NATO’ya ve terörist ABD’ye karşı mücadeleyi yükseltelim

Yerel seçimler ve Kıbrıs’ta Annan Planı çerçevesinde düzenlenen referandumun ardından siyasal gündemin daha çok dış politik gelişmelerle şekilleneceği bir döneme giriliyor. Uluslararası plandaki son gelişmelere bakıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:
a-) Annan Planı çerçevesinde düzenlenen referandumda Kuzey’de “evet”, Güney’de “hayır” çıkması, Kıbrıs’ta yaşanan çözümsüzlüğün yeni unsurlar eklenerek süreceğini göstermektedir. Türkiye, Yunanistan, ABD, AB başta olmak üzere, şimdi herkes, Kıbrıs sorunundaki pozisyonunu bu duruma uygun olarak yenilemeye yönelmiş bulunuyor.
b-) Kafkaslarda varolan gerginlik giderek tırmanırken; Gürcistan’ın ardından şimdi de Acaristan özerk bölgesi ve Ermenistan’da ABD destekli hükümet darbesi tezgahlanıyor. Bu durum, Letonya, Estonya, Litvanya gibi Baltık ülkelerinin NATO’ya üye alınmasından sonra, ABD’nin, Rusya’yı güneyden de kuşatmaya yönelik faaliyetlerini giderek yoğunlaştırdığını gösteriyor.
c-) Sünni üçgeniyle sınırlı olduğu iddia edilen işgale karşı direniş, Şiileri de içine alarak, Irak genelinde yaygınlaşıyor. İspanya’nın ardından Honduras da, Irak’taki askerlerini geri çekeceğini açıkladı. Bu gelişmelerin ardından, Türkiye’nin Irak ve Afganistan’a asker göndermesi yeniden gündeme getirildi.
d-) Filistin halkına yönelik Siyonist katliam, suikastlar eşliğinde sürüyor. ABD, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un ziyareti sırasında, nihayet “diplomatik gevelemeleri” bir tarafa iterek, katliam ve soykırım politikalarına açıktan onay verdi.
Pek çok şey şüphesiz eklenebilir, ancak uluslararası gündemi oluşturan olay ve olgular kısaca bunlardır.
Gelişmelerden doğrudan etkilenen bir ülke olarak Türkiye’nin siyasal gündemi de, bu olgu ve gelişmeler etrafında şekillenmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemi, Türkiye’nin, ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkilerini yeniden bir düzenlenmeye tabi tutma süreci olarak da nitelemek mümkündür. Nitekim, Türkiye, bugünlerde bir yandan 28-29 Haziran tarihinde İstanbul’da yapılacak NATO zirvesine “ev sahipliği yapma”ya hazırlanırken, diğer yandan hükümet, AB’ye uyum süreci çerçevesinde, aralarında DGM, basın yasası ve yargı kurumlarıyla ilgili yasaların da bulunduğu bir dizi yasada değişiklik içeren yasa tasarılarını TBMM’ye sevk etmeye hazırlanıyor.
Referandum sonrası Kıbrıs konusunda ulusal ve uluslararası planda tartışmalar sürerken, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da gündemi, asıl olarak, 28-29 Haziran’da İstanbul’da yapılacak NATO zirvesine odaklanmış bulunmaktadır. Tarihi bir önem de atfedilen İstanbul’daki NATO zirvesini, önceki toplantı ve zirvelerden önemli hale getiren temel etken; yukarıda vurgulanan bütün gelişmelerin merkezinde durmakta olan (daha doğrusu gelişmeleri yönlendirmekte olan) ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adını verdiği emperyalist saldırgan terörist politikaları zirvenin ana gündemi yapma düşüncesidir. Bu yüzden, zirveyi, emperyalistler arası ilişkilerin ve başta NATO olmak üzere emperyalist kurumların yeniden şekillenmesinde bir mihenk taşı vazifesi görecek bir zirve olarak nitelemek yerinde olacaktır. Bu yönüyle zirve, elbette ki, tartışılamaz bir öneme sahiptir.
Emperyalistler arenasında figüran olmanın ötesinde bir rol oynayamayacak durumda olan Türkiye egemenleri bakımından ise, toplantının önemi, sadece “ev sahipliği” ile sınırlı değildir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde Türkiye’ye taşeron rolü biçmesi, buradan doğacak kırıntılar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ağzını sulandırmaktadır. Bu yüzden, sermayenin iri kıyım temsilcileri, zirvenin masraflarını karşılamak için adeta birbirleriyle yarışmaktadır. Bu çerçevede, daha şimdiden, NATO’nun ana karargahlarının bir bölümünün Avrupa’dan Türkiye’ye taşınmasının beraberinde getireceği “istihdam” ve yeşil dolarlardan sevinçle söz edilerek, işsiz kitleler yedeklenmeye çalışılmaktadır.
Zirve öncesi, Kıbrıs referandumunun sonucunu, dış politikada 50 yıldan bu yana kazanılmış en büyük kazanım olarak niteleyen AKP hükümeti, estirdiği sahte rüzgarlarla yelkenleri şişirerek, zirveyi, ülkemizi AB’ci ve özellikle Amerikancı hatta daha fazla çekmenin bir platformu olarak değerlendirmeye çalışmaktadır. AKP hükümeti ve işbirlikçi sermaye çevreleri, bu nedenle, NATO zirvesinin ABD’nin istediği şekilde sonuçlanması için her türlü manevrayı çevirmeye dünden hazırdır. ABD’nin, referandumda “hayır” diyen Rumları cezalandırma adına Kıbrıs’a askeri olarak yerleşme planlarına, AKP hükümetinin; “Kıbrıs’ı dış dünyaya açma” maskesi arkasına saklanarak destek olması, yine Irak’ta direnişin yaygınlaşmasıyla birlikte, yeniden Irak’a Türkiye’nin asker göndermesi tartışmalarına açık kapı bırakması, bunu kanıtlayan gelişmelerdir.
Açıktır ki, ülkemizde bir avuç işbirlikçi Amerikancı güruhun dışında, NATO zirvesinin ABD’nin istediği biçimde sonuçlanmasından çıkarı olan başka bir kesim yoktur. Çünkü, böyle bir sonuç, Türkiye başta olmak üzere, bölge ülkeleri ve halklar açısından sonu belirsiz felaketlerin başlangıcı olacaktır. Irak’ta yaşananlar, nasıl bir tabloyla yüz yüze olunduğunu göstermektedir.
Felaketi önlemenin biricik yolu, Amerikancı cephenin püskürtülmesi ve NATO zirvesinin başarısızlığa uğratılmasından geçmektedir. Bunun için, işçi sınıfı, emekçiler, tüm halk güçleri birleşmelidir. Irak işgali öncesinde 1 Mart’ta hükümetin savaş tezkeresini TBMM’den geçirememesinde, o dönem emperyalist savaşa karşı güçlerin birlikte hareket etmesinin belirleyici rolü olmuştur. Aynı durum tekrarlanabilir.
Bu yüzden, İstanbul’da, aralarında sendikalar, kitle örgütleri, aydın ve yazar örgütleri, dernekler, siyasi partilerin bulunduğu 100’ü aşkın örgütün “Nato ve Bush Karşıtı Birlik” adı altında güçlerini birleştirmeleri, son derece önemli ve olumlu bir gelişmedir. Ancak, bu konuda olumsuzluklar da varlığını sürdürmektedir. TKP ve ÖDP, birlik içindeki bazı siyasi çevrelerin varlığını öne sürerek birlikten ayrı durmaktadırlar. Gerçi TKP, gözlemci sıfatıyla toplantılara katılmaktadır, ancak, belirtmeliyiz ki, bu katılımın, birliğin düzenleyeceği etkinliklerde TKP’nin “kendi gösterisini” sergileme fırsatçılığından öte pratik bir karşılığı ve değeri yoktur. Uzak duran bir diğer oluşum da, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) dur. KESK, DİSK, TMMOB başkanları BAK’la hareket ederlerken, bu örgütlere bağlı pek çok sendika genel merkezi ve şubeleri, Nato ve Bush Karşıtı Birlik’le hareket ederek, doğru olanı yapmaktadırlar. Çünkü, karşı karşıya olunan siyasal sorunlar düşünüldüğünde, hangi gerekçeyle olursa olsun, farklı hareket etmenin kabul edilebilir bir izahı bulunmamaktadır. Emekçilerin ve halkın çıkarları birleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Burada bir parantez açarak belirtmeliyiz ki, bu konuda adım atarken, deyim yerindeyse, herkes “bir kere düşünür”ken, 1 Mayıs’ın İstanbul’da örgütlenmesi  sırasında “1 Mayıs’ı bölmeyi başararak” sorumsuzluğun şahikasına çıkan konfederasyon yöneticileri, “bin kere düşünmelidirler”! Ayrı durulamaz. Hele hükümet ve sermaye çevrelerinin, zirvenin kendileri bakımından sorunsuz geçmesi için, anti-NATO cephede doğabilecek en küçük bir çatlaktan sonuna kadar yararlanacağı, kör parmağım gözüne ortadayken.
Ancak, bundan da öte, özenle altı çizilmesi gereken asıl husus, sadece örgüt yöneticilerinin bir araya gelmesiyle birliğin sağlanamayacağı, dolayısıyla görevlerin üstesinden gelinemeyeceği gerçeğidir. “Zirvenin güvenliği” gerekçe gösterilerek, zirvenin yapılacağı bölgedeki insanların şimdiden fişlenmeye başlanması, estirilecek terörünün habercisidir. Bu resmi gerici terörünün, ancak kitlelerin eylemine dayanıldığı oranda püskürtülebileceği unutulmamalıdır.
Şu ana kadar basın açıklaması biçiminde yapılan etkinliklere yalnızca örgüt yöneticileri katılmakta ve eylemler cılız kalmaktadır. Bu durum, bir an önce değişmelidir. Durumu değiştirecek şey, birlik içinde yer alan örgütlerin kendi tabanlarında, yani işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar, bir bütün halk yığınları içinde aydınlatma ve örgütlenme faaliyetlerine yönelmeleri olacaktır.
Fabrikalarda, hizmet birimlerinde, sanayi sitelerinde, okullar ve emekçi semtlerinde NATO karşıtı komiteler olarak örgütlenmek ve çalışmaları bu örgütler aracılığıyla yığınlar içinde yaygınlaştırmak gerekmektedir. Özellikle sendikalara ve sendikal platformlara bu konuda büyük görevler düşmektedir. Sendikalar sadece örgütlü oldukları işyerleriyle sınırlı bir faaliyetle yetinemezler. Organize sanayi bölgelerinde sendikasız, sigortasız şartlarda yoğun bir sömürüye tabi tutulan işçiler içinde de çalışma örgütleme görevi, en başta sendikalara düşmektedir.
Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden Türkiye gençliği, anti-emperyalist mücadele birikimine fazlasıyla sahiptir. Deniz Gezmiş’lerin Amerikan 6. Filosu karşısında aldığı tutum, bugün NATO’ya ve ABD’ye karşı daha ileri mevzilerden alınabilir/alınmalıdır. Bunun anlamı, soyut bir ’68 gençlik hareketi ya da Deniz övücülüğü yapmak yerine, terörist ABD’nin bugünkü emperyalist saldırganlığını açığa çıkartacak bir platformda eylem ve etkinlikler örgütlemektir. Üniversite gençliği, zirve öncesi, üniversitelerin NATO karargahları gibi çalıştırılmak istenmesi girişimlerine sessiz kalarak, bırakalım ülkenin bağımsızlığını savunmayı, akademik, demokratik taleplerini dahi savunamaz bir mevziiye itilecektir. Bu nedenle, üniversiteler ve tüm eğitim kurumlarında, işyerleri, mahalle ve köylerde gençlik yığınlarının katılımı hedeflenerek düzenlenecek toplantılarda, her sektörün kendi taleplerini sahiplenmesi için adımlar atılırken, Denizler’in emperyalizme ve NATO’ya karşı yükseltilecek mücadelede yaşatılması kararları alınmalı ve bu kararların hayata geçirilmesi için çaba sarf edilmelidir.
Emekçi semtlerinde yürütülecek çalışmalar, tıpkı fabrikalarda, hizmet birimlerinde olduğu gibi, ABD saldırganlığına ve NATO’ya karşı mücadele komiteleri oluşturacak bir anlayışla yürütülmelidir. Eylem ve etkinlikler temel olarak buralardan örgütlenmelidir. Şüphesiz, zirve sırasında ya da terörist  başı Bush’un Ankara’ya gelişiyle birlikte, merkezi planda büyük gösteriler, elbette ki örgütlenecektir, ancak burada vurgulamak istediğimiz, bunlarla sınırlı bir faaliyetin, yığınlarda anti-emperyalist bir bilincin oluşmasını yeterince sağlamayacağı gerçeğidir.
İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar, Türk, Kürt çeşitli milliyetlerden Türkiye emekçi halkı, ülke topraklarını terörist ABD ve işbirlikçilerine dar etmek için mücadeleyi yükseltelim.

Kıbrıs’ta referandum ve sonuçları

24 Nisan Referandumu beklendiği gibi sonuçlandı. Annan Planı’na Kıbrıs Türk kesimi yüzde 65 “evet”, Kıbrıs Rum Kesimi ise yüzde 76 “hayır” dedi. Böylece Annan Planı ömrünü tamamladı. BM Kıbrıs özel temsilcisi De Soto Ada’daki bürosunu kapatmaya hazırlanıyor. BM Genel Sekreteri müzakerelerin başından itibaren gelişen süreci özetleyen bir rapor hazırlayıp BM sunacak. Fakat, Kıbrıs tartışmaları ve dış güçlerin adaya müdahalesi sona ermedi. ABD, AB, Türkiye ve Yunanistan yeni durum için pozisyonlarını şimdiden belirlemiş durumda.
Önümüzdeki süreçte tarafların Kıbrıs’la ilgili muhtemel politikalarını tartışmadan önce, referandum sürecine kısaca göz atmakta yarar var.
Kıbrıs Sorunu’nu “çözmek” için daha önceki girişimleri bir yana bırakırsak, 24 Nisan Referandumu ile yön değiştiren ama henüz bitmeyen son girişim süreci, ABD ve AB ‘nin yeni Ortadoğu politikaları ile başladı.
Son yıllarda, adadaki Türkler yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik ve baskıdan bunalmıştı. Bu bunalmıştık, Kıbrıs doğumlu Türklerin yarısına yakınının (özellikle gençlerin) Avrupa’ya göçmesine neden oldu. Üretim yapamayan, ürettiği mal ve gıdayı satamayan Kıbrıslı Türkler, Türkiye’den gönderilen paraya bağımlı duruma getirildiler. Türkiye’de yasaklanan kumarhaneler KKTC’ye taşındı. KKTC’nin adı, kumar, karapara aklama, mafya, fuhuş ile birlikte anılmaya başlandı.
AB’ye girme sürecinde ciddi mali yardım almış, ekonomik durumu Kuzey’e göre çok iyi durumda olan Güney, Türkler için de cazip hale gelmeye başladı. Kuzey’in zenginliğini AB’ye girme süreci ile açıklayan Kıbrıslı Türkler, Kuzey’in de AB’ye girmenin “çözüm” ya da AB’ye girmek için bir “çözüm”ün gerekli olduğunu düşündüler ve bu platformda birlikler oluşmaya başladı. “Bu Memleket Bizim Platformu” vb., AB’ye girmek isteyen ve bu şekilde işsizlik, yoksulluk ve baskılardan kurtulacaklarını düşünenlerin politik hareketi haline geldi.
Kıbrıslı Rumların ise gündeminde ayrıca bir çözüm yoktu. Çünkü, onlar, AB’ye girdiklerinde Kıbrıs sorununun da büyük oranda çözüleceğini düşünüyorlardı.
Kıbrıs’lı Rumlar için en ciddi sorun Türk Ordusu’nun Kıbrıs’taki varlığı ve Türkiye’nin tehdidi idi. Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye girdiğinde, Kıbrıs AB toprağı, Türk Ordusu da AB toprağını işgal etmiş bir işgalci olacaktı. Bu durumda, Kıbrıs Sorunu, AB ile Türkiye arasında bir soruna dönüşmüş olacaktı. Türk Ordusu adadan uzaklaştırılıp Türkiye’nin adaya müdahalesi ve tehdidi ortadan kalktığında, zengin ve güçlü olan Güney Kuzey’i asimile edecek, Kıbrıslı Türkler, tehdit unsuru oluşturmayan bir azınlık olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içinde varlığını koruyacaktı. Kıbrıslı Rumların zamana ihtiyacı vardı ve onlar için en önemli çözümleyici unsur zamandı.
Yunanistan da Kıbrıslı Rumlar gibi düşünüyordu. Onun için, hem Kıbrıs sorununu hem de Türkiye ile arasındaki sorunları gündeme getirmeyerek, var olan sorunları zaman içinde AB çerçevesinde çözmeyi hedefliyor; hükümetler arasında sıcak ilişkiler, karşılıklı ziyaretler, bakanların sirtakili yemekleri ile ilişkilerde “bahar havası” estirmeye çalışıyor, Türkiye’nin karşısına kendisi yerine AB’yi çıkarıyordu.
Türkiye açısından, KKTC, uzun bir süredir mali yük haline gelmişti. Ayrıca, AB’ye girmek isteyen Türkiye egemenleri, Kıbrıs sorununun AB’ye girişte önemli bir engel teşkil edeceğini görüyordu. Loizudu Davası gibi binlerce dava AİHM’de bekliyordu. Türkiye, Loizidu’ya bir milyon iki yüz euro tazminat ödemişti ve diğer davaları, Kuzey Kıbrıs’taki Rumların mülkleri sorununu kısa sürede çözeceğiz diye bekletiyordu. Türkiye egemenleri, Kıbrıslı Rumlar 1 Mayıs’ta AB’ye girdiklerinde mevcut sorunları çözmenin şimdikinden daha güç olacağını ve daha çok taviz vermeleri gerekeceğini düşünüyordu. ABD ve AB ise, “çözüm” için BM aracılığıyla yeni bir süreç başlatmıştı ve çözüm için baskı yapıyorlardı.
Türkiye, doksanlı yılların ortalarına kadar AB’ye üye yapılmak istenen bir ülke değildi. AB, Türkiye’nin üye olması ile sağlayacağı ekonomik yararları, zaten üyesi olmadan da sağlıyordu. AB’nin Türkiye’ye ilgisi, SSCB’nin dağılması, Ortadoğu ve Kafkaslar’da hegemonya ilişkilerinin değişmesi ile arttı. AB’nin yeni Ortadoğu ve Kafkas politikalarına uygun olarak, Türkiye’nin ekonomik nedenlerden daha çok stratejik nedenlerle AB’ye girmesi, AB’de hakim görüş olmaya başladı.
Daha önce, Türkiye’yi “birlik”ine almayı düşünmeyen AB, Akdeniz’in ortasına ve Ortadoğu’ya uzanmak için, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ise AB üyeliği için tarih vermişti. AB de, Kıbrıs AB’ye üye olunca Türkiye’nin Ada’daki varlığı sorununu çözeceğini hesaplıyordu. Türkiye ile ilgili planları değişince, Kıbrıs’a verdiği tarih AB için sorun haline geldi. Artık, tek başına Rum Kıbrıs’ın üyeliği, AB’nin Ortadoğu ve Türkiye planları için problem oluşturmaktaydı. AB için önemli olan, Kıbrıs sorununun çözülüp çözülmemesi ya da nasıl çözüldüğünden ziyade, Ortadoğu ve Kafkasya planlarının önündeki engellerin kaldırılması idi. Bu nedenlerle, BM girişimini ve Annan Planı’nı ilk andan itibaren desteklediler.
ABD ise, Kıbrıs sorununu BOP politikasına bağlayarak ele alıyordu ve yeniden ısıtarak gündeme getirdi. Soğuk Savaş yıllarında SSCB ile iyi ilişkiler içinde olan Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine güvenemeyen ABD için, Ada’daki Türk varlığı ve ordusu avantaj sağlıyordu. Kıbrıs sorununun otuz yıldır çözülmemesinde, ABD’nin bu durumu yeğlemesinin de önemli payı vardı. BOP süreci, hatta daha öncesi, ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonlarına başlama sürecinde, ABD, Kıbrıs’ta askeri bir üsse ihtiyaç duydu. Kıbrıs Rum kesiminin yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin buna yanaşması zor görünüyordu. Türk kesimini ise, BM kararları nedeniyle, muhatap almak dahi mümkün değildi. Bu durumda, Kıbrıs sorununun “çözülmesi”, Kıbrıs’ın AB’ye girmesi ve NATO’ya üye olması; Kıbrıs’ta bir ABD üssü için tek yol olarak görünüyordu.
Bu bağlamda, Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan dışında (dış güçlerlerden, ABD ve AB’nin Ortadoğu ve Kafkasya politikalarını engellemeye çalışan Rusya’yı da, çözüme karşı gruba katabiliriz) taraflar ya da ilgililer arasında “çözüm” yanlısı olmayan yoktu.
Kıbrıs’ta Denktaş ve çevresi ile, Türkiye’de AB’ye giriş sürecinde siyasi iktidar dizginlerini ellerinden kaçıracaklarını düşünen çevreler ise, “vatan, millet, Sakarya” ve “bir çakıl taşı vermeyiz” edebiyatı ile Kıbrıs’ta çözümsüzlükte ısrar edip “çözüm”e karşı çıkarken, siyasi güçlerini koruma mücadelesi veriyorlardı.
Bu koşullarda, uzun süredir ABD’nin bir dışişleri bürosu gibi çalışan BM Genel Sekreterliği, Kıbrıs sorununu “çözüm” girişimi başlattı.
Büyük medya kampanyaları ile Kıbrıslı tarafların temsilcileri bir araya getirildi, aylarca süren müzakereler yapıldı ve sonunda BM Genel Sekreteri Annan’ın ismiyle anılan plan ortaya çıktı. Müzakerelere daha ilk günden sorunu çözmemek için katılan Denktaş, referanduma götürülmesini dahi reddederek, planı geri çevirdi. Bu sırada, Türkiye’de hükümet değişti, Ecevit Hükümeti yerine Erdoğan hükümeti geldi, daha sonra Kıbrıs’ta seçimler oldu ve çözümden ve AB’den yana olduğunu daha önce açıklamış olan Mehmet Ali Talat hükümeti kuruldu. Erdoğan ve Talat ile sorunu çözebileceklerini düşünen ABD ve AB, Annan Planı’nı yeniden müzakere ve kabul etmeleri için taraflara baskı yaptı. Anılan çözüme karşı olanlara baskı, plan doğrultusunda çözümden yana olanlara bol keseden vaatlerle başlayan yeni süreç, Erdoğan Hükümetinin halkla ilişkiler bürosu rolüne soyunmuş Türkiye’deki burjuva medyası tarafından Türkiye’nin bir zaferi gibi gösterildi.
Denktaş unsurunu dikkate alan Erdoğan, daha görüşmelere yeniden başlamadan planı referanduma götüreceklerini kabul ederek, birinci seferde Denktaş’ın yaptığı gibi referandumun reddedilmesinin önüne geçti.
ABD, AB ve burjuva medyasını arkasına alan Erdoğan Hükümeti, ikinci müzakere döneminde, iç politikada Kıbrıs’ta çözüme karşı çıkan ve AB’ye karşı gibi görünen egemenler içindeki çevreleri geriletti ve siyasi rakiplerini güçsüzleştirdi. Askerler ilk defa Kıbrıs’ta çözüm ve AB konularında olumlu konuşmalar yapmaya “en zor” durumlarda sessiz kalmaya başladı. Ecevit, Bahçeli gibi çözüme karşı olanlar seslerini duyuramaz duruma düşürüldü. Düne kadar ulusal kahraman muamelesi gören Denktaş, Erdoğan’ın teşviki ile, medya tarafından yerden yere vuruldu.
24 Nisan günü yapılan referandumda Türkler plana yüzde 65 evet oyu verirken, Rumlar yüzde 75 hayır oyu kullandı.
Sonuçlar tahmin edilebiliyordu.
Planı reddedecekleri düşünülen Rumlara çok yoğun baskı yapıldı. Rumlar bu baskılardan kurtulmak için bir manevra yaparak kendilerini Türk Ordusunun tehdidinden koruyacak bir BM, ABD ve AB güvencesi istediler. ABD ve AB buna da razı oldu. ABD ve AB, Annan Planı üzerine yemin-billah ettiler ve BM Güvenlik Konseyi’ne referandumdan birkaç gün önce bir tasarı sundular. Bu tasarıyı Rusya veto etti. Rumlar, ABD ve AB’den BM güvencesi isterken, Ruslardan da Güvenlik Konseyi kararını veto etmesini istemişlerdi.
Şimdi Rumlar, ABD ve AB’nin öfkesini azaltabilmek için, Annan Planı’nı ileride yeniden görüşebileceklerini ya da başka çözüm yollarına açık olduklarını söylüyorlar. Ama, sorunu AB’ye girdikten sonra sürece yayarak çözme stratejilerinde başarılı olmuş görünüyorlar. Rum egemen çevreleri istediklerini elde etti.
Denktaş ve çevresi planın Rumlar tarafından reddedilmesine sevinmiş görünüyorlar. Fakat, bunlar için KKTC’de artık zamanın dolduğunun ve egemenliklerini yitirdiklerinin de farkındalar. Erdoğan Hükümeti ile tam bir işbirliği içinde olan Talat ve çevresi, KKTC politikalarında belirleyici konuma geçmek için manevralara referandumun ertesi günü başladı. Denktaş’ın istifasının istenmesi, DP’den iki milletvekilinin istifa ettirilmesi ve erken seçimi zorlama taktikleri ile daha güçlü, belki de tek başına bir iktidar için Başbakan Talat ataklar yaptı. Erdoğan Hükümeti, daha itidalli davranarak, askerlerin de zorlaması ile, Denktaş’a sahip çıkar göründü ve Denktaş ile hesaplaşmayı, şimdilik ve belki 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine erteledi.
Yunanistan, Kıbrıslı Rum egemen güçlerin politikalarını desteklemesine rağmen, tarafsız ve halk iradesine saygı gösteriyormuş gibi davrandı, ama kimseyi ikna edemedi.
Türkiye’de bir çözüme karşı çıkan çevreler sorunun çözülmemesine memnun oldular. Bir süreliğine de olsa mevcut durumun korunacağını, fakat bu durumun uzun sürmeyeceğini fark ettiler. Erdoğan Hükümeti referandum sonucuna biraz bozuldu. Rumların da zayıf bir ihtimalle de olsa “evet” diyebileceğini düşünmüş ve referandum akşamı için İstanbul ve Ankara’da “23 Nisan adına” büyük şölenler hazırlamışlardı. Plan Rumlar tarafından reddedilince, “zafer” şenliklerini “ulusal egemenlik şenlikleri” olarak kutlamak zorunda kaldılar. Medya, Erdoğan’ı desteklemek için, ertesi gün güçsüz birkaç destek balonu uçurdu. Güya, KKTC, ABD ve AB tarafından tanınacakmış, Azerbaycan ve Pakistan KKTC’yi tanımaya hazırlanıyormuş vs. Bunların palavra olduğunu soruna biraz ilgi duyan herkes elbette biliyor.
ABD ve AB’nin vaat ettiği ve yapabileceği, KKTC üstündeki ambargonun biraz hafifletilmesinden ibaretti. Çünkü özellikle ABD açısından bugünkü durum da işine gelmekte, bölünmüşlük üzerinden her iki tarafın da kendisine mahkum kılınmasını derinleştirme ve kendi egemenliğinin olanaklarını genişletme fırsatını kullanmaktadır. ABD şimdi muhtemeldir ki, örneğin istediği üssü daha kolay elde edebilecektir. AB de, Türkiye’yi ve Türk Kıbrıslıları gözden çıkarmadan ve bir bölümüyle de olsa Ada’yı kendi birliğine katarak, bugünkü durum üzerinden kazançlarını derlemeye çalışacaktır. Ayrıca, AB Kıbrıslı Türklere “evet” demeleri halinde 259 bin euro vereceğini vaat etmişti ve şimdi bu parayı verecek. Belediye ve sivil toplum kuruluşlarına projeler karşılığında verilecek bu paranın dağıtılmasını organize etmek üzere Kuzey Kıbrıs’ta bir büro açacak.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bugünkü durumdan kendi lehlerine yararlanmaya çalışırken, ABD ve AB, Ortadoğu politikaları nedeniyle Kıbrıs sorununu çözme girişimlerinden vazgeçmeyeceklerdir. Ama bu süreçte muhtemelen Türk kesimi biraz daha taviz verecek, ama daha fazla mali ve ekonomik destek alacaktır.
Yukarıda, esas olarak Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan egemen güçleri açısından sorunu ele alıp inceledik. Bu ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçiler ve onların çıkarları açısından durumun nasıl göründüğüne de kısaca göz atmak gerekir.
Maalesef, bu üç ülkenin işçi sınıfı da Kıbrıs sorununu milliyetçi ve şoven duygulardan arınmış olarak ele almaktan uzaktır. Türkiye halkı ve özellikle işçi sınıfı açısından söylenebilir ki, Kıbrıs sorunu, şovenizmin bir kaldıracı olarak eskiden sahip olduğu “değer”e sahip olmaktan çok uzaklaşmış, örneğin 28 Mart seçimleri sırasında Kıbrıs sorunu, “çözüm yanlısı” ve hatta “ver-kurtulcu” bile görünen Erdoğan’ın ayağına pek fazla dolanmamıştır. Ancak, Türkiye işçi sınıfı içinde hâlâ “Kıbrıs’ın kaybedilmiş bir vatan parçası olduğu ve en azından KKTC olarak kalan parçayı kaybetmemek gerektiği” inanışının yaygınlığı da görmezden gelinemez. Böyle düşününce, gerçekten mevcut durumu, hatta KKTC’nin Türkiye ile birleşmesini savunmak doğal sonuç olmaktadır. Türkiye işçi sınıfı içinde sosyalist bilinç bir yana, demokrasi bilincinin dahi zayıf olması, durumu daha da zorlaştırmakta, ve bu nedenle, gerek Kıbrıs konusunda gerekse diğer ulusal sorunlarda şoven dalgaya kapılmasa da, burjuvazi işçi sınıfını etkileyebilmektedir.
Yunanistan ve Kıbrıs’ta ise, güçlü bir işçi sınıfı hareketi geleneği vardır. Yunanistan Komünist Partisi Nazi İşgaline karşı güçlü bir direniş vermiş ve Yunan halkının güvenini kazanmıştır. Kıbrıs’taki komünistler ise İngiliz emperyalistlerinin kovulmasında birinci dereceden rol oynamışlardır. Fakat, bu iki parti de, Kruşçev-Brejnev revizyonizmine karşı duramamış ve revizyonizmin çizgisine kaymışlardır. Bugün, gerek Yunanistan Komünist Partisi gerekse Kıbrıs AKEL Partisi eskisi kadar olmasa da yine de güçlüdür. YKP seçimlerde yüzde on civarında, AKEL ise yüzde otuz beş civarında oy almaktadır. Fakat, bu iki parti de Kıbrıs konusunda, burjuva milliyetçiliğinin güçlü etkisi altında olan politikalar izlemektedir. Yunan ve Kıbrıs burjuvazisinden kaynaklanan ve iki parti tarafından da geçersizleştirilmeye çalışılmak yerine beslenen milliyetçilik Yunan ve Rum Kıbrıs işçi ve emekçilerini de önemli ölçüde etkilemektedir. Bu nedenle, Türkiye işçi sınıfı Kıbrıs’ı Türk toprağı kabul ederken, Kıbrıs Rum işçi sınıfı ve Yunanistan işçi sınıfı Kıbrıs’ı Yunan (Helen) toprağı saymaktadır.
Bu durum, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs işçi ve emekçilerinin birbirlerine karşı kışkırtılması ve birliğinin önlenmesi için emperyalistlere ve burjuvaziye olanak sağlamaktadır.
Kıbrıs’ta işçiler ve emekçiler yararına bir çözüm için öncelikle üç ülkenin işçi sınıfları içindeki ön yargıların ortadan kaldırılması, dostluk, kardeşlik,dayanışma duygularının geliştirilmesi ve sıkı bir işbirliğinin sağlanması gereklidir. Burjuva çözümler geçicidir. Elbette, Annan Planı ile bir çözüm sağlansaydı, Kıbrıs Türk ve Rum işçi ve emekçilerinin birbirleriyle ilişkisi gelişecek ve ön yargıları yıkmak daha kolay olacaktı. Ama, emperyalist hegemonya, baskı ve sömürüden kurtuluş son bulmayacaktı.
Referandumun sonucu halklar arasındaki güvensizliğin ortadan kalkmadığını gösterdi.
Filler güreşti çimenler ezilmekten kurtulmadı. Kazançlı çıkanlar, Kıbrıs halkları başta olmak üzere halklar olmadı. En çok, sırtını dayadığı ABD ve yaslanmaya çalıştığı Avrupalı emperyalistlerden güç alarak, Kıbrıs sorunu üzerinden başta askerler olmak üzere iktidar dizginlerini ellerinden almaya çalıştığı rakiplerini zor duruma sokup bir adım gerileten Erdoğan ve AKP kazançlı çıkmıştır. Asıl kazançlı çıkanların ise, kendi emperyalist çözümlerini dayatıp özellikle Kıbrıslı Türklerin önemli bir çoğunluğuna kabul ettiren, zaten AB üyeliğini benimsettikleri Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türkler ve Türkiye ile olan anlaşmazlıklarını –hem “çözüm” hem de çözümsüzlük durumunda– kullanma olanağına sahip olmaya devam eden emperyalistler ve özellikle ABD emperyalizmi oldukları ortadadır.
Yapılması gerekenler de buradan belirlenecektir: Kıbrıs halklarının birliği ve kendi kaderlerinin efendileri olmaları için, Bağımsız Birleşik Kıbrıs için, başta emperyalizm olmak üzere, halkların iradesini ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını hiçe sayan dış müdahalelere ve müdahaleci Amerikan ve Avrupa emperyalizmine, Türkiye ve Yunan gericiliğine karşı mücadele. Türkiye devrimci işçi hareketi, Türk ve Kürt işçi ve emekçiler, Kıbrıs’ın Rum ve Türk işçilerinin birliği ve halklarının kardeşliğini, emperyalizm ve gericiliğine karşı mücadelelerini sonuna kadar destekleyeceklerdir.

Irak’ta görünen köy kılavuz istemiyor

Irak’taki son gelişmeler, ABD’ye karşı giderek, hem birleşen ve halk hareketi haline dönüşen, hem de daha geniş alanlara yayılıp etki gücü artan direniş, bazı kesimlerce beklenilmeyen, biraz da şaşırtıcı bir durum olarak karşılandı. Gazetelerindeki köşelerinden işgal başlamadan ABD’nin zaferini ilan edenler ise, inanılmaz bir suskunluk içersinde. Hatta denilebilir ki, Kıbrıs meselesi onlar için neredeyse bir can simidi oldu. Son zamanlarda onca olay, onca kanlı çarpışma, isyan girişimi dünyanın ilgi alanı olmasına karşın, bu kişiler, sanki bu dünyada yaşamıyormuşçasına, gelişmelerle ilgili tek bir satır yazmadılar!
Konu mu önemsizdi? Gelişmeler, Irak’ta son yaşananlar üzerinde durmaya değmeyecek kadar küçük boyutlu muydu? Hiç şüphesiz, eğer giderek köşeye sıkışan Irak halkı, egemenliğini pekiştiren de ABD olsaydı; söz konusu yazarlar son derece keyifli yazılar kaleme alırlar, işgalin, işgal altındaki Irak halkına sunduğu fırsatlar üzerine tonla yazılar yazarlardı. Ama işler “tersine” gidince, “kapağı” Kıbrıs’a attılar. Ama, onların kapağı Kıbrıs’a atması, Irak’taki gelişmeleri ortadan kaldırmıyor. Irak’ta her gün yeni gelişmeler oluyor; işgalci güç köşeye sıkışırken, ilk şoku üzerinden atan halk, işgalciye karşı giderek güçlenen bir moralle direniş hattını daha sıkı ve kalıcı biçimde örmeye devam ediyor. Genişleyen ve etkinleşen, geniş halk kesimlerini içine katan direnişte, değişik mezheplere mensup insanlar arasındaki önyargılar kırılıyor, birlikte mücadele isteği yaşamın içinde hayat buluyor.

IRAK’TA NELER OLUYOR
ABD’nin Irak’ı işgal planları, işlerin kolayca yürüyeceği varsayımı üzerine kurulmuştu. Yıllardan beri korkunç bir ambargo adı altında ilaç, çocuk maması, gıda girişinin bile yasaklandığı, bunun sonucunda –çoğu bebek ve çocuk– 2 milyona yakın insanın öldüğü Irak’ta, nükleer silahlar bir yana, cephe savaşı verebilecek düzeyde ağır silahların olmadığını çok iyi biliyorlardı. BM silah denetçileri sayesinde öyle yerlere girmişlerdi ki, girilmedik yer, bakılmadık kapı arkası bırakmamışlar, ne var ne yok hepsini öğrenmişlerdi.
ABD, moral değerleri çökertilmiş, baskı ve tehdit yoluyla dünyadan yalnızlaştırılmış, tecrit edilmiş halkın Saddam rejimi ile sorunlarının, Irak’ı oluşturan halkların birbirlerine karşı önyargı, güvensizlik ve bölünmüşlüklerinin kendisinin işini çok kolaylaştırdığını düşünüyordu. Aralarındaki çatlakları derinleştirecek, onlar birbirleriyle uğraşırken, dengelerle oynayarak, bildiği yoldan yürüyecekti.
Nitekim işgal harekatı az çok düşünüldüğü gibi oldu. Birkaç yerdeki kendiliğindenci lokal direnişler dışında kayda değer bir direnişle karşılaşılmadı. Ancak işgalcilerin düşünmek istemedikleri ya da düşünüp de ciddiye almadıkları bir şey vardı: İşgal, halklar için asla kabul edilecek bir şey değildi. Nitekim, olmadığı da kısa zaman içersinde görülecekti.
ABD, geride kalan bir yıldan fazla zaman içersinde işgal ettiği topraklar üzerinde tam ve kesin bir hakimiyet kuramadı. Kuramazdı da. Çünkü, bir ülke, toprakları şu veya bu biçimde, yüksek teknolojili silahların, uydu merkezlerinin, radarların, alıcıların, dinleme istasyonlarının yardımıyla ve para gücüyle savunma örgütlenmesi çökertilerek işgal edilebilir. Ama, yabancı bir ülkede, binlerce kilometrekarelik araziler, milyonlarca insan, birkaç yüz bin askerle sonsuz değin kontrol altında tutulamaz. İşgal altına alınan topraklar, savaşın kesin olarak bitirildiğinin sanıldığı anda, her cadde, her sokak, tuzağa, girildiğinde geri çıkması zor labirentlere dönüşebilir. Öyle de olmuştur.
Son olaylarla bir kez daha kesin bir biçimde görülmüş ve kimsenin inkar edemeyeceği açıklıkla kanıtlanmıştır ki, askeri bakımdan, güçlü ve son derece modern silahlara, en gelişmiş türünden füzelere, tanklara, toplara sahip olmak, bir savaşın kesin olarak sonlanacağı anlamına gelmemektedir. Savaşların sonunu, klasik muharebeleri ve cephe savaşlarını da kapsayarak insan unsuru belirlememektedir. Çünkü hiçbir silah, binlerce sokağı denetlemeye, kontrol altında tutmaya yetmemektedir.
ABD, ilk önceleri Tikrit’le uğraştı. Tikrit ciddi bir direniş sergiledi, bir türlü kontrol altına alınamadı. Amerikan propagandası, bu durumu, “Saddamcıların son kalıntılarının umutsuz çırpınışları” olarak yansıtarak geçiştirmeye, Saddam düzeninden nemalanan Sünnilerin rantlarının elden gitmesine bağlamaya çalıştı. Sünnilerin, Irak’ı oluşturan diğer halkların, inanç guruplarının kendileriyle eşit haklar elde etmesinden rahatsızlık duyduğu gibi bir propagandayla örtmek istedi. Böylece,  yalnızca direnişi küçümsemek ve kötülemekle de kalmıyor, aynı zamanda, halkları birbirine karşı kışkırtmaya, bölmeye, karşı karşıya getirmeye de çabalıyordu. Çünkü eğer Amerikan propagandasına bakılacak olursa, Sünnilerin direnişi, “ABD’ye karşı gibi gözükse de, asıl kendileriyle eşit haklara kavuşan Şii’lere, Kürtlere karşıydı! ABD ise, Irak’a, halklar arasında eşitliği getirmişti! Ona karşı direnmek, eşitliğe, barışa karşı direnmek, ayrımcılıkta ısrar etmek demekti!”
Bu arada, ABD geçici yönetim oluşturmaya girişti. Ama tutmadı. Ne yapsa meşrulaşmadı. Yeni manevralar, göz boyamalar yapıldı. Bir türlü tutmuyor, atadığı kukla yönetim dikiş tutmuyordu.
Derken, direnişin ardındaki son kale olarak gösterilen Saddam da yakalandı. İleri sürüldüğüne göre, Irak halkının son direnç noktası da kırılacak, direniş duracak, “bir yolunu bulur, yine başa gelir” diye korktuğundan işgalcinin yanında yer almaktan korkan halk, koşa koşa ABD’nin yanında yer alacaktı.
Oysa, Saddam’ın yakalanması hiç de öyle bir etki yapmadı. Tam tersine, direnişin ardındaki gücün Saddam olmadığı meydana çıktı. Kaldı ki, önümüzdeki süreçte yürütülecek yargılama, gerçekten herkese açık olursa, bu yargılamadan da Amerika’nın zararlı çıkacağı gün gibi ortadadır. Bu yüzden de, büyük ihtimalle yargılama herkese açık yapılmayacaktır. Çünkü, yakalanmasını takiben, o meşhur saçı başı dağınık haldeki Saddam görüntülerinden sonra, Saddam’ın adı pek anılmamıştır. Sonraları, basına yansıyan sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Saddam kolay lokma olarak yutulamayacaktır. ABD önünde diz çökmeyecektir. Eğer yargılama adil ve tüm dünyaya, kameralara açık olabilse, davanın, ABD’nin yargılanmasına dönüşmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

YAYILAN DİRENİŞ VE ŞİİLER
ABD’nin işini zorlaştıracak güç olarak görülen Şiiler, ilk başlarda ABD ile açık çatışmaların içine girmediler. Her ne kadar, işgale destek vermediler, ABD’nin yanında açıktan yer almadılar, bir an önce çekip gitmesini söyledilerse de, görüşmelerin içinde ve atanmışlar yönetimde yer alıp uzlaşmacı bir görüntü sergilediler. Bunda da en büyük etken, Şiilerin üzerinde esas olarak Ayetullah Ali El-Sistani’nin etkisinin olmasıydı.
Dinsel açıdan dünya Şiiliğinin birinci ismi pozisyonundaki büyük Ayetullah Ali El-Sistani, asıl olarak Şiilerin Güney’de yaşayanlarının lideriydi. Ve Irak Şiileri asıl Güney’de yaşıyorlardı. Ancak, işgal karşısında beklentici ve belirli bir uzlaşmaya dayalı tutum, tüm Şiiler açısından onaylanan bir tutum değildi. Aynı zamanda hoşnutsuzlukları da doğuruyordu.
Buna karşın, dinsel yetkeye sahip olmasa da, orta Irak’ta, özel olarak da Necef’te yaşayan Şiilerin lideri durumundaki Muktada Sadr, ABD’ye karşı daha net bir görüntü sergiliyordu. Her ne kadar, ilk andan itibaren silaha sarılmamışsa bile, çok da uzlaşır bir tutum içine girmemişti. Bu da ABD’yi rahatsız ediyordu. Üstelik, onca kışkırtmaya, rezil propagandaya karşın, beklenen olmamış, Orta Irak’taki Şii ve Sünniler birbirine girmemişti. Sadr, bir türlü istenilen rolü oynamıyor, ABD de, bir türlü vaziyete egemen olamıyordu. Sıkıntılar çoğalıyor, hoşnutsuzluk dalgası içten içe genişliyordu.
Bu arada, Sadr’ın tavrı, diğer bölgelerdeki Şiiler arasında da sempati topluyor, destek buluyor, Sistani’nin tartışılmaz pozisyonu tartışılmaya başlıyordu.
ABD, Orta Irak’ta o her zamanki bilinen kontra yöntemlerine başvurdu. Camiler bombalandı. Ama bekleneni elde etmek, Şii-Sünni çatışması yaratmak, halkı birbirine kırdırtmak bir yana, tam tersi oldu. Sünniler ve Şiiler, ABD’ye karşı birlikte yürüyüş yaptılar, işgalciye karşı birlikte mücadele edeceklerini ilan ettiler.
İşte bu kötüydü işgalciler için! Halkların barış ve kardeşlik içinde yaşamaları, birbirlerini katletmemeleri ne kadar da üzücü bir şeydi! Oysa birbirlerini boğazlasalar, kan gövdeyi götürse ne de güzel olacaktı! Çünkü ABD, “barış sağlamak” için gelmişti ya!
Bu kez, Sadr’a saldırmayı planladılar. Belki de bu, bazılarının dediği gibi, güçlenmekte olduğu fark edilen ve bir türlü kontrol altına alınamayan Sadr’ı daha fazla büyümeden savaş alanına çekmek, istihbarat taktiklerinde yer alan, “erken doğuma” zorlamaktı. Henüz hazır olmadan savaş alanına çekilecek Sadr, yenilecek, güçleri tamamen imha edilecek, tehlike büyümeden etkisizleştirilecekti.
İşgalciler, önce Muktada Sadr’a bağlı bir grup tarafından çıkarılan El Havza En Natika (Hareketli Havza) adlı dergiyi kapattılar. Dergi, ABD ve işgal güçlerine açıktan tavır koyuyor, net bir biçimde işgal karşıtı yayıncılık yapıyordu. Ardından, yeni bir komplo devreye sokuldu. Sadr’ın en yakın yardımcısı sayılan Mustafa Yakup, geçen yıl bir suikasta kurban giden Abdulmecid El Hui’nin öldürülmesinden sorumlu tutularak, tutuklandı. Sünni-Şii çatışmasını başlatamayan ve Sadr’ın yükselen prestijini önleyemeyen ABD, bu kez, hem Sadr’ın artan prestijini sarsmayı hem de Şiileri kesin çizgilerle birbirine düşürmeyi planlamıştı. Ama bu da tutmadı! Hikaye hiç kimse tarafından inandırıcı bulunmadı, tersine, bir kez daha ABD nefret kazandı.
Derginin kapatılması ve ardından en yakın yardımcısının pis bir komployla tutuklanması üzerine, Muktada Sadr, o güne kadarki en sert açıklamasını yaparak, halka, düşmanla dişe diş mücadele çağrısı yaptı. Çağrı anında yanıt buldu. Başta Necef olmak üzere, Bağdat, Basra ve Amara’da işgalci güçlere karşı saldırılar düzenlendi. Halkın büyük katılımıyla yürüyüşler patladı. Yönetim binaları, belediyeler işgal edildi. Direniş hareketi hızla tüm ülkeye yayılıyordu. Hem de öyle ufak tefek gurupların işi olarak değil, geniş halk yığınlarının katılımı ve farklı inanç sahiplerinin birlikte mücadelesi olarak.
Bu arada ABD’ye bir darbe de İspanya’dan geldi. Sıkı Amerikancı Aznar seçimleri kaybetti. Hem de seçimlerden önce yaratılan provokasyona rağmen. İspanya’da bombalar patlatılmış, onlarca insan ölmüş, bombalamanın sorumlusu olarak El Kaide gösterilmişti. Hesaba göre, “İşte bakın Aznar’ın yaptığı iş ne kadar doğru, Irak’a asker göndermekte, terörizme karşı ABD ile birlikte savaşmak ne kadar haklı” denilecek ve oy kazanılacaktı. Ama o plan da ters tepti. İspanya halkı Aznar’ı devirdi. Aznar’ın devrilmesi, ABD’ye Avrupa cephesinden indirilmiş bir darbeydi. AB’nin bir mevzi daha kazanmasıydı. Ama aynı zamanda, Irak’ta ABD’yle birlikte hareket edenlerde çözülmenin de habercisiydi.
Nitekim, İspanya, Iraktaki askerlerini geri çekeceğini açıkladı. Devreye bizzat Bush girdi ve İspanya’nın yeni hükümetine baskı yaptı. Ama İspanya Hükümeti kararından geri basmadı. Ardından, İspanya ile birlikte hareket eden Honduras, Irak’taki 300 civarındaki askerini geri çekeceğini açıkladı.
Rakamlar belki azdı, asker sayısı sembolik düzeydeydi, ama sorun, asker sayısıyla ilintili değildi. Sonuçta, bir ülke desteğini çekiyor, ABD yalnızlaşıyordu. İşgal, işgal güçleri açısından bile meşruiyetini yitiriyor, moral bozukluğu yaratıyordu.
Sadr’ın açıklaması ve olayların patlamasından sonra, Bremmer, Muktada El-Sadr’ı “Kanun dışı ve Irak’ın güvenliğini bozan kişi” olarak tanımladı ve hakkında tutuklama kararı çıkarttı. Gerekçesi olarak da, Sadr’ı, Iraklı din adamı El-Hui’nin öldürülmesinden sorumlu tuttu. Bush ise, Sadr’ı “haydut” olarak tanımladı! Buna karşın Sadr, “Başlatılan isyanın, yabancı kuvvetler girdiği bölgelerden çıkana kadar devam edeceğini” açıkladı. 
İspanyol askerlerinin gösterilere ateş açmasıyla başlayan çatışmalar, Sünni bölgesi olan Felluce’den Necef, Kerbela, Nasıriye gibi Şii bölgelerine de yayıldı.
Genişleyen isyancı harekete ABD’nin tepkisi, son derece acımasız oldu. ABD, kenti havadan bomba yağmuruna tuttu. İnsanların üzerine binlerce tonluk bombalar atıldı. Kadın erkek, ihtiyar bebek demeden insanlar yakıldı, binalar yerle bir edildi. Klasik deyimiyle, “sivil asker ayrımı yapılmadı” da denemez, çünkü isyancılar sivil halktı. ABD kuvvetleri tam bir katliam yaptı, 1000’den fazla insanı öldürüldü. 1500’den fazla insan yaralandı. Buna karşılık, 100’den fazla ABD askerinin öldürüldüğü açıklandı. Bu, ABD’nin işgal sırasında  kaybettiği asker sayısı kadardı.
Ancak ABD için saldırının faturası, asker kayıplarından çok daha büyük oldu. ABD’nin katliamı, ülke çapında büyük bir öfkeye yol açtı; halkın birleşmesinde etkin bir rol oynadı. O güne kadar ABD ile birlikte görünen ya da en azından ABD’ye engel olmayan yüzden fazla aşiret reisi, Amerika’nın Irak sorumlusu Bremmer’la görüşerek, “Saldırıların derhal durdurulmasını” talep etti. İçlerinden bir bölümü daha da ileri giderek, “Eğer saldırılara son verilmezse, kendilerinin de Sadr’ın yanında savaşacaklarını” söyledi.
İş bununla da bitmiyordu. Sadr’ın isyankar tavrı, en çok da Ayetullah Ali El-Sistani’yi zor durumda bırakmıştı. Kendi etkinliğindeki Güney Şiileri arasında bile tartışılmaya, Sadr’a destek vermesi için üzerinde baskı oluşmaya başlamıştı. İşgale karşı mücadele edenlerin, teslim olmayanların prestiji ve etki gücü yükseliyor, Sistani’nin prestiji ise düşüyordu.
Güney Şiileri arasında da, Sadr, etki alanı yaratmaya başlamıştı. Doğal olarak, Sistani daha fazla sessiz kalamaz, gelişmeleri elleri kollarlı bağlı izleyemezdi. Aksi takdirde, tam Amerikancı ve işbirlikçi görünme tehlikesi vardı; ve işte o zaman, ne prestiji kalırdı ne saygınlığı ne de etki gücü… Nitekim, etkinliği altındaki Güney Şiileri sokaklara dökülmüşler, işgal güçlerine karşı eylemlere girişmişler, bir bölümü de savaşmak için Sadr’ın yanına gitmeye başlamıştı. Kuşatma altındaki Necef’e konan ambargonun aşılması için bedenlerini ortaya koymuşlar, halk canlı hedef olarak kamyonlarla kente yiyecek taşımıştı. Ayetullah Ali El-Sistani dinlenmemişti!
Sonuçta, Sistani daha fazla sessiz kalamadı. Nihayetinde, ABD’nin imha tavrına son vermesi gerektiğini, aksi takdirde Sadr’ı destekleyeceğini açıkladı. Sadr ve ABD, uzlaşmak için görüşmelere başlamalıydı.
Kısa bir ateşkes dönemi oldu. Ama bu dönemde bile çatışmalar devam etti. ABD, bildiğini okudu, bombalamaları, katliamlarını sürdürdü. Ama direniş de silahlı eylemler biçiminde Felluce, Necef, Bağdat, Basra, Amara, Karbela, Nasıriye gibi bölgelere yayılmıştı. ABD’nin işi şimdi çok daha zordu ve giderek içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.

BUNDAN SONRASI
Artık ABD’nin, Irak’ta bir türlü düzene koymadığı dengeleri kurması çok daha zordur. Halk kontrol altına alınamayacaktır. Bu çok açık biçimde anlaşılmıştır. Dengeleri tutturmak da zorlaşmıştır. Sünni ve Şiileri düşmanlaştırma hesapları halk tarafından bozulmuştur. Sadr teslim olmamakta, direnişi, itibar ve etki gücü kazandırmaktadır. Sistani ise, eski havasında değildir. Üstelik bundan sonra, durumu kurtarmak, halkın gözünde soru işaretleri oluşturan pozisyonunu kurtarmak için, ABD’den, Şiiler için daha fazla şeyler, haklar, ayrıcalıklar talep edecektir. Bir tarafta Sistani, diğer tarafta Barzani ve Talabani’yle Kürtler, ortada Sünniler ve Sadr; ABD’nin herkesi memnun etmesi çok zordur! Olmayan, ayar tutmayan dengeler, bir kez daha ve bu kez çok ciddi biçimde sarsılmıştır. Üstelik bu kez, karşılarında ciddi bir direniş cephesi vardır.
Büyüyen direnişle birlikte, ABD, direnişin ardındaki gücün İran olduğu propagandasını üflemeye başladı. Dün, Saddam’dı, bugün İran! Yarın işler iyice sarpa sardığında, hedefe, Suriye ve diğerleri de konulabilir. Çünkü, İsrail’in düşmanları ABD’nin de düşmanlarıdır!
Sonuçta her direnişin arkasında yeni bir düşman ve hedef aranacak ve yaratılacaktı. Oysa konuyla ilgili herkes az çok bilir ki, ABD’nin hedefleri arasında ilk andan itibaren İran ve Suriye de vardı. Ve hatta ABD; Irak işgalini tamamlar tamamlamaz İran’a dalmayı planlamıştı. İran durdukça, ABD’nin petrol bölgesi üzerindeki planları tam olarak gerçekleşmiş olmayacaktı. “Çıbanbaşı” varlığını sürdürecek ve diğer ülkelere de kötü örnek olacaktı. Aynı zamanda İsrail’in güvenliği için de İran ve Suriye’nin düzlenmesi gerekiyordu.
Ancak, Irak’taki işler beklendiği gibi gitmeyip işgal dünyadan büyük tepkiler alınca, İran’a “dalma” işi bir süreliğine ertelendi. Ayrıca İran’a düzenlenecek saldırının, Irak Şiilerini de karşıya alma riski vardı; bu ise, hem Irak hem İran’da iki cephe aşılması demekti ve işler iyice karışabilirdi.
Kısaca söylemek gerekirse, Irak, ABD için tam bir bataklık halini aldı. Çırpındıkça daha çok batıyorlar. Moral üstünlüğü direnişçi halka geçiyor, işgalci güçler hızla moral kaybediyorlar.
Bugün için Irak direnişinin en büyük eksikliği, hareketin işçi sınıfına dayanmaması ve işçi hareketinin damgasını taşımaması, ve başını, işçilerin partisi bir yana devrimci demokrat bir örgütün çekmemesi, örgütlülüğün zayıf olmasıdır. Buna rağmen, hareket büyüyecek, direniş, zaman zaman düşme zaman zaman yükselme eğilimi gösterse de, büyüyerek ilerleyecektir.
Üstelik bataklık sadece Irak’la da sınırlı değildir. Irak’ta gelişen direniş hareketi, kazanılan her başarı, dolaysız olarak bölge halklarını etkileyecek, yıllardır ABD ve İsrail kumpası altında bunalmış, öfke ve nefretleri keskinleşmiş halkların anti-Amerikancı, anti-Siyonist duygularını kamçılayacaktır. Ve kamçılamaktadır da. Nitekim, Filistin’deki İsrail katliamları ve suikastlar bölge halkında büyük bir nefrete neden olmaktadır. Hamas’ın son lideri Rantisi’nin öldürülmesinin, Şaron’un ABD’de Başkan Bush’tan Gazze Planı’na destek aldığı görüşmelerin ardından gerçekleştirilmesi, kimsenin gözünden kaçmamıştır. Bunun ise, bir kez daha ABD’nin  bölge halkları tarafından iyice düşman olarak görülmesine yol açması kaçınılmazdır.
Irak işgali, bölge halklarının geleceğine doğrudan etki yapacak bir faktör olarak, giderek daha belirgin hal alıyor, ve kaçınılmaz olarak, anti-Amerikancı, anti-Siyonist cepheyi büyütüyor. Mesela, bölgede ABD’nin en sadık dostu durumdaki Ürdün Prensi’nin, çok öncelerden planlanmış ABD gezisi ve Bush’la görüşmesini ileri bir tarihe ertelemesi, bölgedeki Amerikancı yönetimlerinin ne kadar zor bir durumda olduğunu göstermektedir.
Gelişmeler son derece açık. Irakta Sünnisi ve Şiisi ile, ABD ve işgal karşıtı cephe birleşip güçleniyor. ABD’ye karşı aktif tavır alanlar güç topluyor, prestij ve itibar kazanıyor. Etki alanları genişliyor, liderliği ele alıyor. Aynı biçimde bölge hakları da ABD ve Siyonist İsrail karşıtlığında aynı duygu ve düşünceler etrafında birleşiyor. Buna karşın, Amerikancı işgal cephesi çatırdıyor. İspanya, Honduras, Polonya, Irak’tan çekiliyor. Japonya çekilecek. Ürdün prensi ABD gezisini ertelemek zorunda kalıyor. Geriye bir ABD, bir de İngiltere kalıyor. Ama bu ülkelerin halkları da ciddi ve güçlü tepkiler veriyor. Aznar’ın başını yiyen Irak, Bush’un da başını yiyecek gibi görünüyor.
Irak çok şeye gebe. Süreç, Irak halkından yana gelişiyor. Gelecek, bütün bölge halkları bakımından aydınlık. ABD kaybediyor, halklar kazanıyor.

Yerel seçimler, demokratik güçbirliği ve parti çalışması üzerine değerlendirmeler

Özgürlük Dünyası, aylar öncesinden başlayarak 28 Mart yerel seçimlerine ilişkin çeşitli tartışma ve değerlendirmelere sayfalarında yer vermiştir. Son sayımızda yer alan seçim değerlendirmelerinin bir devamı olarak bu sayımızda da çeşitli seçim çevrelerinde yürütülen güçbirliği çalışmaları ve EMEP örgütlerinin seçim değerlendirmelerine yer veriyoruz.
Sadece seçim çalışmaları açısından değil, kitle çalışması açısından da birer gösterge olan bu değerlendirmelerin, işçi sınıfı, emekçi yığınlar, gençlik ve emekçi kadınların mücadele ve örgütlenmesi açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.

A) ADANA
Adana seçim hazırlıkları ve çalışmalar boyunca ortaya çıkan kimi eğilimler, ülke genelindeki politik atmosferden bütünüyle bağımsız olmadığı gibi, kendine has özgünlükler de taşımıştır.
Adana Güçbirliği, yürütülen seçim çalışmaları ve devrimci bir işçi partisi olarak EMEP’in tuttuğu yer bakımından, çalışmanın başlıca öne çıkan olumlu ya da eksik ve zayıflık taşıyan yanlarını ele almak, bundan sonra  yürütülecek çalışmalar açısından önem taşımaktadır. Bu yazı Adana açısından toplam bir seçim değerlendirmesi olmadığı gibi, eğilimler itibarıyla önem kazanan başlıca yönleri kapsamaktadır.

“İŞBİRLİĞİ”NİN FAYDACILIK HAYALİ ADANA’YA NE GETİRDİ?
1999 seçimlerinde, Adana’da HADEP yaklaşık 60.000 oy almıştı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde ise, Emek-Barış-Demokrasi Bloğu’nun çatı partisi olan DEHAP’ın ambleminin altına 80.000 “Evet” mührü vurulmuştu. Adana’da, Blok’un biriktirdiği deneyime, 3 Kasım’la yakalanan ortak çalışma ve mücadele kültürüne, karşılıklı pekişen güvene karşın; Demokratik Güçbirliği’nin bir araya gelme aşamasında, Blok’un birikimleriyle yaratabileceği etki gücü daha baştan kırıldı. Çünkü Blok’un etki gücünün yerine “işbirliği partileri” konuldu. “İşbirliği partileri” ve “Güçbirliği partileri” olarak yapılan kategorik ayrımla birlikte; merkez olarak “işbirliği”, “kenar” ya da ikincil olarak ise “diğerleri” gösterildi. 
Fakat ardı sıra yaşanan bir dizi gelişme, bu ayrımı gereksiz hale getirmeye başladı. Zira kendilerini “işbirliği partileri” olarak ifade eden DEHAP ve SHP, Adana Büyükşehir ve merkez ilçelerdeki belediye başkan adaylıklarını SHP’li isimlere bıraktı. Çatı partisi ise SHP oldu. Üstüne üstlük belirlenen kimi adaylar, kamuoyu nezdinde olumsuzluklarıyla tartışılmaktaydı.
“İşbirliği” esprisi DEHAP ve kitlesi açısından artı bir etki sağlamadığı gibi, büyük bir içe sindirememe ve hoşnutsuzluğu beraberinde getirdi. SHP il örgütünde de ortaya çıkan tabloya karşı muhalefet sesleri yükselmeye başlamakta ve il başkanı başta olmak üzere üyelerden istifa dilekçeli başvurular gündeme gelmekteydi. SDP İl Örgütü ise, aday profili ve meclis üye sıralamaları nedeniyle güçbirliğinden çekilmişti.

HALK GÜÇLERİNİN BİRLİĞİ Mİ, “SOL BİRLİK” Mİ?
Gelişmelerin bu doğrultuda olması şaşırtıcı değildi. Çünkü, Adana Demokratik Güçbirliği’ni oluşturan partiler, daha baştan, seçim hazırlıklarını ve ittifak anlayışını “sol birlik”in çemberi içerisine sıkıştırarak daraltmışlardı. EMEP, başta güçbirliğini oluşturan partiler olmak üzere, birliğin bu alana sıkıştırılmasını eleştirmiş ve en geniş halk güçlerinin birleştirilmesi için “halk güçlerinin ve temsilcilerinin yerel birliği” fikrini ortaya atarak, içerisinde sendikaların, kitle örgütlerinin ve halkın ileri gelenlerinin yer aldığı bir platformun ve iradesinin ortaya çıkması için çalışma yürütmüştü. Bu çabanın bir sonucu olarak, demokratik yerel platform toplantıları gerçekleşmişti. Onlarca sendikanın, kitle örgütünün temsilcilerinin katıldığı bu toplantılarda; hangi partinin çatı partisi olacağından, hangi taleplerin nasıl formüle edilmesi gerektiğine, kimlerin belediye başkan adayı olması gerektiğinden kimlerin meclis üyesi adaylıklarında halkı temsil edebileceğine kadar bir dizi tartışma yaşanmış ve yerel irade olgunlaşmaya başlamıştı.
Emekçi adayları olarak temsil edilmek istenen kimi mücadeleci sendikacıların adı bile öne çıkmaktaydı. Güçbirliği partilerince de önemi anlaşılamayan bu yerel birlik, kararların ve adayların belirlenmesinin son kertede parti genel merkezlerine bırakılmasıyla birlikte anlamını yitirmeye başladı. Kararın parti genel merkezilerine bırakılmasında, Adana yerelindeki ‘solculuk’un inisiyatif kaybetme korkusu, elde edilmek istenen faydacı tablonun istenmedik şekilde değişmesi gibi kaygılar belirleyici olmuştu.  En geniş halk güçlerinin birliği anlayışı, bu noktadan, genişliğini kaybetmeye başladı. Oysa ki, bu yerel platformun toplantılarında, taleplerin formüle edilmesinden, emekçileri ve demokratik güçleri temsil eden adayların belirlenmesine kadar derinleşebilen bir kapsayıcılık öne çıkmıştı. Seçim sonuçlarını, salt kendi başına alınan oyla değil, ne kadar emekçi örgütünün, işçinin ve aydının çalışmalara katıldığıyla değerlendirirsek, EMEP’in yaklaşımının hayati önemi bir kez daha anlaşılır olacaktır.
Karar, yürütme ve çalışmanın büyük oranda güçbirliğini oluşturan partilere sıkışmasına karşın, EMEP, işçi sınıfı ve emekçiler içerisinde çalışma yürütme, onların sendikalarını bu sürece dahil etme çabasını bırakmadı. Bu çabanın yeterliliği de kendi başına bir tartışma ve özeleştirel değerlendirme konusu olmakla birlikte, Güçbirliği içerisinde EMEP, işçilere, kamu emekçilerine yönelen, onların örgütleri içerisinde ve işyerlerinde toplantılar örgütleyen, güçbirliği ile emekçi örgütleri arasında köprü olan bir siyasi bileşen olmuştur. Ambarlar, Bossa’lar, belediye işçileri, irili ufaklı tekstil işyerlerinde yapılan toplantılar bu açıdan önemlidir.
Çukurova’nın kır proletaryasını oluşturan on binlerce tarım işçisi; hedef kitlelerden biri olması gerekirken, “onlar nasılsa Kürt, oyları sağlamdır, biz başka yerlere yönelelim” anlayışıyla göz ardı edilmiştir. Sabahın dördünde kamyonlara istiflenerek tarlaların yoluna koyulan tarım işçilerine, sabah bu saatte adaylarla gitme önerisi güçbirliğinde ilgi bulmamıştır.
Kendi başına EMEP’in yaptığı tarım işçileri toplantılarında ise, işçiler sorunlarını, taleplerini ifade etmişler ve örgütlenme konusunda yardım istemişlerdir. Tarlalarda seçim günü yatılı bulunan binlerce Kürt kendilerine araba temin edilmesini, buralarda çalışma yürütülmesini dile getirmişler, fakat güçbirliğince gereken önemi görememişlerdir. Kendi başına bu örneğin bile kaynağında, halk güçlerinin taleplerini birleştirme ve mücadeleye katma anlayışı değil, “solu birleştirme” kavrayışı yatmaktadır. Halkı ve ezilen emekçi katmanların taleplerini ve mücadelelerini birleştirmeyi göz ardı eden bir birlik anlayışıyla, “sol partiler”in de birlik zeminini istenilen ölçüde sağlamayacakları görülmüştür. Zira halk kitleleri ve onların temsilcileri zemininden kopuk birlik anlayışı, DEHAP’ı, SDP’yi ve hatta SHP’yi iç tartışmalara, güçbirliği çalışmasının belirli ölçüde gerisine itmiştir.

DAĞINIKLIĞI GÜÇLENDİRMEK DEĞİL, ÇALIŞMAYI ÖRGÜTLEMEK
Ortaya çıkan bu tabloya karşın, EMEP İl Örgütü, gereken eleştirileri ve fikirleri ifade etmekle birlikte, çalışmanın başlatılması, güçlerin bir araya getirilmesi ve seçim motivasyonunun sağlanması için diri bir güç olarak öne çıkmış ve toparlayıcı olmuştur. EMEP örgütü, güçlerini “kendisi için mevzilendirmek” yerine, tersine güçbirliği çalışmasının ihtiyaç duyduğu tüm alanlara yetişmek için emek sarf etmiştir. Moral bozukluğu ve tartışmalardan gelen dağınıklıklar sürecinde, güçbirliğinin ilk etkinliklerini EMEP gerçekleştirmiştir. SHP afişlerini asarken defalarca kavgaya tutuşmak zorunda kalan, diğer partilerden gelen saldırıları göğüsleyen EMEP’li gençlerin yaşadıkları bile, güçbirliği açısından motivasyon unsuru olmuştur.
Güçbirliği içerisinde başlangıçta SHP ve DEHAP’ın yaklaşımları, 3 Kasım Blok birliğinin kenara itilmesini, ve niyetten bağımsız olarak da gelişse, güçbirliği zeminin zedelenmesini beraberinde getirmekteydi. Ortaya çıkan tablo, DEHAP ve SHP örgütlerinde karışıklığa yol açmış, ortada bir işbirliği de kalmamıştı. EMEP’in gerek Kürt sorunu konusundaki ısrarcı tutumu, gerekse her şeye karşın birleştirici ele alışıyla birlikte, giderek DEHAP ve EMEP, güçbirliğinin merkezine oturmaya başladı. Kuşkusuz bunun kökleri, 3 Kasım deneyimine uzanmakta ve geçmişten gelen karşılıklı güvene de yaslanmaktadır.

HER EMEKÇİYE ULAŞMANIN BİR ENGELİ OLARAK BOY VEREN POPÜLİZM
Adana’da iş, ekmek ve demokrasi taleplerine hasret büyük bir Kürt nüfusunun yaşadığı bir gerçek. Başta AKP olmak üzere düzen partilerinin, seçimden zaferle çıkmak için bu kitleye yönelmesi de kaçınılmaz bir zorunluluk. Aylar öncesinden özellikle AKP’nin bire bir örgütlenme başlattığı, ikna çabalarına yöneldiği ve gündelik çıkar ilişkilerini kullanarak Kürt kümelerine yöneldiği gerçeği, seçim sonuçları itibarıyla gün yüzüne çıkmış oldu. Aynı zamanda dini motifleri de kullanarak, AKP’nin, Kürt seçmenleri içinde örgütlendiği gerçeği, sonradan güçbirliğinin gittiği mahallelerde açığa çıktı.
Güçbirliği’nde ise, “Kürt oylarına” şüpheyle bakma eğilimi sürekli bir duygu olarak öne çıkarken, kitle gösterileri ve mitinglerde ise Kürtler, bir güç gösterisi dayanağı olarak değerlendirilmekteydi. Kürtlerin yoğun olmadığı mahallerdeki büro açılışlarında bile, dışarıdan taşınan Kürt yoksulları, kurtarıcı gösteri kitlesi olarak ele alınmaktaydı.
AKP, aylar öncesine dayanan, tabanda sürdürülen ve bire bir ikna ve örgütlenmeyi esas alan bir çalışma yürütürken; Güçbirliği tarafından, ‘nasıl olsa bizim’ anlayışıyla, yukarıdan seslenen, itinasız bir seçim çalışması yürütüldü. 3 Kasım seçimlerinde de ortaya çıkan bir hastalık olarak, kitle çalışmasının önünde bir engel teşkil eden popülizm hastalığı aşılamadığı gibi, daha ağır bir vaka olarak yeniden tekerrür etmiş oldu.
CHP’ye ve CHP adaylarına duyulan tepkinin bir ifadesi olarak kümeler halinde kopan yüzlerce insan, tepkisinin ilk odağı olarak, Güçbirliği’ne yöneldi. Üstelik sosyal demokrat etki alanında kalmış bu insanlar, kendi olanaklarıyla seçim büroları açarak, kalabalık büro açılışları da örgütlediler. Fakat popülizmin bir tezahürü olarak, ‘tamam kazandık, sağlamdır’ anlayışı nedeniyle, seçimin son günlerine doğru, bu destek yeniden geri çekilmeye başladı.
EMEP örgütü, diğer alan çalışmalarıyla birlikte, özellikle Yamaçlı, Güneşli, Karşıyaka diye tarif edilen Arap mahallerinde yürüttüğü çalışma ile, güçbirliğine kanal açmıştı. Zira Arap’lar, çoğunlukla, Anakent’te DYP adayı Ümit Özgümüş, Yüreğir’de Genç Parti’den Mustafa Esenkurt’a yönelmişlerdi. Bu yönelimin kaynağında başkaca nedenler de olmakla birlikte, bu adayların Arap kökenli olmalarının büyük etkisi vardır. Çok yönlü çıkar ilişkilerini de kullanarak, bu iki parti, Arap mahallerini adeta kuşatmaya almış, diğer güçlere gözdağı vermiştir. Bu ortamda EMEP, seçim bürosu ve halk toplantılarıyla belirli bir gücün toparlanmasını ve güçbirliğinin etki alanını genişletmeyi sağladı. EMEP birim örgütünün ısrarlı ve iknaya dayanan çalışması, bir nüve olmakla ve belki büyük bir sansasyon yaratamamakla birlikte, önemli sayıda yeni insanı çalışmalara katmayı başarmıştı. EMEP’liler, burada zor olanla mücadele etmiş, yüzlerin binlerin toplandığı şatafatlı seçim açılışları peşinde koşmamıştı. Kuşkusuz, bu örnekten yola çıkarak, EMEP örgütünün, toplam çalışmasını böyle ele aldığını söylemek de mümkün değil. Diğerlerine oranla daha az bir etkilenme olmakla birlikte, birçok birim ve EMEP’lide de popülizm rüzgarının etkisi görülmüştür.
Kürt yoksul mahallelerinde yüzlerce muhtar adayı ortaya çıkarken, bunların ezici çoğunluğunun DEHAP’lı olması ve muhtarlık yarışında birbirlerinin karşısına çıkmış olmaları, Güçbirliği zeminini zayıflatan bir etken haline geldi. Zira öne çıkan, güçbirliği çalışması değil, mahallelere damgasını vuran muhtarlık çalışmaları oldu. Bu yüzden birbirlerine küsen ve darılan yığınların önemli bir  kayba neden oldukları da, seçim sonuçları itibarıyla ortaya çıkmış oldu.

PROPAGANDA ALANINI DARALTAN BİR BULUŞ: “PROJECİLİK”
Güçbirliği, genel merkezlerce yayınlanan ortak deklarasyona bağlı kalan bir çalışmayı yürütemedi. Başlangıçta 100 bin adet deklarasyon metninin basılıp kitlelere ulaştırılması, her ne kadar önemli bir çalışma haline gelmişse de, bunun yerini, giderek, her parti ve adayın kendine göre propagandayı biçimlendirdiği bir seçim çalışması aldı. Özellikle Kürt, Türk ve Arap kardeşliği vurgusunun herkesçe öne çıkarılması, önemli bir gelişmeydi. Fakat yoksul kitlelerin ekonomik, demokratik, siyasi taleplerinin formüle edilememesi ve seçim propagandasına projeciliğin hakim olması, zaten bu kulvarda olanakları geniş ve tecrübesi bulunan düzen partilerini güçlü kıldı. “Gülen belediyecilik” sloganından “özel hastane açmak”,  “taşeronlaştırmayı zorunluluk olarak göstermek” ve “mezarlık hizmetlerini ücretsiz hale getirmek” vaadlerine kadar uzanan propagandada ortaya çıkan güldürü örnekleri, seçim konuşmalarından afiş ve bildirilere kadar sirayet ederek, geniş halk kitlelerinin umudu olma iddiasını giderek zayıflattı. Bu yöndeki uyarılar ise kulak ardı edildi. BOP, İncirlik üssü, özelleştirmeler, hükümetin uyguladığı emek düşmanı politikalar, Kürtlerin hak özlemleri, iş ve ekmek taleplerinin merkezi iktidarla olan bağı ikinci plana atılırken, tüm sorunların belediyenin kazanılmasıyla çözüleceği beklentisi yaratıldı. Geniş emekçi yığınlar bu fikre zaten ikna olmazlardı, ve bu, seçimin kazanılmasından bağımsız olarak, kullanılan oylarla kendini göstermiş oldu.

HALKI BİRLEŞTİRME BUGÜNÜN GÖREVİDİR
Sınıfa dönük çalışma içerisinde biriktirdiği güçlerle EMEP örgütü, işçiler etrafında semt toplantıları gerçekleştirmiş, bugün açısından henüz zayıf da olsa, işçilerin diğer emekçi kesimlere yönelmesini sağlamıştır. Fabrikalardan sadece partili işçiler değil, onların da etrafında güçbirliği çalışmalarına katılan işçiler, sandıklarda görev almışlardır. Fakat işyerleri, çalışmanın temeli haline getirilememiştir. EMEP örgütü açısından yapılacak bir seçim değerlendirmesinde, bugün sorulacak en anlamlı sorulardan biri, kaç fabrika ve işyerinin çalışmanın temeli haline getirildiği, işçilerin etrafında nasıl bir seçim çalışmasının örgütlendiği ve gelecek süreç bakımından hangi emekçi güçlerin örgütlenerek bir dayanak oluşturduğu olmalıdır. Küçük de olsa, bu yönde atılan adımların (Bossa, ambarlar, tarım işçileri vs,) ortaya çıkardığı örnekler, önemlidir. Özellikle güçbirliğinin sunduğu imkanlar çerçevesinde, politikanın ve mücadelenin dışına düşmüş gençlik kümelerinin bir araya gelmiş ve bunların ileri kesimlerinin Emek Gençliği içerisinde örgütlenmiş olmaları, halk güçlerini birleştirmenin önemine başkaca bir yerden pencere açmaktadır. Seçim süreci boyunca günlük işçi basınının daha geniş emekçi kitlelere ulaştırılmış olması, iki muhabir arkadaşımızın seçim çalışmalarını izlerken hayatlarını kaybetmeleri, ve törenlerinin, belki de ilk kez, Adana’da binlerce Kürt ve Arap’ı bir araya getirmesi, halkın bu bir araya gelişini bundan sonra da gerekli kılmaktadır. Bunların daha büyük adımlarla genişletilememiş olması, bütünüyle örgütsel bir zaaf olarak tartışmayı ve planlamayı gerektirmektedir.
Çukurova işçi sınıfı ve emekçileri bakımından güçbirliği, geçmişe dönük bir tartışma değil, güncele ve yarına dönük olmalıdır. SASA fabrikasında ve petro kimya işkolunda tıkanan TİS, yoğun olarak yaşanan işten atmalar, bir cendere haline gelen kuralsız çalıştırma, sendikalaşma çabaları yüzünden genç işçilerin uğradığı saldırılar, sosyal ve sendikal haklardan tümüyle yoksun sömürülen tarım işçileri için, taleplerini savunacakları, birleşecekleri, haklarını ararlarken dayanacakları, sendikal ve siyasal taleplerini arayacakları birleşik bir mücadeleci güç odağı hâlâ yoktur. 
İşçiler kadar, çıkarılan yasalarla kazanılmış hakları budanmaya çalışılan kamu emekçileri, sayıları yüz binleri bulan işsiz kitleler, sosyal güvenceden yoksun yoksullar, kadınlar ve gençlerin mücadeleye çekilmesi ve örgütlenmesi için buna ihtiyaç vardır.
Seçimler geride kalmıştır, ama Çukurova’da hayat çelişkileriyle sürmektedir. Bu nedenle, güçbirliğinin bundan sonrası açısından oynayacağı rol ve kendine bu ihtiyaç üzerinden bir misyon belirleyip belirlemeyeceği, temel sorulardan biri olarak yanıt aramaktadır. Yaşanmış pratik ve üzerine yapılan değerlendirmeler göstermektedir ki, güçbirliğinin, emekçi ve yoksul yığınların bu özlemlerini ve onların taleplerini merkeze almadan, halk güçlerini birleştirecek bir mücadele merkezi oluşturamayacağı açıktır.

B) İSTANBUL/KIRAÇ

Kıraç’ta yaşanan yerel seçimlerinin değerlendirmesi yapmak için öncelikle Kıraç’ ı genel yönleriyle tanıtacak bazı bilgilerin verilmesi yararlı olacaktır.

Kıraç, 50 bin nüfusu ve onlarca –500’den fazla işçi çalışan 116– büyük ve küçük sanayii işletmesi ve gündüzleri 100 bine varan işçi nüfusu ile İstanbul’da herhangi bir ilçenin mahallesi büyüklüğünde bir belde.

Kıraç, Köy’ün yerlileri ve sonradan gelenler olarak ikiye ayrılıyor. Köyün yerlileri, hane sayısı 50’yi geçmeyen eski göçmenler. Sonraki dönemde, Bulgaristan’dan gelen göçle birlikte, toplam sayıları 6-7 bine ulaşmış. Diğer kesim ise, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen göç ile, özellikle ’90’lı yıllardan sonra, yeni bir yerleşim bölgesi oluşturmuş. Bu bölgenin Tokat, Samsun, Ordu, Sinop, Zonguldak, Kastamonu, Sivas, Muş, Van, Kars, Ardahan, Rize, Amasya, Giresun illerinden gelenlerin oluşturduğu bir nüfus yapısı var. Alevi, Sünni, Kürt, Türk ‘lerden bileşiyorlar ve geldikleri illere göre, alt kimliklerin çok yoğun olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.

Seçim sürecinde kurulan ve daha önce kurulmuş onlarca yöre derneği ve köy derneğinin varlığı, bunun en somut göstergesi. Geldikleri illere ve mezheplere göre bir bölünmüşlük yaşanıyor. Her ilin kendine göre bir yerleşim alanı var. Örneğin, Tokat’tan göç edenler en fazla nüfusa ve seçmen sayısına sahip. Tokatlıların yerleşimi buna göre şekillenmiş. Aynı sokağı paylaşıyorlar, aynı kahveye gidiyorlar, yöre dernekleri kurmuşlar ve derneklerde bir araya geliyorlar. Tokatlılar ile yapılan onlarca ev toplantısında, başka yörelerden gelenlerin katılımının parmakla gösterilecek kadar az sayıda olduğunu gördük. Örneğin bir sokak, tümü ile Ardahanlıların yaşadığı bir yer haline gelebiliyor. Bu durum, diğer iller açısından yine aynı. Her il bir mahallede toplanmış ve diğer illerden gelen ve farklı kültüre sahip olanlarla çok fazla paylaştıkları bir ortam yok. Kıraç halkının neredeyse ortak kullanıp birleştikleri yerler, şehirle ulaşımı sağlayan halk otobüsleri ve çalıştıkları fabrikalar.

Kıraç gençler açısından, her şeyden yoksun oldukları bir belde. Hiçbir kültürel faaliyetin olmadığı, işsizliğin yoğun olarak yaşandığı Kıraç, önemli bir gençlik potansiyelini barındırıyor. Gençler arasında kavgaların sık yaşandığı, sokak kültürünün yaygın olduğu ve hayatında hiç sinemaya veya tiyatroya gitmeyenlerin sayısının azımsanmayacak kadar olduğunu söylemek gerekir. Yaşamları; sokak, kahve ve işyeri arasına sıkışmış durumda.

Yine kadınlar için, bu durum, daha ağır koşullar anlamına geliyor. Fabrikada çalışanların, işyeri ve ev yaşamının dışında bir “sosyal aktiviteleri” yok. Ev kadınları arasında okur yazar oranı çok düşük. (Gazete satışlarında bunları bariz olarak görüyor ve yaşıyoruz. Birçok kadın okuma yazma bilmediği için gazeteyi almıyor.) Yaşamları bütünü ile dört duvar arasında geçiyor. Yirmi yıldır burada oturup, Kıraç’ın dışında başka bir yere gidemeyen onlarca kadından söz etmek mümkün.

Eczanelerin dispanser, eczacıların doktor görevini yaptığı ender yerlerden biri. Hepimizin mahalle bakkalında veresiye defteri olduğunu biliriz. Bunun nedeni yoksulluk, elde edilen gelirle ay sonunu getirememedir. Kıraç’ta sadece bakkalların değil, eczanelerin de veresiye defterleri oldukça kabarık. Yoksulluğun getirdiği hastalıklar, sanayiinin bıraktığı atıklar sonucunda yaşanan hastalıklar ile birlikte, ciddi sağlık sorunlarının yaşanmasına neden oluyor. Bu sorunlarını, doktora gitmek yerine eczanelerden çözen Kıraçlılar, ilaç parası bulamadıkları için, aldıkları ilaçları veresiye defterine yazdırıyorlar.

 

ASIL BÖLÜNMÜŞLÜK…

Bu görüntüsüyle Kıraç, bugün, bütünü ile farkında olmasa da, asıl bölünmüşlüğü emek ve sermaye temelinde yaşıyor. Hemen yanı başında kurulmuş ve birçok mahallesiyle iç içe geçmiş fabrikaları ile, bir yandan ucuz işgücü cehennemi olan Kıraç, öte yandan patronlar için bir kâr cenneti.

Her gün işten atılmaların, hak gasplarının yaşandığı, kötü çalışma koşulları ve işçilere karşı köleci, vahşi uygulamaların geçerli olduğu bir sanayi bölgesi. Kıraç’a, hemen hemen tüm işyerlerinde asgari ücret veya altında bir ücretin verildiği, sigorta hakkının tanınmadığı yüz yıl öncesinin köle pazarı da denebilir. Çalışma sürelerinin sınır tanımadığı, 36 saatten 72 saate kadar sürekli mesailerin yaşandığı, sermayenin kâr hırsıyla vampirleştiği, işçilerin iliklerine kadar her gün sömürüldüğü bir pazara dönüşmüş, fabrikaların kendi içinde taşeronlaştığı, her fabrikanın kendi kurallarını işlettiği bir can pazarı.

Belediye başkanı, mahalle muhtarı, cami hocası ve karakol komutanının patronlar ile sıkı ilişkileri var, ve bunların her biri, iş ve işçi bulma kurumu gibi çalışıyor. Bu kişi veya kurumlar tarafından gönderilen işçiler, yine bunlar vasıtası ile kontrol ediliyor, denetleniyor ve durumlarına ilişkin kişisel bilgiler patronlara aktarılıyor.

Patronlar, kendi aralarında kurdukları dernek aracılığı ile kendi iç dayanışmalarını gerçekleştiriyor, ekonomik sorunları ve siyasal gelişmeleri takip ediyorlar. Aralarında, herhangi bir fabrikaya ait bilginin ve gelişmelerin diğerlerine iletildiği bir bilgi ve iletişim ağı var.

Dünyanın birçok yerine ihracatın yapıldığı, büyük paraların ve kârların elde edildiği, yeni yatırımların yapıldığı ve patronların şatafat ve lüks içinde yaşadığı; işçilere gelince, en küçük bir hakkın verilmediği, hakların talep edildiği koşullarda, bunların zorla bastırıldığı, sendika hakkı için mücadele eden işçilerin fişlendiği, iş verilmeyerek cezalandırıldığı koşullar yaşanıyor.

İşte bu gerçekliğiyle Kıraç’ta yerel seçimlere girildi. AKP ve CHP’den diğer partilere kadar, aday adaylarının yarıştığı ve birçoğunun sanayici olduğu, birbirlerini kesmek için kendi içlerinde kıyasıya ayak oyunları yürüttükleri bir seçim süreci yaşandı. Kendilerini tanıtmak için her adayın nerede ise bir yerel gazete çıkardığı düşünüldüğünde, düzen partileri arasında kıyasıya süren koltuk ve rant kavgasının boyutu tahmin edilebilir.

Yerel ve paravan gazetelerin yerel seçimlerde üstlendikleri rolün önemli olduğu ve halkı kandırmaya dönük haberler yaptıkları, gazetelerin ücretsiz dağıtıldığı ve halkın bu gazeteleri takip ettiklerini söyleyebiliriz. Sermaye partileri Kıraç’a özel bir önem veriyorlar. Bu nedenle, başından itibaren, seçimi takip ettiler ve kendilerince olanaklı buldukları yerlerde müdahale ettiler.

 

SEÇİM ÇALIŞMALARI VE BAZI DENEYLER

Partimizin öncelikli çalışma alanlarından biri olan Kıraç, çalışmanın sürdüğü üç yıldan beri, büyük oranda kadrolarımızın dışarıdan giderek günlük çalışmayı yürüttükleri bir alan olageldi. Güçbirliği tartışmalarının yaşandığı dönemde, çatı partisi olarak seçimlere girmeyi hedeflediğimiz temel bölgelerden biri olarak belirlendi.

Saydığımız sorunları ile birlikte, tümüyle alt yapıdan yoksun, çarpık kentleşme, yol, okul, su, ulaşım, park vb. sorunu olan, kısacası, bütünü ile her türlü belediye hizmetlerinden yoksun bir belde olan Kıraç, bütün bu sorunlarını birbirleri ile bağlantılı olarak ele almak ve böyle bir seçim çalışması yürütmek açısından oldukça elverişli bir alandı. İç ve dış siyasal gelişmeler düşünüldüğünde, parti çalışmasının derinlikli yapılacağı bir laboratuvar görünümündeydi.

Başlangıçta belirli bir süre, yürütülecek çalışmanın özelliklerini belirlemek ve buna uygun çalışmalar yapmak için hazırlanan Kıraç’ın sorunlarını tespit raporu etrafında tartışmalar yürütüldü. Bu tartışmalar ışığında, yerel seçim çalışmalarının ana sloganı, “Çamursuz ve Rantsız bir Kıraç” olarak belirlendi. Bu slogan, seçim çalışmalarında neredeyse bütün partilerin platformunu da belirledi ve bunun etrafında bir tartışma ve seçim çalışması mahalleleri sardı.

Güçbirliği adayı belirlenmeden bir ay önce pratik olarak atılan adımların önceliğini, günlük işçi basını oluşturdu. Bu önceliğe uygun olarak, günlük 25 ile devam eden abone sayısı, kademeli olarak 60, daha sonra 80, seçimin bitmesine yakın yüz civarında bir abone düzeyine yükseldi. (Bu sayının, Mayıs ayı içinde 150’ye çıkarılması için çalışmalar sürüyor.)

Yine birçok kez, gazetede çıkan haberler üzerine kitlesel gazete satışları yapıldı. Gazetenin satıldığı günlerde, gündem gazete etrafında belirlendi. Bununla beraber, partimizin yerel yönetimler anlayışını anlatan broşür ve bildiriler yaygın biçimde dağıtıldı. Daha önce parti örgütümüzle yapılan tartışmalarda “her Kıraçlı partiyi biliyor” anlayışı hakimken, çalışma içinde, bunun böyle olmadığı gerçeği ile yüz yüze gelindi.

Kıraç’ta temel işletmeler başta olmak üzere, planımızda olan işyerlerine yerel yönetimlere ilişkin partimizin anlayışını ortaya koyan bildiriler dağıtıldı. Evlere yapılan dağıtımlarda, “EMEP ne zaman kuruldu, nasıl bir partidir?” sorularıyla oldukça sık karşılaşılıyordu. Dar bir alan olmasına rağmen, henüz partimizin kendi doğal çevresinin dışına çıkmadığı, en fazla, alevi ve sol eğilimli kesimler içinde bir çalışma yürütüldüğü bütün arkadaşlarımız tarafından görüldü. Seçim çalışmalarının ön-hazırlık süreci diyebileceğimiz bu kısa dönem içerisinde, çalışma yürüten partililer olarak, günlük ve sürekli bir çalışmanın önemini yaşayarak bir kez daha gördük.

Bir ay boyunca, parti olarak yürüttüğümüz çalışmalar, gazete, bildiri, afiş ve toplantılar aracılığıyla sürdürülen propaganda sonucunda, Kıraç’ta, az-çok partiden söz edilir bir noktaya gelindi. Kıraç’ta bulunan 100 kahvenin hemen hemen tümüne girilerek, sözlü ajitasyon yapıldı. Keza fabrikalara yönelik çalışmada, yine böylesi durumlar ile karşılaşıldı. Sürekli olmayan bir ajitasyon ve propagandanın bir süre sonra etkisini yitirdiğine ve sanki oraya dönük bir çalışma yapılmamış gibi karşılandığı gerçeğine tanık olduk. Bir ay boyunca, yaklaşık olarak girilmedik ev bırakmayan parti örgütümüz, bu seferberliğiyle, Kıraç’ta yenilenmiş bir örgütlenme çalışmasını başlatmış oldu. Ev ziyaretleri, kısmen ev toplantıları, gençlik ve işyeri toplantıları ile beraber çalışma yeni bir aşamaya geldi.

Yürüttüğümüz çalışmada ilk hedefimiz, temel talepler etrafında Kıraç’lı işçi ve emekçilerin ileri kesimlerini bir araya getirmek, halkın ileri gelenlerinin çalışmada görev almalarını sağlamak ve kendi adaylarını çıkarmaları için zemin oluşturmaktı. Çalışma böyle ele alındığında, küçümsenmeyecek ölçüde görev alanların olduğunu gördük. İlk gençlik toplantısında, Kuruçeşme Mahallesi’nin sorunlarına dönük komitenin oluşması ve yürütülen imza kampanyasının sahiplenilmesi, bunun en açık örneği oldu. Ona yakın genç ve mahalle sakini burada görev alarak çalışmaya katıldı.

 

DEMOKRATİK GÜÇBİRLİĞİ VE SEÇİM ÇALIŞMALARI

Yerel seçimlere güçbirliği olarak katılmanın kesinleşmesi ve çatı partisinin SHP olarak belirlenmesi, seçime EMEP olarak katılmaya angaje olmuş parti örgütümüzde başlangıçta belli sıkıntılara yol açtı. Uzun süre partimizin çatı ve adayın partili olması ve bunun etrafında şekillenen bir çalışma planı üzerinden yürünmüş olmasının kaynaklık ettiği belli sıkıntıları yaşansa da, kısa sürede bunlar aşıldı.

Partililerimizle yaptığımız değerlendirme ve tartışmalar sonucunda, seçime hangi partinin çatısı altında girilirse girilsin, EMEP olarak seçime girmiş gibi çalışmaları yürütmeye devam etmenin ilerletici olacağı gerçeğinin altı çizildi. Yani, güçbirliği eşittir partimiz olarak ele alındı ve çalışma yeniden, diğer güçbirliği bileşenleri dikkate alınarak planlandı. Bundan sonra, tüm seçim süreci boyunca da güçbirliği temelinde çalışmalar yürütüldü ve güçbirliğinin motoru EMEP ve DEHAP oldu. Diğer güçbirliği bileşenlerinin Kıraç’ta örgütlerinin olmayışı ve SHP’nin çatı partisi olduktan sonra kurulmasının yarattığı zayıflık ve dezavantajların güçbirliğinin seçim çalışmalarını olumsuz etkilememesi için bütün tedbirleri alınarak çalışmalar yürütülmüştür.

Bunun için, adayın da içinde olduğu 5 kişilik bir Kıraç seçim komitesi kurulmuş ve çalışma bunun üzerinden planlanmıştır.

Güçbirliği içinde çalışmaya başlamadan önce, Esenyurt ve Avcılar’dan gelen partililer ile Kıraç çalışmamız güçlendirilmişti. Örgütümüzün diğer bölgelerden gelen arkadaşlarımızın sayısını yetersiz bulması ve “yeni kadrolara ihtiyaç var” anlayışı tartışılmış ve yersiz ve gereksiz bir tutum olarak görülmüş ve bu tutum terk edilmiştir. Kıraç’ta halktan çalışmaya katılacak unsurların açığa çıkarılması ve çalışmaya katılmalarının sağlanması gerekirken, dönüp diğer bölgelerden kadro istenmesi, zayıflık belirtisiydi; bu zayıflık örgütümüzde tartışılmış ve Esenyurt ve Avcılar’dan gelenlerin de bölgelerine gönderilmesi konusunda karar alınmıştır.

Başta, elimizde olan üç-beş kadronun nasıl yeteceği ve neyi yapabileceği kaygıları yaşanırken, belli bölgelerde görevlendirmeler ve bununla beraber halkın kendisini çalışmaya katma ısrarımızla, bir süre sonra, onlarca genç, kadın, esnaf ile birlikte iş yapan bir örgüt haline gelinmesi, parti örgütümüzde farklı bir heyecan yaratmış, örgütümüz, yığınlar içinde çalışmanın olanaklarını görür ve kullanır hale gelmiştir.

Parti olarak 100’e yakın sandık görevlisi yazmamız ve bu yazılan görevlilerin şu veya bu düzeyde günlük çalışmaya katılması, örgütte yeni bir hamle yapılmasına vesile olmuştur. Her şeyden önce, çalışmanın günlük planlanması ve değerlendirilmesi, gerek parti örgütümüz gerekse halk açısından, kitle çalışmasında önemli derecede öğretici olmuştur. Kadrolarımız, kitle çalışmasında sabırlı olmayı, halkın eğilimlerini görmeyi öğrenmiş, halktan öğrenen ve öğreten bir konuma gelmiştir.

Kıraç seçim çalışması, temel olarak, 5 bölge üzerinden yürütüldü. 4 temel mahalle ve sanayi bölgesi esas alındı. Bildiri ve broşür ile başlayan çalışma, bir süre sonra ev toplantılarına dönüştü. Önceleri, ev toplantıları alma konusunda sıkıntı ve sorun yaşayan örgütümüzün yürüttüğü ısrarlı çalışma üzerinden, toplantı örgütleme ve ev toplantıları alma çalışması, bir süre sonra karşılık vermeye başladı. Parti örgütümüzün kendisinin örgütlediği toplantılar ile beraber, bu işte halktan insanların görev alması, giderek toplantıların halkın örgütlediği toplantılara dönüşmesiyle, bu kez, çalışmaları yönlendirme ve yetişememe sorunu ortaya çıktı. Çalışmaların ilerlemesiyle geçersizleşen –başlangıçtaki kaygı durumundaki– “yetmezlik”, başka bir “yetmezlik”e dönüştü. Önceleri, çalışmayı örgütlemek için yetersiz sayıda kadroya sahip olduğunu düşünme eğiliminde olan, ev ve kahve toplantıları örgütlemede sıkıntılar yaşayan örgütümüz, toplantılara yetişemez noktaya geldi. Halktan insanların görev alması ve sorumluluk yüklenmesi, partimizin halka güvenerek bunu teşvik etmesi, toplantıları örgütlemeye yetti. Artık bu toplantıların verimli geçmesi ve örgüte dönüşmesi için çaba göstermek gerekiyordu. Partimiz, bir ay önce yürüttüğü çalışmada 10 bin bildiriyi bir haftada dağıtırken, halkın olanakları harekete geçirildiğinde, neredeyse bu miktarda yazılı materyal günlük olarak dağıtılır duruma geldi.

GENÇLER VE KADINLAR

Seçim çalışmasında işyerlerinden izin alan ve seçim için işten çıkan genç işçilerin sayısı azımsanmayacak ölçüde oldu. Bir gecede gençlerden oluşan 10 ayrı afiş gurubunun afişe çıkması ve iki yüze yakın gencin görev alması, Kıraç için bir ilkti. Partimiz, bu çalışmanın her aşamasında, içinde ve örgütleyicisi oldu.

Gençliğin kendi talepleri olan gençlik meclisleri, sportif, kültürel, sosyal alanların yaratılması, işsizlik ve benzeri sorunlar ve bunların çözülmesi için gençlerin birleşmesi, gönüllü olarak ve gece-gündüz seçim çalışmalarında yerlerini almaları dikkat çekiciydi. Bu gençlerin birçoğu henüz herhangi bir siyasal akımla tanışmamış, ilk defa böyle bir çalışma içinde yer alan gençlerdi.

Keza kadın çalışması açısından bakıldığında da, aynı tablo vardı. Kıraçlı kadınların yaşamı, işe gidiyorsa işi ile evi arasında, gitmiyorsa evde dört duvar arasında geçiyordu. Kadınların, bir yerel seçim çalışmasında az-çok evlerinden çıkarak, evleri gezmeleri, belli düzeylerde çalışmaya katılmaları, bir ilkin yaşanmasına neden oldu.

Muhacir mahallesinde kadınlar ve gençlerin ortak olarak seçim bürosu tutmaları ve 40 gün boyunca buranın “üs” edinip, hiç tanımadıkları insanların kapılarını çalarak, seçim bildiri ve broşürleri dağıtmaları, güçbirliği adayına oy istemeleri, bunun için insanları ikna etmeye dönük bir çaba ortaya koymaları, başlangıçta onlar için uzak bir hedefken, kısa sürede gerçekleşti.

Yine DYP’nin para karşılığında propaganda çalışmalarına kattığı gençlerle partide yapılan iki toplantı sonucunda, bu gençler, güçbirliği çalışmalarına katılma konusunda ikna edildi.

Yapılan her ev toplantısında Kıraç’ta çalışan işçilerle karşılaşıldı ve işçilerin yaşadığı sorunlar üzerine tartışmalar yapıldı. Seçim sürecinde, Do Re Mi ve Maser fabrikalarında, kötü çalışma koşullarına ve ücretlerin ödenmemesine karşı iki günlük iş bırakma eylemleri örgütlendi. Yaşanan iş bırakmadan sonra, işçiler ücretlerini almayı başardı. Do Re Mi, Gezer Terlik, Maser, Bıçakçılar başta olmak üzere, birçok işyerinde, seçimler ve işyeri sorunları üzerinden bir araya gelindi.

Ev ve kahve toplantılarının vermiş olduğu güven ve güç ile bir süre sonra, Kıraç’ın ileri gelenlerinin çalışmaya katılmaları, görev istemeleri, toplantıların örgütleyicisi olmaları, giderek her kesimden insanın katılımı ile, daha ileri bir noktaya ulaştı.

Kıraç seçim çalışmasında olağanüstü bir hareketlilik yaşandı. Kimi paranın gücü ile çalışma yürüttü, kimi mezhepçilik üzerinden. Kimi din bezirganlığına soyundu, kimi iktidar olmanın avantajlarını kullanarak propaganda yaptı.

Parti olarak, 25 bin broşür ve 5 bin adet belediye meclis üyesi aday tanıtım broşürü dağıtılmış, 2 bin adet afiş yapılmıştır. Yine güçbirliği olarak, 150 bin yazılı materyal ve 30 bine yakın afiş çıkarılmış ve çalışmada kullanılmıştır. Yaklaşık 180 ev toplantısı gerçekleşmiş, her ev toplantısına ortalama 50-60 kişi katılmıştır. Yine çalışmada esas olan kahve toplantılarının –bunların sayısı 70 civarındadır–, seçim çalışmasına önemli katkıları olmuştur. Seçim çalışmasında son haftaya girildiğinde, 10 bölgede kitlesel sokak gösterileri örgütlenmiş, bunların 8’i gerçekleşmiştir. Sokak gösterilerine ve mitinglere katılım, 500 ile 2500 arasında olmuştur. Jandarmanın çalışmayı engelleme tutumu, kitlesel gösteriler ile belli oranda önlenmiştir.

Yürütülen çalışma, son 15 günde oya dönüşmeye başlamıştır. Bunda temel neden, çalışmanın güçlü bir hava estirmiş olmasıdır. Çünkü, güçbirliğini açıktan destekleyenlerin dışındaki halk kesimleri, asıl olarak, yapılan toplantılar ve gösterilerdeki canlılığa dikkat çekerek, güçbirliğinin seçim çağrılarına karşılık vermişlerdir.

SEÇİMİN HEMEN ARDINDAN

Parti örgütümüz, yüze yakın işçi ve emekçiyle birlikte seçim çalışması yürütmüş ve seçim sonrasında bu emekçilerle ortak değerlendirmeler yapmış ve onları partimizin çalışmalarına katmıştır.

Gençlik ve kadın çalışması genişlemiş ve ilerlemiştir. EMEP, her evin kapısını rahatça çalan bir parti konumuna gelmiştir.

Seçim çalışmaları süresince, güçbirliğine karşı yürütülen anti-propagandanın içeriğini, “güçbirliğinin bölücü ve yıkıcı olduğu” iddiası oluşturdu ve bu propaganda hiç bitmedi. AKP’den CHP’ye kadar sermaye partilerinin güçbirliğine yönelik olarak söyledikleri tek şey, “güçbirliğine verilen oyların bölücülere gideceği” iddiasıydı. Bu propaganda ile güçbirliği karşıtı önemli bir etki yarattılar. Halk içindeki çalışmamızda bunun yankıları ortaya çıkıyordu. Güçbirliğinin seçim çalışmalarına katılan kesimler içinde bile, kafalarda bir “acaba” sorusu hep oldu. Özellikle alevi kesiminde bu tartışma yoğunlaştı ve son güne kadar devam etti.

Bu propagandaya karşı, Kürtlerin demokratik talepleri başta olmak üzere, Türk ve Kürt emekçilerinin çıkar ve kader birliği bütün platformlarda savunulup halkla paylaşılmış, bu konudaki önyargıların kırılmasına dönük çaba sarf edilmiştir. Kürt sorununu anlatma ve kitlelerle paylaşmada önemli bir mesafe kat edilmiştir. Kürtlerin Türk mahallerine gitmediği bir bölgede, Türk ve Kürtlerin aynı komiteler içinde çalışma yürütmeleri, işçilerin birliği ve halkların kardeşliği noktasında küçük ama önemli bir adım olmuştur. Kürt gençler, ilk defa Muhacir mahallesine giderek çalışmalar yürütmüş, yine aynı biçimde, Samsunlusu, Sivaslısı ile Türkler, Kürt mahallelerindeki seçim çalışmalarına katılmışlardır. Yine adaylarımızın içinde eczacı meclis üyesi adayı bulunması ve aynı zamanda bayan olması, kadınlar üzerinde olumlu bir etkiye neden olmuş, çalışmamızı kolaylaştırmıştır. Kürt sorununun bir Türk tarafından sahiplenilmesinin yaratığı etkinin önemli olduğunu, bunun yayılarak süreceğini söylemek gerekir.

Güçbirliği bileşenlerinin Kürt sorununu çok fazlaca dillendirmemeleri, Kürt emekçileri ve gençleri üzerinde olumsuz etkiler yaratmış ve çalışmaya katılımı belli oranlarda engellemiştir. Kürtlerin kendi dillerini konuşmaları ve DEHAP kimliğini ifade etmelerinde zorluklar yaşanmıştır. Bunların ortadan kalkması için partimiz tüm olanaklarını değerlendirmiş ve bu tutumların asgariye inmesini sağlamıştır.

SONUÇ OLARAK

Kıraç seçim çalışmasının, başkan adayının kişiliği ve popüler olmasının da getirdiği avantajlar ve dezavantajlar ile birlikte değerlendirildiğinde, seçimi kazanmaya yetmediği gerçeğini ifade etmek gerekir.

Adayın kimliği, özellikle genç kitlenin toplanması için bir araç olmuştur. Bunun örgüte dönüşmesi, çalışmanın planlanması ve işlerin yerinde ve zamanında yapılması ise, partimizin öngörüsü, planları ve çabasıyla gerçekleşmiştir. Güçbirliği her mahalleye girebilmişse, AKP’li seçmenle ve diğerleri ile yüz yüze gelmişse, bütün bunları, partinin güçbirliği içerisinde üzerine düşeni yapma çabası ve gayretinin sonuçları olarak görmek gerekir.

Bütün bu çalışmanın sonucunda, Güçbirliği, seçimlerde 2910 oy alarak, 2. parti olmuştur. AKP, 250 oy fazla alarak belediyeyi kazanırken, altı parti barajı aşmış ve Güçbirliği 3 belediye meclis üyeliği kazanmıştır.

Artık Kıraç örgütümüz, dünkü Kıraç örgütü değildir. Kendisini ona katlayacak olanaklar yaratmış, şimdilik bunun bir kısmını örgüte dönüştürmüştür. Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, seçim çalışması veya başka bir kitle çalışması, süreklilik arz etmediği, günlük disiplinli bir çalışma olarak sürdürülmediği koşullarda, hiçbir işe yaramayacaktır.

Bu yaklaşımla Kıraç’taki çalışmalar, 1 Mayıs’ta da canlı bir tempoyla sürdürülürken, NATO zirvesine karşı yürütülen mücadelenin temelini de seçim çalışmalarının yarattığı birikim oluşturmaktadır.

Halkın ve emekçilerin çalışmaya katıldığı, bunun teşvik edilerek sağlanabildiği koşullarda, hayatın nasıl değiştiğini gördük ve tanık olduk. Üç yıl aradan sonra, köyün yerlilerinden parti yönetimine katılanlar oldu, ve yeni üyelikler devam ediyor. Seçim sonrası partimizin yaptığı değerlendirmelere katılan ve bu birliğin sürmesini isteyenlerin sayısı az değil. Seçim çalışmasında ortaya çıkan olanakların, sürdürülen çalışma içerisinde güçlü işçi, emekçi, gençlik ve kadın örgütlerine dönüşmesinin her geçen gün daha ileri düzeyde gerçekleştiği koşullarda, işte asıl o zaman, Kıraç işçileri, emekçileri ve partimiz kazançlarını çoğaltacaktır.

C) İZMİR/ÇİĞLİ

Ülke genelinde seçim sürecine girilmesiyle birlikte, Çiğli’de bütün halk ve demokrasi güçlerini kapsayacak en geniş yerel platformun oluşturulması için yoğun bir çaba içine girilmiştir. Bu amaçla başlatılan toplantıların ilk aşamasına CHP de katılmış, fakat halkın taleplerinin savunulmasına dayanan belirli bir program etrafında birleşme yerine, kendi çatısının ve adaylarının desteklenmesini şart koşarak, görüşmelerden çekilmiştir. CHP’nin, beş yıllık belediye yönetimindeki yolsuzlukları, emek düşmanı tutumu ve dayatmacı yapısı ile –bu yaklaşım ve politikalarını değiştirmeden– böyle bir platformda kalıcı olarak yer almasının imkan dahilinde olmadığı, daha işin başında, bir kez daha görülmüştür. Fakat, özellikle SHP ve ÖDP’nin “CHP mutlaka olmalıdır” yönündeki istek ve tutumları, bir süre CHP’nin bu platformu oyalamasına ve zaman kaybına neden olmuştur.

Güçbirliği’nin çatı partisi ve adayların belirlenmesine yönelik tartışmaların uzaması da, daha yolun başında, bazı duygu kırıklıklarına ve güven bunalımına neden olmuştur. Partimizin “Çiğli”deki ısrarının yanında, SHP’nin her yerde çatı partisi olma ısrarı ve ÖDP’nin tüm İzmir’de güçbirliğinden çekilmesi kararı, gerginliklere ve ortak çalışma becerisinin gelişmesi konusunda sıkıntılara yol açmıştır.

Çiğli’de bu sıkıntıların, bir ölçüde de olsa, işçi ve emekçiler içinde önceden sürdürülen parti çalışmasının yanında, Çiğli parti örgütünün, seçim çalışmasına kendisiyle sınırlı olmayan, ama başta işçiler olmak üzere, emekçileri birleşip taraf olmaya, kendi içlerinden adaylar çıkarmaya ve genel olarak politikaya yapmaya çağırıp teşvik eden bir yaklaşımla hazırlanan ve katılan tutumuyla aşıldığı söylenebilir. Partimizin işçi ve emekçileri kendi talepleriyle seçim çalışmalarına katmaya, taleplerini ve adaylarını sahiplenerek komiteleştirme ve hareketlendirmeye çalışması, bu çalışmaların, işçilerce işçi davası savunucusu olarak bilinip tanınan başkan adayının/adayımızın kitlesel imzalar toplanmasıyla desteklenmesini kapsamasının, her şeye rağmen, belirli duygu kırıklıkları tümüyle aşılamasa bile, Çiğli’de “çatı” ve aday sorununun çözülmesinde pratik bir değeri olmuştur.

Güçbirliği açısından yaşanan belirli olumsuzluklara karşın, partimiz, Çiğli’nin bütün semtlerine dönük bir çalışma planı yaparak, seçim hazırlıklarını başlatmıştır. Seçim çalışmaları kapsamında Çiğli 12 bölgeye ayrılmış, buralarda çalışma grupları oluşturulmuş, seçim bürolarının yerleri belirlenerek, propaganda ajitasyon faaliyetleri hızlandırılmıştır.

Propaganda faaliyetinin merkezinde;

1- AKP’nin Amerikancı politikaları,

2- Emperyalist yağma ve özelleştirmeler,

3- Ekonominin saplandığı borç batağı ve bunun yükünün emekçilere yıkılması,

4- Kamu Yönetimi ve Yerel yönetimler yasa tasarılarının teşhiri,

5- Düzen partilerinin teşhiri ile bunlara karşı halkın iktidarını hedefleyen birleşik mücadelenin ve Güçbirliği’nin önemi yer almıştır.

Seçim çalışmaları boyunca ajitasyon faaliyeti ise; “Nasıl bir belediyecilik?” (demokrasi-halk meclisi-halkın karar alma sürecinde yer alması-halka hizmet-denetim vb. yanları) anlayışının yanı sıra, Çiğli’nin değişik semtlerinin sorunları ve talepleri üzerinden sürdürülmüştür.

Çiğli; irili ufaklı 600 dolayında fabrikanın bulunduğu bir Organize Sanayi Bölgesi’ne sahiptir. Burada çalışan binlerce işçi, yoğunluklu olarak, Güzeltepe, Küçük Çiğli, Balatçık semtlerinde oturmaktadır. Partimiz, seçim çalışmalarının ağırlıklı bölümünü, bu işçi mahallelerinde yürütmüştür. Bunun dışında kalan Evka 2, Evka 5 ve Egekent gibi toplu konut alanlarında da seçim büroları açılarak her eve girilmiş, kahve ve ev toplantıları düzenlenmiştir.

Çiğli Organize Sanayi işçilerinin içindeki parti çalışmaları uzun yıllardır devam etmekte olup, bu bölgede, işçi hareketi bakımından önemli olan büyük fabrikalarda; Metal, Gıda ve Tekstil işçileri arasında kesintisiz olarak sürdürülmektedir. Bu alanda çalışan pek çok işçi, kendi aralarında toplantılar yaparak, seçim çalışmalarımıza fiilen katılmıştır.

Ne var ki; 3 Kasım seçimlerinde oluşturulan Blok’la yapılabildiği gibi, 28 Mart seçimlerinde oluşan Güçbirliği ile, bir ortak çalışma ortamı yaratılamamıştır. Bu sıkıntıları gidermek için, zaman zaman üstten kimi görüşmeler yapılmakla beraber, pratik olarak “ortak çalışma” başarılamamış ve bu durum güçbirliğinin kitlelerde yaratacağı etkinin, beklenenin altında gerçekleşmesine neden olmuştur.

Bu durumun yaşanmasında önemli bir etken olmasına rağmen, DEHAP yöneticilerinin isteksizliğini tek neden olarak görmek veya göstermek doğru değildir. Çiğli’deki parti çalışmasının zayıflığı, güçbirliğinin üstten bir yaklaşımla oluşması ve bileşenlerin çalışmaları ortaklaştıramaması asıl ve belirleyici etken olarak görülmelidir. Olumsuzlukların sorumluluğunu başkalarına havale etmek, kimi duygu kırıklıkları ve önyargılar, Kürt emekçilerinin yoğun olarak yaşadıkları semtlerde oyların başka partilere kaymasına neden olmuştur. Seçim sonuçlarına ilişkin yapılan değerlendirmelerde, Kürtlerin oylarının EMEP’e gelmeyişinin tek nedenini DEHAP’ın tutumuna bağlayan yaklaşımların çıkması, güçbirliği ve seçim çalışmalarına dair kavrayıştaki zayıflıkların bir göstergesi olmuştur.

Bu zayıflığın temelinde, DEHAP’ın güçbirliği içinde olmasına dayanarak, Kürt seçmenlerin oylarını garantilenmiş gören ve Kürt seçmenleri kazanmaya yönelik bir çalışmayı gereksiz bulan yaklaşım bulunmaktadır.

 

BELEDİYE MECLİSİ İÇİN İŞÇİ ADAYLAR

Seçim çalışmalarımıza, öncelikle, parti gruplarımızın olduğu fabrikalardan başladık. Buralardaki ajitasyonumuzun merkezinde; “Oylarımızı ve partimizi, patronların partilerinden ayıralım!” çağrısı yer alıyordu. İşçi toplantılarında; özellikle patronların karşısında Kürt, Türk, sağcı, solcu demeden, iş-ekmek için nasıl birleşiyorsak, politikada da, patronların partilerine karşı güçbirliliği etrafında birleşmenin zorunluluğu üzerinde duruldu. İşçilerin, partimizin listelerinden aday olması için girişimlerde bulunuldu.

Bu amaçla yapılan fabrika toplantılarında, örneğin, DİSK’te örgütlendikleri için işten atılan SERA tekstil işçileri, kendi aralarında Belediye Meclis adaylarını belirlediler. Yine Birleşik Metal-İş’te örgütlendikleri için işten atılan MAKTEK işçileri ile yapılan toplantı sonrasında, 3 direnişçi işçi, partimize üye ve Belediye Meclisi’ne aday oldular. Ayrıca, bir Metal ve iki Tekstil fabrikasının işçileriyle yapılan toplantılarda, işçiler kendi adaylarını kendileri belirlediler. Seçimler boyunca da, işçiler arasında yapılan çalışmalarda işçiler, kendi adaylarına oy verme ve çalışma çağrılarını kendileri yaptılar; adaylarını kendileri belirleyen işçiler, hem adayı, hem de çalışmaları daha fazla sahiplendiler.

Bazı fabrikalarda ise, seçim çalışmalarına katılım, işçilerin, seçim broşürlerini kendi çevrelerine ulaştırmalarıyla sınırlı kaldı. İş güvencesinin olmayışı ve yoğun işten atmaların yarattığı kaygıların yoğunluğu ile sınıf bilincinin eksikliğinin belirlediği koşullarda, işçilerin, düzen partilerinin etkisinde kalması engellenemedi. Partimiz ile sermaye partileri arasındaki fark, kitlelere yeteri düzeyde kavratılamadı.

Elbette, buradaki yetmezlikleri sadece işçilerin işten atılma korkusu ile açıklayamayız. Asıl neden, parti örgütümüzün, bütün işçi çevrelerinde aynı çalışma düzeyini tutturamamış olmasıdır. Kimi partili işçiler, semt çalışmalarında gösterdikleri çabayı işyerlerine taşıyamamış, yer yer semtlerde çalışmanın cazibesine kapılmışlardır. Parti örgütümüzün öteden beri çalışma yürüttüğü fabrikalarda, güçbirliğinin işçilere kavratılmasında ve işçilerin çalışmalara katılmasında sağlanan başarı, sorunun asıl kaynağını da göstermektedir.

Semtlerde yapılan çalışmalarda ise; seçim büroları, ev- kahve toplantıları ve alan etkinlikleri öne çıkmıştır. Evka 2, Evka 5, Egekent, Küçük Çiğli ve Güzeltepe’de açılan seçim büroları çevresindeki ev ve işyerlerine yönelik propaganda çalışmaları sırasında girilmedik ev, çalınmadık kapı bırakılmamıştır. Yapılan ev gezmelerinde binlerce işçi ve emekçi ile yüz yüze gelinmiş, semtlerde kurulan işçi ilişkilerinin fabrikalara taşınmasının olanakları yaratılmıştır. Seçim çalışmaları süresince 60’ı aşkın yeni üye yapılmış, binlerce işçi ve emekçi ile parti politikalarımız tartışılmıştır.

 

ÇALIŞMANIN KAPSAMININ GENİŞLEMESİ

Çiğli’de bugüne kadar sürdürülen çalışma tarzının yenilenmesi, bu seçimlerin önemli bir kazanımı sayılmalıdır. Partimiz, Çiğli’de önceden belirlenmiş bazı fabrikalara il veya ilçe örgütü imzalı birkaç bin bildirinin dağıtılması ve bu fabrikalardaki ilişkilerle yetiniyor iken, bugün tüm Çiğli’de az-çok bilinen ve tanınan bir konuma gelmiştir. Yaklaşık 120 bin bildiri ve broşür dağıtılarak, 40 bini aşkın eve ve işyerine girilerek yapılan yaygın çalışma, kitle çalışmasının kapsamının genişlemesi ve bundan sonra da Çiğli’nin tümüne seslenme sorumluluğunu ve buna uygun bir örgütlenme ihtiyacını gündeme getirmiştir.

Seçim çalışmaları, partimizin, kadrolarının yeteneklerini, işçi ve kitle çalışmasındaki becerilerini, zayıflıklarını ortaya çıkaran pek çok örnekle yüz yüze gelmesine de olanak sağlamıştır. Seçim çalışması gibi önemli bir süreçte sorumluluk almaktan kaçınan parti üyeleri görüldüğü gibi, devrimci fedakarlığı en üst düzeyde gösteren, 24 saat parti çalışmasına katılan, seçim çalışmalarına daha fazla katılabilmek için işini bırakan partililerimizin örnek katılımı da, ilerlemenin yolunu bir kez daha ortaya koyuştur.

Çalışmanın daha disiplinli, planlı ve profesyonelce yürütüldüğü alanlarda kitle bağlarımız ve örgütlülüğümüz büyümüş ve güçlenmiştir. Özellikle gazetenin doğru kullanıldığı yerlerde bu durum daha da belirgindir. Örneğin K. Çiğli, yıllardır hafta sonlarında gazete satılan bir bölgedir. Seçim döneminde, burada bir seçim bürosu açılmış; daha önce parti grubumuzun olmadığı bu semtte, seçim sürecinde yapılan çalışmalardaki istikrar, her gün yapılan gazete satışı ve kitle bağı örnek bir sonuç olmuş, 40’a yakın Kürt ve Türk emekçisinin partimize üye olması sağlanmıştır.

Burada bizim için en önemli gelişme, örgütümüzün gerçek anlamda yerelleşmesi ve yeni güçlerle çalışmanın güçlenmesi olmuştur. Kitle çalışmasında daha cesaretli davranan, partiyi ayrım yapmaksızın her alanda çalıştıran, herkesle parti politikalarını tartışan bir düzey yakalanmıştır.

Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Daha önceleri, solcu, devrimci, demokrat siyasi çevrelerin de faaliyette olduğu, Kürt ve Alevi yoksullarının ağırlıklı olarak yaşadığı yerlerle sınırlı (Güzeltepe gibi) bir parti çalışması yürütülüyordu. Yıllardır bu tarz çalışma yürütülen bölgelerde parti çalışmamız bir türlü yerelleşememiş, aynı kişilerle sınırlı bir çevrenin dışına çıkılamamıştır. Ancak bu seçimde, birçok kesimden yaşlı genç kadın çalışmalara katıldı. Daha önce çalışmamızın olmadığı İstasyonaltı, Maltepe gibi göçmen (Balkan göçmeni) mahallelerinde ilk kez çalışma yürütüldü. Yeni tanıdığımız ve kazandığımız göçmen işçiler, buralarda kendi özgünlükleriyle çalışmalara katıldılar ve zenginlik kattılar. Etkisi hemen görüldü. Buralardan partimize yeni katılımlar oldu. Daha önce buralarda çalışmakta çekingen davranılırken, şimdi bu semtler öncelikli alan içerisine almıştır.

KADIN VE GENÇLİK ÇALIŞMALARI

Kadın çalışması, seçim öncesinde istenen düzeyde değildi. Kadın çalışma gruplarımız, emekçi kadınlar içerisine nüfuz edip onlarla bir çalışma yürüten konumdan uzaktı. Seçim döneminde onlarca kadın çalışmalara katıldı. Partimize yeni üyeler kazanıldı ve bu üyelerin fedakarca çalışması ilerletici oldu. Seçim sürecine rastlayan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kadın şenliğini, işçi ve emekçi kadınlar kendileri düzenlediler.

Seçim çalışmasının öne çıkardığı emekçi kadınların bölgedeki kadın örgütlenmesinin dayanağı olmaları ve emekçi kadın örgütlenmesinin daha ileri bir noktaya taşınması, artık pratik bir iş durumuna gelmiştir.

Gençlik çalışmamız ise, var olan potansiyelini seçim çalışmasında yenilemiş ve zenginleşmiştir. Başta fason atölyeler ve küçük ölçekli işletmelerde çalışanlar olmak üzere, pek çok yeni genç işçi ile tanışılmış, yeni geliştirilen ilişkiler, ortak iş yapmaya, gazete satma ve bildiri dağıtmaya evirilmiştir. Daha önce çalışmamızın olmadığı Evka 5’de yeni bir gençlik grubu oluşturulmuş, Küçük Çiğli ve Güzeltepe ve semtlerinde seçim çalışmasında bir araya gelen gençlik gruplarının katılımıyla Çiğli’de gençlik evi kurulması için çalışmalar başlatılmıştır.

Geniş bir alanda, yoğun bir şekilde sürdürülen seçim çalışmaları, kitle çalışması açısından olanakları, zenginlikleri ve zayıflıkları bütün yönleriyle açığa çıkarmıştır. Çiğli çalışmasında, seçimlerin ortaya çıkardığı yeni imkanlara dayanarak yenilenme ve güçlenmede önemli bir sürece girilmiştir. Bu süreç, 1 Mayıs çalışmalarıyla sürdürüldü ve NATO karşıtı çalışmalarla birleşerek devam ediyor.

D) İSTANBUL/KAĞITHANE

 

Yerel seçim dönemi, işçi çalışmasından gençliğe, kadın çalışmasından semtlerdeki emekçilerin taleplerine yönelik çalışmaya kadar birçok olanağı bize sundu.

Yerel seçim sürecinin başlaması ile bütün bölgelerde oluşmaya başlayan platformların hemen aynısı Kağıthane’de de oluşmuş ve benzer eksiklik ve zaafları bünyesinde barındırmıştır.

Sınıfın ve halkın ileri kesimlerini güçbirliğine dahil etmenin önemi ve gereği bilinmesine rağmen; bu görevin, güçbirliğinin diğer bileşenlerinden çok bizim omuzlarımızda olduğu gerçeğinin yeterince kavranamaması, seçim döneminin sunduğu olanaklardan azami düzeyde yararlanmanın da önüne set çekmiştir. Güçbirliği içerisinde yer alan kesimlerin seferber edilmesi, bu kesimlerin mahallelerde ve işyerlerindeki çevreleri ile güçbirliğini genişletme işi, yine bu kesimlerin inisiyatifine bırakılmıştır.

İlçe genelinde sekiz temel alanda çalışma merkezileştirilirken, istenilen düzeyde çalışma, ancak iki alanda etkin olarak sürdürülebilmiştir. Diğer alanlardaki çalışma ise, genel bir ortalık çalışmasının ötesine bir türlü geçirilememiştir.

Bu durum, o alandaki partililerimizin azlığından ve birim çalışmamızın eksikliğinden kaynaklanıyor gibi görünse de, esas olarak, güçbirliği yapan her partinin kendi tabanlarını harekete geçirmeleri beklentisinden kaynaklanmıştır. Kürtlerin çalışmalara katılması sorunu DEHAP’ın sorunu olarak algılanmış; harekete geçmiş küçük bir kesim ile birlikte, henüz çalışmalara katılmayan kesimi örgütleme işi, son iki haftaya kadar, ilçe yönetimine havale edilmiştir. Oysa, örneğin SHP ile güçbirliği yapılmış olmasının sunduğu kolaylıklarla, sosyal demokrasinin etkisi altında bulunan emekçilere seslenme olanağı değerlendirilerek, Nurtepe’den hiç de küçümsenmeyecek ölçüde oy alınabilmiştir.

Bu eksiklikler, seçim ajitasyonunun içeriğini de önemli oranda etkilemiştir. Bu eksikliği gidermeye seçime bir ay kala başlandığından ise, birçok yerde, genel bir ajitasyonun ötesine geçilememiştir. Örneğin “güçbirliğinin sol bir birliktelik olduğu”, “Kürt sorunun demokratik çözümünün güçbirliğinden geçtiği” ile sınırlı bir propagandanın dışına birkaç alan dışında çıkılamamıştır.

Halkın taleplerinin yerine getirilmemesinin, altyapı eksikliklerinden ulaşım sorununa ya da kötü çalışma koşullarından semtlerde gençlerin, kadınların yararlanacağı sosyal tesislerin eksikliğine kadar daha birçok şeyin nedeni olarak, düzenin yanı sıra, hükümetin merkezi politikaları ile birleştirilerek AKP’nin teşhiri tam olarak yapılamadı.

Propagandadaki sıkıntıların en göze çarpanlarından biri de, Kürt emekçilere yönelik olarak yaşandı. Yalnızca Kürt sorunu üzerinden yürünmesi, oturduğu mahallesindeki sorunlar onu ilgilendirmiyormuş gibi hareket edilmesi, SHP-DEHAP merkezlerinin aralarında yaptıkları anlaşmanın “içe sindirilememesi”ne eklenince, Kürt emekçilerinin güçbirliği çalışmalarına katılmasını sınırladı.

GAZETENİN KULLANILMASINDA OLUMLU BİR ADIM

Çağlayan’da ağırlıklı çalışma alanlarından birisi, tekstil işçilerine dönük çalışmaydı. Seçim döneminden bir hafta kadar önce, sabahları, tekstil işçilerine 13 gazete ile başlayan dağıtım, iki hafta içerisinde, (inişli-çıkışlı) 100 gazeteye ulaşarak, seçim dönemi yürütülen en verimli çalışma oldu.

Sabahları işe yetişme telaşında olan işçiler, gazete parasını uzaktan hazırlayıp, gazeteyi kaptığı gibi atölyesinin yolunu tutmaktadır. Yarım saat içerisinde gerçekleştirilen gazete dağıtımında, çoğu zaman, işçilerle konuşma fırsatının yakalanamayışı, gazete okurlarına ulaşmada sıkıntılar yaratsa da, seçim irtibat bürosunda toplantı yapma çağrısına yaklaşık 30 işçi yanıt vermiştir. Seçim çalışmasıyla da birleştirilerek sürdürülen gazeteye dayalı örgütlenme çalışmasının yürütüldüğü yerlerden, –belirli sandıklarda 3 Kasım’da hemen hemen sıfıra yakınken– alınan oylar, kuşkusuz önemli bir gösterge ve başarı oluşturmuştur.

Bu işçilerin seçim çalışmalarında da görev alması, Çağlayan’da çalışma yürüten arkadaşlar açısından da ilerletici olmuştur. Üniversite başta olmak üzere, seçim çalışmasına buradan katılan tüm öğrenci gençlik, her gün okullarına, işçilere gazete dağıtmanın ve onları gazete etrafında birleştirebilmenin coşkusuyla gitmiştir.

Bugün hâlâ 80-100 arasında devam eden günlük gazete dağıtımı aracılığıyla, birlikte hareket eden 15 işçi var. Altı işçi ise, partimize üye olmuştur. Binlerce işçinin çalıştığı Çağlayan gibi bir alan için bu rakamlar oldukça az. Ancak yaklaşık bir ay gibi bir süre içinde bu sonuca ulaşmak, kitle çalışması ve günlük gazetenin önemi açısından yeni ve öğretici bir örnek olmuştur. Seçim sürecinde bir kez daha gördük ki, gazete, birleştirici, politikleştirici ve örgütleyici temel bir araçtır.

Gazete üzerinden yürütülen çalışmanın meyvelerini aslında daha ilk günlerden toplamaya başladık. Çağlayan’da başlayan gazete dağıtımının ardından, Sanayi Mahallesi’nde sabahları işe gidenlere ajitasyonla gazete dağıtımı başlatılmıştır. Bir hafta içinde günlük 50 gazeteye kadar ulaşıldı. Ancak gazete dağıtımı ile sınırlı kalan; gazete abonelerine ulaşarak onlarla bir bağ kurmadan yalnızca gazete dağıtımı ile yetinen bir çalışma tarzı, gazetenin yarattığı olanakları tam değerlendiremememize ve kaçırmamıza neden olurken, önümüzdeki dönem bu hataya düşmeden ilerlemek, seçim sürecindeki kazanımların devamı için önemlidir.

 

Seçimler ve ittifaklar sorunu

Son seçimler, ittifaklar sorunu üzerinde özel olarak durmayı gerektiriyor. Bu gereklidir; çünkü belki en zaaflı değerlendirme, yaklaşım ve tutumlar bu sorun üzerinden geliştirilmiştir. Yalnızlık-sever ittifak karşıtlığından CHP ile ittifak arayışları ve sonuçta CHP destekçiliğine, amaçları ve nedenleri üzerinde durulmasından ziyade ve en çok SHP’nin bileşenlerinden biri olması dolayısıyla Güçbirliği’ne ilişkin kavrayışsızlığa ya da uç noktada Güçbirliği düşmanlığına kadar pek çok anlayış kıtlığı ve zaaf, bu noktadan ortaya çıkmıştır. Çoğu durumda birbirinden ayrılması zor bir biçimde iç içe geçen görünümleriyle tümü bir arada oluşan ve ittifaklar sorununun bir kez daha ele alınmasını zorunlu kılan kavrayışsızlığın, politik yaklaşım ve tutumlar olarak, ortak bir teorik temeli bulunuyor. Bu, bürokratik militarist aygıtıyla birlikte mevcut kapitalist sistemin değiştirilmesinin zorunlu ihtiyacı olan işçi ve emekçilerin, halkın birleştirilip bağımsız mücadelelerinin önünü açmak için gerekenleri yapmak ya da özetle devrimin hazırlığı yerine, rüşvet ve rant paylaşım mekanizması ve siyasal biçimi olarak parlamentarizmi, parçalanıp aşılacak bir veri değil ama çerçeve kabul etmenin geçirilmesi, bununla sınırlı bir yaklaşım ve tutumun benimsenmesidir.

SEÇİMLERİN ANLAMI

Kapitalist bir toplum olan Türkiye’de dünkü (örneğin 1900’lerin başındaki Almanya ya da yine örneğin 1907 Rusya’sında değil) ya da yarınki değil, ama bugünkü koşullarda[1] seçimlerin anlamı nedir? Bilinçli işçi ya da işçi sınıfının devrimci partisinin –genel ya da yerel– seçimlere yaklaşımı ve seçimler karşısındaki tutumunun ana hatları neler olabilir?

Engels’in belirttiği “kendimizi sayma” yaklaşımı, kuşkusuz temel hareket noktasıdır. Ancak anlamı nedir? Buradan, “biz bize”, sınıftan ve halktan, sınıfın ve halkın mücadelesinden kopuk bir “kendimizi sayıcılık” tutumu çıkarılabilir ve haklı gösterilebilir mi? Ya da Engels ve burjuva seçimleri karşısındaki yaklaşımı, işçi sınıfı ve halka, talepleri ve mücadelelerine uzak ve yabancı kalan ve “piyasa solculuğu”yla sosyalizm veya komünizm adına kurulmuş parti ya da örgütlerin kadrolarının yanı sıra piyasaya ayak uyduran “ortalık çalışması”yla derlenmiş ilave (kimi nostaljik, kimi sosyalizm veya komünizm adına kullanıldığı için belirli bir değer ifade etse bile sonuçta isimlere verilmiş) oyların sayılmasına indirgenebilir mi? “Kendimiz”, kadrolarla birlikte hasbelkader ifade edilmiş “sempati”den ibaret sayılabilir mi? Başka bir söyleyişle, adlarına parti diyen/diyecek bir grup “komünizm-sever” bugünkü sınıftan ve halktan kopukluklarının tescil edilmesi tutumunu benimsediklerinde, bu, seçimlere “kendimizi sayma” anlamı yükleyen Engels’in perspektifinin perspektif edinildiği anlamına gelir mi? Soruların yanıtı, kuşkusuz sadece buruk bir gülümseme olabilir.

Ne Marx ne de Engels, komünizmi bir kurgu ya da düşüncenin ürünü olarak tasarlayıp, onu ürettiği ya da benimsediği iddiasındaki bir grup seçkin/seçkinci aydın, ve onların tutumları, konum ve çalışmaları üzerinden komünizmi ve partisini ele alıp açıklamaya çalıştılar. Tersine, sadece ütopik sosyalizme yönelttikleri eleştiri değil, ama tüm eserleri, baştan sona işçi sınıfının ve karşıtıyla çatışmasının nesnel ve öznel koşullarına ve bu koşulların açıklanmasına dairdir.

Eserlerine damgasını vuran, Marx’ın iki dahice buluşu, artı-değer teorisi ve tarihin materyalist anlayışıdır. Engels’le birlikte Marx’ın bu iki temel buluştan hareket eden tüm çalışması, anlaşılmak zorundadır ki, sınıflar ve mücadeleleri üzerinden gerçekleştirilmiştir, ve üstelik, sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeği, onlar tarafından keşfedilip saptanmış da değildir. Ancak sınıflar ve mücadeleleri gerçeğinin verili zemini üzerinde yürüyerek; sınıfların tarihsel bakımdan zorunlu varlık ve gelişme koşullarıyla, mücadelelerinin içerik ve biçimleri ve yine tarihsel bakımdan zorunlu gelişme doğrultusunu ilk kez ve kapitalizmin mezar kazıcısı ve yeni sosyalist toplumun kurucusu rolünü vurguladıkları işçi sınıfına yaptıkları “zincirlerinizden başka kaybedecek şeyiniz yok, oysa kazanacağınız koca bir dünya var!” çağrısına bağlayarak açıklamak, Marx ve Engels’e düşmüştür. Pratik siyaset adına yaptıkları diğer her şey ise, kuşkusuz bu tarihsel nesnelliğe dayanarak ve tarihin ileriye akışının nesnelliğini kolaylaştırıp hızlandırmak üzere, işçi sınıfının politik parti olarak örgütlenişini ve örgütlendikçe toplumsal gelişmeye müdahalesini geliştirmeye yöneliktir. Lenin ve Stalin’in izini sürdüğü de tamamen bu yaklaşım ve tutumdur.

Bu söylenenler, bütün başka şeylerden çok daha önemli ve temel bir hareket noktası olarak, sınıflar ve sınıf mücadelesini, özel olarak işçi sınıfı –ve diğer emekçi sınıflarla birlikte– ve mücadelesini görmek ve anlamak zorunluluğuna ilişkindir. Seçim çalışmaları ya da başka herhangi çalışma veya bizatihi gündelik politik çalışmanın kendisi, işçi sınıfına –ve diğer emekçi sınıflara– dayanan bir çalışma, sınıfın örgütlenmesi ve mücadelesinin bir yönü ya da görünümü olarak anlaşılıp gerçekleştirildiğinde önemli ve değerlidir. Ya sınıfa, durumuna, içinde bulunduğu koşullara, taleplerine ve ancak talepleri üzerinden yükselebilecek mücadelesine ilgisiz ve ondan kopuk “kadrolar” olarak seçkinci solcular ve faaliyetlerine bağlı seçenek ve kendi durumlarından çıkardıkları ihtiyaçlar ve tutumlar ya da sınıfın ve mücadelesinin nesnel durumuna uygun düşen, nesnel çıkarlarını temel edinen ve ihtiyaçlarından hareket eden, –ölçeği ve gelişkinlik derecesi bir yana– parti olarak örgütlenmiş işçilerin seçenek ve tutumları… Ya biri ya diğeri! 3 Kasım ve 28 Mart seçimlerinde her iki tutum da alınmış ve uygulanmıştır. Laf olarak bir dizi genel doğrunun yanında, yayın organının 119. sayısında H. Yurtsever imzasıyla ileri sürülmüş Komünist Partisinin yalnız burjuvaziden, küçük burjuvaziden değil, işçi kitlesinden ve sendikalardan da ayrı ve bağımsız biçimde örgütlenmesi ve davranması şarttır.” düsturuna sahip TKP ve bazı dergi çevreleri, birinci tutumu almışlardır. Literatürdeki “bağımsızlık”ı, sermayeden bağımsızlık, burjuvazi karşısında politik bağımsızlık olarak değil ama komünist partisinin işçi sınıfından da “bağımsızlığı” olarak bozuşturan; sınıfla partisi arasındaki ilişkiyi, en bilinçli ve fedakar vb. unsurlarından oluşan partisinin sınıfın bir parçası ve öncü müfrezesi olması yerine, sınıfı da, burjuvazi ve küçük burjuvazi gibi karşıya koyarak ve aralarında –partinin bağımsızlığı açısından– ayrım yapmayarak, aydın bağımsızlıkçılığıyla kavrayan ve işçi sınıfı karşısında “komünistler”in “içe kapanmaları” ve “kendilerini korumacılıkları”yla tanımlayan TKP, seçimlerde de bu görüşlerinin doğal sonucu olarak kendinden beklenen tutumu benimsemiştir. İşçi sınıfı mı, talepleri ve mücadelesi mi, çıkarlarının geçici de olsa az-çok uyuştuğu başka sınıflar ve örgütleriyle “geçici yol arkadaşlığı” mı– bırakın bunları demekte; önemli olanın TKP’nin aldığı/alacağı oylar olduğunu düşünmektedir. Bu, sonuçta parlamentarist bir yaklaşımdır; ancak, parlamentarizmden daha köklü ve vahim bir temelden, sınıftan kopukluğun yüceltilmesinden, tepeden bakılan sınıfın yerine partinin geçirilmesi seçkinciliği ve üst tabaka solculuğundan türemekte, aldığı biçim olarak parlamentarizm tuzu-biberi olmaktadır.

TKP ve benzeri işçilerden, halktan “kir-pas” bulaşabilir kaygısıyla komünizmin “saflığı”nın ve işçilerden bağımsızlığının gözeticisi, kendi kendilerinin hayranı olan yalnızlık-severleri bir yana bırakırsak, bilinçli işçinin seçimlere yükleyeceği anlam nedir?

Seçimler, kendi başına ve ayrı bir mücadele alanı oluşturmaz; bilinçli işçi ya da sınıfın devrimci partisi, seçimlere, kendine özgü ve ayrı, işçi sınıfının kurtuluşu davasının, sosyalizm ve halkın bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin koşullar farklılaştıkça farklılaşacak dönemsel taktik platformundan ayrı ve özel platformuyla katılıp yürüteceği ayrı bir faaliyet olarak yaklaşmaz. Seçimlerin ve seçim çalışmalarının kendine özgü yanlarını hesaba katan, sağladığı olanaklardan yararlanan tutumuyla, seçimleri, taktik mücadele platformunun uygulanma alanı olarak görür; bu platformu yaygınlaştırmaya, etrafında birleşen güçleri çoğaltmaya ve olağan günlere göre politik duyarlılığın arttığı koşullardan –sermaye, gericilik ve bürokratik militarist aygıtı karşısında– sınıfın ve halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin önünü açıp ilerletmeye, sınıfı partileştirme ve halkı örgütlemeye, işçi sınıfı ve emekçiler içinde sağladığı yeni ilişkilerle partisini yerelleştirmeye ve köklerini sağlamlaştırmaya çaba gösterir.

Bilinçli işçi bilir ki, seçimler, –taktik mücadele platformunu, sonuçları ve sağlayacağı derslerle zenginleştirmeye ve geliştirmeye de yarayacak– bir “kendimizi” saymadan başka şey değildir. Ama yine bilir ki, bu “kendimizi sayış”, pasif bir sayış olmadığı ve geliştirilecek yeni ilişkiler ve sınıf ve halk içinden kazanılacak taze güçlerle bir gelişme ve yenilenmeye imkan sağladığı gibi; “kendimiz”, kadrolar ya da sınıftan kopuk bir parti değil ama sınıfın ve halkın uyanış içinde olan, mücadeleye atılan ve atılma eğilimi gösteren kesimidir. Öyleyse seçimler, özel bir faaliyeti gerektirir; ancak, bu faaliyet, tamamen işçi sınıfı ve halkın birleştirilmesi, örgütlenmesi ve mücadelesinin ilerletilmesi faaliyetinin kendine özgü koşullara da sahip bir görünümden ibarettir. Seçim platformu, taktik mücadele platformunun üzerinde yükselir; sınıfın ve halkın –iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel vb.– acil mücadele taleplerinin savunulmasına dayanır. Seçimlerin ayırt edici yanını ise, adaylar gösterilmesi ve onların şahsında taktik mücadele platformuna –her zaman uğruna çalışılan– katılımın oy verilerek ifade edilmesinin istenmesi oluşturur.

Bunların anlamı şudur ki, devrimci işçi partisinin seçimlere katılması, özel ve kendi başına, ve, genel amaçlarıyla çelişen amaçlarla olmaz. Bilinçli işçinin “oy” ile sınırlı bir amacı ve “her ne pahasına olursa olsun seçim kazanma” perspektifi yoktur, olamaz. Devrimci işçi partisi, seçimlere, kuşkusuz kazanım sağlamak üzere katılır; oy desteğini artırmak ya da buna bağlı olarak milletvekillikleri ve yerel yönetimler kazanmak da istenir şeylerdir ve bunların amaçlanmasında bir yanlışlık olamaz. Önemli olan, her şeyin genel amacın hizmetinde olması, seçime katılmanın parlamentarizmin sunduğu/sunacağı olanaklarla baştan çıkarılmaya götürmemesidir. “Baştan çıkma” ve sapma ise, amacın “oy” çoğaltmak ve seçim kazanmakla sınırlanmasında, başka bir deyişle, “her ne pahasına olursa olsun” mantığıyla seçim kazanmanın, sınıfın ve halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin ilerletilmesi, sınıfın partileşmesi ve partinin yerelleşerek örgütlenmesinin kökleştirilmesi amacının önüne geçirilmesinde ortaya çıkar.

Burada ayrım, parlamentarizmle –gündelik politik çalışma başta olmak üzere, bütün diğer çalışmalar açısından geçerli olduğu gibi– seçim çalışmasının devrimin hazırlığı kapsamında, devrim perspektifiyle yürütülmesi arasındadır. Sınıfın ve halkın bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için, acil taleplerinden hareketle birleştirilmesi, örgütlenmesi ve mücadelelerinin geliştirilmesi– bu, devrimin hazırlanmasından başka şey değildir. Sorun, nedeni ne olursa olsun bu amacın kaybedilmesi ya da baştan amaç edinilmemesi ve oy toplama ve seçim kazanmanın onun yerine (ya da önüne) geçirilmesinde ortaya çıkar. Her kim ki, kapitalizmin (ve burjuvazinin ulusal komitesinden başka şey olmayan sermayenin siyasal egemenliğinin örgütünün) devrilmesi amacından uzaklaşır, hangi nedenle olursa olsun, tüm alanlarda yürütülen çalışmayı ve özel bir çalışma olarak seçim çalışmasını, bu amacın gerçekleştirilmesine hizmet etmeyen çalışmalar olarak görür ve ona bağlamaz, başka hastalıkların yanında parlamentarizm hastalığına da yakalanmış demektir.

Teori düzeyindeki tartışmalarda ya da laf olarak ileri sürüldüğünde, –“demokratik sosyalizm”i benimsediği iddiası olanlar dışında– komünizm vb.’den söz edip de “devrimi amaçlamıyorum” diyecek kimse çıkmayacaktır. Ancak devrim oyunu oynanacak şey olmadığı gibi, sözü edilmekle yetinilecek şey de değildir, olamaz. İşçi sınıfı davası ve devrim savunusu, proletarya devrimini perspektif edinmek; onun hazırlanması için çalışmak, tüm çalışmaların bu perspektifle yürütülmesi ve ona bağlanması anlamına gelir. Parlamentarizm hastalığı bir yana, sadece “öncü” ile, “öncü”nün ihtiyaçlarından kaynaklanan tutum ve çalışmalarla devrim olanaklı olmadığı gibi, bu yaklaşımla devrim hazırlanamaz da.

Öncüsüz olamayacağı, devrimin başarısı için öncünün varlığının önkoşul olduğu açıktır. Ancak dar sözcük anlamıyla bile, öncü, öncülük iddiasında bulunduğu sınıfın ana kitlesi ve hatta “artçı”ları ile bir ilişki demektir. Öncü, bu ilişkinin bir yanıdır ve ancak öyle olabilir; diğer yanı ise sınıfın kendisidir. Ve bu öyle bir ilişkidir ki, iki yönü birbirini dıştalamaz, biri diğerinin dışında değildir, olamaz. Öncü; ileri, sınıf bilinciyle donanmış, örgütlü ve en fedakar unsurlarının toplanma merkezi olarak bir parçası olduğu sınıfın geri kalanıyla ilişki halindedir. Buradan öncünün görevi çıkar: Sınıfın ana kitlesini –kuşkusuz talepleri üzerinden– kazanmak. Nereye? Sınıfın kurtuluşu davasına; devrim ve sosyalizme. Bunu görev edinmeyen, böyle bir tutuma sahip olmayan “öncü”, sadece gevezeler topluluğu olabilir.

Öncü partisi, kendisini sınıftan koruma, ondan ayrı ve bağımsız durma ve davranma kaygısına düşemez; tersine, kapitalizmin üzerine bulaştırdığı “kir-pas” adına ne varsa, sınıfı yöneltmeye ve yönetmeye çalıştığı kapitalizme karşı mücadele içinde, “temizlemeye” çalışır. Bunun garantisi, başta, işçi sınıfının nesnel olarak kapitalizm ve burjuvaziyle karşıtlık halindeki sınıf konumu ve çıkarlarıdır. Kendi başına devrimi –yapması bir yana– hazırlaması bile tasavvur edilemeyeceği için, her şeyden önce, sınıfın gerçek bir parçası olacak (henüz değilse, ilk işi olarak bunu gerçekleştirmeye çalışacak), bu nedenle, başlıca çalışmasını, sınıfın içinde ve ana kitlesini kazanmaya yönelik olarak sürdürecek, taktik mücadele platformunu da “öncü”nün değil ama sınıfın (ve giderek, diğer emekçi kesimlerle birlikte, halkın) mücadele platformu olarak kuracak, öyleyse bu platform, başlıca işçi sınıfının acil mücadele talepleri üzerinden yükselecektir. Sınıfıyla bile birleşmeye, onu kazanmaya çalışmayan “öncü”ye öncü denemez. Sadece “öncü”den ve onun ihtiyaçlarından hareketle düşünüp davranan, taktik ve platformlar kuran bir “öncülük” iddiası, kapitalizmin mezar kazıcısının, burjuvazinin uzlaşmaz karşıtının işçi sınıfı olduğundan habersiz ve tarihin öznesi olarak işçi sınıfının yerine “kendini” koyuyor demektir. Oysa, işçi sınıfının kurtuluşu, –öncünün ya da başkasının değil, ama kuşkusuz, bir parçası olan öncüsü de içinde olmak üzere– sadece ve yalnızca kendi eseri olacaktır.

Öncünün sınıfıyla doğru bir ilişki içinde olması zorunludur, ancak, devrimin hazırlığı bakımından yeterli değildir. Öncülük sorunu ve gerekleri, bu noktada sona ermez. Tersine asıl öncülük sorununa henüz gelinmiş olur. Doğrudan sosyalist ya da kesintisiz sosyalizme yönelecek demokratik devrimden hangisi söz konusu olursa olsun, kısaca, “aşamalar” tartışması bir yana, öncülük sorunu, işçi sınıfının diğer emekçi sınıflarla ilişkisi sorunudur. Dolayısıyla bilinçli işçi açısından, sorun, sınıfın devrimci partisinin yönetici/yönlendiriciliğinde ifadesini bulan öncülük ya da “öncü müfreze” sorunuyla sınırlanamaz, tersine, işçi sınıfı öncülüğü sorunu olarak kendisini ortaya koyar. Bu, her sosyalist ya da kesintisiz sosyalizme yönelen devrimin başarıyla ilerlemesi ve hazırlanması için önkoşuldur. İşçi sınıfının öncülüğü, kuşkusuz partisinin yönetiminde, bu anlamda “onun aracılığıyla” gerçekleşecektir. Ancak bundan, partinin sınıfın yerine geçeceği, kendisini sınıfın yerine koyarak, “işçi sınıfı adına” öncülüğü partinin yapacağı anlamı kesinlikle çıkartılamaz. İşçi sınıfı öncülüğü, yalnızca ideolojik bakımdan değil, ama politik bir içeriğe sahip olmak üzere, fiilen, eylemli haldeki işçi sınıfının, taleplerine sahip çıkıp destekleyerek savunmasına dayanarak, harekete geçmeye ittiği ya da zaten hareketli haldeki diğer emekçi sınıfları etrafında birleştirerek peşinden sürüklemesinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfı öncülüğünden, yalnızca “ideolojik öncülük”ün anlaşılması, ve bu tür bir “öncülük”ün işçi sınıfını ya da daha çok, dünya görüşünü savunduğu iddiası üzerinden temsil iddiasındaki kendinden menkul bir “komünist partisi” tarafından yerine getirildiği/getirileceğinin düşünülmesi; işçi sınıfıyla rekabet halindeki küçük burjuva ya da deklase unsurların pek yavan ve eski bir ilkelliğidir. Genellikle “öncü savaşçılık” tezine bağlı olarak ileri sürülmüştür, ancak tarih, radikalizme dayalı örneklerinin yanı sıra reformist-parlamentarist örneklerine de tanıktır.

Öyleyse sınıfın devrimci partisinin ve tek tek her adına layık komünistin işçi sınıfını (ana kitlesini) kendi kurtuluşu davasına ve devrime kazanma görevi, sınıfı, aynı zamanda, işçi sınıfı öncülüğü fikri ve pratiğine kazanmayı da kapsar; ve işçi sınıfının, dost ve düşman bütün diğer sınıflarla ilişkisi alanında, diğer emekçi sınıfların durumu ve taleplerinin bilgisini edinerek, kapitalizm karşısında onların taleplerini ve mücadelesini destekleyip sahiplenerek ve kendisiyle ortak olan talepleri üzerinden birleşik bir mücadelenin yaratılması için davranmak üzere kazanılması anlamına gelir. İşçi sınıfı, sosyal konumu ve çıkarları nedeniyle anlamaya ve gereğini yapmaya tamamen yatkın olduğu kapitalizm tarafından “haksızlığa uğratılan bütün diğer sınıfları kurtarmadan kendisini kurtaramaz” fikrinin doğruluğunun bilincine –mücadelesi ve aydınlanması sürecinde– vardıkça, kendi talepleri karşısında olduğu kadar diğer emekçi sınıfların talepleri karşısında da inisiyatif almaya ve devrimde (kuşkusuz hazırlığı döneminden başlayarak) sınıf öncülüğünü pratik olarak gerçekleştirmeye yönelecektir.

Tüm söylenenlerin bugüne ilişkin anlamı, bilinçli işçinin, seçimler, sunduğu olanaklar ya da başka her türlü fırsattan yararlanarak, devrimin hazırlanması kapsamında, başta işçi sınıfı kitlesi olmak üzere kapitalizmin sömürüp ezdiği, emperyalizm ve gericiliğin baskısı altındaki sınıf ve tabakaları birleştirip mücadelelerinin önünü açmak için üstüne düşeni yapmasıdır. Bu, işçi sınıfı öncülüğünde halkın birleştirilmesi amacıyla ve buna hizmet edecek taktiklerin izlenmesini zorunlu kılar. Örneğin bilinçli işçi, emperyalizm ve gericiğin karşısında başka az-çok mücadeleci güçlerin de olduğu koşullarda, “kendini saymayı” çekiştirip anlamsızlaştırarak, kendisinin gönüllü tecridini öngörüp içe kapatan ve yalnızlığını yücelten bir tutumla, tek başına, “ben şu seçime girip boyumun ölçüsünü alayım” diyemez. “Sayısını sayacağı” ve birleştirmeye çalışarak mücadelelerinin önünü açmaya uğraşacağı kesim, “kendisi”nden, “öncü”den ibaret olamaz, ama, işçi sınıfı öncülüğünü kabul etme ve etrafında birleşme eğilimi gösterenlerdir. Burada, “öncülük” çekişmesinin ya da “öncülüğünü kabul ettim”-“etmedim” türü lafların önemi ve geçerliliği yoktur. Sorun, halkın geniş kesimlerinin birleştirilmesine hizmet edip bunu kolaylaştıracak türden güçlerin, asgari ölçüleriyle, kuşkusuz işçi sınıfı davasının genel amaçlarıyla uygunluğu içinde– sınıf mücadelesinin güncel gerekleri ve sınıfın (ve halkın) acil taleplerini karşılayan bir mücadele platformu etrafında birleştirilmesi olarak şekillenir. Farklı sınıflara denk düşen farklı siyasal güçlerin birliğini olanaklı kılacak tavizler doğal olarak gündeme gelecektir. Ancak, en ilerisi hedeflenmekle birlikte, mücadele platformunun asgari devrimci içeriğe sahip olması, ve bir dizi siyasal gücün, halkın birleştirilmesini kolaylaştırmak ve bu yönde çalışmanın olanaklarını çoğaltmak üzere böyle bir platform etrafında birleştirilmesi –kuşkusuz oluşan yeni durumdan sınıfın bağımsız örgütlenmesi ve çalışmasını ilerletmek üzere yararlanılması–; bilinçli işçinin ve “komünizm”i lafazanlığını yaparak gülünç düşürmeye tevessül etmeyecek devrimci işçi partisinin tutumu olacaktır. Bu, devrimde işçi sınıfının öncülüğü fikri ve pratiğinin verili durumdaki gereği ve nesnel koşullar izin verip mümkün kıldığı ölçüde gerçekleşme halidir.

Komünist devrimci işçi davası militanı, kuşku yok ki, kendini beğenmişlikle, kendisini işçi sınıfı ve halktan ayrı tutup soyutlamayacak, her fırsattan yararlanarak ve olanakları bilinçli müdahaleleriyle çoğaltmaya çalışarak bir parçası ve ileri unsurlarından olduğu işçi sınıfı ve halkı talepleri etrafında birleştirmeye çalışacaktır. Devrimciliğin ölçütü ve devrimin hazırlığının olmazsa olmazı olan işçi ve emekçi kitlelerinin içinde kök salmak, onları aydınlatıp birleştirmek, mücadelelerini destekleyip geliştirmek ve sınıfın politik vb. örgütlerini taze güçlerle yenilerken halkın –cephe vb. türden– örgütlerini inşa etmenin adımlarını atmaktan kaçınıp uzak durana komünist denemez. Komünist; işçi sınıfı ve halkı aydınlatıp birleştiren, örgütleyen, talepleri uğruna mücadelelerinin içinde ve önünde olan, her şeye sınıfın ve mücadelesinin içinden ve ihtiyaçlarından bakan ve ilerlemesi için çaba harcayandır. “Şu gücün şu eksiği bu gücün şu sorunu var”, “şu hırsız bu uğursuz” gevezeliğiyle onlardan kendisine “leke” bulaşacağı endişesi içinde sınıfın ve halkın birleşmesini kolaylaştırmaktan, bunun gereği olan eylem ve güç birliklerini yapmaktan kaçınan, zaten “komünist parti”yi de işçi sınıfından bağımsız tutmaya uğraşandır; kendine, Marksizme ve Marksist dünya görüşünün olduğu kadar tarihin de asıl sahibi ve öznesi olan işçi sınıfına güvenmeyendir. Asli görevinden yan çizen komünist olamaz. Böyle bir solculuk mümkündür, ancak burjuva solculuğudur. Başlıca görevlerin yerine getirilmesiyle çelişen, bunların yerine geçirilen bir “kendini saymak”la sınırlı, geriye, işçi sınıfı ve halka dair ilerletici bir şey kalmadığı için “oy” miktarına takılıp kalan seçimler karşısındaki tutum ise, devrimci değil parlamentaristtir.

 

BEKLENTİCİLİK VE CHP DESTEKÇİLİĞİ

Anlaşılmış olmalıdır ki, ittifaklar sorunu, devrimde öncülüğünü gerçekleştirme çabası gösterecek olan işçi sınıfı ile diğer emekçi sınıf ve tabakalar arasındaki ilişki sorunudur. Burada, emperyalizm ve gericiliğe karşı çıkma eğilimi gösterecek burjuva kesimler (başlıca tekel-dışı burjuvazi) ile işçi sınıfı arasında, –halkın geri kalan kesimlerini kimin peşine takacağını kararlaştıracak– bir hegemonya ve öncülük mücadelesi yaşanması kaçınılmaz olur. Ve işçi sınıfı, tekel dışı burjuvaziyi tecride yönelik bir tutum izleyip, onu en azından tarafsızlaştırmaya (ve uygun koşullarda, olabilirse, yedeği haline getirmeye), emekçi kitleleri kendi peşine takıp enerjilerini heder etmesini önlemeye çalışır. Ancak, ittifaklar sorunun, bir dizi siyasal vb. gücü değil sınıfları ilgilendirdiği ve sınıfların birliği olarak anlaşılması gerektiği tartışmasızdır.

Siyasal vb. güçler arasında yan yana gelişler ise, koşula bağlı olduğu gibi, bilinçli işçinin bakış açısından, –devrimin önkoşulu olan ve hazırlığı kapsamında gerçekleştirilmesi için çaba sarf edilecek– sınıf ittifaklarının koşullarını ve oluşumunu kolaylaştırıp hızlandıracak geçici ya da görece geçici “yol arkadaşlıkları” olarak değerlidirler. Blok, güçbirliği, işbirliği, eylem birliği vb. adlarla tanımlanabilecek bu birlikler, siyasal güçlerdeki değişmelere bağlı olarak, bugün olup yarın olmayabilecek türdendirler. Anlaşılması için: İşçi sınıfı ve örneğin yoksul ya da orta köylülük, –sınıf olarak güçlenseler ya da güçten düşseler bile– belirli bir toplumsal dönüşüm gerçekleşinceye kadar varlıklarını koruyacaklar ve ittifak ihtiyaç ve zorunlulukları gündemden düşmeyecektir. Ancak herhangi siyasi güçler, çizgi değiştirip eski nitelikleri farklılaşabileceği gibi, bir toplumsal gelişme/dönüşüm döneminin sonunu getiremeyebilir ve tarihte örnekleri çok görüldüğü üzere fesihler vb. yollarla tümden yok olabilirler. Dönemsel olarak birincisinin kalıcılığı ve önemi, ama ikincisinin geçiciliği, buradan gelir. Toplumsal gelişme sınıf mücadelesi üzerinden yürür, buna katkıda bulunsalar da, başlıca siyasal güçler üzerinden değil. Başka bir söyleyişle “özne” sınıflardır, siyasal temsilcileri onların yerine geçmez.

Peki halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin önünün açılması bakımından kolaylaştırıcı ve öyleyse gerekli olan birlikler, güçbirlikleri, seçim ittifakları vb. hangileri olabilir?

Bu tür birliklerin koşula bağlı olduğu söylendi. Çok özel koşullara sahip ya da “savaş hilesi” türünden olanları bir yana bırakırsak; bu tür birlikleri koşullayacak ya da kabul edilebilir olup olmadığını kararlaştıracak olan nedir? Halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin önünün açılmasının kolaylaştırıcısı olmasını da kararlaştırmak üzere, seçim ittifakı türünden birliklerin kabul edilebilir ve istenir olmasını kararlaştıracak olan; işçi ve emekçilerin, halkın başlıca –siyasal, iktisadi, sosyal, kültürel vb.– acil taleplerini kapsayarak oluşturulacak/oluşturulan bir mücadele ya da seçim platformu üzerinde yükselen birlikler olarak gerçekleşmiş olmasıdır. Herhangi birliğin, seçim ittifakının, halkın birleştirilmesi ve mücadelesinin ilerletilmesinin hizmetinde olup olmadığının tek ölçütü bu olabilir.

Ve tersine, bilinçli işçinin şu ya da bu siyasal parti ve güçleri öncelikle seçim ittifakı yapabileceği güçler olarak saptayıp onlara birlik olma ve ittifak çağrısı yapması tutulabilir yol ya da uygulanabilir bir yöntem olamaz. Bu, birlikler ya da somut olarak ittifakları sorununa, halkı ve taleplerini hareket noktası edinmeyen, siyasal güçlerin de halk ve talepleri karşısındaki pozisyonunu, bu pozisyonun somut birlikler için yeniden ve somut ifade edilişine dayanmayan, halk ve talepleri karşısındaki bu somutluğu önemsemeyen tersten bir yaklaşım oluşturacaktır. Talepleri üzerinden işçi ve emekçileri, halkı esas alma ve siyasi güçler ve aralarındaki ilişkinin de halk ve talepleri karşısındaki somut tutum ve pozisyonlarıyla belirginleşip şekillenmesini olanaklı kılma, birlikler ve seçim ittifaklarının olmazsa olmazı, her somut durumda hangi güçlerle birlikler kurulacağını kararlaştırmada tayin edicidir. Herhangi türden birlik ve “ittifaklar”ın, bunların halkın çıkarına olup olmadığının, halkın birleştirilmesi ve mücadelelerinin ilerletilmesi için ihtiyaç oluşturup oluşturmadığının ve dolayısıyla devrimci işçi partisinin bunların içinde yer alıp almamasının ölçütü; onların mücadele platformlarıdır (programlarıdır), halkın acil taleplerini savunup savunmadıklarıdır. Devrimci işçi partisi, şu ya da bu partiye birlik çağrıları yerine, halkın mücadele talepleri üzerinde, dönemden döneme farklılaşabilecek bu talepler üzerinde yükselen mücadele platformu etrafında birleşme çağrısı yapma tutumunu benimser. Bu tutum, çeşitli siyasal güçlerin kendilerine yükledikleri ya da onlara yüklenenlere dayalı bir seçmeciliği, denk düştüğü idealizmi ve –içinden çıkılmaz tartışmalarla sen-ben çekişmelerine de kaçınılmazlıkla yol açmak üzere– siyasal güçleri ve onlara ilişkin, halktan, dertleri ve taleplerinden bağımsız değerlendirmeleri hareket noktası edinmek yerine; halkı, çıkarları ve taleplerini; halkçı ve devrimci olması zorunlu birliklerin hareket ettirici temeli yapmayı olanaklı kılar. Bu tutum, aynı zamanda, siyasal güçlerin, halkın çıkarları ve talepleri, birlik ve mücadelelerinin ihtiyaçları karşısında sınavdan geçirilmesini olanaklı kılar, dolayısıyla halkın ve mücadelesinin yararına, öyleyse devrimin yararına birliklerin oluşmasını garanti eder.

Ancak, halkı ve taleplerini esas alıp siyasal güçlerin de halk ve talepleri karşısında saflaşmasını olanaklı kılma tutumu yerine, siyasal güçlerin, politika ve tutumlarının değişmezliğini de öngörerek, siyasal güçlere kendilerinin ya da muhataplarının astıkları yaftaları, “hangi güçlerle seçim ittifakı yapmalı” sorusunun kararlaştırıcısı saymayı geçirme tutumunun yaygınlığı biliniyor. Oysa kuşkusuz ki, güçbirliği ya da seçim ittifakları, halkın talepleri karşısındaki tutumları esas alınmadan, “şu şu partilerle birlik olunmalı” yaklaşımıyla kararlaştırılamaz. Ve yine, siyasal güçlerin kendileri hakkındaki iddiaları ve kendilerini tanımlayışları ya da “biz” veya başka muhataplarının onlar hakkındaki iddiaları ve yaptıkları tanımlamalar, bu güçlerle birleşme ya da birleşmeme tutumunun dayanağı olamaz. Demokratik halkçı birliklerin ölçütü, siyasal güçlerin halka ve taleplerine karşı tutumu olabilir.

28 Mart’ta olan neydi?

28 Mart seçimlerinde, bazı çevreler bakımından konuşulduğunda, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde, halkın talepleri karşısındaki tutumlarına bakmadan, bu tutumların sınavdan geçirilmesine dayanmadan ve halkçı bir platformun kayıt altına alınması önemsenmeden CHP ile ittifak arayışına girildi ve birçok yerde CHP desteklenebildi.

Baştan belirtmek gerekir ki, bilinçli işçi, herhangi “isimler” karşısında saplantılara sahip değildir. “Hiçbir koşulda CHP adı kullanılamaz”, “CHP ile ittifak yapılmaz” takıntısıyla hareket etmez.

Örnek vermek gerekirse; İzmir Aliağa’da Petkim işçileri ve talepleri üzerinde yükselen bir yerel platform kurulmuş, bu platformda bir dizi sendika ve kitle örgütünün yanı sıra, CHP de içinde olmak üzere çeşitli siyasi partiler de yer almıştır. Platform; sınıfın partisinin de katkısıyla, özelleştirme karşıtlığı başta olmak üzere işçilerin belli başlı taleplerinin yanı sıra IMF politikalarına karşı çıkıp rant mekanizmasına karşı halkçı belediyeciliği benimsemiş, halkın komiteler ve meclisler olarak örgütlenerek inisiyatif alması ve siyasete müdahale etmesini teşvik eden tutum almış ve azımsanmayacak işçi ve emekçiyi etrafında birleştirerek seçimlere katılacağını açıklamıştır. Sınıfın partisinin tutumu, işçi ve emekçilerin yerel inisiyatifini teşvik etmek ve iradelerini ortaya koyarak siyaset yapmada ilerlemeleri için, bir parti adayını dayatmak ya da çeşitli parti merkezlerinden aday atanmasının benimsenmesi yerine, kendi adayını ve seçime katılış biçimini platformun belirlemesini savunmak olmuştur. Bunlar doğrudur. Platformun kararı, belediye başkan ve encümen adaylarının platform tarafından belirlenmesi ve CHP listesinden seçime katılma yönünde olmuştur. Sonrası, CHP başta olmak üzere siyasi partiler ve sendikalar içindeki uzantılarının işe el atması ve kendi tutumlarını dayatması –örneğin, CHP, platformun adaylıklara ilişkin kararını kabul etmeyerek, merkezden atadığı kendi başkan adayını dayatmış– ve işçilerin birliğini bozmaları biçiminde gelişmiş; sınıfın partisi ise, işçilerin, siyasete kendi iradeleri ve bağımsız politikalarını izleyerek ağırlık koymalarını sağlamada yetersiz kalmıştır. Ancak CHP CHP’liğini yapmış, o durumda, Aliağa “ittifakı”nın ve seçime “CHP” adıyla girilmesinin, bugünkü somut gerici merkezi politikalarıyla CHP’nin seçime girmesi olmadığını görerek müdahale etmiş; işçi sınıfı, halk ve talepleri karşısındaki gerici pozisyonu savunarak korumaya yönelmiş, CHP’nin Aliağa’da –kuşkusuz bir ölçüde, ancak yeterli sayılabilecek ve katlanılabilecek kadar– “CHP olmaktan çıkarılması”nı önlemiştir. Yoksa, gerçekten, Aliağa’da, geriye, başlıca ismi ve politikalarının bir dizi kalıntısı kalmak üzere, CHP, CHP olmaktan çıkmaktaydı. Özelleştirme karşıtlığı kabul edilmiş, IMF karşıtı tutum alınmış, işçi ve halk meclisleri üzerinden yürünmesi kararlaştırılmış bir platformun CHP platformuyla ilgisi olmadığı/kalmadığı tartışmasızdır. Böyle bir “CHP destekçiliği”nin CHP destekçiliği olmayacağı, böyle bir platform ve politikalarla yürütülecek bir seçim çalışmasının CHP çalışması olmayacağı, tersine, bu içeriğiyle bir seçim ittifakının, işçi ve emekçilerin birliği, örgütlenmesi ve mücadelesinin gelişmesine hizmet edeceği açıktır. Ancak böylesi bir “birlik” gerçekleşememiş, sonuçta seçime de ayrı girilmiştir.

CHP, güçbirliği oluşumu sürecinin hiçbir aşamasında halka, taleplerine ve birlik ihtiyacına olumlu yaklaşmamış; halkı, taleplerini ve birleşme ve mücadelelerinin önünün açılması ihtiyacını dışlayarak, sahip olduğu yaklaşım ve politikalarıyla kendisini dayatmaya yönelmiştir. Güçbirliği karşısında seçtiği tutum, onu, başlıca Kürt düşmanı propaganda üzerinden tecrit etmeye çalışmak olmuştur. Halkın geri kalan talep ve ihtiyaçları karşısındaki tutumu ise, IMF’ci neoliberal politikalarda ısrar, rantçılığı benimseme ve halkın politikaya katılımının önünü kesme vb. içerikli olarak şekillenmiş ve tümü bir arada, halkçı bir birlikten yana bir tutum olmamıştır.

Tüm bunların anlamı, CHP’den beklenticiliğin temelsiz hale gelmesidir. Seçim ittifakları ve güçbirliği karşısında aldığı tutum ve temeli olarak CHP’nin bugün sahip olduğu ve sarıldığı emek ve halk karşıtı politika ve yaklaşımlar; –Aliağa türü “aşağıdan” zorlamalar ve bunların başarı şansı bir yana– CHP ile koşulsuz ittifak arayışının, ancak halkı ve kendini inkar temelinde, teslimiyet ve “kuyrukçuluk” olarak gerçekleşebilir olduğunu gösterir. Bu temelde bir CHP destekçiliğinin savunulacak hiçbir yanı olamaz, yoktur.

Diğer bir örnek olarak, devrimci işçi partisinin, halkçı bir mücadele platformu üzerinden gelişen ve CHP’nin de içinde yer aldığı Çorum yerel platformu deneyi öğreticidir. Üzerinde anlaşılıp imzalanan mücadele platformun açıklanmaması, CHP tarafından koşul olarak ileri sürülmüştür. Bu kuşkusuz, devrimci işçi partisi de içinde olmak üzere, bir dizi ilerici güce yönelik “birlik” avuntusunun amaçlandığını, ama halka, çıkar ve taleplerine dayanmanın ve savunmanın amaç ve iş edinilmediğini, kendi listesinden girilecek seçimde CHP’nin kendi bildiğini yapacağını ve bilinen gerici halka karşı politikalarını uygulayacağını ve başkalarını da buna alet etmek istediğini göstermiş ve bir seçim ittifakını olanaksız kılmıştır.

Geliştirilen tutumlar göstermiştir ki, bu seçim sürecinde izlediği somut politikalarıyla somut olarak CHP, 28 Mart seçimlerinin birleşilebilecek bir gücü olmamıştır. Bu, kuşkusuz CHP’li olan hiç kimseyle hiçbir ilişki kurulamayacağı ve birlikte hiçbir iş yapılamayacağı anlamına gelmemiştir. Böyle bir “takıntı”, CHP’nin, –bir seçim ittifakını da olanaksız kılmak üzere en küçük bir “taviz” vermeye yanaşmadığı– merkezi yapısında ifadesini bulan gerici politikaları ve iğdiş edici örgütüyle karşıya alınması yerine, tabanındaki işçi ve emekçilerin dışlanması ve –bir ilişki biçimiyle sınırlı olsa bile– onlarla birleşmekten kaçınılması demek olur ki, bu savunulamaz. Üstelik, Aliağa’da görüldüğü türden, işçi ve emekçilerin inisiyatif almasına ve sınıfın davasına hizmet edebilecek platformlara dayalı incelikli politika ve taktikler izlenmeden, işçi sınıfının eğitimin tamamlanabileceği ve partisinin çelikleşebileceği iddia edilemez. Kendi deneyleriyle dostunu düşmanını ayırt edecek, çeşitli güçlerin kendi politikalarıyla müdahale ederek yarattıkları karmaşıklığın içinde, kendi bağımsız sınıf ihtiyaçlarını bulup çıkarabilecek ve yolunu tutturabilecek bir sınıf ve partisine, güçlü bir devrimci işçi hareketine “dikenli yollarda” yürümeden ulaşılamaz. Saksıda hasat yapılmaz.

Ancak örneğin ÖDP tarafından –netliği ve yaygınlığıyla iki ayrı güçbirliği yapma tutumuna vararak– geliştirilen CHP ile koşulsuz ve bir halkçı platforma dayanmayan ittifak arama ve onu destekleme çizgisinin verilen örneği andıran bir yanı yoktur. Kuşkusuz yerellerde ancak, tamamen gerici merkezi politikaları ve örgütü ile CHP’nin destekçiliği yapılmıştır. Bunun halkın birleştirilmesi vb. gerekçelerle ve devrimin hazırlığı adına savunulması olanaksızdır.

Oysa halkçı bir platformda birlik eğilimi göstermeyip, halkı ve talepleriyle, bu taleplerin savunulmasının ihtiyacı olan birliği dışladığı somut durumda, gerekli olan, CHP destekçiliği değil, CHP’nin etkisizleştirilmesi ve halkın gündeminden çıkarılması çizgisinin izlenmesidir. Çünkü; politikaları ve programıyla, seçimlerdeki tutumuyla; emekçilerin, kendi talepleri etrafında birleşmesi ve mücadelelerinin ilerlemesine değil, emperyalizm ve gericiliğin etkisi altında tutulmasına hizmet etmektedir. Mevcut kapitalist sistem ve uluslararası sermayenin neoliberal küreselleşmeci politikalarla yürüttüğü emek düşmanı saldırganlığa, Türkiye ve halklarını kıskacına alan ve pekiştirilen emperyalist kölelik zincirlerine ve BOP vb. üzerinden sürüklenmek istendiği halkların kırımı ve emperyalist paylaşıma ses çıkarmak ve emeğin haklarını, barışı, demokrasiyi bağımsızlığı savunmak bir yana, tam tersi politikaları benimsemiştir ve bunlarda ısrar etmektedir. Sosyal demokrat bir parti olarak solculuk ilanı ve politikalarını sol adına ileri sürmesi, ne politikalarının içeriğini kabul edilebilir kılmakta ne de desteklenmesini haklı çıkarmaktadır. Sorun, halkın çıkar ve talepleriyle birleşme ve mücadelelerinin gelişme ihtiyacından koparılmış ve baş aşağı edilmiş bir ele alışla – ÖDP’nin yaptığı gibi– “solcularla sosyal demokratların birliği”ne indirgendiği ve böyle savunulduğunda ise, durumun vahameti artmaktadır.

İşçi sınıfı ve emekçilerin, halkın çıkar ve taleplerini hareket noktası olarak almak ve kurtuluşlarını –ve kurtuluş mücadelesinin yan ürünü reformlar olarak yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini– öngörmek yerine, bütün bunlardan koparılan ne idüğü belirsiz bir “sol” övgücülüğü ve “sol birlikçi” yaklaşımla olumlanan sosyal demokrasi ise, tam tersine, soruna emeğin ve halkın çıkarları açısından yaklaşıldığında, tamamen olumsuz bir işleve sahiptir. Halkın taleplerini ve bu taleplerin savunulmasını güçbirlikleri ya da seçim ittifaklarının birlik temeli edinmeyen “sol birlikçilik” ne denli yanlış bir yaklaşımsa, sözde solcu yaklaşımla, ve halkın talepleri karşısındaki tutumundan bağımsız olarak, bizatihi sosyal demokrasiyi birleşilebilecek bir akım ve güç saymak o denli yanlıştır.

 

Sosyal demokrasi nedir?

Tarihsel şekillenişi içinde sosyal demokrasi, sermaye ile emek ve burjuvazi ile işçi sınıfı (kapitalist tekel ve emperyalizm olgusu karşısında, buraya, genel olarak emekçiler dahil edilebilir) arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın örtülmesi ve uzlaşmaz çıkarların uzlaştırılması girişimi ve Marksizm ve işçi hareketi içinde bir sapma olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bunun tek anlamı; emeğin, işçi sınıfı ve emekçilerin, kendi çıkar ve taleplerinin savunucusu ve sahiplenicisi olmak yerine, bunları, sermayenin, burjuvazinin çıkar ve talepleriyle birleştirmeye, dolayısıyla kendi çıkar ve taleplerinden vazgeçerek burjuvazinin yedeği haline gelmeye itilmesidir. Sermaye ve gericilik karşısında (buradan gelerek, emperyalizm karşısında) işçi ve emekçilerin, halkın haklarını ve taleplerini savunmaktan caydırılmaya, sermaye ile uzlaşmaya ve mücadelesinin yatıştırılmaya çalışılması– sosyal demokrasinin işlevi budur.

Emekçi kitlelerin yatıştırılması ya da mücadelelerinin dağıtılıp önlenmesinin bir temel yolu, zorbalıktır, siyasal zordur. İkincisiyse, tavizler politikasıdır. Sosyal demokrasi, bu ikincisi, yani tavizler politikası üzerine kurulmuş, tavizlerle durumlarında sağlanan iyileştirmelere dayanarak işçi ve emekçilerin kapitalizme bağlanmasının aracısı olmuş, varlığını bu politikada bulmuş, yükselişini buradan sağlamıştır. (Düşüşleri de, bu politika ve dayanağı olan tavizlerdeki gerilemelere bağlı olarak gerçekleşmiştir.)

Tavizi veren sermayedir, burjuvazidir; sosyal demokrasi, bu nedenle, esas olarak, sömürgelerden sağlanan ek kârlardan işçi ve emekçilere kırıntı olarak dağıtılan paylarla, bu dağıtımın olanaklı olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkmış ve belli bir gelişme gösterebilmiştir. Üstelik, sermaye gönül hoşluğuyla ek kârlarından bile pay dağıtmaya yanaşmaz, yanaşmamış; ancak çaresiz kalıp buna zorlandığında, tavizler vermeye ve bunu politika düzeyine yükselterek tavizler politikası izlemeye yönelmiştir.

İlk ortaya çıkışı, Birinci Paylaşım Savaşı’na gelen günlerde, burjuvazi için bir tehdit olacak kadar güçlenen uluslararası işçi hareketi ve onun üzerine oturan güçlü II. Enternasyonal partilerinin bozuşmaları üzerinden gerçekleşmiş; Ekim Devrimi ile birlikte kapitalist sisteme yönelik tehdidin artması ile, burjuvazi açısından, tavizler ve tavizler siyaseti ihtiyacı büyümüş, bunlar, gereksiz bir “masraf kapısı” olmaktan çıkarak, sistemlerinin bekası için zorunlu hale gelmiştir. 1929 Büyük buhranının yıkıcı etkilerinin işçi ve emekçileri sosyalizme yöneltme ihtimali, yine bu zorunluluğu büyüten bir etken olmuş; II. Paylaşım Savaşı sonrası uluslararası işçi-emekçi hareketinin ve sosyalist sistemin sağladığı ilerleme ve kazanımlar (ve kuşkusuz kapitalist sistem açısından oluşturdukları tehlikenin giderek varlık-yokluk sorunu haline gelerek büyümesi) ise, tavizler ve tavizler politikasının önemini artırdığı gibi, onun yeni ve “ileri” bir düzeye yükseltilmesine neden olmuştur: Burjuvazi, kapitalizmin “sosyalizasyonu”na yönelmiş, “sosyal devlet” uygulamasına geçmiştir.

Bütün bu kapitalizme yöneltilmiş tehditlerin zorunlu kıldığı tavizler ve onların üzerinden yürütülen tavizler politikası; işte bu, sosyal demokrasinin, onu karakterize eden sınıf uzlaşmacılığı ve sınıf işbirliği fikri ve pratiğinin, sonuç olarak sınıf mücadelesinin yatıştırılmasının sağlanmasının başlıca dayanağı olmuştur.

Peki şimdi, günümüzde durum nedir? Sovyetler Birliği’nin çöküşü, uluslararası işçi ve emek hareketinin (ulusal hareketlerin düşüşünü de koşullayan) uğradığı yenilgi ve –nedenleri bir yana– büründüğü durgunluğa bağlı olarak, kapitalizmin yüz yüze olduğu tehditten geçici de olsa kurtulması; tekelci burjuvaziyi pervasızlaştırdığı gibi, tavizler ve tavizler siyasetini gereksiz “masraf kapısı”na dönüştürmüş, uluslararası burjuvazi, hızla, verdiği tüm tavizleri geri almaya, “sosyal devleti”ni berhava etmeye ve üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine karşın 1800’lerin kapitalizmini ihya etmeye girişmiştir. Haksız, tavizsiz, hukuksuz, “sosyal” kabuğundan çıkmış, çıplak ve dizginsiz sömürü ve talan, bugünkü kapitalizmin başlıca görünümüdür. Burada, artık sosyal demokrasiye pek bir yer kalmamaktadır. Emekle sermaye arasındaki bugünkü uluslararası sınıf ilişki ve güç dengesi koşullarında, ne burjuvazi ve kapitalist sistem, tavizlere dayalı sınıf işbirliği politikası olarak sosyal demokrasiye eğilim göstermekte ne de sosyal demokrasinin dayanak edineceği tavizlere ihtiyaç duymaktadır. Tersine, burjuvazi taviz tanımaz bir küresel saldırganlığı sürdürmektedir.

Bunun anlamı, burjuvazinin neoliberal politikalarla kurmaya yöneldiği “yeni dünya düzeni” ya da küreselleşmeciliğin geçerliliği koşullarında, günümüzde, sermayenin sosyal demokrat akıma olan ihtiyacının ortadan kalkmakta olmasıdır. Artık sosyal demokrasi, önceki gibi, tavizlerle beslenen aldatıcılığını sürdürebilme olanağına esasta sahip olamamakta; geriye, temelsiz “saf” aldatıcılık kalmaktadır. Ancak “karşılıksız ayı bile oynamaz”. Bundan böyle sosyal demokrat palavralara kanacak “saflar” bulmak kolay olmayacaktır. Öyleyse, bilinen işleviyle, yani, sosyal demokrasi olarak sosyal demokrasiden artık burjuvazinin ciddi bir eğilimi olarak söz edilemez. Bu, kalıntılarının bir süre etkili olmayacağı ya da gelecekte işçi hareketi ve sosyalizmin yeni atılımları karşısında burjuvazinin yeniden ihtiyaç duyacağı bir akım haline gelemeyeceği anlamına gelmez, ancak bugün bilinen tarihsel işlevine sahip olamadığı da anlaşılmalıdır.

Eski sosyal demokrasi üzerine kurulan/kurulabilecek hayallerin, kabullenilmese de, anlaşılır bir yanı olabilirdi. Artık bu türden hayaller anlaşılır olmaktan da çıkmaktadır. Sosyal demokrasinin işçi ve emekçilerin davası açısından tamamen zararlı, yatıştırıcı ve dağıtıcı bir akım olduğu kesindir. Ama artık nesnel karşılığı olan yatıştırıcılık bile yapamayacak, emekçilere sunulacak tavizler olarak, çalışma ve yaşam koşullarındaki belirli iyileştirmelerin bile savunucusu ve uygulayıcısı olamayan, sosyal demokrasi bile olamayan bir “sosyal demokrasi”dir, karşımızdaki. Hele Türkiye’de öteden beri, tavizler politikasının güçlü dayanakları olmamış, ve sosyal demokrasi adına, daha çok siyasal içerikli aldatıcılık ve bunu mümkün kılacak küçük “demokratikleştirmeler” türünden tavizlerin çekiştiriciliği yapılmış, Kemalizm kalıntısı ulusalcılıkla idare edilmiştir. Gelinen noktada ise, MGK savunuculuğundan Kürt düşmanı Irak ve Rum düşmanı Kıbrıs politikalarına kadar durumu “içler acısı” olduğu gibi; IMF ve DB politikalarıyla toplam kalitenin, üretim ve çalışmanın esnekleştirilmesinin, özelleştirme vb.’nin savunucusu durumundadır. Sosyal demokrasinin birleşilebilecek yanı yokken, CHP şahsında bugünkü ucube sosyal demokrasinin birleşilebilecek en küçük bir yanını bulmak olanaksızdır. “Demokratikleşme” içerikli tavizlerle, siyasal beklenti yaratmak üzere, ezilenlerin özlemlerinin tacirliğini yapmak bile; tamamen mecalsizleşmiş, statükoculuğa ve her alanda milliyetçi gericiliği savunmaya gerilemiş CHP sosyal demokrasisinin işi/işlevi olmaktan çıkmaktadır. Sosyal demokrasinin yapabileceği, nesnel olarak mümkün yalnızca siyasal istismar, özlem sömürücülüğü kalmıştır, ancak bunu bile, örneğin, AB normlarına uyum sağlama ve kendini beğendirme peşindeki AKP’ye kaptırma eğilimindedir. Üstelik siyasal aldatıcılık, özlem sömürüsü ya da basbayağı aldatmanın yatıştırıcı etkisi, büyük ve uzun süreli olmaz, cehaleti bile sürükleme yeteneği sınırlıdır.

Bu gerçeğe rağmen, sosyal demokrasi üzerinden CHP beklenticiliği, onunla koşulsuz ve halkçı bir platformdan yoksun ittifak arayışı ve destekçiliğinin körlüğü bir yana, kesinlikle devrimci amaçlara sahip olmadığı, devrimin hazırlığı açısından hiçbir değer taşımadığı ve destekçilerini sadece, gerici politikalar arasında tercih yapan sistem içi politikaların sahibi yaptığı açık olmalıdır. Ve, kuşkusuz sistem içi tercihlere ve oy hesaplarına kurban edilen –işçi ve emekçilerin birleşmesi ve mücadelelerinin önünün açılması gibi– devrimci amaçlardan yoksunluk anlamına geldiği gibi, bu tutum, başka vahim sapkınlıkların yanı sıra “oy”la sınırlı hesapların, parlamentarizmin işaretidir.

 

SHP VE İTTİFAK

Peki, “savaş hileleri” ya da ancak CHP olmaktan çıkararak “CHP ile ittifak” türünden olanlar bir yana –ki, bu da gerçekleşmedi–, belirli gerici politikalara sahip belirli bir parti olarak CHP ile ittifak olamadı da, SHP ile nasıl olabildi? SHP de, aynı ya da benzer politikalara sahip bir parti değil mi? O da sosyal demokrat bir çizgi ve programı olan sosyal demokrat bir parti değil mi? Nasıl oluyor da, böyle bir partiyle ittifak yapılabiliyor?

SHP’nin özellikle Kürt tabanında belirli bir itici etkide bulunduğu, eskiyi hatırlatan “devrimci kaşımalar”ın bu etkiyi artırdığı bir gerçektir. Politika ve uygulamalarıyla SHP’nin temiz bir geçmişe ve sicile sahip olmadığı, CHP’den az-çok farklılıkları olsa da, sosyal demokrat bir parti olduğu açıktır. Çeşitli olumsuzlukları sayılabilir: AB’cidir, özelleştirmecidir, toplam kalitecidir, Amerikan emperyalizmi karşısında tutum almamaktadır vb. vb.. Peki güçbirliği nasıl yapılabildi? Yoksa bu güçbirliği hatalı ve halka karşı mıydı?

Bütün sayılabilecek olumsuzluklarına karşın, SHP’nin de dahil olması, güçbirliğini ne hatalı ne de halka karşı kıldı. Neden?

Öncelikle söylenmelidir ki, bilinçli işçi ne geçmişe takılıp kalan ne de duygularıyla hareket edendir. Devrimci politika bu türden kaygılarla yapılmaz. Geçmiş bugünü ilgilendirdiği, bugüne sarktığı ölçüde önemlidir. Yoksa geçmişiyle bugünü farklı bir dizi güç bir çırpıda sayılabilir.

Özetle, seçimlere ve seçim ittifaklarına ilişkin aldığı tutum ve devrimci işçi partisinin platformu karşısında aldığı pozisyon, 28 Mart Seçimleri’nde SHP ile güçbirliğini ve bir seçim ittifakını olanaklı kılmıştır. SHP ile “güçbirliği” 3 Kasım’da mümkün olmamış, tersine DEHAP’ı SHP ile mi yoksa EMEP ile mi birleşeceğini tercih etmeye zorlayan bir hesaplaşmanın konusu olurken, 28 Mart’ta gerçekleşebilmiştir. Belki önümüzdeki seçimlerde de gerçekleşemeyecek ya da yine mümkün olabilecektir. Anlaşılması gerekir ki, SHP ile birlik, somut koşullarda alınan seçim ve ittifaklar karşısındaki tutumlara bağlı olarak olabilir ya da olmayabilir. Genel geçer reçetesi yoktur. Seçim ittifaklarına dair “şu partiyle ittifak olur, bu partiyle olmaz” türünden, örneğin “sosyal demokrat partilerle ittifak olur” ya da “olmaz” gibi genel geçerliliğe sahip “ilkeler” ileri sürülemez; Marksizmin bu türden değişmez ilkeleri olduğu ve şu somut sendikal mücadele (ya da sendika seçimlerinde), bu somut 1 Mayıs gösterisinde, örneğin Bush’un gelişine ve NATO’ya karşı kampanyada olduğu gibi, belirli bir somut seçimde de, bu “ilkeler” çerçevesinde ancak “şu güçlerle birlik olunabileceği, ama bu güçlerle birlik olunamayacağı” iddiasında bulunulamaz. Bu, siyasal güçlerin, sınıf mücadelesi karşısındaki somut tutum ve pozisyon alışlarıyla değil, ama idealistçe, kurgulandığı gibi, kendisi hakkında kendi yaptığı ya da masa başında ona yakıştırılan tanımlamalar üzerinden, pratikle bağlantısız düşünsel süreçlerle sınırlı olarak değerlendirildiği anlamına gelir. Sınıf mücadelesi ve tutumlar tamamen somut olduğu ve somutluğu içinde şekillendiği için, bu tür değerlendirmeler belki bazen somuta denk düşüp tutabilir, ama genellikle de tutmaz. İlişkilenmenin, şu ve şu somut partilerin şu somut durumdaki ilişkilerinin anlaşılıp kavranması kadar şekillenmesinin koşulları da somut pratik tarafından belirlenir ve belirli pratik zemine sahip olur. Marksist’e düşen, buna uygun davranmak, ilişkilerini nesnel dayanakları ve somut koşulları çerçevesinde kurup geliştirmek, birleşebileceği güçleri idealistçe ve “yazı-tura atma” yöntemiyle değil, nesneli yansıtacak doğru yöntemle saptamaktır.

Bunun tek yolu vardır: Yine masa başında belirlenmemiş ama –sınıfın genel çıkarlarına uygun olacağı kadar dönemsel ihtiyaçlarını da karşılamak üzere– işçi ve emekçilerin, halkın acil mücadele talepleri üzerinde yükselen ve bu talepler toplamının savunulmasına dayanan gerçekçi ve somut bir mücadele (seçim vb.) platformu ortaya koymak ve bu platform etrafında birleşme çağrısı yapmak, belirli birliklerin bu temelde gerçekleşmesinin mücadelesini vermek, idealist tutumları geçersizleştirerek, birlik koşullarını buradan oluşturmak. Örneğin 28 Mart Seçimleri’nde bir kez daha görüldüğü gibi, bunun karşısında ve yanında ikinci bir yaklaşım, birlik sorunu ve birliklerin ikinci bir ele alınışı daha vardır. Kimisi “sosyal demokrat partilerle birleşilemez, bu oportünizmdir, reformizmdir” vb. tutumunu almış, kimi CHP ile de birleşmeye yönelmiş, kimileriyse sosyalistlerle sosyal demokratları birleştirecek “sol birlik” peşine düşmüştür. Tümünü karakterize eden, işçi ve emekçileri, halkı ve taleplerini hesaba katmayışları, ondan kopuklukları, –hangileriyle birleşilebileceğini kararlaştıracak– somut değerlendirilmesini de kapsamak üzere, siyasal güçlerin, halk, mücadele talepleri ve ihtiyaçları karşısında sınavdan geçmesini öngörmeyişleri ve birliklerin buradan şekillenmesinin koşullarını uygunlaştırma çabasından yoksun oluşlarıdır. Bu olmayınca ve halktan, talep ve mücadelelerinden kopukluk temel edinilince, geriye takıntılar, her siyasal gücün kendine özgü takıntıları kalmakta, birlik ya da birliksizlik buradan kararlaştırılmaktadır. Bu nesnellikten uzak ve “halksız” temelde birlikler ve seçim ittifaklarının tümden reddi de türemektedir, “sol birlikçilik” ya da solcularla sosyal demokratların birliği fikri ve pratiği de. Aynı temelden sağa da sola da, kuyrukçuluğa da kendini gönüllü tecride de (hatta anarşizme) yayvanlaşan sapkınlığın başlıca kayma noktası ya da belirleyeni, işçi ve emekçilerin taleplerinden hareket etmeyiş ve –kopukluğu teori düzeyine yükseltme çabasıyla kalıcılaştırmayı da içeren– halkın birleştirilmesi, mücadelesinin ve örgütlenmesinin önünün açılması kaygı ve yaklaşımından uzaklıktır. Ama bu, devrimci amaçlardan uzaklık, devrimin hazırlığını iş edinmeme demektir. Taleplerinden hareketle halkın birleştirilmesi ve mücadele ve örgütlenmesinin geliştirilmesi ve her şeyin, seçim birliklerinin de bunun hizmetine bağlanması tutumu benimsenmediğinde, “en keskin” gerekçelerle ittifaka gerek duymayan solcu da, en sığ kaygı ve yaklaşımlarla CHP (ya da SHP) kuyrukçuluğuna savrulan solcu da, sistem içine sıkışıp kalmakta, ne söylerle söylesin sistem içi ve “oy” saymadan bahsettiği ölçüde de parlamentarist zeminde bulunmaktadır.

SHP ile güçbirliği ise, bu zeminde, SHP’nin, seçim platformuyla birlikte devrimci işçi partisi karşısında görmezden gelmeyen ve inkarcı olmayan tutum ve pozisyon alışına bağlı olarak gerçekleşebilmiştir. Bazı yerellerde CHP de bundan kaçamamış, onun yerel örgütlerinin de içinde yer aldığı, devrimci işçi partisinin platformuna uygun yerel platformlar oluşmuş, ancak inkarcı ve halk karşıtı merkezi müdahaleleriyle CHP bu platformlardan çekilmiş ya da devrimci işçi partisinin çekilmesini dayatmış, sonuçta onunla birlik gerçekleşmemiştir.

Burada önemli olan sorun, güçbirliği gibi geçici birlikleri, halkın birleştirilmesine hizmet edip etmemesine göre ve sınıflar arasındaki ilişkiler temelinde ele almak, geçici birlikleri her şey ya da “ilke sorunu” olarak görmemek, ama sınıf ittifaklarını esas almaktır. DEHAP söz konusu olduğunda, işçi sınıfı ile Kürt halkının ittifakını, yakınlaşmasını ve birliğini, kardeşleşmesini esas alan perspektifi kaybetmemek önemli olduğu gibi, SHP söz konusu olduğunda, onun bir burjuva partisi olduğunu ve işçi sınıfıyla burjuvazi arasında bir hegemonya sorunu bulunduğunu bilmek de önemlidir.

Kuşkusuz işçi sınıfının Kürt halkıyla ittifakının geliştirilmesi ve buna uygun davranmak, nasıl her koşulda ya da koşulsuz olarak bir Kürt partisiyle birliği zorunlu kılmazsa, aynı şekilde, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki hegemonya mücadelesi, her koşulda ya da aldığı tutumlar ve pozisyondan bağımsız olarak her burjuva partisinin dışlanmasını da gerektirmez.

Önemli ve temel olan, belirli siyasal güçlerin, işçi sınıfı ve halkın ve mücadelelerinin çıkarlarına uygun ve öyleyse talepleri üzerinden şekillenen bir mücadele platformunda anlaşıp birleşebilmeleridir. SHP’nin somut durumu ve beklentilerinin onu yönelttiği, DEHAP’la birlik arayışıyla güçlendirilmiş ve bu süreçte geliştirdiği/geliştirmek durumunda kaldığı, görmezden gelme ya da inkarcılık yerine –ve DEHAP’ın yanı sıra– devrimci işçi partisiyle de birleşme arayan, onu, karşılıklı tavizlerle, kabul edilebilir belirli bir seçim platformunu benimseme eğilimine sokan tutumlar, buradan geliştirdiği pozisyonu, güçbirliğinin sağlanmasını mümkün kılmıştır.

SHP, belli başlı yaklaşımlarını korumakla birlikte, -nedenleri, gelecekte ne hal alacağı ve tutarlılığı bir yana- politikalarında belirli değişikliklere ya da esnekliğe de yönelmiştir.

SHP, onunla belirli bir seçim platformunda güçbirliğini olanaklı kılmak üzere, en başta, Karayalçın ve SHP’ye yöneltilen temel suçlama olan ve onları, asıl güç olarak birleşmeye yöneldikleri DEHAP ve Kürt tabanından yalıtmayı hedefleyen Kürt düşmanlığı politikasında bir yumuşamaya yönelmiştir. “Bölücü odak” suçlaması ve kapatılması talebiyle mahkemede olan DEHAP’la işbirliğine yönelmesinin kendisi bile, değişme belirtisidir.

SHP ile güçbirliği, koşullarının buradan şekillenmeye başlamasıyla gündeme girdi. Görüşmeler, halkın etrafında birleşmeye çağrılmasına ve mücadelelerinin önünün açılmasına elverir belirli bir platformun üzerinde anlaşılması ve imza altına alınmasıyla sonuçlandı. Uygulamada ortaya çıkan sorunlar bir yana, 3 Kasım Seçim Bildirgesi ile kıyaslandığında, programatik niteliği, düzeyi ve uygulanmasına ışık tutacak kavrayış birliği bakımından sorunlu ve oldukça geri bir platform üzerinde anlaşma sağlanabildi, ama sağlandı. Temel yaklaşım ve politikalarda birbirinden ayrılan iki karşıt sınıfın (burjuvazi ve işçi sınıfının) partilerinin birlikte yer aldığı bir güçbirliğinin platformunun karşılıklı tavizler üzerinden yükselmemesini ve mükemmel olmasını beklemek, kuşkusuz hayalcilik olurdu.

Daha ileri ve iyisi kuşkusuz tercih edilirdi; ancak, söylendiği gibi, her şeye rağmen, devrimci amaçlarla çelişmeyen ve sınıfın ve halkın dönemsel ihtiyaçlarını asgari olarak karşılaması bakımından yeterli sayılabilecek bir Güçbirliği platformu oluşturulabildi. Rantçılık karşıtlığı ve halkçı belediyecilik, halkın söz ve karar sahibi kılınması ve denetimi, bunların halk meclisleri aracılığıyla, halkın dolaysız politik süreçlere katılması üzerinden gerçekleştirilmesi, IMF ve özelleştirme karşıtlığı, “kamu yönetimi reformu” karşıtlığı ve Kürt sorununu sahiplenme platformun başlıca dayanakları durumundaydı.

Bir kısmı sözde kalsa bile, diğer tüm sorunlarda olduğu gibi, Kamu yönetimi “reformu” sorununda sağlanan ilerleme önemsiz sayılacak türden değildir. SHP-DEHAP birliğinin gerekçelendirilmesinde desteklendiği açıklanan bu “reform”un, güçbirliği platformu kapsamında karşıya alınması ve örneğin Karayalçın başta olmak üzere SHP ileri gelenlerince pratikte de (TV programlarında vb.) “kamu çıkarını reddetmesi”, “özelleştirmeciliği” ve “taşeronlaşmacılığı” dolayısıyla suçlanması önemsiz değildir. Ne bu ne de başkaları yok sayılamaz.

Sonuçta her partinin kendi bağımsız çalışmasını kendisini sınırlamadan yürütmesinin önünde bir engel olmadığı gibi, birliğin sunacağı olanaklar gözetildiğinde, verilen tavizlerle sağlanan birlik zemininin de, katlanılamaz olduğu ve yeterli sayılamayacağı iddia edilemez. AB sorunu mu? Devrimci parti kendi yaklaşım ve politikalarını ortaya koyabileceği gibi; halkçılığın dayanak edinilmesi ve IMF ve özelleştirme vb. karşıtlığı üzerinden birlik platformunun neoliberal politikalar ve emperyalizm karşıtlığına bağlanması koşullarında, AB’ne özel ve somut olarak olumlu ya da olumsuz atıfta bulunulmaması katlanılamaz bir sorun oluşturmamaktadır. Platformun AB perspektifi ve övgüsü yoktur ve üstelik onun suçlanmasına götürecek dayanakları vardır.

Başka sorunlara ilişkin olarak yine aynı şey söylenebilir. Bu durumda güçbirliğinden kaçınmak, “üzüm yemek değil bağcıyı dövme”ye eşitlenecek bir kavrayışsızlık olurdu.

 

***

SHP ile yapılan güçbirliğinde önemli olan, sosyal demokrat bir parti ile bir burjuva partisi ile yan yana gelindiğinin bilincinde olmaktır. Güçbirliğinin nedeni ve amacının net olarak farkında olmaktır. Amaç nedir? İşçi ve emekçilerin halkın birleşme/birleştirilme olanaklarını çoğaltmak, örneğin güçbirliğine kadar esasta –devrimci işçi partisine ve çağrılarına– kapalı olan sosyal demokrat etki altındaki kitlelere seslenebilme olanağını kullanabilmek, bu etki altındaki emekçiler de içinde olmak üzere halkın kendi talepleri etrafında birleştirilmesini ve ayrı ayrı ve birleşik mücadelelerinin geliştirilmesini kolaylaştırmak. Seçimlerde bu amaç doğrultusunda ilerleme sağlandığını söyleyebiliriz.

Peki, bir burjuva partiyle güçbirliği biçiminde bir birlik yapıldığının bilincinde olmak ne demektir? Her şeyden önce, yapılanın bir parti içinde birleşmek ya da –son seçimlerde kimilerince yapılan koşulsuz CHP destekçiliğinde olduğu gibi– işçi sınıfının bağımsız politikasından vazgeçmekle ilgisiz olduğu açıktır. İçerik bir yana biçim olarak bile böyle olmamış; seçime, –özellikle DEHAP’tan bu yönlü bir baskı gelmesine karşın– tek bir parti listesiyle, SHP adıyla katılınmamıştır. İlke düzeyine yükseltilecek bir tutum olmamakla birlikte, bu gerçekleşmemiştir. Ve seçimden birkaç gün sonra, küçük kurultayını toplayan SHP tarafından altı çizilmiştir ki, güçbirliği bir geçici yol arkadaşlığıydı, öyle olmuştur. Bu, bundan sonra bir araya gelinemeyeceği anlamına gelmez. Ancak, “Avrupa Birliği, özelleştirme vb. karşıtlığında kararlı olan EMEP’le uzun süreli ve geleceği olan bir birlik ihtimali görünmemektedir” yolunda bir eleştiriyle birlikte, SHP, güçbirliğinin bir “seçim ittifakı” olduğunu ve ancak önümüzdeki seçim için tekrarlanabileceğini de açıklamıştır. Bir burjuva partiyle birliğin anlamı, en başta koşula bağlı ve “geçici yol arkadaşlığı” oluşudur.

İkincisi, bu, karşıt sınıfın partisiyle yapılan güçbirliğinin uyanıklığı zorunlu kılışıdır. İki farklı sınıf tavrı, iki farklı dünya görüşü ve temelden farklı yaklaşım ve politikaların geçerli olduğunu ve geçici ve koşula bağlı olarak yan yana gelindiğini bilmek, bağımsız işçi tavrı ve sınıf politikaları üzerinde hassasiyetle durulmasını ve kaçınılmazlıkla ortaya çıkacağı beklenmesi gereken politik ve pratik burjuva manevra ve dayatmalar vb. karşısında uyanık durulmasını gerektirecektir. Bu tür gelişmeler olmamış mıdır? Olmuştur. İşçi sınıfı militanları bu yönüyle de deneyden geçmiş, tecrübe biriktirmişlerdir.

Üçüncüsü, burjuva tutumlarla karşılaşmanın kaçınılmazlığı bilinciyle, türlü burjuva eğilim ve tutumları mücadele nesnesi olarak ele almak, burjuva partisiyle birliği mücadelesiz bir birlik olarak anlamamak gereklidir. (Bu, genel olarak birlikler açısından geçerlidir.) Burjuva partisiyle geçici birlikler olabilir, ancak bu; koşullu olduğu kadar, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki hegemonya mücadelesinin kaçınılmazlığının da belirtisi olarak, birlik bir kez yapıldı diye, söz konusu burjuva partisiyle her türlü tartışma ve mücadelenin tatil edilmesi, tabi olan tutumlar geliştirilmesi anlamına gelmez, her yönüyle, sınıfın en ileri mevzileri elde etmesi ve en ileri amaçlarına ulaşması mücadelesini gerekli kılar.

Dördüncüsü, böyle bir mücadele gerekliliği, bir didişme ve “sen-ben” ya da “koltuk kavgası” çekişmesi ve mücadelenin buna indirgenip bu alanlarda yoğunlaştırılması olamaz. Burjuva partisiyle birliğinin, aynı zamanda, bir tavizler “alış-verişi” olduğunun bilinmesi şarttır ve asıl politik alandaki tavizlerin önemli olduğunu bilmek önemlidir. Üstelik, bu mücadelenin, birliği yok edecek ve onu geçersizleştirecek bir katılık ve kavrayışsızlıkla sürdürülmemesi gerekecek, esnek tutumlar geliştirilmesi ve bunda ustalaşma önem kazanacaktır. Bilinmelidir ki, ya birlik doğru değildir, gerekli temelleri yoktur ve öyleyse zararlıdır, bu durumda yapılmamalıdır. Ya da koşulları oluşmuş ve yapılmışsa, burjuvazi karşısındaki uyanıklık ve mücadelenin, gerekli esneklikle ve sınıfın amaçlarına mümkün olabilecek en ilerisinden ulaşmayı gözetirken, somut durumda bunun koşulları arasına katılmış burjuva partisiyle birliği olanaksızlaştırmayacak içerik ve biçimlerle sürdürülmesine dikkat edilecektir. Bunu garanti edecek olan, mücadele adına kendini korumacılığı mutlaklaştırmak ve içe kapanmak, “kendi”ni işçi sınıfından koparılmış dar ve fraksiyonarist içeriğiyle tanımlamak değil, ama güçbirliğini gerekli kılan nedenleri unutmadan, mümkün olabilecek genişlikte işçileri hareketlendirip politikaya katmak, burjuva manevraları onun gücüyle göğüslemek ve esnek sınıf politikaları ve tutumlarını geliştirmektir.

Bunlar başarılabilmiş midir? Özellikle başlangıçta nedenleri ve kendisi üzerinden amaçlananlarla birlikte güçbirliğine ilişkin kavrayışsızlıklar ortaya çıkmış, ama süreç içinde önemli ölçüde giderilmiştir. Sayılanlar açısından az-çok başarılı bir çalışmanın yürütüldüğünü ve işçi sınıfı militanlarının olduğu kadar, az-çok sınıfın aydınlanmış ve aydınlanmakta olan kesimlerinin de, bir burjuva partisiyle güçbirliği deneyi üzerinden, burjuvaziyle ilişkilerin, burjuva eğilimler ve tutumların bilgisiyle donanmak ve sınıf tavrı ve politikalarının daha derinden bir kavrayışına ulaşmak üzere eğitimlerini ilerlettikleri söyleyebiliriz.

Sonuç olarak, Türkiye devrimci işçi hareketi tarihinde sosyal demokrat bir burjuva partisiyle ilk kez yapılan güçbirliği, halkın birleştirilmesi ve mücadelelerinin önünün açılması, devrimci işçi partisinin sınıf ve halk içindeki ilişkilerini ciddi ölçülerle geliştirip yeni örgütler kurarak taze güçlerle yenilenmesi ve yerelleşmesini ilerletmesi, incelikli yöntem ve sonuçlarını da kapsayarak eğitimini derinleştirmesi bakımından yararlı olmuştur. Özellikle başlangıçtaki kavrayış ve uygulama zaafları, sınıfın kurtuluşu davasında daha ileri sonuçlara ulaşılmasını kösteklese de, izlediği seçim taktiğiyle, devrimci işçi partisi; bugün, eskisinden daha ileri ve güçlenmiş bir parti durumundadır. Sınıfın ileri, uyanış halindeki kesimlerini de kapsamak üzere, eğitimini ilerleterek olgunlaşması, taze güçlerle yenilenmesi ve yerelleşmesini ilerletmesinin yanında, artık belediye başkanı, yardımcıları ve bir dizi encümen üyesi olan, kendi adına seçime girdiği yerlerde yüzde 3-4’lük oy tabanına sahip bir parti olarak, artık sınıf mücadelesine daha ileri bir noktadan katılma koşullarını geliştirmiş bir devrimci sınıf partisi konumundadır.


[1] Günümüz Türkiye’sinin koşullarını burada ayrıntılı olarak açıklamak gerekmiyor; yazıda gerektikçe değinilecektir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑