Dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasaları

(“Neue Welt”, sayı 24, 1951’de yayımlanmış aslından Olcay Geridönmez tarafından çevrilmiştir. İlk bölümüne bu sayımızda yer verdiğimiz makalenin ikinci bölümünü gelecek sayımızda yayımlayacağız. “)

Dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasaları sorununun Marksizm-Leninizm’de kazandığı anlam, Marksist felsefi materyalizmin hareket noktasıdır.
İdealist felsefenin tüm uydurmalarının aksine, Marksist felsefi materyalizm, maddi dünyanın, nesnel olarak gerçek ve bilinçten bağımsız olarak var olduğunu kanıtlar. Doğa ve toplum yasalarının nesnel karakterde olduğunu, güvenilir bir biçimde saptanabildiğini ve böylece doğa üzerinde egemenlik kurmaya ve çevrenin devrimci dönüştürülmesine varılabileceğini saptar.
Diyalektik materyalizmin dünyanın maddiliği ve gelişiminin yasalarına ilişkin öğretisini geliştiren ve ileriye götüren, yeni koşullar altında proleter sınıf mücadelesinin yeni deneyimlerine, sosyalizmin ve komünizmin muzaffer inşasının deneyimlerine, Marx, Engels ve Lenin’in ölümlerinden sonraki süreçte doğa bilimlerinin kazanımlarına dayanarak yeni tezler ve sonuçlarla yaratıcı bir biçimde zenginleştiren Stalin, bu öğretinin özünün dâhiyane bir tanımını vermektedir. İdealizmin tersine, diyor Stalin, “Marx’ın felsefi materyalizmi, dünyanın nitelik itibariyle maddi olduğu; dünyadaki çok çeşitli görüngülerin, hareket halindeki maddenin farklı biçimlerini oluşturduğu, diyalektik yöntemin saptadığı görüngüler arasındaki karşılıklı bağlılığın ve karşılıklı koşullamanın hareket halindeki maddenin gelişme yasalarını oluşturduğu, dünyanın maddenin hareket yasalarına uygun olarak geliştiği ve hiçbir ‘evrensel ruha’ gerek duymadığından hareket eder”. (1)
Felsefi sözcük dağarcığında, felsefe tarihinin tüm seyrinde, madde kavramı kadar üzerinde tartışılan ve uğruna bu kadar şiddetli bir mücadele yürütülen herhalde başka bir kavram yoktur.
Materyalist filozof için madde, bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçek, doğadaki sonsuz çeşitlilikteki şeylerin, görüngülerin ve süreçlerin tamamının biricik temelidir.
İdealist filozof için madde, yalnızca bilincimizde, duyumlarımızda, tasavvurlarımızda ve kavramlarımızda var olan sanal bir şeydir.
İki büyük felsefi kamp -materyalizm ve idealizm- arasındaki uzlaşmaz mücadele; insan toplumu, iki düşman, karşıt sınıfa bölündüğünden beri, toplum tarihinin tümüne damgasını vuran sömürücüler ile sömürülenler arasındaki uzlaşmaz ve kesintisiz sınıf mücadelesinin bir yansıması ve ifadesidir.
Materyalizm bilimsel ilerleme için mücadele eder ve emekçilerin faydalanması için, dünyanın ve yasalarının giderek daha derinleşen ve tamamlanan bilgisine ulaşma çabasındadır. İdealizm, dünyayı ve yasalarını kavrayamayacağımızı öne sürer. Bunu, emekçi kitleleri daha rahat aldatabilmek için ve sömüren ve ezen sınıfın kaçınılmaz yok oluşunu geciktirebilmek umuduyla yapar.
Komünizmin inşasına katılan tüm bilinçli insanların en önemli görevi, diyalektik materyalizmi pratik yaşamda, politikada burjuva ideolojisine ve insanların bilincindeki kalıntılarına karşı bir mücadele aracı olarak kullanmak için öğrenmektir.

* * *
Materyalist dünya görüşü, miladi takvime göre iki bin beş yüz yılı aşan bir süre önce doğdu.
Leukippos, Demokrit ve Epikür’ün maddenin atom yapısı kuramı, Heraklit’in maddenin sonsuz hareket ve değişkenliği kuramı, antik materyalizmin önemli kazanımlarındandı.
Toplum tarihinde ortaçağda kilisenin ve dini dünya görüşünün egemenliği, materyalizmi yok edememekle birlikte gelişmesi önünde ciddi bir engel oluşturuyordu.
Materyalizmin yeniden parlaması, kapitalist üretim biçiminin olgunlaşması ve zaferiyle başlar. Yeni sınıfın ideolojisi, feodalizmin ideolojisine -dine ve idealist felsefeye- karşı enerjik bir mücadele yürüttü.
İngiliz materyalistleri Bacon, Hobbes, Toland, Priestley ve diğerleri, var olan her şeyin temeli olarak madde ve hareket öğretisini ve bütün bilgiyi, ilahi vahiyler ya da doğuştan düşüncelerin değil, tersine maddi deneyimlerin oluşturduğu öğretisini geliştirdiler.
17. yüzyılda yaşayan Hollandalı materyalist Baruch Spinoza, biricik gerçeğin başlangıçsız ve sonsuz doğa olduğunu kanıtladı. 18. yüzyıl Fransız materyalistleri -o dönemin devrimci Fransız burjuvazisinin ideologları olan Lamettrie, Diderot, Holbach, Helvetius-, cesaretle dine ve idealist felsefeye karşı çıkarak materyalist dünya görüşünü savundular.
19. yüzyılda, Almanya’da idealizmin egemen olduğu bir dönemde Hegelci felsefeyi kararlılıkla ve cesaretle eleştiren materyalist filozof, Ludwig Feuerbach’tı.
Materyalizm, biricik gerçek olarak, madde öğretisini geliştirdi ve temellendirdi. Birincil olanın madde, ikincil olanın ise bilinç olduğunu kanıtladı ve bilinci maddenin özelliklerinin bir sonucu olarak gördü.
Ancak eski, Marksizm öncesi materyalizm, mekanik bir materyalizmdi. Bütün yaşamı, tek bir bilim yardımıyla, mekanik yardımıyla açıklamaya çalışıyordu.
Doğada geçişler ve dönüşümler görmüyor, çelişkilerin ve karşıtlıkların gelişme için önemini kavramıyor ve gelişmenin tamamını, kesintisiz bir büyümeye ve döngüsel harekete bağlıyordu. Gelişmenin, şeylerin niteliksel, sıçramalı değişimi yoluyla gerçekleştiğini ve alttan üste, eskiden yeniye geçtiğini görmüyordu.
Buradan, Marksizm öncesi materyalizmin ikinci zaafının, diyalektik olmayan, metafizik bir özellik taşıması olduğu sonucu çıkar. Eski materyalistler, doğanın, birbirine bağlı, bütünlüklü bir bütün oluşturduğunu kavramıyorlardı. Doğadaki şeyleri ve görüngüleri yalıtık olarak, aralarındaki büyük, genel bağıntıdan kopuk olarak ele alıyorlardı.
Mekanik materyalizm, materyalizmin ilkelerini toplumu açıklamada kullanmaktan acizdi. Toplum söz konusu olduğunda, eski materyalistlerin tamamının idealist olduğu ortaya çıktı.
Mekanik materyalizm, insan pratiğinin dönüştürücü etkisini anlamadı. Feuerbachçı materyalizm de dahil eski, Marksizm öncesi materyalizmin tamamı insanın içine dönüktür, düşünsellikle, tasarımcılıkla karakterizedir.
Proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak Marksizm’in doğusuyla birlikte, felsefe tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Marx ve Engels’in diyalektik materyalizmi, A. A. Jdanov’un dediği gibi, “birkaç seçkin düşünce aristokratının uğraşısı olan eski felsefenin aşılması ve felsefe tarihinin tamamen yeni, felsefenin, kapitalizmden kurtuluş mücadelesi veren proleter kitlelerin elinde bilimsel bir silah haline geldiği bir dönemin başlangıcıdır.”(2)
Marx ve Engels’in ortaya koyduğu diyalektik materyalizm felsefesi, materyalist felsefenin gelişiminin parlak bir sonucu, Marx ve Engels’in ortaya çıkardığı toplumsal gelişme yasalarının genelleştirilmesi ve doğa biliminin bütün kazanımlarına dayanan yeni bir doğa anlayışının geliştirilmesiydi.

* * *
Marksist-Leninist felsefe, günlük yaşamımızda, her pratik eylemimizde, üretimde ya da bilimsel laboratuarda ilişki halinde olduğumuz her şeyin, bizi çevreleyen her şeyin, nesnel, bilincimizden bağımsız olarak var olan maddi cisimler, maddi şeyler olduğunu ve bu maddi şeylerin duyu organlarımıza, beynimize etki etmesi sonucu bilincimize yansıdığını öğretir.
Üzerinde yaşadığımız yeryüzü, soluduğumuz hava, besin maddelerimiz, giyim eşyası hazırlamak, evler inşa etmek, makinalar yapmak için kullandığımız maddeler, gübre, boyalar, ilaçlar ve biz insanlar -bütün bunlar maddenin değişik biçimleridir.
Bütün bu nesnel, reel, gerçekte var olan şeylerin ortak niteliğini belirtmek için materyalist felsefe, madde kavramını geliştirmiştir. “Madde”, diyor Lenin, “insana duyumları tarafından verilen, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen ve yansıtılan ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan nesnel gerçekliği gösteren felsefi bir kategoridir.”(3)
Maddenin tek tek türlerinin somut araştırılmasını ele alacak olursak, öncelikle onun çeşitliliği bizi şaşırtacaktır. Doğada bütün maddi cisimler ve onları oluşturan kimyasal maddeler sonsuz türdeki bileşimlerde ve çeşitlilikte görülür.
Bilinen kimyasal maddelerin sayısı olağanüstü yüksektir. Bugün bilgimiz dâhilinde olanların sayısı 750 bindir. Bunlardan bir kısmı inorganik doğada geniş bir yaygınlığa sahiptir ve inorganik madde olarak tanımlanırlar. Diğerleri bitkilerin, hayvanların öğeleridirler ve onların yaşamsal eylemlerinin ürünleridirler ya da yapay yollarla üretilmektedirler; bunlara organik maddeler denir. Bütün bu kimyasal maddeler, iki farklı büyük gruba bölünebilir. Birinci gruba, artık hiçbir biçimde parçalanamayan maddeler dâhildir. Bunlar, basit maddeler ya da kimyasal elementler olarak adlandırılır.(4) Bunların birçoğuna günlük yaşantımızda yakından tanığız. Kimyasal elementler, demir, bakır, nikel vb. bütün metaller (ama metal alaşımlar değil), kükürt, fosfor, karbon, oksijen, azot vb. gibi bir dizi metal olmayan ve ametal olarak adlandırılan elementlerdir. Geriye kalan bütün diğer kimyasal maddeler ise, bu kimyasal elementlerin değişik oranlardaki birleşimlerinden oluşurlar.
19. yüzyılın sonunda, doğada 92 elementin var olduğu saptandı. Büyük Rus bilgini D. I. Mendeleyev, kimyasal elementlerin periyodik ilkesini buldu ve onların kendi aralarındaki iç ilişkileri tespit etti.
Bugün, atom fiziğinde kaydedilen devasa ilerlemeler sayesinde, gezegenimizde gerçekte var olan 92 kimyasal elementin dışında, atom ağırlıkları, Mendeleyev Tablosu’nun en altında yer alan uranyumdan daha yüksek olan kimyasal elementlerin var olabileceği kesinleşti. Deneysel fizik, laboratuarda, uranyumun ötesinde yer alan elementler üretti (plütonyum, neptünyum, amerikyum vb.).
Görece az sayıdaki basit maddeler ya da elementler, birbirleriyle birleşerek, gezegenimizin yer kabuğunu ve içini meydana getiren o sonsuz çeşitlilikteki mineraller ve taşları oluştururlar.
Hücrelerin protoplazmasını ve bitkisel ve hayvansal organizmaların dokularını oluşturan, nişasta, şeker, selüloz, yağ, albümin vb. bütün organik maddeler, doğanın geri kalanında bulduğumuz aynı kimyasal elementlerin değişik bileşiklerinden oluşmaktadırlar. Organik maddeler, karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen gibi elementler içerdiği gibi, daha az oranda da metaller (örneğin demir), kükürt, fosfor ve başka kimyasal elementler içerir. Organik maddelerde, doğanın geri kalanında bulunmayan özel elementler yoktur ve olmaları da mümkün değildir.
Bu gerçeği ret edemeyen idealistler, Vitalistler olarak anıldıkları biyolojide, bilim tarafından kesin olarak çürütülen, organik maddelerin yalnızca bitki ve hayvanların organizmalarında oluşturulduğu ve bunun için maddi olmayan bir yaşam gücüne (Latincede: vis vitalis) ihtiyaç olduğu savını öne sürerler.
Bu türden tüm görüşlerin geçersizliği, bilimsel deney ve sentetik kimyada organik maddelerin yapay yollarla yaratılmasıyla çoktan kanıtlanmıştır.
Yüzyılı aşkın bir süre önce, 1828 yılında kimyacı Wöhler, ısı ve elektrik gibi fiziksel etkenler kullanılarak, inorganik maddelerden organik bir madde (albümin ayrışmasının ürünü olan üre) elde etmeyi başardığında, Vitalizme ölümcül bir darbe indirilmiş oldu.
Engels’in yaşadığı sırada, organik kimya, Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nde de dediği gibi, bileşimini tam olarak bildiği her organik maddeyi yapay olarak yaratabilecek durumdaydı. Örneğin albümin zerrelerinin bileşimleri bir kez saptandıktan sonra kimya, hayvansal albümini yaratmaya girişebilir.
Organik kimya, o tarihten beri devasa ilerlemeler kaydetmiştir. Organik veya sentetik kimya bugün, bitkilerin ve hayvanların hücrelerinde ve dokularında oluşturulan bütün maddeleri -nişasta, şeker, yağlar ve albümin bileşkeleri- yaratabilecek durumdadır.
Gezegenimizde organik maddelerin oluşumu, yeryüzünde canlıların doğmasının önkoşuluydu.
Gök cisimlerinin, gezegenlerin, yıldızların ve nebulaların maddiliği söz konusu edilirse, bu maddilik yalnızca, bütün maddi cisimleri bağlayan ve daha 17. yüzyılda bulunan, kesin olarak saptanan bir yasaya göre etkili olan genel çekimle kanıtlanmakla kalmamıştır.
19. yüzyılın ortalarında bulunan tayf analizi, gök cisimlerinin kimyasal elementlerinin bizim gezegenimizinkileriyle örtüştüğünü kanıtladı ve günümüzde kozmik ışınların keşfi, evrenin maddi birliğinin yeni, parlak bir doğrulanmasıdır.
Dünyanın maddi birliği, felsefe ve doğa bilimlerinin gelişiminin ileriye doğru attığı her yeni adımla doğrulanmaktadır. “Dünyanın gerçek birliği”, diyor Engels, “maddiliğine dayanır ve bu maddilik, yalnızca birkaç hokkabaz tekerlemesiyle değil, tersine felsefe ve doğa biliminin uzun erimli ve zorlu gelişimi tarafından kanıtlanmıştır.”(5)
Madde yaratılamaz ve yok edilemez. Uzayın sonsuzluğunda, gezegenimizin üstünde ve içinde maddi cisimlerde olagelen bütün değişimler, maddenin tek tek biçimlerinin sonsuz sayıdaki dönüşümleri ve başkalaşmalarıdır. Maddenin en ufak parçacığı dahi yoktan var olmaz veya vardan yok olamaz.
İdealist felsefenin “maddenin yok oluşuna” ilişkin bütün uydurmalarını, Lenin, maddenin en ufak olsa dahi hiçbir parçacığının yok olmadığını, yalnızca madde bilgimizin eriştiği sınırın kaybolduğunu çürütülemez bir biçimde kanıtlandığı dâhiyane kitabı “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”de teşhir etmiştir. Her yeni bulguyla birlikte madde hakkındaki bilgimiz derinleşmektedir.
İdealist felsefe bugün, fiziksel görüngüler dünyasında, mikro-kozmosta maddenin “imhasının” ya da yok oluşunun gerçekleştiğini öne sürerek, fizikçilerin zihinlerinde yeni bir kargaşa yaratmaya çalışıyor. Gerçekte deneysel fizik, maddenin yok oluşunun söz konusu olmadığını ya da olamayacağını, tersine ancak maddi hareketin herhangi bazı biçimlerinin başka biçimlere dönüştüğünü saptamıştır. Joliot-Curie çifti, gözle görülmeyen gama ışınlarının elektronlara ve pozitronlara dönüşebildiklerini ve tersine, elektronlar ve pozitronların çarpışma sırasında gama fotonlarına ya da ışık parçacıklarına dönüşebildiklerini saptadılar.
Madde, uzay ve zaman içinde sonsuzdur. Maddenin uzay içindeki sonsuzluğu düşüncesi daha antik çağın filozoflarınca ifade ediliyordu. Ancak bu ifade, ancak yeni çağın bilimi tarafından temellendirilebildi. Çünkü toplumun üretici güçlerinin ancak daha sonraki gelişimi, bilimsel araştırmaları, uzayın derinliklerini araştırma yeteneğimizi olağanüstü artıran aletlerle donatabildi.
Teleskopun icadından, tayf analizinin bulunuşundan, ışığın yayılma hızının saptanmasından önce bilim, gökcisimlerinin büyüklüğüne ya da bizimle onlar arasındaki mesafeye ilişkin sağlıklı veriler elde edemiyordu.
Modern astronomi, çevremiz hakkındaki bilgimizi olağanüstü ölçüde genişletmiştir.
Devasa mesafeler hakkında bir fikir edinmek için, astronominin bize sağladığı bazı verilerden söz etmek gerekir.
Bilindiği gibi ışık, sıradan hiçbir cismin hareket hızının yaklaşamadığı büyük bir hızla yayılır. Saniyede 300 bin kilometre kat eder. Güneş ışığı, gezegenimize sekiz dakika içinde ulaşır. Bu, dünyanın güneşe olan uzaklığının ortalama 149 milyon kilometre olduğu anlamına gelmektedir.
Ama bu mesafenin, ışığı dünyaya 4,3 ışık yılında ulaşan en yakın yıldız (Alpha Cephei) ile gezegenimiz arasındaki uzaklıkla karşılaştırıldığında hiç de büyük olmadığı ortaya çıkar.
Güneş sistemimizin de dâhil olduğu ve Samanyolu ya da galaksi olarak andığımız yıldız kümesinin çapı 100 bin ışık yılı olarak hesaplanıyor.
Bugün gözlemlenebilen en uzak galaksiler, yarım milyar ışık yılı uzağımızda bulunuyor.
Bütün bu veriler, gözlem olanaklarımızın sınırlarının sürekli olarak genişlediğini gösteriyor ve böylece evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği pratikte saptanmış oluyor.
Burjuva bilim adamlarının, evrenin sınırlarını saptama, evrenin uzay ve zaman içindeki sonluluğunu ispat etme girişimleri, obskürantların(6), aydınlanma karşıtlarının bilime karşı giriştiği bir saldırıdır.
Gerçek bilimsel diyalektik materyalist dünya görüşüyle donanmış Sovyet astronomisi, burjuva “fizikçi” ve “gökbilimci” idealistlerin bilimi sürüklemeye çalıştıkları “çıkmazlar”dan çıkış yolunu göstermiştir.
Amerikalı bir gökbilimcisinin, dünyanın yaratılışına ve yok oluşuna dair dini masalları, sözüm ona evrenin tam iki milyar yıl önce yoktan var olduğu sonucuna ulaşan “evrenin büyüyen genişlemesi” hipoteziyle temellendirme girişimi, bilimin elde ettiği bulguların nasıl tahrif edildiğinin bir örneğidir. Dini bir obskürantizmin argümanlarını desteklemek için bilimin güçlüklerinden yararlanmaya çalışan bu türden “fizikçi” ve “gökbilimci” idealistler fiyaskoya uğramaya mahkûmdurlar. Çünkü bilimin her yeni bulgusuyla birlikte, sonsuz evrenin bizler tarafından keşfedilen bölümünün sınırları genişlemektedir.
Engels döneminde, diyalektik materyalizmin öğretisinin tamamının mantıksal bir sonucu olan şeyler, günümüzde doğabiliminin gelişiminin ileriye attığı her bir adımla birlikte, yeni bilimsel bir temele kavuşmaktadır.
Madde, sonsuz derinliğe ve genişliğe sahiptir.
Maddenin uzaydaki sonsuzluğu, yalnızca, evrenin bir sonu ve sınırları olmadığı anlamına gelmekle kalmaz, aynı zamanda, maddenin en ufak parçacığının derinliğine, atomun ya da onu oluşturan sonsuz daha küçük parçacıkların boyutuna inersek, herhangi bir sınırına, son ve değişmez bir parçacığına ulaşamayacağımız anlamına da gelir.
Maddenin zaman içindeki sonsuzluğu, uzay içindeki sonsuzluğuyla yakından ilişkilidir. Uzay ve zaman, sonsuz hareket, değişim ve gelişme içindeki sonsuz evrenin varlık biçimleridir.

* * *
İdealist felsefe var oldukça, yalnızca maddenin, insan bilincinin dışındaki ve ondan bağımsız nesnel varlığını yalanlamakla kalmadı, aynı zamanda doğanın geçici ve bir süreliğine varlığını kabul etmek durumunda kaldığı durumlarda da, maddenin hareket yeteneğini reddetti. Maddeyi, yalnızca dışsal, madde üstü bir gücün, tanrısal bir “ilk itilim”in etkisiyle harekete geçebilen cansız, her zaman için hareketsiz bir kütle olarak gördü.
Metafizik mekanik materyalizm, hareketi, maddenin ayrılmaz bir parçası olarak görüyor, ancak daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, hareketi çok dar anlamda, salt bir yer değişimi olarak kabul ediyordu. Bu yüzden de, maddenin mekanik yer değişiminden, gerçekte var olan doğa görüngüleri ve nesnelerinin sonsuz nitelikteki çeşitliliğinin nasıl ortaya çıktığını açıklayamıyordu.
Engels’in “utangaç materyalistler” olarak tanımladığı tipteki bilinemezciler, madde ve hareket arasındaki ilişkiyi kavramakta güçlük çekiyor, bu ilişkiyi kavranamaz olarak ilan ediyor ve bu sorunun çözümünü deneyim alanında değil, herhangi bir var olmayan “öteki dünya”da aramayı öneriyorlardı (Dubois-Raymond).
Oysa mesele, Engels’in dediği gibi, yeterince basittir. “Hareket, maddenin var olma biçimidir. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz madde olmamıştır ve olamaz da… Tüm durağanlık, tüm denge yalnızca görelidir ve şu ya da bu belirli hareket biçimi ile ilişkili olarak bir anlama sahiptir… Hareketsiz madde, tıpkı maddesiz hareket kadar düşünülemezdir.”(7)
Yalnızca kilise obskürantizmi tarafından desteklenen, dünyanın evrenin odak noktası olduğuna ilişkin yanlış görüş, çoktan uzak bir geçmişte kalmıştır.
Modern astronomi, dünyanın saniyede 30 km’lik bir hızla güneş etrafında döndüğü ve güneşin de kendisinin olağanüstü bir hızla evrenin sonsuz boşluğunda hareket ettiğini saptamıştır.
Dünyanın, tüm kıtalar dâhil yer kabuğunda sürekli kaymalar ve değişmeler olagelmektedir.
Dünyanın yüzeyindeki ve içindeki tüm cisimler, sürekli salınım, hareket halinde bulunan molekül öbekleşmelerinden oluşmaktadır. Molekülleri oluşturan atomlar, birbirine bağlı ve olağanüstü bir hızla devamlı hareket halinde bulunan elementer parçacıklardan meydana gelir.
Fakat hareket, bir yer değiştirme, bir dönme, bir salınım ya da bir dalgalı hareket biçiminde uzaydaki bir konum değiştirme değildir yalnızca.
Hareket, aynı zamanda bir değişim, bir durumdan başka bir duruma geçiştir de; cismin niteliksel bir değişimidir.
Hareketin araştırılmasına, onun en basit biçimleri ile (yer çekimi etkisiyle cisimlerin düşmesi, cisimlerin yeryüzü yüzeyinde yer değiştirmesi, top mermilerinin uçuşu ve sonra da gezegenlerin güneş etrafındaki hareketi ile) başlanması sonucunda, öncelikle katı cisimlerin hareketi en iyi araştırılan alan oldu. Bu nedenle, katı cisimler mekaniği, henüz 17. yüzyılın ikinci yarısında yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmıştı. Bu dönemde Newton, mekanik hareketin temel yasalarını saptadı ve tüm evren için geçerli çekim yasasını buldu. Aynı dönemde matematikte kaydedilen ilerlemeleri (analitik geometri -Descartes; sonsuz küçüklükteki büyüklüklerin analizi ya da diferansiyel ve entegral hesapları- Newton ve Leibnitz) anmak gerekir. Bu bilim adamları materyalist dünya anlayışının mekanik biçiminin temelini de yarattılar.
Doğa araştırmacıları, her hareketi en basit mekanik hareketle özdeşleştirmeye başladılar ve tüm hareketin üst biçimlerini, büyük kütlelerin ya da moleküler parçacıkların mekanik hareketine indirgemeye çalıştılar. Hareketin böyle bir mekanik kavranışının kaçınılmaz sonucu, karmaşık süreçlerin kabalaştırılmış yanlış bir kavranışı oldu.
Bizi çevreleyen evrenin incelenmesi ise, ısı, ışık, elektrik, manyetizma gibi, ancak kendilerine özgü özelliklerine ve kendilerine özgü yasalarına dayanarak anlaşılabilen görüngülerin saptanmasını sağladı. Isının, sıcak bir cisimden daha soğuk bir cisme geçişi gibi; ışığın, havadaki ışından daha yoğun saydam bir ortama geçişi sırasında kırılması gibi ya da telin elektrik akımının geçişiyle birlikte ısınması gibi olgular, basitçe sabit ve değişmez parçacıkların yer değiştirmesine dayandırılamaz.
Kimyasal görüngülerin ise daha da karmaşık oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunlar, Engels’in, hareketin başlı başına değişim olduğu tezini büyük bir açıklıkla kanıtlamaktadırlar. Kimyasal birleşme ve ayrışma reaksiyonları, basit madde ya da elementlerden karmaşık maddelerin oluşumu, doğadaki bitkisel ve hayvansal organizmalardan organik maddelerin oluşumu – bütün bunlar, maddenin değişik hareket ve değişme biçimleridir.
Daha üst, yeni nitelikteki bir hareket biçimi, en önemli faktörü canlı organizma ve onu çevreleyen dış dünya arasındaki kesintisiz özümleme olan yaşam sürecidir. Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nde dediği gibi, organizma, mekanik, fizik ve kimya üçlüsünün bir daha bölünemeyecek şekilde bir bütün halinde birleştiği en üst birliktir.
Maddenin her hareket biçimi, böylece, özel bilimlerin -mekanik, fizik, kimya, biyoloji- araştırma konularını oluşturan kendine özgü yasalara sahiptir.
Bu arada bu, hareketin daha üst biçimleri ile alt, basit biçimleri arasında bir bağ bulunmadığı anlamına gelmez. Gerçekten de, fiziksel süreçler, mekanik hareket (yer değişimi veya moleküler hareket) halinde olan maddi cisimlerde gerçekleşirler; kimyasal süreçlerin meydana gelmesi, ısıdaki, elektrik durumundaki bir değişim olmaksızın olanaksızdır; biyolojik hareket ya da organizmanın yaşamı, kimyasal, fiziksel ve mekanik hareketlerin var olmasını şart koşar. Ama bu yan biçimlerin varlığı, Engels’in dediği gibi, gözlenen her ayrı durumdaki ana biçiminin karakterini, özünü ortaya çıkarmaz.
Maddenin en üst hareket biçimleri arasında en karmaşık olanı, insan toplumunun gelişme sürecidir. Bu, Marx ve Engels’in kurduğu materyalist tarih anlayışına dayanan toplum biliminin araştırma konusudur.
Maddi hareketin bütün türleri arasında doğrudan bir bağ vardır ve bu biçimler birbirlerine geçebilirler.
Engels’in de söylediği üzere; madde gibi onun hareketi de, var edilemez ve yok edilemez bir şey olarak karşımızda durur.
Materyalist felsefe ve doğabilimleri hareketin yaratılamayacağı ve yok olamayacağı sonucuna çoktan ulaşmış bulunuyor.
Bu sonuç, daha 18. yüzyılda, üstün bir Rus âlimi olan Rus doğabilimlerinin kurucusu M. V. Lomonossov tarafından çıkarılmıştır. Lomonossov, bu sonuca, bu doğa yasası bulunmadan ve 19. yüzyıl ortalarında, teknik gelişmelere dayanarak deneysel olarak kanıtlanmadan yaklaşık 100 yıl önce varmıştır.
Enerjinin korunumu ve dönüşümü yasasının bulunuşu, maddenin hareketinin yok olmazlığına ve sürekliliğine ilişkin doğabilimsel kanıtlar sağlamıştır.
Enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası, maddenin korunumu yasasıyla birlikte diyalektik materyalizmin sarsılmaz bir temel dayanağını oluşturmaktadır. “Fiziksel idealizmin” bu yasayı reddetme ve onunla çelişen süreçler bulma çabaları, kaçınılmaz olarak fiyaskoyla sonuçlandı.

Dipnotlar:
(1) “Geschichte der KPdSU (B), Kurzer Lehrgang” (“SBKP (B) Tarihi, Kısa Ders”), Dietz Verlag, Berlin 1950, sf. 139)
(2) A. A. Jdanov, “Kritische Bemerkungen zu dem Buch G.F. Alexandrows ‘Geschichte der westeuropäischen Philosophie”‘ (“G. F. Aleksandrov’un ‘Batı Avrupa Felsefesi Tarihi’ Kitabına İlişkin Eleştirel Notlar”), Dietz Verlag, Berlin 1950, sf. 10–11.)
(3) V. 1. Lenin, “Materialismus und Empiriokritizismus” (“Materyalizm ve Ampiryokritisizm”), Dietz Verlag, Berlin 1949, sf. 119)
(4) Editörün Notu: Yazar, “parçalanamayan maddeler” tanımını yaparken, kuşkusuz, yazının yazıldığı tarihte bilgisine sahip olunmakla kalmayan ama pratik olarak da gerçekleştirilen atomun parçalanmasını gözden kaçıran bir yaklaşım içinde değildir. Kimyasal maddeleri sınıflandırırken, artık parçalandığında ortaya farklı elementlerin çıkmadığı/çıkmayacağı maddeler (elementler) ile parçalandığında farklı elementleri veren bileşikleri birbirinden ayırmak üzere kimyasal parçalanamazlıktan söz etmektedir.
(5) Friedrich Engels, “Anti-Dühring” Moskova 1946, sf. 51
(6) Obskürantlar: obskürantizm savunucuları, karanlık yanlıları, gericiler.
(7) Friedrich Engels, “Anti-Dühring”, Moskova 1946, sf. 70–71

Atina’da üçüncü uluslararası sendikal konferans

Uluslararası Sendikal Konferans’ın üçüncüsü, 1–2 Haziran 2002 günleri Atina’da toplandı.
Konferansa 16 ülkeden 250 dolayında delege katıldı. İki gün boyunca çeşitli ülkelerden 78 delege, gündemle ilgili söz alıp konuştu.
Konferans; uluslararası sendikal hareketin başlıca sorunlarını tartışırken, bu sorunların aşılması için neler yapılması gerektiğini ayrıntılı olarak ele aldı.
Konferansa, üç ayrı ülkenin delegeleri tarafından üç bildirge(1) sunuldu. Bu genel bildirgeler dışında, “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği” ile ilgili bir bildirge de ayrıca, Türkiye delegasyonundan, İşçi Sağlığı ve Iş Güvenliği Uzmanı Dr. Celal Emiroğlu tarafından sunuldu.
Konferans’ın üçüncü toplantısının temel belgeleri olarak sunulan üç bildirge şöyle:
1. Bildirge; Türkiyeli konferans delegeleri tarafından sunulan, “Sendikalar ve sendikal mücadelenin geleceği üzerine” başlıklı bildirgeydi. Bildirge, sendikal hareketin bugün üstünde yükseldiği zemini tanımlayarak; sendikal hareketin içinde bulunduğu kaostan çıkması için yöneleceği temel hedefleri ortaya koyuyordu. Bildirge, bu temel hedeflerden birincisini; işçi yığınlarının yeniden sendikal mücadelenin ana gücü olarak sahneye çıkmasını teşvik eden bir işyeri örgütlenmesi ve işçilerin en temel haklarının savunulup geliştirilmesi temelinde bir mücadele olarak tarif ederken, ikinci hedef olarak da, sendikaların politikleşerek; sınıfın çıkarları temelinde bir politik mücadeleye yönelmelerini işaret etmektedir.
2. Bildirge; İtalyan konferans delegelerinin sunduğu; “Avrupa işçilerinin temel mücadele cephesi” başlıklı bildirgeydi. Bu bildirge; özelleştirme, esnek çalışma, uluslararası rekabet, istihdam politikaları, ücretlerdeki sürekli düşüş eğilimi gibi işçinin günlük yaşamına dolaysız etkide bulunan gelişmeleri yorumlayarak, bu gelişmelerin sendikal harekete getirdiği yükümlülükleri tartışan bildirgeydi.
3. Bildirge; Belçika delegasyonu adına, Jef Bruynseels tarafından kaleme alınan “Terörizme karşı mücadele gerekçesiyle, tırmandırılan emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadele üzerine” adlı bildirgeydi. Avrupa’da ve dünyada militarizmin, askerileşmenin ve silahlanmanın yükselişine dikkat çeken bildirge, bu gelişmelerin işçi hareketi ve sendikal harekete getirdiği yeni sorumluluklar ve mücadele imkânlarını irdelemekteydi.
Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki; Özgürlük Dünyası okurları için, bu bildirgelerin bazı kavramları kullanış biçimi ve olup biteni değerlendirmeleri pek anlaşılır olmayacaktır. Bu da gayet doğaldır. Çünkü bu sendikal çevrelerin pek çoğu, mücadeleci bir sendikacılık, işçi sınıfının sermaye karşısında bugünkü mevzilenişi bakımından ortak hedeflerde asgari düzeyde de olsa birleşmektedirler. Ama bu sendikal çevreler; politik ve ideolojik bakımdan aynı platformda değillerdir. Ve kuşkusuz; sendikal platform içindeki ilişkiler geliştiği ve daha da önemlisi uluslararası işçi sınıfı hareketi ilerleyip eylem ve dayanışma fikri gelişip ortaklaştığı ölçüde, bu sendikal çevreler arasında ortaklaşılan amaç ve ilkeler çoğalacaktır. Ama bugün henüz bu yolun başında bulunulmaktadır. Bu yüzden bildirgelerde kavramların kullanılışı ve içeriklerinin farklı olması, orada öne sürülen önerilerin bazılarının Özgürlük Dünyası okurları ve Türkiye’nin mücadeleci sendikacıları için çok anlamlı olamaması da gayet doğaldır. Bildirgeleri okuyup değerlendirirken bu kaçınılmaz farklılıkları gözden uzak tutmamak gerekir.

SENDİKAL HAREKETTE KONFERANSLAR DÖNEMİ
Uluslararası Sendikal Konferans’a katılan Türkiye delegasyonunun “bildirgesi”nde de ayrıntılı olarak ele alındığı gibi; 1990’lı yıllar, geleneksel, reformcu, uzlaşmacı sendikacılığın çöküşünün herkesçe görülebilir hale geldiği yıllar oldular. Bu nedenledir ki, “Son 10–12 yıl içinde sendikal hareket içinde ve çeşitli siyasi çevrelerde, ‘Sendikalar nereye gidiyor?’ sorusu, en çok sorulan soru olmuştur” dersek bir abartı yapmamış oluruz.
Ve bu yıllar boyunca, bu sorun etrafında; kimi zaman sendikal bürokrasinin, kimi zaman burjuva liberal çevrelerin, kimi zaman sendikaların bu hale düşmesinden “üzülen” “siyaset çevreleri”nin, aydınların düzenlediği pek çok panel, konferans, sempozyum gibi toplantılar yapıldı; bu toplantılarda “yeni tezler” öne sürülüp, “sendikaların nereye gittiği”ne dair “nihai açıklamalar” getiren broşürler, kitaplar yazıldı. Kimisi bu gidişattan “işçi sınıfının artık sınıf olarak öneminin kalmadığı, robotların çağının başladığı”, kimisi “sendikaların sınıf örgütü olarak bittiği ama sivil toplum örgütlerine dönüşerek yeniden güçleneceği” vs. türünden sonuçlar çıkardı, bu yönde tezler öne sürdü.
Ancak; her biri ortaya atıldığında çağın “yeni” ve “eksiksiz” birer tanımlaması gibi görülen bu ve benzer tezlerin ömrü sadece birkaç yıl sürdü. Özellikle de 90’ların ortasında, işçilerin, en gelişmiş ülkeler de dâhil yeniden sahneye çıkar gibi olmasıyla, bu tezler, daha üstünde fazlaca tartışılmadan bir köşeye atıldı; daha yazılırken moda olan kitaplar birdenbire demode oldu, çağ üzerine ultra-Marksist açıklamalar ortalıktan çekildi. Ve bu yeni tezlerin hızla itibar yitirmesine paralel olarak da, çeşitli; ulusal, daha çok da başlarına “uluslararası” takısı getirilen “konferans” toplantıları ortaya çıktı. Başlıca işçi merkezlerinde ortaya çıkan bu konferans girişimlerinin ortak özelliği; sendikal hareketin sorunlarına çözüm aramaktı. Ortaya çıkan bu konferansların bir diğer ortak özelliği de; “sınıfı yok sayan” değil, en azından söylemde varlığını ve etkinliğini kabul eden bir çizgiye sahip olmalarıydı. Bu konferansların önemli bir bölümü; belki tam da; “işçi sınıfı artık tarihe mal olmuş bir sınıftır” demeye hazırlanan Troçkist, liberal sosyalist, eski Marksist çevrelerin de içinde olduğu çeşitli aydın, işçi, sendikacı çevrelerce toplandı. Ve pek çoğu; büyük iddialarla, kendisini “tarihi yeniden başlatacak girişim” olarak tanımlayan; yenisinin çok daha geniş çevreleri temsil eden sendikacılarca yapılacağını ilan eden bildiriler yayınladı. Kimisi, birkaç oturumluk tartışmalarla tamamlandı.
Özellikle Avrupa ve Latin Amerika merkezli olarak (ABD gibi, bu tür işçi etkinliklerine kapalı bir ülkede bile pek çok konferans vb. toplantılar düzenlendi.) birçok “uluslararası” ve “sendikal” konferans toplandı. Bu konferansların hemen hepsinin ortak konusunu; “Sendikalar nereye gidiyor ve içinden bulunulan sorunlar nasıl aşılacak” sorusuna yanıt arayışı oluşturdu.

ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS SAĞLAM BİR TEMELE SAHİP
Kısacası şu söylenebilir ki; “1990’ların son birkaç yılı dünyada bir sendikal konferanslar dönemiydi” denecek kadar çok sendikal konferansa sahne oldu.
Ve tahmin edilebileceği gibi; bu konferansların pek çoğu, hamasi hedefler ilan eden sonuç bildirgeleri ile ve yeniden toplanmak niyetini de ifade ettiler.
Türkiye’de, Ören’de, Mayıs 1999’da toplanan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı; işte böyle bir ortamda, bir yandan, “tarihin sonu geldi” yaygaralarının biraz geriye itilse de alttan alta, sinsice ama yıkıcılığı daha artmış olarak sürdüğü ve Avrupa merkezli ülkeler başta olmak üzere pek çok ülkede; farklı ülkelerden işçilerin benzer taleplerle bir hareketlenme içinde olduğu koşullarda, yukarıda sözü edilen çok sayıdaki konferansları da harekete geçiren etkenler altında toplandı. Ve sadece; ilki 1999 Mayıs’ında Türkiye’de Ören’de, ikincisi 2000 Eylül’ünde Fransa’da Annecy’de yapılan “Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı” bir süreklilik kazanarak; üçüncü toplantısını Atina’da yapmış bulunuyor.
Geçen süreye bakıldığında, Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na sağlam bir temel ve devamlılık sağlayan iki önemli dayanağın olduğu görülür. Bu dayanakların başında; bu konferansın toplanmasında inisiyatif gösterenlerin; aktif olarak sendikacılık yapan mücadeleci sendikacılar(2) olması gelir.
Dünya işçi sınıfının ve sendikaların tümü düşünüldüğünde; az sayıda sendikayı ve ülkeyi temsil eden bu sendikacılar; dünyanın bugünkü koşullarında azımsanmayacak bir işçi kesimini temsil etmektedirler. Sendikacıların bu temsili ve kendi ülkelerindeki işçilere karşı sorumlulukları, Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na süreklilik kazandıran bir unsur olmuştur. Ve böylece; konferans toplantılarının öncesi ve sonrası çalışmalarla Konferans, işçi hareketinin sorunları üstünde tartışan, bunu hareketin bir ihtiyacı olarak yapmaya yönelen bir organizasyon olmuştur.
Nitekim, Atina konferansı sırasında da konferansın bu niteliğine sıkça vurgu yapılarak; konferans öncesi çalışmaların konferansın temsil niteliğini artırdığı, onu sınıfın gerçek sorunlarıyla daha içli dışlı hale getirdiğine dikkat çekilerek, pek çok delege tarafından, önümüzdeki yıllarda bu çalışmalara daha da önem verilmesi istenmiştir.(3) Ve geçen süre içinde görülmüştür ki; konferansta yapılan tartışmaların bu türden toplantı ve etkinlikler yoluyla yayılması, konferansa çeşitli işçi çevrelerinin önerileri ve görüşleriyle gelinmesi; sadece tartışılan fikirlerin yaygınlaşması bakımından değil, konferansta gerçekten sınıfın daha geniş kesimlerinin temsil edilmesi bakımından da önemlidir. Çünkü pek açıktır ki; “sendikal konferans” denilerek ifade edilen şey iki günlük toplantı olarak ele alınırsa, orada sadece bir fikir alışverişi yapmış; aralarında bir fikir birliği sağlama gayretine düşmüş birkaç yüz kişinin faaliyetine indirgenmiş olur. Ama bu iki günlük faaliyet, toplantı öncesi aylarda çeşitli işçi çevrelerinin faaliyetlerinin toplamı olarak ele alınır ve konferans bu çalışmaların bir devamı olarak gerçekleşebilirse, o zaman toplantıya katılan çevrelerden çok daha geniş kesimlerin temsil edildiği gerçek bir sınıf hareketi aracına dönüşür. Ve bu isteğin hemen tüm delegasyonlar tarafından ifade edilmiş olması; Uluslararası Sendikal Konferans’ın sınıf duygusunun, kendi zeminini sağlamlaştırma gayretinin bir ifadesi olduğu kadar, kendisini kalıcı yapan etkendir de.
Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansının sürekliliğinin diğer bir dayanağı ise, bu konferansa katılan sendikal çevrelerin omurgasını, sınıf mücadelesi kaygısı duyan; hareketin bugünü ve yarını arasında bağ kuracak, sınıfın uzak amaçlarına da bağlanmış politikleşmiş sendikal çevrelerin (sınıf sendikacılığı fikrinde birleşmiş) oluşturmuş olmasıdır. Bu durum hem konferansın istikrarına hem de sorunları ele alış düzeyine önemli katkılarda bulunmaktadır.
Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı 3. toplantısını da yaparak ve sendikal hareketin gerçek sorunları üstünde tartıştığını, bundan sonra da hareketin bir ihtiyacı olduğunu göstererek devamlılığını kanıtlamıştır; ancak bunlar, her şeyin “mükemmel” gittiğini de göstermemektedir.
Nitekim konferans sırasındaki tartışmalarda, hemen her ülkeden delegelerin ifade ettiği gibi, konferansın birer birer ülkelerde yaygınlaştırılması istenmiş; bu konferansa katılacak pozisyonda çok sayıda işçi çevresinin, mücadeleci sendikacıların katılımı için yeterli çabanın gösterilmediği eleştirilmiş (ya da özeleştiri olarak ifade edilmiştir), bundan böyle konferansa katılabilecek her çevrenin katılımı için çaba harcanması gerektiği genel bir kabul görmüştür.
Kuşkusuz, birer birer ülkeler bazında görülen bu darlık, daha çok ülkenin katılımı konusunda da vardır. Bu konu da konferans sırasında ele alınmış, özellikle son konferansta Afrika ve Latin Amerika’dan delegeler olmamasına dikkat çekilmiştir. Yine bu çerçevede konferansın “Avrupa merkezli mi”, yoksa tüm dünya sendikacılarına açık mı olacağı da gündeme gelmiş; ama ilk başladığı gibi, tüm dünyanın sendikacılarına, sendikal çevrelerine açık olan bir konferans olarak devamına karar verilmiştir. Bu çerçevede konferansın adının “Avrupa Sendikal Konferansı” olarak değiştirilme istemi de kabul görmemiş; “Uluslararası Sendikal Konferans” adıyla devamına karar verilmiştir.
Kuşkusuz ki; Uluslararası Sendikal Konferans, sendikal hareketin taşıdığı sorunlarla boğuşmak durumundadır ve bu sorunlar ona da şu veya bu ölçüde yansımaktadır. Yansımazsa bir terslik vardır zaten. Ve bu sorunlar; “şu çevre varsa ben yokum”, “dar ama sağlam sendikacılarla birlik olma”dan konferansı günlük polemiklerin aracı olarak değerlendirme eğilimlerine kadar varabilmektedir. Bunların, sendikal hareketin sorunlarının devasa boyutları karşısında olmaması gereken, ama aynı zamanda da, sendikal hareketin dağınıklığı ve geleneksel sorunlarının bir devamı olarak, kaçınılmayacak sorunlar olduğu da bir gerçektir.
Ancak bu ve ayrıntıya inildiğinde karşılaşılabilecek daha pek çok benzer soruna karşın, Uluslararası Sendikal Konferans, giderek sorunları daha derinlemesine tartışan ve daha geniş işçi kesimlerini temsil eden, bütün bunlardan da önemlisi, Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden sendikacıların ve işçi temsilcilerinin giderek önemini daha derinden hissederek katıldıkları bir konferans olarak şekillenmektedir.
Şöyle ki; Ören, hatta Annecy Konferansı sırasında, merkezi Avrupa ülkelerinden sendikacılar, bu konferansı, Türkiye, Latin Amerika, Balkan ülkeleri, Asya ve Afrika ülkelerinden işçilerin sorunlarının tartışıldığı, kendilerini de bu ülkelerdeki sendikalara ve işçi hareketine destek için katıldıkları bir konferans gibi görmekteyken, Atina Konferansı’nda, sorunun kendi sorunları da olduğuna özel olarak vurgu yapmışlardır. Vurgu yapmayanların ses tonlarından, kürsüdeki mimiklerinden bile artık kendilerinin de sorunlarından söz ettikleri hissedilmiştir. Bunun, kuşkusuz ki; konferansın bundan sonraki yıllarda, hem bu ülkelerden katılımı artırıcı hem de sorunları ele alış düzeyini yükseltici bir etken olacağından kuşku duyulamaz.
Her üç konferansı da yakından izlemiş birisi olarak şunu belirtebilirim ki; Atina’da ilk (Ören) Konferans’ın coşkusu, heyecanı yoktu (elbette bu anlaşılır bir şeydir), ama ilk konferanstan beri, sorunları ele alışta; ele alınan sorunların niteliğinde ciddi bir ilerleme olduğu da bir gerçektir. En başta da gelişmiş ülkelerin delegelerinin sorunları kendi sorunları olarak almaya başlamaları, yanı sıra genel ve siyasi sorunlardan öte sendikal hareketin nesnel durumu üzerine yapılan analizler ve bunlardan çıkarılan sonuçlar; getirilen öneriler, (yayınladığımız bildirgelerde okuyucunun fark edeceği sorunlara karşın) konferansın giderek sendikal hareket içinde, aynı zamanda fikri bakımdan da bir ağırlık oluşturacağının işaretlerini taşımaktadır.
Elbette ki, bu konferansın “sonuç bildirgesi”(4) ve yukarıda sözü edilen temel metinleri üstünden değerlendirmeler yapılacak; konferansta söylenenlerin, ortaya konan görevlerin anlamı ve içeriği irdelenecektir. Nitekim bu girişimlerin çeşitli illerde yapılmaya başlandığını da biliyoruz. Ama bütün bunların, aslında “konferansın 4. toplantısı” için bir hazırlık anlamına geldiği bilinciyle yapılması önemlidir. Ve işçiler; uluslararası işçi hareketinin, sendikal hareketin sorumluluğu bilinciyle bu değerlendirmeleri yaptıkları, buradan kendilerine görevler çıkardıkları ve ortaya çıkan deneylerini sonuçlarını konferansın dördüncü toplantısına götürecekleri düşüncesiyle bu çalışmalara katıldıkları ölçüde; çalışmalar işçi hareketi içinde gerçek yerine oturacaktır.

Dipnotlar
(1) Bu bildirgelerden; Türkiye, İtalya ve Belçika delegasyonu tarafından sunulan bildirgelerin tam metinlerini Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında “Konferans Belgeleri” olarak yayımlıyoruz.

(2) Uluslararası Sendikal Konferans’ın Fransa’daki toplantısına katılan bir Avrupa ülkesinden sendikacılar; bunu, “Biz Avrupa’daki pek çok sendikal konferansa katıldık, ama hiçbirinde böyle gerçek sendikacıların katıldığı ve sorunların böyle sınıf duygusuyla ele alındığı bir nitelik yoktu” diye açıkça ifade etmişlerdi.

(3) Türkiye delegasyonu, Atina Konferansı öncesi ve sonrasında yaptığı değerlendirmelerde; bu soruna dikkat çekerek, bu konferans öncesi çalışmaların yeterince yapılmamış olması konusunda kendisini eleştirmiştir. Dahası, çeşitli işçi ve kamu emekçileri çevrelerinden de, konferans öncesi çalışmaların yetersizliği, hatta kendi katılımlarının da bu çalışmaların doğru yapılmamış olması nedeniyle yetersiz kaldığı konusunda görüşler ifade edilmiştir.

(4) Konferans’ın “sonuç bildirgesi” metni henüz elimize ulaşmadığı için Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında Konferans Sonuç Bildirgesi’ni, konferansın belgeleri arasında yayımlayamadık.

Sendikalar ve sendikal mücadelenin geleceği üzerine

(Atina’da düzenlenen 3. Uluslararası Sendikal Konferans’a Türk Delegasyonumun sunduğu tebliğ.)

Dünya sendikal hareketi, tarihinin en ağır saldırısı altında ve çok zor bir süreçten geçiyor. Uluslararası sermaye güçleri, sendikaları işlevsizleştirmek ve sadece işçilerin kontrol altında tutulduğu örgütler haline getirmek için ellerindeki her aracı kullanıyorlar. Sendikaların yönetimlerini uzun yıllar önce ele geçirmiş olan işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacılık akımlarının temsilcisi sendika bürokratları da; sermayeye teslim olmuşluktan gelen bir çaresizliğe eşlik eden sınıfa ve emeğe ihanet çizgileriyle sermayenin saldırılarına destek veriyorlar. Sermayenin ve uluslararası kurumlarının saldırıları, tek merkezden yönetilircesine planlı ve kesintisiz bir biçimde sürerken; işçi ve emekçilerin bu saldırılar karşısındaki direnişi, kimi istisnalar dışında hemen her ülkede dağınıklık içinde, kendiliğinden ve ancak işbirlikçi ve reformcu bürokrasinin direnci aşılabildiği ölçüde gelişebiliyor. Denilebilir ki, işçi sendika hareketinin bugünkü en önemli sorunu; işçi ve emekçi kitlelerin, sendikalarını; sermayenin saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak kullanamıyor olmalarında dile geliyor.

SON ON YIL VE ULUSLARARASI SERMAYENİN SALDIRISI
Özellikle son 10 yıl içinde uluslararası sermayenin amacı çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Sermayenin tek amacı; işçi ve emekçilerin hakları, halkların bağımsızlıkları, dinsel farklılıklar ve benzeri hiçbir kaygı ve engel tanımaksızın tüm dünyada, kendi koyacağı kurallar dışında hiçbir kural ve yasaya tabi olmadan egemen olmak, dolaşmaktır. Bu kuralsızlığa, eskiden vardığı; “sosyal devlet ilkeleri” olarak ifade edilen, bir zamanlar sermayenin uygarlaşmasının kanıtı olarak pek yüceltilen, işçi ve emekçilerin yasalara ve anayasalara geçmiş sosyal haklarını tanıma konusundaki uzlaşmalar da dâhildir. Son yirmi yıldan beri, yoğunluklu olarak da son on yıldan beri uluslararası ölçekte yürütülen saldırı süreci bu durumu açıklamaya yetmektedir.
On yıldır yaşandığı ve bilindiği gibi, en gelişmiş ülkelerde bile işçilerin çalışma ve yaşam koşulları giderek daha da kötüleşmiş, gerçek ücretler düşmüş, iş güvencesi ve sosyal haklar bakımından önemli hak kayıplarına uğranmıştır. Bunun da ötesinde sadece işçi, emekçi hakları değil, tüm halk kitlelerini ilgilendiren parasız eğitim ve sağlık hakkı, genel sigorta, çocuk ve ailenin korunmasına ilişkin önlemler gibi anayasalara geçmiş haklar da önemli oranda budanmıştır. Ve en gelişmiş ülkelerde bile devletler bu türden “sosyal giderleri”, “yük” olarak tarif etmeyi çizgi haline getirmişler ve ortadan kaldırmak için sistemli bir çaba içinde olmuşlardır. Bu süreçte sermaye güçleri; özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma gibi yöntemleri devreye sokarak, işçi ve emekçi örgütlenmelerini ve bu örgütlenmenin en geniş ve etkili ifadesi olan sendikaları; olduğu kadarıyla da olsa bir işleve sahip olmaktan alıkoymak için, işçi ve emekçi yığınları arasında yeni bölünmeler yaratma, kendi ürünleri olan kronik işsizliği de kullanarak grevleri ve öteki hak mücadelelerini etkisizleştirme amacıyla da hareket etmişlerdir.
1990’ların başında, ABD’nin patronluğunda ilan edilen Yeni Dünya Düzeni (YDD); bütün “evrensel barış”, “uluslar arasında adalet”, “demokrasinin her yere yayılması”, “refahın yaygınlaşması” iddialarına karşın, tam tersini amaçlamış ve girilen süreci; savaşları, iç karışıklıkları, ırk ve din çatışmalarını Avrupa’nın ortasına taşırken, sermaye egemenliğinin sınırsız genişlemesi; geri ülke halklarının tam teslim alınması, işçi sınıfı ve emekçi örgütlerinin etkisizleştirilmesi, yığınların siyaset dışına itilerek ne idiğü belirsiz “sivil toplum örgütleri “nin öne çıkarılması ve zaten kütleşmiş olan demokrasinin tümden güdükleşmesi süreci olarak değerlendirmek istemiştir. Nitekim, her ülkede zenginliklerin daha küçük bir kesimin elinde toplanması ve dünyadaki bütün servetlerin birkaç metropol ülkeye akması amacıyla hareket edilmiş ve bu amaç doğrultusunda hayli adımlar da atılmıştır.
Görülüp yaşandığı gibi, son on yıldır Ortadoğu’da, Balkanlar ve Kafkasya’da yaratılan karışıklık, çatışma ve kriz bölgeleri yetmemiştir. 11 Eylül’le birlikte YDD, yüzündeki “güler yüzlü” maskeyi de çıkararak; “terörizme karşı savaş”, “ya güvenlik ya demokrasi”, “ya bizden yanasınız ya da terörizmden” dayatmaları arkasında; gelecek 30 yılı “savaşlar” ve dünyanın her köşesine askeri müdahaleler dönemi olarak ilan etmiştir. ABD’nin kendi özel birlikleri ve ağır savaş araçlarıyla Avrupa’nın ortasından Çin’e kadar yerkürenin en sorunlu bölgelerinde “askeri üsler” kurması; Orta Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Orta Asya’ya ABD askerlerinin üslenmesi, Afganistan’a müdahale, Kolombiya ve Orta Amerika’ya karşı operasyon yığınağı, Venezüella’daki darbe girişimi, İsrail’in ABD’nin himayesinde Filistin toprağında giriştiği katliam ve işgal, Irak’a müdahale için yapılan hazırlık; bütün bunlar, kurulmak istenen “yeni düzen”in, silahların gücü ve ön açıcılığına duyduğu ihtiyacın ifadesinden başka bir şey olarak görülemezler.
Bu girişim ve gelişmelerin esas olarak ABD’nin belirleyici egemenliği altında gerçekleştiği bir gerçektir. Ancak bu, AB olarak da “bir araya gelmiş” öteki büyük güçlerin “masumca” boş durdukları anlamına gelmemektedir. Bu Avrupalı “demokratik” güçler ve Japonya gibileri, sermayenin işçi sınıfı ve bağımlı halklara saldırısında ve yukarıda söz konusu edilen bölgelere müdahalelerde ABD ile tam bir birlik içinde hareket etmişlerdir. Ayrıca ve özellikle ‘91′ Irak saldırısından bu yana; belli başlı bütün ekonomik bölgelerde yayılma ve stratejik önem taşıyan her kriz bölgesine asker yerleştirme, politik etki ve askeri üs sahibi olma çizgisi izlemişlerdir.
Bunlar, bir yandan ABD ile AB ve tek tek ülkeler olarak her biri, değişik oranlarda ve giderek daha girişken bir şekilde mücadele yolunu tutarken, öte yandan birbirleriyle rekabette ve ön sırayı almada başta İngiltere ve Japonya olmak üzere ABD’den yararlanma politikası da izlemişlerdir. Her biri çoğunlukla “üçüncü yolcu” sosyal demokrasinin akıl hocalığı ile hareket eden bu güçlerin, işçi ve emekçilere ve sendikalara saldırıdaki ortak sloganları “tekellerin rekabet gücünü koruma” olmuştur. Bunların, YDD’nin ortağı olduklarını ve ABD’ye “muhalefet”lerinin “düzen”in katı Amerikancılığı ile ilgili olduğunu göstermeye, sanırız kullandıkları sloganlar bile yetmektedir.
Uluslararası sermayenin ve başta ABD olmak üzere başlıca büyük güçlerinin “demokrasi, barış ve refahın evrensel egemenliği”ni ilan ettikleri günden bu yana ki on yıl içinde; dört kıtadaki belli başlı stratejik bölgelere yaptıkları müdahaleler, yarattıkları karışıklıklar ve sorumlusu oldukları vahşet görülemez ve anlaşılamaz değil, zira gözler önünde. Öte yandan, ileri ülkelerde ve kuşkusuz geri ve bağımlı ülkelerde uluslararası sermayenin gözü dönmüşçesine ve intikam alırcasına yürüttüğü saldırının sonuçlarından sanırız söz etmeye bile gerek yok. Bütün bu olup bitenlerin; sermayenin işçileri ve halkları sınırsızca yağmalaması önündeki engellerin kaldırılmış bulunduğu ve “dümdüz edilmiş” bir dünya için olduğu kuşkusuz anlaşılırdır.
Fakat bu on yılın, söz konusu bu saldırılar içinde yeniden altını çizdiği bir şey var ki, bu da, sermaye ve emperyalizmin saldırıları karşısında meydanın boş olmadığıdır, işçi sınıfı ve esas olarak sendikalar çatısı altında birleşen ve “artık bitti” denilirken kendini yeniden kabul ettiren hareketi. Geride kalan on yıl, bütün halklara ve emekçilere umut ve esin verecek bir güç olarak işçi sınıfını sahneye yeniden sürmekle kalmamış; geçen yüzyılın ilk yarısındaki kazanımların sağladığı mevzilerden atılmış ve birçok araç ve olanaktan mahrum duruma düşmüş bu sınıf ve hareketi için sendikaların taşıdığı ve asla küçümsenemez olan öneme yeniden dikkat de çekmiştir.

SALDIRILARA KARŞI DİRENİŞ VE SENDİKAL HAREKET
1980’lerin sonları ve ’90’ların başlarında saldırılar; “artık işçi sınıfının değiştiği, öneminin kalmadığı, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin bittiği” ve “sendikaların işlevlerinin de değişmesi gerektiği” propagandası eşliğinde başlatılmıştı. Ayrıca dönem, Doğu Bloğu’nun dağılması ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden yola çıkılarak yürütülen işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi karşıtı demagojinin görülmedik bir yükselişi dönemiydi. Bütün bunlara karşın, işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi; 1990’ların ilk yıllarından itibaren, özellikle de “ebedi barış” ve “evrensel refah” ile ilgili demagojileri sarsan Irak müdahalesi ve ’93-’94 Krizi’nin ardından kendini göstermekte ve sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığını tekrar kabul ettirmekte gecikmedi.
90’lı yılların ortalarında Fransa’daki işçi hareketi saldırıların karşılanması ve hızının kesilmesinde temel bir dönemeç oldu. Bu yıllarda başta Fransa olmak üzere Almanya, İtalya, Belçika, Norveç ve Yunanistan gibi Avrupa ülkeleri ile Meksika, Rusya, Türkiye, Güney Kore, Ekvador, Brezilya ve hatta ABD (1999–2000 grevleri) gibi birçok öteki ülkede işçi sınıfı ve emekçi kitleler grev, genel grev, gösteri ve diğer kitlesel protesto ve direniş eylemlerine başvurarak haklarını savunmaya, sermayenin saldırısını püskürtmeye çalıştılar. Öte yandan, uluslararası sermayenin temsilci ve kurumlarının “zirvelerinin yapıldığı kentler, son on yıl boyunca işçi ve emekçilerin giderek büyüyen protestolarına da sahne oldu. Kesintili, inişli çıkışlı, birbirleriyle bağlantısız gelişmeleri, saldırıları püskürtme amacıyla sınırlı olmaları ve sonuç almada yeterince başarılı olamamaları nedeniyle; eski “solcu” kimi aydınlarca haksız şekilde küçümsense de, bu mücadelelerin aslında hemen tamamı, sermayenin; işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını yok sayma, emekle sermaye arasındaki ilişkileri kendi ihtiyaçlarına göre yeniden ve keyfilikle biçimlendirme girişimlerine karşı mücadele olarak şekillendi. Ama kuşkusuz, bu on yıllık mücadele dönemi, sadece sermayenin saldırılarının hızını kesmekle kalmadı; başka şeylerin yanı sıra, unutulmaya, unutturulmaya çalışılan şu iki olguyu da yeniden ve açıklıkla vurguladı.
İlkin, işçi sınıfının ve sınıf mücadelelerinin olduğu gibi, sendikaların da önemini kaybettiği, ya sivil toplum örgütü olarak değişmekle veya yok olmakla yüz yüze oldukları iddia ediliyordu. Oysa son on yıldaki mücadeleler, sendikaların otoritesi altında ve çağrısıyla gerçekleşmiştir. Üye ve itibar kaybının nedenleri farklıdır; bu on yıl yeniden vurgulamıştır ki, koşullar ne kadar “aldatıcı” olursa olsun sendikalar, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin birleşme ve mücadele merkezleridir. İşçi sınıfı var olduğu sürece, işçi ve emekçilerin mücadelesi ve dolayısıyla sendikalar da var olacaklardır.
İkinci olarak, işçi ve emekçilerin mücadele ve direnişi sendikaların çatısı altında gerçekleşmiş olmasına karşın, az sayıdaki mücadeleci sendikacı ve sendika bir yana; Fransa’dan Almanya’ya, ABD’den Türkiye’ye genel olarak sendika üst yönetimleri hiçbir şekilde gönüllü olmamıştır. Hareket yolunu, sendika aristokrasisinin tarihte az görülmüş ihanet ve baltalayıcılığı altında ve işçi ve emekçilerin aşağıdan gelen baskısı ile açabilmiş, ancak sendika bürokrasisi geriye itilebildiği oranda ilerlemiştir. Gerek gelişmiş, gerekse az çok gelişmiş bağımlı ülkelerde işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi iki katlı çürümüş bulunmaktadır. Sosyal demokrat partilerin Avrupa’da sağa yeni bir savrulmasıyla da karakterize olan bu çürüme; ölü birer bürokratik aygıt olarak yeniden dizayn edilmeye çalışılan sendikaların bağrında, sendika kodamanlarıyla işçiler arasında henüz “bitmiş”(1) olan mücadelenin yeniden patlak vermesinin iticisi de olmuştur.
İşçi ve emekçi hareketinin son on yıl içinde yenilediği ve yeniden kabul ettirdiği olgulardan ikisi böyle. Ama şu da bir olgudur: 1980’lerin sonları ve ’90’ların başlarında bütün ileri ülkelerde dibe vuran işçi sınıfının mücadelesi; sonraki gelişimi ile bir dalga biçimindeki saldırının hızını kesmekle birlikte, onu püskürtmeyi ve gündemden çıkarmayı başaracak kadar ileri de gidemedi. Daha da önemlisi, 11 Eylül olayından sonra, saldırı yeni bir yön alacak ve siyasal alana da genişleyerek yeni bir hız da kazanacaktı. Buna karşın, işçi ve emekçilerin mücadelesi sürmekte ve yeni bir yükselişe doğru gidişin belirtilerini vermektedir. Öte yandan, giderek sönmesi (rejim içindeki yeri önemsizleştirilmesi istenilen) beklenen ve bizzat başındaki bürokrasi tarafından ölü birer kabuk haline getirilmekte olan sendikaların; mücadele içinde canlanma belirtileri gösterdiği ve onlara can veren ve verecek güçlerin mücadele içinde oluştuğu, oluşmakta olduğu görülür hale de gelmiştir.

İŞÇİ ARİSTOKRASİSİ VE SENDİKALARIN GELECEĞİ
İşçi aristokrasisi 19. yüzyılın sonlarında İngiltere’de oluştu ve 20. yüzyılın başlarında diğer gelişmiş ülkeler ve kapitalizmin az çok geliştiği öteki ülkelerde ortaya çıktı ve genelleşti. O dönemlerden bu yana, yaşamı ve düşünce tarzı ile işçi sınıfından ayrılan bu burjuva tabakanın sendikalara sermaye hesabına musallat olduğu; sınıf içinde ve sendikalarda uzlaşmaz bir çelişkiye ve çatışma ve mücadelelere yol açtığı tarihi bir olgudur.
İşçi sendika hareketinin bu dönemden sonraki bütün tarihi, sendikal hareketin ve sendikaların sendika aristokrasisi tarafından sermaye yararına parçalanması ile anılır olmuştur. Ya var olan sendikaların hemen bütünü işçi aristokrasisinin elinde bürokratikleşmiş ya da parçalanmışlardır. Öncesi bir yana bırakılırsa, ilk büyük aristokratik ve bürokratik bozulma ve sendikaların bu bozulmanın ardından gelen dönemdeki parçalanması; 1. Büyük Savaş’taki sosyal demokrat yozlaşma ve ihanet ile doğan uzlaşmacı reformist sendikacılık akımının şekillenişi ile ortaya çıkmıştır, denilebilir.
Sınıf işbirlikçisi sendika aristokrasisinin sendikal harekette ve sendikalarda yarattığı bölünmeden uluslararası sermayenin büyük yararlar elde ettiğinden; işçi sınıfının sendikal geleneği ve sınıf sendikacılığı akımının, sınıfın öteki alanlardaki kazanımları gibi büyük kazanımlar sağladığından; bu akımın, 20. yüzyılın ikinci yarısının başlarındaki en büyük kazanımlarının ardından giderek gerilediği, sermayenin teşvik ettiği eğilimlere teslim olduğu, ağır bir çürümenin ardından aynı yüzyılın sonunda (genel çöküş içindeki Doğu Bloğu’nun çöküşüne paralel) uzlaşmacı reformist sendikal akıma ve sendikalara iltihak (kısmi istisnalar dışında) ettiğinden de söz etmeyeceğiz. Sendikal akımlar ve sendikalar açısından bugün önemli olanı belirtmekle yetinelim: Geride kalan on yıl, sendikal hareket ve sendikalar açısından tarihteki en zor dönem olmuştur. Zira sendikal hareket ve sendikalar üzerinde sermayenin etkisi ve onun ifadesi olan işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacılık akımlarının egemenliği hiçbir zaman bu dönemdeki kadar güçlü ve yıkıcı olmamıştır.
Avrupa’da ve dünyanın birçok ülkesinde sendikalara egemen olan akım, tepesini işbirlikçi kliklerin tuttuğu uzlaşmacı sosyal demokrasinin iyiden iyiye liberalize olmuş sendikacılığıdır. ABD ve bazı bağımlı ülkelerde ise, geçmişi ve gelenekleri gangster sendikacılığına dayanan ve son yıllarda “reformize” olduğu da öne sürülen CIA adı ile ünlü sarı sendikacılıktır. Zayıf Hıristiyan sendikacılık ve yerel akımlar bir yana bırakılırsa, uluslararası işçi sendika hareketine ve sendikalara bu akımların egemen olduğu söylenebilir.
Amerikan sarı sendikacılığının tarihi ve bugün YDD’yi savunduğu biliniyor. Hem tipik olması, hem de Avrupa ve genel olarak dünyada egemen olması nedeniyle, sosyal demokrat ve liberal reformist sendikacılık akımı ve sendikaların durumuna bir bakmakla yetinmek sanırız doğru olacaktır.
Sosyal liberal düzenin ve “sosyal devlet”in “sosyalizm” karşısındaki “zaferi” ilan edildiğinde; bu zafer, işbirlikçi ve uzlaşmacı sosyal demokrat sendikal akımın da zaferi olacaktı. Fakat ne var ki, uluslararası sermaye ve ileri ülkelerin sözcüleri, pazar koşulları ve ekonomilerin “rekabet gücünün korunması” zorunluluklarını ileri sürerek “sosyal devlet”in artık bittiğini söylemekte gecikmediler. Bu gelişme aslında, o güne kadar tepe tepe kullanılmış olan sendikalara verilen “değer”in en aza indirilmesi; düşük ücret, esnek çalışma, kiralık işçinin kabulü, toplusözleşme, sigorta ve sağlık sigortası sisteminin aşındırılması ve tasfiyesinin ve kuşkusuz “iş için birlik”in(2) onaylanması anlamına geliyordu. Sermaye, kendi egemenliği ve açgözlülüğünün ürünü olan kronik işsizliği kullanmış; sendikaların tepesindeki işbirlikçi bürokratlar ise, bu “gerekçeyi” bahane ederek sermayenin platformunu kabul etmeyi ve onu neredeyse kendi platformları olarak ilan etme anlamına gelecek bir tutumla savunmayı “aziz” bir görev bilmişlerdi.
Sendika bürokratlarının sermaye ve hükümetler karşısındaki bu tutumları; onların uluslararası pazar yarışındaki tüccar ve managerlerin ve etki alanı mücadelesindeki hükümetler diplomasilerinin basit birer uzantısı haline gelmekte olduklarını da ifade ediyordu. Bunların sermayenin pervasızlığı karşısındaki teslimiyetçilik ve işbirlikçiliklerinin hak mücadeleleri ve grevlerde acizlik, umutsuzluk ve çaresizlik biçiminde dışa vurması; işçi ve emekçi kitleleri arasında ister istemez sendikalara güvensizlik, giderek ilgisizlik ve onlardan uzaklaşmanın yaygınlaşması olarak yansıyacaktı. Öyle de oldu; başta ileri ülkeler olmak üzere hemen bütün ülkelerde sendikalar, itibar ve üye kaybı ile yüz yüze kalmak ve küçülmekten kaçınamadılar.
Sendikalarda ortaya çıkan bu durum; “beklenmedik” şekilde gelişen işçi ve emekçi hareketinin yok veya önemsiz gösterilmesinin vesilesi yapıldığı gibi, sendikaların gelecekleriyle ilgili tartışmalar açılmasına da neden olacaktı. Tıpkı “tarihin sonu” tartışmaları gibi, “sendikaların da sonunun geldiği”ni iddia eden uçuk tartışmaları bir yana bırakıyoruz. Hemen her ülkede değişik işçi ve sendikacı çevrelerinde, sendikaların üye kayıpları ve gelecekleri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar kuşkusuz, her ülkede kendine özgü bir seyir izleyerek yürümektedir. Buna karşın, sendika üst yöneticileri açısından bu tartışmaların ortak bir özelliğinin bulunduğu açıktır: Yukarıda belirtilen sermaye dayatmalarının “bilimsel teknik devrim”in zorunlulukları olarak ilan ve kabul edilmesi! Bilim ve teknikteki devrim, iş ve pazar koşullarını ve sektörler arasındaki ilişkileri değiştirmiştir ve eğer içinde bulundukları gerileme ve kriz aşılacaksa sendikalar yeni duruma uygun görevlerle görevlendirilmelidir! Sendika üst yöneticilerinin bu tartışmalardaki genel amaçları hemen her ülkede bu özellikleriyle şekillenmiştir, denilebilir.
Bilim ve teknikteki devrimin bazı değişikliklere yol açtığı doğrudur. Emek verimliliği olağanüstü gelişmiştir, iletişim ve ulaşımdaki hız; pazar genişleme ve yoğunlaşması çok büyük oranlarla artmıştır. Ayrıca, yeni sektörler oluştuğu ve değişik sektörlerin istihdam ettiği işçi oranlarında kısmi değişiklikler olduğu vs. de bir gerçektir. Ancak ne var ki, işçilerin, tekellerin “rekabet gücü”ne bağlanmaya; düşük ücrete, esnek çalışmaya, kiralık işçiliğe, sözleşme ve grevlerin “esnetilmesi”ne, sigorta, sağlık sigortası, eğitim ve kültür vs. haklarından vazgeçmeye razı olmalarının, bu gelişme ve değişikliklerle bir ilgisinin bulunmadığının anlaşılmaması da olanaksızdır.
Aslına bakılırsa, sermayenin istekleri ve sendika bürokratlarının yürüttüğü tartışmalarda sendikalara yeni bir görev, yeni bir “gelecek” de var: Sermayenin kesintisiz yenilenen isteklerinin işçi ve emekçilere kabul ettirilmesi; bunun başarılamadığı koşullarda, onların eylem ve mücadelelerini kontrol altında tutma, denetleme amacıyla çalışan bürokratik bir aygıt olma. Bunun abartı olmadığı görülemez değil; aksi takdirde, kimi yerlerde “üretim sendikacılığı”, kimi yerlerde “üyelerine servis götüren sendikacılık” denilen ve bürokrat çevrelerce dillendirilen tartışmalar açıklanamaz olurdu. Kaldı ki, “esnek sözleşme” ve “esnek grev” girişim ve uygulamaları; üst bürokrasinin, hangi plan üzerinde bulunduğunu göstermeye sanırız yeterlidir.
Gerek emeğin haklarına yönelik sermaye taleplerinin, gerekse yüksek sendika yöneticilerinin sendikaların “geleceği” tartışmalarının “bilimsel teknik devrim” ve çalışma ve iş koşullarındaki “değişiklikler”le bir ilgisi yoktur. Şunlar çok açık: bilim ve teknikteki devrim ve sonucu olan emek verimliliğinin artışından çıkarılacak sonuç, sermayenin sendika bürokrasisi aracılığıyla da dayattığı saldırılar değil; aksine, işgünü ve iş haftasının kısaltılması; işçi ve emekçilerin teknoloji geliştikçe çok yönlü artan yaşam gereçlerini karşılayacak bir ücret düzeyi ile çalıştırılmaları olabilir. Nereden bakılırsa bakılsın şu kesindir: bilim ve teknikteki devrim ve sonuçları nedeniyle, sermayenin işçi ve emekçilerden talep edebileceği hiçbir şey yoktur; aksine, durumlarıyla yetinmemesi ve sermaye ve hükümetlerden taleplerde bulunması gerekenler, işçi ve emekçiler ve onların sendikalarıdır.
Sadece yukarıda belirtilenlerden bile anlaşılabileceği gibi; sermayenin dayatmaları ve yüksek sendika yöneticilerinin hesaplarında işçi ve emekçilerin yanı sıra, sendikalar açısından da herhangi gerçek bir gelecek yoktur. Sendikalar, işçi ve emekçilerin sermaye ve saldırılarına karşı mücadelesinden doğmuşlardır. Önceki dönemlerde olduğu gibi, sendikaların geleceğinin; sermaye ile işbirliği ve tekellerin “rekabet gücünün korunması”nda değil, işçi ve emekçilerin yeni talepler de içeren mücadelesinde yattığı kesindir.
Başka bir deyişle: sermayenin saldırılarına karşı işçi ve emekçi mücadelesi; sendikaları hareketlendirmeyi, mücadele içine çekmeyi ve mücadeleyi baltalayan sendika bürokrasisine karşı eylemi de kapsamalıdır. Hareketi örgütleyen ileri işçi ve emekçi güçlerin, sendikalarda ısrarla çalışmaları; mücadeleye çekme çizgisi izleyerek bu örgütlerde daha ileri mevziler kazanmaları; gerici, reformist bürokratların elinden kurtararak, emeğin birleşme ve mücadele merkezleri olarak onları yenibaştan inşa etmeleri. Sendikal hareket ve sendikaların geleceği buradadır ve bu gelecek açık ki ancak, sermayenin saldırılarına karşı mücadele içinde ortaya çıkan güçlerin büyümesi, ısrarlı, kararlı ve ortaklaşan çabalar içine girmesi yoluyla inşa edilebilir.
İşbirlikçi sendika aristokratlarının yolunun, sendikaların geleceğinden; itibar kazanmaları, büyümeleri, gelişmeleri ve mücadele merkezleri olarak yenilenmeleri yolundan ayrı olduğu açıktır. Bu açıktır da, acaba sendikaları hareketin içine çekecek; mücadele içinde canlı ve demokratik kurumlar olarak yeni baştan örgütleyecek ileri işçi, emekçi kitlesi var mı ve bu kitlenin, sendikaları kodamanların elinden kurtarmaya güçleri yetecek midir?
Bu soru belki de dönemin en önemli sorununu yansıtmaktadır ama bu güçlerin var ve giderek büyümekte olduğundan asla kuşku duyulamaz. Hareket, kendi güçlerini ortaya çıkarıp, eğiterek, örgütleyerek gelişmektedir. ABD’den Almanya’ya, İtalya’dan Yunanistan’a, Fransa’dan Türkiye, Brezilya ve Ekvador’a hareketin az çok ortaya çıktığı bütün ülkelerde, bu güçler, çeşitli platformlar, bloklar, komiteler halinde örgütlenmiş olarak çalışmaktadırlar, işçi ve emekçilerin mücadelesi ilerledikçe, hareketin bu ileri güçlerinin yeni katılımlarla çoğalması, örgütlenmesi olağan olduğu gibi, önlenemezdir de. Nitekim henüz çoğunluğunu temsil etmese dahi, bu uluslararası konferans, emeğin ileri güçlerinin gelişmesi ve büyümesinin bir ifadesi değil midir?
Bürokratlara güç yetirip yetirememe sorununa gelince; sorun kuşkusuz, sermaye dünyasında güç yetirilemeyecek bir şeyin bulunmadığı genel gerçeğinin ardına sığınmadan ele alınmalıdır. Şu bir gerçektir ki, işbirlikçi sendika bürokrasisi (aristokratik tabaka da) tarihindeki en güçlü dönemini olduğu gibi, birçok bakımından en zayıf dönemini de yaşamaktadır. “Sosyal devlerin bitişinin ilanı, sermayenin önüne koyduğu saldırı programı ve sendikalara biçilen “yeni” rol ve görevler, sendika bürokrasisini zora da sokmaktadır. Nitekim son on yıl boyunca en güçlü dönemini yaşadığı halde, hemen hiçbir ülkede kontrolünün giderek zayıflaması, aygıtının hırpalanması ve kürsüler kaybetmekten kaçınamamıştır. Saflarının çatlamakta, çevresinin aşınmakta olduğu; tabanı ve çevresindeki uyanışı ve işçi ve emekçilerin muhalefeti saflarına katılış yönündeki gelişmeyi önleyemediği bir olgudur. Sendikalarla ilgili olarak sermayenin uluslararası ölçekte yürüttüğü platformun hemen her yerde, sendika bürokrasisini yeni zorluklarla yüz yüze getirmesi önlenemezdir.
Sendika kodamanları ve bunların gelenek ve aygıtlarıyla mücadele; gelişmiş ülkelerde kuşkusuz daha zor ve zahmetli olmaktadır. Fakat işçi ve emekçilerin ve sınıfına bağlı, emekten yana temsilci ve sendikacıların(3) sermaye ve saldırılarına karşı mücadelesinin yıkamayacağı bir kale yoktur. Bugün tedrici ve yavaş yavaş da olsa gelişen hareket, sendikalarda önemi küçümsenemez mevzi ve olanaklara sahip olduğu gibi; (aristokrasinin anavatanı) İngiltere’de iki büyük sendikanın üst bürokrasi ve işçi Partisi’nin karşı çabalarına karşın, değişime daha bugünden girmiş olduğu da bir gerçektir.
Kuşkusuz, sendikalardaki mücadele, kendi başına özel bir amaç değil; sermaye ve saldırılarına karşı mücadelenin, bu mücadele geliştikçe genişleyecek bir parçasıdır. Dolayısıyla asıl olan, işçi ve emekçilerin ve onlarla kümelenen ileri temsilci ve sendikacılar kitlesinin olanaklarının çoğalması ve saldırılara karşı mücadele yolunun genişlemesinin başarılmasıdır.
Fabrika ve işletmelerde kümelenerek hareketi örgütleyen ve hareket ilerledikçe büyüyerek gelişecek olan ileri, bilinçli işçi, emekçi ve temsilciler kitlesi ve bunlara katılan ileri sendikacılar topluluğu, sermayeye karşı hareketin, yanı sıra sendikaların büyümesi ve geleceği bugün buradadır.

SERMAYENİN SALDIRILARI VE SENDİKALARIN GÖREVLERİ
Başta ABD olmak üzere, büyük ve gelişmiş ülke ekonomilerinde artan durgunluk eğilimleri; tekeller arasında genişleyen pazar mücadelesi; artan bu durgunluk ve genişleyen bu mücadele ile bağlantılı olarak ekonomilerde yaşanan yeni askerileşme girişimleri ve büyük güçler arasında on yıl aradan sonra başlayan silah gücünü yenileme ve silahlanma yarışı. Bu gelişmeye eşlik eden dış ve iç “güvenlik” kampanyaları; dışta, ticaret savaşları tehditleri, halklara giderek daha fazla müdahale, kriz bölgelerini genişletme, askeri üsleri her yere yaygınlaştırma, orduları müdahale orduları olarak yenileme ve ortak ordular kurma; içte ise, bütün bu ülkelerde ortaklaştırılmış “güvenlik” paketleri, demokratik hakların daha fazla kısıtlanması, ortamın terörize edilmesi, yabancı düşmanlığını teşvik ve faşist akımların yükselişini tahrik edecek girişim ve önlemler vs. Geri ülkelerin işbirlikçi sınıflarına gelince; patronlarının yönettiği gelişmiş ülkelerdeki bu nitelikte gelişme ve değişimlerin; gericiliğin yükselişi ve uluslararası ilişkilerdeki belirsizlik, karışıklıkların vs. artmasının onların dört gözle bekledikleri “gelişme ve değişimler” olduğunu söylersek, sanırız bu, yanlış olmaz.
Bütün bu gelişmelerin anlamı şudur: içeriğinden önceki bölümde söz edilen saldırının kapsamı, uluslararası mücadele ve “iç güvenlik” politikasının (bunlar kendileri zaten birer saldırıdır) faturaları ile daha da ağırlaşacaktır. Nitekim saldırılardaki bu ağırlaşma bir süredir bütün ülkelerde hissedilmektedir. Ayrıca, ekonominin “rekabet gücü”, ülke “güvenliği” vs. söz konusu olduğunda, bütün düzen partilerinin tek bir parti olarak hareket etmeleri, işçi ve emekçilere kesilen faturaların katlanarak büyümesi anlamına da gelmektedir. Nasıl bakılırsa bakılsın; görülen odur ki, girilen dönem, işçi ve emekçiler ve halklar açısından zor bir dönem olacaktır.
Koşullar böylesine ağır olduğuna göre; saldırıları püskürtmek, dünyadaki gidişatın yönünü değiştirmek olanaksız mıdır? İşçi ve emekçiler ve ezilen halklar açısından olanaksızlık ve dezavantajların daha fazla olduğu doğrudur. Buna karşın, avantaj ve olanakların çoğalması ve saldırıların püskürtülmesinin olanaksız olduğu da düşünülemez. Son on yılın olayları bile; örneğin Fransa ve İtalya’da(4) hükümetlerin düşmesine yol açan direnişler, işçi ve emekçi kitlelerin saldırıları püskürtme ve gidişatı değiştirme güç ve olanağına sahip olduklarını göstermeye tek başlarına bile yetmektedirler.
İşçi ve emekçilerin ve ezilen halkların hareketinde 1994-’95-’96’larda yaşanan hareketlenme ve yükselişin ardından başlayarak bugüne kadar gelen durgunluk ve belli başlı ileri ülkelerde eski zamanlardaki gibi, sınıfın ve emekçilerin ana kitlesini kucaklayan büyük kitle partilerinin bulunmayışının sermaye ve gericiliklere cesaret verdiği doğrudur. Bunlara karşın, kitle hareketinde son dönemde görülen canlanma belirtileri ve sermayenin kolayca geri dönemeyeceği, giderek kışkırtıcı özellikler de kazanan pervasızlığı birer veridir; önümüzdeki dönemde hareketin gelişme göstereceğini ve yükseliş dönemine gireceğini varsaymamak için bir neden de yoktur.
İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin hareketinin hemen her yerde yükseliş belirtileri verdiği bir olgudur. Arjantin’den İngiltere’ye, ispanya’dan İtalya’ya, Venezüella’dan Filistin’e bakıldığında bu olgu rahatça görülebilir. Ayrıca, İtalya’daki zıtlaşma, Fransa 1 Mayıs’ı ve Avrupa’da yayılan anti-Amerikan duygular, hareketin yönü ile ilgili diğer veriler olarak görülebilir.
Açık kitle hareketi açısından durum böyle olduğu gibi; on yıl öncesi veri olarak alındığında, işçi ve emekçilerin, sağı solu ile ve kırmızı yeşili ile düzen partilerinin politikalarından ve giderek partilerden kopuş süreci yaşadıkları da bir olgudur. Bu hareket görülebilir dönemde nereye kadar varabilir ve süreç nasıl örgütlenebilir denildiğinde ise, akla ilk gelen kuşkusuz işçi sınıfı ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu zayıflıklardır.
Hareketin sendikalar dışındaki zaaflarına konu dışı olması nedeniyle, geçerken ve kısaca da olsa daha önce işaret(5) edildi. Bugünün gerçeği şudur: Bugün gidişatı değiştirecek ve öteki sınıf ve tabakalara yön verecek yegâne güç olduğunu son on yılda yeniden kanıtlamış olan işçi sınıfının elinde, hareketin dinamik ve olanaklarını kullanmasını etkileme özellik ve yeteneğine sahip büyük ülkelerde sendikalardan(6) başka bir araç yoktur.
Bu ve daha başka nedenlerle sendikaların öneminin olağanüstü artmış olduğunu; buna karşın, sendikaların esas olarak işbirlikçi sendika bürokrasisinin elinde bulunduğunu ve bunun sendikaların işçi ve emekçi örgütleri olarak işlev görmesini en ileri derecede baltaladığını vs. biliyoruz. O halde, hareketi (sendikaları da içine çekerek) örgütleme; aynı zamanda sendikaların değişmesi ve gerçek mücadele merkezleri olarak yenilenmesi için mücadele ile görevli fabrika ve işyerlerinde ve sendikalardaki ileri, bilinçli işçi, emekçi, temsilci ve sendikacı kümeleri nasıl çalışmalıdırlar ki, görevlerini başarıyla yerine getirebilsinler, herhalde şimdi en önemli olan şey budur. Sendikaların değişimi, yenilenmesi ve hareketin gelişmesi ve örgütlenmesinin en önemli dinamiği, dayanağı bu güçlerdir. Bu güçler, görevlerini en ileri derecede üstlenmedikleri takdirde; sendikaların, değişim ve dönüşüm yoluna girmeleri olanaksız olacağı gibi; sermayenin saldırılarına karşı mücadele ve emperyalizme karşı hareketin potansiyel ve olanaklarını kullanmaları olasılıklarının en aza inmesi de kaçınılamaz olacaktır.
Nasıl çalışılması gerekiyor deyince; sermaye güçleri ve sendika bürokrasisi ile bölünme ve işçi ve emekçi güçlerin birleşme platformunun, işçi ve emekçilerin sermayenin saldırısı karşısındaki çıkarları temeline (elbette sendikal bölünmüşlük ve rekabetin aşağıdaki birlikle giderilmesini ve sendikaların ortak hareketi ve birleşmesi çabasını da dıştalamadan) oturmasının zorunlu olduğundan söz etmeyeceğiz. Öte yandan, ileri ve öncü sınıf güçlerinin işyerleri ve sendikalardaki çalışmalarının; sadece hareketlenmeler ortaya çıktıkça değil, kesintisiz yapılan ve daha geriden gelen işçi ve emekçi kesimlerini giderek daha etkin şekilde kapsayan bir çalışma olarak planlanması ve yürütülmesi gerektiğini de bahis konusu yapmayacağız.
Fakat bunlara karşın, verilmiş olan görevin kapsamına uygun olarak yerine getirilmesi için; sendikaların değişiminin temel sorunu olan sendikal demokrasi ve sendikal eylemin kapsam ve hedefleriyle ilgili olarak gene de bazı sorunlara işaret etmemiz gerekmektedir. Ki bu sorunlar, kitleler arasındaki çalışmanın verimliliğinin temel sorunları durumundadırlar.
a- Sendika bürokrasisinin sendikalardaki egemenliğinin bir ayağı sendikalarda demokrasinin ortadan kaldırılmasına dayanmaktadır. Sendikal demokrasi, işçi ve emekçi kitlesinin ilgi ve girişkenliğinin gelişmesi ve iradesinin ortaya çıkmasının aracı ve aynı zamanda biçimidir. Oysa sendika bürokratları, kitleleri sendikal mücadelenin dışına sürdüğü içindir ki, örgüt yaşamı oluşmadığı gibi, örgüte ilgi ve örgüt bilinci de tahrip olmaktadır. Öte yandan bir örgüt yaşamı oluşmadığı içindir ki, demokrasinin en temel araçları olan seçme, seçilme hakkının ve öteki demokrasi araçlarının biçimsel kalması adeta kaçınılamaz hale gelmektedir. Ayrıca, sendika yasa ve tüzük hükümleri, sanki bürokratları korumak amacıyla yapılmış gibidir.
Dolayısıyla, sendikal platformlar ve onların işyeri örgütlenmeleri, sendikalarda demokrasi için; işçi ve emekçilerin sendikanın her türlü bilgisini alma, irade oluşturma, örgütünü yönetme, denetleme bilinç ve girişkenliğinin gelişmesi için özel bir mücadele yürütmek zorundadırlar. Bunun için, her şeyden önce sendikal örgüt yaşamının oluşması zorunludur. Örgütlü güçlerin, hem kendi iç ilişkilerinin hem de kitlelerle aralarındaki ilişkilerin demokratik olarak gelişmesine önem verirken; sendikal iş ve sorunlara ilginin artması, işçi ve emekçilerin sendika ve yöneticilerden taleplerde bulunma; tüzükten yasaya, günlük sendikal işlerden seçimler ve eğitim vb. sorunlara, sendikanın gelirlerinden ücretler dâhil harcama kalemlerine her şeyin kitleler arasına inmesini isteme anlayış ve isteğinin gelişmesi için uğraşmaları gerekir. Ayrıca, yasa ve tüzüklerin incelenmesi ve değişimi için üye kitlesinin aydınlatılması ve harekete geçirilmesi özel bir önem arz eder.
İleri, öncü işçi, emekçi ve sendikacı kümelerinin kitle hareketi içinde kurdukları ilişkilerin demokrasisi; sendikaların iç demokrasisi haline gelmediği sürece, onların, gerçekten değişim geçireceği ve işçi ve emekçilerin mücadele ve direniş merkezleri haline geleceğinden söz bile edilemez.
b- Sendikaların sermayeye karşı mücadelesinin kapsamına gelince; hareketin son kırk yıldan bu yana ki gerileyişi ve gene aynı yıllar boyunca sendika bürokrasisinin ilerleyişi dönemi, sendikaların giderek ekonomik mücadele dahi veremez bir pozisyona gerilemesi süreci de olmuştur. Oysa işçi ve emekçiler, yüz ya da iki yüz yıl öncesinin okuma yazma bilmez işçi ve emekçileri değildir. Sendikal hareketin kapsamı, “kendiliğinden” olarak bile, hayatın bütün sorun ve alanlarına çoktandır genişlemiş bulunmaktadır.
• Sendikaların ekonomik mücadelesi, patronlarla ücret, işyeri ve sektör sorunları (ve öteki emekçilerin ücret, fiyat ve destek sorunları) için mücadele ile sınırlı değildir. Bütün olarak sermaye ve hükümete karşı; “rekabet gücünü koruma”, “ESK” ve iş için birlik politikalarına, çalışma yaşamı (işgünü ve haftasını koruma ve kısaltma ve çocuk ve kadın emeğini koruma dâhil) ve vergi, sigorta, eğitim, sağlık, konut vb. ekonomik ve sosyal sorunlarla ilgili hükümet politikalarına karşı mücadeleyi de içermektedir.
• Sendika bürokrasisi geleneği, bağlı bulundukları partiler veya hükümetler istemedikleri sürece, işçi ve emekçi kitleler bir yana, sendikaları dahi demokrasi ve siyaset sorunlarının dışında tutma geleneğidir. Oysa anti demokratik gelişme ve girişimlere karşı çıkmak, demokratik hakları savunmak, yeni hak taleplerinde bulunmak, faşizme veya ırkçılık ve faşizm eğilimlerine karşı mücadele açmak; bu alandaki mücadele, işçi ve emekçilerin ekonomik sosyal yaşamlarıyla doğrudan ilgilidir ve işçi ve emekçi sendikaları demokrasi mücadelesinin en temel gücü olmak zorundadırlar.
• Ekonomilerdeki askerileşme, silahlanma yarışı, halkları tehdit, müdahale ve ilhak, askeri ittifak ve bloklaşma, emperyalist rekabet ve savaş; bütün bunlar, işçi ve emekçilerin başı üzerinden yürütülen girişim ve eylemlerdir ve sendikalar sermayenin uluslararası yayılma ve emperyalizmine karşı mücadele etmek zorundadır. Sendika yüksek bürokrasisi, sermayenin uluslararası faaliyetinin yedek gücü olarak hareket etmektedir; oysa sendikalar, uluslararası alanda, işçi sınıfı ve emekçilerin birliği ve halkların özgürlüğü ve enternasyonal dayanışma için mücadeleyle yükümlüdürler.
Uluslararası tekelci sermaye ve emperyalizm, “yeşiller”i de yedeklemiş olarak, doğayı kâr ve egemenlik hırsına kurban etmeyi bir çizgi haline getirmiştir. Ayrıca, sadece ilerici demokratik kültürü değil, halkların ve insanlığın biriktirdiği bütün kültürü toptan imha çizgisi üzerindedir; oysa insanlığın temsilci ve mirasçısı işçi sınıfı ve öteki emekçi tabakalar, halkların kültürlerini ve bütün insani kültürü savunmalıdırlar. Dolayısıyla, işçi ve emekçi sendikalarının görevlerinden biri de, emperyalizmin çevre yağması ve kültür yıkıcılığına karşı sistematik bir mücadele olmalıdır. Sonuç olarak söylersek; işçi ve emekçilerin ve onların sendikalarının (işçi, köylü ve emekçi sendikaları ve ortak platformları) mücadelesinin kapsamını esas olarak bu yukarıdaki sorun ve hedefler belirlemelidir, denilebilir. İşçi ve emekçi hareketi ancak, bu kapsamda bir mücadele ile ilerletilebileceği gibi; sendikaların, bürokrasiden kurtulması ve demokratik temelde ve mücadele merkezleri olarak yeniden örgütlenmesi de bu yoldan başarılabilir.
Ama şu var ki, asıl tayin edici olan da budur: Gerek hareketin gelişme yolunu açabilmesi, gerekse sendikaların bu hareketin birleştiği örgütler olarak değişim yoluna girmesi, sınıfın ve halkın ileri, bilinçli kitlesinin eylemi ile doğrudan bağlıdır. Bunun kavranması ve gereğinin yerine getirilmesi için ortak bir çizgi ile ve girişkenlikle mücadele, her şeyin tayin edicisidir.
Öte yandan, kanımızca: uluslararası ve ulusal ölçekte örgütlenmiş sermaye ve sendika bürokrasisi karşısında; birbirleriyle ilişkisiz, yalıtık işçi ve emekçi kümeleri yenilgiye her zaman mahkûmdur. Dolayısıyla, sınıfın ve emeğin ileri güçlerinin bağımsız ortak bir çizgiye sahip olmaları ve giderek de ulusal düzeyde örgütlenmeye yönelmeleri bir zorunluluktur. Bu uluslararası konferansın, sınıfın ve emeğin bütün ileri güçlerini kucaklayabilen bir konferans düzeyine genişlemesi dileği ile.

Dipnotlar:

(1) Mücadelenin “bitmesi” on yıl önce bunu iddia edenlerin görüşüdür.

(2) İş için birlik, deyim olarak Almanya’ya özgü. Ama her yerde var olan “Ekonomik Sosyal Konseyler” gerçekte bunu da ifade ederler.

(3) Buraya ileri sendikaları da katmak gerekir.

(4) ’90’ların ortalarında Berlusconi ve Juppe hükümetini düşüren direniş.

(5) Geçen yüzyılın ilk yarısının sonradan giderek yitirilen mevzilerinden ve büyük ülkelerde eski büyük partilerin olmayışından söz edilmektedir.

(6) Burada işçi sendikalarından söz edilmekle birlikte metin köylü ve öteki emekçi sendikalarını da gözeten temelde hazırlanmıştır.

Avrupa işçilerinin temel mücadele cephesi

(Atina’da düzenlenen 3. Uluslararası Sendikal Konferans’a İtalyan Delegasyonu’nun sunduğu tebliğ.)

Son 20 yıldır finansın ekonomi üzerinde ağır bastığı derin bir süreç gözlemekteyiz. Bu süreç, kapitalist kalkınma modelinin yaşadığı değişim ile benzer bir değişim göstermekte ve genelde ekonominin mevcut durumunu tanımlamakta kullanılan bir terim olan küreselleşmenin gerçekte ne olduğunu açıklamaktadır.
Küreselleşmenin içeriğini belirleyen, sermaye hareketinin hem sınaî hem de finansal biçimlerde dünya ölçeğinde yürüttüğü işlemlerdir. Sermaye akışı, sapkın / yoldan çıkmış / dizginden boşanmış birikim araçlarının temelinde yer almakta ve bu araçlar, ulusal ekonomilerin mali sermayenin egemenliği altına girerek, emperyalist kutuplar arasındaki uluslararası rekabet ilişkilerinin bir parçası haline gelmelerine neden olmakta ve bu ilişkiler de mali sermayenin uluslar-üstü örgütleri (G8, DB, IMF, OECD, BM vb.) içerisindeki uzlaşma / tavizler tarafından düzenlenmektedir.
Mali bir öz de taşıyan bu küreselleşme süreçleri, gerçek ekonomi üzerinde tahrik edici etki bırakmaksızın mali kârları maksimize etme amacı taşıyan kendi iç mantığını izler.
Yüz binlerce insanın yoksulluğa itilmesi (ki Arjantin krizi bunun en son örneğidir), bu yoldan çıkmış mekanizmaya göre, gelecekteki güvenli ve sürekli ekonomik kalkınma için ödenmesi gereken kaçınılmaz bedeldir.
Serbest piyasa ve rekabet, küreselleşmenin temelleridir ve her tür politik ve sosyal, ama halk karşıtı tercihi meşrulaştırmak için dalgalandırılan bayraklardır; her şey bu genel ilkelere dayanmalıdır ve dünyada gerçekleşen tüm olaylar, bu terimlere göre kıyaslanmalıdır.
Sadece bu mu?
Kültürel alandan tutun da ekonomik, politik, sendikal vb. alanlarda her aşamada zikredilen resmi ideoloji; serbest piyasa ve rekabetin genel olarak ilerici değerler olduğuna, iş ve yararlılığı genel kalkınma faktörleri olarak gören ‘demokratik’ büyümenin unsurları olduğuna halkın inanmasını istiyor. Ama aslında olayların çok farklı olduğunu görüyoruz.
Küresel bir piyasada işleyen küresel bir ekonominin olduğu, yani bütün insanlığın kapsandığı doğruysa eğer, neden kendi ekonomik, parasal, siyasi, askeri ve devlet sınırlarına sahip bir Avrupa Birliği kuruldu? Küresel bir devlet ve uluslararası hukuk örgütleme lafları sarf edilirken neden BM gibi bir aygıt bugün kriz içerisindedir? Teorik olarak soğuk savaşın kadük olmuş bir ürünü olan ve birkaç devleti, o da en güçlülerini, kapsayan bir araç olan NATO gibi bir yapı neden yeniden güç kazanıyor?
Belli ki küreselleşme hikâyesi doğru değildir ve farklı dinamikleri ve gerçekleri saklamak, ortadan kaldırmak için kullanılıyor.
Doğru bir şekilde tahlil edildiğinde şu ortaya çıkar: giderek daha çok bir ekonomik savaşa benzeyen bu rekabetin gerçek özneleri, büyük ekonomik emperyalist bloklardır, özellikle ABD/K. Amerika bloğu (NAFTA) ve Avrupa Birliği -Japonya’yı unutmadan. Bunların merkezinde, kendileriyle bağlantılı büyük mali güçler vardır ve blokların tüm politikalarını, ihtiyaçlarına göre yeniden planlamaktadırlar.
Bu gerçeklik günlük olaylarda ortaya çıkmakta ve Euro’ya geçişle birlikte Avrupa’da oluşan güçlü ekonomik yoğunlaşma sürecini bu olaylarla gözlemleyebilmekteyiz.
Bugün telekomünikasyon, finans, sigorta, savaş sanayi gibi alanlarda ve büyük işletmeler ve önemli sektörlerde finansal ittifaklar ve şirket birleşmeleri oldukça yaygındır. Ayrıca bu büyük ekonomik yoğunluklar, sınır tanımaksızın faaliyetlerini farklı alanlara genişletmektedirler.
Kısacası, ekonomik bloklar içerisinde, en fazla kâr amacı taşıyan ve serbest piyasa ile ilgisi olmayan yoğunlaşma ve tekelleşme süreçlerini görmekteyiz.
Gerçek durumun, bize anlatılan küreselleşme masalları değil de bu olduğunu gösteren belirtiler, günümüzdeki gelişmelerin her aşamasında ortaya çıkmakta ve fark edilmektedir.

ÖZELLEŞTİRMELER
Ekonomik alanda, yoğunlaşma süreci yanında kamu işletmelerinin ve hizmetlerinin özelleştirilmesi yaşanmakta; bunlar mali sermayenin kullanımına sunulmakta ve böylece ellerine spekülasyon için yeni olanaklar geçmektedir. İtalya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde gündeme getirilen özel emeklilik fonları da aynı işleve sahiptir.
1990’larda Avrupa çapında gerçek bir özelleştirme süreci yaşandı. Amaç, üretici sistemin bütününde devletin varlığını asgariye indirmekti. Avrupa’da bu yıllardaki merkez-sol ve merkez-sağ hükümetler, bütçe açığı sorununu çözmek ve Maastricht kriterlerine uymak için kamu işletmelerinin elden çıkarılması programlarını uygulamaya sokma isteklerini ifade ettiler.
Bu süreç, Avrupa Ortak Pazarı (1992) uygulamalarının başladığı sürece denk geldi. Dünya çapında ekonominin derin küreselleşme süreci, yöneticilerimizi, bir bütün olarak kamu hizmetlerini özel işletmelere verme yoluyla uluslararası rekabet sorunlarına farazi çözümler arama yoluna itti.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, günümüz koşullarında her özelleştirme sürecinin istihdam üzerinde nicel ve nitel olumsuz etkileri olmuştur.
Örneğin unutulmamalıdır ki, en iyi durumda bile meslek hareketliliği (mobility) ve ücrette esneklik büyük ölçüde artmış ve çalışma düzenini, yoğunlaşma ve vardiyaları olumsuz anlamda etkilemiştir. Ayrıca hemen hemen bütün özelleştirme süreçleri iş güvencesinde azalmaya ve sendikal haklarda da sınırlamalara yol açmıştır. Özellikle ekonomik ve demokratik gelişimin düşük olduğu ülkelerde ücret, sendika ve işçi hakları anlamında güvencenin tamamıyla ortadan kaldırılması; esnek çalışma, en az işçi ile en fazla iş yaptırma, (terli ve yarı-terli emek) ve genel olarak aşırı sömürü biçimlerinin kural haline getirilmesi söz konusu olmuştur.
Özelleştirmelerin kamu borçları ve dış borçları azalttığına dair özelleştirme yanlıları arasında yaygın olan görüş de yanıltıcıdır.
Uluslararası gerçeklik bize gösteriyor ki, en iyi devlet işletmelerinin, aile mücevherlerinin, satılması, uzun vadede gerçek bir yarar elde etmeksizin devlet malının azalmasına yol açmaktadır.
Aslında özelleştirme süreçlerinin uygulama prosedürleri yoluyla bile, uluslararası neoliberalizmin, devlet kolektiflerinin seçeneklerini ve yönelimlerini bastırmak için, özellikle mali anlamda yeniden biçimlendiğini görüyoruz.
Sonuç olarak, referans kapitalizm modeli ne olursa olsun, özelleştirme süreçleri seçeneği, farklı biçimlerde de olsa, spekülatif mali ekonominin üretici sektör aleyhine ağır bastığı serbest piyasayı yüceltmek için neoliberalizm açısından temel hale gelmiştir. Özelleştirmeler kapitalizmin yaşamsal lenfleridir ve en yüksek kârları elde etme amacına ulaşılmasını hedefleyen hâkim ilkelerin ve güçlerin gelişip serpilmesini sağlama açısından belirleyicidir. Ve bu hiçbir zaman eşit dağılım ve genel toplumsal fayda sürecine dönüşmez. Uluslararası kapitalist sistemin özelleştirmeler yoluyla hedeflediği denge, istikrar, kârlılığın sosyal, politik ve çevresel dengeleri altüst etmekten başka bir işe yaramadığı ortaya çıkmıştır.

SOSYAL DEVLETİN YIKIMI
Sosyal yönden de bunların işçiler, emekliler, işsizler ve geçici işçiler üzerinde altüst edici etkileri vardır.
Özelleştirilmiş olsun ya da olmasın, hizmetlerin giderek paralı hale gelmesi nedeniyle ekonomik gücü sınırlı olan kesimler sıkıntıya girmektedir.
Sağlık ve eğitim gibi zorunlu sosyal hizmetler bile devlet için birer ekonomik kaynak haline gelmiştir; halkın bu hizmetler için ödeme yapması istenmekte, vergi yükü değişmemekte ve dolaylı vergiler artmakta, böylece işletmeler sistemi desteklenmeye devam edilmektedir.
Bu alanda bile devletin sosyal devletten KÂR DEVLETİ’ne doğru değişen rolü açıktır; yani devlet, uluslararası rekabeti desteklemek için mali kârlara boyun eğmiştir. En derin değişim, iş sisteminde ve sosyal koruma sisteminde olmuştur. Sosyal devletin yerini almakta olan işletme-devleti, yani merkezine piyasa mantığını, kârların korunması ve arttırılması hedefini koyan bir Kâr Devleti, sosyal hakları iyi niyet bağışlarına dönüştürür; kâr, esneklik ve üretkenliği ‘sosyal ilahiyat’ın yeni biçimleri haline getirir. Mümkün olan tek kalkınma modelinin ilham aldığı bu felsefeye göre, sosyal harcamalar uluslararası yüksek rekabet sistemine uymamaktadır ve vazgeçilmez toplumsal ihtiyaçlarla arabuluculuğa yer yoktur.
Kâr Devletinin yeni rolü, örneğin Maastricht Avrupası’nın ortaya çıkardığı tekno-merkezci çözümler yoluyla tanımlanmaktadır.
Sosyal Devletin bugünkü krizi aslında devletin değişen rolü ile yakından bağlantılıdır; çünkü ekonominin geçirmekte olduğu olağanüstü dönüşüm, iş piyasasında daha fazla esneklik gerektirmekte, Fordist devirle bağlantılı devlet biçimini yetersiz kılmaktadır. İşgücü piyasasındaki bireylerin aralıklı devamlılığı ve ‘açık tarihli iş sözleşmesi’ni korumaya dair dar perspektifler ile kitlesel sanayi işgücünün rolü ve tipik biçimi değiştirildiği gibi, sosyal ve geleneksel korumacı sistemi hali hazırda karakterize eden sorunlara ek olarak başka yeni ve ciddi sorunlar da ortaya çıkmaktadır.
Şu açıktır ki, sosyal devletin krizi ve toplumsal çelişkilerin ortaya çıkış biçimlerinin belirlenmesi, kalkınma modelinde köklü bir değişim sağlayacak bir perspektife sahip olmak için temel konular olarak görülmelidir. Aslında şu anlaşılmalıdır ki, refahın reformu, sermaye birikiminin yeni süreçlerine yol açmak için devlet kurumlarının elindeki araç durumundadır.
Bu hedefe ulaşmak için, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetleri gibi temel alanlarda tasarruf politikası, sosyal harcamalarda kesinti, kamu mülklerini (işletmeler ve sosyal konutlar) satma ve temel hizmetlerin tedarikini özel kuruluşlara verme, hatta kamu hizmetini bütünüyle özel şirketlere devretme (örneğin sosyal emeklilik ödentileri yerine özel sigortaların getirilmesi) yoluyla refahın (sosyal devletin) özelleştirilmesi politikasını benimsemişlerdir.
İş pazarının ve iş / işçi bulma kurumunun reformu bile, giderek daha da güçlü bir özelleştirme süreci doğrultusundadır. Yeni ‘işe alma’ sisteminde uzmanlaşmış acenteler doğmuştur ve bu sistem, geçici iş ve esnek işgücünün binlerce yeni biçiminden oluşmaktadır.
Her yurttaş için sosyal koruma sağlama görevini terk eden, her tür evrensel hakkı tahrip eden, sefalet içindeki insanların refahını sağlama işini ‘yük’ olarak gören bir Kâr Devleti söz konusudur.

ESNEKLİK
İşgücü politikaları açısından ‘Anglosakson’ modeli ve ‘Renan’ modeli, yani Amerikan ve Avrupa modelleri, iş ve ücret esnekliği bakımından giderek daha da benzeşmektedir.
Yeni ‘sömürge’ ülkelerde üretimin de-lokalizasyonu süreci hâlâ devam ederken, ekonomik olarak en gelişmiş bölgelerde işsizlik artmakta ve giderek artan sayıda yeni türden ‘tipik olmayan’ işler denenmektedir. Bu tür işler toplu sözleşmelerle düzenlenmemekte, bu nedenle esnek işgücünü genişletmektedir.
Esnek işgücü, mesleki hareketlilik, işin gerektirdiği her işleve uyum sağlama becerisi, her an işe hazır olma, iş saatlerinin uzatılması, ücrette güvencesizlik, milyonlarca işçiyi küresel finans hâkimiyeti çağının yeni köleleri haline getirmektedir.
Bütün bunlar, ‘rekabet’ adına işçi haklarından fedakârlık edilmesi gerektiği için olmaktadır.
Politik alanda, demokratik alanın daraltıldığı açıkça görülmektedir; kurumlar açısından, her seçimde oy kullanma oranının giderek düştüğü, sayısı her geçen gün artan bir kitlenin kendilerini özdeşleştirecekleri bir politik temsilden mahrum oldukları ve Avrupa için en uygun politik model olarak tanımlanan iki turlu sistemin de kurumlara girişi kısıtladığı görülmektedir. Açıkça görülen bu durum sendikal alanda da uzun zamandır sürmekte, anti-demokratik kurallar işçilerin uzlaşmacı ve işverene dayanan geleneksel sendikalar dışında örgütlenmesine engel olmaktadır.
Askeri alanda, bu mali, ekonomik ve sosyal gelişmeler, silahlı çatışmaların artmasına neden olmaktadır.
Yugoslavya’ya saldırı, Afganistan’daki savaş, Filistin’deki askeri işgal, Irak’a karşı askeri müdahale tehdidi en yakın ve bariz örneklerdir; ama dünya çapında irili ufaklı birçok ülkeyi kapsayan daha onlarca çatışma vardır; hatta atom silahları bile bu çatışmalarda yeniden gündeme gelmektedir.
Bu durumda savaş, rekabeti desteklemenin bir yolu olmayıp, ‘REKABET’in kendisidir; çünkü bu, inanılmaz sayıda artan ve belki akıldışı ve saçma görünen savaşların, savaş sanayisi ile yani dünyanın en güçlü sanayilerinden biri ile bağlantılı olup, devletler ve diplomatik müdahaleler yoluyla, ve muhtemelen insani yardım bahaneleriyle doğrudan kendi piyasalarını yaratmaktadır.

ULUSLARARASI REKABETİN ETKİLERİ
Rekabetin bu etkileri, hem zengin ülkelerde hem de azgelişmiş dünyanın varoşlarında, bu gelişmeden çıkarı olanlar ile onun cezasını çekenler arasında bariz bir bölünme yaratmaktadır. Bu ceza çekenler arasında dünya çalışanlarının büyük bir çoğunluğu yer almakta; gelişmiş ülkelerde yapısal işsizlik, gelirde düşme ve işçilerin yaşam koşullarında kötüleşme olarak kendini gösterirken, varoşlarda da açlık ve ümitsizlik biçimini almakta ve bir toplumsal aşağılanma sürecini daha da ağırlaştırmaktadır.
Bu varoşlar, 1960 ve ‘70’lerde olduğu gibi Orta Afrika ya da Bangladeş gibi ülkeler olmayıp, kapımıza kadar gelen Rusya, Balkanlar ve Kuzey Afrika gibi ülkelerdir.
Finans ve teknolojinin kalkınmanın temel ayaklarını oluşturduğu küresel bir dünyada yaşıyoruz.
Teknoloji ve finans hâkimiyeti dünyanın bütün ülkelerine ve halklarına eşit oranda yayılmadığı ve gelişmiş ülkelerde yoğunlaştığı için, bu dönemin karakteristik özelliklerini finans belirlemektedir.
Ancak bu ülkeler ‘bütün insanlığın’ genel gelişimi adına, hatta çalışanlar adına hareket etmemekte, aralarında rekabet ve çatışmaların olduğu ekonomik bloklarda örgütlenmektedirler.
Bu nedenle, piyasa ve rekabet ‘mistisizmi’, birisinin ‘turbo-kapitalizm’ olarak adlandırdığı bu çılgın işleyişte işçilerden, işsizlerden, emeklilerden kendi haklarından vazgeçmelerini istemeye kadar varmaktadır.
Başka bir deyişle, işçiler ve halkın çoğunluğundan, vazgeçilmez sosyal, ekonomik ve politik haklara sahipken, genel çıkarlar adına değil de şirket çıkarları için ve Amerika ve Asya’daki ‘RAKİPLERİNE’ karşı Avrupa’nın finansal, ekonomik ve politik gücü lehine somut çıkarlarından vazgeçmeleri istenmektedir.
Bu feragat ‘rica’ yoluyla değil, devletin ve onun organlarının zorunun, özel, ama modern kullanımı yoluyla dayatılmaktadır.

ÜCRETLER
Finans merkezli mevcut ekonomik çerçevede ücretlerin artması için verilen mücadele, medyanın, partilerin ve uluslararası konfederatif sendikaların her gün bize anlattığı gibi korporatif bir mücadele değildir.
Son yıllarda görülen ücret daralması ve üretkenlikte artış sosyal refahı yükseltme değil, mali spekülasyon amacı gütmüş, böylelikle yatırımlar ve sosyal kalkınma için ayrılan sermaye küçülmüştür.
Sermayenin bir bölümünü, başta sosyal hizmetler alanında olmak üzere tüketimde artış yoluyla yeniden üretime sokmak, hayali ekonomi yerine gerçek ekonomiye nefes aldırmak ve istihdam şansını arttırmak demektir.
Daha iyi ücret talebinde bulundukları için işçileri suçlayanlar aslında bütün toplumu yoksullaştırmak isteyenlerdir; bu nedenle işçilerin daha fazla ücret için yürüttükleri kolektif mücadeleyi korporatif bir mücadele olarak değil, sosyal savunma mücadelesi olarak görmek gerekir.

PARA AVRUPASI
Yukarıda belirtilen gelişmelerin izini AB sözleşmelerinde görmek mümkündür. Günümüz Avrupası halkın Avrupası değil, bankaların ve ekonomik bloklar arasındaki uluslararası rekabetin Avrupa’sıdır. Bu, sosyal alandan, çalışanlardan / emekçilerden; borsa, emeklilik fonları ve uluslararası sermaye hareketleri vasıtasıyla mali spekülasyon lehine büyük bir transfer anlamına gelmektedir.
Halk için ise bu, somut olarak daha düşük gelir, esnek işgücü şeklinde iş güvencesinden yoksunluk, kötü çalışma koşullarını reddedenlerin işsizlik tehdidiyle karşı karşıya kalmaları, tüm sosyal hizmetlerin paralı hale gelmesi, ulaşım giderlerinin artması, özelleştirmeler ve kesintiler yüzünden büyük kamu hizmetlerinin yıkıma uğraması gibi daha da uzatılabilecek ama bilinen şeylerden oluşan bir liste demektir.
İşaret edilmesi gereken anlamlı bir veri şudur: Maastricht kriterlerine uymak ve Euro sistemine girmek için izlenmesi gereken sosyal haklarda ve ücretlerde daralma politikası, birçok ülkede sosyal demokrat ya da ortanın-solu hükümetler tarafından uygulanmaya konmuştur. Bütün ülkelerdeki geleneksel konfederatif sendikalar moneter / parasal mantığı kabul etmiş ve işçi hareketini güçlü savunma ve saldırı araçlarından yoksun bırakmıştır.
Son yıllarda sol partilerin ve sendikaların yönetici gruplarının atanması işi yanında, inceden inceye yürütülen bir ideolojik kampanya da ortaya çıkmıştır.
Kültür dünyasının ve aydınların da neredeyse tam katılımına tanık olan bu saldırı, gerçek seçenekleri mistikleştirilmiş bir görünümle sunulmuştur. Sonra da, çalışan işçilerin bankaların Avrupası’na boyun eğmesi, anlaşma, sosyal diyalog olarak adlandırılmış, yani hayali bir genel çıkar yaratılmıştır.
Genel bir değer olarak görülen rekabet işçiler arasına bile sokulmuş, böylece derin bölünmeler yaratılarak kolektif tepki kapasitesi büyük ölçüde zayıflatılmıştır.
Bugün ‘genel’ çıkarlarını gözetmeksizin kendi çıkarında ısrar edenler korporatizm ile suçlanmakta ya da izole edilmekte, hatta biraz abartılarak söylenirse baskıya uğramakta -tabii ki demokratik yollardan- ve İtalya örneğinde olduğu gibi, kamu hizmetleri sunan yerlerde grev hakkını kısıtlamak için yapılan müdahaleler bunu kanıtlamaktadır.
Son 20 yıldır işçiyi işçiye düşürmek ve onları birey boyutuna indirgemek için çok çalıştılar; sınıf bilincini ve birliğe dair tüm referansları parça parça yok etmeye çalıştılar.
Rekabet ideolojisi, kitlesel iletişim araçlarının gücü, aydınların teslimiyeti, işçilerin ve halk katmanlarının kolektif kimliğinin çalınmasında önayak olmuş; onları Tanrı Pazarı’nda yalnız bırakmış ve böylece ekonomik ve sosyal açıdan reorganizasyon süreçleriyle, siyasi açıdan ise işçi hareketinin yönetici gruplarının tayini ile başlatılmış olan işi tamamlamıştır.

MALİ SERMAYE ‘KARA DELİĞİ’
Bu ideolojik aygıtlar, örgütlenmeye çalışan ve sosyal gerileme süreçlerine karşı çıkan tüm sosyal güçleri ayırt eder durumdadır. Bunun çalışan kesim üzerinde iki esaslı etkisi vardır:
Birincisi, işçi sınıfının maddi çalışma koşullarıyla yakından ilintilidir: sosyal alçaltma, sosyal devletin kesin olarak tahrip edilmesi, ağır vergilerin artırılması;
İkincisi ise, demokrasi ile ilintili olup işçilerin hiçbir şeye karar verme yetkilerinin olmamasıdır.
Demokrasi hırsızlığı ve gelir (maaş) hırsızlığı, büyük ekonomik kaynakların işçi sınıfından Avrupa finans merkezine aktarılması için esas sebepler, olması gereken şartlar ve yapısal ihtiyaçlardırlar. Bunu yaparken de, hükümetlerin ya da devlet sendikalarının politik çizgileri bir yana, toplumun tüm unsurlarını finansal dinamiklere bağlı kılmayı amaçlamaktadırlar.
Yalnızca işçiyi değil işi de tahribata uğratan, o politik, ekonomik ve sosyal gelişmeleri yaratmak için hâkim bir finansal boyuta doğru giden ekonominin bu dönüşümüdür; sanki ekonomide bir kara delik oluşmuştur: her şeyi yutan ve içerisinde işçilerin ve toplumun tüm kazanımlarının yok olduğu bir kara delik.
Mali sermayeden bahsederken metafizik ve önceden bilinmeyen kurumlardan değil net tanımlanmış banka kurumları, iyi tanınan çokuluslu grup ve bir (tür) politik sendika sınıfından bahsediyoruz. Bu sınıfın sermaye güçleriyle sadece ittifak içerisinde değil aslında onlarla bir bütün haline gelmesini, özelleştirme ve emeklilik ödentileri gibi ekonomik faaliyetlere borçluyuz. Dahası mali sermayeden bahsederken, Avrupa çapında daha geniş ekonomik gruplar, sermaye merkezleri ağları oluşturarak ‘kendi’ Avrupalarını kurmakta olan kurumlardan bahsediyoruz.
Bu yüzden, işçi sınıfı hareketinin gelişimi için bu sermaye boyutunun mahkûm edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü zaman geçtikçe, bu boyut, her türlü dengeli sosyo-ekonomik ve politik gelişim hipotezinin düşmanı olarak artacaktır ve dolayısıyla işçi sınıfının ve çoğunluk Avrupa halkının da düşmanı olacaktır.
İşçi sınıf hareketinin yeniden yaratılması, şüphesiz ki, maddi koşulların savunulmasından başlamalıdır; fakat tanımlanmış değer yargılarına ve genel referans noktalarına, yani kısacası giderek artan çarpık sosyal gelişmeye karşı çıkacak bir kimliğe eşit derecede önem vermelidir. Bu değerler, sermaye güçleri tarafından uluslararası güç ve ilişkiler projesi adı altında tanıtılmakta ve bunlardan dolayı önceden beklenen tehlikeli ve artık giderek artan boyutta trajik görüntüler beklenmektedir.
Radikal bir sendikal anlayışın yeniden yaratılması, bu her iki aşamayla da yüzleşmek, uygun cevaplar bulmak anlamına gelmektedir.
Somut olan, mücadele ve örgütlenmenin hâlâ desteklenmesi ve gücünün çoğaltılması gereken temel araçlar olmalarıdır ama genel bakış açısı için de bir cevap vermek gerekmektedir. Genel bakış açısı derken, kimlik açısından, sermayenin empoze ettiği çarpıtılmış görüntüye karşı işçilerin kolektif görüşlerini destekleyecek bir kimliğin olması önemlidir.
İdeolojik ve dini etkinlikler, günümüzde genel bir ‘global’ mekanizma, yani market olduğunu iddia etmekteler ve buna her şeyin ve herkesin teslim edilmesini gerektiği görüşündeler.
Eğer işimizi kaybedecek olursak kaygılanmamıza gerek yok, çünkü bu yolla ‘sistem’ daha iyi çalışmakta; eğer gelirlerimiz düşürülecek olursa kaygılanmamıza gerek yok, çünkü bu yolla ekonomimiz Avrupa’da ve rekabet gücüne sahibiz demektir; toplu taşıma araçları kullanım fiyatları artarsa ve hizmetler daha kötüye giderse kaygılanmamıza gerek yok, çünkü özelleştirme böyle daha iyi işliyor (‘yarın bize daha iyi bir gelecek sağlayacak olan’ aynı özelleştirme); inanacağımız ve oyumuzu kullanacağımız bir parti bulamıyorsak kaygılanmamıza gerek yok, çünkü denge ve politik modernlik sunacak tek sistem iki kutuplu sistemin kendisidir!
Bu sonsuz formülü bize dayatarak/sunarak, uygulamak istedikleri en kötü etkinlikleri desteklememizi teklif ediyorlar.
Fakat bizim düşüncemiz, tam da, bu eğilimin tersyüz edilmesinden yana, çünkü çalışanlar işyerlerinde, ekonomik ya da varolan günlük maddi sorunlarla ve rizikolu perspektiflerle karşılaşıyorlardır. Bizce her değerlendirmenin ve seçeneğin başlangıç ve kaynak noktası, ‘sistem’ değil ama işçilerin kişisel ve kolektif yaşamlarının somutluğu ve gerçek durumları olmalıdır: onların ihtiyaçları ve hakları.
Somutluklardan söz ederken sadece katı ekonomik kavramlardan bahsetmiyoruz, ama aynı zamanda, yaşam ihtiyaçlarından, bundan da öte, işçilerin toplumdan beklentilerinden: bilimsel ve teknik gelişmelere uygun bir kültür ve şekillendirici düzeye ulaşma ve onu muhafaza etme, her yurttaş için sağlık ve sosyal güvenlik, makul nitelikte iş ve barınma garantisi istiyoruz.
Bir başka deyişle, bizce geçerli olan bir değer yargıları sistemini yeniden yaratmak istiyorsak, yeni uluslararası şartlar içerisinde işçilerin somut durumlarından başlamamız gerekiyor, çünkü bu bugünkü üretimin boyutudur ve işçiler arasındaki sonuç ve gerekli çokulusluluğu aynı ekonomik ve maddi sürece tabi tutmaktır.
Bizim görüşümüzce şunlar kuvvetli bir işçi kimliğinin bütünleyici parçalarıdırlar: daha eşit ve dengeli bir toplum fikrinin olumlanmasında, sağlam, alternatif ve radikal bir sendikal hareketin yeniden oluşturulmasında anti-kapitalist, anti-emperyalist değerler çalışmamızın temelini oluşturmalıdır.

HAVAYOLLARI ÇALIŞANLARININ ULUSLARARASI TOPLANTISI
20 Nisan’da İspanya’dan STAVLA sendikası, Bask illerinden LAB, Yunanistan’dan PAME, Fransa’dan Sud Aerien, Hollanda’dan AEI/De ve UNIE, İtalya’dan SULTA-CUB ve CUB Ulaşım ve SABENA ve Ligabue çalışanları temsilciler arasında bir toplantı gerçekleşti.
Toplantıda her ülkenin hava ulaşım sektörleriyle ilgili tecrübeler aktarıldı.
Sabena çalışanlarından bir delege de bu toplantıya katıldı. Bu işçiler, şirketlerinin batmasından sonra işlerini kaybetmişlerdi.
Ekonomik ve yasal çalışma şartlarına saldırının temel kaynağı ve yapılan çeşitli müdahalelerin değerlendirmelerinden görülüyor ki, liberal politikalar, Avrupa Topluluğu tarafından benimsenen kuralsızlaştırma ve özelleştirme, ulusal devlet ve hava yolları firmalarından kaynaklanmaktadır. Daha da ötesi, sürekli ve yoğun bir şekilde esnek işgücüne başvurmak, işçi cephesini giderek zayıflatmaktadır.
Mümkün olduğu kadar daha fazla kâr güden bu politikalar, ayrıca yolcular için kaygılandırıcı derecede güvenlik standartlarının kötüleşmesine de yol açmaktadır.
Bu kaygılandırıcı çerçeve karşısında, geleneksel Avrupa sendikaları arasında bu korkunç gelişmelere karşı çıkacak gerçek bir genel istek mevcut değil.
Ülkelere özgü durum farklılıklarına rağmen, katılımcılar, hak taleplerinde bulunmak için, hem hava yolları çalışanlarına özgü hem de ülkelere özgü ortak platform bulma konusunda hemfikirlerdi:
• Hava yollarını toplu taşıma ve sosyal servis olarak görüp savunmak. Servis endüstrisinin genişlemesine ve bu alanın özelleştirilmesine karşı mücadele etmek.
• Özelleşmiş ve parçalanmış firmalarda bugüne kadar kazanılmış meslek, gelir seviyeleri ve iş haklarının korunması (sosyal ek madde).
• Avrupa ve ülkeler çapında tüm meslek kategorileri için genel kontrat kuralları.
• Esnek çalışmaya karşı çıkmak.
• Tek bir ülkede bile olsa işçilere karşı olası bir saldırıda somut yeni tür sempati yolları bulmak.
• Greve gitme hakkını ve sendikaların özgürlük hakkını savunmak.
• Çevreyi koruyarak Havayollarının geliştirilmesini desteklemek.
• Sağlıklı çalışmayı ve çalışanların güvenliğini geliştirmek.
Bu toplantıda bulunan tüm sendikalar ve delegeler, bu atılan adımın daha da genişletilip havayolları alanında çalışan diğer sendikalara da götürülmesinde hemfikirler. Bu toplantıda olmayan bu sendikalar da bu çağrının amaçlarını paylaşıyorlardır. Bunu yapmak için düzenli aralıklarla fikir alışverişinde bulunmaya ve bunun için de koordineyi sağlayacak sürekli bir organ kurmaya karar verdik.
Toplantıya katılan sendikacılar ve delegeler, bu yeni adımı daha işler hale getirmek ve atılacak yeni adımları belirlemek için bir sonraki toplantıyı mümkünse Haziran ayında Brüksel’de yapmaya karar verdiler.
Roma, 20 Nisan 2002

“Terörizme karşı mücadele” gerekçesiyle tırmandırılan emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadele üzerine

“Terörizme karşı mücadele” gerekçesiyle tırmandırılan emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı mücadele üzerine
(Belçikalı mücadeleci sendikacıların Üçüncü Uluslararası Sendikal Konferans’a sundukları tebliğ.)

JEF BRUYNSEELS
(FGTB sendikası Anvers bölge yönetimi üyesi ve Eççon Chemicals işyeri temsilcisidir.)

1. 22 MAYIS ÇARŞAMBA, BRÜKSEL: CLABECI’IN 13 İŞÇİ TEMSİLCİSİ BERAAT ETTİ
22 Mayıs Çarşamba, Berlin: Bush’a ve savaşa karşı 20 bin kişi yürüdü, İtalya’da ve Caen’de Bush’a karşı gösteriler düzenlendi.
22 Mayıs Çarşamba günü, Belçika’daki militan işçi hareketi tarihsel bir gün yaşadı. Üç yıl süren yargılamadan, 60 duruşmadan, bir o kadar eylem ve gösteriden sonra, adalet kararını verdi: Clabecı demir-çelik işletmelerinin 13 işçi temsilcisi beraat etti. Tarihsel bir zafer!
Bu temsilcilerde dikkat çeken ve uluslararası işçi sınıfının öncü güçleri içinde yer etmelerini sağlayan şey, bükülmez sınıf tutumudur. İşletmelerinin kapatılmasına karşı mücadeleleri, adaletsizliğe ve baskıya karşı uluslararası mücadelenin bir parçasıdır. Tek bir düşman biliyorlar: Kapitalizm ve emperyalizm.
Baş temsilci Roberto Orazio’nun, kendilerini desteklemeye gelen 1500 göstericiye, Adalet Sarayı önünde yaptığı konuşmada söyledikleriydi bunlar. Sınıf adaleti onun kişi olarak beraatına karar vermişti, ama bu, yeryüzünde adaletsizliğin sona erdiği anlamına gelmiyordu.
Şöyle devam etti Orazio:
“Afrika’nın bir köşesinden bir genç kız, zorla verilmek istendiği kişiyle evlenmekten kurtulmak için, demokratik zannettiği bir ülkeye geldi. Gelir gelmez, hemen bir kampa kapatıldı. Ve işler bununla da bitmedi. Ülkemizde, sınır dışı edilen bir kişinin ağzına yastık basarak bağırmasını engelleyen bir yasaya, onay verenler oldu. Sesi duyulmasın diye jandarmalar tarafından ağzına yastık basılarak öldürülen bu genç kadının adı Semira idi. Bu türden adaletsizlikleri ve “dünyanın her sefaletini ülkemizde barındıramayız” diyen anlayışı kabul edemeyiz biz.
Yoldaşlar, bu olup bitenleri kabul etmek zorunda değiliz. Bir göçmen olarak ben, dünyanın sefaletlerinden kaçmak için değil, çalışmak için buraya geldim ve bugün Clabecı işçilerinin kazanmasını sağlayan da, kararlılıktır.”
Clabecı’li işçi temsilcileri, birer terörist gibi sunulmuşlardı. Beş sene süren mahkemeler neticesinde Roberto, kendisinin bu durumdaki tek kişi olmadığının, haklarını savundukları için medyada bu türden muameleye maruz kalan çok kişi olduğunun farkına vardı : “Yanımda, Filistin bayrağını sallayan bir bayan görüyorsunuz. Kendi kendime kaç kez sormuşumdur: hücum tanklarıyla saldırılan, çocukları katledilen, yaşam mücadelesi terörizm olarak damgalanan bir halk nasıl acı çekiyordur, diye. Bu insanlar, benimkinden çok daha zorlu bir kavga veriyorlar. Ama yoldaşlar, o da bizim kavgamızdır. Herkesin kardeş ve iyi niyetli olduğunu sanan saf yaklaşımı artık terk etmeliyiz. Filistin halkı yok edilmek isteniyor ve biz de, şimdiye kadar olduğundan çok daha açık bir tutum takınmalıyız. Eğer bir yerde bazıları, silahlara, ordulara, roketlere sahipse ve çocukların üzerine ateş açmaktan sakınmıyorsa, artık orada söz konusu olan kardeşlik, iyi niyet filan değildir. Anlaşılabilir olanın ötesine geçilmiş demektir.”
Avrupa’nın her yanında ayağa kalkan, uluslararası planda global kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleye atılan bu türden sendikacılara sahip olmaktan gurur duyuyoruz.

2. ARTAN SALDIRGANLIK VE DÜNYANIN HER TARAFINDA SAVAŞ TEHLİKESİ
Bugün emperyalizm savaş demektir. Halklara karşı ve boyun eğmeyi reddeden ülkelere karşı savaş. Her militan sendikacının önünde de, savaş kundakçılarına ve emir verenlere karşı mücadele görevi durmaktadır.
13’lerin Brüksel’de beraat ettikleri gün, Bush’da Avrupa’daki diplomatik seferine başladı. Hükümetlerin, Amerikan politikası arkasında hizaya girmesini istiyor. ABD, “terörizme karşı mücadele” adına, Irak halkına karşı yeni bir savaş başlatmak istiyor.
Brüksel’de geçen 13 Aralık’ta 100 bin emekçi, Avrupa Birliği’ne karşı gösteri yapmıştı. Aynı akşam, mücadeleci sendikacıların düzenledikleri toplantıda, Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen 15 sendikacı söz aldılar. İşte, yapılan konuşmalardan bazı önemli bölümler:
* Yunanistan PAME temsilcisi Georges Mavrikos, savaş hazırlıklarını teşhir etti:
“Son aylarda dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Yunanistan’da da, Amerika’nın, NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin; bugün Afganistan halkına, yarın belki Irak halkına ve daha öteki gün de başka halklara karşı ilan ettikleri savaşa karşı, kitlesel militan bir hareket gelişti.
Bu savaş, terörizme karşı olmak adı altında yürütülmektedir. Gerçekte ise, emperyalistler halkları terörize etmek, emekçilerin demokratik haklarını gasp etmek, petrol ve doğalgaz yollarını denetlemek, uyuşturucunun üretimi ve dağıtımını kontrolleri altına almak ve halklara yeni ekonomik yükler bindirmek istiyorlar. Sendikal hareket, emperyalistlerin bu kirli savaşını durdurmak, NATO’yu lağvetmek, Avrupa Birliği’nin terörist yasalarını iptal ettirmek için mücadele etmelidir.”
* Almanya Ver.Di sendikası Münih Bölge Yönetimi Yürütme Kurulu üyesi Sabine Pustet, sendikalara karşı savaş açan Schröder’i eleştirdi:
“Federal Almanya Cumhuriyeti metalürji sendikası, Afganistan’daki savaşla ilgili olarak bazı dikkatli eleştirilerde bulunmuştu. Başbakan’ın buna yanıtı ise, sendikaların dış politikadan anlamadıklarını söylemek ve üyelerinin maddi çıkarlarının savunusuyla ilgilenmelerini tavsiye etmek oldu.
“Tabii ki kapitalistler, sendikaların üç kuruş davası gütmelerini tercih ederler. Ama eğer sendikalar, üyelerinin bizzat yaşamına kasteden savaş tehlikesine karşı bir şey yapmazlarsa, bu üç kuruşun da pek sefasını süremezler.
“Bugün ‘Avrupa’nın Birliği’ denen şey, zamanında, Hitler planları içerisinde de yer alıyordu. ‘Avrupa kalesi’nin huzur veren hiçbir yanı yok. Huzur getireceğini düşünenleri uyarmamız gerekiyor. Kimse ne güvenliktedir, ne de koruma altındadır. İşin doğrusu, bir barut fıçısı üzerinde oturmuş bulunuyoruz.
Şimdiki kriz, bağrında muazzam bir tehlikeyi taşıyor: Can çekişmekte olan bir üretim tarzını, savaş yoluyla yeniden kurtarmak istiyorlar.”

3. ASKERİLEŞME VE FAŞİSTLEŞME: 1989’DAN BERİ AĞIRLIKLI EĞİLİM
1989 Doğu Avrupa karşı devriminden bu yana, faşistleşme ve askerileşme, emperyalizmin ağırlıklı eğilimi durumuna geldi.
Doğu’da kapitalizmin restorasyonu üzerinden iki yıl bile geçmemişti ki, üçüncü dünya ülkelerine karşı geniş çaplı ilk savaşa tanık olduk: Irak’a karşı savaş.
Bugün tavsiyelerini Pentagon’a vermekten sakınmayan Andrew Marshal, bu savaşın hedeflerini şöyle açıklıyor: “Askeri işlerde büyük sıçrama bakımından Körfez Savaşı, yeni teknolojilerin doğal bir alanda denendiği bir ilk örnekti.”
“Doğal alanda” “deneme”!
Irak’ın güneyinde kanser vakaları, son on üç yılda on kat arttı. Genetik deformasyonların sayısı yirmi kat arttı. Iraklı kadınlar hamile kaldıkları zaman, jinekologlara doğacak çocuğun cinsiyetini sormuyorlar, normal bir çocuk mu, yoksa bir hilkat garibesi mi doğacağını merak edip soruyorlar… ABD; Irak, Yugoslavya, Afganistan gibi küçük ve kuvvetsiz ülkelere karşı, geliştirdiği son teknolojileri kullanıyor ve deniyor. Şimdi ise, bu denemeleri daha geniş bir alanda gerçekleştirmek istiyor.

3.1. Soğuk savaşın sonu, askeri bütçelerde büyük artış!
Bundan iki yıl kadar önce Bush, askeri harcamaların, önümüzdeki dokuz yıl boyunca 45 milyar dolar arttırılacağını ilan etti. Gerçek durum, seçim vaatlerini de aşıyor. 2000 yılında 289 milyar dolar olan askeri bütçe, 2007’de 470 milyar dolara ulaşacak. Yani yaklaşık iki katına çıkacak!
Kırk yıl boyunca askeri harcamalar, sözde sosyalist kamp tehlikesi ileri sürülerek meşrulaştırıldı. Emperyalist bloğun hegemonya hevesini dindirmeye yetmeyen Doğu’daki karşı devrim, daha fazla harcama için kesenin açılmasını beraberinde getirdi. Tek kutuplu ve savaşsız bir dünya yaratmak yerine, uluslararası tekellerin iştahlarını açtı. Sistemin ekonomik krizine bir çare bulmak yerine, savaş belasını da ekleyerek krizi derinleştirdi.
Bush, yedi tane başıboş terörist devlet sıralıyor: Küba, Kuzey Kore, Irak, Iran, Libya, Suriye ve Sudan.
Hâlbuki ABD’nin askeri bütçesi, bu yedi devletin askeri harcamalarının toplamından 26 kat daha fazladır. Bu yedi devlete Rusya ve Çin’i de eklesek, yine de dokuz devletin askeri bütçelerinin toplamı, ABD’ninkinin sadece yüzde 29,5’i tutar.
Küba’nın savunma bütçesi, ABD’ninkinin yüzde 0.18’i, Kuzey Kore’ninki ise yüzde 0.33’ü düzeyindedir.
Peki, o halde, kim kimi tehdit ediyor? Kim başıboş serseri devlettir? Terörist kimdir?

3.2. Savaş sanayi, en büyük tekeller için bir nefes borusudur
ABD, kendi uluslararası tekellerinin, özellikle de savaştan beslenen dev tekellerinin çıkarlarını korumak ve isteklerini tüm dünyaya dayatmak için, dişinden tırnağına kadar silahlanıyor. Bush, askeri bütçeyi 48 milyar dolar arttırmak istiyor. Muhafazakârların ve önde gelen generallerin talep ettiği gibi, askeri harcamaları ulusal
bütçenin önemli bir bölümü düzeyine çıkarmayı hedefliyor.
ABD’nin bu mükemmel vurucu kuvveti, Avrupalı uluslararası tekelleri kaygılandırıyor. Onların henüz, kendi çıkarlarını savunup koruyacak ayrı bir silahlı kuvvetleri yok.

3.3. Zihinlerin askerileşmesi
Avrupalı sanayicilerin Yuvarlak Masası ilan ediyor: “Ortadoğu’daki 1990 krizi, teknik ve ekonomik ilerleyişimizi sergileme bakımından karşılaştığımız zorlukları gözler önüne serdi. Avrupa’nın paradoksu, ekonomik bakımdan bir dev, ama politik bakımdan bir cüce olmasında yatmaktadır. Avrupa’nın Körfez’de hayati çıkarları ve yapılması gerekenle ilgili de fikirleri vardı. Ama zora başvurma zamanı geldiğinde, Avrupa’nın ne karar mekanizmaları ne de müdahale imkânları vardı. Avrupa Topluluğu, kendi dış politikasını başkalarına (ABD’ye) bırakarak, ekonomik sorunlarını çözemez.”
Avrupalı patronlar varsın, bir askeri kol talep etsinler, bundan daha doğal bir şey yoktur. Ama Attac adlı kuruluşun fikir babası, Le Monde Diplomatique dergisinin yayın yönetmeni İgnacio Ramonet aynı görüşleri savununca, gariplik orada yatıyor. “Avrupa Birliği ekonomik bir dev olmakla birlikte, diplomatik bir cüce kalmaya devam ediyor ve her önemli olayda bu konumunu teyit ediyor. Otonom, sağlam ve etki yaratacak bir savunma olmadan, hiçbir dış politika güven verici olamaz. Avrupa Birliği, bir dünya vizyonuna ve güçlü ortak bir projeye sahip olmadığı için, uluslararası planda güven vermeyen bir aktör olarak kalmaya devam ediyor.”
Bütün Avrupa sosyal demokrasisi de bu savaşçı vizyonun kuyruğuna takılmaktadır. Jospin, bunun dışında değildir: “Avrupa şimdi, global bir müdahale doktrinine ve güç uygulama imkanına sahip olmalıdır. Avrupa çapında ortak silahlanma yatırımlarına daha çok ağırlık vererek devam etmeliyiz.”
Avrupa sosyal demokrasisinin bu bakımdan azımsanmayacak bir tecrübesi zaten var. 1914’te Birinci Dünya Savaşı sırasında, Alman ve Fransız işçilerine, birbirlerini boğazlama çağrısında bulunmuştu. Sonuç, sömürgelerin yeniden paylaşılması uğruna 9 milyon ölü ve yirmi milyon yaralı oldu. Sosyal demokrasi bugün yine, Avrupalı tekellerin emirlerine amade bekliyor.
İşte ekonominin ve politikanın askerileşmesine, zihinlerin askerileşmesinin de eşlik etmesi, böyle oluyor.

3.4. Sosyal güvenliğe ve sağlık hizmetlerine karşı savaş ilanı
Herkesin her gün fark ettiği tüm bu sağa kayma, tümüyle ve derinden, emperyalizmin benimsediği radikal savaş yanlısı tutuma bağlıdır. Avrupa burjuva partileri “güvenlik” konusunu, günlük bir sorun ve kaygı haline getirmeyi başardılar. Bu konu, sıradan insanları, sürekli olarak daha fazla ordu ve polis talep etmeye itiyor.
Sendikacıların bu sözde çözüm yönteminin teşkil ettiği tehlikeye dikkat çekmesi gerekmektedir. Savaşın bizzat en üst düzeyde güvensizlik manasına geldiğini halka anlatmak gerekiyor. Zira bir savaş durumunda, silahlanmaya, içeride ve dışarıda mevzilenen silahlı kuvvetlere daha fazla para gerektiği içindir ki; kamu hizmetlerine, sağlığa, okula, bayındırlık işlerine, yani kısaca halkın güvenliğine daha az para ayrılacaktır.
Geçmişte Amerikan Hava Kuvvetleri’nin bir subayı iken, bugün savunma uzmanlığı yapmakta olan Franklin Spinney şöyle diyor: “Gayri safı milli hâsılanın yüzde 4’ünü askeri harcamalara ayırmak demek, sosyal sigorta ve sağlık harcamalarına savaş ilan etmek demektir.” Savaş endüstrisine yatırım yapanlar halkla alay ediyorlar. Böyleleri aynı anda Avrupalı, Amerikan veya Japon silah tekellerine yatırım yapabiliyorlar, burada tek kıstas kârdır.
Eğer insanlar, güvenliklerini garantiye almak istiyorlarsa, savaşa karşı mücadele etmelidirler. Güvenliklerini garanti altına almak istiyorlarsa, savaşın kaynağı olan emperyalizme karşı mücadele etmelidirler.

4. DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDA DİRENİŞ YÜKSELİYOR
21. yüzyıla girişle birlikte dünyanın her tarafında gelişmekte olan bir kitle hareketinin doğuşu, “şu iyimser tezi bir kez daha doğruluyor: “Nerede zulüm varsa, orada direniş de vardır.”

4.1 Güneş balçıkla sıvanamaz
1989’dan beri dünya hakları, kapitalizmin dışında bir çıkış yolunun olmadığına, sorunları sadece piyasa ekonomisinin çözebileceğine dair bombardımana tabi tutuluyorlar.
Bugün artık bu görüş tutmuyor. Kısa bir süre önce Brüksel’de Sabena Havayollarının bir pilotu, çalıştığı işletmenin iflas etmesi üzerine intihar etti ve arkasından şu mektubu bıraktı: “Gördüğünüz gibi piyasa ekonomisi sorunlarımı çözmedi, benim, eşimin ve beş çocuğumun geleceğini mahvetti.”
Arjantin, daha on yıl önce Latin Amerika’nın en müreffeh ve kapitalist gelişmenin model ülkesi olarak gösteriliyordu. Şimdi bankaları işgal eden Arjantinli kitleler bize şu mesajı veriyorlar: “Gördüğünüz gibi pazar ekonomisi ülkemizi kurtarmadı, aksine iflasa sürükledi”.
Sistemin, Sabena’da ve Arjantin’de olduğu gibi iflasının ortaya çıkması, geçmişte durumları nispeten iyi olan orta katmanların da, işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin potansiyel müttefiki olarak mücadeleye atılmalarına neden olmaktadır.
Sosyalizmin Avrupa’da yıkılması dünya barışına mı yol açtı?
Bu, 1989’un masalı idi. 10 yıl sonra, bir Avrupa ülkesi olan Yugoslavya, NATO tarafından tamamen yıkılmış bulunuyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana uzun bir barış süreci yaşadıysak eğer, o da, Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin varlığı sayesinde oldu. Birçok üçüncü dünya ülkesinde ve ilericilerin kafasında, Sovyetler Birliği’nin varlığının, faşizm ve dünya savaşı tehlikesine karşı kale gibi bir barikat olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır.

4.2. Filistin halkının kahramanca direnişi, savaşa karşı da bir barikattır
İsrail’in Filistin topraklarına ve otonom şehirlerine saldırarak işgal etmesi ve bunun karşısında Filistin halkının kahramanca direnişi, daha önce görülmemiş boyutta bir dayanışma dalgasının oluşmasına neden oldu. Bu dayanışma dalgası, sadece Arap kitleleri içinde değil, tüm dünyada, üçüncü dünya halkları içerisinde ve emperyalist ülkelerin önemli merkezlerindeki halklar arasında gerçekleşti, İsrail ordusunun bizzat içinde bile savaş karşıtı bir hareket gelişti.
Filistin halkının direnişi ve dünyanın her tarafında oluşan dayanışma hareketi, bir ilk başarı kazandı bile. Bush yönetimi Irak’a saldırı planını daha sonraya ertelemek zorunda kaldı. Filistinlilerin son kurşunlarına kadar yedi gün boyunca sürdürdükleri Cenin Direnişi, Gazze şeridinin işgalini de engelledi.
Venezüella’da patronlar sendikasının başkanını başkanlığa getirmek için CIA’nın planladığı, ABD ve Avrupa Birliği’nin hemen onay verdiği askeri darbe, Venezüella halkı tarafından geri püskürtüldü. Ordunun bir kısmı da halkın yanında yer aldı.

4.3. Emperyalizme karşı cephe ve savaş kundakçıları
Dünya halkları ve işçi sınıfı, kapitalizme ve savaşa karşı, uzun sürecek bir mücadele sürecinin daha başında bulunuyorlar.
Almanya Başbakanı Schröder, sendikaların dış politika konusunda hiçbir şey bilmediklerini ve daha ziyade kendi günlük işleriyle meşgul olmaları gerektiğini ileri sürmektedir. Gerçekte durum böyle midir?
Schröder bir şarlatandır. Geçenlerde Alman metalürji sektöründe yapılan grevde, doğal olarak sendika temsilcileri ücret artışı için mücadele ettiler. Ama biz sendikacılar, aynı zamanda, tüm işçiler için büyük bir tehdit oluşturan olgulara, yani savaşa da karşı mücadele ederiz. Alman sendikacısı, “barut fıçısı üzerinde oturuyoruz” diye haykırmakta haklıydı. Bu mesajı, tüm Avrupa işçi sınıfına iletmeliyiz.
Geniş bir cephe kurmak zorunlu ve bu cephe kuruluş yolundadır. Mücadele eden halkların, işçilerin ve yüz binlerle mücadeleye hazırlanan gençlerin ve emperyalizmin önünde boyun eğmeyen sosyalist ülkelerin cephesi.
Emperyalizme karşı bu geniş cepheyi örmek için her geçen gün biraz daha fazla işe girişmeliyiz. Dünya herhangi bir köy değil, “bizim köyümüz”dür.

5. SAVAŞA KARŞI BÜYÜK ÇAPLI BİR KAMPANYA
“Savaş İçin 1 Euro Bile Vermeyeceğiz” Bu kirli savaşa hayır!
* Yakın geçmişte Avrupa’nın birçok ülkesinde yüz binlerce işçi ve emekçi, Bush’un ve Avrupa’nın savaş politikalarına karşı sokaklara çıktı.
* Şu talepler etrafında savaşa karşı geniş bir cephe kuralım:
1- Ülkelerimizin ve Avrupa Birliği’nin her türden emperyalist savaş planlarına katılmasına hayır.
2- Barışa evet, savaşa hayır.
3- Avrupa Birliği’nin ve NATO’nun saldırılarına karşı demokratik ve sendikal özgürlükleri savunalım. Anti-terörist yasalara hayır.
4- Avrupa Ordusu’na hayır. NATO Avrupa’yı terk etsin.
5- Uluslararası dayanışmayı güçlendirelim: Avrupa’daki tüm toplumsal güçler bir cephede toplanalım. Tüm ülkelerde savaşa karşı komiteler kuralım.
6- Avrupa Birliği’nde işçi ve emekçilerin sırtından yapılan kısıtlamalarla savaş bütçelerinin beslenmesine hayır.

Avrupa Birliği’nin sosyal dokusunun yıkılması ve savaş tehdidine karşı geniş bir cephe oluşturmak için 2003 Selanik Çağrısı’nı destekliyoruz.
Bush, Blair, Prodi, Berlusconi, Shröder ve Chirac’a … süper zengin uluslararası tekeller olan Esso, BP, Fiat, Philips, Total Fina, Basf, Volkswagen ve tüm diğerlerine,
DİYORUZ KI:
“Tüm dünya halkları ve Avrupa işçilerinin birliği, sizin saltanatınıza son verecektir. Hep birlikte kapitalist boyunduruğu kırıp atacağız.”

Savaşa hayır! Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın halkların mücadelesi ve direnişi!
Avrupa’da ve dünyada yaşasın mücadeleci sendikacılık.

AB tartışmaları ve anadil sorunu

Avrupa Birliği üyeliği ile bağlantılandırılmış demokrasi tartışmaları çerçevesinde idam cezasının kaldırılmasının yanında anadil sorunu önemli bir yer tutuyor.
Yıllar ve yıllar süren “kart-kurt” edebiyatının üzerinde, şimdi, bir yandan hâlâ “Berivan” gibi Kürtçe isimler, trajikomik bir biçimde, ismi yine Kürtçe “Şirvan” olan bir hâkimin önüne getirilerek yasaklanmak istenir ve “anadilde eğitim” talep eden dilekçeler veren gençler gözaltına alınır ve tutuklanırken, diğer yandan “Kopenhag kriterleri” ve “AB üyelik şartında azınlık hakları” çıkışlı olarak soruna “çözüm” aranıyor.
Sorunun kuşkusuz birkaç yönü var. En azından iki yönünden söz edilebilir. Birincisi, anadil hakkının, dillerin eşitliği talebinin tartışma götürmez demokratik içeriği ile ilgilidir. Demokratik içeriğinin ötesinde, dilini özgürce kullanabilme hakkı, insanı insan yapan en sıradan haklardandır. Sorunun ikinci yönünü ise, sorunun aslını, içeriğine ilişkin yönünü gölgelemekle de kalmayıp, görüntüyü ilgilendiren ve “laf ola beri gele” kabilinden dile getirilen bir demokratizm edebiyatı ardında hiçe sayan, AB üyeliği bağlamında ele alınması ve tartışılması oluşturuyor.
Kuşkusuz, sorunun kendisi, kendini ortaya koymaktadır. Hiçbir tartışma, olmayan bir sorun üzerinden sürdürülemez. Bütün yanılsama yaratma ve aldatma çaba ve girişimleri, gerçekte var olan bir sorun üzerinden, onun çekiştirilmesi, çarpıtılması, tepetakla edilmesi olarak yürütülmüştür, ancak böyle yürütülebilir. Tümünün oturduğu yer, belirli bir etki gücüne sahip olmalarının dayanağı; insanlar kendi emeklerinin ürünleri karşısında edilgen ve yabancı bir konuma sürüklenirken, başkalarının emekleri ve ürünlerine sahip olabildikleri ölçüde, onların emeklerini de planlayan zihinlerin, yabancılaşma halindeki sömürülenlerin zihinlerini de şekillendirmek üzere, insan faaliyetlerini, -faaliyetleri ve sonuçlarıyla birlikte zihinde yansıyan ve bilinçleşen- ihtiyaçlarıyla açıklamak yerine kendi özel faaliyeti olan düşünceyle açıklamayı alışkanlık haline getirişi; insanların, dünyaya ve kendilerine, kendi faaliyetleri ve sonuçlarına, -kendilerini egemenliği altına alan idealist dünya görüşünün bu egemenliğini de açıklamak üzere- yine ihtiyaçlarından yansıyan, ama gerçeğin bozulmuş bir yansıması olan, gerçeği, yani kendisini (üretken insanı), kendi üretkenliğini, özne olarak toplumsal emeğini ve emeğinin ürünlerini geriye atarak öne çıkarılmış, üretmeden sahip olanlara özgü düşüncelerle açıklama getirmeye ve böyle açıklamalara ikna olmaya yatkınlıklarıdır.
Bütün dinsel, hukuksal, siyasal biçimlenişleriyle düşüncenin önde gelişini, önceliğini ifade eden ideolojik alanın bu oluşumu ve etkisi; ilk biçimi olan animizmin doğuşundan bu yana insan faaliyetlerini ve insanın kendi faaliyetlerini algılayıp kavrayışını, insanal olandan, aynı anlama gelerek, gerçekten, az ya da çok uzaklaştırarak yönlendirmiştir. İnsanların emekleri ve ürünleri ile daha basit ama doğrudan yüz yüze oldukları ve idealizmin henüz yeni oluşmakta olduğu antik dünyanın çöküşünün ardından, koyu dinsel açıklamaları, sömürüyü ve sömürü ilişkilerini onaylayan köşeli hukuksal formları başta olmak üzere, yine, yaratılışı, geliştirilişi ve teslim alıcılığına yatkınlık bakımından insan faaliyetlerinin bozuşmuş ürünü olan, kuşkusuz idealist ve metafiziğe dayalı ideolojik ortam, en başta zihinlerin ve insani tüm etkinliğin üzerine bir karabasan gibi çöktü, insan, kendisini, kendi faaliyetlerini ve sonuçlarını, kendi ihtiyaç ve sorunlarını, “karşısına konulmuş bir ayna”da daima baş aşağı görür oldu. İnsana, sorunlarına, topluma ve devlete, dünyaya ilişkin tartışmalar; üretken insana, hep, kendisinin seyirci ya da nesne olarak yer aldığı, ama taraf ve en önemlisi özne olmadığı, kendi dışında tartışmalar, tartışmanın taraflarından birini seçmek, dolayısıyla yedeklenmek, kendi çıkarlarını başkalarının (sömürücülerin) çıkarlarına özdeşleştirmek ve böyle ifade etmek zorunda olduğu egemenler arasındaki çekişmeler olarak göründü.
Kendi Marksist materyalist dünya görüşüne sahip olduğunda ideoloji alanı dışına çıkma, kendisini, faaliyetlerini ve tarihsel işlevini kendi ihtiyaçlarıyla açıklama ve gereğini yapma şans ve olanağına kavuşan işçi sınıfına gelinceye kadar, tüm sömürülenler bakımından tam da böyle oldu. Egemenlik altındaki sınıflar, aynı zamanda bilgi tekeline de sahip olan egemenler tarafından düşünsel egemenliğin kıskacında da sıkıştırıldılar. Kendilerinin, emeklerinin ve yaratıcılıklarının, sorunlarının ve doğal ki ihtiyaçlarının farkına varmaları ve buradan hareketle kurtuluşlarına yönelmeleri engellendi. Genellikle kendileri olma ve öyle davranma şansı bulamadılar; sayıları hiç de küçümsenemeyecek köle ve köylü isyanlarıyla kendilerinin farkını ortaya koymaya ve kendileri olmaya girişenler ise, dayatılmış düşünsel zincirleri kıramadıkları gibi, kendilerine henüz kurtuluş olanağı tanımayan tarihin tokadını yediler. Ya yenildiler ya karşı çıktıklarına, egemenlere benzediler; ama her durumda, tüm saygıdeğer tersine çabalarına ve özlemleri doğrultusunda bazı dişlilerini zedeleyip kırmalarına karşın, egemen düşüncenin çarkını kırıp atmaya güç yetiremediler. Spartakus, Münzer, Bedrettin ilkel komünden kalma eşitlik vb. özlemlerini, “altın çağ”a özlemi kuşkusuz dile getirdiler; düşünsel alan da dâhil, her alanda esaret zincirlerini ciddi biçimlerde zorladılar. Ama çok “erken”di, henüz tarih onay vermiyordu; hem kendi bağımsız dünya görüşlerini kurma ve onun doğrultusunda yürüme olanağına kavuşmuş değillerdi ve hem de bunu da koşullamak üzere, sömürü ilişkilerinin ve sömürüye dayalı üretim biçimlerinin yıkılıp atılması bakımından toplumsal emek ve üretim yeterince gelişmiş ve yerine sömürüye dayalı olmayanı koyacak olgunluk düzeyine ulaşmış değildi.
Dolayısıyla insanlık, kendi dünya görüşüne sahip işçi sınıfına gelinceye kadar, çeşitli denemelerinde yakınlaşsa bile, hem kendisinin bilincine varacak hem de durumunu kökten değiştirecek, yalnızca yıkıcı değil ama -her anlamda- kurucu faaliyetini insana uygun biçimde örgütleme ve insani gelişmenin önünü açma olanağına sahip olmadı, bu düzeye ulaşamadı. Kendi dışındaki tartışmaların tamamen edilgen ya da -isyanları, karşı koyuşları durumlarında- “etken” bir parçası olmaktan kurtulamadı. En etken pozisyon alışlarında bile, ancak, yine kendi dışındaki ve kendini dışta tutan tartışmaları “kendisi” yürüttü; kendisinden az-çok bir şeyler kattığı kendisinin olmayan, kendi faaliyetlerine, genel olarak dünyaya ilişkin açıklamaları kendisi yapmaya, doğrusu bu açıklamaları, kendi renklerini vererek benimsemeye yöneldi. Başlangıçta, kendisi de bir sömürücü sınıf olan burjuvazi bile bu kuralın dışına çıkamaz göründü. Kendi ideolojisini dinsel, mezhepsel vb. zarflar içinde geliştirdi. Ama o, geçmişten sadece biçimi almıştı; öze ilişkin olarak, kendi dünya görüşüne sahipti. Süreç içinde eski biçimlerden de kurtuldu, kendi ideolojik biçimlerini yaratmaya yöneldi. Kendine ait olanı, eski biçimlerle de olsa, kurma olanağına sahipti. Ama ne köleler ne de serfler bu olanağa sahip olamamış ve bu nedenle defalarca denemelerine rağmen, hiçbir zaman kendileri olamamışlar; kendi sorun ve taleplerini de kapsamak üzere, kendi faaliyetleri (ve gelecekleri), dolayısıyla varlıkları karşısında ya tümden yabancı kalmış ya da taleplerini ve kendilerini sahiplenmeye giriştiklerinde bile, bu sahipleniş, çeşitli biçimleriyle egemen dünya görüşü ve düşünce sistemi içinde, egemen üretim biçimi ve politik yapılanma çerçevesinde bir konumlanışı yansıtmıştır. Ezilenler, egemenlerin dünya açıklamalarının, onların kendi aralarındaki tartışmaların ötesine geçememişler, kendi taleplerini bile, bu haliyle, egemen düşünce ve politikaya, tümünün kaynağı olarak egemen üretim biçimine bağlanmış biçimiyle seslendirmişlerdir.
Bu, kendi dünya görüşüne sahip olmadığı durumlarda işçi sınıfının da başlıca açmazını oluşturmuştur. Geleceği fethetmeyi ve bunun için iktidar değişikliğini öngörmediği, henüz sınıf bilinçli işçi sınıfını belirtmediği her durumda, işçilerin hak ve özgürlük talepleri; ekonomizm, anarko-sendikalizm benzeri rengini işçilerin verdiği bir dizi burjuva ideolojik biçimler altında şekillenmiş, burjuvazi ve hükümetlerinden hak talep etmenin ilerisine geçememiş, burjuvazinin aldatıcı açıklama ve tartışmalarının nesnesi olmaktan kurtulamamış, en iyi haliyle, burjuvaziyi, kendi düzenine çeki düzen vermeye zorlayan burjuva politikalara, ama mutlaka egemenler arasındaki çekişmelere, burjuva tartışmalara bağlanmıştır.
Toplam kalite yönetiminde “gruplar” ve “şirket kültürü”nün dayatılması gibi uç örneklerde ise, burjuva egemenliği ve düzenine, birkaç gün ya da birkaç ay sonra yerlerini başka işçilere bırakacak olsalar da, mümkün olabilir en doğrudan biçimlerle bağlanmış ve geri kalan işçilerin üzerine basarak yükselmeyi de kapsayarak egemen burjuva düşüncesi ve ahlakını en ileri ölçüde benimsemiş “grup üyeleri”, kendilerine yabancılaşmanın doruklarında, sınıf kardeşleriyle rekabete ve neredeyse düşmanlaşmaya sürüklenmişlerdir. Burada, ya da her ikisi de sınıf bilincine sahip olmadıkları durumda, devlet işletmelerinde hâlâ çalışmaya devam edebilen ve sınıfın geri kalanı karşısında imtiyazlara sahip gibi durmaya başlayan kamu işçileri ile aynı işletmelerde çalışan taşeron işçilerin ilişkisinin dayatılmış burjuva (kamu işçilerinin taşeronları aşağılaması, taşeronların ötekileri “karşı” taraftan görmesi) içeriğinde olduğu gibi, talepleriyle birlikte işçilerin, yine burjuva açıklama ve tartışmalara, ama bu kez, egemenler arasındaki çekişmeler üzerinden değil, toplam olarak burjuvazinin düşünsel, ahlaki vb. (ve kuşkusuz iktisadi) tutum ve görüşlerine bağlanmasına geçilmiştir.

** *
Dil sorunu açısından da durum böyledir. Sorun, kendisini, taraftar ya da karşıt, hiç kimse tarafından görmezden gelinemeyecek biçimde dayatmaktadır. “Kart-Kurt”çu hiçbir yaklaşım ve tutum, dil sorununun oluşturduğu yaraya merhem olmamış, onun kendisini dayatışını ve yol açtığı çatışmalı sorunları giderememiştir. Ancak çarpıtılışına yatkınlık, yabancılaşma çemberinin kırılmadığı tüm sorunların aldatıcı çıkışlara aracı kılınmasında olduğu gibi, küçümsenemez düzeydedir.
Günümüzde, anadil sorununu konu edinen tartışma, kuşkusuz, taraftar ve karşıt, tarafların sorunun varlığını açık ya da az-çok açık kabul edişleri üzerinden yürütülmektedir; ancak tamamen çarpıtılmış bir tartışma olarak yürütüldüğü de kuşkusuzdur.
Her şeyden önce, tartışmanın asıl tarafı, anadil sorunu gibi bir sorunu, anadilde yayın ve eğitim hakkını da kapsayan dillerin tam eşitliği talebi olanlardır. Bu sorun ve talebin kimin sorunu ve talebi olduğu ortadadır: Kürtlerin. Tartışmanın tüm katılımcı ya da taraflarının, sorunun varlığını kabul ya da reddetmeleri, talebi benimseyip sahiplenmeleri ya da karşısında yer almaları beklenir. İşçi sınıfı bakımından durum açıktır. Sınıf bilinçli işçi sorunun varlığını kabul etmekle kalmamakta, demokratik çözümünü öngörmekte ve bunun için, demokratik içeriğe sahip Kürtlerin ve dillerinin tam hak eşitliği talebini benimsemekte ve savunmaktadır.
Peki, burjuvazi, burjuvazinin çeşitli kesimleri ne yapmaktadır?
Onlara göre, sorun, Kürtlerin hak talepleri, dil konusunda tam hak eşitliği talebi değildir. Sorun, ilk olarak yasak savma, “vartayı atlatma”, tehlikeyi kazasız-belasız geçiştirme sorunudur. İkinci olarak da, Kürtler ve dil sorununu, bir başka soruna bağlayarak geçiştirme sorunudur. Bunun için, bir bakıma AB üyeliği sorunu fırsat olarak öne çıkmıştır! Kuşkusuz böyle değildir. Ama işte üçüncü olarak, Kürt ve anadil sorunu, AB üyeliği sorununa bağlanarak ve kendisi olmaktan, dolayısıyla Kürtlerin bir talebi, demokratik içeriğe sahip bir talep olmaktan çıkarılarak tartışılmaktadır. Tartışılan sorun, artık Kürt ya da anadil sorunu olmaktan çıkmıştır. Tartışılan AB üyeliği sorunudur. Kürt ve dil sorununa, Kürtlere düşen; Kürtler, gündem oldukları ve talepleri tartışılıp, şurasından burasından karşılanacağı beklentisiyle istedikleri kadar durumdan hoşnut olsunlar, aradan çıkarılmaktır, AB bohçasına yama olmak, AB’ye “jest” nesnesine indirgenmek, ama üç aşağı beş yukarı, kendisini var eden tüm talepleriyle birlikte Kürt sorunu, yakıcılığı ve çözüm ihtiyacının öneminden bir şey kaybetmemesidir.
Son aylarda, evet, idam cezasının kaldırılmasının yanında anadil sorunu tartışılmaktadır. Ancak, aklı başında hiç kimsenin doğrudan bu sorunların ve tartışılmayı hak ettikleri gibi tartışıldığını ileri süremeyeceği ortadadır. Ortada en azından iki tartışma vardır ve bir ölçüde anadil ve Öcalan’ın idamına indirgenmiş Kürt sorununun AB üyeliği tartışmasına bağlanmış, bu sorunu öne çıkarıyormuş gibi yapanların tutumlarında bile yansıyan örtülü bir tartışmasından söz edilebilir. Katiyen bir hak tartışması yapılmamakta; ama örneğin anadil hakkı, AB üyeliği tartışmaları içinde eritilmektedir.
Tartışmanın görünür tarafları da, asıl taraf olması gereken Kürtlerin (ve hakları sorununun) bertaraf edildiği bir AB üyeliği tartışması platformunda şekillenmekte ve bu “taraf” şekillenişinin kendisi, Kürt sorunu ya da özel olarak anadil sorunu olmadığını göstermektedir. Tarafların dilinde, Kürtler ve hakları; ne Kürtler ne de hakları gerçekte olduğu ve olması gerektiği gibi değil ama çarpıtmanın da ötesinde hatta yok sayılarak, tanımlanmaktan bile kaçınılarak, belirli bir yer tutmamakta, belirsiz içeriği ve adı bile konmamış biçimiyle, AB üyeliği tartışmasının aksesuarı kılınmaktadır. Taraflar, anlaşılması gerektiği gibi, Kürt sorunu ve özel olarak anadil sorununun tarafları değildir. Karşıtlıkları ve tartışmaları da, Kürt ve anadil sorunu üzerinde şekillenmemektedir. Bir tarafın Kürtleri ve anadil gibi bir dizi haklarını savunduğu, diğer tarafın ise karşı çıktığı yolundaki bir iddiayı, bırakalım tarafları, hiç kimse ileri sürmemekte, sürememektedir. Tarafların karşıtlık ve tartışmaları, bu sorunların gerçek içeriğinden koparılmış çarpıtılmışlığı ve yüzeyselliği ile kendilerine kıyısında bir yer bulabildiği, AB üyeliği sorunu üzerinde gerçekleşmektedir. Bu noktada, Kürt ve özel olarak anadil sorununun içeriği çarpıtılmış yüzeysel tartışmasına ya da bir başka tartışmaya (ve kuşkusuz onun başlıca dinamiğine) peşkeş çekilmesine bir üçüncü taraf daha dâhil olmaktadır. Bu, genel olarak ulus ve ulusal sorunlara ilgisi yağmalama ve egemenlik altına alma olagelmiş, bağımlı kılma ve sömürgeleştirmenin karakterine kazınmış olduğu üçüncü taraf, Kürt sorunu üzerinden oyunların da hesabını yapan AB, ya da daha çok başlıca Almanya, Fransa vb. gibi büyük Avrupa devletleridir. AB ya da Avrupa’nın büyük emperyalist devletleri; fraksiyonları, tartışmanın görünür tarafları olan Türkiye egemenleriyle kendi ilişkilerini yeniden düzenlemeyi ve taşeronluk ilişkisine nasıl bir -iktisadi, siyasi, giderek askeri vb.- biçim vereceklerini tartışırken, “ellerini güçlendiren bir koz” olarak Kürt sorunu ve onun kapsamında anadil vb. sorunlarını kullanmaktadır. Kürt sorununda indirgemecilik aracılığıyla yaratmaya yöneldikleri yanılsama ve sorunun gerçek içeriğini çarpıtan aldatıcılıkları bakımından tartışmanın görünür taraflarından üçüncüsü olsalar da; yağmalayıcı, egemenlik altına alıcı ve kullanıcı karakter, gerçek niyet ve tutumlarıyla, bu konumlan, AB’yi, emperyalist büyük Avrupa devletlerini, tıpkı tartışmanın görünür iç tarafları gibi, gerçek bir taraf yapmaktadır. Bu gerçek taraf oluş, burjuva tartışmaların tüm yanılsama yaratıcılığına rağmen, karşıt tarafı oluşturma durumudur. Anadil de içinde olmak üzere Kürt sorununu, kendi halklarından başlayarak, tüm dünya halklarının ve bu arada Kürtlerin de -ABD ve diğer emperyalist devletlerin yanı sıra- başlıca karşıtları ve hedeflerinden olan Avrupalı emperyalistler; kendilerini görünür taraf yapan yandaşlık pozu takınarak, sadece kullanmaktadırlar.
Kürt sorununun bu kullanımını da olanaklı kılan tartışmanın iç ya da yerli (“ulusal”) görünür taraflarına gelince; büyük sermayenin iki siyasal yönelimini, dolayısıyla iki fraksiyonunu oluşturan AB üyeliği sorunundaki bölünmüşlük, bugün tarafları belirleyen başlıca etkendir. AB yandaşlığı ya da karşıtlığı, gerçek tarafları tanımlamakta; Kopenhag Kriterleri’ne uyumlu ya da karşıt “Kürt sorunu”na ilişkin tutumlar ve buradan beliren görünür taraflık, tarafların gerçek tanımlanışının türevi olmaktadır.
(Aslında, büyük sermaye fraksiyonlarının AB yandaşı ve karşıtı halinde bölünüşleri ve buradan tanımlanan taraflığın da görünürde taraflık olduğu belirtilmelidir. Konumuz AB ve AB üyeliği sorunu olmadığından, sadece değinmek gerekirse, şunlar söylenmelidir: 1) AB karşıtı görüntü verenlerin hiçbiri AB’ye prensipte karşı değildir; “karşıtlık”larını böyle tanımlamamaktadır. AB’ye karşı olmamak ama şartlarına (Kopenhag vb. şartları) karşı olmak, hatta şartlarına da değil bazı şartlarına karşı olmak, hatta bazı şartlarına da değil, “orta vadede” yerine getirilme sözü verilen bazı şartların “kısa vade” sorunu haline getirilmesine karşı olmak gibi karşıt olunmayışı belirten yumuşakçalıklar, büyük sermayenin “AB karşıtı” fraksiyonlarının kendi açıklamalarıdır. “AB üyeliğine karşı değiliz, ama onurlu üyelikten yanayız” formülü de, bu “karşıt” diye belirtilenlerindir. 2) Şimdi AB yandaşı ve karşıtı olarak bölünmüş görüntü veren fraksiyonlar, arkasında, finansmanının, ABD ile birlikte yüzde 70’inden fazlasını sağlayan AB’nin bulunduğu, neoliberal ekonomi politikalarının denetleyici aracı IMF programı ve politikaları etrafında “çelikten” bir birlik oluşturanlardan başkaları değildir. Şimdi “karşıtlar”ın bir dizi dayatmalarından şikâyetçi oldukları AB’nin de politikalarının ifadesi olan, içinde “15 günde 15 yasa” gibi son derece aşağılayıcıları da bulunan, IMF’nin yanı sıra DB ve DTÖ kararlarında dile getirilen onca dayatmayı, dayatma saymayıp kurtuluş yolu olarak benimseyip imzaladıkları biliniyor. Kabul edilen bu dayatmalar arasında, ülke topraklarının önemli bölümlerini, örneğin Çukurova’dan başlayıp tüm GAP topraklarını da kapsayan çok büyük bir bölgeyi “yabancılar”a peşkeş çeken “Endüstri Bölgeleri Yasası”, “Nitelikli Sanayi Bölgesi Yasası” bulunmaktadır. 3) AB’nin de dayatmaları olan IMF dayatmaları hiç sorun olmaz ve karşıtlık konusu oluşturmazken, bunların gerçekleşmesi üzerinden yerine getirilmesi istenen “birkaç politik/kültürel” dayatmanın, -birinci maddede belirtildiği gibi aslında zamanlama vb. sorunu yapılarak- problem olarak öne çıkarılması; on yıllardır ırkçı milliyetçilik ve şovenizm üzerinden derlenen kadroların ve edinilen oy tabanının dayattığı ihtiyaçların giderilmeye çalışıldığını göstermektedir ki; bu, AB karşıtlığının görünüşte olduğunu ortaya koyan bir diğer veridir: “Karşıtlar”ın sorunu, AB ve politikaları ile AB ile bütünleşmekle değil, ama kendileri iledir; AB yandaşlığını kadro ve tabanlarına benimsetmekle ilgilidir. Dolayısıyla karşıtlık pozisyonunda politika yapıyor görünen burjuva fraksiyonları, AB’nin ilkesel karşıtı olmadıkları gibi, AB ve politikalarıyla, genel uyumun ötesinde, aynı zemine sahiptirler. Bu zemin, uluslararası tekeller ve küreselleşmeci neoliberal politikalarıdır, tekelci kapitalizmdir. Uluslararası burjuvazi, tekeller ve emperyalizm düşmanlığına dayalı net ve ilkesel AB karşıtlığının temsilcisi ise, sınıfın partisidir. Dolayısıyla, aslında, AB ve Türkiye’nin AB üyeliği sorununda yandaş ve “karşıt” gibi görünen “iki” taraf, gerçek karşıtı oluşturan sınıfın partisinin karşısında, aralarında, daha çok iç politikaya ilişkin çekişen tek bir taraf durumundadır: Fraksiyonları, AB ve AB ile bütünleşmenin -kendi argümanlarıyla- “onurlu” ya da onursuz yandaşlığını yapan emperyalizmin işbirlikçilerinin, büyük burjuvazinin “partisi”.)

***
Bugün Kürt sorununun görünür taraflarını da belirten taraflar kimlerdir?
Yerli tekelci burjuvazinin ve işbirlikçiliğin başlıca örgütü durumundaki rafine temsilci, sadece iktisadi bir örgüt ya da baskı grubu değil ama politik bir örgüt de olan TÜSlAD, kuşkusuz en başta anılmalıdır. Doğrudan siyasal alan, siyasal partiler söz konusu olduğunda, yandaşlığın başını M. Yılmaz ve ANAP’ı çekmektedir. DSP, Kıbrıs sorunu üzerinden karşıtlığa düşme potansiyeli taşımakla birlikte, daha çok yandaşlar cenahında yer almakta; Ecevit’in “büyük devlet adamlığı”nın nişanesi olarak, “karşıtları” ikna etmeye yönelik “arabuluculuk” misyonu da üstlenerek, AB karşısında, “ulusallık”ı görünüşte bile takmayan ANAP’ın “ne olursa olsun”culuğundan nüansta farklılaşan, “ulusal onur”un gözetileceği bir yandaşlık pozisyonu almaya çalışmaktadır. DYP, MHP ile şovenizme dayalı olarak oluşturulmuş oy tabanı üzerinde sürdürdüğü yarışmanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik manevraları bir yana bırakılırsa, AB yandaşlığının başını çekme konusunda ANAP’la yarış halindedir. Sürdürmeye çalıştığı, birbiriyle çelişen argümanları dayatan, birbiriyle bağlantılı bu iki yarış, iki ayrı kulvarda birden birinci gelme uğraşı, DYP’nin bugünkü pozisyonunu resmetmektedir. Eski “Batı taklitçiliği” ve “vahşi kapitalizm” eleştirmenleri, bölünmeye uğramış siyasal İslam’ın her iki kanadı, AKP ve SP, nihayetinde hidayete ererek yandaşlar kervanına katılmışlardır. CHP, partileşen ve bu çaba içinde olan eski CHP’liler, onlarla düşüp kalkmakta olan ÖDP ile birlikte, yandaşlar cephesini şişirmektedir. Son olarak, konumuzla doğrudan bağlantılı olarak ve yaratılmaya uğraşılan yanılsamayı benimseyerek, Kürt sorununda şu ya da bu ölçüde bir demokratikleşme beklentisi içindeki HADEP de, yandaşlar arasında yer almaktadır.
Karşıtların başını çekiyor görünen MHP’dir! Askeri çevreler, “karşı değiliz” açıklamalarıyla birlikte, MHP’nin yanı sıra bu kampın başlıca dayanağı durumundalar. Partileşme çabasındaki “Askeriye Kemalistleri” Yekta G. Özden, Vural Savaş gibi eski bürokratlarla epey bir süredir MHP’yi sağdan eleştirerek pirim yapmaya çalışan “Askeriye solcusu” İP, bu cenahtadır. Zekeriya Temizel ve Mümtaz Soysal gibilerinin solculuğa bulaşık milliyetçiliği, yine karşıt tutum almaktadır. Ancak, tutumlarının endazesi olmadığı gibi en küçük bir kıymeti de bulunmayan İP bir tarafa bırakılırsa, söylendiği gibi, MHP de dâhil hiçbiri, net ve ilkesel bir karşıtlık konumunda bulunmamaktadır.
Ama AB yandaşlarıyla “karşıtları” arasındaki itiş-kakış, her şeye rağmen Türkiye siyaset sahnesinin bugünkü başlıca tartışması durumundadır. Şimdilik tam bir krize dönüşmese bile hükümet sorununa kadar uzanan ve başka etkenlerle birlikte erken seçim tartışmalarını da tetikleyen sonuçlarıyla AB tartışması; AB’nin ve tartışan tarafların gerici ve aldatıcı niteliğinden gelen kapsayıcılığının, içeriğini çarpıttığı dil sorunu, daha genel olarak Kürt sorunu gibi başka sorunları da kendine bağlayıcılığının yanında, bir de bu güncelliği ve gündem belirleyiciliğiyle başka her tartışmayı kendine bağlama özelliği kazanmıştır.
(Sözü edilen bu güncellik ve gündeme oturuş, dayatılmışlığı bir yana, mutlak bir olumsuzluk sayılamaz. Bu durum, şöyle ya da böyle AB sorunuyla ilişkili her sorunun AB sorunuyla birleştirilerek tartışılmasını kuşkusuz koşullandırmaktadır ve sınıfın partisi, politikalarını yaşama geçirirken ve ajitasyonunu geliştirirken, çeşitli sorunları, onunla, uygun ve aldatıcı olmayan, tersine gerçek içeriklerini açığa çıkarıcı tarzda ilişkilendirerek ele almak durumundadır. Sorunlar ilişkiliyse ya da konumuza ilişkin olduğu gibi çarpıtılmış bir ilişki dayatılıyorsa, örneğin Kürt ya da dil sorununun AB sorunuyla birleştirilerek ele alınması, yanlış olmadığı gibi bir ihtiyaçtır da. Burada sorun, gerçek içeriğin doğru konması ya da çarpıtılması sorununa indirgenir. Kürt ve dil sorununun AB tartışmalarının eklentisi haline getirilmesi ve AB beklenticiliği ekseninde ele alınması, AB sorununun güncelliği ve gündeme oturuşunun, iç ve dış gericilik tarafından dayatılmış aldatıcı ürünüdür. Kürt sorununun AB sorunuyla ilişkisinin yedeklemeci/yedeklenmeci içeriğiyle olumsuz kuruluşudur. Ama tersi olanaklı olduğu kadar zorunludur: Dil sorununu da kapsayarak Kürt sorununun demokratik çözümü için mücadeleyi, AB’ne karşı anti-emperyalist mücadele ile birleştirmeyi hedefleyerek, dil ve Kürt sorununun demokratik içeriğine ve demokratikleşme ihtiyacına ilişkin ajitasyonu, AB’nin emperyalist ve baskıcı niteliğinin teşhiriyle birleştirmek. Aslına bakılırsa, AB sorununun bunca gündeme oturuşu, körüklenen beklenticiliğin zehirli etkisinin giderilmesinde elde edilecek başarıya bağlı olarak, dil eşitliğini de kapsayarak Kürt sorunun demokratik çözümü bakımından elverişli bir durum bile yaratmaktadır. Anti-emperyalist bir mücadeleye bağlanmadan ve emperyalist yağma ve zorbalıktan kurtuluşu hedeflemeden başarıya ulaşma şansı bulunmayan Kürt sorununun demokratik çözümü; kendisini gündem kılmış AB’nin gerici ve zorba emperyalist karakterinin olduğu kadar, ulusal talep ve hareketlerle ilişkisine dair aldatıcı/kullanıcı niteliğinin teşhiri üzerinden geliştirilme olanağının genişlemesi dayanak haline getirilerek somutluğuyla ele alınabilir.)
Evet, şimdi görüntü, dil ve Kürt sorununun; “tarafları”nın gerici ve aldatıcı/hayal yayarak peşine takıcı karakterleriyle, ülkede burjuva iktisadı ve siyasetinin tıkanmasının (ve işbirlikçilerin bunu itirafının) bir ürünü (ürünü olduğu kadar, aynı zamanda tıkanışın nedenlerindendir de) ve göstergesi olarak, kendisini, bunca ağırlığıyla gündeme dayatan AB ve AB üyeliği sorunu ekseninde ve ona bağlı olarak ele alınabileceği, taraflarının da bu ana tartışmanın tarafları olduğu şeklindedir. Ne yazık ki, bu görüntüye, dil ve Kürt sorununun asıl tarafı olarak örgütlenip mücadele ederek bedelini ödeye-gelmiş olanlar, örneğin HADEP de ses çıkarmamakta; en ileri yaklaşımla, çarpıtılıp içi boşaltılarak, düzene ve emperyalizme bağlanarak da olsa, her türlü gündeme girişin, ön açıcı olacağı düşüncesiyle ve “taktik” vb. nitelemesiyle, aslında benimsemektedir.
Peki, bu “taraflar”ın dil özgürlüğü ve anadil sorunundaki yaklaşım ve tutumları nedir? (Konumuz dil sorunu olduğu için, genel olarak Kürt sorununa ilişkin yaklaşım ve tutumlarını burada ele almayacağız.)
“Yandaşlardan TÜSİAD ve ANAP, anadil hakkını savunuyor görünmektedirler. Bunlara, kendileri için “demokrasi” ihtiyacındaki dinci partiler, SP ve AKP eklenebilir. CHP ve o kökenden gelenler de hakkın savunucusu gibi durmaktadırlar. En son anadil hakkı yandaşlarına DYP de katılmış bulunuyor.
Anadil hakkı yandaşlıklarının, bu hakkın demokratik bir hak olarak teslim edilip benimsenmesine, buradan ve ülkenin demokratikleşme ihtiyacının bir parçası ve önemli bir bileşeni olarak savunulmasına dayalı olmadığı ve sınırları ve sınırlılığı gözler önündedir. Gerçekte bu hakkı savunmadıkları biliniyor. Ne dillerin tam hak eşitliğini ne dil özgürlüğünü ve ne de somut olarak anadil hakkını savunuyorlar. Savunmak bir yana dile bile getirmiyorlar. Bu, hem anadil sorununa bugünkü yaklaşımlarında görülüyor hem de bugüne kadarki yaklaşımlarında.
Geçmişte bu partiler tek tek ya da birlikte hükümetler kurdular ülkeyi “yönettiler”. TÜSÎAD ise, yıllardır ülke yönetiminin odağında, ülkede egemenliğini çoktandır ilan etmiş büyük sermayenin, emperyalizmin işbirlikçisi tekellerin, mali sermayenin seçkin temsilcisi, örgütü. Sermaye egemenliğinin bu “güzide” kuruluşları, tekellerin rafine örgütü ve siyasal partileri (fraksiyonları), egemenlikleri ya da egemenliğe aracılık ettikleri (hükümet ettikleri) dönemde, hatta (siyasal partiler açısından) muhalefetlerinde -aldatıcı içeriğiyle- bile dillerin eşitliğini ya da dil özgürlüğünü savunmadılar, anadil hakkını gündeme hiç getirmediler, getirmeye tevessül de etmediler. Tersine tek tek ve birlikte Kürt sorununu yok saydıkları, hatta “kart-kurt” vb. edebiyatıyla Kürtlerin varlığını dahi reddettikleri gibi, Kürtçe kasetleri yasaklayarak ya da bunu benimseyerek, köylerin ve çocukların Kürtçe isimlerini değiştirmeyi dayatarak anadil hakkına sadece ve sadece saldırdılar. Kürtçe türkü söylediği için Ahmet Kaya’yı sürgüne ve ölüme yollayanlar ya da İbrahim Tatlıses’i canından bezdirenler, bugünün yandaşlarından başkaları değildi. AB tartışmalarına kadar, şimdi anadil hakkı yandaşı görüntüsünden yarar umanların tümünün, anadil hakkıyla ilişkisi savunma ve hiç değilse kabullenme değil ama temelden yok sayma ve saldırma oldu.
Yakın zamana kadar “kart-kurt” edebiyatı yapan ya da bu edebiyatının konuya ilişkin yön göstericiliğine en küçük bir itirazda bulunmayıp dil konusundaki uygulamalarla tutumları en azından örtüşen ve demokratikleşme için parmaklarını kımıldatmayan AB yandaşları, AB üyeliğinin yılmaz savunucuları, şimdi birden demokrasi hayranı kesilmişler, dil üzerindeki baskıların kaldırılmasını da içeren “azınlık hakları”nın savunuculuğu görüntüsü vermeye geçmişlerdir. Şimdi “Kopenhag Kriterleri” revaçtadır. AB ve AB üyeliği, bu demokrasi hayranı ve anadil hakkı savunucusu pozlarına bürünenlerin tümünün, kendi acizlikleri ve ülkeyi batağa batırdıklarının bir itirafı ve bugüne kadar izledikleri politikaların çıkmazının yüksek sesle ilanı olarak “kurtuluş reçetesi” durumundadır. Ülkenin “nurlu ufuklar”a yelken açmasının tek dayanağı, bütün umutlarını bağladıkları tek çare olarak sundukları AB’nin kriterleri, normları, şimdi bu sermaye fraksiyonları tarafından, çeşitli sorunlara ilişkin tutum ve yaklaşımlarını, politikalarını (bunların içeriğini değil ama biçimini) yenileyip düzenlemelerinin başlıca ölçütü sayılmaktadır.
Bugün anadil hakkı yandaşlığı pozundaki işbirlikçi sermaye parti ve kuruluşları, dünden bugüne kendileri değişmediler. Bu anadil hakkı konusunda bugün savunduklarından da bellidir. Değişen, kendileri değil; ama AB-Türkiye ilişkisinin güncelleşmesi, üyelik görüşmelerin takvime bağlanıp bağlanmayacağının yılsonunda kararlaştırılacak olmasının yarattığı hizaya sokucu baskı ve üyelik sürecinin ilerlemesi için Kopenhag Kriterleri’ne uyumun şart oluşudur.
Kendilerinde değil ama koşullardaki bu değişiklik; AB üyeliğini tek kurtuluş yolu sayan yandaşlarının “yeni” politikalarını koşullamıştır. Şimdi pek demokratlar! Çünkü özelleştirmeden, esnek çalışmaya, fazla mesai ve kıdem tazminatının gasp edilmesinden tarımda destekleme alımlarının kaldırılmasına ve ithalatın serbestleştirilmesine, ticaret ve hizmetlerin liberalizasyonundan finansal düzenlemelere IMF Programı’nın da konusu olan tüm dayatmalara yer veren “Kopenhag Kriterleri”nde bir tek cümleyle “azınlık hakları”, o da “kültürel haklar” çerçevesiyle yer almaktadır. Ülkeyi batıran, krizden krize sürükleyen dayatmaların tümünü, hükümette ve muhalefette olanlar elbirliği ile uyguladılar uyguluyorlar. Yandaşlara göre, hem de “sadece özel olarak bize şart koşulmayan”, Macaristan’dan Bulgaristan’a, Romanya’dan Polonya’ya, üye olan Fransa (Korsika sorunu) ve İspanya’yı (Bask sorunu) da kapsayarak, tüm üye ve aday üyeleri ilgilendiren “Kriterler”in bu maddesine uyum sağlanmazsa pek “ayıp olacaktır”! Bu durumda “demokrat” olmaktan başka çare kalmamaktadır!
Ama bu “demokratlık”, AB’nin dayattığı ya da öngördüğü “demokrasi”nin de ne menem bir demokrasi olduğunu göstermek üzere, biçimselliğin biçimi ile görünüşün görüntüsüyle ilgilidir. Yandaşların anadil hakkı savunuculukları, böyle bir içeriğe sahiptir. Bu hakkın ve demokratik içeriğinin savunulmasını değil, ama görüntünün kurtarılmasını kapsamaktadır.
Somut olarak, ortak bir uzlaşma henüz oluşturulamamış olmasına karşın, ortalıkta formüller uçuşmaktadır. Tıpkı idam cezasının “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla değiştirilmesi önerisinin, hem de yenisinin “daha ağır”, daha eziyet verici”, yani daha intikamcı olduğu ileri sürülerek kabul ettirilmeye çalışılmasının “kırk katır mı kırk satır mı?” zihniyetinde olduğu gibi, anadil hakkı sorununda ortaya atılan “yaratıcı” formüller de, “aşırı” demokratiktir! Bu formüller, “bizim” işbirlikçilerin zaten varoluşlarının ayrılmaz bir parçası durumundaki demokrasi düşmanlıklarının bir ifadesidir, bunun, somut bir sorun üzerinden yeniden kanıtlanmasıdır; ama aslında, onların bu niteliklerinin yeni bir kanıta hiç ihtiyaçları yoktur. Bunu, geçmişte ve bugün, her gün her saat binlerce defa kanıtlamışlar, kanıtlayıp durmaktadırlar. Ama üretilen bu pek “demokratik” anadil hakçı (!) formüllerle, ülkemizin ezilenlerinin, işçi ve emekçilerin henüz yakından bilgili olmadıkları, ama öyle inandırıldıkları başkalarının demokratlığının sınırı ve düzeyi kanıtlanmakta, burada, kriterleriyle birlikte Avrupa demokrasisi sınavdan geçmektedir.
İşbirlikçi yandaşların anadil hakkının kabulünü Kopenhag Kriterleri’ne sığıştırmaya, uyumlandırmaya ilişkin “demokratik” formülleri, en ileri durumda; on dakikadan yarım saate uzanabilen devlet televizyonlarından Kürtçe yayını ve Bakanlığa bağlı kurslarla anadil öğrenimini öngörmekle sınırlıdır. Formüllerin tümü, dillerin tam hak eşitliğini ve dil özgürlüğünü, dilini serbestçe kullanma ve geliştirme özgürlüğünü, anadilde eğitim ve öğrenim hakkını dışlamakta; değişmez şeylermiş gibi, anayasa ve yasalar öne sürülerek, bu hak ve özgürlüklerin ve dolayısıyla dil sorununda demokratikleşmenin kabul edilemezliğinin savunulmasına dayanmaktadır. Anayasa ve yasalar yabancı dilde eğitime olanak tanımıyormuş! Peki, ODTÜ, Boğaziçi vb. üniversiteler nasıl İngilizce eğitim vermektedirler? Ya da Kur’an kursları nasıl Arapça (hem de eski Arapça) düzenlenmektedir? Fransız (örneğin St. Benois), Avusturya, Alman, Amerikan (örneğin Robert Collage) vb. liseleri, Fransızca eğitim veren Galatasaray Lisesi ve bir kısmının sahip olduğu ilköğretim bölümleri, sadece güçlü ve gücünü dayatma yeteneğindeki dünya ölçeğinde egemen ulusların kurumları ya da onların dilleriyle eğitim veren kurumlar oluşlarıyla yolları açılmış olmanın dışında, anayasanın neresinde duruyorlar? Burjuva hukukunun eşitlik ilkesi, anayasa bağlamında, örneğin İngilizce ile Kürtçe karşısında niçin geçersizleşmektedir ve geçersizliği hangi demokrasi ve eşitlik anlayışına sığdırılmaktadır?
ANAP ve benzerleri, Kürtçe kursları ve yayını, AB Kriterleri’nin “azınlık hakları” ya da “kültürel haklar” atfına dayandırıyorlar. “Bölücülük” paranoyasına tutulmuş MHP türünden “karşıtları”, “ne azınlık hakları, Kürtler azınlık mı?” diyerek ayağa kalktıklarında, “kültürel” savunmalara geçiyor ve anadil hakkının, dillerin tam hak eşitliği ve özgürlüğüne dayalı demokratik içeriğini tamamen yadsıyorlar. Bunu, zaten hiç savunmadıkları için, kolaylıkla ve kendileriyle çelişmeden yapmayı başarıyorlar. Dertleri Kürtlerin demokratik hakları ya da özel olarak anadil hakkı ve genel olarak demokrasi olmadığı, ama sadece AB Kriterleri’ne uyumun gereklerini karşılamayı dert edindikleri ve onlar için zaten “hak, değirmende” olduğu için formülleri anlaşılırdır. Ama Avrupa hani demokrattı, hani biz AB’ye demokrasi sorununu da çözebilmek için giriyorduk? Yayılan hayal ve üzerinden oyun oynanan beklenti bu değil miydi? ANAP, DYP ve benzerleri kendilerinin demokrasi düşmanlıkları üzerinden AB’nin demokrasi düşmanlığını açığa çıkardıkları için, bozuk saatin de günde iki kez de olsa doğruyu göstermesi gibi, hayırlı bir iş de yapmış oluyorlar.
Sadece anadil hakkı konulu bu formülleri ortaya atan ANAP ve benzerlerinin AB demokrasisi yorumu ve AB’nin bu formülleri kabul edeceği hesapları dolayısıyla değil; ama bu formüllere, onları “demokratik” içerikli bulanarak onay veren ve zaten kendi ülkelerindeki uygulamalarıyla da bu görüntünün görüntüsünü oynamaya, yani zevahiri kurtarmaya gerileyerek iyice güdükleşen, AB’nin, bizatihi kendisinin yaklaşımı da, “Avrupa demokratizmi” ve “demokrasisi”nin gerçek içeriğini ve sınırlarını ortaya koymaktadır. Örneğin Korsikalıların tam dil eşitliğini ve özgürlüğünü kabul etmeyip anadil hakkı sorununu, ANAP ve DYP benzeri formüllerle aşmaya uğraşan Fransa ya da Basklılara ilişkin aynı şeyi yapan ispanya ve onlarla birlik oluşturan Almanya ve diğer “demokrasi beşiklerinden, başkalarından anadil sorununu gerçek demokratik içeriğiyle çözmelerini istemeleri beklenemeyeceği gibi, demokrasi savunuculuklarına ve ülkemizi de demokratikleştireceklerine ilişkin masallara karınların tok olması gerektir.
Çiller örneğin, anadil hakkı üzerine çokbilmiş edayla söyledikleriyle, kendi pek “demokratik” yaklaşımını ortaya koyduğu kadar, “Avrupa demokrasisine ilişkin yorumunu ve aktardığı gözlemler ve aldığını söylediği mesajlara dayanarak bu “demokrasi”nin içler acısı halini yeterince ortaya koymaktadır:
“Brüksel’den sürekli haber alıyorum. Ayfer Yılmaz arkadaşımız yeni temaslarda bulunarak geldi. Verdiği bilgiler, Ankara’nın kolayca bazı konularda adım atmasının Türkiye-AB ilişkilerinde çok ilerleme sağlayacağı yönünde. İspanya’dan da aynı yönde bilgiler alıyorum… Brüksel’den ve İspanya’dan gelen mesaj ‘idamı bir kenara bırakın, zaten uygulamıyorsunuz’ yönünde. Buna karşılık anadilde yayın, öğrenim… özgürlüğünün genişletilmesi yönünde adımlar atmamızın yeterli olacağını belirtiyorlar. Ben de buna katılıyorum. Kürtçe dâhil anadillerde TRT-lnt’ten yayın yapılabileceğini, bu yönde destek vereceğimizi söylemiştim. Eğitim konusuna gelince. Eğitim dili Türkçedir. Başka dilde olmaz. Buna izin verirsek ülkeyi böleriz… Bu olmaz. Ama bireysel anlamda öğrenim için düzenleme yapılabilir. Kürtçe dâhil anadilde kurslar açılması yeterli. Bu kurslar açılır ve devlet denetimini yapar. AB, böyle bir kararı yeterli görüyor. Bence de bundan korkmaya gerek yok. Kurs açılmasında bir sakınca yok. TRT-lnt’ten yayın yapılması Türkiye’nin büyüklüğünü gösterir.” (Aktaran: Fikret Bila, Milliyet, 25 Haziran 2002, sf. 16)
Çiller’in bölücülük yaftasıyla Kürtleri ve eşit haklara sahip olmalarını, dil konusunda tam hak eşitliğini dışladığı zaten biliniyor. Bu, yıllardır izlediği tutum. Devamcısı olduklarının 80 yıllık tutumu. Örneğin, kendisi İngilizce eğitimden geçmiş “bölücülük” yapmamış ve “bölücülük”e kurban da gitmemişken ve ülkede İngilizce öğrenime itirazı aklından bile geçirmediği kesinken, başka dillere, tartışılan Kürtçe olduğu için, Kürtçeye eğitim dili olma hakkı, dolayısıyla hak eşitliği tanımayarak, “eğitim dili Türkçedir. Başka dilde olmaz.” eşitsizliğini vurgulamakta ve dil sorununda demokratizimle ilişkisiz ya da demokrasi düşmanı bir zeminde durmaktadır. Yayın konusunda, TRT-lnt’ten, o da on dakikalık, o da Türkçe alt yazılı bir Kürtçe yayının kabulüne kadar ilerleyebilmektedir. Kürtçe eğitim hakkına ilişkin, ancak devlet denetimli kurslarla ve ancak “bireysel anlamda öğrenim” için düzenleme yapma noktasına kadar gelmeyi kabullenebilmektedir. “Resmi dil” sorununu hiç tartışmamaktadır bile. Asıl önemlisi ise, içini dışa vuran “AB bu kararı yeterli görüyor”, filanca konuda ” … yönünde adım atmamızın yeterli olacağını belirtiyorlar.” şeklindeki derdinin kesinlikle anadil sorunu olmayıp AB olduğunu ortaya koyan yaklaşımıdır, içini boşaltmak ya da Kürtlerin aldatılmasına oynamak falan da değil, böyle tanımlanması da doğru olmaz, istemeye istemeye mecbur olduğu bir iş yapmak ve buna AB’ye uyum sağlamak adına katlanmak, Çiller’in anadil sorununa ilişkin gerici tutumunun özüdür. Anadil, Kürtçe ve Kürtler, anadil sorunu AB tartışmasına bağlanarak ancak bu denli aşağılanabilir ve sorun kendisi olmaktan ancak bu kadar çıkarılabilir!
Benzer yaklaşımı, idam cezasının “insani” gerekçeyle kaldırılması ve yerine pek “insani” ağırlaştırılmış müebbet konması önerisini öne süren Ecevit ve DSP’si sergilemektedir. Üstelik o, “karşıtlar”la yandaşları birleştirme gibi bir “büyük devlet adamlığı” misyonu da üstlenmiş ve AB üyeliği için “arabuluculuk”a soyunmuş görüntüdedir. Ecevit’in anadil sorununa ilişkin görüşleri şöyledir:
“Bazı çevreler, Kürt kökenli yurttaşlarımız anadillerini daha kolay öğrensinler diye istiyorlar. Ama bazıları da bunu bölücü akımlar yolunda bir araç olarak istiyorlar. Eğer o çevreler bu görüntüyü vermekten kendilerini kurtarırlarsa, bunun sadece kültür sorunu olarak ele alınması sağlanırsa, buna kimse karşı çıkmaz. Bazı çevreler aslında bir ayrı ulus bilinci yaratmak için kültür ve dil konusunu kullanıyorlar. Onların bu istismarı ve menfi bir takım formüller için de bu soruna çözüm bulmamız gerekir.” (Günlük Evrensel, 19
Haziran 2002, sf. 8)
Zaman zaman AB tartışmalarına açıktan bağlasa ve AB normlarını söz konusu etse de, bir dizi Kopenhag uyumu sorununun, bu arada anadil sorununun ele alınmasında “AB istedi diye yapıyoruz” görüntüsü vermekten en çok, belki de başlıca kaçınan, sorunları “insani” ve “demokratik” gerekçelerle ortaya koyuyor havası veren milliyetçi nedenlerle de olsa, DSP olmaktadır. MHP, bunu, “Avrupa istedi diye yapmayız”, hatta “AB bizi bölmek istiyor”, “biz kendi politikalarımızla onurlu girişten yanayız” vs. edebiyatıyla, “karşıtlık” cephesinden, ama yine AB bağlantısı kurarak yapmaktadır, ikisinin de vermeye çalıştıkları görüntü, “iç güç” olma ve milliyetçi-yerli görüntüdür. Farkları, MHP bunu şoven ve zorbalık politikasının temsilcisi olarak yaparken, DSP’nin aynı şeyi, hem “insani” ve “demokratik” hem de “ağır-oturaklı” havalarda “devletin yüce menfaatlerinin gereği” birleştirici/uzlaştırıcı bir tutumla yapmaya uğraşmasındadır. “Yoğurt yiyişler” farklıdır. “Bölücülük”ün paranoya düzeyine yükseltilmesi ve belirleyiciliği bakımından da bu fark dışında farkları pek yoktur. Ama, örneğin “insani ve demokratik” görüntü kaygısı, DSP’yi, MHP’nin tersine, anadil sorununun, “sadece kültür sorunu” olarak ele alınması sağlanırsa, onaylanmasına, olmasa bile bunun kabulüne götürmektedir. (Bu koşulla, MHP’nin de sorun çıkarmaz bir pozisyona gerileyeceği söylenmelidir.) Ama sorun buradadır. Anadil sadece bir “kültür sorunu” mudur? Sorun, Kürtlerin anadillerini “daha kolay öğrenmeleri” sorunu mudur? Örneğin dilin geliştirilmesi sorunu yok mudur? Ya da dillerin eşitliği, dil özgürlüğünün özgürlük sorununun temel bir bileşeni oluşu neden reddedilir? Böyle olunca “demokratik” gerekçeler ve görüntüden geriye ne kalır? Dil ve ulus ilişkisi nedir, bu ilişki koparıldığında, demokratizmin sıfırlanmasının ötesinde, dil sorunu anlamlı ve açıklanabilir bir sorun olur mu? Bu tür “menfi bir takım formüller”in gözetildiği “menfi” bir yaklaşımla, AB normları gerekçesiyle hüsnükabul gösterilse de, anadil sorununda herhangi bir şey yapılmış ve örneğin -doğrultusu bile önemli olmadan- herhangi yönde herhangi adım atılmış olabilir mi? Bu ve MHP’nin açıktan yok sayıcı yaklaşımından ve hele “AB Kriterlerine uyumu gerçekleştirmek üzere, bu yaklaşımlarla uzlaşma ve tutum ortaklaştırma arayışından, anadil sorununun AB tartışmalarına bağlanıp yedeklenerek ya da tümden inkâr edilerek aşağılanmasından ve gericiliğin güçlendirilmesinden başka ne üreyebilir? Bu ve benzeri sorular ve yanıtlarını “insan Diliyle insandır” başlıklı bir diğer yazımızda ele alacağız.
Ancak şu şimdiden ve netlikle söylenmelidir ki; anadil ve diğer tüm demokratik içerikli sorunlara ilişkin -kenarından-köşesinden bile olsa- her türlü demokratikleşme, bu olmasa bile -inkârcı, yok sayıcı tutumlarda yumuşama içerikli- her türlü normalleşme reddedilemez olmakla birlikte, sorunların AB tartışmalarına bağlanmış ele alınışlarından, bu noktadan hareketle yaratılmış beklentilerden hiçbir hayırlı sonuç çıkmaz. Anadil sorununa ilişkin böyle bir yaklaşım, kim tarafından ve nasıl savunulursa savunulsun, sadece ve yalnızca, Kürtlerin AB’ye (ve yandaşlarına) bağlanması amacı ya da bunun benimsenmesi üzerine oturabilir; ama Kürt sorununun demokratik çözümüne ve ülkenin demokratikleşmesine hizmet etmez.

İşçi haklarına saldırı

İş Güvenliği Yasası’nın çıkartılmasını engellemek için aylardır Hükümet’e baskı yapan, TBMM’de kulis faaliyetinde bulunan patronlar istediklerini elde etti. Hükümetle yaptıkları pazarlıklar ve işçi sendikalarının teslimiyeti sonucu iş güvenliği yasa tasarısını bir paketin içine koymayı başardılar. Bilim Kurulu adı verilen dokuz kişilik bir kurulun hazırladığı İş Kanunu Ön Tasarısı isimli tasarı paketinin içine iş güvenliği ile ilgili hükümlerle birlikte, esnek çalışmayı düzenleyen hükümler ve kıdem tazminatı ile ilgili düzenlemeyi de kattılar. Bilim Kurulu’nun hazırladığı tasarı ile 1475 sayılı İş Kanunu neredeyse tümüyle değiştiriliyor. Böylece, iş güvenliği yasa tasarısını bir buçuk yıl Hükümet’te beklettiğini söyleyerek övünen patronlar amaçlarına ulaşmış oldu. Patronlar, iş güvenliği istersen karşılığında esnek çalışma kurallarının yasalaşmasını ve kıdem tazminatının kaldırılmasını kabul etmelisin diye işçi sınıfına meydan okuyor. Sendika bürokratlarının yönetimindeki işçi sendikaları Bilim Kurulu’nu kabul etmek ve bu Kurul’a sendikaları temsilen akademisyen önermekle patronların oyununa geldi. Ya da zaten patronların oyununa gelmek istediğinden, bu oyuna gönüllü olarak katıldı.
İş Kanunu Ön Tasarısı’nı hazırlayanlar, işçi sınıfı aleyhine düzenlemeleri formüle ederken, en çok Avrupa Birliği normlarından yararlandıklarını, ölçüt olarak “AB Müktesebatı”nı (müktesebat: kazanılmış olanlar, saklı olanlar), ama kuşkusuz işçilerin değil, özellikle son yıllardaki sermayenin kazanımlarını aldıklarını, Tasarı’nın gerekçesinde sık sık anlattılar. Böylece, Türkiye henüz AB’ye girmeden AB uygulamaları olarak işçi sınıfına dayatılanlar, AB’ye girildiğinde işçi sınıfını neyin beklediğini de açıkça göstermiş oluyor. İşçi sınıfının haklarının en pervasız gaspı bakımından, tıpkı Gümrük Birliği ile olduğu gibi, henüz AB’ye girmeden girdiğimiz görülüyor. Bu hayâsız dayatmalar AB normlarıdır.

İŞ KANUNU ÖN TASARISI NE GİBİ DEĞİŞİKLİKLER GETİRİYOR?
Tasarıda işe, işyeri kavramının değiştirilmesi ile başlanmış. İşçi, işveren, işyeri gibi kavramların tanımı sadece hukuk teorisini ilgilendiren bir konu değildir. Bu kavramların tanımı, işçi ve işveren tarafının bir takım avantaj ya da dezavantaja sahip olması sonucunu doğurmaktadır.
Mevcut 1475 Sayılı kanunda “işin yapıldığı yere işyeri denir” gibi, somut bir yer tarif edilirken, Taslak’ta “1/b: İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birime işyeri denir.
İşverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerine bağlı yerler) … işyerinden sayılır” denilerek, işyeri kavramı muğlâklaştırılıp belirsizleştiriliyor, sınırları tanımlanmış bir mekân olmaktan çıkarılıp ortadan kaldırılıyor. Evde çalışma, parça başı çalışma, belirli bir işletme şirketinin çeşitli birimlerinde çalışma vb. gibi işyeri kavramının belirliliğini aşmayı kolaylaştırıcı bir düzenleme getiriliyor.
Taslağın gerekçe bölümünde bu düzenleme şöyle anlatılmış: “Diğer yandan teknolojik ve ekonomik gelişmeler bir işyeri çerçevesinde mal ve hizmet üretimi, pazarlama ve müşterilere sunulması yönünden çok yönlü ve yapısal değişiklikleri beraberinde getirmiş, bir işyerinin amacının gerçekleştirilmesinde işlerin görülmesi işyerinin kurulu bulunduğu ‘yerin’ dışına taşmış, işveren kurulan ‘iş organizasyonu’nu işçinin evine, bağımsız bir işyeri olmayan irtibat bürolarına veya yurt genelinde veya ilin içinde işlerin yürütüldüğü bir örgütlenmeye kadar genişletmek gereksinimi duymuştur. Bu olgular dikkate alınarak ve AB’ye üye devletlerdeki değerlendirme ve kavramsal gelişmeler göz önünde tutularak maddenin (b) bendine ‘işyeri, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütündür1 hükmü eklenmiştir.”
Görüldüğü gibi, Tasarı gerekçesinde işyeri kavramının değiştirilmesinin amacı açıkça, işçi sınıfının tepkisinden dahi çekinilmeksizin anlatılıyor, işyeri kavramının değiştirilmesi ile işçi; belirsiz, her an değişebilecek bir işyerinde çalışan gezici servis elemanlarına döndürülüyor.
İşçi sınıfı belirli bir işyerinde çalışma hakkı için mücadele etmiştir. Nerede, kaç saat ve nasıl çalışacağını bilmek, çalışma koşullarını, çalışma dışındaki günlük yaşamını düzenlemek, kendini geliştirebilmek için; bu koşulların belirlenmesi ve yasal güvenceye alınması işçi sınıfı için hayati öneme sahiptir. Ülke çapında bir işletmenin, işçisini istediği yerde çalıştırması işçinin yaşamını, aile hayatını alt üst edecek, kendisi için ayırdığı zamanı daraltacaktır. En önemlisi de işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlülüğünü dağıtacaktır. Örneğin, İstanbul’un bir fabrikasında sınıf örgütünü kuran, sendikayı örgütleyen bir işçinin, işverene ait Kocaeli’nde bir fabrikaya çalışmaya gönderilmesi, İstanbul’da örgütlenme faaliyetinin engellenmesinin en kolay yollarından biri olacaktır. Yıllarca, memurlara uygulanmış sürgün cezaları, artık işçiler için de söz konusu olacaktır.
Tasarının altıncı maddesinde “İşyerinin veya bir bölümünün devri” düzenlenmektedir. Tasarı gerekçesinde “… çalışma hayatının çok önemli sorunlarından biri olarak birçok ülkede, örneğin İsviçre, Almanya ve diğerlerinde işyerinin ve işyerinin bir bölümünün devri hakkında yasama organının müdahalesi çoktan gerçekleşmiş, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde mevzuatlarının uyumlaştırılması amacıyla 77/187 sayılı yönerge yürürlüğe konulmuş ve bununla ilgili 2001/23 sayılı yeni bir yönerge çıkarılmıştır.
İşyerinin devri ve sonuçları hakkındaki boşluk, doktrin ve yargı kararlarıyla İş Kanununun temel esaslarına göre doldurulmuş olmasına rağmen, özellikle ekonomik koşulların etkileriyle daha sık görülen bu tür devirler için kanuna açık düzenlemeler getirilmesi tarafların menfaatleri yönünden de kaçınılmaz bir durum olarak görülmüştür. İş Kanununun genel hükümleri arasında işyerinin devrine ilişkin konular eklenirken Avrupa Birliği Müktesebatından başka diğer ülkelerin yararlanılabilecek maddeleri… göz önünde tutulmuştur.” denilmektedir.
Bu düzenlemeye göre işçinin üretim içindeki konumu değiştirilmektedir, işçi tıpkı bir makine parçası ya da bir top kumaş gibi, alınıp satılan, fabrika ya da işyeri ile işyerinin bir bölümü ile başka bir patrona devredilen meta haline getirilmektedir.
Tasarı’nın yedinci maddesinde, iş sözleşmesinin de devredilmesi düzenlenerek, altıncı maddedeki iş yerinin devredilmesi uygulaması pekiştiriliyor.
Tasarının sekizinci maddesinde ödünç iş ilişkisi düzenleniyor. Tasarı gerekçesinde “Türk çalışma hayatında ödünç iş ilişkisi 1960 yıllarından başlayarak özellikle holdinglerin gittikçe yaygın bir girişim olarak faaliyete geçmeleriyle sayıları artan şekilde görülmüş, hatta ödünç iş ilişkisini mesleki faaliyet olarak yürütüp gelir sağlamayı amaçlayan girişimcilerin sayılarında bir artışın olduğu da tespit edilmiştir. Avrupa Birliği Çalışma Müktesebatına da giren ödünç iş ilişkisi, işçi-işveren ilişkilerinde asıl işveren-alt işveren ilişkisi dışında üçlü ilişkilerin diğer bir örneğini oluşturmaktadır.” denilmektedir.
Sekizinci madde ile düzenlenen ödünç iş ilişkisinde, bir işverenin yanında çalışan işçi başka bir işverene geçici bir süre için yine makine ve hammadde gibi ödünç verilebiliyor. Ödünç iş ilişkisi ve iş sözleşmesinin devri ile işçiler, işletmeler arasında seyyar işçi haline getirilerek, daha az işçi ile üretim yapılması amaçlanmaktadır. Ödünç iş ilişkisi yasa maddesi olarak düzenlendiğinde, taşeron firmalar gibi, çok sayıda ödünç işçi veren şirketler oluşacaktır. Ödünç iş ilişkisi dendiğinde, ilk olarak, bir patronun kendi işçilerini başka bir patrona geçici bir süre için vereceği akla gelse de, bu tür alışveriş esas ödünç verme işlemi olmayacaktır. Şimdiden faaliyet gösteren ve “istihdam şirketleri” olarak tanımlanan şirketler çoğalacaktır. Bu şirketler asgari ücretle işçi çalıştıracak, bu işçileri üç ay için bir patrona, beş ay için başka bir patrona, on ay için üçüncü bir patrona “ödünç” olarak verecektir. “Ödünç” işçilerin verildiği patronlardan biri tekstil sektöründe, ikincisi lastik iş kolunda, üçüncüsü ise otomobil sektöründe olabilecektir. Bununla öngörülen, “işçi pazarı”nın, yaygın işsizlik baskısı altında, en düşük ücret, en kötü ve hiçbir kurala bağlı olmayan çalışma koşulları, sosyal, sendikal haklardan tam bir yoksunluğa dayalı en pervasız kapitalist örgütlenişidir. Böyle bir durumda “ödünç” işçilerin sendikada örgütlenmesi dahi mümkün olmayacaktır.
On ikinci madde ile “belirli süreli iş” kavramı getirilmiştir. Buna göre işveren işçiyi dört ay, yedi ay, on beş ay vb. gibi sürelerle iş akdi yapıp çalıştırabilecektir. Bu maddenin gerekçesinde; “Maddede belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmeleri tanımlanmış, tarafların bu tür sözleşmeleri meydana getirmedeki serbestîleri İLO’nun ‘İş Sözleşmesine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı Sözleşmesi’ ve Avrupa Birliği Çalışma Müktesebatı, özellikle Konseyin 99/70 sayılı yönergesi ile yürürlüğe konulan ‘Belirli Süreli İş Sözleşmeleri Hakkında Çerçeve Anlaşması’na uygun sınırlamalara tabi tutulmuştur.
“Belirli süreli iş sözleşmesinin tanımı verilirken, sadece tarafların açıkça süresini belirledikleri değil, sürenin objektif belirlenebilir olduğu hallerde de sözleşmenin belirli süreli olacağı kabul edilmiştir… Örneğin Almanya’da 24 ayı geçmeyen bir sürede en çok üç kez yenilenen bir iş sözleşmesinin belirli süreli olma özelliğini koruyacağı ve belirsiz süreliye dönüşmeyeceği kabul edilmiştir.” denilmektedir.
Bu düzenleme ile patronlar uzun süreli çalışma ile işçinin kıdem tazminatı, yüksek ücret ve diğer bazı kazanımlarını ortadan kaldırmaktadır. Patronlar bu hüküm yasalaştığında belirsiz süreli iş sözleşmesi yapmaktan kaçınacak, belirli süreli iş sözleşmesini tercih edecektir. Aynı işçinin peş peşe belirli süreli sözleşme ile çalıştırılamaması dahi, bu durumu değiştirmeyecektir. Böyle bir düzenleme olsa bile; bir işçiyi iki üç kez belirli süreli iş sözleşmesi ile çalıştıran işveren, daha sonra, onunla kalıcı bir sözleşme yapmayıp bu işçiden vazgeçerek, yeni bir işçiyi belirli süreli iş sözleşmesi ile çalıştırmaya başlayacaktır.
On dördüncü maddede kısmi süreli ve tam süreli iş sözleşmesi düzenlenmektedir. Bu düzenlemeye göre işveren bir haftada yirmi saat, on beş saat, otuz saat gibi çalışma saatlerine göre işçi çalıştırabilecektir. Böylece asgari ücretin dahi altında işçi çalıştırmak mümkün olacaktır. Taslak gerekçesinde; “Ülkemizde de sayıları gittikçe artan kısmi süreli çalışmaları teşvik etmek üzere, bu tür iş sözleşmesinin tanımı yapılmış… Avrupa Birliği’nde Konsey tarafından 97/81 sayılı yönerge ile yürürlüğe konulan sosyal tarafların meydana getirdikleri ‘Kısmi Süreli Çalışma Hakkında Çerçeve Anlaşması’nda belirtildiği üzere, bu anlaşmanın amacı… diğer yandan kısmi zamanlı çalışmanın gelişmesini serbest irade temelinde teşvik etmek ve işverenlerle işçilerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde çalışma sürelerinin esnek bir organizasyon çerçevesinde düzenlenmesine katkıda bulunmak.
“Kısmi süreli iş sözleşmesinin tanımı verilirken, yönerge hükmündeki ölçüler dikkate alındığı gibi, tam süreli iş sözleşmesi karşısında kısmi süreliden söz edebilmek için ‘önemli ölçüde daha az’ bir haftalık çalışma süresinin sözleşmede tespit edilmiş olması da aranmıştır. Örneğin işyerinde uygulanan tam süreli iş sözleşmesi için haftalık çalışma süresi kırk saat ise kısmi süreli çalışma için iki üç saat gibi daha az çalışma değil, hiç olmazsa tam sürenin üçte ikisinden daha az olan otuz saatin altında haftalık çalışma süresine göre istihdam edilen işçi kısmi süreli sözleşmeye göre istihdam edilen kimse olarak kabul edilecektir.
Kısmi süreli çalışanlara yönelik ayrımcılığı kaldırmak hedef alınırken, tüm çalışma şartlarından yararlanmada tam süreli çalışanlarla eşit duruma getirilmeleri de düşünülemez, aksi halde tam bir eşitsizlik ortaya çıkar. Bu açıdan ayrımı haklı kılan nedenlerin bulunması durumunda, her iki türde sözleşmelerle çalışanlar arasında farklılıklar olması doğal karşılanacaktır. Kısmi süreli iş sözleşmesine göre çalıştırılan bir işçi, işyerinde haftanın iki günü iş görmeyi üstlendiğinde bu çalışma düzeni itibariyle hafta tatili ücretine hak kazanamayacağı gibi, öğleden sonra çalışmaya başlayan işçinin, işverenin sabahları işe başlamak üzere tahsis ettiği servis aracından veya öğle yemeğinden yararlanması da mümkün değildir. Bu durum bir ayrım yapıldığı anlamını da taşımaz.” denilmektedir. Taslak gerekçesinde söylenenlere eklenecek fazla bir şey kalmıyor, işveren, neden tam süreli işçi çalıştırıp, beş gün çalıştırdığı işçiye yedi günlük ücret ödesin? Bir işçi yerine, haftada üç gün ve dört gün çalışan iki işçiye aynı parayı vererek, haftada yedi gün çalıştırmak patrona daha kârlı gelecektir.
Kısmi süreli çalışma “part-time” olarak bilinen çalışmadır. Mc Donald’s 1986 yılında Taksim’de ilk restoranını açtığında part-time (“kısmi süreli”) çalışmayı da başlatmıştı. On altı senedir sendika örgütlenmesi olmayan bu işyerinde çalışan işçilerin ücretleri de çoğu kez asgari ücretin altında olmuştur.
On beşinci madde, “çağrı üzerine çalışma”yı düzenliyor. Madde metninde çağrı üzerine çalışma şöyle tarif ediliyor: “Sözleşme ile işçinin üstlendiği işin çıkması halinde iş görme ediminin yerine getirileceğinin kararlaştırıldığı iş ilişkisi, çağrı üzerine çalışmaya dayalı kısmi süreli bir iş sözleşmesidir.”
Çağrı üzerine çalışma düzenlemesi ile işçi, haftada bir eve temizliğe gelen “temizlikçi kadın” durumuna sokulmaktadır. Tabii ki, böyle bir iş ilişkisinde sigorta, sendika ve diğer haklardan söz etmek mümkün olmayacaktır.
Tasarının on altıncı maddesinde, deneme sürelerinin bir aydan iki aya çıkarılması öngörülmektedir. TİS’le bu süre dört aya çıkarılabilmektedir. Bu durumda, işçiler deneme sürelerinde çalıştırılacak ve iki ya da dört ay çalıştırıldıktan sonra işten çıkarılacak, böylece, yerleşik bir çalışma yaşamına katılamayacağı ve haklarından yararlanamayacağı gibi, belki de hiçbir zaman eline geçiremeyeceği en düşük “deneme ücreti”ne boyun eğme dayatmasıyla yüz yüze kalacak, sendika, sigorta vb. hakları ise daha başından gasp edilmiş olacaktır.
Taşeron temizlik firmalarının uygulaması bilinmektedir. Aynı patronlar tarafından kurulan üç, dört değişik şirkette, işçiler deneme süresinde çalıştırılmakta, deneme süresi bittiğinde bir şirketten çıkışı yapılıp diğer şirkette işe alınmakta ve böylece sigortasız olduğu gibi, çoğunlukla asgari ücretin dahi altında çalıştırılmaktadır. Taşeron şirketlerin son yıllarda uyguladığı sömürü yöntemi şimdi iş kanununa konularak genelleştirilmek istenmektedir.
Tasarının yirmi yedinci maddesinde, işverenin haklı nedenlerle iş sözleşmesini feshi maddesi, mevcut kanundan farklı olarak, işçinin tutuklanmasının işveren açısından işten çıkarma için haklı neden olduğu belirtilerek düzenlenmiştir. Altı aylık işçinin on beş gün, bir buçuk yıllık işçinin bir ay, üç yıllık işçinin bir buçuk ay ve üç yıldan fazla çalışmış işçinin iki ay tutuklu kalması, işverene haklı fesih hakkı tanımaktadır, işverenin iş akdini feshi için, işçinin hangi sebepten tutuklu kaldığı, yargılama sonunda beraat edip etmediği vd. durumlara bakılmadan, sadece tutuklu kalması yeterli olmakta, işten atma gerekçesi olarak kabul edilmektedir. Bu düzenleyici maddesiyle taslak, burjuva hukuku ve ilkelerini bile geçersizleştirmekte; “mahkeme kararıyla mahkûm edilinceye kadar herkes masumdur” ilkesi (masuniyet karinesi), bu düzenleme ile iş hukuku alanında ihlal edilmektedir.
Tasarının kırk üçüncü maddesi, fazla çalışmayı (fazla mesaiyi) düzenlemektedir. Bu düzenleme, günlük sekiz ya da dokuz saati aşan çalışma yerine, haftada kırk beş saati geçen süreyi “fazla çalışma” olarak tanımlıyor. Böylece, hafta içinde bazı günler günlük çalışma süresinin aşılması durumunda, işveren işçiyi haftanın diğer günlerinde az çalıştırarak fazla çalışmayı telafi edilebilecek ve işçiye fazla çalışma ücreti ödemeyecektir. Bu düzenleme, “çağrı üzerine çalışma”yı düzenleyen Taslak’ın 15. maddesiyle de uyumludur ve işveren “çağrı” imkânına dayanarak, örneğin stoklu ya da krizli dönemlerinin en ucuza ve işçiyi ücretinden ederek üstesinden gelebileceği gibi, fazla mesai ödentilerinden de kaçınabilecektir.
Yine, fazla çalışmanın karşılığı fazla çalışma ücreti yerine, başka bir gün izin olarak kullanılabilecektir, işçi, isterse, altı ay içinde, fazla çalıştığı saat karşılığı, her bir saat fazla çalışmaya karşılık, bir buçuk saat izin kullanabilecek. Bu düzenleme ile fazla çalışma ücreti ödeme yerine işverene fazla çalışmayı başka şekilde telafi etme olanağı getiriliyor.
Kırk sekizinci maddede düzenlenen hafta tatili ücreti ile hafta sonu tatili kavramı da değiştirilmektedir. Mevcut kanundaki altı iş günü çalışarak elde edilen hafta sonu tatili hakkının uygulanması, “altı gün çalışmadan sonra” koşulu kaldırılarak haftada herhangi bir gün olarak “serbestleştiriliyor” ya da doğru deyimiyle işverenin elini serbestleştirmek üzere kuralsızlaştırılıyor. Bu düzenlemede, işçi, örneğin pazar günü gibi belirli bir günde hafta sonu tatilini yapamayacak, işin durumuna göre, hafta sonu tatili; bir hafta salı, diğer hafta pazartesi, bir başka hafta çarşamba günü olabilecek. Böylece işçinin ailesi ile haftanın belirli günlerinde yapacağı tatil, işverenin keyfine bırakılmış ve günü belirsiz hale getirilmiş olmaktadır.
Tasarının altmış beşinci maddesi ile işçiler, yüz yıl önceki koşullara, günlük on iki saat çalışma koşullarına döndürülmektedir. Tasarının gerekçesinde şöyle yazılmaktadır: “… Türk iş hukuku öğretisinde en çok eleştirilen ve uygulamada da -yasaya aykırı olmasına rağmen- farklı düzenlemelerin getirildiği bilinen, haftalık çalışma süresinin iş günlerine eşit ölçüde bölünmesi kuralına esneklik getirilerek, sözleşmelerle haftalık normal çalışma süresinin işyerinde haftanın çalışılan günlerine farklı bir şekilde dağıtılabileceği kabul edilmiştir. Bu halde, işçilerin sağlıklarını korumak amacıyla Avrupa Birliği’nin değişik 23 Kasım 1993 tarih ve 93/104 sayılı Direktifi’ne uygun olarak, 24 saat içinde işçiye kesintisiz 12 saatlik bir dinlenme olanağı sağlayacak şekilde günlük çalışma süresinin bir işçi için en fazla 12 saat olması (bent a, f, 3) ve ortalama haftalık çalışma süresinin de, fazla çalışmalar dâhil olmak üzere, 48 saati aşamayacağı hükmü getirilmiştir. (f. 4).
Haftalık çalışma süresinin haftalık çalışma günlerine farklı şekilde dağıtılması durumunda, o işyerinde haftada 6 gün çalışılıyorsa bir işçi haftada en çok (12×6=) 72 saat, 5 gün çalışıyorsa en çok (12×5=) 60 saat çalıştırılabilecektir. Böylece çeşitli nedenlerle iş yerlerinde ‘yoğunlaştırılmış iş haftası’ uygulanabilecektir. Bu tür çalışmalarda işverene bir aylık bir denkleştirme süresi tanınmıştır. Bu süre toplu iş sözleşmesi ile üç aya kadar arttırılabilir. Bu şekilde, yoğunlaştırılmış iş haftasından sonraki haftalarda işveren işçiyi daha az çalıştırması durumunda, işçiye fazla çalışma ücreti ödemek zorunda kalmayacaktır. Buna göre, örneğin haftanın 5 günü çalışılan bir işyerinde işçi bir hafta toplam 60 saat çalışmışsa, daha sonraki üç hafta boyunca haftada 40’ar saat çalıştırılmak suretiyle, haftalık ortalama çalışma süresi olan 45 saat aşılmamış olacaktır.” Tasarı gerekçesine ekleyecek bir şey yok. Günde 12 saat işgünü, ama fazla mesai parasının ödenmemesi,
işçinin günlük yaşamını düzenleyememesi ve kendi yaşamını tamamen patronun inisiyatifine terk etmesi vb. sonucunu doğuracaktır.
İşçi sınıfı, sekiz saatlik iş günü için uzun yıllar mücadele vermiş, çok sayıda işçi bu mücadelede yaşamını yitirmiştir. Böylesine çetin bir mücadele sonunda sekiz saatlik iş günü-haftada kırk saat çalışma, bazı ülkelerde de yedi buçuk saatlik iş günü-otuz beş saatlik iş haftası kabul ettirilmiştir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nde ise, günlük çalışma saatleri altı saate kadar indirilmiş ve günlük dört saat çalışma hedefine yönelik planlar yapılmıştır.
Şimdi, patronlar, yüz yıl önceki koşulları yeniden, hem de yasal düzenlemelerle, diriltmeye çalışmaktadır. İşgünü saatlerinin arttırılması için “iş yoğunluğu”, “işin acilliği” vb. gerekçeler kabul edilemez. Bu tür gerekçeler, patronlar açısından her zaman gündemdir. Diğer düzenlemelerle birlikte, işçi, on iki saat çalışan, çalışmak ve uyumak dışında başka bir şey yapmak için zamanı olmayan, yabancılaşmış, robotlaşmış, makinalaşmış, insanlıktan çıkarılmış bir duruma geri döndürülmek istenmektedir.
Altmış altıncı madde, “telafi çalışmasını getiriyor. Bu düzenlemeye göre, ulusal ve dini bayramlar, genel tatil günleri öncesi ya da sonrası işyerinin tatil edilmesi halinde, tatil süresi daha sonraki günlerde telafi ediliyor. Bununla, patronlar, zorunlu nedenlerle işçiye verdiği birkaç saatlik tatili bile geri almanın hesabını yapıyor. En hayâsız olanı ise, bu düzenlemeyle, “telafi çalışmasının, sağlık, cenaze vb. gerekçeli izin saat ya da günlerini de kapsamak üzere dayatılması, ücretli izin hakkının tümden gaspına yönelik olmasıdır.
Altmış yedinci madde kısa çalışmayı (ücretsiz izin) düzenliyor. Tasarı gerekçesi, “Özellikle ekonomik krizlerde çalışma hayatında sıkça görülen işçilerin ücretsiz izine çıkarılması durumunda, işçilere sınırlı da olsa bir gelir güvencesi sağlamak amacıyla, ‘kısa çalışma’ ve ‘kısa çalışma ödeneği’ kavramları getirilerek bunlarla ilgili düzenleme yapılmıştır.
Her şeyden önce, kısa çalışmaya hangi hallerde başvurulabileceği belirlenmiş ve bunlar ‘genel ekonomik kriz’ ve ‘zorlayıcı sebep’ olarak sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla, zorlayıcı bir sebep dışında, işverenin ancak ülke çapındaki genel bir ekonomik kriz nedeniyle, işyerindeki haftalık çalışma sürelerini geçici olarak önemli ölçüde azaltması kısa çalışma olarak nitelenecektir. Ekonomik ya da yönetsel veya organizasyona dayalı olarak o işyerinin kendisinden kaynaklanan bir krize girmesi yahut pazara bağlı olarak sektörel bir kriz o işyerinde kısa çalışma yapılmasını haklı gösterecek nedenlerden değildir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle, işyerinde geçici olarak en az dört hafta işi durdurma veya kısa çalışma uygulamasına karar veren işveren, bu kararını derhal ve gerekçeleri ile birlikte İş Kurumu’na ve işçi temsilcisine ve varsa toplu iş sözleşmesi tarafı işçi sendikasına bildirmekle yükümlü kılınmıştır. Bu karar sonucu kendilerine en az dört hafta ücretsiz izin verilen işçiler işsizlik sigortasından ‘işçi çalışma ödeneği’ almaya hak kazanacaklardır… İşçilerin geçici olarak ücretsiz izine çıkarılması ‘geçici bir işsizlik’ olarak nitelenerek işsizlik sigortasından ‘kısa çalışma ödeneği’ almaları öngörülmektedir.” şeklindedir.
Bu düzenleme ile bugüne kadar yasalara aykırı olarak uygulanan ücretsiz izin, artık yasal hale getirilmektedir. İşverenler, örneğin stoklan büyüyüp geçici olarak işi durdurduklarında, işçileri ücretsiz izine çıkaracak ve bu izin süresince Türkiye İş Kurumu tarafından işçiye ücretinden az bir ücret verilecek, böylece işveren stokları tüketinceye kadar “işçi giderlerinden” tasarruf edecektir. Bu düzenleme, sık sık ücretsiz izin uygulamasına vesile olacaktır ve ücretli izin hakkının gaspı anlamına gelmektedir.
Doksan ikinci madde özel istihdam büroları kurulmasını düzenlemektedir. Tasarı, “Maddede işçilerin iş ve işverenlerin işçi bulmasına aracılığın devletin yanı sıra özel istihdam kurumlarınca da yürütülebileceği öngörülmektedir. Böylece söz konusu işlevin esas itibariyle sadece Devlet tarafından yürütülmesini düzenleyen 1475 sayılı İş Kanunu sistemi terk edilmekte, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 181 sayılı sözleşmesinde düzenlenen ve birçok ülkede uzunca bir süredir yasal çalışma olanağına kavuşturulmuş bulunan özel istihdam bürolarının kurulmalarına ve çalışmalarına olanak sağlanmaktadır.” biçiminde gerekçelendirilmiştir. Özel istihdam büroları ile patronlar, yanında çalıştıracağı işçiyi seçerek işe alacaktır, işçi önderi, sendikacı, daha önce çalıştığı fabrikalarda hak mücadelesi vermiş işçilere bu bürolar tarafından iş bulunmayacaktır. Patronlar da Türkiye İş Kurumu yerine bu büroları tercih edecektir.
Doksan üçüncü maddede “mesleki faaliyet olarak ödünç iş ilişkisi” düzenlenmektedir. Yani madde, istihdam şirketlerinin çalışma koşullarını belirlemektedir. Tasarı, “Emek piyasalarında istihdamın teşviki ve yeni teknolojilerin gerektirdiği özel vasıflı işçilerin belirli ve belirsiz sürelerle bu vasıflara ihtiyaç duyan işverenlere ödünç verilmesi amacıyla 1990’lar boyunca birçok Batı ülkesinde yasal düzenlemeler yapıldığı bilinmektedir. Ödünç iş ilişkisinin mesleki faaliyet olarak yürütülmesi Uluslararası Çalışma Örgütü’nün özel istihdam bürolarına ilişkin 181 sayılı sözleşmesinin 1 (b) maddesinde öngördüğü gibi, bu çalışma türünde istihdam edilen işçilerin sağlık ve güvenlik koşulları bakımından korunmaları için Avrupa Birliği’nin 96/71 ve 91/383 sayılı Yönergelerinde hükümler getirilmiştir. Öte yandan Avrupa Birliği bu konuda yeni bir Yönerge çıkarma hazırlığı içindedir.
Maddede işçinin korunması ve bu alanda gelişecek sektörün kayıt altına alınabilmesi için, gerçek ve tüzel kişilerin işçilerin rızalarını almak suretiyle başka işverenlere (ödünç alanlara) belirli sürelerle vermeyi gelir getirici bir faaliyet olarak sürdürebilmeleri, Türkiye İş Kurumu’nun iznine bağlanmıştır.

Maddede Ödünç İş İlişkisi’nin mesleki bir faaliyet olarak yürütülebilmesi için öncelikle bu amaca uygun bir işyerinin tüm unsurlarıyla kurulmuş ve yetkili mercilere bildirmelerin zamanında yapılmış olması şartı getirilmiştir.” şeklinde gerekçelendirilmiştir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, istihdam şirketleri ile işçiler çeşitli patronlara belirli süreler için kiralanacaktır.
Yukarıdaki düzenlemelerin tümünü bir araya getirdiğimizde, İş Kanunu Ön Tasarısı ile işçiler amele pazarında her gün iş bekleyen, çalışma saati, ücreti, çalışma koşulları, hatta patronu bile belli olmayan; sendika, sigorta hakkını yitirmiş, bir makine ya da hammadde gibi el değiştiren bir meta haline getirilmek istenmektedir, işçi, yeniden köleleştirilmektedir.
Bu tasarıyı işçi sınıfına kabul ettirebilmek için, iş güvenliği ile ilgili (gerçekte bir güvence getirmeyen, göstermelik bazı tedbirleri içeren) bazı maddeler de tasarı içine serpiştirilmiştir, işçilerin gözünü boyamaya yönelik getirilen diğer yasal düzenleme ise, “Kıdem Tazminatı Fonu” tasarısıdır.

KIDEM TAZMİNATI FONU
İşçiler açısından, işten atıldıklarında ya da emekli olduklarında kıdem tazminatlarını patronlardan almak her zaman bir sorun olmuştur. İşveren, kıdem tazminatı vermemek için bin bir yola başvurmuş, kıdem tazminatını vermekten kurtulamayacağını anladığı zamanlarda bile, tazminatı vermeyerek işçinin dava yoluyla almasını dayatmıştır. Tazminatını dava yoluyla almak zorunda kalan işçi, hak ettiği kıdem tazminatını çoğu kez eksik ve yıllar sona alabilmiştir. Patronlar, işçilere kıdem tazminatı vermemek için, değişik şirketler kurmuş, işçilerin çalıştığı şirketlerde hiçbir mal varlığı bırakmayarak, mallarını kurduğu diğer şirketi eliyle pazarlamaya yönelmiş; kıdem tazminatına hak kazanmış ve hatta mahkeme kararıyla tazminatı belirlenmiş işçiler, çalıştığı şirketin mal varlığı olmaması nedeniyle kıdem tazminatını tahsil edememiştir.
Bu nedenle, kıdem tazminatı için bir fon kurulması ve işçi emekli olduğunda ya da işten çıkarıldığında tazminatı bu fondan, davaya bile gerek kalmadan alması, işçi için olumlu bir şeydir. Fakat İş Kanunu Ön Tasarı ile getirilen Kıdem Tazminatı Fonu böyle bir fon değildir. Tasarıdaki fon işçi sınıfının yararına bir fon değildir.
Kıdem Tazminatı Fonu, SSK gibi oluşturulmaktadır. Yönetiminde yine Çalışma Bakanlığı, işveren temsilcisi ve işçi temsilcisi bulunmaktadır, işçi temsilcisi SSK’daki gibi azınlık durumundadır.
Kıdem Tazminatı Fon Tasarısı’nda, kıdem tazminatı alabilmek için on beş yıl prim ödeme koşulu getirilmektedir. Örneğin, on dört yıl çalışan ve malulen emekli olan bir işçi, bu tasarıya göre, kıdem tazminatı alamayacaktır. Bu düzenlemede, haksız olarak işten çıkarılan işçi, kıdem tazminatı alamamaktadır. Yine bu düzenlemenin işçi düşmanı bir diğer yanı, işçinin, ancak fona prim yatırıldı ise tazminatını alabilmesidir. Primleri SSK toplamaktadır. SSK primlerinin işveren tarafından yatırılmadığı bir gerçektir. Patronlar kıdem tazminatı fon primlerini de yatırmayacaklardır. Tasarıda, kıdem tazminatı primini ödemeyen işverene yönelik ciddi bir yaptırım yoktur. Üstelik Tasarıda, Kıdem Tazminatı Fonu’na devlet bütçesinden kaynak aktarılmayacağı belirtilmektedir. Bu durumda, işveren Kıdem Tazminatı Fonu’na prim ödemeyecek, kıdem tazminatını hak etmiş işçi de bu nedenle tazminatını alamayacaktır. Kıdem Tazminatı Fonu işçi yararına getirilmiş bir uygulama gibi tanıtılmaya çalışılsa da, aslında işvereni kıdem tazminatı ödemekten kurtarmaktadır. Mevcut durumda dava açarak vs. yollarla, üstelik bir sene çalışmış bir işçi dahi işverenden kıdem tazminatı alabilirken, tasarı ile getirilmek istenen sistemde, belki kamuda çalışan işçiler dışında, hiç kimse kıdem tazminatı alamayacaktır.
Bilim Kurulu, Ön Tasarıda, Kıdem Tazminatı Fonu’na bir alternatif olarak farklı bir düzenleme de önermektedir. Bu düzenlemeye göre, Fon oluşturulmayacak, mevcut sistem devam edecek, fakat bir sene çalışmaya karşılık verilen otuz günlük ücret tutarında tazminat yerine, on beş günlük ücret tutarında kıdem tazminatı verilecektir. Yani, alternatif düzenlemeyle kıdem tazminatları yarıya indirilmektedir. Ayrıca, bu düzenlemede de, kıdem tazminatı alabilmek için, işçinin elli yaşını tamamlaması ve on yıllık kıdem süresinin doldurulması koşulu getirilmektedir. Dokuz yıl bir işyerinde çalışmış işçi, haksız olarak işten çıkarılsa bile, kıdem tazminatı alamayacaktır. Ya da on yıl çalışsa bile, elli yaşını doldurmamış işçi, işten haksız olarak çıkarılsa dahi, kıdem tazminatı alamayacaktır.
Her iki alternatifiyle Tasarı, kıdem tazminatını fiilen ortadan kaldırmakta şu ya da bu yolla kıdem tazminatı hakkının gaspını amaçlamaktadır.
Patronlar, kıdem tazminatının kaldırılmasını istemelerinin gerekçesi olarak, işsizlik sigortasının yürürlüğe girmesini göstermektedir, işsizlik sigortasının nasıl işlediği kısa sürede görülmüştür. Ve bu sistemde işsizlik sigortasından işsizlik ücreti alabilmenin deveye hendek atlatmaktan güç olduğu ve çok az işçinin işsizlik parası alabildiği bilinmektedir. Ayrıca; işsizlik parası da komik bir miktardır. Kıdem tazminatı, işçinin, işten çıkarıldığı zaman, iş buluncaya kadar geçimini sağlaması amacıyla verilen bir para değildir. Kıdem tazminatı, özü itibarıyla, işçinin çalıştığı süre içinde yıpranması karşılığı verilen bir tazminattır. Örneğin, devlet memurlarının, işçiler gibi, işten çıkarılması ve işsiz kalması, iş araması söz konusu değildir. Fakat emekli olurken emekli ikramiyesi almaktadırlar, işçilerin, memurlardan farklı olarak, haksız olarak işten çıkarıldıklarında kıdem tazminatı almalarının nedeni, farklı işveren yanında çalıştıkları içindir. Emekli olduğu işverenden önce, başka işverenlerin yanında çalışmış bir işçiye, son işvereninin işe giriş tarihinden itibaren hesaplanacak kıdem tazminatı ödemesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçiler haksız olarak işveren tarafından işten çıkarıldıklarında kıdem tazminatını da almaktadır. Aslında, işten çıkarılmada, işçi haksız da olsa, yukarıda açıkladığımız nedenle tazminatını alabilmelidir.
Gerçek bir Fon belki bu sakıncayı ortadan kaldırabilirdi. İşçi, çalıştığı süre içinde, onlarca iş yeri değiştirse de, Fon’da birikmiş parasını emekli olurken alabilirdi. Ama yukarıda belirttiğimiz gibi, Tasarı’daki fon böyle değildir, oluşturulma amacı işçinin gözetilmesi olmadığı gibi, tersine “maliyet hesaplarında “işçi giderleri”ni olabildiğince aza indirmeye yöneliktir.
Mevcut durumda, Ön Tasarıdaki iki seçenek de işçi sınıfının yararına düzenlemeler değildir. Fakat Ön Tasarı’yla getirilen düzenlemeler, mevcut düzenlemeden de geridir.

SONUÇ
Patronlar, Bilim Kurulu’na hazırlattıkları yasa tasarısı ile işçi sınıfına karşı büyük bir saldırı başlatmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu’nun Tasarı’daki gibi değiştirilmesi, işçi sınıfının yüz yıl önce kazandığı hakların tümünü kaybetmesini getirecektir. Tasarı yasalaşırsa, işçi gündelikçiye dönüşecektir. Sendikalar iyice küçülecek ve işlevsiz hale gelecektir, işçi sınıfına karşı tarihsel bir saldırı niteliğindeki bu düzenlemeyi Avrupa Birliği yanlısı patronlar gündeme getirmiş ve hazırlanmasında belirleyici rol oynamışlardır. Zaten, yasa tasarısı gerekçesinde de sık sık Avrupa Birliği mevzuatına atıf yapılmaktadır.
İş Kanunu Ön Tasarısı, Avrupa Birliği’ne girilmesinin işçi sınıfına yeni haklar getirmeyeceğini, tam tersine işçilerin mevcut haklarının önemli bir kısmını da kaybedeceklerini kanıtlamaktadır. TÜSİAD’cı, Avrupa Birliği yanlısı patronların da hak ve özgürlüklerden söz ederken, AB ile demokrasi ve ülkenin demokratikleşmesi vb. arasında beklenti pompalamak üzere ilişki kurarken ne kadar samimi oldukları, burada olanca açıklığıyla görülmektedir.
Sendika bürokratları, bu tasarının hazırlamasında, bugüne kadar gelinen süreçte yalnızca vurdumduymaz davranmamış, patronların safında yer almışlardır. Sendika bürokratlarının Bilim Kurulu’nu kabul etmeleri, yanlışlığının ötesinde, sonucunu bile bile geliştirdikleri işbirlikçi bir tutumdu. Bilim Kurulu’na sendikalar tarafından önerilen akademisyenler de, esnek çalışmayı ve Avrupa Birliği mevzuatını savunan anlayışlarıyla “seçilmiş” kişilerdir. Bu kişilerin Bilim Kurulu’nda işçi sınıfının çıkarlarını savunması ve işçi sınıfının yararı için mücadele etmeleri beklenemezdi. Bilim Kurulu’na akademisyen öneren sendika bürokratları, bu tasarıyı kendi katkılarıyla meşrulaştırmışlardır. Sendika bürokratları, iş güvencesi yasa tasarısı TBMM’den geçsin diye, bu yasa tasarısına karşı çıkmadıklarını ileri sürmektedir. Bazı sendika bürokratları ise, “İş Kanunu Ön Tasarısına karşı çıkmayalım, ama bu tasarıya karşı 2821 Sendikalar Kanunu ve 2822 Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik yapılması talebini ileri sürelim” demektedir. Bir kısım maddeleri üzerinde durduğumuz işçi düşmanı bu tasarının, herhangi bir gerekçeyle, işçiler ve sendikaları adına savunulması kabul edilebilir değildir. 2821 ve 2822 sayılı yasalar ile İş Kanunu Yasası birlikte ele alınmamalıdır. En iyi sendika ve grev yasası yapılsa bile (sendika bürokratları ile böyle bir yasa çıkması da mümkün değildir), Tasarı’daki gibi bir iş yasası kabul edilemez, işçi sınıfının bu “yasal” saldırıya topyekûn karşı çıkmaktan başka çaresi ve yolu yoktur. Bu “yasal” saldırının ve çıkarılmak istenen yasanın akıbetini işçi sınıfının bu karşı koyuşunun gücünden başka bir şey belirlemeyecektir.
Elbette patronlar ve Hükümet, sınıfın karşı koyuşunun gücüne bağlı olarak ve o oranda, İş Kanunu Tasarısı TBMM gündemine geldiğinde pazarlık yapabileceklerdir. Bu tasarının belki bazı maddelerini geri çekeceklerdir. Fakat tasarının bazı maddelerinin geri çekilmesi bir kazanım olamaz. Tasarı tümden reddedilmelidir ve iş güvenliği ile ilgili ayrı bir yasa yapılmalıdır.
İş Kanunu Ön Tasarısı ile birlikte Avrupa Birliği’nin mevzuatının da ne kadar işçi sınıfı çıkarlarına aykırı düzenlemeler içerdiği açıkça görülmüştür. Bu nedenle Ön Tasarı’ya karşı mücadele, Avrupa Birliği’ne karşı mücadeleyi de kapsamalıdır.
İş Kanunu ve işçi sınıfı ile ilgili yasal düzenlemeler; haftada otuz beş saatlik çalışma süresini, gerçek iş güvencesini, işsizlik sigortasını, devlet güvencesinde kıdem tazminatı fonunu, sınırsız örgütlenme ve grev hakkını, lokavtın yasaklanmasını, insanca yaşanabilecek bir ücretin yasa ile güvenceye alınmasını kapsamalıdır.

Küreselleşmenin sosyal-demokrasisi

ÇOKLUK İÇİNDE AYNILIK
Ülkenin içinde bulunduğu ağır siyasal ve ekonomik kriz koşulları, egemen sınıfların pek çok bakımdan “aceleyle” davranmalarını gerektiren sonuçlar yaratıyor. Başlıca “küreselleşme” merkezlerinin (ABD, AB) planlı ve programlı ilerleyişinin ihtiyaçları doğrultusunda davranmaya siyasal bakımdan hazırlanamayan burjuvazi, hızla geçip giden zamanı yakalamaya, “kıra-döke” mevzi kazanmaya ve ilerlemeye çalışıyor. Küreselleşme süreçlerinin bir parçası olmak için köklü değişiklikler gerçekleştirmeye çalışırken, sert sınıf mücadelelerini göze almak zorunda kalıyor, kitlelerin muhalefetini bastırmaya, yatıştırmaya çalışmak için ayrıca gayret gösteriyor.
Ancak, ekonomik-kültürel vb. başka alanlarda olduğundan daha fazla, siyasal alanda tökezliyor. En hazırlıksız olduğu alan burası.
Bir yandan, yalnızca devlet olanaklarını kullanarak seçmen tavlamaya alışmış bulunan burjuva siyaset, gittikçe küçülen bu olanakları paylaşmakta zorlanıyor ve artık seçmen kitlesine yalan söyleyebileceği koşulları bile bulamıyor. Hiçbir Bakan, artık seçim bölgesinde barajlar, yollar, fabrikalar açma sözü veremiyor; milletvekilleri hemşerilerine iş bulmakta zorlanıyor. İMF reçeteleri kendisine özgü mekanizmalar yaratırken, Türkiye’deki geleneksel burjuva politikacı tipini de ortadan kaldırmaya yöneliyor.
Ne var ki, burjuva siyaset yalnızca devlet olanaklarını kullanamamaktan dolayı sıkıntıda değil. Her parti, seçmen karşısına öteki partilerden daha farklı, daha cazip, daha vaat edici programlar çıkaramamaktan da sıkıntıda. Bu, kademe kademe parti tepelerinden başlayarak il ve ilçe örgütlerine kadar sirayet eden kapışmalara yol açıyor. Siyasal program ve siyasal örgüt bunalımı, en gelişmiş siyasal örgüt olan devletten başlayıp siyasal partilere ve onların siyasal programlarına kadar uzanıyor. Bütün burjuva siyasal partiler, eski oy tabanlarından, genel olarak kitlelerden kopuyor. Kopan bağların onarılamaz türden olduğu, yoksul, işsiz, topraksız, emekli, kamu emekçisi halk yığınlarını düzene bağlamaya elverişli ödün ilişkilerinin yeniden kurulamadığı görülüyor. Kitleleri etkileme konumundan uzaklaşan partilerin bunalımı derinleşiyor. TBMM önünde her gün her saat, uzun kuyruklar oluşturarak “vekilleriyle” görüşmeye, bir işini halletmeye çalışan insanların sayısı artarken, bunların memleketlerine çözümle dönenlerinin sayısı sürekli olarak ve hızla azalıyor. “Erken seçim” olasılığı arttıkça, şu anda mecliste bulunan iktidar ya da muhalefet partileri, “en sıkı” kadrolarına kadar daralmış olmanın endişesini yaşıyor. Uzun yıllar boyunca partilerini birer arpalık, iş olanağı, iş takibi için bir büro olarak bellemiş olan bu “en sıkı kadrolar”, seçim sözü edildikçe hangi partinin iktidara daha yakın olabileceğinin hesabını yapıyor ve gruplar halinde bir partiden ötekine dolaşıp duruyor.
“Küreselleşmenin”, temel iddialarından birisi, ideolojilerin sonunun geldiğine ilişkin olanıydı. Bu hemen akla gelen biçimiyle, sosyalizme yöneltilmiş bir “son ilanı” idi. Ne var ki, “tek tip ideoloji ve siyasal program” hedefinin, aynı zamanda burjuva fraksiyonlar ve siyasal temsilcileri için de geçerli olduğu, hiçbirinin özel, farklı, bir diğerine karşı programlar geliştirmeyecekleri bir durumun öngörüldüğü, daha doğrusu, bütün dünyada aynı “küreselleşme” hedefine bağlı tek bir programın uygulanmasından başka bir program ve ideolojinin “fazla” sayılacağı da böylece açıklanmış oluyordu.
Yaklaşık on beş yıl önce, Turgut Özal, Türkiye için “iki buçuk parti, iki buçuk gazete yeter” dediği zaman, mevcut Amerikan siyasal sisteminin bir yansımasını tarif ediyordu, ama burada kalmayarak, uygulanabilir bir plana sahip olduğunu da açıklıyordu. Günümüzde yaşananlar, Türkiye’de ilk uygulayıcısını Turgut Özal’ın şahsında bulan planın büyük ölçüde başarıya ulaştığını göstermektedir. Gazeteler ve başlıca televizyon kanalları, iki buçuk patronun elinde toplanmıştır; siyasal partiler ise, pratik program esasları bakımından artık iki buçuk bile değildir.
Partilerin kendi adlarına uygulayabilecekleri özgün, farklı programlarının kalmaması, böyle bir çabanın da anlamsızlaşması ve gereksizleşmesi, aslında sonuna gelinmiş bir süreçtir. Benzeşme ve aynılaşma, 20 yıllık bir süre içinde, gerek iç, gerekse dış baskı ve yönlendirmeler sonucunda, neredeyse tamamlanmıştır. Burjuva siyaset, artık siyasal partileri, geçmişteki biçimleriyle ve ilişkileriyle de devre dışı bırakacağı başka mekanizmalar geliştirmeye başlamıştır. “Popülizm”in, ekonomik ve siyasal hayatta tamamen yasaklandığı bir uluslararası anlaşma var gibidir ve bunun açık anlamı siyasi partilerin halkın hoşuna gidecek işler yapmadan ya da vaatlerde bulunmadan oy almanın yolunu bulmaya çalışmalarıdır. Eğer iktidara gelirlerse, kazara seçimlerde de böyle vaatlerde bulunmuşlarsa, asla uygulayamayacaklarını peşinen kabul etmiş olacaklar. IMF ve Dünya Bankası, Avrupa Birliği’nin çeşitli organları ve ABD, emperyalist sermayenin sınırsız yayılımı için gerekli olanların dışında herhangi bir “ulusal” programa izin verilmeyeceğini eylemli olarak göstermiş bulunuyor. Buna da esası bakımından hiçbir düzen partisinin itirazı yoktur.
Egemen sınıf partileri, bu bakımdan birbirine iki su damlası gibi benzeşmişlerdir.
Görünürdeki çokluklarına karşın, aslında hepsi bir tek partiden ibarettir.

YA SOSYAL-DEMOKRATLAR?
Eğer çoktan “halkçılık, sosyallik, demokratlık” gibi cilaları terk etmiş bulunan DSP’yi saymazsak, mecliste bir sosyal-demokrat parti yoktur. Peki, meclis dışında geçmiş yıllardaki program ve propaganda temalarına sahip bir sosyal-demokrat parti kalmış mıdır?
Bunun yanıtını almak için, doğrudan doğruya “sol” adına hareket eden ve eski sosyal-demokrat partilerin önderlerini toparlayarak yeni bir parti kurmaya çalışan diğer “sosyal-demokratlar”ın söylediklerine, muhalefet tarzlarına ve şu andaki durumun eleştirisini nasıl yaptıklarına bir bakmakta yarar var.
Gazeteci Metin Sever, Mayıs ayının son haftası boyunca Radikal’de “Solda Yeni Arayışlar” başlığıyla bir dizi söyleşi gerçekleştirdi. Ağırlıklı olarak, “soldaki dağınıklık” denince ilk akla gelen sosyal-demokrat fraksiyonların önderlerinin görüşlerinin yer aldığı bu dizi, hem sosyal-demokrasinin hem de kimi “solcu” grup ve partilerin görüşlerinin topluca ele alınması için bir fırsat doğurdu.
Burada iki nokta dikkat çekiyor: Birincisi, “sol” adına konuşan herkes, “solun yenilenmesi gereği”nin altını çiziyor, ikinci olarak da küreselleşme koşullarını ve sonuçlarını, “kabul edilmesi gereken nesnel ve zorunlu bir durum” olarak değerlendiriyor.
CHP’ye karşı ve “alternatif, hakiki sosyal-demokrat” partinin lideri, eski CHP’li Murat Karayalçın, kendi partisinin görüşlerini, yapmak istediklerini anlatmaya, “solun sorununun ne olduğunu” tespit ederek başlıyor: “Solun, çağa ayak uyduramaması!”
“Çağ”, Murat Karayalçın’a göre, özetle işçi sınıfının ve emek güçlerinin dağıldığı, yeni bir üretim süreci ile karakterize oluyor; öyle ki, SSCB’nin dağılmasını da bu süreç belirlemiştir: “…önce solun düşüncelerini üzerinde yapılandırdığı eski üretim sistemleri geçerliliklerini yitirdi. Post-fordist diye adlandırılan yeni bir üretim sistemi devreye girdi. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır, bu üretim sistemi, dünyanın her yerinde egemen oldu. Ardından kapitalizmin bu üretim sistemindeki değişim Sovyet sisteminin çöküşünü getirdi. Yeni üretim sisteminin emek kullanımı, sendikaların çok büyük ölçüde işlevlerini yitirmelerine neden oldu. Bunlar sonuç olarak solun kendisini yeni üretim sistemi uyarınca yeniden tanımlamasını, örgütlemesini gerektiren gelişmeler olarak önümüzde yer aldı.”
Diğer sosyal-demokrat liderlerde de karşılaşacağımız temel tespit, işçi sınıfının ve genel olarak emek hareketinin toplumsal ve siyasal yaşamdaki etkisinin artık olanaksız olduğudur. “Çağ”ı karakterize eden değişiklik budur! Üstelik bu değişiklik, sosyal-demokrat önderlere göre, örneğin sendikasızlaştırma ya da genel olarak işçi sınıfının ekonomik ve siyasal örgütlerinin kimi zaman zorbalıkla, kimi zaman ise doğrudan satın almayla, esnek çalışma ve “toplu görüşme” gibi etkisizleştirme yöntemleriyle değil de, “üretim sürecinin değişen karakteri” tarafından belirlenmiş bulunuyor.
Hal böyle olunca, yapacak tek şey, “çağa ayak uydurmak”tır. Yani, verili koşulları kabul etmekten, işçi sınıfının içine düşürüldüğü durumu, çalışma koşullarında yapılan bölücü ve zayıflatıcı uygulamaları “üretim süreci”nin bir koşulu olarak görüp benimsemekten ve ne yapılacaksa bunun içinde aramaktan başka yapacak bir şey yoktur.
Kuşkusuz, bütün bunlara karşı direnen işçiler “çağın gerisinde kalmış” oluyorlar; ayak uydurmak yerine “modası geçmiş” örgütlenmelerde diretiyorlar. Bu sözlerden çıkarılacak sonuç, sosyal-demokratların emek hareketiyle ilişkisinin yalnızca onu verili koşullara razı olmasını sağlamaya yönelik çalışmalardan ibaret kalacağıdır. Bunu, öteki bütün partilerin zaten yapmakta olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Eskiden sosyal-demokratlar, en azından yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve sendikal faaliyetin kendilerine bağlı olmak koşuluyla canlı kalması için plan ve programlara sahiptiler. “Çağın değişmesi”, bu yönelimi tümüyle silmiş bulunmaktadır.
Karayalçın, Avrupa Birliği, devletçilik gibi konulardaki muhalif tutumu da aynı çerçevede değerlendiriyor: “Devletçilik vazgeçilmez bir ilke değildir, AB ulusal çıkarlarla çelişmez!”
Burada, “küreselleşme” projeleriyle eklemlenmiş olmanın başlıca kıstaslarının tümünü görebiliyoruz. “Küreselleşme”, dünya çapında emek hareketinin direnişi kırılmadan gerçekleşemeyecek ya da en azından yerkürenin tümünü kapsama iddiasının uzağında kalacaktır. Bu yüzden, her ülkede önce işçi hareketi ve onun başlıca örgütsel dayanaklarının yok edilmeye girişilmesi rastlantı değil. Ne var ki bunun için de, önce dayatılan çalışma koşullarının “veri” düzeyine getirilmesi gerekiyor. Bir politika, bunu kabul ederek kendisini inşa etmeye başladığı andan itibaren işçilerin ve emekçilerin güncel çıkarlarıyla ilgisini kesmiş demektir.
“Post-fordizm” hakkındaki bu türden görüşler, bir üretim tekniği ile toplumsal ilişkiler arasında “göze hoş görünen” bağıntılar kurarak, toplumsal hayatın ve “üretim biçiminin” teknik değişimlere bağlı olarak “kökten” değiştiğini ileri sürüyor ve görünüşte, Marksistlerin elindeki silahı bir anda işlemez hale getiriyor! Yalnız toplumsal politikalar ve işçilerin örgütleri ile ilgili olarak değil, post-modernizm ve genel olarak kültürel değişimlerle ilgili çözümlemelerde de aynı sihirli anahtara başvuruluyor.
Sosyal-demokratlar, “çağa uygun” bir başka formülü de, “üretimi geliştirme” kavramında buluyorlar. Gazeteci Metin Sever’in, “sosyal-demokratlar Marksizm’den beslenmiştir. Siz hangi toplumsal kesimden besleneceksiniz?” biçimindeki anlamsız sorusunu, Murat Karayalçın, anlayarak yanıtlıyor: “Biz üretenler, çalışanlar, işsizler ve emekliler diye bir kitle tanımlıyoruz. Ayrıca üretim güçlerini geliştiren tüm kesimleri de destekleyeceğimizi ifade ediyoruz. Biz yalnızca paylaşımı esas alan bir parti olmayacağız, üretimi artıran, üretim güçlerini destekleyen bir partiyiz aynı zamanda.” “Üretim güçlerini geliştiren tüm kesimler”den kastın esas olarak sermaye sınıfı olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü işçi sınıfı, eğer terimi düzgün kullanacak olursak, kendisi zaten bir üretici güçtür ve “üretici güçleri geliştiren kesim” içinde sayılmaz. Üretici güçler, bizzat üretici sınıfın yanı sıra, bilim ve teknolojidir. Aslında onları Murat Karayalçın’ın düşündüğü biçimde, kimse geliştirmez: Toplumsal ilerlemenin, deney ve bilgi birikiminin sonucu olarak gelişir ve toplumsal değişimde rol oynarlar. Bu yüzden kural olarak burjuvazi, üretici güçlerin geliştirilmesi diye bir endişe taşımaz. Onların en kârlı biçimde nasıl kullanılabileceğinden öte bir ilgisi de yoktur. “Üretici güçleri geliştiren kesim”, son yıllarda burjuvazinin kendisini tanımlamak için Marksizm’den çaldığı ve bozduğu bir terim. Kimi zaman, daha açık sözlülükle “üretken sermaye” dendiği de oluyor.
Diğer sosyal-demokrat “yeni parti” girişimcilerinin de “yenilenme, çağa ayak uydurma” kavramına verdikleri önem bakımından Karayalçın’dan farkları yok.

TARİHSEL KÖKLER
Sosyal-demokrasi tarihsel olarak, sosyalizmin programına karşı burjuvazinin temel dayanaklarını güçlendirmek, toplumsal muhalefeti reformlar yoluna akıtmak için icat edilmişti. Ana kadroları, sendikal bürokrasi ve işçi sınıfının aristokratik tabakası içinden derlenmişti, başlıca siyasal ve ideolojik tezlerini ise sulandırılmış, burjuva kıstaslara göre gözden geçirilmiş bir tür “sosyalizm” üzerine dayandırıyordu. Başlangıçta, işçi sınıfı sosyalizmiyle kendi arasındaki sınırı “devrimci olmak-olmamak” biçiminde çizmişti. Kesin olarak “ihtilalci komünizm”le bir ilişkisi yoktu, demokrasiden yanaydı, kapitalizmin tekelleşmesine, aşırı kâr peşinde koşan uygulamalarına görünüşte karşıydı, ama örneğin savaş da dâhil olmak üzere, “kendi hükümetlerinin” emperyalist programlarını destekleyebiliyordu. Kapitalizm, emeğe karşı “adil” olmalı, devlet, sınıflar arasında bir denge organı olarak çalışmalı, sosyal haklar ve ücretler “adil” olarak düzenlenmeli diyor, işçi sınıfı partisinin görevinin “devrim yapmak” olmadığını ileri sürüyordu.
Bütün sosyal “düzenleme ve iyileştirme” çabaları, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmayı yumuşatmaya, işçi sınıfının ekonomik durumunda görece bir iyileşme sağlayarak onu “ayaklanma peşinde koşan isyancı sınıf” konumundan uzaklaştırmaya yönelikti. Burjuva egemenlik altında yaratılabilecek bir “adalet” görüntüsü, emek sömürüsünü gizlemeye ve kapitalizmin daha sağlam temeller üzerinde devamına olanak sağlayabilirdi.
Özellikle 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte Avrupa’da yükselen sosyalist devrim dalgasının önüne geçmek üzere, eski Marksist partilerin içinden devşirilen teorisyenler ve işçi önderleri aracılığıyla sosyal-demokrasi, sosyalizme karşı bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Bu yalnızca işçi hareketinin yönünü ve taleplerini sınırlamak için değil, Marksizm’in teorik-ideolojik birikimini yozlaştırmak için de başvurulan bir yoldu. Görünürde sorun, Marksizm’in devrimci özü ile onun reformist bozulması arasındaydı; ama işçi sınıfının uluslararası örgütlerini de kapsayan bu tartışma aslında doğrudan doğruya kapitalizmin devrim yoluyla yıkılması ya da reformlara dayanarak ayakta kalması tartışmasıydı.
Gerek Ekim Devrimi’nin yarattığı yeni yönelimlerin etkisiyle, gerekse Avrupa’da faşizmin yükselmesi ve iktidara gelmesi koşullarında, sosyal-demokrasi, işçi sınıfının ve komünist partilerin sosyalist devrime yönelik bütün girişimlerini boşa çıkarmak, böyle bir devrimi durdurabilecek bütün güçlerle ittifak yaparak işçi sınıfını sendikal ve siyasal örgütler temelinde bölmek ve güçsüzleştirmek için çalıştı.
İkinci Emperyalist Savaş sonrasında, Avrupa’nın kapitalist yeniden inşası sürecinde, sosyal-demokrasi, savaştan en fazla zarar görmüş kapitalist ülkelerde iktidarda oldu ve bütün planlarını, Amerikan planlarıyla uyumlu hale getirerek muhtemel bir devrimin önüne geçecek sosyal ve ekonomik tedbirlerin alınmasına yönlendirdi. Marshall Planı ve Trumann Doktrini çerçevesinde Amerikan yardımıyla Avrupa sanayisinin yeniden kuruluşuna işçilerin seferber edilmesinde motor gücünü oluşturdu. Soğuk Savaş sürecinde, anti-komünizmin başlıca ideolojik içeriğinin belirlenmesinde teorisyenlerini, sanatçılarını, propagandacılarını yönlendirdi, kullandı. Bir biçimde Marksizm ve sosyalizm terminolojisine vakıf olan, işçi sınıfının sosyal ve siyasal taleplerinin hangi yollardan “reform” planlarına dâhil edileceğini iyi bilen etkili yazarlar, propagandacılar ordusu, bütün silahlarını Stalin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne yönlendirdiler.

TÜRKİYE’DE SOSYAL-DEMOKRASİ
Türkiye’de sonradan kendisini sosyal-demokrat parti olarak tanıtan parti, yani CHP, kendisinin sosyal-demokratlığını hayli gecikmiş olarak keşfetti. Türkiye İşçi Partisi, halk muhalefetinin yükseliş rüzgârını arkasına alarak “sosyalizm”, “solculuk” gibi ülkeye yeni yeni giren kavramları da kullanıyor ve düzene yönelmiş tepkileri, düzenin dışına çıkarmaya doğru yol açıyordu. Kuşkusuz bu gelişme, TİP yöneticilerinin iradesi dışındaydı ve gerçekte, dünyada geçerli ölçütler açısından bakılırsa, Türkiye’de ciddiye alınabilecek ilk sosyal-demokrat parti TİP’ti. Bununla birlikte, belli başlı sorunları açık ve sert biçimde ortaya koyarken “tek kurtuluş sosyalizmde” gibi sloganları kullanması, onun “kızıl komünist” olarak karalanmaya çalışılmasına sebep oldu. İktidardaki ve muhalefetteki başlıca burjuva partilerin TİP’e yönelik saldırıları, onu daha da güçlendirdi. Özellikle ismet Paşa önderliğindeki CHP’nin en uyanık seçmen kitlesinin oylarını büyük ölçüde kendisine çekmesi, TİP’e karşı baskı ve yasaklamalardan farklı bir yöntemle karşı konulması fikrini doğurdu. İsmet Paşa, kendisinin “kırk yıllık solcu” olduğunu söyledi ve CHP’nin “ortanın solunda bir parti” olarak tanımlanmasının yolunu açtı. Bütün sorun, TİP’in gelişmesinin önünü kesmek, aydınlar ve işçiler nezdinde CHP’ye, TİP’e karşı itibar kazandırmaktı.
CHP, TİP içindeki olumsuz gelişmelerin de yardımıyla bunda önemli ölçüde başarılı oldu; ancak “ortanın solu” sloganıyla girdiği ilk seçimde büyük bir yenilgiye uğradı. Yine de, ülkede yükselen devrimci dalganın ve büyük işçi-köylü hoşnutsuzluğunun düzen sınırları içinde kalabilmesinin yolunu, bu politikada ısrar ederek kendi etkisini genişletmekte gördüğü için, “ortanın solu” ya da “demokratik solculuk” gibi tanımlardan vazgeçmedi.
‘70’li yıllarda gelişen ve büyük ölçüde sosyalizm hedefiyle birleşme olanakları taşıyan halk muhalefetini düzen sınırları içinde tutmak da CHP’nin görevi oldu. İktidarda olduğu dönemlerde, adeta Türkiye gibi ülkelerde sosyal-demokrasinin  Avrupa’da olduğu gibi “sosyal iyileştirmeler yoluyla toplumsal barış” sağlama görevini yerine getiremeyeceğinin kanıtı olarak boy gösterdi. Çünkü Avrupa’da sosyal-demokrasi, sosyal ve ekonomik iyileştirme programlarını ancak, ülkenin emperyalist olanaklarının bir bölümünü işçi sınıfının ve halkın yaşam koşullarının düzeltilmesine ayırarak uygulayabilirken, Türkiye’de böyle bir tahsise elverişli kaynak bulunamazdı. Tek kaynak, yine devletin olanakları olabilirdi, onun üzerinde de tekelci burjuvazinin çıkarlarını küçülten bir tasarrufta bulunulamazdı. Dolayısıyla, Türkiye için sosyal-demokrasinin uygulanması, sosyal ve ekonomik olmaktan çok, yalnızca demagojiye dayanan siyasal bir pratik olabilirdi.

KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA SOSYAL-DEMOKRASİ
Sosyal-demokrasinin vatanı Avrupa, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, küreselleşme sürecinde de yalnızca ekonomik bakımdan değil, siyasal-askeri bakımdan da ABD’nin temsil ettiği emperyalizmin tam destekçisi olarak misyon yüklendi. Bu tutumda en fazla öne çıkmış olan İngiliz İşçi Partisi ve onun “genç” başkanı Blair, bütün dünyaya “yeni sol”un temsilcisi olarak tanıtıldı. “Yeni sol”, özelleştirmecilikte ve emperyalist yayılma politikalarında en militan tutumu tanımlayan bir kavram olarak güncel siyasette yerini aldı. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, kendilerini sosyal-demokrat olarak tanıtan partilerin “çağdaşlaşmakta” örnek alacakları parti haline getirildi.
Diğer yandan, yine bizim gibi ülkeler için anlamlı olan “yeni sağ” kavramı geliştirildi. “Yeni sol” ile “yeni sağ”, program ve ideoloji bakımından birbirine yaklaştırılmış, (neredeyse aynılaştırılmış) olarak, birlikte, “küreselleşmecilik” akımının öne çıkarılan yüzünü tamamladılar. Bunlardan birine “sol”, diğerine “sağ” denmesinin hiçbir nesnel temeli bulunmamaktadır ve aynı küresel politikaların savunucusu ve eğer iktidarda iseler uygulayıcısı oldukları halde, birbirinden hangi ilkeler yüzünden ayrıldıkları artık açıklanamaz durumdadır. Belki, “yeni sağ” apaçık bir programla küreselleşmenin savunucusu iken, “yeni sol” “küreselleşmenin denetlenmesi” gibi anlamsız sözler etmekle görevlendirilmiştir, fark bu kadardır.
Örneğin, yine Metin Sever’in sorularını yanıtlayan Ercan Karakaş, emperyalist küreselleşmenin olmazsa olmaz koşulu olan özelleştirmeler konusunda yalnızca şu itirazı yapabiliyor: “Ekonomide asıl mesele
rant ekonomisi yerine üretim ekonomisini koymak ve ekonomik gelişmeye istikrar kazandırmak olmalıdır. Bu hedefe varmak için kaynak israfını önlemek, kaynakları akılcı ve planlı bir şekilde kullanmak, yolsuzluklara, kamu olanaklarının yağmalanmasına ve kayıt dışı ekonomiye son vermek gerekir. Bu adımları atmayanların tüm sorunların çözümünü özelleştirme olarak sunmalarını kabul etmek mümkün değildir.”
Bu sözlerden anlaşılan, özelleştirmenin Türkiye’de “yanlış uygulandığı”, eğer kendileri iktidar olurlarsa, özelleştirmeyi “yolsuzluk ve yağmaya izin vermeden” gerçekleştirecekleridir! Söylenenlerin hepsi, yine herhangi bir “yeni sağ” ideolog tarafından aynen tekrarlanabilir. Küreselleşme karşısındaki tutum da aynıdır: “Sol, eşitsizliklere neden olan politikalara kararlı bir biçimde karşı çıkmalı ve küreselleşmenin demokratik denetim altına alınması yönünde ulusal ve uluslararası düzlemde çözümler geliştirmelidir.”
“Küreselleşmenin demokratik denetim altına alınması” önerisi, tamamen içi boş, hiçbir biçimde nesnel karşılığı olmayan bir demagojidir. Açık bir biçimde küreselleşmenin onaylanmasıdır ve üstelik bu sürecin demokratik tarzda yürüyebileceğine ilişkin hayaller yaymaktır.
Sosyal-demokratların “küreselleşme” yandaşı tutumlarının açıklık kazandığı nokta, Avrupa Birliği konusundaki tutumlarıdır. Avrupa Birliği’ni öteden beri demokratikleşmenin ve zenginleşmenin tek yolu olarak gösteren sosyal-demokratlar, özelleştirme ve küreselleşme konusunda asla karşı bir tutum geliştiremezler.
Diğer sosyal-demokratların görüşlerini de büyük ölçüde içeren Karakaş programını, Metin Sever şu başlıklar altında özetliyor:
• AB ile eşit koşullarda hızlı bir entegrasyon sağlanmalı.
• Ekonomik popülizmden vazgeçilmeli ve sübvansiyona son verilmeli.
• Demokratik çoğulcu bir yapı oluşturulmalı.
• Devlet yeniden yapılandırılmalı. Devlet-birey ve devlet-toplum, sivil ve askeri otorite ilişkisi yeniden düzenlenmeli.
• Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut ve yargı alanlarında iyileştirme projelerine öncelik verilmeli.
• Sosyal devlet anlayışı ısrarla sürdürülmeli.
• Din ve vicdan özgürlüğü savunulmalı, ancak din siyasete alet edilmemeli. Diyanet yeniden düzenlenmeli, okullarda zorunlu din dersi kaldırılmalı.
• Küreselleşmeye evet, ancak demokratik denetimin sağlanması gerekli.
Bu görüşler, hemen hemen bütün sosyal-demokratların ortak programını özetliyor. Ve görülüyor ki, bunlar arasında “yeni sağcı” bir partinin kabul etmeyeceği hiçbir unsur yoktur. Özellikle, “ekonomik popülizm ve sübvansiyon” kavramlarıyla dile getirilen görüş, IMF’nin bütün dünyada ısrarla üzerinde durduğu bir özelliktir ve IMF tarafından hükümet olmanın ilk koşulu olarak onaylanmıştır. AB ve küreselleşme konusunda söylenenler de uluslararası planda emperyalist odakların temel görüşlerinin onaylanmasıdır.

ÖTEKİ “SOLCU”LAR
Türkiye’nin kendisine özgü bir “solculuk” kavramına sahip olduğuna ve bunun esas karakterinin işçi sınıfıyla ve emekçilerle siyasal ve örgütsel bir bağa sahip olunmaksızın yürütülen “ideolojik solculuk” olduğuna daha önce bu sayfalarda değinilmişti. Sosyal-demokrasinin siyaset ve ideoloji olarak tam bir iflasa sürüklendiği günümüz koşullarında, “solculuk”, onun yerini doldurmaya çalışarak ayakta kalmayı deniyor. Metin Sever’in araştırmasında görüşlerini dile getirenler arasında yer alan “solcu” akım temsilcileri, her söze önce sosyalizmi, SSCB’nin özellikle Stalin dönemini eleştirerek başlamayı ilke edinmiş gibiler. “Yeni bir sol” arayışı, sosyal-demokratlar gibi, onların da temel endişesi. Küreselleşme, Avrupa Birliği, özelleştirme gibi başlıca sorunlar konusunda yine sosyal-demokratlar gibi “demokratik ve katılımcı, emekten yana” gibi kavramlarla süslenmiş savunmaların ötesine geçemiyorlar. Küreselleşmeyi ve Avrupa Birliği sürecini geri dönüşü olmayan verili bir koşul olarak kabul ediyorlar ve bunun içinde ne yapılabileceğini tartışıyorlar.
Örneğin Oğuzhan Müftüoğlu, “Küreselleşmeyi reddetmek mümkün değil” diyor. “Sol için enternasyonalizmden daha önemli bir değer bilmiyorum ben. Küreselleşme de sonuçta enternasyonalizme giden yoldur.” Ve hepsinden daha vahim olan bir onay biçimi buluyor: “Küreselleşmenin alternatifi ise faşizmdir. Küreselleşmenin emperyalizm olarak devam edip edememesi mücadeleye bağlı.”

SONUÇ
Sosyal-demokrasi ve “ideolojik solculuk”, emperyalist politikalar karşısında tümüyle edilgen, koşulları kabullenen ve bunun içinde kendisine yer arayan bir konumu benimsemiştir.
Gerekçe olarak, küreselleşmeye karşı mücadelenin asıl kitlesini oluşturacak, öncülük edecek olan sınıfın, işçi sınıfının, “artık 19. yüzyılın işçi sınıfı olmadığı” önermesine dayanıyorlar. Marx’ın tanımladığı işçi sınıfı artık yoktur! Ya da Sadun Aren’in dediği gibi, “artık eli nasırlı değil”dir! Ufuk Uras ise, “proletarya ya da işçi sınıfı yerine çalışanlar kavramını” öneriyor. “Mavi ve beyaz yakalıların birleştirilmesinden” söz ediyor.
Böylece, küreselleşmenin ve onun araçlarının (özelleştirme, sendikasızlaştırma vs.) artık karşı konulamaz biçimde egemen olmasıyla, buna karşı mücadele edecek güçlerin bulunmadığı tespiti birbirini tamamlıyor.
Sosyal-demokratlar, yaşananların zorunlu ve karşı konulamaz olduğunu söylerken, “solcu”lar, emperyalist saldırı sürecinin “olumlu yanlarını bulmaya” çalışıyorlar.

* * *
Bu yazının sınırları içinde, sosyal-demokrasinin değişik fraksiyonlarının emperyalist küreselleşme konusundaki görüşlerinin ana hatlarını özetlemeye çalıştık. Çünkü şu anda önemli olan, bu görüşlerin kapsamlı bir eleştirisinden çok, onların küreselleşme süreçlerinin eklentisi olarak birlikte ve birbirine benzeyen programlarla hareket ettiklerini görebilmektir. Olası bir erken seçimde, değişik ittifakların oluşmasının olanaklarını bu benzeşmede görmek olası.
“Yeni sağ”ın henüz kendisini net olarak tanımlamaktan ve bu ad altında kitlelere sunmak projesinden uzakta olduğu bir dönemde, hükümetin değilse bile, parlamentonun bileşimi için egemen sınıfların “yeni sol”u önemsedikleri bir gerçek.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑