanya-İngiltere işbirliği sonucu, aralarında Fransa da olmak üzere, batının dört gücü arasında bir anlaşma öneriyor. Oysa politik partilerin demagojileriyle ilgili belirlemeleri; her şeyden önce, bunların belki de, yüzde yüz gerçek olduğu Fransa ile ilgiliydi. O (Führer), deniz kuvvetleriyle ilgili anlaşmadan söz ederken, İngiltere’yi dışta bıraktı.
Sözleşme altına alınmış taahhütlerin yerine getirilmemesine gelince; Führer, diğer güçlerin Almanya’dan önce bu taahhütleri ihlal ettiklerine işaret etti ve bu da, bütün önerileri reddedildikten sonra, yeniden hareket özgürlüğünü ele almaktan başka anlama gelmez. Dünyaca ünlü İngiliz hukukçuları da, anlaşmalar tarafından bu yönde öngörülen yükümlülüklerini yüzde yüz yerine getirdikten sonra, Almanya’nın diğer ülkelerin silahsızlanmasını kesin olarak istemeye hakkı olduğu görüşündedir. Almanya, aynı şekilde, İngiltere Başbakanı Mc Donald’ın 200 bin kişilik silahlı bir ordu için önerisini kabul etti. Öneri, Fransa nedeniyle başarısızlığa uğradı.
Sömürge sorununda; Afrika toprağı üzerine savaş araçları aktarımını yasaklayan Kongo’daki anlaşmayı, diğer ülkeler ihlal ettiler. Diğer devletler tarafından anlaşmanın uygulanacağına güvenen Almanya, önemsiz birkaç birlikten öte Afrika’da asker bırakmadı. Aslında, sömürge sorununda, İngiltere ve Almanya arasında bir anlaşmazlık vardır. Bu bir bakış açısı farkıdır. Eğer, buna bir çözüm bulunursa; bundan iyisi olmaz, aksi halde, Führer, bu konuda üzüntüyle tutum almaktan başka bir şey yapamaz. İngiltere ve Almanya, birçok sorunda farklı görüşlere sahip bulunuyor. Fakat bunlar, hiç de, İngiliz-Alman işbirliğini yakından etkileyecek şeyler anlamına gelmez, İngilizler açısından, sömürge sorununda iki görüş ortaya çıkıyor, İngiliz Hükümeti, bunun tartışılacak bir sorun olduğunu açıklıyor. Fakat partiler, özellikle de, muhafazakâr parti blok halinde bu sorunu tartışmayı reddediyor. İngiltere ve Almanya arasında başka bir güçlük yoktur.
Lord Halifax, Führer’e; anlaşmazlık konusu olan problemlere tatmin edici bir çözüm olasılığından sonra, diğer uluslarla daha sıkı bir işbirliği amacıyla, Almanya’nın S.D.N.’ye dönüşünün mümkün olup olmayacağını sordu ve Lord Halifax’a göre; Almanya’nın bu pakta dönebilmesini engelleyen bölümü, dönüş öncesinde değiştirilmelidir. Kuşkusuz, S.D.N.’nin iyi yanları, onun çok heyecanlı taraftarları tarafından abartılıyor. Bu arada, S.D.N.’nin, uluslararası güçlüklerin barışçıl yöntemle giderilmesini açıkladığını bilmek gerekiyor. Bu yöntemi pratik olarak uygulamak; Führer’in, özgür güçler oyununa karşı çıkarak, daha ileri bir şekilde “akılcı yöntem” diye adlandırdığı alternatif kavramla yaklaşıma denk düşüyordu. Eğer, S.D.N. onu bu anlamda kullanıyorduysa (ki: esasta, uluslararası bir yöntemden başka bir şey yoktur); bu da, bazı bakımlardan değiştirilebilir, uluslararasında güven yeniden kurulmuş olurdu. O, Führer’in, silahsızlanmaya karşı tutumu konusunda olduğu gibi; S.D.N.’ye karşı tutumunu hakkında da bilgi edinir. Avrupa düzeni içinde ortaya çıkacak olan ve er ya da geç, muhtemelen değişmeleri söz konusu olan bütün diğer sorunlar, bu anlamda karakterize edilebilir. Bu sorunların miktarı, Dantzig’de, Avusturya ve Çekoslovakya’da şekilleniyor, İngiltere’nin tek kaygısı şudur; bu değişiklikler barışçıl bir evrimle gerçekleştirilmiş olsun ve ne Führer’in, ne de, diğer ülkelerin istemeyeceği yeni altüst oluşlara sürükleyebilir yöntemlerden kaçınılabilsin.
Sömürge sorunu, kuşkusuz ki, zor bir sorundur, İngiliz Başbakanı, bunun, bütün sorunların yeni yönlendirme ve düzenleme unsuru olarak çözülebileceği görüşündedir. O, Führer’den, geniş bir çerçeve içerisinde, kendi anladığı biçimiyle, sömürge sorununun çözümü konusunda kendisine (Lord Halifax’a) bir fikir verip veremeyeceğini sorar.
Führer, ona, Almanya’nın S.D.N.’ye katılmaması, kendisine göre bir İngiliz-Alman sorunu değildir. Çünkü Amerika da, artık S.D.N’ye katılmamaktadır diye cevap verir. Ve bu arada, bu nedenle İngiltere ve Amerika arasında derin görüş ayrılıkları olduğu hiç de söylenemez. Daha da ötesi, Japonya’nın yokluğu ve İtalya’nın çalışmalara katılmaması nedeniyle SDN, artık gerçek bir Milletler Cemiyeti de değildir. Almanya, bir gün, Cenevre’ye dönsün veya dönmesin; şu anda bir şey söylenemez. O, kesinlikle, taslak halindeki bir Milletler Cemiyeti’ne dönmeyecektir ve görevinin, politik olayların doğal gelişimine muhalefet etmek ve var olan durum ve şeylerin devamını öne sürmek olduğuna inanan, taslak halindeki bir Milletler Cemiyeti’ne girme ihtimali de çok azdır.
Önceden, silahsızlanma sorununu düzenlemek çok daha kolaydı, çünkü o zaman, silahlanmanın bir sınırlandırılmasından başka bir anlama gelmiyordu. Bugün, İngiltere’nin kendisi de bu ülkenin tarihinde görülmedik düzeyde silahlanıyor. Acaba, İngiltere, silahlanmaktan vazgeçmeye hazır mı? Führer, İngilizler tarafından, İngiltere’nin silahlanmasının geçmişin yetersizliklerini gidermekten başka bir şeyi hedeflemediği cevabı verileceğini biliyor. Almanya da, aynı durumdadır. Anlaşmaya büyük bir bağlılıkla, önceden eksik kalanlar tamamlanmalıdır. Ayrıca, o anlayabildi ki; halklar silahlanmadaki güçlerinden başka şeye değer vermiyorlar ve bugün, Almanya’nın uluslararası yaşamdaki prestiji, silahlanmasına bağlı olarak arttı. Silahsızlanma problemi, belli ölçülerde Almanya’ya bir cevap teşkil eden Fransız-Rus ittifakından beri özellikle karmaşıklaştı. Sonuç: Rusya, Avrupa’ya sadece bir moral etken olarak değil, yeterince büyük ağırlıkta maddi bir faktör olarak da müdahale etti; özellikle de, Çekoslovakya ile ittifakın devamında. O zamandan itibaren, kim silahsızlanma sorununun üzerine gidebiliyor ve bunun nasıl yapılması gerekir. Bu nedenle, o, tam olarak silahsızlanma probleminin çözüm yolunu nasıl ortaya koymak gerektiğini bilmiyor. Her halükârda, o, başından itibaren sonuçsuzluğu apaçık görünen konferansların fanatik karşıtıdır. O, hiçbir gerekçeyle, her üç ayda bir benzer bir girişime karar vermek için konferanslara katılmak isteyen devlet adamlarına izin vermeyecektir. Eğer, silahsızlanma ile meşgul olunmak isteniyorsa; silahsızlanmanın konusunun ne olması gerektiğini ortaya koyarak başlamak gerekir. Bu konuyla ilgili, bombardımanların yasaklanmasını hedefleyen kendi eski önerisini başvuru kaynağı olarak gösterir. Bombardımanları, yerli dik kafalıların direnişini kırmada istisna bir araç olarak göz önüne alan sömürgeci güçler, kendi çıkarlarına ters gelen bu öneriyi reddettiler. Dünyanın değişik bölgelerinde son askeri deneylerin çoğunluğu; bugün, onları, bombardımanların miktarını yükseltmeye doğru götürüyor.
Almanya silahlanıyor, sızlanmayacak. Deniz kuvvetleri anlaşmasının getirdiği yükümlülüklere gerçekten saygılı olacak, bu anlaşmanın sonuçlanma anında Almanya tarafından konulan çekince dışında (Bu çekince, sürekli olarak Rusya’nın silahlanmadığından bilgisinin olması kaydını içeriyor). Bu durumda, deniz kuvvetleri anlaşmasında bir yeniden düzenleme kendisini dayatıyor. Fakat yakın gelecekte böyle bir yeniden düzenleme yapabileceğine inanmak için, Rusya’nın kapasitesine ilişkin o kadar fazla bir bilgiye sahip değildir.
Öte yandan, Çekoslovakya ve Avusturya için de, böyle bir çözüm ortaya koymak akla uygun olurdu. Avusturya ile 11 Temmuz’da varılan anlaşma sonuçlandı; bütün zorlukları ortadan kaldıracağını ümit etmek gerekir. Bu, Çekoslovakya’nın yol üzerinde yükselttiği engelleri bertaraf etmesine bağlı. Ona, kendi sınırları içerisinde yaşayan Almanya’ya uygun gelen biçimde davranılmalıdır ve o zaman o (Führer) gerçekten memnun kalacaktır. Her şeyden önce Almanya için önemli olan, bütün komşularıyla iyi ilişkiler içinde kalmaktır.
Sömürge sorununa gelince; istekleri formüle etmek Almanya’ya ait bir görev değildir. İki olanak var: en başta, özgür güçler oyunu. Bu durumda, Almanya, sömürge gerçeğinde yer alacaktı, buna bir şey söylenemez. İkinci olanak; bu akla uygun bir çözüm olacaktı. Akla uygun kararlar, hukuk üzerine temellendirilmelidir; diğer bir deyişle; Almanya, eski sahip olduklarını ileri sürebilir; her bakımdan uluslararası düzenin güç üzerine değil de, hukuk üzerine kurulacağı ilan edildiğinde; Führer, tamamen yukarıda söylenenle aynı düşüncededir. Eğer bu yeni düzenin başlangıcını 1914 tarihine uzandıracak olsaydı; bu sevindirici de olurdu. Şeylerin yeni düzeniyle, Almanya, kendini olağanüstü derecede avantajlı bir durumda bulurdu. Führer, Sömürge sorununda, Almanya’nın isteklerini formüle etmeye ihtiyacı olmadığını tekrar eder. Hakkı olan topraklara yerleşmesi yeterlidir. Şu veya bu Alman kolonisini teslim etmek onlara rahatsız edici görünüyorsa; İngiltere ve Fransa da, kendi önerilerini yapsınlar. Bu taleplerle, Almanya, hırstan veya büyük güç olmayı hedeflemiş olmaktan ilham alan askeri amaçlar izlemiyor. Almanya’nın, ne olursa olsun, stratejik yollardaki bir köşe kapma biçiminde bir yükümlülük alma tasarısına ihtiyacı yoktur; o, sadece ekonomik nedenlerle, tarım ürünleri ve hammadde ikmali yapmak için sömürgeler istiyor. O, askeri operasyonların gerekeceği ve çok tehlikeli uluslararası karışıklıklara yol açacak yerlerde bulunan sömürgeler istemezdi. Aksi halde, İngiltere, stratejik düzen nedenleriyle, şu veya bu bölgeyi Almanya’ya teslim etme olasılığına hak vermez, o, bunun yerine başka olanaklar sunabilir.
Bununla birlikte, bir şey kesindir, o da, Almanya’nın, ne Sahara’yı, ne de, Akdeniz’e açılan toprakları sömürge sıfatıyla kabul etmeyeceğidir, çünkü iki dünya imparatorluğu arasında bulunmak ona çok tehlikeli görünüyor. Tsingtao ve Kiao-tcheou aynı derecede tehlikelidir.
Reich Dışişleri Bakanı, Baron Von Neurath SDN sorunuyla ilgili; SDN’den çıktıktan sonra, sadece sözlerle değil, pratik tutum perspektifiyle hareket etmek söz konusu olduğu zaman; Almanya’nın asla uluslararası işbirliğinden kaçınmadığı gözlemini yapar. Örnek: İspanya işine müdahale etmeme sorununa Almanya’nın katılması.
Führer, kendi açısından; Almanya-Polonya ve Almanya-Avusturya sorunlarının çözümünü de, hatırlatır; Çekoslovakya ile de akla uygun bir çözüme bulunabileceğine olan umudunu da ifade eder.
Lord Halifax, belli konular ürerinde Führer’le tam bir görüş birliği içinde olmadığı, ama bunlar devam eden görüşmelerde, belirleyici öneme sahip olmayan şeyler olduğu için, uzun süre bunlar üzerinde takılıp kalmaya da, niyeti olmadığı cevabını verir,
Karşılıklı olarak, bugün iki Hükümet temsilcileri arasında, açık ve geniş açıklamalardan sonra, Chamberlain ve İngiliz Hükümeti, bunu kutlayacaktır, şu veya bu sorun üzerinde görüşmelere devam edilebilir. Simon ve Eden’in ziyaretinin takip eden süre içinde gerçekleşmemiş olması çok üzücüdür. Fakat şimdi bu görüşmeyi başka müzakereler izlerse; bu, kamuoyunda en iyi etkinin ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Führer, Alman-İngiliz ilişkisini uzatmayı, her diplomatik yoldan öne almayı tasarlıyor, çünkü müzakerelerin somut sorunlara yöneltilmesi önerilirse; bu çok iyi hazırlanmalıdır. Bu tür birçok görüşmenin başarısızlığı, her şeyden önce yetersiz bir hazırlıktan ileri geliyor. Bir konferans, görüşmelerin hazırlık çalışmalarının son gözden geçirilişinden öte bir anlama gelmez. Sömürge sorunu, ona öyle geliyor ki; her iki tarafın derin bir görüş ayrılığına sahip olduğu ve olağanüstü karmaşık bir sorundur, İngiltere ve Fransa’nın iyi anlamaları gerekir ki; eğer, onlar, alınanların koşullarını kabul etmek için, ilkede görüş birliğine varırlarsa; bu anlamda, Almanya, taleplerini formüle edebilir ve bunların uygun bir kabul göreceğini umut edebilir.
Akşam yemeğinden sonra, Lord Halifax, İngiliz-Alman ilişkisinin yenilenmesi sorununa döner ve hükümet temsilcileri arasında, bir kez daha doğrudan görüşmeler önerir. Temelde, bu görüşmeler yararlı olacak, fakat kamuoyunda da büyük bir etkide bulunacaklar. Bu doğrudan görüşmelerin tarihini geriye atmak, bir hayal kırıklığına yol açacaktı. İngiltere’de, Reich Dışişleri Bakanı’nın ziyareti çok bekleniyordu ve bu ziyaretin, “Leipzig” ve “Almanya” da araya giren karışıklık nedeniyle gerçekleşememiş olması, çok hayal kırıklığı yarattı. İngiliz ve Alman temsilcileri arasında yeni görüşmelerin gerçekleşmesi de iyi olacak. Aynı vesileyle, sömürge sorunu da ele alınabilecek. O, İngiliz Hükümeti’nin bu sorunu tartışmaya gerçekten hazır olduğunu tekrar eder. İngiliz Hükümeti’nin, sömürgeler sorununu, ancak genel düzenlemenin bir unsuru olarak ele alabileceği gerçeğini de, eklemek gerekir. Aynı anda, geniş bir cephede, bütün sorunların düzenlenmesini çözmeye girişmek uygun olur.
Führer, geniş bir cepheye yayılan bir tutum, kesinlikle iyi bir hazırlığı gerektirir. Ona göre, (Önce tek tek sorunlarda yetersiz sonuç olarak tespit edilenlere kadar tartışmak, ardından yetersiz sonuç elde edildiği kabul edilen bütün sorunları müzakere etmek) sorunları yetersiz olarak tespit edilen bir sonuca kadar azaltmadan önce, bütün sorunları müzakere etmeye soyunmamak, daha tercih edilebilir bir yöntemdir. Beklemek gerekir, iki gerçekçi halkı, Alman ve İngiliz halkını, görülmemiş bir felaket korkusuna terk etmemek gerekir. Deniliyor ki; eğer, biri veya diğeri oluşturulmazsa; Avrupa’da, felaketin eli kulağındadır. Bolşevizm, işte tek felaket. Geri kalan her şey düzenlenebilir. Felaket psikozu, kışkırtıcı ve kötü niyetli bir basının eseridir. Bugünkü uluslararası durumun 1912–14 arasındakiyle tam olarak aynı olduğunu öne sürmek bir yanlışlık olurdu. Arada, savaşın yarattığı fark ve bunun öğrettikleri olmasaydı; böyle düşünülebilirdi; bu da politik gerginliğe varır. Burada, birkaç yıl boyunca, güncel problemlerin, tamamen başka bir biçimde ortaya çıktığı söylenebilir. Eğer, Doğu Asya’da ve İspanya’da, durum düzenlenirse; belki de daha kolay çözümler ortaya çıkacak. Eğer, bugün şu veya bu problem çok karmaşık ise; sakin bir şekilde iki veya üç yıl beklenebilir.
Basın sadece uğursuz bir rol oynuyor. Bütün gerginliğin onda dokuzuna basın sebep oluyor, İspanyol Krizi ve Fas’ın Alman birlikleri tarafından işgal edildiği iddiası; sorumsuz bir gazeteciliğin tehlikelerini çarpıcı biçimde gösteren örneklerdir. Uluslararası ilişkilerdeki gerginliği yatıştırmak; korsan gazeteciliğin sonunu getirmek amacıyla, bütün ulusların işbirliği yapması anlamına gelecekti.
Lord Halifax, basından doğan tehlikeler konusunda, Führer’in görüşlerine katılıyor. Kendi açısından o da, İngiliz-Alman müzakerelerinin iyi hazırlanması gerektiğini düşünüyor. Çıkışında, Chamberlain, ona, Lord Halifax’in Almanya’yı ziyaretinin basında gerçek dışı bir şekilde yorumlanması riskini gönüllü olarak güvenceye aldığını açıkladı, çünkü; bu ziyaret, iyi yönde bir adım atmaya olanak sağlayacaktır. Sadece iki tarafın aynı amacı hedeflemesi gerekir, biliniyor: Avrupa’da barışı kurmak ve sağlamlaştırmak.
Bunun üzerine, Lord Halifax, görüşmeler için teşekkür etti ve İngiliz Başbakanı’na gerçek bir rapor sunacağını açıkladı. Kendi açısından Führer de, Lord Halifax ile uzun ve nazik bir görüşme yapmış olmaktan duyduğu memnuniyeti ifade etti ve Lord Halifax’in biraz önce ifade ettiği amacı (Avrupa barışı), Almanya’nın çekincesiz kabul edebileceğini açıkladı. Onun gibi, dünya savaşında yer almış bir asker olan bir insan artık savaş istemiyor, İngiltere ve bütün ülkelerde aynı eğilim egemen oluyor. Sadece tek ülke, Sovyet Rusya, genel bir karışıklıktan kazançlı çıkabilirdi. Bütün diğerleri, yürekten, barışın sağlamlaştırılmasını istemektedir.

(Etudes Sovietique’in 1948 yılında yayınlanan 1. sayısından Mehmet Erdal tarafından çevrilmiştir.)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑