Muhafazakar yeni sağın tarihe ve topluma bakışı

Kapitalizm ve kapitalist emperyalizmin politik, felsefi ve iktisadi savunusunu esas alan burjuva akımlarından biri olmasına karşın, muhafazakar-yeni muhafazakar sağın, kapitalist gelişme ve tekelci gericiliğin yol açtığı kitlesel umutsuzluk ve geleceğe güvensizlikten, Ortaçağcı “değerler”e dönüş ya da onları bugünün toplumsal ilişki biçimleri ve anlayışlarıyla harmanlayarak sahiplenme yönünde yararlanmak istediğine, bir önceki yazımızda değinmiştik.
Burjuva Aydınlanma, burjuva modernizmi ve Fransız burjuva devrimiyle gündeme getirilen görüşlerle pozitif bilimler alanında kaydedilen gelişmelerin, insanlığın ileriye doğru ilerleyişinde gördükleri işlevi, bugünün “modern kötülükleri”yle ilişkilendiren yeni muhafazakar yazar ve akademisyenler, “aydınlanma projesinin büyük düş kırıklıklarıyla sonuçlandığını” vaaz etmektedirler. Kapitalist çürüme ve yabancılaşmadan “kurtuluş”u, bugünkü sisteme ve onun ürettiği ya da sürdürdüğü örf, adet, din, aile vb. kurum ve anlayışlara sarılmakta gören yeni muhafazakar yazarlar, tekelci gericiliğin, insanı, kıyım makinesinin önüne atmasını, Aydınlanma düşüncesine, rasyonalizme, modernizm ve Marksizm’e fatura etmekte; E. Burke, Fredrich Nietzsche ve Martin Heidegger’in irrasyonalist görüşlerini bugünün toplumsal sorunlarının çözümünün ‘anahtarı’ olarak göstermektedirler.
Bireyi dine, geleneğe, örf ve adetlere, aile ve devlet otoritesine sarılmaya çağıran yeni muhafazakar ideologlar, “bugünkü kapitalizm”in –bunu, kimileri “emperyalizm olmayan imparatorluk”, kimileri “bilim çağı”; kimileri de “yeni vahşet çağı” olarak niteliyorlar– iş yaşamını, sosyal ilişkileri, kültürel ortamı ve siyasal-askeri mekanizmayı değişime sürükleyerek, modern düşünce tarihini geçersizleştirdiğini ileri sürüyor; sosyalizmin yıkılışı ve işçi sınıfının yenilgisini, “sosyalizmin insan doğasına aykırılığı” ve “olanaksızlığı”nın tarih tarafından “onanması-doğrulanması”na ve tarihin bu “sapma”dan kurtularak olağan mecrasına yeniden dönmesine kanıt gösteriyorlar.
“Tarihsel toplumsal değerlerin muhafazası” gerekçeli vaazları ve “muhafazakar demokrasi” olarak ifade ettikleri politik-ideolojik ve kültürel anlayışlarıyla, aklın ve bilimin karşısına “gelenek ve dogmayı”, toplumsal değişim ve ilerlemenin karşısına kurulu düzene bağlanmayı çıkaran bu ‘modern ortaçağcı’ akım; gücünü, egemen ideolojik kültürel ve politik baskı sisteminden almakta, dogma ve hurafelerin ‘gizil gücü’ ve zihinleri zincirleyen geleneksel-dinsel anlayışlara dayanıp onlardan beslenerek, umutsuzluğa itilmiş kitleler üzerindeki etkisini artırmak istemektedir.

MUHAFAZAKAR ÇAĞRI ADRESİ: “GÜVENLİ SIĞINAK” MI,  ÇÜRÜTÜCÜ KARANLIK MI?

Muhafazakar yeni sağ, Fransız devrimiyle getirilen burjuva eşitlik, özgürlük ve kardeşlik düşüncesini, insanın doğayla mücadelesindeki kazanımlarını ve dogma ve hurafelere kör bağlanmaya karşı bilim ve aklın yol göstericiliğinde elde ettiği başarılarını bugün yeniden saldırı hedefine koyar ve modernizm ve rasyonalizmle ilişkilerinden hareketle, sosyalizmi de, “şiddet ve tiranlık kaynağı” bir toplumsal sistem olarak gösterirken, insanı, hangi anlayış ve düşünceyi sahiplenmeye çağırmaktadır?
On dokuzuncu yüzyıl muhafazakar teorisyenleri, geleneksel otoritenin (kilise, aile, cemaatler vb.), insanları “kendi aralarında birleştiren ve farklılaşmalarını sağlayan kurallar ve sağlam töreler” yaratarak, “şükran, saygı, sadakat duygularına dayanan bir anlayış geliştirdiğini” vazediyor; Aydınlanmacı düşüncelerle pozitif bilimlerin, feodal aristokrasiye ve geleneksel önyargı-dogma ve anlayışlara açtıkları savaşla, bireyleri “güvenli sığınaklar”dan yoksun bıraktıklarını ve despotizme teslim olmalarının yolunu açtıklarını ileri sürüyorlardı. Günümüz muhafazakarlarının yol göstericisi Edmund Burke, “her vesilede anında uygulama olanağı sağlayan” ve herhangi karar durumunda “kararsız insanları yalnız bırakma”yan, insanları “kuşku, bocalama ve kararsızlık tehlikelerine” terk etmeyen önyargıyı, “gelenekte bulunan otoritenin ve aklın bireysel zihindeki temsili” olarak tanımlıyor; feodal aristokratik devleti ise, “yalnızca yaşayanlar arasında değil aynı zamanda ölmüş olanlar ve doğacak olanlar arasında da bulunan bir ortaklık” olarak; “bilimin bütününde”, “sanatın bütününde” ve her erdemde ve kusursuzluğun bütününde “bir ortaklık” olarak, eksiksiz, dokunulamaz ve bir tür kutsallık kazanmış bir otorite düzeyine çıkarıyordu. Burke, dogma, önyargı ve alışkanlıkları, “kuşakları birbirlerine bağlayan toplumsal güç” ve “insanları bir arada tutan sosyal yapıştırıcılar” olarak alıyordu. Devlet de, dogmaların, gelenek ve alışkanlıkların sürdürülmesinin “kolektif” temsili gücüydü ve Aydınlanma düşünürleri, dogma ve önyargıya ve geleneksel kurumlara karşı çıkmakla insanı bu “güvenli sığınakları”ndan yoksun bırakmaktaydılar.
İzleyenleri, Burke’ye sadık kaldılar. Onlara göre de, “ortaçağ toplumsal düzenini, yani geleneği” ‘ilerlemenin önünde bir engel ve geride kalmış bir aşama’ olarak görmek ve feodal aristokratik otoriteyi hedef alan yeni bir “tarih ve toplum teorisi” geliştirmekle; Aydınlanma ve modernizm, gücünü ve “güvenilirliği”ni “gelenekten alan” kurulu sistemi, kargaşa, çatışma ve güvensizliğe sürüklemişti. Oysa, “geleneksel ve güvenilir toplumsal yaşam pratiği”yle onun ortaya çıkardığı “pratik akıl” ve “pratik bilgi”, ancak gelenekte “kökleşmekte” ve “gelenekle kuşaklar boyunca aktarılmakta”ydı ve bu da, “insani eylemin temeli”ni oluşturan “önyargı, dogma, alışkanlık ve gelenek”lerin korunmasını gerekli kılıyordu.!  Aydınlanma düşünürleri ve özellikle de Marksist materyalizm, bu “gelenek”lerin korunmasına karşı olmakla, toplumda yıkıma yol açmışlar; ve bireyi “güvenli sığınak”larından çıkararak modern tiranlığın baskısı altında yabancılaştırarak umutsuzluğa sürüklemişlerdi.
Muhafazakar yazarlar, “kuşakları birbirine bağlayan toplumsal güç”ü, sürdürülmesini istedikleri gelenekte ve “geleneksel…yaşam pratiğinde” arar ve görürlerken; geleneğin sürdürülmesini, –açıkça belirtmekten kaçınsalar da–, “gelenekte bulunan otorite”nin toplumsal çıkarları ve devamında gördükleri yararla ilişkilendirmektedirler. “Geleneksel ve güvenilir toplumsal yaşam pratiği” ve bunun “gelenekle aktarılması”ndan anladıkları, içinde bulunulan koşullarda, sürmekte olan toplumsal düzen ve ilişki biçimlerinin ve bunların “gelenekleştirdiği” alışkanlık ve düşüncelerin aktarılması ve sürdürülmesidir. Bunu yaparlarken, gelenek denen toplumsal bağ ya da anlayışların ebedi değil ama, insanın tarihiyle dolaysız ilişki olduklarını; insanın –ve kuşkusuz toplumların– yaşam pratiği içinde ortaya çıkıp geliştiklerini; olumlu ya da olumsuz özellikte olabileceklerini; sürdürülmeleri ya da reddedilmelerinin, sınıflı toplumda, tüm sınıf ve bireyler için aynı anlama gelemeyeceğini göz ardı etmekte; gelenek, örf ve adetleri, esas olarak, “otorite”yle ilişkileri kapsamında ele alarak, mevcut düzen ve otoritesinin emrine vermektedirler. Otoritenin, toplumsal denetime ve yönetime hizmet edecek düşünce, davranış ve alışkanlıkların “gelenekleşmesi” için oynadığı rolü gizleyen bu yazarlar, “pratik akıl” ve “pratik bilgi”yle ilişkilendirdikleri “geleneksel ve güvenilir toplumsal yaşam pratiği”ni de, esas olarak, dolaysız-çıplak ve hemen görülebilir basit gerçeğin bilgisi ve onu algılayan “pratik akıl”la sınırlamaktadırlar. Muhafazakar yazarlar, insan aklı ve bilgisinin –eğer ilkel ve tecrit durumdaki insanın sınırlı olması kaçınılmaz bilgi ve düşüncesi ölçüt alınmayacaksa– insanın kendi tarihi boyunca içinde bulunduğu toplumsal ve doğasal koşullarla ilişkisini, salt “pratik” ve “somut”la sınırlı görmekte; bunu, gelenekte gördükleri otoritenin devamı bakımından da, onun sınırlamalarını kolaylaştırıcı bir unsur olarak değerlendirmektedirler. Onlar, insanı, “kuşku, bocalama ve başarısızlık tehlikesine” karşı, insanın “soyut akıl” ve bilgisiyle ilişkili olması kaçınılmaz mücadele deneyimleri, paylaşım ve dayanışma duyguları türünden, kavranması ve geliştirilmesi “somut” ya da “pratik akıl” olmaksızın olanaksız “bağ” ve “ilişki”leri, toplumsal maddi temellerinden koparmakta; insanların, mevcut  üretim ve yaşam tarzı ve onun ürünü düşünce kalıpları içinde tutulmasını istemektedirler. “Geleneksel ve güvenilir toplumsal yaşam pratiği” üzerine muhafazakar formülasyon, güvenilirliği, devralınan ve sürmekte olanda görmekte, hakim ilişki biçimleriyle düşünüş tarzlarının korunmasını “kuşakları birbirine bağlayan toplumsal güç”ün “kudsiyeti” adına vazetmektedir. Muhafazakar yazarlar, kuşaktan kuşağa aktarılan değerlerin bir kısmının geçersizleşmesi ve aşılması ve ancak bir kısmının, sonraki kuşaklarca, üzerinden ilerlenecek kazanımlar olarak, devralınması gerçeğini göz ardı etmişlerdir.
Muhafazakar anlayış, insan ve tarihini, insan eylemini ve bu eylemin içinde gerçekleştiği koşulları, bu dünyevi ve toplumsal koşulların değişebilir olduğu gerçeğini ters yüz ediyor; “toplumsal yaşam pratiği”nden söz etmesine rağmen, insan ve tarihini “uhrevi güçler”in belirlediği “kader”e ve devlet, cemaat gibi otorite ve kurumlara teslim ediyordu. Modern muhafazakarlık, kuşkusuz, Burke’nin feodal aristokrasiye endekslenmiş safsatalarını, kapitalizmin gerçekleriyle yüz yüze kaldıkça, “revize etme” ihtiyacı duydu, ama din, gelenek ve otoriteye yüklediği “tarihsel rol”e bağlılığını da sürdürdü. Yeni muhafazakar sağın, insanı, içinde bulunduğu çözümsüzlüklerden çıkış için çağırdığı adres, bugünkü sistem ve kurumlarıyla harmanlanmış ve Ortaçağ gericiliğinin dayanak edinilmiş olduğu karanlık bir çıkmaz; bağlı kalındığında, sömürü, baskı ve çözümsüzlükten kurtulma olanağı olmayan kapitalizmin “modern değerleri”ydi.

AYDINLANMA DÜŞÜNÜRLERİNE KADAR GENİŞLETİLEN HEDEF
Muhafazakar yeni sağ politikacı, yazar ve akademisyenler, “yirminci yüzyılın büyük felaketleri”ni “Aydınlanmacı akıl” ve Aydınlanma düşünürlerinin savundukları düşüncelerle ilişkilendirmekte; ve Marksizm ve Nazizmi, “aynı Aydınlanmacılıktan doğmuş” ve “on milyonlarca cana mal olmuş geçici sapmalar”  olarak göstermektedirler. Marksizm’i, toplumsal tarihe, voluntarist –iradeci– bir müdahale ve geleneksel değerlere saldırı teori ve politikası olarak gösteren muhafazakar safsataya, yazının ileriki bölümlerinde yeniden dönmek üzere, Aydınlanma düşünürleriyle rasyonalizme yönelik yeni sağ saldırının gerekçelerine bakalım.
Bengül Güngörmez, “Muhafazakar Paradigma: ‘Dogma’ ve ‘Önyargı’” başlıklı makalesinde şöyle yazıyor: “Bugünden geçmişe bakılarak bir değerlendirme yapıldığında, muhafazakar düşünürlerin Aydınlanma rasyonalizmine bu saldırılarında haklı oldukları söylenebilir. Yirminci yüzyılın büyük felaketleri olan Holocaust, Gulag ve Hiroşima; Aydınlanmacı rasyonalist geleneğin ürünüdür. Onlar, Aydınlanmacı aklın, yani ‘teknik akıl’ın ürünüdür.”
Aydınlanma düşünürlerinin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik savunusu”nu ve feodal aristokrasinin “doğal otoritesi”ne itirazı içeren görüşleriyle, insanlığı ileriye taşıyan pozitif bilimlerin, iki yüz yıl sonra, yeniden hedef tahtasına konmasının en önemli nedeni, açıktır ki, bu düşünürlerin, “her şeyin akıl ölçüsüne vurulması” ve “akla uygun olmayan her şeyin reddi” anlayışını mutlaklaştırmayla içine düştükleri yanlışlara karşın, görüşleriyle ortaçağ karanlığının kırılmasına hizmet etmeleriydi. Ancak bunu, biraz daha yakından irdelemekte yarar var:
Düşünceleriyle en fazla öne çıkmış, eleştirilmiş ya da benimsenmiş başlıca Aydınlanma düşünürleri Emmanuel Kant, Jean Jack Rousseau ve Voltaire, genel hatlarıyla söylenecek olursa, feodal aristokratik ve dogmatik tutuma ve bilgilerin kaynağını “Kitab-ı Mukaddes”teki dogmalarda arayan Skolastik Felsefeye karşı çıkarak, insan bilgilerinin, gözleme, duyulara ve deneye dayandığını belirtmişler, eşitliği, özgürlüğü ve mutlu bir hayatı “doğa durumundaki insan”ın hakkı sayarak, bu “doğa durumu” haklarını sınırlayan kurum ve düşüncelere savaş açmışlardı. İnsan deneyiminin tarihsel süreç içinde gelişip yetkinleştiğini ve insan doğasına yaraşır bir düzenin, batıl inançların egemenliğinin kırılması ve bilimin, korkunun ve baskının doğurduğu boş inançları ortadan kaldırmasıyla kurulabileceğini söylemişler; “dogma ve formüller”i “insanı sonsuza dek olgunlaşmamış durumda tutan prangalar” olarak nitelemişler, hiçbir yüksek meclis veya kurulun “kendi üyelerinin her birini ve onlar aracılığıyla da halkı sürekli bir vesayet altında tutmak amacıyla asla belli bir değişmez doktrinler bütününe bağlanma kararı alamayacağını”; böyle bir kararın, “İmparatorluk Meclisleri ve en saygın barış antlaşmaları tarafından onaylanmış bile olsa”, mutlak olarak geçersiz olduğunu belirterek, onun “insan doğasına karşı bir suç oluşturacağını” ilan etmişler (Kant); özgür olmayı “insanın özü”yle ilişkilendirerek, “bir tarafa mutlak otorite, öte tarafa da sorgusuz sualsiz itaat etme yükümlülüğü veren sözleşme”leri geçersiz saymışlardır (Jean Jacques Rousseau). Aydınlanmanın en önemli iki teorisyeninden biri olan Rousseau, “yoksulların ayağına yeni prangalar vuran, zenginlere ise yeni yetkiler veren; doğal özgürlüğü bir daha geri dönülmez biçimde yok edip mülkiyet ve eşitsizlik hukukunu ebedileştiren, kurnazlıkla gerçekleştirilmiş bir gaspı değişmez bir hakka dönüştüren ve birkaç hırslı bireyin yararı uğruna bütün insanlığı sürekli çalışma, kölelik ve sefalete mahkum eden toplumu ve hukukunu” (“Eşitsizliğin Kaynağı” adlı eserinde) meşru görmezken; Kant, devletin din kuralları koymasına, “doğru dini öğretme”ye kalkışmasına, belli din, mezhep ya da inancı dayatmasına, dini cemaatler örgütleyerek, onu siyasete alet etmesine karşı çıkmıştır. Kant’a göre, “evrensel ve sürekli bir barışın kurulması ödevi saf aklın sınırları içinde yer alan hukuk teorisinin bir parçası olmakla kalmaz, bu teorinin nihai amacının bütününü oluşturur”du. Rousseau da, “uluslar arasındaki savaşlara, çatışmalara, cinayetlere ve misillemelere ve insan kanı dökme şerefini bir erdem sayan bütün o korkunç önyargılara” karşı çıkmış ve mülkiyetin “bir değer değil”, toplumsal kötülüklerin kaynağı olduğunu, hakimiyet ve köleliğe yol açtığını, bir kutupta servet, öteki kutupta sefalet ürettiğini, “açlık içindeki çoğunluk zorunlu ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşarken, ayrıcalıklı bir avuç insanın lüks içinde yüzdüğü” bir durumun oluşmasına neden olduğunu savunmuştur.
İşte onları ve Aydınlanmayı muhafazakar saldırı oklarının hedefine koyan düşünce ve yaklaşımları bunlardı. Bireyi dine, dini ve politik otoriteye, geleneksel anlayış ve işleyiş biçimlerine bağlanmaya çağıran muhafazakarlık için, bireyi, dine, boş inan ve dogmaya sarılma yerine, bilim ve aklın gereğine çağıran Aydınlanmacı görüşler, cehennemin kapısını açmışlardı!
Aydınlanma fikri, aklı ve bilimi, inanç ve önyargının karşısına çıkarıyor; tarihi ilerlemeyi “insan aklının ilerlemesinin bir biçimi” olarak alıyor, dünyayı anlaşılabilir görüyor, deneyle kanıtlanmamış kategorileri akıl-dışı ilan ediyor; insanın özgürlüğü ve mutluluğunu kutsal sayıyor, doğa bilimlerindeki gelişmelerden de güç alarak, doğa olaylarının, kutsal kitapların hükmünce değil, doğanın kendisiyle açıklanabileceğini söylüyordu. Aydınlanmacılara göre, keşfedilebilir yasalara sahip doğanın, bu yasaları keşfedilerek ilerlenebilir ve dünya insan için daha iyi yaşanabilir hale getirilebilirdi.
Dinsel dogmalara ağır darbeler indiren Aydınlanma düşüncesi, dinin politik-sosyal yaşamdaki etkinliğini sarsarken, burjuva laisizmi yönünde düşünceleri esinledi. “Hümanizm”i yücelten “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” anlayışıyla “özgür insan” ve “özgür birey”in varlığını savunan Aydınlanmacı düşünce, kapitalizmin ve burjuvazinin ihtiyaçlarına da karşılık düşüyordu.
Aydınlanmacı düşüncelerle, onları da aşan, ama içinde bulundukları koşullar tarafından sınırlanan görüşleriyle Simon, Fourier ve Owen’in “sosyalist” düşünceleri, klasik muhafazakarlığın, insan eylemini temelde geleneğe bağlayan; gelenek ve dinin belirleyici “dünyası”nda yaşamayı ve mevcut otoriteye bağlı kalmayı salık veren anlayışına darbe vurduğu; insanı, kendisini kuşatan “kölelik zincirinden kurtulma”ya özendirdiği için hedefe konmuştu. Bugün, yeni muhafazakar sağın geliştirdiği öfkeli saldırının temel nedeni de aynıdır. Yeni ya da “modern”-”demokrat” muhafazakarlık, açık ki, “modern şiddet”, “diktatörlük” ya da “tiranlık” ve Hiroşima-Holocaust kırımlarıyla Aydınlanmacı modernizm ve “us”çu rasyonalizm arasında ilişki kurarken de, sorunu çarpıtmakta, emrinde olduğu kapitalist gericiliğin sorumlusu olduğu suçları, Aydınlanmacı akıl ve “onun yol açtığı gelişme” ile ilişkilendirerek, “soyut ve teknik akıl”la izaha çalışmaktadır. Aydınlanma modernizmi ve burjuva devrimine yönelik muhafazakar “eleştiri”, tüm bu nedenlerle, burjuva devrimine bağlanan “özgürleştirici” burjuva düşüncesinden de geriye düşmekte ve “tarihin gerisinde” kalmaktadır.

US’CU İDEALİZMİN AÇMAZI VE AŞILMASI
Aydınlanma rasyonalizmi, din, toplumsal yaşam, devlet örgütü, doğa anlayışı türünden hemen her şeyi “amansız bir eleştiri”den geçirmekte; her şeyi “ya us mahkemesi önünde varoluşunu haklılamak, ya da varolmaktan vazgeçmek zorunda” bırakmaktaydı. Engels, Anti Duhring’te, Aydınlanma düşünürlerinin, “düşünen us”u, her şeye uygulanacak “tek ve eşsiz ölçü” olarak almalarını eleştirerek, şunları yazıyordu: “Bu dönem, Hegel’in dediği gibi, önce insan beyni ile onun düşüncesi tarafından bulunan ilkelerin bütün insan eylem ve topluluklarına temel hizmeti görmeleri anlamında, daha sonra da bu ilkelerle çelişki durumunda bulunan gerçekliğin aslında tepeden tırnağa ters çevrilmesi gibi daha geniş bir anlamda, dünyanın kafası üstüne konulduğu dönem oldu. Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler, usdışı ilan edildi ve bir yana atıldı;…”
Böylece, her tür boş inan ile birlikte haksızlık, ayrıcalık ve baskı da “doğa üzerine kurulu eşitlik ve insanın devredilemez hakları tarafından silinip süpürülecekti.”
Engels devam ediyor: “Bugün usun bu egemenliğinin, burjuvazinin ülküleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını; ölümsüz adaletin, gerçekleşmesini burjuva adalette bulduğunu; eşitliğin, yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; insanın temel haklarından biri olarak… burjuva mülkiyetin ilan edildiğini ve ussal devletin, Rousseau’nun toplum sözleşmesinin, dünyaya ancak bir burjuva demokratik cumhuriyet biçimi altında geldiğini ve ancak o biçimde gelebilecek olduğunu biliyoruz. 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri, öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı.”
Aşamazlardı, çünkü; Aydınlanma düşünürleri, yeni doğmakta olan kapitalizm ve burjuva sınıfın eski toplum ve egemen sınıfına karşı mücadelesinin ürünüydüler. Henüz “kapitalizmin şafağı”nda bulunuluyordu ve burjuvazi, kendi dünya görüşünü herkesin görüşü olarak gösteriyor, “tüm topluma özgürlük” vaat ediyordu. Aydınlanma düşünürleri de, özgürlükçü görüşleri, tarihsel koşullar ve dönemin özellikleri tarafından sınırlanan bir perspektifle savunmaktaydılar.
Burjuvazi ise, kendisinden farklı ve kendisine karşı bir başka sınıfın; işçi sınıfının “ağırlığı altındaydı”. Onun modernizmi-aydınlanmacı özgürlük anlayışı; ve onun sınırları, her şeyden önce bu ilişki tarafından belirlenmekteydi. Topraktan bağımsız ve işgücünü “istediği yerde” pazarlama özgürlüğüne sahip yeni emekçi türü olarak işçinin ortaya çıkması, feodal kapalı yapının parçalanması; yeni toplumsal sorunları doğurmuş, yeni toplumun tüm kesimlerinin çıkarlarını savunma iddiasındaki burjuvaziye ve onun sözde özgürlükçü hareketine “eşlik eden”, daha doğrusu bu sınıf ve hareketine karşı, “proletaryanın az çok gelişmiş önceli olan sınıfın bağımsız hareketleri” doğmuştu.  Kapitalizm, “geleneksel toplum”a ait kapalı-otokratik yapıları değişime zorlamakta; üretici güçlerin hızla gelişmesini sağlayarak, toplumu –ana sınıflarını işçi sınıfı ve burjuvazinin oluşturduğu– sınıflara ayrıştırmakta, kapitalist pazarın oluşması, feodal yapı ve kurumları asalak ve gereksiz hale getirmekte ve eski değer yargılarını yıkmaktaydı. Proletarya, burjuvaziden ayrı ve –ona karşı olmak üzere– bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkmakta ve bu harekete, “insanlığın kurtarılması”ndan söz eden ütopyacılarla (Saint-Simon, Fourier ve Owen) birlikte, eşitlik ve özgürlüğün burjuva sınırlarını aşan yeni bir eğilim de eşlik etmekteydi.
Aydınlanma düşünürleri gibi, “tüm insanlığı kurtarma” düşüyle hareket etmelerine ve onlar gibi “usun ve ölümsüz adaletin krallığını” kurmak istemelerine karşın, ütopik sosyalistlerin diğerlerinden farkı, burjuva dünyasının kendisini de “us dışı” ve adaletsiz görmeleri ve onun da yadsınmasını istemeleriydi. Büyük ütopyacılar, sosyalizmi, “mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adaletin dışavurumu” olarak yorumluyor; koşullardan ve insan tarihinden soyutlayarak, bir yandan rastlantısal bir durum, ama diğer yandan da mutlak kaçınılmazlık olarak görüyorlardı. Engels, bu durumu, “…içine çeşitli mezhep kurucularının eleştirel gözlemlerinin, ekonomik savlarının ve gelecekteki toplum konusundaki betimlemelerinin girdiği çok büyük bir ayrıntılar (nüanslar) çeşitliliği kabul eden bir karışım” olarak değerlendiriyor ve “sosyalizmi bir bilim durumuna getirmek için önce onu gerçek bir alan üzerine yerleştirmek gerekiyordu” diyerek, sonradan kendileri tarafından yapılmış olana işaret ediyordu.
Ütopik sosyalistlerin ve Aydınlanma çağı düşünürlerinin “belirli bir sınıfı değil ama tüm insanlığı kurtarma” istekleri ve dünyayı ve dünyasal ilişkileri “mutlak us ve adalet”e dayanarak düzenleme düşünceleriyle sosyalizm tasarımları, tarihsel gelişme düzeyi ve günün koşulları tarafından başarısızlığa mahkum kılınmıştı. Bütün geçmiş tarih –Engels, ilkel dönemi ayırt ederek söyler– elbette “bir sınıf savaşımları tarihi”ydi; birbirleriyle mücadele içindeki sınıflar, “her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin, kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri”ydiler ve yine toplumun ekonomik yapısı “her kez, son çözümlemede, hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dinsel, felsefi ve öteki fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluştur”maktaydı. Bu da, sosyalizmin, “şu ya da bu dahinin rasgele bir buluşu olarak değil ama tarih tarafından oluşturulan iki sınıfın, proletarya  ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu ürünü” olmasını koşullamaktaydı. “Artık” diyordu Engels, Anti Duhring’te, “sosyalizmin görevi, elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil ama iktisadın, bu sınıfları ve onların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihsel gelişmesini incelemek ve bu biçimde türetilen ekonomik durum içinde çatışmayı çözme araçlarını bulmaktı.” “…yani sorun –diyordu Engels–, yalnızca bir ekonomik olguyu ortaya koymak ya da bu olgu ile sonsuz adalet ve gerçek ahlak arasındaki çatışmayı göstermek değil, tüm iktisadı kökünden değiştirecek olan ve kullanmasını bilen için bütün kapitalist üretimi anlamada bir anahtar sağlayan bir olguyu açıklamaktı… Artı-değerin ne olduğunu anlamak için, Marx’ın, değerin ne olduğunu ortaya çıkarması gerekiyordu… Böylece, emeğin değer üreten özelliğini tahlil etti ve değeri üreten emeğin ne olduğunu, ve bunu niçin ve nasıl yaptığını ilk o saptadı…” (Kapital, II. Cilt, Önsöz, sf. 25)
Marx, Felsefenin Sefaleti’nde, sınıf mücadelesinin toplumsal-iktisadi koşullarıyla bağını dikkate almayan önceki teorisyenlerin, ütopik tezlerini eleştirirken şunları yazıyordu: “Proletarya bir sınıf olarak kendisini oluşturacak ölçüde henüz yeterince gelişmediği sürece, ve bunun sonucu proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımı henüz politik bir nitelik almadığı sürece, ve üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları bir an için görmemizi sağlayacak ölçüde burjuvazinin bağrında henüz yeterince gelişmediği sürece, bu teorisyenler, ezilen sınıfların isteklerini karşılamak üzere sistemler uyduran ve canlandırıcı bir bilim bulmaya çalışan ütopyacılardır ancak. Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya savaşımının çizgileri daha da belirginleştikçe, bunların kafalarının içinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup biteni saptamaları ve bunun sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir. Bilim aradıkları ve sistemler kurmakla kaldıkları sürece, savaşımın başlangıcında kaldıkları sürece sefaletin içinde sefaletten başka bir şey bulamazlar, sefaletin içinde eski toplumu alaşağı edecek devrimci, yıkıcı yönü göremezler…” (sf. 123-124)
Marksizm, toplum ve doğa yasalarını dahilerin soyut düşüncelerinden değil, ama doğa ve insan toplumu tarihinden çıkarmış ve olgular yerine “ilkeler” ikamesine girişmeyerek, dogmalara karşı durmuştu.
Bilimsel sosyalizm, Aydınlanma geleneğinin “insanın iyi bir özü olduğu ve eğitim yoluyla bu özün ortaya çıkarılarak toplumun ilerlemesinin temeli yapılabileceği” görüşünü bir kenara atarak ve insan bilincinin tarihsel-toplumsal (varlıksal) temelleri ve bağlantılarına dikkat çekerek, yeni bir “kurtuluş” teorisinin temellerini attı. Aydınlanma düşünürleri gibi, “aklın ve ölümsüz adaletin krallığını kurmak” isteyen ütopik filozofların görüşleri, toplumsal gelişmenin ortaya çıkardığı maddi üretici güçler ve sınıf ilişkilerindeki değişmeye bağlı olarak aşıldı. Sosyalizmin toplumsal kurtuluş teorisi, Aydınlanmacı-ütopik gelenekten kopuşun; “fikirler” dünyasının ulvi göklerinden yeryüzündeki proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf savaşı alanına inmenin ve çıkarları ve kurtuluşu sömürünün son bulmasında olan bir sınıfın eliyle yeni bir toplumun kurulması teorisiydi. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine son vererek sömürünün toplumsal temelini tasfiye edecek olan proletarya, bu mücadele içinde kendisini de dönüştürerek sınıfların ortadan kalkmasına götüren sürecin, böylece, insanın gerçek eşitliği ve özgürlüğünü olanaklı kılacak biçimde gerçekleştirmesine hizmet edecekti. Marksizmin ulaştığı sonuçlar, toplumlar tarihinin irdelenmesinden çıkarılmıştı, ve sosyalizm “şu ya da bu dahinin rastgele bir buluşu olarak değil ama tarih tarafından oluşturulan iki sınıfın, proletarya ile burjuvazinin savaşımlarının zorunlu bir sonucu olarak” tarih sahnesine çıkıyordu.
Diğer yandan, kapitalizmin tekelci aşamasına evrilmesi, burjuva ilericiliğinin aşılması ve tekelci gericiliğe ulaşılması demekti. Bu, aydınlanma ve modernizmin öne çıkardığı hümanizm ve “eşitlikçi anlayışlar”ın geride bırakılması, toplumsal gelişmenin önünün tekeller ve tekelci hakimiyet eğilimince tıkandığı bir aşamaya varılması ve burjuva “özgürlük ve eşitlik” anlayışının yerini tekelci baskı ve tahakkümün almasıydı. Aydınlanmaya karşı açtıkları savaşla yeni muhafazakar politikacı ve yazarlar da bu sistemin hizmetinde hareket ediyorlardı. Bu yazar, politikacı ve akademisyenlerin, kapitalizmin insan ve emek düşmanı ne kadar ürünü ve sonucu varsa, hepsini modernist akla, rasyonalizme ve modern materyalizme fatura ederken, kendileri de, “değer saptama” yöntemleri ve ilişkilendirme tarzlarıyla, metafizik-düşünsel soyutlamaları maddi ilişkiler yerine ikame eder durumdadırlar.

AKLIN ÖNYARGIYA; DÜŞÜNCENİN GELENEĞE; İNSANIN “KADER”E KURBAN EDİLMESİ TEORİSİ

Marx ve Engels’in, Aydınlanma düşünürleriyle Ütopiklerin toplumu ve “her şeyi” “Us”un sözde yanılmaz terazisinde ölçüye vurmak anlamına gelen düşüncelerine yönelttikleri eleştirileri bilmelerine karşın, “soyut aklın eleştirisi”ni, modernizme ve Marksist materyalist tarih tezine karşı saldırıyı sözüm ona “soyut aklın eleştirisi” üzerinden ve “geleneğin, tarihin ve önyargının ürettiklerini sahiplenme” adına sürdüren yeni muhafazakar yazarlar, birbirinden ayrı olmakla kalmayan, gerçekte, biri ötekinden farklılaşarak onu aşan iki düşünce tarzı olarak, Aydınlanma geleneği ve tarihsel materyalizmi aynı kefeye koymakta, aynı mantıkla “mahkum etme”ye çalışmaktadırlar.
Muhafazakar düşünürler, “bütün insanlarda ortak olan, önyargılardan arınmış bir akıl yürütme imkansızlığı”ndan söz ederek, Aydınlanma düşüncesini, toplumu “soyut prensiplere göre” örgütlemeye-organize etmeye kalkışmakla, önceki kuşakların mirasını gözetmemek ve güvensizlik üzerinden tiranlığın yolunu açmakla suçluyorlardı. Kişi hürriyetini, özgürlük ve eşitliği, düzensizlik ve kargaşa nedeni sayıyor, “aidiyet bağı ve duyusunun sağladığı güç ve güven”i geleneksel olanda arıyor; dogma, önyargı, din ve cemaat bağını “güven sağlayıcı gelenek” ve “insan eyleminin temeli”ni oluşturan gerçek olgular sayıyor; kurulu düzenin içinde ve düzenin kural, kurum ve işleyişini bozmayacak bir “kendiliğinden değişim”in dışına çıkacak her hareketi ve onun ifadesi olan düşünceleri “tehdit” olarak algılıyorlardı. Bunlar; eylemi, her şeyden önce, yaşam araçlarını üretme ve doğa güçlerine karşı korunmayı amaç edinen insanı, ilkin “toplumsal tarih”in dışına atıyor; sonra da, kendi deyişleriyle önyargı, dogma, alışkanlık ve geleneği salt “manevi değerler” katına çekerek soyutluyor, ve böylece insanı üreten, değiştiren ve bu faaliyet içinde değer yargıları ve gelenekleri de değişime uğrayan insanı da maddi toplumsal ilişkilerden koparıyorlar.
“Toplumsal tarih” üzerine uzun tiradlarına karşın; yeni muhafazakar yazarlar, klasik muhafazakar teorisyenlerin bu “akıl yürütme”sini sürdürüyorlar. Bu “yeni”leri, “toplumu soyut prensiplere göre örgütleme”ye kalkışma düşüncesine materyalizmin bakış açısından eleştiriler getiren ve sınıf mücadelelerini tarih ve toplum tahlilinin merkezine koyan Marksizm’in üzerini çizmeye çalışırlarken,  toplumları ve toplumsal örgütlenmeleri, tarihi gelişme süreçlerinden ve insan aklı ve etkinliğinden soyutlamakta; ve zamansal ve mekansal değişken kategoriler olmaktan çıkarmaktadırlar. Tarihi ve toplumsal yaşamı; insanın varolması ve yaşamını –her zaman daha da iyileştirmeyi amaçlayarak– sürdürme eyleminden olduğu kadar, iktisadi-sosyal koşul ve kategorilerden de soyutlayarak, salt “akli” oluşumlara indirgeyen muhafazakar yazarlar, insan bilgilerinin oluşması ve gelişmesi süreçlerinde zorunlu olan bağıntılandırma ve soyutlama “eylemi”ni gereksiz sayıyor; olgularla süreçlerin iç bağını bir kenara itiyor; metafizik kurgulamalara girişerek, insanın kendini üretme ve doğayı değiştirme eylemine bağlı olarak gelişen ‘akıl’ ve düşünceyi, iktisadi-toplumsal koşullardan; sosyal yaşam pratiği ve sosyal ilişkilerden soyutlayarak, salt “akli ikilemler” etrafında kategorilendiriyorlar. Aydınlanma düşünürlerini, Marksistleri ve pozitif bilgi kuramını, “soyut akla dayalı toplumsal değişim projeleri oluşturmak”la suçluyor; ama dogma, önyargı, hurafe, cemaat, kilise ve din ile ilgili olanları başta olmak üzere, kurumlara ve hakim kültürel-ahlaki anlayışlara, “derin bir felsefi-tarihsel miras” atfediyorlar. Toplumsal tecrübeyi dogma, “önyargı” ve gelenekte “saklı olan”la sınırlıyor, toplumsal değişim ve kurtuluş düşüncesini “teknik akıl” sınırlarına çekiyor ve “toplumsal yaşam pratiğini” sınıfların yaşam pratiğinden, bu pratik içinde onların karşı karşıya gelişlerinden; ve başka etkenlerle birlikte, değişmez ve taşlaşmış varsaydıkları gelenek, alışkanlık ve anlayışların, bu karşı karşıya geliş içinde farklılaşması ve değişiminden soyutluyorlar.
Dogma, hurafe ve miti, aklın ve bilimin; akıl yoluyla ve bilimi kullanarak bilmenin karşısına çıkaran, mantıksal tutarlılığı reddeden, modernizmi, aydınlanmayı ve bilimsel düşünme yöntemini, “duygu, içgüdü, inanç, önyargı vb. kategorilere hiç ama hiçbir değer vermemek” olarak gören muhafazakar yazarlar, “toplumsal tarih”i, üretimden ve üretim ilişkilerinden; üretim faaliyeti içinde doğup birbirleriyle zorunlu ve önlenemez mücadelelere girişen sınıfların tutum ve eylemlerinden bağışık saymakta; “sosyal” yapı ve kurumlara değişmezlik atfetmekte; siyaseti, eski yapıların korunmasının aracı olarak görmekte ve toplumsal-kültürel mirası, içgüdü, inanç, önyargı ve mevcut otoriteye bağlılıkla sınırlamaktadırlar. İnsanı, “kaderine mahkum birey” ya da en fazla dini ve diğer cemaatler içindeki birey konumuna düşüren ve orada tutmaya çalışan muhafazakar “akıl”, insan ve “aklı”nın sosyal yaşamdan bu soyutlanmasını, “aklın her zaman belirli önyargı(lama)lar içinde, değer-bağımlı kültürel bağlamlarda iş görmesi” ve “önyargılardan arınmış, gerçeğin sesi olan bir akıl ve akılcılık savunusu”nun olanaksızlığıyla gerekçelendirmiş; insan “akıl yürütmesi”nin içinde yaşanılan koşularla kaçınılmaz bağını, yalnızca geleneksel anlayış ve kurumlara bağlılığı güçlendirmek ve bilimsel öngörüleri reddetmek üzere “benimsemiş”tir! Muhafazakar yazarlar, “önyargı” –diyorlar–, tarihsel süreç içinde oluşan bilgeliğin, hikmetin içinde cisimleşir; soyut akılla anlaşılmayabilecek erdemleri içinde barındırır. Önyargı bireylere sosyalleşme sürecinde her yerden geldiği için (aile, eğitim vs), önyargıdan kaçınmak mümkün değildir. Çeşitli şekillerde edindiğimiz önyargılardan bağımsız işleyen bir akıl düşünülemez. Önyargılardan arınmış bir akılcılık iddiasında bulunanlar sadece kendilerini kandırır. Yaptıkları şey, reddettiklerini söyledikleri önyargılar yerine yenilerini koymaktan ibarettir. Ancak tarihsel sürecin ürünü olan önyargılar bir anda değiştirilemezler.” (Burke’den aktaran Duman, agd, sf. 43)
Aklın insan eylemiyle; toplumsal tecrübenin önyargıyla; insanın kendi tarihiyle; önyargının akıl ve tecrübeyle; geleneğin tarihsel toplumsal değerlerle kurulan bu muhafazakar ilişkisi, her şeyden önce, insani toplumsal değerlerin nesnel gerçeğe ilişkin olanlarını, aklın ve soyut düşüncenin irrasyonel kurgulamalarına tabi kılmakta; varlığı düşünceye, insan ve eylemini din ve geleneğe feda etmektedir.  Bu düşünce sistemince ilişkiler yalnızca tersine çevrilmemiş, toplumsal maddi olguların üzeri örtülürken, felsefi materyalizme, dayanağı olmayan, kurgusal ve yalana dayalı suçlamalar da yöneltilmiştir.
Aydınlanma modernizmiyle materyalist Marksizmin, “aynı kökenden geldiği”  yönündeki muhafazakar-yeni muhafazakar iddia, bu iki dünya görüşü arasındaki farklılıkları ve hatta uzlaştırılamaz aykırılıkları örtbas etmekte, temel önemdeki bu çarpıtma, Marksizmin, “toplumsal bilinç”in ve bilginin oluşması ve ayrışması; gelenek ve alışkanlıkların insan yaşamı ve eylemi üzerindeki etkisi, tecrübe ve deneyimin kuşaklar arası “paylaşım”ı ve tarihsel-toplumsal olgu ve değerlere ilişkin görüşlerinin salt “inkarcı” teknik soyutlamalara indirgenmesine kadar genişlemektedir.
Bu yapılırken ama; “aidiyet bağı ve duyusu”nun; “önyargılara bağlı akıl yürütme”in; “geleneksel toplumsal yaşam pratiği”nin; “kuşakları birbirine bağlayan toplumsal güç”ün ve “tarihsel toplumsal değerlerin muhafazası”nın; bu anlayış, bağ, duyu, önyargı, yaşam pratiği ve toplumsal değerlerin toplumsal gelişme aşamaları ve onların değişiminin, bu değerleri nasıl değişime zorladıkları ya da etkisizleştirdikleri göz ardı ediliyor. Muhafazakar yazarlar, önyargı, alışkanlık, tecrübe vb.’nin oluşmasını, din, gelenek ve dogmanın idealleştirilmesi yönünde eğip-büker ve önyargıyı her şeyin önüne koyarken, bunların içinde her bir sınıf için farklı olması kaçınılmaz anlam ve önemi olanları özenle gizlemekte; ezenlerle ezilenlerin farklı gelenek ve önyargıları arasındaki olası çatışmayı örterek, herkesi, mevcut sistem ve kurumlarınca oluşturulmuş ya da sürdürülmesinde yarar görülen gelenek ve anlayışlarla “gelenekte aktarılmış otorite”ye bağlı kalmaya çağırmaktadırlar.
Sorunu bir az daha açarsak; önyargı, evet, kendisinden kaçınılması olanaksız görünen “geleneksel” bir “aktarım”dır. “Önyargılardan arınmış bir akılcılığın mutlaklaştırılması” anlayışını Marksistlere mal etmek ise, düpedüz saçmalıktır. Kuşkusuz olgu ve gelişmelerin somut veriler temelinde ve akılcı-bilimsel yöntemlerle irdelenmesi; birbirleriyle ilişkisi ve karşılıklı etkilerinin açığa çıkarılması; bu yapılırken, peşin hükümle ve önyargıyla hareket edilmemesi, diyalektik materyalizmin bakış açısıdır. Ama bu, insanın, içinde hareket edeceği ve ettiği toplumsal koşullarla önceki kuşaklardan “miras” aldığı anlayış, düşünüş tarzı, alışkanlık ve yargılardan büsbütün bağışık olduğu ya da olabileceği anlamına gelmez. Aksine, toplumsal tarihi, toplumsal hareketle ve onun süreç içindeki değişimiyle bağı içinde ele alan Marksizm, insan düşüncesi ve “akıl yürütmesi”ni de, aynı biçimde, nesnel gerçeklikle ilişkilendirerek ele alır. Bu ilişkilendirme ve “akıl yürütme”, açık ki, yargı-önyargı, düşünce, bilgi, anlayış, alışkanlık vb. “toplumsal değerler”i üretim ilişkileri, sınıf farklılıkları ve onların mücadelelerinden soyutlayan muhafazakar safsatadan çok farklı bir “soyutlama”dır!
Önyargı üzerine psikolojik tahlillere girişen muhafazakar yazarlar, Marksistleri, önyargıları dikkate almamak ya da onların bir anda etkisizleştirilebileceğini varsaymakla suçlarlarken, önyargı ve dogmaları, “toplumsal süreklilik bağı ve ortak hakikatler olarak” tüm toplumsal olgu ve değerlerin yerine geçirmekte, “geleneksel önyargıları kuşaktan kuşağa aktaracak” otorite kurumlarının “istikrarlı bütünler” halinde “kalıcılıklarını” sürdürmelerinin güvenceye alınmasını istemektedirler. Onlara göre, feodal değer yargıları ve kapalı toplum yapısından kalma ve “yerel ölçekli” de olsa “geleneksel” özellik taşıyan –örneğin töre cinayetleri ve kan davaları– örf, anane ve alışkanlıkların ortadan kalkıp kalkmamasının “kriteri” de, bu ‘geleneği’ kararlılıkla sürdürenlerin iradelerinde aranmalıdır. Bu “kriter” ve “irade”, açık ki, burjuvazinin egemenliği koşullarında, burjuvazi (ve siyasi-askeri temsilcileri) tarafından belirlenecek bir “kriter” ve “irade” olacaktır. Bu durumda da, muhafazakar akıl ve düşünce, sınıfları, mücadelelerini ve geleneklerini atladığına göre, mevcut sistem ve otoritesinin sınıf düşmanına karşı “geleneksel” bir savaş yöntemi olarak sürdürdüğü işkencenin sürdürülüp sürdürülmemesine karar verecek olan da –o “kötü bir hastalık” olsa bile– burjuvazi ve temsilcileri olacaktır.  Onlar, aklın önyargıyla bu ilişkilendirilmesi ve önyargının bu her alana yayılmış ve toplumsal her ilişkiyi kapsayan yüceltilmesi üzerinden, dinsel inanç, önyargı ve geleneksel alışkanlıkların, her bir sınıf açısından farklı etki, tecrübe ve deney birikimi ve alışkanlıklar doğurması kaçınılmaz olan sosyal iktisadi ve politik değişmelerle bağını bir yana iterek, bu alışkanlık ve önyargıları herkes için genelleştiriyorlar. “Tarihi ve toplumsal olan”dan söz etmelerine rağmen, bundan anladıkları da, “gelenek, önyargı, alışkanlık, inanç vb. bireyin cemaatsel ve ailesel sınırları aşmayan eylemi ve düşüncesi sınırlarındaki eylemi ve tarihi”dir. 
Geleneğin, “kerameti kendinden menkul, soyut teorik çerçeve olarak değil, somut sosyal bir varoluş tarzı olarak” ele alınmasını isteyen muhafazakar yazarlar, “bir geleneği terk edip terk etmememizi söyleyecek objektif bir kriter” olmadığını, “bir geleneğin varlığını sürdürüp sürdürmemesinin kararını verecek kişilerin, yine o geleneğin mensupları …” olması gerektiğini, tek kriterin, “konsensüs kriteri” olduğunu savunurlarken, dogma, önyargı, gelenek ve alışkanlıkların iktisadi-toplumsal sistemlerdeki değişmeyle kıyaslandığında daha uzun ömürlü olmalarını da dayanak edinmekte; insan aklı ve düşüncesini doğadan; nesnel gerçeklerden ve toplumsal-iktisadi sistem ve koşullardan; bu sistem ve koşulların ürünü çelişki ve çatışmalardan; sınıf farklılıkları ve sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinden soyutlamakta; rasyonalizmi ve “akla aşırı ve belirleyici işlev verilmesi”ni eleştirmelerine karşın, “din, gelenek ve alışkanlıkların toplumsal harekete geçirici işlevi”nin yanına “aklın belirleyici rolü”nü eklemektedirler.
Önyargı, gelenek, din, düşünce ve aklın muhafazakar yorumu, toplumsal değişimin, toplumsal-iktisadi koşullar, üretim ilişkileriyle üretici güçler; emekle sermaye arasındaki çelişkiyle değil, “soyut-akli” tasarımlar ve “akli” biçim ve yöntemlerle izahını esas almaktadır. Böylece, akıl, kendi başına ya da yaratıcı tarafından oluşturulmuş; koşullardan bağımsız ama her şeye vakıf bir “mutlak yapıcı” kategorisine çıkarılırken, insan da, toplumsal ilişkiler bütünü içindeki birey halinden çıkarılıp yaratıcı soyut-aklın doğuştan yazgılı eseri haline getirilmekte; düşünce, toplumsal ilişkilerden soyutlanmakta; aklın “bilme sınırlılığı” gerekçesiyle bilinemezlik önünde secdeye varılmaktadır.
Muhafazakar düşünce, kuşaktan kuşağa iletilen ve toplumsal yaptırım gücü kazanmış egemen kültürel etki, alışkanlıklar, töre ve davranışlar olarak, gelenekleri, toplumsal yaşamın düzenlenmesi ve denetlenmesinde kullanan egemen sınıf tutumunu benimseyip savunmakta; otoriteye itaat ve sadakati sağlayan “gelenekler”in bireyle birey, bireyle aile, bireyle komşular ve akrabalar, bireyle halk ve ulus arasındaki ilişkileri, davranışları, tutum ve tavırları düzenlemede etkin işlev görmesini ve bireyin grupla, cemaatla ya da toplumla uyumunu sağlayan ve geçmiş zamanların ilişki ve yaşama biçimleriyle dünya görüşlerinin mevcut düzeni güçlü kılan yanlarının aktarılması ve sahiplenmesini istemekte, emekçi sınıf ve kesimlerin sermayeye karşı hareketinde, dayanışma, paylaşma, mücadeleyi geliştirme ve zora karşı direnmeyi ifade eden  gelenekleri ise, yıkıcı görerek, yok saymaktadır. Din, önyargı ve geleneğin muhafazakar yazar ve ideologlar tarafından toplumsal değerlerin temeline yerleştirilmesinin nedeni de budur.

MUHAFAZAKAR TARİH TEZİ YA DA TARİHE AKILDIŞI BAKIŞ
Muhafazakar “toplum kuramı”, “doğal toplumu” ve “somut sorunlar ve gerçekler ile toplumsal değerlerin belirleyiciliğini” esas alma; “kutsallığın gölgesinin her yere sirayet ettiği bir düzen ve istikrar” kaygısıyla hareket etme; “gerçeği olduğu gibi kabul etmenin zorunluluğuna dayanan örf ve adet gibi normları barındıran geleneği” izleme, “bilgeliğe, tecrübeye ve topluma önem verme” iddiasındadır. Ancak muhafazakar düşünce, bu iddiasının aksine, nesnel gerçeklik ve toplumsal olguların üzerini kapatmış, –yukarıda belirtildiği üzere– gerçeği “gelenekte olan”la sınırlı saymış ve onu “kutsal değerler” çerçevesine çekerek, “kutsallığın gölgesi”ne sığınmıştır. “Tarihin ve toplumun temel yasaları”nın muhafazakar düşüncedeki yeri, somut olgu ve gerçeklerle toplumsal koşullar ve güçler (ve bunların ilişkileri) tarafından değil; din, örf ve adetlerin temel kriterlerini oluşturduğu ikincil unsurlar tarafından belirlenmiştir.
Marksizme, bireyle toplumu karşı karşıya getirme, tecrübe ve kültürü önemsememe, “insanı tarihten, toplumdan, gelenekten ve özellikle dinden bağımsız algılama”, “bir toplumun kendini ve kendini oluşturan paradikletik değerleri toptan reddedip, başka bir toplumun mekanını, zamanını, tarihini, aklını, değişimini, ahlakını, siyasetini yaşamaya zor(ba)lanması”* suçlaması yönelten muhafazakar yazarlar, toplumsal sorunları, toplum yaşamını ve toplumsal değişim dinamikleriyle ilişkili olguları “akıl” ve düşünceye ait kategorilere indirgeyen bir bakış açısına sahiptirler. “Bir toplum”-“başka bir toplum” ikilemine baş vurarak, ama  kıyaslamayı da, bu toplumların “döngüsü”nü belirleyen iktisadi-sosyal ilişkiler üzerinden değil; ahlak, din, gelenek vb. gibi ikincil veriler üzerinden yapan muhafazakar yazarlar, kapitalist iktisadi sosyal ilişkilerin “değişmezliği”ne iman tazelemekte; kapitalizmin, çelişkileriyle kaçınılmaz kıldığı değişme ve değiştirmeyi, Marksistlerin zorladığı salt iradi bir gelişme ve onun, insana, “kendini ve kendini oluşturan değerleri ret etmesi” çağrısı olarak göstermektedirler. Bu anlayışın başlıca hedefi, kapitalist baskı ve sömürünün harekete geçirdiği, ama  “geleneğine, dinine, kültürüne bağlı” insanları, kaderlerini değiştirme eylemi ve düşüncesinden uzak tutmaktır.
Aydınlanmacı modern düşünceyi ve özellikle de Marksist materyalizmi, “gelenek, tecrübe, din, kültür vb.”ni “zaman ve mekan dışı” saymak, “toplumsal, siyasal ve ekonomik alanda gerçekleşen tüm belirleyicileri ve değişim dinamiklerini” dikkate almamak ve “toplumu anlamak” yerine, “düzenlemeye/icat etmeye” yönelmekle suçlayan muhafazakar yazarlar, “toplumsal ve geleneksel değer ve ilkeler”i “zaman, tarih, gelenek, din ve kültür gibi düzen, süreklilik ve denge postülaları…”na indirgemekte; üretim sürecini, sınıf farklılaşması ve karşıtlıklarını, bu farklılık, karşıtlık ve ayrıcalıkların neden olukları mücadeleleri, bu mücadelelerin deneylerini ise, bu “değer ve ilkeler”in dışına atmaktadırlar. Toplumsal değiştirici olgu, güç ve ilişkilerin sözünü dahi etmeyen, sınıf farklılıkları ve karşıtlıklarını yok sayan muhafazakar yazarlar, tarih, gelenek, din ve kültüre ancak “düzen, süreklilik ve denge postülatları” içinde bir rol vermekte; onların değişmezliği ya da değişmelerinin “zararlı olduğu” varsayımı üzerinden hareket etmektedirler. Bu düşünce sistemi, “tarihsel yasalara” bağlı olarak gerçekleşen toplumsal ve siyasal değişimi, Marksizmin determinist “ideolojikleştirme”si saymakta, ve Marksist materyalizmi, “ilerlemeci, asla geriye çevrilemez, her toplum için zorunlu aşamaları ve yasaları ifade eden” düşünceler geliştirmekle, “ideolojinin tüm fonksiyonlarını üzerinde taşımak” ya da bu iddiada olmakla suçlamaktadır. 
Marksist tarih tezini çarpıtan muhafazakar görüş, toplumsal devrime ilişkin Marksist görüşü ya zorlayıcı-voluntarist ya da insanın tarihsel eyleminden “bağışık”, kendiliğindenci, determinist olarak göstermekte; “bir toplumun kendini ve kendini oluşturan …değerleri toptan reddedip, başka bir toplumun mekanını, zamanını, tarihini, aklını, değişimini, ahlakını, siyasetini yaşamaya zor(ba)lanması”nın teorisi olarak suçlamaktadır. Marksizm’e yöneltilen bu “salt akılcı” iftirayı, Marx, en aptal muhaliflerinin de anlayabilecekleri açıklıkta yanıtlamıştır.
Marx ve Engels, kapitalizmin içsel çelişkilerini irdeleyip açığa çıkararak, onun, artık değişime uğramayacak “toplumsal son evre” değil, ama, evrensel tarihin, yerine yeni bir toplumun kurulmasını kaçınılmaz kılan iç çelişmelere sahip ve bizzat onun kendi ürünü olan işçi sınıfının eylemiyle değişmeye-yıkılmaya mahkum uğraklarından biri olduğunu ortaya koydular:
“Biz –diyordu Marx–, ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgesini haykıracağız demiyoruz. Biz ona, yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz, ve özbilinç, istensin istenmesin, kazanılması gerekecek bir şeydir…Amaçladığımız tek şey, Feuerbach’ın daha önce kendi din eleştirisiyle yapmış olduğu gibi, dinsel ve siyasal sorunları kendinin bilincinde olan insanal biçimlerine indirgemekten başka bir şey olamaz.” (Arnold Ruge’ye mektup –Eylül 1843, Felsefe Metinleri– Derleme içinde, s. 24-25)
Ortada bir “zor(ba)lanma” yoktu; yapılan, “bu dünyanın gerçeğini ortaya koymak”tı ve ‘ussal bilinç’, bu gerçeğin irdelenmesi; “görüngüler arasındaki içsel ve zorunlu bağı” ve toplumsal gelişme yasasını açığa çıkarmak; gerçeğin yasalarının anlaşılmasını sağlamak için gerekliydi.
Marx, Alman İdeolojisi-Feuerbach’a kenar notlarından birinde (Derleme, sf. 78) “Bize göre –diye açıkça belirtmekteydi ki–, komünizm ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar.”
Ve, devamla: “Geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, ensonu bize şu sonuçları da verir: 1. Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada, mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makineler ve para) üretici güçler ve karşılıklı ilişki araçları doğar, ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak, kazançlarından yararlanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan dışlanmış, ve zorunlu olarak, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf, toplum üyelerinin çoğunluğunun meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır… 4. Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (a.g.Derleme, s. 79)
Bu tarih anlayışı, üretim sürecinin, “yaşamın dolaysız maddi üretiminden başlayarak açıklanmasına ve bu üretim tarzına bağlı ve onun tarafından yaratılmış karşılıklı ilişki biçimlerini,… bütün tarihin temeli olarak kavranmasına; ve onun devlet halindeki eylemi içinde gösterilmesine, bütün değişik teorik ürünlerinin ve bilinç, din, felsefe, etik, vb., vb. biçimlerinin açıklanmasına ve bunların kökenlerinin ve gelişmelerinin bu temelde ele alınmasına dayanır;… pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar;… Bu tarih anlayışı, tarihin sonunun, ‘tinin tini’ olarak ‘özbilinç’te erimek olmadığını, ama her evrede, maddi bir sonucun bulunduğunu gösterir: bir üretici güçler toplamı, tarihsel olarak yaratılmış ve her kuşağa kendinden önce gelen kuşak tarafından aktarılmış, bireylerin doğa ile ve kendi aralarındaki bir ilişki; bir yandan yeni kuşak tarafından gerçekten değiştirilen, ama, öte yandan da, yeni kuşağa kendi yaşam koşullarını emreden ve ona belirli bir gelişme, özgül bir nitelik veren üretici güçler, sermayeler ve koşullar kitlesi. Dolayısıyla ortam ve koşullar insanları yarattığı kadar, insanlar da ortam ve koşulları yaratırlar. Her bireyin ve her kuşağın mevcut veriler olarak buldukları bu üretici güçler, sermayeler, toplumsal karşılıklı ilişki biçimleri toplamı, filozofların ‘töz’ olarak ve ‘insanın özü’ olarak tasarladıkları, göklere çıkardıkları ya da savaştıkları şeyin somut temelidir: bu üretici güçler, filozoflar, ‘Özbilinç’, ‘Birtek” diye onlara başkaldırdıkları halde insanların gelişimi üzerindeki sonucu ve etkisi bakımından gene de sarsılmayan gerçek bir temeldir. (A.g.y, sf. 81)
Marx, insana, kuşkusuz insanal öz yabancılaşmasına son vererek –bunu ancak proletarya, onun özel kapitalist mülk edinme temelini tasfiye ederek yapabilirdi– ve bilinçle “ve daha önceki gelişmenin tüm zenginliğini koruyarak” (Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı) “…bütün insanal duyuların ve bütün insanal niteliklerin bütünsel özgürleşmesi..”nin yolunu gösterirken, tümüyle bu dünyanın gerçeklerine ve insanın gerçek ilişkilerine dayanıyordu; “… insanlığın toplumsal tarihi”, onlar bunun bilincinde olsalar da olmasalar da, “her zaman, insanların bireysel gelişmesinin tarihi”ydi. Maddi üretim ilişkileri, insanların arasındaki “tüm ilişkilerin temeli”ni oluşturuyordu ve bu ilişkiler, “maddi ve bireysel etkinliklerin içerisinde gerçekleştirildikleri gerekli biçimlerdi.” (Marx, P. Anenkov’a Mektup, Seçme Yazışmalar, Sol Yayınları, sf. 30-32)
Üretim biçimiyle üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin belirli bir gelişme düzeyine tekabül ettiklerine ve üretici güçlerdeki değişmenin üretim ilişkilerinde değişimi zorladığına işaret eden Marx, Weydemeyer’e 5 Mart 1852 tarihli mektubunda da, “modern toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru”nun kendisine ait olmadığını apaçık söylemişti. Burjuva tarihçileri ondan “çok zaman önce”, “bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini” ortaya koymuşlardı, ve o, “Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu, 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını, 3) bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir…” diye, eklemede bulunmaktaydı.
Marx’ın (ve Engels’in) teorisi, toplumsal gerçekle, insanın kendi tarihiyle bu denli “örülü”yken, onu iftiralarla karalamaya yönelen muhafazakar düşünce, çokça lafını etmesine rağmen, “tarihin ve toplumun temel yasaları”nı gözardı ederek, insanın rolünü, “tanrısal aklın kendisini gerçekleştirmesine yardımcı olmak”la sınırlamıştır. Bütün öteki girişimler ve gelişmeler, ona göre, “mutlak ve zorunlu evrimi ya durdurmak ya değiştirmek ya da tersine çevirmek isteyen akıl ve zaman bozulmalarıdır…”
Muhafazakar düşünce, sınıfların ve mücadelelerinin “tarihsel karakteri”ni; siyasal-ideolojik düşüncelerin, toplumsal sınıfların konum ve ilişkilerinin belirli ürünü ve yansımaları olmalarını; ve bunların toplumsal değişimin etken ve unsurları olarak işlevlerini görmek istememiştir. Materyalizme, Marksizme ve Aydınlanma düşünürlerine eleştirilerini, “toplumsal pratiğe öncelik verme” iddiasıyla temellendirmeye çalışan muhafazakar yazarlar, ezilen ve sömürülen sınıfların, din, kilise ve aracı cemiyetler üzerinden, “kutsallık” da atfedilmiş egemen otoriteye (devlet ve kurumları) ve onun korumasındaki sisteme bağlanmaları için çaba göstermişler, uzlaşmaz karşıtlıkların üzerini örterek, “toplumsal unsurların işlevsel karışlıklı bağımlılığı, kutsal olanın gerekliliği, aracı cemiyetlerin önemi”  üzerine propagandayla toplumsal devinim ve değişimin karşısında yer almışlar, “tarihin sürekliliği”ne sahip çıkma adına ortaçağ ve öncesi toplumsal düzenlerden kalma değer yargıları ve anlayışları bugüne taşımaya çalışmışlar, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” üzerine burjuva liberal söylemi dahi yıkıcı saymışlar, “tarihsel sürekliliğı”, “mevcut toplumsal düzenin içinde kalma”da aramışlar, mevcut toplumsal yapıyı “muhafaza etme, düzeltme, dengeleme ve koruma”yı esas almışlar, ve bu sınırları aşan toplumsal hareketlere, dinamik güçlere ve ezilenlerin özgürlük, eşitlik, kardeşlik taleplerini de içeren sistem değiştirici eylemlerine karşı durmayı başlıca görev edinmişlerdir.  
Muhafazakar teori, insanların içerisinde ürettikleri, tükettikleri ve değiştikleri ekonomik biçimlerin değişme ve gelişme yasalarını reddetmekte, üretim biçimlerinin geçici ve tarihsel olduklarını; değişimin esas olarak nesnel zorunluluklar sonucu gerçekleştiğini açıklama gücüne sahip değildir. Bu teori, insanların üretici güçlerine uygun olarak kurdukları ya da geliştirdikleri toplumsal ilişkilerin, bunların soyut fikirsel ifadeleri olan kategorileri de yarattıklarını; pratik yaşamdaki değişmelerin, fikirlerin değişmesinin ve bunlar üzerinden yaşamın değiştirilmesinin maddi dayanağı ve temellerini oluşturduklarını; toplumsal hareketin, insan iradesi, bilinci ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayıp, bu hareketin ve devrimlerin, tersine onların iradesi, bilinci ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği “bir doğal tarihsel süreç olarak” işlev gördüğünü anlama ve açıklama bir yana, insana ilişkin tüm bu nesnel ilişki ve süreçleri metafizik ve soyut kurgularla bilinemezliğe itmekte; dogma ve batıl inançların “engin” çıkmazına bırakmaktadır.
Marx’ın “kendilerini şeylerden ne denli kopartırlarsa, o denli şeylerin özüne girme noktasına yaklaştıkları kuruntusuna kapılan metafizikçiler”e yönelttiği “kişi mantıksal kategorilerde bütün şeylerin özünü buluyorsa, devinimin mantıksal formülünde de, yalnızca her şeyi açıklamakla kalmayıp şeylerin devinimini de belirleyen mutlak yönetimi bulduğunu sanır.” (Derleme, sf. 101) eleştirisi, metafizik kurgularla, insanı “batıl inançlar” ve “gelenekler” önünde boyun eğmeye çağıran ve nesnel toplumsal kategorilerin insan yaşamı ve düşüncesindeki yerini görmezden gelen muhafazakar yazar ve akademisyenler için daha fazla  geçerlidir. Din, gelenek, alışkanlık ve dogmayı “bütün şeylerin özünü kapsayan” mantıksal kategorilere yücelten muhafazakar düşünce, kurgucul, soyut ve irrasyoneldir.
Marx’ın doğadaki ve toplumdaki diyalektik değişime; değişimin kaynakları, nedenleri ve yasalarına getirdiği açıklamaya –bu açıklama, tarihe ve toplum yaşamına, bizzat onun içinden, ve olgularının irdelenmesiyle bakar ve tarihi, gerçekte olduğu üzere; sınıf mücadelelerinin tarihi; değişmeye ve dönüşmeye “mahkum” toplumların tarihi olarak alır– yönelik  muhafazakar “soyut akılcılık” eleştirisi, düşünce ve aklın, varlık olarak insanın (maddi gerçek dünyada yaşayan birbiriyle ilişkili insanın) ürünü olduğunu reddeder. Toplumsal tarihe ve olgu ve gelişmelere muhafazakar bakış açısında, kapitalizmin bunalımları ve onların ortaya çıkardığı çatışma ve savaşlar, “örf, adet, gelenek ve dinden kopan” insanın iradi suçları olarak gösterilirken, “toplumsal tarih” de “kişilerin ürünü” olaylar derekesine düşürülmüştür.
Üretim ilişkileriyle üretici güçlerden kavramsal düzeyde dahi söz etmeyen muhafazakar yazarlar, sistemin bu “canlı” kategorileri arasındaki çelişkinin değişimi ve değişimin güç ve araçlarını yarattığını; çatışmaları, krizi ve istikrarsızlığı doğurduğunu yadsırlarken, parti, sınıf ve ideolojileri, insanın “kendi bütünlüğünün dışında” ve “kendini gerçekleştirmesine engel olan” kategoriler olarak değerlendirmekte, insanı, “içinde tanımlı olduğu” sistem, dünya, düzen, aile, cemaat, vb. ile adaptasyon halinde ve “kalıcı olan ile uyumlu” olmaya çağırmaktadırlar. Böylece “kul” itaat edecek, sabırla ve sükrederek bekleyecek ve “kendi olarak” kalabilecektir! Muhafazakar teorisyenler, Nietzsche ve Heidegger’in irrasyonalist ve psikolojik tahlillerinden de beslenen mantık yürütmeyle, emperyalist kapitalizm ve tekelci burjuvazinin insanlığa karşı giriştiği kırımlarla, bu kırımları da doğuran rekabet ve yayılmayı ve Hiroşima ve Nagazaki toplu imhasındaki Amerikan imzasını dahi görmezden gelerek, özgürlükçü ve bilimsel düşüncelerin tekelci burjuvazinin elinde insan yaşamı ve mutluluğuna karşı barbarca imha araçlarına dönüştürülmesini, modern Aydınlanmacı ve Marksist düşünceye fatura etmeye kalkışıyor; Hitler’den Bush’a, emperyalist işgalci ve faşist soykırımcıların, demagojik söylemlerinin aksine, hümanizm ve insan özgürlüğüyle asla ilgili olmadıklarını, ama özgürlük ve eşitlik düşmanı sistemlerle ideolojilerin temsilcileri olduklarını; istikrarsızlık, kriz ve çatışma üreten sistemin hizmetindeki kişiler olarak rollerini yerine getirdiklerini; 20. yüzyılın büyük soykırımlarının ve günümüzde sürdürülmekte olanların emperyalist hegemonya, tekelci sömürü ve kapitalist rekabetin sonuçları olduklarını; pazar paylaşımı kavgalarının insan ve doğa kırımına yol açtığını ve burjuvazinin de artık başlangıçtaki modernist geleneğini sürdürmeyip emperyalist barbarlığı temsil ettiğini gizlemeye çalışıyorlar.
Muhafazakar yazarlar, bireyin, “içine doğduğu ve kurallarını ve değer yargılarını kendisinin belirlemediği” mevcut yapının “uyumlu bir üyesi olması”nı, sisteme  ve otoriteye sadakat göstermesini, “bütünleştirici güç” ya da araçlar olarak düzen, adalet, birey bağımlılığı, sadakat, tanrı vb.’ne sarılmasını ve “dünyayı ve evreni uyumlu kılan tanrı buyruğu”na uygun yaşamasını isterlerken de, aynı tür “soyutlama”dan hareket etmekte; insana toplumsal ilişkiler alanında herhangi bir rol ya da yer vermemektedirler. Onlara göre, insanın bu durumu, “doğayı uyumlu kılan evrenin yasalarına; toplumu uyumlu kılan toplumun yasalarına itaat etmesi” gereğine de uygundur.  Muhafazakar tarih anlayışı, tarih kıyıcılığına giriştiği kadar, insanın emperyalizmin çıkarlarına bağlanmasına da hizmet etmek üzere, kapitalist-emperyalist barbarlığı aklamayı amaçları arasına almıştır.
“İnsan ve insan ürünleri asla icat edilmez; ancak keşfedilebilir” diye güya yüksek felsefi tespitler yapan muhafazakar yazarlar, modernizm ve Marksizmi, “yaratılmış bir düzen (paradigma/ideoloji) konseptine uygun insan (birey) icat etmek”le suçlarken, “düzen”i paradigma/ideoloji derekesine indirgeyerek, sorunu ‘düşünsel’ planda tutmakla yetinmekte ve “icat etme”yi, insanın doğayla mücadelesinde ilerleme ve yaşamını kolaylaştırma çabası ve tarihin itici ve ilerletici eylemlerinden biri olarak görmemektedirler. İnsanın, iradesini ve gücünü kullanarak ve yaşamını değiştirip dönüştürme amacıyla icat ettiğini; icatların, insanın zihni ve fiziki yaratıcı gücünün birleşmesiyle gerçekleştirildiğini, üretim teknikleriyle makinenin teknik yenilenmesinin insan yaratısı, icadı ve üretiminin ilerletilmesiyle olanaklı olduğunu; böylece insanın kendini ve doğayı daha iyi tanıdığını ve kapitalizmin, kapitalist işbölümünün tüm sınırlayıcı, tek yanlılığa itici ve yabancılaştırıcı işlevine karşın, ürettikçe yenilendiğini görmemekte ya da reddetmektedirler. Onlara göre, “modern bilimler”in “hayat ve bilim felsefesi olarak ilerlemeci anlayışın bağımlısı olmaları”, “tarihin, kültürün, geleneğin, toplumsal değerler”in anlamsız bulunmasına, siyasal yapı alanının “başat konuma çıkarılması”na ve toplumsal yapı alanının “nesne ve pasif belirlenen” konumuna düşürülmesine neden olmuştur.
Dayanaktan ve iç tutarlılıktan yoksun bu düşünce sisteminde, tarih ve toplum kavramları, gerçek içeriklerinden soyularak bir süs haline getirilmiştir.
İrrasyonalist bir düşünce tarzı olarak muhafazakarlık, değişimin ve değiştirmenin, akıl-ideoloji vb. “işi olmak”tan önce, doğrudan doğruya mevcut toplumun bağrında mayalandığını; toplumsal değiştirici güçlerin (sınıflar) orada ortaya çıktığını; devrimin, ancak, “değişmeye gebe bu eski toplumun ebesi” olduğunu reddetmekte; toplumsal olguların akıl ve bilimin gücüyle açıklanmasını, “soyut akılcı zorlama” saymakta, ve Marksizmin, verili tarihsel toplumun ve önceki toplumların somut olgular ve çelişkiler temelinde irdelenmesi üzerinden ve toplumsal değişimi zorunlu kılan yasaların işleyişinin bilgisiyle yaptığı belirlemeleri, Marx ve Engels’in akli zorlamalarla oluşturup topluma, “bu böyle olmak zorundadır” pozitif akılcılığıyla dayattıkları “projeler” saymaktadır. Varlık-bilinç ilişkisini toplumsal bazda tersine çevirerek, toplumsal bilinci toplumsal varlıkla açıklama yerine, toplumsal varlığı bilinçle açıklayan yeni muhafazakar yazarlar, toplumsal sistemler ve toplumsal yaşamdan düşünceye değil, düşünceden topluma bir yol izlemektedirler.
Bu yazar ve ideologların materyalist tarih ve Marksist devrim düşüncesine yönelttiği suçlama, somut herhangi bir dayanaktan yoksundur; varsayımlara dayalıdır, zorlamadır ve “ilerlemeci anlayış”a karşı gerici ve sistem savunucu bir öze sahiptir. Bu gerici suçlama dayanaksızdır çünkü; Marksizm, “birbirleriyle çatışan tüm eğilimlerin bütününü inceleyerek, bunların kaynağını toplumun çeşitli sınıflarının tam olarak saptanabilir yaşam ve üretim koşullarında görerek, bazı ‘egemen’ düşüncelerin seçimi ya da yorumlanmasında sübjektivizmi ve keyfiliği ortadan kaldırmak ve istisnasız tüm düşüncelerin ve tüm eğilimlerin köklerinin maddi üretici güçlerin durumunda yattığını kanıtlayarak, toplumsal-ekonomik formasyonların oluşma, gelişme ve çökme sürecini kapsamlı, çok yönlü araştırmanın yollarını göstermek …” (Lenin, Seçme Eserler, c. 11, sf. 32) dışında, “asla geriye çevrilemez, her toplum için zorunlu aşamaları ve yasaları ifade eden” bir “iradi dayatma”da bulunmamıştır. Marksistlerin işaret ettikleri “yasalar”, aklın ürünü ve dayatması değil; aklın ve bilimin gücüyle doğrudan doğruya toplum hayatından çıkarılan nesnel yasalardır ve olgusal gerçeklerle ilişkilerin açıklanmasını içermektedir.
Marx’ın tarihi materyalist görüş açısından ve toplumların gelişme yönüne işaret ederek söylediği şuydu: “Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı büyük ya da az bir hızla alt üst eder.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Ocak 1859 tarihli Önsöz, Sol Yayınları, sf. 23)
Marx’ın, kapitalizm öncesi toplumların tarihini ve kapitalizmin toplumsal iktisadi yapısını irdeleyerek ve bütünüyle somut olgu, gelişme ve çelişmeleri gözeterek ulaştığı bu sonucun, toplumlara dayatılan bir zorlama ve ‘akli’ bir yaptırım değil, ama toplumların bağrında ortaya çıkıp toplumsal değişmeyi zorunlu hale getiren gelişmelerin adının konması olduğunu, muhafazakar bir yazar dahi, eğer bilinçli bir saptırıcı/karaçalıcı ya da okuduğunu anlayamayacak kadar cahil veya aptal biri değilse, anlayabilirdi.
Ve Marx eklemektedir ki; “yeni ya da daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini alamazlar.” Gücü, “kökleri, maddi üretici güçlerin durumunda” yatan bu dünya görüşünde, açık ki, “salt akli” ya da “soyut akılcı” çözüm projeleri yoktur. Marx ve Engels’in teorisinde, toplumsal varlık olarak insanın, tarihini kendisinin yapmasını gereksiz kılacak ve insanı, iktisadi hareketin basit bir eklentisi gören kaderci bir determinizm olmadığı gibi, “birbirleriyle çelişen düşünce ve çabaların çatışmalarının” ve “insan toplumlarının tüm kütlesindeki bu çatışmaların temeli”nin “maddi yaşamda olduğu”nun, altı özenle çizilmiş, derinlemesine bir sunumu da vardır. Marksizm, “sadece verili bir toplumun istisnasız tüm sınıflarının karşılıklı ilişkilerinin toplamının” nesnel irdelenmesiyle “bu toplumun objektif gelişme aşamasının” ne olduğunu ve onunla “başka toplumlar arasındaki ilişkilerin” ne olup neler gerektirdiğini gözetmek ve ortaya koymakla kalmamış; toplumsal yaşam koşullarıyla toplumsal gelişmelerin işaret ettikleri değişimin muhtevasına da dikkat çekmiştir. Marksistler (ve Lenin) daha da geliştirerek, ve deyiş uygunsa, daha da “kesinleyerek”, devrim için gerekli koşulların başka bir yerde değil, ama tümüyle verili toplumun –onun başka toplumlarla ilişkilerinin de gözetilerek– bağrındaki tüm sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin durumuna ve tüm ulusu sarsan bir bunalımın varlığına bağlı olarak oluşabileceğine ve oluşacağına işaret etmişlerdir.

MUHAFAZAKARLIK VE OTORİTEYE İTAAT SAVUNUSU
Düzenlilik ve bütünselliği “tanrısal aklın ürünü” gören ve uyumu, bütünlüğün koşulu sayan muhafazakar düşünce, bireyin, “ortak sözleşmeler” olarak yüceltilen dogma ve geleneğe, hiyerarşiye ve dinsel, politik vb. otoritenin istemlerine, “kendi alanının koşullarını yerine getirerek”, bağlılığını vazederken, kadercidir. Kurulu düzen ve sisteme itaati; ve özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi değiştirici kategorilere karşı durmayı öneren bu düşünce akımına göre, modern ideolojiler, “insanı dünyadan, dünyayı Tanrıdan” ayırmış, “birey-toplum-dünya mekanları yaratarak” kurulu düzenin bozulmasına yol açmış; toplumsal uyum ve düzenin “istikrarlı bütünlük içinde” devamına halel getirmiş, yeni düzenleme ve belirlemelere, özellikle de devrimlere yol açarak kurulu düzeni ve onun “istikrarı”nı ve olgularını bozmuş, bu düzenin (gelenek, din, aile, devlet, kilise-cami düzeni) değiştirilip yerine yenilerinin inşa edilmesini öngörmesiyle; yeni değer yargıları ve yeni tanımlamalarıyla “büyük bir tehlike oluşturmuştur”! 
Bu vaaza göre, kişi, toplumsal konum ve rolünü otoriteyle uyumlandırmalı, “kendini toplum içinde terbiye ederek” ve istemlerini kontrol altında tutarak, hiyerarşinin gereklerine uymalı, toplum ve devletin yüklediği görevleri itirazsız yerine getirmeli, statik yaşam içinde “kendini huzurlu görmeyi bilmeli”dir! Muhafazakar cemaatçilik, bunu, “tanrısal aklın, kozmolojik bütünselliğin, tarihsel birikimlerin, kültürel mirasın kendiliğinden oluşturduğu ‘yasalar’ın gereği” saymaktadır.
Muhafazakar yazarlar, mevcut düzenin “akılsal bütünlüğü”nü sağlayan “Tanrısal irade”ye boyun eğişi, sorunları “sistemin kendi içinde oluşturduğu çözücü yasalar”a havale etmeyi, herhangi zorlayıcı insan eyleminden uzak durmayı, sistem ve otorite kurumlarıyla uyumlu olmayı ve beklemeyi salık veriyorlar. Muhafazakarlığı, “aşina olunanı bilinmeyene, denenmişi denenmemişe, gerçeği gizeme, fiili olanı olası olana, sınırlıyı sınırlanmamışa, yakını uzağa, kafiyi çok bol olana, elverişliyi mükemmele ve şu anki gülüşü hayali neşeye tercih etmek;… kendi şansına dayanmak, kendi araçlarının seviyesinde yaşamak ve kendisine ve kendi şartlarına benzer daha büyük tekamül isteği ile tatmin olmak” olarak tanımlayan yeni muhafazakar yazar ve akademisyenlerin bireye salık verdikleri şey, kaderine boyun eğme; içinde bulunduğu koşullarda “sahip olduğu”yla yetinme; olası olan için mücadele yerine mevcut olana bağlı kalmadır. Bu, ama, muhafazakar politikacı ve ideologların, üzerine demagojik propagandayı eksik etmedikleri “modern” tekelci gericilik ve hakimiyetin savunulması ve tüm toplumsal değerlerin ona bağlanması da demektir. “Kendine özgülük” ve ‘kendi araçlarının seviyesinde yaşama’ adına, bireyi, evrensel olana uzak durmaya çağıran muhafazakarlık, uluslararası sermaye ve tekelci burjuvazinin çıkarlarına dolaysız bağlanmış, uluslararası karakterde gerici düşünce akımı ve politik güçlerden biri haline gelmiştir. O, “modern ideolojiler” düşmanlığını, burjuva çıkarlarına bağlamış ve tarihsel materyalizme ve sosyalist dünya görüşüne karşıtlık olarak somutlamış,  “modern çağın ortak mirası olan ve Fransız Devrimi’yle doruğa çıkan özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve insan hakları gibi olguları” “hayal ürünü”   saymış; burjuvazinin, işçi muhalefetiyle karşılaştığı ilk günden itibaren ikiyüzlüce istismar etmekten öte bir değer biçmediği ve her fırsatta ihlal ettiği bu burjuva “hak eşitliği savunusu”nu dahi “kargaşa nedeni” görmüştür.
“Fiili”, “yakın”, “elverişli”, “kafi” ve “şu anki” toplumsal kategorilerin savunulmasını, insanın “kendi şansı” ve “tekamül isteği ile tatmin olması”yla ilişkilendiren muhafazakarlık, mevcut olana boyun eğişin teorisini yapmakta, “toplumun değer yapılarını koruma” adına her tür gerici ve bağlayıcı önyargının korunmasını istemekte, duygularla tutum ve davranışlardaki değişimi “en tehlikeli devrim” görmekte, insan hakları, demokrasi, eşitlik savunusu gibi “rasyonalist yaklaşım”ları, “ahlaki toplumsal düzen” olarak gördüğü kapitalist sistemi yıkıcı saymakta, daha iyi yaşam mücadelesini istikrar bozucu görmekte; toplumsal gereklilik ve zorunlulukları manevi-ahlaki kategorilerin sis perdesiyle örterek “kendi araçlarının seviyesinde yaşama”yı, belirlenmiş bir değişmezlik, var olanla yetinme ve kaderine boyun eğme olarak salık vermektedir. Fiiliyat, bolluk, elverişlilik gibi sosyo-iktisadi kategorileri dinsel yetinme temalarıyla bezeyerek, işsizlik, açlık, yoksulluk, savaş vb. olguları, “aşina olunan”, “mutabık kalınan”, “kurallı ve istikrarlı yaşam”ın kabul edilebilir ya da öyle olması gerekli “hastalıkları” olarak; –birileri onları tartışmalı bulsalar da–, doğruya, tedavi edici müdahaleye tercih etmektedir. “İstikrarı gelişmeden daha kârlı” sayan, “aşinalığı” mükemmelliğe tercih eden; “mutabık kalınmış yanlışı tartışmalı doğrudan daha üstün” ve hastalığı tedaviden daha katlanılır bulan muhafazakarlık, bütün bu toplumsal kategorileri tepesi üzeri çevirirken, kapitalizme ve burjuvazinin otoritesine kayıtsız-koşulsuz bağlılık ve uyumu esas almıştır. Orta ve küçük mülk sahibi kesimleri de etkileyen bir akım ve güç olarak muhafazakarlık, “meşruiyet, istikrar ve güven değerlerinin korunması” adına, “statik durum”u bozacak ‘dinamik kuvvetler’in ortaya çıkmasına, sistemi değiştirecek sosyal güçlerin ve siyasal hareketlerin oluşmasına, onların ideolojileri ve eylemlerine karşı direnişi görev edinmiştir.
Muhafazakar görüş, din, gelenek, kültür ve önyargıyı “zaman ve mekan dışı olgular” saymakta, böylece onları tarih dışına atmaktadır. Oysa biliyoruz ki, insanların içerisinde ürettikleri, tükettikleri ve değiştikleri ekonomik biçimler –onlar tarihsel ve geçici uğraklardır–değiştikçe, kültür, gelenek, dini inanç ve önyargılar da elbette daha yavaş, daha geriden ve bir bakıma evrimci bir biçimde değişmektedirler. İnsanlar, üretici güçlerine uygun biçimde toplumsal ilişkiler de üretmekte; toplumsal ilişkilerin “soyut fikirsel ifadeleri” de bu süreçte üretilmektedir. Muhafazakar yazarlar ise, din, önyargı, kültür, gelenek ve adetleri toplumsal ve geleneksel “değer ve ilkeler”in tümü olarak kutsamakta, ve hiçbir gerçek dayanağı olmaksızın, Marksizme, “bu toplumsal ve geleneksel olguları da görmezlikten geldiği” suçlaması yöneltmektedirler.
Muhafazakar düşünce, “din, kültür, gelenekten kaynaklı onur, erdem, dürüstlük, saygı, paylaşım vs. değersel/nitel ahlak”ı sahiplenmeye ve “öteki yandaki” “bilim, teknik, güç belirleyiciliği altında başarı, üstünlük, şöhret, çıkar gibi önemsel/nicel ahlak”ı redde çağırırken, insanı “her bir insan” olarak, diğerleriyle farklı, ancak hepsi için ortak kadere razı gelerek, bu değişmez ve değiştirilemez yasaya boyun eğmeye çağırmakta, ona “yazgılı” kalmasını istemektedir. ‘İlke karşıtlığı’ söylemi ardında, muhafazakar düşünce bir tek ilke belirlemektedir: “çalış ve kaderine razı ol!”
Kısacası muhafazakarlık, insana, yaşam ve sorunlarıyla uğraşmayı, toplumsal gerçeklerle yüzleşmeyi, yaşamın insan öznesi kimliğiyle toplumsal çelişkilerin çözümü için uğraşmayı yasaklar ve bunun yerine, “kendine dönme”yi; toplumsal istek ve tutkulardan uzaklaşmayı, Tanrısal iradeye boyun eğmeyi, sorunların çözümünde gerçeklerden yola çıkarak “şeylerin problematiği ve diyalektiği içinde yok olmak yerine, metafizik değerlerin ruhunu çağırarak, kutsallığın gölgesinde bir çözüm arama”yı salık verir.
Geriye bağlanmaya, köleliğe katlanmaya çağırıcı, kul-köle kalmaya davetçi, insanın insani niteliklerini yüklenmesini engelleyici, zehirleyici olduğu ve etkilerinin üstesinden gelinmesi gerektiği kuşkusuzdur.

Görsel medyamızda kadın istismarı

Avrupa  Birliği’ne girme telaşı, pek çok yasal düzenleme ve anlaşmaya alelacele imza konmasına yol açtı. Bu yasal düzenlemeler çağdaş ve insani bir yaşam için gerekliydi. Ancak sonuçlar “gecekondu çözümü” diye adlandırılabilecek durumda. Yaşama geçirilemeyen yasal   düzenlemeler, amacı tartışılmadan belirlenen kurallar, eğitim ve kurumlar bakımından altyapısız bir toplumda çelişkilere, trajikomik uygulamalara yol açtı.. Evlilik sırasında ailenin edindiği malın boşanmada eşitçe paylaşılması kuralı, resmi nikahı, tedbir nafakasını bile yük olarak gören bir erkek toplumu için isyan nedeni sayıldı neredeyse. Zina kamusal suç olmaktan çıkarılınca, kadını az ceza ile öldürme için ağır tahrik nedenleri arandı (bulundu da). Özetlersek, özellikle kadınlara ilişkin ayrımcılıkla ilgili önlemler, kadına karşı şiddet uygulanmasını engelleme yasaları  kağıt üstünde kaldı.
Toplumu yönlendirecek basının da bu konuda geçerli not aldığını söylemeye pek olanak yok. Kadın sorunu, dikkat çekici, izlenme sayısını arttırıcı bir faktör olarak değerlendiriliyor basında, özellikle görsel medyada.
Görev başındaki kadın meslektaşının mikrofon uzatırken eğilmesini ya da kamerayla çömelmesini “frikik olanağı olarak” değerlendirme peşindeki bir habercilik anlayışının  geçerli olduğu bilinse de, televizyon programcılığının kadın sorunumuzu, kadına yönelik şiddete karşı çıkışı bu kadar kötü biçimde magazinleştirmesi beklenmezdi.
Nöbet dönüşü saldırıya uğrayan genç hemşirenin haberini, kimi ayrıntıları vurgulayarak pornografik bir habere dönüştürmeyi, konunun mağdurunu, adını açıklamadan da, çalıştığı bölüm, yaşı vb. ayrıntılarıyla teşhir etmeyi başaran çok satan saygın gazetelerimiz var. Onlar bile televizyonlarda son günlerde sayısı hızla artan kadın  programlarının karşısında pes ettiler. Programlara katılan kadınlara giyimden makyaj takımına süs eşyası, tüp bebekten estetik ameliyata sağlık desteği veren sayısız şirket, izlenmesi garanti bu programları reklam fırsatı olarak gördü. Evinde annesine ya da kocasının annesine itiraz edemeyen, kocasıyla konuşamayan kadınımıza da bu programlarda tartışma ve kavga hakkı tanınınca programların izlenme oranı hızla yükseldi.. Her kanal, eli yüzü düzgün, magazin programlarının da tanıdığı bir kadın sunucuyla “kadın derdi” dinlemeye başladı. Son programcı, İbrahim Tatlıses’in  oğullarından birinin annesi Derya Tuna. Programının adı da Dertler Derya.
Evlilik programlarındaki kaynana-gelin çekişmelerinin naklen yayınlarının modası geçti geçiyor.. (Zaten o programlardan arta kalan tek ad, sözlü şiddet ustası bir kaynana. Kanal kanal dolaşıp, izleyicileri haşlıyor.) Şimdi gözde olan, şiddet gören, tecavüze uğrayan ya da sevgilisince terk edilen kadınların konuştuğu programlar. Sığınma evlerinin, kadınlar için  sosyal kurumların yok denecek kadar az olduğu ülkemizde çoğu yoksul ve eğitimsiz kadınımız, bu programlara çıkmayı, yasal olarak çözemediği sorunlarını teşhiri çare olarak görünce, iş çığırından çıktı.
Bu programların gazete sayfalarına yansıyanı pek yok. Ama kadın konusunu, cezaevindeki kadınlarla konuşmak gibi çarpıcı bir açıdan işleyen ünlü bir polis muhabirinin de televizyona program yaptığı zaman olayı alabildiğine magazinleştirdiği gözden kaçmıyor.
“A Takımı’nda bu akşam ele alınacak bir diğer konu da Paşakapısı Tutuk Evi… Paşakapısı nasıl kültür-sanat, zenaat ve rehabilitasyon merkezi haline geldi? Tarihi Paşakapısı Tutuk Evi’nin makus talihi nasıl değişti?”
“Yıllarını demir parmaklıklar arasında geçiren kadınların akıl almaz hayat öyküleri ilk kez ‘A Takımı’nda. A Takımı Kaptanı Savaş Ay ‘şiddetin kadınları’yla beraber… Ay, ‘Şiddetin kadınları, Cezaevi Dosyası’ ile olay yaratacak. Paşakapısı  Kadın Cezaevi’ne giren Kaptan akıl almaz hayat hikâyeleriyle karşılaştı. Hangi kadın kocasını neden öldürdü? Yıllarını demir parmaklılar arasında geçiren kadınların ilginç görüntüleri ilk kez A Takımı’nda. Savaş Ay, koğuşlarında sordu, onlar yanıtladı. Şiddetin kadınları hapishanede bebeklerine nasıl bakıyorlar? Cezaevi çocuklarının günleri nasıl geçiyor? Canlı yayın konuklarıyla ‘A Takımı’ bu hafta da olay yaratacak.”
Televizyonu izleyemeyenler, onun gazetesinde yayımlanmış bir röportajına göz atabilirler:
“Parmaklık ardı bayram
“Paşakapısı Kadın ve Çocuk Tutukevi’nde, Savaş Ay genç mahkumlarla voltada. Bir koğuştan ‘bayram salvosu’ geliyor: ‘Gıız, bayram geldi hâlâ eskileri giyiyon, bayramlık almadın yoksa?’ Biri ‘Elbise değil bayramlık ağzım var, açtırma şimdi’yi yapıştırınca hep birlikte basıyorlar kahkahayı…
“Paşakapısı Cezaevi bayram telaşını en çok kantin kapısında yaşadı. Tutuklu kadınlar ‘Özgür olamasak da kadınız, ille de alışveriş ederiz’ dediler.
“Cezaevinde de olsa kadın kadındır elbet. Yani bakımlı, güzel, hoş olacaklar illa ki. Hele de bayram günleri gelip çatmışsa, hele de açık görüş için eş akraba çoluk çocuk gelecekse onlara en güzel hallerinde görünmeli kadın tutuklular. İşte bu nedenle kantin önünde bir telaş bir kıpırtı. Mevcutlarda jöle var mı, tırnak cilası, makyaj malzemesi, iç giyim, tişört, gömlek gibisinden neler neler var diye her an sorgu sualdeler görevlilere. Olmayan bazı şeyleri de siparişle getirtmek mümkün. Savcıyı da, müdürü de, infaz korumaları da ana baba bellemişler çoğusu. ‘Kavgasız gürültüsüz geçinip gidiyoruz. Bize cezaevini bir de eza evi haline getirmeyen idarecilere teşekkür ederiz’ diyorlar. Bu arada voltalarına beni de dahil ediyor, o hızlı gel gitler sırasında anlatıyorlar dertlerini. Diyorlar ki; ‘Burada bazı tutukluların yaşı 18 altı. Hemen ıslahevlerine gitmeleri gerek. Yoksa çeşitli sakıncaları olur.’ Bunu savcı beye soruyor ve ‘kısa zamanda bu sorunu gidereceğiz’ yanıtını alıyorum. Daha sonra koğuşlardan atılan laflara karşılık veren volta tutukluları stand up komedi tadında diyaloglar kuruyor, güldürüyorlar herkesi. Nasılı şöyle;
“-Bak kız süslendim püslendim kocam gelsin güzel görsün diye hazırlandım. Ya sen ne yapacaksın bu pasaklı halinle.
“-Yaaa. Bu senin makyajlı halin demek. Ben de yüzüne gözüne bakıp git biraz süslen. Nedir bu halin diye soracaktım!..”
Sayın Savaş Ay’ın röportajındaki tutukluların diyaloglarıyla bir zamanlar meraklı olduğu Roman mahallesi sakinlerinin konuşması arasında hiçbir fark yok. Bir tutukevi röportajının stand up komedi tadında olması için de bu gerekli herhalde. Okur bu konuşmalara gülerken, 18 yaş altındaki tutukluları, onların yaşı büyük tutuklularla bir arada oluşlarını unutacak elbet.
Bu programcının, kız kaçırma sanıklarını teslim almaktan yazıya özen gösterecek hali ve vakti pek yok. Kaptan’ın “Türkiye’nin dillerden düşmeyen kaynanası”na gösterdiği ilgiyi  tutuklu kadınlardan esirgememesi elbette takdire şayandır. Ancak mahkum kadınlar konusunda uzmanlar başka türlü konuşuyor, örneğin çok daha önce Kanal 7’de Ayşe Böhürler’in Açık Açık Programı’nda Prof. Dr. Nükhet Hotar Yüksel, kadın mahkumlar konusunda ilginç bir saptama yapmış, demişti ki: “Daha önce bu konularda geniş araştırmalarda bulundum. Suç profili çok farklı. Ancak ilginçtir, bazıları yaptıklarının suç olduğunu bile bilmeden cezaevine düşmüşler. Cezaevleri, içinde bulunanları toplumsal hayata tekrar hazırlayan yerler de olmalıdır. Onların oraya düşmeleri, toplumdan iyice izole edilmelerini beraberinde getirmemelidir.” Ama bu kadar donuk sözler hiç ses getirebilir mi?

KADIN PROGRAMLARININ İÇERİĞİ
Eskimemek için her ciddi soruna magazin açısından bakan gazetecileri bir yana bırakalım.Türkiye’deki kadının sesi olmak, onlara yalnız olmadıklarını anımsatmak, zaman zaman yasal haklarını bildirmek iddiasında olan kadın programlarında neler var?
Bu programları kadın programcılar sunuyor. Seyirciyle başları derde girmiş kadınlar konuşturuluyor. Bunlar arasında en çok ilgi çeken kişiler, kimi zaman ışıklar karartılarak, kimi zaman maskeyle seyirci karşısına çıkartılan, tecavüze uğramış genç kızlar. Her ne kadar kimlikleri saklanmaya çalışılıyorsa da, çoğunlukla  bağlanan telefonlar kızların, özellikle ailelerince, tanındığını da açıklıyor. Çoğuna ailesi sahip çıkmamış. Yakın akrabalarca sahip çıkılan bir ikisi sığındıkları evlerde erkek akrabaların sarkıntılık ve taciz tehdidi altında.. Sunucunun/programcının kapılarını kilitli tutmak dışında bir önerisi yok. Kızın sığınabileceği bir yasal mekan yok. Ailesinin sahip çıktığı bir iki kişinin yasal mercilere başvurusu da sonuç vermemiş. Programcı tecavüze uğrayana yapılması gerekli muayeneyi açıklıyor ama galiba adli tıbba bile gönderilmemişler. Zaten en bilinçli bir kadın bile vajinada sperm saptanması vb. biçiminde bir kontrolün gerekliliğini, bunun nasıl yapılacağını bilmiyor. Muayene edilenlere de tecavüze uğrayanlara verilmesi gerekli profesyonel psikolojik yardım önerilmiyor.
Televizyona çıkan tecavüz mağdurları, programa telefonla katılanlar ya program yapımcısı ve katılımcılardan nasihat alıyorlar ya da  programa telefonla katılan bir erkekten içtenliği kuşkulu bir evlenme teklifi. Zaten alınabilecek tek olumlu sonuç, tecavüzcünün adının adresinin bilindiği durumlarda yasal kovuşturmanın hızlanması belki.
Bu programlara katılanlar arasında ilgi çeken ikinci grup, aşık olduğu erkekle kurduğu ilişkiden gebe kalmış, terkedilmiş, genç kadınlar. Çoğu evden kaçmış. Çocuklarının doğumuna ya bir iki ay var, ya bebeğin doğumundan hemen önce ayrılmışlar evlerinden. Bebekleri kucaklarında. Bu kadınlar, ailelerinin onları öldüreceğinden korkarak bu programlara katılıyorlar. Babalar ortada yok. Ya evliler ya da sorumsuz. Anneler çocuklarını evlatlık verme niyetindeler çoğunlukla. Çünkü çalışıp çocuklarına bakmak için gerekli donanımları yok. Bu durumda program yapımcısı/sunucusu, önce onları kurdukları ilişkiden dolayı bir temiz azarlıyor: “İnsan ilişki kurduğu adamın evli olup olmadığını bilmez mi, kimlik kartına bakmaz mı, ilişki kurduğu erkeğin gerçek adını bilmez mi? Şimdi bu çocuğa nasıl bakacaksın, ailen seni kabul edecek mi? Bir de kimlik sorunu var, bu çocuğa nasıl kimlik çıkaracaksın, kucağındaki çocukla nereye gideceksin?” Sonra bu konuda yapılabilecekler, azarlanarak, dolaylı yoldan anlatılıyor: “Dünyanın başka yerinde, mesela Avrupa’da, bu durumda bir kadın babalık davası açar, çocuğunun hakkını arar. Neden dava açmıyorsun. Paran yoksa baro sana avukat verirdi. DNA saptaması yaptırmakla çocuğun babasının kim olduğunu kanıtlardın.” Babalık davasından söz eden kişi, karşısındaki kadının değil dava açmak, yeşil kart çıkartmak için bile gücü olmadığını bilmiyor sanki.. Sonra ne mi yapılıyor? Çoğunlukla bu kadına koca, çocuğa baba olacak biri aranmaya başlanıyor. Duyurular yapılıyor. Telefonlar geliyor. Koca adaylarının yaşı, daha önce evlenip evlenmediği, çocuğu olup olmadığı, çocuğu kabullenip kabullenmeyeceği, mali durumu soruluyor. Birden fazla teklif geldiğinde, adayların hangisinin uygun olduğu programcı ve izleyicilerin el birliğiyle düşünülüp kararlaştırılıyor.. Bazen de bu koca aranan kızlara, “hanım madem ailesinin yanına gidemiyor, ben evimi ona açarım. Tanışalım, benim evimde bir süre yaşayalım, anlaşırsak evleniriz” gibi niyeti baştan belli teklifler geliyor. (Neyse ki programcılar bu tür teklifleri reddediyor.) Sonunda, genellikle evlilik boyunca eski yaşamındaki hatanın başına kakılacağı bir beraberlik doğuyor genç kadın  için. Kadın kurtulduğu için, evlilik teklifini yapan da iyi niyetinden dolayı kutlanıyor. Genel anlayışa göre, kızcağız namusunu temizlemek zorunda. Bunun için de başına bir koca gerekli. Çünkü yaşamını kazanmasını, kendi ayaklarının üstünde durmasını sağlayacak biçimde onu eğitecek bir kurum yok. Çocuğa sürekli ya da annesi eğitim alırken bakacak bir kurum da mevcut değil gibi görünüyor.. Bu kadınla çocuğa sahip çıkacak, onların öldürülmesini engelleyecek, onları koruyacak bir yetki mercii de sesini çıkarmıyor!
Üçüncü grup kadın programı, katılımcısı kocaları tarafından aldatılanlar, kocaları ve onların akrabalarınca dövülüp sokağa atılanlar (aralarında sakat kalanlar var), üstlerine kuma getirilenler. Onlara zinanın şikayete bağlı suç olduğu anlatılmıyor. Galiba böyle bir şikayet gündemden kalkmış. Karısını döven, üstüne kuma getiren adamla telefon ilişkisi kuruluyor, adamın palavraları dinleniyor. Bazen adama ceza olsun diye zina yaptığı iddia edilen çoğu 18’inden küçük kız ya da kadınla çekilmiş fotoğrafı yayımlanıyor. (Bu fotoğrafın yayımlanmasının, o kadını bu biçimde teşhirin suç olduğu akla bile gelmiyor. Zaten şikayet eden de yok.) Karılarını dövüp sokağa atan kocalar varlıklıysalar, zaten “sizi avukatımın yanından arıyorum” diye çalım satıyor, karşısındaki mağdur kadına hakaret yağdırıyorlar. Programcıların sesi bu tür kişiler karşısında pek çıkamıyor. Sokağa atılan ya da evi terk zorunda bırakılan kadının “nafaka davası açmış olması” neredeyse onursuzluk olarak adlandırılıyor. Üstüne kuma getirilen kadına ayrıca çocukları gösterilmiyor. Üstelik, “kadın olsaydı, ana olsaydı, çocuklarına baksaydı, evi terk etmeseydi” diye suçlanıyor. Bu arada her kafadan bir ses çıktığı için temel sorun güme gidiyor. Zaten üç dört kişinin sorunu art arda anlatıldığı için tarafların suçlamaları da birbirine karışıyor. Ama bu dertlilerden biri, kesinlikle, programdaki yatak takımı, tabak takımı gibi armağanları kazanıyor.. Teselli ikramiyesi.

PROGRAMLARIN KATILIMCI İZLEYİCİLERİ
Programlara izleyici olarak katılanlar (aralarında kimi zaman mimarlar, eski kadın hakları dernekleri üyeleri falan var, kimi zaman da yalnızca sıradan kadınlar), şiddet görmüş, durumu kötü katılımcı kadına kimi zaman destek, kimi zaman öğüt veriyor. Kimi zaman bu öğüt, “biz de neler çektik, biz de neler gördük” biçiminde geçmişten yakınma, direnmeyle övünme   türünden… Bu arada şiddete maruz kadın, yaşadıklarını tekrar tekrar anlatarak harap oluyor. Burada biraz duralım. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin üye ülkelere kadınların şiddete karşı korunmasına ilişkin tavsiye kararları arasında bence bütün programcıların (ve yargıçların) bilmesi gerekli bir bölüm var. Bu bölümde, bu tür durumları yaşayan kadınların yargı karşısında bile incitilmemesi için dikkat edilmesi gerekli noktalar sayılmış: 1) Davanın bütün aşamalarında kurbanların fiziksel ve psikolojik durumunun göz önüne alınmasını ve tıbbi ve psikolojik bakım görmelerini sağlayacak bütün önlemleri almalı; 2) Şiddet kurbanı veya tanığı olan kişiler dinlenirken, tekrar tekrar ifade vermelerinden kaçınmak ve yargılama usulünün travma yaratıcı etkilerini azaltmak için özel koşullar oluşturulmasını gündeme almalı; 3) Kurumların iç tüzüklerinin, şiddet kurbanı ya da tanıklarının maruz kaldıkları travmayı göz önüne alarak ve bu travmanın tekrarlanmaması için, mazeretsiz ve/veya aşağılayıcı sorulara maruz kalmalarını engelleyecek şekilde düzenlenmesini sağlamalı; 4) Gerektiğinde, kurbanları tehdit ve olası intikam girişimlerine karşı etkin biçimde korumak için önlemler alınmasını sağlamalı.
İyi niyetle yorumlamak istersek, bu tür programlar, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tavsiye kararlarından biriyle örtüşüyor sonucuna varabiliriz. Şu tavsiye kararıyla: “Erkeklerin, eylemlerinden sorumlu olmaları gerektiğini vurgulayarak ve erkekleri şiddet mekanizmalarını tahlil edip çözmeye ve farklı bir davranış tarzı benimsemeye teşvik ederek, kadınlara yönelik erkek şiddeti konusunda duyarlılık artırıcı kampanyalar düzenlemeli.” Ancak bu programları tavsiye kararları arasında yorumlayınca, tavsiyelerin  medya ile ilgili olanlarını da gözden kaçırmamamız gerekir: “Üye devletler, 1) Medyayı, basmakalıp olmayan, insana ve insanlık onuruna saygı temelinde kurulmuş kadın ve erkek imajlarını öne çıkarmaya ve şiddetle cinselliği bağlantılandıran programlardan kaçınmaya teşvik etmeli; bu kıstasları mümkün olduğunca yeni bilgi teknolojileri alanında da göz önüne almalı; 2) Medyayı, kamuoyunu kadınlara karşı şiddet konusunda uyanık kılmak için bilgilendirme kampanyalarına katılmaya teşvik etmeli; 3) Medya çalışanlarını bilgilendirmek ve şiddetle cinselliği bağlantılandıran programların olası sonuçları konusunda uyarmak için meslek içi eğitimi teşvik etmeli; 4) Medya çalışanları için, kadınlara yönelik şiddet konusunu göz önüne alan ve mevcut ya da gelecekte kurulacak medya denetim kurumlarının temel ilkeleri arasında kadınlara karşı şiddet ve cinsiyetçilik konularının yer almasını teşvik eden davranış yönergeleri geliştirilmesini teşvik etmelidir.”
GÖRSEL MALZEME KADIN
Kadının medyamızda görsel bir malzeme olduğu inkar edilemeyecek bir gerçek. Gazeteler bir yana, televizyonlarımızdaki program sunucuları “tak takıştır, sür sürüştür, inadına dekolte giyin” formülüyle boy gösteriyorlar ekranda. Bu Allah’ın bildiğini kuldan saklamama yöntemi, aile içi çekişmeleri, miras davalarını, mahalle kavgalarını da ekrana taşıyor. Bu arada 16 yaşında kızlar kaçırılıyor, kaçıran telefonda “kaçakta değilim, İstanbul’un ortasındayım” diye şişiniyor. Bir başka 16’sında kız komşunun karısı tarafından kaçırılıp, evlendirilmek için bir başka şehre götürülüyor, başlık parasında anlaşamayınca kadının kıza başka koca aradığı raslantıyla öğreniliyor.. Bu kızların izinin ancak televizyonla sürülebildiğini gören  kızları yitik aileler, televizyon programlarına katılabilmeye çalışıyorlar. Arada kendine eş seçmek üzere televizyonda boy gösteren beyler programa renk katıyorlar. Kimi programlarda haftanın bir günü kocalarına hoş görünmek isteyen hanımlara estetik ameliyat ya da kozmetik destek verilip, “eski hali, yeni hali” gösterileri yapılıyor.
Kadın programı adını taşıyan programların kadın istismarı programı durumuna gelmesinden rahatsız olan herkesin talebi “kadın erkek, bütün yurttaşlarımıza insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınması, bunları kullanma, bunlardan yararlanma ve bu hakların korunmasının teminat altına alınması” olmalı. Taleplerin gerçekleşmesi ancak örgütlenerek sağlanabilir. Böyle bir örgütlenmenin ikinci adımıysa, “kurban konumuna itilen kadınlara, yeniden bu konuma düşmelerini engelleyecek en uygun destek ve yardım yapıları” sunacak kurumlarla ilgili olacaktır. Ülkemiz yargı organları, Avrupa Birliği’ne girmek ya da imzaladığı anlaşmalar yüzünden değil, yalnızca gerçekten demokrasiyle yönetildiğine inanmak için, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin şu tavsiyelerine de uymalı bence: 1) Devlet ya da devlet görevlileri tarafından uygulanan ya da göz yumulan her türlü fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddeti, görüldüğü her yerde ve özellikle ceza ya da tutukevleri, psikiyatrik kurumlar ve benzerlerinde cezalandırmalı; 2) Devletin veya üçüncü kişilerin sorumluluğuna atfedilebilecek durumlarda, örneğin yatılı okullarda, huzurevlerinde ve başka kurumlarda uygulanan ya da göz yumulan her türlü fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddeti cezalandırmalıdır.
Görsel ve yazılı medyanın insanı magazin malzemesi olarak yorumlamak istemeyen çalışanları, bu durumda, işleyecek konu bulamamaktan zor durumda falan kalmazlar. Eğer bugüne kadar magazin olayı sayılan “kişilerin onayı alınmadan zorla gerçekleştirilen evlilikler” ve “çocuk satışıyla bağlantılı faaliyetler” konusuna eğilir, bu konuların engellenmesi ve yasaklanmasıyla ilgili çalışmalar/ incelemeler yaparlarsa.
Ayrıca gerçekten kadının sesi olmayı düşünen programcıların yapacakları en önemli eylemlerden biri, “bütün şiddet kurbanlarının ve duruma göre, onları savunan tüzel kişiliği haiz kamu kurumu veya özel örgütlerin kurbanla birlikte ya da kurban adına dava açabilmesinin” sağlanabilmesi için bir kampanya açmaktır.

İkinci Dünya savaşının karakteri üzerine

I. MARKSİZM VE SAVAŞ
Marksizm, bütün diğer konularda olduğu gibi, savaş konusuna yaklaşımında da dogmatik, sonsuza dek geçerli olmak üzere saptanmış bir görüşe sahip değildir. Marksizm her savaşı reddetmez, tersine her somut durumda, savaşa yolaçan nedenleri ve tarihsel koşulları irdeler; her savaşta kendi tutumunu belirleyebilmek için savaşın karakterini bilimsel bir şekilde tahlil eder. Marksizm genel olarak savaşları ikiye ayırır:
Haklı savaş; bu türden bir savaş bir fetih savaşı değildir, aksine bir kurtuluş savaşıdır ve bu özelliği itibariyle ya halkı dış saldırı ve köleleştirme girişimleri karşısında savunmayı hedefler, ya da halkı kapitalist kölelikten kurtarma amacını taşır, son olarak da sömürge ve bağımlı ülkeleri emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmayı amaçlar.
Haksız savaş; bu, yabancı ülkeleri ele geçirmeyi, yabancı halkları köleleştirmeyi amaçlayan bir fetih savaşıdır.
(SBKP –Bolşevikler– Tarihi)
Bu ayrımdan, ister istemez, herhangi bir savaşın, hangi taraftan bakıldığına bağlı olarak, haklı ve haksız bir savaş olabileceği sonucu çıkmaktadır. Örneğin Hollanda emperyalizminin Endonezya’ya karşı saldırısı, Hollanda cephesinden haksız bir fetih savaşı iken, Endonezya halkı açısından bağımsızlık uğruna verilen haklı bir kurtuluş savaşıdır.
Görüldüğü üzere, Marksizmin savaşa ilişkin tutumu savaşın somut karakterine bağlıdır; üstelik bu tutum, eğer savaşın karakterinde bir değişim gündeme gelmişse, savaşın seyri içersinde de değişebilir. Bu bakımdan, 1870/71 Fransız-Alman Savaşı oldukça öğretici bir örnektir. Bu savaş, Almanya açısından, İmparator III. Napoleon’un fetih emellerine ve Alman halkının iç sorunlarına müdahale etmesine karşı, haklı bir kurtuluş savaşı olarak başlamıştı. Marx ve Engels bu nedenle, bu savaşın Alman işçilerince desteklenmesinden yana tutum almışlardı. Marx, “Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyi’nin Fransız-Alman Savaşı Üzerine İkinci Çağrısı”nda şöyle yazmaktaydı:
“Alman işçi sınıfı, engelleme gücüne sahip olmadığı savaşı, Almanya’nın bağımsızlığı ve Almanya ile Avrupa’nın, İkinci İmparatorluğun ezici karabasanından kurtuluşu için bir savaş olarak, candan gönülden destekledi.”
Ancak, 2. Eylül 1870’de savaşın karakteri tümden değişti. Napoleon Sedan’da mağlup edilip tutuklandı. Prusya kralının, Fransız halkına karşı değil de sadece Napoleon’a karşı savaştığına dair resmi vaadinin aksine, savaşa, Fransız Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da devam edildi. Fransız illeri olan Alsas ve Loren Almanya tarafından ilhak edildi. Savaş, haksız bir fetih savaşına dönüştü. Marx ve Engels ve Alman Sosyal Demokrasisi bu durumda kararlı bir şekilde savaşa karşı çıktılar. Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Merkez Komisyonu 5. Ekim 1870’de bir manifesto yayınladı. Orada şu açıklama yapılmaktaydı:
“Alman işçi sınıfının adına konuştuğumuzun bilincinde olarak, Alsas-Loren’in ilhak edilmesini protesto ediyoruz..”
Böylelikle, savaşın karakteri değiştiği için, Alman işçilerinin savaş karşısında aldıkları tutum da birkaç hafta içinde tümden değişmiş oldu. Demek oluyor ki, işçi sınıfının tutumu açısından savaşın karakteri sorunu tayin edici bir önem taşımaktadır. Marksistler açısından genel, tüm zamanlar için geçerli bir tutum olamayacağı gibi, tüm savaşların mutlak olarak reddedilmesi de söz konusu olamaz.

II. 1914/1918 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KARAKTERİ
Marksist, materyalist tarih anlayışı, savaşın nedenini nihai olarak ekonomik koşul ve ilişkilere bağlar. Ekonomik gelişmeyle savaşlar arasındaki bağıntının görülmesi, kapitalizm çağında ve özellikle de onun en yüksek aşaması olan emperyalizm çağında zor olmasa gerek. Emperyalizm, mali sermayeli büyük tekellerin, kartellerin, konsernlerin, tröstlerin vb. egemenliğiyle karakterize olmaktadır. Bu tekeller, sadece iç pazarı değil, hükmetmek amacıyla dünyayı da kendi aralarında paylaşıyorlar. Basit meta ihracından giderek daha çok sermaye ihracına geçiyorlar, bu yolla adeta soğurgan kollarıyla dünyayı kucaklıyorlar. Tekeller her yerde egemenlik peşinde koşuyorlar. Bu egemenlik, ancak “nüfuz alanı”na ilgili emperyalist devletin askerinin ayak basmasıyla sağlama alınmış oluyor. Bu nedenledir ki, 19. yüzyılın sonunda, emperyalist dönemin oluşmasını, dünyanın emperyalist büyük güçler arasında çok hızlı bir paylaşımı öncelemiştir. Lenin bu paylaşımla ilgili şu ilginç rakamları aktarmıştır:
Sömürgeci Avrupa Devletlerine ve ABD’ye ait toprakların yüzde oranları
Ülkeler            1876            1900            Fark
Afrika              10,8             90,4            + 79,6Polinezya         56,8             98,9            + 42,1Asya                 51,5             56,6            +  5,1Avustralya      100,0           100,0              —Amerika            27,5             27,2           –   0,3
(Lenin, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Neuer Weg 1945, sf. 67)
Görüldüğü gibi, söz konusu 25 yıl içerisinde Afrika ve Polinezya paylaşılmıştır. Asya ve Amerika’da sahipsiz ülkeler olmadığından, yani devletsiz herhangi bir ülke bulunmadığından, bu durumdan çıkan sonuç, dünyanın paylaşılmasının 20. yüzyılın başlangıcında nihai olarak tamamlanmış olduğudur. Kuşkusuz, bu paylaşım, ancak emperyalist büyük devletler arasındaki o zamanki güçler dengesine göre gerçekleşebilirdi. Başka bir deyişle, o zamanın (ekonomik ve askeri bakımdan) en güçlü büyük devletleri olan İngiltere ve Fransa bu paylaşımda aslan payını alırken, nispeten daha zayıf olan ülkelere, özellikle de Almanya’ya daha küçük bir pay düşmekteydi.
Bununla birlikte, kapitalizm, tek tek ülkelerde oldukça eşitsiz gelişmektedir. Kapitalist gelişme yoluna sonradan giren genç ülkeler, gelişmelerine, yaşlı kapitalist ülkelerin daha yeni ulaşmış oldukları teknik bir düzeyden başlamaktalar; yani genç ülkeler nispeten daha elverişli koşullarda gelişmeye başlamakta, ve başka koşulların da uygun olması durumunda, çok daha hızlı bir gelişme temposunu yakalamaktadırlar. Gelişmedeki bu eşitsizlik, kapitalizmin emperyalist aşamasında çok daha fazla artmaktadır. Genç emperyalist ülkeler yaşlı olanlara hızla yetişmekte ve onları sollamaktadır. Almanya ve İngiltere örneğinde bu olgu çok net görülmektedir. Aşağıdaki rakamlar, Almanya’nın bir çeyrek yüzyıl içinde en önemli üretim kollarında İngiltere’ye nasıl yetiştiğini, dahası onu geçip nasıl çok arkalarda bıraktığını gösteriyor.
Milyon ton olarak üretim
İngiltere    Almanya
1887’de taş kömürü    164,7     76,3
1913’de taş kömürü    220,0    287,0
1887’de çelik      3,7       1,2
1913’de çelik      7,8     18,3
Diğer sınai kollarında da gözlemlenen gelişmedeki bu eşitsizlik, büyük güçler arasındaki dengeyi tamamıyla bozdu. Dünyanın paylaşımı ise, eski güçler dengesine göre gerçekleşmişti. Alman emperyalizmi kendisini mağdur görüp dünyanın yeniden paylaşılması talebini kesin bir biçimde gündeme getirirken, İngiliz emperyalizmi statükonun korunmasından yana bir tutum almaktaydı. Bu durum, Alman emperyalizminin Birinci Dünya Savaşı öncesinde en saldırgan güç olmasına ve söz konusu çelişkinin tek olanaklı çözümü olarak savaşa doğru dümeni tereddütsüzce kırmasına yol açmıştır. 1914 öncesinde karada ve denizde silahlanma yarışının temposunu belirleyen ve kesintisiz tehditleriyle dünya savaşı tehlikesini büyüten Almanya idi.
Hiç şüphesiz, güçler dengesi, sadece Almanya ile İngiltere arasında değil, tüm dünyada bozuldu. Zira, eşitsiz gelişme yasası bütün emperyalist ülkeleri etkilemektedir. Fakat Almanya ile İngiltere arasında çok daha kaba bir şekilde etkisini gösterdi. Öyle ki, Alman-İngiliz karşıtlığı, Birinci Dünya Savaşı’nda kendisini ortaya koyan ana karşıtlıktı.
İşte savaşlara yol açan, emperyalist kapitalizmin bu ekonomik gelişmesidir.
“Sorun şudur: kapitalist ülkelerin gelişmesindeki eşitsizlik süreç içinde genellikle, kapitalizmin dünya sistemindeki dengesinin sert bir biçimde bozulmasına yol açar. Bu arada, hammadde ve pazar bakımından yetersiz bırakıldığını düşünen kapitalist ülkeler grubu, genellikle, durumu değiştirmeye ve ‘nüfuz alanları’nı silah zoruyla kendi lehine yeniden paylaşmaya dönük girişimlerde bulunur. Bunun sonucu olarak, kapitalist dünyanın iki düşman kampa bölünmesi ve bu kamplar arası savaş gerçekleşir.” (J. Stalin, “9 Şubat 1946’da Moskova Stalin-Seçim Bölgesi seçmenlerinin seçim toplantısındaki konuşma”)
Gerek Birinci ve gerekse İkinci Dünya Savaşı bu şekilde oluştu. Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı’nı –Hitler Savaşı’nı–, Birinci Dünya Savaşı’nın bir kopyası olarak değerlendirmek yine de yanlış olacaktır.
Karakteri itibariyle, Birinci Dünya Savaşı “klasik” bir emperyalist savaştı; yani bu savaş her iki taraf açısından haksız bir savaş, bir fetih savaşıydı. Her ne kadar Alman emperyalizmi, ittifak kurduğu ülkelerle birlikte, 1914’de özel bir saldırganlık rolüyle göze batıyorduysa da, karşısındaki müttefik devletler de salt ganimetlerini korumakla sınırlı bir mücadele vermiyorlardı, tersine yeni yağmalar peşindeydiler. İngiltere, savaş yoluyla Alman rakibini yere sermek ve onun nüfuz alanlarını ele geçirmek istiyordu. Fransa Saar ve Ruhr bölgelerini fethetmek isterken, Rusya Türkiye’yi parçalayıp Çanakkale’yi ele geçirme düşleri kuruyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan her iki tarafta da emperyalist çıkarlar esas ölçüttü ve bunlar savaşın karakterini de belirlemekteydiler.
Elbette bu, Birinci Dünya Savaşı’nda başka, örneğin ulusal unsurların da bulunmadığı demek değildir. Lenin haklı olarak, Marksist diyalektiğin gerek doğada ve gerekse toplumda “saf” görüngülerin olmadığını belirten öğretisine dikkat çeker. Nitekim, ne “saf” bir kapitalizm vardır (hâlâ bir önceki üretim tarzının kalıntısı olarak köylüler ve el zanaatçıları vardır), ne de “saf” bir emperyalizm bulunmaktadır (tekellerin yanı sıra tekelci olmayan kapitalist işletmeler de vardır). Aynı şekilde “saf” bir emperyalist savaş da yoktur. Birinci Dünya Savaşı’nda da “ulusal bir unsur”, yani bir ulusal kurtuluş savaşı unsuru bulunmaktaydı. Bunun üzerine Lenin 1915’te şunları yazmaktaydı:
“Şimdiki savaştaki ulusal unsur sadece Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşıyla temsil edilmektedir. Sadece Sırbistan’da, Sırpların arasında, uzun yıllardan beri varolan ve milyonlarca ‘ulusal kitleyi’ kapsayan bir ulusal bağımsızlık hareketiyle yüz yüzeyiz. Bu hareketin ‘devamı’, Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşında ifadesini bulmaktadır. Bu savaş yalıtılmış olsaydı, yani bu savaş Avrupa’daki savaşın bütünüyle, İngiltere’nin, Rusya’nın vb.’nin kâr ve talan amaçlarıyla ilintilenmemiş olsaydı, o zaman bütün sosyalistler Sırp burjuvazisine başarı dilemekle yükümlü olurlardı – bu sonuç, şimdiki savaşın ulusal momentinden çıkartılması mutlak gerekli olan tek doğru sonuçtur.”
(Lenin, “Seçme Eserler”, Cilt 5, sf. 193, Alm. baskısı)
Ancak, Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşı bütünden kopuk değildi, dünya savaşı bütününün bir parçasıydı, ve bu nedenle de ulusal unsur, savaşın karakterini değiştiremeyen tali bir momentti. Savaş haksızdı, her iki taraftan da emperyalist bir savaştı, ve bu nedenle savaşta yer alan ülkelerin işçi sınıfının görevi de aynıydı: Anayurdu savunma değil, tersine, II. Enternasyonal’in Basel Kararları’nda belirlenmiş olduğu gibi, savaşın krizini kapitalist sınıf egemenliğini yıkmanın bir aracına dönüştürebilmek için kendi emperyalist burjuvazisine karşı mücadele.

III. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ GELİŞMELER
Gelecekteki tarihçiler, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihini kesin belirlemek istediklerinde işleri pek kolay olmayacak. Nitekim, savaşın başlangıcı olarak 1 Eylül 1939’u, yani Hitler’in Polonya’ya saldırdığı ve İngiltere ve Fransa’nın savaş ilan ettikleri tarihi almak oldukça keyfidir. Hatırlanacağı gibi, bunun öncesinde, Avusturya ve Çekoslovakya zorla ilhak edilmişti. Fakat bu olaylar da savaşın başlangıcı olarak görülemez. Bu bakımdan, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak, Alman faşizminin 1933’teki zaferini esas almak daha mantıklıdır. Zira, Almanya’da terörist diktatörlüğün kurulmasıyla, mali sermayenin emperyalist ve şovenist unsurları iktidara getirildiler. Bu olay, Alman emperyalizminin artık hızla savaşa doğru yol alma niyetini taşıdığının bir ifadesiydi. Mali sermaye tarafından Hitler’e verilen esas tarihsel görev, savaşın hazırlanması ve gerçekleştirilmesiydi. Hitler hükümetinin savaşa dönük olmayan hiçbir adımı yoktu. Faşizmin Almanya’daki zaferi yalnızca dünyadaki tüm faşist unsurları güçlendirmedi, giderek etkileri artan saldırgan unsurları da her yerde su yüzüne çıkardı. Bunlar, savaşı, sistematik olarak hazırladılar ve adım adım başlattılar. İkinci Dünya Savaşı’na varan yolda en önemli aşamalar şunlardır:
–    1935’de faşist İtalya Habeşistan’a saldırır ve ilhak eder;
–    1936’da Almanya ve İtalya İspanya’daki müdahalelerine başlarlar;
–    1937’de Japonya, Merkez Çin’e girer ve Peking, Tientsin ve Şanghay’ı işgal eder;
–    1938 başında Almanya Avusturya’yı ilhak eder;
–    1938 sonbaharında Almanya, Südet bölgesini ele geçirir;
–    1938 sonunda Japonya, Kanton’u işgal eder;
–    1939 başında Japonya, Hainan adasını ele geçirir;
–    1939 Martı’nda Almanya, Bohemya ve Moravya’yı ele geçirir ve Çekoslovakya’yı işgal eder;
–    1939 Martı’nda Almanya, Memel’i işgal eder.
Bütün bunlar, Eylül 1939’da netice itibariyle İkinci Dünya Savaşı’nı patlatan Alman-Polonya savaşının başlamasından önce cereyan eden olaylardır. Bu nedenle, Stalin Mart 1939’da, SBKP’nin 18. Kongresi’ne sunduğu raporda şunu tespit etmekteydi:
“Halkların arasına fark edilmeksizin sızan savaş, böylelikle 500 milyondan fazla insanı etkisi altına almaktaydı; savaş, kapsadığı alanın çapını devasa büyüttü: Tientsin, Şanghay ve Kanton’dan Habeşistan üzerinden Cebelitarık’a kadar… Yeni emperyalist savaş bir gerçeklik oldu.”
Demek ki, İkinci Dünya Savaşı, faşist saldırganların emperyalist savaşı olarak başladı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı, hiçbir şekilde ‘klasik’ bir emperyalist savaş değildi, tersine, bu savaş faşist-emperyalist güçlerin tek taraflı bir yağma savaşıydı. Yukarıda aktarılan her bir aşamayı İkinci Dünya Savaşı’nın 1939’da patlak verişine kadar tahlil ettiğimizde, karşımıza sürekli aynı olgu çıkmaktadır: küçük ve zayıf halklar, çok güçlü faşist saldırganların saldırısına ve tecavüzüne uğramaktadır. Fakat halklar, çok cüzi istisnalar dışında, bu tecavüze boyun eğmemekte, aksine ulusal özgürlük ve bağımsızlıkları için bir ölüm-kalım mücadelesini başlatmaktadırlar. Bu durumda, Habeşistan, Çin veya İspanyol halkının savunma savaşını emperyalist bir savaş olarak nitelemek çok abes olurdu hiç şüphesiz. Bu halklar, ulusal bağımsızlık ve özgürlüklerini hiçe sayanlara karşı haklı bir kurtuluş savaşı vermişlerdir.
Görülebileceği gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın karakteri, savaşın habercisi sayılabilecek olaylardan başlamak üzere, Birinci Dünya Savaşı’nın karakterinden açık farklılıklar göstermekteydi. İkinci Dünya Savaşı; faşist saldırganlar tarafında haksız bir fetih savaşıydı; saldırıya uğrayan halklar tarafında ise, haklı bir ulusal kurtuluş savaşıydı.

IV. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KARAKTERİ
İkinci Dünya Savaşı’nın bu karakteri, işte, iki önde gelen emperyalist gücün –İngiltere ve Fransa’nın–,  1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldıran Almanya’ya savaş ilan etmesiyle birlikte bulanıklaşmıştır. Bu durum savaşın karakterini şu bakımdan değiştirmekteydi: artık o zamana kadar olduğu gibi, sadece faşist saldırganlar zayıf halklara saldırmıyorlardı, aynı zamanda emperyalist büyük güçler de savaşa dahil olmaktaydılar. Açıktır ki, hiç kimse 1939’da İngiltere veya Fransa’nın emperyalist karakterini inkar etmeyi düşünmeyecektir. Aynı şekilde, İngiltere ve Fransa’daki bazı gerici çevrelerin, Almanya’ya karşı savaşa evet derken emperyalist amaçlardan hareket ettikleri de hiçbir şekilde reddedilmeyecektir.
Bununla birlikte, burada da Marksistin görevi, esas olanla esas olmayanı, ana sorunla ana sorun olmayanı birbirinden ayırdetmektir. Bilindiği gibi, savaş teorisyeni Clausewitz şunu söylemiştir: “Savaş, politikanın başka araçlarla devam ettirilmesidir.” Bu, özellikle son savaş için geçerlidir. Faşist ülkelerin politikaları, esaslı bir biçimde demokratik ülkelerin (demokratik emperyalist ülkeler de dahil) politikalarından ayrışmaktaydı. Faşizm, açık bir terörist diktatörlüktü. Faşizm, faşist örgütler için tam bir egemenlik talep etmekteydi ve bunu yaşama da geçirdi. Burjuva demokratik özgürlüklerin son kalıntıları yok edildi, hak ve hukuk ayaklar altına alındı. Acımasız bir SS ve Gestapo terörü hakimdi, özgürlükçü veya barışçı düşüncelere sahip insanlar hapse atıldı ve katledildi, kültür değerleri anlamsızca imha edildi. Her şey üniformalaştırıldı, tek düzeleştirildi, yalnızca faşist düşünceye izin verildi.
İkinci Dünya Savaşı, tüm hatlarında bu faşist politikanın damgasını taşımaktaydı, kelimenin tam anlamıyla faşist politikanın savaş aracılığıyla sürdürülmesiydi. Faşizmin tam egemenlik talebi, dünya egemenliği talebi olarak ortaya çıkmaktaydı. Bu dünya egemenliği talebi saçma ırk teorisinde ideolojik ifadesini bulmaktaydı. Alman faşizmi yalnızca dünyanın yeniden paylaşımı için değil, tersine dünyanın Alman emperyalizminin egemenliği altına girmesi için savaşmaktaydı. Alman emperyalistlerin böbürlenerek sözünü ettikleri “egemen aryen ırkı”nın hedefi, diğer sözüm ona aşağı ırk ve halkları kendi boyunduruğu altına almak ve onları kendi köleleri yapmaktı. Alman faşistleri, bu çerçevede, açıkça bazı halkların (Yahudiler, Polonyalılar vd.) fiziki imhasından söz etmekteydiler. Böylelikle faşist savaş, yalnızca başka büyük emperyalist güçlerin dünya egemenliği pozisyonlarına yönelik bir tehditten ibaret değildi, aynı zamanda diğer halkları da, dahası tek tek ulusal varlığı itibariyle geriye kalan tüm dünyayı tehdit etmekteydi.
Savaşın sürdürülüş tarzı, faşizmin bu özel hedefine uygun düşmekteydi. Kuşkusuz, savaşlar her zaman korkunçtur, her zaman ölüm ve yıkımı beraberinde getirmektedirler. Fakat yakın tarihte hiçbir savaş, faşist orduların son savaşında olduğu kadar anlamsız bir vahşet ve imha hırsıyla sürdürülmemiştir.
Savaşın bütün hukuksal kurallarının faşist saldırganlar tarafından hiçe sayılması, SS ve Gestapo’nun cinayetleri, rehine ve esirlerin (sadece savaş esirlerinin değil, sivil esirlerin de) kitlesel olarak katledilmesi, Auschwitz ve Buchenwald’da olduğu gibi, kitle katliamı amacıyla en modern sınai tesisleriyle donatılmış özel toplama kamplarının inşa edilmesi, ekonomik ve kültür değerlerinin hiçbir savaş zorunluluğundan kaynaklanmaksızın anlamsızca yok edilmesi – işte bütün bunlar, son dünya savaşını birincisinden temelden ayırdeden karakteristik özelliklerdir. Buraya bir de, 20. yüzyılın ortasında Avrupa’da köleliğin yeniden tesis edilmesinden başka bir anlama gelmeyen, Hitler’in, sözüm ona “Avrupa’nın yeniden düzenlenmesi” girişimini eklemek gerekir. Denilebilir ki, bu olguların birçoğu nüve halinde Birinci Dünya Savaşı’nda da mevcuttu, aynı şekilde, faşist egemenlik yöntemleri de daha önceleri nüve halinde vardı. Ama bununla birlikte, savaş tarzındaki bu tipik faşist yöntemler, İkinci Dünya Savaşı’nda o kadar genel ve yaygındı ki, burada, ister istemez, savaşın başka ve farklı bir karakterinden söz etmemiz gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı faşist saldırganlar cephesinde baştan itibaren, özgürlük sevgisini bağrında taşıyan halkları köleleştirmeyi amaçlayan haksız bir yağma savaşıydı. Halklar bu bakımdan ulusal varlıklarıyla birlikte tehdit altındaydı.
Bu durum, birinci emperyalist savaşta karşılaşmadığımız diğer bir yeni olguyu son savaşta ortaya çıkarmaktaydı: faşist saldırganlara karşı ortaya çıkan ve fiiliyatta faşizm tarafından boyunduruk altına alınan halkları topluca kapsayan aktif direniş hareketi. Birinci Dünya Savaşı’nda da cephe gerisinde tek tük direniş hareketleri vardı, ancak bunlar istisnaydı. Bu bakımdan Birinci Dünya Savaşı’nın cephe gerisi genelde sakindi. İkinci Dünya Savaşı’nda ise, tam tersi bir durumla yüz yüzeyiz: faşist orduların işgal ettiği tüm ülkelerde, işgalcilere karşı tüm halkın katıldığı çetin ve şiddetli bir direniş mücadelesi patlak verdi. Bu direniş Yugoslavya’da güçlü bir partizan ordusunun kurulmasına ve Alman tümenlerini bağlamada zaman zaman İngiliz ordularının Afrika’da bağladığından daha çok tümeni bağlayan askeri eylemlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu partizan savaşı, bu direniş hareketi doğmuştur, çünkü ezilen halklar ulusal varlıklarını tehlikede görmüş ve bunun üzerine özgürlük ve bağımsızlık savaşını başlatmışlardır. Faşist işgalcilere karşı bu direniş hareketi, birinde daha güçlü birinde daha zayıf biçimlerde olmak üzere, işgale uğramış tüm ülkelerde gelişmiştir: Polonya’da, Çekoslovakya’da, Danimarka’da, Norveç, Hollanda, Belçika, Fransa, Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’da. Bu direniş hareketi, faşizme karşı genel mücadelenin asla tali bir yönü değildi, tersine temel bir parçasıydı. Şüphesiz hiç kimsenin aklına bu direniş hareketini, örneğin Yugoslav partizanlarının mücadelesini, emperyalist bir savaş olarak nitelemek gelmeyecektir. Faşizm tarafından tehdit edilen halkların ulusal kurtuluş savaşı, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmasından önce de, son dünya savaşının temel bir karakteristik özelliğiydi. Stalin de, belirtilen seçim konuşmasında, faşist saldırganların açıkladığımız savaş hedeflerine işaret ederken bu gerçeğin altını çizer:
“Bunun karşısında, mihver devletlere karşı gelişen İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak, başından itibaren bir anti-faşist, kurtuluş savaşı karakterini almıştır; bu arada bu savaşın görevlerinden birisi de demokratik özgürlüklerin yeniden tesis edilmesiydi.” (J. Stalin, “9 Şubat 1946’da Moskova Stalin-seçim bölgesi seçmenlerinin seçim toplantısındaki konuşma”, SWA-Verlag, Berlin, sf. 6)
Bu amaç için, yani demokratik özgürlüklerin yeniden elde edilmesi ve faşizmin yıkılması için, boyunduruk altındaki halklar ve İngiltere’nin orduları (şu veya bu muhafazakar İngiliz devlet adamının öznel amaçlarından bağımsız olarak), Sovyetler Birliği’ne saldırılmasından önce de savaşıyorlardı. Hitler’e ve onun uydularına karşı savaşın nesnel karakteri, bu savaşın haklı, anti-faşist bir kurtuluş savaşı olmasıydı.
Başka bir deyişle, her ne kadar ilk büyük sosyalist gücün savunma savaşına girişmesi gibi yeni bir moment işin içine girmişse de, Sovyetler Birliği’ne saldırı savaşın karakterini değiştirmemiştir. Savaşı her iki taraf bakımından “klasik” bir emperyalist savaş olarak görmek ne kadar yanlışsa, aynı şekilde, Sovyetler Birliği’nin katılmasıyla birlikte, savaşa yeni bir karakter, kapitalizme karşı sosyalist bir savaş karakteri atfetmek de o kadar yanlıştır. Sovyetler Birliği ulusal özgürlük ve bağımsızlığını savunmak ve muhafaza etmek için Hitler’e karşı bir anavatan savaşı vermekteydi. Sovyetler, bu savaşı, aralarında en büyük emperyalist güçlerin (İngiltere ve ABD’nin) de bulunduğu, özgürlükten yana tüm halklarla birlikte yürüttü. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nin savaşa katılması savaşın karakterini değiştirmedi, sadece savaşın anti-faşist ve kurtuluş savaşı karakterini daha da pekiştirdi. Stalin sözü edilen konuşmada bunu çok açık bir şekilde vurgulamıştır. Diyordu ki:
“Sovyetler Birliği’nin mihver devletlerine karşı savaşa katılışı, İkinci Dünya Savaşı’nın anti-faşist kurtuluş savaşı karakterini sadece güçlendirebilirdi ve nitekim gerçekten de güçlendirmiştir.”
Hiç şüphesiz, Sovyetler Birliği’nin savaşa katılması savaşın kurtuluş savaşı karakterini çok önemli ölçüde güçlendirmiştir. Kızıl Ordu’nun Sovyet-Alman savaşının ilk döneminde, yani Hitler’in askeri kuvveti henüz kırılmamışken gösterdiği kahramanca direniş, boyunduruk altındaki halkların umut ve özgüvenlerini oldukça artırdı. İşgal edilen bütün ülkelerdeki direniş hareketinde belirli bir artış ve canlanma kendisini hissettirdi. İşgal edilmiş Sovyet topraklarındaki kapsamlı partizan hareketini de buraya dahil etmek gerekir. Bu hareket de, bütün ülkelerdeki direniş hareketleri üzerinde şevk verici bir rol oynamıştır. 
Bu etkide, Stalin’in Sovyet-Alman savaşının hemen başında yaptığı açıklama da özel bir rol oynadı. Stalin bu açıklamasında, Sovyetler Birliği’nin savaşta sadece kendisini savunmakla yetinmeyeceğini, tersine hedeflerinin aynı zamanda faşizmin zulmü altında inleyen halklara özgürlük mücadelelerinde destek vermek olduğunu vurgulamıştır. 3 Temmuz 1941 tarihindeki radyo konuşmasında şunları söyler:
“Faşist zalimlere karşı anavatanı savunmak için verilen bu halk savaşının amacı, sadece ülkemizin üzerindeki tehlikeyi ortadan kaldırmak değil, aynı zamanda Alman faşizminin boyunduruğu altında inleyen Avrupa’nın bütün halklarına da yardım etmektir.” (J. Stalin, “Sovyetler Birliği’nin Büyük Anavatan Savaşı”, Almanya’daki Sovyet Askeri İdaresi Yayınevi, Berlin 1945, sf. 10)
Ana katılımcıları Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere’nin olan Anti-Hitler Koalisyonu, savaşın anti-faşist karakteri temelinde meydana geldi. Bilindiği gibi, bu koalisyonda çok farklı toplumsal koşullara ve çok farklı politik yapıya sahip ülkeler bir araya gelmiştir. Bu koalisyonda, iki en büyük emperyalist gücün, İngiltere ve ABD’nin yanı sıra, sosyalist büyük güç olarak Sovyetler Birliği yer almaktaydı. Bu bileşimi nedeniyle koalisyonun yakın zamanda dağılacağını ileri süren sahte peygamberlerin sayısı az değildi. Ve özellikle de Nazi propagandası, Anti-Hitler Koalisyonu’nda yer alan büyük güçlerin farklı karakterlerine işaret ederek, bu koalisyonun yakında iflas edeceğini bıkmaksızın duyurup durdu. Gel gelelim, iflas edenler Naziler oldu; Anti-Hitler Koalisyonu ise önüne koyduğu hedefe, faşist saldırganların boyunlarının kırılması hedefine ulaştı; üstelik bu koalisyon, bütün görüş ayrılıklarına karşın, savaş sonrasında geçirdiğimiz birinci yılda da canlılığını kanıtladı. Tarihte görülen bu en güçlü koalisyonun temelini ise, son dünya savaşının tam da belirtilen anti-faşist ve kurtuluş savaşı karakteri oluşturmaktaydı.
Hiç şüphesiz, bu savaşta da başka, emperyalist unsurlar bulunmaktaydı. 1914/1918 savaşı ne kadar “saf” bir emperyalist savaş idiyse, son dünya savaşı da o kadar “saf” bir anti-faşist kurtuluş savaşıydı. Gerek Fransa’da ve gerekse İngiltere ve ABD’de bütünüyle emperyalist amaçlarla savaşa katılan belli başlı gerici çevreler vardı. Özellikle savaşın öncesinde, Münih Konferansı’na kadar cereyan eden olaylar bunu kanıtlamaktadır. O dönemde Fransa ve İngiltere’de iktidarda olan gerici politikacılar, bu süreçte bilinçli olarak faşist saldırganları teşvik ediyorlardı. Zira, Hitler’in savaş makinasını sadece ve sadece Sovyetler Birliği’ne karşı harekete geçirebileceklerini umuyorlardı. Bunların İspanya iç savaşında izledikleri karışmama politikası, Franco ve onun faşist patronlarına verilen dolaysız bir destekti. Çekoslovakya’yı faşist çakallara yem olarak verdikleri Münih’te Hitler ve Mussolini önünde teslim olmaları, faşist yırtıcı hayvanın ne denli açgözlü olduğunu aslında onlara da göstermeye başlamıştı. Sonuçta, faşizmin herkesi, onların kendi halklarını da ölümle tehdit ettiğini anlamak zorunda kaldılar. Nitekim bu halklar, faşizm yanlısı politikanın ulusal yıkım politikası olduğunu anlamak durumundaydılar. Fransız halkı bunun için çok ağır bir bedel ödedi. İngiltere’de Winston Churchill gibi kaşarlanmış gerici ve emperyalist bir politikacı, anti-faşist mücadelenin başına geçmek ve İngiliz dünya imparatorluğunun devasa güçlerini bu mücadele için seferber etmek zorunda kaldı. Burada, Churchill’in bunu yaparken, geçtiğimiz günlerde Fulton’daki bilinen konuşmasında Anglosakson ırkının egemenliğine ilişkin dile getirdiği aynı gerici emperyalist düşüncelerden mi hareket ettiği sorusunun hiçbir önemi yoktur. O, savaş esnasında, İngiltere’de, nesnel olarak Hitler’e karşı anti-faşist mücadelenin bayrağını taşımaktaydı. Yine kuşkusuz, ABD’nin savaşa katılmasının ardından Birleşik Devletler’de de, saf emperyalist bir politika izleyen ve buna rağmen Sovyetler Birliği’nin desteklenmesinden yana olan çevreler vardı. Sovyetler Birliği’nin direniş gücü Amerika’da (başka yerlerde de) genel olarak desteklenmekteydi. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Stettinius bir zamanlar şunu yazmıştı:
“Rusya’daki savaşın 1 Ağustos 1941’e kadar sona ereceğine dair lafların sarf edildiği birçok tartışmayı hatırlarım.”
Amerikan emperyalistleri arasında bazıları, bu savaşla birlikte, sadece Hitler Almanya’sının değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin de yok olacağını ve böylelikle onun büyük ve zengin topraklarının Amerikan emperyalizminin kucağına düşeceğini hesaplamış olabilir. Fakat Sovyetler Birliği’ni tanımamaya dayanan bütün bu öznel gaye ve hesaplar, savaşın karakterini belirleyemez. Bunlar ikincil, tali unsurlardır. Nesnel olarak ise, Hitler’e karşı mücadele eden ülkeler bu savaşı İngiliz-Sovyet-Amerikan Koalisyonu’nun eylem programı temelinde sürdürmekteydiler. Bu program, Ekim Devrimi’nin 25. yıldönümü dolayısıyla 6. Kasım 1942’de yaptığı konuşmada Stalin tarafından şöyle özetlenmiştir:
“İngiliz-Sovyet-Amerikan Koalisyonu’nun eylem programı ise şöyledir: Belirli bir ırkın üstünlüğünün ortadan kaldırılması; ulusların eşitliği ve topraklarının dokunulmazlığı; boyunduruk altına alınmış ulusların kurtarılması ve egemenlik haklarının yeniden tesisi; her ulusun kendi kaderini tayin hakkı; zarara uğramış uluslara ekonomik yardım ve maddi refaha ulaşmaları için destek; demokratik özgürlüklerin yeniden sağlanması; Hitler rejiminin yok edilmesi.” (J. Stalin, agy, sf. 55)
Bu noktaların hiçbiri emperyalist bir talep içermemektedir. Aksine, son savaşın özel karakterine işaret etmektedirler. Bu savaş; faşist saldırganlara karşı verilen bir savaş olarak, ne haksız ne de emperyalist bir savaştı; tersine haklı ve anti-faşist bir kurtuluş savaşıydı.
Marksistlerin savaş karşısındaki tutumları da bu gerçeğe dayanmaktaydı. Faşist ülkelerdeki işçiler, tüm ilerici demokratik güçlerle ortaklaşa faşist rejime karşı mücadeleyi kesintisiz sürdürürlerken, faşizm tarafından tehdit edilen ülkelerdeki Marksist işçiler ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçtiler. Komünistler ve sosyalistler direniş hareketinin en aktif savaşçıları oldular. İngiltere ve ABD gibi faşizm tarafından işgal edilmeyen büyük ülkelerdeki Marksist işçi çevreleri, Hitler Almanyası’na karşı mücadeleye aktif destek verdiler ve böylelikle faşizm üzerinde zafer kazanılmasında katkı sundular. Başka bir deyişle, savaşın değişen karakteri böylece işçi hareketinin değişen bir taktiğini beraberinde getirmiştir.
İlerici halkların mücadele hedefine ulaşılmış, faşist saldırganlar teslim olmak zorunda kalmışlardır. Ancak, görev henüz bitmemiştir. Faşizm dünya çapında çok derin bir yenilgi almış, ama kökü henüz tam kazınmamıştır. İleri kapitalist ülkelerde hâlâ kuvvetli faşist güçler bulunmaktadır (hatta İspanya’da faşizm daha iktidardır). Almanya’da da hâlâ üzerlerine gidilmedikçe umutlanan faşist unsurlar bulunmaktadır. Savaş, politikanın başka araçlarla devam ettirilmesiyse, savaştan sonraki politika da, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bu demektir ki, savaş esnasında ilan edilen hedefler artık gerçekleştirilmelidir. Faşizmin yenilgisinden sonra tüm ilerici demokratik güçlerin görevi; yere serilen faşist düşmanı nihai olarak ortadan kaldırmak, faşizmi kamu yaşamının tüm alanlarında temelden yok etmektir. Ancak; hâlâ mevcut olan ve faşizm hastalığını saçan yuvalar her yerde tümden tasfiye edildiğinde, her yerde kamusal kurumlar, ekonomi ve kültürel yaşam bütün faşist unsur ve etkilerden temizlendiğinde; işte ancak o zaman, insanlığın son savaşta yaptığı büyük ve sonsuz fedakarlıklar boşuna yapılmış olmayacaktır. Ancak o zaman hedefe, demokrasi ve barışa, gerçekten ulaşılmış olacaktır.

Din, misyonerlik ve emperyalizm

Emperyalizm uzunca süredir bir dünya sistemi haline gelmiş bulunmaktadır. Emperyalist egemenlik sistemi, diğer tüm ilişkileri kendisine bağlamakta, onları kendi hizmetine almaktadır. Kapitalist ilişkileri kendisine kılavuz edinen ideoloji, politika, kültür, sanat, spor vb. tüm etkinlikler sonuçta gelip emperyalizme ve onun çıkarlarına bağlanmakta, emperyalist dev tekellere hizmet etmek üzere şekillendirilmektedir. Burada şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalıdır: Din ile emperyalizm arasında bir ilişki var mıdır? Eğer varsa, bu nasıl bir ilişkidir ve din mevcut burjuva toplumunun en küçük hücrelerine kadar sızmış, sermaye çıkarları temelinde şekillenmiş bu bağımlılık ilişkilerinin dışında kalabilir mi? Emperyalizm döneminde dinin emperyalist egemenlik ilişkilerinin dışında kalmadığını, onun tarafından kullanıldığını olay ve olgular açıkça gösteriyor.
Dinin dünyanın en eski ideolojisi olduğu sık sık dile getirilir. Buradan yola çıkılarak, tarihi binlerce yıla dayanan dinin, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başı diyebileceğimiz bir tarihte şekillenmeye başlayan emperyalist ilişkilerin egemenliği altına girmeyeceği ileri sürülebilmektedir. Oysa toplumların tarihi, ilkel komünal toplum dışta tutulacak olursa, aslında sınıflı toplumların ve onların sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bazı dinler, başlangıçta, alt sınıfların ideolojisi ve isyanı olarak -Hıristiyanlık gibi- ortaya çıksa da, giderek üst sınıfların onların yararını keşfetmesiyle, kurulu düzenin resmi dini haline gelmişler, toplumlar değişse de, onlar “tepe”deki yerlerini sürekli korumuşlardır. Böylece, din, sömürücülerin ellerinde, sömürülenleri avutmanın, uyutmanın bir aracı olarak sürekli kullanıldı ve kullanılıyor. ”Dinin ezilenlerin afyonu” olması da, bu ilişkiyi tanımlayan en özlü ifadedir.
İlkel dinleri bir yana bırakacak olursak, büyük dinlerin izlediği yol hep böyle olmuştur. Örneğin Hıristiyanlık açısından durum şudur: Hıristiyanlığın başlangıçta alt sınıfların isyanı ve sesini duyurmak için ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı genel olarak kabul edilmektedir. Bu din, milattan sonra 4. yüzyılda resmi din olarak kabul edildikten sonra, köleci Roma’da köle sahiplerinin, karanlık ortaçağlarda aristokrasi ve krallıkların, kapitalizmin egemen olması ile birlikte burjuvazinin –burjuvazi, devrimci döneminde din ve devlet işlerini ayırmış, laisizmi benimsemiştir– hizmetine girmiş, açıkçası tüm bu toplumlara uyum sağlamış; egemen sınıflar da, dinin yararını keşfetmekte gecikmemişlerdir.
Bu durum; dinin dayanıklılığı ve yeni koşullara uyum yeteneğinin olduğu kadar, sınıflı toplumlarda, üst sınıfların, bu ideolojinin –dinin– kitleler üzerindeki etkisini, sınıf egemenliklerini sürdürmelerinin bir aracı olarak kullanmanın faydasını görmelerinin bir sonucudur. Kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüştüğü tarihsel aşamada, din ile egemen üst sınıflar arasındaki ilişkinin tarihte olduğu gibi şekillenmemesinin herhangi bir nedeni bulunuyor mu? Olgular bulunmadığını göstermektedir. ”Emperyalizmin siyasi gericilik” olması, bir yanıyla, tüm geri ilişkileri kullanma ve hizmetine almada kendisini göstermektedir. Emperyalizmin komünizme karşı mücadelesinde Papa ve Kilisenin oynadığı rol sır değildir. Keza ABD emperyalizminin, Sovyetlere karşı, “mücahitler”i, Taliban’ı örgütlediği, Bin ladinlerin bu ilişkilerin çocuğu olarak dünyaya geldikleri de bir sır değildir. Bugün de dine sıkça vurgu yapıldığını, onun, emperyalist çıkarlara hizmet için göreve çağrıldığını görüyoruz. Bugün ”kurtarıcı”, bu işle “görevlendirilmiş kişi”, “görevlendirilmiş devlet” vb. terimleri, özellikle ABD emperyalizmi tarafından sıkça kullanılıyor, kitlelerin en geri duygularına hitap eden emperyalist bir propaganda yürütülüyor.
Gerçekten de kısaca bir bakalım; tarihin hangi döneminde din, bugün olduğu kadar politikanın hizmetine koşulmuştu? Eski çağların rahip krallı devletlerini bir yana bırakırsak, bu soruya duraksamadan verilecek ilk yanıt, her halde Ortaçağ olacaktır. Ancak Ortaçağ’ı bugünden ayıran temel bir özellik bulunuyordu. Bu özellik, kilisenin toplumdaki etkin konumudur. Ortaçağ’da Kilise, iktidar sahibi bir kurumdur. Bu iktidar, sadece inananlar üzerinde cennetin anahtarını elinde tutmaktan kaynaklanan ipotekten ileri gelmez. Aynı zamanda, büyük toprakları elinde bulundurması, feodal toprak sisteminde önemli bir yer tutmasından da ileri gelir. Krallar Papa’nın önünde diz çöker ve onun eliyle taç giyerler. Ta ki kralın hakkı krala, tanrının hakkı tanrıya –Sezar’ın hakkı Sezar’a, tanrının hakkı tanrıya– verilinceye kadar. Bu, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığını, göksel iktidarın dine, bu dünyadaki iktidarın ise krallara verildiğini ifade eder.
Reform ve Rönesans’la başlayan Aydınlanma ve ardından gelen burjuva devrimleri ile devam eden süreç, din ve devlet işlerini birbirinden köklü bir biçimde ayrıştırdı. Burjuvazi, yeni iktidarın sahibi sınıf olarak, alt sınıfların devrim tehdidinden korkarak, dini kendi hizmetine alsa da, tarihsel bir kazınım olarak laisizm, genel olarak egemen oldu. Ancak dinin kurulu düzenin çıkarları için kullanılmasından hiçbir dönemde vazgeçilmedi. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan kapitalist sistem, işçi sınıfına ve ezilen yığınlara bu dünyada verecek fazla bir şeyinin olmadığını itiraf eder gibi, sömürülen ve ezilen yığınları öbür dünyanın ödülleri ile avutmayı, düzenin devamı için hayati önemde gördü. Bu dünyanın kötülüklerine karşı –sömürü, baskı, açlık, yoksulluk vb.– mücadele ve isyan etmemenin ödülü, öbür dünyada rahat ve bolluk içinde bir yaşamdı!
Ancak din, kurulu sermaye düzeninin sadece kendi halkını avutmak* için kullandığı bir araç olmadı. Sömürgecilik ve emperyalizm, dini hizmetine aldı ve diğer ülkelerin halklarını egemenlik altına almaya hizmet eden bir araç olarak kullandı. Bu kullanmanın en etkili yöntemlerinden birisi de misyonerlik faaliyetleri oldu. Misyonerler, ”barbar halkları uygarlaştırmanın, onları eğitmenin” görevlileri olarak, Afrika, Asya, Latin Amerika’ya vb. gönderildiler. Gerçekte misyonerler, dinin değil, sömürgecilik ve emperyalizmin misyonerleri olarak görev yaptılar.
Kısaca da olsa, bu misyonerlik faaliyetlerine değinmek gerekiyor. Misyonerlik üzerine oldukça ünlü bir eski Afrika özdeyişi bulunuyor. Özdeyiş şöyle der: ”Hıristiyanlık Afrika’ya geldiğinde, Afrikalıların toprakları, Hıristiyanların ise İncilleri vardı. Hıristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim topraklarımızı, biz de onların İncillerini almıştık.” Bu özdeyiş durumu oldukça iyi açıklıyor. Ancak bu misyoner ”Hıristiyanların” sömürgecilik ile olan bağları üzerinde biraz durmak gerekiyor. Sömürgeciliğin hizmetindeki Hıristiyan misyonerlerin özellikle Afrika’da yürüttükleri faaliyetler, çarpıcı sonuçlara yol açmıştır. Bu çalışma, neredeyse tüm Afrika toprakları üzerinde sürdürülmüş, buna, koloniler halinde bu topraklara yerleşme eşlik etmiştir. Misyonerler, ”kutsal kitapları” ile, her zaman sömürgeciliğin hizmetinde oldular, bir taraftan sömürgeciliğin açtığı yolda yürürken, diğer tarafta onlar bir yol açmayı başardıkça, sömürgecilik onları izledi. Yani işler, sadece ”kutsal kitabın” ikna gücüne bırakılmadı. Bu ”ikna”, silahların ve orduların gücüyle, oldukça ”dünyevi” bir güce dönüştürüldü.
Bu faaliyetler, misyonerlerin, özünde, soyut bir ”din uğruna” çalışmadıklarının tipik bir örneğidir. Onların Afrika’da ve diğer bölgelerde yürüttükleri bu sömürgeleştirme faaliyetleri, olduğu gibi, emperyalizm tarafında devralındı; ve din, kitlelerin emperyalist soygun ve zulme itaatle boyun eğmesinin bir aracı olarak kullanıldı ve kullanılıyor. Ancak emperyalizm dönemiyle birlikte, dinin yanı sıra, pek çok etkin aracın –emperyalist kültür objeleri vb.– da devreye sokulduğundan söz edilebilir. Örneğin son zamanlarda, tüm dünya, ABD Başkanı Bush’un ağzından inanç ve tanrı ile ilgili sözler duyuyor. Bush, inançsız birinin başkanlık yapamayacağından söz ediyor. Bush, bu sözleri ile, ortalama ABD vatandaşının duygularına sesleniyor, onların, emperyalist dünya politikasının yedek gücü olmasını sağlamak istiyor. Elbette bu gerici tutum, ABD toplumunu etkilemekle sınırlı kalmıyor ve diğer Batı toplumlarının halklarını da etkiliyor, onları emperyalizmin yedeği yapmayı hedefliyor. Bu tutum, emperyalizmin dini kullanmasının en uç noktalarından birisini oluşturuyor ve olayların gelişimi, bu kullanmanın giderek daha fazla yoğunlaşacağını açıkça işaret ediyor.
Ancak emperyalizmin, dinsel olarak, sadece Hıristiyanlığı kullandığını ileri sürmek, eksik ve yanıltıcı bir tabloyu resmetmek, emperyalizm-din ilişkisini görece dar bir alana hapsetmek olacaktır. Emperyalizmin sadece Hıristiyanlığı hizmetine almadığını, İslam dinini de gerici amaçları için kullandığını tarihsel ve politik gerçekler göstermektedir. Hatta rahatlıkla ileri sürülebilir ki, özellikle İslam ülkeleri söz konusu olduğunda, emperyalist merkezler, bu ülkelerdeki emekçi yığınları geri ilişkiler içinde ve bağımlılık altında tutmanın aracı olarak İslam dinini daha fazla kullanmışlardır. Tarikatların, kralların, prenslerin, şeyhlerin desteklenmesi ve korunması, onlar aracılığı ile diğer İslam ülkelerinde yürütülen faaliyetler –petro dolarlar–, bu kullanmanın içinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bugün ”ılımlı İslam”dan bolca söz edilmektedir. Bir dönem önce ise, ”yeşil kuşak” gözde idi. Adlandırmalar değişmiş, ama işin özü değişmemiştir. Bu öz, dinin –burada İslamın– emperyalizm tarafından kullanılmasıdır.
Bu bölümü tarihsel bir örnekle bitirmek yararlı olacak. Tarihe bakıldığında, 19. yüzyılın sonu ve 20 yüzyılın başında, örneğin Pan-İslamizm fikrinin, İslam ülkelerinde ortaya çıkmadığını görmek ilginçtir. Bu akım, özellikle İngiliz sömürgeciliğine ve Ortaasya’da Rus hegemonyasına karşı –sömürgelerin önemli bir kısmı İslam ülkeleri idi– Alman emperyalizmi tarafından geliştirilmiş, oradan İslam ülkelerine, özellikle de, neredeyse yarı-sömürgesi sayılabilecek Osmanlı İmparatorluğuna aktarılmıştır. Amaç, İngiltere’ye karşı bu halkların hoşnutsuzluğunu körüklemek, Osmanlılar üzerinden yeni topraklara ve sömürgelere sahip olmaktı.

MÜSLÜMAN MİSYONERLER!
Misyonerlik çalışmaları, sadece Hıristiyanlar tarafından yapılmıyor. İslam dininde de benzer çalışmalara rastlanmaktadır. Ancak arada bazı ciddi farklılıkların bulunduğu da gözardı edilmemelidir. Bu farklılıkların en belirgini de, Hıristiyanlığın emperyalizme doğrudan hizmeti ve bu arada ”kendi dinine hizmet” iken, bugün İslam’da misyonerlik adına yola çıkanların emperyalizme –özellikle ABD’ye– hizmetleri söz konusudur. Bu bakımdan, örneğin Gülen ”cemaati”nin özellikle ”Türki Cumhuriyet”lerdeki ”eğitim faaliyetleri” oldukça dikkate değerdir. Bu okulları destekleyenler, bunların ”devletin yapamadığını” yaptıklarını ileri sürmektedirler. Buralarda onlarca okul bulunmaktadır ve bunlar, ”resmi müfredat”ın yanı sıra özel bir eğitim de gerçekleştirmektedirler. Nurcu olarak bilinen bu cemaatin buralarda yürüttüğü faaliyetin kime ve neye hizmet ettiği, irdelenmesi gereken bir konudur. Cemaatin Lideri Fethullah Gülen, yıllardır ABD’de yaşamaktadır. Cemaatin faaliyet gösterdiği ”Türki Cumhuriyetler” ise, ABD’nin ilan ettiği Geniş Ortadoğu Projesi’nin hedef ülkeleri arasındadır. Bu iki gelişmenin tesadüfen bir araya geldiğine inanmak için ortada herhangi bir neden bulunmamaktadır.
Burada açığa çıkarılması ve anlaşılması gereken sorun şudur: Fethullahçılar bu ülkelerde ne amaçla bulunmaktadırlar ve kimin çıkarlarına hizmet etmektedirler? Bu soruya en son verilecek yanıt, herhalde, soyut olarak ”din adına, dine hizmet için burada bulunuyorlar” olacaktır. Sorunun elbette dinle ilgili bir yanı bulunmaktadır. Ancak burada ”nasıl bir din, kimin hizmetinde bir din” sorusu hemen gündeme gelmektedir. ABD emperyalizminin gerek soğuk savaş dönemindeki ”yeşil kuşak” projesinde, gerekse şimdilerin ”ılımlı İslam” döneminde, İslam dinini kendi emperyalist çıkarları için kullandığı bilinmektedir. Deyim yerinde ise, ABD ‘dini askere almıştır’. Aşağıdaki kısa alıntı da, bu sorunun yanıtını yeterli açıklıkta vermektedir.
Gülen, Milliyet gazetesinde yayınlanan röportaj dizisinde, kendisine sorulan BOP’a ilişkin soruyu şöyle yanıtlıyor: ”BOP lazım mı, değil mi? Biz buna inanıyor muyuz? Eğer inanıyorsak, Türkiye, dünya muvazenesindeki yerinin paha biçilemez olduğunu Rusya’ya, Avrupa Birliği’ne ve Çin’e karşı da iyice ortaya koymalı. Büyük bir Ortadoğu olacaksa, bunun ancak Türkiye’nin ağırlığı ile olabileceği iyi anlatılmalı. BOP ciddi bir proje ise ve gerçekten demokrasi getirmek gibi bir hüsnüniyet taşıyorsa bile, Türkiye temkinli davranarak plana katılmaya bakmalı, kendi çıkarlarını gözetmeli, niyetleri, oyunun kurallarını ve detaylarını öğrenmeli; Ortadoğu’daki diğer ülkelere de bu mesele mal edilmeli. Şayet projeye tamamen kapanırsa oyun aleyhte neticelenir, çıkarlarımızı koruyamayız.” (abç.) Gülen, Rusya’ya, AB’ye, Çin’e karşı tutum ortaya koyuyor. Sorun, bu tutumu kimin adına ortaya koyduğudur. Gülen, ABD ile BOB bağlantısına ilişkin bir soruyu, ”Türkiye’nin fikirlerinin alınması” temelinde yanıtlarken, bu sorunun yanıtını da veriyor. Hizmet edilen güç ABD’dir ve Türkiye, bekçi, muhafız ve misyoner olarak ona hizmet edecektir.
Bu durumdaki bir Müslümanın, ”misyoner” olarak, dini kendi stratejik amaçları için kullanan ABD emperyalizmine hizmet ettiği ortadadır. Burada şöyle çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır: Hıristiyan misyoner, kendi yerindedir. Yani hem kendi devletine ve onun emperyalizmine hizmet etmekte, hem bu arada din için de av peşinde koşmaktadır. Çünkü kitleleri dine kazanmanın, onlar arasındaki direnme ve mücadele etme isteğine darbe vuracağı hesap edilmekte, bu yönde faaliyet gösterilmektedir. Ama örneğin Fethullahçı bir misyoner ise, amacını ne biçimde gizlerse gizlesin, korumasına girdiği emperyalist devlete –burada ABD– hizmet etmektedir. Kendi “İslam kardeşleri”ni ABD emperyalizmine peşkeş çeken bir din misyonerinin ise, kendi dini konusunda da samimi olmadığı ortadadır.
Dinin, bu dinlerden birisi olan İslam’ın günümüzde egemen sınıfların gericiliğine hizmet ettiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Ancak İslam dini açısından, yukarıda da değinilen ikili özelliğin üzerinden atlamamak gerekir.
Bu özellik şudur, bugün pek çok İslam ülkesinde gerici iktidarlar emperyalizm tarafından ayakta tutulmaktadır. Sorunu, din cephesinden gelerek izah edecek olursak, İslami iktidarlar, ve yönetimler, birkaçı dışında, emperyalizm –emperyalist ülkelerde egemen din genel olarak Hıristiyanlıktır!– tarafından ayakta tutulmaktadır. Bu gerçeğin temelinde, birkaçı dışında İslam ülkelerindeki işbirlikçi egemen sınıfların emperyalizmin hizmetine girmesi yatmaktadır. Onların, yakın zamana kadar açıkça –şimdi daha kapalı olmak zorunda, çünkü konjonktür değişti– kendi dinlerini yaymak üzere görevlendirildikleri -–önce ”yeşil kuşak, şimdilerde ”ılımlı İslam”– bilinmektedir. Örneğin Kafkaslardaki Çeçen faaliyetlerinin bir boyutu budur. Bu ”dini yayma” faaliyetinin din uğruna yapıldığına birkaç saf dışında inanan bulunmamaktadır. Bu yönlü faaliyetlerin, Müslüman kitleler arasında emperyalizme dayanak oluşturmak amacıyla yürütüldüğü, bu bölgedeki egemenlik çatışmalarında kullanılan bir alet olduğu artık iyice açığa çıkmıştır.
Özetle ifade edilecek olursa; üst sınıflar ve devletler tarafından desteklenen İslamı yayma çalışmaları, önemli ölçüde emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir faaliyet haline gelmiştir. Bu durumun sonuçlarından birisi, herhalde, mezhep ve tarikatlar içerisinde, üst sınıflarla alt sınıflar arasındaki çelişkilerin sertleşmesi olacaktır. Bağımlı ve ezilen halk ve ulusların bağımsızlık mücadeleleri, zorunlu olarak emperyalizmi ve onunla işbirliği içindeki İslamcılığı –ılımlı İslamcılığı da– hedef almak zorundadır. Kuşku yok ki, ”ılımlı İslamcılığın” karşıtı ”radikal İslam” değildir. Ancak bu yöndeki eğilimlerin, başka modern bir alternatifin yokluğunda, güç ve mevzi kazanacağı da bilinmektedir, bilinmelidir. Bilinen bir başka şey de, bunların, zorunlu olarak, emperyalizm ile mücadele etme eğilimi içerisine –elbette rasgele ”Cihat” ilan eden terörist gruplar kastedilmiyor, ancak bir yanıyla, bunlara da zemin oluşturmak üzere– girecek olmalarıdır. Bu yazının doğrudan konusu olmamakla birlikte, bu durumun, Müslüman ülkelerde, emperyalizme karşı Müslüman kitleleri seferber etme mücadelesini geniş ve kapsamlı, esnek taktikleri ve yöntemleri olan vb. bir mücadele haline getireceği açıktır.

DİN KARŞISINDAKİ TUTUM
Burada, kısaca da olsa, bilimsel sosyalizmin din karşısındaki tutumunu hatırlatmakta yarar var. Bilimsel sosyalizmi, Marksizm-Leninizmi kendisine kılavuz edinmiş partiler, mevcut devletin –burjuva devletin–, dinin, kişinin ”özel sorunu” olduğunu kabul ve ilan etmesini sürekli savunmuşlar ve bu ilkeye bağlı kalmışlardır. Bu, geniş anlamı ile tanımlayacak olursak, din ve devlet işlerinin ayrışmasını, devletin tüm dinler ve dinsizlik karşısında yansızlığını korumasını, her türlü dinsel baskının ortadan kalkmasını içerir.
İşçi sınıfı partileri vatandaş ve devlet arasındaki dine ilişkin bağıntıyı bu şekilde ortaya koyarken, kendileri, kuşkusuz “dine karşı acul bir savaş” açmazlar, ancak din karşısında yansız değillerdir, materyalisttirler. Bu partilerin programları ve tüzükleri bellidir ve bunu kabul eden ve bu temelde çalışan işçi ve emekçiler bu partilere üye olabilirler. Kuşkusuz bu partiler, üyelerini, ”dini bir sınavdan” geçirmezler. Dine inanan üyelere de sahip olabilirler. Sorun, bunların da, partinin yürüttüğü ideolojik, politik, örgütsel çalışmaya kayıtsız şartsız katılması, kendi inançlarının propagandasını yapmamasıdır. Marksist-Leninist partilerin dünya görüşünün diyalektik materyalizm üzerinde şekillenmiş olduğu, din de dahil olmak üzere, her türlü idealist, metafizik düşünceyi mahkum ettiği bilinmektedir. Burada bir çelişki bulunmuyor mu? Kuşkusuz bulunuyor. Ama bu çelişki, partinin bir çelişkisi değil, ”inanmış olanın” çelişkisidir ve zamanla pratik içerisinde ve partinin ideolojik yardımıyla kuşkusuz çözülecektir.
Burada bir noktanın altı özenle çizilmelidir; işçi partileri dine karşı tantanalı, gösterişli savaşlar açmazlar. Bu partilerin çizgileri, işçi sınıfının, emekçi yığınlarının geniş kesimlerini pratik mücadele içerisine çekmek, onların dikkatlerini ortak sorunlara çekmek, yığınların bu mücadele içerisinde ilerlemesine, tecrübe kazanmasına ve aydınlanmasına yardım etmektir. Burjuvazinin radikal kesimleri, zaman zaman dine karşı gösterişli savaşlar açmışlardır. Ancak bu savaşların, modern toplumların burjuvazi ile proletarya arasındaki temel çelişkisinin üzerini örtmeye, dikkatleri o günün temel sorunlarından başka bir yana çekmeye, sınıf bölünmeleri yerine, dinsel bölünme tehlikesine kapı açmaya yaradığı açıkça görülmüştür. Üstelik bu ”savaşlar” çoğu durumda tam ters bir etki yaratmış, dinin güçlenmesine yol açmıştır. Bunun karşısında, işçi partileri, materyalist dünya görüşünün sistematik olarak savunuculuğunu yaparlar, her türlü gerici ideolojiye karşı ideolojik mücadeleyi ara vermeden sürdürürler. Gerici, idealist akım ve düşüncelerin, bilim dünyası dahil, tüm düşünce dünyasından sürülmesi ve mahkum edilmesinin özel bir önemi bulunmaktadır. Sürdürülen bu ideolojik mücadele ile doğrudan yığınları ilgilendiren politik mücadelenin görevleri ve sürdürülüş biçimi elbette farklı olmak zorundadır.
Ülkemizde de, tek tek direniş ve eylemlerde, dini ideolojiden etkilenmiş işçilerin pratik mücadeleye katıldıkları, hatta çok iyi proleter savaşçılar oldukları görülmüştür. İşçiler, emek ile sermaye arasındaki mücadeleden yola çıktıklarında, aralarındaki sınıf duygusu, ortak mücadele değerleri güçlenmekte, ideolojik ve politik olarak ilerlemelerinin, geri ayak bağlarından kurtulmalarının yolu da açılmaktadır. Bütün bunlar şu anlama gelmektedir ki; işçi partileri, devrimci mücadelenin toplumsal pratiğinde, yığınları bu pratiğin içine çekerek, onlardaki dini ideolojik önyargılar dahil, geri tutumları geriletebilir ve işçi ve emekçileri tarihin bilinçli dönüştürücü öznesi haline getirebilirler. Din karşısındaki her türlü süslü, tantanalı, gösterişli çıkış bu partilere yabancıdır, ve onlar, bunu, işçi ve emekçi mücadelesi için tehlikeli bulmaktadırlar.
Çünkü bu partiler, felsefi materyalizmi kendilerine kılavuz edinmişlerdir ve dinin köklerinin ”göklerde” değil, modern toplumun derinliklerinde olduğunu, yani toplumsal olduğunu bilmektedirler. Her birisi sermaye düzeninin sonuçları olan işsizlik, yarının ne getireceğinin belirsizliği, geleceğe güvensizlik, krizler, savaşlar, önlenebilir veya zararı en aza indirilebilir doğal afetler karşısındaki çaresizlik vb., sürekli olarak, dinsel düşünceyi besler ve onu yaşatır. Bu demektir ki, esas mücadele toplumsal zeminde olacaktır ve yığınlar, bu mücadelenin içine çekilmek zorundadır.
Yine vurgulamak gerekir ki; günümüz toplumlarında, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, zaman zaman din sorunu bir vesileyle öne çıkmakta, toplumun tüm dikkatlerini kendi üzerinde toplamakta, toplum içerisinde bu temelde –inanlar-inanmayanlar, laikler ve karşıtları vb.– bir bölünmenin derinleşmesine yol açabilmektedir. Böylesi dönemlerde, işçi partileri, tüm emekçileri birleştiren bir politikaya ve taktik tutuma sahip olmak, onları bölen değil, birleştiren ve mücadele hattına yerleştiren tavrıyla soruna müdahale etmek durumundadırlar. Bitirirken eklemek gerekir ki, kendi mücadele tarihimizde bu politik tutumun olumlu örnekleri bolca bulunmaktadır.

2005’e kalanlar ve üniversite çalışmamız*

Son üç-dört yıllık döneme baktığımızda, hem fikri anlamda hem de dünyayı yönetme şeklinde geriye doğru bir yönelimin olduğunu söyleyebiliriz. Refahın, bolluğun, demokrasinin olduğu, savaşsız bir dünyanın kapitalizmde de mümkün olabileceği propagandası, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali ile birlikte geçmişte kalan kavram ve söylemlere dönüştü. Dünyanın birçok bölgesinde irili ufaklı savaşlar yaşanıyordu, ama bunlar, o gün için, çözülebilecek ve üzerinde durulması çok önemli olmayan gelişmeler olarak, geri planda bırakılabiliyordu. 11 Eylül ile birlikte Yeni Dünya Düzeni propagandası geçmişe ait bir propaganda olarak kaldı. Ve  dünyadaki gelişmeler, ABD’nin Irak ve Afganistan işgalini, Ortadoğu’ya dair uzun dönemli planlarını destekleyecek şekilde, yeniden tarif edilmeye başlandı. 2004 yılını bu açıdan önemli bir yıl olarak değerlendirebiliriz. Irak’ın işgali tüm yıkım ve şiddeti ile sürerken, başta medya olmak üzere, ABD merkezli diğer propaganda büroları, işgalin ideolojik boyutunu da oluşturmaya başladılar. ABD dünya kamuoyunu yanına çekmek için milyarlarca dolar para harcadı. Örneğin, Avrupa Gazetecilik Merkezi’nin internet sitesinde, Bush yönetiminin, Afganistan ve Irak için istediği yeni bütçe içerisinde 3.7 milyar Doları kamuoyu yönlendirme projelerine ayırdığı, bu para ile Arap kamuoyuna ABD destekli yayınlar yapılacağı, Avrupa Müslümanlarına yönelik bir televizyon kurulacağı belirtiliyor. ABD’nin kendi kamuoyuna dönük propaganda ve yönlendirmesi de bu eksen üzerine oturuyor. ABD’de din savaşına, kıyamet savaşına, İsa’nın yeryüzüne indirilmesine ilişkin kitaplar ve “21. yüzyılın dinler savaşı yüzyılı olacağı”na ilişkin kitaplar yüz binler satıyor. AKP’nin ‘Ilımlı İslam’ modeli de, özünde; ABD’nin Irak işgali, terörizm, dinler ve uygarlıklar arasındaki bir savaş propagandasının eksenine oturuyor. İslam’ın uysallaştırılması ve ABD çizgisine çekilmesi, AKP’nin ABD ile ilişkilerini devam ettirmesinde hem dışarıya hem de içeriye bir mesaj olarak da algılanabilir.
Düşünüldüğünde, Tanrı ile konuşan, ülkesini ve dünyayı bu haberleşme ile yöneten bir ‘lider’in bugünden çok Ortaçağ’a; dünyanın ruhlar, periler ve ilahi güçlerle tarif edilmeye çalışıldığı, yönetenlerin bu güçleri arkasına alması gerektiği bir döneme ait olduğu söylenebilir. İşte 2004, Ortaçağ’ın bu karanlık güçlerinin yeniden yardıma çağrıldığı bir dönem olarak yaşandı. 2004, aynı zamanda, başta Almanya, Fransa ve Rusya olmak üzere diğer emperyalist güçlerin, dünyayı yeniden paylaşım mücadelesini, ABD’nin çizdiği bu platformda yürüteceklerinin görüldüğü bir yıl oldu. Türkiye’nin AB’ye girmek için müzakere tarihi aldığı 2004, emperyalistler arası çelişkilerin derinleştiği ve ideolojik olarak gericileştiği bir yıl oldu. Bush’un ikinci defa seçilmesi; ABD’nin hem işgale dayanan yayılmacı çizgisinin hem de ideolojik olarak gericiliğin 2005 yılında artarak devam edeceğinin bir göstergesi.

EİNSTEİN VE SARTRE YILI
ABD’nin Irak’tan sonraki hedeflerini İran ve Suriye olarak işaret etmesi, bu iki ülkenin ortak hareket etmeye dayalı politikaları, Rusya ile yapılan silah anlaşmaları ve istatistiksel olarak da görülen ABD karşıtlığı, belki de 2005 için, bugünden görünen önemli gelişmeler. Bu gelişmeler, aynı zamanda, ideolojik olarak da 2004’de yaygınlaştırılmaya çalışılan din eksenli gericiliğin, 2005’de daha fazla propaganda malzemesi haline gelecek oluşunun pratik zeminini oluşturuyor. Eski ve geçmişte kalanın bugün yeniden anlamlandırılmak istenmesi, sadece sözlü ve yazılı propaganda olarak kalmıyor. Özellikle eğitim hayatına müfredatların ve ders programlarının değiştirilmesi suretiyle de sokulmak isteniyor. Ve özellikle üniversitelerin geleceği ile yakından ilgili bir mesele olarak karşımızda duruyor. Bu yönüyle dahi ele aldığımızda, özellikle Türkiye’de Kemalizm merkezli dahi olsa, idealizm ve akademik yaşam arasındaki bölünme, bu mücadelede önemli bir cephe açmanın, genç aydın kuşağını bugünden bir tutum almaya zorlamanın olanaklarını yaratıyor. Bu olgular ışığında baktığımızda, 2005 yılı için iki önemli gelişmenin olduğunu söyleyebiliriz. UNISEF’in 2005 yılını Fizik Yılı, Almanya’nın da bu vesileyle Einstein yılı ilan etmeleri, dün olduğundan daha önemli bir gelişmedir. Aynı zamanda 2005 yılının, Varoluşçuluğun temsilcisi olan Sartre yılı olarak ilan edilmesi de, bu tartışmalar içinde değerlendirilmesi gereken bir konu. Ve aydınlatma faaliyetimizi somut bir zemine indirmek içinde yararlanılabilecek gelişmeler. Einstein yılına dair başta Fizik bölümleri, fen fakülteleri ve bilim alanında yapılacak pratik  etkinlikler, dünyanın gidişatını tartışabileceğimiz diğer üniversite ve fakültelerle birleşmenin olanaklarını da arttıracaktır. Nisan ayında gerçekleşecek olan Fizik Öğrencileri Kongresi’ne dönük hazırlıklar, bunun olanaklarını daha da genişletecektir. Ve bugünden bunun imkanlarının var olduğunu, ‘ufak’ bir çaba ile bu çalışmaların sonuç verdiğini söyleyebiliriz.
2005 yılının varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden biri olan Sartre yılı ilan edilmesini, dünyadaki siyasal gericilik çerçevesinde anlamlandırmak gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın hazırlayıcısı olan kapitalizmin 1930 bunalımı, bu felsefenin ana kaynaklarından biri. İnsanı toplumsal bir canlı olmaktan soyutlayan bu görüş, insanı metafiziksel bir yöntemle soyutlamak anlamına da geliyor. Bu durumuyla da varoluşçuluk, insanı tek başına, yalnız bir varlık yaparak toplumla insanı karşı karşıya getiren bir felsefe olarak da yorumlanabilir. Ancak burjuvazinin bugün de yaydığı bireycilik, kariyerizm gibi ideolojilerin bu felsefe ile kurulan güçlü bağlarını görebiliriz. Özellikle aydın gençlik içindeki etkilerini dönem dönem burjuva yayın organlarında görmek mümkün. Bu nedenle, Ortaçağ gericiliğine ve onun her türden uzantısına karşı verilecek mücadelede, bu yılın Sartre yılı ilan edilmesinin önemini görmek gerekiyor. Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi’nin ilk sayısını ‘Varoluşçuluk ve Sartre’ olarak belirlemesi, çalışmalarımızı güçlendirmesi açısından önemli. Nisan ayı içerisinde Uludağ Üniversitesi’nde yapılacak olan Felsefe Öğrencileri Kongresi, bu gelişmeler göz önüne alınarak, felsefe öğrencileri için önemli bir platform olarak değerlendirilmelidir.
Hans Heinz Holz’un Türkiye’ye gelişi ve Mayıs ayında İstanbul, Ankara, İzmir’de yapılacak etkinlikleri bu üç büyük il açısından önemli bir çalışma olarak ele almak gerekiyor.

KÜRT SORUNU VE TALEPLERİN SOMUTLANMASI
Kürt sorunu AKP Hükümeti’nin hem iç hem de dış politikasında belirleyici bir noktada duruyor. AKP, Kürt sorununa dair bölgenin aşiret, ağa ve zengin zümresi ile girdiği ilişki ve feodal bağların yarattığı olanaklar üzerinden kendi ‘çözümü’nü sunuyor. AKP’nin demokrasiden, halk ve halkçılık ve Kürt halkının en temel taleplerinden uzak ‘kendi çözümü’ içinde, Kürt halkını mevcut politikaya bağlanması hedefleniyor. Ancak bunun için, Kongra-Gel ve demokrat, halktan yana Kürt aydınlarının tasfiyesi gerekmektedir. Bu nedenle, AKP’nin Kürt sorununa dair ABD ile girdiği pazarlık, bunun üzerinden gerçekleşiyor. ABD’nin Ortadoğu ve içinde Türkiye’nin de dahil olduğu Kürt nüfusunun yaşadığı bölge için kendine dair planları var. Ve Kürt sorununu; Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak, denetimi altında tutmak için önemli bir koz olarak elinde tutuyor. Bu gelişmeler ve son olarak Uğur Kaymaz cinayetinin yaşandığı, toplu mezarların bulunduğu, Kürt sorununa AKP’nin yaklaşımının daha net göründüğü bir dönemde demokratik ve halkçı bir çözüm de pratik adımlarıyla birlikte tartışılması, elbette üniversiteler açısından da kaçınılmazdır. Toplantıya bölge gençlik konferansını yapmış olarak gelen bölge örgütümüzün üniversitelerde Kürtçe Kürsülerin açılması için başlatacağı çalışma, tüm bu gelişmeler içinde önemli ve pratik bir adım olarak değerlendirilmeli. Bu çalışma, aynı zamanda, Kürt sorununun demokratik bir tarzda çözümünün tartışılabileceği, Türk ve Kürt gençliğinin kardeşleşmesinin olanaklarını yaratacak pratik bir zemin de oluşturacaktır.
21 Mart Newroz Bayramı’nın Kürt halkı için önemini kavrayarak, bugünkü gelişmelere uygun bir tarzda ele aldığımızda, devrimci işçi partisinin Kürt sorununun çözümüne dair platformunu üniversite gençliği içinde tartışmamız önemlidir. Bu, aynı zamanda bir eğitim çalışması tarzında ele alındığında, bu soruna dair duyarlılığın daha da gelişeceğini söyleyebiliriz. Kürt sorununun çözümüne ve AKP’nin bugünkü politikalarının teşhirine dair genel aydınlatma faaliyetimiz, daha dar ve yakın çevremizle yapacağımız eğitim ve tartışma toplantıları ile birleşen bir tarzı da içermelidir.

8 MAYIS – FAŞİZMİN YENİLGİSİNİN 60. YILI
ABD’nin silah ve petrol tekellerinin kâr hırsı ve yayılmacı politikalarının en vahşi sonuçlarını Afganistan ve Irak’ta görebiliriz. Ekonomisinin önemli bir kesimini petrol ve silah tekelleri üzerine inşa eden ABD’nin bu zenginliğinin iki önemli dönemeci var. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları. Hitler ordularının Moskova Kapıları’nda yenilgiye uğratılmasına kadar 50 milyon insanın hayatını kaybettiği İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD ekonomisini güçlendirerek çıktı. İkinci Dünya Savaşı insanlığın aklından silinmeyecek izler bıraktı. Tekellerin kâr hırsı ve emperyalist ülkelerin yayılmacı politikalarının faşizm olarak yüzünü gösterdiği savaşın sonuçları ve ilk işçi iktidarının kurulduğu Sovyetler Birliği ve onun temsil ettiği insanlığa dair evrensel değerler, bu savaşın iki yüzünü oluşturdu. Burjuva tarih anlayışının tüm çarpıtmalarına rağmen, bu gerçekler, aradan geçen 60 yıla rağmen, insanlığın bilgi hazinesinde yerini koruyor. 2005 yılının 8 Mayıs’ında faşizmin yenilgisinin 60. yılı nedeniyle tüm dünyada bu dönemin özellikleri ve bugüne bıraktıkları yeniden hatırlanacak.
Türkiye’de de, dünyadaki siyasal gelişmeler ve faşizmin yenilgisinin 60. yılı nedeniyle birçok ilde etkinlikler düzenlenecek. Üniversiteleri de bu sürecin önemli bir parçası olarak görmek gerekiyor. Merkezi etkinlikleri güçlendirecek tarzda ele alınacak yerel etkinlikler, bizi birçok insanla yüz yüze getirecek, dünü anlatırken aslında bugünü anlatmamızın olanaklarını yaratacaktır. Bu dönemi, tarih çarpıtıcılarına karşı verilecek mücadelede önemli bir dönem olarak ele almak gerekiyor.

PİYASACILIĞA VE GERİCİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Ankara toplantısı, üniversite çalışmamızı ve aynı zamanda 2004 yılının üniversiteler açısından nasıl geçtiğini değerlendirmemizi olanaklı kıldı. Özellikle taşra üniversitelerinde ulaşımdan barınmaya kadar yaşanan altyapı sorunları, eğitimin her alanında alınan paralar ve maddi imkansızlıklar, üniversite yaşamının genelinde bir huzursuzluk olarak ortaya çıktı. Gençlik örgütlerimiz, öğrenci gençlik kitlesi açısından bu sorunların çözümü için bir platformu ortaya koyduğunda, gençliğin ana kitlesiyle bu mücadelede birleşme olanaklarını yakalamış olacaktır. İzmir’de şifre parasının verilmemesine karşı başlatılan çalışma, Kocaeli’nde yaz okulunun paralı olmasına karşı, Antalya’da yurt sorunları üzerinden yürütülen çalışmalar ve diğer illerden verilen örnekler birçok yönüyle sonuçlar çıkartabileceğimiz çalışmalardır. Kol, kulüp, ÖTK, meslek odaları ve diğer çevrelerin bu mücadele içine çekilmesi, mücadelenin nereden genişletilebileceği ve zenginleştirilebileceğini görmemizi kolaylaştıracaktır. Örneğin, Eskişehir’de ulaşım sorununa dair ÖTK’nın da içinde olduğu platform, bu çalışmaların nasıl bir tarzda ele alınması gerektiğini gösteriyor. Ancak bütün bu çalışmalar içinde yürüteceğimiz genel aydınlatma faaliyetimiz, AKP karşıtı kampanyanın içeriğinin anlatılması, eğitimdeki bu sorunlarını kaynağı ile dünyadaki siyasal gelişmelerin bağını kuracak bir bilgilendirme faaliyeti, bir eksiklik olarak karşımızda duruyor.
Burada, belli yönleri ile Adana çalışmasının üzerinde durmak gerekiyor. Adana Çukurova Üniversitesi’nin oluşturduğu AKP karşıtı platform ve ortaya çıkardığı olanaklar öğreticidir. Kulüplerin, ÖTK’nın, Eğitim Sen’in, Öğretim Elemanları Derneği’nin ve gençlik odalarının içinde olduğu platform, bugün hem oluşumu itibari ile siyasal bir duruşu temsil ediyor hem de üniversitenin birçok sorunu için mücadele edebilecek ve geniş öğrenci kesimlerini kucaklayacak bir olanak olarak duruyor. 

AKADEMİK ÇALIŞMA VE OLANAKLAR
Ankara toplantısının ortaya koyduğu belli sonuçlar üzeride durmak gerekiyor. Öğrenci kongrelerine düne oranla daha planlı ve örgütsel bir yönelimin olması, akademik alanda yaşanan birçok tartışmaya katılmamızın ve kendi platformumuzu tartışmanın olanaklarını genişletmiştir. Dün “yönelmeliyiz” dediğimiz kol ve kulüp çalışmalarına bugün daha ileriden bir katılımın olduğu da yine toplantının önemli sonuçlarından biriydi. Üniversitedeki topluluklar, kulüpler, ÖTK, TÖK, mühendis odaları… vb. yapıların çalışmalarımız içinde bir yer edinmeye başlaması, bilimsel, demokratik ve özerk üniversite mücadelesinin bugün çok daha fazla olanaklar dahilinde yürütülebileceğinin de bir göstergesi. ODTÜ kulüplerinin bir araya gelerek kendi somut talepleri etrafında bir çalışmaya girmesi ya da Tekirdağ Üniversitesi Fizik Kulübünün akademik tartışmalardan, müfredata ve bilimi halkla buluşturma gayretine kadar birçok alanda bir duyarlılık örneği göstermesi, bu yapıların bu mücadelede önemli bir yer edindiğini tekrar hatırlamamızı sağladı. AKP karşıtı çalışmamız ve dünyadaki siyasal gericileştirmeye karşı verilecek mücadelede, bu olanların değerlendirilebileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Üniversite entelektüel hayatına müdahale edebildiğimiz ve genel öğrenci kitlesinin somut taleplerini önemseyen bir noktada durduğumuzda, üniversitelerin bir mücadele merkezine dönüşebildiğini geçtiğimiz dönemin örnekleri bize gösterdi. Gazetemizin, dergilerimizin ve diğer yayınlarımızın bu mücadele içinde kullanımının güçlendirilmesi, yaygınlaştırılmasında yaşadığımız zaafların giderilmesine dönük atılacak adımlar, yine bu alanlarda yürüteceğimiz faaliyetin güçlenmesini sağlayacaktır.
Bütün bunlar kadar önemli olan bir diğer sonuç da, örgütümüzün genel yapısıyla, sorunları kendi içinde tartışıp duran, çalışmayı burada daraltan bir tarzdan çıkıp, gençliğin içinde çalışma ve faaliyet alanında gençlik hareketinin sorunlarını kendine dert edinen bir yönelime girmiş olmasıdır. 1 Mayıs İşçi Bayramı ve 6 Mayıs Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği güne ruhunu verecek olan da, gençliğin lümpen yönlerinin eleştirilip durulduğu platformlar değil, gençliğin mücadeleci yönlerinin teşvik edildiği bir tarzda ele alınması gerektiği, yine toplantıdan çıkan önemli sonuçlardan biri.
Ankara toplantısının genel çerçevesi, üniversite çalışmamızda girdiğimiz olumlu yönelimin ilerletilmesi için olanakların gelişmiş olduğunu gösteriyor. Gençlik içinde ve onlarla birlikte mücadele geliştiğinde, özerk, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim mücadelesi daha da güçlenecektir.

*29 Ocak’ta Ankara’da üniversite gençliği ile yaptığımız toplantı, dünyadaki ve
Türkiye’deki siyasal gelişmelerin değerlendirildiği ve önümüzdeki dönem çalışma
planımızın ortaya konduğu bir toplantı olarak gerçekleşti. Bu yazıda amaçladığımız
toplantının genel çerçevesini sunmak.

8 Mart’ı doğru tartışmak

Mart ayı, içinde 8 Mart gibi bir gün barındırması itibari ile, kadınlardan, onların sorunlarından ve haklarından vb.. en sık bahsedilen ay olma özelliğini taşımaktadır. Bu ay içinde kadın hareketi, kadın çalışması, kadın örgütlenmesi ile uğraşan örgütler, kurumlar, partiler içinde hareketlenmeler görülür, bir canlanma yaşanır, “8 Mart’ta ne gibi etkinlikler yapacağız”, “8 Mart’ı nasıl kutlayacağız” tartışmaları yoğunluk kazanır. (Elbette, kadınların sorunlarının ve haklarının tartışılması ve çeşitli örgütlerin gündemine taşınması sadece bu tarihte olmamalıdır. Her zaman gündemde tutulması gereken bir konu/alandır ve her zaman bu sorunlara ve cins ayrımcılığına, hak gasplarına karşı mücadelenin canlı tutulması gerekmektedir.)
8 Mart’ın nasıl kutlanacağı ise, 8 Mart’a yüklenen anlama ve bu günün kimin için neyi ifade ettiğine göre değişmektedir. Dolayısıyla, 8 Mart’ın tarihçesini, nasıl ortaya çıktığını ve nasıl kadınların günü olduğunu hatırlamakta fayda var.

EMEKÇİ KADIN HAREKETİ TARİHİNE KISA BAKIŞ
19. yüzyılın başları sanayileşmenin hız kazandığı, büyük toplumsal değişimlerin ve devrimlerin yaşandığı dönem oldu. Sanayileşme ile birlikte yeni işçi yığınları fabrikalara akın etti, büyük ölçekli üretim yapılmaya başlandı. Bu süreç, aynı zamanda kadınların da erkeklerle birlikte emek gücünü satmak için evlerinden çıkıp fabrikalara doluştuğu, işçileşmeye başladığı dönemdir. Toplumsal üretime çekilen kadınlar, burjuvazinin iktidarı altında sınıf olarak yaşadıkları sömürüyü daha derinden hissetmeye başladılar. Bu sömürü ilişkilerini katmerlendiren ataerkil toplum yapısı sebebiyle kadın, sömürüyü bir kat daha fazla yaşıyordu. Kadınlar bugün olduğu gibi, o zaman da ‘kadın işi’ olarak görülen, ev işlerinin devamı sayılabilecek nitelikte sektörlerde toplanmışlardı. Özellikle dokuma sektöründe. Bu sektörde tüm işçilerin yüz yüze kaldığı düşük ücret politikalarının yanında, kadınlara ayrıca, erkeklerden daha az ücret ödeniyordu. 8 Mart’ı tarihe kazandıran Amerikalı dokuma işçisi kadınlar da, diğer ülkelerdeki işçi kadınlar gibi, ağır çalışma koşullarında, uzun işgünü saatleri ve düşük ve eşitsiz ücretlerle köle gibi çalıştırılıyorlardı. Ve 1800’lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma koşulları, daha yüksek ve eşit ücret, insanca yaşama koşulları için mücadele veriyorlardı.
8 Mart 1857 tarihinde, New Yorklu binlerce dokuma işçisi kadın, 10 saatlik işgünü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit işe eşit ücret gibi taleplerle greve gittiler. Patron, diğer işçilerin ve sendikanın, greve giden kadınlarla dayanışmasını, bir araya gelmesini önlemek için fabrikanın kapılarını kilitledi. Bu olaylar sırasında, nasıl çıktığı belli olmayan bir yangında, içeride kilitli kalan kadınlardan yüzlercesi yanarak hayatını yitirdi.
Yine başka bir 8 Mart tarihinde, 8 Mart 1908’de, bu kez arkadaşlarının işten atılmalarını protesto etmek için ayaklanan dokuma işçisi kadınların talepleri ise, sekiz saatlik işgünü, çocuk emeğinin sömürülmesine son verilmesi ve işçi kadınlara oy hakkının tanınmasıydı. Bu ayaklanma kanla bastırıldı. Grevler, tekstil, tütün ve diğer işkollarında da kadın işçilerin mücadelesi ile sürüyordu. Bundan bir yıl sonra ise, yine tekstil sektöründe çalışan yaklaşık yirmi bin kadın greve gitti. Hareket, kısa süre içinde birçok fabrikaya yayıldı. Polisin saldırısı sonucu, yüzlerce kadın yaralandı, yüzlercesi tutuklandı. Buna rağmen grev önlenemedi. Kadın işçiler, talepleri kabul edilinceye kadar, iki ay mücadelelerini sürdürdüler.
Bu yıldan başlayarak, Amerika’da ve Avrupa’da 8 Mart, işçi kadınların canları pahasına yarattığı bir mücadele günü olarak, tüm ülkelerin işçi sınıflarının gündemine girdi. Dokuma işçisi kadınların mücadelesinin simgesel günleri olan 8 Mart’ın tüm dünyada kadın cinsinin ve işçi sınıfının bir mücadele günü olarak bugünlere gelebilmesinin en önemli adımı, sosyal demokrat (o yıllarda komünist partiler bu adı taşıyorlardı) partilerin uluslararası platformu olan II. Enternasyonal’in 1910 yılında Danimarka’nın Kopenhag şehrinde toplanan Konferansı’nda oldu. Alman sosyalist delege Clara Zetkin’in önerisi ile, 8 Mart, dokuma işçisi kadınların anısına, emekçi kadının cinsel ve sınıfsal sömürüye karşı mücadele günü olarak ilan edildi.
Bu çağrı, ertesi yıl karşılığını buldu ve 1911 yılında Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesinde milyonlarca kadının katıldığı ilk “Enternasyonal Emekçi Kadınlar Günü” kutlandı.
19. yüzyıl ayrıca, işçi kadınların mücadelesinin, burjuva kadın hakçı hareketten ayrıldığı, kadın sorununa sınıf bakış açısından bakılmaya başlandığı bir dönemdir. Bu bağlamda, 8 Martlar, bütün bir sömürü düzenine bir başkaldırıdır aynı zamanda.
8 Mart, yıllar sonra Birleşmiş Milletler tarafından “Kadının On Yılı” olarak ilan edilen 1975-985 arası dönemin ilk yılı olan 1975 yılında, emekçi içeriği hasır altı edilerek, “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edildi.

SAPTIRILAN KADIN SORUNU
Aradan yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen, söz konusu taleplerin hâlâ geçerliliğinin koruduğunu görüyoruz. Sekiz saatlik işgünü, eşit işe eşit ücret talebi, hamilelik ve annelik dönemlerinde haklar ve talepler… hâlâ güncel ve emekçi kadınların hâlâ mücadele talepleri. Ancak, elbette tarihten belli bir günü alıp, onu yaşandığı dönemden, dönemin özelliklerinden koparmak ve sadece bir gün olarak ele almak; onun soyutlanması, güncelden koparılması anlamına gelmektedir. Bu yüzden, emekçi kadınlar, 8 Mart tarihinde bu taleplerinin yanında savaşa karşı durmuşlar, savaşı protesto etmişler, kadınlara yönelik şiddete hayır demişler, töre, namus cinayeti adı altında kadınların yaşam haklarının ellerinden alınmasına karşı mücadele de etmişlerdir.
Ancak, 8 Mart tarihi son yıllarda, burjuva propagandanın etkisi ile içeriğinden giderek koparılıyor. Örneğin, gazeteler bu günü ‘Kadını Şımartma Günü’ olarak ilan edip, onlara hediye alın, yemeğe götürün vb.. gibi tavsiyelerde bulunarak “kadın günü”nü kutluyorlar!
Bu yozlaştırmanın yanında 8 Mart kutlamalarının örgütlenmeye çalışıldığı, kadın örgütlerinin, siyasi partilerin bir araya geldiği toplantılarda ise, tartışma başka boyutlarda sürüp gidiyor. 8 Mart kutlamalarında, kadınlar alanlara çıkıyor, renkli kıyafetleri, eğlenceli kortejleri ile göz dolduruyorlar.
Ancak, özellikle son üç yıldır 8 Mart, başka bir konuya sıkışıp kalmış durumda. Yapılan etkinliklere erkekler katılacak mı katılmayacak mı, eğer etkinliklere erkekler gelirse, nasıl uzaklaştırılacaklar –tartışma böyle bir çerçeveye sıkışmış durumda. “Erkekler gelirse biz gelmeyiz”, “erkekler gelmezse de biz gelmeyiz” tartışmaları sürüp gidiyor…

DİKKATLER NEREDE ODAKLANMALI
8 Mart, yukarıda belirttiğimiz tarihsel boyutu ve talepleri, taleplerinin güncelliği ile devrimci işçi partisinin özellikle sahiplenmesi gereken bir mücadele günü olarak karşımızda durmaktadır.
Dünya emekçi kadınlar günü olan 8 Mart’a, onu önceleyen günlerde tartışılan konuların başında gelen “yapılacak mitinglere erkekli mi erkeksiz mi katılacağız” tartışmalarının dışında, daha genel, emekçi kadın ve sorunlarına sahip çıkıldığını belirten bir perspektiften bakılmalıdır. Bu tür şekilsel tartışmalara takılıp kalınmamalıdır. Özellikle erkekli-erkeksiz tartışmalarını artık aşmak, asıl üzerinde düşünülmesi, kafa yorulması gereken konuya yoğunlaşmak gerektir: Kadınları nasıl örgütlenecek? Emekçi kadın hareketi nasıl yaratılacak, bunun için neler yapılmalıdır?
Üstelik bu tartışmaları sadece 8 Mart üzerinden ele almak yanlış bir tutum olacaktır. Burada daha çok tartışılması gereken nokta, kadın çalışması alanında, devrimci işçi partisinin tutumunun nasıl olması gerektiği ve kadın çalışmasının nasıl daha da güçlendirileceği ve bunun dayanak ve araçlarının ve ilk elde yapılması gerekenlerin neler olduğudur.
Öncelikle kadın çalışması yürüten sosyalist kadınların emekçi kadınlara giderken yaptıkları propaganda ve ajitasyonun onların talepleri üzerinden olmasına dikkat etmek gerekmektedir. Kadına yönelik propagandanın ve kadınların talep ve sorunlarının genel talepler içinde eritilmeyecek bir şekilde dile getirilmesine önem vermek kuşkusuz zorunludur. Kadınların kadın olmaktan kaynaklı sorunlarına sahip çıkılmalı, özgün sorunları dile getirmeli, çözümüne yönelik tartışmalar, etkinlikler, eylemler yapılmalıdır. Fakat, tüm bu sorunların ya da genel olarak kadın sorununun, aynı zamanda, bir sistem sorunu olduğu da anlaşılır bir dille ortaya konmalıdır.
Örneğin, kürtaj meselesi. Bu sorun genelde, kadın gruplarının ‘bedenimiz bizimdir’ diyerek sahiplendiği ve orada bıraktığı, bir adım ileriye taşımadığı bir sorundur. Oysa sosyalist kadınların, bilinçli kadın işçinin bu soruna sahip çıkması başka bir nitelikte olmalıdır. Bunun aynı zamanda genel sağlık sisteminin de bir parçası olduğunu, sağlıksız ortamda, ehil olmayan kişiler tarafından yapılan kürtajın sadece “beden” sorunu olmakla kalmayıp, hele tamamen paralı hale getirilme yolunda olan kapitalist sağlık sistemine karşı mücadeleye, o halde kapitalizmden kurtuluş davasına bağlandığını gösterebilmek gerekir.
8 Mart’ın kutlanmasının, bu günde kadınların taleplerini dile getirmesi ve alanlara çıkmasının emekçi kadınlar için farklı bir anlam kuşkusuz vardır, ve işte ona sahip çıkılmalıdır. 8 Mart emekçi kadınlar için, Türk Ceza Kanunu’ndan kadınlara yönelik ayrımcılık içeren maddelerin kaldırılması talebini dile getiren bir basın açıklamasından daha çok anlam ifade ediyorsa –ki etmektedir–, bunu değiştirmenin ve bu anlayışı kırmanın yolunun daha çok örgütlenmekten geçtiği bilinmeli ve gereği yapılmalıdır.
Dolayısıyla, tartışma ya da yapılması gerekenler ve alınması gereken tutum, mitinge katılıyor muyuz katılmıyor muyuz, erkeksiz mi erkekli mi olsun tartışmasını aşan bir durumdur. Asıl yapılması gereken şey ve kadın sorununa ilginin asıl odaklanması gereken yer, sosyalist kadınların bulundukları yerde, işyerinde, fabrikada, semtte, mahalle ve sokağında kaç tane emekçi kadına ulaştıkları, onlarla kurdukları bağların niteliği, emekçi kadınların talepleri ve mücadelelerinin sahiplenmesi için nasıl bir çalışma yürüttükleridir. Asıl bunu yapıldığı zaman, geniş emekçi kadınlar içinde yürütülecek çalışma ile birlikte 8 Martlar gerçek anlamına kavuşacaktır.

AB anayasası üzerine

Son aylarda AB üyesi ülkelerde partilerin, sendikaların ve demokratik kuruluşların gündemine oturan konulardan birisi, Avrupa Anayasası sorunudur. Avrupa Birliği’nin, ilk kez 20 Haziran 2003’te kamuoyuna açıklanan Anayasası, önümüzdeki dönemde birçok üye ülkede referanduma sunulacak.
Sağdan ya da soldan olsun, burjuva partiler bizzat kendi içlerinde bu referandumda alınacak tutum konusunda kamplara ayrıldılar. Tarihsel olarak sermayenin hizmetinde olan partiler için böylesi bir bölünmenin olması nasıl ki son derece normalse (çünkü toplumun muhalif eğilimlerinin denetim altına alınması için oynanan bu oyunu bilmeyen kalmadı), işçi sendikalarında da benzer bir ayrışmanın ortaya çıkması ise o derece anlamsızdır. Çünkü Anayasa daha başlangıçta, amaçlarını açıklarken, taraf olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ifade ediyor ve içeriğinde de bunu kanıtlıyor. 
Anayasanın taraf olduğu bu kadar belliyken, sendikalardan bazıları tereddüt etmeden “evet” kampında yer alarak renklerini belli ettiler, ancak bazılarının da “demokrasi” ve tartışma özgürlüğü adına “karar vermemeleri” ya da “tarafsızlık” bahanelerinin ardına gizlenmeleri, aslında “evet”e bir destek anlamı taşıyor.
İşçi sınıfı örgütleri olan sendikaların bu şekilde açıkça sermayeden yana tutum almaları, elbette sendikalarda önümüzdeki dönemde önemli mücadelelerin ortaya çıkacağının işaretlerini şimdiden veriyor.
Anayasaya “evet” diyenlerin her birinin, bulundukları toplumsal konuma göre, kendine özgü nedenleri var. Sermaye temsilcileri, çıkarlarını en iyi koruduğu gerekçesiyle anayasayı “ilerici” ilan edip destek çağrısında bulunurken, sol kesimden ve sendikalardan ise, anayasada “temel hak ve özgürlükler”in yer alması, “ilerici” ilan edilip destek çağrısında bulunulmasına yetti.
AB taraftarlarının öteki önemli gerekçelerinden biri ise, ABD emperyalizminin yayılmacı emellerinin dizginlenmesi için, onu dengeleyecek başka bir gücün gerekliliğidir. AB’nin kuruluş tarihine ve AB’’ye üye ülke tekellerinin dünyanın dört bir yanında tahrip ettiği ekonomilere kabaca bir göz atılırsa, AB’nin ABD’ye karşıt bir güç değil, ona paralel ve aynı prensibe, yani “rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir pazara” dayalı, halka karşı ve halkların köleleştirilmesi ve bağımlı ülke zenginliklerin vahşice talan edilmesi işlevli ek bir “şer ekseni” olduğu anlaşılır. Öte yandan, AB’nin (ya da en azından onun Almanya ve Fransa’dan oluşan ana motorunun) ABD’yi dengelemeye ve hatta onu aşmaya çalıştığı doğrudur. Ancak bu ‘dengeleme’ ve ‘aşma’ işi, halkların yararına olacak tarzda emperyalizmin önünü kesmek üzere değil, rakip emperyalist bir blok olarak pazarların ve dünyanın paylaşılmasından daha çok pay talep etmek üzere gündeme gelmektedir.

AB ANAYASASI ANTİ-DEMOKRATİK
15 Aralık 2001’de Belçika’nın Laeken kentinde yapılan zirvede, Avrupa Konseyi, geleceğini içeren kararların ele alındığı bir bildiriyi  oybirliği ile kabul etti. Bu bildiride, işlenen diğer konuların yanı sıra kayda değer olan karar; Avrupa Birliğinin,
·    Birliğe üye ülkeler ile birlik arasındaki ilişkilerin ve sorumlulukların tespiti,
·    Birliğin kurumlarının görevlerinin ve bu kurumlar arasındaki ilişkilerin daha kesin belirlenmesi,
·    Birliğin dış ilişkilerinin ve faaliyetlerinin daha etkili kılınması,
·    Birliğin meşruiyetinin güçlendirilmesi sorularına cevap amacıyla bir anayasa hazırlama kararı almasıydı.
Burjuva demokrasisinin gerekleri ve geleneklerine göre bir Anayasa hazırlanırken, önce bir seçim yapılarak, halkın seçtiği temsilcilerden oluşan bir Kurucu Meclis oluşturulur. Tüm halkın temsilcilerinden oluşan bu Kurucu Meclis de, halkın eğilimlerini yansıtan bir Anayasa hazırlayarak, yine halkın onayına sunar. AB Anayasası olarak bilinen tasarı ise, Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing başkanlığında 105 kişiden oluşan ortak bir komisyon tarafından hazırlandı. İlk olarak Şubat 2002’de toplanan Ortak Komisyon, Temmuz 2003’e kadar çalışmalarını sürdürdü. Yani AB Anayasasını ne bir kurucu meclis hazırladı ne de onu hazırlayanlar halkın böyle bir anayasa hazırlamak için seçtiği kimselerdi. Yöntem olarak, hazırlanış açısından bile anti-demokratik bir anayasa olarak doğdu. Doğal olarak, halkın seçmediği temsilcilerin hazırlayacağı anayasa da, hazırlayıcı heyeti tayin edenlerin talepleri doğrultusunda olacaktı. Bir başka deyişle, Avrupa’da kömür ve çelik tekellerinin birliği olarak doğan AB’nin Anayasası, yine uluslararası büyük tekellerin talepleri doğrultusunda hazırlandı.
Anayasa taslağının kaba bir incelenmesiyle bile, bu taslağın, tekellerin önündeki her türlü engelin kaldırılmasını öngören bir “liberalizasyon” taslağı olduğu hemen anlaşılabilir. Kısacası, anayasanın özünü anlayabilmek için hukukçu olmaya gerek yok.

LİBERALİZMİN ANAYASASI
Liberalizm, bugüne dek dünyada hiçbir anayasaya kuruluş maddesi olarak geçmemişti. AB anayasası ile bu ilk de gerçekleşmiş olacak.
Anayasa, ne kadar gerici özellikte ve emek düşmanı olacağının sinyalini önsözünde, daha başlangıçta veriyor.
Önsözün daha ikinci paragrafında, Anayasayı hazırlayan komisyon, “…AB üyesi vatandaşlarının adına…” anayasayı hazırlarken, “…Avrupanın …toplum yaşamında kök salan tarihi mirasında yer alan ….dini …değerlerden esinlendiği…”ni ifade ettikten sonra, birliğin amaçları ve tanımının yapıldığı Birinci Bölüm’ün “kiliselerin ve dini olmayan örgütlerin statüsü” adını taşıyan 51. maddesinde, bu esin kaynağını garanti altına almak için, “kilise ile ilişkilerin devamlılığı” kurumsallaştırılır, ve birlik, “üye ülkelerde …kilisenin sahip olduğu statüye müdahale etmez ve saygı duyar” demektedir. Başka bir deyişle, önsözde her ne kadar Avrupa’nın tarihi mirası arasında aydınlanmacılık vb. sıralansa da, Avrupa’nın esinlendiği değerler arasında dinin anayasada özel olarak bu şekilde vurgulanması, Avrupa’daki dinci gericiliğe verilen açık bir taviz ve bu bakımdan Avrupa’daki mevcut burjuva anayasalarına göre de bir geri adımdır.

Anayasa taslağı dört esas bölüm
·    59 maddeden oluşan Birinci Bölüm; “Birliğin Amaçları ve Tanımı” adını taşıyor. İkinci ve üçüncü bölümlerde daha detaylı olarak anlatılan birliğin işleyişi, finansmanı, organları, temel haklar ve kurumları ile ilgili düzenlemelerin, Birliğin tanımı ve amaçları, temel haklar ve birlik vatandaşlığı, Birliğin kurumları, görevler ve sorumlulukların yerine getirilmesi, iç demokrasi, bütçe ve finansmanı, çevre ülkelerle ilişkiler ve Birlik üyeliği şeklinde 9 ana başlık altında tanımının yapıldığı ve amaçların sıralandığı bölümdür. Anayasanın amaçları ve tanımı niteliğinden dolayı, diğer üç bölümün bu bölüme uygunluğu esas alınmıştır. Yani herhangi bir bölümdeki bir madde, bu bölümde sıralanan amaçlara aykırı olarak yorumlanamaz. Anayasanın diğer üç ana bölümünün değiştirilebilmesi 5/6’lik oy çokluğu prensibine bağlıyken, bu bölümde değişiklik yapılabilmesi için, üye ülkelerin tamamının onayı gereklidir. Bu şart, elbette, bu alanda muhtemel bir değişikliğin imkansız kılınmasına neden oluyor.
·    “Birliğin Temel Haklar Şartı” başlığını taşıyan İkinci Bölüm, sadece 54 madde ile, anayasanın en kısa bölümünü oluşturuyor. Kişi onuru, özgürlükler, eşitlik, dayanışma, vatandaşlık ve adalet başlıkları altında toplanan temel haklar, tek başına ele alındığında, fazla itiraz edilecek bir durum yok. Ancak unutmamak gerekir ki, temel haklar, anayasanın tanımının yapıldığı ve amaçlarının anlatıldığı Birinci Bölüm’ün 3. maddesinde yer alan, birliğin, “ …vatandaşlarına; rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir pazar” sunacağı prensibine aykırı olmaması şartıyla geçerlidir. Bu haliyle, bu bölümdeki 54 maddenin, liberalizasyonu kurumsallaştıran anayasanın görünümünü kurtarmak için bir dekor olmaktan öte bir anlamı bulunmuyor. Bu söylediklerimizin iddia olmaktan da öte bir gerçek olduğunu, bizzat anayasanın kendisi, aynı bölümün, bu hakların nasıl uygulanacağını belirleyen 7. başlığı altındaki 51. maddesinde ortaya koymaktadır: “…bu şartın (temel haklar)uygulanması ….anayasanın diğer bölümlerinde belirlenen görevlerini değişikliğe uğratmaz.” Üstelik, yine aynı bölümün 52. maddesinde, “…(temel hakların) kısıtlanması yasalara  dayandırılmalı …ve birlik tarafından belirlenen genel çıkarlar  yararına ya da üçüncü şahısların  çıkarlarının korunması hedefine cevap vermelidir” denmektedir. Bunlarla yetinmeyen anayasa yapıcıları, 54. maddede, koydukları “…bu şartın hiçbir maddesi …. şartın diğer maddelerinin uygulanmasını … engellemek için yorumlanamaz …” hükmü aracılığıyla, örneğin grev hakkının sermayenin serbest dolaşımı hakkına engel olamayacağını kayda geçirerek, grev yasaklamaları için açık kapı bırakıyor. Kısaca söylemek gerekirse, kağıt üzerinde de olsa, temel haklar kullanılmamak kaydıyla mevcuttur ve esasında anayasanın neo-liberal özünü kabul edilebilir kılmaktan öte bir rolü de yoktur.
·    342 maddeden oluşan Üçüncü Bölüm, Birliğin amaçları, işleyişi ve politikasının hayata geçirilmesini sağlayacak araçlarına ayrılmıştır. Bu bölüm, sermayenin ve malların dolaşımı gülünçlük derecesinde en ince ayrıntılarına kadar anlatıldığı için, bu kadar geniş tutulmuştur. Büyük çoğunluğu 1957 Roma anlaşmasından kalan bu bölümdeki maddelerin değiştirilebilmesi için 5/6’lik çoğunluk gereklidir. Fakat, AB Meclisi ve Bakanlar Kurulu’nda kabul edilse bile, değişikliklerin, yürürlüğe girebilmesi için, üye ülkelerin tamamınca kabul edilmesi gerekmektedir.
·    Son olarak Dördüncü Bölüm’de Anayasanın yürürlüğe girmesi ve değiştirilebilmesi için izlenecek formaliteler anlatılmaktadır. Bu bölüme göre, anayasanın yürürlüğe girebilmesi için, üye ülkelerin tamamı tarafından, ya doğrudan ulusal parlamentolarda görüşülerek ya da referandum yoluyla kabul edilmesi gerekiyor. Anayasanın değiştirilebilmesi için, Avrupa Parlamentosu değişiklik önerisinde bulunabilir. Ancak bu değişikliğin kabul edilebilmesi, yine parlamentoda oybirliği şartına bağlıdır.

ANAYASA MADDELERİNDEN BAZILARI
Daha başlangıçta ne kadar gerici özellikte ve emek düşmanı olduğunu bizzat kendisinin ortaya koyduğunu söylediğimiz anayasanın, “Birliğin Amaçları ve Tanımı” bölümünün hemen üçüncü maddesinde, “Birlik, vatandaşlarına; rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir pazar sunar” denilerek, çarpıtılmayan ve serbest rekabete dayalı pazar, AB’nin amacı olarak belirlenir.
Bu koşul, hemen hemen Anayasanın baştan sona tüm maddelerinin tepesinde “Demoklesin kılıcı” gibi durur ve Anayasanın birçok maddesinde (örneğin, Üçüncü Bölüm’ün 69, 70, 77, 177, 180. maddelerinde) tekrar tekrar önümüze çıkar.
Ayrıca, diğer maddelerde bu deyim tekrarlanmasa da, artık, her madde, bu madde ile koşullandırılmıştır. Örneğin Anayasaya “evet” denilmesi taraftarlarının sözünü çok ettiği “temel hak ve özgürlükler” yine bu koşula bağlıdır. Aynı adı taşıyan bu bölümdeki 51, 52 ve 54. maddeler, yine Birinci Bölüm’ün 3. maddesi ile bağlantılı olarak, grev hakkının kısıtlanmasına yöneliktir. Yani bir üye devletin, örneğin emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek bir kararı, haksız rekabete yol açacağı için, AB anayasasına aykırı sayılabilecektir. Yine herkesin yakından takip ettiği gibi, tarım ürünlerine yapılan sübvansiyonlar da, bu prensibe dayandırılmak suretiyle, giderek ortadan kaldırılıyor.
Amaçların “temel haklar ve eşitlik” başlığını taşıyan 4. maddesinde, “birliğin,… sermayenin, malların, hizmetlerin ve insanların (emeğin) serbest dolaşımını..” garantilediği belirtilerek, bu “temel hak ve eşitliklerin” emeğin ya da halkın değil, sermayenin hakları ve eşitliği olduğu ifade edilir. Bu maddedeki insanların ve hizmetlerin “serbest dolaşımı”nın ne ve nasıl olduğunu anlamak için, Avrupa Komisyonu’nun iç pazardan sorumlu komiseri Fritz Bolkestein adıyla anılan direktiflere  bakmak yeterlidir.
Açık pazar prensibi, birliğin dış politikasına da yön veren temel bir prensiptir. Yine birliğin amaçları ve tanımı bölümünün 3. maddesi, birliğin, “…dış dünya ile ilişkilerinde …serbest ve eşit ticarete, …hizmet edeceğini” vaat eder. Tabii bu tanımın yanına (mevcut güç ilişkileri içinde sanki eşit ticaret mümkünmüş gibi!) “eşit ticaret” deyiminin eklenmesi birliğin esas hizmet etmeyi amaçladığı olguyu gizleyemiyor. İçeriğini daha önce MAI’den tanıdığımız III-216. madde de, “Birlik, üye ülkeler arasında bir gümrük birliği oluşturarak …doğrudan yabancı yatırımların …önündeki engellerin ortadan kaldırılması ve gümrük duvarları ve diğer engellerin azaltılmasına çalışır” diyerek, sosyal hakları, çevreyi, temel insan haklarını bir engel olarak gören sermayeye, bu “diğer engelleri” kaldıracağını vaat ederek hizmette kusur işlemiyor.
Anayasa, vaat ettiği gibi sermayeye hizmette hemen hemen hiçbir şeyi unutmamaya, en ince detaylarına kadar sermaye hareketini ve özgürlüğünü düzenlemeye çalışıyor.
29. madde de Avrupa Merkez Bankası (AMB)’nın esas amacı olarak “fiyatların istikrarı”nı sağlamayı belirlerken, Avrupa Merkez Bankası’nın icraatlarında ve finans faaliyetlerinde “bağımsız” olduğunu ve “üye ülkelerin ve birliğin organlarının bu prensibe uyması gerektiği”ni kaydeder. Ayrıca sık sık görev alanının dışında olan konularda, üye ülkelerin hükümetlerinin bütçelerinin hazırlanmasına, ücret politikasına ya da iş yasalarında yapılacak esneklik vb. değişiklikler lehine müdahalelerde bulunduğuna da son yıllarda tanık olmaya başladık. Bankanın bağımsızlığı da, yine Birinci Bölüm’deki “rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir pazar” çerçevesindedir.
Kısacası, banka, birliğe üye ülkelerden birinde hükümetin memurların ücretlerine zam yapmasını, hem “fiyatların istikrarı”nı hem de “rekabet koşulları”nı bozacağı için anayasaya aykırı bulabilir. Avrupa Merkez Bankası, “fiyatların istikrarı” ve “rekabet koşulları”nı korumak için hükümetlere iş yasalarını değiştirmesi, işçilere verilecek zam oranlarını düşük tutması konusunda baskı yapabilir .
Anayasanın Üçüncü Bölümü’nün 45. maddesinde, üye ülkelerin kendi aralarında ve üye ülkelerin diğer ülkelerle olan “ödemelerinde ve sermaye dolaşımında engeller” koyması yasaklanmıştır. Sermaye dolaşımı konusunda üye ülkelerden birinin muhtemel bir kısıtlamaya gitmesini önlemek için, Üçüncü Bölümü’nün 46. maddesinde, “…sermaye dolaşımının liberalizasyonu konusunda bir kararı geriye dönük uygulayabilmek için…üye ülkelerin oy birliği gereklidir” der.
Ancak konu tekellerden kesilen işletme vergisi olunca, yukarıdaki, birliğin “vatandaşlarına rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir pazar” sunma prensibi bir anda ortadan kayboluyor. Üçüncü Bölüm’ün 63. maddesinde, vergi konusunda alınacak kararların üyelerin tamamının onayıyla alınması (ki bu şart bu konuda karar alınmasını hemen hemen imkansız kılıyor) ve “… iç pazarın (birliğin) işleyişi ve haksız rekabetin önüne geçmek için gerekli…” olması şart koşuluyor. Yani Anayasanın, rekabeti etkilemediği müddetçe, vergi kaçırılmasına ya da vergi imtiyazı tanınmasına bir itirazı yok. Ayrıca bu madde, fabrikaların sökülerek ücretlerin düşük olduğu üye ülkelere taşınmasına (delokalizasyon) da dolaylı olarak müsaade ediyor. Vergi sisteminin her ülkede farklı olması ve bu konuda ortak bir sistem oluşturmanın tüm üyelerin onayına bağlı olması, kapitalizmin azami kâr hırsından dolayı, fabrikaların sosyal kesintilerin göreceli olarak az olduğu ülkelere taşınmasına fiili olarak neden oluyor. Bu hırs, “her türlü sermaye dolaşımı önündeki engellerin yasaklanması” ile birleşince, ortaya 2004 yazında giderek yaygınlaşan “ücret indirimi ya da fabrika kapatılması” şantajlarının son haddine ulaşması gibi bir durum çıkmaktadır.
Üye ülkeler, uygulayacakları ekonomik politikayı kendi başlarına tespit etme özgürlüğüne sahip değiller. Anayasada üye ülkelerin ve birliğin “rekabetin serbest olduğu açık pazar ekonomisi prensibine uygun … bir ekonomi politikasını uygulamak” durumunda olduğu belirlenerek, başka herhangi bir ekonomik modele AB’de yer olmadığı açıkça ifade ediliyor.
Üçüncü Bölüm’ün 103. maddesinde, işsizliğe karşı öngörülebilecek önlemlerin “…birliğin ekonomisinin rekabet kapasitesini koruma gerekliliğini göz önüne alarak….” alınması hükme bağlanarak, yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirilmesi ve her türlü sosyal ilerleme patronların insafına bırakılıyor. Yani patronlar, AB Anayasası’na dayanarak, üye hükümetlerin tanıyacağı herhangi bir sosyal kazanımı, “rekabet kapasitesini” bozacağı gerekçesiyle engelleme hakkına sahipler.
Anayasa, olağan zamanlarda “piyasa ekonomisi”nin nasıl işleyeceğini en ince detaylarına kadar düzenlerken, savaş ya da “iç karışıklıklar” gibi olağanüstü durumları da unutmamış. Üçüncü Bölüm’ün 16. maddesinde, “önemli iç karışıklıklar, savaş ya da savaş tehdidi halinde … ilgili ülkenin alacağı kararların iç pazarın işleyişini olumsuz etkilememesi için ortak kararlar almak için üye ülkeler önceden görüş alışverişinde bulunurlar” denmektedir.
Kağıt üzerinde kamu hizmetlerinin “görevini yerine getirmesi”nin gözetileceğinden bahsedilmesine rağmen, bu hizmetler, tahmin edebileceği gibi, amaçlar bölümünde ifade edilen rekabet koşullarını bozmaması ve sermaye dolaşımına engel olmaması kaydıyla geçerlidir. Yine yukarıda bahsettiğimiz Bolkestein direktifleri, “Genel Ekonomik Çıkarlar Servisi”nin , tam da bu prensip nedeniyle, kamu hizmetlerinin dış rekabete açılmasını öngörür. Dış rekabete açma, şimdiye kadar devlet tekelinde bulunan bu hizmetlerin bilerek zarar ettirilmesi ile birleşince, bir propaganda bombardımanı eşliğinde, özelleştirme kaçınılmaz hale getiriliyor. Bugüne kadar dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, özelleştirilen işletmelerden toplu işten çıkarmalar yaşandığı ise, kimsenin bilmediği bir sır değildir. Yanı sıra, özelleştirmenin sihirli sonuçları olarak sunulan, hizmetlerin iyileştirilmesi ve fiyatların düşürülmesi gerçekleşmediği gibi, elektrik, gaz ve ulaşım fiyatlarının artması, demiryollarında kazaların sıradan olaylar haline gelmesi tam tersini kanıtlıyor.
Ayrıca Birinci Bölüm’de, birliğin tanımı ve amaçları bölümünde kamu hizmetlerinden bahsedilmemesi, bu hizmetlerin birliğin amaçları arasında olmadığını gösteriyor.
Daha ileride, Birliğin işleyişini detaylarıyla düzenleyen üçüncü bölümde, kamu hizmetlerine, hizmetlerin özelleştirilmesine giden yolu düzenleyen maddeler nedeniyle değinilmiştir.
Üçüncü Bölüm’ün 6. maddesinde, “… birlik, bu hizmetlerin (kamu hizmetleri) görevini yerine getirmesini sağlayacak mali ve ekonomik koşullarda çalışmasını gözetir. Bu prensip ve koşullar ortak bir yasa ile belirlenir” denilerek, bu prensip ve koşullar, yine aynı bölümdeki 55, 56 ve 136. maddelerde ifade ediliyor. 55. maddede “… üye ülkeler, kamu teşebbüslerine anayasada belirlenen kurallara uygun olmayan tedbirler uygulayamazlar”  ve 56. maddede “… rekabeti çarpıtacak her türlü hükümet yardımı anayasaya aykırıdır…” denilerek, kamu hizmetlerinin devlet tarafından desteklenmesi yasaklanıp, “rekabeti çarpıtmayacak mali ve ekonomik koşullarda” kâr hedefi güden işletmeler tarafından üretilmesi hedeflenmektedir. Başka bir deyişle, “rekabet serbestliği ilkesi” adına kamu hizmetlerinin tamamının özelleştirilmesi anayasa ile garanti altına alınmaktadır.
Birliğin sosyal haklarla ilgili politikalarıyla ilgili olarak ise, yine Üçüncü Bölüm’ün 103. maddesinde, 1961 yılında İtalya’nın Torino şehrinde imzalanan “Avrupa Sosyal Şartı” ve 1989’da imzalanan “Çalışanların Temel Hakları”na rağmen, “…birlik ekonomisinin rekabet yeteneğini korumak…” ve “üye ülkelerdeki sosyal hakların farklılığını gözeterek hareket eder” deniliyor. Rekabeti çarpıtabilecek uygulamalar Anayasa tarafından yasaklanırken, sosyal hakların kısıtlanmasına karşı herhangi bir yaptırım öngörülmediği gibi, Anayasa belli durumlarda, bunu, anayasal bir zorunluluk olarak sunmaktadır. Yani sosyal haklardan, sermayenin dolaşımı konusunda da yapıldığı gibi, kesin ifadelerle bahsedilmezken, bu hakların kullanımı “rekabet yeteneğinin korunması” koşuluna bağlıdır.
Aynı 103. maddedeki “rekabet yeteneğinin korunması” ve 97. maddedeki “el emeğinin ekonomideki değişimlere uygun olarak evrilmesi” prensipleri, Avrupa Birliği sınırları içinde “esnekliğin” yasal bir düzenleme haline gelmesini sağlıyor.
Temel hak ve özgürlükler konusunda ise, Anayasa, 1948 tarihli İnsan Hakları Bildirisi’nden çok daha geri konumdadır. Bu bildiri “…herkes kendisinin ve ailesinin sağlığını ve konforunu korumak, beslenme, giyinme, barınma, tedavi olma ve gerekli sosyal hizmetlerden faydalanabilmek için yeterli bir yaşam seviyesine sahip olma hakkına sahiptir” derken, anayasanın İkinci Bölümü”nün 15. maddesi, kişi temel hak ve özgürlüklerini, “herkes, özgürce seçtiği bir mesleği icra etme ve çalışma özgürlüğüne sahiptir”e indirgemektedir.
Bu Anayasa sayesinde, hiç kimseyi seçmediği bir işte çalıştırmak ya da çalışmasını yasaklamak mümkün olmayacak. İnsanın derin bir “oh” çekesi geliyor bunları görünce. Ya bir de çalışmak yasak olsaydı!!
Çalışma hukukundan, çalışanların haklarından hiç bahsetmeyen Anayasa, çalışmanın bir hak oluşundan söz ederek, kelime oyunu ile bu noktanın üzerinden geçiyor.

İŞ VE YAŞAM KOŞULLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ” UNUTULMUŞ!
2000 yılının Aralık ayında Nice’te yapılan zirvede, birliğin temel kuruluş amacı olarak, “…halkın iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi”nden bahsedilirken, bu temel amaç, anayasada, “…uygarlık, gelişme ve bolluk yolunda… ilerleme” şeklinde ifade edilerek, soyutlaştırılmış, genel bir lafa dönüştürülmüştür.
Çalışmayı düzenleyen “iş yaşamı” ile ilgili bölümde ise işçi ve patron tam bir “eşitlik” içinde ele alınıyor. Yani İkinci Bölüm’ün 28. maddesinde, “… işçiler ve işverenler ya da onların sendikaları anlaşmazlık durumunda çıkarlarını korumak için birlikte hareket etmek ve grev yapma hakkına sahiptirler” denilerek, grev hakkı hem patronlara hem de işçilere tanınıyor. Eşitlik adına, lokavt Anayasal bir hak olarak patronlara sunuluyor.
Anayasanın temel haklar ile ilgili İkinci Bölümü’nün “adaletli ve eşit iş koşulları” başlıklı 31. maddesinde, ilan edilen “çalışma sürelerinin sınırlandırılması hakkı tüm çalışanlara tanınmıştır…” ifadesi, kesin bir rakam belirtmese bile, tek başına ele alındığında, olumlu bir ilerlemeymiş gibi görünebilir. Ancak Avrupa Komisyonu’nun, kısa bir süre önce, haftalık çalışma sürelerinin 48 ila 65 saat arasında sınırlandırılması kararını aldığını düşünürsek, çalışma sürelerinin “kısıtlanması”nın nasıl olacağını daha iyi görebiliriz. Üçüncü Bölüm’ün 8. maddesinin 2. fıkrası ise, “… üye ülkeler, kendi yasalarını… Bakanlar Konseyi’nin hazırlayacağı çerçeve yasaya dayanarak aynılaştırmak zorunda değiller…” diyerek, aslında AB mensubu ülkeleri, çalışma sürelerinin kısıtlanması konusunda tamamen serbest bırakıyor. Ancak tahmin edilebileceği gibi, “rekabetin serbest ve çarpıtılmaması” için Üçüncü Bölüm’ün 64. maddesinde, “…iç pazarı ilgilendiren konularda …üye ülkelerdeki kural ve yasaların eşitlenmesi…” üzerinde ısrarla duruluyor.
Daha çok tekellerin yararlanacağı vergi düzenlemeleri konusunda yapılacak muhtemel değişikliklerin oy çokluğu ile kabul edilmesi yeterliyken, sosyal haklar ya da çalışma koşullarında yapılacak bir iyileştirme (değişiklik) için tüm üyelerin onayı gereklidir. Böylesi konularda oybirliğini sağlamanın imkansızlığın hatırlatmaya kuşkusuz gerek yoktur.
Eğitim konusuna da kısaca değinen Anayasanın İkinci Bölümü’nün 14. maddesine göre, yalnızca mecburi eğitimin parasız olacağından bahsedilir. Yani anaokulu ve yüksek öğrenim parası olana açık olacaktır ve eğitim hakkı anayasal bir hak olmaktan çıkmaktadır.
Anayasa, “rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir Pazar” yaratmak amacına ulaşmak için, her ihtimale karşı, gözden kaçan bir nokta olabileceğini ya da güç ilişkilerinin değişmesi sonucu ortaya çıkacak yeni koşulları düşünmeyi de unutmamış. Birinci Bölümün 17. maddesinde, “… anayasa tarafından üçüncü bölümde belirlenen hedeflerden birine ulaşmak için …birliğin önceden öngörmediği bir karar almak zorunda kalması durumunda … bakanlar konseyi … gerekli kararı alır” denilerek, Anayasadaki herhangi bir maddenin istenmeyen muhtemel sonuçlarının da önüne geçilmek hedefleniyor. Ayrıca bu durumda, her zaman aranan “oybirliği” şartı bile aranmıyor. Aynı uzak görüşlülüğü, temel haklar ve özgürlükler ya da halkın “lehine” olma ihtimali olan kamu hizmetleri, eğitim, örgütlenme vb. bölümünde ise görmek mümkün değil.
“Dayanışma” başlığını taşıyan 42. maddede “… eğer üye ülkelerden birisi … terörist bir saldırıya maruz kalırsa … birliğe üye ülkeler, dayanışma ruhu içinde birlikte hareket ederler” deniliyor; ancak Anayasanın hiçbir yerinde “terör” tanımı yapılmadığı için, “rekabetin serbest ve çarpıtılmadığı ortak bir Pazar” prensibine uymayan ve birliğin çıkarlarına engel olan bir ülkenin “terörist” ilan edilmeyeceğinin hiçbir garantisi yok.

SERMAYENIN ANAYASASINA HAYIR
Bir bütün olarak ele alındığında ve hazırlanma amacı göz önünde tutulduğunda, sermayenin hizmetinde olan ve onun sömürü koşullarını kurumsallaştıran Anayasa, esas olarak, işçi ve emekçilerin, halkın lehine bir içeriğe sahip değildir. Tam tersine, Avrupa işçi sınıfının yüzlerce yıllık kazanımlarına saldırının aracı olarak düzenlenmiştir. İşçi sınıfının mücadeleyle elde ettiği kazanımlarının ortadan kaldırılması, Anayasanın Birinci Bölümü’nün 17. maddesi ile her an mümkün olacaktır. “Temel hak ve özgürlükler” ise, anayasada “incir yaprağı” rolünü üstlenmişlerdir, üstelik başka kısıtlayıcı maddelerle de nötrleştirilmişlerdir.
Dolayısıyla, emekçiler ve halk için azgın ve pervasız sömürü koşulları vaadeden bu Anayasaya karşı, aklı başında olan herkesin vermesi gereken yanıt, kuşkusuz “hayır” olmalıdır.
Avrupa Anayasası, tabii ki içeriğindeki detaylardan bağımsız olarak ele alındığında bile, inşasına çalışılan bir büyük emperyalist bloğun hukuki temellerini teşkil etmek amacı taşımasından dolayı da, zaten emekçiler tarafından mahkum edilmeye peşinen hak kazanmaktadır. Yukarıdaki birkaç örnekte sergilenen detaylar ise, bu peşin mahkumiyet yargısını kuvvetlendiren ve ona hak kazandıran niteliktedir.
Avrupa proletaryası ve emekçi halkları; fiiliyattaki uygulamalara hukuki bir temel teşkil etmekten öte bir anlamı bulunmayan bir Anayasası olsun, ya da olmasın; her şeyden önce tekellerin ve gericiliğin Avrupasına karşıdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑