Gençlik ve siyasal örgütler

12 Eylül’den bu yana gençliğin siyasete katılımının düşük olduğu, çokça söylenen ve kabul edilen bir olgu. Zaten, artık iyice belirgin biçimde ortada olan bir gerçek, 12 Eylül’ün en büyük amaçlarından ve sonuçlarından birinin bu olduğudur. Oysa gençliği kazanmanın geleceği kazanmanın güvencesi olduğunu bilen her siyasi akım, gençliğin desteğini arkasına almaya her zaman çalıştığı gibi, bugün de sağcısı, “solcusu”, dincisi bütün düzen partileri ile gençliği emek ve demokrasiden yana bir mücadeleye kazanmak isteyen bütün akımlar, gençliğin siyasi bir konum kazanmasına çalışıyor.
Egemen sınıflar, önce baskı altına alarak, sonra da siyaseti “kirli” bir iş olarak göstererek, gençliğin aktif olarak politikanın içinde yer almaktan kaçınmasını sağladılar. Burjuva politikasının kirli bir iş olduğu doğrudur ve burjuva politikasının sürdürülebilmesi için küçük bir azınlığın siyasileşmesi, geri kalan çoğunluğun ise, onlara güvenmek ve destek vermekten ibaret bir “siyasi hayatı” olması yeterlidir. Gençliğin kendi bağımsız hareketini yaratarak geleceğine ve ülkenin kaderine müdahale etmeye girişmesi ve kaçınılmaz olarak da yeniyi ve geleceği temsil eden işçi sınıfının saflarında bir politik konum edinmesi ise, “siyaset” ve “gençlik” kavramlarının burjuvazi için “tehlikeli” bileşimini oluşturur.
Gençliğin siyasi katılımının düşük olmasından sorumlu olanların, bundan rahatsız oluyor gibi yapmaları, “genç” ve gençliğe şirin görünmeye çalışmaları paradoksunun altında yatan neden, kısaca budur.
Egemen sınıflar cephesinde durum böyle olmasına karşın, gençlerin elbette siyasetle ilişkileri vardır; çeşitli partilere, örgütlere üye olmaya ve en aktif olarak da sosyalizm akımının temsilcisi olarak bilinen örgütlerde çalışma yürütmeye varana dek, bir katılımın öznesidirler. Bu yazıda, günümüzde, ülkedeki siyasi parti ve örgütlerin gençliğe dönük politikaları ve gençlerin, özellikle de politikayla en içli dışlı kesimi olan üniversiteli gençlerin politikanın yürütülüşünde oynadıkları rol incelenmeye çalışılacak.
Düzen partileri ve gençlik içinde en etkili olarak görülenleri olan CHP ve AKP de, birkaç yıl öncesine kadar olduğundan farklı olarak, artık, gençliğin partilerine bağlı, görece bağımsız örgütlere sahip olmalarına katlanamaz hale geldiler. Bunun yerine, gençlerden edilgen bir “destek” almayı amaçlayan politikalar yürütüyorlar.
Bunun yanında, gençliğin, kendi ilerici demokratik çıkarlarını hayata geçirmek üzere kurduğu ve yer aldığı kimi örgütler, bu yazıda, özellikle gençlik ve halk hareketinin dışındaki etmenler tarafından belirlenen politik ortam içinde değerlendirilmeye çalışılacak. Anti-emperyalist, kitlesel bir gençlik hareketinin yaratılmasını ve bunun devrimci işçi sınıfı hareketine bağlanmasını kendine başlıca görev edinen Emek Gençliği’nin politik platformunun yanında, harekete zarar veren başlıca akımlar olarak Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF), TKP ve otonomcu/küreselleşme karşıtı eğilimlere yer verilecek.

DÜZEN PARTİLERİNDE “GENÇLİK” MODASI
Geride bıraktığımız seçim döneminin bir özelliği de, düzen partilerinin gençlik söylemini en yoğun olarak kullandıkları dönem olmasıydı. Hem yitirdikleri güveni yeniden kazanmak için vitrinlerinde genç yüzleri bulundurma kaygısıyla, hem de ilk kez seçime katılacak birkaç milyon yeni oydan büyük bir pay kapmak amacıyla, “gençlik”, dillerinden düşmedi. Erbakan’ın, Kutan’ın başını çektiği Milli Görüş’ten ayrılan “gençlerin” partisi olarak ortaya çıktı AKP. Ülkeyi yönetmekten aciz yaşlı ve hasta bir adamın partisinden ayrılan Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem ekibi de, yeni bir partiye yelken açtılar. Kemal Derviş, Amerika deneyiminin de katkısıyla, ülkenin gençlik ihtiyacını tespit etti. Çatık kaslarıyla bol vaatler dağıtan işadamı Cem Uzan, kendisinden ve servetinden ibaret partisine Genç Parti adını taktı, “gençlere yol verilmesini” istemeye başladı. Burjuva politika sahnesi bir gençlik iksiri içmişti de, gençliğin bu furyada yeri neydi?
Burada sayılan ve sayılmayan tüm sermaye partileri, bilindiği gibi aynı IMF programının savunucusudur. Gençliğin gelecek güvencesini tümden yok eden ve işsizliğe, eğitimsizliğe mahkûm edenler de bunlardan başkası değildir. Daha fazla yoksulluk ve ölüm pahasına, kardeş bir halka karşı ABD’nin açacağı savaşta rol almak ve gençleri savaşa sürmek, hepsinin hayallerini süslemektedir. Gençliğin karşısına geçip ona verecek bir şeyleri varmış gibi konuşmaları ise, yüzsüzlükten başka bir şeyle açıklanamaz.
Gençlik içinde herhalde en fazla etkisi olan partiler, kendilerini yenilemenin gereklerini en iyi yerine getiren ve ülkenin içine sürüklendiği batağın sorumluluğundan en uzak durmayı başaranlar AKP, CHP ve GP oldular.
CHP’nin, gençliğin özellikle kentli öğrenci kesimleri üstünde güçlü bir etkisi olduğu biliniyor. Bunun belli başlı birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Her şeyden önce, ülkenin kurucusu olan ve bugün de kendi adıyla anılan, ilerici bilinen bir fikirler dizisi bulunan tarihi kişilik olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün etkisini saymak gerekir. CHP, yalnız Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olmakla değil, Atatürk yaşasa uygulayacağı tahmin edilen politikaların savunucusu olduğu için, böyle bir saygınlığa sahiptir. Bir diğer önemli neden, gençliğin çoğunluğunun, batıcı bir modernleşmeden yana olmaları, Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin gelişmiş ülkeler olarak Türkiye için de başarılı örnekler olduğunu düşünmeleri, hatta oralara gidip yaşamak idealine sahip olmalarıdır. Birkaç yıl önceye kadar ANAP’ın oynadığı role soyunan ve Kemal Derviş’i ithal eden CHP, Batı uygarlığına yakın görünmek, onunla ilişkilerini iyi tutmak gibi özelliklerin temsilcisi olarak görülüyor. Dünyanın kanını emen emperyalist ülkelerin şirin, örnek ve iyi niyetli ülkeler olarak algılanmalarının altında yatan, geçen iki yüzyıl boyunca sahne oldukları demokrasi mücadelesinin sonuçlan ve daha da ilginci politikayla, ekonomiyle doğrudan ilgisi olmayan “aydın” olma ölçütleri oluyor. Bu algılayışa zemin hazırlayan en önemli etken ise, eğitim sisteminin “ilerici”, “Atatürkçü” niteliğidir. Bunun da, bugünkü politik konumlanışta CHP yandaşlığında vücut bulmasından daha doğal bir şey olamaz.
Örneğin, Avrupa Birliği gündeme geldiğinde de, AB’ye girmekle ya da ABD’yle ekonomik ilişkileri geliştirmekle dolaylı da olsa bir ilgisi olmayan her Aziz Nesinlik olay, “Biz bu kafayla AB’ye zor gireriz” türünden karşı çıkışlara konu olur. Oysa Batı ülkeleriyle yakınlaşmanın, “Avrupalı” ya da “Batılı” olmamıza, toplumsal hayatımızın onlar gibi “aydın”, demokratik bir biçime bürünmesine en ufak bir yararı yıllardır olmadı ve olmadığı artık kolayca görülebilir hale geldi. Bugüne kadar geçen on yıllar da, ne Türkiye’de, ne de Batı’yla en sıkı ilişkileri geliştiren Asya, Afrika, Güney Amerika ülkelerinde, sömürülmenin halka aydınlık getirdiği görülmemiştir. CHP’nin (Derviş’in) ve diğer Batıcı partilerin iktidarları da, kısa vadeli dönemler olarak Batı uygarlığına yakınlaşma adımlarına sahne olmadı, tersine bütçeden eğitime ayrılan payın giderek düştüğü dönemler oldular.
AKP ve GP’nin ise, desteği daha çok kır kökenli, geleneklere bağlı kesimlerden aldığı biliniyor. Söylemleri açısından da, örgütlenme tarzları açısından da birbirine pek benzemeyen bu partiler arasında bir başka benzerlik olarak da, “yiğitlik”, “delikanlılık” temalarının öne çıkması ve ilgi çekmesi gösterilebilir. Ancak, bunların yiğitlikleri, “köprüyü geçene kadardır”. Erdoğan için, halkın karşısında mazlumu oynamak kolaydır, ama ABD’ye gidip orada görüşmeler yapmaya, iktidara gelirse Amerikancılıktan ödün vermeyeceğini kanıtlamaya çalışarak icazet almaya gelince, yiğitlik sökmez. Uzan için meydanlarda atıp tutmak kolaydır ama kendi servetinin hesabını vermekte zorlanır, davalarla uğraşırken, vaatlerini yerine getirmek için kaynağı nereden bulacağını söylemeye gelince, yiğitlik sökmez.
Bu partilerin son dönemde hazırladıkları somut belgeler olarak seçim bildirgelerine bir göz atıldığında da, gençliğe bir şey vermekten aciz oldukları açıkça görülüyor. Daha fazla yoksulluk ve işsizlik demek olan IMF programını ödün vermezcesine sahiplenmeleri bir yana, gençliğe parasız, bilimsel, demokratik bir eğitim ve güvenli bir gelecek sağlamaya ilişkin bir niyete rastlamak da mümkün değildir. AKP, açıkça, “Eğitimin her alanında özel teşebbüs desteklenecek ve özel teşebbüsün eğitimdeki payı artırılacaktır” derken, DYP iyice ileri gidip, “Mali değeri çok yüksek ama eğitim için uygun olmayan okullar satılacak veya özelleştirilecektir” diye ilan edebiliyor. CHP, eğitimin parasızlığını ilk ve ortaöğrenimle sınırlıyor ve elbette düzen partilerinin hiçbiri YÖK’ü kaldırmayı, ÖSS’yi, AOBP’yi kaldırmayı, anadilde eğitimin bir an önce hayata geçirilmesini vaat bile edemiyor.
Gençlerin en çok destek verdiği partiler olarak bunlar görülürken, bu partilerin gençler arasında, üniversitelerde örgütlerinin, çalışma yürüten üyelerinin, taraftarlarının bulunduğu söylenemez. Aslında, birkaç yıl öncesine kadar sermaye partilerinin gençlik kolları, bir dereceye kadar kendine özgü politika tarzları, örgütlenme yöntemleri, görece bağımsız işleyişleri ile gençlik karakteri olan örgütler olarak ortaya çıkıyorlardı. Artık, CHP’li gençler, AKP’li gençler vb. “genç” olmayı bir kenara bırakarak “partili” oluyorlar. Düzen partileri, egemen sınıfların içine sürüklendikleri yönetememe krizinin bir sonucu olarak, kendileri için uzun vadeli planlar yapma şanslarını yitirerek, gençleri geleceğin parti kadroları olarak yetiştirmek için dahi örgütler kurmaktan kaçınmak zorunda kalıyorlar. Gençliğe yalnız verecekleri açısından değil, vaat edecekleri açısından bile sıkıntı yaşayan ve giderek aynılaşan IMF partileri, bu anlamda, gençlikten çoktan vazgeçmişlerdir de.

GENÇLİĞİN ANTİ-EMPERYALİST/SOSYALİST MÜCADELE ÖRGÜTLERİ
Elbette gençliğin siyasetle ilişkisi, düzen partilerini desteklemekten, onlara üye olmaktan ibaret değildir. Ülkenin geleceği üstüne söz söylemek için, çeşitli bilinç düzeylerinde politikleşmiş gençlerin kurdukları, çalışmalarını yürüttükleri ilerici, devrimci, düzen karşıtı örgütler vardır. En başta, yeniyi yaratacak ve geleceği kuracak sınıf olan işçi sınıfı önderliğinde verilen mücadelenin en dinamik unsuru olarak gençliği birleştirmek perspektifiyle hareket eden Emek Gençliği’ni saymak gerekir. Ülkemiz gençlik hareketi tarihinin en ileri ve en örgütlü dönemini oluşturan, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’den başlayarak işçi sınıfı partisinin kurulmasına giden yolu kapsayan son otuz beş yıllık süreç, bir yanıyla Emek Gençliği’nin sahip olduğu en somut tarihsel birikimi ifade eder.
Geleceği ve ülkenin geleceği üstüne söz sahibi olmak için harekete geçen bir bağımsız gençlik hareketinin yaratılması ve onun partisi önderliğindeki işçi sınıfı hareketine bağlanmasının sağlanması, emeğin gençliğinin örgütünün çalışmasının konusunu oluşturuyor. Bu doğrultuda, bugün üniversitelerde ÖTK’larda ifadesini bulan gençliğin akademik kitle örgütlerinin yaratılması ve güçlendirilmesi etkinliğinin en ileri ve diri güçleri de, Emek Gençliği’nde toplanmıştır. Gençliğin gündelik hayatına ve sorunlarına bağlanan, gençliğe, oradan yükselen hareketi demokrasi ve sosyalizm mücadelesine çevirme yönünde bir bilinç kazandırma ve örgütlenme adımlarını ortaya koyan bu hat, bugüne kadarki pratiğiyle başarıya giden yol olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, henüz kitlesel bir gençlik hareketinin en ileri unsurlarını kapsamaktan uzaktır ve kimi zaman, bağımsızlıktan, sosyalizmden yana gençler için kendisinden daha fazla öne çıkan çekim merkezleri olduğunu söylemek mümkündür.

ÜNİVERSİTEDEKİ 28 ŞUBATÇILAR
Gençlik hareketi, yıllardır aşağı yukarı birbirine benzer sorunlar yaşarken, ilginç bir biçimde, gençlik içindeki etkin politik ortamın, birkaç yıl öncesine göre oldukça farklı olduğu söylenebilir. Gençlik hareketinin gerilediği bir dönemde ortaya çıkan kimi etmenlerin, politikleşmeyi güdülemede ve ortamı belirlemede sahip oldukları etki, bu farkı anlaşılır kılmaktadır. Bu etmenler arasında, 28 Şubat müdahalesinin üniversitelerdeki dengeleri alt üst eden etkisini ve küreselleşme süreciyle, küreselleşme karşıtı hareketlerin üniversitelerdeki politik ortama yansımalarını saymak gerekir.
Üniversitelerin son yıllarının en özgün ve göze çarpan, “devrimcilik” sözünü de en sık kullanan oluşumu, herhalde, ADKF’dir. Üniversitelerdeki Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’nin toplamından oluşan bu federasyon, emperyalizm karşıtı, bağımsızlıkçı bir söylem kullanarak, azımsanmayacak bir dikkat ve ilgi odağı olmayı kısa sürede başarmıştır. En sık kullandıkları referans kaynakları olan Kuvayı Milliye hareketi ile ’68’lerin Deniz Gezmiş önderliğindeki anti-emperyalist gençlik hareketi, bu oluşumun, biraz da “bağımsızlık taraftarlarının doğal örgütü” gibi bir izlenim yaratmasına olanak vermiştir. Ancak, üniversitede temsil ettikleri noktanın bu politik duruş olduğu söylenemez.
ADKF, Türkiye devrimci hareketinin 40 yıllık şaibeli bir unsurunu oluşturan İşçi Partisi çevresinden, gençlik örgütü başkanının “MİT ajanı” olduğu suçlamasıyla atılmasının ardından ayrılan gençler tarafından, birkaç yıl önce kurulan bir örgüt. Bu gençler, iki yıl önce, ellerinde bulunan ve 28 Şubat’tan sonra üniversitenin yeniden yapılandırılmasında etkin bir rol oynamaya soyunan Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’ni, akademik olmak yerine politik bir örgüt olarak hareket edecek Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF) çatısı altında bir araya getirdi. Vural Savaş, Yekta Güngör Özden, Erol Manisalı gibi Kemalistleri de yanlarına alarak “İleri” adında bir dergi çıkaran bu çevre, üniversite yönetimleriyle işbirliği halinde kampuslarda etkisini artırmaya başladı. ADKF’liler, “Atatürkçülük”, milliyetçilik, 28 Şubatçılık gibi vasıflarının yanında, Deniz Gezmiş’li afişler asmaktan, “devrimciliği” dillerinden düşürmemekten geri durmadılar. Sözgelimi, geçen yıl İstanbul Üniversitesi’nde düzenledikleri Che Guevera anmasında, “Tuna nehri akmam diyor” marşını söyleyebildiler!
Denizler’in mirasını sahiplenen bu çevre, halkların kardeşliğini, enternasyonalizmi inkâr edip milliyetçi olduklarını açıkça ilan ediyor, Marksist teoriyi “gözden geçirirken” içine ırkçı fikirler serpiştirmeye çalışıyor, emek-sermaye çelişkisinin yerini, sömürgecilerle ezilen halklar arasındaki çelişkinin aldığını iddia ediyorlar. Üniversitelerin demokratikleşmesi mücadelesinin açıkça karşısında yer alıyor, öğrencileri tektipleştirmeye yönelik kışla baskısını savunup, bunu meşru göstermek için çaba harcıyorlar. Dolayısıyla, bir ayağını idare işbirlikçiliğinin ve şovenizmin, diğer ayağını devrimcilik demagojisinin oluşturduğu bir ideolojik formasyon ile ADKF’yi tanımlamak, anlamlı olur. Federasyon, bu halk düşmanı fikirlerini teorize ettikçe, düzen yanlısı niteliklerini giderek daha açıkça ortaya koyuyor ve şovenizme savruluyor. Samimi bağımsızlıkçı gençleri yanılgıya düşürmeyi ise, git gide daha da tehlike kazanan bir biçimde sürdürüyorlar.

‘KOMÜNİST BİR ÖĞRENCİ’ NE YAPAR?
Söylemi ve politikası hiç benzememekle birlikte, kullandığı yöntemler ve kendini gençlik hareketi dışında var etmek gibi özellikler bakımından ADKF ile benzeşmek talihsizliğine düşen bir örgüt de TKP’dir. Elbette, burada tartışma konusu edilen, TKP’nin devrim ve sosyalizm konusundaki samimiyeti ya da devletten ve düzenden bağımsızlığı değil, ancak, gençlik hareketini ve gençlik içindeki, üniversitedeki sosyalizm imgesini, prestijini tahrip edici etkisidir.
Esas olarak kendine üniversiteleri üs olarak seçen ve hemen hemen bütün kadro çalışmasını kampuslarla sınırlayan bir hareket olan TKP (eski adıyla SİP), önceleri, öğrenci gençlik hareketiyle ilişki halinde olan bir oluşumdu. Son birkaç yılda ise, kendi gündemini kendi yaratmak, hatta çevresinde olup bitenle ilgilenmeksizin “burnunun dikine” bir “sosyalizm propagandası”na gömülmek, TKP’nin politikasında belirleyici oldu. 28 Şubatın üniversitelerdeki en somut karşı karşıya gelişi yaratan uygulaması olan kılık kıyafet yönetmeliği değişiklikleri ve bunlara paralel olarak süren eylemler döneminde SİP, bir varlık gösteremedi; hatta kılık kıyafet genelgesini utangaçça destekledi. Üniversiteler, laiklik-şeriatçılık gibi yapay bir eksende bir bölünmeye ve askerin yanında saf tutmaya zorlanıp, özerklik ve demokrasi tümüyle ayaklar altına alınırken, bunu bir tektipleştirme çabası olarak niteleyen öğrenciler (elbette, sanıldığı gibi yalnız türbanlılar değil), eyleme geçmişti. TKP ise, özellikle eylemlerin yarattığı hava soğuduktan sonra, “yobazlığa” karşı mücadele ettiğini ilan edip, kılık kıyafet yönetmeliğinin ve üniversiteye yapılan müdahalenin protesto edildiği eylemleri gericilikle suçlayan bir kampanya başlattı.
Bir diğer kampanya, ünlü, “Nâzım Hikmet’in vatandaşlığı” kampanyasıdır. Aylar boyunca, tüm yurtta Nâzım Hikmet’e vatandaşlığın iade edilmesi için yüz binlerce imza toplandı. ODTÜ’deki McDonald’s şubesinin kapatılması da yine aylarca, yalnız ODTÜ’de değil, ülkenin diğer üniversitelerindeki yüzlerce gencin biricik gündemi ve propaganda konusu oldu. Tabii, yine tüm yurttaki üniversite öğrencileri, Komünist Parti’nin açılması, kapatılması, “muhtıra” vermesi, sonra da TKP adının alınması sırasında, bütün işleri bu gündemleri okula taşımak olan TKP’liler tarafından tutum almaya zorlandı.
Bütün bunların olduğu dönem ise, üniversitelerde bütün gündelik hayat ve diğer ayrıntılar bir yana, örneğin, Öğrenci Temsilcilikleri Konseyleri’nin kuruluyor, fen edebiyat fakülteleri öğrencilerinin formasyon hakları ellerinden alınıyor, üniversiteye giriş sisteminin daha da adaletsiz hale getiriliyor, üniversiteleri tümüyle piyasanın kucağına itmeye çalışan YÖK yasa tasarısının meclis gündemine getiriliyor ve öğrencilerin tüm bu gelişmelere karşı kendi yararlarına bir müdahale için tüm ülke çapında harekete geçiyor oldukları dönemdir. Peki, üniversitede, bütün bunlara sessiz kalmakla mı komünist olunur?
Belki de, tüm kampus boyunca kendi hayatıyla bağlantısını kuramadığı TKP afişlerinden başı dönen birçok öğrenci, böyle olduğunu sanıyor. TKP’lilerin bütün bu faaliyetlerinin, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğuna, tam da bu bağlantıyı kuramamaları nedeniyle yalnızca rahatsızlık verdiği ortadadır. Komünizm hakkında zaten yeterince yanlış fikir sahibi olan her ortalama genç, komünizmin üniversite öğrenciliğiyle de hiçbir bağlantısı olmadığına inanacaktır ve inanmaktadır, bu durumda böyle olmaması da beklenemez. TKP’nin “komünistliği” de, bırakın, bir komünist partiden bekleneceği gibi, gençlik hareketini yükseltmek ve onu işçi hareketiyle bağını kurmayı, bu harekete ve bağa zarar vermeye yarıyor.

KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI VE OTONOMCULUK
Emperyalist ülkelerin ve uluslararası finans kuruluşlarının toplantıları önünde yapılan protesto hareketleriyle tüm dünyanın gündemine giren “küreselleşme karşıtı” hareket, üniversitelerde de kendine bir etkinlik alanı buldu. Aslında, uzunca bir süredir gençlik hareketi üzerinde olumsuz etkilerde bulunan “otonomculuk” denen eğilime varlığını sürdürmek için yeni bir alan açtı. Otonomculuk, ’95-’96 harç eylemlerinin ortaya çıkardığı Koordinasyon deneyimiyle, en güçlü politik örneğini vermişti. O günden bu yana da, temel olarak, adın da ifade ettiği gibi, merkezi olmayan bir yapıya dayanan bir örgütlenme öneren cephe vb. çevreler, anarşistler, Troçkistler, ÖDP’nin Gençlik İnisiyatifleri, birçok kulübü kendine üs seçen çeşitli yapılar ve bütün bunları hem fikir hem yöntem olarak kapsayan ve bunlar dışında da kimi dergilerin çevrelerinde varlık gösteren küreselleşme karşıtları, benzer tarzların sürdürücüsü oldular.
Bu eğilimin yapmaya çalıştığı, merkezsiz bir yapı içinde, üyelerinin belli görevler ve sorumluluklar üstlenmedikleri bir çevre örgütlenmesi yaratmaktır. Bunun, kapsayıcılığı ve etkisiyle benimsenen, özlenen bir örnek olarak Koordinasyon’un kısa sürede ortadan kalkışına da neden olduğu söylenebilecek zararlı sonuçları, açıkça ortadadır. Koordinasyon ve GÖC için bir dönem, “Sizde eylem kararlarını kim alıyor?” sorusu, “Kara Murat hanginiz?” sorusuna benzetilerek espri konusu yapılıyor, çünkü hemen her üye, ya bu kararları kendisinin aldığını sanıyor, ya da kimin nasıl karar verdiğini bilmiyordu! Yönetsel organları olmayan bu yapıların, inisiyatifi elinde bulunduran birkaç kişiye tabi hareketi, elbette ancak eylemlerin en sıcak olduğu kısa süre için geçerli olabildi. Anti-demokratik bulunan “hiyerarşi”ye karşı ortaya atılan tarzın, gerçekte demokratik olmakla bir ilgisinin olmadığı anlaşıldı. Daralmaya başladıkça da, giderek hiç de kapsayıcı olmayan birer “tarikat”a benzediler, bu benzetme, kulüplere gömülerek siyaset yapan çevreler için de geçerlidir.
Küreselleşme karşıtı hareketler ve eylemlerin de en çok bu kesimleri heyecanlandırması, rastlantı değildir. Çünkü bu eğilim, otonomcu bir tarzı öne çıkarır ve kendisini önerdikleri değil, karşı çıktıkları üzerinden tanımlamayı tercih eder. “Müzmin muhalif” bir ruh hali, bugün kuşkusuz kendisini en iyi küreselleşme karşıtı gösterilerde var ederken, üniversitenin rahat, liberal ortamına da bu şekilde uyum sağlıyor. Sorumluluk ilişkisinin bir kenara bırakılması, bu uyum sağlamanın ve örgütlenmekten korkutulan birçok gence ilk bakışta çekici gelme isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor, başarısızlığa mahkûm bir girişimin ana ilkesi haline geliyor. Lümpen eğilimleri kışkırtmakla bir yere varılamıyor ve neden başarısız olunduğu üzerine bitmez, tükenmez tartışmalar başlıyor. Küreselleşme karşıtlığının üniversitede beklendiği kadar ya da yurtdışında olduğu gibi bir karşılık bulmamasının bir nedeni de, bu belirsiz yolun bir yere çıkmayacağının, son beş altı yılın en çok tartışılan deneyimlerinden biriyle görülmüş olmasıdır.

SONUÇ
Bu tablo, üniversiteli gençlik hareketinin durgun bir dönem yaşadığı günümüze ait. Gençliğe gelecek için bir umut sunmaktan hayli uzak olan bütün bu partiler, örgütler, hareketin yaşadığı sorunların kısmen hem nedeni, hem de sonucudurlar. Gerçekte önerdiği örgütlenme tarzı ve politik platformuyla gençliğin özlem ve umutlarını gerçekleşmesini sağlayacak tek örgüt olan Emek Gençliği, henüz, gençlik içindeki bu politik ortamı alt üst eden bir müdahalede bulunduğu da ne yazık ki henüz söylenemez.
Üniversitelerdeki varlığını, gençliğin üniversiteyi halk için bilim üreten kurumlar olmasını eksen alarak, ülkenin geleceğine emek ve demokrasi açısından bir etkide bulunması mücadelesine dayandıran örgüt, bu sayede üniversitede ideolojik mevziler yaratmaktadır. Gündelik hayat ve bunun içinden çıkan başlıca sorunların çözümü için mücadele; en geniş gençlik yığınlarının harekete geçmesi, mücadele etmeyi öğrenmesi ve bağımsız bir gençlik hareketinin bileşeni olma özelliğini kazanabilmeleri için, Emek Gençliği’nin günlük çalışmasının asli unsurunu oluşturuyor. Akademinin bu en yüzeydeki sorunlarından en yüksek ideolojik tartışmalar ve bunlar doğrultusunda üniversite hayatına müdahale etmenin araçları olan ÖTK’lar ve kulüpler, devrimci politik örgütün kazanmaya ve kurumsallaşmaya ihtiyacı olan birliklerdir.

Kulüpler, topluluklar ve yükseköğrenim gençliği mücadelesi

Türkiye’de yükseköğretim sistemi ile üniversite gençliğinin akademik-bilimsel talepleri, kültürel ve sanatsal özlemleri arasında hep bir uçurum var olmuştur. Hak ve özgürlük sınırlarının görece daha geniş olduğu ’61–71 ve ’74-’80 arası dönemler de dahil olmak üzere, bu gerçek temel olarak hiç değişmemiş, üniversiteler gençliğin talep ve arayışlarına yanıt verici ortamı sunamamış, verilen eğitim mesleki icranın asgari gereklerini yerine getirecek bir perspektiften bile uzak kalmıştır.
Üniversite gençliğinin, derslere girip çıkmaya başladığı ilk günden itibaren gördüğü tablo, arzu ettiği mesleki-akademik eğitim ve bilimsel araştırma ortamı ile üniversitenin kendisine sunduğu “ortam” arasındaki bire bir karşıtlıktır. Onlarca devlet üniversitesine ayrılan bütçeden yapılan olağanüstü kesintiler pahasına durumun bir nebze daha farklı olabilmesinin olanaklarının “yaratıldığı” bir avuç vakıf üniversitesi dışında, ezici çoğunluğun okuduğu devlet üniversitelerinde nitelikli bir öğrenim görebilmenin ve bilimsel üretim yapabilmenin sınırlarının olabildiğince daraltılmış durumda olduğu, bilinen bir gerçektir.
Oysaki toplumun öğrenmeye en açık, toplumsal olay ve olgulara karşı en duyarlı ve toplumsal bilgi birikiminin üretiminde en etkin konumda olan kesimlerinden biri olan; “geleceğin aydını” diye tabir edilen üniversite gençliğidir. Türkiye’de ortalama lise öğretiminin kapsamının darlığı ve içeriğinin sığlığı; bir avuç Anadolu-fen lisesi ve kolejler haricinde, sayıları binlerle ifade edilen ortaöğretim kurumlarındaki baskıcı, gerici eğitim-öğretim düşünüldüğünde, 18–19 yaşlarına gelmiş, dershane, kurs vs. cenderesini geride bırakarak bir şekilde üniversiteli olmaya hak kazanmış yüz binlerce gencin; üniversitede göreceği ortamın kendisine sağlayacağı sosyalleşme imkanları konusunda nasıl bir beklenti içinde olduğu ortadadır.
Ancak, ülkemiz de dahil her kapitalist ülkede yükseköğrenimde yüz yüze gelinen temel sorun elbette ki, üniversite öğreniminin piyasanın talepleri doğrultusunda yalnızca teknik/pratik bilgilerle sınırlı bir müfredatı kapsaması, toplumun ve uygarlığın ihtiyaçları paralelinde bir bilimsel düşünüş ve uygulama alanına üniversitenin kapılarının kapatılmasıdır. Eğitimin ideolojik ve felsefi platformunu ise, bu gerçeği pekiştirecek şekilde, sadece kapitalist sınıfın dünyayı algılama ve yorumlama anlayışına uygun olarak pozitivist metafizik yöntem oluşturuyor. Böylelikle, on yıllardır üniversite gençliğinin elinden, insanlık tarihinin ortak bilimsel bilgi birikimini engince sorgulama ve tartışma, onu toplumsal pratiğin ihtiyaçları yönünde kullanabilme olanağı alınmış durumdadır.

KULÜP VE TOPLULUKLAR
Resmi kurumlar tarafından bilimsellik ve akademik özgürlük payesi ellerinden alınmış yükseköğrenim kurumlarında, bu boşluğu da yıllardan beri, kurduğu kollar, kulüpler aracılığıyla üniversite gençliği tamamlamaya çalışıyor. Bu boşluğun kültürel-sanatsal ayağını, daha çok kulüpler yoluyla kapatma gayretinde olan gençlik, akademik özgürlükleri genişletme ve bilimsel üretime katılım mücadelesini de ÖTK’lar (Öğrenci Temsilciler Konseyi) üzerinden yürütmeye çalışıyor. Yükseköğrenim gençliği, hem okuduğu bölümlerle doğrudan ilgili kulüpler kurarak fakülte sıralarında ya da amfilerde bulamadığı mesleki-bilimsel tartışma ve pratikleri hayata geçirmeye, hem de üniversitenin, kendisini besleyip doyurmakta yetersiz kaldığı kültürel ve sanatsal alanlarda bir şeyler yapabilmenin çabasıyla çeşitli kulüpler kuruyor. Kulüp ve topluluklar ayrıca, siyasal ifade olanakları kısıtlanmış çeşitli örgüt ve parti taraftarlarının, kendilerini ifade etmelerine de zemin teşkil ediyor.
Hobi amacıyla kurulan dağcılık, su altı sporları, vs. gibi kulüpler ve belli grup ve örgüt taraftarlarını bir araya getirmek dışında gözle görülür bir faaliyeti olmayan kulüp ve topluluklar dışında, üniversite gençlik kitlesinin talepleri etrafında bir araya gelmesini sağlayan ve bilimsel tartışmalara arayış zemini oluşturan akademik-mesleki amaçlı kulüpler, önemli bir öğrenci kitlesine hitap etmeleri yönünden öne çıkıyor.
Yükseköğrenim gençliğinin temel sorunlarının neler olduğu, esas olarak biliniyor. Üniversite harçları, yurt, barınma sorunları, ders geçme sistemi, yemekhane ve yurtların özelleştirilmesi, derslerin niteliklerinin düşük oluşu, öğrenci temsil hakkının yetersizliği vs. Bunlar gibi pek çok sorun etrafında yıllardan beri yükseköğrenim gençliği; “özerk, bilimsel, demokratik” bir üniversite şiarında somutlanan bir mücadele vermektedir. Üniversite genliğinin ileri ve örgütlü kuşaklarının bu sorun ve talepler etrafında kitlesel bir öğrenci hareketi yaratmaya çalıştıkları da bilinmektedir. Yine bilinmektedir ki, farklı dönemlerde farklı sorun ve talepleri öne çıkartarak yürütülen üniversite gençliği mücadelesi, istenilen düzeyin çok gerisinde kalmıştır. Nesnel ve öznel, üniversite içi ve dışı birçok etmenin tayin ediciliğinde şekillenen bu durumun nedenleri arasında, üniversite gençliğinin sınıfsal profilinin değişmesini de aramak gerekmektedir. Bilhassa, son on-on beş yıldır yükseköğretimde ve öncesinde uygulanan paralı eğitim politikaları sonucu üniversite kapıları emekçi sınıflara büyük ölçüde kapatılmış, üniversiteye belli gelir seviyesi üzerindeki kesimlerin çocukları girebilir olmuştur. Dolayısıyla konumuz bağlamında toparlayacak olursak; bugün gerek öğrencilerin kol, kulüp ve topluluklarda cisimleşen akademik-bilimsel arayışları, gerekse de kalıplaşmış yöntem ve şekilleri kullanarak kitlesel, kalıcı bir üniversite gençlik mücadelesinin yıllar yılı yaratılamıyor oluşu gerçeği, birtakım zaaflarına karşın, üniversite mücadelesinin yolunun, az çok, öğrencileri etrafında toplayabilen akademik-bilimsel amaçlı kol, kulüp ve topluluklar ile ÖTK’lar (Öğrenci Temsilciler Konseyi) yoluyla yaratılacak fikirsel-bilimsel bir tartışma ve buradan çıkacak bir fikir bölünmesinden geçtiğine işaret ediyor.
Her yıl üniversiteye adımını atan yığınla öğrenci, bilimsel öğretim görme ve üretim yapma hevesi yüksek öğretim kurumları tarafından köreltildiği ölçüde, bölüm ve mesleki kulüplere yöneliyor. Felsefe, sosyoloji, edebiyat, tarih, iktisat, hukuk, biyoloji gibi temel bölüm kulüplerinin en azından bir kısmı hemen hemen birçok üniversitede mevcut. Bu kulüp ve topluluklara gidip gelen binlerce üniversiteli genç, çıkardıkları dergilerle, düzenledikleri toplantı, panel, söyleşi türü etkinliklerle, alanlarıyla ilgili az çok bir bilimsel tartışma yürütüyor. Felsefe, sosyoloji, biyoloji öğrencilerinin birkaç yıldır gerçekleştirdikleri kongrelerde ise, bu tartışmalar daha da genişleyerek ülkenin pek çok sorunuyla bağlantılı politik, ideolojik tartışma zeminleri de yaratıyor. Dolayısıyla üniversite gençliğinin bilimsel ve akademik tartışmalar üzerinden politikleşme ve örgütlenme yoluna girmesi açısından kulüp ve topluluklar önemli imkânlar sunuyor.
Bir felsefe kulübünde idealizm-materyalizm ayrımına dayanan tartışmalar yürütmek, bir mühendislik dalının kulübünde, mühendislik eğitiminin sermaye için mi, yoksa ulusal sanayi ve kalkınma yolunda mı kullanılması gerektiği, bunun toplumdaki somut yansımaları üzerine fikir yürütmek, ya da uluslararası ilişkiler öğrencilerinin kulübünde, Türkiye’ye Ortadoğu’da biçilen rol, bunun arkasında Amerikan emperyalizminin emelleri sorununu ortaya atmak… Bunların hepsi, üniversite gençliğinin, YÖK’ün oluşturduğu üniversite modelini, oradan da kapitalizmi sorgulama ve bir noktadan sonra politik olarak onunla karşı karşıya gelmesi için ihmal edilmesi kabul edilmez fırsatlar barındırıyor. Zaten, ’68 öğrenci hareketinin bugüne ışık tutan temel bir özelliği de, belli başlı okullardaki ilk örgütlenme ve politikleşme nüvelerinin altında bu tür tartışmaların yattığıdır.
Kulüpler, topluluklar bu şekilde değerlendirildikleri oranda üniversite gençliği içinde kitlesel bir öğrenci hareketi yaratma, en önemlisi de her alanda düzenle hesaplaşan bir fikir-ideoloji tartışması yaratmak, böylelikle-bilindik yöntemlerle mücadeleye kanalize olması zor olan gençlik kesimlerini de kucaklamak mümkün olacaktır. Öbür türlü, yani rutin faaliyetlere gömülmüş, onları da yapmasa bomboş geçecek bir sene kaygısıyla hareket eden, öğrenci merkezli bir çalışma ve üretim faaliyetinden ziyade dışarıdan etkinliklerle (paneller, konferanslar) yetinen bir anlayışla kol, kulüp ve toplulukların gençliğe bir açılım sağlamayacağı, çoğu durumda ise onun üzerinde bir yük teşkil etmesi kaçınılmazdır. Keza, öğrenim dönemi başlarında kimi zaman bölümlerinin tüm öğrencilerini kapsayan toplantılarla faaliyete başlayan kulüpler, bir süre sonra daha çok da politik-örgütlü öğrencilerin kaldığı çekirdek türü yapılara dönüşüp seneyi böyle tamamlamaktadırlar.

KULÜPLER KENDİ BAŞLARINA YETERLİ Mİ?
Kulüp, topluluk gibi yapılar, ayrı ayrı olsalar da, öğrenci gençliğin, akademik, bilimsel sorun ve talepleri etrafında bir araya gelmelerinde kuşkusuz önemli araçlar; ancak yükseköğrenim gençliği, mücadeleye geçtiği ve bu yolda örgütlenmeye ihtiyaç duyduğundan bu yana, hep merkezi ve gençlik kitlesinin tümünü kapsayacak bir modelin, kimi zaman adını koyamasa bile, ihtiyacını duymuş, bu olanağı yarattığı zamanlarda da, tek tek kulüp ve toplulukların harekete geçirip mücadeleye yönlendireceği öğrenci kitlesinden çok daha fazlasının ortak tartışıp, hareket edeceği bir platformu oluşturmuştur.
Eğer, üniversite gençliğini, topluluklara, kulüplere gelmeye iten neden, az çok bir sosyallik sağlaması yanında, kampuslardaki bilimsel bir öğrenim ve tartışma ortamının olmaması ise; belli bir konuda tartışma ve üretim faaliyetinde bulunma üzerinden kendini geliştirme dışında, özerk, bilimsel ve demokratik bir eğitim mücadelesinin verileceği esas yerin, tüm yerel kol ve kulüplerin üzerinde, sınıflar, bölümler ve fakülteler üzerinden yükselerek bütün bir fakülteyi kapsayan üniversitelinin akademik-sendikal örgütü olduğu gerçeği bugün de değişmemiştir, tersine acil bir ihtiyaç olarak kendini dayatmaktadır.
Bir yandan kulüp ve topluluklar yoluyla kendilerini ifade etmenin yol ve olanaklarını sonuna kadar zorlaması gerekli olan, bu noktada da olumlu pek çok pratiği de hayata geçirmiş olan yüksek öğretim gençliği, diğer taraftan da köklü bir üniversite modeli değişikliği talebini elden bırakmamak, onu en yüksek perdeden haykırmak yükümlülüğü taşımaktadır. Diğer türlü; kulüp, topluluk vs. tipi örgütlenmelere tek başına gömülmek, özerk, bilimsel ve demokratik eğitim mücadelesinde, zaten üniversite gençliğini politikadan soğutmak, uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymayan YÖK’ün en başta işine gelmiş olur. Kulüpler, topluluklar, kendi içlerine gömüldükleri, yapıp ettikleri nice faaliyetin “sarhoşluğuna” kapıldıkları oranda, akademik bilimsel bir üniversite talebinin her an akılda tutmayı ve tüm faaliyetlerinde amacını bu yöne doğrultmasını bilmeyi ihmal etmiş olacaklardır. Bu açıdan da, YÖK ve gericiliğin esas korkusu, gerçek anlamda bilimsel parasız ve demokratik bir eğitim talebiyle ayağa kalkan yüz binlerce öğrencinin oluşturacağı manzaradır.
“Merkezdeki” kimi üniversitelerde, kurdukları müzik, dans, tiyatro, vs. kulüplerini politik bakımdan da olmak üzere adeta bir “kurtarılmış bölge” ilan eden, üniversite mücadelesi de içinde olmak üzere, yaşama tüm müdahale reflekslerini bu yapılara sıkıştırarak, azımsanmayacak bir öğrenci kitlesinin bu yolla özerk-bilimsel eğitim talebiyle YÖK’e karşı yürüttüğü mücadelede pasifize eden öğrencilerin gerçekten alternatif bir öğretimin ve oradan “yaşamın” yolunu açmadıkları açıktır.

MÜCADELE YOLU GENÇLİĞİN AKADEMİK ÖRGÜTLENMESİNDEN GEÇİYOR
Üniversitelerin özerk, demokratik ve bilimsel bir temele oturması için yürütülecek mücadelenin merkezinde gençliğin akademik örgütü bulunuyor. Üniversiteye gelen her öğrencinin doğal üyesi olduğu ve sırasıyla sınıf, bölüm, fakülte temsilcilikleri üzerinden yükselen demokratik yapısıyla gençliğin akademik örgütü, gençliğin talep ve sorunlarını tüm bir okula mal etmek ve bu yönde en geniş öğrenci kesimini harekete geçirmek için en meşru ve demokratik zemini içeriyor. Üniversite idarelerince kurulmasından ve YÖK’ün dayattığı kimi mevzuatları tüzüklerinde barındırmasından bağımsız olarak, temsilcilikler üzerinden yükselen ve her öğrenciye açık olan, adı ne olursa olsun her tür akademik örgüt modeli, yükseköğrenim gençliği tarafından mücadelesinin merkezine alınmak durumundadır. ‘68 ve ‘70’li yıllarda, üniversitelerdeki ÖB, ÖTK, gibi kitlesel akademik örgütleri, birer mücadele örgütü haline dönüştüren gençlik önemli kazanımlar elde etmiş ve birleşik, kitlesel öğrenci hareketini yaratmanın imkânlarını ortaya çıkarmıştır.
Şimdiden birçok okulda en geniş öğrenci kitlesini temsil eden, giderek diğer okullarda da kurularak tüm yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesini’ birleştirip merkezileştirebilme imkânı sunan yapının bugünkü adı ise ÖTK’lar (Öğrenci Temsilciler Konseyi). Hem tarihte aynı adla kurulan benzer akademik kitle örgütlerinin üniversite gençlik mücadelesine sunduğu sayısız fırsat, hem de bugünün ÖTK’larının kısa geçmişlerinde pek çok okulda imza attığı eylemlerin kitleselliği ve yarattığı yankı düşünüldüğünde, gençliğin ortak, meşru taleplerinin en merkezi ve kapsayıcı olanı olan özerk, bilimsel, demokratik bir üniversite eğitimi talebini elde edebilmek için mücadele zeminini günümüzde ÖTK’lar meydana getiriyor.
ÖTK’lar üniversitelerde ilk kez 90’ların ortalarından itibaren üniversite yönetimlerince kurulmaya başlandı. Bir süre kâğıt üstünde bir örgüt modeli olarak varlık gösteren ÖTK’lar, çok geçmeden üniversite gençliği mücadelesinde işlev kazanmaya başladı. Üniversiteye gelen her öğrencinin doğal üyesi sayıldığı ve sırasıyla sınıf, bölüm, fakülte ve üniversite temsilcilikleri üzerinden yükselen demokratik yapısıyla “Öğrenci Konseyleri”, üniversite geçliğinin özerk, bilimsel, demokratik bir üniversite elde etme mücadelesi için en müsait zemini oluşturuyor. Tüzüğündeki birçok anti-demokratik maddeye rağmen, (temsilcilik için alttan dersi olmamak, disiplin cezası almamış olmak, siyasi parti veya örgütün üyesi olmamak zorunluluğu gibi), pek çok fakültede yerel ve genel sorunları için harekete geçen öğrenciler eylemlerinde ÖTK’ları kullanarak kazanım sağladılar ve söz hakkı elde ettiler. Bunun en yakın ve bilinen örneği İstanbul Üniversitesindeki formasyon eylemlerinde yaşanmıştı. Dünya Bankası’nın direktifleriyle daraltılan yüksek lisans formasyon programı sonucu, mezun olduktan sonra öğretmenlik yapamaz duruma düşen fen ve edebiyat fakültesi öğrencileri, imza kampanyalarıyla, basın açıklamalarıyla, irili ufaklı protesto eylemleri ve tartışma toplantılarıyla başladıkları eylemler süreci, sorunun muhatabı olan binlerce öğrencinin yürüyüşler, tam katılımlı ders boykotları gerçekleştirmelerine kadar varmıştı. Sonuçta da, rektörlük geri adım atarak 70 olan formasyon kapasitesini, 400’e çıkarmak zorunda kalmıştı. Bu süreçte belirleyici rol, sınıf ve bölüm temsilcilerine düşmüş, alınan her karar, konuyla ilgili her tartışma, temsilcilikler aracılığıyla istisnasız her öğrenciye ulaştırılarak; zaten tüm öğrenci kitlesinin en meşru sorunu olan formasyon hakkı her öğrencinin inisiyatif aldığı, böylelikle bir mücadelede nasıl kazanım elde edilebileceğini yaşayarak öğrendikleri bir süreç olarak belirmişti. İstanbul Üniversitesi’nin Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu (SBMYO) öğrencileri de, lisans programlarına dikey geçiş haklarının kolaylaştırılması için ÖTK’yı kullanarak mücadele yürütmüşlerdi.
ÖTK’nın mevcut yapısını daha demokratik kılmak için yine ÖTK’lara dayanan mücadelede dikkat çeken bir örnek de Ankara Üniversitesi’nde yaşanmış; bu okulda 1998 yılında kurulan ÖTK’nın yönerge ve mevzuatı öğrenciler tarafından değiştirilmişti.
ÖTK’lar, üniversitelinin, çeşitli şekillerde ortak iş yapmada da kullanabileceği platforma da işaret ediyor. Mustafa Kemal Üniversitesi öğrencilerinin bir kaç sene evvel, çıkarttıkları dergileri “Teneffüs” bir örnek. Gençler, dergilerini tüm fakülteye mal edip sayısız öğrencinin katkı sunup, çıkartılmasında emeklerinin geçtiği bir çalışmayı yine ÖTK sayesinde kotarabilmişlerdi.
Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Bugüne kadarki deneyimin gösterdiği bir şey daha var ki, o da, geçmiş yıllarda kurulan meclis, cephe vs. adlar altında yüksek öğrenim gençliği mücadelesini merkezileştirme iddiasını taşıyan yapılar, gerekse de bugünün marjinal, sekter sol gruplarının öğrenci hareketine dışarıdan dayattıkları örgütlenme ve mücadele modellerinin ÖTK tipi bir örgütün yerini alma şansı yok.
Kol, kulüp ve toplulukların gençliğe ortak iş yapma ve taleplerin karşılanması yönünden araç teşkil etmeleri ve kimi yerellerde birbirinden kopuk olsa da hatırı sayılır öğrenci kesimini temsil ediyor oluşları, bunların bugün için ÖTK’nın temsil ettiği bir aracın yerini alabileceği kanısını akla getirmemelidir. Zaten ÖTK merkezi bir temsil kurumu, kol ve kulüpler ise esas olarak kültürel-sanatsal-bilimsel öğrenci faaliyetlerine aracı olan örgütlenmelerdir. Önemli olan, her iki mücadele aracını da ihmal etmeden, birbiriyle tamamlamayı bilmektir. Yani, çeşitli türden kol, kulüp ve topluluklarda dünyayı algılama ve yorumlama arayışını sürdüren, bu açıdan derslerin çizdiği katı sınırların dışına çıkmaya çalışan üniversite gençliği, tüm bu faaliyetlerine de neden teşkil eden esas talebi, “bilimsel-akademik ve YÖK’süz bir üniversite”yi mücadelesinin en önüne koymaya ve ÖTK’ları bu yolda en verimli şekilde kullanabileceği mücadele biçimlerini bulmaya devam etmelidir.

Gençliğin savaşa karşı mücadelesi

Yaklaşık 1 yıldır dünyada ve ülkede zihinleri meşgul eden iki konu, son aylarda gündemin üst sırasına yerleşerek, iç içe geçti: Birincisi, Amerikan saldırganlığının yeni hedefi olarak seçilen Irak’a yönelik emperyalist müdahale hazırlığı. İkincisi ise, uluslararası sermayenin en saldırgan politikalarını uygulayacak bileşime sahip yeni bir hükümet kurulması amacıyla düzenlenen erken genel seçim.
4 milyon yeni genç seçmenin oy kullandığı genel seçim, ekonomiden dış politikaya, kültürden siyasi hayatın yeniden yapılandırılmasına kadar pek çok konuda, ülkenin nasıl bir rotaya gireceğine dair “referandum” niteliği atfedilmesi nedeniyle de Türkiye gençliğini yakından ilgilendiriyordu. Emperyalist savaş tehlikesinin en çok, bölge ve dünya halklarının genç kuşaklarını tehdit ettiği ise, ortada olan bir gerçektir. Cephelere sürülecek, savaşın yaratacağı büyük yıkım nedeniyle zaten kısıtlı olan eğitim ve iş olanaklarını, demokratik hak ve özgürlüklerini kaybedecek, kısacası gelecekleri karartılacak olanlar ise, gençlerdir.
İşçisiyle işsiziyle, köylüsüyle kentlisiyle, eğitimlisiyle eğitim hakkından mahrum olanıyla, Kürt’üyle Türk’üyle hepsini doğrudan ilgilendiren bu iki gündemin iç içe geçmiş olması, “Türkiye gençliğinin kendi geleceği üzerine söz sahibi olabilmesi ve gençlik hareketinin birleşik örgütleriyle egemenlerin karşısına dikilebilmesi” açısından neyi ifade eder? Kestirmeden söylenecek olursa; böyle bir dönemde, gençliğin kitleler halinde mücadeleye atılması ve örgütlenme düzeyinin yükselmesi için düne göre daha çok sebep ve olanak vardır.
Bu, her şeyden önce, oyların verilmesinin hemen ardındaki bugünler dahil olmak üzere seçim döneminin, en uzak gözüken kesimleri bile politikayla ‘haşır-neşir’ kılması nedeniyle böyledir. Sorunun daha önemli yanı ise, “savaşa sürüklenmekte” olan Türkiye’nin durumuyla ve “içine sürüklenilmekte” olunan savaşın niteliğiyle ilgilidir. Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu etkinliklerinin, bir bakıma, yüz-binlerce gencin bir araya gelerek emperyalist savaş hazırlıklarına tepkisini ifade ettiği eylemler halini alması, zaten bunların ifadesidir.

SAVAŞA MAHKÛM OLAN DÜZEN PARTİLERİDİR
Başbakan Bülent Ecevit’in, sızlanma üslubuyla sarf ettiği “Türkiye’nin savaşa doğru sürüklenmekte olduğuna” ve “çok sayıda gencimizin bu savaşta hayatını kaybedebileceğine” dair sözleri, bir itiraf olarak anlaşılabileceği gibi kapıdaki tehlikenin engellenemez” olduğu sahte kanaatini yayma amacını da taşıyordu.
Gerçekten, Amerikancı hükümetlerin yönetimindeki Türkiye, dün Kore’de, Somali’de, Bosna’da ve Afganistan’da olduğu gibi, bugün de Irak’ta savaşa sürükleniyor. Son olarak, halen Afganistan’ın başkenti Kabil’de, Amerikancı hükümeti korumak amacıyla görev yapan 4500 kişilik Türk Silahlı Kuvvetleri birliği karşılığında ABD, Türkiye’ye 228 milyon dolar “bağışladı.”
Daha birkaç ay önce Kabil’deki yabancı askeri gücün komutanlığını büyük bir hevesle üstüne alan Genelkurmay ve düzen politikacıları, şimdi “Irak’ta çıkacak savaşın getireceği ekonomik kaybın giderilmesi için ABD’nin desteğine ihtiyaç olduğu” yönünde propaganda yapıyorlar. Onlara göre, “engellenmesi olanaksız bu savaşın içinde yer almak daha yararlı”!
Ülke ekonomisinin dışa bağımlı olmasını, IMF tarafından dayatılan yasaların harfiyen Meclis’ten geçirilmesini, dış politikada Amerikan çıkarlarının korunmasının esas alınmasını, halkın siyasi örgütlenme ve yönetime katılma olanaklarının baskıyla ortadan kaldırılmasını “kaçınılmaz” gibi sunanlar, elbette Amerikan saldırganlığına yataklık etmeyi de zorunlu göstermek gayretindeler.
Bu konuda üslup farklılıkları dışında, tam bir görüş birliği içindeler. MHP, DYP ve ANAP’tan yapılan açıklamalar, Ecevit’inkinden daha pervasız bir içerik taşıyor. CHP ve AKP de, kendi tabanlarıyla ters düşme pahasına “savaşta ABD’ye destek olmaya talip olduklarını” ima eden açıklamalar yapmaktan geri durmuyor.

BÖLGEDE SAVAŞ, ÜLKE İÇİNDE KAMPLAŞMA!
Düzen partileri, “savaşa sürüklenişlerinin” üstünü örtmek için, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti kuruluyor” yaygarasını devreye soktular. Kuzey Irak’ı denetim altında tutan Kürt partilerinin, -üstelik ABD’nin önderliğinde ve Ankara’da başlatılan birkaç yıllık görüşme sürecinin sonucunda- ikinci kez ortak parlamento oluşturması, “Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale etmesi” yönünde, ortamı terörize edici nitelikte açıklama ve yorumların yükselmesine vesile yapıldı.
Bu gelişme üzerinden, “ülkenin savaşa sürüklendiğini” veya “artık savaştan kaçınmanın mümkün olmadığını” açıklamaktalar. Gerçekten de gelişmeler, ABD’nin, bir kedinin ense kökünden tutarcasına, “Kürt sorunu” konusundaki “hassasiyetinden” yararlanarak Türkiye devletini Irak batağına sokma gücüne sahip olduğunu gösteriyor.
Düzen partisi sözcülerinin, Kürt partilerinin ayrı devlet kurma gibi bir girişimde olmadıklarını defalarca açıklamalarına rağmen “Kuzey Irak’a müdahale” konusunu böylesine körüklemeleriyse, ancak onların Amerikan saldırı kampanyası içine “sürüklenme” isteklerinin işareti olarak yorumlanabilir.
Türkiye halkının, Amerikan saldırısına karşı olduğu herkesçe bilindiğinden, “Kürt sorunu” üzerinden bir bölünme yaratılmaya çalışılıyor; üstelik bu, şovenizmin kışkırtılmasıyla ülke içindeki Türk ve Kürt emekçiler arasına gerginlik tohumları ekme pahasına yapılıyor. Bu bakımdan onlar “sürüklenmekle” kalmıyor, Amerikan saldırısının sonuçlarından nasiplenme hevesleri ve siyasi yok oluşlarının önünü halkı bir kez daha bölerek alma ihtiyaçları nedeniyle, “sürüklenmekten” çıkar umuyor.
Açıktır ki, eğer samimi olarak ABD’nin savaş girdabına sürüklenilmek istenmiyorsa, “içerideki” Kürt sorunu demokratik ve halkçı bir temelde çözümlenerek, Kuzey Irak’ta kurulacak bir devletin ülke için tehdit gibi algılanmasının da, dolayısıyla “Amerikan saldırısı içinde yer alma zorunluluğunun” da önü baştan alınabilir.
Ancak düzen partileri ve devlet bürokrasisi, böyle bir çözüme yetenekli olmadıkları gibi, bunun gibi bir niyet de taşımadıklarını ortaya koyuyorlar. Amerikan dayatmaları karşısındaki tam teslimiyetleri, buna bağlı olarak ülke içinde Türk ile Kürt emekçileri birbirinden uzaklaştırıcı şovenist politikaya mahkûm etmekle, en büyük ihanet çukuruna doğru sürükleniyorlar.

SAVAŞIN FATURASINI KİM ÖDEYECEK?
“Çıkacak savaşın faturasının ABD tarafından karşılanacağı” yalanı da düzen partileri, devlet erkânı ve medya kalemşorları tarafından yoğunlaştırılan bir propaganda unsuru. “Resmen” Irak’a yönelik bir Amerikan müdahalesine karşı olduklarını iddia eden bu kişi ve kurumlar, ABD’nin üst düzey siyasi ve askeri sözcüleriyle gündemi Irak saldırısı olduğu bilinen toplantılar yapmalarının üstünü de, bu sahte gerekçeyle örtmeye çalışıyorlar.
Çıkardıkları “faturalarda”, -savaşın içinde yer almasa dahi- Türkiye’nin uğrayacağı zararın 14–16 milyar dolar olduğuna dair basında yer alan haberler, ABD’yle yürütülmekte olan pazarlıkların içeriği hakkında fikir veriyor.
Oysa ortaya atılan bu rakamlar Türkiye ve bölge halklarının karşı karşıya kalacağı yıkıma dair verileri içermiyor. Bu veriler, Amerikan emperyalizmiyle savaş pazarlığına oturan işbirlikçi sermayedarların yapmak zorunda kalacağı “fedakârlık” ve Beyaz Saray’dan talep ettikleri savaş bahşişini ifade ediyor. Yoksa yüz binlerce insanın ölmesi, sakatlanması, en temel insani ihtiyaçlarından mahrum kalması, zorunlu göç, bölgedeki ekonomik ve sosyal hayatın uzun yıllar boyu tamir edilemeyecek düzeyde tahrip olması ve halklar üzerindeki emperyalist baskının daha da yoğunlaşması gibi halka yıkılacak zararların, parayla pulla ölçülmesi mümkün değil.

SAVAŞA ‘KARŞI ÇIKMAK’ VE SAVAŞA KARŞI MÜCADELE
Egemenler ülkeyi savaşa sürüklüyor, bu çabalarını Türk-Kürt ayrımcılığını körükleyerek desteklemeye çalışıyorlar ve utanmazcasına Amerikan emperyalizmiyle pazarlık yürütürken halkların uğrayacağı yıkımın “dış yardımla” giderileceğine dair sahte vaatler yayarak, “Boyunlarınızı cellâtlara uzatın” diyorlar…
Halkın ve gençliğin gözleri önündeki bu gelişmeler, elbette öfke ve tepki topluyor. Savaş karşıtı tepkiler, siyasal alanda güçlü bir örgüte de sahip: ortaya çıkışından sonraki kısa süre içinde halkın ve gençliğin mücadele istek ve umudunun katlanarak artmasına yol açan Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu. Dahası; bloğu desteklesinler desteklemesinler, geniş halk kesimlerinin savaş hazırlıklarına karşı tepkiyle dolu olduğu herkesçe biliniyor.
“Savaşa karşı olmanın” ötesine gidebilen gençler ise, emperyalist saldırı hazırlıklarına ve Türkiye’nin savaşa alet edilmesine karşı çeşitli protesto eylemleri düzenliyor. Bugünlerde gösterilen tepkiler, henüz egemenleri köşeye sıkıştıracak ve savaş tehlikesini püskürtebilecek yaygınlıkta ve kitlesellikte değil; genellikle, üniversitelerde ve semtlerdeki solcu politik gençlik gruplarının üyeleriyle sınırlı protestolar. Buna rağmen; ülkedeki sıcak politik ortam, karşı karşıya olunan savaş tehlikesinin ciddiyetinin bütün halk tarafından hissediliyor oluşu ve Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun kitlelerdeki mücadele isteğini artırıcı etkisi sebebiyle, bu tepkilerin her okul, mahalle ve işyerine yayılmasının, yüz binlerce genci kucaklamasının olanakları, son derece fazla. Bunlara, tüm dünya çapına yayılmış bulunan, savaş karşıtı gençlik hareketleriyle dayanışma imkânı da eklenmeli.
Emperyalist savaşa karşı eylemlerin sonuca ulaşabilmesinin esas koşulu, halkın ve gençliğin sadece kendisini muhtemel bir savaşın getireceği ekonomik ve sosyal yıkımdan korumak amacıyla ve yıllardır biriken anti-amerikan duyguların dışavurumuyla hareket etmemesi; mücadelesini, ülkenin ve bölgenin her türlü emperyalist tahakkümden kurtarılmasına kadar genişletebilmesidir. Emek Gençliği’nin Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu içinde bir araya geldiği gençlik örgütlerinin çabalarıyla olabilecek bu genişleme, aslında emperyalist savaşın yıkımından kurtulmanın da tek yolu. Çünkü tüm tarafların üzerinde uzlaştıkları, “Türkiye olmadan Irak’a yönelik Amerikan müdahalesi gerçekleşemez” tespiti, bir başka tespiti doğuruyor: Emperyalizme karşı mücadele edilmedikçe, savaşa karşı durulması, harekete geçmek üzere olan savaş makinelerinin etkisizleştirilmesi mümkün değil!
Türkiye’nin emperyalizm, işbirlikçisi yönetimlerden kurtulması, bağımsız ve demokratik Türkiye’nin kurulması uğruna verilen mücadele, bugün savaş tehlikesine karşı gösterilen tepkilerle iç içe geçiyor. Öyleyse, gençlik kitlelerinin bağımsız kitlesel mücadele ve örgütlenmesi de savaş tehlikesine, emperyalizme ve onun işbirlikçilerinin iktidarına karşı mücadelenin sıcaklığı içinde hayat bulabilir.
İşsizliğe, eğitimsizliğe, yoksulluğa, kültürel yozlaşmaya, geleceksizliğe itilen ve bunlara karşı şu veya bu biçimlerde tepkisini ifade eden, hayatları çeşitli arayışlar ve sürüklenişlerle heba olan milyonlarca genç… İşyerlerinden, semtlerinden ve okullarından başlayarak ortak mücadelesini örecek, birleşik örgütlerinde kurtuluşa yönelecekse; bu, bugün savaşa, IMF boyunduruğunun sıklaştırılmasına, yani emperyalist tahakküme karşı koyma üzerinden olabilir.
Hiçbir genç emperyalist savaşa, ülkeyi batağa sürüklediği herkesçe malûm işbirlikçi iktidarlara karşı halkını, ülkesini, onurunu ve geleceğini savunmaktan geri durmayacağına göre, bekledikleri; protestoculuğu aşan bir anlayışla ve biçimciliğin yerine kapsayıcılığı geçiren bir örgütsel çalışkanlıkla, savaşa karşı mücadele cephesinin örülmesinden başka bir şey değildir.
Böylece gençlik hem ülke ve bölge üzerindeki emperyalist tahakkümün sıkılaşmasının, Türk ve Kürt emekçilerin birbirine düşürülmesinin, milyonların savaşın yıkımı altında kalmasının önüne barikat kurabilir; hem de, kitleler halinde mücadeleye atılıp örgütlerini kurarak geleceğe umutla bakma şansını yakalayabilir.

Gençlik ve kültür-sanat

12 Eylül sonrası bir Türkiye’ye doğanlar, “gençlik” dediğimiz kesimin giderek daha büyük bir paydasını oluşturuyor. Böyle olunca günümüz gençliğine esas rengini verenin de, bu, “darbenin çocukları” olmak olduğunu söyleyebiliriz. Ve böyle bir kitlenin kültür-sanatla olan ilişkisini inceliyorsak eğer, esasen, 12 Eylül’ün ve ardından gelen dönemdeki egemen politikanın hem kültür-sanat üzerinde, hem de genel olarak toplum üzerinde giriştiği “yenileme” operasyonunun en katıksız (darbe öncesi koşul ve değerlerden etkilenme oranının neredeyse “sıfır” olması anlamında en katıksız) ürünlerini inceliyoruz demektir. Bu operasyonun temel hedeflerinden ikisinin, piyasanın düzenleyici ve belirleyici tek güç olarak kabul ettirilmesi ve darbe öncesi kontrolden çıkma eğilimi gösteren muhalefet hareketlerinin denetlenebilir, yönlendirilebilir hale getirilmesi, bu denetleme ve yönlendirme mekanizmalarının kurulması olduğunu söylersek, bugün gençliğin kültür-sanatla olan ilişkisini inceledikten sonra varacağımız sonuçları, ta 20 yıl öncesinden çıkarabilmiş oluruz.
Bugün gençlik içerisinde çok çeşitli kültürel eğilimlerden/ilgilerden söz edilebilir. Bunların hepsinin incelenmesi elbette bu yazının sınırlarını aşıyor. Fakat bu eğilimlerin birçoğunu kapsayan bir üst başlık olarak “Amerikan hayat tarzı”, bahsedilmeye değerdir.
“Amerikan hayat tarzı”nın içeriği ve sonuçlarıyla birlikte (ve bunlarla bağlantılı olarak) kendisini nasıl dayattığına bakmak gerekiyor. Buna dayatma demeli, çünkü süreç, bir değerler sistemi olarak “Amerikan hayat tarzı”nın kendisini alternatifsiz olarak sunduğu bir süreç. Gençlik, bugün içinde yaşadığı bu rezil hayatın tek “iyi” alternatifinin, hatta bırakalım “iyi”yi tek alternatifinin Amerika’da yaşanan -ya da televizyonda öyle gördüğü- hayat olduğuna inandırılmaya çalışılıyor. Bu bir çeşit hipnoz. Öyle ki gençliğin büyük kısmı, Fransa’da veya İran’da, Meksika’da veya Endonezya’da gençlerin nasıl yaşadıklarıyla, oralardaki kültürle ilgili herhangi bir bilgiye ve hatta sezgiye sahip değil. Elbette saydığımız yerlerdeki kültürel iklim, egemen kültüre karşı devrimci bir alternatif oluşturamazlar; ama burada önemli olan, gençliğin etrafının, bu yerlerde Amerikan kültürel değerlerinden başka kültürel değerlerin, başka alışkanlıkların, başka estetik zevklerin olabileceğini aklına bile getiremeyecek şekilde çevrilmiş olmasıdır. (Dünyanın büyük bölümünde Amerikan değerlerinin giderek daha fazla hâkim hale geldiği doğrudur, ama bu, birincisi, emperyalist kültürün yayılmasıdır ve bu kültürün, bütün zamanların ve bütün yerlerin tek mümkün kültürü olduğu sonucunu doğurmaz; ikincisi, tek geçerli değerlerin Amerikan değerleri olduğu yanılsamasının oralarda da yaratılmasının sonucudur.)
Bu durumun hizmet ettiği şey, mümkün tek kültürel değerler sisteminin Amerikan orta ve üst sınıfına ait değerler sistemi olduğu, bir başkasının zaten mümkün olmadığı sanısının yaratılmasıdır. Ve hem aynı dayatma tarzı üzerine oturuyor olması açısından, hem de bu Amerikan değerler sisteminin mantığını oluşturuyor olması açısından “piyasa” kavramı burada temel bir yer tutuyor. Hedeflenen, gençliğin bütün hayatı yönetmeye hakkı olan ve zaten onu en iyi yönetebilecek şey de olduğuna inanılan piyasanın kollarına kendisini bırakması, bugününü ve en kötüsü de geleceğini ona göre planlamasıdır. Amerikan kültürünün en basit popüler ürünlerinden, en yüksek teorik ürünlerine kadar tüm unsurları, gençliği, herkesin birbirinin kurdu olduğu piyasanın içinde, tek başına, acımasız bir mücadele vermeye çağırıyor, ancak böyle yaparsa mutlu bir yaşam sürme imkânının varolacağını söylüyor. Kendisini ortaya güçlü biçimde koyan devrimci bir alternatifin olmadığı koşullarda, bu çağrının gençlik üzerindeki etkisi, bu kültürün yarattığı tahribat, küçümsenemeyecek bir düzeye varıyor.
Gençlik ve kültür-sanat ilişkisi açısından belirgin olan bir başka nokta, gençliğin içine itildiği izleyicilik konumudur.
Bugün, özellikle de büyük kentler dışında, gençliğin önemli kesiminin kültür-sanatla ve kendi dar çevresi dışındaki dünyayla ilişkisini medya, aslolarak da televizyon üzerinden kurduğu bir gerçek. Televizyonun bu fırsatı kendisi için en iyi biçimde değerlendirdiği de bir başka gerçek. Tüm televizyon kanalları ve boyalı basın, en geri değerleri yücelten, en bayağı estetiği “güzel” diye sunan ve bunları yaparken özellikle de gençleri hedef alan aralıksız bir basın-yayın bombardımanını sürdürüyor.
Gençliğin tüm değerleri, ilişkileri, hayatı, kültürü üzerindeki etkili olan bu bombardımanın araçlarının da sadece “kültür-sanat ürünleri”nden ibaret olduğu söylenemez. Buna başta spor (futbol) olmak üzere pek çok başka unsuru dâhil etmek gerekli. Bu anlamda aslında hep beraber tek bir işlevi yerine getiren kültür-sanat ürünlerini, futbolu vb. birlikte ele almak gerekiyor. Ama bu bir araya geliş kültür-sanatın spora ya da sporun kültür-sanata yaklaştığı bir durumun değil, bunların beraberce ikisi de olmayan bir şeye yaklaştıkları bir durumun ifadesi. Bu konudaki tartışmalarda son zamanlarda “şov/gösteri dünyası” tanımı kullanılıyor. Bu tanım, bu yazı için de elverişli. Çünkü bugün gençliğin büyük bir kısmının bütün bir “kültürel-sanatsal”, “sportif” etkinliği, birilerinin bize televizyondan bir şeyler “gösterdiği”, bizim de yarı-şapşal bakışlarla ve mümkünse de cips, çerez vb. atıştırarak bunları izlediğimiz bir faaliyete dönüştürülmüş durumda.
Ama buradan sonrası bir ayrım gözetmiyor. Yani kültür-sanat alanında ve diğer alanlarda, gençliğin neredeyse tümü, etraflarında olup bitenin izleyicisi konumuna itilmek isteniyor ve böyle bir konumdan tek yapabildiği birilerine “hayran” olmaktan ibarettir. Bir “hayran hayran izleme” durumu. Artık “hayran” olduğumuzun Hülya Avşar mı, İlhan Mansız mı, yoksa Serdar Turgut mu olduğu, bizim hiçbir şekilde müdahale edemediğimiz, içinde bulunamadığımız ama sadece seçtiğimiz ve izlemeye koyulduğumuz ilgi alanımızın (müzik, futbol, edebiyat vb.) ne olduğunu anlatır. Bu ilgi alanlarımız, bizim hangi alanlarda üretimde bulunduğumuzu, etkin olduğumuzu değil, ne kullanılarak yönlendirildiğimizi göstermeye yarar.
Gençlik içerisinde yaygın olan bu “hayranlık” kültürünün hedefi, bir gencin ne yapmak, ne yapmamak, hayatını nasıl yönlendirmek gerektiği konusundaki kararlarını alırken, kendi hayatına ve ihtiyaçlarına değil, hayran olduğu “yıldız”ın/sanatçının/futbolcunun/yazarın/şovmenin ne yapıp yapmadığına bakmasının sağlanmasıdır. Artık hayran olduğumuz kişi, insan ilişkileri konusunda nasıl öğütler veriyorsa ve o nasıl yapıyorsa biz de öyle yapacağız: Hülya Avşar’ın “hayat felsefesi” neyse biz de onu benimseyeceğiz, Nez klipinde ne kadar ahlaksızlaşıyorsa biz de kendimize ahlakın dışına çıkma iznini o kadar vereceğiz, ya da Brad Pitt “Dövüş Kulübü” filminde sistemden ne kadar yakınıyorsa biz de ancak o kadar yakınacağız. Burada bahsettiğimiz basitçe ‘özentilikten’ farklı bir şeydir. Daha çok biçimsel bir taklidi anlatan özentilik, hangi değerleri, hangi ilişki ve eylem biçimlerini doğru/meşru kabul edeceğimizi belirlemeye çalışan böyle bir saldırı yanında önemsizdir, bu saldırının sonuçlarından ancak biridir.
Şunu da belirtmek gerekir; gençliğin bu ilişkilerin dışına çıkma çabaları, özellikle eski deneyimlerinden ders almış olan egemen kültür tarafından dikkatle izleniyor. Sistem dışına çıkma eğilimi gösteren unsurları bir an önce içine almak, yozlaştırıp kendine benzetmek egemen kültürün “kendini yenileme” tarzıdır.
Buraya kadar söylediklerimizin ortaya olumlu bir tablo koymadıkları açık. Ama gençliğin ve dünyanın içinde bulunduğu koşulların, bu tablonun aynen devam etmesine izin vermeyeceği de bir o kadar açıktır.
Denilebilir ki bu kuşağın gençleri için sıkça yapılan “yoz”, “çürümüş” değerlendirmeleri erken değerlendirmelerdir. Gençlik bu karanlık tabloyu değiştirecektir. Bu tabloyu, mahallelerde, liselerde, üniversitelerde, işyerlerinde her türlü baskıya, baskı değilse ilgisizliğe maruz bırakılan, belediyelerin, okul idarelerinin onlara ayrılacak bütçeleri en iyi ihtimalle “israf” saydığı, ama tüm bunlara rağmen bir şeyler üretmeye çalışan “müzisyenler”, “tiyatrocular”, “sinemacılar”, “şairler” değiştirecektir. Net bir politik görüşe sahip olsunlar olmasınlar bu tiyatrocuların en çok oynadığı oyunlar Brecht’in, Nâzım’ın oyunlarıdır; bu sinemacılar Hollywood’u beğenmez, sevmezler; bu müzisyenler günümüzün “müzik” piyasasına iğrenerek bakarlar; yapacakları işleri mümkünse sponsorsuz yapmayı ister, eğer sponsor alınacaksa da bunu utanılacak, sıkılacak bir şey olarak görürler. Bütün bunlar bugün egemen olan kültür-sanat piyasasına duyulan tepkinin ifadeleridir ve bu gençleri elbette, “popüler muhalifler”den daha değerli yapar. Bunun için de, piyasa ilişkilerinin dışında bir kültür-sanatın mümkün olduğunu görmeleri güç olmayacaktır. Yeteneklerine en fazla kendileri gibi gençlerin ve emekçilerin ihtiyacı olduğunu, bu yeteneklerine gereken değeri ancak onların verebileceğini, sanat için en zengin birikimin ve en zengin alanın da burada olduğunu anladıkları ölçüde de, alternatif bir kültürün başlıca dinamiği olarak rol oynayacaklar. Bunun için, politikanın sanatı değersizleştirdiği, bayağılaştırdığı yönündeki gerici burjuva propagandanın bu kesimler üzerindeki etkisi bir an önce dağıtılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bir şeyler üretmeye çalışan bu gençlerin, aynı zamanda dışlarındaki dünyayla, olan bitenle, politikayla en çok ilgili gençler olması tesadüf değildir.
Gençlik, içinde bütün dünyayı değiştirmeye kalkışacak kadar büyük bir coşku ve heyecanı barındıran bir kültürel ortamı yaratmaya muktedirdir. “Yoz”, ‘çürümüş” sıfatlarının asıl sahibi olan emperyalist kapitalizm, böyle bir enerji ve coşkunun karşısında duramayacaktır.

Bilim, üniversiteler ve gençlik

Bilim, insanın örgütlü olarak geliştirdiği, bireysel ve toplumsal bir etkinliktir. Bu etkinliğin gelişimi, her zaman, toplam toplumsal etkinliğin de bir parçası olmuştur. Daha açık bir biçimde şöyle diyebiliriz: Bilim sosyo-ekonomik bir alt yapının ürünü olan, bireyleri tek tek ve toplu olarak etkileyen, örgütlü olsun olmasın, bir ideolojik yapıyla bağlara sahiptir. Bilimin içeriğinde çok önemli paya sahip olan soru yöneltme, anlama çabası ve insan yaşamını kolaylaştırmak amacıyla doğayı sistemleştirme işi, tarihin farklı dönemlerinde değişmek koşuluyla, yukarıda belirtilen ideolojik etkilerinden kopuk bir biçimde gelişmemiştir. Doğayı kavramlaştırmada var olan toplumsal etkinin izlerini birçok bilim adamının gelişiminde gözlemleyebiliriz. Kepler’in ‘doğayı mükemmelleştirmesi’ daha açıkçası; tanrının mükemmelliğinin doğaya yansımış ifadelerini bulmak isteyişi, onun eliptik gezegen yörüngeleri karşısında şaşkınlığa düşüp aynı deneyleri çembersel yörüngeleri bulmak amacıyla yıllarca tekrar etmesine yol açmıştır. Evren eliptik yörüngeleri barındırmamalıdır; çünkü tanrının mükemmellikten sapışı kabul edilemez. Dinin yüzyıllar boyunca ortaya koyduğu ve toplumsal olarak üretim ilişkilerinin devamıyla işbirliğinde olan mistik bakış açısı Kepler’in önyargısını açıklamamızda bize yardımcı olabilir.
Bu koşullar altında, bilim üretiminin, bilimin sistemleşmesi, öğretimin örgütlenmesi süreçlerinden yoğun olarak etkilenmesiyle birlikte, toplumun verili ekonomik sistemiyle ilişkisi, bilimin yapısına dair önemli etkilere sahiptir. Bilim her dönemde, anlama ve doğayı sistemleştirme bileşenlerinden; uygulamalı ve kavramsal bilimlerin diyalektik bir birlikteliğinden ibarettir, bu bileşenlerin herhangi birinden değil. Üretim ilişkilerinin, bilimin üretim sürecinin bileşenlerinin öne çıkarılma derecesindeki etkisi yanında, karmaşıklaşan toplumsal yapının farklı ürünlerinin, örneğin salt eğitim sisteminin yapısının, dini veya kültürel yapının, üretim ilişkileriyle organik bir bağ içinde bilimin yapısında meydana getirdiği etki unutulmamalıdır.
Bu bakış açısının bilimin tanımına, gelişim sürecindeki ‘anlama’ olgusuna, bu olgunun ortaya çıkışındaki atılıma dayandığı ve buna paralel olarak sistemin çizdiği çizginin dışına adım atarken, kişisel olarak bilim insanının toplumun belirleyici etkenlerinin alabildiğince dışında hareket etmesi gerektiği anlamına geldiği görülmelidir. Her yönden tabularını yıkan bir kavrayışın yansımadır, bilim. Burada anlatılmak istenen, insanın bakış açısının toplumun yapısının etkisini hiçbir şekilde hissetmediği değil, aksine bilim insanının zihinsel sürecinin çok daha karmaşık ve birbirinden farklı, yani dönemsel olarak etkileri değişen faktörlerin izlerini taşıması, fakat doğrudan onlar tarafından belirlenemez oluşudur. Bilimsel bakış açısı, onu üretenin kendisine ait bir kavrayışın ürünü olmadığı sürece, gelenekselleşmeye mahkûmdur. Bu bakış açısının bilim tarihinde uygulanışı ve buradan yola çıkarak günümüz gençliğinin, bilimle ilişkisine temas etmek, konuyu netleştirecektir.

TARİH BOYUNCA KAVRAMSAL VE UYGULAMALI BİLİMLER
Bilim ve tarih arasındaki ilişkiye baktığımızda, ilk önümüze çıkacak olan, anlamlı ve sistemli olarak ele alınmaya başlandığı ilk uygarlıklarda bilimin, doğayı anlama çabası olarak dönemin filozoflarının epistemolojisinin kaynaklarından biri olduğudur. Üretim ilişkilerinin karmaşık yapılara sahip olmadığı bu dönemde, bilim insanının zihinsel altyapısını, doğayı kavramlaştırmasındaki sistematiği belirleyenin daha çok kendi birikim ve inisiyatifi olduğu görülür.(1) İşbölümünün basitliği ve doğaya hakim olma yetisinin eksikliğinden dolayı, bilimin, toplumun üretim ilişkileriyle dolaysız bir temasa sahip olmayışının; ileri dönemlerde önem kazanacak olan uygulamalı bilimlerin, bu dönemde henüz bir varlık gösterememesine sebep olduğu söylenebilir. Bu dönem boyunca bilimde, kültürel ve sosyal yapının etkisi önemli yer tutmaktadır. Üretim ilişkilerden apayrı düşünülemeyecek olan bu etkenlerin, bilim öğretimi sistemli bir hale gelene kadar etkisi daha yoğun olmuştur. Buradan çıkarılacak sonuç; üretim ilişkilerinin ve insanın sosyo-ekonomik varlığının, tarih boyunca belli başlı kişilerin zihinsel süreçleriyle bağlantılı olarak geliştiği, bu ikisinin birbirlerinden kopuk olmadığı ve birbirlerinin basit birer altkümesi olamayacağıdır.
Bilimin giderek hayatın daha fazla alanına daha güçlü bir etkide bulunmaya başladığı, bilimlerde bir atılımın gerçekleştiği 17. ve 18. yüzyıllarda, ekonomik ilişkilerin karmaşıklaştığı, eğitimin kurumsallaştığı, dinin etkisinin kırıldığı gözlenir. Bu dönem, aynı zamanda, sermayenin kârını artırma güdüsü üzerinde şekillenen bir toplumsal sistem olan kapitalizmin, insanı makinenin bir uzantısı haline getirmeye başladığı dönemdir. Bunun bilim alanına yansıması olarak da, özellikle 19. yüzyıl, daha önce görece bir varlık gösteremediği söylenebilecek uygulamalı bilimlerin “şahlanışına” tanık oldu.
20. yüzyılda üretimin artışı ve bu artışa paralel olarak, sermayenin kalifiye eleman ihtiyacı sonucu, üniversitenin eğitim sisteminin kontrol altına alınması önem kazandı. Üniversitenin eğitim programının doğrudan sistemin kendini üretebilmesi ekseninde odaklanması, kimi zaman, üniversitenin toplumsal düzenle ilişkileri içinde biraz “kendiliğinden”, kimi zaman da planlanarak ve tam olarak sonuçlarının farkına varılarak gerçekleştirildi. Bunu ‘en kötü olanı’ izlemeye başladı; tek alternatifin zaten mevcut sistemin eğitimde, bilimde, üretim ilişkilerinde sürerliliği olduğu yanılsaması. İnsanın yapısına ait bir özelliği, bu ortamda zararlı bir görev üstlendi; olan bitenin birikerek hayatı zorlar seviyede sorun olmaya başlamasından önce, bu birikimlerin sorgulamasını yapmayışı, yani alışkanlık kazanması. Tüm toplum, küçük yaşta başlayan bu sistemli aptallaştırma sürecinin, eğitim sisteminin, yaratması muhtemel sorunlar meyvelerini vermeden, ona dur demeyecek gibiydi. Tabii ki bu soyut bakış açısı pek gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü eğitim sistemi hayattan kopuk bir olgu olarak tasvir edilemez. Bilimde, insanın insan olmasının tüm farklı unsurlarının içinde gerçekleşen bunalımla ve kendi bunalımının katkısıyla, kendi alternatifini tüm bileşenleriyle yaratmanın savaşımı başladı. Bilimin en çok kavrandığı ve eğitimin sonuçlanacağı kurumda başlamalıydı bu başkaldırı, öyle de oldu, üniversitede alternatif bilim kavrayışının mücadelesi baş gösterdi.

ÜNİVERSİTE VE ‘ÖĞRENCİ TİPİ’
Bilimin birikimi tartışmaya açılabilir. Bunun için, bilimsel birikimin araştırmaya yardımcı olmasından başkaca da bir koşul aranmasına gerek yoktur. Oysa varolan uygulamanın bununla ilgisi yoktur. Burada, öğrenci bu birikimin yanında kendini önemsizleştirir ve üretkenliğinin önüne geçer. Tüm evren matematiksel olarak bir (veya birkaç) önerme üzerinden açıklanabilir. Genişçe bir temel önermeler silsilesinin değişmeden kalışı, yani alanının kabul görmüş temelinin dışına çıkmayışı, bilim adamı için sınırlan önceden çizmek olacaktır. Bu her alan için aynıdır. Öncellerine güvenmekle yükümlü kılınıp bir süre sonra da aptallaştırılan, üretkenliği yok edilen öğrenci fenomeninin temelinde, bu ürkeklik ve bağnazlık yatar. Yeni bir dünya özleminin bilim dünyasındaki varlık koşulu, bunu kırmayı iş edinmektir. Kendine fazla güvenle ortaya çıkan basit bir küstahlık değildir anlatılmak istenen, aksine; insanın eğitim almasının özünü, hayatı ayakları üstüne basar bir halde kavraması ve hiç kimsenin hayatı onun adına kavrayıp örgütlemesine izin vermemek özgürlüğüdür. Sistem tarafından insanın özgürlüğünün fiziksel ve ruhsal olarak elinden alınışının, “eğitim” alanındaki son ve en acı boyutu, bu darlaşmanın, farkında bile olunmadan, bireyin beyninde oluşturduğu zindandır.
Özünün yıpratıcı, sınırlayıcı karakterini eğitim sürecinin ilk yıllarında kullanılan araçların daha dolaysız ve daha net olarak içerdiği söylenebilir. Örneğin, kendini toplumun bir parçası olarak kavrayamayan küçük yaştaki birey, olgunlaşmaya yönlendirilmesi ve hayatı ve insanı kavrayabilmesinin önü açılması gerekirken, dayak yer. Ödevlere boğularak hayatının darlığı ona kavratılmak istenir sanki. Dolaylı ya da dolaysız baskının hissettirilişi, öğrencinin, üretkenliğini yok edip istediği, ihtiyacı olduğu şekilde bir insan olarak yetişmesinin gerekli olduğunu, gün gün, parça parça beynine yerleştirir. Öğrenci korkmuştur. İnsanların birbirinin üstüne basa basa yükselmeye çalıştığı, kazananla kaybedenin ayrılmaz bir bütünün parçaları halinde var olduğu hayatın bu çirkin yüzüyle sorunlar yaşamaya başlar. Bu zindan okuldan ibaret de değildir. Yavaş yavaş farkında bile olmadan, hayatın bütününde bunu hissetmeye başlar; evde, sokakta, ufacık arkadaşlarının arasında bile bir türlü salgın vardır sanki. Yaşı arttıkça ve derslerinin içeriği zenginleştikçe kendisini, ona zor ve yeni bir dünya olarak gelen “bilgi biriktirme süreci”nde kaybeder. Yıllarca devam eden bu süreç, özünde bir değişiklik olmaksızın, bireyin ortaokul yaşantısı boyunca da kendini kelepçeler. Hayatının nereye gitmekte olduğunu ve toplumda konumlanması gereken yerin ne olduğunu gözetmeden, üstündeki bütün çirkin birikimiyle liseye gelir. Sevmeye, gülmeye, düşünmeye çok az zamanı vardır, en önemli var oluş sebebi ise esirleşmektir; sistemsiz bir sıralı bilgiler bütünü, süngerleşmiş bir beyindir sanki sahip olmak istediği.
Üniversitenin birey açısından önemi, onun insanlaşma temelinde kazanacaklarından, doğayı ve kendini daha doğru tamamlamasından öte; yaşamını finanse etmenin kapısı olarak bireyin beyninde ortaya çıkar. Yarış devam etmektedir; ezersin ya da ezilirsin. Önünde küçümsenmeyecek engeller vardır. Metropol üniversitelerinde daha yoğun hissettiği, mali sınırlara sahiptir. Üniversitenin sadece özelleşmesi değil, bir bütün olarak sermayeleştirilmesi karşısında, her gün bir şeyler daha yitirerek pasifleşmeye sürüklenir. Aklına bazı sorular gelir: Niçin tercih ettiği bölümdedir de başkasında değildir? Hayatı yeniden kurmak için mevcut durumunu nasıl en iyi şekilde kullanmalıdır? Bu sorular elbette, üniversitenin bilimselleşmesi mücadelesine katılmanın başlangıcıdır.
Üniversitenin özellikle son yirmi yılda değişen çehresinin, tamamen sermaye güdümüne girişinin en önemli hedefleri arasında yer alan, bilimin pazarlık konusu haline getirilip satışa çıkarılışı, hayatımızı birçok açıdan tehdit ederken, bire bir ve en somut etkisini yine üniversitelerimizde göstermektedir. Eğitimin ve araştırmanın finanse edilişinin gittikçe sermaye kanalıyla gerçekleştirilmeye yöneltilmesi, bilimin ya da “bilimdışı bilginin” bütünüyle içeriğinin boşalmasına yol açıyor. Fen-edebiyat fakültelerinin yavaş yavaş işlevini kaybetmesi, üniversitelerin ne kadar bilim ürettiğinin göstergesidir. Hayatın iplerini elinde tutan sermayenin ucuz ve kalifiye işgücünü endüstriye yöneltme çabası, bir çıkmaza dönüşüyor. Bir yanda içi boşaltılan mühendislik ve temel bilimler, diğer yanda da buna yöneltilecek öğrencinin zihinsel bir kısırlığa sürülmek istenişi, bu sürecin devamına engel teşkil ediyor. Akademisyenlerin de bilimle ilişkisi bu bağlamda öne çıkıyor. Mesleği bilimle iç içe olması gereken bu insanlar bilime neresinden yaklaşıyor, bilimsellik adına ne yapıyorlar? Bunun dünyanın her yanında birbirine benzediği söylenebilir. Özellikle Sovyetlerin çöküşünden sonra, kapitalist gevezeliğin had safhaya çıktığı son on yılda, sistemin kendini yeniden yapılandırıp tüm dünyaya tam anlamıyla hâkim olmaya soyunması, bu yapılandırmanın insan kaynağını oluşturma görevini üstlenen üniversitenin de bundan geniş ölçüde etkilenmesine yol açıyor. Bugün üniversitelerimizde kurulan araştırma-geliştirme ünitelerinin neye hizmet ettiği, YÖK yasa tasarısının akademik personele getirdiği dayatmalar, öğrencinin bu yasayla bir mala ve okulda bulunduğu süre içerisinde de bir müşteriye dönüştürülmek istendiği, yukarıdaki gelişmeler göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz.
Temel bilimlerin ve mühendisliğin getirildiği noktanın dışında, öğrenciye bütün eğitim süreci boyunca verilen şekil, öğrencinin bilim özleminin temelini oluşturuyor. Akademisyenler, çalışmalarının onay alıp desteklenmesini amaç haline getirmek zorunda kalıyorlar. Patentlenmek ve “bilime” katkıda bulunmak, patentin ve bilimin kim ve ne için anlam taşıdığına bakılmaksızın, birçoğu açısından büyük önem taşıyor ve içine gömüldükleri çıkar batağının farkına varamayabiliyorlar. Bilimi, hayattan kopuk, at gözlüğüyle görmesi, hem bilimcinin kolayına geliyor, hem de iplerini elinde bulunduran sermayeye yarıyor. Öğrenciye de aynı gözlüklerden takılmaya çalışılıyor; notunu kullanan, referanslarını kullanan bilim adamı, patentinin getirdiği bir güvenle doğru yaptığından şüphe bile etmeyen bir hale geliyor.
Üniversitenin ve bilimin bugün geldiği noktanın ve derslerin içeriğinin, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesinin sonucu olduğu, her üniversiteli genç tarafından kavranmalıdır. Üniversitede geçen dört beş yılın ardından, daha iyi bir gelecek için verilen mücadeleden geri duruş, bu bağlantının kurulamıyor olmasıyla açıklanabilir. Gençliğin sosyalizmi benimseyen kesimleri de, bilimsel bakış açısını özümseyememenin, alanlarında diyalektik materyalizmi ve sosyalizmi alternatif olarak ortaya çıkaramamanın sıkıntısını yaşıyor. Oysa üniversitede bilimin alternatif duruşu ortaya konmadığı sürece, bir bütünün eksik parçası, gençlik mücadelesi açısından tamamlanmayacaktır. Marksizm “hayatı” yeniden yaratmanın adayıdır, onun “herhangi bir parçasını” değil. Bilimsel süreçte yaratılacak gerçek bir alternatif, üniversite mücadelesi açısından çıkış noktası yaratabilecek derecede öneme sahiptir.

Dipnot
1) Örnek olarak, ilkel uygarlıklarda Öklid geometrisi ve karmaşıklaşan toplumda bu geometrinin 19. yüzyılda terk edilemeyişi incelenebilir. (B.V. Kutuzov, Geometri 1, 2, 3,Türk Matematik Derneği yay. 1964, İstanbul; Evrenin Şiiri, Tübitak yay. 2000, Ankara)

Tarihten bir örnek: frederic joliot-curie

Frederic Joliot-Curie… 1935 yılında Nobel ödülü almış Fransız bilim adamı. Çok bilinen bir Nâzım Hikmet şiirinde adı geçen İren Curie’nin kocası. Antifaşist mücadelenin ön saflarında yer alan bir bilim insanı. Nazi işgaline karşı direnen Ulusal Cephe’nin genel başkanı. Dünya Bilim İşçileri Federasyonu genel başkanı. Dünya barış kongresi genel başkanı. Fransız Komünist Partisi Merkez Komite üyesi.
Daha çok uzatılabilecek bir listedeki bütün bu özelliklerin bir insanda cisimleşmesi, hayal değil. Bunlar 20. yüzyılın en büyük fizikçilerinden biri olan Frederick Joliot-Curie’nin hayatına dair ilk sıralanabilenler.
Joliot’un fizikle ilgilenmeye başladığı yıllara -yani lise yıllarına- bakılacak olursa, gelişiminde tüm güçlükler karşısında gösterdiği çabanın ne kadar önemli olduğu görülecektir. Lise öğrenimine, paralı bir okul olan Lakanal lisesinde başlayan Joliot’nun Birinci Dünya Savaşı’nda ağabeyi, bundan kısa bir süre sonra da babası ölmüştür. Bu olaylar, Joliot’nun yaşamında önemli değişikliklere yol açmıştır. Ailesinin ekonomik durumunun bozulmasından dolayı, paralı bir okul olan Lakanal lisesinden, parasız bir okul olan Lavosier lisesine geçmek zorunda kalmıştır. Bu süreci Frederic’in okul arkadaşı olan Biquard’in yazdıklarından izleyebiliriz:
“Babasının ölümü ve ailenin mali durumunun bozulması Frederic’in Lakanal lisesinden alınıp parasız bir okul olan Lavosier lisesine verilmesini gerektirdi. Bu yıllar onda yeni bir merakın uyandığı yıllardır: Evin bir bölümü laboratuar haline gelmiş, çalışma odasının dört yanı tüpler, şişeler, elektrik aygıtlarıyla dolmuştu. Ve çalışma masasının karşısında, duvarda, bir fizik dergisinden kesilmiş bir resim: Pierre ve Marie Curie’nin resmi. Genç Joliot’un geleceği yavaş yavaş şekilleniyordu, fizikçi olacaktı. Liseyi bitirince Joliot’un gideceği okul hemen hemen belliydi; Paris Fizik ve Kimya Yüksek Okulu. Çünkü bu okul Paris’teki parasız birkaç yüksek okuldan biriydi. Joliot 1918’de bu okulun giriş sınavlarına katıldı, başarılı olamadı. 1919’da sınava yeniden girdi, bu kez birinci oldu. Sınavın hemen ardından ağır bir tifoya yakalandı. Yaşamla ölüm arasında savaşla geçen bir yılın sonunda 1920’de okula başladı.
Paris Fizik ve Kimya Yüksek Okulu 1882’de kurulmuştu. Endüstrinin isteklerine dönük uygulamaya ağırlık veren bir eğitim programı izliyordu. Okulu bitirenler fizik ya da kimya mühendisi diploması alıyorlardı. Joliot Fizik ve Kimya Yüksek Okulu’nda dönemin ünlü fizikçilerinden Paul Langevin’in öğrencisi oldu. Langevin ünlü bir bilim adamı olmasının ötesinde, insan hakları, demokrasi ve barışın yılmaz bir savunucusu olarak da tanınmıştı. Joliot Fizik ve Kimya Yüksek Okulu’nu 1924’de birincilikle bitirmiş ve bu başarısından dolayı Pierre Curie madalyasıyla onurlandırılmıştır.”
Sınıf ve askerlik arkadaşı Pierre Biquard’la birlikte okulu bitirince Langevin’e gittiler. Her ikisi de kendini bilime adamak istiyorlardı. Langevin, üniversite yaşamında dışarıda çalışmaya göre ellerine çok daha az para geçeceğini, üstelik Fransa’nın içine kapalı bilim dünyasında politeknik ya da yüksek öğretmen okulu gibi “birinci sınıf” eğitim kurumlarından mezun olmayanların ilerlemelerinin çok zor olduğunu anlattı onlara. Ama iki arkadaşın kararları kesindi. Birkaç gün sonra Langevin temaslarının sonuçlarını bildirdi; ikisine de 3 yıl süreyle Curie fonundan burs sağlanmıştı. Biquard kendisinin asistanı olacaktı, Joliot ise radyum enstitüsünde Marie Curie’nin asistanı oluyordu.
Bu olaylar örgüsünün buraya alınmasının nedeni, kapitalist eğitim sisteminin savunmasını yapmak ya da “Çok çalışırsanız siz de yaparsınız” öğüdünü yinelemek değil. Ancak, olanakların kısıtlılığının, bilim insanının özgürce çalışmasının önüne geçemediğini ve bu koşullarda üniversitede “bir şey yapılamayacağı” yargısının yanlış olduğudur. F. J. Curie’nin çabasının sadece kendini tatmin ve kendine çıkar amaçlı olmadığı ve bilimin işlevi itibariyle böyle olamayacağı unutulmamalıdır. Curie’nin akademik çalışma yapabilmek için aşması gereken engellerin ne kadar zorlu olduğu, akademik çevrelerdeki duruşuyla çok önemli bir isim olan Langevin tarafından da kendisine hatırlatılmıştır. Bu yolda Joliot Curie bu engelleri aşmasını bilmiştir. Bu zorlukların belki de en önemlisi, bilim adamı yetiştirmek için değil de, endüstrinin ihtiyaçlarını karşılamak ve ara eleman yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir okulda okumasından kaynaklanan zorluklardır. F. J. Curie’nin içinde bulunduğu koşullar, özgür bilim ve üniversite özlemini taşıyan Türkiyeli bir üniversite öğrencisininkine o kadar çok benziyor ki…
Joliot Marie Curie’nin asistanı olarak başladığı yolda, eşi iren Curie ile birlikte 1935 yılında yapay radyoaktifliği bularak ilerledi. 1935’te Nobel Kimya Ödülünü de alırken aynı anda Antifaşist Aydınlar Komitesi’nin de etkin bir üyesi olan Joliot, Sosyalist Parti’nin üyesiydi. Bir yandan bilimsel gelişimini ve bilimsel araştırmalarını sürdürürken bir yandan da laboratuarın dışındaki hayata karşı da sorumluluklarını da unutmuyordu. Avrupa’da faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bu yıllarda, İspanya’da Franco gericiliği ile cumhuriyetçiler arasındaki savaş sürüyordu. Joliot Curie ve eşi, cumhuriyetçilere destek veren örgütlerde önemli görevler almıştı. Sosyalist Parti’nin İspanya İç Savaşı konusunda suya sabuna dokunmaz tutumu, onları Sosyalist Parti’den uzaklaştırmıştı. Hitler faşizminin savaş çığlıkları artık kulakları sağır edecek kadar yükselmişti. Hitler Almanyası’nın Çekoslovakya üzerideki bütün isteklerinin İngiliz ve Fransızlar tarafından kabul edilmesi üzerine, Joliot, aydınlar komitesinde yer aldı.
Joliot Curie, akademik mücadelenin, laboratuarın dışında da, bilim insanı ve onun üretimi olan bilimsel bilgi hayatla yüzleştiğinde de yürütülmesi gerektiğinin farkındaydı. Çünkü laboratuarın dışına çıkan bilgi toplumsallaşmaya başlar. Buradan sonra artık bilim adamının da, bilginin de, toplumun üretim sistemiyle ilişkisinin belirleyici etkisi ortaya çıkar. Bu ilişkide bilim adamı, hem kendi bilimsel üretim sistemine müdahale ettirmemek, hem de bilginin kullanım amacının ve şeklinin ve bunun insanlığı nasıl etkileyeceğini kontrol altına almakla yükümlü olmaya başladığı için, sorumludur. John Desmond Bernal’in de belirttiği gibi, çabası açısından bilim, komünizmdir.
1940 baharı sonunda Almanlar kuzeyden Fransa’ya girdiler. İşbirlikçi Fransız burjuvazisi ise, halkından, düşmandan korktuğundan daha çok korkuyor ve Paris’in savunulması için halka silah dağıtılması önerisini reddediyordu. 14 Haziran’da tek kurşun atılmadan Paris düştü. Tarihin bu karmaşık döneminde herkes kendi safını daha net biçimde ortaya koymak zorunda kalıyordu. İşte bu noktada F. Joliot Curie, laboratuarında çalışmalarının arasında gömülmek veya birçok meslektaşının yaptığı gibi ABD’nin ya da Almanya’nın atom silahları isteğini karşılamak yerine, Fransız Komünist Partisi’nin çağrısına kulak verdi ve Vichy hükümetine, savaşa ve Nazilere karşı Ulusal Cephe’nin örgütlenmesine katıldı. Ulusal Cephe’nin üniversite komitesinde yer aldı.
Aynı süreçte Joliot’un France de College’deki görevini sürdürdüğü ve atom bombası yapımı için çok önemli olan ve Sovyetler Birliği hariç bir tek Fransa’da bulunan sikletronu yönettiği unutulmamalıdır. Bundaki amacı, hem ülkesinin geleceği için genç bilim adamları yetiştirmek, hem de Almanların sikletronu atom bombası yapımı için kullanmalarını önlemekti. Joliot’a işgal altındaki Fransa’yı terk etmesi önerildiğinde, “Fransız atom fiziği geleneğini sürdüreceğim ve gelecek kuşağın fizikçilerini yetiştireceğim” diyerek yurt dışına çıkmayı reddetti. İlk iki yılı, çoğu aygıtı sökülmüş veya bozulmuş laboratuarları tamir ederek harcadı. 1942’ye gelindiğinde sayıları on beşi bulan genç bilim adamları ile birlikte radyoaktif izleyicilerle ilgili çalışmalar yaptı. Bu çalışmalarının sonucunda kanser teşhisini kolaylaştıracak sonuçlar ortaya koydu ve Fransa Tıp Akademisi üyeliğine seçildi. Bu çalışmaların hepsinin İkinci Dünya Savaşı boyunca olması ve Joliot’un Ulusal Cephe’ye genel başkanlık yaptığı döneme denk gelmesi, önemini bir kat daha artırıyor.
Üniversitedeki laboratuarını da direnişçiler için el bombası, telsiz, molotof kokteyli yapan bir imalathaneye dönüştürmesi ve Fransız Komünist Partisi’ne üye olmasının nedeni sorulduğunda, ülkesini çok sevdiğini söylemiştir.
Faşist Almanya’nın Sovyetler karşısında bozguna uğramasının ardından Fransa’nın kurtuluşu ile birlikte Joliot Curie ve eşi bütün çabalarını Fransa’da bilimsel çalışmaların yeniden örgütlenmesine yönelttiler. Bu konuda F. Joliot öğrencilerine şunları söylüyordu: “Bilim Fransa için zorunludur. Bir ülkenin bağımsızlığı ancak öteki uluslara yaptığı özgün katkılarla olanaklıdır. Bu olmadığında sömürge durumuna düşülür.
Bilim adamının yurttaşlarını bilimin görevi hakkında aydınlatması, bilimin özel girişimin kazancını arttırmak için değil insanı özgürleştirmek için var olduğunu anlatması gerekir. Bu bilim adamının yurtseverlik görevidir… Artık laboratuara kapanıp özveriyle çalışmak yetmiyor. Günümüzde bilimi savunmak gerekiyor, hem burada hem yaşamda.”
0, bilimin savunulması gerektiğine inandığı için, Japonya’ya atom bombası atılması kararının altına imza atanların yanında değil, Stockholm çağrısının altına imza atanların yanında yer aldı. Bunun sebebini şu kısa sözü ifade ediyor:
“Biz bilim adamları ancak sürekli bir barış var oldukça iç huzuruna kavuşabilir ve bütün günlerimizi laboratuarda geçirebiliriz.”
İşte bu yüzden belleğimizde savaş karşıtı mücadelenin simgelerinden biri olmuştur. ABD’nin okyanus ötesinde çaldığı savaş tamtamlarına gençlerinin kanını Amerikan dolarına satarak karşılık veren işbirlikçi hükümetlerin karşısında, savaşa böylesine yiğitçe karşı çıkan bilim insanlarına ülkemizin ne kadar ihtiyacı olduğu su götürmez. Bilim insanları, bugün ABD emperyalizmi için savaşa destek vermekle (YÖK’ün son dönemdeki basın açıklamasıyla yaptığı gibi), eşit, özgür bir toplumu yaratma çabasına omuz vermek arasında seçim yapmak zorundadırlar. Çünkü ürettiklerinin laboratuar dışına çıktığında insan yaşamına etkisi o kadar arttı ki, artık kendi kabuğuna çekilmek taraf olmamak değil savaşa destek vermek anlamına geliyor.
Frederic Joliot Curie’nin yaşam öyküsü, bilim adamının yaşam içinde edineceği konum için çok önemli bir örnek sunuyor.
Tarih onu unutmayacaktır…

Emperyalizme karşı ortaöğrenim gençliği

Gençliğe geleceksizlik, açlık, yoksulluk ve savaşlardan başka verecek hiçbir şeyi kalmayan tekelci kapitalizm ve “gençlik geleceğimizdir” sözlerini her fırsatta sarf eden işbirlikçi politikacılar gençliği, “siyasete küskün, suskun seçmen, sessiz kitle” tanımlamalarıyla ve “geleceğini düşünme, etrafında olan bitene kafa yorma, bugününü yaşa ve tüket” mantığıyla apolitize etmeye çalışıyor.
Genç olmanın ilk bilincinin tohumlandığı lise sürecini iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir.
Her şeyden önce, ortaöğrenim kurumları da emperyalist hegemonyanın hedefi durumundadır. Özelleştirme politikalarının bir parçası olan eğitimde özelleştirme furyası, kendini devlet liselerinde “katkı payı, spor, fotokopi vb. parası” olarak gösterdi. Son yıllarda liseli gençliğe yönelik saldırıların sivri ucunu oluşturan üniversiteye giriş sınavları üzerinde sık sık yapılan değişiklikler ve Ağırlıklandırılmış Ortaöğrenim Başarı Puanı (AOBP) gibi uygulamaların devreye sokulması da bu özelleştirme politikasının sonuçlarındandır.
Ayrıca, eğitimin alınıp satılan bir mal-meta haline gelmesiyle, genç bireylerin ülke ve dünyada olup bitenlere yabancılaştırılması, birbirini besleyen süreçlerdir.

AOBP YİNE GÜNDEMDE
Yükseköğretim Genel Kurulu’nun 6 Eylül 2002 tarihinde yaptığı toplantıda, 2003 ÖSS puanlarının hesaplanması ile ilgili olarak bazı değişiklerin yapılmasına karar verildi ve bu da 1999 üniversiteye giriş sınavından itibaren uygulanan ve liseliler içinde çok tartışılmış bir konuyu, fırsat eşitsizliği ve AOBP konularını tekrar gündeme getirdi.
Uluslararası tekellerin tefeci kurumu Dünya Bankası’nın emriyle, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay’ın “Mecburen bir kuşak harcanacak” cümlesiyle sunulan, YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün fırsat eşitliğini dengeleyen en iyi sistem olduğu iddiasıyla savunmaya çalıştığı, Meclis’in onaylamasıyla ilk kez 1999 üniversiteye giriş sınavında uygulanan ÖSS sistemi ile zaten daha öncesinde varolan fırsat eşitsizliğini derinleştirmiş, emekçi çocuklarına üniversite kapıları tamamen kapatılmıştı.
Aradan geçen dört ÖSS de bunu aynen ispatladı. Bu dört senede harcanan kuşak sayılarına yenileri eklenirken, devlet lisesi öğrencileriyle özel lise ve kolej öğrencileri arasındaki puan adaletsizliği kat kat arttı. Bu uygulama ile fiyatları milyarları aşan dershanelere gitmeden ve özel ders almadan üniversiteye girebilmek bir mucize haline geldi. Meslek liselerinde okuyan öğrenciler ise en ağır darbeyi alarak daha sınava girmeden şanslarını yitirdiler.
Bunlara rağmen her sene on binlerce genç, sınavı kazanamamanın esas suçlusunu göremiyor; hatta üniversiteye girememesinin sorumlusu olarak kendini görüp, bunalımlara, intiharlara sürükleniyor.

DEĞİŞİKLİK NE GETİRECEK!
Bilindiği gibi, 1999 ve daha sonraki ÖSS’lerde, Ortaöğretim Başarı Puanları’nın (OBP) ortaöğrenim kurumlarının ÖSS puan ortalamalarına göre ağırlıklandırılmasıyla AOBP oluşmuştu. Bu ağırlıklandırmada en büyük AOBP 80 olmuş, en düşük AOBP ise okulların ÖSS ortalamalarına göre değişiklikler göstermişti.
2003-ÖSS’den itibaren uygulanacak olan AOBP’nin hesaplama yöntemine göre ise, en yüksek AOBP 100 olacaktır. Yeni uygulamada, ÖSS ortalaması yüksek olan okulların diploma notu küçük olan öğrencileri, ÖSS ortalamaları düşük olan okulların diploma notu küçük olan öğrencilerine göre daha yüksek AOBP’lere sahip olacaklardır. Örnek vermek gerekirse, bu uygulamada ÖSS ortalaması en yüksek olan okulun diploma notu en küçük olan öğrencisinin AOBP’si 94,445 olurken, ÖSS ortalaması en düşük olan okulun diploma notu en küçük olan öğrencisinin AOBP’si 50 olacaktır.
Böylece herhangi bir okulun başarılı (!) öğrencileri arasında olmak da yetmiyor. Okuduğunuz okulun tüm öğrencilerinin ÖSS’sinin iyi bir başarı sergilemesi, ’99 ÖSS ve sonraki tüm ÖSS’lerden daha fazla gerekiyor.
Böyle bir başarıyı her türlü teknik imkândan yoksun bırakılmış devlet liseleri gösteremeyecektir. Böyle bir başarıyı ancak, ya özel okullar ya da fiilen özel okullar gibi paralı hale getirilen Anadolu ve fen liseleriyle, bazı seçkin genel liselerden bekleyebiliriz. Böyle olunca da nasıl bir emlak rayici, sonradan oraya metro, çevre yolu vb. yapılınca artarsa, bu okulların fiyatları da o şekilde artacaktır.

MESLEK LİSELERİNİN DURUMU
’99 ÖSS’de başlatılıp, son düzenlemeyle daha da adaletsiz duruma getirilen AOBP uygulamasının can alacı noktalarından birisi de meslek liselerinin durumudur. Bu sistem ile meslek lisesinden mezun bir öğrenci normalde AOBP’nin çarpılacağı katsayı 0,5 olacakken kendi dalındaki öğretmenlik bölümleri ve iki yıllık meslek yüksekokulları dışında tercih yaparsa 0,2 ile çarpılıyordu. Yeni değişikliklerde ise 0,5 olan bu katsayı 0,8’e; 0,2 olan katsayı 0,3’e yükselecektir. Yani değişen bir şey yoktur, meslek lisesinde okuyan bir öğrencinin üniversiteye girebilme umutları daha ÖSS’ye girmeden kaybolmuştur.
Bu arada, meslek lisesi öğrencilerine meslek yüksekokullarına sınavsız geçiş gibi göstermelik bir hak (!) tanınmıştır. Bilindiği üzere meslek yüksekokulları bugün meslek lisesi süresindeki öğrenimde kazanılan yetenekleri artırıcı özelliğe sahip değildir.
Öğrencilere, öğretmenlere, velilere kapalı olan ancak sermaye kuruluşlarına açık olan 1999’daki 16. Milli Eğitim Şurası da göstermişti ki, meslek lisesinden mezun olan bir öğrenci ya sermayenin ihtiyacına göre vasıflı bir işçi olacak, ya da milyonlarca genç gibi işsizler ordusunun bir elemanı olacaktır.

ANADOLU VE FEN LİSELERİNDEN GENEL LİSELERE GEÇİŞİ ENGELLEME YALANI
1997 yılında, ÖSYM Başkanlığı tarafından YÖK Başkanlığı’na sunulan raporda, AOBP uygulamasına geçilmesinin gerekçesi şu şekilde yer almıştır:
“OBP, okullarda kazanılan bilgi düzeyinin ölçüsü olarak değil, öğrenme gücü ve çalışma alışkanlıkları ile ilgili bir ölçü olarak hesaba katılmaktadır. Kuşkusuz Fen ve Anadolu Liseleri’nde okuyan öğrenciler arasında da öğrenme gücü ve çalışma alışkanlıkları arasında farklar vardır. Ancak bu farklar öğrenciler seçilmiş olduğu için diğer liselerde olduğu kadar geniş değildir. Bir başka deyişle, çok yetenekli bir grup içinde diploma notu sıralamasına göre en sonda olmak, yetenek dağılımı normal olan liselerin diploma notu sıralamasına göre en sonda olmakla, öğrenme gücü ve çalışma alışkanlıkları açısından bakıldığında bir değildir. Fen ve Anadolu Liseleri ile ilgili soruna (genel liselere kaçış vb.) bir çözüm aranırken bu hususun göz önünde tutulmasının yararlı olacağı düşünülmüştür.”
Birinci olarak; OBP, okullarda öğretmenler tarafından verilen yazılı-sözlü sınav, dönem ödevi vb. notların bir takım hesaplamaları sonucu ortaya çıkan puanlama sistemidir. Bilindiği üzere varolan müfredat ve verilen öğretimin düzeyinin içinde not sisteminin öğrenme üzerine hiçbir etkisi yoktur. Halen liselerde ortaçağdan kalmış bilgiler öğretilmekte ve paralı eğitime geçilerek bilgi metalaştırılıp, öğrenci, alınan eğitime yabancılaştırılmaktadır.
İkinci olarak; Anadolu veya fen liselerini kazanmadaki kıstas bireyin yeteneklerinden çok bu okulu kazanmadan önceki zamanda elde edilen dershane, özel ders vb. fırsatlarla ilgilidir.
Üçüncü olarak; Anadolu ve fen liselerinden esas kaçışın genel liselere değil, özel liselere olduğu görülmüştür. Ki, bu okulda okuyan öğrenciler de dershanelere bağımlıdır.
İyi düşünüldüğünde ise esas olarak yapılmak istenilenin eğitimdeki özelleştirmeyi bir şekilde meşru kılmak ve özel okulları yaygınlaştırmak olduğu görülecektir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi dershaneye ve özel derse gitmeden ÖSS’yi kazanmak imkânsız hale gelmiştir. Yani; eğitim büyük bir “sektör” haline gelmiştir. Bu da sermaye sahiplerinin iştahını kabartarak dershanelerin yanı sıra dershane tipi eğitim veren ve devletin her olanağından (arazi, kredi vb.) yararlanan özel okulların her yerde mantar gibi bitmesine neden olmuştur.

HARCANAN KUŞAK OLMAYACAĞIZ!
1998’de Emek Gençliği’nin önderlik ettiği liseli gençler, geleceklerine yönelik bu yeni saldırıyı, “Harcanan kuşak olmayacağız” şiarıyla karşılamıştı. Ülke çapında büyük yankı uyandıran imza kampanyasını, aydınlatıcı panel ve forumlar izlemişti. İmza stantları açılmış, kitlesel boykotlar, basın açıklamaları yapılmıştı.
Ancak, bugünden geriye bakıldığında, harekete geçen binlerce gencin AOBP uygulamasına olan tepkilerinin, genel olarak bu tür uygulamalara neden olan eğitim politikalarına karşı yönelmediği söylenebilir.
Liseli gençliğin düzene karşı öfkesinin, geleceğine yönelik en büyük saldırı olan ÖSS sistemine karşı yoğunlaşması doğaldır. Ancak liseli gençlik; eğitimde özelleştirme politikalarından tektipleştirmeye, verilen eğitimin bilim-dışılığından anadilde eğitim hakkından yoksunluğa kadar genişleyen bir sorunlar yumağı içinde yaşamaya mahkûm edilmek istenmektedir.
Tüm bunlara karşı, liseli gençler içinde siyasi ve felsefi arayışların varlığı da bilinen bir gerçektir. Bu arayış üzerinden öğrenci birlikleri, kollar, kulüpler vb. kitle örgütlerinin kurulup merkezileştirilmesi sorunu, öteden beri liseli gençlik hareketinin temel gündemidir. Liseli gençliğin emperyalist kapitalist sisteme ve onun kendi üzerinde kurduğu tahakküme karşı, işçi sınıfının ve sosyalizmin saflarında yer alması da bu yoldan olacaktır.

Küreselleşme ve gençlik

Süregiden sınıf mücadelesinin geleceğine atıfta bulunan bir formülasyon vardır: Gençliği kazanan, geleceği kazanır. Her ne kadar mücadelenin ‘taraflarına’ savaşın haritası üzerindeki stratejik nokta için yol gösteriyor gibi görünse de, asıl olarak bu formülasyon mücadelenin işçi sınıfı ‘taraf’ında bulunanlarca sık sık vurgulanır ve onun politik örgütü tarafından da bu alana özel bir önem verilir. Çünkü burjuvazi için yeniden kazanılacak bir gençlikten çok, çeşitli türden sapkın ve yanlış düşünce ve yaşam tarzlarıyla ideolojik hegemonyası altına aldığı gençlik kesimlerini işçi sınıfı tarafına ‘kaptırmama’ mücadelesi vardır; geleceğin sınıfsız, sömürüsüz dünyasının yaratıcısı işçi sınıfı içinse bu kaçınılmaz hedefi yakınlaştıracak önemli bir denge unsurunu kendi safına kazanma savaşı. Bu mücadelede iki sınıf, gençlik kitlelerinin her hareketlenmesinde iki farklı tarzda; burjuvazi, sınıf mücadelesinin diğer alanlarından gençliği yalıtarak, işçi sınıfı ise sınıf mücadelesine çekmeye çalışarak kendi ideolojilerini ve kendi çıkarlarını gençliğin ideolojisi ve çıkarı haline getirmeye çalışırlar.
Emperyalizmin, saflarından kaptırmamak için ‘küreselleşme’ demagojisiyle gençliğe vaat ettiği ‘sınırları kaldırılmış’ dünyanın nasıl bir dünya olduğuna yakından bakalım.
Sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da ortadan kalkmasıyla ‘ebedi’ egemenliğini sağladığını düşünen kapitalizm, dönemsel olarak bugüne kadar kullandığı sistem söylemlerine bir yenisini ekledi ve hızla propagandasına girişti: Küreselleşme. Artık Yeni Dünya Düzeni’ne geçmiştik ve o eski ‘ayak bağı’ olan bütün şeylerden kurtulmuştuk. Artık önümüz açıktı, ‘müreffeh kapitalizm’ dizginsiz işe koyulabilirdi. En çok da gençlik için geçerliydi bu. Sosyalizmin, gençliğin ‘özgürlüğünü kısıtlayan’, onun toplum için, toplumla birlikte var olmasını zorunlu gören, bu yönde teşvik eden bakış açısının köküne de dinamit koymak gerekiyordu. Bütün olanaklar bunun için seferber edildi. Eğitimden iletişime, edebiyattan felsefeye bütün alanlar bu uğraşının alanıydı artık. Gençlik hızla paylaşımcı, yurtsever, halkına bağlı, devrimci politik görüşlerden, hatta tümüyle politikadan uzaklaştırılmaya, bunun yerine bireyci, bilinemezci, nihilist, piyasacı, postmodern vs. çeşitli türden burjuva görüşler ve onların türevleri ile biçimlendirilmeye çalışıldı. Çünkü emperyalizm ’68’ler gibi bir kabusu bir kez daha yaşamak istemiyordu.
Emperyalizmin gençliğe yönelik saldırıları gün geçtikçe daha ‘küresel’ bir karakter kazanıyor gerçekten de. Kapitalizmin anavatanı Avrupa’dan emperyalizmin büyük patronu ABD’ye, az gelişmiş ya da gelişmekte olan bağımlı ülkelerden (Latin Amerika ülkeleri, Türkiye, eski Doğu Bloğu ülkeleri vs.), açlık ve yoksulluğun batağında olan Afrika ülkelerine kadar dünyanın dört bir yanında gençlik hedef tahtası durumunda. Propagandanın ve saldırının biçimi bölgelere göre farklılık gösterse de içeriği değişmiyor: Artık küreselleşme çağındayız ve kapitalizmden başka seçeneğin yok.
Emperyalist saldırı gençliği her alanda kuşatmış durumda. Dünyanın her tarafında ucuz işgücü denince akla kadınlar ve çocuklarla birlikte gençler geliyor. Yaşamının en verimli çağında, toplumsal gelişme için büyük ve son derece dinamik bir potansiyel barındıran genç işçiler, ağır sömürü koşullarında ve karın tokluğuna bile denemeyecek ücretlerle kapitalizmin azgın kar hırsının kurbanı yapılıyorlar. Sözde sınırları kaldıran küreselleşmenin gerçekte sadece sermayenin kâr dürtüsünün sınırlarını kaldırdığını kanıtlar nitelikte bu yaşananlar. Yoğun sermaye ihracı ile dünyada egemenlik altına alınmadık alan bırakmayan emperyalist kapitalizm, özellikle fakir ve az gelişmiş ülkelerin gençliği başta olmak üzere milyonlarca genci uluslararası tekellerin devasa karları uğruna ortaçağın köleleri gibi çalıştırıyor. Bir yandan da milyonlarcasını işsizliğe mahkûm ederek hem çalışan nüfus üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanıyor, hem de işsiz gençleri yaşamdan kopartarak uyuşturucuya, bunalıma, intihara sürüklüyor. Bütün dünyada işsizlik oranı son 50 yılın en yüksek rakamlarına ulaşmış durumda. Bırakın sömürge ülkeleri, ABD, Almanya, Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde bile işsizlik % 10’ları geçiyor. Bu sayıların büyük bir kısmını ise 15–24 yaş arası genç nüfusun oluşturduğu biliniyor. İşsizlikten bunalan gençler ise çaresiz kaldıkları anda intihara yöneliyorlar. Şu rakamlar son derece çarpıcıdır: Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre intiharlarda dünyada son 45 yılda % 60 oranında artış var. Bunların en yoğun görüldüğü yıllar ise ’94 sonrasındaki yıllar. Almanya’da her 40 saatte bir ölümle sonuçlanan intihar vakası oluyor. DİE verilerine göre Türkiye’deki intiharlarda artış oranı % 300 (2000’e kadar olan bu verilere 2001 Şubat krizi sonrasındakileri de eklediğimizde bu oran ikiye katlanacaktır).
İşte ‘küreselleşen dünyada’ kapitalizmin cenderesine sıkıştırılmış gençlik! Bir yandan büyük kısmı işsizliğe, geleceksizliğe ve eğitimsizliğe mahkûm edilirken, bir yandan da ‘şanslı’ denilen küçük bir kesimi ise gördüğü eğitimle yeniden sermayenin çıkarlarının devamını savunur duruma getiriliyor. Eğitim uluslararası tekellerin istekleri doğrultusunda tüm dünyada yeniden yapılandırılıyor. IMF, DB, DTÖ gibi emperyalist kurumların toplantılarının ana gündem maddelerinden birini hep eğitim ve finansmanı gibi sorunlar oluşturuyor. Çözüm önerileri ise hep aynı kapıya çıkıyor: Eğitimin toptan özelleştirilmesi, sadece egemen sınıfların çocuklarının okuyabilir duruma gelmesi, müfredatların sermaye lehine koşulsuz düzenlenmesi. GATS’ta açıkça ifade edilen bu istekler, ülkelerin hükümetleri tarafından yasa tasarıları haline getiriliyor (geçen sene ülkemizde de gündeme gelen YÖK Yasa Tasarısı gibi) ve eğer ciddi engellerle karşılaşmazsa devreye sokuluyor. Böylece, emekçi sınıflardan, gençliğini eğitimsizliğe mahkûm ederek, bilgiye ulaşma olanağı alınmak isteniyor; aynı zamanda da bütün bir eğitim sistemi de kapitalizmin devamını sağlayacak şekilde düzenlenmek isteniyor.
‘Küreselleşme’ balonu, en yoğun etkisini belki de medya aracılığıyla saçıyor gençliğin üstüne. Emperyalist yayılmacılık, bir garantör olarak kültürel hegemonyasını pekiştirmek ve yoz emperyalist kültürle genç kesimleri çepeçevre sarmakla belki en etkili silahını kullanıyor. MTV, Coca Cola, McDonald’s, best-sellers, Spielberg filmleri, Nokia’nın yeni modelleri vs. Bunlar, gençleri avlamak için her ülkede en çok kullanılan, klişeleşmiş yoz ürünlerden birkaçı. Basın yayın organlarını ya da daha genel anlamıyla ‘piyasa’yı takip etme fırsatı bulabilen gençlik kesimleri bu kültür öğeleri ile yatıp kalkıyor ve düşünüş ve yaşayış tarzını bunlar biçimlendiriyor. Amerikan yaşam tarzı gençliğin çekim merkezi yapılmaya çalışılıyor.
Peki, bu her türden saldırıya karşı gençliğin mücadelesi ne durumda ve nasıl olmalı?
Öncelikle şunu tekrar vurgulamakta yarar var: Gençliğin kazanılması mücadelesi sınıf mücadelesinin alanlarından birisi ve dolayısıyla verili koşullardaki sınıflar-arası güç dengelerinin ve mücadelenin seyri ile birebir ilişkisi bulunmaktadır. Bu yüzden, nasıl ki sınıf mücadelesine yön vermek isteyen güçler açısından yanlış eğilimler ve bunun yanında bir tane doğru eğilim varsa, gençliğin mücadelesi için de bunu böyle görmek gerekir. Küreselleşmeyi ‘çağımızın nesnel bir gerçeği ve önlenmesi mümkün olmayan realitesi’ sayarak yola koyulursanız, gençlik mücadelesi için öngördüğünüz rota da buna göre belirlenmiş olur. Ya da küreselleşmenin karşısında milliyetçi siyaset tarzını çözüm olarak koyduğunuz anda, gençlik politikanızın içeriğini de bu belirliyor demektir.
Öncelikle gençliğin emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşunun hangi politikayla ve hangi araçlarla gerçekleşebileceğine ilişkin öne sürülen çözüm yollarına kısaca bakmakta fayda var.
Küreselleşme karşısında sağdan ve ‘sol’dan yükselen milliyetçi söylemler gençliğin günümüzdeki taleplerini karşılamak ve onu yaşanılan yozlaşmadan kurtarmak konusunda hayli yetersiz kalıyor. Emekçi sınıfların öğrenmeye, araştırmaya, kardeşliğe ve kültürler arası iletişime en açık kesimini oluşturan gençliğin giderek artan enternasyonalist paylaşım isteği (son yıllarda değişik ülkelerde, ’98’de de Türkiye’de Bergama’da yapılan enternasyonal gençlik buluşmaları buna bir örnektir) ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle yabancı kültürleri tanıma olanağına sahip bulunan gençlik kesimleri için milliyetçi söylemler etkisini yitirmiş bulunmaktadır. Ancak yukarıda saydığımız olanaklara ulaşma şansı bulamayan milyonlarca genç için bu etki azalsa da devam etmektedir.
Küreselleşmeyi ‘önlenemez’ bir süreç olarak sunan çevreler ise gençliğin de kendisini bu süreç içerisinde eritmesini ve kendisini ‘piyasa’ koşullarına adapte etmesini salık vermektedirler. Gençlik için ülkemizdeki üniversitelerde de yaygın olarak düzenlenen ‘kariyer günleri’, televizyonlardaki ya da sinemalardaki ABD’nin barış meleği rolünü anlatan filmler, radardaki post-modern içerikli (daha doğrusu içeriksiz) kitaplar vs. gibi emperyalist kültürü yaygınlaştıran öğeler bu çevrelerce, ‘eleştirilebilecek ancak alternatifi bulunmayan, aksini iddia etmenin dinozorluk ve sığlık’ olduğu çağdaşlık kriterleri olarak sunuluyor. Görece ‘entelektüel’ tartışmalar yürüten ve yer yer üniversite kürsülerini de işgal eden bu kesim için gençliğin emekçilerle arasındaki bağ ve toplumsal süreçlerde nerede durduğu gibi bir sorundan da zerrece iz bulabilmek mümkün değildir.
Yaşanan sürece gösterilen tepkilerin bir çeşidini de kendilerini ‘küreselleşme karşıtları’ diye nitelendiren çevreler oluşturmaktadır. ‘Küresel saldırı, küresel direniş’ gibi oldukça ‘heyecan verici’ bir sloganla en çok da gençliğe seslenen bu gruplar, her ne kadar ülkemizde oldukça etkisiz durumda olsalar da özellikle Avrupa’da Troçkist, anarşist vb. çeşitli çevreler halinde ortaya çıkmaktadırlar. Özellikle Seattle, Prag, Cenova gibi eylemlerde sesini duyuran bu gruplar, eylemlere katılan on binlerce emekçiyi değil de daha çok bu grupların yaptığı aşırılıkları ön plana çıkaran medyanın aracılığıyla gençlik kitlelerinin bir kısmına çekici gelebilmektedir. Kapitalizmin kendisine değil daha çok sonuçlarına itiraz eden bu gruplara katılan gençler daha çok ‘macera’ ihtiyaçlarını giderme adına yaptıkları birtakım eylemlerden sonra genellikle apolitikleşerek bir kenara çekilmektedirler. Dolayısıyla şu tespiti yapmak abartı olmayacaktır: Bu gruplar gençlik içerisinde uyanan ‘anti-kapitalist’ eğilimleri köklü bir kapitalizm karşıtlığından uzakta tutarak mücadele isteğini sönümlendirmektedirler.
Emperyalizmin son derece sistemli ve açık bir sınıf tavrı taşıyan bu saldırıları karşısında yapılması gereken de tüm bu ara sınıf eğilimlerine, havada kalan, gençliğin dinamizmini ve yenilenme isteğini başka yerlere kanalize eden mücadele yöntemlerine karşı gençliğin sınıf siyaseti ile birleştirilmesi ve ‘küreselleşme karşıtlığı’nın da buradan tanımlanmasıdır. Bir yandan işsizliğe, eğitimsizliğe ya da gerici eğitime, gelecek yoksunluğuna itilmiş geniş gençlik kesimlerinin gasp edilen haklarını savunmak ve bunları işçi ve emekçilerin talepleriyle buluşturmak, bir yandan da içeriği boşaltılmış kültür dünyasını gençlik içerisinde Marksizm’in rehberliğinde yeniden ve yeniden kurarak emperyalizmin gençliğe yönelttiği saldırıları boşa çıkarabilir ve geleceği kazanma mücadelesine ivme kazandırabiliriz. Dünyada emperyalizme karşı yükselen öfke ve gençliğin ’68’lerdeki gibi yeniden ön safları tutma eğilimi taşıması, bu politikanın gelişmeye ne kadar açık ve gençlik kitleleri içerisinde mayalanmaya ne kadar elverişli olduğunu gösterir niteliktedir. Geçen sene özellikle Almanya, Yunanistan, Paraguay gibi ülkelerde gençliğin iş ve eğitim talepleriyle ve savaşa karşı yüz binler halinde sokağa çıkması, ülkemizde de YÖK Yasa Tasarısı’na karşı verilen mücadele, 1 Mayıslarda alanın yarısını gençliğin oluşturması vb. birçok örnek, dünyadaki genel gidişat ve birçok akademisyenin vurguladığı gibi emekçilerin yüzünü yeniden sosyalizme dönmesi ile birleştirildiğinde önümüzdeki yıllarda, kitlesellikte ’68’i aratmayacak bir gençlik hareketinin olabilirliğini göstermektedir.
Burjuvazi uluslararası ölçekte gençliği kendi saflarında yedeklemiş gibi görünebilir. Bu ‘nesnel’ durumu gören birçok çevre bundan dolayı umutsuzluğa kapılıyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Emperyalizm batağa doğru sürüklendikçe daha da saldırganlaşmaktadır. Bunun karşısında ise işçi sınıfı sürüldüğü geri mevzilerden kurtulma alametleri göstermektedir. Kapitalizm krizler arasında salındıkça dünya halkları ve proletarya kurtuluş bayrağını daha yükseklere doğru çekmektedir Bu mücadelede önemli belirleyenlerden biri olan gençliği kazanma konusunda burjuvazi önemli bir mesafe kat etmiştir. Ama gençlik, ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan’ sınıfın kazanacağı yeni dünyanın kendi dünyası olduğunu görmekte gecikmeyecek.

Amerikan hâkimiyet savaşı ve savaş karşıtı hareket

Amerikan askeri kuvvetlerinin, yanlarına Batılı emperyalistlerle işbirlikçi bağımlı ülkelerin ordularını da alarak, Körfez bölgesi ve Ortadoğu’yu kendi çıkarları yönünde yeniden biçimlendirmek üzere, Irak ülkesi, devleti ve halkına karşı topyekûn bir saldırıya girişmesinin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Bu on yıllık sürede Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin başını çektikleri işgalci koalisyon ülkelerinin her birinde ve birbirleriyle ilişkilerinde küçümsenemez değişmeler gerçekleşti. ABD ve İngiltere 11–12 yıl sonra bugün de Saddam’ı ve Irak yönetimini “dünya barışı için tehdit edici terörist bir güç” olarak göstererek, yıkılması için BM üyesi tüm ülkelerin kendileriyle birlikte hareket etmesini sağlamaya çalışıyorlar. Bu süre içinde aralıklarla, ancak sık ve yoğun biçimde Irak’ı bombalamayı sürdürdüler. Fiilen böldükleri bu ülkeye ambargo uygulayarak 1 milyon 700 bin civarında çocuk-yaşlı, kadın-erkek Iraklının hastalıktan, gıdasızlık ve ilaçsızlıktan ölümüne yol açtılar. Amerikan-İngiliz savaş uçaklarının “Irak füze bataryalarını bombaladıkları “na dair haberler hiç eksik olmadı. Çok sayıda Iraklı bu saldırılarda öldürüldü, Irak’ın “askeri” ya da “sivil” tesisleri tahrip edildi, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarıyla iletişim ve ulaştırma hatlarının kullanılamaz duruma getirilmesi için çaba gösterildi. ABD burjuvazisi 12 yıla yakın bir süredir, dünya halklarını, “Irak’ın kitle imha silahlarının yok edilmesi zorunluluğu” üzerine, kesintisiz ve güçlü bir propaganda bombardımanına tutmuş durumda.(1)
Bush, Pentagon şefleri ve tekelci Amerikan basınının CIA işbirlikçisi yazarları, Amerikan emperyalizminin petrol ve doğalgaz alanlarını ve enerji iletim hatlarını denetlemek üzere Asya’ya yerleşme politikalarını “gerekçelendirmek” amacıyla “terör” üzerine sürekli yalan üreterek, bütün dünyada, beyin yönlendirmesini sağlama çabasındadırlar. Amerikan emperyalizmi için en önemli stratejik hedeflerden birinin, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının bulunduğu “Avrasya”nın hâkimiyeti olduğunu, Brzezinsky-Kissinger gibi emperyalist “stratejist’ler yıllarca önce ilan etmişlerdi. Bush ve Pentagon generallerinin bu stratejik hedefe varmak için bugünkü uluslararası durumu “fırsat” saydıkları ve askeri-ekonomik gücü en ileri ve üst düzeyde kullanarak hedeflerine varmak istedikleri de, Bush ve genelkurmay başkanı tarafından dile getirildi. Afganistan’a askeri saldırı ve Kafkas “cumhuriyetleri”nde kurulan askeri üsler, Amerikan emperyalizminin hedeflerine doğru atılmış ileri adımları oluşturuyorlar. Rusya ve Çin’in karşı ataklarının henüz etkili bir düzeye ulaşmaktan uzak bulunmaları ABD yöneticilerini cesaretlendiren etkenler arasında. Amerikan askeri-politik şefleri, Rusya’nın etrafının kuşatılması ve etki sahasındaki ülkelerin Amerikan politikalarına çekilmelerinin sağlanması ya da bu ülkelerde “Batı” emperyalizmi yanlısı kliklerin işbaşına getirilmesi için, büyük gayret içindedirler. ABD-İngiliz sömürge politikacıları ve sömürge kuvvetlerinin elebaşları, Afganistan işgaliyle edindikleri Asya mevzilerini, Irak’ı, askeri, ekonomik ve politik gereksinmeleri yönünde kullanılabilir bir duruma getirerek daha da genişletmeyi ve böylece Ortadoğu-Kafkasya petrolleri ve doğalgaz yataklarıyla bunların Batıya iletim hatları üzerinde denetim kurmayı hedeflediklerini; kara propagandanın(2) ve onu yürütülebilir kılmak üzere uydurulmuş gerekçelerin buna yönelik olduğunu, kuşkusuz açıkça dile getirmiyorlar. Ama yöneticilerinin çoğunun uluslararası petrol tekellerinin hissedarları arasında olmaları bir yana;(3) asıl hedefin bölgeye ve zengin petrol rezervlerine hâkim olarak ve bütün öteki rakipleri de geride bırakarak dünyanın ham petrol kaynakları (rezervleri) bakımından en zengin ikinci ülkesini, bu amaç yönünde hizaya getirmek olduğu da, bu süre içinde gelişen olaylar tarafından kanıtlanmış oldu.
Bush ve Blair çetesi tarafından itiraf ve ilan edilmiş olan hedefin dünya pazarlarına hâkim olma içerikli olduğunu gösterir çok sayıda gelişme ve göstergeden ikisi, çok belirgin ve dikkat çekicidir: Bunlardan biri, Bush yönetimi tarafından 20 Eylül 2002 tarihinde ilan edilen “ulusal güvenlik stratejisi belgesi”; diğeriyse, Amerikan Savunma bakanı Donald Rumsfeld tarafından ilan edilen “savaş kuralları” (ya da kuralsızlıkları) belgesidir. İlkinde, başka tehditlerle birlikte, rakip devletlerin “gerektiğinde” zor kullanımıyla “silahsızlandırılması”, uluslararası alandaki “silahsızlanma anlaşmaları “nın geçersiz ilan edilmesi ve “herhangi bir düşmanın (devlet olsun ya da olmasın) kendi iradesini ABD veya müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip” olan Amerikan saldırı kuvvetleri tarafından etkisizleştirilmesi öngörülmektedir. Buna göre; Amerikan kuvvetleri “ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri, bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır.” “… her hangi bir yabancı gücün, ABD’nin on yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.”
Amerikan haydut çetesi, kendileriyle rekabete girişmeye ve dünya pazarları için mücadeleye cesaret edebilecek rakipleri, “gerektiğinde şiddet yoluyla” saf dışı etmeye kararlı olduğunu ilan etmektedir. Bu meydan okuma, Amerikan tekelci burjuvazisinin, İkinci Büyük Savaş sonrası dönemin koşullarında güçlenmiş bulunan kapitalist dünya jandarmalığı rolünü, sahip olduğu ekonomik-askeri güce dayanarak ve şiddete başvurmaktan kaçınmayacağını ilan ederek sürdürmek istediğinin göstergesidir.
ABD emperyalizminin ana hedeflerinden birinin, “Avrasya” olarak adlandırılan bölgenin tüm zenginlikleriyle birlikte denetlenmesi olduğunu gösteren ikinci ve güncel belge, bizzat Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından hazırlanan ve saldırı savaşında kendilerini hiçbir “ilke” ya da “kaygı”nın bağlamayacağını ilan ettikleri “savaş tamimi”dir. Buna göre; “müttefiklerin kaygıları veya kamuoyunun endişelerinin, ABD askeri hedeflerini belirlemekte etkili olmasına izin verilmeyecek”, “ABD, bazı şeyleri yapmayacağına dair vaatler vererek kendini frenlemeyecek”tir. Rumsfeld, askeri harekâtın riskleri olabileceğini, ancak “eylemsizliğin risklerinin de değerlendirilmesi gerektiğini belirtirken, Amerikan savaş gücünün, kendini hiçbir uluslararası kural ve anlaşmayla sınırlamayacağını ilan etmektedir.
Emperyalist dünya korsanına “eylem” gerekmektedir ve bu “gerekliliği” doğuran ana etken, gösterilmek istendiği gibi, “kitle imha silahlarına sahip Saddam yönetiminin oluşturduğu tehlike” değil, ama doğrudan doğruya, sahip olunan ve zirvesinden geriye doğru düşüldüğü görülen gücün hâkimiyet alanlarını genişletme ve pazarları rakiplerin aleyhine denetleme ihtiyacıdır. Amerikan sermayesi ve mali gruplarının ağırlıklı denetimi altındaki Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası mali kuruluşların yöneticilerinin, Irak’ın işgalinden yana tutum içinde olduklarını gizlemeye gerek görmeksizin, “biz, yeniden yapılanma işlerini yürütürüz” söylemiyle piyasada dolaşmaları da, sorunun pazar ve kaynak denetimiyle ilgili olduğunu gösteriyor. DB başkanı James Wolfensohn, “çatışmalardan sonra” bankanın “devreye gireceği”ni, IMF Başkanı Horst Koehler de “Irak’a yönelik bir savaşın dünya ekonomisi için olumlu sonuçlar doğurabileceğini” ilan etmişlerdir.
Batı pazarlarının büyük gereksinme duydukları ve kapitalist emperyalizmin kendini sürdürmesinde “stratejik hammadde kaynağı” olarak “üstün işlev göreceği” başından bilinen enerji bölgeleri ve yataklarının kimin denetiminde olacağı sorunu, bu büyük çekişme ve rekabet; giderek artan biçimde yeni büyük bir kapışmaya doğru sürüklenen emperyalist büyük güçler arasındaki ilişkilerin merkezinde durmaktadır. Amerikan emperyalizminin izlediği politikanın, önceleri Zbignew Brzezinsky ve sonraları Henry Kissinger tarafından açıklandığı üzere, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’nın orta ve güney bölgeleri dâhil bütün bir “Avrasya” karasının ve üç kıtaya bağlantılı deniz ve kara ulaşım yollarının denetimini ele geçirmeyi hedeflediği artık iyice “su üstüne” çıkmıştır. Amerikan emperyalist şefleri bu bölgeye; bölgenin zengin hammadde kaynaklarına ve en zengin rezervleri oluşturan petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olmayı neredeyse ‘temel bir hak’ saymakta; askeri- politik çizgilerini buna göre oluşturmaktadırlar. Dünya petrol üretiminin yarısından fazlasının gerçekleştiği ve ABD’nin ihtiyacının %50’sini, İngiltere’nin %45’ini, Fransa’nın %90’nını, Japonya’nın %76’sını karşılayan bir bölgenin, kimin, hangi büyük gücün denetimi ve hegemonyası altında olacağı, gerektiğinde güçlerin karşı karşıya gelmesiyle çözümlenebilir bir büyük uluslararası anlaşmazlık sorunudur.
Dünya üretilebilir petrol rezervlerinin %65’ini bulunduran bir bölgenin, en önemli ve zengin rezervlerin bulunduğu Suudi Arabistan ve Irak pazarının ele geçirilmesinin, bunu gerçekleştirebilecek emperyalist ülke ya da ülkelere, diğerlerine karşı büyük bir üstünlük sağlayacağı kesindir. Bu, yalnızca 600 milyar varil olduğu düşünülen bir kaynağı denetleme gücünü değil; bununla birlikte kapitalizmin “ana ülkeleri” dâhil, petrole bağımlı dünya pazarlarını denetleme ya da bu pazarlarda “aslan payı”na sahip olma avantajını ele geçirmeyi de sağlayacaktır. Bölgeyi kontrol altında tutmak isteyen büyük emperyalist güçlerin birbirleriyle onca keskin rekabete girişmelerinin temelinde, bütün sanayi ve ekonomik faaliyetin bir biçimde gelip bağlandığı bu zengin ve kudretli doğa kaynağı bulunmaktadır. Büyük petrol tekellerinin ve emperyalist ülkelerin petrol kavgalarının son iki yüz yıla yayıldığı düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemlerde de petrol ve doğalgaz kaynaklan üzerine rekabetin, yeni bölgesel ve uluslararası büyük savaşları davet edebileceğini bugünden söylemekte sakınca yoktur. Bush, Cheney gibi Amerikan yönetici kliği içinde bulunan birçok kişinin hisse ortağı olduğu Amerikan petrol şirketlerinin, Amerikan askeri gücünü ve uluslararası ilişkilerinin, bu bölgenin ve kaynaklarını ele geçirmek, rakiplere üstün gelmek ve onları eski etkinlik alanlarından sürmek üzere kullanılmasını kışkırtma çabaları bundandır.
Petrol bölgelerinin ve petrolün Batıya nakil hatlarının geçiş bölgeleri, Amerikan stratejik çıkarları yönünden hayati önem taşır. Amerikan dış ve iç politikasında hemen her zaman etkili olmuş bu durum, kendi çıkarları için savaş dâhil tüm yöntemleri kullanmaktan geri durmayan petrol “lobisi”nin politikalarıyla birleşince, saldırgan politik çizgi belirleyici özellik kazanmıştır.(4)

GÜÇ SAHİBİ, SALDIRGAN VE “YALNIZ”
Amerikan emperyalist elebaşlarının bu denli pervasız hareket etmelerinin en önemli dayanağı açıktır ki, ABD’nin hâlâ dünyanın en güçlü ekonomik, askeri ve mali gücü olmaya devam etmesidir. On yıllar boyu sürdürdüğü ve kaptırmadığı emperyalist kapitalizmin dünya jandarmalığı rolü, ona bu imkânı sağlamıştır. Güçlerine karşın, diğer büyük emperyalist ülkelerden hiçbiri ABD’ye tek tek “kafa tutacak” durumda değildir ve bunların ABD-İngiliz savaş çetesine karşı gerçekleştirdikleri bir karşı bloktan da henüz söz edilemez.(5) O nedenle Amerikan-İngiliz planına ancak “çomak sokabilmekte”, onun önünü kesebildikleri oranda Asya ve Avrupa’da etki sahibi olunabileceğini bilerek, sınırlamaya çalışmaktadırlar.
Ancak, ABD tekelci burjuvazisi ve onun askeri-politik gücü, kapitalist emperyalizmin birincil ve başlıca gücü olma konumunun -zirvedeki bu konumun- sarsılmaya başladığının, rekabetin kızışmasının yarattığı potansiyel tehlikenin giderek arttığının, izlediği saldırgan ve kaba müdahaleci politikaların onu artan ölçüde yalnızlaştırdığının farkındadır. Emperyalizmin terörist kıtası, rakiplerini ve bağımlı ülkelerin yönetici güçlerini “terörizme karşı mücadele” adına bir tür köşeye sıkıştırmaya çalışırken, elinde bulundurduğu biyolojik, nükleer ve kimyasal silah stoku ve çok başlıklı ve kıtalararası menzilli nükleer füzelere karşın, uluslararası politik (ve askeri) alanda giderek yalnızlaşmakta; bu da onu daha fazla saldırganlaştırmaktadır. Amerikan-İngiliz sömürge kuvvetleri ve Amerikan savaş karargâhının baş çakalı Bush, 11 Eylül ‘terörist eylemi”ni de kullanarak, bütün ülkelerin Pentagon ve Beyaz Saray’ın ve onların İngiliz suç ortaklarının yanında yer almalarını sağlamaya çalışmaktadır. Kaba ve vahşi dayatmalarla pazar payını artırmaya çalışan Amerikan haydut sürüsü, kuşkusuz bugün daha yalnız, daha tecrit edilmiş durumdadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, pazarlara yönelik emperyalist ve tekelci rekabetin bütün büyük emperyalist ülkeleri, kendi çıkarları doğrultusunda “bağımsız” hareket etmeye yönelmeleri ve farklı ittifaklar üzerinden sürdürülebilecek kavgada kazanan taraf olmaya çalışmaları iken; diğer önemli bir etken de bütün bu ülkelerde savaş karşıtlığının giderek büyüyor olmasıdır.
Kapitalist emperyalizmin dünya jandarmalığı rolünün ve pazarların ve hammadde kaynaklarının, enerji ve iletişim hatlarının tekelci mülkiyeti ve denetiminin, onun tarafından “imparatorluk” dayatıcı bir silah olarak kullanılmasına karşı, rakip emperyalistlerin itirazları ve karşı atakları artmıştır. Bundandır ki o, gözü dönmüş biçimde önüne geleni askeri güç kullanımıyla tehdit etmekte; diğer ülkelerin politikalarına şantaj, tehdit ve şiddet dâhil, bütün yöntemler üzerinden yön vermeye çalışmaktadır. ABD yönetiminin “gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleme “yi planlayan her devlet ve ülkeyi tehdit etmesinin başlıca nedenlerinden biri de budur.
Bush-Cheney-Rumsfeld-Franks çetesi ilan etmektedir ki, ABD, “terörizmle mücadele “sinde müttefikler arayacaktır; ama “gerektiğinde, kendisine yönelik bir saldırı gerçekleşmeden saldırıya geçerek, meşru müdafaa hakkını da tek başına kullanabilecektir. ” “Diğer devletler, teröristlere yardım etmeme sorumluluğunu yerine getirmeye ikna edilecek veya zorlanacaktır.” Diğer ülkeler “Amerikan ‘ekonomik felsefesi’ni benimsemeye teşvik edilecek, sermayenin üzerindeki vergi yükünün azaltılması sağlanacak; BM tarafından kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne asla boyun eğilmeyecektir.”
ABD emperyalizmi, bu “ilan etme”yle AB üyesi Batılı emperyalistlere ve Rusya-Çin gibi “Doğulu” büyük emperyalist güçlere meydan okurken; bu güçleri “birlikte” ya da ayrı ayrı rekabeti daha azgınca sürdürmeye yöneltmekte; bu yönde kışkırtıcı bir işlev görmektedir. Ancak hegemonya için rekabet henüz onların birlikte ya da ayrı ayrı ABD’ye karşı “kılıç kuşanması”nı gündeme getirecek kadar yoğunlaşmış olmaktan uzaktır.
Bush çetesinin başında bulunduğu Amerikan emperyalizmi bugün on yıl önceki Körfez Savaşı müttefiklerine ve eski “bağlılık ilişkileri”ne sahip değildir. O günden bu yana ekonomik-sosyal ve politik-askeri etkenler gibi bu ülkelerin ilişkileri de önemli oranda değişmiştir. Oğul Bush ve Dick Cheney-Donald Rumsfeld kliğinin kaba tehditkâr politikaları ve pazar için rekabetin ekonomik durgunluğun etkisiyle iyice kızışması, ABD’yi daha da yalnızlaştırmıştır. Başlıca büyük emperyalist ülkeler arasında pazarlara sahip olma amaçlı rekabet, eskisine göre daha da sertleşmiştir. Almanya-Fransa “ikilisinin Avrupa Ordusu kurulmasında ısrarları ve ABD’nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya politikalarına itirazları artmıştır. Rusya’nın, eski hakimiyet bölgesine girilmiş olmasından duyduğu rahatsızlıklar, Çin’in Asya’daki çıkarlarını daha yüksek sesle ifade ederek ABD’yle ilişkilerini yeniden düzenleme eğilimi göstermesi ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi hâkim sınıflarının, içerdeki muhalefetin de etkisiyle, uydu politikaları eskisi kadar pervasızca sürdürmelerinin zora düşmesi gibi etkenler, Amerikan haydutlarının işini zorlaştırmıştır. Amerikan-İngiliz ataklarına Rusya’nın cevabı, Blair’in Moskova gezisi sırasında bizzat Putin tarafından, Bush’un elçisi’nin gözlerinin içine bakılarak -ve biraz da alaya alarak- verildi. Putin, Blair’in sunduğu planı reddettiklerini açıkladı. Putin’in “sözcüsü” Sergey Yastrembski de daha önce yaptığı açıklamada şeytanın “BM kararlarının ayrıntılarında gizli olacağı “nı, ancak Rusya’nın “pragmatik bir tutum alarak”, “ekonomik ve mali çıkarlarını gözeteceği “ni söylemişti. Rusya, ABD’nin kendisini çevirme ve önemli petrol gelirlerini azaltacak operasyonlara girişerek petrolü denetler duruma gelmesini, gücü ve olanakları ölçüsünde engelleme politikası izlemektedir.
Amerikan emperyalizmi kendisine karşı gelişebilecek bir ittifakı engellemek amacıyla Rusya’yı olanaklı olduğunca AB üyesi ülkelerden -özellikle Almanya’dan- ve Çin’den uzak tutmaya çalışmakta; Putin’e, Çeçenistan ve Gürcistan üzerinde “oynama fırsatı” vererek Rusya’dan gelebilecek daha katı bir karşılığın önüne geçmeye çalışmaktadır. Çin’in büyük insan gücü ve ekonomik potansiyelinin ürküttüğü ABD, Almanya ile giderek artan “kan uyuşmazlığı”nı da sona erdirmek ve bir tür “kan değişimi”yle Avrupa’da etkisini yeniden artırmak istemektedir. Ancak iş eskisi kadar kolay değildir ve “sınırlar dışı alana” asker göndermenin ülkesinin yararına olacağı kararı alan Alman burjuvazisi ve yönetici kesimlerinin bu ilişkide İngiltere’nin rolünü üstlenmeyeceği kesindir. Amerikan yönetimini bu denli kaba ve barbarca meydan okumaya iten etkenlerden biri de, ekonomik durgunluk ve düşüş eğiliminin giderek belirgin bir durum almasıdır. ABD savaş ekonomisinden yararlanmak istemekte, durgunluk içindeki ekonomisini canlandırmak için silah sanayine daha fazla yatırım yapmakta, şiddet politikalarını öne çıkarmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya’nın işgal edilerek ABD sermayesinin genişleyen yeniden üretimi için pazar olarak değerlendirilmesi ve büyük vurgunların sağlanması, şimdi yeniden Irak için anımsanmakta, General Tommy Franks’ın işgal edilmiş Irak’a “vali” atanarak Irak pazarının ve zengin petrol yataklarının yağmalanması -en azından tartışma konuları içine alınarak- gündeme getirilmektedir.
ABD şefleri eski yöntemlerle dünya hegemonyasını sürdürmenin zorlaştığını, yeni yöntemlere gereksinme doğduğunu, “Soğuk Savaş döneminin” tehdit ve caydırıcılık yöntemlerinin geçersizleştiğini, hâkimiyet kurma stratejisi izlenmesi gerektiğini söylüyorlar. “Yeni doktrin”de ABD’nin askeri üstünlüğünün korunacağı ve bir tehdidin “gerekirse önceden ve tek başına hareket ederek, güç kullanımıyla etkisizleştirileceği” açıklanıyor. ABD BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970’te aldığı ve “devletlerin rejim değiştirmek için birbirlerine karşı yıkıcı, terörist ya da silahlı faaliyetleri desteklemeyeceği, finanse etmeyeceği, kışkırtıp göz yummayacağı ve iç anlaşmazlıklara taraf olmayacağı” yönündeki kararını çiğnemekten kaçınmadı. Amerikan emperyalist şefleri, altında imzalarının bulunduğu 2625 sayılı BM kararının “hangi biçimde olursa olsun, bir devletin siyasi, ekonomik ve kültürel değerlerine karşı tehdit oluşturulması, uluslararası hukukun ihlâlidir” biçimindeki belirlemesini de yok saymıştır. Onlar şimdi, bütün bunlara karşın, BM’ye ya kendi yanında ve politikalarını onaylamak üzere yer alması ya da geçersiz olduğunu kabul etmesini dayatmaktadırlar. ABD Ordu Savaş Koleji’nin dergisi Parameters, “serseri devletlerin liderlerine suikast düzenlenmesi”ni meşru ilan etmiştir. Amerikan yönetimi, Amerikan emperyalizminin dünyanın en büyük nükleer gücü olduğunu, dünyanın hemen her tarafında nükleer başlıklı füzeler konuşlandırdığını, elinde 600 binden fazla ve dünyayı birkaç kez yok edecek kapasitede kimyasal, biyolojik ve nükleer yok edici füze ve bomba bulunduğunu, bununla da yetinmeyerek yılda 355 milyar doları silahlanma harcamalarına ayırdığını, emrindeki ‘bilim insanları’na “yeni ve daha etkili silahlar geliştirmeleri” talimatı verdiğini, kuşkusuz gizlemek istemektedir. Aynı yönetici çete, Rusya ile daha önce imzalanmış olan “Anti-balistik füze anlaşması”nı geçersiz ilan etmiştir ve “uzayı silahlandırma” projeleri için yüz milyarlarca dolar kaynak ayırmak üzere hazırlıklara girişmiştir. Kimyasal ve biyolojik silahların uluslararası denetime ve anlaşmalara bağlanmasını reddetmiş ve bu yöndeki uluslararası protokole imza atmayarak, kendi işgal ordularının savaş suçlarının, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin denetimine alınmasını tanımadığını ilan etmiştir. Arap halklarına karşı ve bölgenin denetim altında tutulmasında etkili bir araç olarak kullandığı İsrail’i, dünyanın en önemli nükleer güçlerinden biri olarak donatmış ve Türkiye topraklarındaki askeri üslerini birer nükleer karargâha dönüştürmüştür. ABD yönetimi, İsrail’in gizli servisi MOSSAD’ın eski başkanı Epraim Halevy’i Irak sorunuyla görevli özel koordinatör olarak atayarak, Arap halklarına karşı saldırgan bir kıta olarak işlev gören Siyonist barbarlığın arkasındaki güç olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Bütün bunlar, onun “kitle imha silahlarını yok etme” propagandasının, basit bir yalandan ibaret olduğunu göstermektedir. Ama emrindeki kitle iletişim aygıtlarıyla ve büyük mali olanaklarla sürdürdüğü propagandanın etkisiz kaldığı söylenemez. Etkisi azalmakla birlikte, kara propaganda hâlâ dünyanın şu ya da bu bölgesinde etkide bulunmaya devam etmektedir. ABD emperyalizminin üstün askeri ve ekonomik gücüne ve uluslararası alanda sahip bulunduğu işbirlikçi-uşak sınıfların desteğine karşın, hırçın bir kabadayının gözü kara ataklarını anımsatan meydan okumalara girişmesinde, bu gelişmeler ve giderek artan yalnızlaşma rol oynamaktadır.(6)

İŞGAL YA DA YENİ ÇATIŞMALARIN İLK ADIMI
ABD-İngiliz emperyalistlerinin Irak saldırısı ve bu ülkeyi işgal etmeleri, bütün bölgede siyasal-askeri ve sosyal kargaşa ve karışıklıklara yol açmaya adaydır. Bölge ülkelerinin Arap-İsrail çelişkisi nedeniyle içinde bulundukları ‘hassas ilişki’nin bu gerginlik ve çatışma durumunda yol açacağı olası gelişmelere ABD’nin biçim vermesi kolay olmayacaktır. İran başta olmak üzere bölge ülkelerinin Müslüman halklarının Anglosakson sömürgeci politikaları ve bu politikalarla ilişki içindeki Siyonist saldırganlığı “sineye çekme”leri beklenemez. Rusya ve Çin, Amerikan haydudunun sınırlarının yakınına yerleşerek Asya’ya daha ileri mevzilerden uyanmasını ve petrol-doğalgaz kaynaklarının denetimini tümüyle ele geçirmesini seyretmekle yetinmeyeceklerdir. Hemen değilse bile bir süreç içinde “harita değişimini” getirebilecek yeni ve daha kapsamlı çatışmaların koşulları giderek daha fazla olgunlaştırmaktadır. Gelişmeler Amerikan planları yönünde olsa bile, rakip emperyalistler, etkinlik alanlarının ABD tarafından “alınması” ya da kullanılmasına karşı uzun boylu sessiz kalmayacak, güç biriktirerek yeniden karşı saldırıya geçmeye çalışacaklardır. Dick Cheney’in Haliburton petrol şirketinin eski yöneticisi olması, bu şirket yararına birçok “işin bağlanmasında rol alması; Bush başta olmak üzere Beyaz Saray üst yöneticilerinin hemen tümünün BP, Exson Mobil, Haliburton gibi petrol tekellerinin hissedarları arasında olmaları, petrol savaşları ve Amerikan dış politikasında önemli bir rol oynamaktadır. Irak ve bölge petrolü üzerine süren rekabette Amerikan, Rus ve Fransız tekelleri kıyasıya bir kavga yürütmekte ve bu rekabet güç kullanımını kışkırtmaktadır.
ABD’nin bölgedeki kuklalarından biri olan Suudi Arabistan’da genç prensin, “Amerika’dan daha bağımsız politika oluşturma ” yönündeki girişimleri, Suriye ile yakın ilişkilere girerek IMF yöneticilerinden bu ülkeyle geliştirecekleri ilişkilere “garantör” güvencesi verebileceğini açıklaması ve ABD’nin bölgedeki en önemli muhalifi olan İran’la ilişkileri “ortak petrol politikaları izlemek” üzerinden geliştirmeye taraf olduğunu açıklaması, Amerikan yönetimi içinde tedirginliklere yol açtı.

TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN TEHLİKE
Türkiye savaş tehlikesinin merkezinde yer alan ülkelerden biridir. Bunu sağlayan başlıca neden ya da bunun en temel etkeni, ülkenin ABD hegemonyası altında olması ve işbirlikçi egemen sınıfların izledikleri uşakça politikadır. Amerikan emperyalizminin bölge politikası ve çıkarları için bütün bir bölgeyi ateş hattına çevirmekten geri durmayacağını ilan etmiş olması, “bölge müttefikleri” ve onların askeri kuvvetlerinin yeni maceralara sürüklenmesi tehlikesini güncelleştiriyor. Bir savaş durumunda öncelikle akla gelen ülkenin Türkiye ve topraklarımızdaki Amerikan askeri üsleri olduğu, Amerikan yönetici kliği tarafından da her fırsatta dile getiriliyor. İşbirlikçi gerici sınıflar Türkiye’yi Amerikan politikalarının bölgesel “köprü ülkesi” haline getirmişler ve Türkiye topraklarını savaş karargâhı olarak kullanma olanağını emperyalist haydutların eline vermişlerdir. ABD, İran şahlığının yıkılması üzerine bölgedeki uşak rejimler ittifakının çökmesi tehlikesiyle yüz yüze gelmiş; ancak İsrail-Türkiye stratejik işbirliği anlaşmasıyla mevzilerini takviye etmeyi başarabilmiştir. Bu anlaşmayla Türkiye, dünyanın en önemli çatışma alanlarından biri olan Ortadoğu-Kafkasya bölgesinde olabilecek çatışmaların müdahaleci güçlerinden biri durumuna sokulmuştur. Türkiye’ye biçilen gerici rol, komşu ülkelerle gerginlikleri artırmakta; ülkeye ve halk kitlelerine felâket ve tahribattan başka bir şey getirmeyecek macera ve çatışmalara sürükleyici bir rol oynamaktadır. Arap halklarına ve Filistin bağımsızlık mücadelesine karşı İsrail Siyonizm’iyle işbirliği yapan işbirlikçi gericiliğin, Amerikan çıkarlarıyla çatışmaya girişmesi ve Amerikan bölge politikalarına rağmen politikalar izlemesi -işbirliğinden vazgeçilmediği sürece- mümkün değildir. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da Amerikan taşeronluğunu üstlenen Türkiye gericiliği, bu nedenle bütün komşu ülkeler halklarının büyük tepkisini çekmektedir ve onun politikaları nedeniyle ülke emekçileri bölgede olası savaşlara sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Buna bir de, Türkiye’nin Irak Kürdistan’ını “mandasına alarak”, Musul ve Kerkük petrollerinden alacağı pay karşılığı Amerikan politikaları doğrultusunda daha aktif rolle görevlendirilmesi ve böylece “Irak ve Saddam sorununun çözülmesi” senaryosu eklenmiştir. Körfez Savaşı sırasında da bir biçimde dile getirilen ve Özal başta olmak üzere gericiliğin bazı temsilcileri tarafından seslendirilen, bu yılın ilk çeyreğinde de Washington Post yazarı William Safire tarafından yeniden gündeme getirilen bu “senaryo”, “eski Osmanlı toprağı olan bu bölgenin yeniden ele geçirilmesi “ni içermektedir.
Mesut Yılmaz ve Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun da aralarında bulunduğu bazıları ABD’nin Irak’a saldırıya girişmesinden önce Türk ordusunun harekete geçmesini, “Saddam yönetimiyle de anlaşarak Kuzey Irak’ı işgal etmesi”ni önermekte; böylece “Kuzey Irak’ta ilan edilmiş federe devletin Türkiye Kürtleri için cazibe merkezi olmasının engelleneceğini” ileri sürmektedirler. İşbirlikçi gericiliğin fetihçi emellerinin ürünü olan ve hemen tüm kritik dönemlerde çeşitli biçimlerde dile getirilen bu türden “öneri” ve tartışmalar, karşı karşıya bulunulan tehlikeli çatışma ortamını daha da gerginleştirici karakterdedir.
Şoven ve fetihçi propagandayı yoğunlaştıran işbirlikçi gericilik, yalnızca Musul-Kerkük emelleri nedeniyle değil, “kendi Kürt sorunu” nedeniyle de sorunla ilişkili ülkelerdeki gelişmelere müdahale etmekte, bu müdahale tutumu gerginlik ve çatışmaları körükleyici rol oynamaktadır.

SAVAŞ KARŞITI HAREKET VE ALANLARA ÇIKAN EMEKÇİLERİN TUTUMU
“Soğuk savaşın sona erdiği” sözcükleriyle başlayan uzun tahliller, “soğuk” ya da “sıcak”; savaşların eksik olmadığı bir yüzyılı geride bırakarak uluslararası ilişkilerde gerginlik ve çatışma unsurlarının daha fazla yoğunlaştığı ve pazarların yeniden paylaşımını öngören kapitalist rekabetin kızıştığı bir yeni yüzyıla girdiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. “Soğuk savaş” tanımının burjuva ve liberal teorisyenler ve gerici politikacılar tarafından “iki sistem” ve “iki blok” arasındaki “çelişkiler dönemi”y\e sınırlı tutulmak istenmesinin ya da en fazla SSCB’nin emperyalist bir karakter kazanmasına karşın, biçimsel birlik yapısının henüz dağıtmadığı ’90’lar öncesi döneme kadar genişletilmesinin nedeni, emperyalist kapitalizmin ‘soğuk-sıcak’ tüm gerici-işgalci-yayılmacı ve yağmacı savaşların kaynağı olduğunun gizlenmek istenmesidir. Batı emperyalizminin emrindeki ideologlarla sömürge ve bağımlı ülkelerdeki misyoner propagandacılar “Berlin Duvarı’nın yıkılması”nı ve SSCB’nin dağılmasını “soğuk savaşın son bulması ve tek kutuplu dünyaya geçiş”in başlangıcı olarak ilan etmişler; gerginliklerin ve savaşların koşullarının ortadan kalktığı, refah ve mutluluğun paylaşılmasının zamanı geldiğini haber vermişlerdi. Ezilen halkların ve emekçi kitlelerinin emperyalist kapitalizm ve batılı büyük güçler yararına dezenformasyonunu amaçlayan bu gerici propaganda, sürüp giden bölgesel çatışmalar ve çeşitli ülkelere emperyalist müdahalelere karşın, önemli oranda etkili oldu. Ama bir yandan da, Körfez bölgesi, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’da çatışmalar yoğunlaşıyor, ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist ülkelerin askeri müdahaleleri şiddet düzeyi ve kuvvetlerinin gücü artırılarak devam ediyordu. Bütün bu müdahale, çatışma ve işgallerin nedenleri arasında, emperyalist Batı’nın çıkarlarıyla uyumsuzluk gösteren gelişme ve politikaların değiştirilmesi ve ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi ve uluslararası tekellere, kaynaklarını sonuna dek açmakta tereddüt eden ya da gönülsüz davranan ülkelerin hizaya getirilmesi, başta gelenini oluşturuyordu.
ABD-İngiliz emperyalistlerinin 1987’de imzaladıkları gizli “Thames Anlaşması” uyarınca, Balkanlar’da ve Körfez bölgesinde parçalama ve egemenliği güçlendirme operasyonları başlatıldı. Yugoslavya’nın parçalanmasında, bu bölgeyi kendi “Lebensraum”u kapsamında gören Alman emperyalizmi ve ABD özel bir rol oynadılar. İç çatışmalar körüklenerek ve taraflar silahlandırılarak dış müdahaleye açık hale getirildi ve bu ülkenin bölünmesini sağlayan müdahaleler gerçekleştirilerek Balkanlar’da kalıcı olmanın alt yapısı oluşturuldu.
1991 Körfez saldırısıyla Irak’ın bölünmesi ve Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda politik-askeri ve ekonomik bir dayanağa dönüştürülmesi planı uygulamaya geçirildi. Bütün bölgeyle birlikte Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanan yolların açık hale getirilmesi ve petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetime alınması için yeni bir “kalkış üssü “nün oluşturulması, Amerikan emperyalizminin Asya-Avrasya stratejik hedeflerine ulaşması için koşulları daha da olgunlaştıracak ve uygun hale getirecekti! ABD-İngiliz stratejistleri, İran’ın doğudan çevrilmesiyle -2001 yılında gerçekleştirilen Afganistan işgali bunu daha da kolaylaştırdı- bölgenin diğer ülkelerini de mengeneye alacaklardı.
Bush-Blair cephesi şimdi bu stratejiyi uyguluyor. Bu gerici ve saldırgan politika, uluslararası alanda emekçilere karşı saldırıların yoğunlaştırılmasının gerekçelerini de yarattı.
Emperyalist gericilik ve işbirlikçilerinin dünyanın her tarafında sürdürdükleri koordineli ekonomik ve sosyal-politik saldırıların -yürütülen “sınıf mücadeleleri ve ideolojilerin devrinin kapandığı” propagandasına karşın- yoğunlaştığı; özelleştirme, örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma, işten atma, düşük ücretle ve daha fazla çalıştırma; mutlak ve nispi artı-değeri artırma; sermayeden bağımsız emekçi ve işçi örgütlenmesini boğma ve gerektiğinde işçi sınıfına “savaş açma” biçiminde devam ettiği bir dönemi yaşıyoruz.
“Teröre karşı mücadele” propagandasıyla motive edilen bu emperyalist politika, diğer yandan, bütün ülkelerde, işçi ve emekçi halk kitlelerine karşı ekonomik ve politik saldırıları yoğunlaştırmanın aracı olarak kullanıldı. Bu çok yönlü ve ikiyüzlü emperyalist hâkimiyet politikası 11 Eylül 2002 bombalama olaylarıyla “doruğa” çıkarıldı ve Amerikan hakimiyet politikasının unsurlarından biri olarak daha etkin biçimde kullanılmasının yanı sıra, emekçilere karşı saldırı silahına dönüştürüldü. “Güvenlik önlemleri” adı altında geliştirilen siyasal gericiliği yoğunlaştırma ve kazanılmış emekçi haklarını budama operasyonunu “terörizme karşı savaş’la irtibatlandırılarak, IMF-Dünya Bankası, WTO aracılığıyla sürdürülen uluslararası operasyona karşı emekçi mücadelesinin önü kesilmeye çalışıldı.
Ancak dönemin tek özelliği bu değildir. İşçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesi de yeni bir canlanma dönemine girmiştir. ABD emperyalizminin “ana hâkimiyet bölgesi” ve sömürgeci politikaların ‘geleneksel’ üssü İngiltere başta olmak üzere, dünyanın hemen her tarafında Amerikan saldırganlığına ve onun savaş tehdidine karşı emekçi ve ezilen halkların mücadelesi yükseliş içindedir.
Dünya işçi ve emekçileriyle ezilen halklarının, kapitalist zor ve burjuva ideolojik bombardımanla sağlanan geriye itme ve etkisizleştirme sürecini aşmaya ve yeni bir yükseliş için güçlerini birleştirmeye yöneldikleri; sermaye ve emperyalizmin saldırılarına karşı uluslararası dayanışmayı daha fazla hissettikleri bir süreçten geçiliyor. Savaş karşıtı hareketin, on yıllardan bu yana sürdürülen Amerikan yanlısı propagandaya ve “Amerikan yaşam tarzı”nın empoze edilmesine yönelik mandacı-misyoner faaliyete karşın, bu kadar güçlü olarak ortaya çıkmasında; bütün ülkelerde artan açlık, yoksulluk ve işsizliğin, sosyal hak kısıntıları ve politik baskıların yol açtığı tepki ve öfke rol oynamaktadır. Bir diğer etken, bölgesel ve uluslararası büyük savaşların yol açtığı felâket ve tahribatların deneyimidir. Emekçiler ve ezilen halklar son on yıllarda, kimi kez “hürriyete kavuşturma”, kimi kez de “çatışmaları önleme ve huzur sağlama” adına girişilmiş askeri harekâtların neden olduğu sosyal-ekonomik ve politik çöküntü ve çözümsüzlüklerin şöyle ya da böyle farkındadırlar. Yugoslavya’yı parçalayan ABD-Almanya gibi ülkelerin, Bosna’da Sırp ve Boşnakları “kan davası”na sürüklediklerini, çatışma bölgelerine gönderilen askeri kuvvetlerin buralarda yağmaya giriştiklerini ve işbirlikçilerin ek askeri gücü gibi çalıştıklarını, Afganistan işgalinin bölgeye yerleşerek petrol ve doğalgaz iletim hatlarını denetime alma politikalarının ürünü olarak gerçekleştiğini gördüler. Kavganın petrol üstüne olduğu, kara propagandaya rağmen artık gizlenememektedir. Bu nedenledir ki, birçok Batı ülkesinde, “petrol için ölmeye hayır” sloganı halk kitleleri içinde giderek artan oranda destek bulmaktadır.
Dünya emekçileri ve ezilen halklar, emperyalist gericiliğin kızışan rekabet ortamında terörist ve şantajcı taktikleri uluslararası ilişkilere taşıdığına; SSCB’nin dış baskı ve saldırılarla ve içerden burjuva kuşatmayla çökertilmesinden sonra Balkanlar’da ve eski SB topraklarında, bir dönem kardeşçe bir arada yaşayan ulus ve halkları ulusal boğazlaşmalara sürükleyerek, bölgesel çatışma ve savaşları kışkırttığı ve sonra da çatışmalara müdahale adına bu çatışma alanlarına işgalci güç olarak yerleşmeyi meşrulaştırıcı, çeşitli uluslararası senaryo ve girişimleri gündeme getirdiğine, bu süreçte tanık oldular. On yıllardır sürdürülen kara propaganda önemli tahribatlara yol açmış olmasına karşın, dünya emekçileriyle ilerici kişi ve kuruluşlar, emperyalistlerle işbirlikçilerinin gerici emellerinin ve dünyayı bu emeller yönünde hızla yeni bir çatışma dönemine sürüklediklerinin farkına varmışlar, buna karşı giderek güçlenen bir örgütlenmeyi de içeren çeşitli eylemlerle ortaya çıkmaya başlamışlardır.
Kapitalist Batıda, emekçilerin ileri kesimleri Amerikan-İngiliz saldırgan kliğinin başını çektiği savaş politikasının, Irak halkının yanı sıra bütün bölge halklarıyla emperyalist ülkelerin emekçilerini de vuracağını görmüş bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, İngiltere ve ABD başta olmak üzere, başlıca büyük emperyalist ülkelerde ve Latin Amerika ülkelerinden Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir alanda, Bush-Blair çetesinin savaş dayatıcı politikası, kitlesel gücü giderek artan gösterilerle protesto edilmektedir. ABD’nin değişik bölgelerinde sayıları yüz bini bulan işçi, emekçi ve genç insan Bush-Cheney-Rumsfeld gibi “sertlik yanlısı yöneticilerin” politikalarını protesto gösterileri düzenlediler ve savaşa karşı protestoları daha güçlü biçimde sürdüreceklerini ilan ettiler. Sayıları binleri bulan (şimdiden 12 bin olduğu belirtiliyor) ilerici, savaş karşıtı aydın, Irak işgal planını reddettiklerini açıkladılar. ABD’de 4 Ekim günü gerçekleştirilen 40 civarında protesto mitingine katılanlar, Bush ve çetesine “Bizim adımıza savaşma”, “savaş istemiyoruz” diye haykırdılar. Savaş karşıtlarının 26 Ekim’de bir kez daha alanlara çıkacakları ve sonrasında da eylemlerini genişleterek sürdürecekleri açıklandı Üniversitelerde çeşitli eylemler düzenleniyor, “binlerce genç örgütlenerek” savaşa karşı mücadeleye girişiyor; savaş karşıtı aydınların çağrıları olumlu karşılık görüyor. Bush’un ABD’nin son 25 yıllık tarihinde bir diğer ilke imza atarak, liman işçilerinin grevini, limanlarda “askeri malzemenin yüklenip boşaltıldığı, savunma şirketleri tarafından kullanılan parça ve malzemenin alındığı, grev nedeniyle zararın ülkeye yayıldığı, çiftçilerin, otomotiv işçilerinin ve diğerlerinin işlerinin tehlikeye girdiği” gerekçesiyle ve mahkeme kararıyla yasaklattı. AFL-CIO sendikası yöneticisi Richard Trumke, böyle bir olayın “Amerikan tarihinde görülmediğini” belirterek, hiçbir başkanın “patronların yanında bu kadar pervasızca yer almadığını” söylerken, liman işçileri Bush’un tutumunu protesto ettiler.
İngiltere’de, uzun suskunluk yıllarından sonra, hareketi içerden kemiren geleneksel reformist politik tutuma karşıt devrimci bir çıkışı da ifade etmek üzere, başında mücadeleci işçilerle sendikacıların bulundukları savaş karşıtı bir hareket, diğer Avrupa ülkelerindeki emekçi hareketini de etkilemek üzere yükselişe geçti. İngiliz sömürge politikalarının reddini de içermek üzere, başkent Londra’da yarım milyon emekçinin İngiliz-Amerikan politikasını protesto etmesi ve Blair’i ABD’nin savaş bakanlığı emrinde çalışmaktan vazgeçmeye çağırması, önemli bir gelişmeydi. Bu protesto gösterileri aynı zamanda Blair hükümetinin ekonomik politikalarına dur demeyi de hedeflemektedir. İngiliz üniversite öğrencileri 31 Ekim’de Blair Hükümeti’nin savaş politikasına karşı sendikaların ilan ettikleri “genel direniş” eylemine paralel olarak üniversite işgallerine gideceklerini açıkladılar. ABD ve İngiltere’de Vietnam savaşını protesto gösterilerini kat kat geride bırakan çeşitli protesto eylemleri gerçekleşmektedir.
Fransa’da, hükümetin izlediği ikiyüzlü ve oyalamacı politikaya karşın, çeşitli kentlerde binlerce işçi, genç ve kamu çalışanı emekçi alanlara çıkarak, Irak’a saldırıyı ve Ortadoğu’da yeni bir savaşı reddettiklerini açıkladılar.
Almanya’da, 14 Eylül’de Köln kentinde bir araya gelen ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 50 bin kişi, başka taleplerle birlikte ABD’nin savaş politikalarını protesto ettiler, Alman hükümeti ve devletinin bu savaşa katılmamasını istediler. İtalya ve İspanya’da sokaklara çıkan milyonlarca işçi ve emekçinin talepleri arasında emperyalist saldırganlık politikalarının durdurulması da vardı. İsrailli bir grup “akademisyen” İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü kıyımın, ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte tırmanacağını, Şaron kasabının bu saldırıyı fırsat sayarak “toplu sürgün” ve “etnik temizlik” operasyonlarına girişmeye hazırlandığını ve İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’un Filistinlileri “‘kanser’ olarak tanımlayarak, işgal altındaki topraklardaki İsrail askeri eylemlerini ‘kemoterapi’ye benzeterek ‘daha radikal tedaviye gidilebileceğini’ açıkladığını” belirterek, “Uluslararası toplum”a “acil uyarı”da bulundular. İsrail’de Filistin kıyımına katılmayı reddeden ordu mensubu çok sayıda askerin daha önce aynı doğrultuda yapılmış açıklamalarıyla birlikte bu son “uyarı”, Şaron kıtalarının gerçekleştirdiği katliamlara karşı muhalefetin giderek yaygınlaştığını, bunun da Amerikan uşağı rejimi tedirgin ettiğini gösteriyor.
Yunanistan’da, güçlü anti-amerikan bir hareketin varlığı, Bush çetesinin saldırgan dış politikasının protestosunu daha sık olarak gündeme getirmektedir. Yunan işçi ve emekçileri birçok kez ABD-İngiliz saldırganlığını protesto eylemleri düzenlediler. Savaş karşıtı protestolar Bahreyn-Katar gibi Körfez ülkelerinde de gelişmeye başladı.
Türkiye’de, halkın büyük çoğunluğu Türkiye’nin ABD-İngiliz işgal politikalarına alet edilmesini istemiyor. DEHAP çatısı altında bir araya gelen Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu destekleyen yüz binlerce emekçi meydanlarda başka taleplerle birlikte, Irak’a saldırıya ve ülkenin bu savaşta emperyalist saldırı karargâhına dönüştürülmesine karşı talepleri de haykırmakta; savaş istemediğini ilân etmektedir. Tehlikeli bölgenin göbeğinde ve ateş hattında duran Türkiye işçi ve emekçilerinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesinin bağımsızlığı öngören bir mücadele olarak gelişmesi, diğer ülke halklarıyla dayanışmanın ötesinde, bölge ülkeleri halklarının anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine güç verecek, bu mücadeleyi teşvik edici bir işlev de görecektir. Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin ateş çemberine alınan Irak ve Ortadoğu halklarıyla birlikte -ki Kürt, Türk ve Asurilerin tarihi-kültürel bağları bulunan halklardır ve bu sorunu daha da hassas kılmaktadır- mücadeleyi yükseltmeleri, Amerikan-İngiliz vahşi saldırılarını püskürtmek için bütün bölgeyi anti-emperyalist mücadele alanına dönüştürmeleri; Türkiye topraklarını Yankee güçlerinin adım atmaya korktukları bağımsızlık mevzilerine dönüştürmeye hizmet edecek, bu gelişme emperyalistlerin bölge mevzilerinin püskürtülmesi olanaklarını genişletecektir. Toplumsal hareket ve sınıf mücadelesinin gelişme düzeyiyle Türkiye emekçi hareketi böyle bir rol oynayabilecek durumdadır. Türkiye işçi ve emekçi hareketi, bu hareketin öne çıkardığı mücadeleci işçi-emekçi kuşağı ve Türkiye’nin Kürt-Türk ve diğer milliyetlerinden ilerici gençliği, Amerikan emperyalizminin topraklarımızı geçiş yolu ve savaş karargâhı olarak kullanmasına izin vermemek gibi, büyük bir tarihi görev ve sorumlulukla karşı karşıyadır.
Bütün bölge ülkeleri halkları ve elbette dünya halklarının tümünün yararına olan tek tutum, büyük acılara yol açacak bu savaşı başlamadan bitirmek ve Irak’ın işgalini ve ardından olabilecek felaketleri başından engellemektir. Bu başarılamaz bir şey değildir; yeter ki bütün dünyada emekçiler işçi sınıfı öncülüğünde halkların kardeşliği ilkesini hayata geçirerek, bütün halkların bağımsız yaşama ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi haklarına emperyalist haydutları mecbur bırakacak bir mücadeleyi örgütleyebilsinler.

DİPNOTLAR
1. Bir savaş konseyi biçiminde çalışan Amerikan yönetici kliğinin Irak politikasının gerçek hedefleri üzerine, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ve günlük emekçi basınında yeterince açıklayıcı çok sayıda makale yer aldı. Bu bakımdan burada, olanaklı olduğunca bir tekrardan kaçınarak yalnızca son dönemde giderek yoğunluk kazanan ve -neredeyse araya gün koymaksızın- kapsamı genişletilerek açıklanan Amerikan-İngiliz savaş politikasının ilan edilmiş stratejik hedeflerine kısaca işaret etmekle yetineceğiz.
2. ABD, Irak’a yönelik politikalarına “dayanak oluşturmak” için özel bir çaba gösteriyor ve yalan haberler yayarak saldırı için zemin hazırlamaya özel bir gayret gösteriyor. Kısa bir süre önce Bush ve Blair tarafından, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na dayandırarak ortaya attıkları, Irak’ın “altı ay içinde atom bombası yapabilir güçte olduğu” yalanı, kısa süre içinde açıklık kazandı. Kurumun ne böyle bir raporu vardı, ne de böyle bir iddiası!
3. Bush’un General Electric, Exxon Mobil, Newmont Gold Mining Corporation ve Penzoil and Tom Brown inc. şirketlerinin, Cheney’in Halli Burton’un hisse ortakları oldukları açıklandı.
4. Kimi burjuva akademisyenlerle iktisatçı ve politikacılar, petrol üzerine emperyalist büyük kapışmayı, büyük güç ve “sanayileşmiş ülke olma”nın ‘doğal sonucu” saymakta, aynı nedenle ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’ya uzanarak, bölgenin tüm hammadde kaynaklarıyla pazarlarını denetimine alma çabasını “doğal” olmaktan öte “bir hak” olarak görmektedirler.
5. Fransa ve Almanya tarafından ABD politikalarına karşı yürütülen muhalefet, Avrupa Ordusu girişimi ve Alman yöneticilerinin “körü körüne boyun eğilmeyeceği” yönündeki açıklamalarına karşın, bütün bu engeller henüz ABD’yi caydırıcı ya da püskürtebilecek düzeyde değildir.
6. Çeşitli ülkelerin burjuva basınında tepkiler giderek artmaktadır. Örneğin İsveç gazetesi Svenska Dabladet, “Bush hep yanlış yolda” diye yazarken, Alman gazetesi Der Tagesspiegel, ABD’nin “Irak’ın acil bir tehdit oluşturduğunu” kanıtlayamadığını ve onun “şu anda Irak’a savaş açması’nın meşruiyetinin bulunmadığını okuyucularına duyurdu. Paris’te yayımlanan International Herald Tribune gazetesi ise, BM Güvenlik Konseyinin bir ayı aşkın zamandır harcanan çabalara rağmen, Irak konusunda bir uzlaşmaya varılamamasının nedenini Amerika ile İngiltere’nin tutumuna ve bu ülkelerin “askeri müdahalenin yolunu açan” tasarıda ısrarına bağlamaktadır. Herald Tribune “diğer daimi üyeler Rusya ve Çin’in de Fransa’ya yakın durduğunu” bildirirken; İngiliz gazetesi The Guardian eleştirel tutumu daha da ileri götürmekte ve şöyle yazmaktadır: “Amerika’yla Avrupa ve diğer yerlerdeki müttefiklerinin arasını açan milliyetçiliğe son vermenin. Birleşmiş Milletleri kendince yönlendirme çabalarının, Afganistan’a vaatler sunarken, Pakistan’daki anti-demokratik tezgâhı görmezden gelmenin son bulması vaktidir. Amerika’nın 355 milyar dolarlık savunma bütçesinin sadece çok küçük bir bölümünü, İslam dünyasındaki siyasi ve ekonomik mahrumiyeti gidermek için harcamanın, yeni askeri üsler açmak yerine mevcutları kapatmaya başlamanın, başkalarının kültür ve geleneklerine, yapmacık değil, gerçek saygı göstermenin vaktidir.”

Ekim devrimi insanlığın kalıcı kazanımları arasındaki yerini çoktan almıştır

Büyük Ekim Devrimi’nin -25 Ekim yeni takvimle 7 Kasım- üzerinden 85 yıl geçti. Bolşeviklerin önderliğindeki Rusya işçi sınıfı, yoksul köylüleri, emekçi halkın geniş kesimlerini önderliği altında topladı ve eski dünyaya başkaldırarak sömürünün, baskının, savaşların olmadığı yeni bir dünya kurmaya yöneldi. Bu, Paris Komünü gibi günlerle hesap edilen önceki örnekler bir yana bırakıldığında, toplumun sömürüye, cehalete, açlığa mahkûm edilmiş en alt sınıfının; işçi sınıfının, büyük bir atılganlık ve gözüpeklikle sosyalizmin yeni dünyasını, yeni bir uygarlığı inşa etmeye girişmesiydi. İşte bu sınıf, sonuçta on yıllar sonra sermayenin ve sömürünün dünyasınca yenilgiye uğratılsa da, yeni bir uygarlık kurdu, zengin bir miras bıraktı, insanlığa kurtuluşun yolunu canlı kanıtlarıyla ve örnekleriyle gösterdi.
Öyleyse bugün yaşadığımız dünyada, Ekim Devrimi ve onun insanlığın önüne yeni bir kurtuluş yolu koyma girişimi üzerine neler söylenebilir? Kuşkusuz bu soruya gerçekçi ve doğru bir yanıt verebilmek için, pek çok yanıyla Ekim Devriminin dünyasına benzeyen günümüz dünyasına kısa bir göz atmalı, nasıl bir dünyada yaşadığımızı fazla ayrıntıya kaçmadan, kısa ve kalın çizgilerle ortaya koymalıyız.
Konuya güncel ve canlı bir örnekle girmek yararlı olacaktır. Bugün uluslararası politikanın en önde gelen sorununun, ABD’nin Irak’a yapacağı yeni bir askeri saldırı, bu saldırının ne zaman ve nasıl yapılacağı olduğu genel olarak kabul edilecektir. Peki, ama ABD, niçin Irak’a saldırmaya hazırlanıyor? ABD’nin bu saldırıyı, Irak petrolleri üzerinde tekelci bir denetim kurmak, bölgedeki egemenliğini yaymak ve pekiştirmek, dünya egemenliği için rakip büyük devletlerle girdiği paylaşım mücadelesinde, stratejik bir kazanım elde etmek üzere gündeme getirdiği bilinmektedir.
İşte burada diğer sorular peş peşe gelmektedir. ABD petrol kaynaklarına niçin el koymak istemekte, neden diğer büyük devletlerle egemenlik mücadelesine girişmekte, uluslararası diplomasinin karanlık pazarlıkları niçin ve ne üzerine yürütülmektedir? Bütün bu soruların yanıtları, ABD’nin ve diğer büyük devletlerin kötü yönetildiği, devletlerin doğasında saldırganlık bulunduğu, savaşların insanoğlunun kaderi olduğu gibi gerekçelerde bulunabilir mi?
Bu sorulara verilecek her olumlu yanıt, ardından yeni soruları, nedenleri, aksi örnekleri gündeme getirecek, bu olumlu yanıtları delik deşik edecektir. Ama bugün, Ekim günlerinde olduğu gibi, emperyalizm ve tekeller dünyasında yaşadığımız gerçeğini aklımıza getirir, büyük devletlerin aralarındaki ilişkilere yön veren asıl nedenlerin rekabet, güç, egemenlik ve paylaşım olduğunu hatırlarsak, havada uçuşan nedenler, anlamsız soru ve yanıtlar, ortalıktan çekilir. Böylece gerçeklerin üzerini kaplamış olan yoğun sisi dağıtabilir, yaşadığımız dünyayı anlamaya ve onu karakterize eden ilişkilere nüfuz etmeyi başarabiliriz. Ulaşacağımız gerçek, emperyalizmin ve tekellerin dünyasında yaşadığımızdır.
Ancak bütün bunlar madalyonun sadece bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzünde bütün bu kan dökücülüğe, zalimliğe, akbabalığa karşı mücadele edenlerin dünyası, uluslararası işçi sınıfının, emekçilerin, bağımlı halk ve ulusların dünyası bulunmaktadır. Ekim Devrimi işte bu emperyalizm çağının ilk çeyreğinde patladı ve ona devrimler çağı niteliğini de kazandırdı. Bu, insanoğlunun o güne gelinceye kadar geçen tarihine bakıldığında, tarihin kaydettiği en keskin dönemeçti. Önceki devrim ve ayaklanmalardan farklı olarak, sömürücü sınıfları tasfiye etti, iktidarı ilk kez sömürülen bir sınıfın eline verdi. Bütün ülkelerdeki sömürücü sınıflar ve onların gerici yönetimleri artık diken üzerinde oturuyorlardı. Devrim, bu niteliği ile uluslararası bir karakter kazandı. Bu aynı zamanda sınırsız emperyalist pervasızlığın dizginlenmesi, onun saldırganlığının geriletilmesi anlamına geliyordu.
Birkaç cümle ile toparlarsak, Ekim Devrimi, uluslararası işçi sınıfına sömürüden kurtulmanın, ücretli köleliğe son vermenin, savaşlardan kurtulmanın yolunu gösterdi. Ezilen halklar ve uluslar yanlarında kararlı ve vefalı bir dost buldular. İnsanoğlu kendi geleceğini bilinçle kurmanın olanaklı olduğunu ilk defa gördü ve anladı. Bu dünya ilkinden bambaşka, ona başkaldıran bir dünyaydı, bu dünya proletarya devrimleri dünyasıydı. Tek bir çağda ve dönemde sürekli karşı karşıya gelen ve gelecek olan iki ayrı dünya!
Sovyet proletaryası ve emekçi halkları, devrimler ve halkların kurtuluşu dünyasının bayrağını, sosyalizmin kuruluşu dönemi boyunca taşıdılar, bu kısa döneme her alanda dev bir inşa ve emperyalist barbarlığın faşist saldırısını yenilgiye uğratma gibi, tüm insanlığı ilgilendiren görkemli bir zafer sığdırdılar. Bugünkü dünyanın durumuna gerçekçi bir bakış, Ekim Devrimi’nin taşıdığı tarihsel önemi, insanlık için taşıdığı anlamı net bir biçimde gözler önüne getirmektedir.

DEVRİMİN VE SOSYALİZMİN KAZANIMLARI TÜM İNSANLIĞA AİTTİR, UNUTTURULAMAZ VE YOK EDİLEMEZ
Kruşçevcilerin 1956 parti kongresine sundukları gizli raporla, sosyalizme ve Sovyet işçi sınıfının tüm kazanımlarına karşı başlattıkları savaşın üzerinden 46, Gorbaçov’un, Kruşçev’in başladığı işin resmi olarak sonlandığını ’89’da bildirmesinin üzerinden 13 yıl geçti. Sosyalizm ve onun ardından egemen olan modern revizyonizmin varlığı ile şekillenen dünyanın güç ilişkileri, tepeden tırnağa değişti.
Bugün yine kapitalist emperyalist barbarlık dünyada hüküm sürüyor, yine ülkeleri işgal ediyor, bombalıyor, yağmalıyor. İstisnasız tüm ülkelerde uluslararası işçi sınıfının elde ettiği tüm ekonomik ve sosyal kazanımlar bir bir gasp ediliyor. Üstelik bütün bunlar artık kapitalizmin değiştiği, emperyalizmin tarih olduğu, işçi sınıfının ve sömürü ilişkilerinin temelden değiştiği, insanlığın önünde yeni bir yol açıldığı propagandaları eşliğinde yapılıyor.
Ama ne oluyor? Eski, köhnemiş dünyanın darbeleri ve saldırıları altında yeni ekim devrimlerini yaratacak bir ordu yaratılıyor, bu ordunun eğitim yapması sağlanıyor, saflarına yeni birlikler yazılıyor, işçi sınıfı tüm ülkelerde kendi öncüsünü yaratmaya zorlanıyor. İşte bu ordunun erleri aynı zamanda kendi sınıfının tarihsel kazanımlarına, onun yarattığı uygarlığın, insanlığın ortak hazinesine kattığı birikime sahip çıkıyor ve şunları hatırlıyor: Sovyet proletaryası çok değil, 1917’den, emperyalist faşist saldırganlığın gelip kapıya dayandığı 1941’e kadar geçen zaman aralığında, o zamanki dünyanın en gelişmiş ülkelerinin 200 yılda sağladığı ilerlemeyi sığdırdı. Onlarca yeni kent, binlerce fabrika ve işletme, eski dünyada hayal edilemeyecek sayıda araştırma laboratuarı, dev bilimsel ilerleme, uzaya ilk insanı gönderebilecek altyapının hazır edilmesi, 2. savaşın yıkıntıları üzerinde yeni baştan inşa ve ilerleme. Sanatta, kültürde eski dünyanın asla erişemeyeceği gelişmeler. Bütün bunlar insanlık tarihi göz önüne alındığında kısa denilebilecek bir zaman diliminde gerçekleşti.
Bütün bu başarılar sadece Sovyet proletaryasının başarıları olarak kalmadı. Batı ülkelerinde hem bu ülkelerin işçilerinin mücadelesi, hem sosyalizmin yaşayan örneğinin baskısıyla, planlama, sosyal devlet, demokratik ilerlemeler, faşizmin Sovyet halklarının kanı ve canıyla yenilgiye uğratılmasının ardından demokrasinin yeniden -burjuva liberallerinin ısrarla gözlerini kaçırdıkları bir gerçek- kurulması gibi gelişmeler yaşandı. Bunlardan bazıları sosyalizme karşı barikat kurma niyetiyle uygulansa da, Batı proletaryası üzerindeki sömürü koşullarının hafifletilmesine, sosyal kazanımların elde edilmesine yolu açtı. Özelleştirme ve sosyal hakların gaspına yönelik son saldırılar da, işte bu yanıyla, sermayenin azami kâr ve sömürü koşullarını sağlama amacının yanı sıra, işçi sınıfına karşı politik olarak tarihsel bir rövanş alma peşinde koşması gibi bir anlam da taşıyor.
Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi, dünyanın ezilen ve baskı altında tutulan halkları ve ulusları içinde kurtuluşun yolunu açtı. Başta Türkiye olmak üzere, tüm doğu ulusları, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren ülkeler, Sovyet ülkesinin desteğini ve içten yardımını yanlarında buldular. Kemalist Türkiye, bu yardımların anısını Taksim’deki anıta Sovyet generallerini de yerleştirerek yaşattı. Bugün sosyalizmin ulus sorununu çözmediğini ileri sürenler, Sovyetlerin dağılmasının neden bu kadar kansız ve kolay olduğunu, yeni devletlerin kuruluş sürecinin nasıl hemen hemen sancısız gerçekleştiğini açıklayamazlar. Emperyalist kışkırtma ile Kafkaslar’da meydana gelen çatışmalar da bu gerçeği karartamaz. Sosyalizm ulusların özgür birliğini yaratmış, sonrasında da uluslar bu özgürlüklerini sancısız ve çatışmasız biçimde ayrılarak kullanmışlardır.

SOSYALİZM VE BİLİM
Sosyalizm, en önemli kazanımlarından birini bilim alanında elde etmiştir. Proletaryanın iktidarı ele geçirerek sosyalizmi inşa etmeye koyulması, bilimsel araştırma ve gelişmelerin önünün özgürce açılması olmadan gerçekleşemezdi. Bu süreç, aynı zamanda, bilim alanından idealizm ve metafiziğin kovulması, bilimin ve bilimsel buluşların materyalist diyalektik yöntemle, bütünlüklü bir felsefi düşünceyle yorumlanarak önünün açılması anlamına geliyordu. Bilim, emperyalizmin dünyasında olduğu gibi, dünyaya egemen olmak ve imha araçlarını geliştirmek için değil, ülke ekonomisinin ilerlemesi, insan uygarlığının gelişmesi için kullanıldı.
Eğer bugün uzaya insansız araçlar gönderiliyor, genetik üzerine araştırmalar yapılıyor, pek çok hastalığın tedavisinde, fizikte ve nükleer fizikte ilerlemeler sağlanıyor vb. ise, insanlık bütün bunlar için sosyalizme çok şey borçludur. Bununla sadece Sovyet ülkesindeki bilimsel gelişme ve araştırmalar kastedilmemektedir. Ekim Devrimi’nin zaferinden sonra Batılı pek çok bilim adamının, araştırmalarına ve araştırma yöntemlerine yaklaşımı, elde ettikleri bulguları yorumlayışları diyalektik materyalist yöntemle olmuş, onlar sosyalizmden güç ve cesaret almışlardır. Ekim Devrimi sonrasında, özellikle sosyalist inşanın başarılarının etkisi ile Batı’da, özellikle Fransa ve İngiltere’de yadsınamayacak ölçüde bir bilim adamları kuşağı yetişmiştir.*
Bugün yukarıda sayılan ve sayılmayan alanlarda bilimsel gelişmeler patent altına alınıyor, onlara kapitalizmin dünyasının egemenliği dayatılıyor, sonuçlar ticari metalar olarak pazarlanıyorlar. Fizikteki araştırmalar “maddenin yokluğunu keşfetmek” üzere finanse ediliyor, geçmişe yolculuk şarlatanlığı ile kafalar karıştırılmak isteniyor, idealizmin, dinsel düşüncenin insanlığı esir almasının koşulları yaratılmak isteniyor. Bilimsel araştırmalar pazara egemen olmak, imha silahları geliştirmek için “derinleştiriliyor”, teknolojik ilerlemeler bilimin gelişmesi olarak sunuluyor.
Bitirirken kısaca vurgulamak gerekir ki; sosyalizm bilimi doğaya egemen olmak için geliştirmekteydi. Tekellerin egemen olduğu emperyalizmin dünyasında bilim, tekellerin aşırı kâr elde etmesinin, insanların doğaüstü güçlere tapınmasının, emperyalist güçlerin dünyaya egemen olma mücadelesinin bir aracına indirgenmiş durumdadır. İnsanlığın kurtuluşu gibi, biliminde kurtuluşu yeni bir proletarya devrimi ile olanaklı olacaktır.

* Evrensel Kültür Dergisi yayınladığı Bilim Eki’nde özellikle bu bilim adamlarının -ki bunların en önde gelen iki ismi Paul Langevin ve Henri Vallon’dur- ülkemizde pek bilinmeyen makalelerini yayınlıyor. Böylece Türkiye’deki aydın kuşağın varlığını pek bilmediği metinler okuyucuya sunuluyor, önemli bir eksik tamamlanıyor. Ayrıca bu metinler, yayınlanma tarihleri eski olmakla birlikte, o günden bu yana bilim alanında, orada ele alınan ve tartışılan sorunlar üzerine yeni pek fazla bir şey konmamış olması dolayısıyla da, büyük bir ilgiyi ve önemi hak ediyor.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑