12 Eylül’den bu yana gençliğin siyasete katılımının düşük olduğu, çokça söylenen ve kabul edilen bir olgu. Zaten, artık iyice belirgin biçimde ortada olan bir gerçek, 12 Eylül’ün en büyük amaçlarından ve sonuçlarından birinin bu olduğudur. Oysa gençliği kazanmanın geleceği kazanmanın güvencesi olduğunu bilen her siyasi akım, gençliğin desteğini arkasına almaya her zaman çalıştığı gibi, bugün de sağcısı, “solcusu”, dincisi bütün düzen partileri ile gençliği emek ve demokrasiden yana bir mücadeleye kazanmak isteyen bütün akımlar, gençliğin siyasi bir konum kazanmasına çalışıyor.
Egemen sınıflar, önce baskı altına alarak, sonra da siyaseti “kirli” bir iş olarak göstererek, gençliğin aktif olarak politikanın içinde yer almaktan kaçınmasını sağladılar. Burjuva politikasının kirli bir iş olduğu doğrudur ve burjuva politikasının sürdürülebilmesi için küçük bir azınlığın siyasileşmesi, geri kalan çoğunluğun ise, onlara güvenmek ve destek vermekten ibaret bir “siyasi hayatı” olması yeterlidir. Gençliğin kendi bağımsız hareketini yaratarak geleceğine ve ülkenin kaderine müdahale etmeye girişmesi ve kaçınılmaz olarak da yeniyi ve geleceği temsil eden işçi sınıfının saflarında bir politik konum edinmesi ise, “siyaset” ve “gençlik” kavramlarının burjuvazi için “tehlikeli” bileşimini oluşturur.
Gençliğin siyasi katılımının düşük olmasından sorumlu olanların, bundan rahatsız oluyor gibi yapmaları, “genç” ve gençliğe şirin görünmeye çalışmaları paradoksunun altında yatan neden, kısaca budur.
Egemen sınıflar cephesinde durum böyle olmasına karşın, gençlerin elbette siyasetle ilişkileri vardır; çeşitli partilere, örgütlere üye olmaya ve en aktif olarak da sosyalizm akımının temsilcisi olarak bilinen örgütlerde çalışma yürütmeye varana dek, bir katılımın öznesidirler. Bu yazıda, günümüzde, ülkedeki siyasi parti ve örgütlerin gençliğe dönük politikaları ve gençlerin, özellikle de politikayla en içli dışlı kesimi olan üniversiteli gençlerin politikanın yürütülüşünde oynadıkları rol incelenmeye çalışılacak.
Düzen partileri ve gençlik içinde en etkili olarak görülenleri olan CHP ve AKP de, birkaç yıl öncesine kadar olduğundan farklı olarak, artık, gençliğin partilerine bağlı, görece bağımsız örgütlere sahip olmalarına katlanamaz hale geldiler. Bunun yerine, gençlerden edilgen bir “destek” almayı amaçlayan politikalar yürütüyorlar.
Bunun yanında, gençliğin, kendi ilerici demokratik çıkarlarını hayata geçirmek üzere kurduğu ve yer aldığı kimi örgütler, bu yazıda, özellikle gençlik ve halk hareketinin dışındaki etmenler tarafından belirlenen politik ortam içinde değerlendirilmeye çalışılacak. Anti-emperyalist, kitlesel bir gençlik hareketinin yaratılmasını ve bunun devrimci işçi sınıfı hareketine bağlanmasını kendine başlıca görev edinen Emek Gençliği’nin politik platformunun yanında, harekete zarar veren başlıca akımlar olarak Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF), TKP ve otonomcu/küreselleşme karşıtı eğilimlere yer verilecek.
DÜZEN PARTİLERİNDE “GENÇLİK” MODASI
Geride bıraktığımız seçim döneminin bir özelliği de, düzen partilerinin gençlik söylemini en yoğun olarak kullandıkları dönem olmasıydı. Hem yitirdikleri güveni yeniden kazanmak için vitrinlerinde genç yüzleri bulundurma kaygısıyla, hem de ilk kez seçime katılacak birkaç milyon yeni oydan büyük bir pay kapmak amacıyla, “gençlik”, dillerinden düşmedi. Erbakan’ın, Kutan’ın başını çektiği Milli Görüş’ten ayrılan “gençlerin” partisi olarak ortaya çıktı AKP. Ülkeyi yönetmekten aciz yaşlı ve hasta bir adamın partisinden ayrılan Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem ekibi de, yeni bir partiye yelken açtılar. Kemal Derviş, Amerika deneyiminin de katkısıyla, ülkenin gençlik ihtiyacını tespit etti. Çatık kaslarıyla bol vaatler dağıtan işadamı Cem Uzan, kendisinden ve servetinden ibaret partisine Genç Parti adını taktı, “gençlere yol verilmesini” istemeye başladı. Burjuva politika sahnesi bir gençlik iksiri içmişti de, gençliğin bu furyada yeri neydi?
Burada sayılan ve sayılmayan tüm sermaye partileri, bilindiği gibi aynı IMF programının savunucusudur. Gençliğin gelecek güvencesini tümden yok eden ve işsizliğe, eğitimsizliğe mahkûm edenler de bunlardan başkası değildir. Daha fazla yoksulluk ve ölüm pahasına, kardeş bir halka karşı ABD’nin açacağı savaşta rol almak ve gençleri savaşa sürmek, hepsinin hayallerini süslemektedir. Gençliğin karşısına geçip ona verecek bir şeyleri varmış gibi konuşmaları ise, yüzsüzlükten başka bir şeyle açıklanamaz.
Gençlik içinde herhalde en fazla etkisi olan partiler, kendilerini yenilemenin gereklerini en iyi yerine getiren ve ülkenin içine sürüklendiği batağın sorumluluğundan en uzak durmayı başaranlar AKP, CHP ve GP oldular.
CHP’nin, gençliğin özellikle kentli öğrenci kesimleri üstünde güçlü bir etkisi olduğu biliniyor. Bunun belli başlı birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Her şeyden önce, ülkenin kurucusu olan ve bugün de kendi adıyla anılan, ilerici bilinen bir fikirler dizisi bulunan tarihi kişilik olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün etkisini saymak gerekir. CHP, yalnız Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olmakla değil, Atatürk yaşasa uygulayacağı tahmin edilen politikaların savunucusu olduğu için, böyle bir saygınlığa sahiptir. Bir diğer önemli neden, gençliğin çoğunluğunun, batıcı bir modernleşmeden yana olmaları, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin gelişmiş ülkeler olarak Türkiye için de başarılı örnekler olduğunu düşünmeleri, hatta oralara gidip yaşamak idealine sahip olmalarıdır. Birkaç yıl önceye kadar ANAP’ın oynadığı role soyunan ve Kemal Derviş’i ithal eden CHP, Batı uygarlığına yakın görünmek, onunla ilişkilerini iyi tutmak gibi özelliklerin temsilcisi olarak görülüyor. Dünyanın kanını emen emperyalist ülkelerin şirin, örnek ve iyi niyetli ülkeler olarak algılanmalarının altında yatan, geçen iki yüzyıl boyunca sahne oldukları demokrasi mücadelesinin sonuçlan ve daha da ilginci politikayla, ekonomiyle doğrudan ilgisi olmayan “aydın” olma ölçütleri oluyor. Bu algılayışa zemin hazırlayan en önemli etken ise, eğitim sisteminin “ilerici”, “Atatürkçü” niteliğidir. Bunun da, bugünkü politik konumlanışta CHP yandaşlığında vücut bulmasından daha doğal bir şey olamaz.
Örneğin, Avrupa Birliği gündeme geldiğinde de, AB’ye girmekle ya da ABD’yle ekonomik ilişkileri geliştirmekle dolaylı da olsa bir ilgisi olmayan her Aziz Nesinlik olay, “Biz bu kafayla AB’ye zor gireriz” türünden karşı çıkışlara konu olur. Oysa Batı ülkeleriyle yakınlaşmanın, “Avrupalı” ya da “Batılı” olmamıza, toplumsal hayatımızın onlar gibi “aydın”, demokratik bir biçime bürünmesine en ufak bir yararı yıllardır olmadı ve olmadığı artık kolayca görülebilir hale geldi. Bugüne kadar geçen on yıllar da, ne Türkiye’de, ne de Batı’yla en sıkı ilişkileri geliştiren Asya, Afrika, Güney Amerika ülkelerinde, sömürülmenin halka aydınlık getirdiği görülmemiştir. CHP’nin (Derviş’in) ve diğer Batıcı partilerin iktidarları da, kısa vadeli dönemler olarak Batı uygarlığına yakınlaşma adımlarına sahne olmadı, tersine bütçeden eğitime ayrılan payın giderek düştüğü dönemler oldular.
AKP ve GP’nin ise, desteği daha çok kır kökenli, geleneklere bağlı kesimlerden aldığı biliniyor. Söylemleri açısından da, örgütlenme tarzları açısından da birbirine pek benzemeyen bu partiler arasında bir başka benzerlik olarak da, “yiğitlik”, “delikanlılık” temalarının öne çıkması ve ilgi çekmesi gösterilebilir. Ancak, bunların yiğitlikleri, “köprüyü geçene kadardır”. Erdoğan için, halkın karşısında mazlumu oynamak kolaydır, ama ABD’ye gidip orada görüşmeler yapmaya, iktidara gelirse Amerikancılıktan ödün vermeyeceğini kanıtlamaya çalışarak icazet almaya gelince, yiğitlik sökmez. Uzan için meydanlarda atıp tutmak kolaydır ama kendi servetinin hesabını vermekte zorlanır, davalarla uğraşırken, vaatlerini yerine getirmek için kaynağı nereden bulacağını söylemeye gelince, yiğitlik sökmez.
Bu partilerin son dönemde hazırladıkları somut belgeler olarak seçim bildirgelerine bir göz atıldığında da, gençliğe bir şey vermekten aciz oldukları açıkça görülüyor. Daha fazla yoksulluk ve işsizlik demek olan IMF programını ödün vermezcesine sahiplenmeleri bir yana, gençliğe parasız, bilimsel, demokratik bir eğitim ve güvenli bir gelecek sağlamaya ilişkin bir niyete rastlamak da mümkün değildir. AKP, açıkça, “Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır” derken, DYP iyice ileri gidip, “Mali değeri çok yüksek ama eğitim için uygun olmayan okullar satılacak veya özelleştirilecektir” diye ilan edebiliyor. CHP, eğitimin parasızlığını ilk ve ortaöğrenimle sınırlıyor ve elbette düzen partilerinin hiçbiri YÖK’ü kaldırmayı, ÖSS’yi, AOBP’yi kaldırmayı, anadilde eğitimin bir an önce hayata geçirilmesini vaat bile edemiyor.
Gençlerin en çok destek verdiği partiler olarak bunlar görülürken, bu partilerin gençler arasında, üniversitelerde örgütlerinin, çalışma yürüten üyelerinin, taraftarlarının bulunduğu söylenemez. Aslında, birkaç yıl öncesine kadar sermaye partilerinin gençlik kolları, bir dereceye kadar kendine özgü politika tarzları, örgütlenme yöntemleri, görece bağımsız işleyişleri ile gençlik karakteri olan örgütler olarak ortaya çıkıyorlardı. Artık, CHP’li gençler, AKP’li gençler vb. “genç” olmayı bir kenara bırakarak “partili” oluyorlar. Düzen partileri, egemen sınıfların içine sürüklendikleri yönetememe krizinin bir sonucu olarak, kendileri için uzun vadeli planlar yapma şanslarını yitirerek, gençleri geleceğin parti kadroları olarak yetiştirmek için dahi örgütler kurmaktan kaçınmak zorunda kalıyorlar. Gençliğe yalnız verecekleri açısından değil, vaat edecekleri açısından bile sıkıntı yaşayan ve giderek aynılaşan IMF partileri, bu anlamda, gençlikten çoktan vazgeçmişlerdir de.
GENÇLİĞİN ANTİ-EMPERYALİST/SOSYALİST MÜCADELE ÖRGÜTLERİ
Elbette gençliğin siyasetle ilişkisi, düzen partilerini desteklemekten, onlara üye olmaktan ibaret değildir. Ülkenin geleceği üstüne söz söylemek için, çeşitli bilinç düzeylerinde politikleşmiş gençlerin kurdukları, çalışmalarını yürüttükleri ilerici, devrimci, düzen karşıtı örgütler vardır. En başta, yeniyi yaratacak ve geleceği kuracak sınıf olan işçi sınıfı önderliğinde verilen mücadelenin en dinamik unsuru olarak gençliği birleştirmek perspektifiyle hareket eden Emek Gençliği’ni saymak gerekir. Ülkemiz gençlik hareketi tarihinin en ileri ve en örgütlü dönemini oluşturan, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’den başlayarak işçi sınıfı partisinin kurulmasına giden yolu kapsayan son otuz beş yıllık süreç, bir yanıyla Emek Gençliği’nin sahip olduğu en somut tarihsel birikimi ifade eder.
Geleceği ve ülkenin geleceği üstüne söz sahibi olmak için harekete geçen bir bağımsız gençlik hareketinin yaratılması ve onun partisi önderliğindeki işçi sınıfı hareketine bağlanmasının sağlanması, emeğin gençliğinin örgütünün çalışmasının konusunu oluşturuyor. Bu doğrultuda, bugün üniversitelerde ÖTK’larda ifadesini bulan gençliğin akademik kitle örgütlerinin yaratılması ve güçlendirilmesi etkinliğinin en ileri ve diri güçleri de, Emek Gençliği’nde toplanmıştır. Gençliğin gündelik hayatına ve sorunlarına bağlanan, gençliğe, oradan yükselen hareketi demokrasi ve sosyalizm mücadelesine çevirme yönünde bir bilinç kazandırma ve örgütlenme adımlarını ortaya koyan bu hat, bugüne kadarki pratiğiyle başarıya giden yol olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, henüz kitlesel bir gençlik hareketinin en ileri unsurlarını kapsamaktan uzaktır ve kimi zaman, bağımsızlıktan, sosyalizmden yana gençler için kendisinden daha fazla öne çıkan çekim merkezleri olduğunu söylemek mümkündür.
ÜNİVERSİTEDEKİ 28 ŞUBATÇILAR
Gençlik hareketi, yıllardır aşağı yukarı birbirine benzer sorunlar yaşarken, ilginç bir biçimde, gençlik içindeki etkin politik ortamın, birkaç yıl öncesine göre oldukça farklı olduğu söylenebilir. Gençlik hareketinin gerilediği bir dönemde ortaya çıkan kimi etmenlerin, politikleşmeyi güdülemede ve ortamı belirlemede sahip oldukları etki, bu farkı anlaşılır kılmaktadır. Bu etmenler arasında, 28 Şubat müdahalesinin üniversitelerdeki dengeleri alt üst eden etkisini ve küreselleşme süreciyle, küreselleşme karşıtı hareketlerin üniversitelerdeki politik ortama yansımalarını saymak gerekir.
Üniversitelerin son yıllarının en özgün ve göze çarpan, “devrimcilik” sözünü de en sık kullanan oluşumu, herhalde, ADKF’dir. Üniversitelerdeki Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’nin toplamından oluşan bu federasyon, emperyalizm karşıtı, bağımsızlıkçı bir söylem kullanarak, azımsanmayacak bir dikkat ve ilgi odağı olmayı kısa sürede başarmıştır. En sık kullandıkları referans kaynakları olan Kuvayı Milliye hareketi ile ’68’lerin Deniz Gezmiş önderliğindeki anti-emperyalist gençlik hareketi, bu oluşumun, biraz da “bağımsızlık taraftarlarının doğal örgütü” gibi bir izlenim yaratmasına olanak vermiştir. Ancak, üniversitede temsil ettikleri noktanın bu politik duruş olduğu söylenemez.
ADKF, Türkiye devrimci hareketinin 40 yıllık şaibeli bir unsurunu oluşturan İşçi Partisi çevresinden, gençlik örgütü başkanının “MİT ajanı” olduğu suçlamasıyla atılmasının ardından ayrılan gençler tarafından, birkaç yıl önce kurulan bir örgüt. Bu gençler, iki yıl önce, ellerinde bulunan ve 28 Şubat’tan sonra üniversitenin yeniden yapılandırılmasında etkin bir rol oynamaya soyunan Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’ni, akademik olmak yerine politik bir örgüt olarak hareket edecek Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF) çatısı altında bir araya getirdi. Vural Savaş, Yekta Güngör Özden, Erol Manisalı gibi Kemalistleri de yanlarına alarak “İleri” adında bir dergi çıkaran bu çevre, üniversite yönetimleriyle işbirliği halinde kampuslarda etkisini artırmaya başladı. ADKF’liler, “Atatürkçülük”, milliyetçilik, 28 Şubatçılık gibi vasıflarının yanında, Deniz Gezmiş’li afişler asmaktan, “devrimciliği” dillerinden düşürmemekten geri durmadılar. Sözgelimi, geçen yıl İstanbul Üniversitesi’nde düzenledikleri Che Guevera anmasında, “Tuna nehri akmam diyor” marşını söyleyebildiler!
Denizler’in mirasını sahiplenen bu çevre, halkların kardeşliğini, enternasyonalizmi inkâr edip milliyetçi olduklarını açıkça ilan ediyor, Marksist teoriyi “gözden geçirirken” içine ırkçı fikirler serpiştirmeye çalışıyor, emek-sermaye çelişkisinin yerini, sömürgecilerle ezilen halklar arasındaki çelişkinin aldığını iddia ediyorlar. Üniversitelerin demokratikleşmesi mücadelesinin açıkça karşısında yer alıyor, öğrencileri tektipleştirmeye yönelik kışla baskısını savunup, bunu meşru göstermek için çaba harcıyorlar. Dolayısıyla, bir ayağını idare işbirlikçiliğinin ve şovenizmin, diğer ayağını devrimcilik demagojisinin oluşturduğu bir ideolojik formasyon ile ADKF’yi tanımlamak, anlamlı olur. Federasyon, bu halk düşmanı fikirlerini teorize ettikçe, düzen yanlısı niteliklerini giderek daha açıkça ortaya koyuyor ve şovenizme savruluyor. Samimi bağımsızlıkçı gençleri yanılgıya düşürmeyi ise, git gide daha da tehlike kazanan bir biçimde sürdürüyorlar.
‘KOMÜNİST BİR ÖĞRENCİ’ NE YAPAR?
Söylemi ve politikası hiç benzememekle birlikte, kullandığı yöntemler ve kendini gençlik hareketi dışında var etmek gibi özellikler bakımından ADKF ile benzeşmek talihsizliğine düşen bir örgüt de TKP’dir. Elbette, burada tartışma konusu edilen, TKP’nin devrim ve sosyalizm konusundaki samimiyeti ya da devletten ve düzenden bağımsızlığı değil, ancak, gençlik hareketini ve gençlik içindeki, üniversitedeki sosyalizm imgesini, prestijini tahrip edici etkisidir.
Esas olarak kendine üniversiteleri üs olarak seçen ve hemen hemen bütün kadro çalışmasını kampuslarla sınırlayan bir hareket olan TKP (eski adıyla SİP), önceleri, öğrenci gençlik hareketiyle ilişki halinde olan bir oluşumdu. Son birkaç yılda ise, kendi gündemini kendi yaratmak, hatta çevresinde olup bitenle ilgilenmeksizin “burnunun dikine” bir “sosyalizm propagandası”na gömülmek, TKP’nin politikasında belirleyici oldu. 28 Şubatın üniversitelerdeki en somut karşı karşıya gelişi yaratan uygulaması olan kılık kıyafet yönetmeliği değişiklikleri ve bunlara paralel olarak süren eylemler döneminde SİP, bir varlık gösteremedi; hatta kılık kıyafet genelgesini utangaçça destekledi. Üniversiteler, laiklik-şeriatçılık gibi yapay bir eksende bir bölünmeye ve askerin yanında saf tutmaya zorlanıp, özerklik ve demokrasi tümüyle ayaklar altına alınırken, bunu bir tektipleştirme çabası olarak niteleyen öğrenciler (elbette, sanıldığı gibi yalnız türbanlılar değil), eyleme geçmişti. TKP ise, özellikle eylemlerin yarattığı hava soğuduktan sonra, “yobazlığa” karşı mücadele ettiğini ilan edip, kılık kıyafet yönetmeliğinin ve üniversiteye yapılan müdahalenin protesto edildiği eylemleri gericilikle suçlayan bir kampanya başlattı.
Bir diğer kampanya, ünlü, “Nâzım Hikmet’in vatandaşlığı” kampanyasıdır. Aylar boyunca, tüm yurtta Nâzım Hikmet’e vatandaşlığın iade edilmesi için yüz binlerce imza toplandı. ODTÜ’deki McDonald’s şubesinin kapatılması da yine aylarca, yalnız ODTÜ’de değil, ülkenin diğer üniversitelerindeki yüzlerce gencin biricik gündemi ve propaganda konusu oldu. Tabii, yine tüm yurttaki üniversite öğrencileri, Komünist Parti’nin açılması, kapatılması, “muhtıra” vermesi, sonra da TKP adının alınması sırasında, bütün işleri bu gündemleri okula taşımak olan TKP’liler tarafından tutum almaya zorlandı.
Bütün bunların olduğu dönem ise, üniversitelerde bütün gündelik hayat ve diğer ayrıntılar bir yana, örneğin, Öğrenci Temsilcilikleri Konseyleri’nin kuruluyor, fen edebiyat fakülteleri öğrencilerinin formasyon hakları ellerinden alınıyor, üniversiteye giriş sisteminin daha da adaletsiz hale getiriliyor, üniversiteleri tümüyle piyasanın kucağına itmeye çalışan YÖK yasa tasarısının meclis gündemine getiriliyor ve öğrencilerin tüm bu gelişmelere karşı kendi yararlarına bir müdahale için tüm ülke çapında harekete geçiyor oldukları dönemdir. Peki, üniversitede, bütün bunlara sessiz kalmakla mı komünist olunur?
Belki de, tüm kampus boyunca kendi hayatıyla bağlantısını kuramadığı TKP afişlerinden başı dönen birçok öğrenci, böyle olduğunu sanıyor. TKP’lilerin bütün bu faaliyetlerinin, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğuna, tam da bu bağlantıyı kuramamaları nedeniyle yalnızca rahatsızlık verdiği ortadadır. Komünizm hakkında zaten yeterince yanlış fikir sahibi olan her ortalama genç, komünizmin üniversite öğrenciliğiyle de hiçbir bağlantısı olmadığına inanacaktır ve inanmaktadır, bu durumda böyle olmaması da beklenemez. TKP’nin “komünistliği” de, bırakın, bir komünist partiden bekleneceği gibi, gençlik hareketini yükseltmek ve onu işçi hareketiyle bağını kurmayı, bu harekete ve bağa zarar vermeye yarıyor.
KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI VE OTONOMCULUK
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası finans kuruluşlarının toplantıları önünde yapılan protesto hareketleriyle tüm dünyanın gündemine giren “küreselleşme karşıtı” hareket, üniversitelerde de kendine bir etkinlik alanı buldu. Aslında, uzunca bir süredir gençlik hareketi üzerinde olumsuz etkilerde bulunan “otonomculuk” denen eğilime varlığını sürdürmek için yeni bir alan açtı. Otonomculuk, ’95-’96 harç eylemlerinin ortaya çıkardığı Koordinasyon deneyimiyle, en güçlü politik örneğini vermişti. O günden bu yana da, temel olarak, adın da ifade ettiği gibi, merkezi olmayan bir yapıya dayanan bir örgütlenme öneren cephe vb. çevreler, anarşistler, Troçkistler, ÖDP’nin Gençlik İnisiyatifleri, birçok kulübü kendine üs seçen çeşitli yapılar ve bütün bunları hem fikir hem yöntem olarak kapsayan ve bunlar dışında da kimi dergilerin çevrelerinde varlık gösteren küreselleşme karşıtları, benzer tarzların sürdürücüsü oldular.
Bu eğilimin yapmaya çalıştığı, merkezsiz bir yapı içinde, üyelerinin belli görevler ve sorumluluklar üstlenmedikleri bir çevre örgütlenmesi yaratmaktır. Bunun, kapsayıcılığı ve etkisiyle benimsenen, özlenen bir örnek olarak Koordinasyon’un kısa sürede ortadan kalkışına da neden olduğu söylenebilecek zararlı sonuçları, açıkça ortadadır. Koordinasyon ve GÖC için bir dönem, “Sizde eylem kararlarını kim alıyor?” sorusu, “Kara Murat hanginiz?” sorusuna benzetilerek espri konusu yapılıyor, çünkü hemen her üye, ya bu kararları kendisinin aldığını sanıyor, ya da kimin nasıl karar verdiğini bilmiyordu! Yönetsel organları olmayan bu yapıların, inisiyatifi elinde bulunduran birkaç kişiye tabi hareketi, elbette ancak eylemlerin en sıcak olduğu kısa süre için geçerli olabildi. Anti-demokratik bulunan “hiyerarşi”ye karşı ortaya atılan tarzın, gerçekte demokratik olmakla bir ilgisinin olmadığı anlaşıldı. Daralmaya başladıkça da, giderek hiç de kapsayıcı olmayan birer “tarikat”a benzediler, bu benzetme, kulüplere gömülerek siyaset yapan çevreler için de geçerlidir.
Küreselleşme karşıtı hareketler ve eylemlerin de en çok bu kesimleri heyecanlandırması, rastlantı değildir. Çünkü bu eğilim, otonomcu bir tarzı öne çıkarır ve kendisini önerdikleri değil, karşı çıktıkları üzerinden tanımlamayı tercih eder. “Müzmin muhalif” bir ruh hali, bugün kuşkusuz kendisini en iyi küreselleşme karşıtı gösterilerde var ederken, üniversitenin rahat, liberal ortamına da bu şekilde uyum sağlıyor. Sorumluluk ilişkisinin bir kenara bırakılması, bu uyum sağlamanın ve örgütlenmekten korkutulan birçok gence ilk bakışta çekici gelme isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor, başarısızlığa mahkûm bir girişimin ana ilkesi haline geliyor. Lümpen eğilimleri kışkırtmakla bir yere varılamıyor ve neden başarısız olunduğu üzerine bitmez, tükenmez tartışmalar başlıyor. Küreselleşme karşıtlığının üniversitede beklendiği kadar ya da yurtdışında olduğu gibi bir karşılık bulmamasının bir nedeni de, bu belirsiz yolun bir yere çıkmayacağının, son beş altı yılın en çok tartışılan deneyimlerinden biriyle görülmüş olmasıdır.
SONUÇ
Bu tablo, üniversiteli gençlik hareketinin durgun bir dönem yaşadığı günümüze ait. Gençliğe gelecek için bir umut sunmaktan hayli uzak olan bütün bu partiler, örgütler, hareketin yaşadığı sorunların kısmen hem nedeni, hem de sonucudurlar. Gerçekte önerdiği örgütlenme tarzı ve politik platformuyla gençliğin özlem ve umutlarını gerçekleşmesini sağlayacak tek örgüt olan Emek Gençliği, henüz, gençlik içindeki bu politik ortamı alt üst eden bir müdahalede bulunduğu da ne yazık ki henüz söylenemez.
Üniversitelerdeki varlığını, gençliğin üniversiteyi halk için bilim üreten kurumlar olmasını eksen alarak, ülkenin geleceğine emek ve demokrasi açısından bir etkide bulunması mücadelesine dayandıran örgüt, bu sayede üniversitede ideolojik mevziler yaratmaktadır. Gündelik hayat ve bunun içinden çıkan başlıca sorunların çözümü için mücadele; en geniş gençlik yığınlarının harekete geçmesi, mücadele etmeyi öğrenmesi ve bağımsız bir gençlik hareketinin bileşeni olma özelliğini kazanabilmeleri için, Emek Gençliği’nin günlük çalışmasının asli unsurunu oluşturuyor. Akademinin bu en yüzeydeki sorunlarından en yüksek ideolojik tartışmalar ve bunlar doğrultusunda üniversite hayatına müdahale etmenin araçları olan ÖTK’lar ve kulüpler, devrimci politik örgütün kazanmaya ve kurumsallaşmaya ihtiyacı olan birliklerdir.