Yayın organları ve ele alınışları üzerine

İşçi sınıfı açısından, politik bir parti olarak örgütlenmenin ilk koşulu, kuşkusuz politik bir yayın organına sahip olmaktır. Ama parti çoğu zaman ve esas olarak politik bir organla yetinemez; içinden geçilen dönem izin verdiği veya gerekleri yerine getirildiği koşullarda, farklı işlevlere sahip yayın organları da gerekir.
İşçi sınıfının partisi, yeri geldiği ve koşulu oluştuğunda sendikalar, gençlik, kadın vs. gibi alanlar ve başta fabrikalar, tek tek işyerleri için yayın çıkarabilir ve gereği doğduğunda da çıkarmalıdır. Ancak öyle yayınlar vardır ki, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamaz ve onlar olmadan parti gerçek bir parti olarak örgütlenemez.
Bu yayınlardan ilki ve bütün ötekilerin önünde olanı, yukarıda da belirtildiği gibi, politik (kitle) gazetedir1. Diğerleri ise, bilinebileceği üzere, teori ve kültür alanlarındaki organlar2 olacaktır. Bir parti şu veya bu nedenle, bazen tek bir organa (kitle yayınına) mahkum bir pozisyona düşse de, en kısa zamanda başta teori, diğer alanlar için de kürsü sahibi olmayı mutlaka amaç edinmek zorundadır.
Bu zorunludur. Zira bir kitle yayın organı, işçi ve emekçilerin yaşamına bağlanmak; onların hareket ve eyleminin örgütlenmesi ve yönetiminin ihtiyaçlarını temel almak zorundadır. Hareketin uzun vadeli çıkarlarının (teorik görevler) merkezini oluştursa bile, böyle bir gazetenin; teori cephesindeki görevleri bütün yönlerden ve bütün kapsamıyla üstlenmesi ve yerine getirmesi düşünülemez. Aksi durumda, bir kitle gazetesi olarak gündelik görevleri yerine getirmesi olanaksız olur.
İşçi sınıfının partisi için teorinin ve teorik mücadelenin önemi bilinir. Bilinen bu nedenlerledir ki, teorik bir organın (başlangıçta3 belki öncelikle) zorunluluğu anlaşılamaz değildir. Öte yandan, kültür cephesi; bilim, sanat alanları, sosyalizmin yeniden üretildiği; tayin edici ideolojik mücadelelerin yürütüldüğü alanlardır ve bu alanlardaki organlar da kuşkusuz hayati önemdedir. İşçilerin partisi, bütün alanlar için, gerekli olan organları örgütlemek zorunda olduğu gibi; onları iyi değerlendirmeyi, işlevlerine uygun ve verimli kullanmayı da bilmek zorundadır.

-I-
KİTLE YAYIN ORGANININ KULLANILIŞI
Gazete ve kullanılışı ile ilgili elde gereği kadar materyal var: Ama, aktüel olması ve halen sorun teşkil etmesi nedeniyle; gündelik çalışmadaki kullanılışı ve örgütlenme aracı olarak işlevi üzerine bazı sorunların altı gene de çizilmelidir.
Politik bir gazetenin kullanılışı deyince, ilk akla gelmesi gereken, kuşkusuz örgütün kitleler arasında yürüttüğü her günkü çalışma olacaktır. Politik bir gazeteden esin ve malzeme almayan; onu kendi temeli haline getirmeyen ve çağrı ve direktifleri temeli üzerinde yükselmeyen bir çalışmanın politik bir çalışma, bir parti çalışması olması olanaksızdır. Politik bir gazete(ki günlük en iyisidir): hem, işçi sınıfı ve halk sınıflarının eyleminin ortak hedefler etrafında birleşmesi; hem de ileri işçi kitlesinin, günlük mücadele kapasitesine sahip devrimci bir parti olarak örgütlenme yeteneği kazanması ve örgütlenmesi bakımından hayati önem arzeder.
Kısaca söylemek gerekirse: bağımsız politik4 gazete, işçi hareketinin örgütleyicisi, yöneticisi ve örgütünün iskelesidir. Politik bir gazete olmadan, işçi hareketinin politikaya genişlemesi ve işçi sınıfı partisi düşünülemeyeceği gibi; tek bir çizgi üzerinde birleşmiş ve gündelik çalışma yürütme yeteneğine sahip bir örgüt de düşünülemez. Oysa hacmi giderek büyüyen ileri işçi kitlesinin, Marksist-Leninist bir çizgi üzerindeki birliği ve hem kendi sınıfının hem de halkın öteki tabakalarının hareketini yönetme ve örgütlemedeki girişkenliği, yeteneği5 her şeyin üzerindedir.
Geniş işçi ve emekçi yığınları arasındaki sınıf ve halk bilinç ve duygusunun ve sermaye ve gericiliğe karşı ortak eylem ve örgütlenmenin sağlam temeller üzerinde gelişmesi; ileri işçi kitlesinin örgütlenmesi, girişkenliği ve yeteneği ile doğrudan bağlıdır. Buna karşın, aydınlatıcı ve örgütleyici bir araç olarak yetenekle kullanılan politik bir gazete olmadan, bu hedefler hayal edilmekten öte asla gidemezler.
Şu açık; gazetenin işlev ve görevi yukarıda altı çizilen sorunlarda düğümlenmektedir. Peki, onun işlev ve görevi doğru anlaşılıyor ve gazete gerçekten kullanılabiliyor mu? Ne yazık ki hayır: olgular, bu soruya olumlu bir yanıt verilmesine izin vermez durumda. Gene ne yazık ki, bu bir propaganda değil, gerçek. İşçi ve emekçiler arasında yapılan çalışmaya bakan herkes, bu gerçeği kolayca görebilir.
Olgulara bakıldığında, dar bazı çevreler ve istisna yer ve durumlar dışta tutulursa (çıkıyor olmasının kendiliğinden sağladığı fayda bir yana), gazeteye “ele güne karşı çıkıyor olması” dışında pek bir işlev yüklenmediği görülür. Bu anlayış ve bu kendiliğinden durum; gazetenin herhangi bir şekilde kullanımını zaten baştan olanaksız kılıyor. Gündelik çalışmanın (ve parti inşa çalışmasının) temelini, iskelesini oluşturması ve merkezini tutması gereken gazete; örgütün gündelik (ve uzun vadeli) çalışmasının bir tür dışında6 kalıyor. Günlük yaşam ve eylemde, sanki ek ve katlanılması gereken bir yükmüş gibi bir muamele görüyor. Şu söylenebilir: işçilerin örgütünün gündelik çalışması; merkezi politikanın bir tür dışında yürüyen ve politik hedef ve çağrılardan ayrı giden “baş aşağı bir çalışma” olarak yapılmaktadır.
Gazetenin kullanılamıyor olmasının örgütün kuruluşu ve çalışmasında yarattığı tahribat ve yarımlaşma sorununu şimdilik bir yana bırakıyoruz. Burada soru şu: gazetenin doğru kullanılışının; daha doğrusu çalışmanın merkezinde yer tutmasının anlamı nedir? Şu üç sorun her yönden hayati önemdedir. Zira bunlar atlandığında, bir gazetenin herhangi bir işlev ve anlamından söz bile edilemez.
İlk sorun, gazetenin işçi ve emekçilerin hiç olmazsa uyanan kitleleri arasında, örgütlerce düzenli olarak dağıtılması sorunu. Gazetenin kitleler arasındaki dağıtımı, kuşkusuz, hep yapılageldiği gibi “rasgele” bir dağıtım olamaz. Gerçek dağıtım, örgütün var olduğu, çalıştığı veya henüz olmadığı ama girmeyi hedeflediği fabrika, işyeri, kurum, okul, mahalle gibi çalışma alanlarında; bu alanların işçi ve emekçileri arasında düzenli ve kesintisiz olarak yapılan dağıtımdır. Öte yandan, gazetenin bu tür bir dağıtımı için “özel dağıtım grupları”7 gerekmez; aksine bu iş, ilgili birimde örgütleme çalışması yürüten grup ve kişilerce üstlenilir. Gazetenin amaca uygun kullanılışının; gazete ile, yani aydınlatma çalışması ile örgütlenme çalışmasının merkezi çizgi üzerinde birleştirilmesinin ilk koşulu budur.
İkincisi, fabrika, işyeri veya öteki birimlerdeki gazete okuru (Türk, Kürt, kadın, erkek) işçi ve emekçileri, gazetenin (azami asgari platformu) çizgisi üzerinde; onun (aynı birimde) yeni çevrelerdeki dağıtıcıları olan ve aynı zamanda ondan kendileri ve işyerleri için sonuçlar çıkaran emekçileri birimlerinde örgütleyip harekete geçiren planlar yapmak ve uygulamak üzere faaliyet gösteren kümeler olarak bir araya getirme ve bunları parti örgütleri olarak örgütleme sorunu. Bugün çoğunlukla yapılan; “önce örgütleme”, sonra “gazeteyi gündeme alma” gibi bir şeydir ve bu, çalışmanın “baş aşağılığı”nın bir göstergesidir. Örgütteki çizgi birliği zaafları, disiplin eksiklikleri ve politik ve örgütsel yetenek zayıflıklarının nedenleri burada yatmaktadır; düzenli gazete dağıtımı, işçi ve emekçilerin eyleminin birliğinin olduğu gibi, parti örgütünün kuruluşunun da sorunudur. Öte yandan dağıtım, okur işçi ve emekçilerin gruplaşmaları ve örgütlenmeleri işiyle tamamlanmak zorundadır.
Üçüncü sorun ise, bilinebileceği gibi, fabrika ve işyerlerinden, işçi ve emekçiler arasından gazeteye (haber, röportaj, inceleme vs. biçiminde) düzenli olarak yazılması sorunu olacaktır. Örgütlerin görevli militan ve üyeleri, gazeteye sadece eylemlerle ilgili olarak değil; aynı zamanda ve daha çok çalıştıkları alanların işçi ve emekçilerinin yaşamlarının bütün yönleriyle ilgili olarak düzenli yazmalıdır. Gene örgüt ve görevlilerinin, ileri işçilerin gazete ile mektuplar yoluyla düzenli bağ kurmalarını; gazetede, gazeteyle ve birbirleriyle (haberleşme) tartışmalarını güvenceye alacak bir tutumla hareket etmeleri zorunludur. Bu görev, gazetenin işçi ve emekçiler arasında benimsenmesinin yanında; emekçi ve halk yaşamı ve hareketinin bilgisinin merkezileşmesi ve sınıf bilinç ve duygusunun yayılmasının (aynı zamanda doğru taktikler oluşturma ve benimsetmenin) da bir zorunluluğudur. Yazma görevi istikrarlı bir şekilde yerine getirilmediğinde; gazete bir emekçi ve halk gazetesi haline gelemeyeceği8 gibi, işçilerin parti örgütlerinin; işçiler arasında ve onlardan katılan yeni güçlerle yeniden kurulması ve mevzilendirilmesi de olanaksız olur.
Gazetenin örgüt tarafından kullanılışının, çalışmanın merkezini tutması ve gerçek politik bir çalışmaya doğru götürmesinin temelini oluşturan koşul ve zorunluluklar, işte bu üç koşul ve zorunlulukta dile gelmektedir. Bu koşul ve zorunluluklar yerine getirilmediğinde; yani gazete örgüt tarafından doğru bir şekilde ele alınmadığında, onun çalışmada kullanılmasından söz bile edilemez.
Yukarıda, gazetenin öneminin örgüt tarafından anlaşılamadığından; görevli ve üye kitlesi ve gençliğin onu kullanmada gerekli olan anlayış ve enerjiyi ortaya koymadaki atalet ve geriliğinden söz ettik. Şu açık: bu atalet ve geriliğin ve nedenlerinin, şunu isteyip bunu istememekle bir ilgisi yok. Biliniyor: bu atalet, gerilik ve nedenleri; üst sınıf ve piyasa sosyalizmi yaklaşımları ve bu yaklaşımların örgütlerin mevzilenme ve çalışma tarzı anlayışında yarattığı tahribatla ilgilidir.
Fakat konumuz çalışma tarzı, örgüt ve kadro sorunları değil ve yeteri kadar materyal bulunduğundan, bu sorunları burada ayrıca ele almamız gerekmiyor. Çalışmanın bugünkü ihtiyaçları açısından, şunların altını çizmek, öyle sanıyoruz ki daha doğru, daha gerekli: Politik bir gazete (ki söz konusu olan günlük bir gazete ise, bu asla heba edilmeyecek büyük bir olanak demektir) olmadan, politik bir örgüt kurulamaz, politik ve örgütsel çalışma yapılamaz. İşçi ve emekçi kitlelerin (ileri güçlerin parti olarak örgütlenmeleri dahil) örgütlenmeleri; ancak gazete üzerinden gidilerek, gazete çevresinde; onun aydınlatıcılığı ve çağrıları temelinde gerçekleştirilebilir. Bu gerçeği baş aşağı çeviren; gazeteyi örgüt çalışmasından ayıran, onu temel yapmayan bir çalışma, politik bir çalışma; gerçek bir parti çalışması olmayacağı gibi, verimsizlik ve başarısızlığa mahkum bir “çalışma” da demektir.
Fabrika, işyeri, kurum, okul, mahalle vs. gibi birimlerde parti çalışmasını örgütlemekle ilgili kişi ve grupların, işlerine, ilgili yelerde düzenli gazete dağıtımı ile başlamaları; gene aynı kişi ve grupların, gazete okuru haline gelen işçi ve emekçileri, işyeri ve birim temelinde (alanın öteki çevrelerindeki dağıtıcılar ve işyeri çalışmasının diğer yönleri ile ilgili görevleri şu veya bu yönden üstlenmiş organlar olarak) gruplandırıp örgütlemeleri işini de yürütmeleri; alanlarının durumu, gidişatı ve işçi ve emekçilerin dertleri, yaşamlarının değişik yönleri ve eylemleri ile ilgili olarak düzenli yazma (ve işçilere yazdırma) görevini yerine getirecek tarzda mevzilenme ve çalışmaları: çalışmanın, gerçek bir parti çalışmasına doğru ilerlemesinin yolu işte buradan geçmektedir ve eğer işçilerin partisi gerçekten devrimci ve kitlesel bir parti olacaksa, gündelik çalışmasını bu çizgi üzerine oturmak zorundadır.
Gazete dağıtımı ve buradan çıkarılacak öteki görevlerin; örneğin en temel alan olan fabrikalarda (bir çoğunda), çalışma koşulları ve örgütlerin gelişme dereceleri vb. nedeniyle belirtilen tarzda yerine getirilmesinin zor olduğu söylenebilir. Bugünkü koşullarda bu kaygı haklıdır da. Ama, parti çaresiz olamaz. Örneğin, işçi sınıfı dışından partiye katılmış eğitimli genç ve yetişkin kitle ne güne duruyor? Bu kesimler işçi partisine, işçi sınıfı ve davasına katkıda bulunma, destek olma ve giderek adanma amacı, perspektif ve tutumu ile katılır; (işçilerin işlerini yapmalarına) bu yardım ve destek çalışmasında dönüşür, proleterleşme süreci yaşarlar.
Gazetenin fabrikalardaki dağıtımı ve yeni olma ve iş koşulları nedeniyle işçiler tarafından yapılamayan öteki işleri yüklenmek üzere bu fabrika gruplarına katılma; bu, sınıf dışından gelen eğitimli ögelerin sınıfa katılmasının vaz geçilemez bir yöntemidir ve kuşkusuz partimiz bu yöntemi kullanacaktır. Gençliğin ileri ögeleri ve eğitimli yetişkin çevrelerin deneyimli kesimleri, kuşkusuz, kimi eski işini de sürdürerek, kimi bütün zamanını adayarak fabrika gruplarına katılma ve işlerini yapmada işçilere (aynı zamanda onlardan öğrenerek) yardım etme anlayışı ve yeteneğine sahiptir. Öte yandan örgütlerimiz, statükoculuğa teslim olamazlar; kadro ve üyelerini ve genç militanları girişkenlikle görevlendirmek zorundadırlar.
Genç militanların ve eğitimli yetişkin kesimlerin, görevlendirildiklerinde, işçi davasına ve işçiler arasına cesaretle katılacağından kuşku için bir neden yoktur. İşçilerin partisinin yetişkin militan ve üyeleri ve genç kuşağı; işçi ve emekçiler arasında yaşayan örgütçüler ve aynı zamanda halk muhabirleri olarak yenilenmek üzere, işçiler arasında yeniden mevzilenmeyi başaracak güç ve yeteneğe sahiptir.

-II-
TEORİK VE KÜLTÜREL ORGANLARIN KULLANILIŞLARI
Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz: bu önerme, partimizin tarihi boyunca teoriye, teorik mücadeleye verdiği önemi de vurgular. Öte yandan anlaşılabilir ki, bu aynı zamanda; işçi sınıfının görüş açısını, ideallerini ve azami (teorik) hedeflerini, öncü işçilerin parti ve örgüt birliğinin ilkelerini kendi temeli yapsa (ki böyle) da; bir kitle gazetesinin, teori ve teorik mücadelenin görevlerini bütün yönlerden yerine getirmesinin olanaksız olduğu anlamına da gelir.
Bunun nedeni bilinemez değil. Parti bir yandan, en güçlü ve en kapsamlı teorik ve ideolojik mücadeleler içinde olmak; öte yandan bu mücadeleden, değişik akımlardan etkilenen işçilerin mücadele birliğinin; işçilerle öteki emekçi tabakalar arasındaki ittifakın ve gündelik ve giderek devrimci eylemin talep ettiği halk sınıfları arasındaki ortak hareketin zarar9 görmesini engellemek zorundadır.
Siyasal gazete, işçi ve emekçi sınıfların eyleminin birleştirilmesi; ileri işçi kitlesinin, gelişen kitle eylemi içinde bilinçli bir girişkenlik kazanması; hareketi yönetecek bir çekirdek olarak ayrıca (parti) örgütlenmesi gibi politik ihtiyaçlardan doğmuştur. Dolayısıyla da, teorik mücadele görevlerini; politik ihtiyaçlar ve o anki kitle mücadele ve eyleminin aciliyetleri ile birlikte ele alması gerekir. Bundan çıkan ise, kuşkusuz, gazete ile yürütülen teorik ve ideolojik mücadelenin, politik (ve gündelik) mücadelenin çıkarları yararına sınırlanmasıdır ki, onun güvenilir bir işçi ve halk gazetesi olarak kitleler tarafından benimsenmesi için, bu, zorunludur.      
Yukarıda başka yönleriyle de vurgulandığı gibi, bu durum, yani teorik mücadele ile ilgili özel organların gerekliliği, anlaşılamaz değildir. İşçi sınıfı partisi, en zor anlarda bile; hatta hareketin ağır yenilgi aldığı; kitle hareketinin hemen hiç olmadığı, ve teorik mücadeleyi, merkezi kitle yayını10 olması gereken bir organ aracılığı ile sürdürmeye mahkum olduğu koşullarda bile, bu organ ile yetinemez. O, başta klasikler, broşürleri, kitapçıklar ve kitapları yetenek ve özenle kullanır.
Şimdi böyle bir dönemde yaşamadığımız elbette doğru. Ayrıca işçilerin partisinin; değerlendirme ve kullanma olanağına sahip olduğu teorik ve kültürel organların var olduğunu da herkes bilir. Yenilgi dönemlerine işaret etmemizin nedeni; politik mücadeleye tabi ve onun ihtiyaçlarına bağlı olmasına karşın, teori ve teorik alandaki mücadelenin; işçi sınıfı hareketi ve partisi açısından taşıdığı önemin altını kalın çizgilerle yeniden çizmek istememizdedir. Zira, bölümün başındaki ünlü önerme; güzel bir laf olduğu için değil, gerçeği dile getirdiği için önem taşır.
Gerek sınıfın ve gençliğin saflarındaki istikrarsız ögeler; gerekse bir kaç işi bir arada yapmadaki yetenek zaafları ve güncel kafa karışıklığı belirtileri vb. nedenleriyle, ilgili yayın organlarının durumlarına geçmeden önce, şunları bir kez daha vurgulamamız, sanırız doğru olacaktır: Özünde işçi sınıfının teorisi, “bütün ülkelerin işçi hareketinin genel biçimi ile ele alınmış deneyimi” olarak şekillenmiştir. İleri bir teoriye (diyalektik ve tarihsel materyalist – Marksist Leninist) sahip olmadan; işçi sınıfının, “çevresinde olup biten olayların iç bağlantısını anlamayı” başarması; olaylar içinde “yönünü tayin etme yeteneği kazanması”; ve toplum karşısındaki tarihsel devrimci rolünü kavraması ve oynaması olanaksızdır. O, bu yeteneği; sadece “sınıfların bugün nasıl ve hangi yönde hareket ettiklerini değil, aynı zamanda yakın gelecekte nasıl ve hangi yönde hareket edeceklerini de anlama” yeteneğini yalnız ve ancak, pratik çalışma ile sıkıca birleşmiş devrimci teori sayesinde kazanabilir.
İşçi sınıfı tarihte bir çok partiye sahip olmuştur, olabilir de. Ancak o, “öncü savaşçı rolünü” yalnızca “ileri (Marksist Leninist) teorinin kılavuzluk ettiği bir parti” ile yerine getirebilmiştir; eğer böyle bir partiye sahip değilse, devrimci bir partisi var sayılamayacağı gibi; onun gerçek bir sınıf olması ve sermaye egemenliği karşısında, kendisinin ve halkın eylemine doğru bir yön verebilmesi asla düşünülemez.
Ama işçi sınıfının teorisi, işçi hareketinin kendiliğindenliğinin bilgisinden çıkmaz. İşçi hareketinin dışında, aydınlar arasında oluşur ve bu aydınlar ve bilinçli işçiler aracılığı ile işçi hareketine taşınır. Öte yandan teori, bir kez oluştuktan ve öğrenildikten sonra öylece kalmayacağı gibi; teorik mücadele de, pratiğin ihtiyaç ve taleplerine sıkı sıkıya bağlanmış kesintisiz bir mücadele olarak yürütülebilir. Teorik mücadele; işçi sınıfının sermaye ile savaşının, politik mücadelenin belirleyici olduğu ve “uyumlu yürütülen” üç (diğeri ekonomik) mücadele biçiminden biridir.
Bunlardan çıkan ise şudur: teorik alandaki mücadele, bir kitle yayın organının dar olanaklarına ve düzensiz yayınların sınırlarına hapsedilemez; bunun için düzenli yayınlanan ve gittikçe çoğalan özel organlar gerekir. Yükselen liberalizmin kışkırttığı görülmemiş kaçış ve piyasa sosyalizmi dalgası; bu dalganın genç aydın kuşaklar ve örgütlü ve ileri işçi kamuoyunda yarattığı ideolojik tahribat dikkate alındığında, teorik alandaki düzenli yayınların önemi daha da anlaşılır olur.
İşçilerin partisinin kullanma olanağına sonuna kadar sahip olduğu teorik ve kültürel yayınlardan daha önce söz ettik. Akıllara, teorik olanını anladık da, burada kültür organları neden söz konusu ediliyor diye bir şey takılabilir. Yeniden belirtelim: bugün Marksizm Leninizm her cephede yeniden savunulmak zorunda. Başta devlet kurumları ve partiler olmak üzere sermayenin; iktidarının teorik, tarihsel ve kültürel temellerini (uluslararası olarak da) yenileme çizgisi izlediği ve kültür cephesinde görülmedik çapta bir saldırı kampanyası yürüttüğü ise güncel bir olgu. Ayrıca: teorik mücadele alanı, salt siyaset ve ekonomi ile doğrudan bağlantılı konularla sınırlı bir alan olarak görülemez; bu alan, kültürün11 bütün cephesini; bütün dallarıyla bilim ve sanat alanlarını bütün yönlerden kucaklar.
Daha fazla uzatmaya gerek yok; işçi sınıfı partisinin sermaye ile teorik mücadelesi, hayatın bütün bir cephesi boyunca yürüyen geniş kapsamlı bir mücadeledir. Ve bu mücadelenin çok sayıda organ12 talep etmesi doğaldır. Öte yandan, teorik alandaki mücadele ve teorik organların amacı; sadece işçi sınıfının ileri teorisini “yayınlamak”, ileri işçiye ve kültür dünyasına “iletmek”le asla sınırlanmaz.
Çeşitli materyallerde yer aldığı ve konu dışı olduğu için, burada teori ve kültür cephesindeki mücadelenin konuları ve (gözden kaçmaması son derece önemli) içeriği üzerinde durmayacağız. Burada gerekli olan şunun iyi anlaşılması: Teori ve kültür cephesindeki mücadele, salt propaganda yapmakla sınırlı bir mücadele olarak görülemez: O, Türkü ve Kürdü ile yetişkin ve genç aydın kuşaklar arasında; bilim ve sanat dünyasının diri yeni güçleri ve üniversitenin politik hayata uyanan genç kitleleri arasında geniş çaplı yeni (bir bölünme) Marksist Leninist kümelerin oluşmasını13; bu kümelerin, işçilerin mücadelesinin ortaya çıkardığı, ön plana sürdüğü yeni ileri işçi güçleriyle birlikte emeğin parti ve örgütünün yenilenmesi ve yeniden inşasının entellektüel cepheden gelen dayanakları olmasını öngören, amaç haline getiren bir çalışma olarak ele alınan ve yürütülen bir mücadeledir. Teorik mücadele, kuşkusuz ve ancak; işçi partisinin pratik politik hedeflerine ve örgütünün yeniden kuruluşu çalışmasına bağlanabildiği oranda bir anlam kazanır.
İşçilerin partisinin merkezi yönetici organı ve teori ve kültür cephesindeki mücadelenin de esin aldığı temel yayın kuşkusuz politik14 gazetedir. Ancak bu, teori ve kültür alanındaki organların ikincil veya tali olması anlamına gelmez; bu organlar, madalyonun öteki yüzü gibi, birbirlerine bağlıdır ve aynı derecede önem taşırlar. Hiç unutmamak gerekir: teori ve kültür cephesindeki mücadele ve yayınlar olmadan; devrimci bir akım olmak ve devrimci bir hareket oluşturmak olanaksızdır.
Hep bilindiği, tekrar tekrar söylendiği gibi, parti, sosyalist (aydın hareketi) hareketle işçi hareketinin birliğidir. O ancak bu yoldan, proleter görüş açısı ve hedeflere sahip olabilir ve ancak bu sayede bu görüş açısı ve hedefleri koruyabilir.    
Örgütün devrimci nitelik ve yetenek kazanmasının; partinin Marksist Leninist teoriyi özümseme ve proleter hedefleri korumasının temel olanağı, teori ve kültür cephesindeki mücadeleyi; her yeni dönemde yeniden kurulmada dayanacağı yeni genç aydın ve işçi güçleri oluşturma ve çoğaltma amacıyla yürütmesinde yatar. Yeniden vurgularsak: pratikle sıkı sıkıya bağlanmış teorik mücadelenin işçi sınıfı ve partisi için taşıdığı anlam burada belirtildiği gibidir. Ve bu belirtilenler, aynı zamanda kuşkusuz, teori ve kültür cephesinde mücadele veren yayın organlarının; partinin kuruluşu, yaşamı ve örgütünün çalışmasındaki önemini de açıklar.
Bu noktada soru şu: teori cephesindeki mücadelenin önemi açık olmasına; hareket ve partimiz teori ve kültürün önemini anlayan bir tutumla hareket etmesine karşın onun örgüt ve görevlileri bu alandaki mücadele ve organlara gereken ilgiyi gösteriyorlar mı? Gevelemeden belirtelim: tıpkı yukarıda gazete ile ilgili olarak belirtildiği gibi; örgütlerimizin teoriyi öğrenmeye, teorik mücadeleye; organ ve araçlarına gereken önemi verdiğini15 ve onları kullandığını söylemek olanaksızdır.
Söz konusu alanla ilgili organların güncel olaylar, sorunlar ve mücadele ile bağları ve belirlenmiş bir çizgiyi takip etmedeki zayıflıkları vs. eleştirilebilir. Fakat, teori ve kültür cephesindeki mücadelenin temel sorunları bunlar değildir; hatta denilebilir ki, örgütlerin teorik ve kültürel mücadele ve organları karşısındaki tutumları, bu alan ve organların daha iyi olmasının önündeki en önemli engeldir.
Bu bir abartı değil, zira durum ortada: Partinin teori ve kültür cephesindeki mücadele ve eğitim çalışmasının yenilenmesi ile ilgili hedefleri bilinmesine karşın, örgütlerin ilgili organlar karşısındaki tutumlarını halen kendiliğindenlik karakterize ediyor. Teorik ve kültürel yayınların örgütlerde (eğitim çalışmalarında değerlendirme, örgütte ve ileri çevrelerde düzenli dağıtma vs.) gereği gibi kullanılmamaları bir yana; bu organların çoğu yerde ve çoğu zaman çevrelerimizin ilgi alanına hiç girmediği durumlar dahi yaşanıyor. Bunları isteyen alıyor, istemeyen almıyor; isteyen şöyle böyle okuyor, istemeyen okumuyor. Örgüt görevlileri, bazen (örgütte dağıtımı için) bazı girişimlerde bulunsa da; ilgili organlar çoğu zaman, “karşılıklarının dönüp dönmemesi”yle tartışma konusu oluyor vs. vs., diyebiliriz.
Bir kesim bu organlara düzenli ilgi gösterse de, genel durum böyle, ve bu, ancak “vahim” sözcüğü ile karşılanacak bir durum. Ve tıpkı gazete karşısında olduğu gibi; teorik ve kültürel yayın ve organlar karşısındaki tutum da tepeden tırnağa değişmek zorunda. Aksi takdirde, proleter ve sosyalist karaktere sahip; devrimci mücadele kapasitesi ve yeteneği taşıyan bir örgüt16 olmak olanaksızdır.
Perspektif, uzak görüşlülük, ufuk zenginliği, inanç sağlamlığı kazanma gibi ihtiyaçların; deneyim ve tecrübe kazanma ve çalışmadaki atalet, verimsizlik ve ilkelliği aşma vs. ile ilgili sorunların teorik zaaflar, teorik ve kültürel organlar karşısındaki tutum ve eğitimsizlikle de sıkıca bağlı olduğu açıktır. Ayrıca şu da bir olgudur ki, örgütün bir çok organında ve bir çok çevrenin bilincinde; antiemperyalist, demokratik, sendikal vs. taleplerle sosyalist ülkü ve hedefler birbirine karışmakta; işçilerin parti birliğinin, sosyalist hedefler üzerinde bir birlik olduğu görüşü kendiliğinden bulanmakta, giderek kaybolmaktadır. Devrimci bir işçi partisinin; söz konusu türden zaaflara boyun eğemeyeceği ve böyle bir ideolojik bulanıklığa izin veremeyeceği, konuyla az çok ilgili herkesçe kolaylıkla anlaşılabilir.
Ufuksuzluk, ilkellik, verimsizlik ve sözü edilen öteki zaafların gerisinde yatan nedenlerden biri; kuşkusuz teorik gerilik, eğitimsizlik ve piyasacılıktan güç alan teorik görüş açısı zaaflarıdır. Öte yandan, işçi sınıfı davasına inanç kör bir inanç değil, “bilimsel temelli bir inanç”tır; ve partinin teorik görüş açısı, platformu ve mücadelesinin bir yönü olarak kesintisiz, koşulların gereklerine göre yenilenen bir teorik eğitim çalışması, eğitim görmüş ögeler için bile vazgeçilemez görevdir.
Bütün bunlardan çıkan ise ancak şunlar olabilir: Örgütlerin, teorik alandaki mücadele; teorik ve kültürel organlar ve basım yayın ürünleri karşısındaki tutumu baştan aşağı ve bütün yönlerden değişmek, doğru bir temele oturmak zorundadır. Örgütün (kadro, görevli ve üyelerinin ve yetişmekte olan genç kuşaktan militanların) niteliği, karakteri vb.’nin sağlamlaşması ve çalışmadaki baş aşağılık, atalet, ilkellik, istikrarsızlık ve verimsizliğin aşılması için, bu değişim zorunludur.  
Teorik ve kültürel organların örgütün çalışmasında kullanılması için atılması gereken adım ve yerine getirilmesi gereken görevleri şöyle sıralayabiliriz.

İleri işçiler ve aydın kuşaklar arasında düzenli dağıtım
Örgüt organlarının gündelik faaliyetinin bir yönü olarak; işyeri, mahalle, okul vb.’de gazete dağıtımı yapılan işçi ve emekçiler arasında, çevrelerimiz dışındakiler dahil ileri ögeler içinde (çalışılırsa ihtiyaç olduğu görülür) ve aydın ve gençlerin ileri çevrelerinde teori ve kültür organları ve “ek” düzenli dağıtılmalıdır.
Bu iki nedenle zorunlu: Bunlardan ilki, liberal ideolojik saldırı ve sınıf dışı “sosyalizm” karşısında, toplumun entellektüel hayatının üreticisi kesim ve ileri işçi kitlesinin bilimsel sosyalist alternatifin birikimiyle (partimiz adına) desteklenmesidir. İkincisi ise, bu organların, (gazetenin yanında) toplumun yetişmiş ileri ögeleriyle bağ kurma, onları çalışmaya (bilim, sanat dünyasındaki ve genç aydın kuşaklardaki materyalist ve sosyalist birikim ve enerjinin sınıfa katılması ve Marksizmin yeniden savunulması mücadelesine) çekme ve partide örgütleme aracı da olmalarıdır.
Bu, parti çalışmasının gerçek bir çalışma olmasının yanında; bilim ve sanat dünyasının diri güçleri ve eğitim gören genç kuşakların dönüşümü ve yeniden inşa çalışmasında, sınıfın saflarına katılmaları yönündeki başlangıç görevidir. Çalışmanın bu görevlerini ihmal etmek; sınıfın ve partinin (hareketin devrimci niteliği ve karakterinin) entellektüel dinamiklerinin baltalanması ve hayat damarlarından birinin tıkanması demektir. Bu organların dağıtımı ve çalışmadaki kullanımını yeniden planlamak, ısrar ve istikrarla yürütmek bir zorunluluktur.

Örgüt ve çevrenin eğitiminde bilinçle kullanılması sorunu
Teorik ve kültürel organlar ve basım yayın ürünlerinin dağıtımında merkezi yeri kuşkusuz, örgüt içinde ve çevre örgütlerindeki dağıtım oluşturur. Öte yandan, örgüt içindeki bu yayınlarla ilgili görevleri dağıtımla sınırlamak yanlıştır. Bu organların, hareketin (gazetenin ve politikanın) ve çalışmanın ihtiyaçlarına bağlanan bir teorik ve siyasal eğitimin temel materyalleri olarak kullanılması da gerekir.
Örgütlerin hareket içindeki rollerini oynayabilmesi için; her günkü pratik çalışmanın parti çizgisi düzeyine çıkması, en azından yaklaşması gerekir. Programatik ve stratejik hedefleri hiçbir durumda kaybetmeme; taktik anlayış ve manevra yeteneği sahibi olma; burjuva ve gerici olanı ilerici ve demokratik, antiemperyalist ve halkçı olanı proleter ve sosyalist olandan ayırmanın bilgi ve bilincini elde etme; bağımsız çalışma içinde ittifaklar bulma, demokrasi ve özgürlüğün ve işçi sınıfı ve sosyalizmin güçlerinin büyümesi, nihai hedeflerine doğru ilerlemesi için her yedekten, her olanak ve araçtan yararlanma yeteneği kazanma vs. vs.. Bütün bunlar, bilinebileceği gibi, kuşkusuz burjuva teorilerin üstüne çıkan; ülkede ilericilik, demokrasi ve sosyalizm adına birikmiş bütün ileri kültürü kendisine maleden, özümseyen, eleştiren bir teorik ve kültürel gelişmeyi zorunlu kılar. Bu nedenledir ki, örgütlerin, sistematik olarak (bireysel ve kolektif çalışma içinde) yürütülen bir eğitimi, çalışmalarının ana görevlerinden biri haline getirmeleri zorunludur. Ki, teorik ve kültürel organların ve basım yayının (gazete temeldir, fakat bu yetmez) yayınlanış ve faaliyetinin en temel (kuşkusuz tek değil) nedenlerinden biri burada yatmaktadır.    
Partiye doğal olarak Marksist eğitimi olmayan işçi, emekçi ve17 gençler katılıyor. Öte yandan, koşullar sürekli yenileniyor; gerek bu durum, gerekse gerici ideolojik saldırıların süregiden artışı, yetişmiş ögelerin eğitimlerinin de kesintiye uğramaması gerektiğini pratik pek çok veriyle ortaya koyar durumdadır. Kolayca görülebilir: düzenli yürüyen bir eğitim olmadığında; siyasal körlük ve yeteneksizliğin, darlık, atalet ve verimsizliğin, sektarizmle iç içe geçmiş sıradanlaşmanın ve nihayet yüzeysel, skolastik slogancılığın egemen olması kaçınılmazdır. Nereden bakılırsa bakılsın; örgütteki teorik ve siyasal eğitim, teori ve kültür cephesindeki mücadelenin merkezi halkasını oluşturmaktadır. Sorun şu ki, teorik eğitim adına; hareketten, gündelik çalışmadan kopmamak, akademizmin yörüngesine düşmemek gerekir. Eğitim çalışmasının, “görevlendirme ve iş” temeline oturan; hareket ve çalışmanın sorunlarına karşı mücadeleye bağlanan bir çalışma olduğu gözardı edilemez.

Yazarak kullanma sorunu
İlgili organların niteliğinin güçlenmesi ve işlevlerini en ileriden yerine getirmesinin en önemli koşulu, somut yaşamla, canlı hareketle ve yürütülen çalışma ile olan bağlarının gelişkin olmasıdır. Bu bağ olmadığında veya zayıf olduğunda, bu organların işlevlerini gereği gibi yerine getiremeyecekleri tartışılamaz. Hareket içinde yer alan yetişmiş ve yetişmekte olan güçler; örneğin, şu veya bu alanda, şu veya bu (siyasal veya kültürel) eylemi veya çalışmayı ya da örgütü örgütleyen, yöneten örgütçü işçi ve devrimci militanlar; aynı şekilde tutarlı materyalist ve çalışmaya bir şekilde katılan Marksist aydın ve genç aydınlar, bu organlara giderek genişleyen şekilde yazmalıdır. Bu, ilgili organları aktüel sorunlar ve toplumun (ve çalışmanın) dönüşüm çizgisine daha geniş bir cepheden bağlayacağı içindir ki, onları daha canlı, içerikli, etkin ve hayatın içinde olan herkesçe daha istenilir kılacaktır.
Sorumluluklar alarak hareketi ve çalışmayı örgütleyen militanlar ve belli bir alanda çalışan, eğitim gören, uzmanlaşan genç aydınlar için, sorumlulukları ve yaptıkları işle ilgili olarak bu organlara yazmaları onlar için bir eğitimdir de. Öte yandan, yayınların yazılarak da kullanımı; yayın redaksiyonları ve bu yayınlarda yazan yetişmiş (bilimci, sanatçı, politikacı vb.) aydınların, enerjilerini en yararlı olacakları gerçek sorunlara doğru yöneltmelerinde bir dinamik de oluşturur.
Teorik ve kültürel organların kullanılışının üç biçimi ve görevleri işte bunlardır diyerek sonuca gelmiş bulunuyoruz. Yeniden söylersek; ileri çevreler arasında dağıtma, örgütte eğitim aracı olarak kullanma ve yukarıda söz edildiği gibi düzenli yazma: parti örgütlerinin teorik ve kültürel organlar karşısındaki görevleri böyle şekillenir, diyebiliriz. Bunların gerekleri yerine getirilmediğinde, bu organların örgüt tarafından herhangi bir kullanılışından söz bile edilemez. Oysa bu, kuşkusuz kitleler ve örgüt içindeki çalışmanın yarım bir çalışma olarak kalması anlamına gelir.
Tıpkı gazete ile ilgili olduğu gibi; örgütlerimiz bu organlar karşısındaki tutumlarını değiştirmek ve onları kullanmayı asgari de olsa başarmak zorundadır.

-III-
BAŞARMA VE DEĞİŞİM OLANAĞI
Bu yazıda siyasal, teorik ve kültürel alandaki mücadele ve bu alanlarda mücadele eden yayın organlarının işlev ve kullanılış biçimleri tartışıldı. Ama okurun da görebileceği gibi; yazı aslında, kısmen de olsa (kitleler arasında ve örgüt içindeki) parti çalışmasını ele alıyor ve tartışıyor. Bundan çıkan ise açık ki şudur: Politik kitle yayın organı temel olmak üzere, yayın organları dağıtımı ve bunların çalışmada kullanımını temel almayan; bu organları merkezine koymayan bir çalışma, politik çalışma ve bir (işçi partisi açısından) parti çalışması olamaz. Dolayısıyla, yayınsız (apolitik) “koşturma”ları bitirmek; enerjiyi, yayınların dağıtımı ve kullanılışına yoğunlaştıran gerçek politik çalışmaya geçmek artık zorunludur.
Örgütlerimizin, genel olarak çalışma ve özel olarak da yayın organları karşısındaki tutumlarının değişmesinin zorunlu olduğundan çokça söz ettik. Peki, bu tutum değişikliği; belirtilen çizgi temelinde çalışmaya geçmek ve başarıya ulaşmak için yeterli midir? Değişim ve başarının ilk koşulu, kuşkusuz, neyi değiştireceğini ve hangi hedefleri güttüğünü bilmek ve ısrarla çalışmak. Ancak, bir şey daha var ki, bu, gözden asla kaçmamalı: yayınların dağıtımı veya kullanılışlarının öteki görevleri adına, kitle hareketinden; gündelik hareketin sorun ve taleplerinden ve hareketin ve işçilerin örgütlenmesinin gündelik görevlerinden kopmamak; aksine, başta gazete olmak üzere, yayın organlarının her birinden, çalışılan alan için sonuçlar çıkarmak, somut görevler belirlemek, üstlenmek ve sebatla yerine getirmek gerekir.
İşçi ve emekçi hareketinin teşvik edilmesi, ilerletilmesi, örgütlenmesi; bu hareketi örgütleyen ileri işçi kitlesinin girişkenlik ve bilincinin geliştirilmesi, taze bir güç olarak partide birleştirilmesi, örgütlenmesi.. Bütün yayın organları ve örgütlerin yayınları gündelik olarak kullanmaları ile ilgili çalışmasının; işçi ve emekçilerin mücadelesinin gelişmesi ve ileri işçilerin parti olarak örgütlenmesinin her günkü görevlerine ve bu görevlerin eksiksiz yerine getirilmesi hedefine sıkıca bağlanması. Örgütlerimiz ve organlarımızın varlık gerekçesi, çalışmanın zemini ve hedefleri böyledir; bu gerekçe, zemin ve hedeflerden kopan bir çalışma, çalışma değildir. Başta gazete, yayın organlarının; yayınların dağıtımı ve kullanılışının ve tüm çalışmanın bu zemin ve hedeflere bağlanmasının zorunlu olduğu asla tartışılamaz.
Öte yandan, çalışma ile ilgili tespitler yapan; değişimin, “herkesin kendisi için sonuçlar çıkarması ve görevler belirlemesinden geçtiği”ne dair sürekli laf geveleyen; ama tutum değiştirme, rolünü üstlenme, enerjiyle işe sarılmada kendisi için bir sonuç, bir görev çıkarmayan; bunca lafa karşın eski konumunda durmayı alışkanlık haline getiren anlayış ve tutumdan kurtulmak, kaçınmak da gerekiyor. Bu anlayış ve tutum; son yirmi yılın beslediği en geri, en oportünist tutumdur. “Değişim ve dönüşüm” üzerine her şeyi kabullenme; vaazlar verme ama, değişimi de, dönüşümü de, görev ve işi de kendi dışında görme bir alışkanlık. Açık: hedefe varan bir hamle ve başarı için, bu alışkanlıklara karşı savaş hayati önem taşıyor.
Dünyadaki, bölgemiz ve ülkemizdeki gidişat görülemez değil. Bir yandan işçi, emekçi ve gençlik hareketi hemen her yerde gelişirken; öte yandan sermaye ve karşı devrim yeni mevziler kazanarak ilerliyor. Dünyada da olduğu gibi, bölgemizdeki belirsizlikler artıyor, gerginlik etkenleri belirginleşme ve çoğalmaya devam ediyor.
Türkiye, dünyadaki bu gidişattan en fazla etkilenecek ülkelerden biri. Gidişata müdahale edebilecek ve her şeyi değerlendirecek yetenekte; dayanıklı, dirençli ve ihtiyaca göre büyüyen bir örgüt olacaksak, eldeki olanak ve organların belirtilen anlayış ve çizgi temelinde verimlilikle kullanılmasının başarılması zorunlu.
Örgütler ve yetişkin ve genç parti kuşaklarının işçi sınıfı ve halkın davasına bağlılığından ve sınıfın ve halkın olanaklarını en iyi şekilde değerlendirmeyi başarmak üzere azim ve coşkuyla hareket geçeceğinden kuşku duyulamaz. Gazete ve öteki organlar karşısındaki tutumun değişmesi ve bunların çalışmanın yetenekle kullanılan araçları haline getirilmesi için harekete geçilmesi: işçi ve halk hareketine en ileriden yardım pozisyonuna geçmek için atılması gereken ilk adım budur.      

Dipnotlar:
1Çok uluslu ülkelerde, politik kitle gazetesi içeriğinde kuşkusuz ulusal sorunu gözetecektir; buna karşın, ilgili bölge içinde ayrı bir kitle yayını da gerekir.
2Ezilen ulusun işçi örgütü için kültürel ve teorik organlar da olacaktır ve bu organlar kuşkusuz örgütün bütününün organları olarak görülmeli ve bunlar sadece bölge için değil, işçi sınıfının bütününün eğitiminde işlev görmelidirler.
3Girişimleri hareketin gelişim seyri belirlese de; genel kural olarak Marksist hareketi ilk oluşturma girişimleri (propaganda), teorik veya teori ağırlıklı organlarla başlar. Kitle organının nasıl geleceğini belirleyen sonraki gelişmedir.
4Kürt illerinde örgütlenmenin iskelesi ve çalışmanın temeli olarak bölgesel yayınlar, merkez organın yanında birinci planda rol oynamalıdırlar.
5Bu yeteneklerin kazanılmasında, kitle gazetesi temel olmakla birlikte, bu, kendi başına yetmez; bunun üstüne ulusal-bölgesel yayınlar ve teorik ve kültürel organlar ve bunlar temelinde yürüyen öteki çalışmalar da konulmalıdır.
6Örgütün gazete ile ilgili tutumu kuşkusuz sadece burada konulduğu gibi değil; ama anlaşılacağı gibi, sorun ciddi ve zaaflar en ileri noktadan kavranmalıdır.
7Bu gruplar, geçici olarak kurulup dağıtılan gruplar olarak, gazeteyi tanıtmak ve hareket sokağa taştığında, oraya ulaşacak sokak satışları için olmalıdır.
8Eğer bu sorun aşılamazsa, gazetenin işçi ve emekçiler arasında üst sınıf devrimcisi bir gazete olarak algılanması kaçınılamazdır ve bu ciddi bir tehdittir.
9Klasikler ve ciddi partiler işçilerin ve halkın birliğine her şeyden çok önem verirler.
10Gericilik dönemlerinde kitle hareketi neredeyse yok gibidir ve geçici olarak işler çoğunlukla, ama geçici olarak böyle yürür.
11Kültür cephesindeki gündelik mücadele, kitle gazetesi ile yürütülür; kültür organı, ağırlıklı olarak teori ve eğitim alanında değerlendirilecek bir organdır.
12Ek böyle (ama Marksizmin temellerinin derinlemesine kavranması bakımından son derece önemli) bir organ; hareket ilerledikçe, teorik mücadeleye katılacak, faydası olacak başka organlar da gerekebilir.
13Bu kümelenmeler, hem özgün, bağlantı halinde ama ayrı hareketlerin, hem de kendi özgünlükleri ile tek bir hareketin bileşenleri olarak kavranmalıdır.
14Siyasal, teorik ve kültürel organlar denildiğinde, ulusal bölge örgütü için inşa edilmesi gereken organlar da kastedilmektedir. Okur yazının organlarla ilgili bütün değinmelerini de böyle anlamalı, değerlendirmelidir.  
15Elbette bu organlara, şu veya bu kadar önem veren örgüt veya kişiler var; ama ne var ki bunlar genel durumu yansıtmadıkları gibi, bu durum, bu organların gereği gibi kullanıldığı anlamına da gelmiyor.
16Bunun için, gazetenin vazgeçilmez ve temel olduğu, ancak bu hedefleri başarmak için gazetenin yetmediği daha önce belirtilmişti.
17Parti platformu ve içinden geçilen dönemden dolayı, böylesi katılımlar sürekli ve geneldir; bu durum, görevlendirme, çalışma içinde yardım etme ve eğitim çalışması sorununu daha yakıcı hale getirmektedir.

ABD’nin halklarla savaşı büyüyor

Amerikan-İngiliz emperyalizmi ve öteki irili ufaklı işbirlikçilerinin 12 yıldan beri Irak’a yönelik olarak sürdürdüğü ambargo, abluka, örtülü ve açık askeri müdahaleler, Irak’ın istilasıyla “sonuç”landı.
Birinci Körfez Savaşı diye adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyi kararı ile uluslararası bir operasyon olarak gerçekleştirilen Amerika ve müttefiklerinin Irak’a yönelik ilk saldırısının resmi amacı, “bütün Körfez ülkelerine özgürlük, demokrasi götürmek, bölge halklarını şeyhlerden, aşiret reislerinden kurtarıp milyarlarca dolarlık petrol gelirinin halkların refahının yükseltilmesi için kullanılacağı bir demokrasi ortamı oluşturmak”tı. Amerika’nın başındaki saldırgan kuvvetler, bu propagandayla halkların desteğini kazanmaya ve dünyayı arkalarına almaya çalışmışlardı. Bunda da bir hayli başarılı olduklarını kabul etmek gerekir.
Ancak, geçen 12 yıl içinde bölgeye ne özgürlük geldi, ne demokrasi; ne halklar şeyhlerden, krallardan kurtuldu ne de sosyal adalet konusunda bir ilerleme sağlandı. Tersine, savaşın faturasını da yoksul halk ve bölge ülkeleri ödediler; adaletsizlik büyüdü, şeyhlerin, kralların zulmüne, bölgeye yerleşen emperyalist kuvvetlerin yarattığı ortam güç verdi. İsrail daha çok şımardı; Irak ve bölge ülkelerine yönelik olarak “Çekiç Güç” tehdidi yeni bir unsur oldu. Bölgedeki kargaşa daha da arttı. Bölgedeki ülkelerin iç sorunları ve ülkelerin arasındaki sorunlar daha da büyüdü.
Irak’ın işgali için girişilen son saldırıyı haklı göstermek için öne sürülen iddiaların, 1. Körfez Savaşı’nın nedeni olarak gösterilen iddialarının aynı olması da, 1. Körfez Savaşı’nın bölge sorunlarını azaltmayıp artırdığının ifadesinden başka bir şey değildir.
Yani birincisinden 12 yıl sonra emperyalist ordular yeniden Körfez’e ve Doğu Akdeniz’e yığıldı. İngiliz ve Amerikan askerleri Irak topraklarını işgal etti. Irak’ı istila amaçlı bu harekâta da “Irak’a özgürlük operasyonu” adı verildi.
“Özgürlük” Irak’a, savaş uçaklarından bombalar, gemilerden fırlatılan füzeler olarak, halkın tepesinden boşaltılan bir “Pandora Kutusu” olarak geldi. Tepeden tırnağa silahlı istila kuvvetleri ise, “özgürlüğü” tankların paletleriyle Irak’ın köylerine, kasabalarına taşıdılar. Bu “özgürlük”, halka sadece ölüm, açlık, susuzluk, elektriksizlik, hastalıklar olarak yansırken; ondan çıkar sağlayan, sadece yağmacılar, sokak çeteleri ve çapulcular oldu. İstila kuvvetlerinin yayılmasına paralel olarak kentler, kasabalar, hastaneler, okullar, resmi daireler, elçilikler, tarihi eserler, müzeler, ibadethaneler, “insanlığın köklerine” dair bütün tarihsel birikim yağmalandı, yıkıldı, yakıldı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, bu yağmanın, çapulun kendi getirdikleri “özgürlüğün kullanılma biçimi” olduğunu ifade edip, yağmacıları “özgür Iraklılar” olarak selamladılar.
Emperyalist ordular; finali yağma talanla tamamladılar. Cengizhan’ın torunu Hulagû’nun çapulcu ordusunun Bağdat ve Basra’da yaptığı yağmayı Amerikan-İngiliz ordusu, çapulcu Iraklılara yaptırdı. Ve muhtemelen de; “düzeni sağlamak” üzere yakın gelecekte, yağmacıbaşlarıyla işbirliği içindeki yağmacıları da öldürecekler, tutuklayacaklar. Böylece Irak’ı yağmadan, anarşiden “kurtaran” da kendileri olacak! Tıpkı, bugün yağmacıları; “Irak’a getirilen özgürlüğün sembolü” olarak gösterip, “halkın özgürlüğünün yağmadan yana kullanmasını” kutsadıkları gibi, yağmacıları tutuklamayı, onları sokak aralarında öldürmeyi de; “güvenlik için gerekli” ilan edeceklerdir.

SADDAM YENİLDİ AMA IRAK HALKI BOYUN EĞMİYOR
İkinci Körfez Savaşı’nın sonunda; Irak’ta Saddam ve ordusu yenilmiş, istila güçleri başlıca Irak kentlerini kontrolleri altına almış görünmektedirler.
Televizyonlar; işgalcilerin Irak topraklarında kontrollerinin her gün artığını söylemekte, bunun kanıtı olarak da yağmanın yayılmasını göstermektedir. Ama, bu görüntü gerçeğin sadece bir yanıdır ve bu yolla, asıl propaganda, Irak halkına değil ama dünyanın geri kalan bölgelerindeki “savaşa hayır” diyenlere yönelik olarak yapılmaktadır.
Çünkü, Irak’ın istilasıyla sonuçlanan savaşın en azından propaganda düzeyinde ana dayanağı, emperyalist orduların Irak’ta, “çiçeklerle karşılanacağı” idi. Halk Saddam rejiminden öylesine bıkmıştı, piyasaya, piyasa değerlerine ve onun getireceği özgürlüğe öylesine inanmıştı ki, istila orduları “kurtarıcılar” olarak halkın alkışları arasında Bağdat’a kadar gidecekti! Ama öyle olmadı, Irak halkı belki Saddam’dan bıkmıştı, onun diktatörlüğü altında yaşamak istemiyordu, ama istila edilmiş bir ülkede de yaşamak istemiyordu. Bu yüzden istilacılar kentlerde, kasabalarda, köylerde, “Ey Amerikalılar, İngilizler hoş geldiniz” diyecek, tek bir namuslu Iraklı bulup televizyona çıkaramadılar. Hiçbir Irak kenti ya da köyü, istilacıları selamlamadı. Tersine, Saddam’dan en çok acı çekenler bile “işgale hayır” dedi. Bunu her vesileyle gösterdi. Daha işgalcilerin tüfeklerinden, toplarından dumanlar tüterken, camilerde başlayan “Ne Saddam Ne Amerika” diyen tepkiler giderek yaygınlaşan gösterilere dönüşmeye başlamıştır. “Ne Amerika” sözcüğü, Amerikan yanlısı, işbirlikçi Iraklıları da kapsıyor. Nitekim Şiiler arasında bölücülük yapmak üzere İngiltere’den getirilen “Şii lider”in gelişinin haftası dolmadan altı adamıyla birlikte camide öldürülmesi, Irak halkının, bağımsızlık talebinin sağlam temellerine işaret etmektedir.
Irak halkı işgalcilere karşı, vatanseverce, Şii, Sünni, Hıristiyan demeden bir ulus olarak davrandılar; onurlu bir halk olduklarını gösterdiler. İşte talan ve çapul bu halkı hem aşağılamayı, hem de “bozup” işgalcilerle işbirliği yapmaktan başka seçeneği bulunmayan bir “yağmacı-suçlu” takımı yaratma planının parçası olarak devreye sokuldu. Ve elbette Amerikan medeniyetiyle bir ilgisi olmayan ama insanlığın en önemli tarihsel değerlerinin yağmalanması da, bu emperyalist vahşetin bir nişanesi olsun diye, dünya halklarına gözdağı vermek için tezgâhlandı.
Saddam ve BAAS’ın pek çok önemli adamı henüz yakalanmamıştır, ama Saddam üstünden Irak’ta bir mücadelenin yeniden örgütlenmesinin artık imkânsız olduğu da görülmektedir. Tersine istilacıların giderek daha çok eski BAAS bürokrasisine ve Baascılara dayanarak bir yönetim oluşturacağı anlaşılmaktadır. Bu yüzden de sadece Saddam değil BAAS’ın da Irak’ın geleceğinde önemli bir rol oynamasının oldukça zor olduğu anlaşılmaktadır.
Evet, Irak’ın başlıca kentlerin, limanların, hava alanlarının işgalcilerin kontrolü altında olması, istila ordusunun Irak’a tümüyle egemen olduğu anlamına gelmemektedir. Tersine, Saddam’ın baskısının kalkması ve işgal ordularının zorbalığı arasındaki çatlakta, halkın ülkesine ve bağımsızlığına sahip çıkacağını gösteren çok önemli gelişmeler uç vermiş bulunmaktadır. Irak halkı, Şii’siyle, Sünni’siyle, Hıristiyanı’yla şimdi işgal ordularına karşı direnmek için harekete geçeceğini gösteren tutumlar sergilemektedir. İslamın, özellikle de Şiiliğin kutsal kentlerinin işgal ordusuna karşı bir ayaklanma merkezine dönüşeceğini gösteren eğilimler ortaya çıkmış; İngiliz-Amerikan yanlısı “Şii din adamlarına” karşı kesin tutum alınmaya başlanmış; işgalcilerin Bağdat’ta, işbirlikçileri ile kuracakları bir hükümeti ülke nüfusunun yüzde 60’ından fazlasını oluşturan Şiilerin tanımayacağı şimdiden ilan edilmiştir.
Şiilerden hemen sonra Sünni Arap’ların da Şiilerle ortak davranacağını, tarihsel ayrılıkların üstüne çıkarak, yurt sevgisiyle Şiilerle birleşeceklerini gösteren belirtiler uç vermiş, böylece Bağdat ve Musul gibi orta ve kuzey Irak kentlerinde de Arapların istila ordusuna karşı bir “ret cephesi” oluşturması için girişimler gözlenmektedir.
Kuzey Irak’ta ise, istilacılar, Kerkük ve Musul dışında ciddi bir direniş görmemiş tersine Barzani ve Talabani Şiilerin aksine işgalcileri çiçeklerle ve şenliklerle, “kurtarıcı” olarak karşılamıştır. Bu milliyetçi-işbirlikçi fırsattan yararlanma tutumu elbette ki, Irak halkının birleşmesi, Kürtler ve Araplar arasındaki kardeşliğin gelişmesi bakımından sorunlar yaratacak bir tutumdur. Dahası Kuzey Irak Kürt grupların bu tutumu, bölge halklarıyla Kürtlerin birleşmesini zorlaştırıcı olacaktır. Ama zaman içinde Kürtler de, kendi istekleriyle Amerika’nın isteklerinin taban tabana zıt olduğunu göreceklerdir. Bu yüzden de, zorluklar da olsa, güneyden kuzeye Irak halkının işgalcilere karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturması, biraz zaman alsa da imkânsız değildir. Ancak Irak’ın kuzeyi, yakın gelecek açısından, birlikten çok bir çatışma bölgesi olmaya aday görünmektedir. Bölgenin Türkiye, Suriye ve İran’ın müdahalelerine açık olması, her üç ülkenin de burada etkileyecekleri ve silahlandıracakları güçler bulunması, bunun da ötesinde Kürtler ve Araplar arasında “mal kavgasını” da içeren çatışmaların çıkma ihtimali, bu bölgeyi savaş döneminden daha tehlikeli hale getirmektedir.
ABD bütün bu çelişmeleri kullanarak, Kerkük ve Musul petrolleri üstünde tam egemenlik sağlamayı amaçlayacaktır, ama böyle bir çatışma ortamında bu amacına kolayca ulaşamayacağı da bir gerçektir. Tersine petrolün kimin malı olduğu, işgal kuvvetleriyle Kürtlerin de çatışmasını getirecek kadar önemli bir paylaşım sorunu olarak rol oynayacaktır. Daha şimdiden Türkiye ve İran’ın bölgeye müdahaleleri, kendi yandaşı olan silahlı güçler oluşturmak için yaptıkları girişimler ve diplomasi alanında bölge üstündeki talepleri, geleceğe dair çatışmaların bir işaretidir.
Bağdat-Tikrit merkezli eski zengin Irak dahil olmak üzere, bütün Irak’ta, istilacılar her adımda halkla karşı karşıya geldiği gibi, henüz Bağdat’ta bile elektrik, su, hastanelerin normal koşullarda çalışması, yağmacılığın önlenmesi gibi en temel ihtiyaçlar sağlanabilmiş, asayiş sorunu çözülebilmiş (Şii kentleri, bu ihtiyaçların az çok giderildiği kentlerdir. Ama orada da bu durum, istilacıların marifetiyle değil halkın kendi gayretleriyle böyledir: Şiiler yerel yönetimlere el koymaktadırlar) değildir.
Televizyonların uzaktan aktarmasına bakılırsa, Irak; “Saddam diktatörlüğünden kurtulmuş, özgürlüğün tadını çıkaran, işgalcilerin niyetlerinin kötü olmadığını anladıkça işgale ısınan, huzurun ve istikrarın eşiğine gelmiş bir ülke”dir. Ama, gerçekte ise Irak; bir yanda istila ordularının desteklediği yağma ve anarşiye sürüklenen, öte yandan yurtsever duygularla hızla bir araya gelip direnmek için kendi hasletini ortaya koymaya hazırlanan bir halkın kaynaşıp üstündeki ölü toprağını silkelemeye hazırlanan bir “barut fıçısı”dır. Bu barut fıçısının patlamasından endişe duyan bölgedeki gerici rejimler, bölge hükümetleri de ellerinde ateşle bu barut fıçısıyla oynamaya hazırlanmaktadırlar.
Savaş Irak’ta, Irak ordusu ve halkıyla emperyalist istila kuvvetleri arasında olmuş gibi görünmektedir. Ama aslında savaş; daha Irak’ta silahlar patlamadan önce BM, NATO, AB’de ve tüm dünyada başlamıştı. Çünkü, Irak’taki savaşın nedeni ne Saddam’ın diktatörlüğü, ne de çoğu zaman söylendiği gibi sadece Irak’ın petrolüydü. Belki bunlar “Neden Irak?” sorusunun yanıtıdır. Ama bu yanıt, 2003 yılında Amerikan-İngiliz ordularının ve diplomasisinin, mevcut uluslararası ilişkileri ve kurumları “eskimiş” ilan ederek, dünyaya yağmalayan en büyük uluslararası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda harekete geçmelerini açıklamaz. Tersine, her geçen gün daha iyi anlaşıldığı gibi, onların asıl amacı, 1990’ların başında ilan ettikleri “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik her alanda kaosa sürüklenmesi sonrasında “dünya düzeninin normlarını yeniden belirlemek”tir. Irak’taki savaş, bu, önü üçüncü dünya savaşına açılabilecek bir saldırganlığın Irak’ta aldığı biçimden ibarettir.
Aslına bakılırsa, bu hedef, daha 11 Eylül 2001 günü New York ve Washington’a yönelik saldırılar sonrasında Bush ve onun çevresi tarafından açıkça ilan edilmişti. “Terörizme karşı mücadele önümüzdeki 20-30 yıl boyunca sürecektir”, “Bu, 20-30 yıl sürecek bir savaştır” açıklamaları, sonraki aylarda ve yıllarda da pekiştirilerek yinelenmiştir.

‘MEDENİYETLER ARASINDA ÇATIŞMA’ KİMİN FİKRİ?
11 Eylül’ün üstünden geçen süre içinde Beyaz Saray ve Pentagon, aslında bir “üçüncü dünya savaşı”na giden yolu adım adım döşemektedir. Ve bu süre içinde, Amerika kendi politikasını; “Rumsfeld Doktrini” olarak adlandırıp ilan etti.
“Rumsfeld Doktrini” olarak ifade dilen şey, kimi zaman askeri, kimi zaman siyasi açıklamalarla dile getirilse de, Amerika’nın şu andaki gücünü kullanarak; YDD’nin yeni ilkelerini dayatmanın “doktrini”dir. ABD bu dönemde, finans sermayenin, uluslararası tekellerin önündeki tüm engelleri kaldırmak için silah gücünü kullanacağını dayatmakta; bu yolla, “düzenin ilkelerini ben koyarım” demektedir. Kendinin koyacağı kurallara kendisinin uyacağını garanti etmemektedir. Ama kendi dışındaki herkesten, Rumsfeld Doktrini denilen “esnek”, “yorumunu ABD’nin yaptığı” ilkelere uymasını istemektedir.
Doğrusuna bakılırsa; ABD yönetimi kendisinin insanlığı korumak için “seçilmiş bir yönetim ve ülke” olduğu gibi meczup bir “inanç”a sahiptir ve bu yüzden kendilerini bu insan yapması kurallarla (kuralı koyan kendileri de olsa) sınırlamak istememektedirler!
Burada; “11 Eylül”den sonra popüler olan ünlü Huntigton’ın “Medeniyetler Çatışması” kuramı gündeme gelmektedir.
11 Eylül’den hemen sonra Bush, “Haçlı seferi”nden (bu sözler, İtalya’nın yeni faşist başbakanı Berlusconi tarafından desteklendi) bizzat kendisi söz etti. Ama, sonra bu söz düzeltildi! Zaman zaman Bush, Amerikalı Müslümanları ziyaret etti, kutsal günlerde Kuran’dan ayetlerle Müslümanları kutsadı; demagojik mesajlar yayınlayıp “bir medeniyetler savaşı yok” demek istedi. Ya da; Türkiye ve Suudi Arabistan gibi Müslüman ülke yönetimlerine yakınlıklar “medeniyetler savaşı olmadığı”nın gerekçesi olarak kullanıldı. Ama; öne sürülen şeyler en fazla gerçeğin yarısını ifade ediyordu.
Elbette ki, Amerikan emperyalizminin, uluslararası sermayenin güç odaklarının Hırıstiyanlığın ilkelerini yaymak için tek kuruş bile masraf edeceğini düşünmek aşırı bir idealizm olur. Dolayısıyla, uluslararası sermaye güçlerinin Hıristiyanlığı, Hıristiyan kültürünü yayma diye, kendi başına, sermayenin çıkarlarına bağlanmamış bir “stratejisi” yoktur.
Aslına bakılırsa, böyle bir “saf” kutsal amaç, bizzat Papalar, papazlar, keşişler tarafından örgütlenen bir “Hıristiyanlık kampanyası” üstünden organize edilen Haçlı Savaşları için bile söz konusu olamaz. Haçlı Savaşları’nda “amacın Hıristiyanlığı yaymak” olduğunu söylemek gerçeğin sadece görünen ama aynı azmanda aldatıcı yanını fazla abartmak olur. Çünkü, son tahlilde Haçlı Savaşları da, yoksulluğun, açlığın kol gezdiği, ama aynı zamanda, bir değişimin de sancılarının başladığı Hıristiyan Avrupa’nın “Doğu”nun, “İslamın zenginliklerini yağmalamak”, krallıkların artan masraflarını karşılamak için yapılmıştır. “Kutsal Kudüs’ü Müslüman kafirlerden kurtarma” amacı, propagandif bir amaç, yoksul Hıristiyanları ayaklandırıp orduya katmak için uydurulmuş etkili bir bahaneydi sadece.
Ya da Hitler ve onun Nazizminin, “Üstün Germen ırkının dünyaya hükmetmesi” için Almanları peşine takıp, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatması, ne kadar “üstün Germen ırkının egemenliği” içindi? Hitlerin kişisel fikri bakımından “Üstün Alman ırkının egemenliği”nin ne kadar kıymet-i harbiyesi vardır bunu  bilmek olanaklı değil, ama Alman sermayesi, dünyanın yeniden paylaşılmasını isteyen Thysen, Krupp, Bayer,… ve öteki tekeller için “Alman ırkı ile Yahudi ırkının piyasa değerlerinin farklı olmadığı” bir gerçektir. Alman egemen sınıfının ve onun başlıca güç odaklarının amacı, Alman sermayesinin dünyanın paylaşılmasından daha çok pay almasıdır. “Üstün Alman ırkı” ve ona vehmedilen hasletler ise, 1. Dünya Savaşı’nın yenik, onuru kırılmış, üstelik açlığa ve işsizliğe mahkûm edilmesinin bu yenilginin sonucu olduğunu düşünen alt ve orta sınıflarını Alman büyük patronların, tekellerin amaçlarına bağlamak üzere uydurulup, teorik ve tarihsel temellere oturtulmuş bir motivasyon motifinden başka bir şey değildi.
Bugün de Amerikan sermayesi için, “medeniyetler çatışması” kapsamı içine sokulan “Hıristiyan uygarlığının yüksek değerleri”nin korunması ve aşağı uygarlıkların onun lehine ortadan kaldırılması, bunun insanlığın genel çıkarlarının gereği olduğu “tezleri”nin, aslında ne Hıristiyanlıkla ne de onun değerleriyle bir ilgisi vardır. Tersine, girişilen savaş, “Amerikan sermayesinin dünya egemenliğinin çıkarları içindir” dense, buna herkes karşı çıkacağı için; sermayenin çıkarları “Hıristiyan uygarlığının çıkarları”, bu da tüm insanlığın çıkarları olarak gösterilip, bütün bir Batı dünyasını “tezinin” arkasına almayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla “medeniyetler çatışması” tezi, saf Hıristiyanlar, en gerici Hıristiyan kesimler için “kafirlere karşı savaş” olarak sunulup desteklenir ve onların hedeflerinin Amerikan yönetiminin amaçları olduğu söylenirken, Yugoslavya’ya, Irak’a yönelik savaş; sıradan vatandaşlara, halk yığınlarına, yerine göre “terörizme karşı mücadele”, yerine göre “diktatörlere”, yerine göre şeyhliğe, aşiret düzenine, tarih öncesi sistemlere karşı refahın, demokrasi ve özgürlüklerin yayılması için savaş olarak propaganda edilmektedir. Ama aslında böylece; Amerikan sermayesinin, İngiliz sermayesinin dünya egemenliği için halk yığınlarının mümkün olan en geniş kesimlerinin desteğinin sağlanması amaçlanmaktadır.

BİR DÜNYA SAVAŞININ YOLU DÖŞENİYOR
“ABD Başkanı George W. Bush ve ‘savaş çetesi’nin bu strateji içindeki ‘yeri’ ve ‘önemi’ nedir?” denirse, bu soruya verilebilecek en yalın yanıt, “2. Dünya Savaşı öncesinde Hitler ve onun NAZİ partisinin Alman sermayesi ve ‘Üstün Alman ırkı ideolojisi’yle ilişkisi gibidir. Burada belki bir fark, “Bush ve adamlarının tekellerle aşırı bir biçimde içli dışlı olmaları ve onlara dolaysız bir sınıfsal bağ ile bağlanmış olmalarıdır” biçiminde olabilir. Burada elbette, Amerikan tarzı siyaset ve Hitler sonrasında geçen yarım yüzyıldan fazla zaman içinde sermayenin temerküzü bakımından gelinen aşamayı da eklemek, olup biteni anlamamızı kolaylaştırır.
Amerikan başkanları, özellikle “Cumhuriyetçi” geleneği, prüten Amerikan “ahlakı” ve “radikal Hıristiyan”, Evangelist Kilisesi’nin aşırılıklarını, bir dünya görüşü, bir ahlak anlayışına dönüştürmüşlerdir. Amerikan yönetimlerinin, Hıristiyan-Yahudi efsanelerin en gerici yorumları üstünden politikalar geliştirmek gibi bir damarı hep olmuştur. Örneğin; Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan, dönemin İsrail Başkanı katliamcı, ırkçı, çeteci Menahem Begin ile yaptığı görüşmede, İsrail-Amerikan misyonunun bir Armegedon’u* gerçekleştirmek olduğunu, kendisinin de gönlünde yatanın bu olduğu açıkça söylemiştir.
Amerikan başkanları da; tıpkı Amerikan sermayesi gibi, Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki ayrım ve çatışmayı “ortak değerler” (buna her iki dinin de ortaklaştığı efsaneler, vahiyler, kehanetler demek daha doğru olur) üstünden uzlaştırmışlar, nakite çevirmişlerdir. İsrail’in kurulması bile, Müslümanlarla bir hesaplaşma, kutsal Hıristiyan değerlerinin ve mabetlerinin Müslümanların işgalinden kurtarılması olarak Hıristiyan dünyasına propaganda edilirken; gerçekte ise İsrail, Ortadoğu’nun petrol, doğalgaz ve öteki servetlerinin Batılıların denetiminde olmasının bir dayanağı, bir köprü başı olarak görülmüş; son 50 yıl içinde Yahudi şeriatçısı İsrail, emperyalist Batı’nın bir üssü olarak rol oynamıştır.
Bush ve avenesinin, yukarıda sözü edilen Armegedon’a inanacak kadar meczup olduklarını kabul etmek gerekir. Konuşmalarına, kilise ile ilişkilerine, halka hitap ederken kullandıkları argümanlara bakıldığında, Hitler’in “Alman üstün ırkı” ideolojisine inandığı kadar Bush ve ekibinin “medeniyetler savaşı”na, Armegedon’a inandığını söylemek, onlara bir iftira değil, ama olup bitenin anlamını kolaylaştırması bakımından bir yanlış olmaz. Buradan bakıldığında, gösterilerde Bush’a Hitler bıyığı takanlar, Amerikan bayrağındaki yıldızları gamalı haçla değiştirenler, aslında doğru bir yorum yapmaktadırlar.
Demek ki, CIA’nın Huntigton’a “medeniyetler çatışması” kitabını yazdırması bir gündem çarpıtması değil, Amerikan sermayesinin en azından egemen kliğinin bütün karşıtlarıyla çatışırken, geniş bir Hıristiyan dünyasını, bu kültürün etkisi altındaki emekçi yığınları, aydınları arkasına alarak saldırıya geçmeyi strateji olarak benimsemiş olmasının gereğidir. Kapitalist sistem sıkışıp kendi ayakları üstünde durması güçleştikçe de; bu aşırı Hıristiyan cephesine katılımlar artacak, bu çatışmadan çıkar sağlama isteği yükselecektir. Hitler’in, Mussolini’nin en büyük sermaye kesimlerini zamanla kendi politikalarına kazanmaları gibi, “medeniyetler çatışması” tezi de, giderek daha çok büyük sermaye kesimini kendisine çekecek bir strateji olarak işlev görecektir. En azından bu tezi geliştiren sermaye temsilcileri (Amerikan yönetim erki, tink-tank kuruluşları, CIA vb.) böyle bir süreci öngörüyorlar. Elbette ki, bu gidişatı kesintiye uğratacak karşıt gelişmeler ortaya çıkıp emperyalist sisteme yeni darbeler vurmayı başaramazsa.
Amerika ve İngiltere, Afganistan ve Irak’a saldırırken, İslam dünyası içindeki işbirlikçilerinin de bu savaşta kendilerine katılmalarını, yaptıklarının bir “medeniyetler çatışması” olmadığının kanıtı olarak gösterdiler. Ama, hedefe konan ülkelere bakıldığında, Küba ve Kuzey Kore dışındaki (onlar da zaten Hıristiyanlık dışı, Hıristiyan kültürüne karşı ve sosyalist, ateist bir kültür olarak görülmektedirler) tüm “hedef ülkeler” İslam ülkesidir. Ve giderek de, İslama karşı bir savaş açıldığı, çeşitli vesilelerle daha açık itiraf edilir hale gelecektir.
CIA eski başkanlarından James Woosley, olup bitenleri bir “4. Dünya Savaşı” (ona göre, 3. Dünya Savaşı “Soğuk Savaş’mış) olarak nitelendirirken, bu savaşın İslama karşı açıldığını açıkça söylemekle kalmıyor, hedeflerini tam da öyle sayıyor: “Bu savaşı biz seçmedik. Baasçı faşistler, İslamcı Şiiler, İslamcı Sünniler seçti.” Diyerek, “4. Dünya Savaşı”nın İslama karşı açılmış bir savaş olduğun da ilan ediyor.
Pek çok başka belirti de; aslında Bush kliğinin kafasında, bir “medeniyetler savaşı” fikri olduğuna ve onlar süreci buraya doğru götürmek niyet ve kararlığına işaret etmektedir. Ama, yukarıda da belirtildiği gibi, Bush ve en fanatik Hıristiyan cemaatleri dahi, bu savaştan Müslümanlığı ortadan kaldıran ve Hıristiyanlığı tek din ilan eden bir dünya kurma sonucu (Armegedon, son tahlilde bir propaganda malzemesi, emperyalizmin stratejisinin bir motifi olarak anlamlıdır) beklemiyorlar. Tersine buradan, Amerika ve İngiltere’nin dünya egemenliğini pekiştiren, Amerikan sermayesinin önündeki engellerin kalktığı bir dünya düzeni kurmayı amaçlıyorlar. Bunun için de; yürütülecek savaşa, Batı dünyasından en geniş desteği sağlayacak argüman olarak Hıristiyan-Batı kültürü ile aşağı medeniyetlerin savaşı tezini işliyor, bunun için de, Hıristiyanlıkla çatışan, bir çatışma kültürüne ve tarihine sahip din olarak İslamı ön cepheye koymuş bulunuyorlar.

SAVAŞ KAPİTALİST DÜNYADA BLOKLAŞMAYI HIZLANDIRDI
ABD, dünya kapitalizminin öncüsü ve “koruyucusu” olarak, dünyayı, en gelişmiş ve en büyük tekellerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, Afganistan, Irak ya da başka bölge ve ülkelerdeki müdahalelerin bu “büyük strateji”nin parçaları olarak anlaşılması gerekir. Yahudilik ve Hıristiyanlığın efsanelerinin kullanılması, demokrasi ve özgürlük taşıyıcılığı iddiası gibi, bu stratejinin yaygınlaşıp benimsenmesinin dayanağı olarak önemlidirler. 
Irak’a saldırı, bu stratejinin bir aşaması olarak düzenlenmiş; ABD “eski düzenin kurumları” dediği, BM, NATO ve Avrupa ülkelerini (ABD, “eski” ve “yeni Avrupa” diyerek, Avrupa’yı böldü; Almanya, Fransa gibi gelenekselleşen Avrupa tutumunu izleyen ve ABD politikalarına karşı çıkan ülkeleri “eskimiş Avrupa” diye aşağıladı) yeniden saflaştırmayı amaçladı. BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarının kendisini bağlamayacağını ilan etti, NATO ülkelerini ABD yanlıları ve karşıtları olarak böldü, bütün ülkeleri; “ABD’den yana olanlar ve olmayanlar” (“terörizmden yana olanlar ve olmayanlar”) olarak saflaşmaya zorladı. Böylece ABD, kendi pozisyonunun en güçlü olduğu bir durumda, dünya ölçüsünde bir saflaşma yaratmayı, kendisine karşı olanları tecrit edip yalnızlaştırmayı amaçladı.
BM kararına rağmen, dünyayı, kendisinden yana ya da olmayanlar olarak böldüğü koşullarda ve bir güç gösterisi eşliğinde, ABD, yürüttükleri operasyona resmen “Irak’a özgürlük harekâtı” adını verirken gayri resmi olarak da “şok ve dehşet operasyonu” adını verdi. “Şok ve dehşet”le, sadece Irak’ı değil karşısındaki ve yanındaki herkesi sindirmeyi de amaçladı.
Irak’ın istilasından sonra da, herkese bu savaşa katılım oranında Irak pastasından pay vereceğini açıklayarak, karşısındaki cephede karışıklık yaratmayı da ihmal etmedi.
Irak üstünden bir paylaşımın henüz yapılmadığı ama bu dağıtımın başında ABD’nin bulunduğunun açıkça görüldüğü koşullarda; bugün dünyadaki saflaşma şöyle görünmektedir:
1-) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, çoğunluğu bu harekâta karşı olmasına karşın, tam bir derbederlik içinde olayları izlemiştir. Savaş sonrası Irak’ta da “insani yardımlar” ötesinde bir rol oynayacak durumda gözlenmemektedir. Bu yüzden önümüzdeki aylar ve yıllar BM’nin rol ve itibarının tartışılıp etkinliğinin hızla yok olduğu bir dönem olacak görünmektedir.
2-) NATO, Almanya-Fransa-Belçika bloğu ve Amerikan-İngiliz bloğu olarak “bölünmüş”tür. Diğer ülkeler, bu iki blok arasındaki bir yelpazede dağılmışlardır. Bu, bir yanıyla NATO’nun ABD’nin çöplüğü olmaktan çıkması anlamına gelirken, öte yandan da böyle bir NATO’ya ihtiyaç olup olmayacağı tartışmaya açılacaktır.
3-) Irak’a saldırı karşısında alınan tutum ile BM ve NATO içindeki bölünme, ABD karşısında Avrupa’nın en güçlü iki devletin çekirdeğini oluşturduğu bir “bloklaşma”nın da kapısını aralamıştır. Almanya-Fransa bloğuna Rusya da katılmıştır. Böylece, en azından SB’nin dağılmasından sonra, Amerika karşısında ilk kez ciddi bir güç odağı oluşmasının yolu açılmıştır. Üstelik bu odak tam da en gelişmiş kapitalist ülkeler kampında ortaya çıkarak, ABD’nin kurmak istediği “tek patronlu bir kapitalist dünya” planını daha şimdiden imkânsızlaştıran bir bloklaşmanın yolunu açmıştır.
Bu tablo, 1990’ların başında ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi ve ideolojik bakımdan bir kaosa sürüklenmesi üzerinde, ABD’nin yine kendi normlarını dayatıp herkesi buna uymaya zorladığı koşullarda ve bu koşulların da baskısıyla oluşmuştur. Bu yüzden önümüzdeki yakın gelecekte, az çok sözü edilebilir her çelişki derinleşerek, her gelişme, ABD’nin bu ana amacıyla çatışacak ya da onunla uyuşacak biçimde anlamlanacaktır.
Bu yüzden de ABD, attığı her adımda, kırbacını şaklatacak, dostlarını ve düşmanlarını yeniden yeniden saflaşmaya zorlayacaktır. Bu yeniden yeniden saflaşmaya zorlananlar içinde, en yakınındaki ülke İngiltere’den başlamak üzere tüm ülkeler, tüm uluslararası organizasyonlar (BM, NATO, AB), tüm dünya ülkeleri ve sermayenin ulusal ve uluslararası güç odakları vardır.
Nitekim İngiltere de, ABD’nin yapmak istediklerini en yakından bilen ülke olarak, bu durumu anlamıştır. Bunun için de; Irak’ın paylaşımını ABD ile kapalı kapılar arkasında yapmaya cesaret edememekte, “savaş sonrasında Irak’ın yeniden yapılandırılmasını BM Güvenlik Konseyi’nin ele almasını” istemekte; böylece, diplomatik manevralarla bugün savaşın dışında kalan ülkelerin desteğini arkasına alarak, ABD ile pazarlık yapmayı istemektedir. Ama, Amerika buna yanaşmadığı gibi, İngiltere’nin isteklerini de çok dikkate almadan, ihaleleri kendi firmalarına vermekte, savaş tamamen bitmeden bile, en yakın müttefiki İngiltere’ye ikinci sınıf ortak muamelesi yapmaktan geri durmamaktadır.
ABD-İngiltere bloğu, Almanya-Fransa-Rusya bloğuna karşı, Fransa’yı hedefe koyan, eğer Fransa’dan ayrılırsa, Rusya ve Almanya’ya daha sıcak davranacağını (cezalandırmayacağını) gösteren jestler yapmaktadır. Ancak, bu üç ülke, henüz aralarında tam bir birlik ve ortak hedeflerde birleşme olmamasına karşın, ABD’nin niyetini anlamış olmaktan gelen bir çıkar duygusuyla birlikte davranmaktadırlar. Ve öyle anlaşılmaktadır ki; ABD’ye karşı bu seferki birlik uzun erimli, etrafında bir kamp oluşturacak özellikler taşıyan bir bloklaşma olacaktır. Ancak bu ülkelerin tam bir birlik içinde olduğu da söylenemez. Örneğin; Almanya’da Hıristiyan Demokratlar, Alman sermayesinin bazı kesimleri Amerikan politikalarına yakındırlar ve Irak’a saldırıya katılmamış olmayı Almanya’nın kaybı olarak görmektedirler. Fransa ve öteki savaşa katılmayan ülkelerde de, sermaye güçlerinin bir bölümü üzerinde Amerika’nın etkisi elbette ki vardır ve olmaya devam edecektir. Bu durum politikada da bir etki yaratacak ve zaman zaman o yana ya da bu yana yönelmeyi belirleyecek kadar etkili olabilecektir. Dolayısıyla yukarıda tarif ettiğimiz saflaşmaların her adımda yeniden ve yeniden olacağı ifadesi, öylesine bir tespit değil; kapitalizmin iç çatışmalarının bir ifadesidir. Öte yandan Avrupa Birliği, ABD karşısında nasıl bir “birlik olmadığını” gösterircesine parçalanmıştır. Onun için kendisine, AB’nin kararsızlığından, bunun da Türkiye’yi kararsızlığa ittiğinden dem vuran Türkiye Dışişleri Bakanı’na Bush, “Ne Avrupa Birliği, onu üçe böldüm görmüyorsunuz?” diyebilmiştir. İtalya, İspanya, Hollanda gibi önemli AB ülkelerinin bile “saflaşma” sırasında ABD’den yana tutum alması, Avrupa’daki 50 yıllık Amerikan şemsiyesinin hayli etkili işbirlikçiler yarattığını göstermesi bakımından da önemli olmuştur.
Kuşkusuz ki; bu bölünmede iktidardaki partilerin rolü vardır ama, son tahlilde, Avrupa Birliği kendisinin ciddi bir birlik olup olmadığını tartışan bir zemine sürüklenmiş de bulunmaktadır.
4-) Çin ise, savaşın hemen öncesine kadar “tereddüt” geçirmiş, ancak, ABD’nin pervasızlığı karşısında Rusya-Fransa-Almanya bloğuna paralel bir tutum takındığı gibi, stratejik hedeflerini de yeniden gözden geçirmeye yönelmiştir.
5-) Asya’nın öteki büyük gücü Japonya ise, her zamanki ihtiyatlılıkla, Amerika’nın dümen suyunda olmayı kendi “huzur” ve “istikrarı” için daha güvenli bulmuş görünmektedir.
6-) ABD’nin dünya ülkelerini yeniden saflaşmaya zorladığı koşullarda, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan “bağlantısız ülkeler konferansı” yeniden gündeme gelmiş, bu ülkeler de “savaşa karşı” olduklarını açıklamışlar, Amerika’yı BM Kararlarına uymaya çağırmışlardır.

DÜNYA HALKLARININ TARİHTE EŞİ GÖRÜLMEMİŞ SAVAŞ KARŞITLIĞI
Ama, Irak’ın işgaline gelen süreç içinde, “savaşa karşı mücadele” ve işgale karşı tutum almada geleceğe dair en önemli gelişme, dünya halklarının tepkilerinde görülmüştür. Yukarıdaki tablo, bu gelişmenin imkânlarıyla anlaşılır hale gelir.
Savaşın doğrudan kışkırtıcısı ve tarafı olan ABD, İngiltere ve Avustralya’da halk, yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen kitlelerle sokaklara dökülmüştür. Ve yığınlar kendi ülkelerinin hükümetlerini protesto etmiş, saldırganlığı lanetlemişlerdir.
Savaş öncesi tepkiler göz önüne alındığında, denebilir ki; sayısız ülkenin büyük kentleri insanlık tarihinin en büyük savaş karşıtı protestolarına sahne olmuştur. Dünya çapında savaşı protesto gününde, bir günde 11 milyon kişi sokağa çıkarak emperyalist saldırganlığı lanetlemiştir. Aylar boyunca saldırgan ülkelerin temsilcileri protesto edilmiştir.
Savaş karşıtı eylemlere, özellikle İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerde sendikaların da katılması, İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde savaşı protesto amaçlı grevlerin, genel grevlerin yapılması, günlerce süren sokak eylemleri, sadece genel olarak savaş karşıtlığıyla sınırlı kalmayan, işçi sınıfı açısından da yeniden hareketlenmenin işaretlerini veren, işçilerin siyasete müdahale etmelerini yeniden gündeme getiren eylemler olması bakımından da ayrı bir öneme sahip olmuşlardır.
Gösterilerin hemen bütün dünya ülkelerine yayılması, halkların çok büyük çoğunluğunun bu savaşa karşı olduğunu çeşitli biçimlerde ifade etmeleri, özellikle dünya patronu Amerika’ya karşı tepkilerin “Amerikan mallarını kullanmama”ya kadar varan yaygın biçimlere bürünmesi, antiemperyalist ve antiAmerikan mücadelenin kitlesel temelinin olağanüstü genişlediğini göstermektedir.
Belki bu tepkiler, Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin Irak’ı işgal etmesini önlemeye yetmemiştir ama, antiemperyalist, antiAnglo-Amerikan duyguların yaygınlaşmasını önemli ölçüde desteklemiştir.
Kuşkusuz tablonun en önemli özelliklerinden birisi de, “medeniyetler çatışması” aracılığıyla emperyalizmin kendi safına kazanmayı düşündüğü Hıristiyan Batı ülkelerinin işçi sınıfı ve emekçilerinin, Müslüman bir ülke olan Irak’a yönelik saldırıya en büyük tepkiyi göstermesidir. Bu, bir “medeniyetler çatışması” üstünden sistemin devamını sağlamak isteyen kapitalist güç odaklarının kâbusu olacak kadar önemli bir gelişme olmuştur. Ama bu gelişme, insanlığın geleceği bakımından da aynı ölçüde umut verici olmuştur. Dolayısıyla Huntigton’un kitabında formüle edilen “çatışma”nın gerçekleşmesi için, ABD ve İngiltere sermaye güçleri, bir “medeniyetler çatışması” yaratabilmek üzere önce kendi halklarıyla hesaplaşmayı göze almak zorunda kalacaklardır.
Bütün bu gösterilerin en önemli zaafı ise, bütün kitleselliğine karşın “protestoyu aşamaması” olmuştur. Örneğin; emperyalist ordulara hizmet veren limanlar ve hava alanlarında, gemilerde grevlerle işlerin durdurulması, iletişim ve ulaşımın kesilmesi gibi askeri harekâtı dolaysız biçimde etkileyecek, sistemin sinir merkezlerini felç edecek düzeyde bir işçi emekçi tutumunun eylemlerin bir bileşeni olarak hayata geçememesi; savaş karşıtı hareketin en temel zaafı olarak ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bunu “savaş karşıtı hareketin zaafı olarak belirlemekle” yetinmek, olup biteni hafife almak olur. Çünkü burada asıl zaaf, işçi sınıfı hareketinin bizzatihi kendisinin, sendikaların, sermaye güçlerine karşı sınıfın çıkarlarını savunan ve sınıfı iktidara götürecek mücadelenin merkezleri olarak inşa edilmemiş olması gerçeğidir. Bu yüzden de, işçilerin savaş karşıtı harekete katılımı herhangi bir vatandaşın katılımından farklı olmamıştır. Bütün olup bitenden, emek hareketi açısından çıkarılacak en önemli ders de buradadır. İşçi sınıfı hareketi, eğer sermayenin hayatiyetine yönelecek bir siyasi hatta ilerlemiyorsa, sınıf kendini öteki toplumsal kesimlerden ayıran devrimci rolü oynayarak, hareketin bütününün niteliğini ilerletme görevini gerçekleştiremez ve bu durumda da, en iyimser yaklaşımla, eylemleri protestocu bir çizgide kalır.

TÜRKİYE DE, AMERİKAN’NIN HEDEF ÜLKESİDİR
Türkiye açısından Irak sorunu, pek çok bakımdan egemenlerin ayaklarının suya erdiği bir süreç olmuştur.
Her şeyden önce Türkiye hükümeti, Kuzey Irak’a yönelik müdahaleler üstünden, Kürtler başta olmak üzere bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı üzerinde söz söyleme iddiasından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Musul-Kerkük’ün statüsünden, Kürtlerin nasıl bir biçimde Bağdat’a bağlı olacağına dair pek çok konuda, Türkiye’nin isteklerine aykırı bir durumun çıkmasını “savaş nedeni” sayma tehdidi, Amerika’nın Irak’ı işgal etmesiyle anlamsızlaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye, böylece kendisinde gördüğü hakları, Amerika’ya devretmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden, Irak’ta olanlar için, artık Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Genelkurmayı’nı değil ABD Dışişleri Bakanı’nı arayıp “güvence” almaktadır.
Şu bir gerçek ki, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki iddialarından vazgeçmesinden Kürtlerden çok ABD kazanmıştır. Çünkü, Türkiye’nin baskılarından yılan Barzani ve Talabani, ABD’yi, Türkiye’ye karşı da kendilerini koruyacak bir kurtarıcı olarak karşılamıştır.
Böylece Türkiye’nin geleneksel ve sadece Türkiye’deki değil öteki ülkelerindeki Kürtlerin de kaderine müdahale temeline dayanan “Kürt sorununu çözme planı” çökmüştür. Bu, aynı zamanda, Cumhuriyet tarihinin en önemli sorununda egemenlerin duvara çarpması anlamına gelmiştir.
Irak’ın işgalinin Türkiye açısından en dolaysız sonucu, Kürt sorununda kendisini göstermiştir. Ama, diğer bir önemli sonuç da; Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini dostluk ve kardeşlik temeline oturtması zorunluluğunun, “kör gözüm parmağına” bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Amerika’nın çıkarları uğruna bölge ülkeleriyle, komşularıyla düşman olan Türkiye, Irak işgaliyle birlikte, “stratejik yer” pazarlığında da geriye düşmüştür. Çünkü Irak’ta üsler kurmakta olan ABD’nin, Ortadoğu’ya müdahale için Türkiye’ye ihtiyacı azalmıştır. Dahası Irak’ın istilasıyla ABD ve İngiltere ile “komşu” olan Türkiye, “ikinci tezkereyi” çıkaramayarak, halkı “savaşa hayır” diyerek, Amerika’nın hizaya getirilecek ülkeler listesindeki sırasını da bir hayli yükseltmiştir.
Öte yandan, Suriye ve İran’ın daha şimdiden ABD’nin “terörist ülke” liste sıralamasında en üst iki sıraya yükseltilmiş olmaları, Türkiye’nin, ABD’ye karşı tutumunu ve bu iki komşusuyla ilişkisini acilen yeniden biçimlendirmesini dayatmıştır. Çünkü, ABD ile birlikte davranacak bir Türkiye (şimdi egemenler ve hükümetleri böyle davranmak istiyor), komşularıyla düşmanlaşıp bu ülkelere karşı harekâtta ABD ile tam işbirliği yapmak zorunda kalacaktır. Ya da Türkiye, halkın da isteklerini dikkate alarak, antiemperyalist bir politik hatta geçerek, İran ve Suriye başta olmak üzere tüm bölge ülkeleriyle birlikte, Irak’ın işgaline son verilmesi ve ABD ve İngiltere’nin Irak’tan çekilmesi, Irak halkının Kürdüyle, Arabıyla, Tükmeniyle kendi kaderini tayin etmesini savunan bir mücadele çizgisini benimseyecektir. Halkın istekleri bu ikinci doğrultudadır ve halkın isteği ile egemenlerin istekleri arasındaki çatışma, sadece dış politikaya değil iç politikaya da kaçınılmaz olarak yansıyacak kadar büyüktür.
Çünkü; Irak’a yönelik Amerikan saldırısı sürecinde görülmüştür ki; Türkiye halkının ezici çoğunluğunun isteği, Türkiye’nin ABD’ye karşı çıkması, sadece “savaşa karşıyız” açıklamalarının sınırını aşıp, ABD’nin Irak’a müdahalesini engellemek için elindeki tüm imkânları kullanması doğrultusundadır. Halkın çok büyük bir çoğunluğunun isteği bu yöndedir.
Kuşkusuz Türkiye’nin bu savaştaki hassas pozisyonu ve halkın savaşa karşı tutumu, başka bakımlarından da dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi, savaşa yanlısı medya organları ve hükümet, “Eğer Türkiye Amerikan-İngiliz blokuna katılıp savaşçı ülkeler safında açıkça yer almazsa, ekonomik kriz çıkar, dolar iki buçuk milyonu aşar, faizler yine yüzde bin olur” propagandası yapmış, Tayyip Erdoğan açıkça “Savaşa hayır diyenleri, yarın maaşları ödenmediğinde görürüz” diyerek tehdit etmiştir. Bütün bu tehditlere karşın halkın ezici çoğunluğu “savaşa hayır” demede ısrar etmiştir.
Egemenlerin halkı “kıstırmak” istedikleri ikinci argüman ise, Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulacağı ve “Türkiye’nin bölüneceği” iddiasıdır. Egemen propaganda odakları ve hükümet sözcülerinin “Eğer Türkiye Amerika ile birlikte olmazsa ve Kuzey Irak’ta Kürtler devlet kurarsa, Türkiye müdahale edemez. Böylece Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi doğar”, “Türkiye’nin güvenliği askerin Kuzey Irak’a yerleşmesiyle mümkündür” tezleri, Musul-Kerkük üstündeki emperyal hayallerle süslenmiştir. Ama, bu eski “kurt masalı”nın da halkın tutumunu etkilemediği görülmüştür. Dolayısıyla egemenlerin en önemli kozları ellerinden alınmıştır. İkinci tezkerenin reddedilmesinin, hükümetin bütün içten isteğine karşın savaşta Amerika’nın isteklerini yerine getirememesinin arkasında, halkın bu kararlı tutumu vardır.
Bunu içindir ki, Amerikancı uşak takımı, “Türkiye’yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaşa sokmamıştır”** diyerek, halkın tepkisini aşağılamaya kalkmıştır. 
Elbette ki, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin en önemli zaafı da, dünyadaki ile çok benzeşmektedir. İşçi emekçi mücadelesi üzerindeki sendikal bürokrasinin etkinliği, sınıfın ileri kesimlerinin bürokrasinin kuşatmasını aşma becerisini gösterememesi, genel olarak halkın örgütlenme yetersizliği; Türkiye’de, halkın yüzde 94’e varan savaş karşıtlığının protesto düzeyini aşamamasını getirmiştir. Bu yüzden de, bu hareketin, bütün dünyadaki savaş karşıtı harekete güç ve nitelik katabilecek İncirlik, İskenderun Limanı gibi stratejik merkezlerde “savaşa hayır” tutumunun işçilerin greve çıkması gibi etkin eylem biçimlerine dönüşmemesi, sendikaların hareketin önüne düşmekten kaçınması ve iletişim ile ulaşımın durdurulamaması, elbette ki, hareketi geriye çeken ve yeteri kadar da kitleselleşmesini önleyen bir faktör olarak rol oynamıştır.
Ama bunun da ötesinde, Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin, halkın duygu ve düşüncelerindeki “savaş karşıtlığı”nın dünyadaki en yüksek ülkelerden birisi olmasına karşın, kitlesel bakımdan da, milyonların katıldığı kitle gösterilerine dönüşememesi, savaş karşıtı hareket içindeki örgütlerin halk indindeki etkilerinin cılızlığını ortaya koşmuştur. Burada hükümetin, özellikle dini etkinin ağır olduğu kesimler içinde bölücü bir faaliyet sürdürmesinin de hareketin kitleselleşmesini olumsuz etkileyen önemli bir etken olduğunu görmek gerekir. Yine sendikaların sınıf işbirlikçisi tutumları, protestocu çizgiyle sınırlamanın ötesinde, hareketin kitleselleşmesini de olumsuz etkileyen bir faktör olmuştur. Elbette başka pek çok genel ve yerel neden de sayılabilir, ama burada asıl çıkarılması gereken ders; sınıf partisinin, öteki emekten yana partilerin ve çevrelerin halkla birleşmedeki zayıflıklarının boyutudur.
*        *        *
ABD ve İngiltere Irak’ı işgal ettiler, petrol bölgelerini, limanlarını, başlıca kentlerini yakarak, yıkarak, yağmalayarak da olsa denetim altına aldılar. Ama, daha şimdiden gözlenmektedir ki, Irak halkı bu işgali kabul etmeyecektir, etmemektedir. Şiiler, Sünniler, Hıristiyanlar, Kürtler, Türkmenler, Asuriler gibi her milliyet ve dinden Iraklılar, “Amerika’ya hayır”da, “İşgale hayır”da birleşmeye doğru ilerlemektedir. Her gün Irak kentlerinde olup bitenler bunu işaret etmektedir. Ve bu gelişmelerin seyrinde onu geriye çevirecek güçlü müdahaleler olmazsa, yakın gelecek, ABD ve İngiltere için Irak’ın bir Vietnam olmasını hazırlamaktadır.
Sadece Irak değil tüm bölgede ABD düşmanlığı hızla tırmanmaktadır ve bölge ülkeleri ve bu arada Türkiye de, Amerika ile komşu olmanın faturasını görecektir. Özellikle de Amerikancılığın bölgedeki merkezi durumunda olan Türkiye de, artık, Irak ve İran’dan farklı bir biçimde de olsa, Amerikan operasyonlarının somut hedefi haline gelmiştir.
Bölge halkları da, Amerika’yı, Amerikan-İngiliz emperyalizmini ve onların amaçlarının ne olduğunu, onlarla işbirliği içindeki gerici egemen hainleri daha yakından tanıma fırsatı bulacaklardır. Dolayısıyla, sadece Irak değil tüm bölgenin Amerika’nın Vietnam’ı haline gelmesi, “medeniyetler çatışması” yaratarak ve bunun üstünden dünyayı yağmalayarak ömrünü uzatmak isteyen “tek dişi kalmış canavar”ın, halkların ve insanlığın barış içinde bir dünya isteğinin girdabında boğulması kaçınılmaz olacaktır.
Her şey, ABD’nin Irak’ı işgal etmekle; Irak halkı ve bölge halklarıyla, dünya halklarıyla savaşını daha da büyüttüğünü gösteriyor.
Tarih, belki biraz ağır, belki biraz dolambaçlı ve halklara büyük acılar vererek, bu eceli gelen barbarlığın ortadan kaldırılmasına doğru ilerliyor.
Onların saldırganlıklarının artmasının nedeni de budur.

*Armegedon. Hıristiyan ve Yahudi efsanesinde, “kafirlere karşı müminlerin girişeceği son savaştır. Bu savaşla birlikte, kafirler ebedi bir yenilgiye uğratılacak, Yahudilere göre hak dini Yahudilik, Hıristiyanlara göre ise Hıristiyanlık, dünyada öteki dinler karşısında kesin bir zafer kazanacaktır. İncil’e göre, bu muharebeye son olarak Tanrı müdahale eder, dünyayı ele alır ve onu, yönetilmesi gerektiği gibi yönetmeye başlar. Armageddon’dan sonra 1000 yıllık barış ve bereket dönemi başlar. Armageddon sözcüğü, köken olarak, bugün İsrail topraklarında bulunan Megiddo Vadisi’ne dayanır. Anlamı, İbranice’de “Meggido Dağı” demektir.
Güncel bir örnek verecek olursak, Irak saldırısına bazı yönlerden itiraz eden, muhafazakâr emekli asker ve Nixon’un danışmanlarından Brent Scowcroft; “Saddam, kitle imha silahları kullanarak İsrail’i de çatışmaya çekmeye çalışabilir. İsrail’i, belki de nükleer silah kullanarak yanıt vermeye provoke eder. İsrail bu yanıtı verirse, Ortadoğu’da Armageddon başlar.” diyerek, “Buna çocuklar da inanmaz” diyeceğimiz bir masalın “Armegeddon inancı”nın Amerikan yönetiminin üst katlarında ne kadar taraftar bulduğunu, güncel politik ayrılıkların tartışmasında bile “referans” olarak kullanıldığını da gösterir.

** “Türkiye’yi manken-sağcı-solcu ittifakı savaş sokmamıştır” iddiasını Amerikancılıkta en önde olmak için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen ve arkasında Türk-Amerikan İş Konseyi Başkanı’nın olduğu iddia edilen HaberTürk grubu “formüle etmiş”tir. Ama öteki medya grupları da aynı tezi değişik tonlarda öne sürmektedirler. Türkiye’de savaşa halkın yüzde 94’ünün karşı olmasını bir türlü hazmedemeyen Amerikancılar, “dünya yansa umursamayan bir toplumsal kategori” olarak görülen mankenlerin de savaşa karşı çıkması ve çeşitli vesilelerle bu düşüncelerini dile getirmemelerini hiç hazmedememişlerdir. Oynaşmayı pek sevdikleri ve onların gece ve gündüz yaşamlarını haber yapıp paraya dönüştürürken kaşına gözüne övgü düzdükleri bu insanların savaşa karşı çıkmasını kabul edememektedirler. Onların yaşamlarının halk indinde kabul görmemesinden yararlanarak, “savaşa hayır” diyenleri “aşağılamak” amacıyla “sağcı-solcu-manken ittifakı” formülünü geliştirmişlerdir. Ne var ki, mankenlerin bile savaş hayır demesi, mankenlerin onların görmek istedikleri kadar çukurda yaşamadığını, bu Amerikancı takımının çirkefin en derininde olduğunu da göstermiştir. Bu, mankenlere ders olmalı, hayatta iyi şeyler de yapabildiklerini, insanları, halkı düşündüklerinde her zaman yapılacak bir şeyin olduğunu görmeleri gerekir.

Irak’ın işgali ve burjuva-emperyalist ideolojik saldırı

Tarihi artık Amerikan-İngiliz tankları, füzeleri ve bombardıman uçaklarının “yaptığı”nı ve yazdığını ileri süren burjuva şarlatanları, Amerikan tekellerinin ve onların Bush-Rumsfeld-Wolfowitz çetesinin belirleyip dayattıkları politikanın kabullenilmesini “kaçınamazlık” olarak sunuyorlar.
Amerikan-İngiliz işgali, burjuva propagandacıları tarafından, işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele tarihlerine ait ne varsa hepsini saldırı hedefine bir kez daha koymanın aracı haline getirildi. ABD ve Bush çetesinin saldırı çizgisi ve işgal dayanak edinilerek, burjuva-emperyalist ideolojik saldırıya ivme kazandırıldı. Burjuva propagandasına göre, işgal; a) Öngörüldüğü üzere, Amerikan askeri gücüne karşı konulamayacağını,
b) Bağımlı-‘geri’ halkların mücadele yoluyla ve ABD’ni karşılarına alarak herhangi bir hak kazanamayacaklarını; c) Doğu-İslam halklarının, çoğunluğu bakımından ve özellikle Araplar söz konusu olduğunda “geri-ilkel halklar oldukları”nı, “ulus düzeyinde kurumlaşamadıkları”nı -yağma kanıt gösteriliyor-; d) Dış müdahale olmadan sanayileşme ve onunla bağlantılı “demokratikleşme”yi gerçekleştiremeyen “İslam dünyası”na Batı’nın büyük devletleri eliyle “demokrasi götürme gerekliliği”ni kanıtlamış bulunuyor!
Amerikan tekelci burjuvazisinin emrindekiler başta olmak üzere, burjuva propagandacıları tarafından, böylece, büyük doğasal-kültürel-etik yıkımı ve insan kırımını emperyalist saldırı ve işgaller aracıyla gerçekleştiren emperyalist kapitalizm ve tekelci burjuvazi, karşı konulamaz-karşı gelinemez-yenilmez bir “yüce kuvvet” düzeyine yükseltilerek, “demokratikleştirici-uygarlaştırıcı gerekli müdahil kuvvet” olarak şirinleştiriliyor; halklara da, bu “yenilmez ve uygarlaştırıcı güç” önünde el bağlayıp-boyun eğmek salık veriliyor. Bunu, kapitalist tekel politikalarının ve onların savaş gibi silah aracıyla pratiğe geçirilen biçimlerinin, Amerikan emperyalizmi egemen çetesi başta olmak üzere tekelci burjuvazinin amaçları ve iradesinden büsbütün soyutlanması, Amerikan tekelci sermayesinin dünya politikalarının gizlenmesi çabası olarak da anlayabiliriz.
Burjuva propagandacıları, iliştirilmiş ideolojik savaş birlikleri ya da işgal güçlerinin askeri propaganda birlikleri olarak çalışırlarken, emperyalist ABD’nin “güçlü” imajı içinde emperyalizmin “yenilmezliği” tezine dayanak oluşturmakla kalmıyor, işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele tarihlerinde, burjuvazi ve kapitalizme karşı biriktirilmiş bütün değer ve kazanımlara da savaş açıyorlar.
Pentagonun iliştirilmiş-eklemlenmiş gazetecileriyle yerinde ilişik ideolog ve ekonomistleri, yirminci yüzyıl boyunca sürmüş birçok tartışma konusunu, yeniden ve kuşkusuz, ABD suç çetesinin saldırı, meydan okuma ve egemenlik dayatma çizgisini veri alarak gündeme getiriyorlar.
Amerikan suç çetesi ve uşaklarına göre, ABD silah, enerji ve telekomünikasyon tekellerinin çıkarları yönünde ülkelerin işgali ve halkların boyunduruk altına alınması bir tür zorunluluk oluşturduğundan, bu “zorunlu gerekliliğe” direnenlerin Amerikan savaş aygıtı tarafından yıkıma uğratılması kaçınılmaz ve kutsaldır. Bütün uydu ve kapitalist ülkelere düşen ise, ABD politikalarının gerçekleştirilmesi için çaba gösterme, kaynak ve güçlerini peşkeş çekmedir! Emperyalizme ve ABD politikalarına direnmek, bağımsız yaşamak için çaba göstermek, işbirlikçiliği ve uşaklığı ret ederek mücadele yolunu seçmek ise, Saddamcılık, “üçüncü dünyacılık”, antiamerikancılıktır ve böyle bir tutum Amerikan “süper gücü” karşısında sonuçsuz kalmaya mahkumdur!

GERİCİ PROPAGANDANIN YOĞUNLAŞMASINI NEDENLEYEN GELİŞMELER
Emperyalizmin sistem içi çelişkileriyle sınıf ilişkilerinden koparılan yukarıdaki iddia ve bağlantılı metafizik-mekanik anlayış, aslında, Irak kentlerinin bombalanmasıyla birlikte tank paletleri altında ezilen çürük bir safsatadan ibarettir.
Son yýllardaki geliþmeler, karþýlýklý etki-tepki ve çok yönlü baðlantýlarý içinde, emperyalist kapitalizmin iþçi sýnýfý ve ezilen halklar için sosyal-politik koþullarýn aðýrlaþmasý da demek olan genel bunalýmýnýn yeni bir döneminden geçtiðini; böylece toplumsal sýnýflar ve devletler arasý iliþkilerde gerginlik ve çatýþma ögelerinin biriktiði bir sürece girildiðini gizlenemez biçimde yeniden ortaya koymaktadýr. Amerikan emperyalizminin II. Büyük Savaþ’tan bu yana, neredeyse yarým asýrdýr elinde tuttuðu dünya kapitalizmi ve Batý emperyalizmi jandarmalýðý, Batý’daki ve Doðu’daki rakiplerin kapitalist dünya pazarýna yönelik talep ve giriþimleriyle daha fazla karþý karþýya gelmesi nedeniyle, daha önce olmadýðý ölçüde zorlanmaya baþlamýþtýr. Amerikan emperyalizminin politik-askeri temsilcileri, uzun süredir ellerinde tuttuklarý jandarmalýk rolüne itirazlarýn arttýðýný; rakip emperyalistlerin pazar sorunlarýný daha fazla “gündemleþtirdikleri”ni; uluslararasý alanda sürdürülen Amerikancý baský ve dayatmalara tepkilerin arttýðýný görüyorlar. Ancak dünyanýn her tarafýndaki Amerikan uþaklarýnýn “idrak ettikleri” Amerikan hegemonyasý ve Amerikan “dünya görüþü”nün –bu, kapitalist burjuvazinin günümüzdeki en gerici ve tehlikeli anlayýþýdýr– darbe yemesi, ayný zamanda, emperyalist gericiliðin darbe yemesi anlamýna gelmektedir ve özellikle Amerikan saldýrgan çetesinin buna tahammülü yoktur. Sorun, yalnýzca büyük emperyalist ve sömürgeci güçler arasý rekabetin kýzýþmasý ve aralarýndaki gerginlik ve “restleþme”lerin artmasýndan ibaret de deðildir. Daha az önemli olmayan bir diðer etken de, yeniden güçlü bir biçimde; ve iþçi sýnýfýyla emekçilerin toplumsal konumuna uygun düþecek tarzda iþlev görmeye baþlamýþtýr.
Nispeten uzun sayılacak gerileme ve düşüş dönemini geride bırakarak, emek hareketinin, yeni bir yükselişi de haber verecek biçimde, savaş ve işgal karşıtı uluslararası atağa geçmesi, halklara kaderci boyun eğişi öğütleyenlerin politika ve anlayışlarına vurulmuş bir şamar olurken; Irak halkının istilacıya direnişi, Amerikan emperyalizmi ve onun vurucu gücüne tapınç içindeki misyoner propaganda timlerinin kabullenilmesini zorunlu saydıkları boyun eğiş ve “kaderine razı olma” anlayışının emekçilerin uluslararası direniş ve protestolarıyla ret edildiğini de yeniden tanıtlamış bulunmaktadır. Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin Irak işgaline karşı uluslararası alanda milyonlarca insanın, başlıca dünya kentlerinde aynı dönem ve günlere denk gelecek biçimde alanlara çıkması, emekçi hareketinin on yıllar boyunca içine düştüğü gerileme ve düşüşü geride bırakmaya ve yeni bir yükselişe yönelmeye başladığının da göstergesiydi. En büyük protesto gösterilerinin Bush çetesine destek veren ülkelerin başkentlerinde gerçekleşmesi; emperyalist ve işbirlikçi burjuvazinin “insanlığın kaderini elinde tuttuğu”, çelişki, çatışma ve savaş nedeni bütün nesnel nedenlerin “küreselleşme”yle birlikte ortadan kalktığı, sınıf mücadeleleri ve halkların başkaldırı geleneğinin ve tarihin kendisinin sona erdiği yönündeki burjuva safsatalarına bu ülkelerin “bağrından” vurulmuş kuvvetli bir darbe oldu.
Amerikan emperyalizmiyle onun ‘devasa’ gücünü 21. yüzyılın tek gerçeği sayanlar, bütün bu nedenlerle, Irak halkının direnişini “gözden düşürme”ye, uluslararası alanda yükselen emekçi ve antiamerikan-antiemperyalist hareketin “üzerini çizme”ye özel bir gayret gösteriyorlar. Çünkü asla istemedikleri bir gelişme, uluslararası alanda işçi-emekçi direnişi bir gerçek olarak karşılarına dikilmiştir. Irak halkının “daha harekatın başlangıcında teslim bayrağı çekeceği”ni söyleyenlerin, halkın Amerikan-İngiliz işgaline büyük bir direnişle karşı koymasıyla uğradıkları şaşkınlıktan Bağdat’ın “düşmesi” üzerine “rejimi iğfal” efelenmesiyle çıkmaları, bu bakımdan yalnızca insani hiçbir değerle alakalarının kalmadığının ve istenmeyen bir direniş karşısındaki alçakça tutumlarının ifadesidir.

EMPERYALİZME DİRENİLEBİLİR VE YENİLEBİLİR
Bütün öteki gelişmeler bir yana; Irak halkının onca yoksunluğuna rağmen işgalcilere ve onların “devasa gücü”ne gösterdiği direniş, emperyalizmin ve Amerikan haydut çetesinin yenilgiye uğratılabileceğini bir kez daha ve dünya halklarının gözü önünde kanıtlamıştır. Amerikan propaganda timlerinin “Irak’ta halkın direnişi görülmedi” yönündeki ısrarlı söylemi; son yirmi-otuz yıllık süreçte ABD ve emperyalizmin yaşamın tek gerçeği olduğu ve çelişki ve çatışmaların son bulduğu üzerine burjuva propagandasının inanırlığını yitirmesi ya da etkisizleşmesi karşısında gerici “önlem”e duyulan aşırı gereksinmenin işareti de sayılabilir.
Ülkelerindeki zulüm ve dikta rejimleriyle kader birliklerini gizleme kaygısıyla da beslenen işgal çığırtkanlığı, “24 yıllık zulüm ve dikta rejiminin sona ermesi”, “demokrasi getirme” ve “özgürleştirme” yönündeki burjuva söylemi, bu bakımdan, ancak geçici ve çabuk tükenmeye mahkum bir “rezerv” oluşturabilir.
Amerikan emperyalizminin darbe yemesini yaşam alanlarının daralması ve tehdit altına girmesi olarak gören Amerikan savaş lobisi ve emperyalist kapitalizmin tüm besleme takımı, antiemperyalist uyanış ve mücadelelerin güçlenmesinden büyük bir ürküntü duymakta ve bu eğilimin önünü kesmek için entrika ve çarpıtmalara sığınmaktadırlar. Bunlar, ABD emperyalizmine karşı genişleyerek güçlenen uluslararası mücadeleyi zaafa uğratmak üzere, onu “Saddamcılık” olarak göstermeye çalışmakta; Saddam ve Baas yönetiminin işgal öncesi uzun yıllarda uyguladığı baskıcı politikalar nedeniyle yol açtığı halk tepkisini istismar etmeyi ihmal etmeden, halkın işgalcilere direnişini zaafa uğratmak üzere, eğer mücadele ve direniş yolu tutulursa, bunun “Saddamcılık olacağı” şantajına başvurmakta; Irak halkı ve ülke topraklarıyla kaynaklarını savunma tutumu içine giren güçleri “yenilgiye uğratan” Bush-Rumsfeld -Blair çetesine selama durmaktadırlar. Bush-Blair ordularının öncü-iliştirilmiş ajan gazetecileri olarak antiemperyalizme savaş açanlar, ülkelerinde “ulusallık” adına ne varsa yıkılıp-yağmalanmasını istemekte; işgal ordularının Bağdat’ta “kazandıkları zafer”e sırt dayayarak “öteki Baas rejimlerinin yıkılması gereği”ni -Bush-Rumsfeld ekibinin sözleriyle- gündeme getirmekte; Amerikan çıkarları yönünde uluslararası alanda cinayet, sabotaj ve darbeler örgütlemekle görevli casus örgütünün eski direktörü Wolsey’in, “bölgeye özgürlük getirene kadar sürdürüleceği”ni açıkladığı “…Arap ve müslüman dünyasına demokrasi götürme savaşı”ndan feyz alarak ABD’ne Ortadoğu ülkelerinde “demokratikleştirme operasyonunu sürdürme” çağrısı çıkarmaktadırlar.*
Ülkesi iþgal edilmiþ bir halkýn direniþinin eldeki araçlar ve olanaklara baðlý olarak geliþtiðini, bugün yenilenin yarýn zafer kazanabileceðini tarih göstermiþtir. Amerikancýlar, on iki yýldýr Batý emperyalizminin ambargosu altýnda eli-kolu baðlanmýþ bir ülke halkýnýn yurtsever direniþini aþaðýlarlarken, aþaðýlýk tutum ve politikalarýný açýða vuruyorlar. Askeri zafer Amerikan haydut çetesiyle suç ortaklarýný bir ölçüde rahatlatmýþ olmakla birlikte, halklara kan ve ateþle egemenlik dayatanlarýn saltanatlarýnýn baki kalmadýðýnýn ve direnerek yenilen halklarýn önünde sonunda kazanacaklarýnýn çok sayýda örneði yaþanmýþtýr. Irak halkýnýn baðýmsýzlýk için ve sosyal-politik taleplerle direniþi sürdüreceðinin bugünkü somut kanýtý ise, iþgalcilerin tank ve top tehdidi devam etmekteyken, Iraklý emekçilerin, yönetimi kendi seçtikleri temsilcilerle oluþturma ve Irak’ta düzeni saðlama istediklerini açýklamýþ olmalarý; direniþ ve protestolarýný çeþitli biçimlerde sürdürmeleridir.
Nice zalim hegemonyacının yerle bir edildiğini, güçlü imparatorlukların yıkıldığını işgalcilerle şakşakçıları da bilirler. Bağdat’ın ortasında, bir avuç korkak ve düşkünü toplayarak Saddam heykelini -boynuna ip bağlayıp saatler süren uğraştan sonra- yıkan tank ve panzer destekli Amerikan işgalcilerinin “Irak halkı tarafından sevinç gösterileriyle karşılandığını” söyleyerek işgal ve imhanın “haklılığı”na dayanak bulduklarını sanan burjuva çapul sürüsünün ilan ettiği “zafer”in, alçakça bir imha ve yağma olduğunu; emperyalist burjuvazi ve tekellerin kaynak ve pazar ihtiyacının belirlediği askeri müdahalelerin başka sonuçlar doğurmayacağını, olaylar ve gelişmeler bir kez daha kanıtlamış durumda.
Irak’ın emperyalistlerce işgali karşısında alınan farklı tutumlar, toplumlar gerçeğinin birçok kez kanıtladığı bir gerçeği; herhangi bir toplumda, bağımsızlık için sonuna kadar direnenlerin yanı sıra aşağılık işbirlikçilerin de bulunabileceğini ve bulunduğunu; bunun, Irak gibi çok uluslu, geri ve bağımlı ülkelerde daha bariz biçimde görülebileceğini; ancak esas olanın, halkların bağımsızlık, demokrasi ve diğer talepleri için direniş çizgileri olduğunu gelişmeler yeniden ortaya koymaktadır.

EMPERYALİZM HER YERE SİYASAL GERİCİLİK VE DEMOKRASİ DÜŞMANLIĞI GÖTÜRÜR
Amerikan emperyalizminin gücüne iman edenler bir kez daha onu “tek seçenek” ve “tek değiştirici güç” olarak ilan ediyorlar.
İşgalcilerle onların merasim mangası gazeteci-yazarlar, Irak ve Ortadoğu’nun Bush çetesi tarafından askeri müdahale ve işgal yoluyla “demokratikleştirilmesi” üzerine senaryoları, Almanya ve Japonya gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından ekonomik-askeri ablukaya alınarak on yıllarca sömürülen ülkelerin durumu örnek göstererek dayanağa kavuşturmak istiyorlar. Amerikan işgal karargahı ve savaş çetesinin bir ülkeyi işgal etme ve toplumsal yapısıyla siyasal sistemini halkının iradesine rağmen değiştirmeye yönelmesine karşı mücadele yerine; iki ülkenin gelişme düzeyini kıyaslamaya girişiyorlar. Bu senaryo üzerine sürdürülen tartışmalara katılanlardan bazıları ise, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası ve Japonyasının ekonomik-sosyal gelişmişlik düzeyinin “demokratikleşmeyi olanaklı kıldığını, bugünün Irak’ının sosyal-ekonomik durumunun ise böyle bir değişim için uygunsuz olduğu”nu ileri sürerek, savaş ve işgali bir yana bırakmakta ve işgalciye “meşruiyet” sağlamaktadırlar. Bunlar, işgalcinin Irak topraklarından ve bölgeden çekilmesi, yakıp yıktığı kentlerin yeniden imarı için bütün giderleri karşılaması, Irak halkına yönelik katliam gerçekleştirenlerin savaş suçluları olarak yargılanmalarının sağlanması, Irak’ta nasıl bir politik-sosyal düzenleme ve idari yapının kurulacağının Irak’ın tüm milliyetlerden halkı tarafından belirlenmesine olanak tanınması ve bu halkın iradesine saygı gösterilmesi vb. acil sorunlar yerine, işgalcinin “demokrasi ihracı” üzerine alçakça demagojiyle, işgali meşrulaştırıp onaylıyorlar. Diğer yandan, işgalcilerle emirleri altındaki propagandacılar, II. Savaşı sonrası, Almanya ve Japonya’nın ABD-İngiliz emperyalistleri tarafından tabi tutuldukları yaptırımları, 60 yıla yakın bir süre sonra yeniden onaylayarak, bu ülkelerden sağlanan vurgunu gizliyor ve halklarının demokrasi için yürüttükleri zorlu mücadelelerinin görmezden gelinmesi karşısında herhangi bir utanç duymadıklarını yeniden teyid ediyorlar. Kapitalist diktatörlüğün “demokrasi” perdesini yüzlerine maske edinerek, halkların ve işçi sınıfının demokratik yönetimlerini karalamak üzere, “devletçilik, otorite hayranlığı ve demir yumruk” üzerine demagojiye baş vuran bu alçaklar sürüsü; sömürü, kan ve gözyaşı üzerine kurulu sistemlerini savunurlarken, demokrasiyle diktatörlük, “Saddamcılık”la antiemperyalizm; Saddam ile Stalin ve Enver Hoca, Saddam heykelleriyle Lenin-Stalin heykelleri, Firdevs Meydanı ile Berlin Duvarı arasında paralellikler kurmaya da özel bir ilgi gösteriyorlar.
Saddam’ın diktatörlüğü üzerine gürültülü kampanya yürüten Amerikancılar Bush’un “demokratlığı”na toz kondurmuyorlar. Ülkelerde darbeler düzenleyen, sabotaj ve cinayet timlerini Latin ülkelerinde diktatörlerin hizmetinde halka karşı harekete geçirmekten geri durmayan, uluslararası alanda imzalanmış “kültür eserlerinin korunması, uluslararası savaş suçluları mahkemesi ve kirliliğin engellenmesi ve doğanın korunması” anlaşmalarına imza atmayan ve Kolombiya’dan Libya’ya bir dizi ülkeyi tehdit eden Amerikan saldırı ve savaş çetesine “demokrat” payesi veriliyor! Burjuva propagandası ve ideologlarının açmazlarından biri tam da budur.
Asya-Afrika halklarını aşağılayan ve demokratik kurumlara sahip olamamakla suçlayan Batı emperyalist burjuvazisi ve işbirlikçi uşak takımı, bu ülkelerde süregiden sosyal-ekonomik ve politik sistemin gerilik, gericilik ve antidemokratizm ile; bölünmüşlük ve ulusal geriliğin emperyalist sömürgeci sistemle, sömürgeci politikalarla ve emperyalist işgallerin uluslararası tekellerin pazar ihtiyaçları ve kapitalist rekabetle ilişkilerini ve Batı tekelci burjuvazisinin “Doğu” monarşileri, aristokrasileri ve diktatörlüklerinin koruyucu gücü ve ağababası olduğunu gizleme çabasındadırlar. Yüzyılı aşkın bir süredir “geri kalmış”lıkla  suçlanan halkların kaynaklarını yağmalayanlar, şimdi bu halkların “geriliklerini aşmaları” demagojisi eşliğinde, fiili işgallerine zemin hazırlamaktadırlar. “Batı”yı “demokrasi”nin, “Doğu”yu diktatörlüklerin mekanı gösterenler, burjuva diktatörlüğünü kitlelere “demokrasi” olarak benimsetme çabaları bir yana; tarihin en vahşi faşist diktatörlüklerinin, kapitalizmin Batı’daki “anavatan”larında; Almanya, İtalya gibi ülkelerde ve İspanya’da işbaşına geldiklerini görmezden geliyorlar. Tarih çarpıtması bir yana; Doğu’da ya da Batı’da; Latin ülkelerinde, Ortadoğu’da ve Önasya’da faşist diktatörleri, en zalim işbirlikçilerinin egemenliğinin temsilcileri olarak işbaşına getirenin Amerikan emperyalist haydudu olduğunu da böylece unutturmaya çalışıyorlar. Kendi sınırları dışındaki ülkelere saldırıp ve müdahalelerde bulunan, İran Şahı’nı, Franko ve Vidella’yı, Marcos ve Pinochet’yi işbaşına getiren, darbeler düzenleyip hükümetler deviren, Balkanlar’ı ve Kafkasya’yı yeniden uluslar boğazlaşmasının alanına çeviren, Suudi gericiliğini, Emirlerle Sultanları işbaşında tutan, Siyonizmi Arap halklarıyla ilerici insanlığın baş belalarından biri haline getiren ABD emperyalist şeflerinin “demokrasi ve özgürlük götürme” iddiası, açıktır ki, tam bir iki yüzlülükten, insani değerlere saldırı ve şoven ve faşist bir demagojiden ibarettir.
Burjuva propagandası, kapitalist gelişmenin belli bir evresinde; kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde, sanayi devrimi ve sınaî gelişmeyle kapitalist-burjuva demokrasisi arasındaki bağı dayanak almakta; kapitalizmin geliştiği ülkeleri burjuva demokrasisinin, geri ülkeleri diktatörlüklerin “vatanı” olarak sınıflandırmaktadır. Burada, kuşkusuz yine bir “tarih çarpıtması” ve bilinçli bir karıştırmayla karşı karşıyayız. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin aşıldığı, emperyalist kapitalizmin ve tekel egemenliğinin demokratizmin değil; hegemonya ve tahakkümcülüğün, demokrasi düşmanlığı ve ulusal baskının sistemi olduğu gizlenmek isteniyor. Yine, 19. ve 20. yüzyıllarda çeşitli ülkelerde burjuva demokrasisinin, önemli oranda, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mücadelesi ve desteğiyle yerleştiği; ancak bunun, genel ve herkes için uygulanabilir bir hak eşitliği sistemi değil, burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilen diğer emekçi kitleler üzerindeki sınıf egemenliği sistemi olarak şekillendiği; ve burjuva demokrasinin sınırlarının, sınıf mücadelesinin seyrine ve emekçilerin direnme ve örgütlenme düzeyine bağlı olarak tekelci burjuvazinin ihtiyaçları tarafından belirlendiği biliniyor. Yüzyıllar boyu süren mücadele ile şekillenen burjuva siyasal sistem (burjuva demokrasisi) de, uluslararası gelişmeler ve ülke içi sınıf güç ilişkileri, burjuvazi yararına emekçi hakları ve kazanımlarının sınırlanmasını veya tersinden emekçi mücadelesinin sıkıştırılması ve sosyalizmin Batı’da güçlenip yayılmasını önlemek üzere haklarda -geçici- sınır genişletme mümkün olabilmiştir.
Uzun yıllar işçi sınıfı hareketine ve sosyalizme saldırının başını çeken İngiliz ve Amerikan tekelci burjuvazisi, bu saldırı kapsamında, sosyalizmin ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin yayılmasını önlemek amacıyla, özellikle Avrupa’ya ilişkin olarak, burjuva demokrasisinin sınırlarında genişleme ve “sosyal devletçi uygulama”lar yönünde bazı iyileştirmeleri de gerekli görmüştür. Bu tür iyileştirmelerin kapsamı ve süresinin uluslararası alanda işçi hareketinin durumuna ve sosyalizmin varlığı ya da tasfiyesine bağlı olarak değiştiğini zaman göstermiş bulunuyor. Özellikle son on yıllarda sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da tasfiyesi ve eski sosyalist ülkelerde kapitalist emperyalizmin egemenliğinin yeniden tam olarak tesisinin sağlanmasıyla birlikte; uluslararası işçi hareketinin düşüş ve durgunluğunu da fırsat sayarak, kapitalist tekellerin saldırılarını artırdıklarını, özellikle 11 Eylül 2001 olayları sonrasında, ABD ve diğer emperyalist ülkeler başta olmak üzere bütün kapitalist ülkelerde, politik, sosyal ve ekonomik saldırı planlarının yoğun biçimde uygulamaya konması göstermiş bulunuyor. İşçi sınıfı hareketine ve sosyalizm için mücadeleye karşı azgın bir ideolojik politik saldırı yürüten burjuva emperyalist cephenin, Amerikan-İngiliz sömürge ordularının Irak’ta ve Ortadoğu’da aldıkları yol ve sağladıkları “başarı”yı dayanak edinerek, emperyalizme ve burjuvaziye karşı mücadelenin “sonuçsuzluğu” üzerine propagandaya hız vermelerini buna eklemek gerekiyor; ki bu, yukarıda da belirtildiği üzere, gerçekte bağımsızlık ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin önünü almak; emekçilerin çıkarları yönünde düşüncelerin güç bulmasını önlemek amacını taşıyor. İşçi sınıfı hareketi ve sosyalizme vurulan ağır darbeler, bu darbeleri vuran güçler tarafından, bu kez, son Irak işgali eylemlerinin başarılı sonuçları üzerinden, yeniden ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler devreye sokularak daha güçlü biçimde pekiştirilmek isteniyor ve saldırı buna yönelik olarak sürdürülüyor. Emperyalizmin “yıkılamazlığı ve ebedi kalıcılığı” üzerine propaganda bu kez, ABD’nin Irak saldırısı ve işgali dayanak edinilerek geliştirilmek isteniyor.
Washington’daki “Konsey” toplantılarında Wolfowitz, Rumsfeld ve Powel’in Ortadoğu ülkelerinin “domino teorisi” usulünce işgal edilmesine ilişkin konuşmalarını “kaynaktan duyuracak” kadar Bush çetesine yakın olan iliştirilmiş gazeteci ve yazarlar, “bütün bu gelişmelerin Türkiye’yi olumlu yönde; liberal demokratizm ve bölgede laikliğin güçlenmesi yönünde güçlendireceği”ni vazederek, Pentagon kuvvetlerinin silah güç ve işgallerle “demokrasi ihracı”nı gerçekleştirmelerini ve Amerikan hegemonyasının güçlenerek sürmesini istemektedirler.

“UYGARLAR”IN BARBARLIĞI YA DA SÖMÜRGECİ MANTIĞI
Pentagon ve CIA karargahlarında belirlenmiş ideolojik ve psikolojik savaş hattına uygun bir saldırıyı Irak halkı şahsında bütün ezilen halklara ve uluslararası işçi sınıfına karşı sürdüren Amerikancılar, Irak halkının direnişini karalamak ve efendilerine karşı çıkılamayacağını kanıtlamak amacıyla, Irak’taki direnişi, Irak’ın toplumsal gelişme ve burjuva kurumsal organlarının durumuyla bağlantılandırarak ve yağma eylemlerini de “geriliğin ve gelişmemişliğin göstergesi” ilan ederek aşağılamaya, alaya almaya ve böyle bir direnişİ olmamış göstermeye özel bir önem veriyorlar.** “Aşiretten devlet olmayacağı”, devlet kurmak için “şehirli olma, hukuku ve işbölümünü bilme, meslek sahibi olma” ve “devlet şuuru’na sahip olma” üzerine burjuva şarlatanlığı bu nedenle sürdürülüyor.
Yağmayı “özgür insanların özgürlüklerini kullanmaları”nın işareti ilan eden işgalci, doğa ve insan yaşamına karşı burjuva-kapitalist “sorumsuzluk”un gereğini yerine getirmektedir. Biliniyor ki, üretim biçiminin temel karakteristik özelliğini artı-değer sömürüsü ve azami tekel kârının oluşturduğu bir sistemde, pazarların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi amacıyla girişilmiş işgaller sırasında çevre, doğa ve insan katliamı için “gözyaşı dökmek” beyhudedir. Kapitalist tekeller için insan yaşamı ve doğanın hiçbir önemi yoktur. ABD bunu, Kyoto ve Lahey anlaşmalarına imza koymayarak, uluslararası savaş suçlularının yargılanması anlaşmasından ABD askeri ve yöneticilerinin muaf tutulmasını dayatarak ve kültür-uygarlık yıkımına yönelik politikalarıyla göstermiştir.
Kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin her gün her yerde ürettiği işsizlik, açlık ve yoksulluğun umutsuzluğa sürüklediği kitleler arasında, ulus, ülke ve sınıf değerleri karşısında gözü-yüreği kör topluluklar yarattığı; bu tür grupların, uygun koşullar oluştuğunda, ileri kapitalist ülkelerde dahi yağma eylemlerine giriştikleri bilinen bir gerçektir. Buna karşın, Amerikan sömürge ordularının ağır bombardıman ve yağmasına alkış tutan dünyanın hemen tüm ülkelerindeki sermaye beslemeleri, Irak kentlerinde bizzat işgalcilerin kontrolü ve kışkırtmasıyla gerçekleşen yağma eylemlerini, Irak halkı ve onun şahsında Asya ve Afrika halklarını aşağılamak için ideolojik ve psikolojik savaş cephaneliğine malzeme olarak taşımaktadırlar. Saddam heykellerinin devrilmesi, resimlerin yırtılıp tabloların parçalanması törenlerini Hollywood senaristlerinin marifetiyle filme alan ve döne döne ekranlara getiren işgal kameramanları ve iliştirilmiş-eklemlenmiş gazeteciler güruhu, Irak’taki “heykel ve tabloların zevksizliği” ve “kabasabalığı” demagojisiyle, ABD emperyalizmine karşı yürütülen uluslararası mücadeleyi mahkum etmeye soyunuyor, Amerikan-İngiliz sömürge ordularının “zaferi”ni kutsayarak, Irak işgalinin başarılmış olmasını emperyalizmin “yenilmezliği”nin kanıtı olarak reklam ediyorlar.
Bu gerici demagojinin dayanağı, ancak kapitalizmin artı-emek sömürüsüne dayanan yağma politikası olabilir. Kapitalizm açlık, yoksulluk ve işsizliğe sürüklediği kitleler içinde, en çok toplumun “tortusu”nu oluşturmaya zorladığı tabaka arasında, özellikle de toplumsal kargaşa dönemlerinde yağma eylemlerini nedenlemekte, bünyesel kapitalist çelişkiler aracıyla teşvik etmektedir. Irak’ta işgal birliklerinin kontrolü ve teşvikiyle gerçekleştirilen yağmanın ilk “işaret fişeği”nin ABD askerleri tarafından atılması, her şeyden önce sisteme ilişkin böylesi bir “toplumsal gerçeği” ortaya koymuştur.
İşgal çetesinin şeflerinden Donald Rumsfeld, işgal altındaki Irak kentlerinde girişilen yağmalama ve çapulculuğu “suç işleme özgürlüğü” olarak gösterirken, çapul eylemlerini Amerikan birliklerinin kışkırttığını, göz yumarak yaygınlaşmasını sağladığını bir biçimde itiraf etmiştir.*** Ülkeler ve kıtalar yağmacısı Britanya imparatorluğunun “liberal çocuğu” Blair de, yağma ve yıkma eylemlerinin “Saddam rejiminden daha iyi olduğunu” söyleyerek, emperyalist kapitalizmin yağmacı karakterini ve burjuva-emperyalist “özgürlük” anlayışının ikiyüzlülüğünü ortaya koymuştur. Irak’ı yağmalamak ve burayı üs edinerek Ortadoğu-Kafkasya-Önasya’ya yayılmak isteyen işgalciler, on iki yıl boyunca ambargo altında tutup gıda ve ilaç ticaretini bile yasakladıkları bir ülkede başvurulan eylemleri, emekçilere ve ezilen halklara karşı ideolojik-politik savaşın aracı olarak kullanacak kadar insanlığa ve uygarlığa düşmandırlar.
**    **   **
Burjuva emperyalist ideolojik saldırının, emperyalist gericiliğin ve Amerikan savaş ve saldırı çetesinin ihtiyaçları kapsamında ve günümüz gelişmelerine tekelci burjuvazi cephesinden cevap vermek ve set çekmek üzere yeniden yoğunlaştırıldığı görülüyor.
Savaş ve işgaller de dahil, insanlığın karşı karşıya bulunduğu başlıca toplumsal sorunların kaynağında, emperyalist tekeller, mali sermaye, tekellerin sermaye ihraç alanları ihtiyacı ve kapitalist pazarın sınırlılığının durduğu; bütün bu sorunların altında, üretimin toplumsal karakterine açık bir karşıtlık içindeki özel mülkiyet sisteminin yattığı kesindir. Çatışma ve savaşları, demokrasisizliği ve hegemonya dayatmasını; sömürgeciliği ve işgalleri nedenleyen başlıca kaynak, tekelci kapitalist sistemdir. Burjuva propagandası, sermayenin uluslararası olanakları seferber edilerek, bu gerçeklerin görülmesini ve halkların bağımsızlık ve kurtuluş mücadelelerini engellemeye yöneliktir. Yapılacak olan ise, aslında bütün dayanaklarıyla birlikte, emperyalizmin tank paletleri altında geçersizleştirdiği bu yalan kampanyasının etkisini tümüyle kırmak üzere; uluslararası alandaki gelişmeleri işçi sınıfının ‘dünya görüşü’ açısından daha net ve daha yaygın biçimde ve bütün bağlantılarıyla ortaya koymayı sürdürmek, bunu pratik-siyasal mücadelenin güçlü bir aracı haline getirmektir.
———————————————–
dipnotlar:
*The Guardian, 8 Nisan 2003)
**Türkiye’deki ABD ajanları ve misyoner gazeteci-yazarlar “21 günde Bağdat!” başlıklı yazılar döşenerek Pentagon’un zaferini kutlarlarken, Pentagon’un propaganda müfrezelerinin Türkiye şubesi gedikli komutanı şöyle diyordu: “Sadece 4 bin Amerikan askeri yetti. ‘Stalingrad Savunması’ beklediğimiz Bağdat. Sadece 6500 Amerikan askeri yetti. Daha doğrusu 49 tank, 6500 asker. Sonra Vietnam’a döner diye korktuğumuz o şanlı direniş. Sadece 21 gün yetti….Meğer hepsi zalim diktatörün uydurduğu yalan dolan dekorlarıymış… Meğer ne kadar suflilermiş… Yahu insan şeref için tek kurşun atar… Ve ne yazık ki Türkiye, yanı başındaki bu tarihi olayın aktörü değil,.. Şimdi sıra Türkiye’nin içinde çöreklenmiş Saddamcılığı ve Üçüncü dünyacılığı yıkmakta.” (E. Özkök, 11 Nisan Hürriyet)
*** Rumsfeld, “Özgür insanlar suç işlemekte, kötü şeyler yapmakta özgürdür” diyordu.

Stalingrad

Irak Savaşı, pek çok konu açısından, geçtiği yeri bir işaret fişeği gibi aydınlatarak “bitti”. Tarihin olağandan daha hızlı devindiği ve gizemli bir projektörle geniş bir zaman dilimini aydınlattığı o ilginç dönemlerden de biriydi bu. Bir an patlamış bir flaş gibi, karanlık ve boğucu bir dönemin daha net çizgilerle görünmesini sağladı. “Tarihselci” bir anlayışa sahip olan kesimler için zaten görünmekte olan kimi olgular, çok daha geniş kesimler açısından da böylelikle berraklaştı. Savaşın sonunu getiren gizemli olaylar ve “beklenen” Bağdat savunmasının neredeyse bir mahalle kavgası sadeliğinde geçmesinin ardından, Saddam’ın ya da çok güvendiği muhafızlarının komutanlarının veya bir başkasının/başkalarının ihaneti üzerinde duran teoriler, savaşın ilk günlerindeki büyük ve moralli direnişi unutturacak bir ilgi uyandırıyor. Bağdat’ın bu denli “kolay” düşmesi, bu teorilerden birinin gerçek olma ihtimalini güçlendiriyor; ama işte o “satış”ın olduğu âna dek süren direnişin -en azından ABD’li savaş borazanlarının moralinde bir çöküntü olarak- yarattığı etkiyi ortadan kaldırmıyor. Irak, istilacı güçler karşısında; elleri kolları bağlanmış, kendisini savunmakla, topyekûn bir savunmayı örgütlemekle yükümlü organları, ayrıntıları bilinmeyen bir ihanetle çekip gitmişken, çaresizce diz çöktüğünde, işte en azından o yukarıda sözü edilen flaşı patlatabilecek kadar zaman bulabilmişti. Güney Irak halkının, tüm olanaksızlıklara ve düşmanın “savaşın kurallarını” bile hiçe sayan kalleş gaddarlığına rağmen, bir yurt savunması ruhuyla sürdürdüğü direnişin ortaya çıkardığı temel bir gerçek oldu: Emperyalist savaş makinesi, bir gün kaçınılmaz olarak karşılaşacağı yenilginin/yenilgilerin yakınlaşmakta olduğunu seziyor ve bundan yakıcı bir şekilde korkuyor.
Savaşın, o ani bitişinden sonra Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in, yıkılan Saddam Hüseyin heykellerine bakarak, 90’lı yılların başında Doğu Avrupa’da yaşanan yıkımları hatırlatması ve Saddam rejiminin uyandırdığı imgeleri, Lenin’in, Stalin’in Sovyetler Birliği’ndeki imgesiyle eşitlemeye çalışması, gerçekte savaşın önemli ayrıntılarından biriydi. Amerika’nın “savunma” bakanı aracılığıyla, Hitler ve Saddam ile Lenin ve Stalin isimlerini bir arada anmasıyla, bugünün orta zekalı televizyon ve gazete yorumcularının sığlığı arasında bir paralellik kurmak ve Rumsfeld’i cahillikle suçlamak doğru değildir. Rumsfeld de, öteki Amerikan baronları da, kuşkusuz, bunların aynı şeyler olmadığını biliyorlar. Ama, bu sözlerin çağrışımları, zaten savaş boyunca bir çarpıtma ve yalan yatağında akmış olan propagandanın hizmetindeyken, hem bir korkuyu gizliyor hem de bir başka korkuyu büyütüyor.
Irak savaşında iletişimin olanakları, sağlıklı bir iletişimin olanaklarını ortadan kaldırmak için kullanıldı. İfade “özgürlüğü” ve yaygın teknik olanaklar, artık ifade edecek tek bir gerçek kalmayasıya yalanın hizmetine koşuldu. Bu savaşla birlikte artık iyice görüldü ki, iletişimin kendisi, bugün iletişimsizliğin kuralıdır. Kişi, ne kadar çok haber alıyor ve ne kadar çok görüntü izliyorsa, gerçekler hakkında o kadar az şey biliyor. Örgütsüz ve eleştirel bir bakıştan yoksun halk kitlelerine, Amerika’da da, dünyanın başka yerlerinde de, bu garip ve bunaltıcı çelişkinin içinde, savaşı ve olanları anlama çabasının yorucu yükü düştü. İşte tam da, işaret parmağını Saddam’ın yıkılan heykellerine doğrultup, “Lenin, Stalin de böyleydi” diyen adamın sözlerinin ne denli sahte ve art niyetli olduğunu gizlemeye yarayan bulanıklıkta bir ortam…
***
Lenin ve Stalin, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist toplum düzeninin ve onun İkinci Dünya Savaşı’nda faşist istilacılığa karşı kazandığı ve tüm dünya halklarının hafızalarında yer etmiş olan büyük zaferin iki güçlü ismidir. 1917 devriminden sonra Lenin’in önderliğinde kurulmaya başlanan yeni toplumun bütün bir Sovyet halkında yarattığı –dünya halklarına da sirayet eden– bilinçli ve inançlı iyimserlik, gelecek konusunda duyulan sabırlı güven, İkinci Dünya Savaşı’nda sergilenen olağanüstü yurt savunmasının en nesnel zeminini oluşturuyordu. Sovyet halkı ve tümüyle bir halk ordusu biçimindeki Kızılordu’nun, anayurdu istila ederek içlerine doğru ilerleyen faşist Alman ordularına karşı giriştiği büyük savaş; gerçekte sadece Sovyetler Birliği’nin değil, faşizmin bizzat işgali altındaki bütün bir Avrupa halkının ve “Sovyetler düştükten sonra” sıranın geleceği diğer ulusların da savaşıydı. Faşizme ve Alman emperyalizmine karşı duyulan büyük nefret, Sovyet yurttaşlarının kahraman direnişinde somutlaşıyor ve bütün halklar, en azından gönülleriyle bu büyük savaşta Sovyetler’i destekliyordu. Sovyet direnişinin uyandırdığı heyecan, işgal edilmiş Avrupa ülkelerindeki, kimi yerde dağınık, kimi yerde umutsuz direnişleri ve partizan savaşlarını hararetlendirdi. Avrupa’da ve işgal altındaki başka ülkelerde, uluslar, Nazi işbirlikçisi rejimlere, iştahla Sovyetlerin yıkılmasını bekleyen sözde “müttefik” hükümetlere ve başka pek çok olumsuzluğa rağmen, Sovyet direnişinin moraliyle saflarını güçlendirdiler ve “yenilmez” sanılan Alman savaş makinesine karşı moralle savaştılar. Sovyetler açısından, savaşın en kritik, en zorlu aşaması olan Stalingrad savunması, bütün o direnişlerin odaklandığı bir dönüm noktası olarak yerini aldı İkinci Dünya Savaşı tarihinde. Her açıdan tahkim edilmiş, teknik olanakları geniş ve saldırı gücü yüksek Alman istila ordusu, bu küçük şehrin önünde, tüm tarihin en ağır bozgunlarından birine uğradı. Sovyetleri istila için gelen Alman ordusu, aylarca kuşattığı, ağır silahlarla yakıp yıktığı, dünyayla bağlantılarını kestiği Stalingrad’ın önlerinde, kelimenin gerçek anlamıyla yok oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktasıydı bu kuşatma ve çok geniş topraklara istilacı olarak yayılmış olan Alman ordularının yenilgiler zinciri Stalingrad’da başladı. Sovyet ordusu ve halkı, faşist orduları önüne katarak, Berlin’de ve Hitler’in ele geçirilmesiyle son bulacak bir kovalamaya başladı. Anglo-Amerikan müttefikler, ancak Sovyetler Alman ordusunun direncini kırdıktan sonra gerçek anlamda katıldılar savaşa. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi ordularının yenilmesini sağlayan, Stalingrad savunmasını bir dönüm noktası olarak belirleyip söylenebilir ki, Sovyet halkının topyekûn direnişiydi. Bütün bir ülke ve halk, tüm dünya halklarının samimi desteğini yanında hissederek, önce kıstırıldığı ve her türlü insani olanaktan mahrum bırakıldığı bir kentin içinde, sonra faşist orduyu püskürte püskürte girerek özgürleştirdiği Avrupa’nın doğu ülkelerinde amansız bir savaş verdi; sadece düşmana değil “dost”a da parmak ısırtan bir savaş. İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin müttefiki gibi görünen ama en kritik anlarda onu yalnız bırakıp, yenilmesini, hiç değilse zayıf düşmesini temenni eden batılı emperyalistler, İngiltere ve ABD de, Stalingrad’da cisimleşen direniş ruhunu ve Sovyet halkının “Sosyalist Anayurdun Savunulması” adıyla, hem bir ülkeyi hem de onun toplumsal düzenini fedakarca savunması karşısında endişelenmişti. İkinci savaşın hemen ardından baş gösteren “Soğuk Savaş” gerginliğinin önemli nedenlerinden biri de buydu. Sovyetler Birliği, yeni bir düzeni kurma konusunda kanı ve canıyla bedel ödeyerek kararlılığını dolaysızca bildiren halkıyla birlikte, artık tüm dünya için, eskisinden daha da büyük bir umudu temsil ediyordu. Emperyalist egemenliğin varlığını en fazla tehdit eden de, bu umudun evrensel düzeydeki yaygınlığıydı. Faşistlerin Stalingrad’da görmeye başladıkları ve sonlarını getiren kabus, tüm zorba egemenlikler için bir “tehdit” olarak algılanıyordu nitekim.

***
Amerika, çıkacağı aylar öncesinden belli olan bir savaşla Irak’a saldırdıktan sonra, “şok ve dehşet” adını verdiği bir savaş taktiği yürüttü. “Şok ve dehşet” adının tüm açık ve gizli anlamlarının taşıdığı yıkıcı tehdit, Nazi savaş aygıtının başta Sovyetler Birliği olmak üzere herkese yönelttiği bir barbarlığı hatırlatıyordu. Kentlerin, hava bombardımanları ve ağır topçu ateşleriyle yok edilmesi, istilaya karşı direniş gösteren şehirlerin acımasızca cezalandırılması, direnişin her türlü baskıya rağmen sürdüğü koşullarda, sivillere dönük, psikolojik yılgınlığı hedefleyen katliam saldırıları… Tüm Nazi savaş mekanizması, Amerika’nın Irak’a ve kentlerine yönelttiği saldırıda uygulandı. Ama tüm bunlara rağmen, ilk günlerde Irak halkının direnişi sürdürmesi ve ülkenin güneyinde başlayarak ortalarına kadar tüm kentlerin, düşmanın teknik üstünlüğüne rağmen, ağır kayıplar verme pahasına teslim edilmemesi, etkisinin sınırları Irak’ı aşan bir moral ortamı yaratmaya başlamıştı. Amerikan saldırısı öncesinde yekpare bir görüntü vermeyen, kuzeyde Kürtler, güneyde Şiiler ve ülkenin orta kesimlerindeki kimi aşiretler tarafından bir “iç savaş” çıkarılması ve Saddam’a karşı Amerikan istilacılığıyla birleşmesi beklenen Irak unsurlarının, Saddam’ı “kendi” sorunları olarak görüp –Kürtler dışında– emperyalist saldırganlığa karşı birleşmesi; önce Irak’ta, belki tarihi boyuca olmayan bir “ulusal ruh” doğurma eğilimindeydi. Sonra bu “ruh” bölge halklarına yayılmaya başladı. Ortadoğu’da, tarihsel ve güncel gerekçelerle, Amerikan ve İngiliz emperyalizmine karşı duyulan büyük öfke, bu direnişin etrafında önce moral olarak sonra fiziki olarak birleşme işaretleri bile vermeye başlamıştı. Biri kapitalist batı uygarlığının sömürgeci dönemlerinden kalma olan ve tüm bir Ortadoğu-Kuzey Afrika Arap halklarının sömürgeleştirilmesi, işbirlikçi zorba rejimler tarafından kontrol edilmesi olgusuna dayanan; diğeri daha güncel olmak üzere, Filistin sorunundan kaynaklanan ve on yıllardır tüm dünyanın gözleri önünde işgalci ve Siyonist İsrail rejiminin kuruluşundan itibaren Filistin aleyhine desteklenmesinden kaynaklanan iki uçlu tepki, Irak’ta gelişmesi muhtemel kalıcı bir direnişin etrafında kenetlenme eğilimindeydi. Arap-Müslüman dünyasının, emperyalist Batı karşısında yüzyıllardır süren ezikliğinin, tüm yeraltı zenginliklerinin ve coğrafi avantajlarının, aşiret, şeyhlik, hanedanlık gibi egemenlik kaynaklarından beslenen işbirlikçi zorba rejimler tarafından emperyalist ülkelere peşkeş çekilmesinin yarattığı nefretin; bu direniş olgusu etrafında bir tarihsel hesaplaşmaya dönüşme eğiliminde olduğunun açıkça görüldüğü günler yaşandı. Bağdat’ı savunmak için neredeyse tüm Arap ülkelerinden Irak’a geçen gönüllüler, tüm Arap ülkelerinde gerçekleştirilen ve giderek dozunu artıran eylemler; sadece Amerikan saldırganlığına karşı bir dayanışma göstermenin ötesine de geçerek, bütün bir Ortadoğu’yu şekillendirme gücüne sahip, kendi işbirlikçi rejimlerini hedef alan bir kitle potansiyeline işaret ediyordu.
Bu kadarla da kalmıyordu. Arap-Müslüman dünyasının dolaysız olarak hissettiği duygudaşlık, Latin Amerika’dan Asya’nın talan edilmiş ülkelerine, Afrika’dan gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yoksul kitlelere dek, çok geniş bir antiemperyalist birikimin olduğunu ve bunun, etrafında toplanabileceği umudunu veren bir direniş olgusunu hissettiği anda birleşik bir güce dönüşmesinin ne denli mümkün olduğunu da gösteriyordu savaş. Kuşkusuz, Saddam rejimi ve onun rejimini oluşturan, “güvenliğinden”, “sürdürülmesinden” sorumlu unsurların niteliği –ve hatta bunların emperyalist bölge politikalarının geçmişiyle doğrudan bağlantısı– böylesi birleşik bir gücün oluşturulmasında sadece yeteneksiz değil, olanaksızdı da. Ama Amerikan emperyalizmine karşı duyulan büyük tiksinti ve mücadele azminin, Irak yönetimi gibi belirsiz ve güven vermeyen bir unsurun etrafında dahi giderek belirginleşen bir destek halkası oluşturmaya başlaması; dahası, Irak halkının askeri direnişinin “emperyalist savaş mekanizmasının yenilmezliği” efsanesini bazı hamlelerle en azından delmiş ve yıpratmış olması, ABD yönetimi açısından tedirgin edici bir gerçekliği açıkça göstermiş oluyordu. Bağdat, bir entrikayla savaşsız teslim alınmasaydı da düşecekti belki. Ama ABD, tıpkı Nazi Almanyası’nın yaptığı gibi açık kitle katliamlarına girişmek; emperyalist söylemin en dış maskesini oluşturan, “insan hakları”, “zorba rejimlerin yıkılması ve halklarının özgürleştirilmesi” gibi palavraları söylenemez hale getiren bir şiddet uygulamak durumunda kalacaktı ve kendisi de çok ağır kayıplar verecekti. Bütün bunlar birleştirildiğinde, Rumsfeld ve “ekipteki” öteki şahinlerin kötü rüyalar görmesi anlaşılır oluyor.
Irak yönetimi ve halkın savunduğu ülkenin geleceği konusundaki kaygıları ile Sovyet yönetimi ve ülkeyi savunan Sovyet halkının geleceğe olan umut dolu güveni karşılaştırıldığında, Bağdat’tan bir Stalingrad etkisi beklemek, elbette mümkün değildi zaten. Ama hemen herkesçe bilinen bu nitelik farkına rağmen, Irak halkının direnişinin yarattığı etki, emperyalist saldırganlıkta patolojik bir anının canlanmasına yetti.
Sonuçta, askeri olarak kazanılmamış/kazanılamamış bir savaşın yükü altında olan ABD emperyalizminin, siyasetçileri aracılığıyla, asıl endişesini bir “tarih dersi” havasıyla ele vermesi tesadüf değildir. Amerikan savaş aygıtı caydırıcı etkisinden çokça kaybederek ve kazanç kalemini entrika, “diplomasi”, satın alma birimlerine borçlu olarak çıktı bu savaştan. Irak direnişinin “yarım” kalmasının Rumsfeld’in hastalıklı anılarıyla yakından ilgisi olduğu da biliniyor: Bir halk iktidarı, hiçbir işbirliğine yanaşmayan gerçek bir direniş ülkesi savaşın dengelerini alt üst edebilir… Sovyetlerin Stalingrad’da yaptığı gibi. Ve halkın gerçek önderleri, böylesi bir savaşın topyekûn örgütlenmesinde hiçbir duraksamaya yer vermeksizin davranabilir.

Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu ve Doğan Olanaklar

ABD emperyalizminin 11 Eylül sonrası ilan ettiği yeni konsepte uygun saldırganlığının son somut örneği Irak’a yapılan saldırı ve Irak’ın işgali oldu. 11 Eylül’ün ardından Beyaz Saray’dan yapılan açıklamalarla ABD yeni bir istila saldırganlığına girişeceğini belirtmiş, buna ana kılıf olarak da “terörle mücadele” yaftasını yapıştırmıştı. Buna göre, “ya ABD’den ya da terörizmden yana” olunuyordu! ABD planlarına destek olmayan her ülke, örgüt, kişi hedef tahtasına oturtulmalıydı. Emperyalist egemenliğin önündeki tüm pürüzler temizlenmeli idi. Bunun için yasal değişiklikler de dahil bir dizi adım atıldı. Daha önce örtülü operasyonlar olarak tanımlanan ve mevcut yasaları zorlayan kimi faaliyetler “daha yasal” hale getirildi. Örneğin “terörle ilgili bilgi almak için” baskı uygulamanın, işkence yapmanın gerekliliğinden bahsedildi. Daha önce kontra operasyonlarıyla tezgahlanan darbeler artık “terörist hükümeti devirmek” üzere yasal hale getirildi.
Afganistan’la başlayan saldırganlığın arkasında yatan, dünya enerji kaynakları üzerinde tam tahakküm amacıydı elbette. Ancak saldırganlığa “terörle mücadele ve ilgili yere özgürlük ve demokrasi götürme” kılıfı gildirilerek, kamuoyu ikna edilmeye çalışıldı.
Ama bu “kamu diplomasisi”nin* pek fazla işe yaramadığı Irak saldırısı sırasında ortaya çıktı (*Kamu diplomasisi, kontrgerilla literatüründe, psikolojik harbe verilen modern isimdir). Burada detaylandırmaya gerek olmayan bir dizi “savaş gerekçesi” dünyanın dört bir yanındaki Pentagon medyasıyla propaganda edilmesine rağmen, dünya halkları, Irak saldırısına ilk günden beri karşı çıktı. İlk kez bir savaş, daha başlamadan, milyonlarca karşıtını doğurdu. Dünyanın hemen her ülkesinde ABD karşıtı gösteriler düzenlendi. Milyonlarca insan sokaklara döküldü. Değişik görüşten bu milyonlar ABD planlarına karşı olduklarını her dilden haykırdılar ve savaşı durdurabilmek için çaba sarf ettiler.
Denilebilir ki, antiemperyalist dalganın bu denli yükseldiği ender dönemlerden biri yaşandı, yaşanmakta. ABD Irak’a karşı giriştiği saldırı ve saldırılarının gerisini getirecek yeni konseptiyle bir anlamda arı kovanına çomak sokmuş oldu.
Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, savaştan çıkarı olan bir avuç işbirlikçi dışında halkın tamamı savaşa karşıydı. Nedenleri başka bir tartışmanın konusu olan kitlesellik sorununun ötesinde, Türkiye’de de savaşa karşı olan her görüşten insanlar, kurumlar, örgütler “bir şeyler yapmak için” daha fazla adım atıyor, daha sık yan yana gelebiliyordu.
İşte bu çabaların bir ürünü olarak İstanbul’da oluşturulan “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” aylar boyunca yürüttüğü faaliyetiyle savaşa karşı çabaların önemli adreslerinden biri olmayı başardı. Değişik siyasi görüşlere sahip kesimler bu Koordinasyon’da bir araya gelebildiler. Sendikalar, meslek odaları, dernekler, partiler bu oluşumun çatısı altında birlikte davranabildi. İslami kesimin bazı temsilcileri, sosyal demokratlar, solcular, sosyalistler, kimi Kemalistler, aydınlar, sanatçılar temsil ettikleri kurumlarıyla ya da bağımsız olarak Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu içersinde yer aldı. Toplam 159 kurum Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun içersinde yer aldığını deklare etti.
Aylardır süregelen ve halen devam eden bu birlikteliğin oluşturulması pek kolay olmadı elbette. Zaman zaman gerilen konsept tartışmalarına rağmen birliktelik bozulmadan sürdü. İlk başlarda yalnızca Irak’taki savaşa karşı olma fikir birliği üzerinden yakalanan birlik, kabaca tartışmaların yerine ihtiyaca ilişkin adım atmanın gerekliliği üzerinden ve kitabi tartışmalara hapsolmak yerine mevcut gelişmelere ilişkin somut adımlar atılmasını öngören politik yaklaşım sayesinde, ilk oluşturulduğu noktadan çok daha ileri ve ihtiyaca cevap veren bir noktaya doğru ilerleyebildi.
Irak’ta savaşa karşı olmak yeterdi birlikteliği sağlamak için. En geniş kavrama halkası bu idi, bir araya gelinirken. Kimi yalnızca hümanist duygularla savaşa karşı çıkıyordu, kimi emperyalizmin planlarını bozmak için, kimi ise Müslümanlara yönelik saldırıya karşı durma ihtiyacı hissettiği için. İlk başlarda biraz da herkesin bir birini kollayarak sağladığı bu yan yana geliş, ortak iş yapma üzerinden daha samimi yaklaşıma, beraberce daha çok iş kotarmaya ve her şeyden önemlisi farklı farklı kesimleri, kurumların tabanlarını ortak bir düşmana karşı ortak adımlar atmaya yöneltti. Zaten birlik, tabanlar durumundaki halk kesimlerinin savaş karşıtlığı üzerinden gerçekleşmiş ve bu karşıtlık tarafından dayatılmıştı. Savaşa karşı olan halk kesimleri yan yana gelmişti.
Önceleri ortak düşmandan öte ortak hedefin altı daha çok çiziliyordu. Yani nedeni niçini fazlaca sorgulanmıyordu. Garipsenebilir ama, ABD’ye karşı olmaktan çok Irak’ta savaş olmaması ve kimsenin ölmemesini temel edinen birliktelik idi. Ama ilerleyen süreç ve sağlanan birlikteliğin yarattığı olumlu hava, kamuoyundaki etkisi ve elde ettiği kazanımlarla birlikte pratik içersinde daha ileri noktalardan karşı duruş sergilenebildi. Savaş karşıtı birliktelik, daha tutarlı bir anti-emperyalist noktada durmayı başardı. Bazı siyasi görüş temsilcilerinin ortak yürüyüşteki birlikteliğin sınırlarını sürekli geriye çekme çabalarına rağmen, ABD emperyalizmine karşı eylemler düzenlendi, bildiriler, afişler çıkartıldı, bilgilendirme toplantıları yapıldı, mitingler gerçekleştirildi.
Düzenlenen kimi eylemlerde disiplin dışı bazı davranışlar gerekçe gösterilerek sıkıntılı tartışmalar yaşandı. Bu olumsuz davranışları sergileyenlerin yarattığı zaafiyetten faydalanılarak birlikteliği daha geriye sürükleme çabaları hiç eksik olmadı denilebilir. Siyaset dışı davranma gerekliliğinin teorisi yapıldı, hem de bazı siyasi partilerin temsilcileri tarafından. Ne kadar “yumuşak” olunursa o kadar büyüneceği, ne kadar az politika yapılırsa o kadar iyi olacağı söylendi; sanki yapılanın kendisi politika değilmiş gibi. Bazen “Kürtler olmasa ne iyi olur” dendi, bazen “solcular olmasa”.
Ama kimi kurumların bütün bu yaklaşımlarına rağmen tabanda yakalanan birliktelik ortak yürüyüşü genelde başardı, hem de bu tartışmalarla fazlaca ilgilenmeden. Daha önce birbirleri hakkında çeşitli çekincelere sahip olanlar çoğu kez polis barikatlarında kol kola girerek aynı sloganı attı, ABD emperyalizmine olan öfkesini haykırdı. Emperyalizmin dünyayı kana bulamasına engel olunması gerektiğini yazan bildiriler meydanlarda, fabrika önlerinde, cami çıkışlarında dağıtıldı.
Çok değil daha birkaç ay önce AKP’nin iktidara gelmesinde payı olan, ona oy veren halk kesimleriyle birlikte “Katil ABD İşbirlikçi AKP” sloganları atıldı Taksim’de, Dolmabahçe’de, Beyazıt Camii önünde.
“Irak’ta çocuklar ölmesin” diye bir araya gelenler, ilk günlerde bir sanatçı konuşmasında “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” dediği için yuhalayanlar, Türkiye’nin K.Irak’a girme planları yaptığı sıralarda “Yaşasın Türk-Kürt Kardeşliği” sloganını ortak haykırmaya ilerleyebildiler.
Irak’taki savaşa karşı olma dışında birlikteliğimiz yok diyenler, reddedilen tezkereden sonra hükümetin ekonomik cepheden yaptığı saldırıya karşısında “Savaşa ve IMF Programına Hayır”  afişini İstanbul sokaklarına beraberce astılar.
Sabiha Gökçen havaalanının ABD’ye kiralanmasını protesto için yapılan yürüyüşte jandarma barikatının önünde saatlerce birlikte beklenildi. Kimi slogan atarken kimileri yandaki çimlerin üzerinde vakti gelen namazını kıldıktan sonra kaldığı yerden sloganlara katıldı.
İslami çevrelerin bir kesimini temsil eden Özgür-Der’in düzenlediği gecede Koordinasyon sözcülerinin yaptığı konuşma alkışlarla kesildi, Emeğin Partisi İstanbul İl Başkanı saygıyla konuk edildi.
Yine İslami çevrelerin başka kesimlerince düzenlenen Çağlayan’daki mitingte EMEP korteji alkışlarla karşılandı. “Kahrolsun ABD Emperyalizmi” sloganı beraberce atıldı.
Bayram namazı sonrası camilerin çıkışında dağıtılan yüz bin EMEP bildirisinin bir tanesinin bile yere atılmaması ve ilgiyle okunması, önyargısız olarak her kesime yönelinmesi gerektiğinin somut bir örneğini oluşturdu.
Koordinasyon içinde yakalanan bu birlikte iş yapma olanağı, semtlerde, fabrikalarda iletişim kurmakta zorluk çekeceğimiz herhangi bir kesimin olamayacağının açık kanıtıdır. Doğru bir yaklaşımla, doğru taleplerle ısrarcı bir çaba gösterildiği takdirde, hangi siyasi görüşün etkisi altında olursa olsun, geniş emekçi yığınları kucaklamak, onlarla partinin politikasını tanıştırmak ve buluşturmak, bu emekçilerle daha ileri noktalara gidebilmek olanaklıdır. Bu çalışma tarzının, halkın birleşik mücadelesini yaratmak üzere, sistemin uygulayageldiği bölme yönteminin çözülmesine de yol açacağı açıktır. Suni bölünmelerin karşısında, gerçek bölünmenin, savaşa karşı mücadele içinde, savaş karşıtı milyonlar ile savaştan çıkarı olan bir avuçluk “zümre” (işbirlikçi parababaları) arasındaki bölünme olarak netleşmesi, bunun yalnızca bir örneğidir.
ABD emperyalizmine karşı geniş halk kesimlerinin bir araya gelerek ortak mücadele sergilemesi, düzen sahiplerinin de dikkatini çekmiştir. Sermayenin sözcülerinin Koordinasyon’a karşı giriştiği fütursuz saldırının altında tam da bu yatmaktadır. Doğan Medya Grubu’nun has sözcüsü Ertuğrul Özkök’ün İran devrimini hatırlatması, “solcuların Humeyni tarafından öldürüldüğü”nü sık sık gündeme getirmesi, bu birliktelikten duyduğu rahatsızlığın yanı sıra suni bölünmeleri yeniden sağlama çabasıdır da. Türk-Amerikan İşadamları Derneği Başkanı’nın finanse ettiği Habertürk televizyonu ve gazetesinin dakika başı “Manken-İslamcı-Solcu Koalisyonu” diye saldırıya geçmesi; aydınların, İslami çevrelerin, solcuların, sosyalistlerin ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı ortak “bir şeyler” yapmalarına götüren geniş halk kesimlerinin savaş ve Amerikan karşıtı birliğinden kaynaklanmaktadır. Bu, karşı çıkılan birliktelik, emperyalizme karşı bir bir araya geliş olduğu için tepki çekmektedir. Yoksa anılan çevrelerin yalnızca bir araya gelmeleri değildir tepki gösterilen. Sisteme yönelmeyen bir birliktelik olsaydı, aynı kesimler tarafından yere göğe sığdırılamayacağı açıktır.
Bu saldırılar bile tutulan yolun doğruluğunun bir kanıtıdır. Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun ya da başka isimlerle başka işbirliklerinin halkın geniş kesimlerini kucaklama ya da harekete geçirmede olanaklar yarattığı açıktır. Yeter ki doğru talepler etrafında geniş yığınlara ulaşmayı hedefleyip, planlayabilelim.
Bu bir araya gelişlerin kurumların, kuruluşların ortak bulduğu bir noktada yaptığı bir işbirliği olarak ele alınması anlamlıdır, ama bununla yetinilirse, yetersizdir de. Önemli olan, geniş yığınları bir araya getirecek, harekete geçirecek tarzda yakalanan bu birlikteliğin yarattığı olanakların değerlendirilmesidir. Gerekli olan, yığınlarla buluşmak, onları daha ileri noktaya taşıyabilmek, karşı çıktıkları şeyin gerisinde yatanın ne olduğunun sorgulamalarını ve buradan hareketle kurtuluşun yolunu kavramalarını sağlayabilmektir. Günlük yaşam içersindeki kendi pratik deneylerine örgütlü siyasal bir müdahaledir bu. Bu müdahale gerçekleştirilemezse, savaş karşıtlığı üzerinden yakalanan türden birlikteliklerin halkın birleşik mücadelesini yaratmada fazla bir anlamı olamayacağı ortadadır.

“batıcılık mı üçüncü dünyacılık mı” devrim ve sosyalizm mi?

Irak’a Amerikan saldırısı, dünya ölçeğinde karışıklığı körüklerken yeni saflaşma eğilimlerinin de gelişmesine yol açtı. Bir yandan emperyalistler arasında saflaşma rüzgarları eserken diğer yandan da emperyalizm, özellikle Anglo-Amerikan emperyalizmi karşısında uluslararası işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları uzun yıllar sonra ilk kez güçlü biçimde yeniden safa giriyorlar. Emperyalistler arası saflaşmanın henüz kalıcı bloklaşmaları yarattığını söylemek için vakit erken ve bugün ortaya çıkan Alman-Fransız-Rus bloklaşmasının nasıl bir gelişme izleyeceğini kestirmek zor olsa bile, barışçıl paylaşıma dayalı kapitalist küreselleşme döneminin geçmişte kaldığı bellidir. Amerikan-İngiliz bloğunun “yeni dünya düzeni”ni de “yenilemek” üzere atağa kalkması, belirli emperyalist çıkarların “küresel emperyalist çıkarlar”ın önüne geçmesi ya da başka emperyalist çıkarlarla çatışması içeriğiyle, “ulusal”lığın aşılması olarak tanımlanıp ilan edilen kapitalist “küreselleşme” ütopyasının iflasının ilanı olmuştur.
İkinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte dünya kapitalizminin içine girdiği, sömürgecilik sisteminin çözüldüğü, “soğuk savaş” yıllarında tırmanan ve başlıca ABD ve Sovyet sosyal emperyalizmi arasında dünya hegemonyası mücadelesi olarak gelişen kapışmayla karakterize olan genel bunalımının bir döneminin, Sovyetler Birliği’nin çözülüp çöküşüyle bir türden aşılmasıyla koşulları oluşmaya başlayan, neoliberal küreselleşme politikalarıyla, bu politikaların götürdüğü açmazlarla ve savaşlara yol açarak kapitalizmin genel bunalımının girdiği yeni dönemi, –dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının kölelik koşullarının daha da kötüleşmesinin yanında kapitalizmin derinleşen tıkanıklıkları, krizler ve yeniden paylaşımı koşullayarak keskinleşen emperyalistler arası çelişmeleriyle– olgunlaşmaktadır. Artık bir önceki döneme damgasını vuran güçler ve güç ilişkileri, yerini yenilerine bırakmış; büyük güçlerin yanı sıra ikincil ve üçüncül önemde güçler de yeniden saflaşmaktan kaçınamaz hale gelmişlerdir.
Bu gelişme, emperyalizm aşamasında etkisini daha derinden hissettiren eşitsiz ve sıçramalı gelişmenin kapitalizmin bir yasası olduğunu, bu yasayı doğrulayarak değişen güç ilişkilerinin savaşları kaçınılmaz kıldığını, dolayısıyla emperyalist kapitalizmin savaşın kaynağı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiği gibi; Lenin’in emperyalizmin “can çekişen kapitalizm” ve “sosyalizmin arefesi” olduğuna ilişkin saptamasının yeni bir doğrulanması olarak, “sosyalizmin çöküşü” edebiyatı üzerinden büyük iddiayla ileri sürülen “tarihin sonunu temsil eden, krizlerinden kurtulmuş, sonsuz barışın müreffeh kapitalizmi” hayalinin çöpe atılması anlamına gelmektedir. Kapitalizm, evet hâlâ, yine Lenin’in geçen yüzyılın başında belirttiği gibi eskisinden daha hızlı gelişmektedir; ama bu, bir yandan, dünya ölçeğinde tüm ulusal ekonomileri tek bir kapitalist zincirin parçaları haline getirerek çoğalttığı ve yeniden ve yeniden ürettiği uluslararası niteliğine karşın, yeniden paylaşımı zorunlu kılan işkollarının, tekellerin, bölgelerin ve emperyalist devletlerin –aynı anlama gelmek üzere “ulusal” kapitalist ekonomilerin– eşitsiz ve sıçramalı bir gelişmesidir ve öte yandan, bu gelişme, hızlanması ölçüsünde, can çekişmesini koşullamak üzere, emperyalist kapitalizmin çözümsüz iki başlıca çelişmesini denetlenemez derinliğiyle yeniden üretmektedir. Kapitalizmin eskisinden hızlı gelişmesi ve bunun özel bir görünümü olarak kapitalizmin “Amerikan imparatorluğu”nun “yenilmez” görüntüsünde simgelenen gücü, en çok bu “imparatorluk” ekonomisinde görünen ve sistemin üzerine kurulu olduğu karşıtlıkların zorunlu ürünü olan kapitalist dünya ekonomisinin tıkanıklığıyla bir arada bulunmakta ve kapitalist krizin temel etkeni olmaktadır.
Kapitalizm alabildiğine uluslararasılaşmıştır (“küreselleşmiştir”), sermaye devasa ölçülerde birikmiş, yoğunlaşmış ve merkezileşmiştir. Yenilenme ve ilerlemenin tek dinamiği olarak gösterilen bu sermaye birikimi; kapitalizmin genel bir yasası olarak pazarların aynı ölçüde büyümemesi nedeniyle, yatırım ve üretimin gerçekleşme süreçlerini tıkamaya; ve bir yanda, “sıcak para” olarak tanımlanan, yüksek kâr peşinde kimi kez günlük hatta saatlik her yere gitmeye hazır, bu niteliğiyle üretim sürecinden kopma eğiliminde spekülatif bir “sermaye fazlası”nın atıl halde yığılmasına, diğer yanda ise, yeterince kârlı görünmediği için kapatılan işletmelerin çoğalmasıyla da beslenen, ama asıl olarak tekel kârının, (spekülatif “yatırımlar” da dikkate alınarak önünde sonunda) artı-değer oranının yüksekliğini, bunun ise, üç kişinin işini bir kişinin yapmasını, düşük ücreti, sosyal yardım kesintilerini vb. talep etmesi nedeniyle, kitlesel işsizliğin, yoksulluk ve sefaletin, açlığın birikmesine götürmektedir. Evet, kapitalizm eskisinden de hızlı gelişmektedir; ama bu, tıkanmasını kaçınılmaz kılan, bu niteliğiyle de, gelişen üretici güçleri, başta üretken emek olmak üzere, bilimi, teknolojiyi vb. üretim süreçleri içinde sıkıştırıp kuşatan, çoğu durumda dışlayan ve üretime uygulanmalarını önleyen çözümsüz karşıtlıkları çerçevesinde olmaktadır. Emek ve üretim dev ölçülerde toplumsallaşmıştır, bu toplumsallaşma dünya ölçeğinde gerçekleşmektedir; ancak üretim ilişkilerinin temelini oluşturan mülkiyet ilişkileri, bırakalım bu toplumsallığa ve onun daha ileri gelişmesine uygunluğu, çözümsüzlüğünün acısını, bu toplumsallığı ve düzeyini dağıtıp geriletmeye girişerek çıkartmaya yönelmiştir. İşletme ölçekleri küçültülmekte, emeğin örgütlenmesi küçük gruplara, örneğin kalite çemberlerine daraltılmakta, taşeron ilişkiler teşvik edilmekte, part-time çalışma, “ödünç işçilik” vb. yayılmaktadır. Tümü, tıkanmasıyla birlikte, kapitalizmin, emek ve üretimin toplumsallaşmasıyla mülkiyetin giderek daha az sayıda elde birikmesi arasındaki temel karşıtlığının ürünü ve göstergeleridir. Buradan bir başka karşıtlık daha türemekte ya da aynı karşıtlık değişik bir biçimde şekillenmektedir: Yüzden fazla ülkeye dağılmış dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan dünyanın ezilen halkları, kendi aralarında kavgalı az sayıda büyük emperyalist devlet tarafından yağmalanmakta ve egemenlik altında tutulmaktadır. Kapitalist küreselleşme, çok sayıda ulusu kendi çarkına bağlamasına karşın, bu açıdan da, dinamiği kendi uzlaşmaz karşıtlığı olan, “ulusal”ı ve “ulusallık”ı aşamamanın ve aşamayacak olmanın açmazı içindedir. Emperyalizm, bir yandan dünyaya egemen olmak için tüm ezilen uluslara saldırmakta, sultası altına almaya çalışmakta, diğer yandan, yağmacı-baskılayıcı saldırganlığıyla onları kendisine karşı birleşmeye ve mücadeleye teşvik etmektedir.
Buradan kaynaklanan ikinci saflaşma, emperyalistlerin kendi aralarında saflaşmalarından daha da önemlidir. Emperyalizm, hâlâ kapitalist sistemi patronajı altında tutmakta olan Amerikan emperyalizminin saldırganlığında yansıyarak dünyanın yeniden paylaşımını gündem edinmekten kaçınamayışıyla, emperyalistlerin kendi aralarında saflaşmaya yönelmelerine neden olduğu kadar, saflaşma, dünyanın yeniden yağmalanması ve bu nedenle daha sıkılaştırılacak kölelik ilişkileri üzerinden yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak gerçekleşmekte olduğu ve talancı/köleleştirici küreselleşme politikalarının devamı olarak emperyalist yağma savaşlarıyla birlikte gelişebileceği ve geliştiği için, kendi nesnesi olan dünyanın ezilen halklarını özneleşmeye, üstelik kapitalizmin mezar kazıcısı olan dünya işçi sınıfının yanında saflaşmaya itmektedir. Emperyalizm, kapitalist uygarlığın insanlığı getirip dayadığı kitlesel işsizlik, sefalet, açlık ve savaş (bağımlı kılma, egemen olmaya yönelik yağma ve katliamlar) “duvarı”nda, belki de tarihin bir tecellisi olarak yeni bir “demirperde”ye, yeni bir “Berlin Duvarı”na götürecek “eski” zorunlu saflaşmanın yeniden ve daha sağlam gelişmesini teşvik etmektedir. 15 Şubat ve 21 Mart’ta tanık olduğumuz dünyanın dört bir yanındaki emperyalizm karşıtlığına dayanan ve onu besleyen savaş karşıtı gösterilerde kendisini açığa vuran bu yeni saflaşmadır.
Anglo-Amerikan emperyalizminin savaş politikasını hedef alarak, ama kuşkusuz küreselleşmeci talan ve zulüm politikalarının oluşturduğu tepkilerden de güç alarak, emperyalizm karşıtlığı temelinde mayalanan ve bir dizi yeni örgüt biçimlerine yol açmadan edemeyecek bu yeniden safa girmekte olan güç gözlerimizin önünde şekillenmektedir. Henüz bilinç ve örgüt düzeyi düşüktür, bir önderlikten yoksundur; ancak 20. yüzyılın zaferler kazanmış bu gücünü yeniden ayağa kaldırmak üzere birleşmekte ve eyleme geçmekte olanlar, farkında olsunlar ya da olmasınlar, özlemleri ortaktır. Ve kuşku yok ki, asıl ortaklıkları, özlem ortaklıklarında yansıyan maddi çıkar ortaklıklarıdır. Emperyalizmin kendisine karşı safa girmeye tahrik ettiği güçler, ulusal ve sosyal kurtuluşun güçleridir; dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarıdır. 15 Şubat ve 21 Mart’ta metropollerin ve bağımlı/sömürge ülkelerin meydanlarını ve sokaklarını dolduranlar; hiç kuşkusuz, 1) neoliberal küreselleşme politikalarının hak yoksunluğuna, işsizliğe, yoksulluğa sefalete sürüklediği ve emperyalizmin savaşla başlarına yeni belalar açmaya giriştiğini görmekte ya da geniş kesimleriyle sezmekte olan Londra’nın, Washington’un, Berlin, Paris, Roma vb.’nin işçileri (ve yoksullarıyla) Irak’ın, Türkiye’nin, Kore’nin, Mısır’ın, Pakistan vb.’nin ezilen halkları, işçi ve emekçileridir. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle artık tarihe karıştığı ve bir kez daha olmayacağı iddia edilen şey olmaktadır. İkisi de, “aşıldıkları” iddiasını yerle bir ederek, dünya işçi sınıfı ve ezilen ulusları, şüphesiz nesnel olarak emperyalizme karşı –ve öznel ihtiyaçları karşılandığında şüphesiz sosyalizm ve ulusal kurtuluş için– birleşerek ayağa kalkmaktadırlar.
Bu birlik ve ayağa kalkış, çok değil üç-beş ay öncesiyle karşılaştırıldığında, şimdiden küçümsenemez boyutlara ulaşmış ve uzun bir dönemin ardından hem de ciddi bir kitlesellikle gerçekleşmiş olmakla birlikte, tarihselliği bakımından değil ama pratik siyasal yönüyle çok yenidir, düşünsel ve örgütsel temelleri, “yeni”liğinin yanında içinden fışkırmakta olduğu tarihsel sürecin yaşanmış tahribatları, dayatılmış kaotik niteliğinden kaynaklanarak çok zayıftır, muğlaklıklarla maluldür. Modern revizyonizmin tahribatıyla işçi hareketi ve sosyalizmin geçici yenilgisi ve kazandığı mevzilerden püskürtülmüş olması ve ulusal kurtuluş hareketlerinin ezilmesiyle, ulusal sorunun, emperyalizmden kurtuluş sorunu olmaktan neredeyse emperyalistler tarafından bir ezilen ulusun başka birine karşı kışkırtılması ve kullanılmasına, ulusların birbirine kardırılmasına indirgenmesi, bu zayıflık ve muğlaklıkların başlıca nedeni olmuştur. Yenilginin üzerinden yürütülen emperyalist burjuvazinin propagandası, işçi hareketi ve sosyalizmi bir kaosa mahkum etmeye yönelmiş; liberal solculuğun, troçkizmin, dinciliğin, milliyetçiliğin vb. önü açılmış ve zehirli etkileri, işçi sınıfı ve ezilen ulusların en vazgeçilmez gerçek ve değerlerinin çarpıtılıp muğlaklaştırılmasını hedeflemiştir. Derlenip toparlanma bellidir ki zor ve sancılı olmaya adaydır. Ancak tüm eksiklik ve zaaflarına karşın, yeni saflaşmanın başlamış olduğu bir gerçektir. Eksiklik ve zaaflarını gidermenin dinamiğini de kendi geçmiş birikimleriyle birlikte nesnelliğinde barındıran tarihin bu eski ama pratik siyasetinin yeni güçlerinin, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların, derlenip toparlandıkça, dünyaya yeni bir çeki-düzen vermeye yöneleceğinden kuşku duyulamaz.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüreklerini korkuyla dolduran her şeyden çok budur.

KORKUNUN HEYKEL VE MANKENLERİ
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarından duydukları korkunun, emperyalistler ve işbirlikçilerinin yüreklerinin en derin köşesine çöreklendiğine her fırsatta yeniden tanık oluyoruz. Kuşkusuz birer Pirüs zaferi olan “zaferlerini” ilan ettiklerinde bile, yüreklerindeki bu korkuyu dile getirmekten kaçınamıyorlar. ABD Savunma Bakanı D. Rumsfeld örneğin, Amerikan birliklerinin Bağdat’ı işgal ettiği ve Saddam heykelini devirdiği gün korkusuyla kendisini ele vermektedir:
“Saddam Hüseyin de, Hitler, Stalin, Lenin ve Çavuşesku’nun yanında,başarısız ve baskıcı diktatörler tapınağında hak ettiği yeri şimdi almaktadır.” (10 Nisan günlü gazeteler)
Yukarıdaki sözler, her şeyi birbirine karıştırıp muğlaklaştırmaya ve diktatörlük kavramıyla birlikte işçi sınıfı ve burjuvazi ve liderleri arasındaki benzeşmezliği gidermeye yönelik olduğu kadar, emperyalist burjuvazinin Lenin ve Stalin ve onların şahsında işçi sınıfı ve sosyalizmden duydukları korkuyu da açığa vurmaktadır. Lenin ve Stalin’le Saddam arasında koca bir dünya vardır. Ancak Saddam’ın Amerikan emperyalizmine karşı çıkmaya cesaret etmesi bile, Rumsfeld’in aklına, burjuvazinin yüreğine doldurdukları korkuyla Lenin ve Stalin’i getirmeye yetmiştir. Ölümcül bir korku olduğu ve hele dünya ölçüsünde Amerikan saldırganlığına karşı ayağa kalkan milyonların eyleminde dile gelince, Rumsfeld’in milyonların bu ölümsüz önderlerini hatırlamadan edemediği bellidir. Rumsfeld’i titreten, yeniden ayağa kalkmakta olan ezilen milyonların bir kez daha Lenin ve Stalin gibi önderlere sahip olma ihtimali olmuş, “içine kurt düşmüş”, o da “mezarlıktan geçerken ıslık çalıp” rahatlamaya çalışırcasına içindekini dışa vurmaktan kaçınamamıştır.
“Şeyh” böyle buyurunca “müridlere” de aynı nakaratı tekrarlamak düşer. Rumsfeld’in davulunun tokmağı Amerikancı solcu C. Çandar, Lenin ve Stalin’in heykelleri gibi onlarla aynılaştırdığı Saddam’ın heykelinin devrilişini huşu içinde seyredip bir kez daha efendisinin gücü önünde secdeye varmak üzere Bağdat’ta bulunamadığına hayıflanarak şunları yazmıştır: “… 1991 Ağustosunda Moskova’da darbenin çöküşünü ve heykellerin yıkılışını izlediğim gibi, 1989 Kasımında Berlin’de bir diktatörlüğün çöküşünü yaşadığım gibi, 1989 Aralık ayında Prag’da bir baskı rejimini deviren halkla birlikte bulunduğum gibi, dün Bağdat’ta olmayı çok isterdim.” (Tercüman, 10 Nisan)
Nefret, korkunun ikiz kardeşidir. “Solcu” Çandar, sola, sosyalizme can katmış işçi sınıfına özgü ne kadar değer varsa, kalıntılarına bile nefret kusarak yüreğindeki korkuyu dizginlemeye çalışmaktadır.
İşçi sınıfı ve halklardan, hareketlerinin yenilenerek gelişmesi ihtimalinden, ortaya çıkış koşulları, dayanakları ve niteliği gereği böyle bir yenilenmeye evrilmenin güçlü dinamiklerini taşıyan emperyalist savaş karşıtı hareketin gücü ve ortaya koyduğu potansiyelden duyulan aynı korkuyu; geleneksel kaygılarını parmağa dolamaya ve önyargılarını kaşımaya yöneldiği taraflarının zihinlerindeki tortulara oynayarak, kendilerine güvensizlik yayıp tutumlarından vazgeçirmeye kurgulanmış bir “aşağılama” girişiminde de gördük: “Manken-İslamcı-solcu ittifakı”! Bu “aşağılama”; İslamcının solcu fobisine oynadığı gibi, solcunun irtica dolmuşuna bindirilmesine, mankenleri ileri sürerek, sanatçıların, genel olarak aydınların her iki akımdan uzaklıkla terbiye edildikleri geçmiş yılların “birikimlerine” dayalı olarak ortaya atılmış, kuşkusuz mankenler üzerinden solcu ve İslamcıların “ideolojik saflık” ve “ortodoksluk” kaygılarına da seslenerek, oluşan geniş savaş karşıtlığını dağıtmayı, en çok da kızgınlık yaratan yaşam tarzlarıyla “zıpır” mankenler üzerinden halkın gözünde savaş karşıtlığını gözden düşürmeyi amaçlamıştır.
Bütün düşünce ve görüş farklılıklarına rağmen, savaş karşıtlığının geniş halk kesimlerini birleştiren zemini oluşturması, burjuvazinin yüreğine korku salmaya yetmiştir. Önceleri, düzeni sağlamlaştırma konseptine dayalı “konsensüs” ve farklı kesimlerin uzlaşmasının göstergeleri olarak Toktamış Ateş’le Abdurrahman Dilipak’a ortak TV programları, D. Perinçek’le yine Dilipak’a paneller vb. düzenletenler, o zaman hiçbir mahsurunu görmedikleri ve üstelik propagandasını yaptıkları “ittifakı”; zemini, liberal ideolojik yakınlıklar, konsensüs ve emekçilerin aldatılması ve düzene bağlanması olmadığı, ama işçi ve emekçiler, sosyalisti, samimi müslümanı, aydınların da katılmasıyla emperyalizme ve savaşa karşı bir araya geldiklerinde, birliklerini kara çalarak gözden düşürmenin aracı olarak kullanıyorlarsa, bu halkın antiemperyalist birliğinden duyulan korkudan başka ne ile açıklanabilir? Hele “manken-İslamcı-solcu ittifakı” söylemini halkı, antiemperyalist birlik ve mücadelesini aşağılama malzemesi yapanların bizzat yöneticileri oldukları TV kanalları günde 15’er saat en çok mankenlerin “orasını-burasını” didikledikleri televole programlarıyla doluyken, bazıları, savaşa karşı çıkmak gibi, her şeyin ötesinde insan olmanın gereği onurlu bir tutum aldıklarında, “manken”i aşağılamaları, “korkunun ecele faydası yok” deyişini doğrulamaktan başka anlamı olabilir mi?

KORKUNUN UMACISI: “ÜÇÜNCÜ DÜNYACILIK”
Korku dünyayı şaşırtmaktadır. Tarihte ilk kez henüz başlamayan emperyalist bir savaşa karşı patlak veren kitlesel direniş içinde ve savaş süresince savaş karşıtlığı temelinde güçlerini tazeleme ve hareketini yenilemenin olanaklarına kavuşan dünya işçi ve ezilen halklarından duyulan korku, savunma refleksiyle kendi umacılarını da üretmeye yöneldi. Irak istilası boyunca ve sonrasında sallanmakta olan “üçüncü dünyacılık” korkuluğu, burjuvazinin yüreğindeki korkuya dayalı “yaratıcılığı”nın örneklerinden bir diğeridir. Sallanan bu korkulukla, dünya gerçek anlamda şaşırılmış olmaktadır.
Bu korkuluğun Türkiye’deki baş sallayıcısı ve yaygınlaştırıcısı, hakkını teslim etmek gerek, E. Özkök’tür. “Batılı mı olacağız bir üçüncü dünya ülkesi mi?” diye sık sık sorarak, aşağılama aracı olarak kullandığı “üçüncü dünya ülkesi” ve “üçüncü dünyacılık” hayaletiyle,  emperyalizmin acentalığını dayatan en başta odur. Bırakalım emperyalizme karşı mücadele öngörmeyi, emperyalizme tam teslim olmamayı, bugün somut olarak Amerikan emperyalizmini karşısında “kraldan çok kralcılık” düzeyinde bir uşaklık zemininde bulunmamayı, örneğin ABD’nin Irak istilasına karşı çıkmaya cesaret etmek bir yana, en geri düzeyde, Türkiye’nin tam bir Amerikan üssü olmasını içe sindirememeyi, Özkök, “üçüncü dünyacılık” olarak suçlamaktadır. Suriye ile devlet düzeyinde görüşme, dışişleri bakanının Şam’a gitmeyi düşünmesi, İran ilişki kurmak bile, onun bu suçlamasının hedefi olmak için yetmektedir. Hemen Bağdat’ın işgal edilmesinin ardından, “Şimdi sıra, Türkiye’nin içinde çöreklenmiş Saddamcılığı ve Üçüncü Dünyacılığı yıkmakta.” buyurmuştur. (Hürriyet, 10 Nisan)
Bu korkuluğu sallarken, Özkök yalnız değildir. Bilumum Amerikan işbirlikçisi şebeke korkuluğu elbirliği ile sallıyor. Örneğin Habertürk ve zamanında ABD eleştirmenliği yapan Amerikan solcusu yöneticisi “Manifesto”sunda, tıpkı Özkök gibi “Ah, şu Kuzey Cephesi açılsaydı şimdi ne iyi olacaktı” içerikli vatan satıcısı yardakçılığı dillendirip, bu konudaki “beceriksizlik”e işaret ettikten sonra; “Ancak bu beceriksizlikte bir art niyet olabileceği kuşkusu da giderek güçleniyor.. Art niyet acaba Türkiye’ye sessiz sedasız blok mu değiştirtmek, Batı’dan koparıp bir Ortadoğu ülkesi haline mi getirmek?” “açılımını” yapıyor! Suriye ve İran görüşmeleri eleştirisi üzerinden ekliyor: “Bu beğenilen gelişme, Türkiye’nin giderek batı blokundan, Batılı ideallerden koparılmasıdır.” (Habertürk, 7 Nisan)
Aynı korkuluk yine Amerikancı solcu Mehmet Barlas’ın da elindedir: “Türkiye ise, sanki Batı’ya karşı ‘3’ncü Dünyalı’ bir ülke görüntüsü veriyor.. ‘Derin Türkiye’, sade Amerika’yı değil, Almanya’yı da, Fransa’yı da ‘Tehdit’ biçiminde algılıyor… Atatürk’ün partisi CHP, şu anda 3’ncü Dünyalı ve Anti-Batı bir çizgidedir.” (Sabah, 11 Nisan)
Nedir itiraz ettikleri? “Üçüncü Dünyacılık”la keramet buyurup suçladıkları nedir? Hükümetin Amerikan karşıtı bir eğilimin sahibi olmaması bir yana, Türkiye, hangi “üçüncü dünya”ya katılma eğilimi göstermektedir? Bir “Batı bloku” bir de “Üçüncü Dünya bloku” mu vardır? Türkiye “blok değiştirme” durumunda mıdır, değiştirmekteyse hangi bloktan hangisine gitmektedir?
Daha henüz “ikinci blok” oluşmamış ve Fransa, Almanya ve bir ölçüde Rusya’nın şahsında bu yönde ancak bir eğilim ortaya çıkmışken, ortada bir “üçüncü”sünün belirtisi bile yokken, bu suçlamacılık, yalnızca bir korkuluk sallamaktan, “sonu kötü olmuş Saddam” üzerinden Amerikan emperyalizmine karşı çıkma eğilimini geliştiren güçlere korku salmaya uğraşmaktan başka anlama gelebilir mi?
Anglo-Amerikan emperyalizminin Irak istilası üzerinden, dünya birkaç yönüyle ikiye bölünmüştür. Ülkeler söz konusu edilecekse, ki edilebilir, dünyada kapitalist ülkelerin dışında kalan sosyalist bir veya birkaç ülke olmadığı için sınıflarüstü bir çarpıtmacılığa düşme tehlikesi yoktur; dünya bu yönüyle, nüanslar bir yana, ikiye bölünmüştür. Açıklamalara ve diplomasiye yansıyan söylemleri değil pratik siyasal tutumları itibariyle az sayıda ülke Anglo-Amerikan saldırısından yana tutum almış, saldırıya az ya da çok destek vermiş; ülkelerin büyük çoğunluğu ise, pratik bir karşı tutum geliştirmemekle birlikte, karşı çıkmış ve destek vermemiştir. Türkiye, Özkök ve şürekasının gözünde yeterince destek vermediği için “suçlu”dur; ama saldırıya karşı çıkmadığı ve hava sahasıyla birlikte topraklarını da açarak destek verdiği biliniyor. Bu açıdan, en azından şimdilik, ancak “iki dünya”dan söz etmek mümkündür. “Üçüncü”sü, hangi ülkeler topluluğu, hangi “blok”tur? Yoktur böyle bir blok!
Bir diğer yönüyle dünya, barış ve savaş güçleri olarak, kendi içinde “alt kategoriler”e bölünmek üzere yine ikiye bölünmüştür. Bölünmenin tarafları; saldırgan emperyalizmin güçleriyle, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları, Suriye ve İran gibi sıranın kendilerine geleceğini düşünen ya da emperyalizmin görece zayıf biçimde denetleyebildiği Angola, Venezüella gibi ülkeler (kuşkusuz onların iktidardaki sınıfları kastediliyor) ve bugün çıkarları Amerikan saldırganlığı ve savaşla uyuşmayan ve ötesinde ABD’nin açık ya da örtülü rakipleri durumunda olan Almanya, Fransa, Rusya, Çin gibi emperyalist ülkeler (kuşkusuz tekelci burjuvazileri) olarak şekillenmiştir. Bu, geçici bir bölünmedir ve çıkarları katiyen uyuşmayan, bugün için savaş istemeyen emperyalist ülkeler ve tekelleriyle nesnel çıkarları itibariyle antiemperyalist olan işçi sınıfı ve dünyanın ezilen halklarının, savaş karşıtlığında, bu karşıtlığın hangi içerikle gelişeceğini dünya işçileri ve ezilen halklarının antiemperyalist tutum ve mücadelesinin gelişmesinin belirleyeceği bir yan yana gelişidir. Öte yandan, bu güçlerin savaş karşısındaki tutumlarına yakından bakıldığında, bugünden birbirlerinden ayrılmış olduklarını görmek mümkündür. ABD’nin rakipleri durumundaki emperyalist güçler, savaşa, kendi emperyalist çıkarları üzerinden her an ABD-İngiliz emperyalizmiyle anlaşmaya hazır zayıf ve pratik karşı tutumlardan yoksun olarak karşı çıkmışlarken, dünyanın meydan ve sokaklarını dolduran işçi ve emekçilerin savaş karşıtlığı, ciddi biçimde tekeller, onların küreselleşme politikaları ve kendi burjuvazilerine de tepkiyle koşullanmış, önemli ölçüde emperyalizm karşıtlığı üzerinde yükselmiştir.
Burada makalenin başındaki iki saflaşma saptamasına dönebiliriz. Birinci saflaşma emperyalistler arasında gerçekleşirken, ikinci saflaşma, emperyalistlere karşı dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının safa girmesi olarak belirginleşmektedir. Öyleyse, yeni oluşmakta olan bu saflaşmaların tarafları olan üç güçten söz edilebilir: Anglo-Amerikan bloku, oluşmakta olan Fransa-Almanya-Rusya -ve şimdilik daha çok onun yanında görünen Çin- bloklaşması ve Anglo-Amerikan karşıtlığı üzerinden emperyalizm karşıtlığı gelişmekte olan dünya işçileri ve ezilen halkları.
Üç blok henüz yoktur; ancak dünya ölçüsünde güçlerin içine girdikleri bu saflaşma eğilimi de gerçektir. Üstelik, Anglo-Amerikan bloğu ile oluşma eğiliminde olan rakiplerinin bloğu, birbirleriyle rekabet halinde iki saflaşma olsalar bile, tek bir emperyalist “dünya”nın kendi içinde çatışan parçaları durumundadırlar ki, Özkök ve benzerleri bu “dünya”yı, “Batı” ya da “Batı Bloku” olarak anmakta ve Türkiye’ye bu “blok” içinde yer biçmektedirler. Ve emperyalistlerin kendi aralarındaki saflaşmanın ötesinde, Özkök ve Amerikancı şebekenin korku duydukları dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının içine girdikleri antiemperyalist saflaşma eğilimidir ki, “üçüncü dünyacılık” korkuluğu, işçi ve emekçilerin ayak seslerinin yüreklere doldurduğu bu korkuyla sallanmaktadır. İşçi sınıfı ve halka bu korkuluk aracılığıyla verilmek istenen mesaj şudur: “Saddam’ın Irak’ı gibi bir ülke ve kuşkusuz tepenize bomba yağmasını istemiyorsanız ABD hayranlığından başka yol yoktur!” Ya örneği pek bol olan geri ve saldırıya açık Irak benzeri bir ülke ya ABD yandaşlığı!
Şebeke, “üçüncü dünyacılık” korkuluğunu kullanırken, kalkınma, ekonomik gelişme gibi iktisadi alana ilişkin gerekçeler sıralamamış, genel olarak gerekçelendirmeden de uzak durmuştur. Ancak “Kuzey cephesi açılsaydı şu kadar milyar dolar alacaktık” türü mali/iktisadi bağlantılar kurmuşlar, ülkenin ancak “Batı bloku” içinde, başta ABD olmak üzere emperyalizmle işbirliği koşullarında kalkınıp gelişebileceğine gönderme yapmışlardır ki, “üçüncü dünya” korkuluğu ile ezilenleri emperyalizm karşıtlığından caydırmaya yönelmelerinin ardında “üçüncü dünya” ile iktisadi gerilik ve gelişmemişlik arasında öteden beri kurulan/kurdukları özdeşlik de yatmaktadır. Dolayısıyla “üçüncü dünyacılık” korkuluğunu, zenginliğin ve gelişmişliğin Batı’ya özgü, emperyalist Batı karşıtlığının ise gerilik, yoksulluk ve cehaletle özdeş olduğu içerikli, yaratılmasında katkıları olan önyargıya da dayalı olarak sallamaktadırlar. “Irak’a götürülen demokrasi” ciddi sorgulamalara neden olup zayıflatsa da, korkuluklarının; Batı’nın demokrasiyle, ama “üçüncü dünyacılık”la tanımladıkları emperyalizm karşıtlığının “diktatörlük”le eşitlenegelmiş olmasından güç aldığını varsaymaktadırlar.

“ÜÇÜNCÜ DÜNYACILIK” NEDİR?
“Üçüncü Dünya” ve “üçüncü dünyacılık”; bugünkü dünya koşulları bakımından hiçbir nesnel temeli kalmayan, tamamen geçmişe dayalı olarak atıfta bulunulan bir konum tanımlaması ve yine geçmişte kalmış bir tutum alışı ifade etmektedir.
“Üçüncü Dünya” tanımı; II. Dünya Savaşı sonrası “soğuk savaş” yıllarında ortaya atılmış ve bu tanımla ifadelendirilen konumlanma, çatışma halindeki emperyalist-kapitalist dünya ile sosyalist dünya karşısında “tarafsızlığı” belirtmek üzere kullanılmıştır. Sosyalist ve kapitalist blok olarak bölünmüş iki kutuplu dünyada, tümü kapitalist olmakla birlikte, bir dizi ülke –kuşkusuz egemen burjuvazileri- iki bloğun da dışında kalıp “tarafsızlık” siyaseti izlemeyi çıkarlarına uygun bularak bir “üçüncü blok” oluşturmak üzere bir araya toplanmaya yönelmişlerdir.
II. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında bağımsızlığına kavuşan yirmi dokuz Asya ve Afrika ülkesinin temsilcileri, 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde bir konferans topladı. Sömürge sisteminden yeni kopmuşlardı ve bağımsız bir yol tutmak istiyorlar, öte yandan kapitalist nitelikleri gereği Sovyetler Birliği ile birleşme ve ittifaka yanaşmıyorlardı. Kapitalist ve sosyalist dünya arasındaki güçlerin “birbirini dengeleme” koşullarında, birinden diğerine bağlanmadan, geçici bir varoluş durumu olanaklı görünüyordu. “Üçüncü bir yol” tutabileceği, bağımsız bir kalkınma gerçekleştirebileceği düşüncesi, emperyalizmin talanı ve baskısından yeni kurtulmuş ülke burjuvazileri açısından denenmeye değerdi. Bu konferansta kalkınmak için kendi aralarında yardımlaşmaya karar verdiler ve dünya ticaretinde ortak çıkarlarını korumak üzere ortak talepler formüle ettiler.
1961’de bir dizi Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesi “Bağlantısızlar Hareketi”ni başlattı. “Bağlantısızlık”, hem ABD hem de SSCB (ve etraflarında oluşan ittifaklar) ile bağlantılı olmamak anlamına geliyordu, ve, “hareket”, “tarafsızlık siyaseti” izledi. Burjuva ulusal çıkarların savunulup gerçekleştirilmesi, emperyalist devletlere ve politikalarına uzak durmayı zorunlu kılıyordu. Bu “uzak duruş”; sınıf nitelikleri, sosyalist dünyanın sunduğu örnekten uzak durmalarına götürse de, kendi halklarının sosyalizmin başarılarından etkilenmesinin yanında, sosyalist bloğun gücünün, emperyalistlerin, bu ülkelerin üzerine çullanmalarının önünü kesmesiyle koşullanıyordu. Üstelik, –İngiliz imparatorluğu ve dünya egemenliğinin tarihe karışmasının temel bir dayanağı olarak- sömürge sisteminin dağılmasının, yeni sömürgeciliği örgütlemeye girişen Amerikan emperyalizmi tarafından desteklenmesi, ABD’nin bu ülkelerin çoğu ve egemenleriyle “iyi ilişkiler” geliştirmesi anlamına da geliyordu. Bu hareketin başını Mısır, Hindistan, Yugoslavya, Endonezya ve bazı Afrika ülkeleri çekti. Bağlantısızlar Hareketi, Bandung’da açılan yol üzerinden yürüdü.
1973’te Arap ülkeleri, Arap-İsrail Harbinde İsrail’i destekleyen emperyalist devletlere petrol ambargosu uyguladı. 1973’te petrol ihraç eden ülkeler teşkilatının (OPEC) bundan yararlanarak petrol fiyatlarını kontrol altına alıp artırması, diğer ülkelere örnek oldu. “Bağlantısızlar Hareketi” genişledi. Yetmiş yedi ülkeden oluşan “Yetmiş Yediler Grubu” haline dönüştü, dünya ticaretini kendileri lehine yeniden düzenlemeye yönelik bir “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen” projesi bile geliştirdi.
Özetle, ’50’li ve ’60’lı yıllar boyunca kimilerince “gelişmemiş”, kimilerince “gelişmekte olan” ya da “bağlantısızlar”, “77’ler” veya “üçüncü dünya” ülkeleri olarak tanımlanan kapitalist ülkeler, dünyanın iki sistem halinde bölünmüşlüğünden, dolayısıyla emperyalist kapitalist kampın güç ve olanaklarının sınırlanmışlığından ve ABD ile İngiltere arasındaki yeni-eski sömürgecilik çekişmesinden yararlanarak, dünya siyaset sahnesinde görece dayanışma içinde bulunabildiler ve dünya kapitalist ekonomi sisteminin bazı etkilerinin sınırlanmış olmasına bağlı olarak iyi kötü ulusal kalkınma politikaları uygulayabildiler. Bir taraftan bir ucundan büyük çoğunluğunda Amerikan etkisi giderek yayılırken diğer taraftan örneğin ithalatı kontrol edebildiler, yabancı şirketlerin yatırımlarında şartlar koşabildiler.
Ancak anlaşılmış olmalıdır ki, tutarlı bir “üçüncü bir yol” izleyemediler ya da kendine yeterli bir “üçüncü dünya” oluşturamadılar. Varlıkları ve izledikleri “kendine özgü” yol, aslında kendilerine özgü değildi, bu “yolu” kendi dinamikleriyle geliştirmedikleri gibi, varoluşları, kendi güç ve yetenekleriyle değil ama kendi dışlarında oluşmuş ve birbirini az-çok dengeleyen kapitalist ve sosyalist dünyalar arasındaki güç ilişkileriyle garanti edilmişti. Dolayısıyla bu ülkeler ya da ülkeler grubu, her iki “dünya”nın etkilerini üzerlerinde hissettiler, taşıdılar. Daha da ötesinde, birbirlerine “diş geçiremeyen” kapitalist emperyalist ve sosyalist blok, bu ülkeler içinde tam ya da az-çok yandaşlara sahiptiler. “Bağlantısızlar” ya da “üçüncü dünya”, bu nedenle de, baştan beri kendine yeter olmadığı gibi, yekpare bir “dünya”, bir bütün oluşturmadı. Görece Sovyetler Birliği ile ittifaka ağırlık veren Hindistan, Küba gibi ülkeleri içinde barındıran “Bağlantısızlar” ya da “üçüncü dünya”, Yugoslavya gibi emperyalizmin yolundan yürüdüğü ve “ajan” faaliyeti yürüttüğü için sosyalist dünyadan dışlanmış bir ülkeyle Anglo-Amerikan emperyalizminin güçlü bağlara sahip olduğu Körfez ülkeleri türünden ülkelerin tümünden bileşiyordu.
Yine de, aralarındaki farklılıklara ve bir “dünya” oluşturmamalarına rağmen, en azından bu ülkelerin bazıları (kuşkusuz, emperyalizmle birleşmemiş egemen burjuvazileri) az ya da çok ulusal bağımsızlıklarını gözetiyorlardı ve her şeyden önce gözetecekleri, ekonomik bağımsızlıkla pekiştirilmiş olmasa ve biçimsel kalsa bile siyasal bağımsızlıklarına sahiptiler. Yeni sömürgeciliğin bugün gelip dayandığı noktayla; “uluslararası tahkim”i, “üst kurullar egemenliği”, özelleştirilmemiş yer altı ve yerüstü zenginliğinin neredeyse kalmamış olması, IMF-DB programları ve DTÖ kararlarının “üst belirleyen”i oluşturması ve genel geçerliliğiyle vb. sağlanmış ulusal kölelik koşullarıyla kıyaslandığında; bu, özellikle bugün ABD emperyalizminin dünyayı yeniden yapılandırması bakımından katlanılmaz bir pozisyon durumundadır. 21. yüzyılın başında şimdi başlıca koşulları ortadan kalktığından, böyle bir pozisyonu tutmaya ve savunmaya çalışmak, olağanüstü zorlaşmıştır. Başka tutumlarının ne olup olmadığı tartışmasına girmeden söylenebilir ki, Saddam böyle bir pozisyonu sürdürmeye çalıştığı için, başına gelmeyen kalmamıştır. Şimdi özellikle dünya egemenliğini dayatma peşindeki Amerikan emperyalizminin, herhangi ülkenin (ve egemen burjuvazisinin) ne denli yetersizce olursa olsun, ulusal çıkarlarını ileri sürmesine ve buradan pozisyon almasına tahammülü yoktur. Bugün Amerikancı şebekenin “üçüncü dünyacılık” suçlamasıyla karaladığı da, zaten bu, ulusal bağımsızlığın az-çok savunulması tutumudur.
Sovyetler Birliği’nde ’50’lerin sonundan itibaren başlayan kapitalizme geri dönüş süreci ve giderek bu ülkenin dünya hegemonyası peşinde sosyal emperyalist bir ülkeye dönüşmesi, “üçüncü dünya”yı karmaşıklaştırdı.
Zaten başından beri “iki dünya” arasında bir “yol” tutturmaya çalıştıkça; kendine özgü bir “üçüncü sistem” olmadığı ve bulunamadığı ve sosyalizme yakınlık içine girmeleri, kapitalist nitelikleri gereği, ancak dış politika ve dış ticaret ve belki kredi kolaylıkları gibi alanlarla sınırlı kaldığı için, geçici olarak emperyalizmin etkisi ancak sınırlanabilen bu ülkeler kalıcı bir bağımsızlık yoluna giremiyorlar ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde emperyalizmle bağları artıyordu. Kimileri ise, söylendiği gibi, zaten bu bağlara sahipti ve “denge” koşullarından yararlanarak işbirliğinden fazla pay alan işbirlikçilerin egemenliğindeydi. Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizmin sultası altına girmesi ve bir yandan kapitalizmi restore etme diğer yandan da dünya egemenliği peşinde koşmaya yönelmesi, “bağlantısızlar” açısından “yeni bir ufuk” açılmasına götürdü: Modern revizyonizm, bu ülkelerin önüne “kapitalist olmayan yol”u ve bu “yol”dan gelişme ve kalkınmayı koydu. Bu, aslında, baştan beri, bu ülkeler açısından neredeyse kural olan “sosyal devlet”i, sınaî korumacılığıyla vb. devlet kapitalizminin hem kutsanması hem de teori düzeyine yükseltilmesi anlamına geldi. Amerikan ve İngiliz emperyalizmin etkisinin en zayıf ya da ulusal yönelimi güçlü olan “bağlantısız” ülkeler, Nasır Mısırı, Baas Irak ve Suriyesi gibiler, bu yolun temsilciliğini üstlendiler. Giderek birlikleri zaten zayıf olan ve bir bütünlük oluşturmayan “üçüncü dünya ülkeleri”, Amerikan ve Sovyet (sosyal) emperyalizminin etkisindeki ülkeler olarak farklılaşmaya başladılar. Hâlâ “bağlantısızlar hareketi” içindeydiler; ama başlangıçtakinden daha çok bölünmüş hale gelmişlerdi.
Bu sıralarda yeni emperyalist amaçlı bir güç sahneye çıkmaktaydı; ve “üçüncü dünya ülkeleri”ni dış politikasının ve dünyaya yayılma amacının kaldıracı olarak kullanmayı hedefledi. Çıkarları Amerikan ve Rus emperyalizmiyle çatışan Çin revizyonizmi, uluslararası bir güç olmaya en çok geliştirdiği “Üç Dünya Teorisi” ile girişti. Bu dönemde artık sosyalizm Arnavutluk’a sıkıştırılıp geriletilmiş, hâlâ Arnavutluk şahsında bir dünya sistemi olmayı sürdürse bile, dünya ölçeğinde bir blok oluşturmaktan uzaklaşmıştı. Çin revizyonizmi, kuşkusuz sosyalizm iddiasıyla, dünyayı, hayali olarak bir başka tarzda üçe böldü. İlk “üçe bölme”nin ideolojik patronajı, Sovyet revizyonizminin de oluru ve beslemesiyle, Amerikan emperyalistlerindeyken, sonraki “üçe bölme”nin fikir babalığı Mao Zedung’a aittir.
Buna göre, ABD ve Rusya, “iki süper devlet”, “birinci dünya”yı oluşturuyordu. Dünya hegamonyası peşinde koşma gücüne sahip olmayan ve “iki süper devlet”le bu açıdan yarışma gücünde olmayan Avrupa ülkeleri ve Japonya, “ikinci dünya” yı temsil ediyorlardı. “Sosyalist ülke” olarak Çin’in de içinde bulunduğu geri kalanlar ise, aralarında hiçbir ayrım yapılmadan “üçüncü dünya”ya aittiler; ve dünya devriminin temel gücü, işçi sınıfı değil, ezilen halklar bile değil ama bu ülkelerdi! Çin revizyonizmi, kendisine bağlayıp kendi emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmek üzere, Çin’i de içine kattığı “bağlantısızlar hareketi”ne, ileri sürülmüş tezlerini geliştirerek hayali bir misyon yüklemekteydi. Kapitalist emperyalizm koşullarında tümü kapitalist olan geri ya da gelişmekte olan ülkeler kendi aralarında birleşip iki süper devlete karşı Avrupalı ve Japon emperyalistleri yedekleyerek yürütecekleri mücadeleyle “kurtuluşlarını” muştulayacak bir “yeni uluslararası ekonomik düzen” kuracaklardı! Bu teori, “ülkelerin kurtuluşu”nu işçi sınıfı ve ezilen halkların kurtuluşunun karşısına koyarak yerine geçirmekteydi. Bu ülkeler, kendi işçilerini ve halklarını ezerek “kurtulacaklardı.” Kimden? İki süper devletten. Kim kurtulacaktı? Geri ülkeler. Yani? Yani, bu ülkeleri egemenliği altında tutan kimisi az-çok ulusal, kimisi açıktan işbirlikçi burjuvazileri. İşçilere ve halklara düşen, iki süper devletin talan ve zorbalığından “kurtulmak” için, kendi egemenlerinin talan ve zorbalığını kabullenmekti!
Teori, işçi sınıfı ve halkları ideoloji ve siyaset sahnesinden dışlıyor, kendi egemen burjuvazilerinin peşine takılmaya yönlendiriyor ve dünya tarihinin, 19. yüzyılda kalmış bir çatışma, burjuvalar arası rekabet (pazar paylaşımına) üzerinden gelişeceğini ileri sürmüş oluyordu. En çok bu teoriye göre, hem de dünya devrimi adına, gerilik ve gericilik yüceltilmişti. Kuşkusuz, pokerin “beş benzemez”i gibi, bu ülkeler hiçbir zaman birlik halinde olmadılar ve tarihi ilerleten gücü de hiç oluşturmadılar.
Dolayısıyla, “üçüncü dünya”ya atfedilen tarihsel işlev kadar varoluş durumu da, “bağlantısızlar hareketi”nin, eski sömürge sisteminin dağılması ve sosyalizmin emperyalizmi dengelemesinden kaynaklı ilk dönemindeki göreli gerçekliği dışta tutulursa hayali ve yakıştırmadır. Gerçek olduğu kadarıyla, bugünküyle ilişkisiz bambaşka bir dünya gerçeğinin ürünüdür. Bugün ne tarihsel kökleriyle bağlı bir “üçüncü dünya” vardır ne de böyle bir “gerçek”ten bahsedilebileceği ’50’li ve ’60’lı yıllarda bu, tam ve kendine yeterli, öykünülecek ve yolundan yürünebilecek bir gerçek olmuştur. Bir adım daha atılarak söylenebilir ki, “üçüncü dünya” ve “üçüncü dünyacılık”, gerçeğe en yakın olduğu dönemde bile, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına, sosyalizme (ve stratejik yedeği ulusal kurtuluş hareketlerine) karşı ileri sürülmüş bir ön kesicilik olmuştur. Şimdi Amerikancı şebeke tarafından ortaya atılışı, burjuva yaratıcılığın tükenişine ve sonuna işaret eden bir temelsiz yineleme olarak, tümüyle gerçek dışı ve bir o kadar gerici bir korkuluk olduğundan başka bir şeyi kanıtlamaz. Tek gerçeğe ilişkinliği, “üçüncü dünyacılık”la suçlanan, karalanan ya da gözü korkutulmak istenenin, ulusal bağımsızlığın savunulması tutumu, antiemperyalist tavır alış olduğu ve bağımsızlıkçılığa emperyalizm yardakçılığı mevziinden saldırıldığıdır.

DÜNYA YENİLENMEK ZORUNDA
“Batı mı üçüncü dünya mı?”, “Batıcılık mı üçüncü dünyacılık mı?” ikilemi sahtedir. Ezilenlerin hayal alemini doldurmak ve bu hayal üzerinden, “üçüncü dünya”nın yarım gerçek olduğu en uygun koşullarda bile yedeklenmelerini sağlamak üzere piyasaya sürülen bu ikilem; gerçeğe dayanmayan kofluğu yönüyle sahte olduğu kadar, “Batı” adına dayatılan emperyalizmin egemenliği ve bu egemenliğinin kabulünü istemesi yönüyle de tam bir sahtekârlıktır.
İçinde yer alınması amaçlanacak bir “üçüncü dünya” yoktur; sosyalist ve kapitalist dünyalar arasındaki sert çatışma koşullarında, kapitalist dünya içinde yer aldıkları kesin olan bir dizi ülkenin, görece bağımsız bir gelişme yolu tutabilmeleri ve az-çok gruplaşmaları bir “üçüncü dünya” oluşturduklarına delalet etmez, dolayısıyla “üçüncü dünya” hiçbir zaman olmamıştır. Emperyalizm karşısında bağımsızlıkçı tutumların geçmişte -ve hatta günümüzde- bir dizi ülke ve burjuvazileri tarafından savunulmuş -ve savunuluyor- olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Kapitalizm içinde kalınarak emperyalizme karşı mücadelenin geleceği yoktur ve olmamıştır. Emperyalizm, 19. yüzyılın sonundan bu yana ve bugünkü kapitalizmdir. Ve kapitalizme el kaldırmadan emperyalizme karşı mücadele ve en uygun koşullarında bile kısa sürede yitirilecek göreli (ve kuşkusuz burjuva) kazançlar peşine düşmek, ezilenlerin, işçi sınıfı ve halkların özlemi ve davası olamaz.
İşçi sınıfı ve halkların davası olamaz diyoruz; çünkü, karşısında “Batıcılık mı Üçüncü dünyacılık mı?” korkuluğu sallanan, bir süredir yeniden safa girmekte ve mücadelesini geliştirmeye yönelmekte olan dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarından başkası değildir. Kapitalist dünyanın bu devrimci güçleri, böylesi bir sahte ikilem içine sığmaz, sığdırılamaz.
Ezilen halkların emperyalist talan ve zorbalıktan kurtuluş mücadelesine, bu talan ve zorbalıktan kendisi de zarar görmesi nedeniyle baskı altındaki ülkelerin burjuvazisinin (kuşkusuz emperyalizmle birleşmemiş, işbirlikçileşmemiş kesimlerinin) katılması ve hatta öncülük etmesi, antiemperyalist mücadeleyi bir yarım başarıya ulaştırması olanağı hâlâ bütünüyle tükenmemiştir. Antiemperyalist mücadelenin nesnel koşullarının gelişip olgunlaşması ve işçi sınıfı ve kent ve kır yoksullarının bilinç ve örgüt düzeylerinin düşüklüğünü gidermek üzere derlenip toplanmalarının gecikmesi, yer yer bu olanağın gerçeğe dönüşmesine götürebilir.
Ancak böyle bir ihtimal hâlâ var olmakla birlikte, giderek zayıflamaktadır. Hem eskisinden daha hızlı gelişen bugünün kapitalizmi olan emperyalizm, giderek tüm burjuvaziyi daha çok kendisine bağlamakta ve anti emperyalist mücadele olanaklarını törpülemektedir; hem de anti emperyalist mücadele, bugün her ülkede eskisinden daha gelişkin işçi sınıfı ve maruz kaldıkları talan ve zorbalık nedeniyle emperyalizme karşı daha kökten ve derinden mücadeleye itilen yoksul ve emekçi halkların varlık koşullarında gelişmek durumundadır. Dolayısıyla aşağı katmanların ağırlığını taşıyacak ve tutarlı ve sonuna kadar antiemperyalist tutuma çağrılı bu güçler tarafından damgalanmaya yatkın olacaktır. Bu ise, aynı zamanda, emperyalizme karşı mücadele potansiyeli zayıflayan burjuva kesimleri ürküterek emperyalizmle uzlaşmaya itecek ve işçi sınıfı öncülüğünü zorunlu kılan bir diğer etkeni oluşturmaktadır.
Dünya işçi sınıfının nesnel çıkarları, ancak yeni bir dünyanın kuruluşuyla, sosyalizmle karşılanabilir. Dünyanın ezilen halkalarının önünde ise, söylendiği iki iki seçenek durmaktadır: Ya işçi sınıfı antiemperyalist mücadelede, bu mücadelede şöyle ya da böyle yer alma eğilimi gösterecek burjuva kesimlerin etkisini gidererek ezilen halklarla birleşecektir ya da buna güç yetiremeyecek ve ezilen halklar şu ya da bu ülkede kendi burjuvazilerinin yedeği olacaktır. Nesnel olarak birinci ihtimalin gerçekleşme olanağının büyüdüğünü söylemek doğrudur.
Buradan hareketle söylenebilir ki, bugün bir gerçek oluşturmayan ve öyle tanımlanmaması gereken “üçüncü dünyacı”lıkla kastedilebilecek, kapitalist emperyalist dünyada emperyalizmden görece bağımsızlığı, dolayısıyla gelişmiş kapitalizm (emperyalizm) ve onun yarattığı devrimci güçler (işçi sınıfı ve emekçiler) karşısında kendi görece geri/gelişmemiş koşullarına (gelişmemiş üretici güçler, gelişmemiş ekonomi, görece geri fikirler ve burjuva ideoloji) dayanan bir “gelişme yolu”na yönelme isteği gösterebilecek güç, geri kapitalist ülkelerin emperyalizmden zarar gören burjuvazisi olabilir. Şimdi, yine dünyanın içine girmiş olduğu yeni saflaşmalar koşullarında, örneğin ABD-İngiltere bloğunun karşısında yeni bir emperyalist bloğun oluşması eğiliminin kalıcılaşması ve iki bloğun birbirini dengelemesi durumunda, bu tür tutumlar görece yayılma eğilimi gösterebilir ve hatta savaşa karşı bir deklarasyon yayınlayarak “bağlantısızlar hareketi”ni canlandırma girişiminde belirtisi görüldüğü gibi, bir dizi ülke gruplaşma eğilimi içine de girebilirler. Hatta yeni emperyalist bloklaşma, Amerikan hegemonyasını zayıflatma amaçlı olarak, bu eğilimi teşvik edip destekleyebilir de. Çeşitli ülkelerde burjuvazinin ulusal bağımsızlık yanlısı tutumlar geliştirmesi, kuşkusuz emperyalizmi zayıflatacağı için istenir bir şeydir ve böyle tutumların alınmasında olumsuzlanacak bir şey olamaz. Ancak bu tür tutumları dışlamamak başka şeydir; bu burjuva tutumların ortaya çıkma ihtimalinin olanaklı tek ihtimal varsayıldığını göstermek, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarını ve mücadele dinamiklerini yok saymak ya da üstünü örtmek üzere, “Batıcılık”ın alternatifinin “üçüncü dünyacılık” olduğunu ileri sürmek başka.
Öyleyse “üçüncü dünyacılık” korkuluğu, bir korkuluk olmanın yanında, emperyalizm karşıtlığını ve antiemperyalist mücadeleyi kapitalizm sınırlarına hapsetmenin de bir yolu ve aracı durumundadır.

Gerici “Batı” ve Yenilenmenin “Batı”sı
Korkuluk ve dayatılan ikilemin dayandığı ikinci sahtekârlığa gelince; bu, “Batı”nın tek bir bütün oluşturduğu önvarsayımının dayatılmasında belirmektedir. Aşağılanan “üçüncü dünya” karşısında yüceltilen “Batı”; uydurulan “üçüncü dünya” kavramı içinde asıl aşağılanması amaçlanan antiemperyalizm ve onun işçi-emekçi dayanakları karşısında, “Batı”nın gericiliğinin, can çekişen kapitalizm olan emperyalizmin, tekelci burjuvazinin bir yüceltilişidir.
“Batı”, emperyalistler arasında bölünmüşlüğünün ötesinde burjuvazi ile işçi sınıfı (ve emekçiler), sermaye ile emek arasında bölünmüştür. Nitelik ve nicelik olarak en gelişkin işçi sınıfı Batı’ya özgü olduğu gibi; en yoğun birikmiş, en çok merkezilenmiş ama üretken niteliğinden de en çok uzaklaşmış (rantiye karakterli) sermaye de Batı’ya özgüdür.
Batı, işsizlik, yoksulluk, sefalet birikimi olduğu kadar “varlık içinde yokluk”un “anası” olarak devasa zenginliklerin biriktiği başlıca mekandır da. Makineler, fabrikalar, ulaşım araçları, yüksek teknoloji aygıtları ya da doğrudan para sermaye olarak çeşitli görünümleriyle birikmiş cansız emeğin dünya üzerindeki dağılımının “aslan payı” “Batı”nın olmuştur ve olmaktadır. Teknik temeli en gelişkin, toplumsallaşma düzeyi en yüksek emek Batı’da uygulanır, ama en yüksek sömürü oranının alanı da Batı’dır.
“Batı”yı Batı yapan maddi ve manevi değerler en azından 500 yıllık bir tarih dilimi içinde oluşmuştur ve burjuvazinin tarihsel olarak ilerici/devrimci bir rol oynadığı döneminden biriken değerlerin de mirasçılığını yapan, kapitalizmin başlıca devrimci ürünü işçi sınıfı; üretken emeğin ve toplumsallaşmasının temsilcisi olarak, kapitalizmin geliştirdiği, ama emperyalizme dönüşmesiyle birlikte artık tam bir karşıtlık içine girdiği ve gelişmesini önlediği üretici güçlerin en önde geleni, başlıcasıdır. İşçi sınıfı ve temsil ettiği ilerleme etkeni olan ne varsa tümünün toplamından oluşan, karşıtlık içinde olduğu kapitalist üretim ilişkilerince önü kesilmesine ve kösteklenmesine karşın gelişmesi durdurulamayan üretici güçler, bu güçlerde içerilmiş –Leonardo da Vinci’si, Michelangelo’ı, Pascal’ı, Mozart’ı, Bartholdi ve Eiffel’iyle, Curie’leri, Pasteur’ü, Einstein’ıyla; makinesi, fabrikası, tekno-sınaî kompleksleri, resmi, heykeli, mimarisi, treni, metrosu, mühendisliği, radarı, bilgisayarı, fiziği, MR’ı, tıbbı vb. ile- burjuvazinin bütün devrimci birikimini de temsil edip kapsayarak, sosyalizmin üretici güçlerini oluşturmaktadır.
Ama Batı, aynı zamanda, mülkiyetin en ileri ölçüde küçük bir azınlığın elinde toplandığı mekanın adıdır; emeğin ve üretimin en gelişkin toplumsallaşmasıyla çatışarak, ve bunun gereği olan toplumsal üretim ilişkilerini, en çok kaçınılmaz hale geldiği durumda olanaksız kılan tamamen gereksiz bir “habis ur” oluşturarak, emek ürünlerinin mülkiyetinin dünyanın geri kalan kesimleriyle karşılaştırıldığında en az sayıda özel elde biriktiği, en yoğun ama en çok merkezileşmiş birikimin mekanıdır.
Rakamlarla somutlanacak olursa;
“Üçüncü Dünya” aşağılaması üzerinden korkuluk sallayanlar, hiç, “Batı” diye yüceltisini yaptıkları sanayileşmiş ülkelerde 100 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşamakta olduğundan söz etmezler. (Unicef, ’97 rakamı) 1995 rakamlarıyla 30 milyona yakın ABD’linin açlık çektiğini görmezden gelirler. Sefillerin ve açların varlığı Batı ya da ABD’nin devrimci yüzü değildir, ama Batı’nın insanları sefil ve aç bırakan bir Batı olduğunu; zenginlik, şatafat ve gücün, sefalete ve açlığa mahkum ettiği milyonların üzerinde yükseldiğini gösterir.
1976’da, ABD’deki en zengin yüzde 1’lik dilim, ülkedeki toplam özel maddi servetin yüzde 19’una sahipti. 1999’da bu oran yüzde 40 olmuştur. Bu en zengin yüzde 1’in geliri, “en alttaki” yüzde 92’nin toplam gelirinden daha fazladır. Bu, Batı’nın “Batısı” ya da önde geleni ABD’nin olağanüstü derinlikte bir uçurum ya da karşıtlık ve kutuplaşma üzerine kurulu olduğu ve uçurum ya da karşıtlığın yıldan yıla derinleştiğinden başka bir anlama gelmez.
Bunlardan ne sonuç çıkar? Bu, tam bir uçurum oluşturan gelir dağılımı adaletsizliğinde yansıyan bölüşüm ilişkilerini koşullayan, mülkiyetin -en az sayıda elde toplanmasına ve bu sayının yıldan yıla azalmasına götürmüş olan- özel kapitalist biçimine dayanan üretim ilişkileri; Batı’nın dev ölçekli toplumsal üretiminin gerçekleşmesi ve yönetilmesi bakımından uygun olmaktan her zamankinden çok çıkmıştır. Zamanında (feodalizme karşı) Batı’nın en ileri ürünü olan kapitalist üretim ilişkileri, artık çoktan, ileri düzeyde toplumsallaşmış emeğin ve üretimin gelişme ihtiyaçlarını karşılayabilir olmaktan çıkmış, toplumun, toplumsal üretim ve yaşamın kendisini yenilemesinin başlıca engeli gereksiz bir kabuk haline gelmiştir
Batı, sosyalist üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkilerinin, sosyalizmle kapitalizmin en ileri noktadan çatışma alanı durumundadır. Bu çatışmanın henüz bilinçli ve örgütlü bir çatışmaya dönüşmemiş olması ya da bu yöndeki gelişmenin zayıflığı, politik bir sorundur ve sosyalizmin kapitalizmi alt etmeyi başarması için mutlaka aşılması gerekir; ancak bilinç ve örgütün geri düzeyi, çatışmanın niteliğini ve nesnelliğini, tarihsel zorunluluk olarak dayatılmışlığını ortadan kaldırmaz.
Öyleyse tek değil “iki Batı” vardır. İlki, tüm devrimci birikimi ileri düzeyde toplumsallaşmış üretken emek ve başlıca sosyal şekillenişi olarak işçi sınıfı tarafından temsil edilen yenilenmenin temel etkeni olarak Batı ki, Amerikancı şebekenin “Batı” ile kastettiği kuşkusuz bu Batı değildir; onlar alternatif olarak “Batı”yı, bu “yenilenmenin Batısı”nın önünü kesmek, onu “üçüncü dünya karanlığı” ile ürkütmek ve gerici Batı’nın yedeği olarak tutabilmek üzere ileri sürmektedirler. Sosyalizmin dayanağı ve ön koşullarının en ileri düzeyde olgunlaşmış olduğu Batı, görmek istemedikleri Batı’dır. Yenilenmenin “Batısı”nı gizleyerek ve “Batı”yı tekellerine alarak, devrimi ve sosyalizmi “üçüncü dünya” olarak tanımladıkları geriliğe*, gelişmemişliğe dayanmaya mahkum etmeye yelteniyorlar. (*Bu gerilik ve ona bağlı karanlık, hiç kuşku yok ki, talancı ve zorba emperyalizmin, emperyalist sömürge siyaseti ve sisteminin ürünüdür; ama bu, sosyalist Batı’yı görmezden gelmeye değil en başta ona dayanma gereğine götürmelidir.) Öyleyse korkuluk, korkuluk olduğu kadar, tersinden, yenilgiye mahkum kılmayı amaçlayan bir yönlendirmedir de.
Ama yağma yok! “Sosyalist Batı”, sosyalizm için tüm olgunlaşmışlığıyla, sosyalist üretici güçleriyle, en başta yüzlerce milyonluk dev bir güç oluşturan nitelikli işçi sınıfı bölükleriyle Batı, korku kaynakları olacaktır. Marx’ın “Manifesto”da söylediği gibi, kendi tam gerçekliğine dönüşmeye her geçen gün daha yakınlaşan ve yatkınlaşan bir “hayalet”, hem de yalnız Avrupa’da değil,  tüm Batı’da dolaşmaktadır: Bu korku kaynağı, uzlaşmaz karşıtlığıyla kapitalizmin nesnel olarak zorunlu kıldığı sosyalizmden başkası değildir.
Ve ikinci “Batı”, benimsedikleri ve asıl yücelttikleri “Batı”, tam da alaşağı edilmesi gereken özel mülkiyetin kalesi Batı’dır. Kapitalizm hala eskisinden hızlı gelişmeye devam etse de, gelişmenin ve ilerlemenin artık başlıca engeli haline gelmiş olan Batı. Kitlesel işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin, dilencilik ve uyuşturucunun üreticisi, savaş ve ölüm dayatıcı Batı, artı-değer gaspı üzerinde yükselen ve insani olmayan bir uygarlık olarak kapitalist Batı. Gerici, emperyalist Batı.

GERİCİ BATI VE SOSYALİST BATI İLE DEVRİMCİ DOĞU İTTİFAKI
Ve bu Batı, yalnızca artı-değerin gaspı üzerinde yükselmemekte, yalnızca kendi işçilerinin emek ürünlerine karşılıksız el koyuşun ve emeğin ve üretimin durdurulamaz toplumsallaşmasıyla zıtlığın Batısı olmakla kalmamakta, ama dünyanın geri kalanının talanına, dünyanın ezilen halklarının yağmalanması ve egemenlik altına alınmış olmasına (ve bu egemenliğin daha da pekiştirilme ihtiyacına) da dayanmaktadır. Dünya, emperyalist gerici Batı bir yanda, yüzlerce ezilen ulus oluşturan milyarlarca nüfusa sahip ezilen halklar diğer yanda, bir diğer bölünme ve kutuplaşmaya daha uğratılmıştır. Gerici Batı’nın emperyalist talan ve zorbalığı, “Doğu” ya da kimilerinin “Güney” olarak tanımladıkları, ancak nasıl tanımlanırsa tanımlansın, coğrafi bir kategoriyi değil, işbirlikçilerin yönetimlerindeki irili-ufaklı devletleri hiç değil, ama emperyalizmin yağma ve zorbalığının nesnesi kılınan ezilen halkların oluşturduğu dev gücü, bugün emperyalizm karşısında ne denli örgütsüz, dağınık ve birleşmemiş dursa da, nesnel olarak, talana ve zorbalığa karşı çıkmaya, ayağa kalkmaya ve devrimcileşmeye yöneltmektedir. Örgütsüzlük, kapitalist zehirleyici etkinin ya da onun tarafından kullanılan dincilik, mezhepçilik gibi kapitalizm-öncesinden kalma geleneksel önyargıların karanlığa, kafa karışıklığına ve bunlar üzerinden yedeklenmeye götürüşü ne denli gerçek olsa da, günümüzde örnekleri yeniden ortaya çıkmakta olduğu gibi gelip geçicidir; asıl olan, bir avuç tekel ve emperyalist büyük devletin milyarlarca yoksulun oluşturduğu dünyanın ezilen halklarını yağmalayıp köleleştirmelerinin, bu durumun oluşturduğu aşağılamanın nesnelliğidir. Tarih, hiçbir halkın yağmaya, köleleştirmeye ve aşağılamaya sonsuza kadar tahammül edemediğinin örnekleriyle doludur.
Nasıl tahammül edilsin ki? Emperyalist kapitalizm sadece Batı’da çok küçük bir azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki egemenliği olmakla kalmamaktadır; ama Batı’nın bu çök küçük azınlığı tüm dünyanın da egemenidir.
1.3 milyar insanın günlük geliri 1 doların altındadır. 3 milyar insan, günde 2 dolardan az kazanabilmektedir.
BM 1999 Raporu’na göre, dünyada milyarlarca insan temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden, yeterli gıda, temiz su, kanalizasyon sistemine sahip olma olanağından yoksunken, günde on milyonlarca insan ve binlerce bebek yetersiz beslenmeden ölürken; Batı’nın mümtaz ABD’sinde kozmetiğe yılda 8 milyar dolar harcanmaktadır. Ama tüm dünyada herkese temel eğitim sağlamak için gereken para ise 6 milyar dolardır. Öte yandan Batı’nın bir diğer parçası olan Avrupa’da, yılda dondurmaya 11 milyar dolar harcanmaktadır. Ve tüm dünyada herkese temiz su ve güvenli kanalizasyon sağlamak için gereken para ise 9 milyar dolardır.
Kozmetiğin ve dondurmanın ABD ve Avrupa’da kitlesel olarak tüketildiği söylenip bu rakamlara burun kıvrılabilir. Avrupa ve ABD, dünyanın geri kalanından ulusal olarak “üstün” pozisyondadır; ama asıl üstünlük, ezilen halkların köleleştirilmesi ve temel yaşam araç ve olanaklarından mahrum edilmesinin nimetlerini kendi ellerinde biriktiren ve egemenliklerini bunun üzerinden pekiştiren çok küçük bir azınlığındır. UNICEF 1997 ve Dünya Sağlık Örgütü 1998 raporlarına göre, tüm dünyaya temel eğitim, temel sağlık hizmeti, tüm kadınlar için kadın sağlığı hizmeti, herkese yeterli gıda, temiz su ve güvenli kanalizasyon sağlamak üzere, mevcut harcamalara eklenmesi gereken toplam miktar, yılda 40 milyar dolardır. Ve bu rakam, dünyanın en zengin 225 kişisinin toplam servetinin yüzde 4’ünden daha azına karşılık gelmektedir. Bu zenginlerin 60’ı ise ABD’lidir.
Gerici, yağmacı, emperyalist Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki uçurum korkunçtur. Ve daha da önemlisi bu uçurum durmaksızın derinleşmektedir. Yağma derinleşerek sürdüğü gibi, dünyanın geri kalan ülkeleri, kuşkusuz gerici emperyalist Batı’ya, bir avuç tekelci kapitalist zorbaya bir de örneğin 1996’da 270 milyar dolar borç ödememek durumunda bırakılarak uçurumun daha da dibine itilmiştir; ödenen borç her yıl artmakta, uçurum her yıl büyümektedir. Üstelik emperyalist Batı, çoğu geri ülkenin, büyüyen gelirlerinin giderek büyüyen bölümlerine el koymakla da yetinmemekte, bu ülkeleri reel olarak da yoksullaştırmaktadır. 1999 rakamlarıyla 80 ülkede kişi başına düşen milli gelir, 10 yıl öncesine göre azalmış, yani bu ülkeler ve halkları mutlak olarak yoksullaşmışlardır.
1960’ta, dünya insanlarının en zengin yüzde 20’lik dilimini barındıran ülkelerin kişi başına milli geliri, en yoksul yüzde 20’nin 30 katıydı. 1990’da bu oran 60 kat, 1995’te 74 kat olmuştur. Uçurumun hızla derinleşiyor oluşu, dev alt-üst oluşları mayalandırmadan edemeyecek olan nesnel bir gerçektir. ABD’nin dünyanın şurasına burasına saldırmasının –kuşkusuz her özel saldırının özel nedenleri görmezden gelinemez- petrol ya da benzeri kaynaklar ve ulaşım yolları üzerinde egemenliği hedeflemesinin ötesinde, bu nesnel gerçekle bağlantısı görülmelidir: Güç gösterisi, korku salma, halklara göz dağı verme ve uçurumu dayatma.
ABD ve genel olarak emperyalist Batı, bugün için büyük bir egemenlik sağlamış durumdadır. Ama işte tam da bu derin karşıtlığın üzerinden sağlanmış bir egemenliğin, sürdürülme olanaklarının tüketilmesi anlamına geldiğini ve koşullarının ortadan kalkmakta olduğunu söylemek yanlış değildir.
1999 BM raporuna göre, dünyanın en zengin üç kişisinin toplam serveti, dünyadaki tüm azgelişmiş ülkelerin toplam milli gelirinden daha fazlaydı. Bill Gates, Warren Buffett, Paul Allen’in toplam serveti, 1998 itibarıyla 110 milyar dolardı. 1999’da ise, sadece ilk ikisinin toplam serveti 140 milyar doları buldu. 1998’de, dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti, dünya insanlarının yüzde 41’inin toplam gelirini aşmıştı. Üç kişi bir yanda, milyarlarca insan bir yanda. Üç kişinin hayal bile edilemez zenginliği ve egemenliği, milyarların derin sefaleti ve hak yoksunluğu üzerinde durmaktadır. Bu sistem sürebilir mi? Milyarlar emperyalizme karşı çıkmadan edebilir mi? Dünyanın ezilen halkları “sosyalist Batı”nın yanında emperyalist Batı’ya karşı safa girmeden bunca aşağılanmaya katlanabilirler mi? Ve son soru: Mülkiyetin bunca az elde toplandığı, dolayısıyla üretimi bunca az sayıda merkezden planlayan bir dünya ve Batısı’nın sosyalizm için olgun olmadığını kim söyleyebilir?
Gerici emperyalist Batı’ya karşı sosyalist Batı ile devrimci Doğu’nun ittifakı ve önünde sonunda bu ittifakın zaferi kaçınılmazdır. “Batı mı üçüncü dünya mı” korkuluğu, korkuluk olmasının ötesinde asıl bu korku kaynağının örtüsüdür.

KÜRT MESELESİ VE GELİNEN NOKTA

Halkların özgürlük hareketi tarihin hiçbir döneminde dümdüz bir hat izlememiş, yaşamın şu veya bu döneminde içsel ve dışsal gelişme ve olgularla ilintili olarak ve güç ilişkilerinin durumuna göre bazen yükselmiş, bazen düşme ya da durgunluk eğilimi göstermiştir. Ancak çözüme kavuşturulmamış ya da kavuşturulamamış hiçbir halk hareketi veya ulusal sorun sonsuza değin öyle kalmamıştır.
Bu durum, Türkiye ve bölge açısından da geçerlidir. Bölgenin en eski ve köklü halklarından biri olmasına karşın, bu oranda da acı çekmiş, varlığı inkar yoluna gidilmiş Kürtlerin özgürlük arayışları bir kez daha göstermiştir ki, ne yapılırsa yapılsın, nasıl baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulursa tutulsun, geçici sürelerle sümen altı edilmiş gibi gözükse de, sonunda halklar her seferinde biraz daha derlenip toparlanarak, daha güçlü biçimde varlıklarını ortaya koymaktadırlar.
Yıllardan beri Türkiye egemenlerinin inatla yok saymaya, birkaç teröristin ve “dış güçlerin” işi ve kışkırtması olarak ele almaya çalıştıkları, en ucuz yalanlardan en şiddetli baskı yöntemlerine kadar kullanabilecekleri ne kadar yöntem varsa uyguladıkları Kürt sorunu, bir kez daha çözümü en acil sorunlardan biri olarak kendini dayattı. Üstelik, Türkiye burjuvazisinin ülkedeki ezilenleri, yoksuları bölmek, birbirlerine karşı kışkırtmak amacıyla kullandığı Kürt sorunu, bu kez emperyalizm tarafından kendisine karşı bir şantaj ve tehdit aracına dönüşmüştü.
Şimdi son gelişmelerin ışığında değerlendirildiğinde çok açık biçimde görülebilmektedir ki, içinde bulunulan süreçte Kürt sorununda burjuvazi açısından yeni açılımlar kaçınılmazdır. 
Yaşanan bütün olgular tek bir noktaya işaret etmektedir: Kürt sorununda gelinen noktadan artık geriye dönüş yoktur. Taşlar bir kez yerinden oynamıştır. Artık burjuvazinin mevcut durumla, statükoculukla durumu idare edemeyeceği, Kürt  yoksullarının da mevcut durumu kabul ederek yaşamayacakları ortadadır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ve demokrasi bilincinin de bir sıçraması olarak değerlendirilmelidir. Çünkü, Kürt yoksullarının, Kürt emekçilerinin ileri sürdükleri, uğrunda uzun ve çetin mücadele verdikleri talepler, demokrasi talepleri, demokratik hak ve özgürlük istemleridir. Nitekim, gelinen noktada, geçmişe göre, bu alanda önemli duvarların aşıldığı, kalıpların kırıldığı ortadadır.

YAŞANAN MÜCADELE AYDINLANMA SÜRECİ OLMUŞTUR.
1980’lerden sonra yükselme eğilimi gösteren Kürtlerin demokrasi ve özgürlük istemleri, özel olarak son 10-15 yıllık süreçte, hem halkın katılımı hem de mecrasına oturması bakımından gerçek bir demokrasi mücadelesine dayanaklık etmiş, bu süreç, aynı zamanda aydınlanma sürecine dönüşmüştür.
Böyle olması da kaçınılmazdı. Çünkü bölgede süren mücadele kendi doğallığı içinde eski tip üretim biçimlerinin şekillendirdiği maddi ve manevi yaşam tarzına, alışkanlıklara darbeler indiriyor, politik faaliyetin yarattığı etki ve aydınlanma, aşiretçi yapıyla da karşı karşıya gelmeyi kaçınılmaz kılıyordu. Bu karşı karşıya gelişin, ille de politik faaliyetle, aşiretlerle silahlı karşı karşıya geliş biçiminde olması gerekmiyordu. Zaten genel olarak da böyle değil, uyanış halinde olan bölge halkının, gençliğinin, bölgede geçerli olan ilişki biçimlerini, alışkanlık, ve gelenekleri bir taraf bırakarak, bir anlamda yaşam biçimine baş kaldırarak, aşiretçi kuralları terk edip politik faaliyete katılması biçiminde olmuştur. Bu dalga genişledikçe ve etki gücü büyüdükçe ilişkilerde çözülme de büyümüştür. Bunun bilince yansıması da aydınlanma, uyanış olarak kendini göstermiştir.
Hiç şüphesiz bu çözülmede, bölgede çok güdük olsa da kapitalist işletmelerin varlığıyla birlikte, özellikle sanayileşmiş kentlere göçler sonucu kapitalist üretim ilişkilerinin birey ve birey bilincini ileri çıkartmasının da payı ret edilemez.
Bir yandan ulusal mücadelenin etkileşimlerinin, mücadelenin yarattığı bilinç şekillenmesi, bir yandan göçlerin ve üretim ilişkilerinin şekillendirdiği farklı insan tipi, eski yaşam biçimine, kültürüne, alışkanlıklara indirilen büyük bir darbe olmuştur.
Nitekim günümüzde Doğu ve Güneydoğu’da 30-40 yıl önceki aşiretçi, feodal toprak ağalığı sisteminin zayıfladığı çıplak gözle görülen bir olgudur.
Hiç şüphesiz, burada bölgede üretim ilişkilerinin tamamen değiştiği, feodal sistemin çöküp yerini bütünüyle kapitalist üretim ilişkilerinin aldığını, bölgede insanların bu yeni ve modern üretim ilişkilerinin içinde kendilerini birey olarak öne sürdükleri sonucu çıkartılmamalıdır. Burada anlatılmak istenen, bölgede feodal yapının, aşiretçi toprak ağalığı siteminin belli oranlarda çözülmeye uğradığı, söz konusu yapının eskisi gibi güçlü ve bütün olarak varlığını sürdüremediğidir.
Mücadeleye katılan kitlelerin bu mücadele içinde doğal bir demokrasi eğitiminden geçmemeleri düşünülemezdi. Yüz binlerce Kürdün içinde yer aldığı bu hareket, yığınlarda bilinç sıçramasını yaratırken, demokrasi talepleriyle ileriye atılmış kitlelerin aydınlanmasını sağladı; bunu yaparken de demokrasi bilinci ve mücadelesi gelişti. Yani karşılıklı ve diyalektik bir etkileşim söz konusu oldu.
Bu, aynı zamanda, kaçınılmaz olarak yaşam biçiminde değişimlere de yol açtı. Düne kadar feodal hapsedilmişliğin ardında silikleşmiş kitleler öne atılmaya, kendilerini sarmalayan kasta darbeler indirmeye başladı. Yığınları kuşatan çember kırılırken, kitleler kendilerini ifade etmeye yöneldi. Düne kadar ev dışında varlığı ile yokluğu belli olmayan Kürt kadını, belki de dışlanmışlığa, yok sayılmaya içinde biriktirdiği yılların öfkesiyle ön saflara fırladı. Politik yaşamla tanıştı, kısa süre içersinde ön saflara geçti, Kürt demokratik hareketinin öncü ve baş öznelerinden biri haline geldi.
Sadece Kürt kadınındaki bu değişim ve gelişim bile, politik mücadelenin bölge halkı üzerinde yarattığı aydınlanma sürecinin ve bölgede eski yaşam tarzının çözülmesinin önemli göstergelerinden biridir.
Bu süreç, geride kalan zaman diliminde tabiri caizse evinin dışına kafasını uzatamayan, gündelik ev hizmetkarlığı dışında varlığı söz konusu olmayan Kürt kadınını demokrasi mücadelesinin ön saflarına fırlatabilecek kadar güçlü bir etki yaratmıştır. O kadın ve Kürt genci yıllar süren ezikliğine karşı büyük bir sıçramayla ileri atılmış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde, bu mücadelenin aydınlanmış güçlü unsurları olarak yerini almış, demokrasi mücadelesinin asli unsurları haline gelmiştir.
Türkiye egemenlerinin yıllar süren barbarca baskı ve saldırıları, zora dayalı susturma ve sindirme çabaları, Kürt yoksul ve emekçilerinin daha fazla genişleyen ve direngen tutumlarıyla karşılaşmıştır.
Artık meydanda feodal üretim ilişkilerinin çevrelediği, sadece aşiretçi ve ağalık sisteminin belirlediği, yönlendirdiği kitleler yok; demokrasi mücadelesini içine sindirmiş, onca baskı ve kan dökmeye karşı demokrasi taleplerini ileri süren Kürt emekçileri ve yoksulları vardır. Şimdi artık, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve adalet isteyen, ayrımcılığa, halklar arasındaki ayrıcalıklara, imtiyazlara karşı çıkan, buna karşı talepler ileri sürüp bu talepler için mücadele eden kitlelerdir söz konusu olan. Dolayısıyla buradan geri dönüş söz konusu değildir. Çünkü artık sorun iradi bir sorun olmaktan öteye geçmiştir. Nesnelliğe dayanmayan, salt isteğe bağlı olarak ileri sürülen tutumlar, duvara çarpmaya mahkumdur.
Hak ve özgürlükleri, demokrasi talepleri için ayağa kalkan Kürtlerin talepleri, bugün açısından insana özgü, insan olmanın gereği talep ve özlemlerden başka bir şey değildir. Ve bu talepler, aynı zamanda, halkların gerçek anlamda kardeşleşmesinin ön koşulu ve olmazsa olmaz talepleridir. Eğer bir yerde, bir ulusa dil, kültürel hak vb. konularda ayrıcalıklar, üstünlükler tanınmış, diğeri bu haklardan mahrum edilmiş ve başka ulusun dilini konuşmaya, onun gibi yaşamaya, kültürel haklarından, gelenek, görenek ve yaşam biçimlerinden vazgeçmeye zorlanıyorsa, böyle bir ortamda kardeşlikten bahsedilemeyeceği ortadadır. Buna dense dense zorbalık denir. Ve yasakların, engellerin, ulusal ayrıcalık ve baskıların olduğu yerde de barış ve kardeşlik değil, milliyetçilik, önyargılar, halklar arasındaki rekabet ve güvensizlikler gelişir.
Oysa tüm yaşananlara, tüm kışkırtmalara rağmen, kabul etmek gerekir ki, Türk ve Kürt ezilenleri son noktaya kadar birlikte yaşama arzularını çok açık biçimde göstermişler; askeri alanda süren çatışmalar, asla ezilenler arasında dalaşmaya dönüşmemiştir.Batı’da onca provokasyon ve kışkırtmaya, onca rezil propagandaya karşın, Türk ve Kürt yoksulları, sabırla kışkırtmalara karşı içten ve samimi bir direnme göstermişlerdir.
Eğer ezen ulus ayrıcalıklarının kaldırılması, eşit haklar talebi Türk işçi ve emekçileri tarafından ne kadar benimsenir, bu talepler ne kadar kararlılıkla ileri sürülürse, kardeşlik o kadar daha gelişecektir. Bu ise, hem ulusal sorunun daha hızlı ve doğru bir tarzda çözülmesini kolaylaştıracak, hem de ezilenlerin ortak mücadelesini güçlendirecektir.
Günümüzde hemen hayatın her alanında, gerek politik gerekse sosyal yaşamsal alanlarda Kürt yoksul ve emekçileri ısrarla birlik ve kardeşlik isteğini öne sürmekte, bu duygularını her fırsatta göstermektedirler. Bugün kardeşlik talebinin ısrarla savunulmaya devam edilmesinin başlıca nedeni, Kürt hareketine asıl damgayı Kürt emekçi ve yoksullarının vurmasıdır. Bir başka neden de, henüz Türk burjuvazisine rakip ve ayak bağı olabilecek güçlü bir Kürt  burjuvazisinin olmamasıdır. Kürt burjuvazisinin esas olarak kendi başına güçlü bir varlığa ve yeterli sermaye birikimine sahip olmaması, varlığını Türk burjuvazisine eklemlenerek, onun uzantısı durumda sürdürmek zorunda olması sonucunu doğurmuştur. Bu da, Türkiye’deki Kürt hareketinin ayrılıkçı eğilim taşımamasını, hareketin karakterinin dil, kültürel haklar, demokrasi vb. taleplerle sınırlı olmasını getirmiştir. Barış ve kardeşlik taleplerinim maddi temeli burada, yani harekete damgayı Kürt emekçi ve yoksullarının vurmasında yatmaktadır.
Bu durum ise, Türk işçi ve emekçisinin önüne daha acil görevler koymaktadır. Türk işçi ve emekçilerinin, Kürt yoksul ve emekçilerinin bu talep ve isteklerinin baş savunucusu olması gerekmektedir. Türk işçi ve emekçileri bu talepleri gerçekten içten ve kararlılıkla savundukları oranda, Kürt emekçi ve yoksullarıyla birleşmelerinin, ortak ve birleşik mücadelenin önündeki bütün engelleri yıkmış olacaklardır. Dolayısıyla bu durum, Türkiye işçi ve emekçi hareketi bakımından büyük bir olanak ve aynı zamanda şanstır. Bu ise, Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yerleşik bir hal alması, demokrasi bilincinin ezilen sınıf ve katmanlar arasında gelişmesi, demokrasi mücadelesinin ilerlemesi ve nihayetinde demokratik hak ve özgürlüklerin ezilen sınıflar lehine genişlemesi demektir.
Yine geride kalan sürecin ışığında değerlendirildiğinde, gelişmeler, Kürt ezilenlerinin de demokrasi, özgürlük, eşit haklar için Türk ezilenleriyle ortak mücadeleyi, Türkiye demokrasi güçleriyle ortak hareketi zorlaması gerektiğini göstermiştir. Yoksa burjuvazi tarafından yalnızlaştırılan ve köşeye sıkıştırılan Kürt yoksul ve emekçilerinin mücadelesi kan ve şiddet yoluyla da olsa nispeten sindirebilmekte, halkın katılımı ve desteği şu veya bu oranda püskürtülebilmektedir.

KUZEY IRAK VE ÖNÜMÜZDEKİ SÜREÇ
Yıllar süren zor ve meşakatlı mücadele, en azından egemenlere daha önce inkar ettikleri, sözünü etmeye bile yanaşmadıkları Kürt varlığını kabul ettirmiştir. Hiç şüphesiz Kürt gerçeğinin kabul edilmesi ve bu yönde demokratik adımların atılması, güçler dengesine, yaşanılan koşullara göre değişmektedir.
Ancak, son Irak savaşı ile birlikte, Kürtler bu kez genel olarak bölge açısından önemli bir yere oturmuşlar, güç dengeleri içinde önemli bir yer tutmuşlardır.
Kuşkusuz içinde bulunulan coğrafyanın en eski halklarından olmasına rağmen en çok ezilen, yok sayılan, varlığı bir türlü kabule yanaşılmayan Kürtlerin arayışlar içinde olmalarında, önlerine çıkan fırsatlardan faydalanma yoluna gitmeleri ve özgürlük mücadelesinde bir adım daha ilerleme hesapları yapmalarında bir anormallik yoktur. Aynı biçimde bölgesel hesaplar peşinde koşan emperyalizmin ve ABD’nin de egemenlik mücadelesinde halklardan kendi çıkarlarına faydalanma hesapları yapması da yaşamın gerçeğidir.
Bu durumda Kürtlerin önemli bir pozisyon tutmaları ve bölgede önemli bir konuma sıçramaları kaçınılmazdı. Çünkü sonuçta ABD’nin bu anki pozisyonu ve ardında yatan çıkarları itibariyle Kürtlere ihtiyacı vardı. Ve yine ABD, bölgede ezilen ulusların varlığını, karşısında tam hizaya geçmeyen veya ayak sürten devletlere karşı koz ve şantaj aracı olarak kullanıyordu.
Dolayısıyla Türkiye için Kürt meselesinin yine öncelikli toplumsal sorunlardan biri haline gelmesi beklenilen bir durumdu.
Birincisi, egemenlerin kafasında Kürt meselesini kaşımak, dikkatleri dağıtarak ve Türk milliyetçiliğini gıdıklayarak ABD’nin yanında işgale katılmaya kılıf yaratma hesapları vardı. Diğer yandan da böyle bir işgalde bölgedeki Kürtlerin ön plana çıkacağı, bunun da kendi Kürtleri arasında ciddi bir etki gücü yaratacağı korkusunu taşıyordu.
Nitekim burjuvazi önce KADEK’i bahane ederek Kürtleri yeniden hedefe koymaya çalıştı. Ancak bu genel olarak toplumda itibar görmedi. Diğer yandan egemenler açısından daha ciddi bir durum, Talabani ve Barzani önderliğindeki Kuzey Irak Kürtlerinin yeni oluşumlara girmesi oldu.
Türk egemenleri bu oluşuma karşı güçleri yettiğince müdahalede bulunmaya kalktılar. Ama güçleri yettiğince… Bu kez karşılarında bölgesel hesaplarında bölge Kürtlerine ihtiyaç duyan ABD vardı. Üstelik ABD, Kürt sorununu Türkiye’yi teslim almak, dediklerini yaptırmak için bir tehdit ve şantaj aracı olarak Türkiye’ye karşı kullanıyordu. Yıllarca Türk burjuvazisinin iç politikada yığınları korkutma, baskı altında tutma aracı olarak kullandığı silah bu kez kendisine karşı kullanılıyordu! Bu bazen Talabani ve Barzani ağzıyla, bazen söylenmemiş sözlerin söylenmiş gibi ortalığa yayılmasıyla, bazen provokatif bir şekilde oluyordu.
Türk egemenlerinin “kırmız hat”, Kerkük, Musul vb. tehditleri para etmedi. Bölgede işler ABD’nin belirlediği tarzda ilerledi.
Şimdi üzerinde tartışılan konu şudur. Kuzey Irak Kürtleri, Amerika ile nereye kadar yürüyebilir? ABD ile işbirliği içinde olmak Kuzey Irak Kürtlerine ne kazandırmakta, ne kaybettirmektedir? Hiç şüphesiz, özgürlük peşinde koşan bir halkın fırsatlardan yararlanmak istemesi, koşullardan kendi lehine sonuçlar çıkartmak için çeşitli manevralara girmesi anlaşılırdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, fırsatlardan yaralanma adına, ipleri hokkabazın eline teslim etmemektir. Anlık başarı gibi gözükenlerin, gelecekteki kayıpların temelini oluşturup oluşturmayacağıdır. Ya da bir başka deyişle, özgürlük ve demokrasinin ABD gibi kanlı işgalci, dünya halkalarının bir numaralı belalısı tarafından ya da onunla yan yana sağlanıp sağlanamayacağıdır? Dünyada emperyalizm tarafından özgürlük sağlanan bir halk örneği daha yoktur. Ama halkaların tarihi, özgürlükleri emperyalizm tarafından gasp edilmiş sayısız örnekle doludur. Amerika’nın bundan sonra neler yapabileceğini anlamak için, bundan önce dünyanın dört bir tarafında, hadi o kadar geniş tutmayalım, Latin Amerika’da yaptıklarına bakmak yeterlidir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli yan da şudur: Aslında bugüne kadar Kürt deyince tüyleri diken diken olan, Kürtlerin mücadelesine hiçbir zaman en küçük bir destek vermemiş bazı çevrelerin, Kuzey Irak Kürtlerinin ABD ile işbirliği yapmasına, sanki Kürtleri çok düşünüyorlarmış pozlarında ABD karşıtlığı adına karşı çıkmalarıdır! Bunun hiçbir inandırıcılığı ve geçerliliği yoktur. Bu çevrelerin derdinin Kürtler değil, Türk egemen politikası olduğu; Kürtlerin tarafından değil, kendi milliyetçi düşüncelerinin ruhuyla konuştukları bilinmelidir.
Sonuçta şu ya da bu biçimde, şu ya da bu nedenle, Kürt meselesi bir kez daha varlığını güçlü bir biçimde hissettirmiştir. Son derece açık biçimde ortaya çıkmıştır ki, egemenler bakımından artık işler eski tarzda yürümeyecektir. Türkiye egemenleri eski tarzda, eski yöntemlerle Kürt sorununa yaklaşmayı sürdüremeyeceklerdir. Kürt sorunu ülke açısından dönüm noktalarından birine gelmiştir. Ne egemenlerin eski tarzda davranma şansı vardır ne de milyonlarca Kürt yoksulu ve emekçisi var olan duruma daha fazla ve uzun süreli boyun bükme eğilimindedir. Kürt sorununda egemenlerin adım atmaları, Kürt yoksul ve emekçilerinin taleplerine yanıt vermeleri kaçınılmazdır. Şimdi yapılması gereken tek şey, Kürt sorununun çözümü yolunda ip üstünde cambazlık yapmaya kalkmadan, dil ve kültürel hakların kullanımının önündeki tüm engellerin kalkması, koruculuk, yayla yasağı vb. uygulanmaların son bulması, köylere dönüşün serbest bırakılması ve gelir dağılımındaki bölgeler arasındaki adaletsizliğin giderilmesi vb. taleplerin hızla yerine getirilmesidir.
Kürt sorunu önemli eşiklerden birindedir. Koşullar ve yaşanılan süreç, devrimcilere, ulusal sorunun çözümü doğrultusunda içten ve kararlı bir çaba harcama görev ve sorumluluğunu yüklemektedir. Kim ki hala bu sorunu anlamamakta direnir, sorumluluk ve görevlerinden yan çizer, meseleyi kulak ardı yapmaya kalkarsa, o, sınıf mücadelesinin gereklerinden zerre kadar anlamamış demektir. Ve bu kişinin veya grubun kendisini sınıf mücadelesinin asli bir unsuru olarak nitelemeye hakkı yoktur. Böyle bir kimsenin veya grubun da günde beş vakit ezilenler üstüne nutuk atma ve boş böbürlenmelerde bulunma hakkı da yoktur.
Lafa geldi mi sosyalizm üstüne mangalda kül bırakmayarak her lafın başı, ortası ve sonuna “sosyalizm”, “özgürlük” vb. sözcüklerini koyup, iş Kürtlere geldi mi, meydandan  sıvışanların, sosyalizmden, ezilenlerden yana olduklarını söylemeleri büyük bir yalandır.
Burjuvazinin rotasına göre yön değiştirip, burjuvazi Kürt realitesinden bahsedince Kürtçü, burjuvazi Kürde saldırınca Türkçü olanlar, Kürtler hak ve özgürlük talep edince Kürt milliyetçiliğinden bahsedenler, aslında Türk milliyetçiliğinin basit ve pespaye savunucuları olduklarını gizleyemezler.
Çünkü sosyalizm, ezilen uluslar da dahil, tüm ezilenlerin hak ve özgürlüklerini savunur. Çünkü, yalnızca ve yalnızca tüm ezilenlere, ezilen halk, sınıf ve katmanlara  gerçek bir demokrasi ve özgürlük sosyalizmde vardır. Çünkü sosyalizmin asli sahibi işçi sınıfı, ancak kendisinden başka tüm haksızlığa uğrayan ve ezilenlerin kurtuluşu için çaba harcayarak ve onların kurtuluşu gerçekleştikçe kendisini kurtarabilir.

İmparatorluk hayali: emperyalizmin bir karikatürü

Siyasetin sorunlarının, yapılarının, toplumsal süreçlerin nasıl tanımlandığı ile dünyayı anlama/yorumlama faaliyeti arasında dolaysız bir ilişki vardır. Yeni kavramlar da bu çerçevede anlam kazanır ve dünyanın nasıl algılanması gerektiğine dair üst bir söylemin parçaları olarak hayatımıza nüfuz eder. Ve her kavramsal paradigma, belli bir sınıfın tahayyül ettiği dünyayı yaratma yolundaki azminin ve çabasının bir ürünü, politik iddialarının dile geliş biçimidir.
Emperyalizmin çeyrek asra damgasını vuran felsefi/ideolojik paradigmaları da mali oligarşinin kendi istediği dünyayı yaratma yolundaki politikalarının dolaysız bir yansıması olarak okunabilir. Bu paradigmalar bir yandan sistemin sürekliliğine ilişkin kanaatleri güçlendirmek ve egemen siyasetin hegemonik etkisini sürdürmek işlevselliğine sahipken, diğer yandan da burjuvazinin kendi geleceğine dair belirlediği kültürel, siyasal ve iktisadi programın ifadeleridir.
Bunun en iyi örneğini küreselleşme tartışmalarında yaşadık. Küreselleşmenin geçerli tanımı ve değerlendirilmesi, uluslararası düzeyde güçleri ve hırsları olan az sayıda aktörün tekeli altında şekillendi. Küreselleşmeye dair, üstte bir yerde duran kavramsal çerçeve, bu aktörlerin algılarından, çıkarlarından ve gündemlerinden doğup; neoliberal ideolojik öncüller tarafından tasarlandı. Ve destekleyicileri olarak da eğlencenin, kültürün ve eğitimin standartlaştırılması sayesinde etkin kılındı.
Bu durum, Soğuk Savaş sonrasında inandırıcı muhalefeti ve alternatif modelleri ortadan
kaldıran tek kutupluluğun sürpriz olmayan bir sonucuydu. Düşünme ve analizin bu şekilde standartlaştırılması, gerçekte altta yatan sorunları maskeleyen, egemen siyasete meşruiyet sağlayan ve kurumlarının, eylemlerinin onaylanmasına yardımcı olan roller üstlendi.
Nitekim küreselleşmenin teknolojik düsturu olan “Washington Konsensüsü”, bu standartlaşmanın hem sonucu hem de entelektüel araçlarından birisiydi. Söylem olarak “konsensüs”, altta yatan kuralları, mekanizmaları, yapıları ve süreçleri ilgilendirse de, bir tartışma ve katılım olmaksızın, çoğunlukla hiçbir soruya izin verilmeksizin ya da hiçbir soru sorulmaksızın dayatılan modelleri nitelemek için kullanıldı. Bu modeller, dünya çapındaki birikimin bölüşümü ile halkların onuru da dahil olmak üzere toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçları doğrudan belirledi.
Wall Street çıkışlı “Washington Konsensüsü”nün üzerini kazıyınca hayatımızın her alanını
biçimlendiren, egemenlik altına almaya çalışan bildik bir reçeteyle yüzleştik: Mali disiplin, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, vergi reformu, finansal liberalleşme, tek ve rekabetçi döviz kuru uygulama, yabancı yatırımların önündeki engellerin kaldırılması, özelleştirme, mülkiyet haklarının güvenceye alınması… Bu otoriter söylemin geçtiğimiz on yıl boyunca yeterince tanık olduğumuz temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
– Dünya düzeni, “yeni”, “modern”, “bilimsel”, “sonuçlara yönelik” ve tarihin direnilmez akışının üst noktası olarak vasıflandı; böylece onlara taze ve pozitif bir görünüm kazandırıldı. Sistemin özüne ilişkin herhangi bir sorgu, “ideolojik”, “eski”, “arkaik” olarak tasvir edilerek itibarsızlaştırıldı. “Fosil”, “dinozor” vb. kötüleyici etiketler kullanılarak, hayatın gerçek kimliklerine ve sorunlarına işaret eden argümanlar gözden düşürüldü, meşrulukları ortadan kaldırıldı, hatta sıklıkla sessizliğe mahkum edildi.
– “İdeolojinin (ya da tarihin) sonu”, “çatışmaların sonu”, “artık egemen ve bağımlı ülkeler yok”… vb. ifadelerle gündeme getirilebilecek her türlü sorgulama belirsizleştirildi, eleştirelliğin önüne set çekildi. Sistemin makuliyetine dair güçlü bir mesaj verildi; onun mümkün olan tek sistem, “muhtemel dünyaların en iyisi” olduğu önerildi ve temel yapısal sorunlar açısından tartışmaya açık olmadığı dayatıldı.
– On yıllar boyunca toplumsal söyleminin ana gündemini oluşturan pek çok siyasi terim aşağılandı ve kamusal kullanımdan neredeyse tamamen tasfiye edildi. Bütün bunlar, modası geçmiş ve siyasi bakımdan miadını doldurmuş kavramlar olarak lanetlendi.
– Kompleks ve teknik bir dilin kullanımı, görünüşte tarafsız teknokratik bir jargon, etik bakımdan doğru görünen bir dilin serpiştirilmesiyle birleştirilerek, temelde yatan sorunları gölgelemenin ve sorgulayıcı soruların önünü almanın yollarından birisi oldu. Seçici bir şekilde vasıflandırma işlemi de, aynı sürecin veçhelerinden birisiydi. Dikkatle seçilmiş birkaç gösterge -çoğu borsaların performansıyla ilgili- küresel ve milli refahı, sağlık durumlarını ölçmekte ya da tasvir etmekte kullanıldı. Bu sayede yoğun meşguliyet alanı, birkaç ondalık sayıdan ibaret kılındı. Böylece dikkat, altta yatan yapılardan ve süreçlerden, hatta kritik gelişme göstergeleri ve değerlerden uzaklaştırıldı.
– Terminoloji sorunuyla yakından ilgili bir diğer sorun da, ekonomi politik ve kalkınma iktisadı gibi akademik disiplinlerde öğrenim ve araştırmadan desteğin çekilmiş olmasıdır. Adeta, bu disiplinlerin uğraştığı sorunlar ve sorular artık önemli değildir ya da çözümlenmiş bulunmaktadır. Bu disiplinler, pek çok üniversitenin ders programlarında görünmüyor; onların yerine, matematiksel iktisat, neoklasik iktisat, işletme gibi, siyasi bakımdan tarafsız olduğu farz edilen, teknokratik, hakim paradigmaya ve statükoya eleştirel yaklaşmayan disiplinler ağırlıkla tercih edildi.

I- TARİHİN SONUNDAN MEDENİYETLER ÇATIŞMASINA…
Son on yılda egemen olan siyasal ve ideolojik söylemin dinamikleri kısaca böyle. Ancak bir kaç yıl içinde bu otoriter ve “iyimser” terminolojinin terk edilmesi dikkati çekiyor. Kimse, tarihin sonunun geldiğine veya dünya kapitalizminin barış ve istikrarı sağladığına inanmak için somut bir neden göremiyor çünkü. İktisadi ve mali küreselleşmenin erdemlerine duyulan güven, en iyimser burjuva ideologlarının arasında dahi ciddi anlamda köreldi. Hırçın liberallerin “tarihin sonu” ütopyasının gerçekleştiği düşüncesinin verdiği cesaretle estirdikleri “mutlu küreselleşme” rüzgarları, tarihsel süreçler için son derece kısa sayılabilecek bir zaman diliminde emperyalizmin inatçı eğilimlerine ve kendini mali küreselleşmenin sunağında kurban etmek istemeyen jeopolitiğin gerçeklerine çarparak dağıldı.
Liberalizmin söylem bakımından da etkisini yitirdiği böylesine bir dönemde yeni bir paradigma daha ortaya atıldı. Harward Üniversitesi’nde Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı olan Samuel Huntington’ın Foreign Affairs dergisinde yazdığı “Medeniyetler çatışması” adlı makale, Amerikan burjuvazisinin önümüzdeki on yıllarda savunacağı dünya politikasının ana hatlarını çizdi. Buna göre, 21. yüzyıl “neo-Darwinci” global bir çatışmayla şekillenecek ve bir kaç uygarlık kümesi bu çatışmanın ana aktörleri olarak öne çıkacaktır. Önce devletler, ardından ideolojiler arasında geçen savaşlar şimdi de uygarlıklar arasında gerçekleşecektir. Huntington’a göre sol-sağ, kapitalizm-komünizm çatışması gibi temellere oturmayacak olan 21. yüzyılın dünyası, bir uygarlığa ait olmanın kimliğiyle belirlenecektir…
Huntington’ın tezi ilk başlarda Fukuyama’ya karşı sunuldu. “Medeniyetler çatışması”nın Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinin sahteliğini gösterdiği, dünyanın çatışmalı ve çelişkili bütünlüğüne vurgu yaptığı, dolayısıyla daha gerçekçi bir felsefi açılım sunduğu iddia edildi. Fukuyama’nın küreselleşmesine karşılık, Huntington’ın küreselleşmesinde de temel farklılıklar bulunduğu; Fukuyama’nın sadece iktisadi süreçleri dikkate almasından dolayı dünyanın çelişkisiz bir “küre” haline geldiğini söylemesine rağmen Huntington’ın kültürel ve etnik kutuplaşmanın arttığı, dolayısıyla da savaşların sistemin doğası gereği olduğunu vurguladığı ileri sürüldü.
Koyu Hıristiyan ideologlardan Müslüman entelektüellere, yeni sağcılardan sol liberallere kadar bu tartışmaların hayli geniş bir yelpazede yankısını bulduğu, hatta kendine yoğun taraftar topladığını söylemek gerekir. Özellikle 1993 sonrasında art arda patlak veren iktisadi krizler, bölgesel ve etnik çatışmalar, milliyetçi boğazlaşmalar ibrenin Fukuyama’nın “mutlu küreselleşmesi”nden Huntington’ın “medeniyetler çatışması”na dönmesine neden olan gelişmelerdir. İslam dünyasında dahi Huntington, büyük öfke yaratmasına rağmen, yeni bin yılın gerçekliğini anlamaya çalışan bir düşünür olarak selamlandı. Fukuyama aşağılandı, hatta en azılı liberaller tarafından bile…
Ne var ki, ideolojik ve stratejik sonuçlar doğuran Amerikan siyasal felsefesi her şeyden önce pragmatisttir ve tarihin sonunun kendi iddialarının altında kalmasından sonra yapılan yeni dünya tarifi ile bizatihi tarihin sonu tezi arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. Zira, mali oligarşinin iktisadi tahakkümünün çatışmalara ve krizlere, etnik savaşlara ve bölgesel kutuplaşmalara yol açtığı noktada Huntington’un “medeniyetler çatışması” karşımıza çıkıyor. Bu tezler birbirlerine rakip değil, tam aksine, birbirini tamamlayan ve koşullayan bütünlüklü bir emperyalist programın parçaları olarak anlam kazanıyor.
Fukuyama, tezlerini, Berlin duvarının yıkıldığı ve Doğu Bloku’nun piyasa ekonomisine doğru hızla eklemlendiği liberalizmin “romantik dönemlerinde” kaleme almıştı. Ona göre, insanoğlunun tarih boyu süren arayışı Batı liberal demokrasinin getirdiği değerlerle nihai mükemmeliyete ulaşmıştı. Ve bütün diğer alternatif değer sistemleri ve medeniyetler Batı’nın üstün değerlerine boyun eğmek zorunda idi. Bu yaklaşım, Pax-Amerikana’nın entelektüel zeminiydi. Amerikan dış politika yapılanması “liberal bahar” sayesinde sadece kendi kamuoyunu değil bütün dünya kamuoyunu Körfez Savaşı’na yönlendirme ve yeni dünya düzenine şartlandırma imkanına kavuştu. Liberal romantizmin Yugoslavya savaşına kadar devam ettiği malum. Batı demokrasisinin gözetiminde gerçekleştirilen soykırım ve ABD’nin askeri müdahalesi, tarihin değil ama, Fukuyama’nın tezlerinde ifadesini bulan hülyalı dönemin sona erdiğinin kanıtıydı. Tam da burada devreye giren Huntington’ın misyonunu ise, dünya sistemindeki dengesizliğin ve istikrarsızlığın sorumluluğunu, Batı medeniyetinin dışındaki kültürlerde aramak olarak tarif etmek yanlış olmasa gerek. Nitekim 11 Eylül saldırılarından beri Pentagon’un yeni güvenlik/askeri konseptinin ve terör tanımının meşrulaştırılması temelinde dünyanın artık bir “medeniyetler çatışması”nın eşiğinde olduğu iddiaları, Washinton’ın en yetkili ağızlarınca sık sık dile getiriliyor. Dolayısıyla Irak’ın işgali, gerçekte Fukuyama ve Huntington’ın felsefi/ideolojik sentezinin somut siyasal ürünüdür. Çünkü Amerikan yönetimi; “Fukuyama’nın tarif ettiği küreselleşmenin sonuçları eğer gerçekleşmediyse bunun nedeni, Amerikan hegemonyasının ‘medenileştirici’ etkisi altına girmeyi reddeden ‘kötülük güçleri’nin varlığından ileri gelmektedir” tezinden hareketle dünyaya yeniden şekil vermek istiyor.
Bu felsefi/ideolojik öncüller, Amerikan emperyalizminin bugün yüksek bir tonda ve olanca hırsıyla ilan ettiği ütopyasını temsil ediyor aslında. Son zamanlarda sıkça telaffuz edildiği gibi bu, “imparatorluk” hayalidir. Amerikan imparatorluğunun gerçekleşip gerçekleşmemesi kuşkusuz kapitalizmin yapısal işleyişinin değişmesiyle ilgilidir. Ancak bu zorunluluk, “imparatorluğun” Amerikan burjuvazisi için siyasal bir hedef, ideolojik bir iddia olmamasını gerektirmiyor ve bunu gerçekleştirmek için de her türlü zorbalığa başvurmasını engellemiyor. Üstelik Washignton’ın siyasal yönetimi başta olmak üzere askeri kadrolar ve politik danışmanlar, Amerika’nın “imparatorluk” olmaya doğru ilerlediğinden kuşku duymuyorlar. Burjuva ideologları, “tarihin sonu”nun hâlâ geçerliliğini koruduğuna, “medeniyetler çatışması”nın ise bu sonun gerçekleşmesi yolunda yaşanması gereken kaçınılmaz bir tarihsel süreç olduğuna biat etmiş durumdalar.

II- YENİ EMPERYAL İDEOLOJİNİN İNŞASI
Clinton’ın eski güvenlik danışmanı ve George Washinton Üniversitesi öğretim üyesi Leon Fuerth, Irak savaşının başladığı günlerde şöyle diyordu:
“İmparatorluk sözgücü, Amerikan çıkarlarını ve Amerikan askerinin, ekonomik ve politik gücünün küresel kapsamını ifade etmek için sıklıkla metafor olarak kullanılmaktaydı. Ancak Irak’ın fethinden sonra, muhtemelen artık bir ifade şeklinden değil, somut bir gerçeklikten bahsediyor olacağız. Öncelikle, iş askeri gücün kullanılmasına geldi mi, ABD’nin kendisinden başka hiçbir otoriteyi dinlemediğini açıkça koymuş olacağız. Üstelik ABD’nin otoritesi, başkanının kişisel iradesinden ayırt edilemez bir hal alacak. Bush’un ‘önce sen vur’ doktrini, uluslararası hukukun yerine geçecek. ABD petrol pazarı sayesinde dünyanın geri kalanına karşı muazzam yaptırımlar uygulama gücüne sahip bir bölgenin coğrafi merkezine, egemen güç olarak yerleşmiş olacak. İmparatorluk olmayı istesek de istemesek de, şu anda sergilediğimiz görüntü bu.”
Fuerth’in sözlerinin hiç de yabana atılır olmadığını, Washington yönetiminin politik iddiaları ve ideolojik referanslarında da görmek mümkün. Geçtiğimiz yıllarda gazeteciler, askeri ve siyasi danışmanlar, eski politikacılar ile akademisyenlerden oluşan bir grubun öncülüğünde başlatılan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nde “Amerikan imparatorluğu”nun ilk kez zikredilmesinden bu yana; Roma İmparatorluğu, Amerikan siyasal elitleri için geçmişte kalan vazgeçilmez bir ayna işlevini görüyor. 1991’de kazanılan ve 11 Eylül 2001’den sonra olağanüstü kapsamdaki askeri seferberlik ile pekişen tek kutupluluk ortamının zirvesinde, sahip olduğu güçten gözleri kamaşan Birleşik Devletler, bugün artık emperyal bir güç olduğunu dile getirmekten çekinmiyor. Projeye katkısı olan Washington Post’un editörlerinden ve yeni Amerikan sağının gözde isimlerinden Charles Krauthammer’in 1999 yılında kaleme aldığı sözler de dikkat çekici: “Roma İmparatorluğu’ndan bugüne hiçbir ülke; kültürel, iktisadi, teknik ve askeri olarak bu derece baskın olmamıştır… Amerika bir dev gibi dünyanın üzerinden atlayıp geçiyor. Roma Kartaca’yı yerle bir ettiğinden beri, hiçbir büyük güç bizim bugün bulunduğumuz noktaya ulaşamamıştır.”
Yine projenin fikir babası sayılan ve George W. Bush’un uluslararası politikadaki akıl hocalarından Robert Kagan’ın söyledikleri de aynı tınıya sahip: “Roma’nın İkinci Kartaca Savaşı’nda elde ettiği zafere benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı’nın Birleşik Devletler’in zaferi ile sonuçlanması, onu evrensel bir güç haline getirmiştir.”
Benzer vurguları bir kaç yıllık demeçlerde veya makalelerde bulmak zor değil ancak kesin olan bir şey var ki, Amerikan seçkinleri; geçmişteki çoğu imparatorluktan daha güçlü konuma geldikleri konusunda hemfikirler. Dolayısıyla betimleyici yönünün ötesinde, Roma benzetmesinin çağrıştırdıkları ve önde gelen Amerikan medya kuruluşlarının “imparatorluk” kelimesini yaygın biçimde kullanması, Atlantik’in öte yakasında yepyeni bir emperyal ideolojinin inşa edildiğine işaret ediyor.
Bu emperyal ideolojinin siyasal ve aktüel referanslarına Bush’un açıklamalarında, liberal veya muhafazakar çizgideki herhangi bir Amerikan yayınında ya da Amerikan üniversitelerindeki siyaset bilimi kürsülerinin araştırmalarında rastlamak sıradanlaştı. Çünkü Washington yönetimi hırslarını ve amaçlarını doğrudan ifade etmekten çekinmiyor, bunun için her türlü zorbalığı kullanmaktan imtina etmeyeceğini bütün açıklığıyla sergiliyor. Tıpkı Sezar gibi Bush da, söz dinlemez halkları, “haydut devletleri”, gerektiğinde soykırımı da kullanarak alt edip “imparatorluğun” güvenliğini ve gönencini sürdürmeyi kendisi için kutsal bir görev sayıyor. Bu yüzden “imparatorluk” siyasal bakımdan bir manipülasyon değildir, aksine Amerikan burjuvazisinin bütün dünyaya karşı açıktan dile getirdiği bir iddiadır, kendine göre tasarladığı dünya düzenine ulaşma yolundaki bütünlüklü programıdır.

III- İMPARATORLUĞUN EKONOMİ POLİTİĞİ
Amerika’nın yeni emperyal ideolojisinin gücü ve tehlikesi ise gerçekte, açıktan meydan okumalarında ve istediği türden bir dünya düzenini inşa etme çabasından ileri gelmiyor sadece. Bu ideoloji, merkezinde emperyalizmin aşıldığı, dünyanın yeni bir iktisadi ve siyasal sisteme doğru evrildiği iddiasını da taşıyor. Ve bunu da son derece ince taktiklerle, tarihçi George Saboul’un tarihe “elektrikli süpürge” yaklaşımı diye söz ettiği şeyi ilke edinerek gerçekleştirmeye çalışıyor: Bir parça antik tarih, siyaset teorisinin yüzeysel yorumu, postmodernizmin bir sentezi, kısa bir sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası özeti. Hatta bu bir daldan diğerine atlayışlar içinde Marksizm-Leninizm’in kimi argümanlarına dair entelektüel bir cila dahi atılabiliyor. Sonuç açık ve net: Emperyalizmin gözden kaybolması; emperyal devletlerin, ulusal devletlerin modasının geçmesi ve bir imparatorluk, küreselleşme ve görünüşte Birleşmiş Milletler’e benzeyen ulusüstü yönetim yapılarının yükselmesi. Böylece tarihsel dönüşümün özneleri, içinde yer aldıkları sistemle birlikte kavramsal bir kara deliğin içine çekiliyor.
Freud, “Nerede bir hastalık belirtisi varsa, orada bir unutuş da vardır” diye yazmıştı. Burjuva düşüncesinin tarih dışı karakterinin altını çizen bu Marksist psikanalitik kavrayış, egemen ideolojinin kapitalizmin tarihselliğini, “tarih vardı, ama artık yok” mantığıyla inkar etmeye çalıştığı şu günlerde özellikle yerinde görünüyor. Kapitalist ideoloji, kapitalizmin kendisine dair dikkate değer unutkanlıklarını böylece ele verir: Kanlı geçmişini, sürekli tekrarlayan krizlerini unutmasını; kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak özgül sınırlarını ima eden her şeyi inkar etmesini…
İmparatorluğu tartışırken Marksizm-Leninizm’in bilimsel teorisi bizi tarihsel olarak düşünmeye davet eder. Bunu yaparak her topluma “akışkan bir halde, hareketli” bakar ve “dolayısıyla toplumun geçici özelliğini de kavrar.” Tarihsel materyalizm, her toplum biçiminin, toplumsal grupların kendi hayatlarının maddi koşullarını düzenledikleri ve bunlar üzerinde mücadele ettikleri benzersiz tarihsel yolların ürünü olduğunda ısrar eder. Bu nedenle, tarihin materyalist kavranışının, geçmiş olaylara getirdiği yorumlardan çok, mevcut toplumsal sisteme tarihsel bir perspektifle yaklaşması nedeniyle egemen kapitalist ideolojinin saldırılarına uğraması şaşırtıcı değildir. Tarihsel materyalizm, her şeyden çok statükonun nefret ve düşmanlığını çeker, bu özelliğinden dolayı da burjuva ideologları tarafından sürekli lanetlenir, vebalı bir hasta muamelesi yapılarak insanların ondan uzaklaşmaları istenir.
Çünkü tarihsel materyalizm, kapitalizmin doğal ve ebedi olduğuna dair, önceki toplumsal
düzenlere musallat olmuş krizlerin, kargaşalıkların ve parçalanmaların hiçbirine uğramayacağına dair bütün iddiaların maskesini indiriyor. Marx’ın analizinin büyük avantajlarından birisi, kapitalizmi kesinlikle sosyal bir sistem olarak kavramasıdır. Marx’ın yaklaşımı toplumsal ve iktisadi hastalıkları, özgül politikaların veya kurumların başarısızlıklarına bağlamaz. Bunları bizatihi kapitalizmin “hareket yasaları”nın doğasına ait eğilimler, yani sermaye ve ücretli emeğe dayanan bir toplumun temel kurallarına içkin eğilimler olarak görmemizi sağlar. Ulusal ve bölgesel ekonomilerin sorunları, bir bütün olarak küresel kapitalist ekonominin parçalarıdır.
İşte “imparatorluk” ideolojisi de Marksizm’in bu güncel etkisine karşılık kendi hegemonyasını kurma uğraşında. Bunun için maddi kaynaklarını, siyasal etkisini sonuna kadar seferber edebiliyor, dünyanın her yanından taraftar toplamak adına yeni yeni teoriler ortaya atabiliyor. Ama dönüp dolaşıp tekrarladığı Marksizm’in yanıldığı iddiasından, Lenin’in emperyalizm teorisinin artık aşıldığı safsatasından bir adım ileri gidemiyor.
İmparatorluğun en ateşli savunucularından ve “yeni bin yılın en derin teorik analizi” denilerek piyasaya sürülen “İmparatorluk” kitabının alamet-i farikası da bundan öte değil. Hardt ve Negri’nin “imparatorluğu” bildik bir düsturla başlıyor söze: Küreselleşme, nasıl ki, Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu’ndaki öngörülerinin aşılmış haliyse, Lenin’in emperyalizm teorisinin aşılmış hali de imparatorluktur!
Henüz ilk sözlerinde aynı türden pek çok ideologun yaptığı gibi “yeni zamanlarda” yaşadığımızı iknaya girişiyor. Daha önceki postmodern metinler ulusal, yerel veya bölgesel ilişki ve çatışmalara nasıl yaklaşmışsa, Hardt ve Negri de aynı şeyi uluslararası ilişkiler ve emperyalizme uyarlıyor: Postmodern analizlerin kitle dinamiklerine ilişkin kavrayışımızdan sınıf ve sınıf mücadelesini çıkartıp attıkları gibi, Hardt ve Negri de, emperyalizmi, dünya ekonomisinin yeniden üretilme biçiminden çıkarmaya ve bu kavramı tarihin karanlık köşelerine sürgüne göndermeye kalkışıyor.
Eğer dedikleri gibi emperyalizm hakikaten artık yoksa, ne kapitalizmin, emperyal rekabette kendisini açığa vuran çelişkiler doğurduğundan, ne kendi çöküşünün tohumlarını içinde barındırdığından ve ne de, tam da bu nedenle, kapitalizmin özel mülkiyet, üretim ve bölüşüm gibi tarihsel özel biçimlerine bir alternatiften söz edilebilir artık. Böylece işçi sınıfının iktidar iddiası, politik gündemden bertaraf edilmiş olur. Son yılların bu iki “güzide” burjuva ideologunun kitabının temel tezleri son derece tanıdık:
a) Enformasyon devrimi ile yeni bir kapitalizm dönemi başlamıştır.
b) Sermayenin denizaşırı yayılmasıyla emperyal devletler aşılmıştır. Sistemin temel aktörleri, çokuluslu şirketlerdir.
c) Yeni çağ bir imparatorluk dönemidir.

a) Kapitalizm yeni bir çağa mı girdi?
Hardt ve Negri’ye göre, imalat, madencilik, tarım ve toplumsal hizmetlerden oluşan “eski ekonomi”yi bir kenara iten bir “yeni ekonomi”de yaşıyoruz. Yeni ekonominin savunucularının iddiasına bakılırsa, piyasa, yeni teknolojiler tarafından üretilen yeni verimlilikler yaratıyor ve yüksek büyüme hızını garantiliyor. Sözü uzatmadan hatırlatalım; 2000 sonları ile 2002 yılı arasındaki durgunluk, yeni ekonomi tezlerini çürütmek için yeterli bir gösterge aslında. ABD imalat sektörü, Ağustos 2000 sonundan itibaren negatif büyüme içinde ve bu durum ardarda gelen son on iki ayda da devam etti, ki bu II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri en uzun negatif büyüme dönemidir. Görüldüğü üzere yeni ekonominin “yeni bir dünya düzeni” yaratmak mecali şöyle dursun, teknoloji üzerinde hakimiyet kuran emperyal devletlerin ekonomilerini dahi ayakta tutacak hali kalmamış.
Kapitalistlerin sürekli teknolojiye yatırım yapmakla ilgilenmelerinin sebebi ise, teknoloji sevdalısı olmaları değil kuşkusuz. Lenin’in söylediği gibi, her kapitalist diğeri karşısında yok olup gitme korkusuyla yenilik yapmaya zorlanıyor. Bu sürecin kendisi eninde sonunda yeni çelişkiler üretir. Marx, makinelerden artı-değer elde etmenin imkansız olduğunu söyler. Makinenin tüm yapabildiği, nihai ürüne kendisinde depolanmış değeri, yani onun üretimi için harcanması gerekli toplumsal emeği eklemektir. Makine tarafından katılan değer, kapitalist tarafından yıpranma bedeli olarak hesaptan düşülür. Bu arada yıpranma sadece fiziksel (paslanma, aşınma ve parçalanma vs.) değil, aynı zamanda Marx’ın “manevi yıpranma” olarak adlandırdığı şeydir, yani demode olmadır.
Diğer yandan yeni teknoloji gerçekten de üretkenliği arttırdı. Arz zincirinin bilgisayarla donatılmasının, stoklarının anında görüntülenmesini ve tam-zamanında üretimi olanaklı kılarak, üretimin hiçbir zaman satışları aşamaması anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böylece aşırı üretim saf dışı edilmiş oluyor. Öte yandan üretkenlik ve rekabetin artmaya devam etmesi enflasyonu kontrol altında tutmakta; böylece faiz oranlarını yükseltmeksizin büyümenin sürmesine izin verebilmektedir.
Üretkenliğe ilişkin olarak sadece bir noktaya dikkat çekmek yeterli olur. Üretkenlikteki artışın bir bölümü yeni teknolojiden kaynaklanmakla birlikte, büyük bir bölümü öyle değildir. Burada yeni olan hiçbir şey kullanılmıyor, üretkenliği artırmak için on yıllardır bildik yöntemler uygulanıyor sadece: kas üzerinde olabildiğince baskı! Yani, Marx’ın mutlak ve göreli artı-değer olarak tarif ettiği, işgününün uzatılması ve sömürünün yoğunlaştırılması. Amerika’da son 20 yılda haftalık resmi çalışma süresi 40 saatten 50 saate çıkmıştır. Bu muazzam bir baskıdır ve  Marx’ın Kapital’de açıkladığı üzere, kapitalizm altında yeni makinelere geçiş, çalışma saatlerinde bir azalma değil, fakat iş gününde bir artış anlamına gelir. Nitekim işgünü son on yılda her yerde acımasız biçimde yükseliş gösteriyor. Esnekliğe geçişin, işçilerin haklarına ve koşullarına yapılan kapsamlı bir saldırıyı temsil ettiği, ücretlerin sürekli olarak üretkenlik artışlarının gerisinde seyretmesinden malum. Amerika’da gerçek ücretlerin yakın zamana kadar neredeyse 20 yıllık bir dönem boyunca hiç artış göstermemesi, yeni ekonominin büyüsünü gösteren çarpıcı bir veri.

b) Kapitalizmde devletin merkezi önemi değişti mi?
Bir başka bildik iddia: Küreselleşme ulus-devletin aşınmasını beraberinde getirdi, şimdi ise emperyalist devletler de tedavülden kalkıyor! Hardt ve Negri bu sözleri; ABD’nin tek süper güç, en büyük beş yüz çokuluslu şirketin neredeyse yarısının sahibi olduğu, merkezlerinin ABD’de bulunduğu ve Washington’un Balkanlarda, Orta Amerika’da, Irak’ta, Afganistan’da halklara karşı bir savaşı yürüttüğü sırada söyleme cüretini gösterebiliyor.
Yazarlar, “imparatorluk”un, iktidarın dağıldığı ve tek başına hiç bir ulusun “imparatorluk”un denetimini elinde tutamadığı post-emperyalist bir fenomen olduğunu ileri sürüyorlar. Dahası, “imparatorluk”un dünya tarihinde olumlu bir ilerleme olduğunu düşünüyorlar: “İmparatorluk dediğimiz şey aslında, uluslararası sistem ve emperyalizmin üzerinde muazzam bir tarihsel gelişmedir.”
Devletsiz imparatorluk tezleri, sermayenin devlet karşısındaki özerkliğini abartıyor ve tam da herhangi bir özel ulusal çıkardan bağımsız işlemesi nedeniyle “dünya pazarı”nın her şeyin üstünde ve politik olarak kabul edilebilir olduğunu ileri süren serbest piyasa ideologlarının yanlış önermelerini tekrarlıyor.
Fakat, Negri ve Hardt’ın görüşünün tersine, çağdaş dünyada ulusal devlet, hem emperyal hem de yeni sömürgeci faaliyetlerini genişletmiş durumdadır. Bir anakronizm olmak şöyle dursun, devlet, dünya ekonomisinde ve ulus-devletler içerisinde merkezi bir unsur haline gelmiştir.
Günümüzde kapitalizm neredeyse evrenseldir. Kapitalist hareket yasaları, kapitalizmin mantığı, gelişmiş kapitalist toplumlara ve mekansal olarak dünyanın her tarafına gittikçe daha derinden nüfuz etmektedir. İnsani her eylem, her toplumsal ilişki ve doğal çevre, kârı azamileştirmenin, kapitalist birikimin, sermayenin kesintisiz öz-yayılımının ihtiyaçlarına tabi hale gelmiştir. Bu sürecin bir ucunda, gelişmiş kapitalist ülkelerde, kapitalist ilkelerin, daha birkaç on yıl öncesine kadar ulaşamamış olduğu toplumsal, kurumsal ve kültürel alanlara nüfuz etmesi, diğer ucunda ise, gelişmiş kapitalist ülkeler dışındaki bütün bölgelerin marjinalleşmesi ve artan yoksullaşması yer alır.
Ama kapitalizmin evrensel olduğunu söylemek, sermayenin tamamının, hatta çoğunun uluslar üstü olduğunu söylemek demek değil. Evrenselleşmenin ölçütü, sermayenin ulus-devletin sınırlamalarından kaçıp kaçmadığı veya ne oranda kaçtığı hiç değil. Hâlâ ulusal ekonomiler, ulusal devletler, ulusal temelli sermaye, hatta ulusal temelli ulusüstü şirketler bulunuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi, sermayenin uluslararası aracılarının, her şeyden önce belli ulusal sermayelerin araçları olduklarını ve sahip oldukları her tür yürütme gücünü ulus-devletlerden aldıklarını eklemek sanırız gereksiz.
Sorun, ulus-devletlerin kapitalizmin evrenselleşmesi sürecinde inatla ayakta kalmaları sorunu da değil. Sermayenin evrenselleşmesi, ulus-devletin evrenselleşmesi anlamına geldi. Uluslararası kapitalizm, daha da uluslararası bir ulus devletler sistemidir ve sermayenin evrenselleşmesi, ulus-devletler, özellikle de bir egemen süper güç tarafından yönetilmektedir.
Bu, altı çizilmeye değer bir husus. Küreselleşmeye ilişkin geleneksel bakış, kapitalist gelişmenin doğal eğiliminin ve özellikle de onun uluslararasılaşmasının, süreç daha tamamlanmaktan çok uzakken, ulus-devletin bastırılması yönünde olduğu varsayımına dayanıyor. Diğer bir deyişle, sermayenin uluslararasılaşması, ulus-devletin gelişimiyle ters orantılı: Yani ne kadar çok uluslararasılaşma o kadar az ulus-devlet. Fakat tarihsel süreç farklı bir noktaya işaret ediyor. Sermayenin uluslararasılaşmasına, sermayenin özgün siyasi biçiminin çoğalması eşlik etti. Kapitalizm doğduğunda dünya, bir ulus-devletler dünyası olmaktan çok uzaktı. Günümüzde ise, tam da böyle. Ve çokuluslu kurumlar ulus-devletin yerini almaktan çok ona yeni roller yüklüyorlar.
Marx’ın dediği gibi, kapitalistlerin milliyetinin olmadığını söylemek, kuşkusuz, onların hiçbir ulusal sadakatlerinin bulunmadığını ve azami kâr ihtiyaçlarının onları sürüklediği her yere gideceklerini söylemek demektir, ama bu, onların devlette özellikle de kendi ulus-devletlerinde hiçbir köklerinin veya devletlerine ihtiyaçlarının olmadığını söylemek anlamına gelmiyor. Kârı azamileştirme ihtiyacı, bugüne kadar her şeyden çok ulus-devletler tarafından yerine getirilmiş ve görülebilir gelecekte de öyle olmaya devam edecek belli örgütlenme ve yürütme gerekliliklerini daima içermiştir.
Peki öyleyse insanların küreselleşmeyle bağlantılandırdıkları, ulusal egemenliğin zayıflaması ne anlama geliyor? Kuşkusuz, küresel ekonomi bir hayli bütünleşmiştir ve elbette sermayenin, özellikle mali spekülasyon biçiminde ulusal sınırları aşan yoğun ve hızlı hareketi, dünya ekonomisinin hakim bir özelliğidir. Ama her ulusüstü süreç, sadece özgül olarak yerel koşullarca şekillenmekle kalmıyor, devlet de, bu sürecin vazgeçilmez bir aracı oluyor. Eğer “küreselleşme”, ulusal kapitalist sınıfların ve ulus-devletin zayıflaması, egemenliğin devletten, bir takım birleşmiş ulusüstü sermayenin organlarına aktarılması anlamına geliyorsa, bu henüz kesinlikle gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmesi de muhtemel görünmüyor.
Yine tekrarlamak gerekir ki gerçekte küreselleşme, ulusal ekonomiler ve ulus devletler olgusudur. Devletin, ulusal ekonomiler arasındaki rekabeti ve ulus devletlerin uluslararası “rekabet edebilirliğini” geliştiren, yerli sermayenin kârlılığını koruyan veya iyileştiren, sermayenin hareketini serbestleştirirken, emeği ulusal sınırlar içine hapseden ve devletin zoruna tabi kılan, küresel pazarlar yaratan ve bunları sürdüren politikalarını dikkate almaksızın küreselleşmeyi anlamlandırmak olanaksız. Ayrıca tüm bunlara, küreselleşmenin, büyük kısmında, bölgeselleşme biçimine bürünerek eşitsiz gelişmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş ulusal ekonomi ve ulus-devlet blokları yarattığı da eklenmeli.
Kapitalizmin ulusal olarak örgütlenmiş uluslararası bir sistem olmasının iki anlamı var: Birincisi, sistemsel zayıflık, çelişki ve yapısal krizleri, köken olarak ulusal değildir. Uluslararasıdır ve sisteme içkindirler, kapitalizmin temel hareket yasalarına kök salmışlardır.
Tam da bu özellikler Hardt ve Negri’nin çöpe atmak istediği emperyalizmi karşımıza çıkartıyor. Bu emperyalizmin bir yüzünde, yeni bir militarizm türü bulunuyor. Bu türün, genel olarak toprakta gözü yok ve yine genel olarak ulus-devletlere dokunmamakta. Amacı, tanımlanabilir coğrafi sınırlara sahip belli sömürgeler üzerinde egemenlik değil, ama uluslararası ekonomi üzerinde sınırsız hakimiyet. Dolayısıyla toprak ilhak etme veya ekleme yerine, bu emperyalist militarizm, genelde, küresel sermayenin egemenliğini kurmak için yoğun şiddet gösterilerine başvuruyor. Bunun gerçekteki karşılığı da, birkaç ulus-devlete dayanan sermayenin egemenliğini veya ABD’nin küresel ekonomide engelsiz hareket edebilme özgürlüğünü tesis etmek için belirli ulus-devletlerin askeri gücünün kullanılması.

c) İmparatorluk mu, Amerikan emperyalizmi mi?
Son yıllarda yaşanan iktisadi ve siyasi gelişmeler de, Hardt ve Negri’nin iddialarının tam aksini kanıtlar nitelikte. Değişik bölgelerde birkaç büyük finansal ve ekonomik kriz patlak verdi. Her birinde, emperyal devletler, bilhassa ABD, çokuluslu şirketleri kurtarmak ve finansal sistemin çöküşünü engellemek için müdahale etti. Örneğin; 1994’de Meksika iflasın eşiğine geldiğinde, o zamanki ABD başkanı Clinton, ABD’li yatırımcıları kurtarmak ve Peso’ya istikrar kazandırmak amacıyla Meksika devletine 20 milyar dolar verilmesi için müdahale etti. Benzer şekilde, 1998 Asya krizi sırasında, ABD ve Avrupalı hükümetler, bölge ülkelerinin –özellikle de Güney Kore’nin– temel sanayilerini yabancı devralmalarına ekonomilerini açmaları karşılığında IMF ve Dünya Bankası’nın milyarlarca dolarlık kurtarma planına onay verdiler. Bu nedenle, emperyal devlet, daha fazla sıklıkla ve daha büyük kaynaklarla, büyük yatırımcıları iflastan kurtararak, borçlarını ödeyemez duruma düşen çokuluslu şirketleri destekleyerek ve para birimlerinin çöküşünü engelleyerek kriz yönetiminde hakim bir rol oynuyor. Çokuluslu şirketler ve sözüm ona “küresel ekonomi”, emperyal devletlerin krizi yönetmek ve çıkarları sağlama bağlamak üzere yaptıkları sürekli ve büyük çapta müdahalelerine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Kısacası devletin müdahalesi olmasaydı ne “küreselleşme” olurdu ne de piyasalar.
Çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılması, Amerikan emperyalizminin NATO ve Güney Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki taşeron orduları aracılığıyla askeri-politik yayılmasıyla olanaklı kılındı. Rusya’da ve Doğu Avrupa’da, uydu rejimler, finanse edildi ve desteklendi ve böylece, stratejik sektörler, enerji kaynakları vb.’den oluşan geniş bir dizide şirket satın alımlarının temeli atıldı. Körfez ve Balkanlar’daki savaşlar, Amerikan emperyal devletinin hakimiyetini pekiştirdi ve diğer devletler üzerindeki nüfuzunu genişletti. Askeri yayılma, çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılmasına eşlik eden ve destekleyen devlet aygıtınca organize edildi. Irak’taki işgalin Amerikan tekellerinin petrol kaynakları başta olmak üzere altyapı hizmetlerine bayrak dikmeleriyle birlikte el ele ilerlemesi, emperyalist devlet ve çokuluslu tekellerin bağlantısını göstermek bakımından en sıcak örnektir.
Yurtdışındaki sermayenin daha fazla korunması için ABD ve Avrupa Birliği, Avrupa dışında yaşamsal ekonomik çıkarları tehdit eden herhangi bir ülkeye karşı savaşları meşrulaştıran yeni bir NATO doktrini oluşturdular. NATO, Doğu Avrupa’daki yeni yandaş devletleri ve Baltık devletleri ile eski SSCB cumhuriyetlerinde yeni “barış ortakları”nı içine alacak şekilde genişletildi. Diğer bir ifadeyle, emperyal devlet askeri ittifakları, öncekinden daha fazla sayıda devleti bünyesine katarak, öncekinden daha fazla devlet aygıtını, Amerikan çokuluslu şirketlerinin bu ülkelere güvenli girişini ve kârların ABD’deki merkezlere rahatça transferini garantilemek için kapsıyor.
Görüldüğü gibi dünyanın gerçekliği başka işliyor, Hardt ve Negri’nin imparatorluk tezleri bambaşka yöne yüzünü çeviriyor. Ve tarihte Marksizme karşı ortaya atılmış nice tez, teori, safsata vb. gibi  imparatorluk da emperyalizmin karikatüründen başka bir kapıya açılmıyor…

III- İMPARATORLUK HAYALİNE KARŞI MANİFESTO’NUN RUHU
Hardt ve Negri gibi burjuva ideologlarının yaptığı şey, Amerikan emperyalizminin yapısal temelleri olmayan ama ideolojik ve politik bir iddia olarak dünyayı imparatorluk hayaline göre şekillendirmeye çalışan askeri ve siyasi pratiğine felsefi bir elbise dikmeye çalışmaktır. Bu bir safsata olabilir ama halklar için yeni acıların ve yıkımların da bir habercisidir. Ancak insanlık en parlak ütopyalarını ve iradenin gücünü en büyük depremlerde keşfetti. Bugün imparatorluk ideolojisi ile bir kez daha tarihin karanlık köşelerine hapsedilmeye çalışılan Komünist Manifesto’nun, insanlığın tarihin birikiminden gücünü alan görkemli ruhunun bir aynası olarak hâlâ güncelliğini koruması bundandır. Kuşkusuz Manifesto sadece öngörüleri gerçekleşmiş bir kitap olmaktan çok daha öte anlamlara sahiptir. Zira, genç Marx ve Engels, işçi sınıfının Komünist Manifestosu’nu kaleme alırken bu ince ama önemli ayrımı olanca çarpıcılığı ile sergilemişlerdir. Manifesto’nun içeriği ve şiirsel dili bir yana formatı dahi iki ayrı dünyanın iki ayrı ütopyasını, bu ütopyaların taşıyıcısı iki ayrı sınıfın tarihsel pratiğini bütün açıklığı ile gözler önüne sermiştir. Manifesto’nun ruhu, kitabın aynı anda hem eleştirel hem de özgürleştirici olmasından ileri gelmektedir. Yani kapitalizm analizi ve kapitalizmin devrilmesi arasındaki, sınıf savaşının incelenmesi ve sömürülen sınıfa bağlanım arasındaki, burjuva toplumundaki çelişkilerin berrak analizi, eşitlik ve karşılıklı dayanışmayla şekillenmiş bir toplumun devrimci ütopyası arasındaki, kapitalist genişlemenin itici mekanizmalarının gerçekçi aydınlatılışı ve “insanın hor görüldüğü, bir kenara atıldığı, eksitildiği, köleleştirildiği bütün koşulları ortadan kaldırma” talebi arasındaki ayrılmaz birliktelikten kaynaklanmaktadır.
Komünist Manifesto’daki bir çok husus sadece çağdaş olmakla kalmayıp, 150 yıl öncesine göre çok daha günceldir de. İki genç yazar, kapitalizmin, dünyayı kendi kalkanı altında kültürel ve ekonomik olarak birleştiren bir sürece giriştiğini vurguladılar: “Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürüsüyle her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı… Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine yeterliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı ilişkileri, evrensel karşılıklı bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.”
Söz konusu olan sadece genişleme değil, egemenliktir de: Burjuvazi “bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi imgesinden bir dünya yaratıyor.”
Bu sözler Amerika’nın imparatorluk hayalinin en özlü ifadesidir. Gerçekten de, 20. yüzyılın son dönemlerine kadar, sermaye dünya çapında bu kadar bütün, mutlak, bölünmemiş, evrensel ve sınırsız bir nüfuza erişmemişti. Geçmişte hiç bir zaman kurallarını, politikalarını, dogmalarını ve çıkarlarını yerküredeki her ulusa empoze etme hususunda bugünkü yeteneğine sahip olmamıştı. Uluslararası finans kapital ve çokuluslu şirketler hiç bir zaman devletlerin ve halkların kontrolünün bu kadar dışında olmamıştı. Kendilerini insan yaşamını kapitalist serbest piyasanın katı kurallarına ve dizginsiz kapitalist kâr arayışına göre kontrole, yönetmeye ve çekip çevirmeye adamış IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumların böylesine yoğun işbirliği daha önce hiç var olmamıştı. Son olarak da, daha önce hiç bir çağda, insan hayatının her alanı –sosyal ilişkiler, kültür, sanat, politika, cinsellik, sağlık, eğitim, spor, eğlence– sermaye tarafından böylesine egemenlik altına alınıp, “bencil hesapların buzlu sularına” bu denli batırılmamıştı.
Amerikan emperyalizminin bu bencil hesapları insanlığı “barbarlık ve uygarlık” arasında tercihe zorladıkça, Hardt ve Negri’nin, ve diğer seçkin burjuva ideologların elinde emperyalizmin aşılmış hali olarak pazarlanan her düşünce aslında dönüp dolaşıp Lenin’in yüzyılın başında temel eğilimlerini ortaya koyduğu emperyalizmin bilimsel olarak bir kez daha kanıtlanmasına, Manifesto’daki enternasyonalist ruhun tekrar canlanmasına gönülsüzce de olsa hizmet edecektir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑