EMEP’in seçim taktiği ve emek, barış ve demokrasi bloğu

Her seçim dönemi, ülke­deki siyasi odakların, ülkenin, halkın sorun­larıyla kendi içinde bulundukları partilerin, siyasi çevrelerin sorunlarının, bağlı oldukla­rı kliklerin çıkarlarını nasıl bağdaştırdıkları­nı ya da; kendi çıkarlarıyla halkın çıkarları arasındaki çelişmede nerede durduklarını göstermenin vesilesi olur. Aslında partilerin ve siyasi odakların taktikleri bu çıkarların ifadesidir. Çünkü sonuçta belirli bir zaman aralığında alınan tutumlar ve bunların hal­ka iletilmesinin sonucu ortaya çıkan tepki­ler, bu siyasi odakların pozisyonlarını herkesin gözleri önüne serer.

Bu yüzdendir ki; halkın karşısına çıkan sermaye partilerinin hemen tümü, “halk ne istiyorsa” onu vaat edip, “oyu almanın uz­manı” olmuşlardır. “Uzmanı” oldukları ko­nu olduğu için halkı aldatabilmektedirler, ama halkı aldatmak için başvurdukları yol ve yöntemlerin toplamı olan “seçim taktikle­ri” bu partilerin halk karşısındaki konumu­nu açığa vurur. Örneğin CHP’sinden AKP”sine, MHP’sinden YTP’sine kadar tüm partiler, halkın kafasını karıştırıp, yaratıla­cak sisli ortamda, daha çok kişinin kurduk­ları ağlara takılmasını beklemekten ibaret bir yöntem izlemektedirler. “Erken seçim” kararı alınmasına varan süreçteki komplo­lar, alınan bu kararı ortadan kaldırmak için çevrilen akıl almaz dolaplar, yargının çıplak siyasete soyunması ve doğrudan partileri ta­rif ederek onlara karşı yasadışı yetkiler kul­lanmaya kalkılması, … Sermaye güçlerinin kendi güç dengeleri içinde; sonuçta halkın iradesinin sermayenin güçlerinin iradesine bağlanarak onların ihtiyaçlarına en uygun bir parlamento oluşturma amacının parçala­rıdır.

Başta işçi sınıfı partisi olmak üzere, emekçi sınıfların çeşitli türden partilerinin seçim taktikleri ise; halkın kendi çıkarlarını savunma, halkın bilinç ve örgütlenme düze­yini geliştirici, dolayısıyla işçi ve emekçilerin talepleri etrafında sermaye güçleri karşısın­daki mücadelesini güçlendirici bir taktik olarak şekillenmek durumundadır. Bu yüz­den de seçim dönemleri aynı zamanda emekten, demokrasiden yana olma iddiasıy­la politika yapan partilerin halkın çıkarları ile kendi parti (grup, klik, çevre…) çıkarları arasındaki uygunluk ya da çelişmeyi gösterirken, aynı zamanda bu partilerin politik birikim ve duyarlılıklarının da ifadesi olur.

Politika alanı aşırı bir biçimde çürümüş olduğundan, yapılanların yorumlanması için sayısız türden bahaneler bulunabilirse de, seçim dönemlerinde politik tansiyonun yük­sekliği, yapılanların halkın gözünden kaç­masını zorlaştırır.

Özellikle, 3 Kasım’da seçimlerin yapıla­cağının ilan edilmesiyle başlayan ve son de­rece “sıkışık” olarak gelişen süreçte, partile­rin tutumları çok daha net bir biçimde orta­ya çıkmaktadır. Hükümetin bozulması için başlatılan ve Derviş’in yönetiminde bir hü­kümet oluşturmayı amaçlayan, ancak DSP’nin parçalanması ve bu oyunun bozul­masının ardından 3 Kasım’da bir seçimin gündeme gelmesi, sağdan sola bütün siyasi partilerin amaçlarını, bu süreçten beklenti­lerini ortaya koymuştur.

Burada süreci, 3 Kasım seçimlerinde alınması gereken tutumu, emekten yana ol­duğunu iddia eden çevrelerin taktiklerini, EMEP’in seçim taktiğinin temellendirilmesi ekseninde ele alacağız.

EMEP’İN SEÇİM TAKTİĞİNİN ESASI EMEKÇİLERİN KENDİ TALEPLERİNİ SAVUNMASININ GÜÇLENDİRİLMESİDİR

1999’da, Emek Platformu’nun kuruluşu günlerinde, Özgürlük Dünyası ve Evrensel’deki tartışmalarda, Emek Platformu’nun sunduğu olanaklardan söz ederken, “Eğer Emek Platformu’ndaki emek örgütleri, emekçilerin taleplerine sahip çıkmada yete­rince kararlı olurlarsa; işçilerin, emekçilerin Emek Platformu’yla seçimlere katılabilece­ğini, sınıf partisinin, sorunu böylesi geniş bir perspektif içinde ele alması gerektiği” perspektifi anımsanacaktır. Aynı tartışma çerçevesinde, Emek Platformu programına itirazlarımıza karşın, eğer emek örgütleri bu programı sahiplenirse, böyle bir prog­ramla seçimlere gidilebileceği, 3-4 yıl önce­den başlanarak Özgürlük Dünyası’nın, Evrensel’in, EMEP’in gündeminde olmuştur.

Çünkü Emek Platformu, işçi ve kamu emekçilerini sendikal konfederasyonları başta olmak üzere 16 emek örgütünü bir araya getirmiş; platform dışında kalan iki önemli emek örgütü TZOB ve TESK’e bağlı birlik ve odaların üyeleri de tarihlerinde gö­rülmedik bir biçimde binler, on binler halin­de sokaklara dökülmüş bulunuyorlardı. Do­layısıyla emek örgütleri; başlarındaki yöneti­cilerin politik görüş ve tutumlarından ba­ğımsız olarak sermaye güçleri karşısında emeğin güçleri biçiminde bir araya gelerek, “kendiliğinden” (herhangi bir siyasi odak ta­rafından yönlendirilmeksizin) bir “siyasi” tu­tum (Engels’in siyasi mücadeleyi, “sınıfın sı­nıfa karşı mücadelesi” olarak tarif ettiği ha­tırlansın) almış bulunuyorlardı.

Son birkaç yıldır tartıştığımız bütün za­aflarına karşın; eğer bu ayrışma, sendikal bürokrasinin arkadan hançerlemeleri ve platform içindeki emek örgütlerindeki kimi siyasi eğilimlerin (solculuk adına Emek Platformu’nu küçümseyen, dağılması için sık sık tutum ifade eden çevreler -ki bunla­rın içinde DİSK ve KESK içindeki “solcu­lar” baştadır-) saptırma gayretleri, platfor­mun bileşimi karşısında burun kıvırmalar, işi yokuşa sürme çabaları aşılabilseydi, 2002 3 Kasım seçimlerinde işçiler ve tüm emekçiler, yığınlar içinde otoriteye sahip bir organizasyona sahip olacak; bu organizas­yon etrafında bir “seçim bloğu” oluşturmak çok kolay olacaktı.

Ancak geçen süre içinde Emek Platfor­mu, yukarıda sözü edilen çevrelerin, özellik­le de Bayram Meral kliğinin baltalamalarına imkân sağlayan, bilinen ve ÖDP’de de çok tartışılan zaafları nedeniyle hayli zayıfladı ve emekçiler içinde, seçimlerde, “haydi etra­fında birleşelim” denilebilecek bir mücadele odağı olma özelliğini kazanamadı.

Ancak EMEP’in; sendikalar ve emek ör­gütlerinin adaylarını desteklemek üzere tüm emekten ve demokrasiden yana güçle­rin birleştirilmesi ve “seçime bağımsız aday­larla gitme” taktiği bu görüşün, bugüne ge­tirilmiş, sınıf hareketinin içinde bulunduğu koşulların sunduğu imkânları geliştirme taktiğinin devamıydı. Burada amaç, emek örgütlerinin belirleyeceği adaylar etrafında sınıfın ileri kesimlerini sermaye karşısında, sermaye partilerinden bağımsız bir biçimde birleştirmek ve tüm emekçileri bu adaylar etrafında kendi taleplerini (IMF saldırısını püskürtme, savaş karşıtlığı, Kürtlerin acil talepleri dahil demokratikleşme talepleri) savunacakları bir siyasi güç odağı oluştur­maktı. Dolayısıyla bu güç odağı, seçimlerde­ki başarısı ne olursa olsun, seçimden sonra da emekçilerin bir otorite merkezi olarak, sendikaların, öteki emek örgütlerinin, Emek Platformu’nun yeniden organizasyonu da dâhil pek çok şey için önemli bir basamak olabilirdi.

Bu taktik, emekten yana sendikacılar ve sınıfın ileri kesimlerinin önemli bir bölümü tarafından “olumlu” karşılandı. Bazı sol si­yasi çevreler tarafından da; “Evet bugün ya­pılması gereken iş budur” gibi tepkilerle karşılandı. Ancak emek örgütlerinin yöne­timlerinin önemli bir çoğunluğu geleneksel “siyaset dışı” kalma tavrında ısrar ederken, bir bölümü de, düzen partileriyle el altından “Meclise kapağı atma pazarlığı”na giriştiler. “Sol” ve mücadeleci bir çizgide olduğu ka­bul edilen emek örgütü yöneticileri ise; “sol siyasi partiler birleşsin; emek örgütlerini on­lar bir araya gelmeye çağırsın ve bir parti­nin çatısı altında seçimlere girilsin” görüşü­nü (bu en alışılmış “sol” öneriydi) öne sür­düler. ÖDP ve TKP gibi “sol siyasi partiler” ise; partiler varken bağımsız adaylarla seçi­me girmeyi, “geri” bularak, “bugünkü ko­şullarda herkes kendi başına seçime girip kendi adını duyursun” öğüdünde bulundu. HADEP ise; “bağımsız adayların oyunun korunamayacağı”ndan kalkarak buna karşı çıktı. Ve kendisinin de mutlaka Meclis’e gi­decekleri bir ittifakı gerçekleştirmek istedik­lerini belirtti.

Ve sürecin ilerleyip aday belirlemeler için artık, “bağımsız adaylar etrafında bir emek ve demokrasi cephesi”yle seçime gidil­mesinin mümkün olmadığının ortaya çıkma­sıyla birlikte EMEP, olabilir olan bir başka seçeneğe yoğunlaştı. Bu HADEP, EMEP, ÖDP merkezli ve tüm diğer emekten, de­mokrasiden yana güçlerin de katılacağı (eğer isteniyorsa SHP de bu emek ve de­mokrasi bloğuna katılabilirdi) bir blok oluş­turularak, tüm emek örgütlerini, demokrasi isteyen çeşitli türden örgütleri bu bloğa ça­ğırmaya yöneldi.

Aslında bu girişim; bir önceki taktiğin, bir adım geri atılarak, artık olmaz duruma gelenin yerine olabilir olanı geçirmeye yö­nelmekti. Dolayısıyla da; partilerin bir araya gelerek oluşturacağı çekim merkezi olma imkânını kullanarak emek örgütlerini, emekten yana partilerin oluşturduğu mih­rak etrafında harekete geçirmekti.

Sürecin nasıl evrildiği ve Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’na nasıl gelindiği bilini­yor. Ancak burada bir konuya; SHP’nin blo­ğa dahil olma girişimleri ve ÖDP’nin blok­tan kurtulma oyunlarına kısaca da olsa değinmekte yarar var. Çünkü bloktan ayrılan ÖDP, kendi durumunu mazur göstermek için süreci çarpıtarak anlatmaktadır.

Şu bir gerçek ki; son yıllarda sermaye güçleri, sağı olduğu gibi solu da kendi dene­timine almak için sosyal demokrasiyi, onun çeşitli görünümlerini “sol” ilan etmiştir. Do­layısıyla, piyasada artık “sol” denilince, sos­yal demokrasiden en sola kadar herkes bir­den anlaşılmaktadır. Dahası, seçimler nede­niyle “sol ittifak” denildiğinde de CHP, DSP, YTP gibi apaçık düzen partileri de it­tifakın unsuru olarak sayılmaktadır. ÖDP son yıllarda bu piyasa tutumuna destek ve­rerek, solda ittifak dendiğinde sosyal de­mokrasiyi de anlamış (hatta asıl olarak sos­yal demokrasiyi anlamış), bir yıldır da yeni­den parti kurma girişiminde olan Murat Karayalçın, Ercan Karakaş, Sema Pişkinsüt’ü de sol, aynı parti çatısı altında birleşilecek güçler ilan etmiştir. (Nitekim Pişkinsüt’ün partisiyle de fiilen birleşmiştir.)

Aslında Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nda asıl sorun da. ÖDP’nin bu anlayışını dayatmasından çıkmıştır.

SOSYAL DEMOKRAT BİR PLATFORM MU YOKSA HALKÇI BİR PLATFORM MU?

Süreç içinde SHP’nin oynadığı rolü, Derviş’in sosyal demokrat partiler içinde oy­nadığı (DSP’yi bölme, YTP’yi ortada bırakıp CHP’ye girme aslında sosyal demokrasinin geleneksel tarzının tasfiyesi ve renksiz, pragmatist Baykal’la, katıksız Yeni Dünya Düzencisi, Blairci bir sosyal demokrasi kur­ma amacı) role benzetebiliriz. Eğer SHP’nin istediği bir “sol birlik bloğu” oluşsaydı, HADEP, DEHAP, ÖDP, hatta EMEP fiilen tas­fiye edilip, SHP’nin sosyal demokrat platfor­munda bir partiye dönüşecekti. Bu sosyal demokrat platform DEHAP’a program yapı­lıp, DEHAP’ın başına Karayalçın geçirile­cekti. Bloğu oluşturacak diğer partilerin yöneticilerinin Karayalçın’ın yardımcısı olması planlanmıştı. Böylece, seçimlere Karayal­çın’ın liderliğinde gidilecek ve seçimden sonra da bu sosyal demokrat parti, halk in­dinde EMEP, ÖDP, HADEP tarafından da “kutsanmış” olacağından “sol” ve “emek” cephesinin tüm birikimi Karayalçın’ın dev­let güdümlü sosyal demokrat partisinin ye­değine alınmış olacaktı.

Bu bir komplo teorisi değil, ayniyle vaki olmuş bir plandır ve bu plan SHP ve ÖDP tarafından savunulmuş; son ana kadar da bu iki parti aynı çizgide durmuştur.

ÖDP’ye sorarsanız; SHP ile ne gizli ne de açık bir “ortak planı” yoktur. DEHAP’ın başına geçmesini de HADEP istemiştir.

Ama burada şunu sormak gerekir. ÖDP, SHP’nin getirdiği bu plana karşı çıkmış mı­dır; yoksa “SHP hangi koşullarda anlaşırsa ÖDP de ona uyar” tutumunu alarak, DE­HAP üstünden “sol”un ve Kürt hareketinin sosyal demokrasiye bağlanmasının destekçi­si mi olmuştur?

Görüşmeler boyunca ÖDP, SHP ile tam bir uyum içinde davranmış, ancak SHP’nin, DEHAP’ı ele geçirme planının boşa çıktığı­nı görüp; “Artık solu birleştirme projesi yat­tı; ama DEHAP listelerinden seçime girebili­riz” hattına çekilmesinden sonra ÖDP’nin SHP ile arası bozulmuştur. Demek ki, ÖDP için önemli olan DEHAP üstünden SHP ön­derliğinden bir seçim bloğu oluşturmak; Pişkinsüt’le eski DEHAP yeni SHP içinde birleşerek, ÖDP’nin de resmen sosyal de­mokrasiye bağlanmasıymış.

Olup bitenler değerlendirildiğinde şun­lar söylenebilir: Karayalçın; HADEP ve ÖDP’yi sosyal demokrat bir çizgide birleşti­rip kendi liderliğinde bir partileşmeyi plan­lamıştır. Bu plana ÖDP destek vermiştir. Se­çim platformu ve seçimler bu operasyonun gerçekleştirilmesinin vesilesi yapılmak is­tenmiştir.

EMEP bu operasyona karşı çıktığı için Karayalçın’ın liderliği, DEHAP’ın başına geç­mesi, bloğun sözcülüğünü yapması gibi öne­rilere karşı durmuştur. Çünkü bu durumda; bloğun platformu, yazılı hangi metnin altına imza atılırsa atılsın sosyal demokrat bir renkte olacak; emekçilerin önüne, sermaye partilerine karşı sosyal demokrat bir seçe­nek konulmakla yüz yüze kalınacaktı.

Yoksa burada söz konusu olan Karayal­çın’ın kişiliği, ya da bu bloğa bir sosyal de­mokrat çevrenin katılması değildi. Nitekim; sözcü, DEHAP Başkanı ve platformu belir­leyen bir pozisyonda olmadığı sürece Kara­yalçın ve çevresinin bloğa katılmasına EMEP karşı çıkmamıştır.

Tabii burada bir de “Emek Platformu programı” komedisi var. ÖDP, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ile ilişkisini kesip, Pişkinsüt’ün TDP’si ile birleşmek için son ha­zırlıkları yaparken, DİSK, KESK, TTB ve TEB temsilcileri, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun “Emek Platformu programını” benimsemesi, bu örgütlerin de katıldığı bir üst kurul oluşturulmasını… önerdiler. EMEP elbette bütün bunları kabul etmeye hazırdı ve sevinerek kabul de ederdi. Ancak, önerinin geliş tarzı, zamanlaması, emrivaki­lerle karşı karşıya kalınması; sonradan da anlaşıldığı gibi, önerinin ÖDP’nin bir hamle­si biçiminde gündeme gelmesi, zaman sıkı­şıklıklarıydı da birleşince gerçekleşemedi. Ama sorunun komik yanı, ÖDP’nin, bloğa katılmama gerekçesinin, “Emek Platformu programının kabul edilmemesi” olduğu iddi­asıyla ortaya çıkmasıdır. Ve elbette bu iddia Emek Platformu’nu görmezden gelen ve her vesileyle tepki gösteren ÖDP’nin son 3-4 yıl içinde bu programa tavrını bilenler için inandırıcı değildir. Ama bu programın ka­bul edilmeyeceğinin anlaşılmasından sonra bile listelerde yer almak için HADEP’e baş­vurması, aslında ÖDP’nin bloğa katılmak için değil katılmamak için bahaneler yarattı­ğını göstermektedir.

Aslında olup bitenler, SHP ve ÖDP’nin uzun zamandır bir ipte oynadıkları ve ortak davrandıklarını göstermektedir. Ancak sü­reç ilerledikçe, ÖDP ve SHP’nin çatışma içi­ne sürüklendikleri, özellikle SHP’nin liste pazarlığına girmesiyle, ÖDP ile ayrıştığı gözlendi. Ama kendi iç sorunlarıyla, istekle­rinin aşırı bulunarak HADEP tarafından reddedilmesiyle SHP’nin seçime girme im­kânı da ortadan kalktı.

Elbette ki burada şu sorular sorulabilir: SHP gerçekten HADEP’le birlikte seçime girmek istiyor muydu, yoksa ancak tasfiye ettiği koşullarda ve sosyal demokrat bir çiz­gide bir DEHAP’la seçime girme planını mı uyguluyordu? Bunun mümkün olmadığı ko­şullarda, oluşacak bir bloğu dağıtmayı mı görev edinmişti?

ÖDP, başından itibaren en son yaptığını; Pişkinsüt’ün TDP’si ile birleşerek seçime gitmeyi planlamıştı da, bloğa katılıyor gibi yapıp sonra da “gadre uğramış” bir parti ha­vasına girip kendi tabanını ikna etmeyi mi planlamıştı?

Bu planda SHP’nin rolü neydi?

ÖDP-SHP işbirliği daha stratejik, Karayalçın’ın “projesi”nin bir parçası olma, ÖDP’nin SHP aracılığı ile sosyal demokrasiye iltihakı planında seçimi kullanmak istediler mi?

Olup bitenler irdelendiğinde, ÖDP’liler, ÖDP’yi hâlâ sol, mücadeleci, sosyal demok­rasiden ayrılan bir parti olarak görüp orada çalışan ÖDP’liler bu soruların yanıtını ver­mek durumundadırlar.

Bu soruların yanıtlarını araştırırken, şu gerçekleri de görmek gerekir: ÖDP’nin, da­ha blok ortada yokken, EMEP’ten gelen, “seçimlere ortak girmek için görüşelim” is­teğine verdiği yanıt; “Biz herkesle görüştük, sizinle de tam görüşecektik, siz randevu is­tediniz. Herkesin kendi adıyla seçime girme­sinin bu koşullarda en doğrusu olduğunu düşünüyoruz” biçimindedir.

Burada ÖDP’nin “bloktan çekilme” ge­rekçesine de kısaca değinmek gerekir.

ÖDP, “Bloktan, EMEP ve HADEP Emek Platformu programını kabul etmediği için çekildik” diyor. Bu, ÖDP gibi bir partiye yakıştırılamayacak bir yalandır. Hele sendika­ların ve kitle örgütlerinin devreden çıkmasından sonra bile elinde listeyle blok çalış­malarına katılmak için pazarlık yapmaya gi­rişmesi bile tek başına ÖDP’nin program, il­keler diye bir derdi olmadığını göstermiş­ken. Buna bir de, yıllardır Emek Platformu programını ağızlarına bile almamaları ekle­nince, aslında bütün diğer iddialarının da inanılmaz olduğu ortaya çıkar.

BLOK, EMEK MÜCADELESİNİN VE SOLUN DA ODAĞIDIR

Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun oluşmasından beri, bloğun “sol” bir blok olarak dar olduğu, örneğin ÖDP ve SHP’nin olmamasının eksiklik yarattığı id­dia edilmektedir. ÖDP’nin en inanılmaz id­diası ise; “SHP ve ÖDP’nin yer almadığı blo­ğun sol olamayacağı” savıdır.

Radikal ve Cumhuriyet gibi gazetelerde üslenmiş SHP’liler ve ÖDP yandaşları, mil­letvekili adayları, bir yanda savaş ve AB’ye karşı olamayan HADEP’le; savaşa, IMF’ye, AB’ye karşı EMEP’in kavga edeceği beklentisini yaymakta, öte yandan bir düzen parti­si, sıradan bir sosyal demokratın ötesine ge­çemeyen, hatta Karayalçın ve CHP kalıntısı kimi politikacılar dışında bir programı, bir çizgisi bile olmayan SHP merkezli yeni sol tarifleri yapıp eksiklikler sayıp dökmektedir­ler. ÖDP ise; bir yanda Emek Platformu programından dem vururken öte yandan SHP’yi de kapsamayan bir bloğun olmaya­cağı propagandası yapmaktadır.

Oysa durum çok açıktır. Her şeyden ön­ce Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, eğer SHP ve ÖDP tarafından yaralanmış olma­saydı; belki çok daha geniş bir temele otura­rak işe başlayabilirdi. Bu genişliği sağlayan ÖDP ve SHP’nin varlığı olmazdı ama belki emek örgütlerinin birleştirilmesinde engel­leyici kuvvet olamayacakları için “yokluklarıyla” bloğa bir katkı yapabilirlerdi.

Bugün, bloğun oluşmasının üstünden ge­çen süre içinde ortaya çıkan etkenler de gös­termektedir ki; ÖDP ve SHP’li çevrelerin bas­kılarına karşın emek örgütlerinin aktif kesim­leri bloğu desteklemektedir ve çalışmalar iler­ledikçe ÖDP’lilerin mücadeleci kesimlerinin de bloğu açıkça ya da üstü örtülü biçimde destekleyecekleri anlaşılmaktadır. Özellikle de ÖDP’nin bloke etmeye çalıştığı kamu emekçileri sendikalarının tabanının aklı ve gönlü bloktan yanadır. Kamu emekçileri için­deki mücadeleci ÖDP yandaşları, SHP ile iş­birliği tutumunu ortaya koymuş bir sosyal de­mokrat çizgiye ÖDP’nin hatırı için de olsa sı­cak bakmamaktadırlar, bakmayacaklardır da.

SHP-ÖDP bloğu aslında Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu reformcu, sosyal de­mokrat bir çizgiye çekmek için manevralar yapmışlar; böylece seçimlerde, arayışta olan milyonlarca emekçi karşısına devrimci, halk­çı bir seçenek yerine reformcu bir seçenek çı­karmayı planlamışlardı. Ancak, bu plan bo­zulmuştur. Onların “daraldı”, “artık sol blok yok” demelerinin nedeni bu oyunun bozul­muş olmasıdır. Oysa asıl ÖDP-SHP ikilisinin ortaya koyduğu platform benimsenmiş olsay­dı ortada ne sol ne de emekten yana bir plat­form kalmayacak; emekçiler, Kürtler CHP-YTP kırması bir platforma çağrılacaktı. Bu ise, böyle bir bloğun olmasındansa olmaması­nın, halk için daha iyi olduğu bir durumdur.

Ancak ÖDP-SHP ikilisi, bloğun “yukarı­da” genişlemesini baltalamayı başarmışlar­dır ama aşağıda, tabanda bunu engelleme şansları yoktur. Çünkü bu partilerin (aslın­da SHP’nin etkisinde bir emekçi kesimden söz etmek bile abestir) etkisinde olan emek­çi kesimler, yukarıda belirtilmeye çalışıldığı gibi, sadece bu partilerin değil CHP gibi ge­leneksel bakımdan “sol ” bilinen partilerin tabanları ile emek ve demokrasi mücadele­sinde bir arayış içindeki tüm emekçi kesim­leri birleştirmek için seçimler bir fırsattır. Binlerce EMEP’li ve HADEP’li ile SDP’li; bloğun emekçiler için büyük bir imkân ol­duğu gerçeğinden hareketle, tüm emekçile­re bu büyük olanağı tanıtacak, bu birliğin önündeki gerici, “sol”, “sosyal demokrat” barikatı parçalayacaktır.

Bu nedenle de bloğu oluşturan partile­rin militanları bu seçimlerde iki barajı bir­den; hem seçim yasasının koyduğu yüzde 10 barajını hem de SHP-ÖDP merkezli “sol” barajı aşma kararlılığı ile davranacaktır.

Toplam açısından bakıldığında Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, seçimlere katı­lan tek emek ve demokrasi seçeneğidir. Bu nedenledir ki; bu bloğun dışında, seçime ka­tılan ne komünist, ne de demokratik bir platform yoktur. Sadece kimi partilerin ken­dilerine atfettikleri söz toplamından daha ileri bir değere sahip olmayan sloganları ve mazeretleri vardır. Çünkü adları ne kadar sivri görünürse görünsün bu “seçenekler”, halk için, iş, aş ve özgürlük ihtiyacındaki milyonlarca Kürt ve Türk emekçinin açlık, yoksulluk ve anti-demokratik baskılardan kurtulmasını, Türkiye’nin emperyalizme karşı tavır almasını sağlayacak, bu kaygılara yanıt verme amacıyla oluşturulmuş plat­formlar değildir.

Emekçi halkın gözünde de; bloğa katılan partilerin birer birer ne dediğinden öte, blo­ğun sermaye güçlerine, baskıcı, gerici güçle­re karşı bir seçenek oluşturduğu; Kürt-Türk emekçilerin, halkın kardeşlik bloğu olduğu fikri vardır ve bloktan yana tutum alanlar bu amaçla taraf oluyorlar. Bu yüzden de; sermaye güçleri karşısında emek güçleri, Türk ve Kürt kardeşliği hattı olarak ortaya çıkan blok, sermaye güçlerine karşı mücadele hattıdır. Mücadeleden yana olanlar kendilerine, demokrat, devrimci, sosyalist, komünist diyenlere düşen asgari görev; her tür grup ve çevre çıkarını bir yana iterek, açılmış bu cepheye katılmaktır. Aksi halde sosyalistlik, solculuk, devrimcilik, komünist­lik lafta kalan sıfatlar olur. Ve ne yazık ki; bu çevrelerin karar vermesi için zaman çok daralmıştır.

ÜRETİM VE HİZMET BİRİMLERİNE SEÇİM KOMİTELERİ

Seçim çalışmaların en geleneksel alanla­rı -sermaye partilerinin ulusal medya araç­larını aşırı bir taraflılıkla kullanmasını bir yana bırakırsak- semtler ve evlerdir. Bu yüzden semtlerde “sandık bölgesi” esasına göre örgütlenmiş seçim komisyonları (komi­teleri, grupları…) semt, kahve, ev çalışmala­rı elbette sürecektir. Ama önceki seçimler­de çok da gündeme gelmeyen hizmet ve üretim birimlerinin seçim alanlarına çevril­mesi, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu oluşturan partilerin bir avantajı ve “ayrıcalı­ğı” olarak devreye girmek durumundadır.

Burada hizmet ve üretim birimleri der­ken, elbette sendikalı ya da sendikasız olma­sına bakılmadan fabrikaları, atölyeleri, has­taneleri, devlet dairelerini, özel sağlık ve eğitim kurumlarını, kitlelerin az çok bir top­uluk olarak bulunduğu her “birimi” kaste­diyoruz.

Bu üretim ve hizmet kurumlarında çalı­şan tüm işçilerin, emekçilerin nasıl aynı sen­dikada örgütleniyorlarsa, nasıl aynı sendika­da birleşmek güçlerini birleştirmelerinin en ideal biçimiyse, aynı partide örgütlenme de, oylarını aynı partide birleştirmek de; müca­delenin başarısı, ülkenin geleceği, barış ve kardeşlik içinde bir dünya için de zorunlu­dur. Çünkü sermaye politikacılarının iddi­asının aksine “seçim davası” ile “geçim da­vası” aynı şeydir. Ve daha iyi geçim için bir­leşmeye, patrona, hükümetin politikalarına karşı ortak tutumu almaya ihtiyaç duyanla­rın, oylarını da birleştirerek, kendilerinden yana bir politik mihrak oluşturmaya, kendi talepleri etrafında politika yapmaya yönel­meleri de bir zorunluluktur.

İşyerlerindeki seçim komiteleri, işte bu gerçeği ortaya koyup; emekçilerin üstünde birleşmesini sağlama durumundadır. 2002 3 Kasım seçimlerinin sunduğu imkânlar bu­nun ülke sathında, sayısız birimde yapılabi­lir olmasını sağlamıştır. Bloğu oluşturan partilerin işyerlerindeki yaygın ilişkileri; her birimde “seçim komitesi”ni sözü dinlenir bir çekim merkezi olarak örgütleme imkânını sunmaktadır.

İşyerlerinde “oylarımızı birleştirelim” tartışması bir yandan emekçiler arasındaki dayanışma bilincini öte yandan da birleş­mekten doğacak gücün bilincine varmaları­nı sağlayacaktır. Bu nedenledir ki, işyerle­rinde kurulacak seçim komiteleri, bloğu destekleyen DEHAP’a oy verecek herkesin katıldığı bir çalışma olarak ele alınmak du­rumundadır. Dahası; irade birliğini sağlayan işyerleri; basın aracılığıyla tutumlarını açık­layarak bütün diğer işletmelerin de aynı tu­tumu almasını teşvik etmekle yükümlü ol­malıdır.

Binlerce, ülke çapında yüz binlerce üre­tim ve hizmet biriminde örgütlenecek seçim komiteleri; “kime, niçin oy vermeliyiz”, “oy­larımızı bölmeyelim”, “kendimizden olana oy verelim” tartışmasını açarak; sermayenin, bloğu, DEHAP’ı engelleme çabalarını, med­yanın sessizlikle boğma tutumunu, karanlık güçlerin tuzaklarını parçalayacak güçleri harekete geçirecek dayanaklar olarak de­ğerlendirilmek durumundadır. 3 Kasım se­çimleri, bunun gerçekleştirilebileceği orta­mı ve imkânları fazlasıyla sunmaktadır.

Seçim ortamı ve “emek, barış ve demokrasi bloğu” olanağı

Parlamentoda seçim kararı alınmış olmasına karşın, seçimlerin ertelenmesi için çevrilen entrikalar, Türkiye gericiliğinin istikrar sağlama adına istikrarsızlığın girdabında sürüklenmeye ve sermaye güçlerini birleştirmeye yönelik tüm çabalara karşın kurumları ve partilerini saran rant ve yönetim kavgalarından çıkamadığını, aksine koşulların onu iç parçalanmaya daha fazla mahkûm hale getirdiğini göstermektedir. 12 Eylül Anayasası ve siyasi partiler yasasının gerici anti-demokratik maddeleri kapsamında gündeme getirilen seçim yasakları, partilerin bir bölümüne ve adaylara uygulanan yasaklar, işbirlikçi büyük sermayenin gericiliğin kuvvetlerini bir merkez etrafında birleştirme, devleti ve kurumlarını ve emekçi sınıflarla ilişkilerini uluslararası sermayeyi arkasına alarak ve onunla ilişkilerinden yararlanarak yeniden yapılandırma planına uygun düşmektedir. Düzen partilerinin uluslararası sermaye ve tekellerin çıkarlarına uyum yönünde yeniden “dizayn edilmeleri”, Batı emperyalizminin, özellikle de Amerikan emperyalizminin dünya ve bölge politikalarına uyum sınavından geçirilmeleri, IMF programını ekonomi politikalarının merkezine yerleştirmelerinin sağlanması; seçim ortamına devlet müdahalesinin temel nedenlerini oluşturmaktadır. Bu müdahalenin genelkurmay başkanı ya da bir kuvvet komutanının konuyla doğrudan ilgili görünmeyen açıklamaları veya Yargıtay Başsavcısı ve YSK’nın yasak bildirimleri biçimine bürünmesi, durumu değiştirmiyor. Sistem partileri, büyük sermaye ve emperyalist tekellerin çıkarlarına tam bağlılıkta “rüşt ispatı”nı politikaları ve uygulamalarıyla kanıtlamış olmalarına karşın, burjuvazinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar ve politik istikrarsızlık onların bir kez daha sınavdan geçirilmesini, iç ve uluslararası gericiliğin politikalarına en uyumlu ve bağnazca bağlılık gösteren ve halk kitlelerinin tepkisini nötralize edebilecek durumda olanlarının hükümet olmalarına zemin hazırlamak üzere motive edilmelerini, diğer bazılarının ise çöküşünün koşullarını hazırlamayı gündeme getirmiştir. Türkiye burjuvazisi, Amerikan politik sisteminde emekçilerin karşısına ”cumhuriyetçiler” ve “demokratlar” maskesiyle çıkan iki ana ve güçlü tekel partisinin “nöbet sırası”na benzer bir durumu Türkiye’de oluşturmaya can atmaktadır, ancak Türkiye koşulları ve derin parçalanma durumu buna olanak tanımamaktadır.
Türkiye gericiliği bu seçimlerden Amerikan emperyalizminin planları ve IMF programıyla uyumlu politikaları -halkın ve ülkenin içine sürükleneceği durum ne olursa olsun- uygulamaya gözü kara girişecek bir hükümet “çıkması”nı istemektedir. Holding basınının Amerika’yı “tavaf etmiş” ve IMF programına bağlılığını ilan etmiş Erdoğan ve partisi AKP’yi “iktidara geliyor” göstererek Amerikan emperyalizmi ve uluslararası mali sermaye kurumlarının görevlisi Derviş’i ve onun yönetim kademelerinde görevli olacağı CHP hükümetini işaret etmesi bundandır. Koalisyon partilerinin halka karşı azgın saldırı programlarını uygulamaya geçirmeleri nedeniyle tecritle yüz yüze gelmeleri ve “güçlü hükümet” ihtiyacını karşılamaktan uzak olmaları, ülkenin sömürgeleştirilmesi ve kaynaklarıyla topraklarının uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesi için gösterdikleri onca çabaya karşın, daha pervasız ve haince davranacak hükümet arayışı gündeme gelmiştir. Bu arayışa AKP’li, özellikle de başında daha önce generaller ve sistemin “ana kumanda merkezi”nde oturanlarla çelişkiye düşmüş ve “laiklik düşmanı şeriatçı” olarak lanse edilmiş Erdoğan’ın bulunacağı hükümetle verilecek cevabın, sermaye güçleri ve gruplarını tatmin edici bir seçenek olmayabileceği endişesi taşınmakta; zorunlu kalmadıkça böyle bir hükümet istenmemektedir. Bunun yerine bir süre parlamento dışında kalmış, “cumhuriyetin kurucusu” ve “köklü geleneksel partisi” CHP’li bir hükümetin “daha birleştirici olacağı” düşünülmekte; Derviş’in bu partide bulunması ve Baykal’ın IMF programını sürdürmeye -“senet de vererek”- kararlı olduklarını ilan etmesi de dikkate alınarak, işbaşına getirilmesinde yarar görülmektedir. Düzen partilerinin program ve politikalarda “aynılaşmaları” ve aralarında temel farklılıklar bulunmaması, herhangi biri ya da birkaçının birlikte hükümet kurmalarını “sakıncasız” kılmakla birlikte; aralarında en az yıpranmış bulunanı ya da kitlelerin mücadelesini güçten düşürecek ve dikkatlerinin birleşik bir mücadelenin gerekleri üzerinde odaklanmasını engelleyebilecek olanlarının hükümet olmakla memur kılınmaları yararlı görülmektedir. Emekçilerin duygu ve taleplerinin istismarı üzerinden oy toplayan düzen partilerinden hangisinin hükümeti kuracağını belirleyen temel etken, sermayenin dönemsel ve uzun erimli çıkarları ve politikaları olmakla birlikte; bunların emekçi muhalefetini düzen sınırları içinde tutacak maharet göstermeleri, bunun gereği olarak aldatma ve ehlileştirme taktiklerini uygulamaları da önem taşımaktadır. AKP’nin “İslam unsuru” ve inanç özgürlüğü, MHP’nin “milliyetçilik ve muhafazakarlık”, CHP’nin “devlet kurucu parti”, “sosyal-demokrat kimlik” ve “laiklik” istismarı, kitle kontrolü imkanı nedeniyle dikkate alınmaktadır. Buna ANAP ve Mesut Yılmaz’ın “Avrupacılığı” da eklenebilir.
İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını savunan, Kürt ve Türk emekçilerinin talepleri yönünde politik faaliyet yürüten parti ve adaylarının önüne çıkarılan yasak ve engeller ise tamamen farklı niteliktedir ve sistem partilerinden bazılarının karşı karşıya kaldıkları ‘zorluklar’dan farklı olarak, ezilenlerin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelelerinin yeni mevziler kazanmasına set çekmeyi ve bu mücadeleyi engelleyip etkisizleştirmeyi hedeflemektedir.

İSTİKRARSIZLIK ÜRÜNÜ BİR SEÇİM
Bu seçim, adı üzerinde, bir erken seçimdir ve egemen sınıfların sorunlar karşısındaki çözümsüzlüğü ve sıkışmışlıklarının ortaya çıkardığı sonuçlardan biri olarak gündeme gelmiştir. İşbirlikçi burjuvazi önemli politik, sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır. Seçimler, politik istikrarsızlığı aşma, gericiliğin güçlerini toparlayıp devleti ve sistem kurumlarını yeniden yapılandırma çabalarının istenen biçimde ve sürede gerçekleştirilememesinin yarattığı gerilim ve çelişkileri “giderme” ve uluslararası sermayenin dayattığı sömürgeleştirme ve yağmalama programlarının yarattığı halk baskılanmasını dağıtma ihtiyacından kaynaklanmıştır. Ama bu hedeflerin gerçekleştirilmesine yeterince hizmet etmeyeceği de, henüz seçim yapılmadan ve sonuçları açıklanmadan görülmeye başlanmıştır. Burjuvazi cephesindeki “tereddütlerin nedeni budur. İzlenen halk düşmanı politikaların yarattığı tepki ve güvensizliğin, sermayenin gereksinmelerine uygun politikaları uygulama gücüne sahip hükümet oluşumlarının önüne çıkardığı engel, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin seçimlerle elde etmek istedikleri sonuçları ve hükümet oluşumunu tehlikeye düşürmekte; bu konudaki tereddüt yalpalamaya ve burjuvazinin çeşitli kesimlerinde, seçim ertelemesi de içinde olmak üzere “seçenek” tartışmalarına yol açmaktadır. İstenmeyenlerin temsilini engellemek üzere başvurulan taktikler ve yasaklama kararları, egemen sınıfların ihtiyaçları yönünde konulmuş ‘seçim barajı’nı aşamama endişesi ve çeşitli düzen partilerine mensup “milletvekillerinin” ellerindeki rant olanaklarını kaybetme ve seçilememe korkusunun ötesinde, egemen sınıfların bu seçimlerle de “istikrarı yakalayamayacağı” korkusu ve karşı karşıya bulunduğu sorunların büyüklüğüyle ilişkilidir.
Ancak bir kez karar alınmıştır ve devletin üst kurumlarında görevli “devlet adamlarının açıklamalarında görüldüğü üzere, seçim ertelemesi egemen sınıflarla partilerinin konumunun halk nezdinde daha fazla sorgulanmasına yol açacak, açmazı derinleştirecek, güvensizliği artıracaktır. ‘Parlamentonun itibarı’ sorunu, bugün için henüz burjuvazi bakımından bütünüyle gereksizleşmemiştir ve sermayenin düzen partileriyle hükümetlerine, onların halkı sistem kanallarına çekmelerine ihtiyacı vardır.
Emperyalizm uşağı egemen sınıfların iç çelişkilerini de işaret etmek üzere bu “belirsiz” durum, diğer yandan bağımlılık koşullarıyla ilişkilidir ve Amerikan emperyalizminin Ortadoğu-Kafkasya politikaları kapsamında gündeme gelen Irak’ın işgali, petrol kaynaklarının denetimi ve işbirlikçiler yönetiminde yeni devlet yapılanması sağlama hedefi, Türkiye gericiliğinin iç ve dış politikalarını belirlemekte ya da daha fazla belirsizliğe sürüklemektedir. Dünya gericiliğinin baş dayanağı ve hâkimiyet kavgasının en etkin gücü Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’da tam denetim kurmak ve Asya’da Rusya ve Çin’i geriye atarak hâkimiyet alanlarını genişletmek üzere “Saddam kartı”nı yağma masasına sürmesi, onun bölgedeki taşeronluğunu üstlenen Türkiye gericiliğini, “güvenilir bir seçim yapma” olanağından dahi yoksun kılmaktadır. Örneğin Irak’a bir Amerikan saldırısının seçimleri erteleme ya da hiç yapmama; parlamentoda azınlık duruma düşmesine ve ‘hasta bir başbakan’ yönetiminde olmasına karşın, bugünkü hükümetle devam etme tartışmasını gündeme getirebilmektedir.
Türkiye’nin bağımlılık koşulları ve ABD hegemonyası altında komşularına karşı askeri-politik ve ekonomik yaptırımlara zorlanması başlı başına bir istikrarsızlık etkenidir. Türkiye gericiliğinin ABD emperyalist burjuvazisinin bölge taşeronluğunu üstlenmesi, keskinleşen emperyalistler arası çelişkilerin Balkanlardan Kafkasya ve Orta Asya’ya kadar geniş bir alanda istikrarsızlık, gerginlik ve çatışma unsurlarının birikiminde rol ve sorumluluk üstlenmesini birlikte getirmiş; Türk ve Kürt gençlerinin emperyalizmin çıkarları yönünde bu bölge ülkelerindeki çatışmalarda kırımının koşullarını olgunlaştırmış, Afganistan’da olduğu gibi, emperyalist orduların yolunu düzleme ve yerli halkların anti-emperyalist muhalefet ve mücadelelerinin bastırılmasında rol oynama durumunu getirmiştir. Bu tutum ve politikalar güvensizlikleri geliştirmiş ve “düşmanlaşma” nedeni olmuştur. Bugün başlıca Irak ve Filistin halkı olmak üzere bölge halkları, Türkiye’yi ABD’nin bölgedeki en önemli işbirlikçisi ve Siyonist saldırganlığın suç ortağı olarak görmekte, Türkiye topraklarının emperyalist orduları takviye karargâhı olarak kullanmasını, bağımsızlık ve anti-emperyalist mücadelelerine karşı fiili bir kuşatma ve saldırganlık olarak değerlendirmektedirler. Türkiye-ABD-İsrail stratejik işbirliği anlaşmaları, her şeyden önce Amerikan emperyalizminin bölge hâkimiyeti koşullarının daha da geliştirilmesini ve bunun olanaklarının genişletilmesini hedeflemekte; Siyonist gericiliğin emperyalizm desteğinde Arap ve diğer Müslüman bölge halklarına karşı fetihçi-saldırgan politikalar izlemesine güç vermektedir. Filistin halkına dayatılan imha, sürgün ve sömürgeliği benimseme politikaları bu işbirlikçi anlaşmalara uygun olarak Türkiye gericiliğinin desteğini görmekte; Türk devlet ve hükümet sözcüleri “terörü kınama” adı altında İsrail saldırganlığına sahip çıkan açıklamalar yapmaktan ve Siyonist saldırganlığın sınır tanımaz imhaya dönüşmesinde rol oynamaktan geri durmamaktadırlar. Irak halkı, hükümeti ve devleti, Türkiye’yi, bir Amerikan savaş karargâhı olarak görmektedir. İncirlik, Pirinçlik ve Erhaç hava alanlarından kalkan bombardıman uçaklarının sık sık Irak topraklarını bombalaması, on yılı aşan bir süredir devam eden -gıda ve ilaç başta olmak üzere- ambargonun 1 milyon 750 bin çocuk-yaşlı; kadın-erkek Iraklının ölümüne yol açmasında Türkiye egemen sınıfları ve hükümetlerinin işbirlikçi politikalarının payı büyüktür. Aynı işbirlikçi politikalar İran, Suriye, Libya gibi ülkelerle ilişkileri olumsuz etkilemekte, Yunanistan’la yaşanan Ege Denizi, adalar ve Kıbrıs sorunlarındaki anlaşmazlıkların çözümsüzlüğünde rol oynamakta, Balkan ülkeleriyle ilişkileri emperyalist çıkarların sınırına çekmekte, Rusya’yla, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Doğu Avrupa politikaları kapsamında sorunlar yaşanmasına yol açmaktadır.
Bu “dış politikalar içerideki olay ve gelişmeler üzerinde etkide bulunmakta; bugün yaşanmakta olan politik istikrarsızlığı ve ekonomik sorunları ağırlaştırıcı rol oynamakta; ABD ve AB üyesi emperyalistlerin ülkeye müdahalelerini kolaylaştırmakta ya da buna gerekçe teşkil etmekte; bu karmaşık ilişkiler sarmalında “taraflar”ın çıkarlarına cevap vermek üzere “güçlü hükümet” arayışını sürekli kılmakta; devlet yapılanmasının emperyalist büyük devletlerin ve uluslararası tekellerin çıkarları ve politikalarına uygun olarak biçimlendirilmesini dayatmaktadır. Bütün bunların, içeride işçi ve emekçiler üzerindeki baskı ve saldırganlığı körükleyici ve yoğunlaştırıcı bir rol oynadığı kuşkusuzdur.
İşbirlikçi gericilik, ABD ve AB üyesi emperyalistlerle ilişkileri iç politikada ve halk kitlelerine karşı konumunu güçlendirmek üzere kullanmakta; başlıca sermaye partileri -seçim tartışmalarında görüldüğü gibi- emperyalistlerle ve uluslararası tekellerle ilişkilerini birbirleriyle rekabette ve emekçilerin taleplerini istismar etmek üzere referans olarak değerlendirmektedirler. Çiller gibi pervasız Amerikancılar, Irak’ın işgaline katılacak başbakan olmak istediğini açıklayarak Amerikan politikalarını seçim çalışmalarına taşımakta; Amerikan sömürge görevlisi Derviş’le rekabete girişmekte; Mesut Yılmaz, AB üyeliği için “enerjik ve cansiperane çalışmalarını” dayanak göstererek, AB üyeliğiyle Türkiye parlamento seçimlerini dolaysız ilişkilendirmekte; emperyalizm ve Siyonizm kuklası Cem, gerici politik operasyonda kirli çubuk olarak gördüğü işlevin “karşılığını” istemektedir. MHP, emekçilerin duygu ve taleplerini istismar üzerinden, idam yanlısı ve “bölücülük tehlikesi” üzerine gerici demagojiyle barajı aşmayı hedeflemekte; “AB karşıtlığı” üzerine ikiyüzlü propagandayla “milliyetçi oyları toplama”ya çalışmaktadır. DSP, “yaşlı Ecevit”in “ulusal solculuk” propagandasıyla ve kitlelerin acil ekonomik taleplerine -bu taleplerin bastırılması için sürekli çaba göstermiş bir hükümetin başbakanı olmasına karşın- sahip çıkar görünerek var olmaya ve yeniden güç toplamaya; CHP, Amerikan emperyalizminin Derviş görevlendirmesi üzerinden “işaret ettiği” olası yeni hükümetin başbakanı olmaya hevesli Baykal’ın “Anadolu solu” demagojisiyle IMF politikalarını şirinleştirmeye çalışmaktadır.
Kapitalist parti fraksiyonları arasındaki tartışmalarda ve seçimlerin hangi sonuçlar getireceği, hangi hükümet bileşimlerini ortaya çıkaracağı üzerine yapılan “araştırma” ve “anket çalışmaları”nda,bu ilişkiler, politikalar ve gelişmeler rol oynamaktadır. Bu da seçimlerden beklentileri belirsizlik tehdidiyle karşı karşıya getirmekte ve istikrarsızlığı körükleyici bir etki yaratmaktadır. Seçimlerin politik istikrarsızlığın ürünü ve onu “aşma” amaçlı politikaların bir unsuru olarak gündeme gelmesi, ancak burjuva parlamentosunun bileşiminde ve biçimsel diğer bazı değişikliklere yol açmakla birlikte istikrarsızlığın devamı ya da yoğunlaşarak devamını daha baştan davet edici sonuçlar doğuracağının görünmesi, işbirlikçi gericilik ve partileri cephesinde kargaşayı artırıcı bir rol oynamaktadır.
Aralarındaki program farklılıklarının ortadan kalkması ve tümünün uluslararası tekellerle mali sermaye kuruluşlarının reçetelerini uygulamayı “kalkınma ve refah koşulu” sayarak “aynılaşması” ve ekonomik-politik saldırı programlarını uygulamada birbirleriyle yarışmaları, düzen partilerine tepkiyi artırmış; onları halktan daha fazla uzaklaştırmış, halk kitlelerinin güvenini kaybetmeleri ise, istikrarsızlığı derinleştirici bir etken olarak dönüp onları vurmaya başlamıştır. Onların birbirleriyle rekabete karşın, seçimlerde kitlelerin taleplerine seslenmeyi eskisi denli yapamamalarının nedeni de budur.

İZLENEN EKONOMİ POLİTİKALAR VE SEÇİM
Öncesi bir yana bırakılırsa, 22 yıldan buyana, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve 12 Eylül generaller darbesiyle birlikte sermayenin emekçi hareketini ve tüm muhalif kesimleri siyasal şiddetle baskılayıp uygulamaya koyduğu sistemi yeniden yapılandırma programı, ülkenin emperyalizme ve uluslararası sermayeye daha fazla bağımlılaştırılmasını sağlamasına; böylece kaynak transferi, tarım ve sanayinin çökertilmesine, ithalatın teşviki ve üretimin kısıtlanmasına; tarım ve sanayi ürünleri üretimini dış politika ve emperyalist ekonomik gereksinmelerin yedeğine daha fazla sokmasına; işsizlik, açlık ve yoksulluğu artırmasına karşın, burjuvazi ve düzen partileri bu ekonomi programın daha da ağırlaştırılmış biçimi olan IMF reçeteleriyle kalkınma ve refahın sağlanacağı iddiasını sürdürmektedirler. Düzen partilerinin tümü seçim sonrasında da aynı ekonomi programı uygulamaya devam edeceklerini ilan etmiş bulunuyorlar. Seçimler genel olarak kapitalist parti fraksiyonlarının halk desteği sağlamak üzere, farklılıklarını ortaya koydukları, ekonomik ve politik iyileştirmeler üzerine çeşitli ve ikiyüzlü vaatlerde bulundukları platformlar olmalarına karşın, bugün, ülkenin egemen sınıflar tarafından içine sürüklendiği uçurum ve açmaz, bu tür göstermelik ve ikiyüzlü manevralara dahi olanak tanımamaktadır.
IMF programının uygulanmasıyla ülkenin emperyalizme ve uluslararası sermayeye bağımlılığının arttığı, sanayi ve tarımın gerilediği, tarım ürünleri üretimi bakımından kendine yeter bir ülke olarak bilinen Türkiye’nin şeker, tütün, pamuk, fındık, çay, buğday başta olmak üzere sanayi ve tarım ürünlerini ithal eder duruma geldiği biliniyor. Bu programda ısrar edilmesi sonucu ülke, birbirinin ardı sıra ekonomik krizlerin eşiğine gelmiş, mali ve ekonomik krizin patlak vermesiyle 1994, 99 ve 2001 yıllarında önemli tahribatlar yaşanmış, son krizle birlikte, bir yılda 225 bin küçük ve 70 bin orta büyüklükteki işletme iflasa sürüklenmiş ve işsizler ordusuna bir yıl gibi kısa bir sürede 1 milyon 750 bin yeni işsiz katılmıştır. Üretim kapasitesi gerilemiş, GMYİH bir yılda 50 milyar dolar düşmüş, ücret ve maaşlar 1990’lı yıllardaki seviyenin altına gerilemiş, tarım ürünleri sübvansiyonlarının tamamen kaldırılmak üzere geriye çekilmesi ve tarım girdi fiyatlarının ithalatçı tekeller yararına sürekli artması sonucu tarımsal ürün üreticileri üretim faaliyetinin dışına atılmışlardır. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak ekonomik tahribat daha da büyümüş, kriz koşulları daha da ağırlaşmıştır.
Bu süreç ve ısrarla uygulanan halk düşmanı politikalar, sermaye-emek çelişkisinin keskinleşmesine ve sisteme karşı emekçi öfkesinin artırmasına yol açmıştır. Buna karşın bu politikalarda nasıl ısrar edilebilmekte, düzen partileri IMF reçetelerini uygulamaya dair söz verme cesaretini nasıl gösterebilmektedirler? IMF programının uygulanmasıyla ülke ve emekçiler yararına en küçük bir kazanım olmayacağı bugüne kadarki uygulamalarla açıklık kazandığına göre, bu partiler nasıl oluyor da aynı programı uygulama üzerinden halk desteği arayışına çıkabilmektedirler? Bunun sermaye ve sistem partilerinin başlıca açmazlarından biri olduğu açık olmasına karşın, ülkenin ve halkın çıkarları karşısında emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin çıkarlarının bekçiliğine soyunmuş, kaderini onunla birleştirmiş hain ve uşak bir kesimin, işbirlikçi büyük burjuvazinin temsilciliğine soyunmuş düzen partilerinin bunun dışında yapacakları bir şey yoktur. Sömürge koşullarının ürünü işbirlikçi ve halk düşmanı politikaları uygulamak; halkı emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda baskı altında tutmak ve sömürü koşullarının sürmesi için gerekli politik-askeri önlemleri almak, boyunlarının borcudur.

“İKİ PARTİLİ SEÇİM”
Yüksek Seçim Kurulu, “seçimlere 18 partinin katılacağını” açıklamasına karşın, partilerin politik-ekonomik programlarıyla seçim hedefleri, başlıca “iki parti”nin seçimlerde karşı karşıya geleceğini göstermektedir. Bir tarafta, Emeğin Partisi tarafından açıklandığı üzere “IMF’ci savaş partileri”nin kapitalist “tek parti”si, amblemleri ve isimleri farklı olmasına karşın aynı ekonomi-politikaları uygulamaya devam edeceklerini açıklamış bulunan sermaye “partisi”, diğer yanda bugünkü sömürü ve baskı sistemini işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları ve kurtuluşları yönünde değiştirme ve kapitalizmi tasfiye etme hedefiyle mücadele eden sınıf bilinçli işçilerin partisinin de içinde yer aldığı ‘Emek, barış ve demokrasi bloğu.”
Sermaye “partisi” ve onun çeşitli fraksiyonları, sermaye ve emperyalizmin programını benimsemiş, emekçi düşmanlığında kararlı, sömürü ve baskının sürdürülmesi için gereken her şeyi yapmayı “stand by” ve tahkim yasalarının altındaki imzaları ve IMF reçetelerine bağlılıkları üzerine yemin etmeleriyle halk kitlelerinin karşısına çıkıyorlar. Politikaları ve ekonomik programlarının işçileri, kent ve kırın yoksullarını, üretici köylülüğü, küçük ve orta işletmeciyi iflasa, açlık ve yoksulluğa sürüklediği, uygulamayla kanıtlanmıştır. Ülke nüfusunun %20’sini oluşturan azınlık kesiminin toplam ülke gelirinin %85’ine el koyması, vergi gelirlerinin tümünün borç faizlerine ayrılması, yatırımların durdurulup kamu işletmelerinin tasfiyesiyle yüz binlerce insanın işsizlerin saflarına sürülmesi, bir gecede 7 milyar doların dışarıya aktarılması, devalüasyonla ve hareketli kur ayarlamasıyla milli gelirin 50 milyar dolar düşürülmesi ve banka hortumcularına bütçeden 20 milyar dolar hibe edilmesi, bu ekonomi-politikalar ve programların ürünüdür.
Sermaye partileri ve onların hükümetleri ABD emperyalizminin dayattığı politikaların aracı olarak halkın karşısında durmakta ve bu dayatmaları halka karşı pratiğe geçirmek üzere halktan destek istemektedirler. Emperyalist sermayeye ve Amerikan emperyalizminin politikalarına tam teslimiyet içindeki bu partilerin izleyeceklerini açıkladıkları politikalar ülkeyi “uçurumun kenarı”ndan uçuruma tam yuvarlanma durumuna getirecektir. Uluslararası sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin çıkarları yönünde ülke kaynaklarının dışarıya aktarılması, tarım ve sanayisinin daha fazla çökertilmesi ve kent ve kır yoksullarının açlığa sürüklenmesini ifade eden bu partilerin program ve politikaları, ülke ve halka ihanetin programıdır. Düzen partilerinin uygulama vaadinde bulundukları ekonomik program ve Irak’a Amerikan saldırısı karşısındaki tutumları, Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin talep, beklenti ve duygularıyla tam bir karşıtlık içindedir.
Bu karşıtlık, halk kitlelerinin seçimlere kendi örgütleri-partileriyle katılmasını kaçınılmaz kılmış; sermaye partilerinin karşısında ve politik mücadeleyi daha ileri mevzilerden sürdürmek; ülkenin bağımsızlığı ve demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılması için halk seferberliğini gerçekleştirmenin bir adımı olarak, emek örgütlerinin, işçi sendikalarıyla “işçi ve emekçilerden yana parti ve kuruluşların seçim ittifakıyla, burjuva partisinin karşısında emekçi seçeneğinin dönemsel ifadesi olarak “Emek, barış ve demokrasi bloğu”nun oluşturulması ve burjuva hukuksuzluğunu, sermaye engellerini aşmak üzere DEHAP’la seçime katılma gündeme gelmiştir.

“EMEK, BARIŞ VE DEMOKRASİ BLOKU” YA DA EMEKÇİ HAREKETİNİN YENİ OLANAĞI
İşçi sınıfı ve emekçilerin; halktan, ülkenin bağımsızlığı ve demokratik bir siyasal sistemden yana olan sendikacı, aydın, kişi ve kuruluşların sermaye partilerinin karşısına “emek, barış ve demokrasi bloğu” ve onun seçim partisi DEHAP’la çıkmaları, bu bakımdan, sermaye karşısında emeğin; burjuva partisi karşısında işçi ve halk partisinin; emperyalizm ve IMF saldırganlığı karşısında bütün ezilenlerin bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük talepleriyle bir araya gelişini ifade etmektedir. Seçimlerde, sermaye partilerine karşı halk kitlelerini temsil edecek olan DEHAP, oluştuğu koşulların öne çıkardığı en önemli talepler olarak bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük taleplerinin gerçekleştirilmesi için mücadele edeceğini ilan etmiş ve tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerini sermayeye karşı kendi saflarında seçim işbirliği yaparak emperyalizmin oyunlarını boşa çıkarma çağrısı yapmış, halk hareketinin bu birlik üzerinden seçimlerde sağlayacağı başarının sonuçlarına işaret etmiştir.
Bu seçimlerde işçi sınıfı ve emekçilerin elde edecekleri başarı, parlamentoda grup oluşturma ve sermayeye karşı mücadelenin mevzilerini parlamento kürsüsüne dek genişletme ötesinde, önemli kazanımlara yol açacaktır. Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileri işsizlik, açlık ve yoksulluğa karşı çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini ve sosyal hakların genişletilmesini istiyorlar. Sömürgeleştirici ve bağımlılık koşullarını daha da ağırlaştırıcı işbirlikçi politikalara karşı tam bağımsızlığı; siyasal gericiliğe, baskı politikalarına ve Kürt varlığıyla ulusal hak taleplerinin inkârı politikalarına karşı demokratik özgürlükleri ve hak eşitliğini; Türkiye ve komşu ülkeler halkına daha fazla acı ve yıkım getirecek savaşçı taşeron politikalara ve ülkenin emperyalistler hesabına yeni maceralara sürüklenmesine karşı barışı ve başka ülkelerin içişlerine karışmamayı istiyorlar. Burjuva hükümetlerinin uygulamalarının sermaye ve emperyalizmin istekleri yönünde olduğunu daha iyi görebilen emekçilerin ileri kitlesi, bu seçimleri emekçilerin ana kitlesinin bu talepler doğrultusunda birleştirilmesi ve sermaye partileri tarafından bir kez daha aldatılmaması için en iyi biçimde değerlendirmek ve seçimlerden emekçiler yararına kazanımlarla çıkmayı hedeflemek zorundadır. Bunun için sermaye partilerinin ülke ve halk düşmanı plan ve politikalarının açık ve anlaşılır biçimde teşhiri temelinde, halka açlık, yoksulluk, acı ve gözyaşından başka bir şey vermeyen ülke ve halk düşmanı düzen güçlerinin halk kitlelerinden tecrit edilmesini sağlamak; düzen partileri ve işbirlikçi hükümetlerin politikalarına, uygulamalarına öfke duyan geniş emekçi kesimlerini onlardan uzaklaştırmaya hizmet eden bir çalışma ve örgütleme seferberliğini gerçekleştirmek gerekmektedir.
“Emek, barış ve demokrasi bloğu”nun Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileri için önemli bir kazanım olduğunu kavramakla kalmayan; bunu sermayeye karşı emekçi mevzilerinin güçlenmesi, tüm milliyetlerden emekçi kardeşliğinin pekişmesi ve geliştirilmesi, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi için önemli, somut ve gerçekleştirici bir güç olduğunu bilerek, bu gücün belirlenen hedeflere ulaşılması için tam bir verimle, eksiksiz “ortak” katılım ve seferberlik ilanıyla harekete geçirilmesi gereğini görmek ve buna uygun hareket etmek gerekmektedir.
Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden Türkiye emekçileriyle sendikacı, sanatçı ve aydınların; emekçi örgütleri ve işçi sendikalarının ülkenin bağımsızlığı, savaş dâhil emperyalist politika ve dayatmaların reddi ve demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılması amacıyla bir seçim bloğu içinde bir araya gelmeleri; en başında bu gelişmenin kendisi sermaye karşısında bir emekçi kazanımıdır. Emperyalistlerin ve işbirlikçi gericiliğin, emekçilerin bu türden bir araya gelişlerini önlemek üzere bölücü, şoven ve gerici politikalar uyguladığı; mezhep ve milliyet ayrımları üzerinden kışkırtıcı propagandayla emekçilerin güçlerini böldüğü; böylece kendi gerici ve düşmanca politikalarına hayat alanı bulduğu ve onları uygulama olanağı sağladığı bilinmektedir. 80 yıla yakın bir süredir uyguladığı Kürt inkârı politikalarını ve Kürt emekçilerinin siyasal-kültürel taleplerini baskı ve silahlı bastırmayla karşılamasını; Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin birliğini önlemek üzere kullandığı bu politikayı, “ülkenin ve milletin bölünmesini engelleme” gerekçesiyle aklamaya ve özellikle Türk ulusundan emekçilere benimsetmeye çalışmaktadır. Çalışmaktadır, çünkü tarih boyunca sömürücü egemen sınıflar ve onların modern temsilcisi olarak burjuvazi ezilenlerin ve emekçilerin bölünmüşlüğü üzerinden iktidarını ayakta tutabilmiştir. Bugün de milliyet ve mezhep, bölge ve yöre farklılıklarını sömürücü hâkim konumunu sürdürmek için istismar etmeye devam etmektedir. Ancak toplumsal koşulların değişmesi burjuvaziyi de zora sokmaktadır. Burjuva baskı ve inkâr politikalarının ve bölücülük üzerine gerici-şoven propagandanın önemli oranda iflas ettiği, inkârcılığın ve baskı politikalarının tüm milliyetlerden emekçilerin gönüllü ve hak eşitliğine dayalı bir arada yaşama talebi karşısında başarıya ulaşmasının olanaksızlığının daha iyi görüldüğü bir dönemde, sermaye plan ve programına karşı “emekçi seçeneği”nin bir biçimi olarak “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun oluşması ve bu “blok” üzerinden seçimlere emekçi müdahalesinin gerçekleşmesi, on yıllar boyu istenen güç ve işbirliği yolunda atılmış önemli bir adımdır.
Bu adımın atılması sermaye ve gericilik cephesini ürkütmüş; işbirlikçi gericilik, hükümet ve burjuva yargı kurumları harekete geçerek DEHAP adaylarını “veto” kararları çıkarmışlar; polis ve jandarma yetkilileri özellikle Kürt köyleri ve kentlerinde baskıcı yöntemler ve tehditlerle “blok’un önünü kesme çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Burjuva propaganda kurum ve organları “terör örgütü” korkuluğu sallayarak emekçilerin saflarındaki bölünmüşlüğü ve inkâr ve baskı politikalarının yol açtığı güvensizliği derinleştirmeye soyunmuş, Kürt ve Türk emekçileriyle emekçi örgütlerinin bir seçim platformu üzerinde sermayeye karşı bir araya gelmelerini önlemek üzere seferber olmuşlardır.
Türk-Kürt ve tüm milliyetlerden emekçi kardeşliğinin gelişmesi ve pekişmesine hizmet eden “emek, barış ve demokrasi bloğu”, oluşumuyla emekçilerin saflarında sevinç dalgası estirmiştir. On yıllar boyu emek güçlerinin ve tüm ilerici örgütlerin birleşmesi gerekliliğinden söz etmiş olan Kürt ve Türk yoksulları, bu oluşuma, beklenti ve umutlarının gerçekleştirilmesinin bir aracı olabileceği duygusuyla yaklaşmaya başlamışlar, “blok” içinde seçim işbirliği yapanları; bu umut ve beklentilerine uygun bir adım attıkları duygusuyla karşılamışlar ve bu adımın ileri götürülmesini umut ettiklerini eklemeyi de ihmal etmemişlerdir.
Bu beklenti ve emekçilerin saflarından yapılan açıklamalar, “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden Türkiye emekçilerinin sermayeye, işbirlikçi gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelesine yeni olanaklar sağladığını göstermektedir.
Bu olanaklar nelerdir?
Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ileri kitlesi kuşkusuz bugüne kadar da birçok kez ve birçok alanda, fabrika, işyeri ve sendikalarda ve genel olarak emperyalist politikalara karşı birlikte çeşitli eylemler gerçekleştirmişlerdir. Bunun en önemli göstergelerinden biri, hareketin niteliği bakımından ileri bir adımı da ifade etmek üzere tüm milliyetlerden bilinçli işçi ve emekçilerin Emeğin Partisi içinde, devrimci sınıf partisinde bir araya gelmiş olmaları ve kısa sayılamayacak bir süreden bu yana sermayeye karşı birlikte mücadele etmeleridir.
Ancak “blok”un oluşturduğu “sevinç dalgasının onca geniş bir alanda etkide bulunması, bu oluşumun farklı ve daha etkili gelişmelerin yolunu açtığına işaret sayılmalıdır. Bu “blok” Kürt-Türk kardeşliği ve eşit haklara sahip gönüllü birliğinin yolunu; kendisi bu birliğin demokratik bir biçimi olmak üzere; açmıştır. Blok, seçim sonuçlarından bağımsız olarak ve bu haliyle halkların kardeşliği ve gönüllü birliği için mücadeleye hizmet etmekte, bu mücadelenin mevzi ve araçlarından biri olma özelliği taşımaktadır. Öyleyse o, kendi mevzilerini güçlendirip sermaye güçlerini saltanatlarını kaybetme korkusuna sürüklediği oranda, Kürt sorunu da içinde olmak üzere, demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılıp geliştirilmesi, Kürt sorununun demokratik halkçı bir çözümü için olanakların genişletilmesi ve bu amaçla halk birliği ve birlikte mücadelesinin örülmesinin yolunu daha fazla açacaktır.
Bloğun seçimlerde kazanacağı başarı her şeyden önce emekçilerin kendi güçlerine dayanarak ve sermayenin tüm engellemelerine karşın kazanabilecekleri düşüncesi ve duygusunun gelişip güçlenmesine hizmet edecektir. Bu tür bir duygunun daha kapsamlı ve birleşik halk eylemlerine çağrı çıkarıcı olacağı bugünden bellidir. Kazanan halk, daha öteye gitmek üzere, güçlerini çekincesiz olarak daha fazla bir araya getirmek ve birlikte olmak için daha fazla çaba gösterecektir. “Blok”un seçim çalışmalarının kapsamı ve seçimde alacağı sonuç öncelikle halkın kendine güvenini geliştirecek, ona hizmet edecektir. İkinci olarak bu başarı, emekçilerin ileri kesimleriyle ana kitlesinin yakınlaşması ve ana kitlenin kendi ileri kitlesinin etrafında bir araya gelme duygusunu güçlendirecek, bu yöndeki ihtiyacı körükleyici bir rol oynayacak, böylece halkın devrimci örgütlenmesine ivme kazandıracaktır. Üçüncü olarak, birlikte olabilme ve güçleri aynı hedefe yöneltme; bunun başarılması devrimci-ilerici örgütlerin özgüvenlerini kamçılayacak, saflarda yarattığı coşkuyla bu örgütlenmelerin yenilenmesi ve sağlamlaştırılmasının olanaklarını genişletecektir.
Doğru bir çalışma tarzı ve emekçilerin en geniş kesimlerinin seferber edilmesiyle emekçilerin devrimci örgütlenmesinin sağlamlaşması ve yaygınlaştırılması, sermaye partileri ve burjuva hükümetinin saldırılarının püskürtülmesi ve emperyalist dayatmaların reddedilmesinin olanaklı ve pratikte de gerçekleştirilebilir olduğunu somut olarak ortaya koyacaktır. Daha fazla işçi, Kürt, Türk kadın ve erkek emekçi ve genç birlikte iş yapmayı deneyip öğrenecek, bunu gerçekleştirdikçe birbirlerine güvenleri gelişecek, birbirlerine sırt dönme ve ayrı yollardan gitme yerine birlikte, güçlerini birleştirerek başarıya yürüme istek ve duygusu güçlenecektir. Böyle bir gelişme her türden burjuva ve işbirlikçi gerici saptırmanın ve emekçileri birbirlerinden ayrı tutmaya yönelik inkârcı baskı politikalarının yol açtığı bölünmüşlük durumunu, emekçilerin yararına değiştirmeye hizmet edecek, bunun sancısız nasıl gerçekleştirilebileceğini öğretecektir. Bloğun seçim çalışmaları kapsamında bir araya gelen Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, çalışmaların “dar alana sıkıştırılması” hatasına düşülmemesi durumunda birçok pratik işi birlikte yapacak, birbirlerinden öğrenecek, aralarındaki dostluk ve kardeşlik duyguları pekişecek, sınıf düşmanının şoven ve bölücü çabalarını boşa çıkarma şansı ve olanağının bir arada olma ve birlikte mücadeleden geçtiğini daha iyi kavrayacak, bu da burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için güç ve olanakları artırıp genişletecektir.
Bu blok ve birlikte çalışma Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin daha sıkı birliğine ve aralarında güven ilişkilerinin gelişmesine hizmetin yanı sıra; işçi sınıfı ve onun ileri kitlesiyle köylülüğün ve kır yoksullarının yüz yüze gelmelerinin olanaklarını da yaratmıştır. İleri işçiler şimdi yoksul, topraksız ve az topraklı ve üretici köylülerle daha dolaysız ve Üretici Köylü Sendikası gibi örgütlerin yardımıyla, onların taleplerinin sahiplenmesi temelinde, IMF ve emperyalist yıkıcılığa karşı bir araya gelme fırsatı bulmuşlardır.
Seçim çalışmalarının başarıyla yürütülmesi ve bunun sermayenin baraj vb. türünden engellerinin aşılmasıyla sonuçlanması durumunda, burjuva parlamentosunda işlerin nasıl yürütüldüğünün, rant ve soygun çetelerinin çevirdikleri dolapların, sermaye politikaları ve planlarına mecliste yasal kılıf geçirmenin ve ülkenin ve kaynaklarının emperyalizme peşkeş çekilmesinin nasıl gerçekleştirildiğinin bilgisine halk kitleleri, parlamentodaki temsilcilerinin gerçekleri sergileyici açıklamalarından daha doğrudan ulaşabilecek, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini parlamento kürsülerinden de sürdürme olanağına kavuşacaktır. Halk temsilcileri, emekçiler ve ülkenin çıkarına yasal düzenlemeler için mücadele edecek, parlamento dışındaki emekçi eylemine dayanarak ve ondan güç alarak ihanet anlaşmalarına ve ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarının uluslararası sermaye tarafından yağmalanmasına karşı duracaklardır.

BAŞARI İÇİN EMEK SEFERBERLİĞİ
Kuşkusuz bu hedeflere ulaşmak kolayca ve kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Sermaye partileri ve burjuvazinin diğer kurumlarıyla deyiş yerindeyse dişe diş bir mücadele olmaksızın, emekçilerin tam bir seferberliği gerçekleştirilmeden, fabrika, işyeri, sendika, okul, yerleşim alanları, sokaklar ve alanlar, kentler ve köyler halkın istemleri etrafında ve seçim barajını aşma hedefiyle harekete geçirilmeden; kadın-erkek, genç-yaşlı tüm emekçilerin bir bayram yerine gider gibi coşkuyla çalışması sağlanmadan, bunun yaratacağı halk seliyle gericiliğin engelleri dağıtılıp parçalanmadan bu hedeflere ulaşmak mümkün değildir.
Devrimci sınıf partisinin ve DEHAP’ta seçime katılacak “blok”un seçim bildirileri ve açıklamalarının en geniş emekçi kesimlerine ulaştırılmasını sağlamak üzere bütün birimlerde oluşturulacak görev grupları, ülkenin içinde bulunduğu durumu ve karşı karşıya bulunulan sorunların etraflı bir açıklamasını yapabilmeli, seçimler nedeniyle politikaya ilginin arttığı bu dönemin emekçilerin daha iyi aydınlanması ve kendi çıkarları yönünde politik bir eyleme çekilmesi için verimli kullanımını gerçekleştirmek üzere, daha baştan güçlerin planlı yönlendirilmesi başarılabilmelidir. Bağımsız demokratik bir ülkenin var edilmesi ve kapitalizmin tasfiyesine giden yolun açılması ancak işçi sınıfı ve Kürt ve Türk yoksulları başta olmak üzere ezilen kitlelerin acil ve önemli temel taleplerinin sahiplenilmesi ve bunların gerçekleştirilmesini öngören bir mücadelenin tutarlılıkla yürütülmesiyle mümkün olabilecektir. İşsizlik, açlık ve yoksulluk koşullarının değiştirilmesi, sosyal-siyasal hak yoksunluğunun ortadan kaldırılması, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü önündeki engeller başta olmak üzere Anayasa ve yasalardaki halk karşıtı tüm gerici yasaların değiştirilmesi ve baştan aşağı demokratik bir siyasal yapının oluşturulması, emperyalist hegemonyaya son verilmesi ve bağımlılık nedeni olan tüm anlaşmalarla bağlantıların geçersiz kılınması, ikili anlaşmaların yırtılıp atılması ve emperyalistlerle uluslararası mali sermaye kurumlarına borçların dondurulması, bütçe gelirlerinin eğitim, sağlık, konut başta olmak üzere halkın ihtiyaçları yönünde kullanılması, yeni işyerlerinin açılması, işçi ve emekçilerin tüm temel gereksinmelerini karşılayacak bir gelire sahip olmaları ve sosyal güvenlik kurumlarının geliştirilmesi için daha fazla pay ayrılması için yürütülecek mücadelenin parlamento kürsülerinden ve parlamenter olmanın sağladığı “olanaklar”ın kullanılmasıyla sürdürülmesi, anti-faşist, anti-emperyalist halk hareketinin iktidar yürüyüşüne güç katacak, kapitalizme karşı mücadelenin mevzilerini de güçlendirecektir. Türkiye topraklarının tüm milliyetlerden emekçilerle komşu ülkelerin halklarına karşı emperyalist saldırı üssü olarak kullanılmasına son vermek ve ikili ve stratejik işbirliği anlaşmalarıyla ekonomik alanda imzalanmış ve ülkenin yağmalanmasının yolunu açan, buna yasal kolaylaştırmalar sağlayan ‘tahkim anlaşması’, ‘endüstri bölgeleri anlaşması’ türünden anlaşmaların yırtılıp atılması için gösterilecek çaba, bu yasaların içeriğinin ve gizli maddelerinin açıklanmasıyla halkın bunlara bu yasaları tanımaması ve ülkeye, kendi hak ve çıkarlarına sahip çıkmak üzere daha aktif biçimde harekete geçmesine yardımcı olacaktır. Tarım ve sanayinin geliştirilmesi için üretici kredilerinin faizsiz olarak artırılması ve vergi yükünün yoksulların sırtına yıkılmasına son verilmesi, krizin yükünün büyük tekellere aktarılması, madenlerin ve enerji kaynaklarının emperyalistler tarafından yağmalanmasına son verilmesi ve bunların ulusallaştırılması için yürütülecek mücadeleyle bağımlılığın tahrip edici ve gelişmeyi sınırlayıcı etkilerinin ülke insanı ve emekçiler için ne denli yok edici bir rol oynadığının daha iyi görülmesi sağlanabilecek, ülkenin ve kaynaklarının “küreselleşme” adı altında uluslararası sermayeye pazarlanmasının önüne emekçi barikatının örülmesi böylece daha kolay gerçekleşme olanağı bulacaktır.
Burjuvazinin inkâr ve baskı politikası, Kürt ulusal varlığını ve bunun gerekli kıldığı temel haklarla ulusal kaderini tayin hakkının koşulsuz kabulünü reddetmesi, bu yöndeki talepleri “bölücü ve yıkıcı” sayarak şiddetle bastırma yoluna gitmesi, halk kitlelerine yönelik propagandada “bölücü terör hareketi”ne özel bir vurgu yapması, Türk emekçi kitlelerinin Kürtlerin demokratik hakları için mücadeleye soğuk bakmalarına yol açmış, ulusal-siyasal hakları ve tam hak eşitliği için mücadelelerinde Türk emekçi desteğini yeterince göremeyen Kürt emekçileri saflarında da güvensizlik ve ayrı durma duygusunun gelişmesine neden olmuştur. Bu politikanın etkileri, işçi sınıfı ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinin düşük olmasıyla birleşince, emekçilerin düzen partilerinin ardında sisteme kanalize edilmeleri olanaklı olabilmiş, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin aynı sınıf örgütlerinde ve aynı politik partilerin çatısı altındaki örgütlenmesi zaafa uğrayabilmiş, kitlelerin ana gövdesi bakımından gerçekleşmekten uzak kalmıştır. Önemli sanayi kentlerinde ve Kürt emekçilerinin yoğun olarak bulundukları belli başlı kentlerde özellikle ileri işçilerin, milliyet ve mezhep ayrımı gütmeden aynı “sınıf örgütleri”nde bir araya gelmiş olmaları ya da işçi sendikalarıyla kamu emekçileri sendikalarında yüz binlerce işçi ve emekçinin bir arada bulunması, emekçilerin ortak hareketi ve mücadelesi bakımından umut verici bir durum olmakla birlikte, bu, on milyonlarca kent ve kır yoksulunun durumu karşısında henüz ancak bir “ilk mevzilenme” sayılabilir.
Bu durum, şimdi emekçi hareketinin birleştirilmesi ve ilerletilmesi sorumluluğunu “emek, barış ve demokrasi bloğu”nun önüne getirmektedir. Blok emek hareketinin bugünkü parçalı durumuna son verilmesi sorumluluğu; sermaye egemenliği ve saldırılarına karşı birleşik emekçi mücadelesine duyulan ihtiyaca uygun olarak Kürt ve Türk emekçilerinin ana kitlesini birleştirme göreviyle karşı karşıyadır. Bu sorumluluk ve görev, işçi ve emekçilerin en geniş kesimlerinin “blok” etrafında birleştirilmesine hizmet eden kapsamlı ve yaygın bir ajitasyonu ve siyasal gerçeklerin tam olarak açıklanmasını gerekli kılmaktadır. “Blok” oluşumunu sevinçle karşılayıp destek vereceklerini açıklayan geniş çevrenin varlığı, emekçi birliği ve birleşik hareketin örülmesi görevinin başarılmasını kolaylaştırıcı etkenlerden biridir.
Düzen partilerinin kitle desteğinin ağır darbeler yemiş olması, tekelci burjuvazinin sermaye partilerini ve burjuva parlamentosunu itibardan düşüren uygulamaları ve ülke çıkarları karşısındaki hain tutumu, siyasal istikrarsızlığın sürmesi ve bir savaş durumunda ağır ekonomik, politik ve sosyal yaptırım ve tahribatla karşılaşacağını bilen kitlelerin savaş karşıtı duyguları, kitlelerin geniş kesimlerinin seçimlerde DEHAP’a oy vermek de dâhil, “blok” etrafında bir araya getirilmeleri için koşulları olgunlaştırmıştır.
Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin ana kitlesi bakımından birlikte olma, bir arada çalışma, somut ve pratik işleri birlikte yapma mücadele ortaklığını, birliğini ve kardeşliği güçlendirecek, güven ilişkilerini yenileyecek, sermaye karşısında birlikte olmanın avantaj ve olanaklarının görülmesine hizmet edecek; birlikte olma durumunun sürdürülmesi ve daha ileri düzeye çıkarılması duygu ve isteğine güç verecek; buna aykırı davranışların önüne emekçi engeliyle çıkışın olanaklarını yaratarak emekçilerin duygu ve istemlerini dikkate almayanları; onların yerine kendilerinin niyet ve seçeneklerini dayatanları etkisiz kılacak bir ortamın oluşmasını sağlayacaktır. Böylesi bir gelişme, kuşku yok ki ülkenin ve tüm milliyetlerden işçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluş mücadelesi yararına olacak, bu mücadelenin bugün henüz yeterince görülemeyen kitlesel bir desteğe sahip olarak sermayenin saldırılarını püskürtücü düzeye çıkışını ve sendikalarda, işyerleri ve fabrikalarda örülmüş emekçi birliği üzerinden yeni mevzilerin ele geçirilmesini sağlamasını olanaklı kılacaktır.
Ülkenin bağımsızlığı ve emekçilerin özgürce yaşama olanağının ancak böylesi bir mücadele birliği üzerinden yürünerek var edilebileceği açıktır. Sosyalizm için yol üzerindeki ayak bağlarının temizlenmesi, demokratik özgürlüklerin elde edilmesi ve anti-kapitalist mücadelenin yükseltilmesi için de böylesi bir gelişme önem taşımaktadır.
Bu yolda mesafe kat etmek için tüm güçlerin tam bir seferberliği gerekmektedir. Aksi, bu büyük ve önemli olanağın yeterince kullanılamaması demektir ve hareketin buna tahammülü yoktur.

IMF’ci partilerin ülkeye ve emekçilere faturası

Türkiye 1 ay sonra seçime gidiyor. Her seçim dönemi, çıkarları birbirine karşıt olan sınıflar açısından siyasetin daha da yoğunlaştığı dönemlerdir. Sermaye partileri açısından bu dönemler, işçi ve emekçilerin oylarını alarak, onları sermaye iktidarının, onun bağlandığı dış odakların çıkarlarını gizleyen politikalarına yedeklemek için daha özel bir çalışmayı gerektirmektedir. Seçimin hemen sonrasında unutulacak vaatlerde bulunup bulunmamanın ahlaki yüküyle ilgilenecek bir karakter taşıması beklenemeyecek olan burjuva politikacısı ile -çünkü sonuçta burjuvazi için aslolan sınıf çıkarlarını, kendi egemenliğini garantiye almaktır, bunu yapmak için her yol mubahtır- ona yedeklenmemek için sürekli uyanık olması gereken işçi sınıfının, halkın politikacıları arasındaki çatışma seçim dönemlerinde ister istemez daha ayrı bir önem kazanır. Elbette sınıf mücadelesinde aslolan sürekliliktir ve politik çalışmayı seçim dönemlerine indirgemek egemen burjuva siyasetin, aslında halkı siyaset dışına itme taktiğinin bir ürünüdür. Ve işçi sınıfı politikacısı açısından da temel olan şey, emekçi sınıfları, kendi sınıf çıkarları etrafında birleştirmeyi sağlayacak bir faaliyeti her gün aynı diriliği ile canlı tutmak olmalıdır. Ancak, burjuva temsil sisteminin henüz emekçiler nezdinde kırılamamış olan siyasete seçim dönemleri daha yakın durma alışkanlığı, ister istemez işçi sınıfı politikacılarına da, politikayı sermayenin bir ayrıcalığı olmaktan çıkarmak, işçi ve emekçilerin en geniş yığınlarını kendi çıkarları etrafında örgütlü olarak politika yapar hale getirmek açısından, seçim süreçlerini üzerinde daha fazla yoğunlaşılması gereken dönemler haline getirmektedir.
Bu faaliyetin işçi sınıfı politikacıları açısından en önemli yanlarından birisi de, düzen partilerini halkın gözünde teşhir edecek bir ajitasyonu sürekli kılmaktır. Bu da, onların söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkileri, yalanlarını ortaya koymayı gerektirmekte, bunu yapmak için de somut veriler sunmak zorunlu olmaktadır. Nasıl ki, olgularla sınırlı kalan, onları belirli bir sınıf politikasının, programının içine oturtamayan bir ajitasyon iktidar mücadelesi açısından işçi sınıfına bir şey kazandırmazsa, verilerle desteklenmeyen genel bir ajitasyon da, emekçilerin politikaya henüz mesafeli duran kesimlerini aydınlatmakta sınırlı kalması kaçınılmazdır.
Bu nedenle bu yazı da, işçi ve emekçileri açlığa, işsizliğe mahkûm eden, ancak buna rağmen halkın karşısına çıkıp oy isteyen IMF’ci partilerin daha çok verileri esas alan, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki farka işaret eden bir teşhiri yapılmaya çalışılacaktır.

NE DEDİLER, NE YAPTILAR?
Şu an burjuvazinin, başta medya olmak üzere çeşitli kurumları aracılığıyla parlatılarak iktidara taşımak istediği partiler arasında CHP’nin özel bir yer tuttuğu bilinmektedir. 12 Eylül darbesinin ardından, cunta desteği uygulanmaya çalışılan IMF politikalarının has partisi Turgut Özal’ın ANAP’ının bugün barajın altında gözükmesi, hükümette bulunan diğer sermaye partilerinin de halkın gözünde ne kadar yıprandığının, kamuoyu anketleriyle ortaya çıkmış olması; hem Türkiye’nin işbirlikçi sermayesi için, hem de onun bağlı bulunduğu emperyalist kurumlar için CHP’yi halkı yedeklemek açısından önemli bir alternatif haline getirmektedir.
Oysa CHP’nin daha yakın geçmişteki vaatleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiler bile, onun, sermayenin çıkarı için her türlü yalanı mubah sayan bir parti olduğunu göstermektedir. CHP ile DYP’nin koalisyonundan oluşan 52. Hükümetin programında şu vaatler ve hedefler dile getirilmiştir: “Toplumsal barışı sağlamaya ve gelir dağılımındaki adaletsizliği iyileştirmeye yönelik çabalarımızı sürdüreceğiz” (Hükümet Programı, 31.10.1995, s.9)
“Enflasyon karşısında alım güçleri azalan kesimlere, çalışanlara, ücretlilere, emeklilere, muhtaç yaşlılara, dul ve yetimlere sahip çıkmak, Hükümetimizin bir diğer temel politikasını oluşturacaktır.” (Hükümet Programı 31.10.1995, s.10)
Ancak, DYP-CHP hükümeti bütçe açığını kapatmak için yüksek faizle borç aldı. Bu uygulama enflasyonu düşürme yerine daha tırmandırdı. Bu nedenle de, enflasyon, ekonominin ve toplumun en önemli sorunu olmaya devam etti. 1995 yılında DYP ve CHP tarafından kurulan 52. Hükümet döneminde enflasyon, Aralık ayı itibariyle yüzde 65,6 oranında gerçekleşti. 1995 yılında vergi gelirlerinin yüzde 122,3’üyle borç ödendi. Eğitime ayrılan pay 1994 yılında zaten yüzde 14,9 gibi ihtiyacın çok altındayken, bu oran CHP’nin koalisyon ortağı olarak hükümette yer aldığı 1995 yılında yüzde 13,5’e düştü. Aynı şekilde sağlığa 1994 yılında ayrılan yüzde 4,4’lük komik pay da CHP-DYP koalisyonuna çok geldi ve o da yüzde 3,6’ya indirildi.
CHP, emekçi düşmanı politikalarını, iktidarda olmadığı zamanlarda bile uygulamayı başardı. CHP’nin ortağı olduğu İş Bankası’nın Aydın Doğanla birlikte satın aldığı Petrol Ofisi A.Ş.’de 2 bin 749 işçi işten atıldı. Yine CHP’nin İş Bankası aracılığıyla ortak olduğu Paşabahçe Şişe-cam’da 130 işçi zorla emekli edildi, yüzlercesi de başka illere gönderildi. CHP’nin ortağı olduğu başka bir fabrika olan Bergama Pamuk İpliği ve Dokuma Sanayi TAŞ.’de 600 olan işçi sayısı iki yıl içinde yan yarıya indi.
Emekçileri enflasyona ezdirmemek, bütün IMF partilerinin programlarında yer alan ama uygulamada tam aksi yapılan bir yalandan ibaret olarak kaldı. ANAP ve DYP partilerinden oluşan 53. Hükümet de bu konuda şunları vaat etmişti:
“Gelir dağılımının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesi, toplumsal refahın yükseltilmesi ve yaygınlaştırılması temel amaçtır.” (Ortak Hükümet Protokolü, 3.3.1996, s. 19)
“Hedefimiz enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesidir.” (Hükümet Programı, 7.3.1996, s.9)
RP ve DYP’den oluşan 54. Hükümetin de aynı konudaki vaadi şu şekildeydi:
“Gelir dağılımının istikrarlı bir şekilde iyileştirilmesi sağlanacaktır.” (Hükümet Protokolü, Haziran 1996, s.5)
Ancak, bu sermaye partilerinin tamamı, seçim döneminin ardından halka vaat ettikleri bu politikalar yerine, halkı ezen politikaları esas aldılar. Enflasyonu tek haneli rakama indirmeyi programlarına koyan ANAP ve DYP’den oluşan 53. Hükümet ile aynı yıl kurulan 54. Hükümet (RP ve DYP) döneminde enflasyon yükselişe geçti. Yılsonu itibariyle enflasyon oranı; yüzde 84,9 olarak gerçekleşti.
Ayrıca bu dönem, eğitim ve sağlığa ayrılan payda da önemli bir düşüş yaşandı. 1995’te eğitime ayrılan pay yüzde 13,5 iken, bu oran 1996’da yüzde 9,8’e indi. Sağlığa 1995’te ayrılan yüzde 3,5’lik pay da 1996’da yüzde 2,8’e düştü.
ANAP, DSP ve DTP’den oluşan 55. Hükümet ise aynı konuda şu vaat de bulunmuştu:
“Ekonomik ve sosyal politikaların uygulanmasında yoksulluğun azaltılmasına, sabit gelirlilerin, emekli, dul, yetim, küçük esnaf ve çiftçilerin fakirleşmesinin önlenmesine, işsizlere iş bulmaya önem verilecektir” (Hükümet Programı, 7.7.1997, s.41)
Görüldüğü gibi, peş peşe aynı partilerden farklı hükümetler kurulmaya devam ediyor ve hükümet programlarında enflasyon ile ilgili yer alan ifadeler değişmiyor. Ancak değişen bir şey var ki o da enflasyon. Ve enflasyon yükseldikçe yükseliyor; 91,0.
Ve 55. Hükümet döneminde de, uygulanmasından ödün verilmeyen ve halka yönelik kamu harcamalarını yük gören ekonomi politikaları nedeniyle eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan pay, vaat edilenin aksine bir önceki döneme göre daha da geriye düştü. 1998’de eğitime ayrılan pay yüzde 8,4, sağlığa ayrılan pay ise yüzde 2,6 idi. DSP’nin tek başına kurduğu 56. Azınlık Hükümeti’nin programında da bu konuda şöyle deniliyordu:
“Enflasyonla mücadele kararlılıkla sürdürülecektir” (Hükümet Programı, 12.1.1999, s. 15)
DSP, ANAP ve MHP’den oluşan 57. Hükümetin, yani şu an iktidarda bulunan koalisyonun programında ise şu ifadelere yer verilmişti:
“Hükümetimiz, acil sorunların çözülmesi ve yapısal reformların gerçekleştirilmesi, kronik enflasyonun süratle tek haneli düzeye indirilmesi, istikrarlı bir büyümenin sağlanması, sosyal devlet anlayışı ile gelir bölüşümünün iyileştirilmesi, refahın topluma yayılması, bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılması, kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını esas alan ve rekabetçi bir pazar ekonomisi anlayışına dayanan ekonomi ve maliye politikalarını özenle uygulamakta kararlıdır. Enflasyonla mücadele sürdürülürken, dar gelirlilerin mağdur edilmemesine özen gösterilecektir.” (Hükümet Programı)
Enflasyon hedefinin yüzde 30 olduğunu belirterek memur maaş artışını yüzde 15, asgari ücret artışını ise yüzde 17 oranında artıran 57. Hükümetin enflasyon balonu çabuk söndü. 1999 Aralık ayında, bir önceki aya göre toptan eşya fiyatları yüzde 6,8, tüketici fiyatları yüzde 5,9 oranında arttı. Aralık ayı itibariyle son bir yıllık enflasyon toptan eşyada yüzde 62,9 olarak gerçekleşti.
Eğitim ve sağlığa bütçeden ayrılan paydaki düşüş 57. hükümet döneminde de hızla devam etti. 2000 yılında eğitime yüzde 7,1’lik oranda bir pay ayrılırken, sağlığa da yüzde 2,3 oranın da pay ayrıldı.

FAİZ VE BORÇ SARMALI
IMF’ci sermaye partilerinin uyguladığı ekonomik politikaların ülkeyi sürüklediği yıkımın en önemli göstergelerinden birisi de faiz, borç ve hortum sarmalıdır. Son 22 yılda iyice derinleştirilen IMF bağımlılığına dayalı dışa bağımlı ekonomik düzenin bir sonucu olarak bugün faiz ödemeleri için ayrılan pay vergi gelirlerini aşmış bulunuyor. 1980’de verginin yüzde 4,2’lik bölümü faiz ödemelerine gidiyordu. 1987’de faizlerin oranı vergi gelirlerinin 4’te birine ulaştı. 1994 yılında vergi gelirlerinin yarısı faize gitti. 1997 yılında faizin vergi gelirlerine oranı yüzde 48’di, 1999 yılında yüzde 72,4 oldu.
2000 yılında ise yüzde 77,1’e çıktı. 2001 yılı sonunda ise, faizlerin vergiye oranı yüzde 103,3’ü görerek vergiyi aştı.
Borçlara giden vergi oranı bakımından da durum farklı değil. 1980’de verginin yüzde 7,7’si borçlara harcandı. Bu oran 1984’te yüzde 21,3’e, 1985’te ise yüzde 41,2’ye çıktı. 1987’de yüzde 59,5 olan borçlara giden vergi oranı, 1990 yılına gelindiğinde yüzde 36,4’e geriledi ancak bu gerileme hiç de uzun sürmedi. 1995 yılında vergi gelirlerinin yüzde 122,3’üyle borç ödendi. Bu oran, 2001’de ise yüzde 133’ü buldu.
“Milliyetçi sol” bir söylem kullanan DSP ile “milliyetçi sağ” söylemle oy toplamaya çalışan MHP’nin ortağı olduğu bugünkü hükümet döneminde Türkiye IMF’ye en borçlu ülke haline getirildi. Türkiye bu dönemde toplam 30 milyar dolarlık krediyle IMF’ye en borçlu ülke oldu. Ayrıca, IMF programının yol açtığı krizde Türkiye ekonomisi yüzde 9,4 oranında küçüldü. Böylece Türkiye, geçen yıl, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkış yılı olan 1945’ten bu yana en ağır yoksullaşmayı yaşadı. 2000 yılında 202 milyar dolar olan Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH), 2001’de 148 milyar doları ancak buldu. 2000’e göre 54 milyar dolarlık bir milli gelir kaybına uğrayan Türkiye’nin kişi başına geliri de 2000’de gerçekleşen 3095 dolardan 2160 dolara düştü. Sadece milli gelir düşüşleri ve borç stokundaki artış 2001 yılında Türkiye’ye 129 milyar dolarlık ek bir yük getirdi. Bu toplam 129 milyar dolarlık yük, 14 bin 500’e yakın aileye bölündüğünde ise aile başına yükün yaklaşık 9000 doları bulduğu görülüyor. Kişi başına gelir 3000 dolardan 2160 dolara indi.
Bu yıkımın gerçekleştiği dönem bugünkü DSP-MHP-ANAP hükümeti dönemi, ancak DSP’den kopanların oluşturduğu YTP’nin kurmayları da en yetkili makamlarında bulundukları bu hükümetle birlikte bu yıkımın birincil dereceden sorumluları arasındadır. Önce “sol”u birleştirmeye çalışarak, ardından da CHP’de etkin bir pozisyona gelerek emekçileri IMF programına yedeklemek isteyen ABD memuru Kemal Derviş de bu yıkım gerçekleşirken hükümetin ekonomiden sorumlu patronu durumunda bulunuyordu. Dolayısıyla hem o hem de bugün onun başına geçtiği CHP’yi de bu vebalin sorumlusu ve gönüllü ortağı olarak adlandırmak gerekir.

İŞÇİ VE EMEKÇİLER KURBAN EDİLDİ, ÜLKE RANT CENNETİ HALİNE GETİRİLDİ
Kriz yılı 2001’de, alım gücü en çok azalanlar imalat sanayisi işçileri oldu. İmalat sanayisinde üretimde çalışanların saat başına reel ücretleri sektör genelinde yüzde 14,4 azaldı. Düşüş kamu imalat sanayisinde yüzde 12 olurken özel kesimde yüzde 15,2’yi buldu. İmalat sanayisi işçi ücretleri petrol ürünleri kesiminde reel olarak yüzde 19,4 azalırken gıda sanayisinde yüzde 17,7, kimya kesiminde ise yüzde 16,4 oldu. Kamu kesiminde 22 Mayıs 2001’de yenilenen toplusözleşmeyle sağlanan zamlar, enflasyonla baş edemeyince kamu kesimi çalışanlarının reel gelirleri yüzde 11,6 oranında azaldı. Temmuz 2001’de yılın ikinci yarısı için yeniden belirlenen asgari ücret de enflasyon karşısında tutunamadı ve asgari ücretlinin alım gücü 2001 yılında yüzde 13,8 oranında geriledi. Memurlara 2001’in ilk yarısında yüzde 10, ikinci yarısında yüzde 5 zam yapıldı. Ayrıca ek artışlar da yapıldı. Ama yine de memurların 2001 sonunda reel gelirleri yüzde 4 oranında geriledi. Emekli maaşları da 2001’deki aşınmadan payını aldı. Emeklilerin reel gelirleri 2001’de yüzde 4’e yakın düştü.
“Devleti küçültme” adı altında bütçeden kamu hizmetlerine ayrılan pay her geçen yıl daha da azalırken, personel giderleri de kısıldı. Ve 10 yıldır hedeflenen enflasyon gerçekleşen enflasyonun altında kaldığı için memurlar enflasyona ezildi.
Sadece son 3 yılda reel ücretlerinden yaklaşık 250 milyon liralık kayıpları olan memurlar, hükümetle oturdukları toplugörüşme masasında da IMF dayatmalarıyla karşılaştılar. Hortumlanan bankalar için bir gecede milyar dolarlar bulan hükümet, memura yine “kaynak yok” dedi.
Bugüne kadarki bütün hükümetler asgari ücretliyi açlığa mahkûm etti. Bir yandan zam sağanağı sürdürülürken, diğer yandan asgari ücretliye yaşanamayacak bir ücret reva görülüyor. Yoksulluk sınırının 1 milyarı aştığı, açlık sınırının bile 400 milyonu bulduğu bir ortamda asgari ücret sadece 184 milyon lira. İşçilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılması isteğini duymazdan gelen sermaye partileri, patronların milyarları bulan vergi borçlarını defalarca affettiler. İşçinin, bırakın ailesini, kendisini bile geçindiremeyecek olan asgari ücretten ise ayda 66 milyon liralık kesinti yapılıyor. Başta CHP olmak üzere, IMF programını uygulamaya devam edeceklerini söyleyen partiler, asgari ücretliye “daha fazla sefalet” vaat ediyor.
Son 3 yıl içinde özelleştirme nedeniyle, kamu bankalarının tasfiyesi de dâhil olmak üzere toplam 32 bin kişi işsiz kaldı. Bu sayıya, kamu bankalarının tasfiyesi nedeniyle işsiz kalan 24 bin banka çalışanı dâhil değil. Sadece Petrol-İş’in örgütlü olduğu işletmelerde son 4 ayda 1700 kişi işini kaybetti. Petrol-İş, özelleştirme nedeniyle son 10 yılda kaybettiği üye sayısını da 11 bin 724 olarak belirledi. (PETKİM, POAŞ, TÜPRAŞ, PETLAS gibi işyerlerinden atılan işçiler.)
Türkiye 2001 Şubat’ında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadarki en derin ekonomik ve mali krizi yaşadı. Dünya Bankası raporuna göre Türkiye’de 2001 yılı sonu itibariyle yaklaşık 2,3 milyon kişi (toplam istihdamın yüzde 10,6’sı) işsiz kaldı. Çeşitli nedenlerden dolayı 1989–1999 yılları arasında atılan işçi sayısı ise 11 milyon 697 bin.
Resmi işsizlik oranı bile yüzde 9,6 olarak açıklanırken, özelleştirme ve resen emeklilik gibi uygulamalar da işsizliğin büyümesine neden oldu. İşsizlik bu şekilde büyürken, ülke her gün biraz daha rant cenneti haline getirildi. Türkiye’de bugün, 1 milyon doları olan bir spekülatör, hiç çalışmadan, 7 ayda 750 bin dolar kazanabilirken, bir asgari ücretlinin aynı parayı kazanmak için, yemeden içmeden 50 yıl çalışması gerekiyor. 20 milyon doların 7 ayda 15 milyon dolarlık faiz getirisi PETKİM’in 2001 yılı kârına eşit. Bir başka çarpıcı veri olarak da, 10 milyon doların 7 ayda 7,7 milyon dolarlık faiz getirişi, 72 bin 500 asgari ücretlinin maaşına denk. 5 milyon doların 7 ayda 3,4 milyon dolarlık faiz getirisi ile 4 fabrika kurulabilir.

TARIMDA ÇÖKÜŞ, KAMUDA PERSONEL KIYIMI
Bireysel ve kurumsal rantiyelere 2001 yılında 40,5 katrilyon lira faiz geliri aktaran hükümet, işgücünün yüzde 35’ini oluşturan 7 milyon 200 bin çiftçiye ise doğrudan gelir desteği olarak 938 trilyon lira ödedi. Türkiye genelinde 2 bin 160 dolar olan kişi başına düşen milli gelir, tarım sektöründe 878 dolara kadar geriledi.
Türkiye, tarıma 1995 yılında 5 milyar dolar, 1999 yılında 2,9 milyar dolar, 2000 yılında ise 2 milyar dolar destek uyguladı. Bu rakamlar ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde ise 127 milyar Euro olarak gerçekleşti.
Kendi kendine yeten 7 tarım ülkesinden biri olan Türkiye, 2001 yılında 124 milyon dolarlık buğday, 94 milyon dolarlık ayçiçeği, 83 milyon dolarlık soya fasulyesi, 16,2 milyon dolarlık nohut, 2,8 milyon dolarlık şeker, 45,8 milyon dolarlık mısır yağı ithalatı yaptı. Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatı ile ithalatı arasında 2 milyar dolarlık bir fark bulunuyor. İthalat ihracat arasındaki makas ithalat lehine açılıyor.
Bu tablonun, kamuda çalışan emekçilere dönük yüzü de farklı değil. IMF’ye verilen niyet mektubunda, başta KİT’ler olmak üzere, kamu kuruluşlarındaki memur, işçi ve sözleşmeli personel istihdam düzeyinin aşağı çekileceği ve üçte iki oranında bir işten çıkartmanın olacağı ifade edildi.
İlk etapta Telekom ve Özelleştirme İdaresi portföyünde yer alan kamu şirketlerinde en geç Mart ayı sonuna kadar işten çıkartmaların olacağı, işten atmaların 2003 Haziran’ına kadar tamamlanacağı belirtildi. Hükümet hiçbir yeni işe alıma izin verilmeyeceğinin de altını çizerken, boşalan kadroların süratli bir biçimde tasfiye edileceği kaydedildi. Ayrıca kamu bankalarından 800 şube daha Haziran ayına kadar kapatılacak.

İKTİDAR OLMADAN İŞÇİ DÜŞMANLIĞINA İKİ ÖRNEK: UZAN VE ERDOĞAN
Yukarıdaki veriler, şu ana kadar iktidar olmuş partilerin uyguladıkları IMF politikalarının ülke ve emekçiler üzerindeki faturasının bir bilânçosunu sunuyor. Ancak, IMF politikalarını uygulamak için illa iktidar olmak gerekmiyor. Şu anda IMF’ye karşı bir söylemle emekçilerin desteğini arkasına almaya çalışan Genç Parti’nin lideri patron Cem Uzan, bir siyasi parti liderinin işçi düşmanı, IMF işbirlikçisi yönünü görmek için illa iktidara gelmesinin gerekmediğine bir örnek oluşturuyor. “IMF’ye rahmet okutuyor” başlığı ile yayınlanan bir haberde, Cem Uzan’ın devletten satın aldığı çimento fabrikalarında hem düşük ücretle işçi çalıştırdığını, hem de Trabzon ve Samsun’daki çimento fabrikalarında çalışan onlarca işçiyi sadece sendikalaştıkları için işten attığına dikkat çekiliyordu. Haberde görüşüne yer verilen TÜMTİS Karadeniz Bölge Şube Başkanı Muharrem Yıldırım, Trabzon’da Çimento Fabrikası’nda 2000 yılında sendikaya üye olan işçilerin bir hafta sonra Cem Uzan tarafından işten atıldığını dile getiriyor ve Samsun’da kurulan Lâdik Çimento Fabrikası’nda da aynı uygulamaların yaşandığını söylüyor. (Günlük Evrensel, Şahin Bayar, 27 Eylül 2002)
İktidar olmadığı halde, uyguladığı ekonomik politikalarla emekçileri yıkıma uğratanlardan birisi de AKP Lideri Tayyip Erdoğan. “Erdoğan’ın İETT hatırası” başlığını taşıyan bir haber de, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken sendikasız bıraktığı İETT işçilerinin, şimdi ekonomik sıkıntı çektikleri, bu sıkıntının onları intihara kadar götürdüğüne dikkat çekiliyor. Haberde Recep Tayyip Erdoğan’ın İETT’de bıraktıkları arasında şunlara dikkat çekiliyor: “Ekonomik sıkıntı nedeni ile intihar eden işçi sayısı: 8, Hastanede tedavi gören işçi sayısı: 270, Evine haciz gelen işçi sayısı: 495, Maaşına haciz gelen işçi sayısı: 960, Milyarın üstünde faizli borcu olan işçi sayısı: 2800” (Günlük Evrensel, Sinan İmrek, 26 Eylül 2002)
IMF’ci partilerin ülkeye ve ülke emekçilerine faturasını gösteren bu tablo, halktan bugün yine oy isteyen bu partilerin bundan sonra yapacaklarının da “teminatını” oluşturuyor.

Türkiye’de gıda sektörü tekellerin denetimine giriyor

1980’lerden başlayarak tarımsal üretim ve gıda sanayinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1987–98 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları (Sabancı, Koç, Yaşar, Tekfen, vs.) giderek büyüyen ölçeklerde, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek sektörün tekelleşmesini hızlandırdılar.
II. Paylaşım Savaş’ını izleyen 20 yıl içerisinde, devlet, gıda sektöründe büyük ölçekli işletmeler kurmuş ve bunlara yoğun yatırım yapmıştır. Bu işletmeler (KİT’ler) şeker, çay, tütün, alkollü içecekler, et ve süt ürünleri üretimi alanlarında etkinlik göstermekteydi. Bu dönemde artan kamu yatırımlarına ve büyük devlet işletmelerinin varlığına karşın, gıda sektöründe küçük ölçekli ve bağımsız üretici birimlerin egemenliği sürmekteydi(5).

ULUSLARARASI SERMAYENİN PİYASAYA GİRİŞİ
Uluslararası sermayenin Türkiye’de gıda piyasasına girişi 1950’li yıllara dayansa da etkinlik alanları birkaç sektörle sınırlı kalmıştır. Örneğin Unilever’in bitkisel yağ üretimine başlaması, Coca-Cola’nın alkolsüz içecek üretim ve dağıtımına başlaması gibi.
1980 öncesinde dünya ekonomisine ithal ikameci birikim tarzı ile eklemlenmiş bulunan Türkiye kapitalizmi, bu tarzın artık işlememesi sonucu dışa açılan, ihracata dönük bir birikim tarzına doğru evrilmeye başladı. Ücretler ve küçük üretici gelirleri, ithal ikameci modelde daha çok bir talep, yeni strateji olarak saptanan ihracata dönük modelde ise maliyet öğesi idi. Bu nedenle, yeni birikim modeline geçiş, ücretleri ve taban fiyatlarını baskı altına almadan gerçekleştirilemezdi (4).
Bu dönemde dış ticaret rejiminde gıda ürünlerini de kapsayan önemli değişiklikler oldu. Bunların başında gıda ve tarımsal ürünler dış ticaretinin serbestleştirilmesi geliyordu. 1984 yılında gıda ürünlerinin ithalatında uygulanan vergi ve harçlar önemli ölçüde düşürüldü.
1985–95 döneminde gıda ve tarım ürünleri ithalat hacmi 6 katın üzerinde artarken, ihracat yalnızca 2 kat artabilmiştir. Öyle ki 1985 yılında gıda ve tarım ürünleri ihracat değerinin % 22’si kadar ithalat yapılırken, 1995’te Cumhuriyet tarihinde ilk kez ithalat ihracatı geçmiş; ithalatın ihracata oranı % 106’yı bulmuştur. Rakamlar ayrıntılı olarak incelendiğinde, gıda ithalatının özellikle hayvansal ürünlerde, ette ve süt ürünlerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bu arada hiç gereği yokken, üretim fazlası bulunmasına karşın, çeşitli meyve ve sebze (muz, kivi, karpuz) ithalatında bulunulduğunu, iç piyasada haksız rekabet yaratan bu durumun yerli üretim üzerinde olumsuz etki yarattığını da belirtmek gerekir (1).

TARIMSAL KİT’LERİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ PİYASADA İSTİKRARSIZLIK YARATTI
1990’Iarın başında özelleştirme kapsamına alınan SEK’e ait işletmeler 1993–98, YEMSAN’a ait işletmeler 1993–95, EBK’ye ait kombinalar ise 1995–2000 yılları arasında özelleştirildi. Bu işletmeler çok düşük (arsa bedellerinin bile altında kalan) fiyatlarla Koç, Tekfen, Tikveşli, Aytaç gibi büyük sermaye gruplarına peşkeş çekildi. Besi ve süt hayvanı üreticileri için belirli bir pazar güvencesi oluşturan bu üç kuruluşun piyasadan çekilmesi sonucunda piyasada görülen fiyat istikrarsızlığı, et ve süt ürünleri üretiminde dalgalanmalara yol açtı.
1980’lerden başlayarak tarımsal üretim ve gıda sanayinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1987–98 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı tarımda 32’den 65’e, gıda işleme sektöründe 38’den 139’a, yemek müteahhitliği sektöründe 8’den 198’e yükseldi. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları (Sabancı, Koç, Yaşar, Tekfen, vs.) giderek büyüyen ölçeklerde, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasına koşut olarak Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayinin bir parçası olma yönünde dönüşmeye, Türkiye hızla küresel tarım/gıda komplekslerinin bir parçası haline gelmeye başladı (5).

1990’LARDA SEKTÖRDE TEKELLEŞME HIZLANDI
Bugün Türkiye’de 24 bin dolayında gıda işletmesi bulunmaktadır. Gıda isletmelerinin % 56’sını un ve unlu mamuller, % 18’ini süt ve süt mamulleri, % 12’sini meyve-sebze işleme, % 4’ünü bitkisel yağ ve margarin, % 3’ünü şekerli mamuller, % 2,5’ini et mamulleri ve % 4,5’lik kısmını ise tasnif dışı gıdalar, alkollü içecekler, su ürünleri sanayi oluşturmaktadır.
Eğer bir sanayi dalında 4 şirket toplam satışların % 50’sinden fazlasını gerçekleştiriyorsa o sektörde tekelleşmenin varlığı kabul edilmektedir.1996 yılında DİE’nin yaptığı araştırmaya göre 1986–96 yıllarını kapsayan dönemde en büyük 4 şirketin pazar payı su ürünlerinde % 80’den % 89,3’e, şarapta % 62,4’ten % 86,5’e, alkolsüz içkilerde % 37,9’dan % 64,4’e, süt ve süt ürünlerinde % 44,7’den % 61,7’e, şekerleme ve çikolatada % 38,9’dan % 53,9’a yükselmiştir (3).

TEKELLEŞME OLGUSUNDAN ÖRNEKLER
Gıda Sanayinde 19901ı yıllardaki uluslararasılaşma ve tekelleşme olgusunu daha somut hale getirmek için sektördeki ortak girişim ve satın almalara tipik örnekler vermek mümkün:

1990’lı Yıllarda Gıda Sektöründe Önemli Ortak Girişimler
Kuruluş         Ortak Olduğu Kuruluş
Marsa (Sabana    Kraft Jabobs Suchard (Philip Morris)
Sabancı        Danone
Sabancı        Carrefour
Koç            Sodial
Doğuş            Lamb-Weston
Filiz (Doğuş)        Barilla
Piyale            Dr. Oetker
Yaşar            Yadex
Carlsberg        Türk Tuborg
Köy-Tür        Duth Development Bank

1990’lı Yıllarda Gıda Sektöründe Önemli Satın Almalar
Kuruluş         Satın Aldığı Kuruluş
Unilever        Unilever-İş (% 75)
Unilever        Komili
Unilever        Dosan Konserve
Bestfoods (Unilever)    Bozkurt Helva
Henkel            Turyağ Henkel (Çukurova)
Coca-Cola        Schweppes (Çukurova)
Coca-Cola        İmbat
Nestle            Mis Süt (Tekfen)
Citibank        Merko Gıda (% 25)
DanoneSa (Sabana)    Tikveşli
DanoneSa (Sabancı)    Birtat
Koç            SEK (% 72)
Koç            Pastavilla
Koç            Tat Konserve (% 17.3)
Bayındır        Sagra

1930’da Hollanda’da margarin üreten Union ile İngiltere’de sabun üreten Lever Brother’in birleşmesiyle doğan Unilever, 1953 yılında İş Bankası ile sermaye ortaklığı kurarak iki bitkisel yağ markasıyla (Vita ve Sana) üretime başladı. Uzunca bir süre Unilever’in Türkiye’deki en önemli etkinlik alanı temizlik maddeleri ve bitkisel yağ üretimiyle sınırlı kaldı.
75 ülkedeki 500’ü aşkın şirketiyle dünyanın tüketim malları üreten en büyük çokuluslu şirketlerinden birisi olan Unilever, Türkiye’de çay üretiminin özel sektöre açılmasıyla 150 ülkede bilinen bir çay markası olan Lipton ile iç piyasaya girdi. İlk olarak Pazar (Rize)’da Dosan Şirketi tarafından kurulan fabrikasıyla üretime geçti. Unilever, iç piyasada yaş çayın en kalitelisini alıp işlemekte, bu çayı yıl boyunca Hindistan, Kenya, Sri Lanka gibi ülkelerden ithal ettiği çaylarla harmanlayarak piyasaya sürmektedir.

UNİLEVER İSİM YAPMIŞ ŞİRKETLERİ SATIN ALIYOR
Unilever son 20 yıldır Türkiye piyasasında isim yapmış şirketleri satın alarak, daha önce faaliyet göstermediği alanlara da girdi. Buna en tipik örnek olarak Türkiye’nin en köklü ve büyük gıda şirketlerinden Komili’yi 2000 yılında satın alarak zeytinyağı üretimine başlaması gösterilebilir.
Unilever, Komili’nin ardından 2001’de Rize’deki Dosan Konserveyi de bünyesine kattı.

KOÇ VE SABANCI
1963 yılında kurulan SEK, 1995’te özelleştirildi. SEK’in isim hakkı ve İstanbul İşletmesi’ni özelleştirme kapsamında küçük ve orta boy sanayici ile gıda toptancılarından oluşan 164 kişilik bir grup satın aldı. Özelleştirmeden iki yıl sonra Koç Grubu (Fransız Sodial firması ile birlikte) işletmenin % 68’ini satın aldı. Bugün SEK’teki Koç Holding hisselerinin oranı % 72.
1928’de Ulukartal Makarnacılık adıyla üretime başlayan Pastavilla hisseleri de 1995’te Koç Holding bünyesine geçti. Pastavilla’nın bugün makarna piyasasındaki payı % 13 dolayında.
Sabancı Holding bitkisel yağ üretimine 1946 yılında Toroslar AŞ ile başladı. Bu şirket 1973’te Marsa AŞ adını aldı. Marsa, 1993 yılında Philip Morris’in bağlı kuruluşu olan Kraft Foods International ile ortaklık kurmuş ve faaliyetlerini genişleterek kahve, çikolata ve toz içecekleri de ürün yelpazesine dâhil etmiştir. Sabancı 1997 yılında sütlü ürünler konusunda dünyanın önemli kuruluşlarından Danone ile kurduğu ortak girişim DanoneSa ile piyasaya girdi. DanoneSa 1998 yılında Tikveşli’yi, 1999’da Ankara’da faaliyet gösteren Birtat firmasını satın aldı.

NESTLE’NİN TAŞERONU MİS SÜT
Çokuluslu şirketlerin Türkiye’de tarım ve gıda sektörünü kontrol altına almada doğrudan yatırım ve ortak girişim dışında yerli taşeronlar da kullanmaktadır. Bunun en tipik örneği Nestle’nin Mis Süt’ü taşeron olarak kullanmasıdır.
1867 yılında İsviçre’de başlayan Nestle serüveni, bugün dünya ölçeğinde tanınan bir markaya dönüştü. Bugün İsviçre Vevey’de, dünyadaki 200 kadar şirketin etkinliklerini kontrol eden 3 Nestle şirketi bulunuyor. Nestle, 2000 yılında yaklaşık 51 milyar doları bulan cirosu, 3 bin çeşidi bulan ürünü, dünyanın 81 ülkesinde 224 bin çalışanı ile coğrafi yayılım bakımından da dünyanın en büyük gıda şirketlerinden birisidir.
Türkiye pazarına 1875 yılında giren Nestle, sınırlı bir tüketici kitlesine hitap eden birkaç ürün (çikolata) dışında, 1980’lere kadar Türkiye gıda piyasasında önemli bir yere sahip değildi. Bu tarihten sonra Nesquik ve çocuk mamaları ithal etmeye başladı. 1994 yılında hazır kahve üretimine girdi ve Nescafe’yi Türkiye piyasasına sürdü. Nestle 1995 yılında Türkiye’nin en büyük süt ve süt mamulleri üreticilerinden Tekfen Holding bünyesindeki Mis Süt’ün % 25’ini satın alarak iç piyasaya güçlü bir giriş yaptı. 1996 yılında Nestle bu şirketteki ortaklık payını % 34’e, 1998’de % 60’a çıkardı ve sonuçta 2000 yılında Mis Süt’ün tümünü satın aldı.
Türkiye’de süt ve süt ürünleri pazarının parasal büyüklüğü 10 milyar dolar düzeyinde olup, pazar 1995’ten bu yana her yıl % 8 oranında büyümektedir. Pazarın büyük olması, genç nüfusun fazlalığı, perakende sektörünün hızla büyümesi gibi nedenlerle Türkiye’deki büyük sermaye grupları bu alanda yatırımlarını artırmaktadır. Türkiye’de üretilen 11 milyon ton dolayındaki sütün % 8’i (900 bin ton) endüstriyel anlamda 6 büyük firma (Pınar, Mis, SEK, DanoneSa, Sütaş, Ülker) tarafından işleniyor. Bu rakama 10 kişinin üzerinde işçi çalıştıran KOBİ’leri de katarsak süt sanayin Türkiye’de üretilen sütün en çok % 20’sini işlediği sonucu ortaya çıkar. Endüstriyel süt ve süt ürünleri pazarının yaklaşık üçte birini (% 29) Yaşar Grubu kontrol etmekte, onu Nestle (% 19), Ülker (% 13), Sütaş (% 10) ve Koç (%9) izlemektedir. Bu 4 şirketin toplam pazar payı % 80’i bulmaktadır (2).
Süt ürünleri içerisinde en fazla tüketilen yoğurt pazarında irili ufaklı birçok firma etkinlik göstermektedir. Pazarda Mis, Pınar, SEK, Tikveşli, Sütaş gibi büyük firmaların yanı sıra yerel merdiven altı olarak adlandırılan birçok üretici de bulunmaktadır. Bu üreticilerin yoğurt pazarından aldıkları pay ise küçümsenecek boyutta değildir. Yoğurt pazarının % 47’si bu firmaların elinde olup, pazarın % 16,6’sına ise Mis Süt sahiptir. Mis’i % 15 ile Sütaş ve % 12,6 ile Tikveşli izlemektedir (6).

Türkiye’de Gıda Piyasasına Hâkim Olan Şirket ya da Markalar
Üretim konusu         Şirket ya da markalar
Et                Maret (Koç), Pınar (Yaşar), Aytaç           
Süt                Pınar (Yaşar), Mis (Nestle), DanoneSa (Sabancı), Sek (Koç), İçim (Ülker)
Makarna            Pastavilla (Koç), Filiz (Barilla), Oba, Nuh
Bisküvi                Ülker, Eti
Salça                Tat (Koç), Merko, Öztusan, Demko
Konserve            Tukaş, Tamek, Demko
Dondurulmuş Gıda        Kerevitaş, Pınar (Yaşar), Önentaş, I.R.O, Apeks
Margarin            Unilever, MarsaKJS (Sabancı
Zeytinyağı            Komili (Unilever), Tariş, Kristal, Ekiz
Ayçiçeği Yağı            Komili (Unilever), MarsaKJS (Sabancı), Henkel, Kırlangıç, Trakya Birlik
Meyve Suyu            Aroma, Dimes, Tamek, Meysu
Malt ve Bira            Efes Pilsen, Tuborg, Tekel
Çay                Çaykur, Lipton (Unilever), Doğuş, Sir Winston Tea
Hazır Kahve            Nescafe (Nestle), Jacops (Sabancı), Ülker
Çikolata            Nestle, Milka (Sabancı), Ülker

Türkiye’de dondurulmuş gıda pazarının yaklaşık % 91’ini 5 şirket kontrol ediyor. % 54,3 pazar payı ile Kerevitaş sektörün lideri konumunda. Onu % 14,7 ile Pınar, % 12,6 ile Önentaş, % 5,2 ile I.R.O. ve % 3,8 ile Apeks izliyor.
Türkiye’de bira özel sektörde Efes Pilsen ve Tuborg, kamuda da TEKEL tarafından üretiliyor. Efes Pilsen 5 fabrikası ile pazarın % 80’ini elinde tutuyor. TEKEL pazarın % 1,2’sine sahipken, diğer dilim de Tuborg ve sektöre ithalat yoluyla giren yabancı markalar tarafından paylaşılıyor.

BİSKÜVİ PAZARININ % 60’l ÜLKER’İN
Türkiye’de bisküvi üretimi 50 fabrika tarafından gerçekleştiriliyor. Ancak piyasanın % 61’ini Ülker Grubu elinde tutuyor. Ülker’i % 27’lik pazar payı ile Eti izlemekte; kalan % 12’lik kısım ise küçük ölçekli üreticiler tarafından paylaşılmaktadır.
Kahve pazarında Türk kahvesi tüketim oranı % 82. Hazır kahvelere gelince; pazarın % 70’ini Nescafé kontrol ediyor. İkinci sırada % 20 ile Jacobs geliyor. Onu % 10 ile Maxwell izliyor.
Türkiye’de yıllık bir milyon ton bitkisel yağ tüketiliyor. Ancak bunun yalnızca % 6’sını (60 bin tonunu) zeytinyağı oluşturuyor. Bunun 20 bin tonu zeytin üreticisi tarafından kendi ihtiyacı için üretiliyor. 15 bin tonunu “beyaz teneke” denilen markasız ürünler oluşturuyor. Geri kalan 25 bin tonluk pazar ise Tariş, Komili, Kırlangıç, Verde, Lio gibi markalar arasında bölüşülüyor.

ÇOKULUSLU ŞİRKETLER GIDA PİYASASINI KATMANLAŞTIRDI
12 Eylül askeri darbesi eşliğinde IMF, Dünya Bankası ve yerli tekelci sermayenin dayatmalarıyla uygulamaya konulan yapısal uyum programlarının bir sonucu olarak Türkiye’de gelir dağılımı emek gelirleri ve tarım aleyhine, büyük sermaye lehine dramatik şekilde bozuldu. Buna paralel olarak mevcut küçük ölçekli ve dağınık üretim yapısı üzerine çokuluslu şirketlerin oturması gıda piyasasını katmanlaştırdı. Bu süreçte tarım ve gıda üretimi çokuluslu şirketler, onların taşeronları ya da yerli tekelci sermayenin denetimine girmeye başladı. Bu süreç, tarımda sözleşmeli üreticilik aracılığıyla yabancı şirketlerin tarımı doğrudan kontrol etmesi ya da hibrit tohum ve onun zorunlu girdilerinin -gübre, hormon, tarım ilacı gibi- dağıtımı yoluyla da ivme kazanıyor.

KAYNAKLAR
1. ERGİN, G. ve Z. EYİCİL. 2000. “Türkiye Tarımı, 2000”. (www.tmmobzmo.org.tr).
2. GÜNAYDIN, G. 2002. Küreselleşme ve Türkiye Tarımı. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara.
3. SEÇKİN, F.S. 2000. “Hangi Sektöre Giriş Daha Kolay ?”. Capital, Ağustos/8, s. 145–148.
4. SÖNMEZ, M. 1992 a. 100 Soruda 1980’lerden 1990’lara “Dışa Açılan” Türkiye Kapitalizmi. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
5. YENAL, N. Z. 2001. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması”. Toplum ve Bilim, Sayı: 88, İstanbul, s. 32–54.
6. YEŞİLDERE, T. 1999. “Türkiye’nin Hayvancılık Politikaları Çıkmazı”. Sosyal Demokrat Değişim, Sayı: 12, İstanbul, s. 102–107.

Friedrich Engels’in “doğanın diyalektiği”nin tarihsel anlamı*

Çeviren: Ferhat Güzelgün

Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla, insanlık tarihinde yeni bir çağ, sosyalizmin inşası başlamıştır. Proletarya diktatörlüğünün kurulması ve geliştirilmesi, ideolojinin, ekonomik ve politik yaşamın tüm alanlarında esaslı bir devrim ve değişim, tarihsel gelişmenin daha yüksek bir aşamasına geçilmesi anlamına gelmektedir.
Bu, bilim için de geçerlidir. Sovyetler Birliği biliminin, teoride ve pratikte dünya çapında kaydettiği başarılar herkesçe biliniyor. Proletaryanın ve tüm emekçilerin sömürücü sınıflara karşı verdiği mücadele tarihinin tamamı, proletarya diktatörlüğünün kazanılmasını nasıl hazırladıysa, bu değişim de, bilim mücadelesinin bütün tarihi tarafından hazırlanmıştı ve onun zorunlu bir sonucuydu.
Marksist teorinin temelini yaratmanın yanı sıra, doğa bilimlerinin daha yüksek bir gelişim aşamasına geçişinin zorunluluğunu ayrıntılarıyla kanıtlamak gibi olağanüstü bir katkı da Engels’e aittir. Bu geçişi Engels, proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla ve toplumsal gelişmenin sosyalist aşamasına geçişle doğrudan ilişkilendirdi; yani, bugün Sovyetler Birliği’nde gerçekleşenleri öngörerek söyledi.
“Doğanın Diyalektiğinin girişinde Engels, şunları yazıyordu:
“Ancak toplumsal üretimin bilinçli, üretimin ve bölüşümün planlı biçimde örgütlenmesi, insanları toplumsal açıdan hayvanlar âleminin üzerine çıkarabilir; özgül anlamda üretimin, genel olarak insanlık için yaptığı gibi. Tarihsel gelişme, böyle bir örgütlenmeyi, her geçen gün daha da kaçınılmaz ve daha da olanaklı kılıyor. İnsanlığın ve onunla birlikte eylemde bulunduğu bütün dalların, özel olarak da doğa biliminin, bugüne kadar elde ettiği her şeyi gölgede bırakacak bir yükseliş göstereceği yeni bir tarihsel dönem başlayacak.”(1)
Engels, proletarya diktatörlüğünün, planlı sosyalist toplumun örgütlenmesinin zorunlu önkoşulunu oluşturduğundan, yalnızca tarihsel eserlerinde değil, doğa bilimsel eserlerinde de söz etmiştir. Örneğin, “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” makalesine şu satırları okuyoruz:
“Ne var ki bu düzeni gerçekleştirmek için, salt bilgiden daha fazlası gereklidir. Bu, şimdiye dek var olan üretim biçimimizin, şimdiki toplumsal düzenimizle birlikte, baştan aşağı devrilmesini gerektirir.”(2)
Engels, Anti-Dühring’de sosyalizme geçişe bağlı olarak bilimsel görüşlerde devrim sorununu, son derece geniş kapsamlı ele alır.
Doğa biliminin günümüzdeki başarıları, 19. yüzyıl doğa bilimindeki başarılarla yakından ilgilidir ve kuşkusuz onlara dayanmaktadırlar. Bilindiği gibi, 19. yüzyıl doğa biliminde, insanlık tarihinin geçmiş dönemlerinde ortaya konan her şeyi gölgede bırakacak başarılar kaydedilmiştir.
1830–1860 yılları arasındaki dönem, özellikle var olan doğa bilimsel görüşlerin tamamının yıkılmasına yol açan keşifler açısından büyük bir zenginliğe sahipti. Tam da bu başarılar, doğa bilimi çağının, gerçeğin rasyonel bilgisini edinme çağının başlangıcını müjdeleyen bilimin bu zafer geçidinin çok sayıdaki savunucusunu ortaya çıkardı.
Buna karşılık bugün, 20. yüzyılda, kapitalist ülkelerde, burjuvazinin saflarındaki bu savunucuların artık neredeyse istisna durumuna düştüklerini, rasyonel bilgi edinmenin yerini, mistisizmin, yobazlığın aldığını görüyoruz.
Bunun dışında, aklın birincil öneminin egemen resmi ideoloji tarafından yadsındığı, bilime gerçekten adanmış insanların, çarlığın Delyanow ve Kasso(3) döneminde görüldüğü türden baskılara maruz kalırken, bilimin ve bilginlerin, yobazlığa ve polise biat ettiği ülkeler var -ve bu olgu sadece Almanya ile sınırlı değil.
Ama en şaşırtıcı -ve ciddi bir incelemeyi hak eden- gerçek, bu gerici hareketin, bilimsel teoriler ve bilim adamları üzerinde etkisiz kalmamasıydı. Burjuva ülkelerin bilim adamları arasında, -resmi ideolojiye ve onu besleyen gerici güçlere dayanarak- tüm güçleriyle bilimsel dünya görüşünün yerine dini geçirmeye ve -çeşitli idealist tezler kılığında- bilime düşman unsurları bilime sokmaya çalışanların sayısı hiç de az değil. Bu işe bir de, söz konusu teorilerin bilimsel özleri alet ediliyor. “Bilimsel” bir sorunsalı ortaya koyma görüntüsü altında idealizm sızdırılmaya çalışılıyor.
Ortaya çıkan soru şu: Büyük, özleri itibarıyla mistisizmi ve yobazlığı reddeden ve daha sonraki araştırmalarla zenginleşen keşiflerin yapıldığı (19.) yüzyılda yaşamış burjuva ideologlarının mistisizme ve yobazlığa varmaları ve bilime karşı bir saldırı başlatmaları, nasıl mümkün olmuştur?
Kapitalist ülkelerdeki egemen toplumsal ve politik sistemin, bilime düşman bu saldırı hareketine olanak tanıyan temellerini ortaya çıkarma onuru, Marx ile birlikte Engels’in olmuştur. Engels ayrıca, doğa biliminin 19. yüzyılda gösterdiği başarıların ayrıntılı bir analizini de sunmuştur. Aynı zamanda, burjuva doğa bilimcilerinin teorik görüşlerindeki, birçoğunun daha sonraları kolaylıkla mistisizme ve yobazlığa av olmasına yol açan temel hataları da göz önüne serdi.
Friedrich Engels, Marx ile birlikte, burjuvazinin, bilimsel bir dünya görüşünün tutarlı biçimde gelişmesiyle ilgilenmediğine; sınıf çelişkilerinin sürekli keskinleşmesiyle birlikte proletaryanın güçlenmesi ve dolayısıyla kendi egemenliğinin tehlikeye düşmesi karşısında, kitlelerin aptallaştırılması ve kendi egemenliğini korumak amacıyla giderek mistisizme ve yobazlığa sığındığına ilişkin kanıtlar sunmuştur. Dolayısıyla burjuvazinin bilime olan ilgisi, bu bilim artı-değer üretiminin gelişimi ve savaş araçlarının üretilmesi talebine ne kadar denk düştüğüyle sınırlıdır.
Friedrich Engels, doğa bilimlerinin teorik durumunu da inceledi ve doğa bilimcilerinin -sınıfsal köken açısından burjuva aydın tabakasına dâhil olmaları tamamen bir yana- teorik yalpalamalarının özgül temellerini de gösterdi.
Friedrich Engels’in teorik doğa bilimleri alanındaki en büyük katkısı ise, bilimin mistisizme ve yobazlığa karşı zaferini güvenceye alan ve ona engelsizce gelişmeyi garanti eden ön koşulun, doğa bilimcilerin diyalektik materyalizmin saflarına geçmeleri olduğunu göstermesidir.
Engels’in felsefi çalışmaları ve özellikle de “Doğanın Diyalektiği”, öz itibarıyla işte bu temel önermenin kanıtlanmasına adanmıştır.
Aynı zamanda Engels, bu temel önermeyi, tek tek doğa bilimi disiplinlerinin gelişimine ve doğa biliminin tekil, özel sorunlarına ilişkin yaptığı araştırmalarında doğrulamıştır ve diyalektiğin, doğa, toplum ve düşüncenin genel gelişim seyri için olduğu kadar, bu tek tek alanlar ve özel sorunlar için de geçerliliğini koruduğunu kanıtlamıştır.
Friedrich Engels, 19. yüzyılın büyük keşiflerinin öneminin hakkını vermeyi bilmiştir. Üstelik bu keşiflerin tarihsel öneminin ayrıntılı ve biricik doğru yorumunu yapan da, Engels’in kendisidir.
Doğa biliminin 19. yüzyıldaki devrimine; güneş sisteminin oluşumuna açıklama sunan kozmogoni varsayımlarının, hücrenin keşfi ve hücre teorisinin yaratılmasının, Lyell’in yer kabuğunun evrimi öğretisinin, enerjinin korunması yasasının keşfinin, Darwin’in öğretisinin vb. yol açtığı genel olarak kabul görmektedir.
Bunların yanı sıra, bütün bu keşiflerin en belirgin niteliğinin, evrim öğretisi ve onun doğanın en çeşitli alanlarına uygulanışı olduğu da genel olarak kabul görmektedir. Bu değerlendirmeye doğa bilimi tarihine ilişkin tüm eserlerde rastlıyoruz.
Friedrich Engels de bu keşifler üzerine eser vermiştir. Ne var ki onun bu keşiflere bakış açısı, burjuva doğa tarihçilerin bakış açısından son derece farklıdır. Engels’in bu soruna bakış açısının farkı nedir?
Engels’in bakış açısı, her şeyden önce, doğa bilimlerinin gelişiminin bir önceki dönemiyle kıyaslandıklarında, bu keşiflerin anlamının farklı bir değerlendirmesi ile ayrılır. 19. yüzyıldaki keşifler üzerine görüşlerde meydana gelen değişikliğin ne olduğunu açıkça ortaya koyan, Engels olmuştur. Doğa bilimlerinin geçmiş gelişim sürecinin karakteristiğini; bütünlükten tamamen yoksunluk, doğa olaylarına ilişkin tasavvurların parçalı niteliği, her bir görüngü alanının -diğer alanlarla ilişki kurulmaksızın- yalıtılmış olarak araştırılması oluşturur. Böylelikle doğa olayları, değişmez olarak kabul edilmiş ve sonuçta doğada gelişme reddedilmiştir.
O dönemin doğa bilimleri için ayrıca, her bir görüngü alanı için özel, değişmez nedenlerin aranmış ve -ampirik deneyimin o zamanki düzeyinden hareketle- bulunmuş olması karakteristiktir: Özel, değişmez, ebedi ve ölçülemez tözler ve madde dışında var olan güçler.
Böylelikle, ısı tözü flojiston(4) teorisi, elektrikli ve manyetik bir sıvı, aydınlatma tözü teorisi, hatta sözüm ona ses olgularına yol açan özel bir yankı tözü teorisi bile ortaya çıktı. Atalet güçleri, metallerin temas güçleri, kimyasal benzerlik, yaşam gücü teorileri aynı biçimde ortaya çıktılar; yine tüm bu güçler de ebedi ve değişmez olarak kabul ediliyordu.
Doğa bilimlerindeki gelişimin bu dönemine ait benzer değerlendirmelere, burjuva doğa tarihçilerinde de rastlıyoruz. Onların değerlendirmesi asıl olarak olguların saptanmasıyla sonuçlanıyor. Somut durumun aynı niteliğinin belirtilmesine -daha kesin ve daha açık bir biçimde- Engels’te de rastlanması doğaldır. Ama burjuva tarihçileri kendilerini şeylerin gerçek durumunu saptamakla sınırlarken, Engels’te, bu dönemdeki doğa bilimsel dünya görüşünün özüne ilişkin ilkesel bir değerlendirme, burjuva tarihçilerinin bu sorunu değerlendirmesinden temel olarak ayrılan bir değerlendirme buluyoruz.
Her şeyden önce Engels, doğa biliminin bu gelişme döneminin, metafizik bir dönem olduğunu vurgular. Yani, o zamanların doğa bilimi, değişmezlik kavramına dayalı düşünceden hareket ediyordu. Bu görüşlerin mantıksal temelini, özdeşlik, karşıtlık ve üçüncü ihtimalin yokluğu yasalarıyla biçimsel mantık oluşturuyordu.
Böylelikle Engels, doğa bilimi değerlendirmesini teori düzeyine çıkardı, onu felsefi kıldı.
Burjuva doğa bilimcilerinin, doğa bilimi değerlendirmelerinde, 19 yüzyıla dek egemen olan doğa bilimsel görüşlerin özünün böyle bir kavrayışına sıçrayamamış olmalarının nedenlerine bakalım.
Bu görüşlerin, biçimsel mantıkla sıkı bağlantısının anlamı nedir?
Engels, bu bağlantıyı açığa çıkararak, birincisi, teorik görüşlerin son hallerini felsefede, mantıkta, bilgi teorisinde aldıklarını; ikincisi, metafizik dönemin doğa araştırmacılarının özgül tasavvurların, işte bu biçimsel mantıkta son bulduğunu vurguluyor.
Kategorilerin, biçimsel mantıkta yapıla-geldiği üzere özdeşlikleri, değişmezlikleri açısından ele alınması, bir kategoriden bir diğerine geçişin reddedilmesi; bütün bunlar, doğal olguların karşılıklı bağıntılarını dikkate almayan, yalıtılmış bir yaklaşımın teorik gerekçesini oluşturuyordu. Bunlar, doğanın gelişmesinin reddinin, madde ve hareketin birbirinden kopartılmasının, ebedi, tarihe bağlı olmayan yasaların vb. varsayılmasının teorik temelini de oluşturuyordu.
Engels, özel bir dikkati hak eden başka bir etmenin daha altını çizdi: O dönem için karakteristik olan, flojistona, bir ısı tözüne vb. dair teoriler, doğrudan doğruya o dönemde genel olarak egemen olan sınırlı ampirik tümevarım ve tümdengelim yöntemine dayanıyordu.
Burjuva doğa tarihçilerinden farklı olarak Engels, bir ısı tözü, bir temas gücü vb. teorilerin özel, spekülatif bir yöntemin değil, işte bu tümdengelim-tümdenvarım yönteminin bir sonucu olduğunu kanıtladı. Buna kanaat getirmek zor bir şey değildir, söz konusu dönemin ders kitaplarından birine göz atmak yeterlidir.
Örneğin, Lenz’in, Rusya’da Milli Eğitim Bakanlığı’nın talimatıyla yayımlanmış fizik ders kitabını ele alalım. Seçkin bir bilim adamı ve akademisyen olan Lenz, Rustan çok Almandı, çünkü Rus yazı diline bile tam hâkim değildi. Kaleme aldığı ders kitabını, o dönemin yabancı ders kitaplarından ayıran hiçbir fark yoktu.
Bu kitabın ikinci bölümünün, cisimlerin ısı ile genleşmesini ele alan birinci kısmında, ısı tözüne ilişkin şu satırlara rastlıyoruz:
“Cisimlerin varlığının bilgisine, doğrudan, duyu yetisine sahip her bir organımızın duyuları aracılığıyla ulaşırız ve her insan, bu duyunun türünü deneyimlerine dayanarak tanır. Isı tözü olarak ifade edilen özel bir madde, bu duyunun nedeni olarak kabul edilir. Bir cisimden başka bir cisme kolaylıkla geçişinden dolayı, ısı tözünü sıvı olarak düşünürüz ve cismin ağırlığı ısıtıldığında değişmez kaldığı sürece, ısı maddesini ölçülemez bir sıvı olarak değerlendiririz.”(5)
Başka bir kısmı ele alalım: “Manyetik görüngüler üzerine”. Lenz, görüngülerin salt ampirik yönünü ele alıyor. Ampirik sonuçları toplayarak şöyle yazıyor:
“Isı tözü ve ışık olgularının araştırılmasında olduğu gibi burada da, mıknatıslardaki çekim gücünün, çelik ve demirde bulunan belirli bir töze ait olduğu düşünülüyor. Mıknatısa yakınlaşırken demirdeki manyetizmanın kolayca ayrılması ve demirin mıknatıstan uzaklaşmasıyla manyetizmanın kolayca kaybolmasına dayanarak, bu tözün sıvı olduğu kabul edilir.”(6)
Aynı durum elektrik için de söz konusu. Lenz, farklı cisim ve maddelerin sürtünerek elektriklenmesine ilişkin deneyleri örnek vererek onları -kedi kürkünden cama dek- sıraya koyduktan sonra şu açıklamada bulunuyor:
“Geçmişte söylenenlere dayanarak şu elektrik teorileri kurgulanmıştır: 1. Kolay devingenliğinden dolayı iki sıvı olarak düşünebileceğimiz iki tür elektrik vardır; bu sıvılardan birini pozitif, diğerini de negatif olarak tanımlıyoruz.”(7)
Engels’in ısı tözü, elektrik ve manyetik sıvılar teorilerinin oluşumuna bakışı, burjuva doğa tarihçilerinin bakış açısından temel olarak ayrılır. İkinciler, bütün bu ısı tözlerini dalavereci filozofların hayallerinin bir ürünü sayarken, Engels, bu görüşlerin ampirik oluşumunu ortaya koydu.
Aktarılan alıntılardan, metafizik dönemin teorik düşüncelerinin gerçekten ne kadar sığ olduğunu ve doğrudan ampirik deneyimle ne kadar sıkı bağlara sahip olduklarını görmek mümkün. Ampirik bilgilerin o zamanki sınırlı durumu, kolayca, tümevarım yoluyla, maddeye yalnızca dışarıdan etki eden ölçülemez tözlerin ya da sıvıların ve maddi olmayan atalet kuvvetlerinin vb. varlığı sonucuna ulaşılmasına meydan veriyordu.
Engels’in doğa biliminin metafizik dönemi değerlendirmesinde vurguladığı üçüncü etmen, doğa bilimsel görüşlerin teolojiyle ilişkisidir. Engels, doğa bilimsel bilgilerin yetersizliğinin ve metafizik niteliğinin, doğa bilimi ile teoloji arasında yakın bir ilişki kurulmasına neden olduğunu gösterdi.
Sıradan maddede, şu ya da bu görüngüye neden olan, ama kendisi değişmez kalan ölçülemez tözler ve kuvvetler teorisini, -doğaüstü, yaratan ve düzenleyen bir güç olarak- teolojik tanrı öğretisiyle kolaylıkla bağdaştırmak mümkündü. Bu töz ve kuvvetlere, tanrısal bir varlığın tezahürleri ya da en iyi durumda benzerleri olarak bakılıyordu.
Engels bu konuya ilişkin şunları yazıyor:
“Bilim, hâlâ teolojinin derinliklerine batmış bir durumdadır. Çünkü her alanda, en sonu, doğanın kendisiyle açıklanamayan, dışarıdan gelen bir itilim arıyor ve bunu teolojide buluyor.”(8)
İşte Engels, metafizik dönemdeki doğa bilimsel görüşleri böyle değerlendiriyordu.
Engels’in bu değerlendirmesinde temel fark, bu metafizik görüşlerin teorik köklerinin ayrıntılı bir analizi ve doğa bilimindeki metafizik teorilerin, biçimsel mantıkla ve o dönemde egemen olan teolojik dünya görüşüyle ilişkisinin açığa çıkarılmasıdır.
Böylece Engels, biçimsel mantığın, dar kafalı ampirizmin sınırlılığını; metafizik aşıldıkça doğa bilimi ile teoloji arasında karşıtlıkların ortaya çıkmasının zorunlu olduğunu gösterdi.
Burjuva dünya görüşünün bakış açısına dayanan burjuva doğa tarihçileri ve doğa araştırmacıları, bu üç etmeni göremedi ve görmek istemediler.
Engels’in görüşleri, burjuva doğa tarihçilerinin metafizik döneme ilişkin değerlendirmelerinden temelde farklıdır. Hem de bu fark yalnızca yukarıda sözü edilen etmenlerle de sınırlı değildir. Engels’in görüşleri, proleter devrimci, Marksist tutum olarak bir bütün halinde burjuva doğa tarihçilerin görüşlerinden ayrılmaktadır. Burjuva doğa tarihçileri ve doğa araştırmacıları, doğa bilimlerinin gelişmesinin, üretime ve üretim ilişkilerine bağlı oluşunu görmezken ve görmek istemezken, Engels, doğa bilimleri tarihini Marksist bakış açısıyla, proletarya diktatörlüğü mücadelesi açısından inceliyordu.
Doğa bilimlerindeki gelişmelerle ilgili olarak Engels, tekniğin durumuna ve taleplerine de büyük önem verdi. Bu görüşlerini en özlü ve anlamlı ifade ettiği yer, Starkenburg’a yazdığı mektubudur:
“Eğer teknik, sizin dediğiniz gibi, büyük oranda bilimin durumuna bağlı ise, buna karşılık bilim de tekniğin durumuna ve gereksinimlerine çok daha fazla bağımlıdır. Eğer toplumun teknik gereksinimleri varsa, bu, bilime ilerlemesi için 10 üniversiteden daha fazla yardımcı olur.”(9)
Engels’in doğa biliminin gelişiminde metafizik dönem değerlendirmesi, böylece, burjuva doğa tarihçilerinin sundukları değerlendirmeden temelde ayrılıyordu. Yine, 19. yüzyıldaki belirleyici keşifler üstüne, Engels’in düşünceleri metafizik görüşlerden temelde farklıdır.
“Doğanın Diyalektiği”nin giriş bölümünde Engels, metafizik dönem için “doğanın mutlak değişmezliği görüşünü merkez alan genel bir düşüncenin” karakteristik olduğunu vurguluyor.
Tarihe ve düşünceye uzanan bu “genel görüş”ün tamamen işe yaramaz olduğunu, 19. yüzyılın ortaları gösterdi. Kapitalist ilişkilerin gelişiminin giderek artan devrimci etkisi, doğa bilimsel bilgilerin sürekli artması; bütün bunlar yeni bir dünya görüşünün zeminini hazırlamıştır.
Kendisine aynı zamanda metafiziği ortadan kaldırma görevini yükleyen böyle bir dünya görüşünü yaratma girişimini (ki Fransız materyalistlerinde böyle bir şey söz konusu değildi), burjuva devriminin arifesindeki Alman burjuvazisinin özgül ideolojisi olan klasik Alman felsefesi temsil eder.
Klasik Alman felsefesi, bu felsefeye son halini veren Hegel şahsında, biçimsel mantığın yerine, düşünce yasa ve kategorilerini, gelişme ve karşılıklı geçişleriyle birlikte ele alan diyalektik mantığı öne çıkardı. Klasik Alman felsefesi, gelişme öğretisini, tarihe de uyguladı. Sonunda bu felsefe, Kant şahsında, gelişme düşüncesini doğa öğretisine sokarak, doğa bilimlerinde metafiziğin de karşısına çıktı (“Genel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Teorisi”). Gerçi Hegel, doğanın kendisi açısından gelişmeyi reddediyordu. Ne var ki bu, Alman idealist felsefesinin temel hatasının bir sonucuydu.
Alman idealist felsefesi, usu esas görüyor, ancak doğayı da, usun başka türlüsü olarak kabul ediyordu. Bu hatalı hareket noktası nedeniyle Alman idealist felsefesi, önünde duran ve kendisinin önüne koyduğu sorunları çözemedi. Üstelik Alman idealist doğa felsefesi, doğa öğretisinde çıkmaza girdi ve doğa biliminin gerçek gelişim seyri ile ilişkiyi kopardı. Bununla birlikte, klasik Alman felsefesi Hegel şahsında, metafiziği rafa kaldıran diyalektik düşünce yasalarını formüle ederek, devasa bir tarihsel hizmette de bulundu.
İşte klasik Alman felsefesi, bununla, doğa biliminin 19. yüzyılda yaptığı büyük keşiflerine zemin sağladı.
Felsefenin ve doğa biliminin burjuva tarihçileri Alman klasik felsefesinin bu tarihsel önemini o zaman görememişlerdi, bugüne kadar da göremediler.
19. yüzyıldaki (ve 18. yüzyılın sonlarındaki) keşiflerin, doğanın evrim öğretisinin, onun değişmezliği öğretisi karşısındaki zaferine zemin sağladığına daha önce değinmiştik.
Kozmogonik varsayımlar, güneş sisteminin bir ilk sis bulutundan doğduğuna dair kanıtlar sunuyordu.
Lyell, yer kabuğunun, birbiri üstüne yığılmış katmanların doğal bir oluşumu olduğunu kanıtladı.
Darwin, hayvan türlerinin vb. değişimini ve doğal oluşumunu ispatladı.
Böylece, doğanın çeşitli kollarına uygulanan gelişim öğretisi doğdu. 19. yüzyıl doğa bilimi tarihini ele alan her eser bunu tanımlamaktadır. Buna karşın, bu anlatımların her biri, 19. yüzyıl doğa biliminde olup bitenlerin dış görünümlerini basitçe saptamaktan öteye gitmiyordu.
Belirli olguların dış görünüşlerinin araştırılması ve saptanması, olayların bilimsel bilgisine ulaşılmasının gerekli bir unsuru olmakla birlikte, böyle dıştan araştırma ve saptama ile derinlikli bilimsel bilgiye ulaşmak kesinlikle mümkün değildir. Üstüne üstlük, bu dıştan araştırma ve saptama ile gerçekten bilimsel bir araştırma arasında henüz çok uzun bir mesafe vardır.
Burjuva doğa tarihçileri söz konusu olursa, 19. yüzyıl doğa bilimleri tarihinde de durum aynen böyledir. Bir teorinin yerini başka birinin almasının ardında yatanları da değerlendirmezler, teorilerin bu yer değişiminin ilkesel anlamını da değerlendirmezler.
Engels’in, doğa biliminin gelişimindeki metafizik döneme ilişkin değerlendirmesine bakarak, onun, 19. yüzyılın yukarıda bahsedilen keşiflerinin önemini, her şeyden önce metafiziğin doğa bilimlerinden sökülüp atılmasında, metafiziğin teorik köklerinin sarsılmasında, tek yönlü ampirizmin alt edilmesinde ve doğa biliminin teolojiyle olan bağlarından kurtuluşunda; yani tam da burjuva doğa tarihçilerinin önemsemediği noktalarda gördüğü anlaşılır.
Doğa bilimleri tarihinde metafizik dönem teorilerinden, Lyell’in, Darwin’in ve başkalarının yukarıda bahsedilen keşiflerine geçişin, metafizik düşünce tarzından diyalektik olanına geçiş, yani -bilinçli ya da bilinçsiz olarak (buna ileride değineceğiz)- diyalektik düşünce yasalarına, diyalektik-materyalist mantığa dayanan bir düşünce tarzına geçiş olduğunu kanıtlamak gibi büyük bir tarihsel katkı da Friedrich Engels’e aittir.
“Doğanın Diyalektiği’nde” Engels şunları yazar:
“Doğa anlayışının böyle, tüm farklılıkların orta kademelerde toplandığı, bütün karşıtlıkların ara halkalarla iç içe geçtiği bir aşaması için, eski metafizik düşünce yöntemi artık yeterli gelmemektedir. Kesin ve sürekli çizgiler tanımayan, şunun ya da bunun mutlak her daim geçerli olmadığı, sabit metafizik farklılıkları iç içe geçiren ve şu ya da bunun yanı sıra, doğru yerde hem o’yu hem de şu’yu da tanıyan ve karşıtlıkları birleştiren diyalektik, en yüksek düzeye ulaşmış tek düşünce yöntemidir.”(10)
Aynı şeyi, “Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm”de de okuyoruz:
“Doğa, diyalektiğin bir provasıdır ve modern doğa biliminin, bu prova için son derece zengin, her geçen gün daha da çoğalan materyaller sunduğunu, böylece doğada son tahlilde metafiziğin değil diyalektiğin hüküm sürdüğünü, doğanın durmadan tekrarlanan sonsuz bir dairede hareket etmediğini, tersine gerçek bir tarih yaşamakta olduğunu kanıtladığını söylemekle yükümlüyüz.”(11)
Böyle bir diyalektik genellemenin ilk adımlarını Engels, Davrwin’in öğretisinde, Lyell’in teorisinde vb. görmüştür. Bu keşiflerle, bir önceki dönemdeki ampirik tek yönlülüğün aşılacağını ve teorik düşüncenin zorunlu unsur olarak yerleşeceğini kanıtladı.
Bir önceki dönemi, en iyi durumda bilinçli bir tümevarım-tümdengelimci düşünce tarzına ulaşan, tek yönlü ampirizmin egemenliği karakterize ediyordu. Engels de, 19. yüzyıl dönemindeki doğa bilimsel keşiflerin doğrudan sonucu olarak, doğa biliminin teorik düşünce aşamasına çıkışını görmüştür.
Bundan dolayı Engels’in “Ludwig Feuerbach”ta aşağıdaki vurguyu yapması bir rastlantı değildir:
“Ne var ki aynı sırada ampirik doğa bilimi böyle bir atılıma geçti ve böylece, yalnızca 18. yüzyılın mekanik tek yönlülüğünün tamamen aşılmasını sağlamakla kalmayan, aynı zamanda, çeşitli araştırma alanlarının (mekaniğin, fiziğin, kimyanın, biyolojinin vs.) doğanın kendisinde var olan bağıntılarının kanıtlanmasıyla, doğa biliminin ampirik bir bilimden teorik bir bilime… dönüşmesini de sağlayan parlak sonuçlara ulaştı.”(12)
Gerçekten de doğrudan tekil olarak algılanmaya çalışıldığında, Darvrin’in, Lyell’in vb. teorilerinin gösterdiği şeyler doğada verili değildir. Hayvan ve bitkileri tek tek gözlemleyerek değişirliklerine ve gelişmelerine ulaşmak için, bir de teorik düşünceye, hem de biçimsel mantığa dayanan düşünsel çıkarımların tümevarım-tümdengelimci biçimlerini aşmış bir teorik düşünceye ihtiyaç vardır.
Friedrich Engels, her şey-tümevarımcılarını, yani tümevarım yönteminin sınırsız uygulanmasının savunucularını, acımasızca alaya aldı. 19. yüzyıl teorik düşüncelerinin, metafizik dönemin düşüncelerinden; kavram ve kategorileri, akışkan(13), birbirine geçen, biçimsel mantığın yasalarına dayanarak doğru olarak anlaşılamayacak kavram ve kategoriler olarak ele almasıyla ayrıldığının kanıtını sundu. Biçimsel mantığın yasaları yerine, diyalektik mantığın yasaları ön plana geçer: Zıtların birliği yasası, niceliğin niteliğe dönüşmesi yasası, yadsımanın yadsınması yasası vb.
Tamamlanmış halini biçimsel mantıkta bulan tümevarım ve tümdengelim yönteminin, sınırlı ampirizmi aşmamakla kalmayıp, tek yönlü, yanlış ampirik çıkarımlar saptayan daha düşük bir düşünce biçimini temsil ettiği yukarıda söylenmişti.
Bu nedenle, tek yönlü ampirizm ve dar, tümevarım ve tümdengelime dayanan düşünce yönteminin aşılması, ancak teorik düşünce yasalarının ve onun verili tarihsel biçimlerinin daha ayrıntılı araştırılmasıyla mümkündür.
Doğa biliminin daha yüksek gelişim biçimi, daha yüksek bir teoriyi de gerekli kılar. Engels bu nedenle Anti-Dühring’de şöyle yazar:
“Ona (doğanın diyalektik kavranışına -A.M.), doğa biliminde biriken olguların zorlaması üzerine ulaşılabilir; bu olguların diyalektik karakterine, diyalektik düşünce yasalarının bilinciyle yaklaşıldığında ise daha kolay ulaşılır. Her halükârda doğa bilimi bugün, diyalektik bir sentezden sıyrılamayacak kadar ilerlemiş bulunuyor. Doğa bilimi, deneyimlerinin toplandığı sonuçların kavramlar olduğunu; kavramlarla hareket etme sanatının, ne doğuştan gelen bir yetenek olduğu ne de sıradan bilinçle edinilebileceği, ama gerçek düşünceyi gerektirdiğini -ki bu düşünce de, deneysel doğa araştırmalarından ne fazla ne de az, uzun bir deneysel tarihe sahiptir- unutmaz ise bu süreci kendisi için kolaylaştırmış olacaktır.”(14)
Engels, teorik düşüncenin hangi tarihsel aşamalarının da, okul metafiziğini aşmak isteyen doğa araştırmacılarının azami dikkat göstermesine değer olduğunu ifade etti:
“Demek ki düşünce bilimi, tüm diğer tarihsel bilimler gibi insan düşüncesinin tarihsel gelişiminin bilimidir. Ve bu, düşüncenin ampirik alanlara pratik uygulaması için de önemlidir. Çünkü birincisi, dar kafalı aklın mantık sözcüğünden anladığı gibi, düşünce yasalarının teorisi kesinlikle ilk ve kesin olarak belirlenmiş, ‘sonsuz bir gerçeklik’ değildir. Biçimsel mantık, Aristoteles’ten bugüne dek, şiddetli bir tartışma alanı olarak kalmıştır. Diyalektik ise, bugüne dek yalnızca iki düşünür tarafından daha ayrıntılı olarak araştırılmıştır: Aristoteles ve Hegel. Ama tam da diyalektik, günümüz doğa bilimi için en doğru düşünce biçimidir; çünkü yalnızca o, doğada olagelen gelişim süreçleri için, toplamda ve geneldeki bağlantılar için, bir araştırma dalından bir diğerine geçişler için benzer durumları ve böylece de açıklama yöntemini sunmaktadır.”(15)
Doğa araştırmacılarının Hegel’i eleştirel araştırma konusu olarak ele almalarına büyük önem verirken Engels, gördüğümüz gibi, Hegel’in diyalektiğini göz önüne almıştı. Bu bakımdan Marx ve Engels, Hegel’in diyalektiğinin gerçek tarihsel önemini kavrayan yegâne kişiler olmuşlardır.
“Alman idealist felsefesinden bilinçli diyalektiği çekip çıkararak doğanın ve tarihin materyalist anlayışına taşıyan hemen hemen yalnızca Marx ve ben olduk”,(16) diye yazar Engels Anti-Dühring’de.
Marx ve Engels, Alman doğa felsefesine değer vermeyi biliyordu; çünkü o, diyalektiğin unsurlarını içeriyordu. Onlar, onun içerdiği bütün “iyi” yönleri ve “verimli nüveleri” değerli buluyorlardı. Engels birçok kez, 19. yüzyıl doğa biliminin en büyük kusurunun, -doğa biliminin Darwin, Lyells, Schleiden, Schwan’in keşifleriyle temsil olan kendiliğinden gelişimi, doğa olaylarının diyalektiğini ortaya çıkardığı zaman-, Schelling, Oken, Hegel’in -doğanın materyalist temeldeki bir diyalektik anlayışının nüvelerini geliştirmiş olan Kant tamamen bir yana- bozulmuş biçimde de olsa temsil ettikleri bilinçli doğa diyalektiğinin tamamen unutulması olduğunu vurgulamıştır.(17)
Engels, Büchner, Vogt ve Cie(18) tipindeki sığ materyalistlerin, Alman doğa bilim felsefesine yönelttikleri fikir yoksunu saldırıları da aynı şiddetle mahkûm etti. Çünkü bahsi geçenler, Alman doğa felsefesinin tarihsel önemini kavrayamamışlardı. Bu sığ materyalistler, Alman doğa bilim felsefesine saldırırken, ne Alman felsefesinin diyalektiğini, ne de 19. yüzyılın en önemli teorik kazanımını temsil eden keşiflerin teorik özünü görüyorlardı.
Bu sığ materyalistlerin ve burjuva doğa tarihçilerinin aksine Engels, 19. yüzyıl keşiflerinin teorik özünü, diyalektik duruşa kendiliğinden geçişte gördü. Ama doğa biliminin diyalektik materyalizmin duruşuna bu kendiliğinden geçişi Engels’i tatmin etmedi. Çünkü bu geçiş, her şeyden önce kendiliğinden olmasından kaynaklı olarak tam, genel ve dönüşü olmayan bir geçiş değildi ve bu geçişin bilinçsizliği nedeniyle, doğa biliminin gerici bir harekete ve her çeşit teorik yalpalamaya dönüşmesi imkânsız değildi.
Bu nedenle Engels, 19. yüzyıl doğa bilimcilerinin diyalektik materyalizmi güçlendiren keşiflerin doğruluğunun, diyalektik materyalist duruşa bilinçli bir geçişin, diyalektik mantığın bilinçli bir benimsenişini ve uygulanışını gerektirdiği görüşündeydi. 19. yüzyıldaki keşiflerin teorik içeriğinin tam olarak geliştirilmesi için diyalektik mantığın bilinçli bir benimsenişi, Engels’in, “Doğanın Diyalektiği” eserinde ve diğer yazılarında sunduğu kanıtların asıl özüydü ve öyle de kalacaktır.
Bu tümce, Engels’te başka bir tümceyle kopmaz bir ilişki içindedir: “Diyalektik”, “kapsamlı bir dünya görüşünün nüvesini içerir.”(19) Engels’in düşüncesine göre, doğa biliminin daha yüksek bir teorik düzeye çıkarılması; diyalektiğin bilinçli benimsenmesi, aynı zamanda doğa bilimsel sonuçların yeni, bütünlüklü bir dünya görüşü halinde sistemleştirilmesi ve sentezlenmesi anlamına gelir.
Metafizik, doğanın mutlak değişmezliği düşüncesine dayanan bir dünya görüşünü temsil ederken, diyalektiğin hareket noktasını, doğanın -karşıtlıklar biçiminde- maddenin bir biçiminden, daha yüksek diğer bir biçimine gelişimi düşüncesi oluşturur. Metafizik, teoloji ile barışçı bir ortak yaşamı paylaşırken, diyalektik teolojiye düşmandır. Bu da her türden mistisizmin ve yobazlığın sonu demektir.
Engels, bilimsel, teolojiye karşıt böyle bir dünya görüşünün yaratılmasında 19. yüzyılın keşiflerinin önemini görmeyi ihmal etmedi.
“Ludwig Feuerbach”ta Engels, 19. yüzyıl doğa biliminin kazandırdığı sonuçları özetlerken, onun “materyalist bir doğa bilgisi sistemine dönüştüğünü” yazar.(20)
Aynı eserin bir başka yerinde Engels, aynı düşünceyi farklı sözcüklerle tekrar eder:
“Böylece materyalist dünya görüşü, bugün, önceki yüzyıldan çok daha farklı sağlam ayaklar üzerinde durmaktadır.”(21)

DİPNOTLAR
* Kaynak: “Unter dem Banner des Marxismus” (Marksizm’in Sancağı Altında), Yıl IX, Sayı 5/6, 1935.

1) Friedrich Engels, “Dialektik und Natur” (Diyalektik ve Doğa), Marx-Engels-Archiv, Cilt II, 1927, sf. 252.
2) Friedrich Engels, “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”, Die Neue Zeit, Yıl XIV, 2.Cilt, sf. 553.
3) İkisi de, milli eğitimden sorumlu aşırı gerici bakanlardı.
4) Bütün maddelerde bulunduğu ve maddeden ayrılmasıyla yanma olayına yol açtığı sanılan özel akışkan.
5) E. Lenz, Leitfaden der Physik (Fizik ders kitabı), Milli Eğitim Bakanlığı’nın talimatıyla Rus liseleri için kaleme alınmıştır. 3. basım -St. Petersburg- 1846, 1. Bölüm, sf. 142 (Rusça).
6) Age, sf. 239.
7) Age, sf. 256.
8) Friedrich Engels, “Dialektik und Natur” (Diyalektik ve Doğa), Marx-Engels-Archiv. Cilt II, sf. 243
9) Marx-Enğels,Ausgewaehlte Briefe (Seçme Mektuplar), SSCB yabancı işçiler yayım kooperatifi. Moskova-Leningrad, 1934, sf. 411.
10) Friedrich Engels, “Dialektik und Natur”. (Diyalektik ve Doğa), Marx-Engels_Archiv, Cilt II, sf. 189.
11) Friedrich Engels, “Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft” (Sosyalizmin ütopyadan bilime gelişimi), Kleine Bücherei des Marxismus- Leninismus, c. 6, SSCB’deki yabancı işçiler yayım kooperatifi, Moskova-Leningrad, 1935, sf. 52.
12) Friedrich Engels, “Dialektik und Natur” (Diyalektik ve Doğa). Marx-Engels-Archiv, II. cilt, sf. 382 (atlananlar “Feuerbach”tan, 1886).
13) Friedrich Engels. “Dialektik und Natur” (Diyalektik ve Doğa), sf. 151.
14) Friedrich Engels, “Herrn Eugen Dührings Umwaelzung der Wissenschaft” (Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor), SSCB’deki yabancı işçiler basım kooperatifi, Moskova-Leningrad, 1934, sf. XV.
15) Friedrich Engels, “Dialektik und Natur” (Diyalektik ve Doğa), sf. 219.
16) Friedrich Engels. “Herrn Eugen Dührings Umwaelzung der Wissenschaft” (Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor), SSCB’deki yabancı işçiler basım kooperatifi, Moskova-Leningrad, 1934, sf. XI.
17) Age, sf. XII. Ayrıca: Marx-Engeis-Archiv, II. Cilt, sf. 223, 233, 168. 244, 247, 250 vd.
18) Friedrich Engels, “Herrn Eugen Dührings Umwaelzung der Wissenschaft” (Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor), sf. XII.
19) Friedrich Engels, Anti-Dühring, sf. 124.
20) Marx-Engels-Archiv, II. eilt, sf. 382 (atlananlar “Feuerbach”tan,1866).
21) Age. sf. 384.

Eğitim alanında toplam kalite ve amacı

Kalite politikasının, tüm hizmet sektörlerinde, kamu hizmetlerinin yerine ikamesinin gündeme hızla sokulduğu son yıllarda, gelişmeleri dikkate alırsak, bu politikanın masum olmadığı görülecektir.
Bu yazı, kamu görevlileri ile ilgili çalışma koşullarının ve iş ahlâkının değiştirilmesine yönelik olarak, ’98 yılından bu yana tüm hizmet kurumlarında yaygınlaştırılan toplam kalite politikasının, ana hedefinin ve amacının ne olduğuna ilişkin özet bir açıklamadır.

TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ (TKY) NASIL BİR YÖNETİMDİR?
Toplam Kalite Yönetimi, sadece bir sektöre, bir kuruma ya da bir ülke ekonomisine ilişkin ya da onunla sınırlı bir yönetim mekanizması olarak değil, tüm emperyalist kapitalist sistemin içine düştüğü ideolojik ve politik krizin etkisinden kurtulma çabasının bir ürünü olarak geliştirilmiş çok kapsamlı bir yönetim biçimidir. Bu nedenle hem ideolojik, hem de politik anlamda genel bir emperyalist saldırı politikasının bütününü kapsayan bu yönetimin ideolojisi, dünyayı farklı bir algılama ile birlikte geliştirilmiş, insanı cezbeden sihirli ve sanal kavramlarla bezenmiştir. Dolayısıyla, TKY’nin amacını kavramak ve oradan gelen saldırılara karşı mücadele edebilmenin olanaklarını geliştirmek için, önce, menşeini ve mantığını iyi anlamak gerekir.
Toplam Kalite Yönetimi’nin, sadece bir kalite kontrol yöntemi gibi algılanması istenir. TKY’den söz edilince kalite kontrolün her üretimde gerekli bir şey olduğu, “daha kaliteli üretim için vazgeçilmez” bir koşul olduğu ileri sürülür. “İş mükemmeliyeti”nin yakalanacağı ve “herkesi memnun edeceği” savı ile temellendirilir. Oysa kalite kontrol ile toplam kalite yönetiminin anlam ve amaçları arasında deniz ile ırmak arasında olan ilişkiye benzer ortak bir yan vardır. TKY içinde kalite kontrolün yeri ne kadarsa, ticaretin, kültürün, çalışma yasalarının, siyasi kurumlaşmanın, teknolojinin veya kalite felsefesinin, vs. vs. yeri de o kadardır. Yani, kalite kontrol, bir üretim süreci unsuru olarak, TKY’nin kapsamı içinde yeniden şekillendirilmiş elemanlarından biridir, sadece. TKY, son yüzyıla ait politik gelişmelerin içinde pişirilerek, mikro analizlerin genele teşmili ve oradan makro dengeleri ya da düzenlemeleri içeren, sermaye hareketini ve sınıfsal ilişkileri yeniden yorumlayan, ince hesaplanmış ideolojik, ekonomi-politik ve kültürel bir egemenlik ve sömürü yönetimidir.
Tüm ülkelerde, ekonomiye ve siyasete olduğu gibi, devletlere ve devlet kurumlarına nüfuz etmeyi ve etkin bir yayılma ile hegemonyayı amaçlayan TKY’nin, içeriğine ve gelişimine ilişkin tarihi, felsefi, kültür ve politikasının kaynağına inilmeden anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle TKY’ye ilişkin ahlâk ve felsefenin menşeini anlamak üzere, tarihsel geçmişi ve ortaya çıkış ve yayılış sürecini kısaca özetlemeye çalışalım…
TKY’nin menşei, ABD ve Pentagon’dur.
TKY, ilk olarak 1945 yılında, MIT (Massachusetts Institue of Technology / Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) tarafından yürütülen ve başında Dr. Deming’in bulunduğu bir ekibin 5 yıllık (’45-’50) yoğun çalışmasının ürünüdür. Amerikan savaş sanayinin merkezi Pentagon tarafından, bu enstitüye sipariş verilen ve maddi olarak desteklenen bir çalışmadır. Bu çalışmaya katılanlar, Almanya, Sovyetler Birliği, Avrupa’nın diğer ülkeleri ve Japonya’dan 2. Savaş yıllarında, ABD’ye kaçırılmış ya da gönüllü olarak kaçmış kapitalist, ama bir o kadar da sosyalizm düşmanı bilim (!) adamlarıdır.
Bilindiği gibi, 1945’lerde, Avrupa ve Asya ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmıştır ve Almanya, Fransa, İngiltere ve SSCB başta olmak üzere Japonya ve diğer sanayileşmiş ülkelerden bilim adamları kaçırılmış ya da kendileri bizzat savaştan kaçarak, “özgürlükler ülkesi” ilan edilen Amerika’ya sığınmıştı. Bunlardan bir grup, bir araya toplanarak, sosyalizme karşı mücadelenin etkili bir silahı, kapitalist sistemin “sürdürülebilir” olacağı yönetim ve denetim yöntemlerinin devamı olan çalışmaları sürdürmeleri istenir. ABD’de uzun yıllar öncesinden, sosyal ve politik araştırma enstitüleri kurularak benzer çalışmalar sürdürülmektedir. (MAYO Deneyleri, Oven çiftlikleri gibi…)
Dr. Deming’in başını çektiği ekip, istatistiksel ve matematiksel yöntemlerle, aynı zamanda felsefi boyutlarıyla, tüm dünya ülkelerinin sosyal yapılarının araştırılmaları ve sosyal gelişimin yasalarının detaylı incelenmeleri ile çok kapsamlı bir çalışma yürütmüştür. Aynı zamanda, üretim, yönetim ve denetim süreçlerinde sürdürülebilir bir çalışma olarak da kuralları ve metodolojisi belirlenmiştir. Uygulandığı toplumsal dokunun özüne göre geliştirilmesi ve ikame edilmesi için de tahkim edilmiştir. Bu toplumsal doku, bir ülkenin devleti, bir siyasal partisi, bir sendikası, bir işletmesi, bir bölgesel kurumu, ya da bir kamu kurumu ya da mahalli, etnik, sosyal veya dinsel kurumu olabilir. Ülkeler arası birlikleri ya da dünya çapında bölgesel örgütlenmeleri de kapsayan, yeniden organize eden ve denetleyen düzenleyici ve örgütleyici bir şablon kurallar olarak üretilmiştir.
ABD’nin çok öncelerden de bilinen “böl-yönet” politikasının daha ince ayrıntıda geliştirilmiş hali olarak, iş süreçlerinde de “kalite politikası” olarak lanse edilen bu stratejilerin, ABD savaş stratejileri içinde yer alan savaş oyunlarına benzer özellikleri, iç savaş kışkırtıcılığı ile işçi sınıfının (emekçilerin) birbirine karşı kışkırtılması yöntemleri arasındaki benzer politik oyunlar geliştirilir. Dünyanın bir bölgesindeki savaş kışkırtıcılığı yöntemleri ile bir ülkenin farklı etnik kökenlerden halkları arasında iç savaşların kışkırtılması, bir işyerindeki ya da kurum veya örgütteki sosyal yapının birbirine karşı rekabete sokularak kışkırtılması stratejileri, aynı merkezden yönetilmekte ve bir standarda bağlı olarak yürütülmektedir. Stratejistlerin taktiklerinin en önemlisi, “Bir zincirin gücü, onun en zayıf halkasının gücü kadardır” prensibi, bir sosyal yapıdaki zaaflı olan yerden tutarak, bu yapıyı deforme edebilme yeteneğinin geliştirilmesi üstüne oturtulur. İnançlar, tutkular, kaygılar, sevgi ve bağlılık gibi en masum duygular ve düşünceler bile, TKY’nin insanı avlamak için kullandığı birer silah durumuna getirilir. Özgürlük, barış, kardeşlik, uyumlu bir yaşam, mutluluk, bilgili ve yetenekli bir birey olma, saygı ve ödül alma, paylaşma gibi çok güzel özlem ve düşünce, TKY’nin elinde sisteme boyun eğmenin sihirli kavramları haline gelir. Hele kalite kelimesi, her şeyin çözümünü içeren bir anahtar niteliğindedir.
TKY’nin insan düşüncesini yanıltmak üzere kurduğu illüzyona ilişkin vizyon, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çelişkiyi çözmek ve sınırlar arası farkı, çelişkiyi, düşünsel olarak ortadan kaldırmak üzere, kalite felsefesini oluşturur. Kalite felsefesi, sınıflar arası uzlaşma ve işçi sınıfının ortadan kalktığı temel tezleri üzerine oturur. TKY ideologlarından Fukuyama, “Tarihin sonu geldi, sınıflar arası çelişki ortadan kalktı, işçi sınıfı tarihsel misyonunu yitirdi” iddiaları ile özetlenebilecek sözleriyle bu felsefenin ana hatlarını ortaya koyar. TKY adına yürütülen tüm çalışmalar, sınıflar arası uzlaşmanın üstüne inşa edilmiştir. Oysa yaşadığımız koşullarda böyle bir uzlaşmanın olasılığı bile, tartışılamayacak kadar gerçek dışıdır.
TKY tezi, sınıflar arasındaki uzlaşmazlığın bittiği yanılsaması üzerine kurulmuştur.
Hatırlanacağı gibi İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Hitler’in nasyonal sosyalizminin Sovyetler Birliği ve sosyalizm karşısında yenileceğinin anlaşılmasıyla ABD ve İngiliz birlikleri Avrupa’ya çıkarılır. Doğu Almanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Polonya kapitalist dünyadan kopar.
’45-’89 yılları arasında, çatışmanın “soğuk savaş” olarak sürdüğü yılların, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sona erdiğini, bittiğini söyleyen kapitalist dünya, aynı zamanda “sosyalizm bitti” yaygarası ardında yürüttüğü acımasız ve daha kapsamlı bir savaşı başlatmıştır. Bu savaşın felsefesi, “sağ” ve “sol” sentez üzerine oturtulan “uyumlu ve uzlaşmacı” tek bir sistem olarak TKY kurallarının, tarihin nihai sonucu olacak bir çıplak kapitalizmi, sonsuza dek sürdüreceği tezidir. Dolayısıyla, Marksizm’i tahrif etmek, sosyal mücadeleler tarihinin tüm kazanımlarını yok etmek ve dünya halklarına tarihin görülmüş en büyük savaşını açmaktan başka bir amacı olmayan TKY’nin inşa süreci, çok daha kapsamlı bir sınıflar arası mücadeleye gebedir. Çünkü bu çelişkiyi her geçen gün daha da artırarak, derinleştirmektedir.

TKY, PİYASA EKONOMİSİNE MEŞRUİYET SAĞLIYOR
Menşeini Adam Smith’den alan liberal ekonomi-politik tezlerin ardına sığman TKY, aynı zamanda çağımızın en gelişmiş ekonomi-politik çözümleyicisi Marksist kurama ait kavramları, ideolojik ve bilimsel düşünce yöntemlerini çarpıtarak TKY tezleri içinde harmanlamıştır. Liberalizmin sistemsel sorunlara ait sıkıntılarına “mükemmel bir çözüm paketi” olarak hazırlandığı iddia edilen TKY, girdiği her alanda bu sorunları alabildiğine artırdığı ve çözülemez bir sürece ittiği halde, vizyon ve sanal propaganda araçlarının devasa kampanyaları altında gerçekleri örtmeye yönelen bir ideolojik yönetim standardı oluşturmuştur. “Mükemmeliyeti arayanlara” sonsuz imkânlar tanıyan bir yönetim biçimi olarak dünya halklarına sunulan bu sahte çözüm paketi, TKY, uygulamalarını kurallaştırdığı ve standartlaştırdığı ISO (Uluslararası Standartların Organizasyonu) adı altında, onun stratejilerinin örgütleyicisi olan bir yöntemler bütünü geliştirmiştir. Bu standardın, önce sanayide mühendislere ürün standardı gibi kabul ettirilmesi ve ardından yönetiminin kabullendirilmesi sağlanmış, ardından tarım ve hizmet gibi diğer alanlara da ürün standardı gibi algılanarak boyun eğilmesi kolaylaştırılmıştır. Oysa ISO, ABD’nin ve emperyalist tekellerin, işçi sınıfına karşı açtığı savaş stratejisinin taktikleridir.
ISO adı altında yürütülen ve 1994 Uruguay Raundu’nda, Türkiye Hükümeti tarafından da imzalanan DTÖ ve GATS anlaşmaları ile tüm dünya ülkelerinin kendi standartlarını İSO’ya göre uyarlaması şartı getirilmiştir. Ardından bunun sonucunda tekleştirilmiş bir örgütlenme ile tüm kurumların ve işletmelerin, önce kuralsızlaştırılmış ve yapısal olarak bozguna uğratılmış bir sisteme ait sorunlarını, TKY kuralları ile çözeceğini vaat eder.
Bu kuralların ortaya çıkmasında Dr. Deming ve ekibinin üstünde durduğu en önemli tez, insan mantığının şaşırtılmasının yol ve yöntemleridir. Önce anketlerle ve sosyolojik araştırmalarla, ülke istatistiklerini denetime alarak, bu arada önemli bir mevzi olarak gördüğü üniversiteleri etkisi altına alarak, sosyal yapı araştırması üstünden, ülkeye ait bir vizyon politikası belirler.
Örneğin, Türkiye, hem doğu halklarına ait mistik ve dinsel özelliklere sahip bir sosyal yapı içindedir, hem de, Avrupa sosyal demokrasisine yakın ve sosyalist sistemden ideolojik ve ekonomik olarak etkilenmiş bir halkçı kültür ve geleneksel yapıya sahip bir ülkedir. Küçümsenmeyecek sayıda sosyalist, devrimci ve demokrat özlemlere sahip örgütleri ve sendikaları ile mücadele geleneği güçlü bir ülkedir. Türkiye’nin TKY politikasına uygun vizyonu, bu ve benzeri özellikler dikkate alınarak oluşturulur. Sol kesime ait özlemler içinde yer alan, “demokratik katılımcılık”, “yenilikçilik”, “özgürlük”, “yeni bir dünya”, “çağı yakalama”, “bilgi toplumu olma” gibi pek çok söylem, TKY’nin vizyonu içinde uzlaşma ve uyumlulaştırma politikasının birer yalan argümanları haline getirilir. Ve hatta “bilimsel ve teknolojik devrim” yapıyoruz yaygarası altında yürütülen yaygın örgütleme ve propaganda çalışmaları yapılmıştır ve halen yönetmeliklerle sürdürülmektedir.

TARİHE KISA BİR BAKIŞ
TKY politikasının “içinde yer alarak”, gelecekte daha iyi bir dünya yaratılacağı masalına kanıp kanmamak için karar vermeden önce, TKY’nin tarihine ve tarihsel gelişimine ilişkin ana dönemeçlere bakıp, hangi temellerde, hangi amacı güttüğünü görmek gerekir. Çünkü unutulan tarih, TKY’nin dayandığı bir destektir. Bu nedenle kısaca geçmişe bir göz atalım.
“Yenidünya”, yani Amerika, “eski dünya”yı yani Avrupa’yı ve dolayısıyla Asya ve Afrika’yı egemenliği altına almak üzere, başlattığı bir dizi uluslararası örgütlenmeden ayrı olarak, Amerikan rüyasını geliştirebilmek ve yenidünya olarak bakılan bir düzene boyun eğilmesini koşullamak üzere TKY’yi geliştirme yoluna girer. Yani TKY, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist veya sosyal demokrat siyasi gelişmelerin egemenliği altına giren “eski dünya” ile kapitalizmin yeni kalesi ABD arasındaki gerilimin politik gücünü oluşturur. Örneğin, “çağdaş” sendikacılık akımı, sınıflar arası uzlaşma ve uyum, sosyal demokrasinin sosyalizm karşısında kendini güvenceye alan bir kapitalist uzlaşma politikası yaratır (Keynesyen politikalar dönemi). Ama ABD, ’89 yılından bu yana, bu uzlaşmadan vazgeçmiş, tek yanlı, doğrudan kapitalist çıkarlar için toplumları yeniden örgütlemek ve halkların sahip olduğu tüm sosyalist değerlerine el koymak, gasp etmek üzere yeni bir saldırı yönetimine başlamıştır.
Bilindiği gibi ’89 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması, sözde “sosyalizmin bu duvarın altında kaldığı ve tarihe gömüldüğü” yaygaraları ile kapitalist dünyaya yeni imkânlar açan bir gedik olmuştur. Böylece “soğuk savaş” yılları bir bakıma sona ermiştir, ama TKY, kalite felsefesinin yaydığı illüzyonu ile bir süre daha halkları kandırmak üzere, uzlaşmaya varmış gibi bir yanılgının ardına sığınır. Oysa TKY’de tam bir itaat ve baskı vardır, ama her adımda “gönüllülük” kılıfı kullanılır ya da “ikna etmekten” söz edilir. Söylemde, “yeni dünya düzeni”nin doğrudan “Amerikan düzeni” olduğu pek açıkça ifade edilmez, hatta örneğin AB üyeliği gibi, Japonya’nın ekonomideki üstünlüğü gibi, dönemsel taktikler kullanılır. Tamamen vizyona ilişkin sürdürülen bu taktikler de geçici ve günün şartlarına uyarlanmış bir politikanın ürünüdür. Çünkü AB üyesi ülkeler de ABD’nin karşısında İkinci Savaşın mağlubu ülkeler olma durumunu sürdürmektedir. Ve emperyalist süreçte her şeyi, silah gücü ve NATO belirler konumdadır. NATO’nun efendisi ise, halen ABD’dir.
Bu gerçek herkes tarafından bilinmesine rağmen, TKY’nin ileri sürdüğü illüzyonlara ve söylemlere kanmanın, hatta sol kesim içinde bile “mükemmel bir sistem” olarak görülmesinin altında yatan olgu, kullanılan kelimelerin asıl anlamlarından farklı olarak algılanmaları içinde düşülen yanılgıdır.
“Yeni dünya düzeni”, TKY felsefesi ve ekonomik modeli olarak ABD’de geliştirilmiş, Japonya’da pişirilmiş bir “ABD Düzeni”dir. Ama bu düzene ait felsefi oyunlar, toplumları kandırmanın bir aracı olan yanılgılar, “yeni dünya düzeni” ile “küresel bir eşitlik ve özgürlük” vaat eden bir dünya masalını herkese yutturmaya, ama özellikle sosyalist aydın kesimlerde etki yaratmaya çalışır. Önemli bir kazançla da çıkar. Çünkü “dünya” çok genel bir kavramdır ve coğrafi bir anlamda siyasal ya da konjonktürel bir değer, ya da sınıfsal içerik taşımaz. “Dünyaya açılma, çağı yakalama” gibi sık tekrarlanan bir tümcenin anlamı, belirsiz ve geneldir. Aynı biçimde “yeni dünya düzeni” de, sosyalist bir düzen isteyen emekçiler için, “bilim ve teknolojinin üstünlüğü” söylemi altında, umut yayan bir tümcedir. Çünkü eski anlamı ile yeni dünya, “sosyalist bir dünya” ile özdeşleşmektedir.
Sosyalist bir yaşam felsefesinin etkisi altında olan pek çok “aydın” ya da “bilim adamı”nın da kolayca kanacağı kadar güçlü bir ideolojik kılıfla zırhlanmıştır.

TKY HAMURUNUN YOĞRULDUĞU ÜLKE; JAPONYA
TKY’nin felsefi ve uygulama alanında gıdasını aldığı ülke Japonya’dır. Türkiye halkı ise, Japon mistisizmine ve aşiret topluluğu ya da mezhep, hemşeri, yöresel tutuculuklara sahip olma özellikleriyle, sosyal doku olarak Japon kültürüne benzer özellikler taşımaktadır. Anadolu’nun aşiret düzeni ile üretimde devlet tekelleşmesi olarak KİT’lerin yapısı da, Japonya’nın aile şirketleri yönetimine ekonomik olarak benzer.
TKY’ye ilişkin “bilim ve teknolojinin üstünlüğü”ne ilişkin propagandaların kökeninde ise, “Japon mucizesi” olarak bilinen teknoloji hayranlığı ve Japon kalkınma modeline olan özenti kullanılmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’ye ’60’lardan itibaren piyasaya giren Japon pilli oyuncakları ve radyo, teyp gibi elektronik cihazlar, bir Japon hayranlığı yaratmaya yöneliktir. Oysa Japonya’nın ekonomisi, 2. Savaştan bu yana, doğrudan ABD’nin egemenliği altında yürütülen bir teknolojinin ve kalite yönetiminin etkisi altında gelişmiştir.
Japonya, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, dünya egemenliğine soyunan emperyalist bir ülke olarak kendini tahkim eder ve görür. Japon İmparatoru Hirohito, aynı zamanda Güneş tanrısı Amaterasu’nun oğlu ve “dünyaya güneşin aydınlığını yayacak” bir “tanrı elçisi”, peygamber rolündedir. Halkı tarafından ise yüzüne bile bakılamayacak kadar ulvi’dir, çünkü ışığı gözleri yakar. Japonya ise, güneşin doğduğu ve yayıldığı ada anlamında bir misyonla tanımlanmaktadır. Japon orduları, dünyaya “küresel refah ve aydınlık” getirmek üzere güneşten kopan parçacıklara atfen “misyoner” olarak çeşitli ülkelere gönderilirler. Bütün ülkelere, Japonya’nın egemenliğini kabul ettirmek üzere, Japon adasının güneşin adası olduğu ve güneşe karşı boyun eğmek zorunda oldukları bir din yayarlar. Misyon, güneşten kopan ve onun özelliklerini içinde barındıran parçacık, partikül anlamındadır. Gittiği yeri aydınlatacak ve eşitlik, refah, mutluluk sağlayacaktır. Ve Japon İmparatoru, tüm ülke halkının kendine olan aşırı bağlılığı ile yürüttüğü bu misyonuyla Amerika’ya bile kafa tutar ve 2. Savaş sırasında Pearl Harbour’da ABD uçaklarını ve uçak gemilerini bombalar. Amerika, bu saldırının misillemesi olarak, Avrupa kıtasında savaş bittikten sonra, Japon şehirlerinden Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası atarak İmparator’u dize getirir. Güneşin oğlu Hirohito, Roosvelt’in çizmelerini öper. İmparatorlarının bu davranışına, ülkesine, imparatorlarına ve ülküsüne sonsuz bağlı olan 2000 Japon subayı ise, hemen harakiri yaparak cevap verir. Ordusu dağıtılır.
TKY’nin ilk kez uygulandığı ve ’50’den bu yana uygulana geldiği, aynı zamanda TKY’nin laboratuarı gibi işlev gören Japonya, ordusu yok edilmiş, silahsızlandırılmış ve ABD’ye kayıtsız şartsız teslim olmuş bir ülke olarak kapılarını ABD’ye sonuna kadar açar. Ardından Dr. Deming ve ekibi Juran, İshikavva, Fukuyama vs. önce sosyal dokuyu araştırır. Japon toplumunun mistik ve ekonomik yapısını inceleyerek oluşturduğu TKY prensiplerini uygulamak üzere (’42 yılında da Deming Japonya’ya gitmiştir), ilk önce Japonya ve ona ekonomik olarak bağlı birkaç ülkede kalite eğitimlerine başlarlar. Japon mühendislere, günde 12 saate kadar varan kalite eğitimleri aylarca sürdürülür. Bu arada ekip, kendi teorilerini de geliştirir. Japonya’nın sosyal dokusu, dini inançlara ve kendileri dışındaki bir güce tapmaya çok elverişlidir. Bu yapı içinde kullandıkları “din”in yeni adı ise, “KALİTE”dir.
Kalite, Japonya’nın her işyerinde işçi, ustabaşı, mühendis ve patronlara eğitimlerde ezberletilir. “Kalite, bir dünya markasıdır.” “Kalite, her şeydir.” “Kalite, dünyaya açılan pencere için olmazsa olmaz koşuldur.” vs. vs. Bu ve benzer tanımlamalar herkese kayıtsız-şartsız ezberletilir. Ardından “0 hatalı üretim”, “esnek uzmanlaşma ve parça başı (Justin Time=tam zamanında ve sipariş üstüne) üretim”, “performans değerlendirmesi”, “kalitenin kontrol edilmeyeceği, yaratılacağı”, “mükemmel bir üretim teknolojisi” olarak adım adım uygulamaya sokulur. Dinsel bir inanç olan yaratıcılık “kaliteyi yaratmak”, bu uğurda bir misyon yüklenmek, artık Japon halkı için Hirohito’nun değil, Roosvelt’in önünde kayıtsız şartsız ve inançla boyun eğmenin getirdiği bir tevekküldür. Böylece tüm Japon halkına “kalite” önünde boyun eğdirilir. Bu boyun eğmenin, atom bombasının gölgesinde Hirohito’nun ABD Generalinin önünde boyun eğmesinin bir sonucu olduğu ilişkisi kurulamazsa, TKY’nin mantığını anlamak da mümkün olamaz. TKY’nin dehşet saçan baskısı da anlaşılamaz. Yani TKY, kan ve barut dumanının ardında var olabilir ancak.
Kalite, TKY misyonerlerinin kullandığı sihirli bir değnek görevini görür. “Kaliteye karşı çıkılmaz” tarzında bir dayatmayla herkesi inandırma görevi üstlenmenin aracı ise misyonerliktir. Kalite uzmanlarının görevi de bu misyona uymaktan ve bu baskı yönetimine herkesi ikna etmekten öte düşünülemez.
TKY içinde kullanılan kalite ile bizim algıladığımız kalite arasında, içerik olarak hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü kalite ABD egemenliği için kullanılan bir “din”dir. Bir inançtır. Ama zor altında “Kaliteye inanmak lazım”dır. Kaliteye inanmamak, ABD’ye baş kaldırmaktır. Bu psikolojik bir savaştır aynı zamanda…

TKY’NİN, 1945–1989 ARASINDA, AVRUPA’DA YAYILMA OLANAĞI YOKTU
TKY, yaklaşık 50 yıl, Doğu Asya’nın birkaç ülkesi dışında, dünyanın diğer ülkelerinde yayılma olanağı bulamaz. Bunun nedeni, TKY’nin uygulanabilme olanağının, tümüyle ABD’ye boyun eğdirilmiş ve liberalleştirilmiş bir üretim ilişkisi ile sağlanabileceğidir. AB devletlerinin sosyal demokrasi geleneği ve ekonomi-politik yapılanması, bu yönetimin uygulanmasında engeldir. Kamu kurum ve kuruluşları, devletlerin sosyalist sisteme benzer, sosyal-demokrasiye özgü planlı ekonomik yapılanması ve ulusal sanayi ile kalkınma modeli, TKY’nin gelişimine ket vuran en önemli engellerdir. Önce bunların ortadan kaldırılması gerekir. Kalite eğitimlerinin temel amacı, bu liberalleşmenin önünü açmaktır. Herhangi bir kurum ya da örgüt, Kamu Kurumu veya KİT olma özelliğini devam ettirse bile üretim ilişkileri içinde TKY uygulanarak liberalize edilebilir.
Bu amaçla TKY, ‘70 dünya krizi bahane edilerek tüm dünya ülkelerinde yürütülen özelleştirme ve taşeronlaştırma, bireysel yatırımcılığın teşviki ile ilk önce, sosyal kurumları ve özellikle ekonomide planlı bir üretimin oluşumları olan KİT ve benzeri kamu kurumlarını dağıtmaya ve parçalamaya başlar. “Özgürlük ve demokrasi” adına, bireysel yatırımcılığı kışkırtarak, liberalizme geniş bir yayılma alanı sağlar. “Sosyal-liberal sentez” adına bireysel çıkarların, hem sosyalist hem de liberal olunabileceği bir ortamda kışkırtıldığı 20 yıllık bir sürecin ardından (1970–90). “sosyalizmin bir ham hayal olduğu” dayatmasıyla yüz yüze getirdiği özgürlükleri ve hakları, birer birer ortadan kaldırır.
Ortaya, çıplak ve acımasız bir kapitalist ilişkiler ve kâr mantığı çıkar. Daha fazla üretim, daha fazla kâr ve sömürüye boyun eğme dayatıldığında, esnek çalışmanın kuralsızlığı ve özgürlüğü olarak, çarka kendini kaptıran sahte özgürlük masalları içinde uyuyanları, uykularından ansızın uyandırır. Ortada ne özgürlük kalır, ne de dayanışma. Yıllarca Türkiye’de bu yapılanmaya ışık ve çanak tutmuş olan “özgürlük” ve “demokrasi” siyasetçilerinin içine düştüğü son durum, politik bir gelişim içindeki Türkiye sol pratiğinin en güzel örneğini vermektedir. Artık bu “sol”, sağdan daha sağa kaymış olur. Özgürlükler ise tutsaklığa dönüşmüştür.
Bu kurgu, baştan, tekellerin, planlayarak ve çeşitli projelerle ürettikleri ekonomik ve sosyal tezlerle geliştirilmiş bir yönetim projesinin parçalarıdır. Birçok alt projeleri, üniversite hocaları tarafından yürütülür. Özellikle “sol” tandanslı profesörler, bu işin içine balıklama atlar.
Ama ulusal çapta oluşturulan projeler, uluslararası merkezlerin ürettiği projelerin küçük birer parçasıdır. Bu nedenle küçük birer bağış karşılığı iş yaptırılan hocalar, kapsamını ve aslını bilmedikleri birçok projeye gözü kapalı imza atarlar.
Amerika’nın dünyayı yeniden ve doğrudan kendi egemenlik ve yayılmacılık politikasının çıkarlarına uygun olarak şekillendirerek yönetmeye çalıştığı bir düzenin felsefi çarpıtması olarak kullanılan “yeni dünya düzeni”nin, solcu aydınların bir kısmı tarafından kolayca kabul görmesinin bir nedeni de budur. Yani önce üniversiteleri ideolojik olarak çevirmesidir. Ama ideolojik olarak, çok açık ve net bir “politik oyun” olarak inşa edilen TKY’ye ait kuralların, kelime oyunlarıyla, pek çok devrimci-demokrat aydınlar arasında halen kabul görmesi ve onaylanması, Amerika’nın yeni bir saldırı politikası olan TKY’nin illüzyonlarına boyun eğilmesi, önemli bir handikap olmaya devam etmektedir.
Hatta kalite felsefesinin yayılması ve kitlelere kabul ettirilmesinde öncülük rolü, “eski solcular”a yaptırılmaktadır. Çünkü kalite adına kullanılan tüm kelimeler ve cümleler, “sosyalist literatür”ün piyasalaştırılmış kavramlarından türetilmektedir.

TKY’NİN ‘KALİTE FELSEFESİ’NE KISA BİR BAKIŞ
TKY, tüm temelini, insani yanılgılar üstüne inşa eder. Örneğin;
“Daha kaliteli bir ürün kullanmak, herkesin hakkıdır.”
“Daha kaliteli bir yaşamı, neden reddedelim?”
“Daha kaliteli bir eğitim, geleceğimiz için zorunludur.”
“Daha kaliteli bir sağlık politikası, umudumuzdur.”
“Bugün önemli olan dünya markası olmaktır.”
“Daha kaliteli ve sağlıklı çalışma ortamı, herkesin özgürce kullanacağı iş saatleri, işyerleri, bireysel yatırımcılık, kaliteli bir iş yaşamı, yaratıcı ve kendini geliştiren eğitimler, yönetime katılma, demokratik katılım, fikirlerini özgürce söyleme, adam yerine konma, dünyaya açılma, dünya nimetlerinden herkesin eşit olarak yararlanması… vs. vs.”
“Teknoloji ve bilimin nimetlerinden eşit yararlanmayı, kim istemez.”
Benzer pek çok propaganda, ilk bakışta herkesi cezbeden çok güzel bir dünya tanımlamaktadır. Bütün bu ve benzer iddialara karşı çıkmak, normal bir algılama içindeki insanlar için mümkün değildir. İnsanın bu masallara inanmaması ya da sanal olduğunu sanması için, aklını oynatmış olması gerekir. Bu tür insanlar toplumdan hemen tecrit edilmelidir. Tarif edilen dünya, bir cennet vaat eder neredeyse. Oysa gerçekten öyle midir?
Felsefe, dünyaya ve olaylara bakış ve doğrularla yanlışları, gerçeklerle yalanları ayırt edebilme yeteneği kazandıran bir bilimdir. Ya da öğretidir. TKY’nin öğretisi ise, yalanlarla bezenmiş bir anlatımın, gerçek olarak algılanmasını dayatan bir ideolojik manipülasyon ve baskı metodudur. Örneğin, işletmelerde ISO çalışmaları, kalite eğitimleri ile başlar. Bu eğitimlere katılmayanlar, kayıtsız-şartsız, hiçbir haklarını alamadan işten atılır.
Kalite, “ulaşılması gereken ve zorunlu olan bir yolculuktur, gelecektir”. “Kalite her şeydir”, “Kalitesizlik hiçbir şeydir”, “Kalite bir amaçtır” gibi sözler, işyerlerinin her yerine afişlerle asılır ve eğitime katılanların yaka kartlarında, yaptıkları işin “amacı” olarak yazılarak, ezberlenmesi şart koşulur. Kalite eğitimine katılmayanlar ya da sisteme ait kurallara uymayanlar hemen dışlanır ve kalanlar kayıtsız-şartsız “kalite kurallarına uymak zorunludur” dayatmasıyla karşılaşır. Ama kalite felsefesi içinde, tamamen “gönüllülük esastır” sözü geçer. Dr. Deming’in öğretisinin ilk başında “gönüllülük kuralı” gelmektedir. Çünkü bir “uzlaşma, ikna ve uyum politikası”dır görünüşte. Bu gönüllülüğün bedelini ödeyen milyonlarca işçi, nasıl bir gönüllülük olduğunu da çok iyi görürler.
TKY içinde teorileştirilmiş kurallar, en şiddetli çatışmaların sürdürüldüğü bir sınıfsal mücadelenin içinde, uzlaşma, denge, analiz-sentez gibi sağ-sol ittifakı üstüne kurulan bir zaaf ve baskı üstüne inşa edilir. Yani mücadeleci bir hareket veya geleneği, içeriden, kökeninden bozguna uğratmaya yönelik bir Truva atı politikası yürütülür. Bu nedenle yapılan kalite eğitim ve propagandalarının kavramlarında kullanılan anlam ile bizim kullandığımız kelimelerdeki anlamın ilgisi bile yoktur. Yani, “Kaliteli bir yaşam veya çalışma koşulları” sağlanacağı gibi yaratılan vizyon, aslında, en kalitesiz ve zorbalıkla yürütülen bir gasp ve haksızlıklar üstüne yürütülen bir politikanın zorunlu kabulü ve sömürüye boyun eğmeyi amaçlamaktadır. İşletmelerde açılan “İnsan Kaynakları” departmanları, herhangi bir şirketin performansını, uluslararası şirketlerin avına uygun hale getirinceye kadar, “iç müşteri” yani şirket çalışanlarının verimlilik ölçümlerini anketleriyle alarak, personel üstünde bir baskı uygular. Ve bu ölçümlerin hedefi çok açık olarak “şirket kârını artırma” olarak saptanır. Ama, bu asıl amacı saklanarak, görüntü olarak “iç müşteriyi memnun eden bir çalışma”yı, “onların fikrini alarak yürütülür” olarak ileri sürülen vizyon, bir de devrimci ya da demokrat bir örgüt ya da sendika yöneticisi tarafından savunulur hale getirildiği zaman, işçi ve emekçiler açısından katmerli bir saldırıyı da içerdiği görülür. Çünkü, kurulması amaçlanan sistem, uluslararası bir hiyerarşinin en katı baskı ve kurallarını dayattığı bir vizyon olarak, demokratik bir sistem gibi algılanması için “kaliteli üretim teknolojisi” sözcüğü sürekli vurgulanır. Böylece hem yoğun bir baskı, hem de en geniş demokrasinin aynı anda var olabileceği bir ortam kabullendirilmeye çalışılır.
Hem kaliteli, yani kâra endeksli bir eğitim, hem de halkın çıkarına gibi gösterilen bir eğitim anlayışının aynı zamanda varolabilirmiş gibi algılanması dayatılır. “Sosyalizm ile kapitalizm uzlaşmış”tır ve yeni dünya düzeni içinde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının çıkarlarının uyumlu bir sentezi elde edilmiştir.
Oysa gerçekler tümüyle başkadır. TKY, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de 20 yıldır sürdürülen çirkin bir iç savaşın ardından yitirilen 30 bin kayıp insanın, 12 Eylül darbesiyle darağaçlarında ve işkencelerde yitirilen gençlerin, 1 milyona yakın işkence ve gözaltının, uzun hapis cezalarının, NATO askeri ve siyasi hukukunun, özelleştirilen ve işten atılan işyerlerindeki kıyımların, Filistin ve Çeçenistan, Yugoslavya, Afganistan. Ruanda, Etiyopya, vs. iç savaşlarının kışkırtıcılığı gölgesinde yükselmiştir. Tıpkı Japonya’da olduğu gibi. Ya da Avrupa’da Yugoslavya ve Bosna-Hersek çatışmalarının gölgesinde yürütülen bir savaşın üstünde. Türkiye’de Kürt-Türk çatışması, ya da Ortadoğu krizi ve işten atılma baskısı altında yayılma olanağı bulur.

TKY’NİN EKONOMİ-POLİTİKASI
Bireysel ve özgür gelişim adına, TKY, kolektivist yapıların dağıtılmasını ve parçalanmasını örgütlemektedir. KİT’lerin özelleştirilmesi, sadece bir ekonomik yapı parçalaması olarak değil, aynı zamanda TKY’nin uygulanmasına olanak sağlamak üzere tüm sosyal yapıların liberalize edilmesinin gerektiği bir ortamı dayatma olarak görülmelidir. Belediyelere mali özerklik verilmesi, illerde özyönetim gibi başkanlık sisteminin geliştirilmesi, organize sanayi bölgelerinin kurulması, işyerlerinin bir bölgeden başka bir bölgeye taşınması, taşeronlaştırılarak yer değiştirmesi, serbest ticaret bölgelerinin kurulması, KOBİ’lerin kışkırtılması, vs. gibi geniş çaplı projelerin altında TKY’nin coğrafi esneklik mantığı yatar. TKY’nin örgütsel yönetim mekanizması işlevini gören ISO standardı, sadece denetimi değil, aynı zamanda toplam üretimi TKY metodolojisiyle örgütlemeyi sağlayan bir işleve sahiptir. Girdiği her işyerinde önce işletmenin kısımları arasında parçalanma yaratır. Parçalı üretim tekniği, bu nedenle, esnek uzmanlaşmanın, yani TKY’nin ilk saldırısını başlatır. Parçalı ve küçültülmüş ölçekte üretim olarak “Esnek uzmanlaşma”, ticari kâr mantığının güdüsünde, piyasa ekonomisinin kurallarını geliştirmeyi amaçlayan bir TKY politikasıdır. Önce parçalayarak, liberalizasyona uğrattığı küçük üretim birimlerini, tekrar organize bölgelerde toplayarak denetime almayı örgütler.
İSO’nun kurallarına göre yenilenmiş CE veya TSE gibi, bölgesel veya ülke özelinde geliştirilmiş standardizasyon çalışmaları, bu nedenle sadece ürün veya üretilmiş bir ürünün özelliklerine ilişkin değil, üretimin nasıl ve kiminle, nerede, ne kadar yapılacağına ilişkin, girdi-üretim-çıktı sürecinin tümünü yöneten ve denetleyen bir standarttır. Ama daha da önemlisi, nasıl bir sisteme ve yapılanmaya uygun politik kurallar ve yasalar bütünü olduğudur. Yani, sadece bir ürün standardı olarak ele alınması, ya da mükemmel bir üretim teknolojisi gibi sunulması, tüm mühendis ve mimarlar başta olmak üzere meslek örgütleri tarafından da kitlelere kabullendirilme çalışmaları, başta ABD olmak üzere tekellerin hegemonyasına bağlılığın bir aracı olarak şekillenmektedir. Bu çalışmaların eğitim politikasına yayılması ise, toplumsal yapının tüm hücrelerini tahrip edecektir.
Çünkü ISO yasaları karşısında ülkelerin kendi yasaları veya çalışma hayatına ait hukuk ve geleneksel kurallar, ahlâk, tümüyle birer birer ortadan kaldırılır. Tüm yapıları ve ilişkileri kaosa iterek, kuralsızlığı yaratır. İş Hukuku, Anayasa, diğer yasalar veya iş yaşamına ait alışkanlıkların ve düzenin doğrudan bozulmasını şart koşar. Bu bozgun ve parçalama yönetiminin esaslarını ekonomideki anlamıyla esnek uzmanlaşma olarak geliştirilmiş bir metot ile yürütür. Yani esnek uzmanlaşma, bazı anti-Marksist bilim adamlarının iddia ettikleri gibi, (Frankfurt Okulları’nda üretilen anti-Marksist tezler gibi) politikadan bağımsız ve TKY’den ayrı düşünülmesi gereken bir yapılanma değil, tam tersine onun bir yasası veya kuralı olarak şekillenmiştir. Esnek uzmanlaşma, ya da bilinen adıyla esnek çalışma, ISO ve onun ülkelere göre uyarlanmış alt standartları ile belirlenmiş TKY’nin yapısal uyum ve uygulama teknikleridir. Bu nedenle de sadece ürüne veya hizmete ilişkinmiş gibi algılanması, TKY’nin gerçek amacının pek anlaşılamamasına ve kolay aldatılmaya ilişkin bir yanılsama yaratılır.

TKY DİLİNDE “BİLGİ TOPLUMU” NE DEMEKTİR?
Ürünün mal ya da hizmet olarak, kimlerle, kimin için, hangi amaçla yapılacağı ve ne ölçüde yapılacağına ilişkin kuralları, fiyatı da dâhil olmak üzere, bilgi merkezleri tayin eder. Bu bilgi merkezleri dünya tekellerine ait “think-thank” merkezleri olarak bilinen ve ABD ve Avrupa’da genellikle Brüksel’de toplanmış P&R yani Pazar Araştırma Şirketleri ve İnsan Kaynakları kuruluşlarıdır. Bu merkezler, aynı zamanda DTÖ ve IMF gibi uluslararası kuruluşların da yöneticileri konumundadır. Bilindiği gibi, büyük Avrupa sendikalarının merkezleri, uluslararası vakıfların merkezleri, NATO ve silah tekellerinin merkezleri de, Brüksel’de toplanmıştır. Çünkü Brüksel, AB’nin başkenti olmanın ötesinde ABD’nin de ileri karakoludur. Dünyanın ve ABD’nin en büyük tekellerinin, pazar araştırma kuruluşlarının bir şubesi de Brüksel’de faaliyet yürütür.
TKY’nin argümanı olarak kullanılan “Bilgi çağı” veya “Bilgi toplumu” ile anlatılan “Bilgi”, uygulamadaki bilgi tekelleşmesinin dışında, gerçek bilimsel bilgi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kavramdır. “Bilgi toplumu” ile TKY’nin ulaşmaya çalıştığı hedef, dünyanın neresinde, ne kadar ve kaça, hangi malın ya da ürünün üretileceğine, ya da hangi bilginin nasıl hizmete sokulacağına ait emirleri veren merkezlere bağımlılığın pekiştirilmesidir. Bu ürün, okullarda verilen eğitim olabileceği gibi, borsalardaki hisse senetleri de olabilir. Kısacası, tüm bilginin, sadece tekellerin eline geçerek, alınıp satılan bir meta haline getirilmesidir.
“Herkesin bilgiye ulaşması”ndan anlaşılanın ise, tekellerin dayatmalarına, denetimlerine ve hangi bilgiyi ne kadar alacağına dair tekellerin isteklerine ya da hegemonyalarına boyun eğmeye rıza gösterdiğinin bir ifadesi olarak kabul edilmelidir. “Parayı ya da bilgiyi veren, akılı da verir” diye düşünürsek, bilgiye ulaşmanın maliyeti çok yüksektir, ama bu bilgi ile gelen dayatmaların bedeli çok daha ağırdır;
Üretimde, nasıl bir teknolojinin sağlıklı ya da yeterli olacağı belirlenerek, bir koşul olarak, dünya halklarına dayatılır ve bunu üretim sürecine yayar. Bu koşul, ürüne ait en fazla sermayeye sahip tekelin koşuludur. Standart olarak karşımıza çıkan bu koşullar, ISO kuramlarıyla ve kuralları içinde dayatılır. Çünkü ISO kuralları, aynı zamanda TKY’nin kuramları ve felsefesinin örgüsünü de kapsamaktadır. Böylece bilgiye ulaşma, kalite eğitimleriyle verilirken, ulaştığımız bilginin, tekellerin kâr hanesine yazılan tutarı önemsenmez. Örneğin, tekeller için kârlı olan yani “verimli” olan üretim ya da üretim teknolojisi, işletmelerde uygulanarak, uyum sağlanırsa varolabilir, yoksa kapatılır. Yani her an denetime açık ve kârı düzenli “izlenebilir” olan bir teknolojinin her işletmede ve sektörde yaygınlaşması gerekir. Dolayısıyla her şeyin kontrolünün bilgisayarlara işlenen verilerle ve network ağlarıyla, bilgi merkezlerinin anlık takibine açılması, “bilgi çağını yakalama”nın hedefi olarak şart koşulmaktadır. Tabii ki, buna “teknolojiyi almak” ya da “bilgi toplumuna ulaşmak” gibi, masum kelimelerin ardına sığınarak yürütülen geniş çaplı bir politik propaganda eşlik eder. “Bilgi çağını yakalama”nın ardındaki gerçek ise, tekellerin standartlarına uyumdan başka bir anlama gelmez.

TKY’NİN EN BÜYÜK HEDEFİ, EMEK ÖRGÜTLERİ VE SOSYALİZMDİR
“Kaliteye ilk önce kim inandırılır” sorusunun cevabı ise, asıl üstünde durmamız gereken bir konudur. Kaliteye ilk önce, eski solcu çevreler ve onlar aracılığı ile de sendikalar ve öteki emek örgütleri inandırılmaya çalışılır.
Çünkü TKY’nin amacı; kapitalist sistemin çökmeye yüz tuttuğu ve krizlerinin daha da derinleştiği ve giderek artan derinleşmesi ile kaçınılmaz olan sonu karşısında;
1- Bunun etkilerini yoksul ülke ve halklara daha çok sömürü politikasıyla yıkmanın yol ve yöntemleri olarak şekillenmiştir. “Kaynakların rasyonel kullanıma açılması” söylemi ile tüm halklara ait tüm kaynaklara el koymanın yollarının açılması istenir. Böylece kapitalizm bir süre daha ayakta kalabilecektir.
2- Sosyal patlamaya karşı oluşturulan “kriz önleme merkezleri”nin uyguladığı projelerle sosyal mücadelelerin önünü kesmek üzere ideoloji üretilmektedir.
Bugün dünyada küresel olarak yapılan toplantı ve müzakerelerin içeriği, bu iki ana hedefe kilitlidir. Kriz önleme merkezleri, sistem bir bölgede çıkmaza girdiğinde savaş kışkırtıcılığı yapmak veya savaş çıkarmak gibi, hatta hükümet düşürmek ya da hükümet ve ülkeleri iflasa sürüklemek, ilerici sendikacı ve devrimcileri komplo kurarak ya da fiilen yok etmek vs. vs. gibi yöntemleri üretir ve projelendirir.
Bunlardan birincisi, herkes tarafından kolayca görülmektedir.
İkincisi ise, çeşitli baskı ve iç savaşlarla yani terör ortamında, sosyalist özlemleri ve utkuları örselenmiş ve yeni arayışlara yönelen sol kesimlerin ihtiyaç duyduğu yaşam tarzını, göstermelik olarak vaat ederek, sol bir dil ve kavram kargaşası içinde onlara sunarak halkları aldatma sanatı icra eder. Bunun yanı sıra Marksizm’i de alabildiğine tahrif ederek, sosyalizmin çelişkilerine çözüm ürettiğini iddia ettiği bir yöntem olan Postfordizmi dayatır, yani esnek üretim teknolojisini. Postfordizm, esnek uzmanlaşma olarak, sanki “özgür bir çalışma ortamı yaratılıyor”muş, gibi eğitimlerde anlatılır. “Kaliteye yolculuk” ile anlatılan özel girişimcilik ruhu ve “değişim” söylemleri ile “yönetime katılma”, “demokratikleşme” aldatmacası ile liberal bir rekabeti alabildiğine kışkırtarak, örgüt ve birlikleri dejenere etmeye çalışır. Bu nedenle bazı sol akımlar ve sosyalist görünen liderler, hangi nedenlerle olursa olsun, sahte söylemlerin kitleleri kandırmasında önemli bir rol oynarlar. Çünkü sosyalist sistemin etkisiyle örgütlenmiş sendika, oda ve birlikler, ya da çeşitli kitle örgütlerinin, kapitalist sisteme karşı muhalefetini sistem içine çekme çalışmaları, özellikle “solcu” olarak bilinen kişi ve kurumların yöneticilerine yaptırılır.
Bu nedenle, TKY, toplumsal dinamiklerin gelişimini en baştan, içeriden dinamitlemeye yönelmiş çok azgın bir saldırı yönetimidir. En baştan “sol” örgütleri ve kitle örgütlerini, liderlerini ikna ederek, güvensizlik yayarak, ölümle tehdit ederek, ya da parayla satın alarak yürütülen bir kriz önleme merkezi projesidir. Sisteme muhalefetin uzlaşmaya çekilmesinde rol oynayanlara, kendi çıkarlarına ve konumlarına göre oyun oynayacak bir rol verir.
“Yabancılaşmadan kurtulma”, “özyönetim”, “demokratik katılım”, “verimliliğin artırılması”, “kaliteli bir üretim teknolojisi” vs. gibi söylemlerinde, sosyalist sisteme ait kavramlar, kapitalizmin bekası için kullanılır ve kitleleri aldatır. Bizim anladığımız anlamdaki birçok sosyal içerikli kelime, ya da söylem, TKY’nin ve onun uygulama yöntemlerinden biri olan esnek uzmanlaşmanın içerisinde, azami kâr hadlerinin kapitalist tekellere akmasının aracı unsurları olarak kullanılır. Ama sonuçta, uygulamada, işçiler ve diğer çalışanları parçalayarak, birbirine karşı rekabete sokarak, düşmanca birbirine kırdırmanın, örgütsüzlüğün ve çöküşünün yöntemleri olduğu görülür.
Özellikle “performans değerlendirmesi”, “verimliliğin artması”, “başarılı olma” gibi kavramlar, TKY içinde, esnek çalışma kurallarının dayatılmasıyla sonuçlanır. Ve saati, yeri, ücreti ve süresi belirsiz bir çalışmanın verimli olacağı sanısı yayılmaya çalışılır. Ama herkesin çalışma saatlerini özgürce kendi isteğine göre ayarlayacağı propagandası yapılır. Böylece 8 saatlik çalışma gününün yerine 12, hatta 24 saatlik gönüllü çalışma günleri geçirilirken, bunun “özgürlük” adına yapıldığı iddia edilir. Karşılığında ise, fazla mesai ücreti gasp edilir, sigorta ve sendikalardan fiilen kopuş yaşanır. Böylece, uygulamada ekonomik, demokratik ve sosyal kazanımların tümü rafa kaldırılır, varolan yasaların geçersizliği ortaya çıkarken, birer birer tüm çalışan işçi ve emekçiler tümden “özgür” olur, yani işten atılır, aç kalırlar. Ne yazık ki, bu durumlarını kendi istekleriyle, özgürce kabul etmiş ve bu yola baş koymuş olmanın “gururu”nu yaşarlar. Aç ve işsiz de olsalar, “kaliteye ulaşmış”, kendi misyonlarını yeterince yerine getirmişlerdir. Çünkü çalıştıkları işletme ya da kurum, kapitalist yoldan kalkınmış, serbest piyasaya ve dünyaya açılmış, rekabet edebilir olmanın gururunu ona borçludur.
İşletmeler ya da kurumlar da, kalite politikasına uyum sağlandıkça ve kârı sürekli arttıkça ayakta kalabileceği bir kıskaca alınır. Verimli, yani kârlı hale getirilemeyen işyerleri birer birer kapatılır. Hizmet sektörlerindeki işyerlerinin (kurumların) önce liberalize edilmesi, yani kapitalist işletmeler haline dönüşmesinde çok yaygın olarak kaliteye iman gücü kullanılacaktır.
GATS Hizmetler Ticareti Genel Sözleşmesi’yle DTÖ’ye üye ülkeler arasında yer alan Türkiye, son yıllarda, işçi ve emekçilerden bağımsız olarak, onların çıkarlarını hiçe sayarak imza attığı taahhütlerini yerine getirme çabası içine girdiği gözlenmektedir. Bu gidişat, son yılların söylemiyle “AB’ye uyum” adı altında yürütülse de, asıl uyumun hedefinin TKY’nin kapsamında olduğu ve “ABD’ye uyum” olduğu apaçıktır.
Örneğin, İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda, 16–17 Eylül 2002 tarihleri arasında, Türkiye’nin ev sahipliğini yaptığı UNESCO Dünya Kültür Toplantısı, vizyon amaçlı olarak görülmelidir. Ama 110 ülke ve 70 kültür bakanı ile yapılan dünya kültür toplantısı ile uygarlıkların kesişmesi ya da kültürlerin buluşması adına yapılan bir çıkarma, emperyalistlerin bizim ve diğer yoksul ülkelerin kültürel değerlerini ve topraklarındaki kültür mirasını paylaşacakları bir yağmayı amaçlamaktadır. Ama bu girişimin böyle algılanması için kültürel kimliklerin araştırılmasının, TKY kriterleriyle olan ilişkisi algılanabilmelidir. Kültür mirasının herkesçe sahip çıkılması adına yürütülen globalleşme ve “yardım” politikasıyla, tekellerin paylaşımı ya da gaspı söz konusu olan değerler, eserler ve yapılar, bugüne kadar olduğu gibi gizli saklı değil, halk ikna edilerek, güler yüzle, şeffaf olarak, çalınmaya açılacaktır. “Kültür politikası, psikolojiye değil, paraya dayalıdır” diyerek, ideolojik bir baskı kuran kültür bakanları, parayı basıp, kültürümüzü satın almaya talip olduklarını yüzsüzce ifade ediyorlar.
Kültür Toplantısı’nın asıl amacı ise, Bakanlar Deklarasyonu’nun kararları içinde yer alıyordu; DTÖ gündeminde yer alan, çevre, ticaretle bağlantılı fikri mülkiyet hakları, sanayi ürünlerinde tarife indirimleri, sübvansiyonlar ve anti-damping uygulamalara ilişkin, telafi edici önlemler ve anlaşmazlıkların müzakereye açılması için DTÖ’nün Bakanlar Kurulu kararlarının dikkate alınması öngörülüyordu. Toplantının ardından Başbakan Ecevit bir genelge yayınlayarak, özetle, Dış Ticaret Müsteşarlığı ile DTÖ arasında eşgüdüm sağlayacak bir koordinasyon kurulunun kurulması ile ticaret-yatırım, ticaret-rekabet, kamu alımlarında şeffaflık ve ticaretin kolaylaştırılması konularında etkin ve verimli bir izlenebilirliğin ve hizmet ticaretinin eşgüdümünün sağlanmasının gerekliliğini vurguluyordu.
GATS ile benzer biçimde, henüz parasız ve eşit hizmet anlayışı ile yürütülenin yerine ikame edilecek olan “serbest piyasa için hizmet” üretimi mantığı, “kaliteli hizmet” üretimi adına yürütülmektedir.
Diğer hizmet sektörlerini de parayla satın alıp kâr edilmesi gereken işletmelere döndüreceklerini de bu kadar açıkça ifade etseler, sorun kalmaz. Ama 2 milyona yakın devlet memuru kamu hizmetleri kapsamındaki birçok sektörde aynı zamanda bir mücadeleyi de başlatmış olurlar. Sağlık politikası, eğitim politikası, kültür politikası, turizm politikası, sosyal güvenlik politikası, vergi politikası, bankacılık ve sigortacılık politikası, belediyecilik politikası, güvenlik ve savunma politikaları, sivil toplum örgütleri olarak sisteme uyarlanmış vakıf ve dernek, hatta sendika gibi kurumlara ait politikaların tümü GATS=Hizmet Ticareti Antlaşmasına uygun olarak, yeniden tahkim edilmektedir. Yani uluslararası ticarete, paraya ve kâra dayalı hale getirilecektir. Hatta MAİ ve MİGA gibi tahkim yasalarıyla, uluslararası kurallara göre yeniden düzenlenmektedir. Tüm bu sayılan ve hatta sosyal hizmetler alanında yeni kurulacak tüm kurumların da hizmet ticareti kapsamında, GATS’a uygun işlev üstlenmesi sağlanacak bir düzenleme çalışmaları yürütülmektedir. Bu çalışmalara ise Kasım 2001 ‘de Katar’da toplanan tekellerin DTÖ Bakanlar Konferansının direktifleri ışık tutmaktadır.

EĞİTİMDE TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ
Tüm hizmetler kapsamında yürütülen GATS’a ilişkin yapılanmanın sosyal ve siyasal gelecek projelendirmesi içindeki en önemli ayağını, eğitim politikası belirleyecektir. Çünkü eğitimin bir örgün eğitim, bir de yaygın eğitim olarak kategorilendirilmiş iki unsurunun da çerçevesini çizen GATS, yaygın eğitim alanında, radyo, TV, sinema, fotoğraf, kitap, kaset, vs. gibi herkese açık satışa sunulan materyallerde, ticari kuralları ve yönetim biçimiyle ilgili en geniş propaganda olanaklarını genişletirken, okullar ve dershaneler gibi örgün eğitim alanında da kendi ticari kurallarını belirlemektedir.
DTÖ, ISO standartları altında yürütülen GATS anlaşmalarında, her tür hizmetin uluslararası ticarete, kayıtsız-şartsız açılmasını öngörmektedir. Yani eğitim sektörü de, uluslararası ticarete açılması gereken bir ticari sektör olmalıdır
Oysa Anayasanın her Türkiye vatandaşına tanıdığı bir hak vardır. Bu da, ilkokul çağma gelen herkesin, üniversiteyi bitirinceye kadar, devlet tarafından verilen eğitim olanaklarından adil, eşit ve parasız olarak yararlanma hakkıdır. “Eğitim, herkese eşit ve parasız olarak devlet tarafından sağlanır” biçiminde ifade edilebilecek bir düzen, TKY mantığı içerisinde, “eğitim, para ile satılır ve parası olan bu hizmeti alır” biçiminde özetlenebilen bir sisteme göre yeniden belirlenmek üzere değiştirilmektedir.
Bu yeni düzen, “herkese değil, parası olana eğitim” politikası olarak, bugünden eğitim alanında ne öğrenciler, ne veliler, ne de öğretmenler için kabul edilebilir, ya da kolayca adapte olunabilir bir düzenek olmayacaktır. Boyun eğdirme yöntemleri olarak devreye toplam kalite politikasının “kaliteli eğitim” argümanı, burada devreye girer. Paralı eğitime kimse onay vermezken, kaliteli eğitimi herkes onaylar. Oysa TKY içeriği olarak kaliteli eğitim, paralı eğitimdir. İdeolojik bir manipülasyonla, “kaliteli bir eğitim” için velilerden para toplanması, bu aldatma ile kolaylaşmakta, hatta denetim aracı olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan ve sisteme ilişkin gelişmeyi kontrol etme aracı olan “bilgisayarlı eğitim” düzenini, veliler tarafından verilen paralarla okullara satılması olanaklı hale gelmektedir.
Eğitimin ticarileştirilmesi ve bu ticaretin serbest piyasaya uygun yapılması için okullarda verilen bilgilerin de, satın alınması ve kâra dönüşmesi gerekir. Bunun için, hangi bilginin, nasıl verilmesi gerektiğini belirleyen kural koyucu ISO standardı, MLO (Müfredat Laboratuar Okulları) okullarında, esnek uzmanlaşma içinde değerlendirme yönetimini devreye sokar. Değerlendirmede, sadece öğrencinin başarı puanı olarak kabul edilmesi istenir öğretmenlerden. Oysa TKY’nin bir argümanı olarak “ölçme ve değerlendirme”, aynı zamanda hangi bilginin, ne zaman ve ne kadarının, kaç paraya verileceğine ilişkin kuralları koyarken, öğretmenin de ticari bir hizmeti yaparken esnek çalışma koşullarını gözetim altına alan bir sistem geliştirir. Akreditasyon, (yani değerlendirme ve kredilendirme) sistemini örgütleyen Akreditasyon Yasası ve Uygun Ürün Yasası bu amaçla çıkarılmış ve doğrudan DTÖ’ye bağlı alt örgütlerini, oluşturmuştur. (Yöneticilerini bizzat DTÖ’nün atadığı BDDK, Petrol Piyasası Üst Kurulu, Şeker, Tütün, Enerji piyasaları üst kurulları, TÜRKAK, Eğitim Ve Bilim Üst Kurulu, vs. vs. birer kalite kurulu merkezleri olarak, kendi alanlarına ilişkin yönetmeliklerini çıkarma sürecindedir.) TÜRKAK (Türkiye Akreditasyon Kurulu) ürün yasasına göre üretim teknolojinin yayılmasında ISO kurallarının denetimini yapan en etkin bir kuruluş olarak eğitim standartlarını da belirleyen ve denetleyen bir kuruluştur. Okullarda TÜRKAK’a bağlı olarak TSE tarafından yürütülen kalite çalışmaları, ISO standardında ele alınmıştır. DTÖ’ye bağlı DENETÇİLER de 6 aylık periyotlarla süreci “izlemeye” almıştır. Özellikle teknik üniversitelerde ABET (Amerikan Teknik Eğitim Kuralları) adıyla yürütülen üretim teknolojisine ait kalite sistemi, oradan tüm üniversitelere ve lise-orta-ilk, hatta anaokullarına kadar yayılması planlanan bir sistemin örgüsünü oluşturmaktadır. Aynı zamanda üretim teknolojisinin teknik üniversitelerden sanayiye ve tarıma yayılmasının da teknolojisi buradan üretilir. Üniversite-Sanayi İşbirliği içinde kalite eğitimlerini finanse eden tekeller, TMMOB’yi de içine alarak, vizyonlarını tamamlamayı amaçlamaktadırlar.
Paralel çalışma yürüten YÖK (Yüksek Öğrenim Kurulu) ile Eğitim ve Bilim Üst Kurulu, benzer bir organizasyonla, DTÖ’nün Türkiye’deki alt kuruluşudur ve MEB ise bir koordinasyon kurumu olarak rol oynamaktadır.
Yukarıdan aşağı örgütlenen bu organizasyon, ISO organizasyonudur. Bu makro organizasyonun altında ise, okullara birer birer uygulanan mikro organizasyon olarak kalite teknolojisi, yine ISO standartlarına göre yenilenen bir örgütlenme modeli yapılanmaya başlanır.
Genel olarak elemanları, “performans değerlendirmesi” ile başarılı olmaya koşullanır. Başarı, bireysel olarak aylık ve yıllık performans eğrileriyle, düzenli bir değerlendirmeye tabi tutulur. Başarının kıstası ise, rekabet ve “başarılı” çalışmadır. Yani “müşteriyi memnun etmek”tir. Burada “müşteri” öğrenci ve velisi, “tüccar” ise öğretmen ya da profesördür. Bunun için de saati ve ücreti tartışmayan, sadece aşırı çalışmayla daha çok “kaliteli hizmet” üreterek daha çok kâr getiren, para toplayan verimli bir eleman olmaya koşullandırılır. Buradaki “kaliteli hizmet”, “piyasaya açılacak ve kâr getirecek bir hizmet”tir. Bu arada, koşu atı gibi gözü bağlı durmadan çalışan öğretmenin, ekonomik, demokratik veya sosyal haklarının giderek budanması ve tümünü kaybetmesi tehlikesi karşısında susması, uyumlu, gönüllü ve hevesli bir hizmetkâra dönüşmesi istenmektedir. Bu TKY’nin nihai zaferi olarak esas amacıdır.
Ama sadece ücretleri için mücadele eden veya bazı sosyal hakları için eylem yapan öğretmenin, eğitim alanındaki baskıcı kalite politikaları karşısında sessiz kalmasının tek bir nedeni olabilir, o da en iyimser yaklaşımla örgütünün bu konudaki bilinçsizliği, duyarsızlığı veya örgüt yöneticilerinin ince hesapları, kişisel çıkarlarıdır. Bu hesapların ardından, başta, çok demokratik bir uygulama olarak karşısına çıkan kalite sistemine uygun kurullara katılım ve alınan kararlarda, işçi-işveren uzlaşması temelinde altına imza atacağı uluslararası anlaşmalar gelir.
Şöyle ki; eğitim politikasının yeni düzeninde, yani kaliteye göre yeniden uyarlanmış biçiminde, MEB ve eğitimcilerin örgütleri (sendika vb.), ortak olarak oluşturacağı kalite kurullarında, doğrudan bağlı olduğu DTÖ, Hizmet Ticareti Konseyi, Türkiye Hazine ve Ticaret Müsteşarlığı, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu (EBÜK). Eğitim Denetleme Kurulu, MEB, çeşitli kalite kurulları olarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş bir ticari mekanizmanın tam ortasına düşürülmüş olacaktır. MEB zaten sınıf mücadelesinin bir tarafıdır, eğitimci örgütleri de diğer tarafın örgütü olarak uzlaşmaya çekilmek istenmektedir.
EBÜK’ün diğer alt kurulları olarak; Eğitim Politikalarını Uygulama ve İzleme Kurulu, Ölçme ve Değerlendirme Genel Müdürlüğü. İnsan Kaynakları Yönetimi Genel Merkezi, Eğitim Teknolojisi G.M. vs. gibi organizasyonlar, İSO örgütlenmesi içinde uyarlanmıştır. Müfredat programlarının yenilenmesinde, velilerin kaliteye inandırılmasında ve eğitim sisteminin rekabete açılmasında yönetmelik ve kuralların canla başla uygulayıcısı olacak öğretmenler, kendilerine biçilen misyonun çoğu zaman farkına bile varmayacaktır. Çok demokratik gibi görünen bir döngünün içine düştüğünü ise uygulama safhasında anlayacak, ama bir o kadar da örgütsel bir sıkıntı yaşayacaktır. Çünkü emperyalist bir talanın tam ortasında bulacaktır kendisini.
Bugünden okul müdürleri, MEB il ve ilçe teşkilatları çerçevesinde toplanarak kalite kurulları ve eğitimleri ile TKY’ye adaptasyon eğitimlerinden geçirilmektedir. Kalite kurullarının inşasında önemli roller gerçekleştirmek zorunda kalan okul müdürleri, bazı okullarda öğretmenler de, “uzman” statüsünde bu eğitimlerden geçirilmektedir. Uzmanlar, “kalite uzmanı” olarak, okul çevresindeki sivil toplum örgütleri ve okulların okul aile birliği, öğretmenler kurulu gibi kendi yapıları ile birlikte ortak kurduğu kalite çemberlerinde, bu örgütlerin temsilcilerini kaliteye inandırmak üzere, misyonerlik görevi ile görevlendirilecek ve ardından sertifikalandırılacaktır.
Verilen uzmanlık sertifikasının tek bir amacı olacaktır, daha çok veliyi, öğrenciyi ve öğretmeni, çembere katılan örgüt temsilcilerini kalite sistemine kazanmakla birlikte, veliden daha çok para toplamak, kitle örgütlerini soymak. Tabii ki mahalli sivil toplum örgütleri, hemşeri örgütleri, halkevleri, gençlik dernekleri, vakıflar, mesleki dernekler, spor dernekleri, vs. gibi toplumsal muhalefet odağı haline dönüşebilecek olan örgütlerdir. Okul çevresinde, uzman öğretmen ya da müdürlerin öncülüğünde yürütülecek bir kalite çemberi uygulaması, kalite eğitimi ile bu muhalefeti de içinde eriterek, sistemle çatışabilir olmaktan çıkaracaktır. Böylece yüksek teknoloji harikası bir soygun düzenini, bizzat bu düzenden en çok zarar gören eğitim emekçilerine yaptıracak, hem onları mücadeleden alıkoyacak, hem de soyguna iştirak ederek suçuna ortak edecektir. Dolayısıyla, sonuçta uzmanlık sertifikasının gördüğü iş, eğitim alanını tekellerin kâr alanı olarak açmanın ötesinde bir anlam taşımadığı görülecektir.

OKUL GELİŞTİRME PROJESİNİN İŞLEVİ
Kalite çemberlerinde toplanan paralarla, okula bilgisayar alınacak, dijital videolu kayıt cihazları ile her sınıfı gözetleyecek video kameralar, “kaliteli eğitim” için harcanacak kâğıt ve bant-kaset gibi teçhizatlarla, uzman öğretmen, ilkönce kendisi olmak üzere tüm eğitim sisteminin denetimine olanak sağlayacaktır. Dolayısıyla, öğretmen sınıftaki kürsüsünün denetimini de, uluslararası ticarete ve denetime açmış olacaktır. Böylece uluslararası denetim mekanizması olan ISO kurallarının, ister TSE ile olsun, isterse CE ile düzenli bir akreditasyon yani kredilendirmesinin koşullarını yaratmış olacaktır. Eğitim tekellerinin kârları için uygun bir duruma gelene dek, sürekli bir kontrolün yapılmasını da böylece kendisi üretmiş olacaktır. Çünkü TKY, kalite kontrolün anında ve üretimi yapanın kendisi tarafından geliştirilen bir sistem olarak, öğretmenin her saat, hatta dakikasını boş geçirmemek üzere sürekli sistem için çalışma prensibini dayatır. Boş vakit bırakmamak üzere öğretmenin tüm saatlerini meşgul eder ki, mücadele edecek ya da sosyal bir aktiviteye katılacak zamanı kalmasın. Eğer istenirse, sosyal aktiviteler de eğitimin kalitesi içinde yaratılacaktır.
(Sanayide kalite çemberlerine giren işçilerin birbiri ile konuşacak ya da tuvalete gidecek zamanlarının bile olmamasının ardındaki amacın, aralarındaki tüm diyalogu koparmak ve emeğinin aşırı sömürüsü olduğu, bunu yaşayan her işçinin çok iyi bildiği bir yöntemdir.)
Çalıştığı saat için ve verimliliği oranında ücret alması (esnek ücret), “başarılı” olduğu sürece çalışabilme hakkı kazanması için TKY, öğretmeni sürekli daha çok çalışmaya zorlar. Bunu da her an denetime alır. Hatta başarısını kendine ölçtürerek, başarısının azaldığı anda, işi bırakması için “kendini feda etme” koşullarını yaratmaya çalışır. Yani işten kendisinin ayrılmasını sağlar. Kısa sürede azami emek sömürüsü ile yorarak, erken yıllarda emekliliğini istemesini ister. “Başarı” ise, sadece ve sadece daha çok kâr ettirmek ve işletmesine kazandırmakla ölçülecektir.
Kalite politikasının etkisine giren bir işletme, bir kurum, ya da okul, artık uluslararası ticarete açılmış bir işletmeye dönüşmüştür. Kazançlı olmaktan başka bir hedefi olmayan kurumlara dönüşen okullar, kâr etmiyorsa iflas eder ve kapanır. Öğretmenleri işsiz, öğrencileri eğitimsiz, binaları boş ardiyeler haline gelir.
Ülke genelinde ise, her okulun ticari bir şirkete dönüştüğü eğitim birimlerinin toplamı, ülkenin genel eğitim politikasının, geleceğe yönelik ülke ekonomisine nasıl bir katkıda bulunacağı, artık tartışılmaz. Eğitim sistemi toptan iflas eder. Kapitalizmin kâr mantığına teslim olunmuş ve gençliği çıplak kapitalist çıkarlar adına heba edilmiş olur. Genç işsizler ve işsiz öğretmenler ordusu, işsiz mühendisler ordusuna eklenir. 5 yıllık bir kalite yönetimi uygulaması sonucunda, bugün MEB verilerine göre, yaklaşık 20 bin öğretmen işsizdir ve tayin beklemektedir. IMF’ye verilen taahhütler içinde 2 yıl sonra bunun en az iki katı bir duruma gelinmesi kaçınılmazdır
Bu arada bilgisayar devi Bill Gates, kârını daha çok artırmış, Nokia veya Sony, Ericsson gibi firmalar ihya olmuş, uluslararası eğitim ve denetçi firmaları büyük kârlar elde ederek, yoksul halkı daha da yoksulluğa itmiş olarak, ticaret hadlerini artırmış olurlar. Bill Gates’in Türkçesi yeni yayınlanan “Düşünce Kadar Hızlı Çalışma” adlı kitabı da bir o kadar fazla satılmış olur.

BİR ÖRNEK
Eğitim Sen’in 1998 yılında yaptığı Demokratik Eğitim Kurultayı’nın ardından yayınlanan aynı adlı kitapta 2. Bölüm olarak sunulan “Yönetim Sisteminde Yeniden Yapılanma” bölümünde yer alan, EBÜK (Eğitim ve Bilim Üst Kurulu)’nun işlevlerinden birkaçına bakalım;
“Eğitim ilkelerinde ve hedeflerinde sistemin çalışmalarını uzun dönemli olarak planlamaya olanak sağlayacak bir sürekliliğin oluşturulabilmesi ve eğitimin demokratikleştirilebilmesi amacıyla Eğitim Bakanlığının üstünde, katılımcı bir anlayışla kurulmuş bir Eğitim ve Bilim Üst Kurulu’nun gerekli olduğu düşünülmektedir.
EBÜK, geniş tabanlı ve demokratik seçim yoluyla belirlenmiş temsilcilerin çeşitli tarihlerde bir araya gelmesiyle çalışmalarını sürdürebilecektir.
Bu kurul, eğitimin ana ilkelerini, uzun dönemli hedeflerini belirleyerek, eğitim uygulamalarının ilke ve hedeflere uygunluğu konusunda değerlendirme yapabilme yetkisine sahip olabilecektir.
EBÜK’ün amaçlanan biçimde başarılı olabilmesi ve il, ilçe, okul bağlantısında kurulmuş bir iletişim ağına sahip olması gerektiği düşünülmektedir. Bu kurul 5 yıl için seçilir. Bu kurulda;
– İşçi sendikaları,
– Öğrenci temsilcileri,
– Öğretmen temsilcileri,
– Eğitimciler sendikaları,
– Veli temsilcileri,
– Üniversiteler ve bilim kuruluşları,
– Bakanlık temsilcisi,
– İşveren sendikaları,
– Örgütlü oda ve birlikler,
– Kültür bakanlığı temsilcisi,
– Siyasi parti temsilcileri (gözlemci olarak),
yer alırlar.”

TKY ETKİNLİĞİ İÇİN EĞİTİM DENETLEME KURULU (EDK)
“EDK, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu tarafından kabul edilen ilke ve hedefleri uygulayacak olan Eğitim Bakanlığı’nı denetleyecek bir kurul olarak düşünülmüştür. Bu kurulun denetleme etkinlikleri, Bakanlığın sürekli olarak izlenmesi şeklinde olabileceği gibi, kendilerine gelecek şikâyetleri de değerlendirebilecektir.
Kurul, çeşitli dönemlerde yapacağı denetleme etkinlikleri sonucunda oluşturacağı raporları EBÜK’e sunmalı ve EBÜK’ün kararları doğrultusunda çalışmalarına devam etmelidir.”
EBÜK’ün bileşimine bakıldığında çok demokratik bir oluşum gibi görülebilir. İşçi ve işveren temsilcilerinin mükemmel bir birlikteliği ve katılımı en geniş demokratik yönetim biçimi olarak sunulmaktadır. Bu sunuma bakıp, 1998–2002 yılları arasında eğitim ve ücret politikaları da “çok demokratik bir seyir izlemektedir” diyebiliriz. Gerçekten öyle olduğuna inanan öğrenci ve öğretmenler arasında kaç kişi olduğunu ise, bu raporları hazırlayan üniversite hocalarına sormamız gerekir.
Bu komisyon Raporunu Hazırlayan; Prof. Dr. Meral Tekin, Doç. Dr. İnayet Pehlivan, Yr. Doç. Yasemin Usluel, Doç. Dr. Kazım Karakütük ve çeşitli ilköğretim okullarından 3 ve Anadolu lisesinden 1 eğitimcinin, bu soruya halk ve eğitim emekçileri içinde verilen yanıtın araştırmasına yöneltebiliriz.

BİR BAŞKA ÖRNEK
Eğitimin toplam kaliteye uyarlanmasında, sanayide olduğu gibi, vizyon olarak seçilmiş bazı okullar bu ideolojiye öncülük ederler. Bunlardan biri olan Batı Koleji’nin toplam kalite yönetimi hakkındaki anlayış ve sunum örneği ilginçtir;
“Dünyadaki yeni yönetim anlayışı olarak ülkemizdeki sanayi ve ticaret şirketlerince de başarıyla uygulanan ve verimliliği artırmayı amaçlayan TKY, eğitim yönetimi anlayışımızı belirlemektedir. Çalışanların, velilerin ve öğrencilerin de yönetime belirli kurallar ve kurullar aracılığıyla katılması ile sağlanan bu anlayışın özünde demokratik tavır ve sürekli gelişme vardır.
Mayıs 2001 tarihinde DONE Araştırma Şirketi’nin Batı Koleji velileri ile yüz yüze ve tek tek okul dışında yaptığı anket çalışmasının sonucunda % 97 oranında genel memnuniyet oranı ortaya çıkmıştır.”
Batı Koleji, anlaşılan TKY’nin propagandası için vizyon olarak kullanılan okul örneklerinden biri olarak görevini tam yerine getirmiş ve yeterli puan almıştır. TKY’nin kendini yenileyen sürekli projeler ürettiği okulda, öğrenci-veli ve profesyonellerden oluşan ekip çalışması yapıldığı söylenmektedir. Bu profesyonellerin kimler olduğu ve nereden geldiğini ise, yazının genel çerçevesi içinde yorumlamak gerekir.
Bir öğretmenin başarı puanı, öğrenci ve veliye sorularak, öğretmenin sınıfı üstündeki otoritesi sarsılmıştır. Şikâyet eden öğrenci ile öğretmen ilişkisi dejenere edilmiş ve saygı ve dostluk bağları ortadan kaldırılmıştır.
Aynı okul içindeki sınıflardan biri de vizyon olarak, örnek seçilebilir. Seçilmiş ayrıcalıklı sınıf öğrencileri ile diğer sınıftaki öğrenciler arasında bir rekabet oluşturulur ve sınıflar arası ayrım suni bir dalaşma yaratır. Böylece öğrenciler ve öğretmenler arasındaki birlik bozulmuş, ortak sorunların çözümü, imkânsız hale getirilmiş olur.
Okullar arasında da benzer rekabet koşulları oluşturularak, ayrıcalıklı okullar, üniversiteler ile bunların öğrencileri birbiri ile çeşitli sınavlarla eşitsiz bir rekabete koşulur. Gelecekleri ise, daha derin eşitsizliklere ve kaosa itilir.

SONUÇ
TKY, emeğe genel anlamda bir saldırı mekanizmasıdır. Emeğe, emeğin tarihine, emeğin kültürüne ve sosyal yaşama saldırıdır.
TKY kriterleri, dünya tekellerinin, halklara karşı açtığı tarihin en büyük savaş kriterleridir. Çünkü halkların duygu ve düşüncelerinin sömürüsü ile toplumları arkadan kuşatarak, onları yok etmeye ve çökertmeye hedeflenmiş ideolojik ve politik saldırı taktiğidir.
“Eğitimde Toplam Kalite”, eğitimin, özelleştirilmesi,
piyasaya açılması,
esnek üretime geçilmesi,
tekellerin dolaysız denetimine açılması,
tekeller tarafından her adımının yönlendirilmesi,
plan ve programlarının, tekeller tarafından oluşturulması,
eğitimin kâra endekslenmesi,
ideolojik kuşatma aracı olarak kullanılması,
eğitimcileri, öğrencileri ve velileri birbirine rakip düşmanlar olarak parçalamak,
eğitim araç ve gereçlerinin parçalı ve paralı hale getirilmesi vs. vs, demektir. Ki, piyasa koşullarına uygun bir hizmet üretimi olarak amacının değişmesidir.
“Eğitimde kalite”nin gerçek anlamda tek bir amacı vardır: Kârlı eğitim işletmeciliği… Bundan 20–30 yıl önce, eğitimin tümüyle piyasa malı haline gelmediği bir dönemde olsaydı, eğitimde kaliteden bahsederken, “kaliteli bir eğitim”in anlamını, toplumun gelişimi içinde önemli bir dinamik güç oluşturan çocuk ve gençlerin, ardı sıra halkın tümünün, kendi geleceğine ilişkin bağımsız ve özgür bir toplum yaratma amacıyla, toplumu geliştirici kültürel ve bilimsel faaliyetlerin toplamı olan bir metodolojiden bahsedebilirdik. Gençlerimizi ve çocuklarımızı, toplumun çıkarları ve halkın yararına ekonomiyi ve sosyal yaşamı daha ileri götürecek bir nesil olarak yetiştirmekten bahsedebilirdik. Ama bunun için toplumun, bağımsız, demokratik ve sosyal gelişimini ilerletecek bir plana ve programa, bu planı yürütecek bağımsız kurumlara sahip olması gerekirdi. Kısacası ekonomik olarak bağımsız bir ülke halkının ve gençliğinin eğitimi için, kaliteli bir eğitimden reel anlamda bahsedebilirdik. Bunu gerçekleştirmek için eğitim çalışması yapılabilir ve gerçek bir kalite yakalanabilirdi.
Mali ve ekonomik alanlardaki tüm denetim ve planlama, tümüyle IMF’nin eline geçmiş, tekelci sermayeye bağımlılık her alanda iyice pekiştirilmiş bir ülke kalkınması ya da eğitiminin kaliteli olması, tekellere entegrasyon sürecine uyumun alt yapısını örmek amacından başka bir amaca hizmet edemez. Bu süreç için, kalite ve kaliteli eğitim politikası gündeme getirilmektedir. Bu politika ile emperyalizme olan bağımlılık daha da pekiştirilmiş olacaktır. Taze beyinler, ele geçirilmiş ya da yok edilmiş olacaktır.
“Bilgi çağını yakalamak” olarak lanse edilen “yeni dünya düzeni”nde, bilgiyi ellerinde toplayan tekeller, her türden bilgi kırıntısını bile, ticari kâr amacıyla, egemenlik kurdukları ülkelere satmaktan başka bir şey düşünmemektedirler. Bu amaçla her ülkede, bilgisayar ve network ağları kurarak, her kıpırdanışı gözetim altına alarak, kendi sistemlerini, kalite sistemi adıyla kurmak üzere, esaret zincirleri örmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bilgi aktarımı olan eğitimin, ticari kâr amaçlı olarak ve tekellerin çıkarları gözetilerek yeni düzenlemelere tabi tutulması, “eğitimde kalite” olarak tanımlanmaktadır. Nasıl bir bilginin verileceği, kitaplarda hangi tür bilgilerin okutulacağının düzenlemesi, bilgi merkezlerinin denetimine açılacak ve satın alınmak zorunda bırakılacaktır.

ÇALIŞMA KOŞULLARINDA ESNEKLİK
ISO kuralları içinde, (TSE veya CE’de aynı işlevi görmektedir) esnek üretim, eğitim sisteminde parçalı ve parça başı ücretli ve esnek zamanlı çalışma koşullarını ve eğitim olanaklarını dayatıyor.
TKY’nin kalite eğitimleri ile eğitim hizmetleri sektöründe çalışanların tümü esnek üretim sürecine girmiş olur. Yani bugüne kadar kazanılmış tüm haklarından, örgütsel gücünden ve sosyal olanaklarından vazgeçmeye adım atılmış olur. Çünkü kaliteli eğitimi almaya başlamıştır. Dolayısıyla ISO, uluslararası tekellerin yasasına göre eğitim ahlâkını değiştirmeye ve öğrencilerine vereceği derslerde de bunu uygulamaya başlamış olacaktır. Böylece öğretmenler, tüm yasal ve sosyal haklarının birer birer kaybedilmesine de onay vermiş demektir. Çünkü ‘kalite’nin girdiği yerde uluslararası ve ulusal eski yasaların değeri yavaş yavaş ortadan kaldırılmaya, insani değerler ve sosyal ihtiyaçlara göre üretim ahlâkı tanınmaz ve kullanılmaz hale gelmeye başlar. Bunların bir çırpıda olması mümkün değildir, ama hedefte çıplak kapitalist ilişkiler kalması için çok iyi örgütlenmiş bir politik güç sarmalı ve baskısı gelişir.
Önce hizmetin, yani eğitimin, serbest piyasaya açılma koşulları olan paralı eğitim başlar. Devlet desteği, belli bir süreç sonunda tümüyle kaldırılır. Ardından, sınıflar ve okullar arasında rekabetin kuralları işlemeye başlar.
Örgütsel kurumlar ve kurullar, sivil toplum örgütleri kapsamında, sisteme uygun ve sosyal hizmet üretiminin “kaliteli olması” gibi bir koşula göre yeniden dizayn edilir. Yani sınıflar arası uyum, daha verimli hizmet, standarda ayak uydurma gibi şablonlar, ideolojik propagandaların ardı sıra okullara ve örgütlere yerleştirilir.
Öğretmenler ve veliler yanı sıra öğrenciler arası bir yarış başlatılır. Öğretmenler ve öğrenciler için başarı puanlamaları, veliler için daha çok ödeme ayrıcalıkları ve teşvikleri başlar.
İşletme haline getirilen okullar ve üniversitelerde çalışma koşulları esnek çalışmaya göre şekillenmeye başlar. “Ürettiğin kadar kaydet ve puan al, ücret iste” prensibi, acımasız bir öğütme çarkını işleme koyar.
“Kaliteli eğitim”in sonuç ve hedefindeki yaptırımları kısaca özetlersek;
1- İş güvencesi ortadan kalkar, 1475 ya da 657 sayılı yasalar (kural adına, emekçilerin haklarını koruma adına ne varsa) teker teker belirli bir süreç içinde lağvedilir. Performansa göre ücret ve istihdam ortaya çıkar. Bugünden, Personel Rejimi Yasası ve Norm Kadro uygulamaları gündeme getirilmektedir. Sicil şeffaflığı prensibine göre verimlilik ölçümleri, “Ölçme ve Değerlendirme Kurullarında” uluslararası denetime açılır.
2- İş saatleri, süreleri esnetilir, ihtiyaca göre uzar veya kısalır, ya da geniş zamana yayılır.
3- Sosyal hakların güvencesi ortadan kalkar,
4- Aşırı bir çalışma ve yorgunluk ki tekellerin kârları ve sistemleri için, başka hiçbir sosyal alana yönelemeyecek kadar çalışanı zorlamaya başlar, aşırı sömürü devreye girer. Eğitimci, çalışmak, daha çok çalışmak ve uluslararası eğitim tekellerinin denetimine ve çıkarlarına uygun hale gelene kadar çalışmaktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Kâr mantığı her anını ve adımını işgal eder.
5- Ücret, kalite sisteminde, performansa göre değerlendirilir. Sisteme en iyi biat edenler ve iyi para kazandıranlar biraz daha iyice ücret alırken, düşük performanslı olanlar, hiçbir hak verilmeden atılır. Ücretlerin nispi olarak sürekli düşeceği ve giderek yoksullaşacağı bir sisteme katlanmak zorunda kalınır.
6- Sendikal yapıyı çökerten, sınıfsal mücadelenin de altını oyan veya boşaltan yöntemler geliştirilmeye başlar. Bu alanda önce bir kuralsızlık ortaya çıkar. Ama kurallar, ISO tarafından çok sıkı olarak belirlenmiştir, bunun dışına taşan her şey kuralsızlık olarak düşündürülür, sisteme ait yaratılan boşluklar ve çarpıklıklar, kendinden menkul gibi görülmeye başlanır. Hatta bunun suçu eğitim emekçilerine yıkılır.
Sistem dışı olanların, uyumsuz ve anarşist, hatta terörist ilan edilmesi, sisteme muhalefetin de önünü kesmeye yöneliktir.
Örneğin ABD ve Avrupa sendikal konfederasyonlarının merkezleri, kalite sistemine tam biat etme üzerine yeniden şekillendirilmiştir. Uluslararası sendikal birliklerden kredi alarak onların denetiminde yürütülen eğitim çalışmalarının tümü, esnek üretim sisteminin içinde düşünülmelidir. Çünkü AB veya ABD sendikacılığı, ideolojik ve politik olarak kalite sistemine karşı çıkmayan ve onun gelişimini destekleyen kurumlara (kredi verir) dönüştürülmüştür. Hatta been-marking sistemi denen think-thank “bilgi” merkezlerinde, yani çokuluslu tekellerin düşünce üreten kurullarına, bu sendikalardan da temsilciler katılır ve onlarla ortak düşünce üretirler. Sınıf mücadelesinin, anti-emperyalist mücadelenin nasıl önleneceğine ilişkin değerli bilgileriyle bu kurumlara destek olurlar. Bu bilgi merkezleri, tekellerin, ülkelerin bağımsız ve doğal gelişimine müdahale etmek üzere plan ve proje üreten merkezleri durumundadırlar.
7- Marka politikası, henüz Türkiye’ye eğitim alanında yeterince girmemiştir, ama gidişatı görmek için diğer sektörlere bakmak yeterlidir. Kısmen, Sabancı, Koç gibi holdinglere ait okulları ve üniversitelerin, nispi olarak liberal eğitime ayak atıldığı biçiminde yorumlasak da, bu henüz genelleşmemiştir. Yani amaçlandığı gibi, her eğitim kurumu, şu ya da bu tekelin, yani markanın projesi içinde yer alarak ayakta kalabilecek duruma henüz gelmemiştir. Ama üniversite sınavına hazırlanmak isteyen gençler için dershanelerin kapısını aşındırma politikası çoktan yerleşmiştir. Üniversiteye öğrenci sokma yarışında dershaneler arası rekabet alabildiğine artmıştır.
MEB’e bağlı okullar ve üniversiteler arasında da benzer bir yarışın koşulları oluşmaya başlamıştır. Anadolu ve Fen liseleri ile düz liseler arası yarışta öğrenciler yeteri kadar bölünmüştür ve eşitsizliğe uğratılmaktadır.
Uruguay Raundu antlaşmalarında, imza atılan en önemli konulardan biri, “fikri mülkiyet hakları”dır. Bu fikri müdahalenin patent ve kota antlaşmaları ile proje geliştiren kurumların en önemlilerinden biri olan eğitim kurumlarında, belli eğitim tekelleri eliyle yürütüleceği; ODTÜ’deki fikri projelerden, TÜBİTAK’ın geldiği yere, ürün yasasından akreditasyon kurumlaşmalarına kadar bakılarak kolayca görülebilir. Yani belli eğitim tekellerinin markalarına göre örgütlenen (uluslararası dev eğitim tekellerinin markalarına göre) bir eğitim politikasının alt yapısı, bugünden örülmektedir. Yatırımcı şirketlerin övgüsüyle başarılı okullar ve öğrencileri arasında yarış kışkırtılmaya başlayacaktır. 2004 yılında tamamlanacağı sözü verilen, AB’ye uyum politikasının en önemli halkası olarak eğitime verilen önem burada net olarak dile getirilmektedir. AB’ye uyum ile, ABD’ye iman birbirinin izdüşümü olan entegre bir politikadır. Dolayısıyla, AB’ye uyum adıyla yürütülen politikanın ABD tekellerinin ihtiyaçlarına göre nasıl düzenleneceği ileriki yıllarda daha net görülecektir.
8- Kalite sisteminin önemli kurallarından biri “izlenebilirlik”tir. Bu izleme ve denetleme, belki polisiye bir izleme değildir, ama ondan çok daha detaylı ve incelikli bir izleme tekniğinin hayata geçmesi demektir. Eğitimci ve eğittikleri, her gün ve her saat, tam bir izlemeye alınır. Kimin, nerede, ne yaptığı, nasıl yaptığı, ne söylediği, ne düşündüğü, ne hissettiği, duyumsal özellikleri, duyarlı olduğu konular, eğilimleri, ilişkileri, vs. vs. tümüyle kayıtlara geçirilir. Öğretmenin enerjisi, sinerjisi, ne kadar mantıklı ya da duygusal olduğuna ilişkin ölçümler yapılır. Bu kayıtlar da bilgisayarlarla izlemeye alınır. Sistem (TKY) çok kapsamlı bir izleme ve denetlemeye tabi olan toplumsal bir izleme yöntemi olduğu halde, dışarıdan çok açıkça fark edilmez. İşyerlerinde kalite yönetiminin başlangıcında yapılan anketlerin, ne amaçla yapıldığı açıkça görülmez. Kalite eğitimlerine ise, “yararlı olabilir” diye bakılır. Çünkü çoğu zaman teknolojinin bir gereği olarak sunulmuş ve kitleler ikna edilmiştir. Sisteme adaptasyon eğitimleri içinde yer alan bu motivasyon eğitimleri, tüm işletmelere, okullara ve kurumlara çok disiplinli ve sürekli olarak uygulanır. Eski çalışanlar kalite eğitimlerine alınarak yürütülen adaptasyon, yeni gelenlere veya eğitimcinin öğrencisine uygulayacağı motivasyon eğitimleri ile sürekli pompalanır. “Kalite için eğitim” olarak sunulduğu için de kimse ses çıkaramaz, çünkü birçok uygulama, net olarak eskisinden ayırt edilmemekte, “eğitimin sorunlarına çare olacak” diye bakılmaktadır. Çalışanlar, nasıl bir tuzağa düşürüldüklerini anlamakta güçlük çekerler.
9- Kalite eğitimi, uluslararası tekellere kâr ve daha çok kâr sağlamaya yönelik bir eğitim politikasının yaygınlaşması için, denetimi ve verimliliği artıran sisteme (ISO sistemi) adaptasyon eğitimidir. Bu sistemle, yabancı eğitim şirketleri veya ortağı olan şirketler, hem satın alacakları birer özel işletme haline getirmek istedikleri kurumları (okul, üniversite, kreş, Öğretmenevi, hastane, vs.) sözde ıslah etmektedirler, hem de kârlı birer işletme haline getirmektedirler. Bunun ön hazırlığını da bizzat bu kurumlarda çalışan eğitimcilere yaptırmaktadırlar.
Dolayısıyla, eğitimci, hiçbir biçimde egemen olamayacağı bir hizmetle, tümüyle işine yabancılaşmak ve asıl amacından da uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Çünkü eğitime genel bütçeden ödenen katkının, tümüyle ortadan kaldırılması ve öğretmenin kendi ücretini de veliden alınan katkı paylarıyla okul yönetimlerince ödenmesi, Dünya Bankası’nın dayatmalarından biri olarak, öğretmene varolabilmek için para toplamaktan başka bir amaç bırakmaz. Ve kendi ücretini çıkarabilmek için veliden para almaya zorlanan öğretmen, halkın çocuklarını eğiten bir eğitimci olarak, onmaz manevi zararlara uğrayacaktır. Ki bu zarar, maddi olarak göreceği zarara göre çok daha derinden yaşayacağı bir manevi yıkıma yol açacaktır. Ülkesine ve halkına karşı yürüttüğü düşmanca tutumun farkına vardığında ise iş işten çoktan geçmiş olacağı için, kendi sorunlarıyla yalnız kalacak ve ruhsal çöküntü yaşayacaktır.
10- Kalite sisteminin kuralları içinde yer alan “müşteri mutluluğu”, iç müşteri mutluluğu olarak, aynı işyerinde çalışan öğretmenleri birbirine denetleten ve aralarında rekabet kuralları getirirken, birbirini elemeyi koşullar, dış müşteri mutluluğu ile velinin mutlu edilmesi ile daha kolay nasıl soyulacağı planlanır. İç müşteri, eğitim elemanları arasındaki karşılıklı ilişkilerde, birbirine karşı kışkırtılmış ve birbirinden koparılmış, olarak öğretmenler arasındaki tüm dayanışmayı yok etmeye yönelik çok sinsi bir metot olarak geliştirilmiştir.
Çünkü “yönetime katılma” adı altında yürütülen “öneri verme” taktikleri ile birbirini yönetime şikâyet etme ve birbirinin ayağını kaydırma yöntemiyle işte kalmak zorunda kalacaktır. Sisteme karşı çıkanların tecrit edilerek toplumdan soyutlanması, bizzat en yakın arkadaşlarına yaptırılacaktır. TV kanalındaki “en zayıf halka kim?” yarışması, tüm işyerlerine entegre edilecek bir kalite yönetimi örneğidir.

TEKELLERİN ÇIKARLARI İÇİN DEĞİL HALKIN İHTİYAÇLARI VE ÜLKENİN ÇIKARLARI İÇİN EĞİTİM
TKY ile halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması amaçlı bir ekonomi yerine doğrudan uluslararası tekellerin kârlarını artırmaya göre şekillenen bir yapılanma öngörülüyor. Bunun gibi, bugüne kadar tartışılan “halktan kopuk eğitim”, TKY etkisinde yürütülen eğitim anlayışıyla tümüyle halktan ve ulusal geleceğimizden kopuk ve yabancı bir sisteme entegre edilmektedir. Bu sistem, kalite sistemi olarak kabul ettirilen ve esnek üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ekonomi-politikanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dizayn edilmektedir. ISO–9000 kalite standardına göre eğitimin yeniden örgütlenmesi, esnek üretimin politikasına ve buna göre gelişen teknolojiye uygun bir nesil yetiştirmek üzere eğitimde yeniden yapılanmayı hedefler. Çünkü esnek üretim teknolojisi, bugüne kadar varolan kamusal üretim teknolojisinden tümüyle farklıdır. Eğitim, plansız ve dengesiz bir kapitalist krizler sürecinin girdabına terkedilmiş, tekellerin insafına ve çıkarına göre değişken ve tutarsızlıklar içeren bir ekonomi-politikanın ihtiyaçları yönünde şekillenecektir.
Eğitim sisteminin tümünü bozguna uğratmayı hedefleyen bir sistem olarak kalite sistemine uygun eğitim, bu nedenle tümüyle reddedilmelidir.
Yerine konacak eğitim ise,
* Halk için eğitim, eşit, adil ve parasız eğitim talebidir.
* TKY amaçlı yürütülen propagandanın ideolojik saldırısına karşı, ideolojik bir mücadeleyi içeren bir eğitim politikası yürütülmelidir. Eğitimin para kazanmanın bir aracı olmaktan fikren karşı çıkılmalıdır.
* Kalite (kâr) ahlâkı değil, halkçı bir ahlâk ve anlayış öne çıkarılmalıdır.
* Kalite adına oluşturulmaya çalışılan kurullara ve eğitimlere katılmama konusunda örgütlü bir mücadele başlatılmalı ve gerekçesi açıkça söylenerek yürütülmelidir. “Esnek çalışma istemiyoruz.”
* Paralı ve parçalı eğitime karşı sendikal mücadele, her eğitimci için vazgeçilmez bir görev haline gelmelidir. “Kayıt”, “yardım”, “bağış”, vs. adları altında para toplanmasına şiddetle karşı çıkılmalıdır. Öğrenciler için seçilen kitapların içeriği tartışılmalı, gereksiz kırtasiye masrafları yaptırılmamalı, bu konularda gerçekten demokratik bir tutum izlenmelidir.
* Okul Aile Birlikleri demokratikleştirilmeli, Okul Aile Birlikleri yoksul çocukların eğitim masraflarını üstlenmeli, ama “yardım” adı altında okulları satın alma hevesinde olan kişi ve kuruluşların amaçları teşhir edilmelidir.
* Öğrenci Velileri Dernekleri’nin her semtte ve ilde örgütlenmesi, bu nedenle çok önemlidir.
* Kalite politikasının, kapitalist işletme haline getirmeye çalıştığı okul ve üniversitelerin, öğretmen kurullarında veya öğretim elemanları sendika şubelerinde, ülkenin geleceği tartışılmalıdır.
* Eğitimde, tüm okullarda, kalite sistemine ilişkin gerçekler öğrencilere anlatılmalı, ülke çıkarlarını korumak ve kendi geleceğini görmek amacında olan öğrencilere destek olacak bir eğitimin nasıl olacağı tartışılmalıdır.
* Öğretmenler, “okul geliştirme projesi” olarak yürütülen kalite çalışmalarının reddini de üstlenmeli, bu projelerin amacının okulu geliştirmek değil, iflas ettirmek olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
* Performans değerlendirmesi olabilecek kayıtlara ve anketlere karşı duyarlılığı artıracak çalışma yürütmelidir. Sicil kayıtlarının şeffaflığı adı altında yürütülen performans değerlendirme politikasının amacı açıklanmalıdır.
* Kalite sistemine karşı mücadele kararı alan son KESK Kongre kararlarının hayata geçirilmesinde sendikaya sahip çıkanların sayısının arttırılması ve örgütlü çalışmanın önemi, her zamankinden daha büyük ihtiyaç haline gelmiştir.
* TKY’nin, sendikal örgütlülüğü parçalamaya ve amacından saptırmaya yönelik bir saldırı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Örgütün pekiştirilmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak en başta gelmektedir. Çünkü bireysel çabalar geçici ve kısa sürelidir. Özellikle böylesi topyekûn bir saldırı döneminde, iki ayrı sendika çatısı altında bölünmüşlüğün hiçbir gereği yokken, sendikalar arası birliğe özel önem verilmelidir.
* Varolan ekonomik ve demokratik hakların korunmasının yolu olan sendikal mücadelenin TKY ile altının boşaltılmasına karşı bilinçli ve uyanık bir mücadele yürütmek gerekir. TKY’nin, uluslararası sendikal örgütleri olduğu gibi ulusal sendika hareketini de, kendi çıkarları yönünde, bu sistemle uyumlu bir uzlaşma platformuna çevirmenin politikası olduğu akıldan çıkarılmayarak, “kendi gücüne güven” prensibi öne çıkarılmalıdır. Sendikaların, kalite kurullarının ayakları haline getirilmesi, “Bilim Kurulu” adıyla yürütülen tuzaklardan uzak durması, sisteme biat etmekten vazgeçmesi için bilinçli bir sınıf mücadelesi yürütülmesi çok önemlidir.
* Kalite sistemine kapılarını açmış bir okul idaresinde, müdür ve yardımcıları işveren konumda, öğretmenin patronu olarak karşısına çıkacaktır. Oysa kalite politikası “gönüllülük” üstüne oturur. Müdürlerin de bu politikaya karşı çıkması gerekir. Çünkü onların çıkarlarına da ters düşen düşmanca bir saldırıdır. Ama kalite sistemine kazanılmış bir müdür, işletme haline getirdiği kurumunda bir patrondur artık ve ona, emek cephesinin güçleri içinde kalan öğretmenler, sınıf mücadelesinin bir tarafı gözüyle bakacaktır. Çünkü değerlendirmeyi ve ücretini ya da işte kalıp kalmayacağını, müdür belirleyecektir.
Ama duyarlı, bilinçli ve yurtsever bir müdürün de, kalite sistemini reddetmesi ve ona karşı koyması mümkün ve gereklidir.
* Sendikal mücadele, günümüz şartlarında, hiçbir dönemde olmadığı kadar siyasi bir içerik taşır. Öğrenci ve veliden para toplamamak, kalite kurullarına ya da eğitimlerine katılmamak, kalite adına anket yapmamak, performans değerlendirmesine katılmamak vs. siyasi bir tavır, emperyalizme karşı bayrak açan bir tutumdur. Para toplanan okul, bu işi yürüten müdür, öğretmen, para veren veli, tekellerin düzenine boyun eğmeyi kabullenmiş demektir.
* Kamu Sendikaları Toplu İş Görüşmeleri sürecinde, sadece ücrete bağlı bir mücadeleye yönelen memur hareketi, içeriğinin yeterince tartışılmadığı müzakereler sonucunun, önemli zaaflar taşıdığı düşünülmelidir. Sicil yönetmeliği, norm kadro ve kamu personel rejimi yasasına ilişkin yönetmeliklerle, doğrudan IMF politikalarını uyuma açtığı eğitim ve diğer hizmet sektörlerinde, yönetmelikler ve uygulamalar, ücreti hiçbir garantiye almazken, yapılan anlaşmanın şimdiden geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır. Hükümetler değişse bile yönetmelikler belirleyici olacak ve standartlar geçerli olacaktır.
Kamu-Sen, toplu görüşmelerin yeterince tartışılmadığını protesto ederek açıklarken, KESK, tartışmayı örtme eğilimiyle, bu süreçte geri bir adım atmıştır. Çünkü IMF veya AB’ye Uyum Yasaları, Uygun Ürün Yasası ile akreditasyon yasaları çerçevesinde oluşturulacak yönetmeliklerle, esnek ücret uygulamaya geçilecek ve bu yönetmelikler kanun hükmünde sayılacaktır. TKY politikası çerçevesinde yayımlanan yönetmelikler, toplu görüşmelerde alınan kararları boşa düşürecek yapıda olacaktır. Hele kalite kurullarına katılan Eğitim-Sen veya Kamu-Sen yöneticileri, ticari eğitim tekellerinin her isteğine boyun eğmek zorunda kalacaktır.
* Sendikalar, özellikle eğitimle ilgili sendikalar, Eğitim ve Bilim Üst Kurulu’nun bölgelerde oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin toplamı olan kalite kurullarının gerçek amacını halka anlatmalıdır. Bu uygulamanın dışında kalmalı ve teşhir etmelidir. Yoksa tekellerin taşeronluğunu üstlenmiş olmaktan dolayı, halka karşı suçlu konuma düşer.

EK–1
Amerikalı R. Podrol’un 1966’da hükümetine verdiği rapordan, Türkiyeli memurlar için bazı saptamaları:
“Türk memurlarının kişisel özellikleri şunlardır:
1- Kişisel inisiyatifleri yoktur, yukarıdan emir beklerler.
2- Son derece merkeziyetçidirler, sorumluluktan korkarlar.
3- İstihbarat ve muhabere kabiliyetleri zayıftır.
4-Statükocudurlar. Saygı görürler, fakat bu, korkunun sonucu olan bir saygıdır. Sosyal prestij sağlayan üst kademe memuriyetleri, Siyasal Bilgiler, Hukuk ve iktisat Fakültelerinin tekelindedir. Bu nedenle bu fakültelere fazla tehacüm vardır. Az maaş almalarına rağmen, idareciler bu görevlerinde kalmayı tercih ederler. Bu mevkilerden atılmamak için de son derece tutucu, statükocu, siyasal iktidara uygun birer icracı olurlar.
5- Mahremiyetin anlamını bilmezler, kapılarını, dolaplarını daima açık tutarlar.
6- Batılı olduklarına inanırlar. Kendilerini batılı saydıkları için, batıdan gelen etkilere çok açıktırlar. Bu nedenle, yerli uzmanlarının tavsiyelerine dudak büktükleri halde, aynı tavsiyeler batılı bir yabancı tarafından yapılınca can kulağıyla dinlerler, hayranlık gösterirler. Bu hususa dikkat etmeli, bundan faydalanmalıyız.
7- Öğrenme ve gelişme istekleri mevcuttur. Yalnız bu istek, bir eğitim biçimine sokulunca, kendi yetersizlikleri anlaşılır korkusuna kapıldıkları için, eğitimi, küçük memurlara has bir iş sayarlar. Kendilerine yapılacak eğitimin, seminer, konferans adı altında verilmesinden yanadırlar.”

EK–2
Yabancı uzmanların Türkiye’ye yoğun olarak girmeye başladığı ’60’lı yıllardan sonra, 1964’de Başbakan İsmet İnönü’nün bir Bakanlar Kurulu toplantısındaki konuşmasından kısa aktarmalar, “uzman”ın gerçek anlamını ortaya koyan bir görüntüyü net olarak verir;
“Daha bağımsız ve şahsiyetli bir dış politika istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlerime havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalar yapacaklar, teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. 0 olmazsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. Muvaffak olamazlarsa karşı tedbir alıyorlar.
Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurumdan önce, Amerikan Sefirinden öğreniyorum.
Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış, derdimize deva olacak bir tek rapor getirmediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak gene kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam, “avara-kasnak gibi” de dolaşmıyorlar ya? Elbette kendileri için önemli marifetleri var.
İstiklal savaşından sonra Lozan Barış Anlaşması’nda, asıl mücadele, bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durumdu. Tazminat işini iki devlet (Yunan-Türk) aramızda hallederdik. Bütün mücadele, idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için, büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar. Biz onların niçin ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar da bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler.
Peygamber edasıyla, size dünyalar vaat ederler, imzayı attınız mı, ertesi günü gelmişlerdir bile. Personel gelmiştir, teçhizat gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazımdır. Yoksa bağımsız dış politikadan bahsedilemez. Hatta iç politikada bile bağımsızlık düşünülemez. Yapamazsınız bağımsız politika. Havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay istir bunlardan kurtulmak…”

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑