İşçi sınıfının devrimci partisi; görevlerimiz, sorumluluklarımız

Parti, işçi hareketiyle sosyalizmin bileşimidir diye de tarif edilir. Bu, bir yandan, parti, işçi sınıfının, hareketin öne çıkarıp geliştirdiği, ileri ve mücadeleci işçileri kapsamalı ve örgütlemeli anlamına gelirken, aynı zamanda, partinin, işçi sınıfı kitlesi ile sağlam ve güçlü bağlara sahip olması, tüm varlığı ile işçi sınıfına bağlı ve onun ayrılmaz bir parçası olması anlamına gelir. İşçi sınıfı partisi için, sınıfın mücadeleci ve ileri unsurlarını partide örgütleme ve işçi sınıfının ana gövdesiyle sıkı ve güçlü bağlara sahip olması gereği, her dönemin temel görevi ve sorumluluğudur. Ve işçi sınıfı ile parti arasındaki bu bağ ve ilişki sürekli geliştirilmek ve güçlendirilmek durumunda ve zorunluluğundadır. Bu olmaksızın, parti üstlendiği görev ve sorumlulukları yerine getiremez, işçi sınıfına her günkü mücadelede ve sosyalizm için mücadelesinde öncülük edemez.
Parti işçi sınıfı içinde yürüttüğü çalışmada, işçi hareketinde önemli yer tutan büyük fabrika ve işletmelerde yürüttüğü çalışmaya temel bir önem ve değer verir. Çünkü hareketin her döneminde büyük fabrikalar, işçilerinin mücadele tutumu, işçi kitlelerinin tutumu ve mücadeleye çekilmeleri açısından büyük önem taşır ve işçi kitlelerinin gözü ve kulağı da buralarda ortaya çıkacak ileri tutumda ve mücadelededir.
O zaman sınıfın partisinin, ülkenin sanayi merkezlerinde, büyük fabrika ve işletmelerde yürüttüğü çalışmayı sürekli olarak irdelemeli, gerek kadro görevlendirme gerekse de yürütülen çalışma ve çalışmanın ilerletilmesi ve geliştirilmesinin sorunlarına ilgi açısından gündemimizde tutmalı ve izlemeliyiz.
Sınıfın partisi, dünden bugüne, büyük fabrika ve işletmelerde parti çalışmasının yürütülmesine ve geliştirilmesine önem verdi ve parti kadrolarını buna uygun olarak mevzilendirmeye, parti yönetici organları da, buralardaki çalışmaya yakın olmaya çalıştı. Ancak, partinin büyük işletme ve fabrikalardaki çalışmasına ve hatta genel olarak fabrika çalışmasına baktığımızda, eleştiriye ve yenilenmeye muhtaç durumda olduğu görülecektir.

BÜYÜK FABRİKA VE İŞLETMELERDE ÇALIŞMANIN ÖNEMİ
Anlaşılır ve bilinir bir durumdur ki; işçi sınıfı içinde çalışma, özel olarak da büyük fabrikalar ve organize sanayi bölgelerinde yürütülen çalışma ve bu çalışmanın ilerlemesi ve gelişme kaydetmesi, bu fabrikalarda örgütler kurmak; sabırlı ve sebatkar bir çalışmayı gerektirir. Güçlü fabrika örgütleri kurmak zaman alabilecek, bazen partinin kendisine dair acemilikler ve tedbirsizliklerinden, bazen de parti dışından kaynaklanan nedenlerle, sorunlar ve gerilemeler, hatta tasfiyeler yaşanabilecektir. Ancak bunların hiçbirisi, bu fabrika ve işletmelerde yürütülen çalışmanın tavsamasını, ilgi ve yoğunlaşmada gevşeklikleri, hatta zaman zaman belli başlı fabrika ve işletmelerdeki çalışmanın tümüyle parti gündeminden çıkmasını ve çalışmada kendiliğinden ve kolaycı bir eğilim ve tutumun egemen olmasını açıklayabilecek nedenler değildir.
Büyük fabrika ve işletmelerdeki parti çalışması, işçi hareketinde bir canlanma ve yükselişin yaşandığı dönemlerde sürdürülen ve yaygınlaştırılan ajitasyon faaliyeti ile sınırlı olamaz.Toplu sözleşme, grev ya da sendika kongresi süreçlerinde canlanan ve nispeten genişleyen bir çalışmayla da fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç olunamaz. Sınıf partisinin çalışma yürüttüğü, yoğunlaştığı fabrika ve işyerleri, sadece parti üyelerinin olduğu ya da bazı parti militanlarının işe girdiği veya gireceği fabrikalar olamaz. Esasen, temel sanayi dallarıyla ilgili oluşu, hareket içindeki yeri, işçi sayısı vb. açıdan büyüklüğü ve taşıdığı önem üzerinden belirlenmiş fabrika ve işyerlerinde yoğunlaşılmalı, çalışma sürdürülmelidir. Bu yapıldığı ve gereğine uygun çalışma sürdürüldüğünde, bu fabrika ve işyerlerinde de, birçok işçi parti üyesi olacaktır. Bir dönem önce çalışma yürütme ve yoğunlaşmanın görev olarak belirlendiği büyük, ve büyük olduğu kadar, işçi hareketinde bir geçmişe sahip olan fabrikalardan şu veya bu nedenle uzaklaşıp, önemsiz değilse de, öncelikli olmayan, ama belirli bir parti çevresinin olduğu işyeri ve atölyelere yönelme ve buralarda çalışma yürütme kolaycılığı kabul edilemez olmalıdır.
Çoğunlukla yaşanan; fabrika ve işyerlerindeki çalışmanın dar ilişkiler çevresinde sürdürülüyor olması, görevli ve sorumlu kılınmış parti kadro ve üyelerinin, fabrikadaki parti üyeleri ve ilişkileri etrafında bir çalışma içinde olmalarıdır. Birçok durumda, fabrikadaki üyeler ve ilişkiler, fabrikanın bütününe, bütün işçi kitlesine açılmak ve geniş ve yaygın bir çalışma yürütmek için iyi bir başlangıç olması gerekirken; içinde ve etrafında dolanılıp durulan bir çevre olarak kalıyor. Diğer yandan, yine birçok durumda, fabrikadaki çalışmanın gelişmesi ve güçlenmesi, yalnızca oradaki parti çevresi ve üyelerinin yapabildikleri ve yürütebildikleri çalışmaya bağlı oluyor. Yani, çalışmanın gelişip güçlenmesi, çalışmanın ve örgütlenmenin sorumluluğu; çalışmada deney, tecrübe ve birikim düzeyi açısından daha yeni ve geliştirilme ihtiyacında olan üyelerin sırtına yıkılıyor.
Hareketin durgunluk ve geri çekilme dönemlerinde de parti çalışmasının, durgunluk ve geri çekilmenin dağılmaya ve umutsuzluğa yol açmasını önleme ve bir dönem sonraya hazırlanma içeriğiyle sürdürülmesi temel önemdedir. Ki; böylesi dönemlerde, ileri ve mücadeleci işçilerin ve işçi kitlesinin, partinin ve parti çalışmasının yardım ve desteğine daha çok ihtiyacı olacaktır.
Yani, hareketin her döneminde, içinde bulunulan sürecin özelliklerine uygun içerik ve biçimler altında, ama mutlaka sürekli ve sistemli bir parti çalışması. Gerek sınıfın partisinin, gerek üye ve kadrolarının deney, tecrübe ve birikimleri, gerekse de potansiyel olarak böyle bir çalışma olanaklı mıdır? Evet, hem de düne göre, artan ölçüde olanaklıdır.
Ancak, olanaklı olanın örgüt çalışmasında hayata geçirilebilmesi için, parti çalışmasının değerlendirilmesinden çıkarılan sonuçlara ve derslere, işçi hareketinden ve sınıftan öğrenilenlere uygun adımlar atmalı ve bunlar üzerinden ilerlenmelidir.
Öncelikle, şekli görevlendirmelerden kaçınmak ve en gelişkin ve yetenekli üye ve kadroları büyük fabrika ve işyerlerindeki çalışmada görevlendirmek ve sorumlu kılmak gereklidir. Görevli ve sorumlu kadrolar, tüm yaşam ve ilişkilerini bu fabrikadaki çalışmanın örgütlenip yürütülmesinin ihtiyaçlarına göre düzenlemeli, fabrika işçileri arasına girmeli ve onlar arasında yaşamalıdır. Bunun  için fabrika ve işyerlerinde varolan parti ilişkileri ve üyeleri, parti çalışmasında, başlangıç için bir olanak olmalıdır. Çalışmanın, belli aralıklarla toplantı ve görüşmeler yapma yoluyla sürdürülemeyeceği ya da böyle bir çalışmanın, çalışmayı geliştiren gerçek bir parti çalışması olamayacağı gün gibi ortadadır. Görevli kadrolar, gerçek anlamda işçilerin çalışma ve yaşam ortamlarında bulunmayı ve buralarda, işçiler arasında  yaşamayı becermelidir. Güçlü fabrika örgütlerine sahip olabilmenin yolu, parti kadrolarının kendilerini işçiler arasına atması ve günlük çalışmayı buralarda sürdürmesinden geçmektedir.

PROFESYONEL ÇALIŞMA
Fabrika çalışmasıyla yakından ve doğrudan bağlantılı bir sorun olarak, profesyonel çalışma ve profesyonelliğin kavranışı sorunları da ciddiyetle ele alınmalıdır. İşçi sınıfı partisi, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadelede sorumluluklarını yerine getirebilmek için, profesyonelce bir çalışma ve örgütlenme içinde olmak, giderek artan sayıda, nitelikli ve gelişkin profesyonel kadrolar edinmek durumundadır. Profesyonellik; partice görevlendirilen alanda (ki bu alan, fabrika ya da parti çalışmasının bir başka alanı veya birimi olabilir), çalışmayı, bu alan ya da birimdeki işçi ve emekçi kitleler ya da gençlik kitleleri arasına girip sorumlulukla yürütmek ve alandaki  işçi, emekçi ve gençleri örgütlemektir. Partinin belirlediği ve çalışmada profesyonel olarak görevlendirilen kadrolar, işçi sınıfa ve halka bağlı en ileri, en gelişkin ve yetenekli, en fedakar parti üyeleri olmalıdır. Bir parti üyesinin profesyonel olarak görevlendirilmesi, parti üyesine verilmiş bir mevki ya da kariyer değil, görevli olduğu alandaki çalışmanın ilerletilmesi, geliştirilmesi ve örgütleme görevi ve sorumluluğu almasıdır. Profesyonel görevli kadrodan istenen ve beklenen, görevli olduğu alanda çalışmayı; tam bir sorumluluk, cesaret ve fedakarlıkla, sorunlar karşısında engel tanımaz bir tutumla, görevlerini başarma iddiası ve tutkusuyla, tüm yetenek ve çalışkanlığıyla yürütmesi ve örgütlemesi, çalışmada daha etkin ve verimli olabilmek için kendini teorik, politik, her açıdan sürekli olarak geliştirmesidir. Profesyonel parti üyelerinin çalışma alanları, parti büroları değil, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarıdır. Ve profesyonel parti kadroları, buralarda diğer parti üyeleri ve gençleri de çalışmanın yürütülmesi ve geliştirilmesi için örgütlemeli ve seferber edebilmelidir. İşçiler arasında yaygın gazete dağıtımından, propaganda ve ajitasyon materyallerinin dağıtımına, işçiler ve emekçileri gazete etrafında bir araya getirme ve örgütleme, işçi ve emekçi yaşamının tüm yönlerinin gazeteye yansımasını sağlama, gazeteye yazma, işçi sınıfı mücadelesinin çeşitli yönleri, ülkenin ve dünyanın politik meseleleri üzerine toplantılar düzenleme ve bu toplantılara partili ve halkçı aydınların katılımını sağlama, işçi, emekçi ve gençlerin parti üyeleri olarak gelişmelerini ve pratik çalışmaya daha geniş bir ufukla katılmalarını sağlayacak olan eğitimlerinin yapılması ve örgütlenmesini de içerecek bir çalışma; ancak, hayatını ve parti çalışmasını, görevli olduğu alanın işçi ve emekçileri arasında kurarak sürdürülebilir.
Az çok böyle bir çalışmaya yönelip çalışma birkaç ay sürdürüldüğünde, ilgili fabrika ve çalışma alanlarında sağlanan gelişmeler ve az sayıda da olsa elde edilen olumlu örnekler, parti profesyonel kadroları ve üyelerinin bu çalışmayı daha ileriden ve daha gelişkin olarak yürütüp örgütleyebileceklerinin göstergeleridir. Bu örnekler çalışmanın tüm alanlarına yayılabilir, yayılmalıdır.
İşçi sınıfı ve halka güven ve bağlılık, fedakarlık, işçi ve emekçilerden öğrenme tutumu, cesaretle işe sarılma ve çalışkanlık, sınıfa ve halka adanmışlık, yoldaşlarıyla dayanışma ve paylaşma; başta profesyonel parti görevlileri olmak üzere, tüm parti üyeleri için sarılmak ve kişisel özellikleri olarak geliştirilmek gereken parti değerleridir. Ama bu değerlerin hiçbiri soyut ve uhrevi şeyler değil, aksine görevli olunan alan ya da birimde yürütülen/yürütülecek her günkü çalışma içinde somutlanan ve ancak bu çalışma içinde geliştirilebilen/geliştirilebilecek değerlerdir.
Lenin’in Babuşkin üzerine söyledikleri; profesyonel bir parti kadrosunun çalışması hakkında başka söze gerek bırakmıyor:
“İvan Vasilyeviç’in adı yalnızca sosyal-demokratlara yakın ve aziz değildir. Onu bilenlerin hepsi, çalışkanlığı, gevezelikten kaçınışı, derin ve güçlü devrimci ruhu ve davaya ateşli bağlılığı için sever ve sayardı. Bir St. Petersburg işçisi olarak 1885’te, diğer sınıf bilinçli işçilerin bir kümesiyle birlikte çevreler kurarak, kitaplıklar örgütleyerek ve kendi her zaman çok sıkı inceleyerek… Aleksandrof fabrikalarının ve cam fabrikalarının işçileri arasında çok etkindi.
“…İvan Vasilyeviç özgürken, Iskra hiçbir zaman gerçek işçi yazışmalarından eksik kalmadı… İvan Vasilyeviç, Iskra’nın en çalışkan muhabiri ve ateşli destekçisiydi.”
“(1905’de sürgünden dönerken)… Babuşkin Rusya’ ya doğru yola çıktı. Ama Sibirya da mücadeleyle kaynıyordu ve Babuşkin gibi adamlara orada da ihtiyaç vardı, baş aşağı çalışmanın içine daldı, … sosyal-demokrat ajitasyon yürütmesi ve bir ayaklanma örgütlemesi gerekiyordu….”
Babuşkin gibi kişiler,  “… bir ya da iki yıl değil, devrimden önce tam on yıl kendilerini işçi sınıfının kurtuluşu için mücadeleye tam yürekten adayan kişilerdir. Bunlar enerjilerini bireylerin boş terörcü eylemlerinde israf etmeyen, proleter kitleleri arasında, onların bilincini, onların örgütlenmesini ve onların girişkenliğini geliştirmeye yardım ederek, sebatlıca ve şaşmadan çalışan kişilerdir…”
“Böylesi  adamlar olmadan Rus halkı ebediyen köleler ve yarı köleler halkı olarak kalır. Böylesi adamlarla Rus halkı tüm sömürüden tam kurtuluşunu sağlayacaktır.” Nihayetinde, öngörü gerçekleşmiş ve Rus halkı, böylesi devrimci militanların cesur ve adanmış çalışmaları sayesinde “tüm sömürüden tam kurtuluşunu” kazanmıştır.
Ülkemiz işçi hareketi ve mücadelesinin, sınıf partisinin çalışması ve örgütlenmesinin ilerlemesi ve güçlenmesinin yolunun da; başta profesyonel parti kadroları olmak üzere, tüm parti militanlarının böylesi bir çalışmaya ilerletilmesinden geçtiği açık değil midir?

PARTİ DİSİPLİNİNE TAM BAĞLILIK
Parti; ideolojik ve politik birlik, aynı zamanda bir irade ve eylem birliğidir. Bu, partinin alt organlarının üst organların kararlarına, bütün parti örgüt ve organlarının ve bütün parti üyelerinin de merkez organların karar ve direktiflerine uyması demektir. Sınıf partisinin birliği ve disiplini; bilinçli ve gönüllü bir disiplindir ve tartışmayı ve eleştiriyi dışlamaz. Tersine, her parti üyesinin düşünce, eleştiri ve önerilerini, üyesi olduğu parti organında ve katıldığı parti kurullarında dile getirmesini ve tartışmasını gerektirir. Ancak, parti organlarında, gündemdeki konu ve sorunlar yeterince tartışılıp bir sonuca ve karara varıldığında, bu karar; parti organının kararı, tüm parti üyelerinin kararıdır ve bunun gerektirdiği işler ve görevler, başta profesyonel parti görevli ve sorumluları olmak üzere, tüm parti üyelerince irade ve eylem birliği içinde yerine getirilir, hayata geçirilir.
İşçi sınıfının partisinde, gerek parti kurullarında alınmış kararların, gerekse de merkez yönetici organların karar ve direktiflerinin benimsenmesi ve uygulanmasında ortaya çıkan gevşek ve disiplinsizce tutumlar, eleştiriye muhtaç ve sınıfa ve partiye yabancı tutumlardır. Sınıfın partisi, parti kararlarına isteyenin uyduğu, istemeyenin uymadığı, isteyenin istediği kadar uyduğu ve uyguladığı “parti olmayan parti” ya da bir küçük burjuvalar partisi değil, işçi sınıfının demirden disipline sahip devrimci partisidir. Ve sınıf partisinde şu karara uyarım, buna uymam tutumuna izin verilemez. Sorunlar tartışılıp bir karar ortaya çıktığında, önemli ve belirleyici olan; kararın tek tek kişilerin düşüncelerine uyup uymadığı değil, tüm parti organları ve parti üyelerinin, bu kararları kendi çalışma alanı ve biriminde en ileriden hayata geçirme çabasıdır.
Parti, ancak, bu gönüllü ve bilinçli birlik ve disiplin sayesinde ve ondan aldığı güçle, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için mücadeleyi yönetebilir ve yönlendirebilir. Bu disiplin, irade ve eylem birliği olmadan, sınıfın ve mücadelenin partisi olunamaz ve parti, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadelesinde hiçbir görev ve sorumluluğunu yerine getiremez.

GAZETE MERKEZLİ BİR PARTİ ÇALIŞMASI
Günlük işçi gazetesinin, belli gelişmelere rağmen, hâlâ günlük parti çalışmasının politik temeli ve çalışmanın temel aracı haline getirilemediği bir gerçektir. Bu, yalnızca gazetenin işçi ve emekçiler arasında yaygın dağıtımı ve işçilerin örgütlenmesinde etkin bir araç haline getirilmesi açısından değil, esas olarak da, parti örgüt ve üyelerinin, gazeteyi, günlük çalışmanın temel aracı olarak ele alışı, gazeteye yazması ve kullanması bakımından da böyledir.
Kampanya dönemleri dışta tutulursa, günlük gazetenin fabrika ve işyerlerinde, işçi ve emekçi semtlerinde günlük dağıtımı çok yetersizdir. Ve gazetenin yaygın dağıtımı, esas olarak, hafta sonu satışlarıyla sınırlıdır. Hafta sonu satışları, elbette gerekli ve iyi, ancak, hem gazetenin yaygın dağıtımını, hem işçi ve emekçileri bir araya getirme ve örgütlemenin aracı olarak kullanımını sınırlayıcı ve yetersiz olduğu açıktır.
Öte yandan, profesyonel parti görevlileri ve ileri parti üyelerinin, çalışma yürüttükleri alandan, birimden, işçi ve emekçiler arasından gazeteye yazması ve hele bunun bir süreklilik kazanması, yok denecek kadar azdır. Yönetici, profesyonel ve ileri parti üyeleri, gazeteye yazmayı kendi işi saymaz bir tutum içindeler. Şükür ki, işçiler ve bazı işçi parti üyeleri, kendi fabrika ve işyerlerinden haberler yazmayı sürdürüyorlar.
Özellikle profesyonel, ileri ve sorumlu parti üyelerinin gazeteye yazmamaları, anlaşılabilir bir durum değildir. Sınıf partisinin görevli ve sorumluları, kendi alanındaki gelişmeler için dahi gazeteden muhabir çağırıyor, ve eğer muhabir gelememişse, o haber yapılmayabiliyor. Yine gazeteye yazmamada; çalışmaya katılım ve sorumlu olduğu alanda, işçi ve emekçiler arasında yaşama ve işçi kümeleri arasına girmedeki gerilik ve yetersizliğin etken olabileceği ve olduğu da bir gerçektir. Gazeteye yazmayı, haber ve röportajlar yapmayı yalnızca gazetenin yazar ve muhabirlerine bırakmanın, işçi ve halk gazetesi söz konusu olduğunda, bir yanılgı olduğu açıktır. Günlük işçi gazetesi, ancak, işçi ve emekçiler arasında günlük parti çalışması yürüten yüzlerce ve binlerce partili ve çok daha fazla sayıda işçi ve emekçinin, işçi ve halk yaşamının tüm yönlerini içeren haber, yazı ve röportajlarıyla zenginleştirilebildiğinde, çok daha canlı ve etkili bir propaganda, teşhir, ajitasyon ve örgütleme aracı olacaktır.
Gazetenin yaygın dağıtımı sorununun, esas olarak, fabrika, işyeri, işçi-emekçi semtleri, okullar ve diğer birimlerdeki günlük ve düzenli dağıtımı üzerinden çözülebileceği bilinen bir gerçektir. Böylesi günlük ve yaygın bir dağıtımın neden gerçekleştirilemediği, örgütsel ve kişisel tüm nedenleriyle ele alınıp çözülmek ve ilerlenmek durumundadır, bu zorunludur. Hafta sonu satışları, tüm birimlerde günlük bir dağıtımın yapıldığı koşullarda, çok daha anlamlı olacaktır.
Başta profesyonel ve ileri parti üyeleri olmak üzere, tüm parti üyeleri, gazeteye, işçi ve emekçiler arasından ve düzenli olarak yazmanın; görevli ve sorumlu olduğu alandaki çalışmanın bir parçası, bir yönü, ve aynı zamanda, kendi çalışmasına başka hiçbir aracın yapamayacağı bir katkı ve destek olduğu bilinciyle, gazeteye yazmayı kendine iş ve görev saymalıdır. Yazmaya başlayıp sürdürdükçe, kendi çalışma alanı ve birimi hakkında daha çok bilgiye, daha çok işçi ve emekçi ilişkisine ve dolayısıyla çalışmanın geliştirilmesi olanağına sahip olacağı bugünden görülebilir.
Yaşam ve mücadelenin sorunları sınıfın partisinin önüne her gün yeni görevler ve sorumluluklar koymaktadır. Bir yanıyla da, dünün sorunları, gelişmelere bağlı olarak, daha açık seçik ve bir o kadar da çözümü ertelenemez ve üstünden atlanamaz bir biçimde ortaya çıkıyor. Aynı zamanda, sorunları çözmenin ve parti çalışmasını ilerletip güçlendirmenin olanakları da, aranıp bulunabilir oluyor.
Hem parti hem de parti çalışması, sorunlara ve sıkıntılara rağmen gelişiyor. Sorunlar çözülerek ilerlenecek ve ancak böylece, parti, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde, görevlerini daha ileriden ve daha güçlü bir biçimde yerine getirecektir.

25. yılında partinin doğuşu ve mücadelesi

Şubat ayı, Türkiye’de devrim ve sosyalizm davasının başarıya ulaştırılması, işçi sınıfı ve emekçilerin iktidara taşınması açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Devrimin gerçekleştirilmesi, iktidarın sömürücü sınıflardan işçi sınıfına geçmesi, sosyalizmin inşa edilmesinin temel araçlarından olan partinin yaratıldığı aydır Şubat. İşçi sınıfının partisinin yaratılması öyle kolay olmadı ve bu, masa başında gerçekleşmedi. O, ülkede sınıf mücadelesinin kızıştığı, halk hareketinin geliştiği, karşı devrimci saldırıların yoğunlaştığı bir süreçte, sınıf mcadelesinin içerisinde doğdu ve gelişti. Kuruluşunun ilan edildiği günlerde, İzmir’de TARİŞ işçileri şanlı direnişlerini gerçekleştiriyorlar ve TARİŞ işçilerine İzmir’in emekçi mahallelerinden destekler geliyordu. Partinin temellerinin atılıp kuruluşunun ilan edildiği günlerde, onun militanları, TARİŞ işçilerinin direnişinde ve emekçi mahallelerindeki kavgada yerlerini alıyor ve iki yoldaşlarını şehit veriyorlardı. İşçi sınıfının öncü müfrezesinin yaratılması ve kurulmasına, devrimci komünistlerin işçi sınıfı, emekçiler ve gençlik içinde sürdürdükleri yaygın çalışma ve kan ve can pahasına yürütülen mücadelelerle ulaşıldı. Partinin kurulduğu güne gelene kadar, işçi sınıfı ve emekçiler en değerli evlatlarını darağaçlarında, işkencehanelerde, sokak çatışmalarında, barikat başlarında, kalleş pusularda kaybetti. Partinin oluşturulup yaşatılması ve mücadelesini sürdürmesinde, bugünlere getirilmesinde binlerce devrimci komünist ve genç komünistin emeği ve mücadelesi var. Hatta bunlarında ötesinde, en olumsuz koşullarda zorlukların üstesinden gelme ve halk deyimi ile “kelle koltukta” faaliyet yürütmesi bulunmaktadır. O, en değerli kadro ve militanlarını sürdürdüğü sınıf mücadelesinde kaybetti. Onun böylesine sahiplenilmesinde, mücadelesini sürdürmesinde ve yaşatılmasında, kadrolarının işçi sınıfı ve emekçilerin, gençliğin en fedakâr, en militan, en bilinçli ve en ileri evlatlarından oluşması belirleyicidir.
Onu yaratanlar, en olumsuz ve zor koşullarda en temel devrimci görevlerini başarıyla yerine getirerek tarihe damgalarını vurdular. Onun oluşturulmasında, Marksizmi eylem kılavuzu edinerek devrimci bir programın geliştirilmesinin yanı sıra, pratik örgütsel faaliyet içerisinde kader birliği yapmış olan işçi sınıfı, emekçiler ve onların gençlerinin içinden öne çıkan yoldaşlar topluluğunun birbirlerine duydukları güven ve hayata geçirdikleri devrimci ilişkiler belirleyici olmuştur. Yoldaşların birbirlerine duydukları güven ve oluşturdukları sıcak devrimci ilişkiler, aynı zamanda, diktatörlüğün militarist güçleri tarafından katledilen yoldaşlarına verdikleri sözün tutulması politik ve örgütsel birliğin korunması ve geliştirilmesi anlamına geliyordu.
Sınıfın partisinin öncel örgütü olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu yaratan önder kadrolar Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna ’71 cuntası tarafından idam sehpalarında ve dağbaşlarında katledildi. Diğer kadroların önemli bir bölümü tutuklandı. ’71 askeri cuntasının saldırılarından en ağır yarayı THKO aldı. THKO’nun geriye kalan ve mücadeleye devam eden kadroları, öncelikli olarak örgütün tekrardan toparlanmasını ve mücadelenin sürdürülmesini sağladılar. En zor görev, ’71 yenilgisinden dersler çıkartmak, yanlışları terk etmek ve örgütü doğru bir ideolojik-politik hatta çekmekti. Bunun gerçekleşmesi içinde Marksizm-Leninizm’in araştırılması ve incelenmesi gerekiyordu. Pratik mücadeleye ilişkin olanların dışında, THKO’nun sistematik hale getirilerek teorize edilmiş görüş ve formülasyonları yoktu. Örneğin bir tüzük ve programa sahip değildi. Genel olarak küçük burjuva devrimciliğinin bakış açısı savunuluyordu. Bu durum kendi başına bir dezavantajdı. Dönemin diğer siyasi yapılanmaları açısından durum farklıydı: Doğruluğu-yanlışlığı bir tarafa ideolojik-politik formülasyonlara sahiptiler ve buna temelde kendilerini yeniden sekillendiriyorlardı. Ama burada örgütsel birlik sağlanamıyor, ideolojik-politik formülasyonları yorumlamaya bağlı olarak, aynı kökten gelen birçok siyasi yapılanma ortaya çıkıyordu. THKO’nun durumu ise, çok kolay bir şekilde dağılmayı ve bölünmeyi beraberinde getirebilirdi, bunun nesnel koşulları da oldukça fazlaydı. Ama burada THKO ve onu oluşturan kadroların önemli bir özelliği ön plana çıktı, sağ kalan ve mücadeleyi devam ettiren yoldaşlar topluluğu, önderlerinden öğrendikleri birbirine güven unsurunu ön plana çıkartarak kenetlendiler, devrim ve sosyalizm davasının başarıya ulaşmasının temel koşulu olan örgütsel birliği sağladılar. Bu, aslında THKO ve kadrolarının devrime ve sosyalizme olan inançlarının ve halka bağlılıklarının ifadesiydi. 
THKO önderlerinden devralınan bayrak yere düşürülmemiş, tersine onların başlıca istek ve ideallerinin gerçekleşmesinin önkoşulu olan partileşmeye doğru yürümek için, vazgeçilmez unsur olan örgütsel birlik sağlanmış ve sıra ideolojik, politik birliğin oluşturulmasına gelmişti. Bu görevlerin yerine getirilmesi için, yetkin kadrolar aralarında görev bölümü yaparak Marksizm-Leninizmi incelemeye başlayarak işe koyuldular. 
1975’de THKO özeleştiri yapıp, devrimin bir grup öncünün değil, kitlelerin eseri olduğu gerçeğinden hareket ederek sınıf dışı küçük burjuva anlayışı mahkûm etti. Küçük burjuva devrimciliğinin mahkûm edilmesi ve örgütün proleter ideolojik-politik hatta oturtulması, birçok zorlukların bertaraf edilmesi ile gerçekleştirildi. Hareketin proletarya sosyalizmine doğru çekilmesi esnasında ülkede küçük burjuva devrimciliği revaçtaydı. Bu örgüte karşı bir karalama kampanyasını beraberinde getiriyordu. Bu karalamaların başında “THKO’nun mirasının reddedildiği” suçlamaları geliyordu. Bu suçlamaları yürütenler, geçmişten ders çıkaramayan ve olduğu gibi devam ettirmeye çalışanlardı. Bu anlayış sahiplerinden birçoğu bugün düzene bağlanmış durumdalar, bazıları da “tutarlılık” adına benzer şeyleri tekrarlamayı sürdürüyorlar. Oysa devrim ve sosyalizm davasına baş koymuş militanlar, işçi sınıfı ve hareketi ile birleşmeye yönelerek küçük burjuva devrim ve örgüt anlayışını reddederken, onun yerine proleter devrimciliği, proletarya sosyalizmini, Leninist devrim ve parti anlayışını koyuyorlardı. Bunu yaparken de, THKO’yu ve önder kadrolarını, “kendilerini halka adamış, devrim ve sosyalizm davasına samimiyetle inanmış, bu uğurda canlarını vermiş halkın yiğit devrimci evlatları” olarak tanımlıyor ve “partinin onur üyesi” ilan edip sahipleniyorlardı. Devrimci sorumluluk Marksizm-Leninizme sarılmayı ve bu yolda çaba sarf etmeyi gerektiriyordu. Küçük burjuva hatta ısrar ve geçmişi aynen tekrar etmeye çalışma sorumlu devrimcilerin yapacağı şey değildi.
Hareketin ileri ve önder kadroları, ideolojik, politik ve örgütsel anlayış olarak kendilerini yenileyip örgütü Marksist-Leninist bir hatta çekerken, aynı zamanda, günün devrimci görevlerini yerine getirmekten de geri kalmıyordu. Ülkede kitle hareketi gelişiyor ve devrimci mücadele yükseliyordu. Hareket, bu koşullara bağlı olarak illegal ve legal mücadeleyi birleştiriyor ve günün koşullarına uygun araçları devreye sokuyordu. İllegal olarak Yoldaş dergisi ve legal olarak Halkın Kurtuluşu gazetesi yayımlanıyordu. İllegal gençlik örgütü ve legal olarak yurtsever devrimci gençlik dernekleri oluşturuluyordu. Mahallelerde, sokaklarda, lise ve üniversitelerde mücadele yükseliyor, fabrikalarda ve işyerlerinde grevler, direnişler yaşanıyor, ülke genelinde yasal ve yasadışı gösteriler, mitingler yapılıyordu. Halk hareketinin geliştiği bu ortamda, sınıfın partisi olma yolunda örgüt de gelişiyor ve her geçen gün daha da güçleniyor, yığınların içerisinde kök salan ve maddi bir güç olan örgütlerin başında geliyor, halk kitleleri üzerindeki siyasal etkisi yaygınlaşıyordu. Bu siyasi ortamda faaliyet yürüten ve emek hareketine bağlanmakta olan örgütün yüzlerce militanı, sivil faşistlerin ve militarist güçlerin kurşunlarına hedef oluyor, barikat başlarında ve sokak çatışmalarında devrim ve sosyalizm uğruna şehit oluyorlardı. Binlerce militanı gözaltına alınıyor, çoğu tutuklanarak cezaevlerine dolduruluyordu.  
Devrimci proleter hareket, daha çok emekçilerin yaşadığı gecekondularda, üniversitelerde, ortaöğretim kurumlarında, emekçi gençliğin çalıştığı sitelerde gelişip güçleniyor, işçi sınıfı içinde, fabrika ve atölyelerde ise gelişip güçlenmekte zorlanıyordu. Bunun en temel nedenlerinden birisi, küçük burjuva maceracı bakış açısı terk edilirken, dünyada büyük bir üne ve siyasal etkiye sahip olan Maoculuktan etkilenmiş olunmasıydı. Devrimde işçi sınıfının rolünü ideolojik önderliğe indirgeyen anlayışlara karşı mücadele yürütülürken, aynı zamanda, “devrim kitlelerin eseridir”, “parti, işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birliğidir” ilkesinden hareket eden devrimci örgüt, Maoculuğun reddedilmesi ile birlikte, işçi sınıfı içerisindeki çalışmalara ağırlık verdi. İşçi sınıfı içindeki çalışmaların temel alınmasıyla birlikte, kadrolarının ağırlıklı bölümü fabrika ve atölyelerdeki çalışmalarda görevlendirildi, faaliyetler bu alanlarda yoğunlaştırılmaya başlandı.
1975 özeleştirisiyle küçük burjuva devrimciliğinin mahkûm edilmesi ve Marksizmin-Leninizmin incelenip araştırılması sürecinde Maoculuğa kayılması yanlışı ile birlikte, örgütsel alanda da küçük bir grupla birleşilmesi, yine örgüte zararlı etkiler taşıdı. Bu grup, örgüt içinde resmen bir hizip faaliyeti yürüttü ve hatalı tezlerini harekete dayattı. Bu hizip, devrimci örgütün en güçlü olduğu, hızla geliştiği, kitleler içerisinde siyasal etkisinin hissedilir düzeyde arttığı, ülkedeki devrimci gruplar içerisinde en büyük kitleye sahip olduğu bir dönemde ortaya çıktı ve gelişmeye büyük zarar verdi. 1977 Mayısı’nda hizbin, örgütün bünyesinden atılmasıyla birlikte proleter devrimci hareket, kısa bir sürede örgüt olarak hem daha da gelişip güçlendi, hem de Leninist örgüt ve parti anlayışının kavranılıp hayata geçirilmesinde ileri adımlar atmaya yöneldi.
Maoculuğun reddedilmesi ve 77 Hizbinden arınılmasıyla birlikte, ideolojik-teorik inşa çalışmalarına hız verildi ve politikalar netleştirilmeye başladı. Bu dönemde teorik yayın organı Parti Bayrağı yayımlandı. Parti Bayrağı, üzerine düşen işlevi başarıyla yerine getirdi. Sınıfla bağlanması ilerleyen, proleterleşme yönünde yürüyen devrimci hareket, hemen her alana yönelik politika ve görüşlerini (parti ve örgüt, devrim, devrimde işçi sınıfının rolü, ittifaklar, cephe, faşizm, ulusal sorun, sosyalizm, sosyo-ekonomik yapı vb.) derli toplu  ve sistemli olarak yayınlamaya başladı. Kimi siyasal yapılarla olumlu ve geliştirici polemikler yaptı.
Hareket, ülke içerisindeki görevlerini yerine getirirken, uluslararası görevlerini de ihmal etmedi. Çok genç bir hareketti; fazla deney ve tecrübeye sahip değildi. Buna rağmen uluslararası komünist hareketle ilişkiye geçerek, deney ve tecrübelerinden yararlandı. Uluslararası komünist hareket ve önderlerinden Enver Hoca yoldaşın ön açıcı değerlendirme ve önerilerinden yararlanarak, ideolojik, politik ve örgütsel olarak kendisini yetkinleştirme fırsatı buldu. Uluslararası komünist hareketin bir parçası ve ülkemizdeki temsilcisi olarak örgütlenip mücadeleyi omuzladı.
Aslında proleter devrimci hareketin, sınıf bakış açısına bağlı olarak, işçi sınıfı içerisindeki mevzilenmesini bundan sonra sağlamlaştırma yoluna gittiğini söylemek doğru olacaktır.
Sosyalizme bağlılıkla devrimci anti-emperyalist demokratik mücadeleler içinden süzülüp gelen örgüt, işçi sınıfının devrimci komünist partisini oluşturmak üzere partileşme sürecinde yürürken, o dönemde bir dizi farklılıklarıyla görece benzer bir süreç yaşayan ve birçok alanda güç ve eylem birliği yaptığı kimi siyasal yapılanmalara, “proleter devrimcilerin birliği” anlayışından hareketle, proletaryanın partisini birlikte inşa etme çağrısını yaptı. Bu çağrı, dar grup zihniyetine sahip unsurlar tarafından reddedildi ve sözü edilenler, kendi gruplarını yaşatma tutumunda ısrar ettiler. Dar grupçu zihniyet sahipleri, sınıfın devrimci komünist partisinin oluşması ile birlikte anti-parti gruplar pozisyonuna düşerek, varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Aynı gruplar, yaklaşık yirmi yıl sonra “kendi” partilerini kurma yoluna gittiklerinde, partimizin oluşumuna ilişkin tutumlarına, zoraki olarak, “yanlıştı” demekle yetindiler. Bu değerlendirmelerinin asıl nedeni, “kendi” partilerini oluşturduklarında, parti-öncesi proleter devrimci örgütün, partileşme sürecinde sınıf içerisindeki mevzilenişi, halk kitleleri ve gençlik üzerindeki gücü ve siyasal etkisiyle karşılaştırılamayacak kadar geri durumda bulunmalarıydı.
Proleter devrimci hareket, ideolojik, politik, örgütsel birliğin sağlanmasıyla birlikte, Türkiye proletaryasının partisini oluşturmak amacıyla 1978’de Konferansını topladı. Toplanan bu Konferans’la devrimci sınıf partisini yaratma amacıyla parti-inşa örgütünü oluşturdu. İnşa örgütü, önüne konan görevleri yerine getirerek, proletarya partisinin Kuruluş Kongresi’ni topladı. 1980 Şubat’ında toplanan Kongre, Türk ve Kürt ulusundan ve diğer milliyetlerden oluşan Türkiye proletaryasının devrimci komünist partisinin kurulduğunu ilan etti.
Türkiye proletaryasının öncü partisine kavuşması ülkenin dört bir tarafında coşku ve eylemlerle kutlandı. Partinin kurulup ilan edilmesi ile birlikte Denizlerin, Sinanların, İnanların, Cihanların özlemleri gerçekleştirilmiş oluyordu. Parti’nin Kuruluş Kongresi’nde ideolojik, politik, örgütsel tezleri kabul edilip onaylandı. Ve –kuşkusuz bir dizi düzeltmeyle– esas olarak bugün de partinin üzerinde hareket ettiği ideolojik-politik hat ve devrimci program yaratılmış oldu.
Devrimci komünist partisinin kurulmasıyla, Türkiye proletaryası gerçek anlamda Marksist-Leninist öncüsüne kavuşmuş oluyordu. 1920 Eylül’ünde Mustafa Suphi ve yoldaşları tarafından Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin ömrü çok kısa sürmüştü. Türkiye Komünist Partisi kurulduğunda, ülke emperyalist güçler ve Yunan gericiliği tarafından işgal edilmişti. Ülkeyi, işçilerin ve köylülerin önderliğinde verilecek mücadele ile emperyalist işgalden kurtarmak amacıyla Anadolu’ya gelen TKP’nin kurucu ve önder kadroları Kemalist güçler tarafından pusuya düşürülerek Karadeniz’in sularında boğuldular. Ülke içerisinde işçiler, emekçiler ve aydınlar Proleter Ekim Devrimi’nden ve Sovyetler’in sürdürdüğü dostane ilişkilerden önemli derecede etkilenmişlerdi ve bunun sonucunda güçlü bir Bolşevik hayranlığı oluşmuştu. Bu nesnel koşullar komünistlerin ulusal kurtuluş mücadelesi yürütmesi için önemli bir zemin yaratıyordu. Bu durumu iyi bilen ve sömürücü sınıflara, ticaret burjuvazisine ve askeri bürokrasiye dayanan Kemalist güçler, daha doğuş aşamasında TKP’yi ortadan kaldırmak için harekete geçmişlerdi. Hem TKP’yi fiziki olarak yok ettiler, hem de halk kitlelerini aldatmak için Resmi TKP’yi kurdular. İnandırıcı olmak için, başta Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar olmak üzere, dönemin ileri gelenleri Resmi TKP’nin üyeleri oldular. Gerçek TKP’nin ortadan kaldırılmasından belli bir zaman sonra, Resmi TKP de, oluşturanlar açısından tehlikeli olmaya başladı ve “işlevini tamamladı” gerekçesi ile kurucuları tarafından ortadan kaldırıldı.
Mustafa Suphi ve on dört yoldaşının katledilmesi, daha başından TKP’nin faaliyet yürütmesini engelledi. Mustafa Suphilerin katledilmesinin ardından TKP’nin başına geçen Şefik Hüsnü ve ekibi, esas olarak, “Kemalizm’i soldan sıkıştırma ve buna bağlı olarak demokratik görevlerin yerine getirileceği” anlayışını geliştirerek, Kemalizm’e soldan destek veren sağ oportünist bir zemine kaydı. Süreç içerisinde, yurtdışında konumlanarak, ülke içerisinde faaliyet yürütemeyen bir pozisyona düştüler. Sonunda, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan modern revizyonizme bağlanarak onun temsilcisi durumuna geldiler.
Devrimci komünistler ideolojik ve politik olarak kendilerini yenilerken, yerine getirdikleri temel görevlerden birisi, elli yıllık revizyonist hareketle hesaplaşmak oldu. Parti, bu tutumuyla revizyonizmle birlikte, revizyonizme, reformizme ve parlamentarizme karşı tepki olarak çıkan küçük burjuva devrimci radikalizmini de sınıfsal ve Marksist zeminde eleştirerek proletarya sosyalizminin savunuculuğunu üstlendi. Bunun pratikteki anlamı, Mustafa Suphi TKP’sinin mirasına ve ’71 devrimci hareketinin olumlu yönlerine sahip çıkmaktı. 
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden hemen önce kurulan devrimci komünist partisi, cuntanın saldırıları sonucunda önemli darbeler almasına rağmen, ağır illegalite koşullarında mücadelesine ve direnişine devam etti. Partinin en değerli militan ve kadroları cuntanın saldırıları sonucunda katledildi. Hasan Asker Özmen, Ekrem Ekşi başta olmak üzere birçok yoldaş, işkencehanelerde partiyi ve yoldaşlarını korumak için seve seve can verdi, ama, 1976’da Diyarbakır işkencehanesinde katledilen İsmail Gökhan Edge yoldaştan devraldıkları direniş bayrağını yere düşürmediler. Genç komünist Erdal Eren, Denizlerin idam sehpasında sergiledikleri devrimci tutumu sürdürerek halka, devrime ve partiye bağlılığını darağacında haykırdı.
Sınıfın devrimci partisi, bu dönemde sadece cuntanın saldırılarıyla karşılaşmadı. Gericilik ve saldırıların yoğunlaştığı dönemlerde diğer komünist partilerin karşılaştığı tasfiyeciliği de kendi bünyesinde yaşamak zorunda kaldı. Ülke içerisinde faaliyet yürütmenin koşullarının alabildiğine zorlaşmasıyla parti kadrolarının önemli bir bölümünün yakalanması ve cezaevlerinde olmasını fırsat bilen bir grup tasfiyeci, partinin kimi hata ve eksikliklerini öne çıkararak, onu tasfiye etmeye çalıştılar. Ama tasfiyeciler, kendilerini avantajlı gördükleri anda yenilgiye uğratıldılar ve partiden tasfiye edildiler. Tasfiyecilerin partiden atılmasıyla, parti, hata ve eksikliklerinin üstünü örtme tutumuna gitmedi. Tam tersine, daha güçlü ve sorunlardan arınmış bir biçimde faaliyetini yürütmek için hata ve eksikliklerini belirleyip cesaretle üstüne gitti. Bu tutum, çok net şekilde 1990’da gerçekleştirilen 1. Genel Konferans’ta görüldü.
Devrimci komünist parti, tasfiyecilerin yenilgiye uğratılıp partinin bünyesinin dışına atılmasının ardından, birçok olanaksızlıklar içinde yeniden toparlanıp örgütlenmeye başladı. Tarihe ’89 Bahar Eylemleri olarak geçen işçi eylemlerinin yaygınlaştığı ve geliştiği dönemde parti, sınıf içinde etkisini artırarak güçlendi. Aselsan, Tepe Mobilya, 1990 1 Mayıs’ı gibi kimi işçi eylemlerinin belirleyicisi oldu. Partinin işçi sınıfı içerisindeki etkisinin artması, diktatörlüğün de dikkatini çekti. Parti, bu dönemde de çeşitli operasyonlarla yüz yüze kaldı. Proletarya partisinin ideolojik, politik kimliğini kişiliğinde somutlayan ve işçi sınıfının örnek devrimci militanlarından birisi olan, tarihe partimizin Babuşkin’i olarak geçen İmran Aydın yoldaş, 1991 Mart’ında Ankara’da işkencede katledildi. Önceliyle birlikte parti militanlarının işkencede sergilemiş olduğu tutumu kendisine örnek olan İmran Aydın, aynı geleneği sürdürerek, yoldaşları ve partisi ile ilgili hiçbir sırrı işkencecilere vermedi, ideolojik ve politik sağlamlığını, örgütsel alanda da gösterdi.  Partisiyle bağlarının koptuğu dönemde, işçi olarak çalıştığı Ankara Siteler’de, sanki partiyle fiilen ilişkideymiş gibi faaliyetlerine devam etmiş, parti kendisi ile yeniden ilişkiye geçtiğinde, hazır örgütlü bir yapı sunarak gerçek bir partilinin nasıl yaşaması ve mücadele etmesi gerektiğini göstermişti; aynı sebatkar, kararlı militan tutumu son anına kadar korudu. Aynı dönemlerde  Engin Egeli yoldaş, bir üniversite öğrencisi olarak, kendisini bağladığı işçi sınıfı mücadelesi içinde, partisinin verdiği görevler doğrultusunda İstanbul Merter’de işçiler arasında çalışma yürütürken katledildi. İşçi sınıfı mücadelesine kendilerini bağlayan, onun çıkarlarından başka çıkarları olmayan, işçi sınıfı hareketi ile sosyalizmi birleştirmeye çalışan işçi sınıfı partisinin en değerli militanları, işçi sınıfı devrimciliğinin nasıl olması gerektiğini yeni kuşak yoldaşlarına kanları, canları pahasına öğreterek, şanlı bir miras bıraktılar.
Proletarya partisi, açık olarak gelişen işçi eylemlerinin ve kitle hareketinin yaratmış olduğu olanaklardan, bu eylemlerin öne çıkarttığı öncü işçiler içerisindeki siyasal etkisine de dayanarak, yeni örgüt ve mücadele biçimlerini devreye sokarak, en ileri düzeyde yararlanmasını bildi. İşçi sınıfının açık kitle partisini oluşturarak ve günlük yayın organını çıkartarak sınıf ve kitle hareketine doğrudan müdahale etme becerisini gösterdi.
İşçi sınıfı ve emekçilerin aydınlatılması ve örgütlenmesinde, ülke genelinde gerçekleşen grev, direniş, gösteri gibi eylemlerinin bilgisinin birleştirilerek ezilen ve sömürülenlere ulaştırılmasında, işçi sınıfı devrimciliğine bağlanmış gazeteciliğin nasıl olması gerektiğini Metin Göktepe yoldaş yaşamı ve mücadelesiyle bizlere gösterdi. Aynı şeyi, Diyarbakır’da hemen hemen yalnız başına, Namık Tarancı yoldaş örnekledi.   
Bir partinin üstlenmiş olduğu tarihsel mirası, taşıdığı sıfatlara uygun olarak yerine getirmesinin temel koşullarından biri, ideolojik, politik ve örgütsel olarak sürekli bir biçimde kendisini yenilemeyi ve geliştirmeyi başarabilmesidir. Proletarya partisi, 1996’da gerçekleştirdiği 2. Genel Konferans’ında ortaya konulan, işçi örgütlerinin toplamından oluşan ve kendisini yenileyerek geliştiren anlayışla hareket etmektedir. Kuşkusuz sözü edilen yenilenme ve kendisini geliştirme, bolca örneği görüldüğü üzere, devrim ve sosyalizm davasından vazgeçerek, örneğin “özgürlükçü sosyalizm” arayışıyla değil, tam tersine, devrimci görevlerin yerine getirilmesi için Marksist-Leninist ideolojiden sapmadan, günün koşullarına uygun olarak, karşılaştığı sorunları anlayan ve çözebilme yeteneği gösteren bir yenilenmedir. Bunların yapılabilmesi için, örgütsel devamlılık ve bütünlüğün korunmasının esas olduğu şüphesizdir. İşçi sınıfının devrimci partisi, otuz beş yıllık mücadelesi boyunca her kuşaktan devrimciyi bünyesinde buluşturarak, bu görevini de başarıyla yerine getirmektedir. Edinmiş olduğu deney, birikim, tecrübe ve ideolojik ve politik olgunluk ve yetkinliğe, başından beri gerçekleştirdiği ve büyük önem verdiği örgütsel bütünlük ve süreklilik sayesinde ulaşmıştır. 
Parti, politik mücadelenin yanında, ideolojik mücadeleye de büyük bir önem vermekte ve bu görevini asla ihmal etmemektedir. Bu alanda üzerine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmek için tüm olanaklarını seferber etmektedir. Burjuvazinin, sosyalizmden geriye dönmüş olan revizyonist ülkelerdeki gelişmelere bağlı olarak “sosyalizm öldü” demagojisiyle birlikte sosyalizme karşı saldırıya geçtiği anda, parti, karşı saldırıya geçerek burjuva kültür ve ideolojiye karşı savaş açtı. Sistemli ve kesintisiz olarak yayınladığı teorik yayın organı ve kültür dergisiyle, Marksist-Leninist klasiklerle, sosyalizmin ve sosyalist inşanın baş yapıtlarını, her alandaki kazanımlarını anlatan kitapları yayınlayarak cevap verdi; sosyalist ideoloji ve kültürü en geniş kitlelere taşımaya girişti.
Uluslararası komünist hareketin değerlerine sahip çıkılarak yeniden yapılandırılması, örgütlenmesi ve canlandırılması için yürütülen çalışmalarda, Türkiye işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak parti, aktif görev almaktadır. İdeolojik, politik olgunluğuyla tüm deney ve birikimini aktararak, gerçekleştirilen faaliyetlerde etkin bir güç olmaktadır. Uluslararası komünist hareketin sorunlarının tartışıldığı sistemli olarak yapılan konferanslarla, belirlenen periyotlarda çıkartılan ve birçok dilde yayınlanan yayın organıyla, komünist hareketin uluslararası birliğine katkıda bulunulmaktadır. Uluslararası işçi hareketinin sorunlarının tartışıldığı sendikal toplantıların yapılması, uluslararası komünist hareketin ve sosyalizmin, emperyalist kapitalizme ve faşizme karşı elde ettiği başarılar ve zaferlerin bugünkü kuşaklara aktarılması, buna bağlı olarak tarih çarpıtıcılarının yalanlarının boşa çıkartılması, komünist önderlere sahip çıkılması vb. amaçlarla başlatılan kampanyalar örgütlenmesi – tümü yine bu kapsamdadır. Parti, “enternasyonal görevlerini yerine getirmeyen bir parti, gerçek ve tutarlı bir komünist partisi olamaz” ilkesinden hareketle, bütün ciddi komünist partilerin yaptığı gibi, ülke içerisindeki görevlerini yerine getirirken, enternasyonalist görevlerini asla unutmamaktadır.
İşçi sınıfının devrimci komünist partisi, otuz beş yıllık mücadelesinde, birçok olumluluklar ve olumsuzluklar yaşadı. Hiçbir zaman başarılarıyla övünme yoluna gitmedi; hata ve eksikliklerinin üzerine cesaretle giderek, hiçbir zaman üstünü örtme tutumu almadı. Eksiklikleri ve yanlışlarından dolayı işçi ve emekçilere özeleştiri yapmaktan kaçınmadı. Başından itibaren, yanlış ve eksikliklerine vura vura sınıf kavgasının içerisinde doğdu, gelişti ve büyüdü.
Sahip olduğu hasletleriyle geleceğin kuruluşunun başında yer alacağından kuşku duyulamaz.

Sovyet Hukuku

HUKUK MESELESİ

-Hakkım hukukum var benim!
Diye diretiyordu adamcağız
Yaklaşıp sordu B:
-Mülkünüz ne kadar beyim? *

Ülkemizde Marksizm-Leninizmin temel teorik eserlerinin önemli bir kısmı Türkçe olarak yayınlanmışken; sosyalizm deneyi ve SSCB’deki kırk yıllık sosyalizm uygulaması hakkında Türkçe kaynak sayısı yok denecek kadar sınırlıdır.
Türkiyeli ilericiler ve hatta Marksistler, SSCB’deki sistem ve sosyalizm uygulaması hakkında daha çok sosyalizm düşmanlarınca yazılmış kitap ve diğer kaynaklardan bilgi sahibi olmuşlardır. Hatta, böyle bir bilgilenme sonucu, pek çok devrimci, sosyalizm aleyhine anlatılan uygulama ile ilgili hikayeleri, sosyalizmin pratiği gibi benimsemiş ve savunagelmiştir.
Sosyalist ülkelerde ve özel olarak SSCB’de hukuk pratiği ise, diğer alanlardan daha az bilinen bir alandır. SSCB’de hukuk denince ilk akla gelen, rejim muhaliflerinin “göstermelik” yargılanmaları ve “Gulag Takımadaları” olabilmektedir. Ama, burjuvazinin bu alçakça propagandası, bu propagandaya inanmaya dünden hazır kişiler dışında, sosyalistleri tatmin etmez. Gerçek sosyalistler, işçi sınıfı devrimcileri ise, “yüz milyonlarca insanın yaşadığı sosyalist ülkelerde, yıllarca, toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk kurallarının neler olduğu”nu iyi bilirler.
*
Henüz proletarya bir devrim ile iktidarı ele geçirmeden ve proletarya diktatörlüğünü kurmadan, bu diktatörlüğün hukukunu yaratmak mümkün değildir.
Dolayısıyla başta Marks, Engels ve Lenin olmak üzere Marksistler, “sosyalizm kurulduktan sonra nasıl bir hukuk sistemi kurulmalıdır” gibi bir soruyu tartışmaya gerek duymamışlar, proletarya diktatörlüğü koşullarında, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bir sistemde, buna uygun bir hukuk sisteminin kurulacağını yinelemekle yetinmişlerdir. Bu nedenle, bugün burjuva hukuk ile sosyalist hukuku karşılaştırmak için, genel ilkelerin ötesinde, sosyalist ülkelerdeki hukuk uygulamaları ile mevcut burjuva hukuk sistemlerini karşılaştırmaktan başka bir yol yoktur.

HUKUK BİR ÜST YAPI KURUMUDUR
İnsanların maddi yaşamlarını, toplumsal ilişkilerini belirleyen, onların bilinçleri olmayıp, tam tersine, insanların bilinçlerini şartlandırıp belirleyen, onların maddi yaşamlarıdır, toplumsal ilişkileridir. İnsanlar, içinde yaşadıkları maddi çevreye, toplumsal üretim modeline, ekonomik alt yapıya denk düşen bir biçimde düşünürler. Marksizmin çok bilinen temel tezlerinden biri olan yukarıdaki yaklaşımdan çıkarak kestirebileceğimiz gibi, üst yapı kurumları, kendiliğinden, tek başlarına toplumsal sistemi belirleyemez. Marks, Engels çağdaşları ile giriştikleri tartışmaların çoğunda yukarıdaki tezi çeşitli örneklerle tartışarak, ahlak üzerine, ebedi adalet ve hukuk üzerine toplumsal kurtuluş projeleri ortaya atan düşünürleri yanıtlamışlardır.
Hukuk kurumunun oluşmasını Engels aşağıdaki gibi anlatıyor:
“Toplumun gelişmesinin çok ilkel, belirli bir aşamasında herkesin ortak üretim ve değişim koşullarına bağlı kılınmasını sağlamak ve ürünlerin, her gün yinelenen üretim, dağıtım ve değişim işlemlerini ortak bir kural altında toplamak gereği duyulmuştur. Başlangıçta adet olan bu kural kısa zamanda yasa haline gelmektedir. Yasa ile birlikte, onun korunmasıyla yükümlü organlar –kamu yetkesi, devlet– zorunlu olarak doğar. Daha ileri toplumsal gelişme ile, bu yasalar oldukça geniş kapsamlı bir yasal sistem haline dönüşmektedir. Bu yasal sistem daha karışık hale geldikçe, ifade biçimi, toplumun olağan ekonomik yaşam koşullarının dile getirildiği ifade biçiminden uzaklaşmaktadır. O, varlık nedenini ve daha ileri evriminin gerçekleşmesini ekonomik ilişkilerden değil, ama kendi iç dayanaklarından, ya da isterseniz ‘irade kavramı’ndan alan bağımsız bir unsur gibi görünmektedir. İnsanlar kendilerinin hayvanlar dünyasından geldiklerini unuttukları gibi, haklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından geldiğini de unutmaktadır. Yasal sistemin karışık, geniş kapsamlı bir bütün haline gelişmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunlu hale gelir; bir profesyonel hukukçular örgütü gelişir ve bunlarla hukuk bilimi oluşmaya başlar. Bu bilim, daha sonraki gelişiminde, çeşitli halkların ve çeşitli zamanların yasal sistemlerini, belli ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak değil, ama varlık nedenlerini bizzat kendilerinde bulan sistemler olarak kıyaslar. Kıyaslama, ortak noktalar varsaymakta, ve bunlar, bütün bu yasal sistemlerde aşağı yukarı ortak olan şeyleri toplayan ve bunu doğal hak olarak adlandıran hukukçular tarafından bulunmaktadır. Ve neyin doğal hak olup, neyin olmadığını ölçmek için kullanılan birim, bizzat hakkın en soyut ifadesi olan, adalettir. Dolayısıyla, bundan böyle, hakkın gelişmesi, hukukçular için ve her konuda onların sözüne güvenenler için, insan koşullarını, yasal terimlerle ifade edildiği sürece, adaleti, sonsuz adalet idealine daha da yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve her zaman için bu adalet, bazen tutucu, bazen devrimci açıdan, mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır. Yunan ve Romalıların adaleti, köleliği haklı sayıyordu; 1789 burjuvasının adaleti, feodalizmin haksız olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep ediyordu. Prusyalı junker (toprak sahibi) için bölgelerin örgütlenmesi bile (toprak reformu) ne kadar acınası olursa olsun, sonsuz adaletin çiğnenmesidir. Dolayısıyla, sonsuz adalet kavramı, yalnızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ve Mülberger’in doğru olarak ‘herkes farklı bir şey anlıyor’ dediği şeyler arasına girmektedir.”(1)
Marks ve Engels pek çok eserlerinde hukuk ve dinin bir üst yapı kurumu olduğunu vurgulamışlardır. Örneğin, Komünist Manifesto’da:
“İnsanların tasarımlarının, görüşlerinin ve kavramlarının, sözün özü, onların bilinçlerinin, kendi toplumsal yaşam ilişkileriyle, toplumsal varlıklarıyla birlikte değiştiğini kavramak için çok derin bir sezgiye gerek var mıdır?
“Düşünce tarihi, düşünsel üretimin maddi üretim değiştikçe başkalaştığı olgusu dışında neyi kanıtlar? Her çağın egemen düşüncesi, o çağın egemen sınıfının düşüncesi değil de nedir?
“İnsanlar, toplumda devrimci atılımlara yol açan düşüncelerden söz ettiklerinde salt şu gerçekliği dile getirirler: Eski toplumun bağrında yeni toplumun tomurcukları oluşturulmuş, eski toplumsal yaşam ilişkilerinin çözülüp dağılması ile birlikte, eski düşünceler de etkinliklerini yitirmişlerdir.
“Eski dünya son demlerini yaşarken, eski dinler de Hıristiyanlık tarafından altediliyordu. On sekizinci yüzyılda, bu kez de Hıristiyanlık düşünceleri akılcı düşünceler tarafından altedildiğinde, feodal toplum, o dönemde devrimci nitelik taşıyan burjuvazi karşısında bir ölüm kalım savaşı vermekteydi. Vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin düşünceler de, aslında salt serbest rekabetin düşünce alanındaki görüntülerinden ibarettir.”(2)

“Düşünceleriniz, görüşleriniz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünleridir. Tıpkı hukukunuzun kendi sınıfınızın yasa katına çıkarılmış bir iradesi oluşu gibi. Bu öyle bir iradedir ki, içeriği de, yine kendi sınıfınızın maddi, ekonomik yaşam koşullarınca saptanır.”3
Marx, Alman İdeolojisi’nde ise, bir yabancılaşma kurumu olarak hukuku ve profesyonel hukukçuluğu şöyle anlatır:
“Toplumdaki işbölümü çerçevesinde, toplumsal üretim ilişkileri bireylere karşı özerk bir güç kazanırlar. Bu arada, söz konusu ilişkilerin bireylerce büyülü güçler olarak görülmesi, bu güçlerin yansıttıkları gerçek ve somut ilişkilerin bağımsızlaştırılmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, söz konusu soyut güçler, olağan bilinçte özel bir yürürlük de kazanırlar. Bu işi kotaran da politikacılar ve hukukçular olur. Onlar, işbölümü dolayısıyla bu kavramların bilinmezliğine, gizemine muhtaçtırlar. Ve onlar, bütün mülkiyet ilişkilerinin gerçek temelini hep bu kavramlarda görürler. Yoksa üretim ilişkilerinde değil.”(4)
Burjuva toplumlarında hukuk kurumunun devasa boyutu, hukuk fakülteleri, binlerce kütüphaneyi dolduran hukuk kitapları düşünüldüğünde, Marks’ın yukarıdaki sözlerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Belirtildiği gibi; Marksistler ise, sosyalist toplumdaki hukuka ait öngörülerini, sosyalist toplumun üretim ilişkileri ile bağlantılı olarak dile getirirler. Özel mülkiyetin olmadığı sosyalist toplumda ahlak ve ahlaki değer yargılarının –kuşkusuz buradan hukukun da– nasıl farklılaşacağını, ahlak ve hukukun göreceliğini Engels aşağıdaki gibi örneklemiştir:
“Çağdaş toplumun, feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendine özgü bir ahlak anlayışına sahip bulunduğu olgusundan şu sonuç çıkar: İnsanlar, bilinçli ya da bilinçsiz yoldan, ahlak anlayışlarını, son toplamda, sınıfsal konumlarının kaynaklandığı pratik ilişkilerden, eş değişle, üzerinde üretim ve değiş tokuşta bulundukları ekonomik ilişkilerden türetirler.
“Taşınır mallar üzerinde özel mülkiyetin gelişmesinden başlayarak, bu mülkiyetin hüküm sürdüğü toplumların tümünde ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yolunda bir ortak ahlak buyruğunun yürürlüğü gerekiyordu. Ama bu olgu, asla, sözü geçen buyruğun ölümsüz bir ahlak buyruğu oluşturduğu anlamına gelmez. Nitekim, hırsızlığa itici güdülerin ortadan kaldırıldığı, bu nedenle de hırsızlık suçlarının ancak ruh hastaları tarafından işlendiği bir toplumda, ‘hırsızlık etmeyeceksin’ yollu bir ölümsüz buyruğu pür ciddiyet ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine kim bilir ne kadar gülünür.”(5)
Ve Marksistler, zor ile birlikte, hukukun devlet kurumu içindeki rolüne özel bir vurgu yapmışlardır.
“Bireylerin, asla kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen üretim biçimleri ve alış-veriş biçimleri, devletin gerçek temelidir ve bireylerin iradesinden tüm bağımsız olarak, işbölümü ile özel mülkiyet gerekliliğini sürdürdükçe, her basamakta da böyle kalır. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine, devlet iktidarını yaratan, bu ilişkilerdir. Ve işte bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler, iktidarlarını devlet kılığında billurlaştırmak zorundadır. Fakat onlar, ayrıca, bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de, devlet iradesi diye, yasa olarak, genel bir biçimde açığa vurmalıdırlar. Bu öyle bir açığa vurmadır ki, içeriği, özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi, her zaman, söz konusu egemen sınıfın kendi ilişkilerince belirlenir.”(6)
Lenin Devlet ve İhtilal isimli kitabında; devlet, hukuk ve demokrasi konularında Marksizmin temel tezlerini özetlemiş ve 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan proletarya diktatörlüğünün özü ve biçiminin teorik temellerini atmıştır.
“Üretim araçları, daha şimdiden, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Tüm toplumun malıdır. Toplumsal bakımdan gerekli çalışmanın belirli bir parçasını tamamlayan her toplum üyesi, toplumdan, sağladığı çalışmanın niceliğini gösteren bir bono alır. Bu bono ile, kamusal tüketim nesneleri mağazalarından, çalışmasına denk düşen bir nicelikte ürün alma hakkını elde eder. Sonuç olarak, toplumsal fona ödenen çalışma tutarı çıktıktan sonra, her işçi, toplumdan, ona vermiş olduğu kadarını alır.
“‘Eşitlik’in egemenliği denebilir buna.
“Ama (çoğunlukla sosyalizm denilen ve Marx’ın komünizmin birinci evresi adını verdiği) bu toplumsal düzenden söz eden Lassalle, bu düzende ‘hakkaniyetli bölüşüm’, ‘eşit emek ürünü üzerinde herkesin eşit hakkı’ olduğunu söylerken yanılır ve Marx bu yanılmanın nedenini açıklar.
“Marx, ‘eşit hak’ der; gerçekten, burada eşit hak vardır; ama burada söz konusu olan şey, henüz ‘burjuva hukuku’dur. Her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü, eşit hak, aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte, herkes toplumsal üründen, kendisi tarafından sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarıda belirtilen çıkarmalarla) eşit bir pay alır.
“Oysa, bireyler birbirine eşit değildir: biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb…
“…‘Emek eşitliğinde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki, biri gerçekte ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb.’.. Bütün bu sakıncalardan kaçınmak için, ‘hakkın eşit değil, eşitsiz olması gerekirdi’ diye bağlar Marx.
“Öyleyse komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştirmez; zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir; ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır, çünkü üretim araçları, yani fabrikalar, makineler, toprak vb. üzerinde özel mülkiyet olarak, egemenlik kurulamayacaktır….
“Marx, yalnızca insanlar arasındaki kaçınılmaz eşitsizliği değil, üretim araçlarının tüm toplumun ortak mülkü haline dönüşümünün (sözcüğün alışılmış anlamında ‘sosyalizm’in) tek başına bölüşümdeki kusurları, ve, ürünler ‘emeğe göre’ dağıtıldığına göre, egemen olmakta devam eden ‘burjuva hukuku’nun eşitsizliğini ortadan kaldırmayacağı gerçeğini de, sıkı sıkıya hesaba katar.
“…‘Ama, diye sürdürür Marx, bu kusurlar, uzun ve sancılı bir doğum döneminden sonra, kapitalist toplumdan henüz çıkmış bulunduğu biçimiyle, komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, ekonomik durum ve ona karşılık düşen uygarlık derecesinden hiçbir zaman daha yüksek olamaz…
“Demek ki, komünist toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) birinci evresinde, ‘burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin yapılmış bulunduğu ölçüde, yani ancak üretim araçlarıyla ilgili olarak yürürlükten kaldırılmıştır. ‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini tanıyordu. Sosyalizm üretim araçlarını ortaklaşa bir mülkiyet haline getirir. İşte bu ölçüde, ama ancak bu ölçüde ‘burjuva hukuku’ yürürlükten kaldırılmış olur.
“Ama bunun dışında, ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağılımının düzenleyicisi olmak bakımından (burjuva hukuku) yürürlükte kalır.”(6)
Burjuva hukuku, hatta burjuvasız burjuva devleti, sosyalizmde –komünizmin ikinci evresine kadar– yaşamını sürdürür.

SSCB’DE HUKUK
Ekim Devrimi’nden sonra, SSCB’de, yukarıda aktardığımız tezler doğrultusunda bir devlet ve hukuk sistemi inşa edilmiştir.
Devrimden sonra, Lenin, yasama ve yürütme organları arasında, devrimci rejimin birliğini ve yeteneğini tehdit eden herhangi bir ayrılığı reddetmişti. Tüm iktidar yetkesinin, yasama ve yürütmenin soydan gelmelikle ve keyfi olarak tek elde toplandığı feodalizmden burjuva devletine geçişte ortaya çıkan (burjuva iktidarı pekiştikten sonra, ayrı gibi görünen kurumların hepsi de, burjuvazinin iktidarı için tek bir kurum gibi çalışmaya başlamıştır) kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun kurumlar; yasama (meclis), yargı (mahkemeler) ve yürütme (hükümet ve idare); SSCB’de, tamamen teknik görevlerin yerine getirilmesi için ayrı olarak örgütlenmişti.
Ekim Devrimi’nden sonra, sosyalist hukukun iki ana dalı olarak Aile Hukuku ve İş Hukuku kabul edildi. Ceza hukuku, ekonomik koşulların değişmesiyle suç işlemenin azalacağı ve ceza yaptırımının da gereksiz kalacağı düşüncesiyle, geçici bir alan olarak ele alındı.
Aile hukuku konusunda 1918, 1922 ve 1926 yıllarında yasal düzenlemelere gidildi. Evlenme, kilisenin denetiminden çıkarıldı. Kadın ve erkeğin iradesinin evlilik için yeterli olduğu düzenlemeler getirildi. Her iki taraf boşanmak istediği zaman, son derece basit bir yargısal işlemle boşanma gerçekleşiyordu. Taraflardan biri boşanmak istemez ise, dava açılıyordu.
Evlenen çiftler, ister kadının, isterse erkeğin ya da her iki tarafın kabul ettiği ortak bir soyadını alabiliyordu. Evlilik içi ve evlilik dışı çocuklar arasında tam eşitlik sağlanmıştı.
1918 yılında yürürlüğe giren iş yasasında ise, çalışma süresi, tatil süreleri, asgari ücretler, sendikal ilkeler vb. tespit edildi. Bu yıllarda çalışmanın bir hak olduğu kabul ediliyor, devlet herkese mutlaka bir iş buluyor, iş bulunamadığı takdirde, İşsizlik Yardımı Dairesi işsiz emekçiye belirli bir ücret ödüyordu.
Ceza hukuku alanında, ilk anda, halk tarafından seçilen yargıçlardan oluşan mahkemeler kuruldu, ayrıca karşı devrimcileri yargılamak için devrim mahkemeleri oluşturuldu.
Mahkemeler “davanın durumuna ve ihtilalci bilince” göre karar veriyorlardı. Ceza yasasında yer alan suçlar listesine; kamu düzenini rahatsız etme, hırsızlık ve karaborsacılık vb. suçları eklendi. 18 yaşından küçüklerle ilgili ceza hükümlerinin kaldırılması, karşıdevrimci propagandayı engellemek için içinde gazetecilerin yer aldığı mahkemeler kurulması gibi uygulamalar gündeme geldi.
Ceza mahkemelerinin verdiği kararlara karşı temyiz mahkemelerine itiraz edilebiliyordu. Temyiz mahkemesi çeşitli konularda içtihat oluşturuyor, bazen de dosyayı yasama organına gönderip, bu organın dava konusunda bir yasal düzenleme yapmasını istiyordu. Bu şekilde ceza hukuku alanında bir kodifikasyona gidildi.
Yargıçlar, medeni haklardan yoksun olmayan (yani kapitalist ve soylu sınıfların üyesi olmayan) işçi hareketi içindeki organizatörler ve hukuk alanı veya her iki alanda tecrübeliler içinden seçiliyordu. Seçilen yargıçlar, daha çok profesyonel devrimciler ve işçi sendikalarının yöneticileri ve meslekten hukukçular içinden oluyordu. 1918 Eylülü’ne kadar ceza hukuku alanında 40 usul yasası, 69 ceza yasası yürürlükteydi. Bunların dışında, yargıçlar, yasal boşlukları kararları ile dolduruyordu.
Sovyet hukukunda, daha ilk günden, uygulamada biçimsel yaklaşımlar reddedilmiştir. Bir kişinin biçimsel bir takım kurallar nedeniyle aklanması ya da mahkum edilmesine izin verilmemiştir. Savcılık kurumu da daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
Sovyetlerin ilk döneminde siyasi olmayan suçlarda daha yumuşak davranıldı. İlk yargılamaların toplamının yüzde 35’i hapis (ki, bunların beşte dördü iyi hal uygulamasına tabi tutulmuştu), yüzde 8’i sosyal hizmetlerde çalışma, yüzde 4’ü para cezası, yüzde 10’u uyarma, kınama vb. cezalar ve geri kalanı beraat idi. Hapis cezalarının dörtte üçü hırsızlık vb., dörtte biri ise karaborsacılık suçlarına verilmişti.
1919 ve 1922 yılında yapılan düzenlemelerde “Ceza, gereğine uygun olarak ve suçluya gereğinden fazla eziyet vermeyecek ve haysiyetini kırmayacak şekilde sınırlanmalıdır.” ilkesi getirildi. Sovyet ceza hukukunda, “sınıflı toplumlarda suçun kaynağı suçlunun kişiliğinde değil, fakat toplumun sosyal yapısında bulunur” anlayışı ile hareket edildi. Ücretinin bir kısmını ceza olarak ödeme, akşam derslerine devam etme, bir sosyal hizmette çalışma, bir kamu hizmetinde çalışmanın yasaklanması, bir meslekten atma vb. türü cezalar uygulandı.
1917 yılında miras hakkı kaldırıldı. Daha sonra, 1918 ve 1922 değişikliklerinde, “kaldırılma” yerine kısıtlama getirildi. Vasiyete izin verilmedi. Ölenin mirasçıları, çalışamayacak durumda iseler, ölenin ev eşyaları ve 10 bin rubleyi geçmeyen parasını alabiliyorlardı.
Sovyet hukukunun temelleri savaş komünizmi döneminde atıldı. NEP döneminde ise, başta Medeni Yasa olmak üzere, pek çok yasal düzenleme gerçekleştirildi.
Sosyalist hukuk, halka daha başarılı ve daha iyi hizmet edebilmek için, halka bağlı ve halka açık bir hukuk yargılamasının varlığını gerektirir.
Bu yargı sisteminde:
– Yargıçlar belirli süreler için halk tarafından seçilirler ve istendiği zaman yine halk tarafından görevden alınabilirler.
– Halk mahkemeleri üyeleri yargısal kararlara serbestçe katılabilirler.
– Hukuk yargılaması biçimsellikten uzaklaştırılmış; sözlülük, basitlik ve yanlış usuli işlemlerin mahkemenin uyarısı ile düzeltilebilmesi gibi demokratik yöntemler benimsenmiştir..
– Avukatlık hizmetleri sosyalleştirilir.
Avukatlık hizmetlerinin sosyalleşmesi şöyledir:
Avukatlar hukuksal yardım bürolarında birleştirilir. Her bir adli bölgede yeterli sayıda avukatı barındıran hukuksal yardım bürosu bulunur. Avukatlar ancak bu büroların üyesi olarak avukatlık yapabilir. Büroya başvuran kişinin başvurusu büro başkanı (sekreteri) tarafından kabul edilir ve bürodan bir avukat görevlendirilir. Vekil eden bürodan istediği avukatı seçme hakkına sahiptir.
Avukatlık hizmeti karşılığında vekalet ücreti hukuksal yardım bürosuna ödenir. Büro her avukata devlet tarafından belirlenmiş ücreti öder. Avukat ile müvekkili arasında parasal bir ilişki söz konusu olmaz.
Hukuksal yardım bürolarınca oluşturulmuş bir fondan karşılanmak üzere, her avukata asgari bir ücret garantisi devlet tarafından sağlanmıştır. Yine, avukatlık ücreti ödeyemeyecek bir kişiye de bürodan avukat atanır.
Sosyalist hukuk sisteminde tarafların sahip bulunduğu sosyal haklar şunlardır:
– Biçimsel olmayan, hızlı ve ucuz hukuksal koruma.
– Maddi durumu uygun olmayanlara adli yardım ve birçok uyuşmazlıkta mahkeme giderlerinden muaf tutulma.
– Mahkemelerde kullanılan resmi dilin bilinmemesi halinde her isteyene tercüman sağlanması ve tercüman aracılığıyla davanın yürümesi.
– Yargılama sürecine tarafların aktif katılımının sağlanması, mahkemenin taraflara haklarını savunmada yardımcı olması vs.
Sosyalist hukuk sisteminde yargılama açık (aleni) ve sözlüdür. Sözlülük ilkesi, açıklık ilkesini kuvvetlendiren bir husustur.
Taraflar, yargılama sürecinde, istedikleri zaman yanlışlarını düzeltebilirler. Taraflar yanlış usul işlemi yaptıklarının farkına varmasalar bile, mahkeme yanlış yapan tarafa yanlışını bildirir.
Sosyalist hukukta bir üst mahkemeye müracaat için gerekçe göstermek şart değildir. Karardan memnun olmadığını bildirmek yeterlidir.
Sosyalist hukukta mahkemeler muvazaalı (danışıklı) davalara izin vermez.
Yalan tanıklık, sahte delil vb. gibi yargıyı sakatlayan girişimlere karşı sert yaptırımlar uygulanır.
Sosyalist hukukta mahkemeler objektif gerçekliği araştırır. Yani, tarafların sunduğu delillere bağlı kalmaz. Mahkemeler objektif gerçekliğe ulaşmak için kendiliğinden delil toplama ve diğer işlemleri yapmakla yükümlüdür.
SSCB’de otuzlu yıllarda hukuk sistemi oturmuş ve çağının en ileri hukuk sistemi haline gelmiştir. Bu dönemde, Sovyet hukukçuları içinde büyük bir tartışma yaşanmıştır. Stucka, Kursky, Krylenko, Akulov ve Pasukanis gibi isimlerin başını çektiği revizyonist “meta mübadelesi okulu” Engels’in Anti-Duhring’te –komünizmin ikinci evresini kast ederek– üzerinde durduğu, “işçi sınıfı, devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür…İnsanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimi alır. Devlet, ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir” saptamasından yola çıkarak, sosyalist devletin ihtiyaçlarına uygun bir hukuk yaratma ve bunun teorisini yapma yerine, hukukunun sönümlenmesi teorisini yapmışlar (8) ve tasfiye edilmişlerdir. Komünist Akademi’de etkili olan bu okul, “kıyas hukuku” sistemini, yani mahkemelerin, bir başka mahkeme kararını esas alarak, herhangi bir yasal düzenlemeye gerek olmadan, karar vermesini savunuyordu. Stalin ve Komünist Parti, dört tarafı düşmanla çevrilmiş ve sürekli saldırıya uğrayan SSCB’de, –belirli mesafeler alınmış olsa da– tamamlanmakta olan sosyalizmin birinci aşamasında henüz devletin sönümlenmekten uzak olduğunu, düşmanları ezecek güçlü bir devlete hâlâ ihtiyaç olduğunu ve böyle bir devlette hukuk sisteminin de olması gerektiğini vurgulamıştır. Ünlü Sovyet hukukçusu Vişinski, sosyalist hukuku, “sosyalist kuruluşun tamamlanışı ve sosyalizmden komünizme tedrici geçiş dönemi sıralarındaki sosyalist hukuk, Emekçiler Devleti tarafından yasalaştırılan, tespit edilen ve sosyalist ilişkileri ve komünist bir toplumun kurulmasını geliştirmek, güçlendirmek ve korumak amacıyla işçi sınıfı tarafından ve Komünist Partisi’nin önderliği altında yönetilen tüm Sovyet halklarının iradesini dile getiren normlar sistemidir.” (9) şeklinde tanımlıyordu.
Sosyalist hukuk tartışmalarının sona ermesi ile, SSCB’nin ünlü 1936 Anayasası’nın hazırlanması ve yürürlüğe girmesi aynı döneme denk geldi.
Bir komisyon tarafından hazırlanan Anayasa taslağı, bütün fabrikalara, işyerlerine, üniversitelere, yazar birliklerine vb. gönderildi. Anayasa taslağı, halk içinde beş buçuk ay yaygın olarak tartışıldı. Değişiklik önerileri, komisyona iletildi ve 1936 yılında kabul edildi.
1936 Sovyet Anayasası, o güne kadar hiçbir anayasada yer almayan hakları yurttaşlarına tanıyor ve bu hakların kullanılması için maddi olanakların yaratılmasını emrediyordu.
Bugün bizim için doğal bir hak imiş gibi görünen, ancak neoliberal saldırganlığın hedefi olarak gaspedilmekte olan yıllık ücretli izin, parasız eğitim ve sağlık hizmeti, yaşlılık aylığı, iş günü saatlerinin kısaltılması vb. pek çok hak, o günlerde kapitalist sistemin hiçbir ülkesinde işçi sınıfına bir hak olarak tanınmamıştı. Bu hakların kapitalist ülkelerde kabulü, 1936 Anayasası’ndan ve SSCB’de hayata geçip kullanılmasından onlarca yıl sonra oldu. Gelişmiş kapitalist ülkeler, kendi işçi sınıflarının bir sosyalist devrime kalkışmaması ve SSCB’yi örnek almaması için, sınıfı mücadelesini yatıştırıp bastırmak üzere bu haklardan bazılarını geçici bir süre için kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi, SSCB’nin yıkılması ve sınıf mücadelesinin geçici bir yenilgiye uğramasının ardından, burjuvazi, bu hakları tekrar birer birer geri alıyor.
1936 SSCB Anayasası’nda; 118. Madde’de, çalışmanın bir hak olduğu belirtilmiştir. Çalışmanın bir hak olması, herkesin devletten bir iş isteyebileceği anlamına gelmektedir.
119. Madde: Dinlenmeyi bir hak olarak tanırken, işgününü, ağır işlerde 4 saat, diğer işlerde 6 ve 7 saat olarak belirlenmiştir. Bu maddeyle, yıllık izin ve bu iznin devlet tarafından yapılmış sosyal tesislerde kullanılabilmesi güvenceye alınmıştır.
120. Madde: Yurttaşların ihtiyarlık, hastalık durumunda ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarını sağlama hakkını tanınmış; sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğunu karar altına almıştır.
121. Madde: SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Bu hak genel ve ücretsizdir. Ücretsiz öğrenim hakkına, yüksek okullar da dahil olup, okullarda anadilde öğretim yapılması güvenceye alınmıştır.
122. Madde: Ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verildiği belirtilmiştir.
123. Madde: Çeşitli ulus ve milliyetlerden yurttaşların eşit haklara sahip olduğunu tanıyıp kararlaştırmıştır.
124. Madde: Yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak üzere, SSCB’de, kiliseyi devletten ve okulu da kiliseden kesin olarak ayırmıştır. İnanç ve tapınma özgürlüğü gibi, dine karşı propaganda özgürlüğü de bütün yurttaşlara sağlanmıştır.
125. Madde: İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğünü güvenceye almıştır. Bu hakların kullanılması için, işçilerin ve kurumlarının emrine basımevleri, kağıt stokları, binalar, gösteri meydanları vb. şartlar sağlanmasını düzenlemiş, böylelikle sözü edilen hakları kağıt-üzeri “haklar” olmaktan kurtarmıştır.
128. Madde: Konut dokunulmazlığını ve haberleşmenin gizliliğini güvenceye almıştır.
Bugünlerde, AB müktesebatı babında hemen hemen bütün yasal sistemimiz değiştirilirken, gerek ceza hukukunda, gerek medeni hukuk ve aile hukuku sisteminde, gerekse haklar manzumesinde 1917 Sovyet Devrimi’nden hemen sonra getirilen sistemin çok gerisinde kaldığımız, Sovyet hukuk sistemine kabaca bir bakışta bile fark edilmektedir. Bu, yalnız Türkiye açısından değil, ama “sosyal devlet” gereksiz masraf kapısı sayılarak tüm “sosyal haklar” yanında biçimsel hukuki hakların da çiğnenmekte ve gaspedilmekte olduğu, her alanda Ortaçağ değerlerine dönüşle genel bir gericileşmenin yaşandığı bütün kapitalist ülkeler açısından geçerlidir.
Belki de bunun için Sovyet hukuku ve sosyalizm uygulamaları konusunda ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde fazla yayın ve kaynak bulunmamaktadır.

*İşçi B’nin Hikayeleri, Peter Mailwald, Çeviren Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın sf. 40

1-    F. Engels, Konut Sorunu, sf. 93-94, Sol Yayınları
2-    Komünist Partisi Manifestosu’ndan aktaran Rona Serozan, Devlet ve Hukuk Üzerine, sf. 28-29, May Yayınları
3-    Age, sf. 31-32
4-    Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 29-30
5-    F.Engels, Anti Dühring’ten aktaran Rona Serozan, Agy, sf. 36-37
6-    Alman İdeolojisi’nden aktaran Rona serozan, Agy, sf. 70
7-    Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 104-106, Bilim ve Sosyalizm Yayınları
8-    “Marksizm ve Hukuk” isimli makaleden, Dr. Onur Karahanoğulları, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi.
9-    Marksizm ve Sovyet Hukuk Teorisi, Prof. Rudolf Schlesinger, Sinan yayınları

Venezüella’daki durum üzerine*

Uluslararası Marksist-Leninist Partiler ve Örgütler Konferansı’nın 10. oturumu, diğer konuların tartışılmasının yanı sıra Venezüella’daki durumu ve Bandera Roja (Kızıl Bayrak) partisinin tutumunu ve eylemlerini de ele aldı.
Sorunu bu şekilde ele almak, bizi, Venezüella’daki politik durumu ele almaya götürdüğü gibi, kardeş partiler arasındaki ilişkileri ve hatta konferansın normlarını da incelemeye sürükledi.
Şimdiye kadar bu mesele, olguları her yönüyle ele alarak ve bir amaca ulaşmak amacıyla özel bir biçimde tartışılmamıştı.
Bununla birlikte Venezüella’da olaylar çok çabuk gelişiyor, etkileri ülke sınırlarının ötesine taşarak uluslararası politikaya ve özellikle Latin Amerika’da izlenen politikaya yansıyor.
Bu nedenle, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı 10. oturumu, bu meseleyi ele alarak tartıştı ve tutum belirledi.

1
Venezüella’da milyonlarca insanı, halk kitlelerini, işçi sınıfını, köylülüğü, gençliği, tüm sınıfları, çeşitli toplumsal ve politik  örgütlenmeleri ve partileri kapsayan toplumsal politik bir süreç gelişiyor.
Bu süreç birkaç yıldır devam ediyor, ancak son zamanlarda yoğunluğu ve gelişimi önemli boyutlara ulaşarak çatışmalı bir döneme girdi.
Bu durum, proleter devrimcileri, demokratları, sol güçleri, yurtseverleri, toplumsal mücadelenin önderlerini tavır almaya, fikrini ilan etmeye iterken, her şeyden önce bizleri de, ABD emperyalizmine ve Venezüella oligarşisine karşı mücadele eden ilerici güçleri desteklemeye ve onlarla dayanışmaya zorluyor.

2
Venezüella’yı her yönüyle etkisi altına alan krizin on yıldan daha kısa bir süre içinde daha da keskinleşmesi, bir yandan geleneksel politik partilerin dağılmasına ve toplumda politik parçalanmaya, diğer yandan da emperyalizmin ve burjuvazinin baskılarına ve ülkenin yağmalanmasına karşı büyük gösterilere, halk hareketlerine yolaçtı.
Kriz, ardı ardına iktidara gelen COPEI ve AD (Hıristiyan demokratlar ve sosyal demokratlar) hükümetlerini oldukça sarstı. Yolsuzlukların kemirdiği bu hükümetler, bizzat oligarşinin kendi içerisinden gelen değişik popülist akımlar tarafından hükümetten uzaklaştırıldılar.
Emperyalizm ve onun müttefikleri olan Venezüella büyük burjuvazisi tarafından desteklenen neo-liberal politikalar, krizi ve ülkenin bağımlılığını daha da derinleştirdi.
Özelleştirme politikası, baskı ve yalan, ülke endüstrisinin tahrip edilmesi; işsizliğin artmasına, emekçilerin yoksullaşmasına götürdü ve halk kitleleri ve gençlik içerisinde değişim isteğini ve muhalefeti arttırdı.

3
1989 Şubat’ında başkent Caracas’ta meydana gelen ve “Caracazo” adı verilen ayaklanma ve ardından ordunun 1992’deki ayaklanmasından bu yana Venezüella’da gençliğin ve emekçi kitlelerin toplumsal değişim amacıyla iktidarı devirmeyi hedefleyen mücadelesinde önemli bir yükselişe şahit oluyoruz.
Venezüella halkı büyük ölçekli politik ve sosyal mücadeleler yaşadı. Bu mücadeleler, emekçilerin grevlerinde, gençliğin sokak çatışmalarında, yolsuzluğa karşı yapılan büyük gösterilerde, demokrasi ve özgürlük için yapılan eylemlerde, politik alternatif arayışında, halk güçleri içerisinde bloklar ve ittifaklar kurarak, bizzat kendi platformunda seçimlere katılarak kendini ifade etti.
Venezüella’da kitle mücadelesinin bir yükseliş içinde olduğunu iddia etmek bir yanılgı olmaz. Kentler ve kırlar, alt tabakaların özgürlük talebi ile burjuvazi ve emperyalizmin halk karşıtı ve ülke çıkarlarına zıt politikaları arasında mücadele alanına dönmüştü.

4
1998’de Venezüella halkının önemli bir bölümü, demokratik ve sol politik parti ve örgütler, seçim sürecine değişik bir alternatifle girdiler. Geleneksel partilerin oluşturduğu platforma karşı alternatif bir platform olarak Hugo Chavez’in adaylığını öne sürdüler.
Hugo Chavez, 1992’de Carlos Andres Pérez hükümetine karşı yapılan askeri bir ayaklanmanın başında yeralmış, ayaklanma başarısızlığa uğradıktan sonra yakalanıp yıllarca hapis cezasına çarptırılmıştı. Venezüellalıların büyük çoğunluğunun gözünde yolsuzluklara ve oligarşinin halkı yoksullaştırma politikasına karşı ayaklanan, direnen bir asker imajına sahipti ve halkın gözünde değişiklik umudunu temsil ediyordu.
Hugo Chavez, konuşmalarında imtiyazlara ve yolsuzluklara karşı mücadeleci bir söylem kullanarak, geleneksel partilerle doğrudan bir hesaplaşmaya giriyor, halka; değişimi gerçekleştirip sosyal eşitsizliklere son vereceğini ve onların sorunlarına tüm gücüyle sahip çıkacağını vaat ediyordu.
Halk kitlelerinin yaşamlarında değişiklik umudu, burjuva partilerin itibarlarını yitirmeleri ve giderek erimeleri, toplumsal mücadelenin giderek yükselmesi, halkı, Chavez tarafından sunulan alternatife yöneltti. Neticede Hugo Chavez, seçimi halkın büyük bir desteğiyle daha ilk turda kazandı.
Bu zafer, Venezüella’da ve hatta ülke sınırlarının da ötesinde, özellikle Latin Amerika’da büyük umutlara ve beklentilere yolaçtı.

5
Chavez iktidara geldikten sonra bir takım politik değişiklikler önerdi. Kurucu meclisi toplayarak halk kitlelerinin lehine olan bazı sosyal ve demokratik kazanımları yasalaştırmasıyla, bir yönüyle ekonomik ve sosyal yaşamda değişimlerin gerçekleşmesinin de önü açılmış oluyordu.
Yeni anayasa, toplumsal sistemi değiştirmiyordu, ancak kapitalist kurumları ve politik normları muhafaza etmekle birlikte, bu anayasa, demokratik, politik hak ve özgürlüklerde önemli ilerlemeler içeriyordu.

6
Chavez hükümeti, petrolün uluslararası piyasalardaki fiyatlarının yarattığı maddi imkanlardan faydalanarak, ülkenin en yoksullarının yaşam koşullarını iyileştirmek için bazı önlemler yürürlüğe koydu ve böylece halk kitleleri içerisindeki desteğini de genişletti.
Cehalete karşı okuma yazma seferberliği başlatıldı, kamuya ait okulların desteklenmesiyle milyonlarca Venezüella vatandaşı okula gitme imkanı bulurken, geniş halk kitleleri sağlık hizmetlerine kavuştu. Büyük mülk sahiplerinin elinde bulunan, ancak ekim yapılmayan topraklar ile devlete ait toprakların yoksul topraksız köylülere dağıtılmasını içeren bir tarım reformu uygulamaya sokuldu.

7
Chavez, diğer örgütlerle ittifaka girerek, son seçimleri kazanmasını sağlayan “5. Cumhuriyet” adıyla Bolivarcı bir parti kurdu. Ancak bu parti, ideolojik bulanıklık ve yolsuzluklar nedeniyle kitleleri yöneten bir iktidar partisi özellikleri taşımıyor.
Hükümete katılan solun diğer politik örgütleri ise, giderek büyüyen toplumsal ve politik süreci yönetebilecek ne yeterli olanaklara ne de güce sahip değiller.
Gençlikle ve halkla iyi ilişkiler kuran Chavez, bu değişim sürecinin tartışmasız lideri haline geldi.

8
Chavez hükümeti Venezüella’daki ekonomik politik sistemi değiştirmedi, ancak büyük burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına belli ölçülerde dokunurken, halkın en yoksul kesimlerinin lehine olan bazı önlemler aldı.
Alca (Amerika Kıtası Serbest Ticaret Bölgesi) ve Kolombiya planına, Irak savaşına karşı aldığı kesin tavırlarla çevresinde etkileyici oldu ve OPEC içinde de petrol üreticisi ülkelerin çıkarlarının savunulmasında önemli bir rol üstlenmiş bulunuyor.
Emperyalizmin karanlık planlarına ve Venezüella gericiliğine ve oligarşisine rağmen Küba Devrimi ile yardımlaşmayı ve işbirliğini giderek arttırıyor. Bu tutum, kurulduğu ilk günden bu yana Chavez hükümetini yıkmayı amaçlayan Amerikan tekellerinin, ABD hükümetinin, geleneksel partiler ve oligarşinin, gericilerin öfkesini üzerine çekiyor ve daha da saldırganlaştırıyor.
Bu amaçla orta tabakaların önemli bir kesimini, serbest meslek sahiplerini ve işçi sınıfının bir kesimini Chavez’e karşı harekete katmayı başardılar. Bu harekete katılan toplumun bu kesimleri, muhtemel bir ayaklanmadan korkan, umutsuzluğa kapılmış ve Venezüella’yı etkisi altına alan krizin olumsuz etkileriyle memnuniyetsizlikleri daha da artan, güvence arayan kesimlerdir.
Diğer yandan, emperyalizm, bu kesimleri kendi tarafına çekme amacına ulaşmak için yasadışı, meşru olmayan yollar kullanıyor.
Olağanüstü iletişim imkanlarına sahip olan Venezüella gericiliği, bu amaçla, bütün gün boyunca her an gazete, radyo ve televizyondan yoğun bir iftira, yalan kampanyasıyla Chavez hükümetine ve onun yaptıklarına saldırıyor.
Chavez’e karşı açıkça muhalefet edebilecek koçbaşı olarak kullanabileceği askerler bulmak amacıyla kışlalara girmeye, orduyu Chavez’in karşısına geçirmeye, askeri bir darbe örgütlemeye çalışıyor.
Venezüella gericiliği ittifaklar kurarak, bozarak, tekrar kurarak ülkenin bütün sağcı ve gerici güçlerini birleştirmeye çalışıyor.
Bu muhalefetin görünen önderi, patronların ve bankacıların örgütü (Fedecamaras) ve kilisenin yüksek tabakasıdır. Bunun yanı sıra ülkenin geleneksel partileri (Hıristiyan demokratlar ile sosyal demokratlar), sendika bürokratları, solcu dönekler ve eski bazı “sol” ve “devrimci” örgütler de bu muhalefet cephesinin içinde yeralıyor.
Venezüella gericiliğinin muhalefet hareketini yöneten ve ipleri elinde tutan Bush hükümeti, ABD elçiliği ve CIA’dır. Ayrıca Kübalı sürgünler, Kolombiyalı paralı askerler de bu Chavez karşıtı cepheye dahildir.
Diğer kutupta ise, hükümetin yaptıklarını giderek daha çok benimseyen, gereklerini hayata geçirmeye çalışan halk kitleleri, işçi sınıfı, köylüler, toplumun unutulmuş kesimleri, umudunu yitirenler ve geniş gençlik kesimleri yeralıyor.
Bugün Venezüella’da genel olarak toplumu ayrıştıran derin bir politik ve toplumsal süreç yaşanmaktadır. Sokaklarda, meydanlarda, politik ve ideolojik alanda mücadele kendini göstermektedir.

9
Bu politik ve toplumsal çatışma, 1998’den bu yana çeşitli alanlarda değişik ölçülerde giderek gelişiyor.
Chavez hükümeti, iktidara geldiğinden bu yana altı defa seçim süreci yaşadı, ve seçimlerin hepsinde de Venezüella halkının güvenini kazanmayı başardı.
Chavez Kurucu Meclis’i toplayarak, yeni bir politik kurallar belgesi hazırladı, bizzat kendisi, devlet başkanını yeniden belirleyecek erken bir seçime gitti ve büyük bir çoğunlukla ilk turda kazandı.
Halkı “Bolivarcı gruplar” diye adlandırılan çevrelerde örgütleyerek, sisteme halk desteği sağlamaya çalıştı.
Muhalefet, bütün seçim süreçlerine aktif olarak katılmasına rağmen, her defasında kaybetti.
2001 Nisan’ında ABD hükümeti, CIA, kilise üst tabakası, Patronlar kuruluşu ve bir grup subayın katılımı ve işbirliğiyle bir darbe girişiminde bulunuldu. Chavez tutuklandı, yeni bir hükümet kuruldu. Ancak, Caracas’ın yoksulları ve ordunun alt kademeleri Chavez’i yeniden hükümetin başına geçirerek, bu darbe girişimini boşa çıkardılar.
2002 Aralık ve 2003 Ocak aylarında Venezüella ekonomisini sabote ederek Chavez hükümetini devirmek amacıyla patronlar bir grev örgütlediler, ancak bu girişim de başarısızlığa uğradı.
Son olarak, anayasayı bahane eden muhalefet, bütün gücüyle baskı yaparak Chavez’in meşruluğunu yitirdiğini iddia edip referandum yaptırdı. Halk bir kez daha ezici bir çoğunlukla Chavez’i destekledi.
Gerici güçler oligarşinin ve emperyalizmin çıkarlarını koruma niyetlerinden vazgeçmiş değiller.
Halk güçleri, yurtseverler ve devrimciler, bu toplumsal değişim sürecini sahiplenerek ve savunarak onu daha da ilerletmeye devam ediyorlar.
Venezüella’da bugün emperyalizme karşı verilen büyük mücadelenin bilincinde olan biz proleter devrimciler, demokratik ve yurtsever çizgisini devam ettirdiği müddetçe Chavez hükümetini, emekçileri ve gençliği desteklerken bu durumu dikkate alıyoruz.

10
Chavez hükümeti, ABD’ye ve onun emperyalist politikalarına karşı çıkmaktadır. Ama açıktır ki bu çatışma, bir dizi bağımlılık ilişkilerinden dolayı sınırlı kalmaya devam etmekte ve bu nedenle ele alınamayan bazı alanlarda tekellerin politikaları güncelliğini korumaya devam etmektedir.
Her halükarda ulusal çıkarlar karşısındaki tutumundan dolayı, Chavez hükümetini, ulusal yurtsever bir hükümet olarak nitelendirebiliriz.
Yedi seçim süreci sonucunda Venezüella halkının çoğunluğunun iradesi ile meşruluğu onaylanan bir hükümettir.
Venezüella’da olup bitenin bir devrim, daha da ötesi bir proletarya devrimi olmadığı biz Marksist-Leninistler açısından açıktır. Chavez hükümeti devrimci bir hükümet değildir. Burada söz konusu olan; milyonlarca insanı seferber eden ve toplumsal bir devrime doğru gelişebilecek demokratik ve yurtsever bir süreçtir. Ama bunun için, subjektif koşulların olgunlaşması; özel olarak da bu devrimci sürece etki edecek, onu iktidara kadar taşıyacak proletarya partisinin ideolojik ve politik önderliğinin gelişmesi zorunludur.

11
Venezüella’daki süreç, uluslararası durumun, işçi sınıfının ve halkların devrimci hareketinin yeniden gelişip güçlenmeye başladığı ve emperyalizmin krizinin giderek derinleşmesi ile karakterize edildiği koşullarda gelişiyor.
Latin Amerika’da, Venezüella’da yaşanan olayların oldukça özel bir anlamı ve  etkisi vardır.
Egemen sınıflar, gericiler ve oportünistler Chavez’i “komünist”, Fidel Castro’nun kuklası, popülist, demokrasi düşmanı ve otoriter olmakla suçluyorlar. Halklar, emekçiler ve gençlik, ilericiler ve demokratlar ve komünistler olarak biz ise, Venezüella halkının mücadelesini, özgürlük için verdiğimiz mücadelenin parçası olarak anlıyor ve destekliyoruz.

12
Bandera Roja partisi de bu sürece, aktif olarak katıldı.
Chavez hükümetini mali sermayenin bir kuklası olarak niteleyip, neo-liberal politikaları desteklemekle itham etti.
Sürecin, yoksullaşan kesimlerin intikam arzusunu besleyen toplumsal bir duygu olduğunu ve Venezüella halkı arasında çatışmayı kışkırttığını savundu.
Hükümetin; faşizan, popülist ve demagoji yapan, kitlesel silahlı grupları (Bolivarcı milisler) ve orduyu baskı aracı olarak kullanan anti-demokratik bir hükümet olduğunu iddia etti.
Chavez tarafından kazanılan başkanlık seçimlerine, ABD’nin, gericiliğin ve sağın adayı Arias’ı destekleyerek katıldı.
Chavez’i devirmeyi amaçlayan iftira kampanyasına dahil olarak, 2001 Nisan ayında sahnelenen darbeye aktif olarak katıldı.
Sendika seçimlerinde “Demokratik Hareket” ve bürokrasi ile ittifak yaptı.
2003 yılındaki patronların grevine aktif olarak katıldı.
Chavez’in meşruluğuna itiraz maksadıyla yapılmak istenen referandumun lehine imza kampanyasına aktif olarak katıldı. Ulusal Muhalefet Koordinasyonu içerisinde yeralıyor.
Bütün politikaları ve faaliyetleri; emperyalizmin, ABD elçiliğinin, oligarşinin, patronlar odasının, bankacıların, kilise üst tabakasının ve geleneksel partilerin faaliyetleri ile nesnel olarak örtüştü. Yani halk düşmanlarının tarafında yeraldı.

13
Biz proleter devrimcilerin devrimi örgütleme ve yapma sorumluluğumuz vardır. Bu faaliyet içerisinde işçi sınıfını ve diğer emekçi sınıfları, politik olarak eğitmek, politik ve sosyal mücadelelerinde yönetmek ve kapitalizme ve emperyalizme karşı muzaffer bir mücadele yürüterek, onu yenilgiye uğratıp sosyalizmi inşa edebilmek için, bize güçleri birleştirme olanağı sağlayan kesintisiz bir süreçte örgütlemeye çalışıyoruz.
Güç biriktirme süreci basit bir süreç değildir.
Bu süreç bizden, güç ilişkilerini ve toplumsal hareketleri dikkate alarak sosyal ve politik hayatta daha etkili olmamızı, devrim saflarında yer alabilecek tüm sınıflarla ve toplum kesimleriyle ve politik akımlarla bir birlik politikası izlememizi, esas düşmanı alt edebilmek amacıyla diğer güçlerle anlaşmalar yapıp yükümlülükler üstlenmemizi gerektirir. Bütün bu faaliyetlerde gözettiğimiz asıl mesele, işçi sınıfının ve halkın çıkarlarıdır. Marksist-Leninist çizgi sayesinde ise, eylemimizin hedefini ve yolumuzu şaşırmamaya özel dikkat gösteriyoruz. Hiçbir koşulda, kitlelerin karşısında egemen sınıfların yanında ve halka karşı emperyalizmin tarafında yer alamayız.

14
ABD emperyalizminin, Bush hükümetinin ve onların denetleme ve casusluk aygıtlarının, her türlü olanağı ve yöntemi kullanarak Chavez hükümetine karşı açıkça komplo içerisinde oldukları, her kişi veya örgütün gözünde son derece açıktır.
Aynı şekilde Fedecamara’nın büyük burjuvazinin çıkarlarını temsil ettiği, COPEI ve AD gibi geleneksel partilerin de egemen sınıfların elinde birer alet oldukları yeterince açıktır.
Bandera Roja, sadece Chavez hükümetine karşı mücadele etmekle yetinmemekte, gerici ve emperyalist güçlerle açıkça birlik yapmaktadır. Ulusal muhalefet koordinasyonunun aktif bir bileşenidir.

15
İşçi sınıfının uluslararası karakteri, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele, devrimci proletaryanın kısa ve orta vadedeki görevleri ve stratejisi; Komünist partisini, dünya devriminin, mücadele yürüttüğü ülkedeki müfrezesine dönüştürür.
Marksist-Leninist parti, proletarya enternasyonalizminin kararlı ve sağlam bir savunucusudur.
Devrimci proletaryanın partisi, sınıfsal özelliklerinden dolayı, uluslararası durumun analizine katılmak, her ülkede işçi sınıfının ve halkın davası yararına dersler çıkarmak ve demokrasi ve özgürlük için mücadele edenlerle dayanışma ve desteğini ifade etmek, tek tek bulunduğumuz ülkelerde ve uluslararası planda emperyalizmi alt edebilmek için partinin güçleriyle işçi sınıfının ve halkların güçlerini birleştirmek zorundadır.
Uluslararası konferansın parti ve örgütleri olarak bizler, bu sorumluluğu üstleniyoruz.
Venezüella somutunda ise, proleter devrimcilerin sesi, emperyalizmin saldırganlığını ve Chavez’in demokratik hükümetini zor kullanarak devirme girişimlerini mahkum etmek için, Venezüella halkının bağımsızlığını savunma ve kendi kaderini tayin doğrultusunda verdiği değerli mücadeleyi desteklemek ve selamlamak için güçlü olarak duyuldu.

16
Marksist-Leninist partilerin enternasyonalist sorumluluklarını yerine getirmesi; hiçbir şekilde bu partilerin, herhangi bir partinin kendi ülkesinde devrimi gerçekleştirmek için geliştireceği plana ve o partinin bağımsızlığına müdahale ettikleri anlamına gelmez. Fikir ayrılığı olduğunda, partilerin bu sorunu aydınlatmak için kardeşçe, samimi bir şekilde tartışması gerekir.
Bir partiye kendi ülkesinde uygulayacağı politika dayatılamayacağı gibi, diğer parti ve örgütlerin fikirlerinin hesaba katılmasını baştan reddetmek de doğru değildir. Biz komünistler, fikirlerimizi tartışabiliriz ve tartışmalıyız, Marksizm-Leninizmi ve onun devrimci mücadeleye uygulanmasını savunmak ve revizyonizm ve oportünizm ile aramıza kalın bir çizgi çekmek zorundayız. Bu, proletarya enternasyonalizminin hayata geçirilmesi demektir.
Konferansın normları bu konuda şunu söyler:
“Hareketimiz ve Genel Konferanslarımız, mensubu parti ve örgütlerimizin hukukuna saygılıdır ve saygılı olmak zorundadır. Gene aynı şekilde, kardeş parti ve örgütlerimiz de birbirlerinin hukuklarını tanırlar, saygılılar ve tanımak ve saygılı olmak zorundadırlar.
Ama şu da açıktır ki; ister uluslararası ölçekte olsun, isterse herhangi bir ülkeyle ilgili olsun, Hareket ve Konferanslarımızın, ortak kararlarımızın uygulanması, ülkelerimizdeki durum ve çalışmalar konusunda görüş açıklaması, eleştirilerde bulunması, ortak kararların uygulanmasını istemesi eleştirilemez. Bunlar hak ve sorumluluk olarak tanınmak zorundadır. Gene aynı şekilde; her kardeş parti ve örgüt bir başka parti ve örgütün ülkesindeki çalışmasını eleştirebilir, ortak kararlarla ilgili tutumunu takip edebilir. Bütün bunlar uluslararası bir hareket olmanın asgari bir zorunluluğudur ve içişlerine karışma olarak değerlendirilemez.”

17
Venezüella ve Bandera Roja konusunda ise, mesele, ikili, çok taraflı, bölgesel düzeyde ve hatta konferans düzeyinde bile tartışıldı. Bu tartışmalar, bizim de konuya daha yakından vakıf olmamıza olanak sağladı.
Bu sorunu yeniden ele alıp tartışan Uluslararası Marksist-Leninist Partiler ve Örgütler Konferansı’nın 10. oturumu, Amerikan emperyalizminin müdahalelerini ve oligarşinin gerici politikalarını mahkum etmekte, kendi kaderini tayin etmek ve ulusal egemenliğini savunmak için mücadele eden Venezüella halkı ile dayanışmasını bir kez daha ilan etmektedir. Konferansımız, Venezüella isçi sınıfının ve halkının; öncü gücüne, yani proletaryanın devrimci partisine kavuşacağından ve ulusal ve sosyal kurtuluşun yolunu bulacağından emindir.

avrupa birliği ve medyanın üniversite kuşatması

Batı kapitalizmi, özellikle 11 Eylül sonrası süreçte, zamanının ilerici olarak nitelenebilecek son kalıntılarıyla da hesaplaşma içerisinde. Avrupa Birliği, bir yandan ABD’nin başına buyruk hareketine sözde insanlık adına karşı dururken, bir yandan da “sosyal devlet” yerine yine ABD’nin başarıyla uyguladığı neo-liberalizmin polis devletini kendi koşullarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak hayata geçirmeye çalışıyor. Emperyalist çekişmelerin Türkiye’deki yansımaları ise, ekonomiden dış politikaya kadar birçok alanda yapılan yeni düzenlemelerin yanı sıra, aylardır yatıp kalktığımız ve daha uzun bir müddet sürecek gibi gözüken AB tartışmaları ile ortaya çıkıyor.
XXI. yüzyılda yeniden ekonomik ve siyasi bir süper güç olarak varolma hesapları yapan, üstelik aydınlanmadan bu yana gitgide çürüyen demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlerini yeni keşfedilmiş bir ilaç gibi dünyaya sunmaya çalışan AB’nin ideolojik kuşatmasının ana hedeflerinden biri de kuşkusuz gençliktir.
Egemen sınıf tarih boyunca gençliği kazanmayı önemsedi. Birincisi, iktidarının geleceğini sağlamlaştırması ve sınıfsal egemenliğine tehlike arz etmeyecek şekilde topluma yön vermesi için bu gereklidir. Bunun yanında gençlik, enerjisi ve hayattan beklentileri nedeniyle, muhalif olmaya yatkındır. Kısacası, bir an önce statükonun kurallarıyla donatılmalı, adam edilmelidir! Türkiye egemen sınıflarının gençliğe yaklaşımı da bu çerçevenin dışında değil, olması da beklenemez.
İşçi gençlik yığınları, sendikasız, sigortasız, her türlü sosyal haktan yoksun, yüzyıl öncesinin koşullarını aratmayacak çalışma şartları vb. açıdan ucuz emek sömürüsünün kuşatması altında yaşamaya mahkum edilmiş durumda. İşsizlik, genç kitleleri başıboşluğa, ahlaki ve kültürel çöküntüye sürüklüyor, üniversite diploması ise, iş kapısının anahtarı olma işlevini çoktan yitirdi. Öğrenciler, ya liseden itibaren kıyasıya bir rekabetin içine düşüyor ya da umutsuzluğa itiliyor.
İşte bu kuşatma içerisinde AB üyeliği üzerinden yürütülen çok yönlü egemen propaganda, gökten euro yağdırmasa da, Türkiye egemen sınıflarının can simidi olarak işlev yükleniyor.

AB’NİN İLERİ KARAKOLU: MEDYA
Avrupa Birliği, iddia edildiği gibi, emek ve sermayeye eşit mesafede duran, hukukun üstünlüğüne dayalı bir toplum hedefliyor olsaydı, Türkiye’de de konunun artı ve eksileriyle masaya yatırılması, en azından medyada bilgilendirmeye dayalı bir propaganda yürütülmesi anlaşılabilirdi. Oysa, burjuvazi, gençliğe yalan vaatlerde bile bulunamayacak durumdadır!
Aralık ayında Milliyet gazetesinin “İzmir çıkarması” çerçevesinde Ege Üniversitesi’nde düzenlenen “Genç Bakış” programı ve sonrasındaki gelişmeler, gençlikte uyanan AB karşıtlığını ve medyanın bu konudaki çaresizliğini gözler önüne serdi. Milliyet yazarları, kariyer eki çerçevesinde İzmir’in “önde gelen isimleri”yle görüşmüş, bir de AB konusunda gençliğin nabzını tutmak, daha doğrusu nabzı istedikleri seviyeye getirmek istemişlerdi. Anlaşılan o ki, sonuç, pek de istedikleri gibi olmadı.
Tartışma öncesinde, salondakilere AB’ yi destekleyip desteklemedikleri sorulduğunda, öğrencilerin yarıdan fazlası hayır yanıtını verdi. Programın başlangıcından itibaren, yazarların, AB’nin gençliğin tüm umutsuzluklarına, gelecekle ilgili kaygılarına ilaç olacağını vaaz etmesi karşısında, öğrenciler; AB’nin lider ülkesi Almanya’da bile işsizlik sorunu her geçen gün büyürken Türkiye’nin işsizlik sorununa nasıl çare bulunacağını, Maastricht kriterleriyle AB’ye tam bağımlılık dayatılırken Türkiye’nin nasıl bir çıkış yolu bulabileceğini sordular. Bunlar, yanıtları lafı dolaştırılıp geçiştirilemeyecek yalın gerçekleri içinde barındıran sorulardı. Zaten burjuva medyanın kalemşörlerinin verebildiği tek yanıt da, sıkıştıkları her yerde, tekrar tekrar AB’nin her soruna çözüm bulacağını yinelemek oldu. Tüm bu sığ çabalarla birlikte, AB anketi yinelendi ve Milliyet yazarlarının ezbere AB’yi savunmaları, salondaki gençler üzerinde ters etki yarattı ve “AB’ye hayır” diyenlerin oranı, son ankette %90’a yakın oldu. Bunun üzerine, ertesi gün, yazarların kendi açıklarını fark etmişçesine söz birliği etmesi ve gençliği okuyup araştırmamakla suçlaması, gerçekten çarpıcıydı.
Örneğin Taha Akyol, ertesi günkü köşe yazısında, gençliğin doğası itibariyle asi ve heyecanlı olduğuna kanaat getiriyor ve AB karşıtı anti-emperyalist tutumlarına karşılık olarak, öğrencilerin sloganlarla konuştuğunu, hangi görüşten olursa olsun okuyup araştırması gerektiğini buyuruyordu. Buna rağmen, Akyol’a göre, bu anti-emperyalist “suç” tüm gençliğe mal edilmemeliydi. Yalnızca birkaç gencin sorunuydu. Diğerleri ise, –sanki bizzat kendisi gençleri onca “bilgi” bombardımanına tutmamış ve “bilgilendirme” ters tepmemiş gibi– “bilgisizliklerinden” dolayı AB’ye karşı çıkmışlardı. Onların da bilgilendirilip, Türkiye’nin emperyalist odaklara bir şekilde yamanmasının kaçınılmaz olduğunun anlatılması gerekmekteydi! En ilginci ise, program sırasında Çin Halk Cumhuriyeti’nin “komünist” olduğunu iddia eden Taha Akyol’un, bir gün sonra köşesinde gençliğin “cahilliği”ne ilişkin atıp tutmasıydı!
Yine de, “bilgi” ve “cahillik” üzerine yanıt vermek gerekirse; gençlik, sistemin dayattığı hurafecilik/dogmatizm, post-modernist sistemsizlik ve bilinemezcilik bulamacından bir ölçüde kopmuş olmasına rağmen, çözüm için okuyup araştırarak ülke sorunlarına yeterince kafa yormuyor, doğrudur. Bu, neoliberal saldırganlığın düşünceye ve düşünmeye karşı açtığı seferberliğin etkisinin yanında, kitapların yakıldığı, aydınların katledildiği, eğitim kurumlarının gerici ideolojilere teslim edildiği 12 Eylül’ün bize bıraktığı mirastır. 1980 sonrasında, YÖK eliyle üniversitelerde bilimsel ve eleştirel düşünce tasfiye edilmiştir. Bugün, yaratılan bu karanlık ortamın üstüne Aydın Doğan medyası önderliğinde yoz bir popüler kültür inşa edilmekte, aynı süreç başka araçlarla devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu gidişatı üniversitelerde, işyerlerinde, semtlerde değiştirebilecek olanların arasında –ve hatta başında– olan da yine, Taha Akyol’un beğenmediği gençliktir.
Mehmet Yılmaz ise, bir özeleştiriyle süslediği konuşmasında, kendi kuşağının, hatalarını baskıcı bir üniversite yaratarak çözmeye çalıştığını, dahası ’70’li yıllardan sonra Türkiye’de her alandaki entelektüel derinliğin kaybolduğunu, bu yüzden de üniversitelerdeki bu durumun normal karşılanması gerektiğini söylüyor. Mehmet Yılmaz’ın bu tespitleri bir bakıma doğru olmakla beraber, kendisine sorulması gereken iki soru vardır. Birincisi: M. Yılmaz yazısının başlığında üniversitelerin bu hali karşısında devlete sesleniyor. Türkiye’de o yıllarda da aynı sermaye egemenliği mevcuttu, ve devlet de, üniversitelerde eleştirel tartışma ortamı gelişsin diye bir çaba içerisinde değil, karşısındaydı. Bu durumda, o zamanın üniversitelerinin her şeye rağmen daha araştırmacı, tartışmacı bir ortama sahip olmasını sağlayan, Yılmaz’ın sözünü ettiği gençliğin “hataları” değildir de nedir? İkincisi: Madem M. Yılmaz, gençliğin “serbestçe tartışıp kendi fikirlerini savunduğu zeminin yok edilmesine” karşıdır, bu, 80’den sonra gericilik sürecinin işlediği bunca yılda değil de, gençliğin AB’ye karşı çıktığı bir akşamda mı aklına gelmiştir? Bu sorular elbette yanıtsız kalacaktır. Medyanın arzuladığı, ülkenin sorunlarına şimdiden duyarlı, gelecekte de Türkiye’nin demokrasi ve bağımsızlık siyasetini belirleyecek bir gençlik değil, tam aksine, bugünün hakim “demokrasi” anlayışına uygun, sisteme entegre olmuş, emperyalizmi ve onunla birleşmeyi tek çıkar yol gören ve ılımlı farklılıkları zararsız renkler olarak içinde taşıyan bir çoğulculuğun yakın gelecekte sağlanmasıdır.

BURJUVA MEDYANIN SOKAK KORKUSU
Abbas Güçlü ise, aynı programın ardından yazdığı yazısında hükümeti gençliğin bu gidişatı konusunda uyarmış: “İktidarın iç kamuoyuna yönelik bilgilendirme çalışmalarının ihmal edilmesi ve medyanın olayın teknik detaylarından çok, magazin yönüyle ilgilenmesi, belli ki gençler üzerinde ters etki yaratmış. Kamuoyunun, özellikle de üniversite gençliğinin bilgilendirilmemesi yönündeki ısrarın sürdürülmesi halinde sokağa da taşan sıcak gelişmeler yaşayabiliriz. Bizden hatırlatması!..”
İşbirlikçi sermaye medyasının tüm bu telaşına ne denebilir ki!? Tarafsızlığı, gençliğe öğütledikleri gibi, gelişmeleri bilimsel bir süzgeçten geçirmeyi geçtik, başa geldiğinden beri kayıtsız şartsız destekledikleri AKP iktidarına karşı gençliğin iradesini ortaya koyabileceği değiştirici gücü, her an belirebilecek bir tehlike olarak kafalarını kurcalıyor.
Tarih konusunda ahkam kesenleri, tarihin bize öğrettikleriyle uyaralım: Üniversite gençliği; işçilerin, emekçilerin en fazla ezildiği koşullarda toplumsal harekete ortak olmuştur. İktidar, kamuoyunun desteğini alma yolunda hangi çalışmayı yürütürse yürütsün, halka karşı politikalarını sürdürdükçe, “sokağa taşan sıcak gelişmelerin yaşanması” da kaçınılmaz olacaktır. Gençlik, bunun en son örneğini, Irak’ın ABD emperyalizmi tarafından işgalinin başladığı tarihlerde kimi üniversitelerde %90’lara varan boykotlarla göstermiştir.
Abbas Güçlü, yazısını İzmir için yaptığı şu tespitle bitirmiş: “AB’ye en yakın olması gereken bir kentte AB karşıtı rüzgârlar esiyorsa, bir şeyler tersine gidiyor demektir…” Burjuva medya ajitatörleri, önce “demokrat” güler yüzleriyle gençliğin karşısına çıkıyorlar, bekledikleri tepkiyi alamayınca da, bir şeylerin ters gittiğine karar veriyorlar. “Nasıl olur, gençler bu ülkede işbirlikçi basının kalemi olup da köşeyi dönen bizi de mi görmüyorlar” diye veryansın edecekler neredeyse!

ÜNİVERSİTELER VE AB
Gençliğin Avrupalı emperyalistlerin birlik örgütleri olan AB’nin ekonomik boyutlarına olan tepkisinden olsa gerek, Milliyet yazarları bütün çabalarına rağmen, sözü, AB’nin “yararları”na bir türlü getiremediler. Sermaye medyasının temsilcileri yürüttükleri propagandanın sonucunu istedikleri çerçevede alamasalar da, sermayenin Avrupası gerçeğinin yerine ikame ettikleri “Emeğin Avrupası” düşüyle onların bu eksiğini tamamlamaya soyunanların sürekli vurguladıkları; Avrupa Birliği’nin, aynı zamanda, sosyal bir proje olduğudur. Ne tesadüftür ki, gençliği AB’ciliğe kazanmaya çalışanların propagandasının en önemli argümanlarından birisi, “AB’nin işsizlik sorununu çözmeye yönelik eğitim projelerinin ne kadar harika olduğu”dur. “Emeğin Avrupası”cıların “sosyal proje” söylemiyle içinde yüzdükleri ve halkı da içinde boğulmaya çağırdıkları beklentilerle, tekelci medyada yansıyan AB propagandasıyla gençlik yığınları içerisinde yaratılmak istenen beklenti nasıl da aynı “tas”ta buluşuyor.
Son yıllarda Türkiye ve AB arasında imzalanan ortaklık anlaşmalarıyla, Sokrates ve Erasmus öğrenci değişim programları uygulanıyor. Bu programlarla, Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin, “sivil toplum kuruluşları” aracılığıyla, Avrupa ülkelerinde birkaç aylığına eğitim almaları mümkün. Erasmus programı çerçevesinde 2004-2005 döneminde Avrupa’ya 1340 öğrenci gönderildi. 2010 yılında 42 bin öğrenci gönderilmesi öngörülüyor. Üniversitelerin nitelikli hale getirilmesi ve Türkiye’de alınan diplomaların Avrupa’da geçersiz oluşunun önüne geçilmesine yönelik kayda değer bir çalışma ise mevcut değil. Türkiye, kendi topraklarında eşit, yaygın ve bilimsel eğitim veren üniversiteler kuramadığı sürece, bu politikaların, Osmanlı’nın son dönemlerinde izlenen Avrupa’da öğrenci okutarak çağdaşlaşmanın gerçekleştirilmesi umutlarından farkı kalmayacaktır.
Anlaşılacağı üzere, üniversite cephesinde de yeni bir şey yok. Şu çok sözü edilen AB dinamikleri, –paralı hale getirilmesi, piyasanın hizmetine koşulması, tekno-kentler vb. açısından oynadığı rol bir yana– eğitimde göstermelik düzenlemelerden ötesine götürmüyor.
Kaldı ki, bütün bu uygulamaların, tarihin her döneminde toplumsal yaşamın önemli bir parçası olmuş bilim ve teknoloji üzerinde dönen oyunların bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Günümüz kapitalist sistemi ve onun ayrılmaz bir parçası olan rekabet açısından da önemli bir yer tutan bilim ve teknoloji politikaları, emperyalizmin en can alıcı  yarışını belirliyor. Bugün, ‘beyin göçü’nün önemli bir bölümü ABD’ye akmaktadır, ve AB, kendi rekabet gücü açısından, başta ABD olmak üzere, diğer emperyalist güçlerle bu alanda da mücadele etmek durumundadır. Avrupa Birliği üyesi ülkeler, 1988’de Bologna’da toplanmışlar ve kendi geleceklerini AB’nin rekabet gücü üzerinden belirlemeye çalışmışlardır. Bu şekilde başlayan sürecin hedeflerinden biri de, 2010 yılına kadar bir Avrupa Yükseköğretim Alanı oluşturmaktır.
Her alan gibi “sosyal politikaların” da emperyalist burjuvazi tarafından belirlenmesinin kaçınılmazı olarak, AB’nin üniversitelere bakışı da, bilimin ve teknolojinin toplum yararına değil tekellerin ellerinde rekabet gücünü artırıcı bir araç olarak kullanılmasına dayalıdır. Bunun, Türkiye’de yığınların girmek için yarıştığı üniversite kapısını açmaya hizmet etmeyeceği açıktır. Bununla beraber, üniversiteler, şirketlerin, parlak beyinleri avlayacağı uzantıları olarak tasarlanmaktadır. Gazetelerin kariyer ekleri vermesi, kimi özel sektör destekli öğrenci topluluklarının kariyer üzerine kurulması ve şirketlerin üniversitelerde kariyer günleri düzenlemesi de, aynı anlayışın benzer uygulamalarıdır. “Yükselen eğilim”e göre, öğrenci kendini pazarlayandır, dolayısıyla kendi alanı kadar girişimciliği de bilmek, akademik hayatını bu esasa göre yönlendirmek durumunda olması istenmektedir.
Sadece üniversiteler açısından bu özet tablonun gösterdiği gerçeklerin bile, Emeğin Avrupasıcıların bir an önce içinde yüzdükleri beklentilerden sıyrılıp gerçekleri görmelerine bir davet olacak kadar çarpıcı olgular olduğunu söylemek, sanırız bir abartı olmayacaktır.

İTHAL MALI DEMOKRASİ
Öte yandan, üniversite gençliğinin son günlerde TV ekranlarında bu kadar sık gözükmesi, bugün medya desteğini arkasına alan AKP’nin YÖK’le olan hesaplaşmasıyla birleşmektedir. Madalyonun saklanmaya çalışılan diğer yüzünde, birçok rektör, bir yandan AKP’yle Kemalizm adına kapışırken, bir yandan da, Avrupa’da Kemalizm’i Türkiye’nin önünde engel olarak görenlere laf yetiştirmeye çalışmaktadır. Bugüne kadar ordunun ve yandaşlarının anladığı şekliyle; evet, Kemalizm Türkiye’nin AB’ye girmesinin önünde engeldir. Avrupa parlamenter demokrasisiyle ordunun siyaset içinde etkin rol oynaması ters düşmektedir. AKP, giderek marjinalleşen Kemalizm’le AB sürecini de arkasına alarak hesaplaşmasını sürdürecektir. Gelişmeler böyleyken, rektörlerin, Avrupa yolunda ilerleyen Türkiye’nin üniversitelerdeki baskı sürecini geride bıraktığını söylerken, her türlü öğrenci muhalefetine uydurma soruşturmalarla verilen keyfi cezalarla engel olmaya çalışması, AB üzerinden iç politikadaki çekişmelerine malzeme yaratan erklerin demokrasinin asıl unsurlarına karşı ikiyüzlü tavırlarının göstergesidir. Parmağının ucunu Avrupa haritasına koyan herkes, bambaşka yollardan, özünde sermayenin egemenliğinden beslenen anlayışlarını hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Tüm bu gelişmeler değerlendirildiğinde, medyada anti-demokratik kurumların tasfiyesi olarak reklam edilen, gençliği pasifize etmeye yönelik tuzak netleşmektedir. Memlekette YÖK’ün en azından reformlarla yenilenmesini savunmayan yok gibi. Fakat AKP yandaşları, kapılarının sermayeye sonuna kadar açıldığı üniversiteler için çabalarken, bu uğraşlarını ,YÖK gibi köhne bir kuruma karşı demokrasiyi savunur gözükerek perdeleyebiliyorlar.

GELECEK AB’DE DEĞİL SOSYALİZMDEDİR!
Gazi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve başka birçok yerde yapılan anketler, gençliğin bir kısmının AB’yi desteklediğini, fakat destekleyen kesimin bile çoğunluğunun AB’ye olumlu bakmadığını gösteriyor. Türkiye’de geleceksizlikten başka bir şey sunulmaması, AB’nin iş ve daha iyi bir yaşam sağlayacağı propagandasının belirli bir etkide bulunmasına ve gençliğin bir kısmının belirsiz bir umut olarak AB’yi görmesine yol açmıştır. Müzakereler 10-15 yıl içinde olumlu sonuç verse bile, AB’nin emeğin serbest dolaşımına niyetli gözükmemesi asıl gerçeğimizdir. Öte yandan, bugün Avrupa’nın nüfusunun %16’sı, 65 yaşın üzerindedir. 80 yaş üzeri nüfusun ise, 15 yıl içerisinde %50 oranında artması beklenmektedir. AB, gelişen teknolojisi ve artan teknik işgücü ihtiyacı karşısında, üniversitelerin işletmeye dönüştürülmesini ve serbest piyasaya eleman yetiştirir hale gelmesini dayatmaktadır. Kopenhag kriterleri ile kamu kuruluşlarının bir an önce özelleştirilmesini isterken, kendi ülkelerinde bir bir geri aldığı sendikal özgürlükleri, sosyal hakları Türkiye için söz konusu bile etmemektedir. Tüm bunlar, yaşlanan Avrupa’nın Türkiye’nin genç nüfusuna yönelik ucuz emek politikalarının göstergeleridir.
Türk ve Kürt gençliğinin parasız, bilimsel eğitimden, anadilde eğitime kadar ekonomik, akademik ve demokratik birçok alandaki temel talepleri, sömürüsüz ve çağdaş bir ülkede yaşama özlemleri, AB ya da ABD’ye yedeklenerek değil, emperyalizme ve onun Türkiye’deki gerici işbirlikçilerine karşı mücadeleyle gerçekleştirilebilir. Türkiye ve Avrupa gençliğinin gerçek buluşma zemini ise, bugüne kadar Bergama’da, Almanya’da ve değişik Avrupa ülkelerinde düzenlenen ve enternasyonal dayanışmanın en güzel örneklerini sergileyen anti-emperyalist gençlik kamplarının ortaya koyduğu birleşme ve mücadele zeminidir.
İsrail tanklarına sapanlarıyla karşılık veren Filistin gençliği, G-8 zirvelerine Avrupa’yı dar eden Avrupa gençliği ve tabii ki köklü ve şanlı bir anti-emperyalist mücadele birikimine sahip olan Türkiye gençliğinin geleceği, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesiyle birleşmek ve sosyalizm yolunda yürümekten geçiyor.

Bir tükenişin tarihi: CHP

“Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından 9 Eylül 1923’de kuruldu. Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yürüten ‘Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin’ devamıdır.
Başlangıçta ‘Halk Fırkası’ adını alan Parti, 1924 yılında ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’, 1935 yılında da ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ oldu.
1927 yılında ‘Cumhuriyetçilik’, ‘Halkçılık’, ‘Milliyetçilik’, ‘Laiklik’ CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsendi.
CHP’nin tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle özdeştir.
CHP kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde bağımsızlığını kazandı, Cumhuriyeti kurdu, saltanatı kaldırdı, hilafete son verdi ve Ulusal Birliği sağladı.
Hukuk, eğitim ve toplumsal alanda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirdi.
1935 yılında daha önceki dört ilkeye ‘Devletçilik’ ve ‘Devrimcilik’ ilkeleri eklenerek ilkeler altıya çıkarıldı. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgeler.
CHP, ulusal sanayinin ve ekonominin geliştirilmesine öncülük etti.
II. Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçiş sağlayarak öncü misyonunu sürdürdü.
Bu dönemde parlamenter demokratik rejimin kurumsallaşmasına dönük değişimleri gerçekleştirme ve temel hak ve özgürlükleri geliştirme mücadelesi verdi
1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı.
1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi.
Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü.
Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.
Bu temel ilkelerin ışığında ‘özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme’ ilkeleri de CHP programında yer aldı.”
Geride bıraktığımız ay bir kurultay yaşayan CHP’nin bugün geldiği noktayı değerlendirirken, kuruluşundan bugüne izlediği siyasi seyire de mutlaka göz atmak gerekiyor. Aksi taktirde, bugün yaşananlar, kişisel hırs ve ihtiraslardan oluşan rekabetler zincirinin basit bir halkası konumuna indirgenir ki, böyle bir noktadan bakarak doğru ve bütünlüklü sonuçlar çıkarmak da mümkün olmaz. Bugün olup bitenler, özünde “Bir tükenişin tarihi”nin günümüzdeki süreçleridir. Henüz noktalanmamış olan ve nereye varacağı yazı boyunca değinilecek bir dizi başka gelişmeye bağlı olan CHP’nin hikayesi nereye oturuyor sorusunu yanıtlarken, CHP’nin kendisine dair yaptığı resmi tanımlamadan başlamak anlamlı olabilir. Yukarıdaki uzun alıntı, CHP’nin resmi sitesinden. (1) CHP, sitesinde, “Parti tarihi” başlığı altında, kendi tarihini kısaca böyle özetlemiş.
Üstten bakarak, subjektif bir tarzda ele alınıp öykülenmiş olan bu tarih ne kadar gerçeği yansıtıyor? CHP, kendi tarihinde iddia ettiği gibi, “devlet partisi”nden “halkın partisi”ne, “düzen partisi”nden “değişim partisi”ne dönüşmüş müdür? “Emeğin üstünlüğü”, “demokratikleşme” gibi iddialar, CHP’nin tarihinde ve bugününde ne kadar yer bulmuştur ve bulmaktadır?
Tek parti döneminin olanaklarının yitirilmesinin ardından, tekrar hükümet olabilmesi neredeyse istisnai durum olan CHP’nin, bunu yaşamasının nedeni, eğer resmi söyleminde kendisine atfettikleri doğru ise, halkın, işçi sınıfı ve emekçilerin onun kadrini bilmemesinden mi kaynaklanmaktadır?
Tüm bu sorulara verilecek yanıtlar, CHP’nin ve Türkiye’nin geçirdiği iç süreçlerle birlikte bağlandığı ve etkilendiği dış süreçlerle de doğrudan ilgilidir. Türkiye siyasetinin kaderinde önemli bir yer tutmuş bu partiyi anlamaya çalışırken, hem içeriden hem de dışarıdan bir bakışa ihtiyaç var.
CHP’nin tarihi, diğer bir yanıyla bir düzen tarihidir. Hakim burjuva siyasetin bu en yaşlı partisi, uzun süre yönettiği ya da etkilediği düzenin en geleneksel temsilcisidir. Hükümet olmuş diğer sermaye partileri de, burjuvazinin bu en köklü ve partisinden (ya da ondan türeyenlerden) türemişlerdir.
CHP, bir kurtuluş savaşının ardından kurulan bir devletin kurucu partisi olmanın verdiği avantajları uzun bir süre yaşamıştır. Halk kesimlerinin yaşadığı yoksulluğa ve demokrasi yoksunluğuna rağmen, emperyalizmin siyasal boyunduruğundan kurtulmuş olmanın sağladığı heyecan, bu sürecin örgütleyici partisi olarak görülen CHP’ye bağlılığın belirli dönem yaşamasında etkili olmuştur.
Kurulan İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararlar ve Kürt isyanlarına karşı takınılmış olan resmi tavıra rağmen, CHP, tüm bunları “uluslaşma süreci”nin gerekleri olarak sunmuş, genç cumhuriyeti yıkmak isteyen “iç ve dış düşmanlara” karşı kendisini bir teminat gibi göstermeye çalışmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, CHP’nin 3. Kurultayı’nı açış için yaptığı konuşma, bunu kanıtlayan bir tarih belgesi gibidir:
“Efendiler, Cumhuriyet Halk Fırkasının üçüncü büyük kongresini açıyorum. Bu münasebetle, fırkamızın muhterem murahhaslarını hürmetle selamlarken, duyduğum sevinç ve saadetin büyük olduğunu heyecanla arzederim.
Arkadaşlar;
Birinci umumi kongremiz, bundan on iki sene evvel, Sivas’ta bir mektep dershanesinde yapılmıştı.
Oraya gelen murahhaslar, türlü takipler altında, birçok müşküllerle karşılaşmışlardı. Müzakerelerimiz dahili ve harici düşmanlarımızın süngü ve idam tehditleri altında vukuu buluyordu. Fakat, Türk milletinin hakiki his ve emellerini temsil ettiğine kani bulunan kongre heyeti, milli vazifesini ikmal lüzumunu her mülahazanın üstünde tuttu. Takip etmekte bulunduğumuz prensiplerin ilk esaslarını tesbit etti. Ondan sonra da feragatle ve azimle o esaslar üzerinde yürüdü. Muvaffak oldu. Milli mefküreye tam iman ve onun icaplarına tereddütsüz tevessülün neticesi elbette muvaffakiyettir.
Bugünkü kongremizin işlerine başlarken, Sivas umumi kongresini yadetmekten maksadım: Onun, fırkamızca inkılabımızın tarihi bir hatırası olarak, mahfuz tutulmasında fayda gördüğümdendir. Millet için ve milletçe yapılan işlerin hatırası, her türlü hatıraların üstünde tutulmazsa, milli tarih mefhumunun kıymetini takdir etmek, mümkün olamaz.” (2)
Yapılan işler, “millet” için yapılmıştır ve “kıymetinin takdir edilmesi” de milli bir görevdir. CHP’nin kurtuluş süreci içinde takındığı bağımsızlıkçı tavır ve ülke çağdaşlaşması bakımından, –izlediği yöntemler tartışılır olsa da– Türkiye’nin modernleşme sürecinin inşası bakımından üzerinden atlanılamayacak özellikler taşısa da, milleti canından bezdiren ve giderek bir sınıf partisi olarak kristalize olan özellikleri de inkâr edilemez.
CHP, Kurtuluş Savaşı yıllarının getirdiği coşku ve heyecanın sağladığı desteği adeta bir sermayeye dönüştürmüş, 1930’lu yılların Kadro dergisi teorisyenlerinin formülasyonuyla “sınıfsız-imtiyazsız bir kitle” anlayışına dayalı çağdaşlaşma politikasıyla ilelebet iktidarda kalabileceğini ummuştur.
Ancak, burjuvazinin güçlendirilmesine hizmet ederken, halkın her geçen gün belini büken bu politikaların sonuçları, sonunda CHP’yi vurmaya başlamıştır.

AVCIOĞLU’NUN KALEMİNDEN CHP’NİN TRAJEDİSİ
Solun Kemalist çizgiden sapmaması gerektiğini savunan Doğan Avcıoğlu’nun kaleminden de bu gerçeği okumak mümkündür: “Halkın güveninin boş laflarla değil, ona bir şeyler vererek kazanılabileceğinin başka bir çarpıcı örneğini, 1945 Toprak Kanunu’nun tek önemli uygulaması teşkil etmektedir. Kanun uyarınca, CHP iktidarı, Denizli bölgesinde Tavaslıoğulları’nın geniş arazisini kamulaştırmış ve üç-dört köye dağıtmıştır. Bu köyler devamlı CHP’ye oy vermektedir. Bütün bunlarla, bir bürokrasi meselesinin olmadığını söylemek istemiyoruz. Gelişme yolundaki bütün ülkelerde, hatta en devrimci ülkelerde bile, bir bürokrasi meselesi ortaya çıkmaktadır. Hele tutucu eşrafa dayanan bir parti ve bürokrasi ile yürütülmek istenen bir yenileşme hareketi –başarı şansı bir yana– kitlelerde hoşnutsuzluk ve tepki yaratacaktır. Üstelik bu yenileşme hareketi kitlelere bir şeyler vermezse hoşnutsuzluk daha da artacaktır. Kabul etmek gerekir ki, genç cumhuriyet çağdaş uygarlık yolunda büyük hamleler yapmakla birlikte, kitlelere pek bir şey verememiştir. Dünya buhranı, İkinci Dünya Savaşı gibi olağanüstü durumların ve kalkınma zorunluluklarının yarattığı sıkıntılar, kitleleri ezmiştir. Tarım ürünlerinde düşük fiyatlar, iş mükellefiyeti, el koymalar, yol vergisi v.b. artan eşraf sömürüsünün yanı sıra fakir kitlelerin sırtına yüklenmiştir. Bir ufak fikir vermek için demiryolu gibi haklı bir davayı gerçekleştirmek için alınan Yol Vergisi üzerinde duralım. 8 ilâ 15 lira arasındaki vergi, zengin fakir farkı tanımadan her ailenin yetişkin kişilerinden alınmaktadır. 5 yetişkin kişisi olan bir köylü ailesi 50 lira vergi ödemek zorundadır. Köylünün fazla para kullandığı yoktur. Paraya, en zorunlu ihtiyaçları, bir de vergi için başvurmaktadır. 50 lira vergi borcu dolayısıyla ürününü paraya çevirecektir. En yakın bakkala, tüccara, ağaya gidip ürününü değerinden aşağı bedelle satacak ve gerekli parayı sağlayacaktır. Hele 1929 buhranı patlayınca, buğday fiyatı 4 kuruşa kadar düşmüştür. 50 lira vergi ödeyebilmek için fakir köylü ailesinin bin kilodan fazla buğday satması gerekmiştir. Fakir köylü ailesine, ya yorganını sırtına vurup yolda çalışmak, ya da hapse girmekten başka bir yol kalmamıştır.”  (3)
Ağa ve tüccar egemenliğinde bir parti olarak gelişen Demokrat Parti, bu hoşnutsuzluktan geniş ölçüde yararlanmıştır. 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde, CHP’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri sürüp gelen yirmi yedi yıllık tek parti yönetimine son vererek iktidara gelen Demokrat Parti, İsmet Paşa yönetiminin ekonomi politikalarına ve faşist uygulamalarına öfke duyan halk yığınlarının desteğini almıştı. Geniş demokratik özgürlükler vaat eden ve böylece bir kısım “solcu” ve “aydın”ın da desteğini sağlamış olan DP, bu seçimlerde 408 sandalye kazanırken, CHP 69 sandalyeyi ancak kazanabilmişti.
Sosyalist Blok’un tek parti yönetim anlayışına karşı, Batı kapitalizminin çok partili siyasal yaşama geçişi destekleyen politikalarının sağladığı rüzgarın desteğini de arkasına alan DP’nin iktidar dönemi, SSCB ve halk demokrasilerine karşı tam bir düşmanlığın benimsendiği, ABD’ye olan bağımlılığın arttığı yıllar oldu.
CHP’nin ve Türkiye sosyal demokrasisinin bundan sonraki siyasal tercihleri de, uygulamalarıyla halkın gözündeki itibarı giderek yıpranan DP’den farklı bir sınıf politikası ekseninde hiç olmadı. CHP, çok uzun yıllar, sosyalizmin varlığı ve kazanımlarının etkisiyle belirlenen ve aynı zamanda ona karşı bir dalgakıran olarak kullanılan “sosyal devlet” politikaları üzerine oturan bir sosyal demokrasiyi benimsedi. Kendisini sol bir parti olarak tanımlayan CHP’nin, politika ve teoride sosyalizme ilgi gösterdiği kanallar da, sosyalizmin tarihinin ihanetçilerinin referans alınması biçiminde oldu. CHP geleneğinin kuramcılarından biri olarak kabul edilen İsmail Cem’in, “Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir” adıyla yayımlanan kitabında en fazla referans alınan iki isim, Bernstein ve Kautsky’dir. Cem, işçi sınıfının iktidarına karşı sınıf uzlaşmacılığının teorisyenliğini yapan, sosyalizm açısından karşı devrimci bir cephede bulunan 2. Enternasyonal’in bu ihanetçi şeflerini, sözde sosyalizmin mirasçıları olarak teorize etti ve bu kitabı Türkiye’de sosyal demokratlar arasında epey bir pirim de yaptı.
Aslında bu, CHP’nin kuruluş yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini sağlayan politikayla da son derece uyumlu bir tercihti. Bernstein ve Kautsky’nin temsil ettiği “sosyalizm”, sınıf uzlaşmacılığına karşı duran sosyalizm anlayışının tasfiyesi üzerinden kendini tanımlıyordu sonuçta.
CHP’nin, DP karşısında yitirdiği iktidarını yeniden kazanmasında ise, DP iktidarının ilk yıllarında halk yığınlarında uyandırılan “refah ve zenginlik” umudunun, DP’nin uyguladığı sömürü politikalarıyla yok olması etkili oldu. 21 Ekim 1961’de yapılacak genel seçimlerde muhalefetin her türünü susturmak için TBMM’de “Tahkikat Encümeni” kurmaya kadar varan, basına çok güçlü bir sansür uygulayan ve CHP’nin “milli güvenliği tehlikeye soktuğunu” ilan eden Menderes’in DP’sine karşı, halk ve gençlik içinde oluşan hoşnutsuzluk üzerinden, devlet düzeyinde örgütlü CHP’nin asıl gücü harekete geçti.
“Atatürk’ün kurduğu ve Milli Kurtuluş Savaşını yürütmüş olan parti, derhal üniversite çevrelerinde, orduda ve genel olarak aydınlar arasında geniş bir tepkiyi örgütleyerek harekete geçirdi. Merkezi yurt  dışında bulunan TKP ve sol kamuoyu da, bu harekete katıldı. TKP, bu hareketi ‘faşizme karşı’ bir hareket olarak benimsedi.” (4)
27 Mayıs darbesine uzanan bir sürecin ardından da, burjuva demokratik anlamda görece özgürleştirici bir anayasanın benimsenmesinin ötesinde bir hamle yapılmadı, ve CHP bundan sonra da, iktidarı burjuva sağ bir partiye kaptırana kadar, bildiğimiz CHP’nin özünde bir değişim olmadı. CHP’nin kendi içinde yaşadığı değişim bakımından, 5 Mayıs 1972’de yapılan Beşinci Olağanüstü Kurultay, İnönü-Ecevit çekişmesine sahne oldu. Kurultayın gündemine göre, Parti Meclisi için güven oylaması yapılacaktı. Yapılan güven oylamasında Ecevit yanlısı Parti Meclisi kurultaydan 507’ye karşılık 709 oy ile güvenoyu alınca, İsmet İnönü, 8 Mayıs 1972 tarihinde, 33 yılı aşkın bir süre bulunduğu genel başkanlık görevinden istifa etti.
İstifadan hemen sonra, 14 Mayıs 1972’de tüzük gereği toplanan özel kurultayda Ecevit, CHP Genel Başkanlığı’na seçildi. 5 Kasım 1972 tarihinde de İsmet İnönü, 49 yıldır üyesi olduğu, 33 yılını genel başkan olarak geçirdiği partisinden istifa etti. Bundan sonraki yıllarda, Ecevit’in, siyasi rakibi Süleyman Demirel karşısında “halkçı Ecevit” gibi sıfatlarla anılmasında ise, CHP’nin kendi tercihlerini aşan ve ülkedeki devrimci muhalefetin baskısından kaynaklanan bir politik söylemin Ecevit tarafından benimsenmek durumunda kalınmasının rolünü belirtmek gerekir. Zira, bu dönemin siyasal konjonktüründeki değişimin ardından Ecevit, “sol milliyetçi” bir söylemle hareket etmeye başlamış ve 12 Eylül darbesiyle yaşanan kesintinin ardından, kendisini bugüne getiren DSP’yi de, böyle bir anlayışla inşa etmiştir. Ancak CHP geleneği, Cumhuriyetin kurucu partisi olarak kullandığı avantajı 27 yıllık iktidarının ardından yitirmesiyle birlikte, bir daha uzun süreli bir hükümet dönemi yaşayamamıştır.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi sürecinde yaşanan milliyetçi kışkırtmaların, milliyetçi sol ile milliyetçi sağı birlikte yükselttiği sürecin de, özelliği hatırlanıldığında, konjonktürel dalgalanmalar dışında, CHP kökenli sosyal demokrasinin, Türkiye’de, sürekli tükenişi yaşayan bir tarihe sahip olduğu görülecektir. Ve bu söz konusu yükselişlerde benimsenen politikaların şoven politikalar olması, halkın bu konudaki önyargılarının kaşınması ve pekiştirilmesinin tercih edilmesi de, yine CHP kökenli sosyal demokrasinin demokrasiye kapalı, üniterci ve gerici karakterini göstermektedir.

GARAJA SOKULAN DEMOKRASİ
Ecevit’ten koltuğu devralan Baykal da, koltuğu ondan almak için tek atımlık barutunu kullanan Mustafa Sarıgül de, çekirdeğinde statükoculuk olan bir demokrasi anlayışına sahip oldular. Türk siyasal tarihine “Garaj operasyonu” olarak geçen olay, Mustafa Sarıgül’ün, Baykal’a bayrak açtığı son kurultayda çizmeye çalıştığı görüntünün aksine, tam anlamıyla şoven ve ırkçı bir kafaya sahip olduğunun belgesi gibidir.
Sarıgül’ün, 1987 yılında, Şişli’de sahip olduğu şirketin garajında, SHP İstanbul Milletvekili Ali Topuz öncülüğünde organize ettiği toplantı, “SHP’yi Aleviler ve Kürtler ele geçirdi” iddiası etrafında örgütlenmişti. Büyük gürültü koparan ve Kürt milletvekillerinin SHP’den ihracına kadar varan olayları tetikleyen bu toplantının kamuoyuna mal edilmesi için, Türkiye’nin en çok tirajlı gazeteleri olan Hürriyet ve Milliyet’ten muhabir bile getirilmişti. Bu operasyonun kamuoyunda ses getirmesinde etkili olan iki gazeteciden biri olan Hürriyet Ankara Bürosu’ndan Emin Koç, şu anda CHP Yozgat milletvekili ve Baykalcı olarak biliniyor.
Mustafa Sarıgül’ün, ABD gezisinde “ana muhalefet partisi lideri” gibi karşılandığını öne sürerek, arkasına aldığı medya desteği ile oluşturduğu kamuoyunun baskısının kendisine CHP liderliğini getirebileceğini umduğu kurultay, Baykal’ın yeniden başkan seçilmesi ve Sarıgül’ün de umulandan daha fazla oy almasıyla noktalandı.
Baykal’ın, Sarıgül’ün rüşvetçiliğine dair propagandanın yanında ABD ile ilişkilerine dikkat çekmeyi diğer bir argüman olarak kullanmasında, 1 Mart tezkeresinde Türkiye halkının CHP iktidarını da baskılayan tercihinden yararlanma pragmatizminin etkili olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Zira, CHP tarihi bakımından, “bağımsızlığa” dair politikalar, Atatürk’ün CHP’nin 3. Kurultayı’nı açarken yaptığı konuşmada kalmıştır. Türkiye’nin NATO’ya giriş tercihi, ABD politikalarına angaje olma çabaları, azılı Amerikancı Menderes’ten önce, İsmet İnönü ile başlamıştır. Bazı Kemalist tarihçilerin üzerinden atlamayı seçtikleri bu gerçek, Baykal’a kadar uzanan bütün CHP tarihine şekil veren gerçektir.
Sarıgül’ün aldığı oyda, onun kendi etkisini aşan bir oranın yakalanmasında Baykal’ın yaşadığı tükeniş de etkili olmuştur. Baykal, bugün büyük ölçüde 1 Mart tezkeresindeki tercihinden ötürü kendisine oy veren CHP’lilerin aradığı lider olmadığı için, ancak “yaralı başkan” olarak seçilebilmiştir. Baykal’a duydukları tepki nedeniyle Sarıgül’e destek veren CHP delegeleri açısından da, durum benzerdir.
Bir tükenişin tarihinin bugünkü sayfalarını yaşayan CHP açısından, ne K. Derviş’in koltuğu altında “solculuk” taslayan ve fırsatçı bir biçimde ortaya atılan, ancak ciddi bir politik açılım ve program ortaya koymayan Zülfü Livaneli ne de benzer bir tarzda hareket eden Hurşit Güneş bir yeniden doğuşu temsil edebilecek özellikle sahipler.
Temel olarak iki nedenle. Birincisi Livaneli ya da Güneş veya bir başka CHP’linin tarihi, demokratik bir Türkiye’yi inşa edecek cesarette bir programı ve buna uygun bağımsızlıkçı bir ekonomik politikayı savunabilecek özelliklerden yoksundur. Çünkü CHP’nin tarihi zaten bu özelliklerden kopuşun tarihidir. Kuruluşunda bu özelliklerin bir kısmını nispi düzeyde temsil edebilen CHP artık miadını doldurmuş bir partidir.

BUNDAN SONRASI
CHP’nin, hâlâ belirli bir düzeyde oy alarak ana muhalefet partisi konumunda olmasında ise, bir muhalefet yapması değil, başka faktörler belirleyicidir.
Bu faktörler arasında en başta geleni, geniş emekçi yığınların henüz CHP’ye ve iktidara alternatif olarak bir başka güce tam güven duyamamasıdır.
Bir siyasal partinin tükenmesi, hemen iflas ederek tasfiye olması anlamına gelmiyor. İşçi sınıfı ve emekçiler kendi sınıf partileri etrafından birleşinceye kadar, CHP ya da başka burjuva partilerin hükmünü icra etmeye devam edeceği de açıktır.
CHP’nin yaşadığı son kurultay, Baykal’ın ömrünün de çok fazla uzun olmayacağını göstermiştir. Ancak, bundan sonra önemli olan, umudunu CHP’ye bağlamış olan emekçilerin, yarın Baykal ya da Sarıgül’den görece farklı, ama özünde aynı burjuva programa hizmet eden bir başka isim etrafında birleşme tehlikesine karşı yanıt oluşturabilmektir.

(1) www.chp.org
(2) Hikmet Bila, CHP Tarihi 1919-1979, ANKARA, 1979
(3) Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, sf. 242-243, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1968,
(4) İlhan Akdere, Zeynep Karadeniz, Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1, sf. 205, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 1994

hardt ve negri’nin “çokluk” kitabı üzerine bir inceleme liberal sol devrimci öznesini arıyor!

Sosyalist, sol çevrelerde, küreselleşme tartışmaları söz konusu olduğunda, üzerinde uzlaşılamayan, politik ve ideolojik kamplaşmanın taraflarını belirleyen iki temel konunun bulunduğunu söylemek mümkün. Birincisi ulus-devlet mefhumu, yani ulus-devletlerin varlıklarını sürdürüp sürdürmediği, daha doğrusu ulus-devletlerin mevcut üretim biçimi üzerinde hâlâ hegemonik bir konumda bulunup bulunmadığı sorunu. Diğeri ise, emperyalizm ile küreselleşme arasındaki ilişki. Küreselleşmenin yeni ve daha kapsayıcı bir süreç mi, yoksa emperyalizmin yapısal bir eğilimini mi temsil ettiği tartışması. Her iki konuya yaklaşımın uzun süredir sol/sosyalist politikaların belirlenmesinde, taktik ve stratejilerin çizilmesinde temel birer dinamik olduğu muhakkak. Zira Irak’taki işgalden Avrupa Birliği tartışmalarına dek bir dizi aktüel gündem karşısında alınacak tavrın ne olacağı sorusu, küreselleşmeyi algılayış biçimiyle doğrudan ilintili. Dolayısıyla küreselleşme üzerine yürütülen tartışmalar, sadece hangi kavram veya kategorinin kimin tarafından, ne şekilde tanımlandığı meselesinin ötesine geçip, dünyanın nasıl algılandığına dair daha tarihsel bir tartışmanın unsuru haline geliyor. Bu da politikayı, politikanın öznesini, tarzını, araçlarını, dilini vb. dolaysız biçimde belirliyor.
Muhalif kesimler içinde yürütülen bu tartışmalar, çeyrek yüzyılda devasa bir teorik külliyat oluşturdu aslında. Ancak Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ilgiyle karşılanan kitabı “İmparatorluk”, bu bağlamda büyük bir öneme haiz. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de yankı yaratan “İmparatorluk”ta, Hardt ve Negri, dönemin karakterine ve politik mücadelelere ilişkin iki temel tez ileri sürüyorlardı. Birincisi; küreselleşme ile birlikte emperyalizmin sona erdiği ve “İmparatorluk” olarak adlandırılan yeni bir dönemin başladığı iddiasıydı. Yazarlar, emperyalizm teriminin artık günümüz dünyasını açıklayamadığını, bunun yerine ulus-devletler kadar ulusüstü kurum, şirket ve sivil toplum kuruluşlarını da içeren, her yere yayılan bir “emperyal ağ”ın varolduğunu savunuyorlardı.
İkinci tezleri ise; bu yeni sisteme karşı mücadelenin nasıl olacağına dairdi. Onlara göre, “İmparatorluk” döneminde, yerel mücadeleler hiçbir sonuç veremezdi, mücadele, dolayımsız biçimde küresel olmak zorundaydı. Bu da, yeni bir enternasyonalizm perspektifi demekti. Bütün bunları, devrim adına, kitabın son cümlesinde ifade ettikleri gibi, “komünist olmanın dayanılmaz hafifliği ve sevinci” adına söylüyorlardı, Hardt ve Negri. Kimilerine göre “İmparatorluk”, yeni toplumsal hareketlerin devrimci eylem kılavuzuydu. Ünlü Sloven siyaset felsefecisi Slavoj Zizek içinse, bundan çok daha fazlasıydı. “İmparatorluk”u 21. yüzyılın “Komünist Manifestosu” olarak tanımlıyordu. Reklam sloganlarında da kullanılan bu yorumdan sonra kitap, küreselleşme karşıtlarının yeni manifestosu olarak anılmaya başlandı. Böylece politik arenada giderek daha fazla boy göstermeye başlayan küresel muhalefet, uzun süredir beklediği “kutsal metnine” de kavuşmuş oluyordu. (1)

İMPARATORLUK’UN SIRRI VE YENİ ÖZNENİN DOĞUŞU
Daha önce de benzer tezleri işleyen onlarca kitap yayınlanmasına rağmen, “İmparatorluk”u onlardan ayıran, bu denli etkili kılan, küreselleşme külliyatı içinde üst raflara yerleştiren sırrın, kitabın ideolojik arka planında ve denk düştüğü konjonktürde gizli olduğunu söylemek gerekir.
“İmparatorluk”u yeşerten ideolojik iklim, “küreselleşme karşıtı” harekette yansımasını bulan, ama ondan bağımsız bir tarzda da gelişen bir dizi paradigmayla sıkı sıkıya bağlı. Son yirmi otuz yılda, solda ister Marksist kavramlarla, ister Marksizmin açık biçimde reddi temelinde geliştirilmiş olsun, bütün “yeni teorileri” bir araya toplayan ve sistematize eden bir kitap niteliğinde. Referansları, eski Roma ve Helen dünyasından başlıyor, Spinoza, Machiavelli, Montesquieu ve Descartes’tan geçerek, günümüzde Carl Schmitt, John Rawls, Mouffe ve Laclau’ya dek uzanıyor. Ekonomiden uluslararası hukuka, psikanalizden felsefeye, bütün bir post-modernist yazına kadar oldukça geniş bir disiplinlerarası alanda geziniyor, zaman zaman ortodoks Marksizm’in kavramlarını sorumsuzca kullanmaktan da imtina etmiyor.
Bu ideolojik birikimin, “topyekun bir teori” olarak, karşımıza biraz da şanslı sayılabilecek bir konjonktürde çıktığını söylemek, abartı olmasa gerek. Nitekim İmparatorluk’ta küreselleşme karşıtı hareket kilit bir önemde. Hardt ve Negri’nin kitabı, Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) protestoları ile başlayan ve Cenova’da doruğa çıkan küreselleşme karşıtı hareketin yoğunlaştığı bir aralıkta kaleme alınmıştı. Seattle ve ardından gelen eylemler, bu eylemlerin örgütleniş biçimi, yaygınlığı ve etkisi, kitabın bazı tezlerinin gerçek dünyada doğrulandığı şeklinde yorumlandı.
“İmparatorluk”ta karşımıza çıkan ve belki de kitabın en çok tartışılan bölümünü oluşturan “çokluk”, yani Hardt ve Negri’nin “yeni öznesi” de, işte bu eylemlerden doğdu. Eylemlerde, işçi sendikalarından çevrecilere, Katoliklerden anarşistlere, eşcinsellerden emperyalist ülkelerin muhalif partilerine, “üçüncü dünya ülkeleri”nin köylü örgütlerinden öğrencilere kadar çok farklı yelpazeden protestocunun bir araya gelmesi, yeni bir enternasyonalizm arayışının da vesilesiydi. Ayrıca hareketin, görünüşte, hiçbir ulusal ayırım taşımaksızın, dolayımsız biçimde uluslararası bir karakter taşıması da, “İmparatorluk” perspektifine paralel bir gelişmeydi. Protestoların örgütlenmesinde merkezi yapıların var olmaması, düzenlemelerin neredeyse kaotik bir özellik taşıması, Hardt ve Negri’nin öne çıkarttığı şebeke (ağ) tarzı örgütlenmeye uygun düşüyordu.
Dolayısıyla “çokluk”, Hardt ve Negri’nin teorisinin üzerinde yükseldiği yegane kaide olarak baş köşeye oturdu. Ne var ki, “çokluk”, “İmparatorluk” kitabında pek de sağlam temellere dayanmıyordu. Zaten İmparatorluk’a yönelik eleştirilerin yoğunlaştığı başlıca konulardan birisi de, “çokluk”un nasıl bir şey olduğu, bu farklılıktan nasıl bütünleştirici bir politik öznenin doğabileceği sorusuydu. “İmparatorluk” kitabında oradan oraya savrulan, yerli yersiz karşımıza çıkan onlarca kavramın (biyopolitika, biyoiktidar, biyoüretim) gerçek dünyayla ilişkisi de, “çokluk”un açıklanmasına hayati derecede bağlıydı.
İşte Hardt ve Negri’nin yeni kitabı “Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi”, hem bu eleştirilere bir cevap, hem de “İmparatorluk”un eksik kalan kısmını, yani “devrimci özneyi” anlatma iddiasıyla geçtiğimiz aylarda piyasaya çıktı. (2) Ama kitabın bu iddiaların sınırını aştığını da hemen belirtelim. Hardt ve Negri, tıpkı “İmparatorluk”ta yaptıkları gibi, “Çokluk”ta da, yeni politik öznelerini tarif ederken; sınıf, emek, üretim, bölüşüm, birikim gibi Marksizmin temel argümanları üzerine sürdürülen oldukça geniş bir tartışma külliyatını kendi paradigmalarında toplayıp yeniden sistematize ediyorlar. Bu nedenle kitabın ileri sürdüğü tezler, işçi hareketi içinde, sol/sosyalist kesimlerde, sendikal çevrelerde giderek yoğunlaşan “yeni” muhalefet arayışına da denk düşmüyor değil. Yani yine talihli sayılabilecek bir konjonktürel rüzgarı arkasına alıyor, bu kitap da…
Örneğin; referansını, sanayi proletaryasının hegemonik konumunu kaybettiği iddiasında bulan toplumsal hareket sendikacılığı, farklılıklara dayanan otonom örgütlenme modelleri, kimlik siyaseti, sivil toplumculuk; Hardt ve Negri’nin “yeni öznesi”nin pratiğinde anlamını buluyor. Daha doğrusu, bu “yeni özne”, bu siyaset tarzları içinde kendi ontolojik kuruluşunu tamamlıyor.
“Çokluk” kitabı da, bu pratiğin ve politika tarzının bir arkeolojisini sunma niyetinde zaten. Dolayısıyla Hardt ve Negri’nin tezlerinin anahtarı, “çokluk”un ne olduğunda düğümlenmiş durumda. Her ne kadar kendileri böyle bir iddia da bulunmasalar bile, henüz önsözde okuyucuya ilk elden acele bir tarif yapma gereğini duymaları, bu kanıyı güçlendiriyor:
“Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne mefhumlarından ayırmalıyız. Halk, geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: Halk birdir. Çokluksa aksine çoktur. Çokluk, asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur…” (sf. 12)
Burada çokluğun ne olduğundan ziyade ne olmadığını anlatan Hardt ve Negri, “çokluğu”, esas itibariyle işçi sınıfı kavramından özenle ayırma gereği üzerinde ısrar ediyorlar. İşçi sınıfı; onlara göre, dışlayıcı bir tanımlama ve sadece sanayide çalışan işçilere gönderme yapıyor. Mülk sahibi olan sınıfları dışladığı gibi, yoksullar, ücretsiz ev işçileri ve ücret almayan diğer herkesin dışarıda bırakıldığını savunan yazarlar, “çokluk”un ise, aksine daha kapsayıcı ve küresel ekonomideki yeni değişimlerin önemini yakalama çabasında olduğunu iddia ediyorlar. Böylece Hardt ve Negri, “çokluk”un her ne kadar farklılıklar temelinde oluştuğunu söylese de, asıl olarak onun izlerinin, yine de üretim biçiminde bulunduğunu ima ediyorlar. Bu nedenle, Hardt ve Negri’nin, bazen “küresel üretim” bazen “postmodern üretim”, ama çoğunlukla da “biyoüretim” olarak adlandırdıkları “yeni üretim biçiminin” ne olduğu üzerine odaklanmak, giderek kavramsal bir kaosa dönüşen “İmparatorluk ve Çokluk” teorisinin incelenebilmesinin elle tutulur yegane somut noktası gibi duruyor.
Hardt ve Negri, gerek “İmparatorluk”un gerekse “Çokluk”un muhtelif yerlerinde, üretim biçiminin köklü bir değişime uğradığını sık sık tekrar etme ihtiyacını hissetmişler. Bu iddiayı, kendilerine maletmekten çok, verili bir gerçeklik olarak kabul ettiklerini anlıyoruz. Zira genel olarak post-fordizmin kapitalist üretim biçimini yapısal bir değişime uğrattığı, esnekleşmenin de, klasik sömürü ilişkisine son verdiği yönünde egemen bir kanı hali hazırda mevcuttu. Üstelik yazarlar da, bu yöndeki tartışmaların bir dökümünü yapma gereği duymadıkları gibi, henüz üzerinde yoğun tartışmaların sürdüğü bir çok tezi de, olduğu gibi aktarma lüksünü kendilerine tanımışlar.
Bu ön kabullerden hareketle, Hardt ve Negri, üretimin niteliğinin, asli olarak, maddi üretimden manevi üretime doğru bir seyir izlediğini ortaya atıyorlar. Onlara göre, burada hegemonik bir değişim sözkonusu:
“Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor. Bu sav, nasırlı elleriyle makineleri çalıştıran endüstriyel işçi sınıfı ortadan kalktı demek değil. Hatta, bu tür işçilerin küresel planda azaldığı anlamına bile gelmiyor. Aslında maddi olmayan üretimle uğraşan işçiler, küresel bütün içinde bir azınlık. Bu savın asıl anlamı, maddi olmayan üretimin niteliklerinin diğer emek biçimleri ve de toplumun bütününü dönüştürmekte olduğudur.” (sf. 83)
Üretilen şeyin sadece maddi mallar değil, gerçek toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimleri olduğundan hareketle de, bu yeni üretim biçimine “biyopolitik üretim” adını veriyorlar. Burada bir parantez açıp, Hardt ve Negri’nin argümanlarının şifrelerini çözmenin son derece faydalı olacağını söylemek gerekir. Çünkü yazarların teorisinin esbab-ı mucibesi, biraz da, teorilerini “kavramsal bir karadeliğin” tam ortasına yerleştirmelerinden ileri geliyor.

HARDT VE NEGRİ’NİN KAVRAMSAL ŞİFRELERİ
“İmparatorluk” kitabında ilk defa rastladığımız “biyo” önekli kavramlar (biyopolitika, biyoiktidar, biyoüretim), ilk bakışta ne kuramsal bir bütünlük arzeden ne de gerçek hayatla bir bağlantısı bulunan “laboratuvar çıktısı” hissini uyandırsa da, gerçekte, Hardt ve Negri’nin niyetini ele veren kilit argümanlar aslında. Örneğin; “İmparatorluk”un “biyoiktidar” özelliği, sermayenin pürüzsüz ve bütünleşmiş bir dünya yaratma arzusuna ulaştığını ifade eder. Buna göre, küreselleşmeye dahil olmamak ekonomik olarak ne derece imkansızsa, politik açıdan da, imparatorluğun dışına çıkmak o derece imkansızdır. Sonuçta, sistemin egemenlik alanı bakımından, “dışarısı” denilebilecek bir yer artık bulunmaz. Dolayısıyla sistemden kaynaklanan krizlerini kendi sınırlarının ötesine seferler düzenleyip yeni kaynaklar bularak çözmeye çalışan, bunun için gerektiğinde birbiriyle ve elbette başkalarıyla çatışmaktan kaçınmayan emperyalist devletler de artık yoktur. “İmparatorluk”un iktidarı, dışsallaştırılamaz olduğu için de, onun bir zayıf halkasını aramak hayaldir!
Bu tezler, şüphesiz, doğrudan Lenin’in emperyalizm teorisini hedef alıyor. Ama aynı zamanda, Hardt ve Negri’nin hayranlıkla karşılanan “büyük teorisi”nin çapını da gösteriyor. Emperyalizm çağı sonrasında yeni bir dönem açıldığını söylerken hiçbir somut kanıta başvurmamak, “enformatikleşme”, “bilgi toplumu” vb. gibi spesifik argümanlara atıflar yaparak, yeni bir çağa girdiğimizi ilan etmek ne derece kuramsal bir sorumluluk, elbette tartışılır. Üstelik bu iddialı sözler, komünizm adına söyleniyorsa! (3)
Hardt ve Negri’nin bu kavramsal oyunlarını, belki de “İmparatorluk”tan daha iddialı oldukları “Çokluk” kitabında da yoğun biçimde görmek mümkün. Bütün bir teoriyi üzerine inşa ettikleri “çokluk”un doğumhanesi olarak işaret ettikleri “biyoüretim”, tıpkı “biyoiktidar” gibi son derece ideolojik mahiyette bir kavramsallaştırma. Bilimsel olması bir yana, amprik olarak dahi elle tutulur hiçbir somut kanıta dayanmayan “biyoüretim”i şöyle tarif ediyor Hardt ve Negri:
“Genel olarak maddi olmayan emeğin hegemonyası, üretimin örgütlenişini bant sistemindeki doğrusal ilişkilerden dağınık ağlardaki sayısız ve belirsiz ilişkilere doğru dönüştürme eğiliminde. Enformasyon, iletişim ve işbirliği, üretimin normları haline geliyor ve ağ da üretimin başat örgütleniş tarzı oluyor. Dolayısıyla üretimin teknik sistemi üretimin toplumsal bileşimine büyük ölçüde tekabül ediyor: Bir yanda teknolojik ağlar, diğer yanda çalışan toplumsal öznelerin işbirliği. Bu mütekabiliyet emeğin yeni topolojisini çiziyor ve aynı zamanda yeni sömürü pratikleri ve yapılarını şekillendiriyor… üretken işbirliğinin temel yapıları artık kapitalist tarafından ve emeği örgütleme amacıyla yaratılmıyor, bizzat emeğin üretken enerjilerinin içinde doğuyor. Maddi olmayan emeğin kilit özelliği de bu: İletişim, toplumsal ilişkileri ve işbirliğini üretmek.” (sf. 128)
Bu uzun pasajda, üretimin yapısı ve emeğin karakteri üzerine oldukça iddialı sözler mevcut. Her bir cümlesi ciddi bir tartışma konusu. Ama bu ciddiyet, Hardt ve Negri’nin tezlerinin derinliğinden ileri gelmiyor; işçi sınıfının devrimci özne konumuna dair yarım yüzyıldır sol liberal cepheden gelen ısrarcı saldırıların neredeyse tamamını, sadece bir pasajda ifade etmeyi başarmalarından kaynaklanıyor. Bu bakımdan, Hardt ve Negri’nin performansı hiç de yabana atılır değil doğrusu!
Yazarlar, öncelikle, üretim biçiminde hegemonik bir değişimi tarif ediyorlar. Yani maddi üretimden maddi olmayan üretime doğru bir geçişin olduğunu, dolayısıyla da maddi emekten ziyade maddi olmayan emeğin üretimin temel karakterini belirlemeye başladığını, bu üretim biçiminin de fikirler, imajlar, duygular, enformasyon, ilişkiler vb. gibi “maddi olmayan mallar” ürettiğini, bunun da, “biyoüretim” adını verdikleri yeni bir üretim biçimine geçtiğimizin kanıtı olduğunu savunuyorlar. Bu, tekerleme gibi önermenin sonucunda ulaştıkları ilk teorik düzey, artık tüm emek biçimlerinin üretken olduğu; son teorik düzey ise, işçi sınıfının asli üretken sınıf olma özelliğini yitirmesinden dolayı, sermayeye karşı koyacak tek özne olma konumunu da yitirdiği. Şimdi bu büyük sözlerin kanıtlarının nasıl sunulduğuna bir göz atalım:
“Birinci kanıt: İstihdamdaki eğilimler. Hakim ülkelerde istatistiklere göre en hızlı büyüyen mesleklerin merkezinde maddi olmayan emek var: Yemek servisi yapanlar, satış elemanları, bilgisayar mühendisleri, öğretmenler, sağlık çalışanları gibi. (Yazarlar, burada, istatistiki kanıt olarak, bize, ABD Çalışma Bürosu’nun 2000-2010 yılları arasında en hızlı büyüyecek mesleklerle ilgili tahminlerinin yayınlandığı bir internet adresini referans veriyorlar!)…
“İkinci kanıt: Diğer emek ve üretim biçimlerinin maddi olmayan üretimin niteliklerini benimsemeye başlaması. Mesele sadece bilgisayarın her tür üretime entegre olmasıyla bitmiyor; daha genel olarak da, iletişim mekanizmaları, enformasyon, bilgiler ve duygulanım, geleneksel üretim pratiklerini dönüştürüyor.
“Üçüncü kanıt: Maddi olmayan emeğin merkezi konumunun bir yansıması, onun ürettiği maddi olmayan mülkiyet biçimlerinin artan önemi. Patent, telif hakkı ve çeşitli maddi olmayan malların özel mülkiyet olarak korunması.
“Dördüncü kanıt: Son olarak en soyut ve en genel kanıt, maddi olmayan üretime özgü dağınık ağ biçiminin, beyinsel fonksiyonlardan terörist örgütlere kadar her şeyi anlamak için bir yöntem olarak kullanılması ve toplumsal yaşamın her yerine yayılması. Bir hegemonik üretim biçiminin nihai rolü de budur: Yani tüm toplumu kendi imajına göre dönüştürmek, ki hiçbir istatistik bu eğilimi yakalayamaz.” (sf. 129)
Bu uzun alıntıyı yapmamızın nedeni oldukça basit aslında: üretimin değiştiğine dair Hardt ve Negri’nin elinde somut herhangi bir kanıtın olmadığını göstermek! Hiçbir zaman sunmadıkları, istitastiki verilerin yakalayamayacağı bir eğilim olarak bahsettikleri “ağ örgütlenmesini” anlatırken, El Kaide’yi örnek verecek kadar basit bir analiz bu, çünkü. (4) Ne var ki, Hardt ve Negri’nin amprik verilere dayanan bilimsel bir analiz yapmaya niyetli olmamaları, onların ortaya attığı fikirlerin ideolojik gücünü hafife almamızı gerektirmiyor. Bu nedenle, maddi/maddi olmayan üretim üzerine yürüttükleri tartışmanın ideolojik peçesini aralamak bakımından, yazarların nereye ulaşmaya çalıştıklarını araştırmaya devam edelim.

MARX’I BAŞAŞAĞI ÇEVİRMEK
“Marx’ın tarihsel materyalizminin özü, toplumsal teorinin güncel toplumsal gerçekliğin ana hatlarına uygun şekillendirilmesi gerektiğidir” diyor yazarlarımız ve devam ediyorlar: “Yöntem ve töz, biçim ve içerik birbirine tekabül etmelidir. Bu da, tarih ilerleyip toplumsal gerçeklik değişince, eski teorilerin yetersiz kalacağı anlamına gelir. Yeni gerçeklik karşısında yeni teorilere ihtiyacımız olur. Demek ki, Marx’ın yöntemine uymak istiyorsak, Marx’ın eleştirdiği kapitalist üretim değiştiği ölçüde, Marx’ın teorilerinden uzaklaşmamız gerekir.” (sf. 157)
Böylece Hardt ve Negri’nin niyetini bir nebze olsun anlamış oluyoruz. Sosyalist hareket içerisinde Marksizme yönelik en bayağı eleştiriler, bizatihi Marx’ın söylediklerini tepe-taklak ederek yapılanlar olsa gerek. Hardt ve Negri’nin Grundrisse’den aldıkları bir cümle ile tarihsel materyalist yöntemi tahrif etmeleri de, kendi öncülleri olan Bernstein ve Kautsky’nin yaptıklarından bir adım ileri gidemiyor. Bu küçük kurnazlık, ideolojiyi tanımlarken, Marx’ın kullandığı harikulade metaforu anımsatıyor bize, Rumen Cacus mitini. Cacus, çaldığı sığırları sakladığı mağaranın bulunmaması için, sığırları geri geri yürütürmüş. Marx da, burjuva ideolojisinin, tıpkı Cacus’un yaptığı gibi, toplumsal gerçekliği baş-aşağı algılamamıza neden olduğunu söyler. Hardt ve Negri de, benzer bir ideolojik mistifikasyonu, Marx’ın yöntemine karşı uyguluyorlar ve klasik ekonomi politik teorisinin aşıldığını, bunun da bizzat tarihsel koşullar tarafından gerçekleştirildiğini savunuyorlar. Referans olarak da Marx’ı işaret ediyorlar tabii ki..
Yazarların temel iddiası, Marksizmin emek değer teorisinin artık hükmünü yitirdiği yönünde. Maddi olmayan üretimin hegemonyası altında şekillenen “ağ tipi üretim” biçimi içinde (burada tam da internet ağları kastediliyor), kendi ontolojik kuruluşunu tamamlayan yeni bir öznenin, yani “çokluk”un, bu üretim biçimine denk düşen yeni bir toplumsal yapının –yani “biyoiktidar, biyopolitika vb.” – yükseldiğini ileri sürüyorlar. Tüm bu tezlerini, yeni bir emek-değer yasası üzerine inşa ediyor, Hardt ve Negri. Bunun için, öncelikle, Marx’ın soyut emek ve değer arasındaki kurduğu ilişkinin değiştiğini kanıtlama çabasındalar:
“Marx’ın soyut emek kavramını ve onun değer ile ilişkisini alır almaz, Marx’ın dönemiyle günümüz arasındaki önemli bir fark göze çarpar. Marx, emek ile değer arasındaki ilişkiyi birbirine denk nicelikler arasındaki bir ilişki olarak koyar: Belirli bir miktar soyut emek belirli bir miktar değere denktir. Başka bir biçimde söylersek, kapitalist üretimi belirleyen bu değer yasasına göre, değer, emek zamanının ölçülebilir, homojen birimlerinde ifadesini bulur. Marx, daha sonra da bu düşüncesini çalışma günü ve artıkdeğer ile ilgili analizlerine bağlar.” (sf. 161)
Marx’ın bu analizinin geçerliliğini kaybettiğini ileri süren yazarlar, artık emeğin ölçülebilir bir değere sahip olmadığını, zamansal niteliğini kaybettiğini iddia ediyorlar. Kanıtlayıcı örnekleri ise, çalışma günlerinin ve üretim zamanının ciddi biçimde değişikliğe uğraması! Yani “çalışma günü” diye bir tabirin sonuna geldiğimizi, iş ile yaşam arasındaki 19. yüzyıla ait katı sınırların hükmünü yitirdiğini savunuyorlar. Elbette Hardt ve Negri, bundan daha fazlasını da söylüyor; onlara göre, maddi olmayan emek, fikirler, imajlar, duygular üreten emek, kapitaliste bağımlılığı da kalmayan bir karaktere sahip. Çünkü bu mantığa göre, maddi emek yaşam araçlarını üretiyorsa, maddi olmayan emek doğrudan doğruya yaşamın kendisini yaratıyor! Böylece, kendi varoluşunu sürdürmek için kapitaliste emeğini satmaktan doğan zorunluluk ilişkisi (biz buna sömürü diyoruz), yaşamı ürettiği için doğal bir ilişki (Hardt ve Negri de buna “sömürü” diyor) haline dönüşüyor.
Hardt ve Negri, ayrıca, Marx’ın değer teorisine dayandırdığı sömürü kavramının, değer teorisi değiştiği için, geçersiz kaldığı görüşünde. Onlara göre, ne değerin ne de sömürünün merkezine tek bir sınıf yerleştirilemez. Dolayısıyla da devrimci özne konumu, sömürü ve değer yaratma kavramları bağlamında anlaşılamaz. Başından beri ulaşmaya çalıştıkları mutlak sonucun özeti bu. (5)

TEORİDEN GERİYE NE KALDI…
Hardt ve Negri, hem “İmparatorluk”ta hem de “Çokluk”ta, bize, işçi sınıfının tarihsel rolünün bittiğini müjdeliyorlar ve onun yerine kendimize yeni bir devrimci özne bulmamızı öğütlüyorlar. Kitaplarında birer tekerleme gibi tekrarlayıp durdukları, “maddi olmayan üretimin hegemonyası”, “ağ tipi örgütlenmiş üretim biçimi”, “biyoiktidar”, “çokluk” vb. argümanlar hakkında en küçük bir somut kanıtı bizden esirgeyen yazarlar, oldukça bulanık bir teorik yığın dışında, geriye pek bir şey bırakmıyor aslında. Hardt ve Negri’nin teori ile gerçek hayat arasında bir bağ kurma çabasında olmadıkları aşikar, ve belki de, yaptıkları şeyi, teorilerin üzerinde bir teori inşa etme çabası, veya bir bakıma, içinde yaşadığımız dünyanın değil, “teorilerin teorisini yapma” iddiası olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. (6)
Zira “İmparatorluk” ve “Çokluk”tan geriye kalan yegane “büyük fikrin”, “merkezin” tamamen yok edildiği yatay bir kapitalist-egemen yapının içinde “çokluk”un sömürüsünün yeni bir biçiminin yaratıldığı “iktidarın küresel ağ temelinde dağıtımı” olarak özetlenebilir. Çünkü yazarlar, çeşitli emperyalist ülkelerin, birbirleriyle savaşmak yerine, kendi çıkarları doğrultusunda, “İmparatorluk” içinde birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri yeni bir döneme inanmaktadırlar.
Bu kulağa hoş gelen düşüncelerin Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisiyle birçok yönden benzeşmesi dikkatlerden kaçmıyor elbette. Nitekim Kautsky, Hardt ve Negri’den çok önce, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin artık yeni bir evreye, tekellerin yöntemlerinin uluslararası politikaya damgasını vurduğu bir tür “ultra-emperyalizm” evresine girmesinin imkansız olmadığını söylemişti. Ve devamında Kautsky, tüm dünya emperyalizmlerinin birbirleriyle savaşmak yerine, birleşerek, emperyalist ülkelerin uluslararası mali sermaye koalisyonunun çıkarına, dünyanın kolektif sömürüsüne kendilerini adayacakları bir kapitalist rejim altında, savaşsız bir döneme gireceğimizi iddia etmişti.
Bu benzerlik karşısında şu soruyu sormak pek de mantıksız olmasa gerek: “Ultra-emperyalizm” teorisi birkaç yıl içerisinde 1. Dünya Savaşı’na çarparak dağılan Kautsky’i bile aşamayan bir “İmparatorluk”, küreselleşme ile öngörüleri daha da pekişen Lenin’in emperyalizm teorisinin aşıldığına bizi nasıl ikna edebilir ki?
Gelelim “çokluk” fikrine… O denli bulanık bir kavram ortaya atıyorlar ki Hardt ve Negri, ne ilk ne de son kitaplarında “çokluk” konusunda tek bir berrak, açık, net bir paragrafa rastlamak mümkün. Yazarlara göre, genel zekanın ortaya çıkışı (bilim, iletişim ve dilin, hiçbir dolayım olmadan, bizzat üretici güce katılarak, yeni bir soyut emek türü oluşturması), emek gücünde radikal değişikliklere yol açmıştır. Emek gücünün, onlara göre yeni olan bu niteliğinin, aslında yeni olmadığını biliyoruz. Marx’ın, daha o zaman, makineyi, birikmiş sermaye ve cansız emek olarak analiz etmesi, bize, Kapital’de toplumsal ilişki içinde analiz edilen emek gücü ve emeğin, bu nitelikleri taşıdığını gösterir. Sadece tek fark, Marx bu nitelikler üzerinden kapitalist birikim rejiminin özgül yasalarını çıkartırken, Hardt ve Negri, bunu, kapitalizmin aşıldığının bir kanıtı sayıyorlar.
Bunun dışında Marx, pek çok eserinde sınıfı ve üretim içinde bulunduğu konumu gayet açık bir dille tanımlamıştı. İşçi sınıfının neden devrimci bir özne olduğunu, en başta da sınıf çatışması temeline oturtarak analiz etmişti. Oysa Hardt ve Negri, bir yandan ateşli devrim çağrıları yaparken, diğer yandan, “hiçbir zayıf halkası bulunmayan İmparatorluk”la, nasıl bir konumda bulunduğu belli olmayan bir “çokluk”un başa çıkabileceğini iddia ediyorlar! Üstelik “çokluk”un ne olduğu sorularına verdikleri yanıt, daha da kafa karıştırıcı. Örneğin; bütün bir kitap boyunca “çokluk”un ne olduğunu okuyucularına tanımlamaya çalışırlarken, kitabın sonunda, asıl önemli olanın, “çoklukun ne olduğu” değil, “neye dönüşmesi gerektiği” sorusu olduğunu söylüyorlar. Bu da “çokluk”un maddi bir güç olmaktan ziyade, bir olanaklar dizisi, daha doğrusu bir ilişkiler bütünü olduğunu ima ediyor.
Elbette Hardt ve Negri’nin ortaya attıkları tezler üzerine çok fazla şey söylenebilir. Burada sadece ana argümanlarını incelemeye çalıştık. “İmparatorluk” ve “Çokluk”ta, her ne kadar, sadece bir dizi “kavramsal oyun” ile karşı karşıya bulunduğumuzu hissetsek de, bu fikirlerin, toplumsal muhalefet üzerinde dikkate değer bir etkiye sahip liberal solun ideolojik cephaneliğini güçlendirdiği muhakkak. Bunu AB tartışmalarında, sendikal hareketteki “toplumsal hareket sendikacılığı” eğilimlerinde, küreselleşme karşıtı otonom hareketlerde görmek mümkün. Hardt ve Negri’nin de, zaten bu rüzgarları dikkate alarak teorilerini geliştirdiğini unutmamak gerekiyor.

DİPNOTLAR
1- M.Hardt ve A.Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yay., 2001, çev: Abdullah Yılmaz. Kitap üzerine, çıktığı dönemden bu yana, hemen her ülkede kapsamlı tartışmalar yapıldı. Kitabın tezlerine dair ayrıntılı eleştiri yazıları daha önce Özgürlük Dünyası’nda da yayınlandığı için, burada sadece temel tezleri hatırlatmakla yetindik.
2- M. Hardt ve A. Negri, Çokluk, Ayrıntı Yay., 2004, çev: Barış Yıldırım
3- Hardt ve Negri’nin “kuramsal sorumluluğu”nu anlamak için, aşıldığını iddia ettikleri Lenin’in emperyalizm üzerine yaptığı çalışmanın titizliğini hatırlamak, sanırız yeterli. 1. Dünya Savaşı’nın başladığı bir dönemde, o kadar politik yoğunluğunun arasında, aylar boyunca kütüphanelere kapanarak, dönemin iktisatçılarının ciltler dolu eserlerinden tek tek istatistiki veriler topluyor. Ardından tezlerini kanıtlamak için amprik verilere başvuruyor, bu da yetmiyor; bankaların, tekellerin bilançolarından, sermaye ihracı eğilimini kanıtlayacak hesaplamalar yapıyor. Ve belki de en önemlisi, kendinden önceki çalışmaları yok saymıyor, büyük bir dikkatle Hobson’un, Hilferding’in, Buharin’in emperyalizm üzerine yaptıkları çalışmaları inceliyor. Kapitalizmin tespit ettiği yeni eğilimlerinin felsefi yönlerini kaçırmamak için ise, tekrar dönüp Hegel külliyatını baştan sona eleştirel bir süzgeçten geçiriyor. Peki Hardt ve Negri ne yapıyor?
4- Hardt ve Negri, ne “İmparatorluk” ne de “Çokluk”ta hiç bir istatistiki veri vermiyorlar. Oysa kendi teorilerinin öncülleri olarak kabul ettikleri ve kitaplarında atıflar yaptıkları birçok çalışma, küreselleşmenin yol açtığı değişimi tartışırken, iktisadi ve istatistiki verileri daima göz önünde bulunduruyorlardı.
5- Marx’ın emek-değer teorisine yönelik her dönem eleştiriler olmuştur. Hardt ve Negri de, aslında kendilerinden önceki eleştirilerden çok farklı bir yaklaşım sergilemiyorlar. Benzer biçimde, işçi sınıfının devrimci konumu da, aynı eleştirilerin hedefi olmuştur. Değer yasası ve sınıfın devrimci konumu üzerine bir tartışma, bu yazının sınırlarını bir hayli aşacağı ve ayrı bir yazı konusu olduğu için burada yer verilmemiştir.
6- Burada kastettiğimiz “teorilerin teorisi”, elbette yeni bir teori inşa ettikleri anlamına gelmiyor. Söylenen, daha çok, Hardt ve Negri’nin kitaplarının, kendilerinden önce yapılan küreselleşme, sınıf, siyaset vb. üzerine tartışmaların bir araya toplandığı bir “katalog” görünümünde olmasıdır.

‘Havet’ten ‘evet’e sol AB’cilik ve fikir babalarının durumu*

Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için şartlı müzakere tarihinin alındığı 17 Aralık sonrası yoğunluğunu kaybeden AB tartışmaları, AB Anayasası’nın onaylanması vesilesiyle tekrar alevlendi. Söylenenlerin çoğu, AB’nin küresel ölçekteki gelişmeler içinde bulunduğu platformda Anayasası’nın ne gibi bir işlev göreceğini tartışmaktan uzak kaldı. Anayasa tartışmaları da –tek tek maddelerinde taşıdığı olumluluk ve olumsuzluklara bakılarak– AB tartışmalarındaki yanılgıya düştü. AB tartışmalarında, konunun küreselleşmeyle olan bağlantısı kopartılarak, tekil konularda getireceği bazı olumluluk veya olumsuzluklar çerçevesinde yanıtlar aranması yanılgısı yaşanmıştı.
AB’ye “sol”dan “evet” diyen ve bunu “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” söylemleriyle temellendiren cephe** Anayasa üzerinden kendisine dayanak aradı. Bu cenahtakilere göre, Anayasa sonuçta bir uzlaşma ürünü; “yeni liberalizm ile sosyal korumacılık arasında gerilim”e göre şekilleniyor. Ekonomi ve para politikası açısından pek çok “sorunlu” yanı bulunmasına rağmen, Avrupa Anayasası’nın siyasal ve sosyal haklar açısından mevcut AB hukukundan daha ileri düzenlemeleri içerdiğinin gözardı edilmemesini isteyen “evet”çi cenah özetle şunları savunuyor: Anayasa, ETUC’un (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) taleplerinin yer bulması sonucunda, serbest piyasanın kesin üstünlüğüne değil sosyal piyasa ve tam istihdam kavramına dayanıyor. Anayasa yetersiz, ancak ileriye doğru atılmış bir adım. Piyasanın dizginlenmesine yönelik pek çok madde bulunan Anayasa’nın reddi ultra-liberallare, nasyonalistlere yarar. Anayasa’ya “hayır” denmemeli, piyasayı dizginleyen daha ileri bir Anayasa ve sosyal bir Avrupa için mücadele edilmeli…
Tek tek cevap vermek yerine, yukarıdaki indirgemeci tavır, elbette bütünlüklü bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Yazı da bunu amaçlamaktadır, fakat yeri gelmişken, yukarıdaki tezin dayanak noktalarındaki zaaflara kısaca değinelim.
ETUC’un katkılarıyla Anayasa’da yer aldığı söylenenlerin, aynı anda yaşamda karşılık bulması mümkün müdür? ETUC’un emeğe dair politik alternatif arayışlarından vazgeçerek, yeni bir lügat geliştirdiği dikkatlerden kaçırılmadan cevaplandırılmalıdır. Bu lügat ki, esneklikle iş güvencesini, özelleştirme ile sosyal hakları, AB ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün korunması ile “daha iyi iş, daha fazla istihdam, daha çok sosyal hak” vurgusunu aynı metnin ve cümlelerin içinde bütünleştirmeye yarıyor. Kimilerince sendikaların başarısı olarak alkışlanan bu durum, pratikte yaşam buluyor mu? Elbette ki bulmuyor. Örneğin, Anayasa, Topluluk Adalet Divanı kararlarını bağlayıcı kabul etmekte. Adalet Divanı’na göre toplu pazarlık hakkı, piyasa hukukunun üstündedir. Oysa, Avrupa Birliği müktesebatı, Batı demokrasinin başlıca kriteri olan toplusözleşme kurumunu bertaraf ederek hazırlandı. Toplusözleşme süreci, sendika ve AB bürokrasinin ortak tutumuyla işlevsiz hale getirildi. 2004 yılında birçok sektörde yaşanan ve büyük kayıplarla sonuçlanan toplusözleşme süreçleri, bunun kanıtıdır. Giderek yaygınlaşan sözleşmeli personel uygulaması ve yaşanan toplu işten çıkarmalar sonucu sendikalardaki hızlı erime süreci, sendikalardan kurtulup azgın rekabetin önünü açarken, toplusözleşmeleri de rafa kaldırmıştır. Maalesef, Anayasa’nın toplusözleşmeyi piyasa hukukunun üstünde görmesi, çıplak gerçeği değiştirmiyor.(1)
Anayasa’ya destek fikrini savunanların tezleri, daha önce, Jürgen Habermas’ın*** 2003’te “Avrupa’nın Rönensansı” başlıklı manifestosuna destek vermek amacıyla dile getirilmişti.
Habermas, manifestosunda, Avrupa Birliği’nin, ne salt bir piyasa birliği ne de verili bir kültür birliği olmadığını, AB’nin yurttaşlık merkezli demokratik bir kültürü paylaşan siyasi bir birlik olduğunu, buna dayanan Avrupa’yı tasarlayan Anayasa’nın desteklenmesi gerektiğini öne sürmüştü. Destekçiler, Türkiye Solu’nun bu “tasarı”nın hem içinde hem de “geliştirici bir unsuru olması gerektiğini” söylemişlerdi.(2) Kısacası Habermas’ın kozmopolit Avrupa modelini benimsememiz istenmiş, ABD’ye karşı kapitalizmin diğer hegemonik gücü AB’ye destek vermemiz salık verilmişti.

‘EZBER’ BOZULDU MU?
Habermas’ın manifestosu ve Cezayir bağımsızlık hareketine, Küba devrimine verdiği destek ile tanınan romancı Juan Goytisolo’nun yazdığı ‘Akla Dönüş’ adlı yazısında Türkiye’nin AB üyeliğini savunmasının ardından, öğütlerin peşi sıra ithamlar da gelmişti: “Tüm eserlerinde Avrupa-merkezcilikle mücadele eden Goytisolo’nun bu tavrı, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen herkesi Avrupa-merkezci olmakla suçlamayı ve AB’ye hayır demeyi, solculuğun ve muhalif olmanın gereği sayanların ‘ezberini bir kez daha bozdu’…” vb…
“Ezberi bozulmak” kavramı, ortaya çıkan her konuda eskisinden farklı şeyler söyleyebilmek adına, “yeni” küreselleşmiş dünyanın bütünlüklü bir kavranılışına sahip olmadan, tek tek konulara kendi sınırları ve cazibeleri çerçevesinde yanıtlar aramanın meşrulaştırıcı aracı haline geldi. Oysa “yeni” küreselleşmiş dünyanın yeni, bütünsel bir eleştirisini yapabilmek için tarihsel “ezber”lere ihtiyaç vardır. Çünkü şimdiki zaman geçmişin (tarihin) bir ürünüdür ve gelecek de bugün yapılana bağlıdır. Olgu ve olaylara tarihsel bakılmadığında, “…zaman bütünlüğünü yitirir, unsurları ayrılır, hatta birbirlerini dışlar hale gelir. Süreç ve gelişme yönü gibi kavramlar diyalektiğini yitirirler. Açıktır ki, tarih bilinci ve gelecek fikri olmadığında, esasta açıklanacak bir şey de yok demektir. ‘Şimdiki zaman’cılık da, aslında hiçbir şeyi açıklamıyor, gösteriyor, sergiliyor, tarif ediyor, en iyi durumda betimliyor sadece. Çünkü bilinmektedir ki, bir şeyi açıklayabilmek için, onu diğer şeylerle ilişkilendirmek ve bu ilişkilerin özgünlüğünü anlayabilmek için de onu bütünlüğü ve tarihselliği içinde ele almak gerekiyor.”(3) Bütünlük ve tarihsellik çabasını –kendi söylediklerinin orijinalliği, derinliği, yeni bir yanı olup olmadığının incelemesini yapmadan– “ezberi bozulmak” kavramıyla yok saymak, gerçekçi olmadığı gibi, iyi niyetli bir yöntem olamaz.   
Ezberleri olmayanların, “niyet”leri bir yana, bugünü tasvir eden tezlerinde de problemler var. Bu platformda bulunanlara göre, “Türkiye’yi dışlamaya çalışan Hıristiyanların, neo-liberal elitlerin Avrupası’nın karşısında, halkların, emeğin Avrupası, ABD saldırganlığına karşı uluslararası toplum, kardeşlik ve barış diyenlerin Avrupası vardır.” Bunların referans aldıkları Habermas da, Fransa-Almanya-Belçika ekseninde ABD’ye karşı direnme hattı önermişti. İster istemez, “AB, dünyaya barışçı bir demokrasi sunmak mı istiyor ki, ABD saldırganlığı karşısında AB çatısı altında direnme çağrısı yapılıyor” sorusu akla geliyor! AB dünyada daha aktif bir rol oynayabilmek için, ABD’nin mali ve askeri gücü karşısında kendisinin de askeri gücünü artırması gerektiğinin farkında. Bu nedenle, savunma harcamalarını iki katına çıkardı. Gelecekte petrol ve hegemonya için mücadele kızışacak. Ortadoğu petrolüne bağlı olan Avrupa, gerilim arttığında, Türkiye’nin ordusu ve stratejik konumuna daha çok ihtiyaç duyacak. Bu nedenle AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Werheugen açık açık, “Türkiye’nin AB’ye girmesini Kafkaslardaki çıkarlarımız belirleyecek” demişti. İleride AB ordusu içinde Türkiye askeri kuvvetlerinin stratejik kaynaklara sahip üçüncü dünya ülkelerine saldırması da olasıdır. Şimdi, böyle bir tablo karşısında, Türkiye’nin AB’ye girmesini istemenin, AB’nin emperyalist stratejilerini güçlendirmenin dışında bir anlamı olabilir mi?

ANLAMAYI BULANDIRAN İDDİA: ‘AB MERKEZCİLİĞİ’NİN ALTI OYULDU’
Eski ezberleri olmayanların bir diğer savunusu şöyle: “Avrupa-merkezci fikirler, esas olarak Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlık üzerinden var olmaktadır. Dolayısıyla, Avrupa-merkezciliğe karşı çıkmanın, Avrupa-merkezciliğin altını oymanın yolu Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektir.” Bu söylem, genişleme ve derinleşme sürecini doğru ve bütünlüklü kavramaktan çok bulanıklaştırmaya hizmet ediyor.
Süreç, AB sermayesi açısından da tekvücut bir süreç olarak yaşanmıyor. Ticaret ve rekabet üzerindeki ulusal kısıtları kaldırma yönünde Maastricht Anlaşması ile birlikte, egemenlik alanını genişleten tekelci sermaye, yeniden bölüşümcü siyasetlere, yüksek ücret uygulamalarına kapıyı da kapatmıştır. Bu adımla birlikte tekelci sermaye, AB rekabet gücünü güvence altına almak üzere, farklı bölgelerde, farklı toplumsal ve endüstriyel rejimleri yürürlüğe koyma olanağını da elde etmiştir. Tekelci sermayenin dış pazar arayışları, AB’yi yeni bloklara yönlendirmiştir: “AB, Afrika ve Akdeniz havzasında yer alan azgelişmiş ülkelerin bir grubuyla ayrıcalıklı ticaret ilişkileri ağı kurmak amacıyla AB merkezli bir bölgesel ticaret rejiminin temellerini atmış bulunmaktadır. Bu açıdan AB’nin Akdeniz bölgesindeki ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve protokolleri dikkat çekicidir. 2010 yılında Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi’nin (AASTB) ortaya çıkmış olacağı şimdiden bilinmektedir. Bu bölgede yer alacak olan ülkeler şunlardır: Fas, Cezayir, Tunus, Malta, Mısır, Ürdün, İsrail, Filistin, Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve Türkiye. 1995 yılında o zaman 15 devletten oluşan AB, bu ülkelerle Barselona Deklarasyonu’nu imzalamış, böylelikle kendi kontrolünde bir alt çevre ülke bloğu oluşturmuştur. Barselona Deklarasyonu sadece Avrupa Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi hedefini içermemekte, aynı zamanda, Avrupa Akdeniz İşbirliği (AAİ) adı altında bu bölgelerin dış ilişkiler politikalarında ve bu anlamda askeri ve güvenlik konularında AB ile ortak hareket etmelerini öngörmektedir. Dolayısıyla 2010 yılına gelindiğinde bütün Akdeniz havzasını siyasi olarak kontrol edebilecek olan bir AB ortaya çıkmış olabilecektir.”(4)
Avrupa menşeli uluslararası sermayenin şemsiye örgütü niteliğinde olan ERT (Avrupa işadamları yuvarlak masası) içindeki güç dengesi de kaydı. Korumacı “neo-merkantilist” projenin savunucuları güç kaybederken, saldırgan neo-liberal projenin savunucularının ağırlığı artıyor. Saldırgan genişlemeci tutum güç kazanırken, Türkiye ile ilgili raporun gizli oylanmasını protesto eden yeşillerin ve sosyalistlerin, Türkiye ve AB bayrakları ile yaptıkları “Türkiye’ye evet” eylemine bakarak, “Avrupa-merkezcilik darbe almıştır” demek gerçekçilikten uzaktır.

POLİTİKANIN DIŞINA DÜŞMEK
Olguları kendi gerçekliğinden kopararak yapılan yorumlar, yorumcuyu ister istemez “çok düz”, “kestirme” sorulara ve sonuçlara götürüyor: Avrupa’nın sağcıları, ırkçıları sokaklarda Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı eylemler yapıyor. Üstelik Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu AB üyeliğini destekliyor. Öyleyse; Türkiye halkının AB’yi istemesinin ardındaki duyarlılıkları ve Avrupa sağının Türkiye karşıtlığını hiçe sayan Türkiye solunun radikal bir AB karşıtlığına soyunması apolitizmdir! AB üyeliğini isterken, aslında daha iyi bir eğitim, daha iyi bir iş, insanca bir yaşam, daha demokratik bir ülke isteyen Türkiye halkının çoğunluğuna ulaşmak pekala mümkündür!
Aslında kestirme sorulara verilen kestirme cevaplarla varılan sonuçlar, “halka ulaşmak” adına hayal pompalamayı meşrulaştırıyor. Oysa hayal pompalamadan, AB’ye girebilmek için Türkiye’nin, işçi ve emekçilerine ödeteceği bedelleri (gerici-şoven söylemlere başvurmadan) halka anlatarak, politika yapılabilir. Milli gelirini artırmak için emeği sürekli yağmalayacak düzenlemeler yapan, ücretleri yabancı sermayenin iştahını kabartacak şekilde düşük tutmayı hedefleyen, köylü nüfusu milyonlar halinde toprağından koparmayı planlayan, sendikasızlaşma sürecini derinleştiren, sosyal güvenlik haklarını gerileten Türkiye’nin, tüm bunları AB için yaptığını anlatmak politikadır.(5) Bu sürecin emekçi, yoksul çocuklarını eğitimden koparacağını, ucuz işçi olarak sefalet koşullarında çalışmaya iteceğini göstermek, hayal aşılamaya göre daha zor olmasına rağmen, bir görevdir.
Türkiye, tüm bunları hayata geçirip AB’ye alınsa dahi, dolaşımın serbest olmayıp sınırlandırılacağını halka anlatmak, halkın AB’den beklentilerini toz duman eden, onu gerçekle yüz yüze bırakan etkili bir politikadır. Çünkü yoksulluktan, işsizlikten, baskıdan bunalmış insanların en büyük beklentisi, AB’ye gidip, geçmişte Avrupa’ya giden ülke vatandaşları gibi, refah seviyesini yükseltmek. Tabii ki, açlık sınırında yaşayan insana, soyut bir şekilde “AB’de sömürü var” demek etkili olamaz, ama somut konuşabilmek için çokça “malzeme” var.
Bu somutlar üzerinden politika üretmek yerine, enerjiyi “AB’ye evet”e harcamak politika olamaz. Zaten sermaye cephesi AB için yeteri kadar enerji harcıyor. Elde etme mücadelesi yerine halkı beklentiye sokmak, emek cephesinin politikasını tasfiye etmenin dışında bir anlam taşımaz.
“Politikasızlık” söylemiyle; AB’ye karşı çıkmanın solu içe kapattığı, ve bu durumun, içe kapanan solu, milliyetçilerin arkaik “mandacı işbirlikçi”, “Türkiye’yi küçültme” gibi söylemlerini kullanmaya yönelttiği “eleştirileri” birlikte yapılmaktadır. Ayrıca, “Türkiye’de AB karşıtlığının kitlesel damarını sosyolojik olarak faşistler ve radikal İslamcıların oluşturduğu” savunularak, “sol” uyarılmaktadır. Kuşkusuz, anti-emperyalist mücadele yerine, “ulusalcı” etiket altında milliyetçi şoven bir kampanya yürüten, tüm demokratik gelişmelere karşı görüntü veren, tüm yasal düzenlemeleri Türkiye’yi bölmek ve parçalamak paranoyası üzerinden değerlendiren bir tutum mevcuttur. Ülke faşistlerinin AB karşıtı söylemleri olduğu da doğrudur. Ama bu doğrular, AB karşıtlığının tüm cephelerini, hepsinin aynı kapıya çıktığı tezi üzerinden mahkûm etme sonucunu doğurmaz.
Türkiye’de AB’ye yönelik çelişik siyasal tavır ve ideolojiler, pratiğin karmaşıklığının sonucudur. Pratiğin karmaşıklığı karşısında, ana ideolojik eğilimlerin de bulanık siyasal ortaklıklar ile çelişik ideolojik eklemlenmelere dönüşmesi doğaldır: Sol olduğunu iddia edip AB yanlılığını liberal tavırla destekleyenler; sol konumu benimseyip AB karşıtlığını milliyetçi tavırla ortaya koyanlar; liberal olup milliyetçi bir tepkiyle AB’nin karşısında konumlananlar vs…
Sınıfsal tavırlar yerli yerine oturacak ve birçok soru pratikte cevabını bulacak. Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü Evrensel gazetesindeki köşelerinde netleşecek sorulara şu örnekleri vermişlerdi:
“Halen uygulanmakta olan ve en son stand-by anlaşmasıyla üç yıl daha devam edeceği bağıtlanan IMF baskısından bunalan küçük sermaye grupları, müzakerelerin dayatacağı yeni ekonomik düzenlemeler sonucunda yok olma tehdidiyle karşılaştıklarında, üst sermaye gruplarıyla aynı liberal pozisyon içerisinde yer alabilecekler midir?”
“Hukukun üstünlüğüne vurguyla AB’ye liberal ideolojik desteklerini sürdüren ‘sivil toplumcu’ grupların hiç değilse bir kısmı, iş yasası değişikliğinden, kamu yönetimi reformuna, sosyal güvenlikle ilgili yasa tasarısından, yönetişim kurullarına değin uzanan ve Türkiye halkının anayasal kazanımlarını budayan hukuksal saldırılar karşısında, liberal söylemlerini yalnızca bireysel özgürlük arayışına sadık kalarak sürdürüp, savunabilecekler midir?”
“AB karşıtı ulus temelli siyasal konumlanışın saf, gerçek sahiplerinin ‘milliyetçi/muhafazakâr’ siyasal oluşumlar oldukları hatırlanacak olunursa, bu konuma yakınlaşan ve ısrarla bağımsız sol olduklarını iddia eden gruplardaki çözülmenin ‘milliyetçi/muhafazakâr’ ideolojiye doğru bir savrulma içereceğini beklemek yanlış mı olur?”(6)
Pratiğin herkesi kendi yerine iteceği gerçeğinin üstünü atlayarak, ideolojik ve siyasal çelişkilerinin doğal varlığını “AB’ye evet”e tahvil etmek, en hafif deyimiyle şark kurnazlığıdır.

‘HAVET’ KARIŞIKLIĞI
“Bugünkü AB sermaye egemenliğine dayalı bir yapı. Asla demokratik bir yapıya sahip değil. Seçmenler bir tarafa, hükümetlerin ve parlamentoların bile alınan kararlarda hiçbir etkisi yoktur. Söz-yetki-karar kesinlikle AB oligarşisine aittir. AB süreci, demokratikleşme patırtıları arkasında işletilen bir liberalleştirme ve özelleştirme makinasından başka bir şey değildir. Avrupa Anayasası da, sosyal haklara daha fazla saldırı, daha fazla özelleştirme, daha fazla askeri harcamayı öngörüyor. Bu koşullarda solun ‘AB’den yanayım’ şeklinde bir politika yürütmesinin, var olan egemen sınıf siyasetinin pasifçe desteklenmesinden başka bir manası da yoktur.” AB’ye ilişkin bu doğru değerlendirmeyi yapanların bir kısmı, sosyalizm adına ‘Biz AB üyeliğine evet diyoruz’ denmesinin doğru olmadığını söylemelerinin ardından, kendi formüllerini patlatıyorlar: “AB’ye evet demeye hayır!”(7)
“AB’ye evet demeyen” bu strateji, “emeğin Avrupası”nı öngörüyor. Bu stratejiye karşı yapılan eleştirilere, “emeğin Avrupa’sı” savunucularından Ufuk Uras Birgün’deki yazısında şu cevabı veriyor: “Başka bir Avrupa’nın mümkün olduğu tezine karşı, sermayenin Avrupası’nın mahsurlarını anlatıp durmanın ve bizi hızlandırılmış bir kursa tabi tutmanın bir manası yoktur. Sermayenin Avrupası’na karşı olunduğu için zaten emeğin Avrupası için mücadele edilmektedir.”
“Emeğin Avrupası” stratejisinin bir özgünlüğü var mıdır? “Emeğin Avrupası”nın enternasyonalist bir içeriğe sahip çizgisi var mıdır? Bu soruların cevaplarına, “emeğin Avrupası” kavramının fikir babası, aynı zamanda bu stratejinin Avrupa’daki müttefiki ETUC’un tutumundan yola çıkarak ulaşılabilir.
“Emeğin Avrupası” stratejisinin çıkış merkezi ETUC’tur (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu-ASK). 28 ülkeden 61 ulusal konfederasyon ile farklı sektörlerden 14 Avrupa federasyonunu birleştiren ETUC, uluslararası tabanını harekete geçirmek için hiçbir ciddi çaba göstermeyen bir yapıya sahip. Avrupa işçi sınıfının yeni temellerde bölünmesinin kurumsal güvencelerinden birisini oluşturan ETUC, neo-liberal Avrupa’nın inşası içinde aktif bir rol üstlenmiş durumda.
ETUC’un işçileri bölen, neo-liberal Avrupa’ya hizmet eden tutumu, serbest dolaşıma karşı aldığı tutumda açıkça görülüyor. Emeğin serbest dolaşım hakkına, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın birliğe dahil edildiği ilk genişleme dalgasından bu yana, geçici kısıtlar konuluyor. 2004 yılında, 10 eski Doğu Avrupa ülkesi, emeğin serbest dolaşımını kısıtlayan azami yedi yıllık geçiş sürelerini kabul ederek, AB’ye üye oldular.
Bu üye oluş süreci, çarpıcı bir gerçeği açığa çıkardı. Doğu ülkeleri işçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun süreli kısıtlamalar konulmasının en hararetli savunucusunun, “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” tezlerinin mimarı ETUC olduğu görüldü. Emeğin serbest dolaşım hakkı üzerine kısıtlamalar konulmasını savunan ETUC, aynı zamanda, Doğu Avrupa sendikalarını bu yönde ikna etmeye çalıştı. Doğu Avrupa ile AB üyesi ülkeler arasında bulunan “gelir uçurumu”nun kısa sürede kapatılamayacağını savunan ETUC, bu uçurumu kapatacak yeni sosyal paketler yerine, uzun süreli dolaşım hakkı kısıtlamalarına dayanan “korunma stratejisi”ni tercih etti. AB Komisyonu’nun sağ kolu olan ETUC’un, son 10 yılda AB Komisyonu’na olan mali bağımlılığı da artmış durumda. ETUC ve bağlı sendikalarının bölücü pozisyonunun gerçek temelleri, kuşkusuz, Avrupa sendikal hareketinin, başta Avrupa Merkez Bankası olmak üzere, neo-liberalizmin bütün kurumsal dayatmalarına teslim olmuş olmalarında yatmaktadır. Neo-liberal düzenlemeler sonucu sürekli üye kaybeden, yoğun bir işsizlik kaygısı taşıyan ve bu sürecin sebebini göçe bağlayan Avrupalı sendikalar, maalesef ne tek tek ülkelerde ne de uluslararası düzeyde bir sınıf mücadelesi yürütecek durumda. 
ETUC, bu tutumuyla, ne Batı Avrupa işçi sınıfını Doğu’nun düşük ücretlerinden koruyabilmiş ne de üretimin parçalanarak Doğu’ya aktarılmasını engelleyebilmiş durumda. Her gün bu süreci daha da genişletecek bir hamle hayata geçiriliyor. Bunlardan sonuncusunu, AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve çalışma koşullarının, standartların daha düşük seviyede olduğu ülkeye göre belirlenmesini sağlayacak olan “AB Hizmet  İşleri Yönetmeliği” oluşturuyor. Yeni yönetmeliğe göre, Almanya’da çalışan bir Polonyalı işçi, Almanya’nın yasalarına göre değil, Polonya’da geçerli olan yasalara göre çalışacak. Yani aynı işyerinde, biri Alman olduğu için yüksek ücretle 7 saat, diğeri herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden gelen bir işçi olduğu için 12 saat düşük ücrete çalışabilecek.(8) Sendikal bürokrasinin tutumu, yalnızca, emek hareketi içinde önemli bölünmeler yaratmayı başarabilmiştir.
Tek Avrupa pazarı siyasetine insani bir yüz kazandırmak amacıyla imal edilerek, metinlere yerleştirilen “sosyal boyut” söylemleri, sadece sendikaları neo-liberal düzenlemelerle yedeklemiş, yabancı düşmanlığıyla mücadele kapasitelerini eritmiştir. Dolayısıyla mevcut “emeğin Avrupası” siyaseti, genişlemiş AB içindeki emek bileşenlerinin güçsüzleşmesi ve emeğin çalışma koşullarının daha da esnekleşmesiyle sonuçlanmıştır.

MADALYON AYNI, YÜZLER FARKLI
AB’nin genişleme sürecinde, aday ülkelere, “refah toplumu” yerine saldırgan piyasa kurallarının ihraç edilmesi, “sosyal Avrupa güçleri”nin de sınıf kardeşlerine pastadan pay kaptırmak istememesinin yanı sıra bir başka somut durumun da netleştirilmesi gerekiyor. Netleşmesi gereken, “sosyal Avrupa” ile “ırkçı Avrupa”nın birbirinden farklı şeyler olup olmadığıdır.
Bunlar aynı madalyonun farklı iki yüzüdür. Avrupa sermayesi, duruma göre gönül kazanmak için madalyonun “sosyal” yüzünü, duruma göre kitleleri ehlileştirmek için “ırkçı” yönünü kullanıyor. AB sermayesi, bir yandan ücret ve çalışma koşullarının esnekleştirilmesiyle rekabete dayalı ekonomik yolda hızla ilerlerken, diğer taraftan da karşısındaymış gibi gözüktüğü “korumacı” yaklaşımların yarattığı gerilimden de alabildiğine yararlanmaktadır.
Volkswagen, Siemens, Daimler 2004 toplusözleşme dönemlerinde görüldüğü gibi, “fabrikayı taşırız” tehdidiyle sermaye, dayattığı tüm koşulları işçilere kabul ettirirken, bir yandan da, bunun sorumluluğunu yabancı işçide gören, sermayeyi aklayan tutum körüklendi. Doğu Avrupa ülkelerinde milliyetçi ve yabancı düşmanı güçler, AB dayatmalarının sendikaların ve emeğin pazarlık gücünü olağanüstü düşürmesi, yepyeni sendikasız sektörler yaratması, işsizlik, toplumsal kutuplaşma vb. sonuçlarından palazlandılar.
ETUC bürokrasisinin AB Komisyonu ile eş zamanlı yürüyen çabalarına karşın, “Avrupalılaşmanın”, “yüksek hak standartlarının” somut faydasını göremeyen, aksine koşulları ağırlaşan Avrupa işçi sınıfı “bütünleşmeci” heves taşımıyor. Özellikle Avrupa’nın göçmen, güvencesiz, kaçak işçi havuzlarındakiler, “bütünleşmenin”, sürekli olarak toplumsal yaşamın daha da diplerine doğru itilmek olduğunu, kendi deneyimleriyle biliyorlar.
“Sosyal Avrupa” ile “ırkçı Avrupa”nın kardeşliği uyarıları da, “havet”çi ve “evet”çileri pek tatmin etmiyor. Ufuk Uras’ın cevabında bu tatminsizlik her halinden belli oluyor: “Bu tartışmalar süredursun, biz ‘Başka bir Avrupa ve Türkiye’ için, neoliberal AB politikalarının mağdurlarını örgütlemenin yollarını arıyoruz. Örneğin, AB’nin tarım politikaları karşısında, ülkenin birçok yerinde örgütlenen çiftçi sendikaları, Jose Bove ve arkadaşlarıyla ortak bir hat örme mücadelesi içindeler.**** Sakın bu arkadaşlarımız, bu tür tartışmalara bakıp da, ‘acaba çabalarımız nafile bir iş mi’ zehabına kapılmasınlar. Bilmeliyiz ki, hiçbir skolastik tartışma, devrimcilerin mücadele kararlılığının ve iradesinin yerini alamaz. Biz kendi işimize bakalım.” (9)
Çok iddialı olmasına rağmen tartışmaya çok açık bir itiraz. 2004 yılı içerisinde bir etkinliğe katılmak için Türkiye’ye gelen Fransa Çiftçi Konfederasyonu Uluslararası İlişkiler Komisyonu üyesi Pascal Pavie, AB’ye katılımı “Avrupa Birliği cennete açılan kapılar değil” sözüyle uyarmıştı. Uras’ın adını andığı ve son on yıla damgasını vuran küreselleşme karşıtı eylemlerin tanıdık siması Jose Bove de, “Üreticinin Sesi” Nisan sayısı için yaptığımız söyleşide, mücadelede birleşmek için AB’ye girmeye gerek olmadığına dikkat çekmişti. Ülke üreticilerini, dünya köylülerinin buluşma adresi olan, 80 ülke ve 100’ü aşkın örgütü bünyesinde barındıran Via Campesina’ya (Köylü Platformu) davet etmişti. Tartışmanın can alıcı noktası da burada başlıyor: Sermayenin AB’siyle aynı zeminde buluşan “emeğin Avrupası” yerine, başka açılımlara, tarihin öğrettiği enternasyonal birleşmeye yönelmek.

MEKANSAL YANILSAMA
Enternasyonal dayanışmanın yolu, sermayenin oluşturduğu bloklarda bir araya gelmek midir? “Başka bir Avrupa sloganı herhangi bir somut içeriğe sahip midir?” sorularına olumlu cevap olası değil. Kendini Marksist, devrimci, sol olarak tanımlayan güçlerin, işçilerin, çiftçilerin, öğrencilerin neo-liberalizmin azgın saldırısına, sosyal hakların kısıtlanmasına, işsizliğe ve düşük ücrete “hayır” demesi, sadece Avrupa’yla sınırlı değil. Bu talepler, zaten artık dünyanın her tarafından haykırılıyor. Bu taleplerin alt alta dizilişi, herhangi bir özel sol siyaseti ifade etmez. Bunların dışında, Avrupa işçi sınıfının çıkarlarını devrimci bir iktidar mücadelesi perspektifiyle savunmak için “emeğin Avrupa’sı” planı, en az –ABD’nin Kafkaslardan Afrika’ya uzanan Büyük Ortadoğu Projesi karşısında– “Emeğin BOP”u tutumunu almak kadar anlamsızdır.
Emeğin Avrupası” siyaseti, sınıf kardeşliği ve işçi sınıfının bütünsel, bağımsız çıkarlarını temsil etmek yerine, bu çıkar bütünlüğü içinde özel bölünmeler yaratan, enternasyonalist olmayan bir içeriğe sahiptir. “Emeğin Avrupası” adına sarfedilen, “Senden daha demokratik bir camiaya girmek, bu sayede kendi demokratikleşme mücadeleni hızlandırmak ve o camiadaki gerilemeye onların emekçileri ile birlikte karşı durmak” gibi indirgemeci söylemler, sadece yanılsamaya yol açıyor: İşçilerin mücadele birliğinin mekânsal bir otomatiğe bağlı olduğu yanılmasına.

—————-
DİPNOTLAR
* Avrupa çatısında bir birliğe karşı çıkmamakla birlikte, “sermayenin Avrupası’na, neo-liberal Avrupa’ya karşı çıkıyoruz” söylemiyle hem evet, hem de hayır olarak tanımlanan “havet”çi bir yaklaşım sergileyen çevreler bulunuyor. Tutumları, giderek “evet”e dönmektedir. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda “havetçi” ve onu da geride bırakarak “evetçi” bir yaklaşım benimseyenler, bu tutumlarına sol bir meşruiyet kazandırmak amacıyla da “emeğin Avrupası” ya da “sosyal Avrupa” kavramlarını kullanıyorlar.
** Bu cephede, sendikal bürokrasiden sosyal demokratlara, kimi medya mensuplarından AB konusunda kafa karışıklığı içindeki kimi aydın çevrelere kadar birçok kişi yer alıyor.
*** Jürgen Habermas: Frankfurt Okulu’nun yaşayan en önemli temsilcilerinden. NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısına “evrensel insan hakları” söylemiyle destek verdi, Almanya’nın operasyona katılmasının savunucusu oldu. Bu tutumu temsil ettiği Frankfurt Okulu’na oldukça uygun. Söz konusu okul, ortayolcu, liberal sosyal solcu, Marksizm adına esasta bulanıklık, kuşkuculuk ve kafa karışıklığı yaratan tutumuyla bilinir.
**** Yazının bütünlüğü içerisinde vurgulanması pek önemli olmasa da, değinilmesinde yarar var; çiftçi sendikalarının ülkenin birçok yerinde örgütlendiği doğru değil. Sendikanın çabasını küçümsemiyoruz, hatta sendikal çalışmayı önemli buluyoruz; fakat söylemin inandırıcılığına dikkat çekmek istiyoruz. Örgütlendiği yerlerde (üç dört ilde Üzüm-Sen, Fındık-Sen, Tütün-Sen örgütlendi) çiftçiyle fazlaca buluşabildiği söylenemez. Bu sendikaların ülkedeki köylülerle buluşamadığı durumda uluslararası mücadeleyi örgütlediği/örgütleyeceği söylemi inandırıcı değil.
——–
1) Bkz: Nuray Sancar, “Avrupa’nın bize verecek demokrasisi kalmadı”, Evrensel Kültür, Ocak
2005.
2) Bkz: Rıdvan Akar, “Tartışamazsak üretemeyiz”, Birgün, 6 Ocak 2005.
3) Bkz: Önsöz, “Bilim ve düşünce kitap dizisi 1”, “Varoluşçuluk ve Sartre “, Evrensel Basım
Yayın, 2004.
4) Bkz: Ahmet Haşim Köse, Ahmet Öncü, “Merkezde uyum ve çelişki”, Evrensel, 25 Aralık
2004.
5) Bkz: Yüksel Akkaya, “AB’nin Çalışma Yasalarına Etkileri”, Özgürlük Dünyası, Aralık 2004.
6) Konunun detaylı incelemesi için Bkz: Ahmet Haşim Köse, Ahmet Öncü. “AB: Dört tarz-ı
siyaset ve ideolojik çözülmeler”, Evrensel, 18 Aralık 2004.
7) Bkz: Oğuzhan Müftüoğlu, “Sorular, yanıtlar, tartışmalar”, Birgün, 7 Ocak 2005.
8) Bkz: Serdar Derventli, “Avrupa Birliği standartlarına göre…”, Evrensel, 18 Ocak 2005.
9) Bkz: Ufuk Uras, “Herkesin Avrupası kendine”, Birgün, Ocak 2005.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑