Yeni operasyonal dönem ve Türkiye aydınları

Türkiye, sosyal, tarihsel, coğrafi, kültürel… çok çeşitli koşul ve nedenlere bağlı olarak, siyasal gündemi çok çabuk değişen ve toplumsal-politik vb. sorunlarının egemen burjuva sınıf politikalarıyla ağırlaşıp çözümsüzlük üreterek toplumun üzerine çökmesiyle, “müzmin” ve ‘değişken’ siyasal-sosyal gündemi içinde, kısa aralıklarla “geriye atılmış” gibi görünen temel önemdeki sorunlarının, hem birçok başka olay ve gelişmeye bağlandığı, hem de o olay ve gelişmelerin etkeni ya da ana etkenlerinden biri olarak işlev gördüğü bir ülkedir.

Kürt sorunu da, hem bölgesel ve bu anlamıyla uluslararası özellikteki olaylara bağlanan, hem de o olay ve gelişmelerin etkenlerinden biri olma işlevi görebilen sorunlardan biridir; ve son dönemin en önemli tartışmalarının odağında durmaktadır. Basın-yayın organlarında, hükümetin ve Genelkurmayın açıklamalarında, gazeteci, yazar ve aydınların tartışmalarında, ağırlıklı olarak “terör sorunu” ve “teröre karşı mücadele” ile ilişkilendirilerek, yeniden ve yoğun biçimde, siyasal gündemin (buna askeri boyutu da ekleyebiliriz) ön sıralarına yeniden çıkmıştır.

Devletin silahlı güçleriyle PKK arasındaki çatışmaların yeniden ivme kazanması, silah seslerinin artması, mayın-bomba patlamaları, öldürülen PKK eylemcileriyle asker cenazeleri, zaten canlı olan “duyarlılık”ı artırdı ve kişi, grup ve partiler, generaller ve hükümet, basın ve televizyon kanalları, sermaye örgütleri, milletvekilleri, belediye başkanları ve aydınlar, bulundukları taraf ve yerden, soruna ilişkin tutumlarını bir kez daha ortaya koydular.

Bu gelişmelerle bağlantılı olarak, Türk ve Kürt aydınları da, birer bildiriyle çatışmaların yeniden yoğunluk kazanması karşısındaki endişelerini ve bir yönüyle de çözüme ilişkin tutumlarını “kamuoyu”na açıkladılar. Sonradan onlara yenileri katıldı; destekleyerek ya da karşı taraftan, saldırarak. Aydınların bildirilerine ilişkin tartışma bugün de devam ediyor.

 

AYDINLARIN AÇIKLAMASI YA DA TÜRK AYDINI SORUNUN NERESİNDE?

Devlet ve hükümetin, Kürtler ve Kürtlerin ulusal demokratik talepleri karşısında yürüttüğü politikayı yeniden sertleştirmesi, ve “terörün yeniden başlama olasılığı” gerekçesiyle, Kürt kent ve kırında askeri operasyonları yeniden başlatması karşısında, Türkiye’nin Türk ve Kürt kökenli aydınlarının, “çatışmasız bir ortamın sağlanması” talebiyle[1] birer bildirge yayınlamaları, aydınların toplumsal sorumluluğu bakımından önemli bir girişimdi. Ancak, özellikle “Türk Aydınları”nın bildirgesi, “çağrı yapılan taraf”, sorunu ele alış tarzı ve kapsamı yönünden ve öne çıkardığı kaygının niteliği açısından hayli sorunluydu ve “Türk aydınları”nın tutumu, bu bildirgenin amaç ve işlevi yönünden irdelenmeyi hak ediyordu.*

Kuşkusuz, Türk ve Kürt aydınlarının, bu nicelikte katılımlı olmamakla birlikte, daha önce de çeşitli vesilelerle, “barışçıl” çağrıları olmuştu. Ancak bu yenisi, hem “iki kesim”den aydınların “birbirlerini olumlu yanıtlaması” anlamına da geliyordu, hem de kitlelere karşı gerici tehdidin postal sesleriyle karışık büyüdüğü bir dönemde, şiddet ve terörün gündeme sokulmasına karşı bir duyarlılık işareti olabilirdi. Ama dahası vardı; özellikle “Türk Aydınları” adına yayımlanan açıklama, aydınların öteden beri bulundukları zemin, devlet ve hükümetlerin politikaları karşısındaki tutumları, şovenist etkilenmeleri vb. nedenlerle, sermaye ve devlet politikasıyla çatışmamayı esas alan bir üslup ve içerikte ele alınmış ve hazırlanmıştı.

Tek yanlı ve Kürtlerin durumu, hakları ve eşitlik isteklerini gözetmeyen “Türk Aydınları Bildirgesi”, esas olarak PKK’ya “kayıtsız-koşulsuz silah bırak” çağrısı yapıyor; “barış”ı da bu koşulla gündeme getiriyordu. Bildirge, hakim görüşüyle, ÖDP’nin şovenizme bulanmış burjuva liberal anlayışlarının izini taşıyordu ve örneğin, “Birgün gazetesi”ndeki köşe yazılarında bu anlayış, mantık oyunlarına da baş vurularak, devletin, “kendisine silah çeken güçlerle savaşmak zorunda olduğu” şeklinde dile getiriliyordu.[2]

Ülke sorunlarına sorumluluk duygusuyla hareket ettiklerini söyleyen “Türk aydınları”nun bu tutumu; ülkenin durumunu ve onun en önemli unsurlarından biri olmakla kalmayan, içerde, bölgede ve uluslararası alanda, bugünü ve geleceği yönünden, temel önemdeki sorunlardan biri olduğu, tüm bir ‘Cumhuriyet Tarihi’ ve özellikle son yirmibeş yılın gelişmelerince kanıtlanan Kürt sorunu açısından, nesnel durum ve gerçeği ne kadar göz önünde tutuyor ya da dayanak alıyordu? Başka bir deyişle, “Türk Aydınları”, somut olgu ve olaylar karşısında, doğru yerde durup, sorunun çözümüne gerçekten hizmet eden bir tutum mu geliştiriyorlardı?

Buna doğru bir cevap verebilmek için, her şeyden önce Türkiye burjuvazisinin Kürt sorunu politikasına ve bu politikaları da koşullayan sorunun kendisine aydınların nasıl baktıklarının belirgin olması gerekiyor. Bunun için de, egemen sınıfların Kürt politikasına kısaca da olsa yeniden bakmak, ve aydınların, tutum belirlerken, bu egemen politikayı ne oranda dikkate aldıklarını ya da bu politikayla onu ısrarla sürdürenlere karşı nerede durduklarını doğru olarak belirlemek zorundayız.

AYDINLAR DEVLETİN KÜRT POLİTİKASINA NE DİYORLAR?

Türk büyük burjuvazisiyle devlet ve hükümetler, 80 yılı aşkın bir süre, Kürdün ulusal varlığını inkar ve ulusal hak eşitliği talebini baskı ve şiddetle bastırıp etkisizleştirme politikası izlediler. Yok sayma, terörle bastırma ve asimilasyon, bu politikanın özünü oluşturdu. Burjuvazi bu sorunu tüm emekçilere yönelen saldırının gerekçesi olarak kullandı ama, onun, emperyalistler tarafından istismar edilerek kendisine karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmasına ve giderek artan bir biçimde kangrenleşerek en önemli açmazlarından birine dönüşmesine engel olamadı. Buna karşın, bu politikada ısrar günümüze kadar geldi. Baskı ve şiddetin dozunun nispeten azaltıldığı dönemler olmakla birlikte, devlet zoru, Kürtlerin başı üzerinde bir kılıç gibi hep varolageldi. Kürtler baskıya direnip, ulusal haklarından söz edip mücadeleye yöneldikleri her durumda daha da artan saldırıların yanı sıra generallerin, “tarih” anımsatmasıyla karşılaştılar. Boyun eğmez ve mücadeleye yönelirlerse, “tarihteki gibi” ezileceklerdi. Demirel, fırsat buldukça, “28 ayaklanma”dan söz etti ve buna, “devletimiz her tür tehditle başa çıkacak güçtedir” diye eklemeyi ihmal etmedi.

Bir süredir yeniden, bir seferberlik halinde gündeme getirilen, sermaye güçleri ve şoven gericiliğin büyük sermaye ve genelkurmay etrafında birleştirilmesini ve böylece işçi-emekçi hareketine ve Kürtlerin demokratik-ulusal talepleri etrafında gelişen mücadelesine karşı saldırı politikası ve cephesini güçlendirmeyi hedefleyen politika, çözümsüzlük üreten bu “eski” politikadır. Ülkenin istikrarsızlığı; halk kitlelerinin baskı altına alınması, kaynakların silahlanmaya ve halka karşı şiddet örgütlenmesine ayrılması; şovenizm ve burjuva milliyetçiliğinin körüklenerek Türk ve Kürt emekçi kitleleri arasına nifak tohumları ekilmesi gibi, tüm unsurlarıyla ülkenin ve halkın çıkarlarına aykırı sonuçlar doğuran politikadır bu.

General Başbuğ’un, “terör örgütünün umudu ve dayanaklarının yok edilmesi” olarak ifade ettiği “yeni dönem” askeri-politikası, sermaye ve devlet güçlerinin, “PKK terörüyle mücadele” adına Kürt varlığına karşı ısrarla sürdürdükleri bu yıkım ve çözümsüzlük politikasıdır. Ulusal hak eşitliği ve kendi kaderini tayin etme istemiyle ortaya çıkan Kürtlerin milyonlarla ifade edilen toplumsal gerçeğini inkardan gelen ve general Başbuğ’un seleflerinin birçok kez tekrarladıkları, bu, yok sayma ve “yok etme” anlayışı ve pratiğine dayalı, egemenlerin açmazını da derinleştiren “kör politika”, kısa sayılamayacak “düşük yoğunluklu savaş” döneminden sonra, içine girilen ve nispeten daha kısa süren “çatışmasızlık yılları”nın geride bırakılmasını da –bunu, özellikle son ayların gelişmelerine bakarak görmek mümkündür– adeta kaçınılmaz kılan bir politikadır.

“Terörist örgütün umudunun ve kökünün yok edilmesi için terörle mücadelede koordinasyon, planlama ve karar alacak, doğrudan Başbakan’a bağlı, ulusal güvenlik başkanlığı gibi bir birim”in kurulması yönündeki “TSK önerisi”nin Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından “olumlu bulunduğu” açıklaması, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin bastırılması ve işçi ve emekçilere karşı oluşturulmuş Özel Harekat Dairesi, Özel Tim, Jitem, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, Korucular ordusu vb.’nin yanına yenilerinin eklenmek istendiğini göstermektedir. Genelkurmay ve hükümetin, sermaye basını desteğindeki bu “yeni” saldırı dalgasının, o, izlenen “geleneksel” politikanın devamı olmakla birlikte; “Avrupa uygarlığıyla birleşme” propagandası eşliğinde ve “Kopenhag Kriterleri” ve “uyum yasaları” çerçevesinde atılmış adımlardan ‘geriye dönüş’ gibi bir yeni yönünden de söz edilmelidir.

Bayrak provokasyonu, burjuvazinin gelişmelere karşı tepki ve önlemleri kapsamında ve fırsata dönüştürülerek şoven bir dalgayla gericiliğin güçlerini yeniden toparlama; “savrulmuş” orta sınıflarla küçükburjuva kesimleri ve sendika bürokrasisini yedeğe alma kampanyası olarak işlev görmüştü. L. Zana ve diğer eski milletvekili Kürt politikacıların hapisten çıkmaları, Kürt politikasının öne çıkardığı öteki bazı kesimlerle birlikte, DTH (Demokratik Toplum Hareketi) adıyla “yeniden partileşme” sürecini başlatmaları ve yaptıkları toplantılarda ya da “yabancı misyon temsilcileriyle görüşme”lerde dile getirdikleri düşünceler üzerinden; esas olarak da bu tutum ve düşüncelere karşı, “Türk milli hasasiyeti” sürdürüldü; “hasasiyet”in diri tutulması için, özellikle basında, “seferberlik ruhu”nun geliştirilmesi ve güçlendirilmesi kampanyaları düzenlendi. MGK ve Genelkurmay; “ülkenin ve milletin hasasiyetleri” üzerinden “iç ve dış tehdit belirlemesi”ni yeniledi; “bölücülük ve şeriatçılık”ın yanı sıra “varoşlar” da iç tehdit unsurlarına eklendi. Genelkurmay ve orgeneral Y. Büyükanıt’ın, “bölücü örgütün gücünü artırdığı ve ülke sınırları içindeki yığınağını takviye ettiği” yönündeki açıklamalarına, “PKK’ya karşı operasyonların yeniden başlatılacağı” propagandası eşlik etti. Genelkurmayın son açıklama ve “uyarıları”, bu gelişmelerin ardından geldi. “Önlemler” ve tutum olarak öne çıkarılan politika, adını anmaksızın tüm bu gelişmeleri veri alıyor ve aslında, gelişmelerden, burjuvazi adına çıkarılan sonuç üzerinden yönelişi belirliyordu.

General Başbuğ’un “nota”sından sonra, sermaye basını ve yazarları, Kürt sorununu “PKK terörü”yle eşitleyerek, ona karşı saldırıların desteklenmesi; şiddete dayalı ve ideolojik mücadelenin yükseltilmesi olarak ifade edilen[3] geleneksel politikayla uyumlu biçimde, ve “asker”in “dikkat çektiği” ve “uyardığı” hemen her dönem ve durumda tekrarlayıp yeniledikleri, postal sesine uyum tutumunu bir kez daha ortaya koydular. ABD başta olmak üzere, Batı emperyalizmi önünde “çulu yere sererek secdeye duran” ve bu yüzden de “mütareke basını” ve misyoner gazeteciler güruhu olarak adlandırılan bu kesimlerin, Kürtlerin Türklerle eşit ulusal demokratik haklara sahip olmaları söz konusu olunca, bir tür “Türk milli seferberliği” başlatarak, ve teröre ve bölücülüğe karşı mücadele adına, Kürtlere ve tüm milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçilere yönelen bir saldırganlığı haklı göstermek üzere, şeytana pabucunu ters giydirecek bin türlü şarlatanlık yapmaya koyulmaları; bu işin en kolay Kürt sorunu ve hakim şovenizm üzerinden yapılabileceği anlayışıyla da ilişkiliydi.

Sermaye ve holding basını ve yazarları bunu, “Türk dünyası” ve “Türk ulusunun Kürt kökenli vatandaşları” vaazlarıyla başlıca iki “hassasiyet”i gözeterek yürütüyorlar: Devlet politikasıyla uyumlu bir “Türk ulusçuluğu” fikrini güçlendirmek ve buna da hizmet etmek üzere, Kürtler arasındaki ayrışma ya da hakim deyişle “çatlağı” derinleştirmek. Birincisi, burada üzerinde etraflıca duramayacağımız bir ikiyüzlülük ve samimiyetsizliği içeriyor; “ulusçuluğun ve ulus devletlerin sonunun geldiği” söylemi bu aynı çevrelere ait. Ve ikincisi, “Kürt gerçeği”ne ilişkin kimi kaçınılamaz gelişme ve değişmeleri veri alıyor ve bunları, Kürt hareketinin zaaflarını derinleştirmek üzere, Kürtlere karşı düşman ve inkarcı politikanın dayanakları olarak kullanıyor. İttihatçıların üç paşasından birinin torunu zatın, Türklerin “modern Ziya”sı olmaya soyunan eski MHP ideologuyla birlikte “halk etme”ye çalıştıkları “ılımlı ya da liberal Kürt politikası”, öteki gerici unsurlarının yanı sıra, Kürt bölünmesini; Kürtlerin de bütün öteki uluslar gibi sınıflara ayrılmaları; Kürt kenti ve kırında eski toplumun çözülmesine bağlı olarak saflaşmaların meydana gelmesi; bu sınıf, kesim ve tabakaların Kürt ulusal hareketini, kendi çıkarları yönünde yönlendirme uğraşları, ve bunun getirdiği farklı tutum ve anlayışlar, üzerine oynanacak zemin olarak alınıyor.[4]

Türkiye gericiliği ve holding basını şimdi bu “uygun zemin”de, eski oyunları yeniden sahneleme çabasında; bir yandan bu işbirlikçi-liberal ve uzlaşmacı Kürt tutumunu güçlendirmeye; böylece Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin emekçilerin birliği ve çıkarları yönünde gelişmesinin bastırılmasına yönelik politik-askeri tutumun etki alanını genişletmeye; diğer yandan ise, Kürtler içinde, yaşanmış olaylar ve sürecin yol açtığı ‘moral bozukluğu’nu daha da güçlendirerek, Kürt hareketindeki “çatlağı” mümkün olduğunca büyütmeye çalışıyorlar. “PKK terörü” söylemi de bu kampanyanın önemli bir silahını oluşturuyor.

Bu nesnel gerçeklerle politik-askeri politikaları ve bu politikanın yeni saldırı ve operasyonlar olarak yoğunlaşmasını aydınların bildirgelerindeki ve pratikteki tutumlarıyla birlikte değerlendirdiğimizde ise, görülen şudur: son dönemdeki gelişmeleri ülke ve halk açısından kaygıyla karşıladıklarını belirten aydınlar, bu olgu ve gelişmeleri olduğu gibi, Kürt sorununun ülkenin ve bölgenin en önemli sorunlardan biri olduğunu gerçeğini gözetmemişler; devlet ve hükümetlerin bu sorunu yok sayan ve baskıyla “çözme”yi esas alan politikalarının sorunu kangrenleştirdiğini görerek, bu gerici politikadan kesin biçimde ayrışmak üzere, tutarlı bir tutum geliştirememişlerdir. Aydınlar bildirgelerinde, sermayenin dolaysız savunucusu yazar ve gazetecilerin inkarda devlet ve hükümetle birleşen tutumlarıyla ve burjuva liberallerinin, halk kitlelerinin şovenizm ve gericiliğe karşı mücadelede birleşmesini önlemeye hizmet eden “dış güçler eliyle demokratikleşme ve sorunların çözülmesi”ni bekleme anlayışıyla araya sınır koyan herhangi bir tutum ve görüş geliştirememişlerdir.

Aydınların tutumu, onların sorunu, PKK’nın silah bırakması ve sınırlı gördüğüne işaret etmektedir. Açıklamaya ve ardından içine girilen sessizlik durumuna bakılırsa, onların, Türkiye’de neredeyse gelenekselleşmiş olan anlayışla “bir açıklamayla işi idare etme” tutumuyla hareket ettikleri söylenebilir. PKK’ya “koşulsuz silah bırakma” çağrısı yapan aydınlar, silah kullanımını “PKK’nın işi”ne indirgeyerek, silah bırakma çağrısı bile yapmamış oluyorlar. Aydınlar, “silahların patlamadığı”, askeri operasyonların yapılmadığı dönemlerin de yaşandığını; ama çözümsüz bırakıldığı ve inkardan gelindiği için sorunun hep varolmaya devam ettiğini ve inkar ve imha politikasının silaha da baş vuran Kürt örgütlenmesi ve mücadelesine yol açtığını yaşamamış, görmemiş, duymamış gibi davranmaktadırlar. Aydınlar, tüm milliyetlerden Türkiye emekçilerinin “çatışma ortamının sona ermesi” yönündeki taleplerini, PKK’ya yönelik açıklamalarıyla mı karşılamış oluyorlar? Bu, çatışmanın, devlet terörü ve her tür terörist eylemin sona ermesi için yeterli koşul mudur? Aydınlar böyle mi görüyorlar sorunu; halk kitlelerine ne söylemektedirler bu konuda; Kürt sorunun çözümü için önerilerinin ne olduğu bir yana, böyle bir sorunun olduğunu kabul ediyor ve çözülmesini istiyorlar mı? Hangi tutumun halk kitleleri içinde etkin olmasını istemektedirler ve bunun için ne yapmışlar, ne yapmaktadırlar?

Bildirgeci aydınlar, herhangi bir dönemde, herhangi sıradan bir konuda açıklama yapmış ya da yapıyor değiller. Kürt sorunu gibi temel önemde politik-sosyal bir sorunla bağı rededilemez “çatışma ortamı” ve “PKK eylemleri”ne dair olarak, ve saldırıların yoğunlaşıp çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde, bir tutumla, bir “taraf olarak” ortaya çıkıyorlar.

Bildirgeci Türk aydınları, kendilerinin de ifade ettikleri üzere, “ülkenin yeni bir kaos dönemine sürüklenmemesi için” bir tutum açıklamışlardır. Bu bir tutumdur, evet; ama nasıl bir tutum olduğu, yukarıda sözünü ettiğimiz olgu, olay ve gelişmelerden soyutlanarak değerlendirilemez. Bildirgeci aydınlar, “operasyonlar dursun” bile demiyorlar[5], gözleri önündeki, içinde yaşadıkları toplumun on yıllardır gündeminden düşmeyen, egemenlerce inkardan gelindiği için de, onbinlerce insanın (yalnızca son yirmi yılda, 30 bini Kürt gençleri ve emekçileri olmak üzere, 35-40 bin kişi yitirilmiştir) yok oluşuna yol açan bir sorunu, sözünü de etmeyerek, yok sayabiliyorlar. Böyle bir aydın tutumu, hele de ilericilik-demokratlık adına olabilir mi? Aydınlar, aydını aydın yapan asgari gerçekliğin, gerçeği olduğu gibi, gerçek olarak görmek olduğuna uygun bir tutum bile göstermiyorlar. Sermaye ve burjuva politikası ve propagandasıyla araya sınır çekmeyen tek yanlı bir tutumla ortaya çıkmakta sakınca görmüyorlar. Bırakalım ulusal baskıya karşı çıkmalarını, devlet politikasının yedeğine düşmemek için bile olsa, Kürt gerçeğine nesnel bir yaklaşım göstermiyorlar. Sorunu PKK’nın “önkoşulsuz silah bırakması”na indirgeyip, “görev tamamlıyor”lar!

SORUMLULUK SAHİBİ AYDIN NE YAPABİLİR?

Ara bölümü uzun tutmamızın nedeni, Kürt gerçeğini ve 80 yıllık inkarcı ve baskıya dayalı devlet politikasıyla bunun yoğunlaştırılarak sürdürülmesi çabalarını hesaba katmayan bir tutumun doğru olamayacağını göstermek içindi. Aydınların tutumu, eğer yalnızca bir açıklama olarak kalmayacaksa, ülke ve halkı için gerginlik, istikrarsızlık, güvensizlik ve kargaşa nedeni olan veya o yönde kullanılan bir sorunun çözümüne hizmet edecek pratik-politik bir tavır alış olarak geliştirilecekse ya da geliştirilmek isteniyorsa; o, her şeyden önce nesnel duruma, somut olay ve olgulara doğru yaklaşıma dayanmalıdır.

Yukarıda değinildi; devlet, hükümet ve sermaye basını için Kürt sorunu “bir terör sorunu”ndan ibarettir. Çözümü de, general Başbuğ’un ifadesiyle “terörist örgütün umudu ve kökünü bertaraf etmek”te görülmektedir. Askeri operasyonlar, yeni ve takviye edilmiş baskı yasaları buna yöneliktir. Devlet ve hükümet politikası, Kürt ulusal varlığı ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği taleplerini tümüyle inkar üzerine kuruludur; bu yöndeki mücadeleyi bastırıp ezmeyi esas almaktadır. Şoven ve gerici yazar-çizer takımı da bu politikayı aynen benimsemekte; PKK’nın varlığını Kürtlere yönelik şiddet ve baskının gerekçesi yaparak, “barış”, demokrasi ve ulusal demokratik haklar etrafındaki bir tartışmanın Kürt sorunuyla ilişkilendirilmesini dahi tahammül edilemez görmekte; bunu Lozan’nın “delinmesi”, “üniter yapının yıkılması”; “ulusal bütünlüğün parçalanması” girişimi saymaktadır.[6]

Aydınların bildirgelerinde ise, Kürt gerçeği, Kürt sorunu diye bir sorunun varlığı, bu sorunun çözümünün ülke ve halkının çıkarlarına olduğu; devletin inkar ve baskı politikasının halka ve ülkeye zarar verdiği ve çözümsüzlük ve açmaza düşürdüğü vb.’nin dikkate alındığını ve buna ilişkin bir tutum geliştirildiğini; bu politikanın ideolojik mücadele cephesinin ön saflarını tutan sermaye basını ve propagandasına tavır alındığını gösterir bir veri bulunmamaktadır.

“150 Türk Aydını” adına, PKK’ya “önkoşulsuz silah bırakma” çağrısı, “aydın sorumluluğu” açısından anlaşılır, ancak tek yanlı, zaaflı ve eksikli bir tutumun ifadesidir. 150 Türk Aydını, öyle bir çağrıyı, öyle bir “merci”ye yapmışlardır ki, Kürtlere karşı 80 yılı aşkın süredir izlenen inkar, baskı, imha ve asimilasyon politikasını “PKK’nın silahlı varlığı” ile açıklama durumuna düşmüşlerdir. Çağrıya hakim anlayış, yaşananların sorumluluğunu PKK’ya fatura eden ve devlet tarafından sürdürülen baskıcı, şiddet ve teröre dayalı politikayı yok sayan anlayışla arasına, şovenizmden uzak ve tutarlı demokrat bir tutumun ifadesi olan bir ayrımı koyamamıştır. PKK ve onun silahlı eylemleri olmasa, şiddet ve terörün de, Kürt sorunu diye bir sorunun da olamayacağını vaaz eden egemen anlayıştan belirgin bir ayrışma, açıktır ki ancak, Kürt sorunu ve Kürtlerin ulusal demokratik haklarını inkardan gelmeyen, aksine bunu toplumsal bir gerçek olarak alıp, çözümü için inkarcı devlet politikasının son bulması ve bu politikanın zorla dayatılmasını ifade eden askeri operasyonların durdurulmasını ve Kürt emekçilerine yıllardır verilmiş tüm zararların tazmin edilmesini talep eden bir tutumla mümkün olacaktı. Oysa, “çağrıcı” aydınlara göre, eğer PKK “kayıtsız-koşulsuz silah bırakır”sa, çatışma olanağı ortadan kalkacak ve sorun kalmayacaktır! “Derhal silah bırakılması”nı isteyen aydınlar açsından, Kürt gerçeğini ve Kürtlerin hak ve taleplerini dikkate almak ise “hak getire”!

Peki aydınlar bu yanlış tutum ve politikayı aşabilir ve şovenizmle araya sınır çekebilirler mi? Bunun için zaman da, olanak da kuşkusuz vardır. İstek ise, en azından tartışılır! Aydınların, Türkiye gericiliğinin egemen politikasına yedeklenmemeleri bir tek koşulla mümkündür: atılan adımı, eksik ve zaafları da görerek, tamamlamak; başka bir ulusu ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağını bilerek, Kürtlere karşı izlenen devlet politikasının demokratik ve eşit hakların tanınmasına dayalı temelli değişimi için, tüm milliyetlerden aydınlarla ve tüm emekçilerle birlikte, bağımsız ve demokratik bir Türkiye için mücadele etmek; mücadelenin ilerlemesi için sorumluluk üstlenmek. Türk aydınları, sermaye ve devletin yedeğinde olan gericilerden kendini ayıracaklarsa, önlerinde, yalnızca bu yol vardır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri izlenen inkarcı baskı politikasının, çözüm üretmediği gibi, çözümsüzlüğü süreklileştirdiği; bunun da halk kitlelerine acı ve baskı; ve ama Türkiye’nin bu durumundan yararlanmak isteyen emperyalist güçlere, kullanabilecekleri araç ve olanak sağladığını, herkesten önce aydınların görmesi gerekiyor. Kürt emekçilerinin, Türkiye’de, Türk milliyetinden olanları başta gelmek üzere, tüm işçi ve emekçilerin kardeşlik duyguları içinde ve birlikte yaşama isteklerine, aydınlar, ancak bu durumda doğru bir karşılık vermiş olurlar. Kürt sorununu, PKK ve terör sorununa eş görerek, PKK’nın silahtan arındırılmasıyla sorunun ortadan kalkacağını sanmak ise, bugüne kadar olanların bundan sonra, daha da büyük felaketlere yol açarak devam etmesine katkı sunmaktan başka bir yere götürmeyecektir.


[1] Önce “150 Türk Aydını”nın, PKK’ya “önkoşulsuz silah bırakma” çağrısı ve ardından, “264 Kürt Aydını”nın, ilk çağrıya destek anlamı da içeren “operasyonların durdurulması ve sorunun barışçıl çözümü” çağrıları, ülkede, Türk ve Kürt emekçilerinin saflarında ve sermaye cephesindeki çeşitli burjuva odaklar içinde farklı biçimlerde etkide bulundu ve değerlendirildi.

*Burada, sorumluluklarının önemi ve toplumsal işlevini gözeterek, esas olarak Türk aydınlarının tutumu üzerinde duruyoruz.

[2] “Demokrat”(!) Rıdvan Akar, “Diyelim ki devrim oldu…” başlıklı makalesinde, (makale Birgün gazetesinde yayımlandı), “Diyelim ki devrim oldu. Sosyalist bir Türkiye kuruldu. Böyle bir Türkiye’nin dağlarında rejimi devirmek için silahlı guruplar dolaşsa, rejimin tepkisi ne olurdu?” diye sorarak, devletin “kendisine silah çekmiş” olanlara savaş açmasının “olağan”, “kaçınılmaz” ve “zorunlu olduğu”nun teorisini yaptı.

[3] “Gazeteciliği”, Washington’un sesini dolaysız olarak Doğan Holding gazetelerine yansıtmaktan ibaret Yasemin Çongar, 25.07.05 tarihli Milliyet’te, “Washington, global terörün ancak askeri ve ideolojik mücadelenin birleşmesiyle alt edilebileceği inancında” diye bildirerek, “Biz de, Irak savaşına (ortada bir savaş değil ama işgal ve Irak’ın talanı var ve Amerikancılar bunu ‘savaş’ diyerek yumuşatma çabasındalar –Y.A) ve Bush yönetimine bakışımız ne olursa olsun, …global teröre karşı sesimizi toplum ve devlet olarak çok daha fazla yükseltebilmeliyiz” diye, sahibinin sesinden bildiriyordu.

 

[4] 23.07.05 tarihli Milliyet gazetesindeki “köşe”sinde, devletin, “kendisine silah çeken”, “elde silah dağa çıkan ve ülkesini parçalayıp üzerinde bir devlet kuracağını ilan edenler (PKK, böyle bir hedefinin olmadığını son birkaç yıldır söyleyip duruyor. Öcalan’ın “ekolojik-demokratik toplum projesi” olarak adlandırdığı “yeni politika”sının, “ayrı devlet” diye bir hedefi yok. Ama bu ayrı bir konu ve burada, sadece, H. Cemal’in, devlet propagandasını veri alarak yalan söylediğini anımsatmak için söz konusu edildi. –Y.A) karşısında tabii hareketsiz kalmayaca”ğını, belirten Cemal, devlet ve hükümetin, “halkla silahlıyı, teröristi karıştırmaması”nı, devletin, “şiddet kullanırken hukuka özen göstermesi”ni istiyor. Devletin “PKK karşısında yıllardır sürdürdüğü mücadele, haklı ve meşru bir mücadeledir” diye devam eden Cemal, PKK kaynaklı silah ve şiddetin “açıkça ve önkoşulsuz mahkum edilmesi”ni –Kürt ‘tarafı’ndan olmalı– isterken, devlet ve hükümetin, Kürtler içindeki gelişmeleri dikkate almasını, “PKK’ya giden kanalları tümüyle kesmek” üzere, ve “silaha, şiddete karşı olanların elini güçlendirmek” için, sosyal-ekonomik paketler açmasını önermektedir. Bir öteki makalesinde de Cemal, “Kürt siyasal hareketi gittikçe daha fazla çok sesli hale gelmeye başlıyor. PKK içinde de, dışında da öyle. Artık tek kişinin borusu ötmüyor” diyor. Cemal, sevinç naraları atacak nerdeyse; “bir Kürt kaynağa dayandırarak”, “DTH Koordinasyon Kurulu o halde ki, neredeyse hepsi silaha davranabilecek kadar birbirlerine girmiş durumda” diye yazıyor. Ve devam ediyor: “Bölünmüşlük var Kürt siyasal hareketinde.. Çok seslilik devreye girmiş durumda… Silah sesi duymak istemeyenler, Apo tekeline karşı çıkanlar, şiddet ve terör politikalarının çıkmaz sokak olduğuna inananların gitgide ön plana çıktığı esinti ve rüzgarlar var sahnede…” diye yazarak, bu bölünmüşlükten yararlanmanın yararlarını sıralıyor.

T. Akyol da, isimsiz “Kürt kaynakları”nı tanık göstererek, “PKK ve partilerine uzak durmuş olan Kürtler” üzerinden geliştirilecek bir tutumun, Kürt hareketini devlet çizgisine değilse de, ılımlı ve uzlaşabilir bir çizgiye çekilmesinde göreceği işlevi işaret eden birçok makale yazdı.

[5] İlk iki bildirgenin yayınlanmasından sonra, H. Gerger ve bazı gazeteci-yazar, ressam ve şairlerin de aralarında bulunduğu bir üçüncü grup, “farklı” bir başka bildiri yayınladılar. Gerger ve arkadaşları, bu bildirilerinde “150 Türk aydınının bildirgesi”nin eleştirisini yapıyor; devrimci tutumu, “devletin hedef alınması”yla koşulluyor; ancak, aydınlarla halk kitleleri arasındaki bağın nasıl kurulabileceği, devrimci-demokrat bir tutumun halka nasıl mal edilebileceği gibi, temel önemdeki bir sorunu sekter bir tutumla bir yana itiyorlardı.

[6] Sermayenin basındaki, hükümetteki ve devletin öteki kurumlarındaki temsilcileri sözbirliği etmiş olarak, Başbuğ ve Genelkurmay’ın ardına dizildiler ve “hürriyetler”in kısıtlanmasının zorunluluğuna toplumsal destek sağlamak üzere, gerekçeleri sıralamaya giriştiler.

Cuntacı Kurtul Altuğ, “Gözcü”de, Demirel’in, Amerikan boyunduruğu altında politikayı Türkiye’nin “kaderi” olarak gösteren ve Irak’ın işgaline katılmayı savunan görüşlerini de dayanak alarak, “İnsan hak ve özgürlüklerine ters olağanüstü tedbirler aldığımız için eleştirenlere”, “Terörü yok etmenin yolu, ‘teröre barınak olan, destek çıkan kim varsa hakkından gelecek tedbirleri almaktır”diye, cevap verilmesini istiyordu.(23.07.05)

Türkiye ve dünyanın “terör stratejilerini ve politikalarını’ yeniden tanımlaması”nı isteyen G. Civaoğlu, “Küresel bir ‘terörle savaşım ortak konsepti’ çalışmaları yapıldığı”nı sevinçle haber veriyor ve bunun başarısı için, PKK’ya karşı “silahlı savaşım ve diğer yöntemler”in yanısıra, onun soyutlanması için her şeyin yapılması ve “tüm bir milletin sel halinde teröre karşı akması” için çağrılar yayınladı.

Lozan kutlamaları, Kürt inkarcı politikanın galebe çalması ve Ermeni “soykırımı” üzerine uluslararası söylemin sözde etkisizleştirilmesi için şatafatlı biçimde uluslararası alana taşındı.

Fikret Bila (Milliyet, 23.07.05), Lozan Anlaşması’nın, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanağını oluşturan belge niteliğinde” olduğunu belirterek, 82. yıldönümü kutlamalarına değindiği yazısında; “Lozan’ın son yıllarda gündemin ilk sıralarına yerleşmesi”nin “Türkiye’nin yaşadığı süreçle ilgili” olduğunu; Lozan’ın daha da önem kazanmasının, “ulus-devlet” , “üniter yapı”, “ulusun birliği”, “Türk üst kimliği”, “Kürt sorunu”, “etnik temelli talepler”, “anayasal vatandaşlık”, “Türkiyelilik”, giderek “federasyon” tartışmaları ve “Irak’ta meydana gelen gelişmeler, Kuzey Irak’ta bir Kürt federe devletinin kurulmuş olması”na bağlı olduğunu belirterek, “Türkiye’nin kuruluş felsefesi”nin tehdit edildiğini; Lozan’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanaklarını ve felsefesini ortaya koyduğunu, “Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir uluslaşma süreci ve tek ulus temeline” dayandırıldığının belgesi olduğunu, ve bugün, “etnik kökene göre azınlık kabul etmeyişi” nedeniyle hedef alındığını; “‘Kürt sorunu’ olarak tarif edilen olgu”nun ‘ikinci ulus’ hedefine yönelik” olması nedeniyle “Lozan’a eleştirilerin Türkiye’nin kuruluşuna itiraz niteliğinde” olduğunu belirterek, buna karşı çok yönlü tutum almak gerektiğini yazdı.

“İlerici şair” (!) Özdemir İnce, Aydınların yayımladıkları bildirileri konu edinen makalesinde, “150 Türk aydını”nı, “barış çağrıları” nedeniyle uyarmaktan (!), “Kürt ve Türk tarafı”ndan, “barış” ve “Kürt kimliği”nden söz edilmesinden duyduğu rahatsızlığı, bir öfke kumkuması içinde dile getiren makaleler döşendi, ve “Kürt kimliğinin kabul edilmesi ne demek? Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürt asıllı insanların kafa kağıdına ‘Has Kürt’, ‘Hakiki Kürt’ yazısı mı yazılacak?” diye hiddetle bağırarak, tutumunu ortaya koydu.
Taha Akyol, Başbuğ’un işaret ettiği yasaların çıkarılmasına “ihtiyacın açık ve net” olduğunu yazdı.

 

Kit’ler ve özelleştirme

Hâkim sınıfın AKP iktidarı KİT’leri özelleştirme programına devam ederken, KİT’lerde çalışan işçilerin işyeri düzeyinde direnmesi yaygınlaşmaktadır. İşyeri merkezli örgütlenen direnmeler birleştirilebilse, özelleştirme programını kösteklemek mümkün olabilir. Direnişleri ortaklaştırmanın ve geniş emekçi desteği sağlamanın önündeki engellerden biri, hâkim sınıfın KİT’lerin varlık gereği konusunda kamuoyunda yaratmayı başardığı tereddüttür. Kamu işletmeciliğinin baştan yanlış olduğu propagandasıdır. Bu kanı, özelleştirilmekte olan KİT’lerin işçisini, kendi kuruluşunun ‘vatan’ olduğunu kamuoyuna haykırırken, özelleştirilmekte olan diğer KİT’leri savunmaktan alıkoyabilmektedir. Bu propaganda, diğer emekçi sınıfların özelleştirme konusunda kesin tavır almamasında da muhtemelen etkilidir. Emekten yana duran bazı aydınlardan da “KİT’lerin AKP gibi iktidarların kontrolunda kalması ile özel holdinglerin mülkiyetine geçmesi arasında fazla bir fark yok”  diyenler çıkmaktadır.
Bu yazının amacı, KİT ve özelleştirme tartışmasını kuramsal olarak emekçi sınıflar açısından yorumlamak ve burjuva sınıfın KİT’ler konusunda kendi menfaatlerini yansıtan propagandasını tartmak ve cevaplandırmaktır. Türkiye’de özelleştirme uygulamalarının ayrıntılarına girilmeyecek ve uygulamalar hukukî yönden değerlendirilmeyecektir. Konumuz KİT’leri özelleştirme uygulamasında yapılan usulsüzlük ve yolsuzluklar değildir; burjuva sınıfın KİT’leri kurma ve özelleştirme saiki ve sonuçlarıdır.

TARİHÇE
Türkiye kapitalist dünya sisteminin ‘çevresinde’ bir ülkedir. Bu ülkede kamu işletmecilik politikasının tarihsel gelgiti, büyük ölçüde kapitalist dünya sisteminin evrimini yansıtmaktadır.
19. yüzyılda Osmanlı ekonomisi dünya sistemiyle bütünleşti. Osmanlı Devleti, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, askerî yenilgilerin baskısı altında ve Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın sanayileşme çabalarını örnek alarak, İstanbul’da dokuma, demir döküm fabrikaları, feshane, tophane ve tersane kurdu. Fakat bu kamu işletmeleri, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’ndan sonra, Osmanlı gümrük vergilerini emperyalistlerin kontrolu ettiği serbest ithalat ortamına dayanamadı. Yüzyılın ikinci yarısında kapitalizmin merkezleri ile siyasî ve iktisadî ilişkiler yumağında devlet dış borç batağına saplandı ve herhangi bir sanayileşme hamlesi yapacak malî gücü ve özerkliği kalmadı.
1923-1929 yıllarında Cumhuriyet hükûmetleri özel sektörü teşvik eden politikalar uyguladı. Bu yıllarda kamu işletmeciliğinde başlıca önemli adım, yabancı mülkiyetindeki demiryollarının ve Haydarpaşa limanının millîleştirilmesidir. 1929’da Lozan’ın getirdiği gümrük kısıtlamaları sona erdi ve tesadüfen aynı yıl kapitalizmin merkezlerinde iktisadî buhran başladı. Devlet, dünya ticaretinin daralmasından yararlanıp, 1930-1939 yıllarında, ithal edilen bazı sınaî malları yurtta üretecek KİT’ler kurmağa girişti. 1934-1938 yıllarında Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı uygulandı. Devlet un, şeker, dokuma, metalurji, kâğıt ve kimya sanayiinde 19 işletme kurdu.
Harpten sonra, devlet, 1946-53 arası liberal ithalat politikası, 1954-1960 arası ise yerli üretimi ithal mallarının rekabetinden koruyan bir siyaset izledi. CHP ve DP iktidarları 1960’a kadar kapitalist dünya sistemi ile bütünleşme ve emperyalist askerî ittifaka girme iştiyakı ile özel sektörü teşvike öncelik verdi; sanayileşmede ve kamu işletmeciliğinde önemli bir hamle yapmadı.
27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra Türkiye’de plânlı kalkınma dönemi başladı. İkinci Dünya Harbi’nden sonra, sosyalist devrimlerin ve millî kurtuluş mücadelelerinin dünyada emekçilerden yana ve plânlı ithal ikameci sanayileşmeden yana estirdiği rüzgâr ancak 1960’larda Türkiye’de hissedildi.
Türkiye’de plânlı sanayileşmenin ve sosyal devlet ilkesinin benimsenmesinde etken olan dünya şartlarını özetleyelim: İkinci dünya harbinin sonunda emperyalist devletlerin burjuva sınıfları, 1914-1918’de bir dünya harbi, 1917’de Rusya’da sosyalist ihtilali, 1929-1939 yıllarında ağır bir buhran, 1939-1945’te ikinci bir dünya harbi ve akabinde sosyalist devrimlerin dünya nüfusunun üçte birini kapsayacak şekilde yayılışını görmüş bir nesildi. Sosyalist ülkelerin büyük buhrandan etkilenmemesi, hızlı kalkınma başarıları, yurttaşlarının tam istihdamını sağlayıp refahını yükseltmesi bütün dünyada işçiler için bir cazibe teşkil etmekte idi. Bu tecrübelerin etkisi ile gelişmiş ülkelerde burjuva sınıflar, tam istihdamı ve emekçilerin temel ihtiyaçlarını sağlamaya siyasî öncelik vermeğe mecbur kaldı. Kapitalizmin merkezlerinde sosyal refah devleti, sosyal demokrasi bu mecburiyetten doğdu.
Keza harpten sonra birçok sömürge halkı millî kurtuluş mücadeleleriyle siyasî bağımsızlıklarını kazandı. Sosyalist ülkeler yeni bağımsızlaşan ülkeleri desteklemekte ve onlara örnek teşkil etmekte idi. Burjuva sınıflar, sosyalizmin daha da yayılmasını önlemek için az gelişmiş ülkelerin kalkınmasını öncelikli bir uluslararası sorun olarak kabul etti.  Merkez ülkeleri az gelişmiş ülkelerde plânlı sanayileşme çabalarına karşı durmadı, hatta bir ölçüde destekledi. Bu ortamda, 27 Mayıs darbecileri ve bazı ilerici bürokratlar, Türkiye’de anayasaya plânlamayı ve sosyal devlet ilkesini yerleştirdi.
1961-1980 plânlı kalkınma döneminde, devlet, karma ekonomi çerçevesinde, özel sektörü teşvik etti; sanayide, tarımda ve hizmetlerde KİT’ler kurarak ve geliştirerek büyük yatırımlar yaptı; yerli üretimi ithalattan korudu ve aynı zamanda yabancıların sabit sermaye yatırımlarını teşvik etti. KİT’ler, karma kapitalist ekonominin unsuru olarak görülmekte ve işlemekte idi.
SSCB’de ve Çin’de sosyalist ideolojinin zayıflaması ve SSCB’de siyasî çözülme, 1980’den sonra dünyada burjuva sınıfların emekçilere karşı yeni liberal ideolojik ve siyasî saldırısına imkân verdi. Burjuva sınıflar sosyal devlet, plânlama, kamu hizmeti gibi kavram ve kurumları tasfiyeye yöneldi. Türkiye burjuva sınıfı da dünyada yayılan bu siyasî ve fikrî akıma ayak uydurdu. KİT’leri tasfiye süreci başladı.
Özetle, Cumhuriyet döneminde burjuva sınıf zaman zaman kamu işletmeciliğini sermaye birikimini destekleyen araç olarak kullanmış; KİT sistemini özellikle 1930-1939 ve 1961-1980 döneminde geliştirmiştir. Türkiye’de egemen sınıf kamu işletmeciliğini, dünya iktisadî buhranı ve devrimler merkezî kapitalist ülkelerin dünya sistemi üzerinde kontrolunu zayıflattığı dönemlerde geliştirmiştir.

KİT’LERİN VARLIK HİKMETİ
Bu kısa tarihçe şu soruyu akla getiriyor: 1980’lere kadar KİT kurma politikası izleyen burjuva sınıf hangi gerekçeler ile 1980’lerde KİT’leri tasfiye programına başladı? Bu dönüşün sebebi, KİT’lerin varlık gerekçesi 1980’lerde kalmadığından mıdır?
Bunu cevaplandırmak için, 1980’den önceki dönemde burjuva iktisatçılarının gelişmiş ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal adaleti ve kalkınmayı sağlamak için kamu iktisadî teşebbüslerini niçin gerekli gördüğünü, bu yolda ne gibi savlar öne sürdüğünü görmek lazım. Bunlardan başlıcalarını özetleyelim.
Bir kere, doğal tekellerin kamu kontrolunda olması gerektiği genel olarak kabul edilmekte idi. Birden fazla üreticinin olamayacağı faaliyetlere doğal tekel denir. Örneğin istisnaî özellikleri olan bir su menbaını bir tek işletme işletebilir ise, doğal tekeldir. Demiryolu şebekesinin veya telefon şebekesinin birden fazla işleticisi olamaz ise, bunlar birer doğal tekeldir. Tekeller rekabete maruz olmadığı ve yüksek kâr kazanabileceği için, doğal tekellerin kamu mülkiyetinde olması ve kamu tarafından işletilmesi gerekli görülmekte idi. Tekelin kârını bir sermayedar grubunun değil, toplum adına kamu sektörünün toplaması ve toplumsal amaçlar için kullanması sosyal adaletin gereği sayılıyordu. Doğal bir tekeli devlet işletmeyip işletme imtiyazını özel bir şirkete verse dahi, ürünün fiyatlandırılması ve ürünün kalitesine karışması gerekli görülmekte idi (meselâ demiryolu hizmetinde bilet ve taşıma fiyatları ve tren tarifeleri konusunda şartnameler hazırlayıp imtiyazlı şirkete uygulatması gerekli görülmekte idi).
Gerek gelişmiş gerek az gelişmiş kapitalist ülkelerde enerji, ulaştırma ve iletişim sektörlerinde KİT’ler özel tekelleşmeyi önleme gerekçesi ile kuruldu. Doğal tekel konumundaki bazı işletmelerin ürettiği ürünlerin ve hizmetlerinin birçok sektöre girdi (mal veya hizmet) vermesi, bütün ekonomiyi etkileme potansiyeli ve bazı hâllerde ülkenin savunması için önemi sebebiyle bu  sektörler için ‘stratejik’ sıfatı da kullanılmaktadır.
Az gelişmiş ülkelerde KİT kurmanın önemli diğer bir gerekçesi, sanayileşme idi. Sermayedar sınıfın sermaye birikiminin ve riziko üstlenme kabiliyetinin yetmeyeceği, büyük meblağlar gerektiren rizikolu yatırımları devletin kurduğu KİT’ler yapabilirdi. Devlet yeni üretim faaaliyetleri kurarken, dışardan ülkeye yeni teknolojiler getirebilir, döviz kazanacak ihracat yapabilirdi.
KİT’lerin üçüncü önemli işlevi, geri kalmış bölgeleri kalkındırmak idi. Sermayedarların yatırım yapmadığı geri kalmış yöreleri kalkındırmak için, devletin oralarda işletmeler kurması makul ve gerekli görülmekte idi. Geri kalmış yörelerde kamu işletmesi kurmağa karar verirken, devlet, kararı, kurulacak işletmenin kârlılığına bakarak değil, sosyal fayda-maliyet tahliline göre almakta idi. Sosyal maliyet-fayda tahlili, toplumsal açıdan yapılan bir maliyet ve kazanç karşılaştırmasıdır. Geri kalmış bir yörede, özel sektörün muhasebe yöntemlerine göre zarar edecek bir yatırım projesi, sosyal fayda-maliyet hesabına göre kazançlı bulunabilir, ve gerçekleştirilebilirdi.
Sosyal fayda-maliyet hesabının ayrıntısına girmeden, mantığı hakkında bir fikir verelim. Bir yatırım projesinin mutad kârlılık hesabında, işletmenin ödeyeceği işçi ücretleri maliyetten sayılır. Sosyal fayda-maliyet tahlilinde ise, geri kalmış yörede kurulacak işletmede çalışacak işçiler işsiz ise, onlara ödenecek ücret ya kısmen hesaba katılır veya sıfır dahi sayılabilir. Çünkü işsiz bir insanı istihdam etmenin topluma hiçbir maliyeti (üretim kaybı) yoktur. Örneğin, toprağı işleyerek geçinen bir aileden bir kişiyi o faaliyetten uzaklaştırdığınızda ailenin tarımsal üretimi azalmıyorsa, o kişiyi başka bir işte istihdam etmenin toplumsal maliyeti yoktur. Bu durumdaki insanları istihdam edecek yeni işletmelerin sosyal fayda-maliyet hesabında, bunlara ödenecek ücret sıfır veya gerçekte ödenenden çok daha az telakki edilir.
Genel olarak sosyal fayda-maliyet hesabında, yatırım projesinde kullanılacak girdilerin piyasa fiyatları bunların sosyal maliyetini yansıtmıyorsa, sosyal maliyeti bir şekilde tahmin edilip esas alınmakta idi. Bu muhakeme ile toplumsal kazancı hesaplanan yatırım projeleri sosyal açıdan kazançlı ise, özel kârlılık hesabına göre zarar edecek gibi görünse dahi,  gerçekleştirilmekte idi.
Bunun dışında, KİT’ler ilâç, aşı, ekmek, süt, okul malzemesi gibi ‘sosyal mallar’ üretmek için de kurulmakta idi.
KİT’lerin sosyal mallar üretmesinin kuramsal gerekçesi ne idi? Bu gibi malların tüketimi, tüketen kişilere verdiği ferdî faydanın ötesinde bütün topluma (genel sağlık düzeyini, genel eğitim düzeyini yükseltmek gibi) faydaları vardır. Bu sebeple özel üreticilerin kâr hesabına dayanan arzının ve tüketicilerin talebinin belirleyeceği fiyat ve üretim-tüketim miktarları, sosyal mallara toplumsal ihtiyacı karşılamaz. Sosyal malları ya sübvansiyonlayarak özel sektöre ürettirmek, ya da düşük kârla çalışacak KİT’lere ürettirmek gerekir.
KİT’ler, işgücü piyasasında ücretleri düzenlemekte de rol oynadı. Türkiye’de KİT’ler işçilere genellikle özel sektördekinden daha yüksek ücret ödemekte ve bu politika özel sektörde ücretleri etkilemekte idi.
KİT kurma amaçları arasında, istihdam yaratma, (Sümerbank’ın dokuma, konfeksiyon, kundura üretmesi gibi) emekçilerin bazı temel ihtiyaçlarını üretip ucuz satma, özel sektör işletmelerine ucuz girdi sağlamak da sayılabilir. Buraya kadar sayılanlar, KİT’lerin meşru işlevleridir. Bunun dışında, Türkiye’de burjuva sınıfın siyasetçileri, KİT’leri, kadrolarını taraftarlarına seçim ganimeti ve ‘arpalık’ olarak dağıtmak için de kullandı..
Sonuçta; Türkiye’de KİT’ler sanayileşmede etkili oldu. Kamu sektörünün yatırımlarını merkezî hükûmet, katma bütçeli idareler, mahallî idareler, döner sermayeler ve KİT’ler yapar. KİT’ler, kamunun sanayi (imalat, enerji, madencilik), tarım, ve hizmet alanlarında yatırımlarını yapar. 1979-85 yıllarında KİT yatırımları toplam kamu yatırımlarının yarısını aştı, sonra bu pay tedricen azaldı.  Türkiye imalat sanayiinde iş bölümü oluştu: Özel sektör  tüketim malları üreten ‘hafif sanayide’ hâkim mevkide iken, KİT’ler büyük ölçekli ve ‘ağır’ iş kollarında (metalürjide, kimya sanayiinde, makina sanayiinde) yoğunlaştı.

KİT’LERİN HİKMETİ KALMADI MI?
Son 25 yıldır, Türkiye’de burjuva sınıf, KİT’leri tasfiye etmek için birkaç gerekçe öne sürmektedir: (1) KİT’ter zarar etmektedir. Özel teşebbüs onları daha iyi yönetir. (2) Özelleştirme, sermaye mülkiyetini ‘tabana yayar’. (3) Devlet, en elzem kamu hizmetleri ve altyapı yatırımları dışında üretim yapmamalıdır. Özelleştirme gerekçesi olarak pek gösterilmese de, birikmiş kamu borcunu ödemek de bir özelleştirme saikidir. Bu gerekçeleri birer birer inceleyelim.
Burjuva iktisadına göre, bir işletme zarar ediyor ise, kullandığı toplumsal kaynaklar kadar ‘değer’ yaratmadığı anlamına gelir. Zarar eden işletme toplumun refahını azaltır, çünkü sermaye birikimine katkı yapamaz. Sermaye birikiminin kaynağı kârdır.
Piyasada rekabet azaldığında sermayedarların fiyatları nasıl keyfi tespit ettiğini düşünecek olur isek, piyasa fiyatları ile hesaplanan kâr-zarar hesabının, işletmede kaynak kullanma disiplininin ve işletmenin toplumsal faydasının sıhhatli bir ölçüsü olamayacağı ortadadır. Bunu bir kenara koyup, kâr-zarar hesabının işletmelerin toplumsal faydasının ölçüsü olduğunu kabul etsek dahi, KİT’lerin kâr etmesi gerektiği iddiası iki önemli dayanakla reddedilebilir. Birincisi, KİT’lerin birçoğunun kuruluş işlevi zaten kâr etmekle bağdaşmaz. İkincisi, iktidarların KİT’lere, rasyonel yönetilmelerine fırsat vermeyecek şekilde müdahale ettiğidir. Bu itirazları biraz açalım.
Doğal tekelleri özel sektöre bırakmamak ve sanayileşme saikleri ile kurulan KİT’lerde, kârlılık (veya zarar etmeme), bir performans kıstası olarak alınabilir. Buna mukabil, bölgesel kalkınma, sosyal mal üretme, emekçilerin ihtiyaçlarını üreterek ucuz fiyata satma gibi başka amaçlar ile kurulmuş KİT’lerin kâr etmesi zaten beklenmez. Bunların başarı kıstasları, işletmenin kârlılığı olmaz; kurma amacına uygun başka başarı ölçütleri kullanmak gerekir. Nitekim, Türkiye’de KİT’leri düzenleyen yasalar, KİT’lerin işlevlerini yerine getirirken uğradıkları zararları ‘görev zararı’ diye adlandırmış ve Hazine’nin bu zararları karşılamasını öngörmüş idi. Şimdi kritik soru şudur: Türkiye’nin bölgesel kalkınma sorunu çözülmüş müdür? Eğitimle, sağlıkla ilgili sosyal malları KİT’lerde üretme gereği kalmamış mıdır? Bu sorulara verilecek cevap olumsuz ise, Türkiye’de bu işlevleri yerine getiren KİT’leri ‘zarar ediyor’ gerekçesiyle özelleştirmek akla sığmaz.
KİT’lerin kâr-zarar meselesinde diğer itiraz, burjuva iktidarlarının KİT’leri yönetme tarzı ile ilgilidir. KİT, kamu tasarruflarıyla kurulmuş, ama kendi kuruluş yasalarına göre, devletin merkezî idarî teşkilatı dışında işleyen özerk kuruluştur. Türkiye’de 1950’lerden beri KİT yönetim reformu siyasî gündemden çıkmamıştır. Sorun, iktidarların KİT’lerin yönetimine müdahaleleridir. Meselâ 1961’de Devlet Plânlama Teşkilâtı kurulduktan hemen sonra, ilk plânlamacı ekip, siyasî iktidarla görüş ayrılığı sebebiyle istifa etti. Çatışma konularından biri, plânlamacıların KİT’leri siyasî iktidarların müdahale alanından çıkarmak istemesi ve siyasî iktidarın buna yanaşmaması idi.  İktidarların KİT yöneticilerini sık sık değiştirmesi, müdüriyetlere ve yönetim kurullarına ehil olmayan kişiler ataması, KİT’leri gereksiz istihdama zorlaması ve KİT fiyatlarını (seçim öncesi ve sonrası) siyasî mülahazalarla ayarlaması, KİT’lerin verimsiz işleme ve zarar etme sebepleri arasındadır. Şimdi burjuva sınıf, kendi iktidarlarının KİT’leri suiistimal etmesini gerekçe göstererek, KİT’leri tasfiye etmektedir.
Zarar ettiği, yani iyi idare edilmediği, özel mülkiyette daha iyi idare edileceği gerekçesi ile bir KİT özelleştiriliyor ise, o KİT’in üretim kapasitesini korumaya dikkat etmek mantık gereğidir. Blok satışla özelleştirilen bazı tarımsal işletmelerde, satış şartnamesinde KİT üretiminin devam etmesi öngörülmüş olmasına rağmen, KİT’i arazisine tamah ederek devralan özel şirketin üretimi temsilî düzeye düşürdüğünü, Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi (KİGEM) yöneticileri tespit etmiştir. Ayrıca, KİT’ler zarar ettiği için özelleştirilmekte ise, neden sadece zarar eden KİT’lerin özelleştirilmediği, kâr eden KİT’lerin neden özelleştirildiği sorusu cevapsız kalmaktadır. Cevapsız kalan başka bir soru da, eğer kamu işletmeciliği tabiaten dirayetsiz ise, neden, iktidarın özelleştirdiği TÜPRAŞ gibi bazı KİT’leri başka (çoğu gelişmiş) ülkelerin KİT’lerine satmakta olduğudur.
KİT’ler kamu ekonomisine yük değildir. Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın 2005 Programında, 2004 Yılı Kamu Kesimi Genel Dengesi tablosuna göre özelleştirme kapsamında olan KİT’ler, topluca 1597 trilyon TL tasarruf yapıp (‘kâr edip’) 1097 trilyon TL yatırım yaparak, kamu genel dengesine 500 trilyon TL bırakmış; özelleştirme kapsamında olmayan KİT’ler de, topluca 2108 trilyon TL tasarruf sağlayıp 2605 trilyon TL yatırım yaparak, 497 trilyon TL açık vermiştir. Kamu genel dengesine tüm KİT’ler 3 trilyon TL safi (tasarruf-yatırım fazlası) katkı yapmıştır. 2003 yılında KİT’lerin bu toplam katkısı (sermayedar ağzıyla ‘kârı’) 1889 trilyon TL oldu. Bu rakamları, tabiatiyle iktidarın çeşitli müdahaleleri, yaptırdığı veya yaptırmadığı yatırımlar etkilemektedir. KİT’lerin topluca kamu kesimininin borçlanma gereğini artırdığı yıllar da olmuştur. Burada anlatılmak istenen, KİT’lerin yapısal olarak zarar etme eğiliminde olmadığı, kâr/zarar durumlarının iktidarların dayattığı fiyat, yatırım istihdam politikalarının etkisi altında belirlendiğidir.
Sonuçta; burjuva sınıfın KİT’leri tasfiye programında kâr-zarar tartışmasının samimiyetsizliği apaçıktır. Samimi olsalar, kâr eden KİT’leri satmaz ve zarar eden KİT’lerin yönetimini toplumsal ihtiyaçlara göre ıslah ederlerdi.
Sermaye mülkiyetini “tabana yayma” fikri özelleştirmeyi telkin eden yayınlarda geçmektedir. İddiaya göre, hisseleri “halka satış” yöntemi veya İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda arz yöntemiyle, KİT’lerin mülkiyeti halk arasında yayılacak ve servet dağılımı daha adil hâle gelecektir. Amaç bu olsa, KİT hisselerini blok satma yöntemi hiç uygulanmazdı; oysa özelleştirmenin büyük kısmı blok satışla yapılmaktadır. Kaldı ki, KİT’lerin tüm mülkiyeti hisseler hâlinde ülkenin yoksul kesimlerine bedava dahi dağıtılsa, kapitalizmde sermayenin güçlü yoğunlaşma eğilimi karşısında, gelir dağılımı üzerinde çok kısa sürecek bir etkisi olabilirdi. Sermaye mülkiyetini dağıtmak, özelleştirme programına toplumun tepkisini yumuşatmak için uydurulmuş bir kılıftır.
Kamu borucunu ödemek, özelleştirmenin bir saiki olarak karşımıza çıkmaktadır. Borç ödemek için KİT satmanın adaleti sorgulanabilir. KİT’ler, geçmiş nesillerin zorunlu tasaarufları ile kuruldu. Bu tasarruflar, kısmen devletin bütçesinden yapılan tasarruflarla, yani vergi gelirleriyle gerçekleşti. Kısmen de emekçilerin sosyal güvenlik kurumlarında biriken tasarruflarıyla gerçekleşti. Şöyle ki, 1964-1987 yıllarında faaliyet gösteren Devlet Yatırım Bankası (DYB), Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK) tahvil satarak temin ettiği fonları, işletmeci KİT’lere uzun vadeli krediler şeklinde aktardı. Bu suretle DYB, KİT’lerin çok sayıda yatırım projesini SSK fonlarından düşük faizle kaynaklandırdı.  Dolayısıyla bugün KİT’ler üzerinde, ödedikleri vergiler yoluyla bütün toplumun hakkı varsa, SSK mensubu işçilerin hem ödedikleri vergiler, hem de SSK’dan aktarılan kaynaklar sebebi ile, fazladan hakkı vardır. Ancak buna ne SSK, ne de sendikalar dikkat çekmiştir.
Kamu borcunun ayyuka çıkmasının sebebi, kısmen burjuva iktidarlarının kamu kaynaklarını israfı (TBMM’deki ceylan derisi koltuklar bunun timsalidir), kısmen Güneydoğu’daki askerî harekât harcamaları, kısmen 2001’de koalisyon iktidarının soyulmuş birtakım bankaları kurtarma kararı ve kısmen de 1980’lerin ortasından beri kamu borcuna Hazine’nin ödediği fahiş tefeci faizleridir.  Emekçilerin refahına yansımayan kamu borcunu emekçi nesillerinin geçmiş birikimleriyle ödemenin sermayedarlara nasıl büyük bir transfer teşkil ettiği ortadadır. Ancak burjuva sınıf, ideolojik bombardımanı ile emekçileri kendi tasarruflarıyla kurulan kurumlardan yabancılaştırarak bu transferi gerçekleştirmektedir.
Şayet KİT’ler gerçekten kamu borcunu ödemek için özelleştirilmekte ise, iktidarların bunu kelepir fiyatlara değil de, mümkün mertebe yüksek fiyatlara satmağa çalışması gerekirdi. Fakat her KİT özelleştirmesinde kamu varlığının bedavaya gittiğini burjuva basın bile yazmaktadır. Esasen yüksek reel faiz hadleri bütçeyi büyük bir transfer mekanizmasına çevirmiş iken, burjuva iktidarların kamu borcunu süratle tasfiye etme telaşında olduğuna inanmak zordur.
Geriye kalıyor üçüncü özelleştirme amacı: KİT’leri sermayedarlara mümkün mertebe düşük bedelle devretmek. Bunun teorik kılıfı, devletin asayiş-adliye-savunma işlerine bakması ve ekonomide sadece bazı altyapı hizmetleri sağlaması gerektiği yolunda yeni liberallerin öne sürdükleri görüştür. 
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Türkiye’de Özelleştirme başlıklı metninin ‘Özelleştirmenin Amacı’ kısmının ilk cümlelerinde bu fikri açık seçik görüyoruz: “Özelleştirme ile devletin ekonomideki sınaî ve ticarî aktivitesinin en aza indirilmesi hedeflenirken, rekabete dayalı piyasa ekonomisinin oluşturulması, devlet bütçesi üzerindeki KİT finansman yükünün azaltılması, sermaye piyasasının geliştirilmesi ve atıl tasarrufların ekonomiye kazandırılması, bu yolla elde edilecek kaynakların altyapı yatırımlarına kanalize edilebilmesi mümkün olacaktır. Özelleştirmenin temel amacı nihaî olarak, devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktadır.”
Birer birer inceleyelim.
KİT’lerin kamu ekonomisine yük olmadığına yukarıda değindik. Sermaye piyasasını geliştirmek için KİT özelleştirmek, Dünya Bankası’nın az gelişmiş ülkelere telkinidir. Rantiyeler ve simsarlar hisse senedi alış satış hacmini büyütünce ülkede yatırımların artacağı ve (borsada hisseleri alınıp satılan) şirketlerin daha iyi yönetileceğine dair, hiçbir kanıtı olmayan batıl bir iddiaya dayanmaktadır.
Geçelim atıl tasarrufları harekete geçirmek iddiasına: KİT’leri özelleştirince hangi atıl tasarruflar ekonomiye kazandırılmış olacaktır? Büyük tasarrufları kimse evde para, altın şeklinde tutmaz; bankada mevduat olarak tutar. Bankada tutulan parasal tasarruflar atıl değildir; kredi vermekte kullanılır. Özelleştirme İdaresi KİT’leri özelleştirdikçe, halk altın bileziklerini ya da gayrimenkullerini satıp hisse alsa, bu, olsa olsa, altın ve gayrimenkul fiyatlarını düşürür, hisse fiyatlarını artırır. Böyle bir sürecin sabit sermaye yatırımlarında artışa yol açması için bir sebep yoktur. Özel sektör yatırımlarını uyarmanın yolu, reel faizleri düşürmek, halkın gelirini artırarak iç piyasayı hızla genişletmek, banka kredilerini yatırımlara yönlendirmek ve yurtta üretilen malların ithalatına son vermektir. Dolayısyla atıl tasarrufları ekonomiye kazandırmak iddiası da boştur.
Özelleştirme İdaresi’nin beyanına yansıyan, burjuva sınıfın asıl muradı, KİT’lerin özel sektöre karşı rekabet etmesine son vermek ve devleti işletmecilikten çıkarmaktır..
Görüldüğü gibi Özelleştirme İdaresi’nin özelleştirme gerekçeleri arasında, KİT kurma gerekçelerinden hiçbirine uzaktan dahi bir atıf yoktur. Burjuva sınıf, Türkiye’nin geri kalmış yörelerinin bölgesel kalkınma meselesini, özel sektörün yatırımlarını Marmara ve Ege bölgesinde dengesiz bir şekilde yığmasına rağmen, yine özel sektör yatırımlarına havale etmektedir. Sosyal mal üretme, istihdam yaratma, ücretleri düzenleme gibi diğer işlevlerini konuşmayı dahi gereksiz bulmaktadır.
Özelleştirme İdaresi, rekabete dayalı piyasa ekonomisi kurmaktan dem vurmakta, ama doğal tekel işleten KİT’leri özelleştirmenin piyasa rekabetini nasıl etkileyeceğine değinmemektedir. 1980’lerde doğal tekellerin kamu kontrolundan sermayedar gruplarının kontroluna geçmesine, hatta yabancı sermaye gruplarının kontroluna geçmesine toplumun itiraz edeceğini öngören T. Özal, özelleştirilen doğal tekellerde ve stratejik iletmelerde kamunun ‘altın hisse’ denilen kritik bir hisse oranını muhafaza edeceğini taahhüt etmişti.  Ancak toplumun konuyu kanıksaması neticesinde, burjuva iktidarı, TÜPRAŞ ve Erdemir uygulamalarında bu ilkeyi de gözden çıkarmıştır.
Mahfi Eğilmez egemen zihniyeti açıkça ifade etmiştir: “Kapitalist sistemi (ya da aynı kapıya çıkacak olan adlarla söylemek gerekirse piyasa sistemini veya serbest rekabet düzenini) benimsemiş olan bir ekonomide kamu kesiminin mal üretiminin içinde olması uygun değildir… Eğer piyasa düzenini baz alacak bir ekonomik sistemi benimsemişsek, o zaman kamu kesimi yavaş yavaş üretimden çekilecek ve elindeki üretim işletmelerini özelleştirme yöntemiyle özel kesime devredecek demektir. Özel kesime devredilen işletmeler, kamu kesimi elindeyken daha iyi yönetilmiş olabilir ya da tam tersine özel kesime devredildikten sonra daha kötü yönetilmiş, hatta kapatılmış olabilir. Bunların önemi yoktur… Önemli olan benimsenmiş olan sistemin gereğinin yapılmasıdır… Eğer seçtiğimiz piyasa ekonomisi sisteminin doğru bir seçim olduğuna inanıyorsak, özelleştirmenin bunun kaçınılmaz sonucu olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yok eğer seçtiğimiz sistemin yanlış olduğunu ileri sürüyorsak, o zaman özelleştirmeyi değil sistemi tartışmamız gerekir.” 
Bu sözler, işçi sınıfına ve emekçilere –İşte kapitalizm budur, gücün yetiyorsa kendi düzenini kur, demektedir.

SONUÇ
1980’lerden beri burjuva iktidarları, KİT’lerde yatırımları kısarak, kadrolarını azaltarak ve istihdamı taşeron şirketlere devrederek KİT’leri verimsiz ve işlevsiz hâle getirmekte yol aldı. Buna bakarak, işçi sınıfının KİT’lerin AKP gibi iktidarların kontrolunda kamu mülkiyetinde kalması için mücadele etmesine değip değmeyeceği sorulabilir. Gerçekten de KİT’lerde yapılan kurumsal tahribat, KİT çalışanlarında birikmiş sosyal amaçlı, kalkınmacı kamu işletmeciliği tecrübesini hızla yok etmekte ve mevcut KİT’lerin emekçi iktidarında plânla yönetilen ve hızla kamulaşan bir ekonominin temel taşları olarak işleme kapasitesini azaltmaktadır.
Ancak, KİT’leri özelleştirme siyaseti, Türkiye’de sermayedar sınıfın işçilere ve diğer emekçilere genel saldırısının bir unsurudur. Karşı taarruza geçinceye kadar, emekçilerin mevzilerini, kazanımlarını savunması gerekir. KİT’lerin özelleştirilmesine direnmeyi kendi başına bir mücadele olarak düşünmemeli; bunu, taşeronlaşmaya karşı mücadelenin, KİT’lerin siyasî kadrolaşmasına karşı mücadelenin, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine karşı mücadelenin ve sair mücadelelerin tamamlayıcısı olarak düşünmelidir.
Daha önemlisi; bugünün özelleştirmeleri, yarın işçi sınıfının iktidarında yapmak gerekecek kamulaştırmaların boyutlarını büyütmektedir. Özelleştirme işine yabancı sermaye karıştıkça, işçi sınıfı iktidarının kamulaştırma işi uluslararası bir boyut kazanıp, emperyalist müdahalelere bahane olacaktır. Bu sebeple, işçi ve diğer emekçi sınıfların ve demokratik kitle örgütlerinin KİT özelleştirme uygulamalarını engellemek için mücadele etmesi, ve yabancılara satışları kösteklemek için uğraşması, sadece bugünü değil, yarını kurtarmak için de gereklidir.

Bombalarla gericileşme

Hava tahmincileri, içinde bulunduğumuz yazın son kırk yılın en sıcak mevsimi olacağını ilan etmişti. Yazın ilk ayında zaman zaman yağan yağmur, bu tahmin konusunda kuşkular doğursa da, hava, tahminlerdeki gibi, giderek ısındı. Bölgemizde ve Avrupa’daki gelişmeler de, sanki mevsim sıcaklarına paralel olarak siyasi atmosferi giderek ısıtıyor.
Önce, AB içinde çatlaklar başgösterdi. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçler tarafından hazırlanan Anayasa, Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda reddedildi. AB Anayasası, Avrupalı emperyalistler açısından bir dönüm noktası kabul ediliyordu. Anayasa ile Avrupalı emperyalist güçler, Avrupa’nın siyasi ve askeri mekanizmalarını yeniden düzenliyordu. Anayasa, AB’yi “çekirdek ülkeler” ve “diğerleri” olarak ayırıyor ve Almanya ile Fransa’nın patronluğunu kurumsallaştırıyordu. Ayrıca, yeni kurumlarla, siyasal karar alma sürecini hızlandırıyor ve çekirdek gücün politikalarına çelme takabilecek devletlerin kozlarını azaltıyordu. Yani, Avrupa Birliği’ni daha disiplinli, siyasi kurumları daha gelişmiş, “acil durumlar”da silahlı müdahaleye olanak sağlayan silahlı acil birliklerin oluşturulmasına cevaz veren ve silahlanmanın koşullarını tarif eden bir yasal düzenleme söz konusu idi. Avrupa’nın tekelci güçleri, ABD’yi taklit ederek, ona yetişmeye çalışıyordu. Tabii, Avrupa Anayasası, aynı zamanda, sosyal devlet uygulamalarının en temel yasa düzeyinde tasfiye edilmesinin de tescili anlamına geliyordu.
AB Anayasası’nın referanduma sunulması sırasında, Avrupa’da pek çok ülkede, Avrupa’nın sınırları ve Türkiye’nin AB’ye üye kabul edilip edilmemesi tartışmaları da alevlendi.
Neoliberal ekonomi politikaları ile haklarını yitiren Avrupalı işçilere, sağ partiler, işsizlik, yoksulluk ve sosyal hak kayıplarının nedeninin yabancı işçiler ve göç olduğunu anlatıyordu. Avrupa’da işsizlik ve pahalılığın artması ile birlikte ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da gelişmeye başlamıştı.
Fransa’da halkın AB Anayasası referandumunda hayır oyu kullanması, hükümeti zor duruma düşürdü. Sosyalist parti içinde “hayır” oyunu savunan bir kesim tasfiye edildi ve “hayır” oylarının Chirac’ı yıpratması, sağcı görüşleri ile bilinen Sarkozy’nin önünü açtı.
Benzer bir gelişme de, Almanya’da, aynı zamanlarda yaşandı. Yerel seçimlerde Sosyal Demokrat partinin en güçlü olduğu bölgede seçimi kaybetmesi, Alman Başbakanı’nı güven oylamasına gitmeye ve erken seçim kararı almaya zorladı. Almanya’da da, yine sağcı Merkel, daha şimdiden müstakbel başbakan ilan edildi.
Sarkozy ve Merkel, Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı olduklarını defalarca söylediler. Onlara göre, Türkiye en fazla ayrıcalıklı ortak olmalı idi.

***
AB’de Bushçuluk güçlenirken, Türkiye’de de 17 Aralık’tan sonra  burjuva liberaller tarafından estirilen demokrasi rüzgarları birden hız kesti. Tarihi reform olarak tanımlanan TCK ve CMK’nun yürürlük tarihi 1 Nisan’dan 1 Haziran’a ertelendi. TCK, CMK ve diğer kanunlarda makyaja yönelik kısmi iyileştirmeler bir çırpıda  değiştirildi. “Yasal reform”lar, asker ve polisin isteklerine uygun hale getirildi. Kürt sorununda AB zoruyla adım atarmış görüntüsü veren hükümet, Kandil Dağı’nda konuşlanan PKK güçlerini birlikte imha etmek için ABD yollarını aşındırmaya başladı. PKK’yi imha politikası ile birlikte içerde geniş bir askeri operasyon hazırlığı kış aylarından itibaren başlatıldı.
PKK’ye karşı Türkiye ile birlikte askeri harekatı reddeden ABD, PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu yinelemek ve 150 PKK yöneticisini aranan teröristler listesine koyma karşılığı İncirlik Üssü’nü kullanma kapasitesini arttırdı.
ABD, Türkiye’nin de desteği ile, Lübnan’dan Suriye’yi çıkarttı ve Batı yanlısı bir hükümet, Lübnan’da, ABD, Fransa ve İngiltere’nin desteği ile işbaşına geldi.
ABD’nin hedef ülkelerinden Suriye, el altından ABD ile anlaşmaya ve Avrupalı emperyalistlerden destek almaya çalışarak tehdit altından kurtulmayı denerken, İran’da cumhurbaşkanı adaylarından ABD ve emperyalizme en mesafeli duran aday Mahmud Ahmedinecad başkan seçildi.
Irak’ın işgalinin üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, direniş azalmadı. Tersine her geçen gün daha örgütlü bir karakter kazandı. Irak seçimleri yeni bir düzen kurmak için yeterli olmadığı gibi, yeni Anayasa hazırlıkları Şiiler, Sunniler ve Kürtler arasında bölünme olasılığını arttırdı. Irak’ta fiili üç özerk yapı oluştu. Şiiler, Sunniler ve Kürtler kendi bölgelerinde egemenliklerini kurdular.

***
AB Anayasası’nın Fransa ve Hollanda’da reddedilmesinden sonra, ikinci bir kriz de AB’nin 2007/2013 bütçesinin görüşülmesi sırasında patlak verdi; İngiltere ile Fransa ve Almanya arasında anlaşmazlık çıktı. G-8 Zirvesi’nde AB bütçesinin yeniden ele alınması beklenirken, 7 Temmuz günü Londra’da bombalar patladı. Aynı saatlerde, üç metro istasyonu ve bir otobüste patlatılan bombalar, 56 kişinin ölümüne ve yüzlerce insanın yaralanmasına neden oldu.
G-8 Zirvesi’nden ve Londra’da bombaların patlamasından bir gün önce, Şangay İşbirliği Örgütü, Kazakistan’ın başkenti Astana’da toplandı. Dört yıl önce Çin’in önerisi üzerine kurulan örgüt, bu toplantısında, ABD’nin Asya’da yayılması konusunu görüştü. ŞİÖ toplantısına; Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın yanı sıra gözlemci sıfatı ile Hindistan, Pakistan ve İran da katıldı. Toplantıya katılan liderler kabul ettikleri ortak bildiride, ABD’ye Orta Asya’daki üslerini kapatması için tarih belirleme çağrısı yaptı.
Bombalama eylemleri, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, emperyalist devletlerin demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlaması girişiminin gerekçesi ilan edildi.
Irak’ın işgali hazırlıkları sırasında işgale karşı en büyük gösterilerin yapıldığı Londra’da  çok sayıda emekçinin öldüğü ve yaralandığı terörist saldırı, halkın bir kısmında da mazlum Ortadoğu halklarına sempatinin azalması sonucunu doğurdu.

***
Londra’da bombaların patladığı günlere yakın zamanlarda Türkiye’de de Çeşme ve Kuşadası’nda halkı hedef alan patlamalar oldu. Bahar aylarından bu yana adım adım artan şiddet, turistik bölgelerdeki bombalar ve bomba ihbarları ile halkın terörize edilmesini körükledi.
Egemen güçler bir taraftan operasyonlara hazırlanırken, diğer taraftan “bayrak provakasyonları” ile milliyetçiliği kışkırtarak bir süredir şiddeti tırmandırmanın psikolojik ortamını da hazırlıyordu.
Yeniden asker cenazeleri ve gazete manşetlerinde parçalanmış ceset görüntüleriyle, devlet terörizmine “haklılık” kazandırılıyor, ve tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, terörizm özgürlüklerin kısıtlanması için gerekçe yapılıyordu.
Londra patlamalarından sonra, Bush “ne kadar haklı olduklarını” açıkladı. 11 Eylül ertesinde yapılan kısıtlamalara ilave kısıtlamalar gündeme getirdi. Artık ABD’de polis şüphelendiği kişileri durdurup arayabilecek, telefon dinleme ve özel hayata müdahale gündeme gelebilecekti. Fransa, Shengen vizesini uygulamayacağını açıkladı. Türkiye’de ise, Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ gazetecilere bir brifing vererek, Terörle Mücadele Yasası’nın yeniden düzenlenmesini ve on yıl önceki basına yönelik baskı ve sansür uygulamasının tekrar gündeme getirilmesi gerektiğini belirtti. Basın, bazı illerde OHAL’in yeniden ilan edilmesini, teröristlere yardımcı olanın on sene hapis cezasına mahkum edilmesini, teröristleri destekleyen gazetelerin yayınının engellenmesini, af sözü edenlerin teröristlerin yandaşı olduklarını, “Kürt Aydını” sözünün bölücülük olduğunu vb. yazmaya başladı. Tıpkı 28 Şubat Harekatındaki gibi, basın, askerlerin halkla ilişkiler bürosu olmaya soyunmuş ve daha iki ay öncesine kadar ceza yasalarında basın özgürlüğünün nasıl kısıtlandığından yakınırken, bu kez, basın yasalarının yeniden düzenlenerek, bölücü ve terör yandaşlarının susturulmasını istemeye başlamıştı.
Özellikle Doğan Grubu’na bağlı bazı gazetelerde ise; Kürt aydınlarını ve DTH’ni bölmeye yönelik bir dizi haber ve makale yayınlanmaya başlandı. DTH ve Kürt aydınları, terörü ve tabii ki PKK’yi destekleyenler, PKK’ye ve Abdullah Öcalan’ın liderliğine karşı çıkanlar ve şiddeti lanetleyenler olarak üç parça gibi gösteriliyordu. Bütün haber ve makalelerde, ABD ve AB yanlısı, sosyaldemokrat karakterde bir Kürt siyasi oluşumu övülüyor ve destekleniyordu.
Tunceli’de İnönü Mahallesi bir saat boyunca ağır silahlarla tarandı, bir ay süre ile arama yapılabileceğine dair alınmış mahkeme kararları ile evler her gün aranmaya başlandı, şehre giriş çıkışlarda kontroller, yiyecek alımında sınırlamalar ve ormanların yakılması ve söndürülmemesi yeniden başladı.
Genelkurmay İkinci Başkanı’nın basın açıklamasından sonra, Adalet Bakanlığı’nda kurulan ve içinde bir askerin de bulunduğu kurul, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklikler yapmak üzere çalışmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Sezer telefon dinleme yasası olarak bilinen yasayı onayladı.

***
En son Mısır’da patlayan bombalar sonucu 83 kişi öldü. Mısır’daki patlamada yedi yabancı ölürken, ölenlerin çoğu Mısırlı işçilerdi.
Londra’da, ilkinden iki hafta sonra, tekrar üç metro istasyonu ve bir otobüste bomba patlatıldı.
Türkiye’de ise, Çeşme ve Kuşadası patlamaları ve hergün mayına çarpan birkaç askerin ölmesi ve yaralanması, dağlarda öldürülen gerillaların sayılarının toplamının artık yüzlerle ifade edilmesi, terör ve terörizm tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
Bombaları atanların niyetlerinden bağımsız olarak (niyetler konusunda da komplo teorilerine meraklı bazı kişiler tarafından söylenen çok şey var, ama konumuz bu değil), patlayan bombalar, emperyalist burjuvazinin, ülkemizde bunların işbirlikçilerinin ve Bushçu yeni gericilerin işine yaradı. Bombalar egemen güçlere, emperyalistlere hiçbir zarar vermedi. Londra’da 7 Temmuz günü patlayan bombalar, İskoçya’nın Gleneagles kasabasında G-8 Zirvesine katılanların toplantılarını bile ertelemesini sağlamadı. Londra’da, Şarm El Şeyh’de, Kuşadası ve Çeşme’de bombaların öldürdükleri, işçiler, emekçiler ya da kendi halinde Avrupalı küçük burjuva turistlerdi. ABD ve Britanya’nın Irak’ı işgale hazırlandığı dönemde işgal politikalarına en fazla karşı çıkan ve iki milyonluk gösteri örgütleyen Londralılar, bombalar karşısında şaşkınlığa uğradılar. İçlerinden bazıları, muhtemeldir ki, iki sene önce katıldığı yürüyüşü sorguladı. Bazıları, Bush ve Blair’in Irak ve Afganistan’ı işgal gerekçelerini haklı buldu. Bazıları, Londra’dan bütün Müslümanların, Ortadoğuluların, zencilerin kovulması gerektiğini düşündü vb. “Medeniyetler Savaşı” tezlerini ileri sürenler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya çeki-düzen verilmesini savunanlar, yabancıları ve göçmenleri Batılı metropollerden defetmek isteyenler de, muhtemelen Londralılara ve Batı ülkelerinin halklarına bombaların düşündürttüğü şeyleri anlatmaya çalışıyordu.
Türkiye’de de, bombalar, Kürtlerin de bazı hakları olduğunu artık benimsemeye başlamış pek çok Egeli ve Akdenizli emekçiye Kürtler hakkında şovenist fikirleri yeniden hatırlattı. Pek çok emekçiyi Kürtlerin demokratik hak mücadelesine karşı egemen güçlerin yanına itti.
ABD, Avrupa ve Türkiye’de egemenler, patlayan bombalardan hemen sonra Terörle Mücadele Yasalarını, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, telefon dinlemelerinin yasallaştırılmasını, basın ve örgütlenme özgürlüklerinin kısıtlanmasını vb gündeme getirdiler ve halkın, ezilen çoğunluğun sessiz bir onayını da aldılar.
Patlayan bombalar; işçi sınıfının kısıtlanan sosyal hakları için yürüttüğü mücadeleyi, kamu mallarının özelleştirme adı altında burjuvaziye peşkeş çekilmesine karşı mücadele eden işçileri, temiz ve sağlıklı bir çevre için mücadele edenleri gündemden düşürdü. Halkın mücadeleci işçi ve emekçilere desteğini azalttı.
Bombalar; işgale karşı direnen Afganistan ve Irak halkının mücadelesine olan sempatiyi azalttı.
Bombalar, Kürt halkının demokratik hakları için verdiği mücadeleye destek ve sempatiyi zayıflattı.
Devrimci, antiemperyalist güçlerin kitlelere önderlik etme imkanlarının yetersiz olduğu bir zamanda terörist eylemlere başvurulması, sadece bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini kösteklemekle kalmıyor, mücadele eden güçlerin dağılmasına da yol açıyor.
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm için mücadele eden güçler, halkın mücadelesine fiilen önderlik ettiklerinde hedeflerine ulaşma olanağına sahip olurlar. Halkın mücadelesine fiilen önderlik etmek ise, halkın taleplerini savunmak, bu talepleri halkın haklı ve meşru gördüğü mücadele yöntemleri ile ve bu yöntemleri geliştirerek, genelleştirerek, tavizsiz bir şekilde savunmak ile mümkündür.
Halkla birleşemeyen, halkın eylemi yerine, kendini halkın yerine koyarak, halk adına eylem yaptığını düşünenler ya da burjuvazinin ajanı durumundaki provakatörlerin gerçekleştirdiği bombalama eylemleri, sadece emperyalist burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir.
Terör eylemleri, işçi sınıfı devrimcilerinin halk içinde yürüttüğü bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin örgütlenmesi çalışmasını zorlaştırmaktadır. Fakat, hiçbir devrimci mücadele kolay olmamıştır.
Bu tablo madalyonun bir yüzünü oluşturmaktadır. Madalyonun öteki yüzünde ise; terörizmin aslında emperyalist güçlerin politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeği vardır. Yani terörizm kendiliğinden ya da bazı kişilerin terörizm merakı yüzünden değil, ama kapitalist dünyayı yeniden yapılandırmak isteyen güçlerin oluşturduğu baskılara tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden de; sadece terörizmi lanetlemek demek; onu üreten bataklığı görmeden (görmezden gelerek) terörizme savaş ilan etmek demektir; ve bu, sadece terörizmi meşru göstermek olmaz, aynı zamanda, emperyalistler ve gerici işbirlikçilerinin, uşaklarının baskı ve yağmaları karşısında terörizmi bir “kurtarıcı” olarak gören çaresiz halkların, en azından kendi acılarının intikamını alan “tanrının kılıcı” olarak terörizme sempati duymalarını da sağlar.
Dahası terörizmle emperyalizmin dünya egemenliği politikaları, biri ötekini üreten bir ilişki içindedir. Eğer emperyalizm dünya egemenliğini yenilemek için dünyayı bir kaosa sürükleyip; elindeki devasa silah, sermaye ve medya gücüyle dünyayı açlığın, yoksulluğun, kargaşanın kucağına itmeseydi; terörizm kendisi için destek ve gerekçe bulamaz, bu nedenle de, sadece lokal kimi saldırılar yapan bir tepkiyi aşamazdı. Ama tersine; terörizm böylesi yüksek düzeyde gürültü üreten bir konuma gelmeseydi, Bushçuluk böylesi popüler olamayacağı gibi, ABD Afganistan’ı, Irak’ı işgal edemezdi. Dahası, bugün demokrasi ve insan haklarını tasfiye için; işçilerin ve emekçilerin 200 yıllık kazanımlarını yok edilmesi için böylesi cesaretli adımlar atamazlardı. Bu yüzdendir ki; Bushçuluk ve terörizm birbirinin ikiz kardeşidir; Biri olmadan ötekinin varlığı ve yaşaması çok zorlaşırdı.
Şunu güvenle söyleyebiliriz ki; eğer El Kaide olmasıydı; eğer El Kaide benzeri, terörü başlıca politika tarzı seçmiş organizasyonlar olmasaydı, emperyalist güçler onların yaptıkları eylemleri yapacak örgütler kurmakta tereddüt etmezlerdi. Bu nedenledir ki, bu konuda ileri sürülen “komplo teorileri”nde hiçbir mantıksal boşluk olmamaktadır. (El Kaide’nin geçmişte nasıl kurulduğu da malumdur zaten).
Sınıf partisi; gerçek aydınlar, sınıfın ve emekçi sınıfların ileri güçleri, ilerici demokrat çevreler için, bugün soyut; emperyalizme ve onun dünya egemenliğine karşı mücadeleden bağımsız bir terörizme karşı mücadele yoktur. Tersine, terörizme dayanak olan emperyalist politikalara karşı mücadele edildiği ve işçi sınıfı ve halkların kurtuluşunun devrimci seçeneği yaratılarak terörizm dayanaksız bırakıldığı ve politika yaptığı boşluk emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle doldurulduğu ölçüde; emperyalist güçlerin dünyayı insanlığa zindan etme politikaları geri püskürtüldüğü ölçüde, terörizm için de yaşam alanı kalmayacaktır. Aksi halde, onu besleyenen ortama karşı mücadeleden bağımsız, “Terörizm kahrolsun!” demek, emperyalist güçlerin dünyayı kendileri için “dikensiz gül bahçesi” yapma stratejisine bağlanmak olur.
Besbellidir ki, bugün hayatın her alanında emperyalist güçlere, onların her ülkedeki işbirlikçileri ve uşaklarına karşı mücadele, terörizme karşı mücadeledir. Bu yüzden; emek ve demokrasi mücadelesine daha büyük bir kararlılıkla sarılmak, terörizme karşı mücadelenin de tek gerçek yoludur.

Demokratık merkezıyetçi parti yaşantısı üzerine

EMEP’in Mart 2005’te yapılan merkezi konferans sonuç bildirgesinde, partinin amaç ve bugünkü görevlerine ilişkin olarak şu vurgular yapılıyordu. “Konferansımız, partimizin uluslararası ve ulusal planda, işçi sınıfının; sınıfsız, sömürüsüz, barış içinde bir dünya kurma idealinin vazgeçilmez bir mücadele aracı olarak kurulduğunu ve temel görevinin de bu mücadeleyi yönetmek ve yönlendirmek olduğunu bir kez daha açıklıkla ortaya koymuştur.
“Bu amaçla konferansımız; bugün uluslararası sermayenin ve her ülkedeki uzantılarının, halklara ve işçi sınıfına karşı yönelttiği saldırıyı püskürtmek için, ekonomik, siyasi ve ideolojik, hayatın her alanında savaşacak bir parti olmanın bütün yükümlülüklerini yerine getirmenin zorunluluğuna dikkat çekmiştir. Partimizin örgütsel niteliklerini, çalışma tarzını bugün mücadelenin kendisinden istediği düzeye çıkarmanın önündeki tüm engelleri kaldırmayı ve sorunları aşarak ilerlemeyi pratik bir görev olarak belirleyen konferansımız, bunu, bugün partimizin en temel sorumluluğu olarak tespit etmiştir.”
Konferans’ın aldığı tüm kararların hayata geçirilebilmesinin ve parti çalışmasını, çalışmanın tüm yönleri ve alanlarında, derinlemesine ve genişlemesine geliştirebilmenin, sürecin ve işçi hareketinin sınıfın devrimci partisinin önüne koyduğu görev ve sorumlulukları gereken düzey, kapsam ve nitelikte yerine getirebilmenin yolunun; başta profesyonel parti kadroları, yönetici organlar ve ileri partililer olmak üzere, tüm parti örgüt ve üyelerinin, her kademede yüksek bir sorumluluk ve tam bir parti ve iş disipliniyle çalışmaya atılmaları ve çalışmayı ilerleterek sürdürmelerinden geçtiği açıktır.
Konferans sonuç bildirgesinde vurgulanan sınıf partisinin kuruluş ve varlık nedeni; parti ve parti çalışmasının bütün yönlerini, işçi sınıfı hareketine yaklaşımı ve onu ilerletme tutumundan, günlük çalışmaya; günlük parti çalışmasından, teşhir, ajitasyon ve propaganda faaliyetine ve bu faaliyetin içeriğine; örgüt tarzından, işçi sınıfı ve emekçilerin partide örgütlenmesine; parti yaşantısının düzenlenmesinden, parti içi demokrasi ve parti disiplinine kadar parti ve parti çalışmasına ilişkin tüm meselelerde belirleyici ve yönlendirici bir öneme sahiptir.
Bu yazıda amacımız; devrimci sınıf partisinin çözmek ve ilerlemek üzere belirlediği görev ve sorumlulukların yerine getirilmesindeki önemi nedeniyle; parti yaşantısı, parti içi demokrasi ve parti disiplini sorunları üzerinde durmaktır.

DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİ İŞLEYİŞ VE PARTİ YAŞANTISI
Sınıf partisi, konferans sonuç bildirgesinin de ortaya koyduğu varlık nedeni üzerinde; üyelerinin ideolojik, siyasal, örgütsel, gönüllü ve mücadeleci birliğidir. Ve parti, sınıf mücadelesinde, sermaye ve burjuvaziye karşı mücadelede örgütsel gücünü, bu irade ve eylem birliğinden alır.
Devrimci sınıf partisinin iç yaşamı, yaşantısı ve işleyişi, parti içi demokrasi ve disiplini; bu gönüllü ve bilinçli birlik üzerinden gelişir ve ancak bu zemin üzerinde hayat bulur.
Partinin iç yaşamı ve işleyişinin belirleyici ve düzenleyici ilkesi; demokratik merkeziyetçiliktir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, parti yaşantısı ve işleyişinin düzenlenmesinin, irade ve eylem birliğinin şekillenişi ve gelişiminin, parti çalışmasının ve bir bütün olarak partinin, işçi sınıfı ve emekçiler hareketini ve mücadelesini örgütleme, yönetme ve yönlendirme yetenek ve gücünü sürekli geliştirebilmesinin de ilkesi olarak işlev görür.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, öznel bir seçim ya da tercih değil; sınıf partisinin kuruluş ve varlık nedeniyle koşullu ve işçi sınıfının, sınıfsal nitelik ve özelliklerinin yansıması olan parti yaşantısı ve işleyiş ilkesidir. Ki, parti yaşantısının gelişmesi ve sağlamlaşması, parti örgüt ve organlarının, partililerin işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürüttüğü her günkü çalışması ve bu çalışmanın genişleyen ve güçlenen bir tarzda sürdürülmesine bağlıdır. Çünkü; parti yaşamı ve işleyişi, sınıf mücadelesinden ve günlük parti çalışmasından, bu çalışma içinde işçi sınıfı ve emekçilerle kurulan ilişkilerden bağımsız, kendi başına bir şey olmadığı gibi; gelişkin ve sağlam bir parti yaşantısının dayanağı ve parti çalışmasının en önemli amacı; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle kurulan, giderek gelişen ve güçlenen ilişkilerdir.
Ve bu öylesine önemli ve temel bir amaçtır ki; parti örgütleri ve organlarının görevli oldukları birim ve alandaki işçi ve emekçi kitlelerle ilişkilerindeki zayıflama ve kopma, işçi ve emekçi kitlelerle günbegün genişleyen ve güçlenen ilişkilerin parti çalışmasının en temel yönü ve amacı olmaktan çıkması, hem parti örgüt ve organlarının yaşamını hem de doğrudan parti yaşantı ve işleyişini tehdit eder ve bozuşmalara yol açar.
Demokratik merkeziyetçilik; partinin her organında, fabrika, işyeri, okul, semt, tüm çalışma, örgütlenme birim ve alanlarındaki organlarının da yaşantı ve işleyişinin düzenleyicisidir. Parti temel organları olan fabrika ve işyeri organlarının çalışma ve iç yaşamı da, kolektif demokratik bir örgüt ve organ yaşantısıdır. Ve parti yaşantısının temeli ve esası da, bu parti organlarının yaşantısıdır.
Bir fabrika organını ele alalım: Fabrikada yürütülen çalışmanın tüm yönleri (propaganda ve ajitasyon faaliyetleri, parti örgütlenmesi, sendikal çalışma vb.) ve fabrikadaki hareketin ve mücadelenin tüm sorunları ve bilgisi, organın kolektif çalışmasında birleşir ve merkezileşirken; her organ üyesi de, çalışmanın, sorumlu olduğu yönü ve bölümündeki görevlerin yerine getirilmesinden organa karşı sorumlu ve organın denetimine tabidir.
Organ toplantıları; hareketin ve çalışmanın tüm sorun ve yönlerinin tartışıldığı, her organ üyesinin, eşit haklara sahip parti üyeleri olarak tartışmalara katıldığı ve tüm üyelerin, fabrikadaki çalışmanın sorunları ve geliştirilmesi üzerine kafa yorduğu ve geliştirici önerileriyle katıldığı, organ üyelerinin görevlerini yerine getirmedeki tutum ve gelişmelerinin gözden geçirildiği (denetlendiği), görevini yapma çabasında her bir organ üyesinin birbirlerine önerilerle yardımcı ve destek olduğu, görevini savsaklayan ve yapmayanların eleştirildiği, çalışmanın ve örgütlenmenin tüm yönlerde ilerletilmesine ilişkin yeni kararların alındığı, organ (parti) yaşamının somutlaştığı birleşimlerdir.
Organ toplantıları ve bu toplantıların gündem ve içeriği; sadece organın ve üyelerinin, sadece görevli ve sorumlu oldukları işler ve kendi fabrikalarındaki (birimlerindeki) mücadelenin, örgütlenmenin ve bunu ilerletmenin sorunlarından ibaret değildir, olamaz. Ülke ve dünyadaki ekonomik, politik gelişmeler, işçi hareketinin ulusal ve uluslararası gelişimi ve sorunları, tüm bunların, parti ve organın önüne koyduğu görevler, parti çalışmasının tüm ülkedeki çalışması, çalışma ve örgütlenmenin gelişimi ve sorunları; her bir parti organının toplantı gündemi olmak ve gereği yapılmak durumundadır.
Tüm bu sorunlar üzerine yapılan tartışmalar ve bu tartışmalara organ üyelerinin eleştiri ve önerileriyle katılımı; bir yönüyle, parti politikalarının daha ileriden kavranması ve bununla yakından bağlantılı olarak, hem organ çalışmasının hem de her bir organ üyesinin çalışmaya ilerleyen tarzda katılımının, bir yönüyle de, her bir parti üyesinin parti politikalarının oluşumuna doğrudan katılımının sağlanmasının yegane yoludur.
Böyle bir işleyiş ve yaşantı içinde, organ üyesi işçiler, yoldaşça güven, paylaşma, dayanışma, birbirine ve işçi sınıfı davasına adanmayı, demokratik ve özgürce tartışmayı, eleştiri ve özeleştiriyi mücadelenin ve çalışmanın gelişmesi için devrimci bir araç olarak kullanmayı, görevini yapmayan yoldaşlarından görevini yapmasını talep etmeyi öğreneceklerdir. Ve organ işi ve sorumluluğunu en ileriden yerine getirme üzerinden, organ üyelerinin politik eğitim ve gelişmeleri sağlanacaktır.
Böyle bir organ yaşantısı ve çalışmasının geçerli ve işlevli olmadığı bir partide, ne parti çalışmasının gelişen tarzda sürdürülmesi, ne parti üyelerinin çalışmaya inisiyatifle, fedakarca ve çalışkanlıkla katılmaları ve parti politikalarının oluşumuna (parti politikaları, sınıf mücadelesi içinde, parti organ ve üyelerinin günlük çalışması içinde tekrar tekrar sınanır) katkıda bulunmaları, ne de işçi sınıfının, örgütlü öncüsü olarak partinin tarihsel yükümlülüklerini yerine getirmesi mümkün olabilir.
Organların sorumlu oldukları birim ya da alandaki çalışmanın gelişerek sürdürülebilmesi ve organ üyelerinin çalışma içinde karakter sahibi işçi sınıfı devrimcileri olarak ilerlemeleri, ancak ve ancak, organ yaşantısının geliştirilmesi ve sağlamlaşması ile mümkündür.
Parti yaşamının esasını oluşturan temel organ (birim organları) yaşantısıyla birlikte, bu temel organlarla yönetici organlar arasındaki ilişki ve tüm organların, merkez yönetim organlarıyla ilişki ve bağlantısında somutlaşan organlar arası yaşantı; parti yaşantısının tümünü oluştururlar.
Devrimci işçi partisi, merkez yönetim organları etrafında birleşmiş, merkezileşmiş bir partidir. İşçi hareketinin, partinin ve parti çalışmasının tüm yönlerde yönetiminin ve yönlendirilebilmesinin yolu; bu merkezileşmeden, hareketin ve partinin, parti çalışmasının tam ve eksiksiz bilgisinin, merkez yönetim organlarında merkezileşmesinden (bu merkezileşme, organ toplantıları, yönetici organlar ve merkez organlarla yapılan toplantılar, rapor alış verişi ve yayın organları gibi çeşitli yöntem ve araçların işletilmesi ve kullanılmasıyla gerçekleşir) geçer.
Bilinçli irade ve eylem birliğinin parti yaşamı ve günlük parti çalışmasında uygulanması olarak, demokratik merkeziyetçilik; azınlığın çoğunluğa, alt organların üst organların kararlarına uyma zorunluluğu, alt organların üst organlara, tüm parti organ ve üyelerinin parti kongresine ve kararlarına, iki parti kongresi arasında da, tüm parti organ ve üyelerinin, parti kongresince seçilmiş ve görevlendirilmiş merkez yönetim organlarına bağlı ve merkez yönetim organlarının karar ve direktiflerine uyma gereği ve zorunluluğu anlamına gelir. İşçi sınıfı ve emekçilerin iktidarını kurma mücadelesinde; işçi hareketini ve mücadelesini tüm alanlarda yönetme ve yönlendirme sorumluluğunun yerine getirilebilmesi, ancak, böyle bir işleyiş ve organların ve parti üyelerinin birbirlerine karşılıklı olarak bağlılığı ve sorumluluğu ile mümkün olabilir.
İşçi sınıfı partisinin merkezi bir parti olmasının gereği ve zorunluluğu; sosyalizme saldırı amaçlı tüm burjuva propagandalarına ve bunların bir yansıması olan, işçi sınıfı ve onun tüm sömürüden kurtuluşu davasının partisi olma fikri ve tutumundan ürkme ve yüzgeri etmeye dayalı olarak soldan estirilen ‘demokrasi karşıtlığı’, ‘bürokratik diktatörlük’, ‘parti üyeleri için cendere, hapishane’ vb. yaygaralarına rağmen; işçi sınıfının baskı ve sömürünün her türünden kurtuluş mücadelesini, amatörlük ve yerellikten (çalışmanın yerelleşmesi ve yerel alanda derinleşmesinden değil) kurtarabilmenin ve siyasal iktidara yönlendirebilmenin, ancak merkezi bir parti olmakla mümkün olabileceğindendir.
Sınıfın devrimci partisinin, ‘parti olmayan parti’lerden en temel farklılığı; ‘sol’un ‘birlik’ ya da herhangi başka bir ihtiyacını karşılamak üzere ve kendisi için kurulmuş, varlık nedeni bu olan bir parti değil; işçi sınıfı için ve ‘…işçi sınıfının tüm sömürüden kurtuluşu ve sınıfsız, sömürüsüz, barış içinde bir dünya kurma idealinin vazgeçilmez bir mücadele aracı olarak…’ kurulmuş olmasıdır.
Bu nedenle de, işçi sınıfının devrimci partisinin iç yaşam ve işleyiş ilkesi; sınıf dışı ‘sol’a ve solculara, sosyalizmden ürkmüş, ‘reel sosyalizmin eleştirisi’ adına sosyalizme saldırmayı marifet sayan, burjuva kulvarlara savrulmuş ‘aydın’a ve hatta burjuvaziye hoş gelecek, merkeziyetçi olmayan, grupların ve hiziplerin resmi olarak kabul gördüğü, isteyenin istediğini, kafasına yatanı yapıp, istemediğini, kafasına yatmayanı yapmadığı, ‘neşeli bir aşk ve devrim partisi’ işleyişi değil; demokratik merkeziyetçiliktir.
Gönüllü ve bilinçli bir birlik, bir irade ve eylem birliği olarak sınıfın partisinde; ayrı ‘işleyiş’ ve ‘disiplinlere’ sahip, birbirine güvensiz, birbirini kollayan, ‘parti’de “egemen eğilim” olma çabası içinde, ülkenin, işçi sınıfı ve emekçilerin en temel sorunlarında (örneğin 28 Şubat, Kürt  sorunu, özelleştirme saldırıları, Avrupa Birliği gibi sorunlar ve bunlar karşısında alınacak tutum, geçtiğimiz dönemde açığa çıkmış bazı sorunlardır) dahi ‘parti’ olarak tutum alamayan/almayı “özgürlüğünün kısıtlanması” olarak gören gruplara yer yoktur. Ve işçi sınıfı ve halka ve birbirine adanmış, tam ve eksiksiz bir güvenle kaynaşmış yoldaşlar, parti üyeleri açısından sorun; işçi hareketinin ilerletilmesi, hareketin ve mücadelenin sınıf partisinden gereksindiği parti çalışması ve örgütlenmesini gelişen tarzda sürdürebilmek için, demokratik merkeziyetçi işleyişin ve onun temel bir yönü olan merkeziyetçiliğin güçlendirilmesi ve sağlamlaştırılmasıdır.
Sınıfın partisinde demokratik merkeziyetçi işleyiş ve parti yaşantısı; hareketin ve partinin tüm yönlerden yönetim ve yönlendirilmesinde tam ve eksiksiz bir merkezileşme (merkeziyetçilik), parti çalışmasının tüm yönlerinde işbölümü ve kişisel sorumluluk, üstlenilmiş görevlerin yerine getirilmesinde inisiyatif ve sorumluluktan (ademi merkeziyetçilik) oluşur. Demokratik merkeziyetçi işleyiş ve parti yaşantısının aslı ve esası budur.
Sınıf partisinin demokratik merkeziyetçi işleyişi; hem görev ve sorumlulukların inisiyatif ve çalışkanlıkla, giderek gelişen ve etkinleşen tarzda yerine getirilebilmesinin, hem işçi hareketi ve parti çalışmasının tüm yönetiminin, hem de işçi sınıfı ve emekçi halka karşı tarihi görev ve sorumluluğu başarıyla üstlenmenin güvencesidir.

PARTİ İÇİ DEMOKRASİ
Parti içi demokrasi; demokratik merkeziyetçi parti işleyişi içinde, parti organları ve üyelerinin görev ve sorumluluklarını giderek gelişen ve mümkün olan en verimli tarzda yerine getirmeleri üzerinde gerçekleşir. Ve parti organ ve üyelerinin çalışmalarını ilerletmelerinin, gelişmelerinin; demokratik tartışma, eleştiri ve özeleştirinin sağlam ve devrimci bir zeminde işlemesinin, parti üyeleri arasında yoldaşça kaynaşma, birbirine güven, dayanışma, paylaşma, sınıfa ve yoldaşlara adanma tutum ve ruhunun, kolektif örgüt, kolektif çalışma anlayışı ve ruhunun tüm parti örgütleri, organları ve partililerde gelişip güçlenmesinin aracı olarak işlev görür.
Demokrasinin de gelişip işlevini göreceği zemin; demokratik merkeziyetçi işleyiş ve parti yaşantısının da aslı olan organ yaşantısı ve organ çalışmasıdır.* Sorumlu olduğu birimde, hareketin ve parti çalışmasının mümkün olan en ileriden sürdürülmesi ve geliştirilmesi için çalışmanın değerlendirilmesi ve eleştirisi, tüm organ üyelerinin, organ çalışmasının tüm yönleri ve sorunları üzerine görüş, düşünce ve önerileriyle canlı ve demokratik bir tartışma yürütmeleri, sorumlu oldukları çalışmanın eksik ve aksayan yanlarıyla görevini yerine getirmeyen, sorumluca işe sarılmayan organ üyelerinin eleştirisi ve bu organ üyelerinin özeleştiri yapması ve hatta görevini yapmayan yönetici organ üyelerinin eleştirisi ve görevini yerine getirmesinin talep edilmesi; organ (birim organı) üyesi işçilerin, yetkin işçi önderleri ve partililer olarak gelişmeleri ve ilerlemeleri – işte işçi sınıfının devrimci partisinde parti içi demokrasinin gerçek amacı ve işlevi budur.
Parti içi demokrasinin bu asıl işleyiş ve işlevinin yanısıra; sınıf partisinin çeşitli kurulları, il, ilçe, bölge ve merkez konferansları ve kongreleri de, parti içi demokrasinin araçları olarak işlev görmektedir. Ve ilçe, il, bölge ve merkez organlarının oluşumu, bu parti platformlarında delegeler ve parti üyelerinin seçim ve onayı ile oluşmaktadır.
Kaldı ki, işçi sınıfının devrimci partisinde, demokrasi; seçimlik bir olay değildir. Yerel ve merkezi yönetim organlarının oluşturulması sözkonusu olduğunda, seçimden öte, asıl olan; görevlere, görevi yapabilecek en iyi ve en gelişkin kadroların seçimi ve görevlendirilmesi, görevin üstesinden gelemeyenin, görevini yapamayanın görevden alınıp, yerine daha uygun bir parti kadrosunun görevlendirilmesidir. Temel kıstas, organ ya da parti kadrosunun sorumlu kılındığı görevi, olabilir en ileriden ve en verimli tarzda yapması ve sürdürmesidir. Ve sınıf partisinin merkez yönetim organları bundan görevli ve sorumludur.
Görevini yapmayan, kitle ilişkilerinden ve sınıftan kopma ve yozlaşma içindeki bir partilinin, görevden alınması değil, alınmaması; parti demokrasisine terstir. Çünkü işçi sınıfı partisinde demokrasi, kendi başına amaç değil, işçi hareketinin önümüze koyduğu parti işleri ve görevlerinin mümkün olan en ileriden ve en verimli tarzda yürütülmesi ihtiyacından doğar, ve işleyişi, parti işleri ve görevlerinin daha ileriden ve daha verimli olarak yürütülmesini sağlar.
Böyle ele alınmadığında, demokrasi; partinin amaç ve varlık nedeninden, görevlerden ve sorumluluklardan soyutlanmış ve amaç haline getirilmiş olur. Bu da, işçi demokrasisinin bir ifadesi ve unsuru olan işçi sınıfının devrimci partisinin iç demokrasisi değil, olsa olsa küçük burjuva “demokratçılık” olur.
Burada,’80’li yılların sonlarında Kuruçeşme toplantılarıyla başlayan ‘sol’u birleştirme amaçlı çabalar, bitmek bilmez ‘tartışma süreçleri’ sonunda, ‘parti olmayan parti’ kurma sonucuna varılarak kurulan ÖDP’nin, gruplar ve fraksiyonlar koalisyonu bileşimindeki ‘demokrasi’, ‘demokratik işleyiş’ ve bunların üzerinde şekillendiği parti anlayışına kısaca değinmek gerekiyor.
Bir kere, bu partiyi oluşturan anlayış ve anlayışların, kendi ifadeleriyle; partinin bir işçi emekçi partisi olma diye temel bir kaygısı yoktur ve olmamalıdır. Belki ‘emekten yana’ bir parti olunabilir, ama ‘işçi-emekçi’ partisi asla olunmamalıdır. Çünkü ‘sınıf eksenli siyaset’ yapmak; ‘ortodoks sola özgü bir geçmiş dönem özelliği’dir ve geçmiş dönem, her şeyiyle, özellikle olumlu yanları reddedildiği için, reddedilmelidir. Sosyalizm sorgulanmalı ve ‘yeni bir sosyalizm’, bir “özgürlükçü sosyalizm” aranmalı, bulunmalıdır. Ama bulunacak ‘yeni sosyalizm’, ‘…emek/işçi sermaye çelişkisi esası üzerine kurulu’ olmamalıdır. Çünkü, böylesi bir sosyalizm; ‘… totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz yapılar oluşturmak’tadır ve bu da, ‘karşıtlarının en fazla eleştirdiği, en fazla prestij kaybına neden…’ olmuştur, olacaktır.
Kuruluşunda bu tartışma ve arayışların, yani bozuk bir mayanın belirleyici olduğu ‘parti olmayan parti’, 13 sol grup ve eğilimi ‘birleştirerek’ kuruldu. İşçi sınıfının yüzelli yıllık mücadele, örgütlenme ve parti deneyimine, bilimsel sosyalizme saldırı ve inkar, bu ‘birleştirici’, ama ‘parti olmayan parti’nin asıl niteliğini oluşturuyordu. Ama olsun, bu kadarcık kusur, kadı kızında da bulunabilirdi.!
Evet, bu partide tüm gruplara, eğilimlere özgürlük ve demokrasi vardı ve bu parti merkeziyetçi değildi. Her grup kendi yayın organını, bültenini çıkarabilirdi. Gruplar, ülkenin, işçi sınıfı ve emekçilerin temel meselelerinde (AB, 28 Şubat, Kürt sorunu vb.) birbirine zıt tutumlar alsalar ve birbirlerine karşı ‘bülten savaşları’na girişseler de, işçi ve emekçilerin talepleri ve çıkarları için ‘parti’olarak hiçbir şey yapılamasa da, 13 sol grup ve eğilim, ‘demokrasi’, ‘hak eşitliği’ ve ‘merkeziyetçi olmayan bir parti’ ortamında ‘birleştirilmiştir’. Önemli olan da zaten bu değil miydi?! İşte ‘parti olmayan parti’nin manzara i umumi’si tamamıyla ve aslen budur.
Ancak, manzaranın özelliği ve güzelliği, bilindiği gibi, fazla uzun ömürlü olamadı. Parti yönetiminde egemen olan grup, partide geçerli onca ‘demokrasi’ye ve ‘hak eşitliği’ne rağmen, ‘disipline’ uymayan grup ve eğilimleri tasfiye ediverdi. Sihir bozuldu, ‘solun birliği’, ‘demokrasi’ filan da fayda etmedi.
ÖDP’nin parti, parti içi demokrasi, grupların ve hiziplerin varlığı ile bağdaşabilen parti disiplini vb. anlayış ve uygulamalarının, sınıfın devrimci partisi açısından bir değeri yoktur, ve sınıf partisi açısından, bu anlayışlarla tartışma da geride kalmış tartışma ve meselelerdir. Ele alışımız ve değinmemiz; karşılaştırma amaçlıdır.
Sınıf partisinin varlık nedeni temelden farklı olduğu için, parti içi demokrasi anlayışı ve parti içi demokrasinin amaç ve işleyişi de temelden farklıdır. EMEP, işçi sınıfının partisidir ve varlık nedeni; işçi sınıfının tüm sömürüden kurtuluşu, sosyalizm ve sınıfsız toplum için mücadeledir. Sınıfın partisinde demokratik merkeziyetçi parti yaşamı ve işleyişi de, parti içi demokrasi ve parti disiplini de, partinin varlık nedeniyle doğrudan bağlantılıdır.
Bu nedenle sınıfın partisi; grupların ve hiziplerin varlığı ile bağdaşmaz, hizip ve grup örgütleme girişim ve çabalarına yer olmayan bir partidir. Dolayısıyla gruplar ve hizipler için hiçbir hak ve hukuka sınıf partisinde yer yoktur ve olmayacaktır.
İşçi sınıfı partisi, üyelerin, herhangi bir kişisel çıkar ya da çıkarlar için değil, işçi sınıfının kurtuluşu davası için üye oldukları, organlarda örgütlendikleri bir partidir. Bu durum, partide, tüm üyeler arasında gerçek anlamda bir eşitliğin, hak eşitliğinin temelini ve ortamını oluşturur. Sınıfın partisinde geçerli demokrasi ve eşitliğin, işçi sınıfının sınıfsal niteliklerine, dolayısıyla partisinin mücadele ve örgüt tarzına aykırı ‘grup ve eğilimlerin hakları ve eşitliği’ ve burjuva ‘bireysel hak’ ve ‘hak savunusu’ ile hiçbir ilgisi yoktur.
İrade ve eylem birliği olarak partiyle parti üyesi arasındaki ilişki; “haklar” üzerine değil, parti işi, parti görev ve sorumlulukları üzerine kuruludur. İşçi sınıfının devrimci partisinde, parti üyelerinin görev ve sorumluluklarından soyutlanmış “hakları” yoktur. Eğer görev ve sorumluluklardan soyutlanmış ve öncelikli hale gelmiş “haklar” sözkonusu olursa, tartışılan, işçi sınıfı partisi değil, sınıf dışı küçük burjuva bir parti, yukarıda andığımız türden ‘parti olmayan parti’dir. Çünkü işçi sınıfı partisinde haklar, görev ve sorumlulukların mümkün olan en ileri ve en verimli tarzda yerine getirilmesi içindir, başkaca bir şey için değil.    Dünya işçi sınıfı ve işçi sınıfı devrimcileri açısından bu tartışma, geçen yüzyılın başlarında sonuçlanmış bir tartışmadır. Ve sonuç; “demokratçılık” yerine, içerisinde eksiksiz karşılıklı güvenin, paylaşma, dayanışma ve adanma ruhunun hüküm sürdüğü, yakın ve kaynaşmış yoldaşlar topluluğundaki gerçek demokratik işleyiş ve işçi sınıfının kurtuluşu davası ve işçi sınıfı partisinin çıkarlarının her şeyin üzerinde olduğudur.

PARTİ DİSİPLİNİ
Sınıf partisinin gönüllü ve bilinçli bir irade ve eylem birliği oluşu üzerinden doğan ve gelişen parti disiplini de, gönüllü ve bilinçli bir disiplindir. Sınıf partisinin disiplini; demokratik merkeziyetçi parti işleyişi, parti yaşantısı ve parti içi demokrasi ortamında şekilenir. Mücadelenin ve parti çalışmasının gelişip güçlenmesinde ve sınıf dışı eğilim ve alışkanlıklara karşı bağışıklık kazanılmasında güçlü bir araç olarak işlev görür.
Sınıf partisinin disiplini, herşeyden önce bir iş disiplinidir. İşçi sınıfının tüm sömürüden kurtuluşu davasına gönüllüce bağlanmış, parti birliği olarak, irade ve eylem birliğini gönüllü ve bilinçlice benimsemiş işçi sınıfı devrimcilerinin, üstlendikleri parti işini verimlilik ve giderek gelişen tarzda ve sınıf disiplini içerisinde yerine getirmesidir.
Demokratik merkeziyetçi işlerlik içinde çalışan parti organları ve üyelerinin üstlendikleri parti görevleri ve işini verimlilikle yaparak, parti içi demokrasi ortamında, görevlerin ve parti işlerinin daha ileriden, daha verimli ve gelişen tarzda yapılabilmesi için değerlendirme, eleştiri ve tartışmalar sonucunda kararlar alındıktan sonra, tüm organ üyelerinin kararları canla başla sahiplenerek, bu kararları büyük bir enerji ve atılganlıkla uygulamak, hayata geçirmek için çalışmalarıdır. Ve işçi sınıfı partisinde disiplinin en önemli işlevlerinden biri de; işini yapanla, işini yapmayanın ayrıştırılması, sınıfa ve partiye yabancı unsurların, organ ve parti yaşantısı ve parti içi demokrasi ortamında ortaya çıkarılıp gereğinin yapılmasıdır. Parti disiplininin özü budur: parti işinin yapılması, parti çalışmasının tüm yönlerde ilerletilmesi ve geliştirilmesi.
Sınıfın partisinde demokratik tartışma ve eleştiri ortamı; isteyenin istediği konu ya da sorunu, istediği yer ve platformda tartışmaya açtığı bir karmaşa ortamı değildir. Her şeyin, her konunun yerinde ve zamanında tartışılması ve sonuca bağlanması esastır. Bu bizi, demokratik merkeziyetçi işlerlik içindeki parti organ yaşantısına, her parti üyesinin, konu ve sorunları organında tartışmaya açmasına ve organ olarak sonuçlandırılmasına götürür. Kaldı ki, her şey gibi, tartışma ve görüşlerin söylenmesi ve savunulması da kendi başına bir şey olarak değil; parti işinin ve çalışmanın ilerletilmesi, özünde işçi sınıfı davasının ilerletilmesi amacı ve içeriğiyle ele alınmak durumundadır. Tartışma ve eleştiri de, iş ve sınıf disiplini içinde yürütülmelidir.
İşçi sınıfı partisinin disiplinini üyeler için ‘cendere’ olarak anlayan ve reddedenlerin feryadı; ele alındığı üzere, işçi sınıfı ve işçi sınıfının kurtuluşu davası için, sosyalizm için mücadele adına bir sorun ve çabaları olmayan ‘sol’ grup ve bireyleri ‘birleştirmiş’ olmaktan ve buna uygun ‘disiplin’ ve ‘demokrasi’ arayışlarından kaynaklıdır. Ve işçi sınıfı partisinin disiplininden korku ve ürküntülerinde haklıdırlar. Çünkü, işçi sınıfı partisinde grup ve hiziplere yer olmadığı gibi, grupların ayrı ‘disiplin’lerine de, ‘parti’de egemen olma amaçlı rekabet ve çatışmalara da yer yoktur.
Baskı ve sömürünün her türünü, özel mülkiyet sistemini ortadan kaldırmaya, sosyalizmi ve geleceğin sınıfsız, özgürlükler toplumunu kurmaya yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfının, kıymeti kendilerinden menkul ‘solu’ ‘birleştirme’ye ve böyle bir ‘birliğe’ ihtiyacı yoktur.
İşçi sınıfının ihtiyacı; sınıf olarak birleşme, irade ve eylem birliği olarak kendi partisinde örgütlenme ve proleter sınıf ve iş disipliniyle, mücadeleye atılma, mücadele ve örgütlenmesini her alanda geliştirmedir.
Parti disiplini; parti ve organ yaşantısının, demokratik merkeziyetçi parti işleyişinin bir unsuru olarak güçlendirilmeli, tüm parti örgütüne ve partililerin çalışmasına, proleter sınıf ve iş disiplini egemen kılınmalıdır.
Yazıyı, Parti Konferansı’nın belirlediği bir göreve dikkat çekerek noktalayalım: “Partimizin örgüsel niteliklerini, çalışma tarzını bugün mücadelenin kendisinden istediği düzeye çıkarmanın önündeki tüm engelleri kaldırmayı ve sorunları aşarak ilerlemeyi pratik bir görev olarak belirleyen konferansımız, bunu bugün, partimizin en temel sorumluluğu olarak tespit etmiştir.”** “Ve GYK’mız, bütün örgüt ve üyelerimizi, partimizin 4. Kongresi’ne giderken, bu koşulları ve olanakları devrimci bir tarzda değerlendirmeye, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirme konusunda ileri adımlar atmaya çağırmaktadır.”***
———————————-
Dipnotlar:
*Sınıfın devrimci partisinde, parti üyelerinin bir parti işi üzerinde ve parti organlarında örgütlenmesi ve buna bağlı olarak, organ çalışması ve organ yaşantısına ilişkin sorunların olduğu bir gerçektir. Ancak bu sorunlar, zaten yerel konferansları ve merkezi konferansı zorunlu kılan nedenler ve bu konferansların amaçları arasındadır. Ve merkezi parti konferansı gündem ve tartışma raporu, hem parti örgütünün zayıflıkları ve sorunlarını, hem de parti çalışmasındaki zaafları enine boyuna ve devrimci eleştirel bir tutumla ve parti örgütünün yeniden inşasının ve parti çalışmasındaki zaafların aşılması planı olarak ortaya koymaktadır. Konferans raporu, konferans sonuç bildirgesi ve GYK’nın konferans değerlendirmesi; partinin yukarıdan aşağıya yeniden inşası ve çalışmasının zaaflarından arındırılarak, tüm yönleriyle geliştirilip güçlendirilmesi faaliyetinin temel belgeleri olma özelliği taşımaktadır.
**  Merkez Konferans Sonuç Bildirgesi’nden.
***  GYK konferans değerlendirmesinden.

Kapitalizm ve teknoloji tartışmaları

Teknolojideki önemli gelişmeler, her zaman toplumun, geniş halk yığınlarının ilgisini çekmiştir.
Bilinen yapı tekniğini aşarak, koca bir binanın, sütun, kolon kullanılmadan bir kubbeyle kapatılması, azgın bir nehrin üzerine kurulan bir köprü, bir piramit, büyük bir saray gibi alışılan yapıları aşan her yeni gelişme, izleyenlerin gözünde bir mucizenin gerçekleştirilmesi olarak görülmüştür. Hele son 300-400 yıldaki icatlar, bilimdeki  gelişmeleri bilmeyenler ve teknolojik gelişmeyi izlemeyenler için elbette ki gizemli güçlerin harekete geçmesi olarak görülmüştür. Bu eserlerin ya “Şeytan icadı” ya da Tanrının bir işareti olduğuna inanılabilmiştir. En hafifinden ise, mucitler ve icat edilen şey hayranlık ya da nefret uyandırmıştır. Egemen sınıflar ise, emekçilerin bu zaaflarını her zaman kullanmışlardır. Kimi zaman bu teknolojik buluşları kendilerinin malı olarak göstermiş, her yeni teknolojiden kendilerine bir pay çıkarmışlar, kimi zaman ise; buluşları, halkı kontrol etmenin bir dayanağı olarak kullanmışlardır. Kuşkusuz ki, teknik buluşların sayısal bakımdan en çoğu ise, son 300-400 yıllık kapitalizm çağında ortaya çıkmış; teknoloji de, bilinçli olarak bu dönemde üretimi yönlendirip denetim altında tutmanın bir aracı olarak kullanılmıştır.
Burjuvazi, adeta bir icatlar çağı olan kendi çağında, sınıf olarak topluma verecek bir şeyi kalmadığı ölçüde, teknoloji ve teknolojik gelişmenin yol açtığı göstergeleri toplumsal ilerlemenin yerine koyarak, onun etrafında bir hale oluşturmaya yönelmiş, emeğe ve işçi sınıfına karşı “teknolojinin başarılarını” bir silaha dönüştürmüştür.
18 ve 19. yüzyılda burjuvazi; kendisini insanlığı kurtaracak bir sınıf olarak ilan ederken, bunun kanıtı olarak da, yeni icatları, gelişmiş makineleri örnek göstermiş; insanlığın 10 bin yıllık gelişmesinin ürünü olan makineleri, kendisinin eseri olarak propaganda ederek, kendini uygarlıkla özdeşleştirmeyi egemenliğinin önemli bir dayanağı olarak kullanmak istemiştir. Ama örneğin 2. Dünya Savaşı sonrasında, sosyalizm karşısında teknolojik üstünlüğü de kaybetmeye başladığı yıllarda ise, burjuva ideologları; asıl olanın, sistem değil teknolojik gelişme olduğunu, nitekim gelişen teknolojinin sosyalizm ile kapitalizmi birbirine yaklaştırdığını, dolayısıyla kapitalizmin yarattığı sorunları çözmek için devrimlere, sosyalizme ihtiyaç olmadığını iddia eden tezler türetmiştir. Kruşçevizm, “teknolojisizm” diyebileceğimiz bu yaklaşımı; “kapitalizmle barış içinde yarış” ya da bu tezin geri ülkelere uyarlanmış biçimi olan “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” modeli olarak ihraç etmiştir. Nükleer enerjinin kullanımında Amerikan tekelini kıran ve ilk astronotu uzaya Amerika’dan önce gönderme başarısını gösteren, kapitalizmin 200 yılda katettiği teknolojik ilerleme yolunu 50 yıldan az bir zamanda aşan SB’nin ve sosyalizmin büyük başarılarına sırtını dayayan Kruşçevistler ve çeşitli türden modern revizyonistler; teknolojiyi ve teknokratları öne çıkarıp, işçi sınıfının tarihsel misyonu ve sınıfın örgütlenmesini, onun dinamizmini; yani üretici güçlerin insan faktörünü önemsemeyen (asıl önemli olanın teknolojinin bilgisine sahip olan teknokratlar olduğunu iddia edip, sınıfın yerine onların bilgi ve becerisini geçiren) politikaları devreye sokmuşlardır. Bu tutumun da bir sonucu olarak, SB ekonomisi ve teknolojinin geliştirilmesinde halkın ihtiyaçlarını gözetmek yerine, “kapitalist dünya ile yarış”ın ihtiyaçlarını (sosyalizmin savunulmasının gereği olanın ötesinde, dünya hegemonyası için silah ve savaş araçlarının geliştirilmesi, uzay yarışı gibi…) gözetmek, ana tutum olmuştur. Bu durum, SB’nin “sınırlı” kaynaklarının ABD ve Avrupa’nın daha büyük kaynakları karşısında daha çok heder olmasını getirmiş ve sonraki yıllarda ortaya çıktığı gibi, bu yarış; bir yandan SB işçilerinin politikanın dışına itilmeleri ve sisteme yabancılaşmasını getirdiği gibi, hayat standartlarının da geriye gitmesinin bir dayanağı olmuştur. Bunun da ötesinde, kapitalizm-sosyalizm yarışının, kapitalizmin bir alanı olarak “teknolojik yarışmaya” indirgenmesi; ABD+Japonya+Avrupa bloğunun SB karşısında başarı kazanmasını da kolaylaştırmıştır. Çünkü; toplumun ihtiyaçları yerine öteki ülkelerle yarışın ihtiyaçlarının geçirilmesi, teknolojik ve bilimsel gelişmenin bu ihtiyaçlar üstünden kurgulanması, kapitalist dünya ile sınıf savaşının yerine teknoloji alanında savaşmanın tercih edilmesi (bu, sosyalist ülkelerin işçi sınıfının ve dünya işçi sınıfının kapitalizme karşı mevziden geri çekilmesi, ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelesinin artık sosyalizmin yedek gücü olmaktan çıkmasıydı ve kapitalizmle barış içinde yarış anlamına geliyordu) ve ekonominin bu politikalar doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi, sosyalist ekonomik altyapının kapitalist yola yönelmesi anlamına gelmiştir.
Genel olarak bakıldığında, son 50 yıl; bütün burjuva dünyası için, teknolojinin ve teknolojideki gelişmenin toplumsal gelişmenin yerine geçirildiği bir dönem olmuştur. Öyle ki; teknolojideki her ilerleme yeni bir çağın başlangıcı olarak ilan edilmiş; örneğin 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrası; atom bombasının herkese baş eğdireceği fikrinin yayıldığı dönemde,  “Atomçağı” olarak ilan edilirken, 10 yıl sonra uzayda yarışın başlamasıyla ve astronotların uzaya gönderilmesiyle “Uzayçağı” başlatılmış, onu “Bilgiçağı”, “İletişimçağı”, “Bilişimçağı” gibi; insanlığın nereye gittiği, hangi sorunlarla karşılaştığı, açlık, işsizlik, yoksulluk, hastalıkların vb. nasıl bir tahribat yarattığı, kültürün, bilimin, sanatın nasıl kısırlığa mahkum olduğu… gibi sorularla hiç kaygılanmayan “tuzu kuru” burjuva düşünce dünyasının güç ve propaganda odakları, her yeni gelişmeyi abartıp; “işte dünyanın bütün sorunlarını çözecek anahtarı bulduk” propagandası yapmışlardır. Kısacası bilim ve teknolojideki her yeni gelişme; sosyalizme ve işçi sınıfına (tüm diğer emekçiler ve ezilen halklara) karşı bir ideolojik silaha dönüştürülmüştür.

TEKNOLOJİK GELİŞME KAPİTALİZMİN BİR MUCİZESİ Mİ?
Kuşkusuz ki; teknoloji kavramı etrafında böylesi fırtınalar koparılabilmesinin arkasında SB’deki geri dönüş, kapitalizmin sosyalizm karşısında kolay zaferler kazanma imkanı doğması gibi etkenler vardır ama, bunun, bir propaganda malzemesi olarak, yığınları etkileyen bir ideolojik fenomene dönüşmesinin arkasında, radyo ve televizyonun yaygınlaşmasının (yine bir teknolojik ilerleme), genel olarak medya gücünün devasa büyümüş olmasının rolünü de unutmamak gerekir. Ve olup bitenden de açıkça görülmektedir ki, burjuvazi, teknolojideki ilerlemeden öte, onu daha büyük ölçüde de, kara propaganda yapmak, işçi sınıfı ve halkların bilincini bulandırmak için ideolojik bir silah olarak kullanmaktadır.
Oysa ilk çakmak taşının yontularak başka aletler yapma gayretinin başlamasından beri, insanlık, bir teknoloji üretimi ve birikimi içindedir. Bu yüzden de; nasıl ki insanlığın tarihi; yemek, içmek, barınmak gibi yaşama araçlarını üretmesinin tarihiyse, teknoloji ve onun tarihi de, işte bu toplumsal tarihle birlikte ele alındığında anlamlanan, dolaysız bir biçimde insanın en temel ihtiyaçlarının karşılanması çabasıyla bağlı bir gelişmedir. Çünkü insanlar öteki hayvanlardan ayrılıp, kendi yaşam araçlarını üretme bilincine varalı beri, sürekli olarak, daha az güç harcayarak daha çok ürün elde etmenin yollarını ve yöntemlerini geliştirmek için çaba harcamışlardır. Bu amaçla toprağı işledikleri araçları ve yöntemleri geliştirmiş, yabani hayvanları daha etkin avlama yöntemleri ya da onları evcilleştirerek çoğaltmak için yol ve yöntemler geliştirmişlerdir. Ve sonunda, bir ucunda çakmak taşının yontulması ya da bir ağaç parçasıyla tohumların toprağa karıştırılmasıyla, öteki ucunda bugün elektronikte, genetikte ve bilimin ve teknolojinin öteki dallarındaki gelişmeler olan bir teknolojik gelişme süreci yaşanmıştır. Bugün de bu süreç, kaçınılmaz bir biçimde yeni “gelişmeler”le ilerlemektedir. Ancak bu süreç; insanlığın mağaradan çıkıp bugün sosyalizmi de görmüş olan toplumsal aşamalar ve bu aşamaları belirleyen sınıf güçlerinin mücadelesiyle bağlantılı olarak algıladığımız ölçüde anlaşılır olur. Aksi halde; bütün bir “teknolojik gelişme” sürecini, burjuva ideolojisinin göstermeye çalıştığı gibi, toplumsal ilerlemeden bağımsız bir “mucizeler yaratma durumu” olarak algılamak; makineleri, ileri teknoloji ürünü araçları, bilgisayarı, robot teknolojisini burjuvazinin mucizeleri olarak görme yanılgısına düşmek mümkündür.
Konuyu, politik ekonomi kavramlarıyla ifade edersek; üretici güçlerin, üretim araçları ve onları kullanan insan olarak iki bileşenden oluştuğunu biliyoruz. Bütün bir insanlık tarihi boyunca, insan, sürekli olarak üretimi daha verimli yapabileceği aletleri geliştirmiş, bunun için, onlar üzerinde sürekli çalışmış, önceki kuşakların deneyimlerine kendi bilgi ve becerisini katan her kuşak, bir önceki kuşağa göre daha gelişkin üretim araçlarına (daha gelişmiş bir teknoloji bilgisine) sahip olmuştur. Ama aynı zamanda, insan, üretim araçları üstünde değişiklik yapıp onları geliştirdikçe, kendisini de sürekli olarak değiştirmiş geliştirmiştir.
Bu karşılıklı etkileşim, giderek üretim ilişkilerini de geliştirmiş ve değişmeye zorlamıştır. Üretim güçlerinin yapısına uygun düşen üretim ilişkileri, üretim güçlerini daha da geliştirmiştir. Yani üretim güçleri üretim ilişkileriyle “uyum” halinde ise, üretici güçler hızla gelişmiştir. Ancak bu gelişmenin belirli aşamasında, üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline gelmiştir. Bu ise, üretim ilişkilerinin tümüyle değişmesini, yeni ve üretici güçlerin gelişmesine uygun üretim ilişkileri kurulmasını zorunlu hale getirmiştir. Toplumsal gelişme tarihinin özeti de budur.
Kapitalizmin propagandacıları, teknolojik gelişmenin kendi düzenlerinin “özünde” olduğunu ileri sürüyor, kendilerinden önceki çabaların, bilgi ve beceri birikimlerinin rolünü inkar ederek, insanlığın ilerlemesini ve onun önemli bir dayanağı olan teknolojik gelişmeyi de kendileriyle başlayıp kendileriyle var olacak bir etken olarak göstermeye çalışıyorlar; ama bu doğru değildir. Çünkü; yukarıda ifade edildiği gibi; hayvanlık durumundan ayrılalı beri insan; kendi ihtiyaçlarını kendisi sağlamaya başladığı ilk andan bu yana insan; bir üretim bilgisi de (buna teknoloji demekte hiçbir sakınca yok) biriktirmeye başlamıştır. Kapitalizm, bu tarihsel birikim üstünden ortaya çıkmış (olanaklı hale gelmiş), kapitalizm çağının, “Sanayi Devrimi” başta olmak üzere, bütün o göz kamaştıran önemli teknolojik atılımları da, o teknolojik birikim üstünden ilerlemiştir. Kaldı ki; kapitalistler, –rekabette üstünlük sağlamak için daha ucuza maletmek, bunun için ucuz işgücü kullanmak ve yanı sıra emek üretkenliğini artırmak üzere sabit sermaye yatırımlarına yönelme ihtiyacı bir yana– eğer işçilerin sömürüyü sınırlama mücadelesiyle karşılaşmasaydı; teknolojiyi geliştirmek için bir kuruş bile harcamazlardı.

İNSANLIĞIN EN BÜYÜK TEKNOLOJİK ATILIMI: MAKİNELİ ÜRETİME GEÇİŞ
Soruna daha yakından bakabilmek için, bütün bir insanlık tarihinin en önemli teknolojik sıçraması olan, “Sanayi Devrimi” diye de ifade edilen “makineli üretime geçiş”in emek gücü ve onun taşıyıcısı olan işçi sınıfı üstündeki etkisine kısaca da olsa bir göz atarsak; aslında sınıflı toplumlarla, en başta da kapitalizmle teknolojik gelişme arasındaki ilişkiyi gerçek yanıyla görebiliriz.
Kapitalizm ve teknolojik gelişme arasındaki ilişkiyi Marks, Kapital’in 3. Cildi’nde, “Makinenin emek gücü üstündeki etkisi” başlığı etrafında ayrıntılı bir biçimde inceler.
Makinelerin üretime sokulmasıyla emek gücü karşısındaki pozisyonu için Marks’ın söylediklerini şöyle özetleyebiliriz:
1-) Makinelerin devreye girmesi, kapitalistlerin yetişkin erkek emek gücüne bağımlılığına son verdi. Kadınları ve 12-13 yaşından başlayarak çocukları emek gücü pazarına çekti. Bu durum; eskiden olduğu gibi, bir yetişkin erkeğin ücretinin, “dört kişilik işçi ailesi”nin geçim masrafları üstünden hesaplanması geleneğini yıkarak, ve bunun yerine, her işçi ailesinden dört kişinin de çalıştığı varsayımını geçirerek, ücretin bir kişinin geçim masrafları üstünden hesaplanmasını getirdi. (Bugün de, asgari ücretin hesaplanmasını kapitalistler, aynı nedenle, tek kişinin geçim masrafları üstünden yapıyorlar.) Aynı zamanda, makineler çocukları ve kadınları emek gücü pazarına çekip, emek gücü pazarında işgücünün taşıyıcısı olan işçiler arasındaki rekabeti artırarak, ücretleri düşüren etkin bir rol de oynamışlardır.
2-) Makineler; cansız ve günün 24 saati çalışan nesneler (birikmiş cansız emek) olarak, işgününü, insanın fiziki sınırlarının ötesine geçirerek, işgününü uzattı. Kapitalistlerin işçileri daha uzun süre çalıştırmasını teşvik etti. Böylece, sömürünün artırılmasında (kapitalistler, buna, işletmenin verimliliğinin artması dediler) önemli bir imkan sağladı.
3-) Makinelerin kullanılması, emeğin üretkenliğinin yanı sıra, yoğunlaştırılmasını artırdı. Daha kısa sürede daha çok üretimin mümkün hale gelmesi, bir işçinin maddi ve manevi yeteneklerini daha yoğun bir biçimde harcamasını zorladı. Bu da, sömürünün artırılmasının, makineler tarafından sağlanan ikinci bir bileşeni oldu.
Başka bir şekilde söylersek; kapitalistler makineleri devreye sokarak, sınıfın sadece yetişkinlerini değil, kadın ve çocuklarını da sömürünün dolaysız hedefi haline getirdiler. Bununla da yetinmediler; ücretleri düşürürken, işçinin daha uzun zaman ve daha yoğun çalışmasını, dolayısıyla da sömürüyü olağanüstü artırdılar.
Bu gelişmenin kaçınılmaz sonucu; yetişkin erkek emeğinin fabrikalardan kovulması oldu. İşçilerin buna tepkisi ise; makine kırıcılığı olarak kendisini ortaya koydu. 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında İngiltere ve Fransa’da “makine kırıcılığı” bir akım haline dönüştü; ve bu mücadelenin başındaki kişinin adından dolayı da, bu akıma “ludizm” denildi. Çünkü işçiler; o günkü kendiliğinden bilinçleriyle, işlerini ellerinden makinelerin aldığını düşünüyor, dolayısıyla makinelere karşı savaş açarak işlerini geri alabileceklerini sanıyorlardı. Ama kısa süre sonra gördüler ki; işlerini asıl ellerinden alan, onları açlık ve sefalete iten kapitalizm ve onun gelişme seyridir.
Peki, teknolojik gelişme, sadece işçilerin, işçi sınıfının aleyhine sonuçlar mı doğurdu?
Elbette ki hayır! Eğer böyle olsaydı, işçi sınıfının çıkarları teknolojik gelişmeyle karşı karşıya olur, bu da, işçi sınıfının çıkarlarının, insanlığın gelişmesiyle, daha geniş çapta üretim demek olan makineleşmeyle, teknolojik gelişmeyle çelişmesi olurdu. Kapitalistler bunu da iddia ediyorlar.
Oysa işçinin aleyhine olan, makinenin kendisi değil, makinenin kapitalist kullanımındadır. Ama bunun da ötesinde, makineli üretime geçişin işçi sınıfına sağladığı imkanları şöyle sıralayabiliriz.
1-) O günün işçileri açısından acılara, yoksulluklara yol açtığı kuşkusuzdur ama; yetişkin erkek emeği yerine büyük ölçüde kadın ve çocuk emeği ikame etse de, makineli üretim, sonuçta işçi sınıfının kitlesini olağanüstü büyütmüştür.
2-) Makineli üretim, meta üretiminin devasa büyümesi ve işçilerin kapitalistler karşısında ulusal ve uluslararası düzeyde birliğinin imkanlarını sunmuş, binlerce kişinin bir arada çalıştığı fabrika düzeninin kurulmasını sağlayarak, işçilerin sınıf olarak birleşmelerinin imkanlarını devasa büyütmüştür.
3-) Makineli üretim sömürüyü artırırken, aynı zamanda emeğin verimliliğini de yükselterek, işçilerin daha iyi yaşama ve daha iyi çalışma koşulları için mücadele etme imkanlarını artırmıştır.
4-) Ve nihayet makineli üretim, devasa meta üretimi ve kapitalist pazarın hızla büyümesini zorlayarak feodal çitleri yıkarken, işçi sınıfını da değer yaratan en önemli, modern toplumun en vazgeçilmez sınıfı yapmıştır. Dolayısıyla, makineli üretime geçişin arkasından ortaya çıkan olgular, kapitalist topluma seçenek oluşturabilecek tek düzen olan sosyalizmle işçi sınıfı arasındaki maddi bağın kavramasını kolaylaştırmıştır. Sosyalizmi kurabilecek tek sınıf olarak, işçi sınıfına dikkatleri çekmiştir.
Burada açıkça görülebilecek bu olumlu gelişmelerin hiçbirisi, kapitalistin, kapitalist sınıfın amaçları içinde yoktur. Onun tek kaygısı, kârını artırmak, işçiyi daha büyük bir iştahla sömürmektir. Ama onun isteğinden bağımsız olarak, makineli üretime geçiş; insanlığın teknolojik olarak gerçekleştirdiği bu büyük devrim, işçi sınıfının kendi tarihsel misyonunu yerine getirmesinin maddi koşullarını oluşturmuştur.

TEKNOLOJİNİN İŞÇİ SINIFINA VE HALKA KARŞI SİLAHA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Tarihinin hiçbir döneminde, dünyayı en çok değiştirmek istediği, en devrimci çağında bile burjuvazi, teknoloji üstünden bu kadar geniş kapsamlı bir propaganda yapmadı. Bunda elbette, yığınlara yönelik propaganda ve kitle iletişim araçlarının gücünün tarihte görülmedik biçimde büyümüş olmasıyla, burjuvazinin elinde tuttuğu bu medya gücüne dayanarak yığınların kafasını karıştırma amacı varsa da; özellikle elektronik ve genetik alanındaki gelişmelerin, robotların üretimde yer almaya başlamasının ve bunların kamuoyunda uyandırdığı etkinin de önemi olduğu inkar edilemez. Taylorizm’in üretim teknolojisi olarak yaygın biçimde kullanılmasıyla başlayan 20. yüzyıl, Fordist üretim ve yüzyılın son çeyreğinde esnek üretim teknolojisinin üstünden kapitalizmin yenilenmesi girişimleriyle son buldu. Bu sürece, 20. Yüzyılın ilk yarısında sosyalizmin kazandığı büyük başarılar; bilgisayar teknolojisinin geliştirilmesi, uzay çalışmaları, nükleer enerji, ilkel de olsa robotların üretim alanında yer almaya başlaması ve bilgisayarın yaygın bir biçimde üretimde denetim görevlerini üstlenmesi gelişmeleri eşlik etti.
Bütün bu gelişmelerin bir sonucu da; uluslararası sermaye güçleri ve onların en büyüklerinin dünyayı yağmalama stratejisi; zincirlerinden boşanan kapitalizmin –tekeller arasında rekabeti serbestleştirirken– emek örgütlerine, işçi sınıfının tarihsel haklarına, ülkelerin ulusal sanayilerine ve ekonomilerine yönelik saldırısı oldu.
Bilgisayarları ve robotları devreye sokan sermaye güçlerinin amacı elbette kârlarını yükseltmekti; bunun sonucu olarak, son 25 yıl, teknolojideki her yeni gelişmeyi, işçilerin bir bölümünün daha fabrikalardan kovulması, geri kalanların da daha kötü koşullarda (daha yoğun, daha uzun zaman ve daha az ücret ve sosyal hakla) çalıştırılması izledi.
İşsizlik, sanayinin büyüme eğiliminde olduğu dönemlerinde de artan bir özellik göstermeye başladı. En önemlisi de, bilgisayar sistemleri aracılığı ile işçinin çalışmasının anında kontrol edilebilmesi ve bu, Toplam Kalite Yönetimi’nin genel olarak uygulanmasına ve işçilerin çalışma yoğunluğunun son sınırına kadar zorlanmasına yol açtığı gibi; gelişen teknoloji, tıpkı Sanayi Devrimi döneminde olduğu gibi, işçilerin işlerinden olduğu; daha basit emek sahiplerinin daha çok iş bulabildiği, ama kalifiye işçilerin işin kaybettiği bir döneme işaret etti. Küreselleşme politikaları, esnek çalışma yöntemlerinin uygulanmasıyla birleşince; dünyanın servetlerinin en gelişmiş ülkelere taşınması kadar, her ülkede de servetlerin en zenginlere doğru aktarılması, ekonomik çarkın “doğal işleyişi” haline geldi.
Bu özet ışığında; 20. yüzyılın 2. ve 3. çeyreğindeki gelişmelerle 4. çeyreğindeki gelişmeler karşılaştırıldığında şunları saptayabiliriz:
1-) Sosyalizm ve işçi sınıfının örgütlü ve militan mücadelesinin baskısından kurtulan büyük sermaye güçleri; kollarındaki bağlar çözülmüşçesine, tekeller arası rekabetin kapaklarını açtılar. Bu rekabet kendisini; bütün bilinen savaş yöntemlerinin yanı sıra; işçilerin ücretlerinin düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, ücretlerde genel bir düşüş ve kazanılmış hakların (sosyal güvenlik, parasız eğitim ve sağlık hakkı, iletişim ve ulaşım destekleri, konut yardımı, vb. sosyal haklar) gaspı üzerinde şekillendirdi.
2-) Özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma; bir yandan tüm mal ve hizmet üretimini piyasaya açmanın bir anahtarı olarak kullanılırken, öte yandan işçiler arasında rekabetin yeniden başlatılmasının, işçilerin kazanılmış haklarının gaspının ve geleneksel işçi örgütlerinin çözülmesinin dayanağı olarak kullanıldı, kullanılıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk üç çeyreği içinde oluşan ve 3. çeyreğinde sistemle uzlaşan devasa sendikalar, esnek çalışma koşullarında ve son çeyrek yüzyılda sermayenin emeğe ve haklarına yönelttiği saldırlar karşısında, işlevsizleşip çöküş sürecine girdiler.
3-) Bilgisayar ve iletişim teknolojisi, bir yandan finans sermaye hareketlerini eskisine göre çok büyük bir hıza ulaştırırken, coğrafi esnekliğinin (malların üretimin de uluslararası hale gelmesinin yolunu açtı) imkanlarını da genişletti. Bu teknoloji, işçilerin her hareketinin kontrol altına alınmasını sağlarken, aynı zamanda, “sıfır stok”la (just time üretim) çalışmanın, tüm üretim aşamalarının tam kontrol için kayda alınmasının imkanını da getirdi. Böylece emek gücünün azami yoğunlaşması ve mümkün olduğu kadar uzun bir işgünü için de olanak sağladı.
4-) Elektronik, bilgisayar ve genetikteki gelişmeler üstünden, emeğin artık üretim için zorunlu bir unsur olmadığını öne süren burjuva ideolog ve propagandacıları, işçisiz çalışan fabrikalar ya da “klon işçi ve asker” hülyaları yayıp, ulaşılan teknolojik düzeyle, artık makinelerin üretip insanların tüketeceği aşamaya gelindiğini iddia ederek, “ters” ve “düz” ütopyalar geliştirirken; gerçekte ise, gelişmiş ülkelerden pek çok sanayi kuruluşunun kol emeğinin ucuz olduğu geri ülkelere taşınması çelişkisine tanık olundu. “Artık düz işçiye sanayinin ihtiyacı yok; kalifiye işçi olmadığı için insanlar işsiz kalıyor” denirken, tam tersine, eğitim görmüş işçilerin hızla fabrikalardan uzaklaştırıldığı, yerlerine daha az ücretle çalışacak düz işçilerin alındığı, resmi verilerle ortaya çıktı. Dahası, onca teknolojik gelişmeye karşın; işçilerin hem çalışma yoğunlukları, hem de çalışma süreleri, son 10 yılda bütün ülkelerde yüzde 10’lara varan bir artış göstermiştir. Bütün bunlardan da öte, üniversiteler, teknoloji enstitüleri ve bütün araştırma-geliştirme kurumları; piyasa koşullarında, dolayısıyla sermayenin kendine göstereceği amaçlar doğrultusunda araştırma yapıp, bu araştırmanın sonucunu da sadece sponsor firmalara vermekle yükümlü bir sistem içine çekilerek, bilim ve teknolojik gelişmenin az çok özgürce gelişmesinin önü tamamen kesilmiştir. Araştırmaların ve varılan sonuçların; “fikri mülkiyet hakları”, “patent” ve “know how” gibi yollarla  tümüyle kilit altına alınması, bilim ve teknolojinin gelişmesinin önüne dikilen büyük bir set anlamına gelmiştir. Dolayısıyla insanların ihtiyaçları ile sermayenin ihtiyaçları arasındaki çelişme artmış, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişme, artık çözümünü daha derinden hissettirecek emareleri açığa vurmaya başlamıştır. En büyük kapitalist güç merkezlerinin, “Yeni Dünya Düzeni” kuralım derken sürüklendikleri kaos, dünyanın her köşesinde yeni gerginlikler, kargaşalar, başlıca kapitalist güçlerin kamplaşmak için başvurmaya başladıkları yol ve yöntemlerin açıkça görülür hale gelmesi biçiminde kendisini ortaya koymaya başlamıştır. Onun içindir ki; El Kaide teröründen medet umar hale gelmişler, kendi saldırganlıklarını onun vahşiliği ile perdeleyecek kadar acze sürüklenmişlerdir.
Dönem toplam açısından bakıldığında; sermaye güçlerinin, insanlık tarihi boyunca, bilim ve teknolojideki gelişmeleri hiçbir zaman bugünkü boyutta üretici sınıfın (bugün işçi sınıfı) aleyhine kullandığı bir dönem olmamıştır.
Bugün sermaye güçlerinin; teknolojinin ve bilginin gelişmesini şu üç alanda “silah” olarak kullandığını görüyoruz:
1-) Teknolojinin askeri alanda silaha dönüştürülmesi: Teknolojinin silah, atom bombası, biyolojik silah vb. olarak, emekçilere, halklara karşı kullanılması. Bütün mülk sahibi sınıflar, tekellerinde tuttukları bilimsel bilgiyi, her dönemde silahların geliştirilmesi için kullanmışlardır. Ancak hiçbir egemen sınıf, bilgiyi bu ölçüde kötüye kullanmamıştır. Biriken devasa bilim ve teknolojik deneyimi, burjuvazi, sadece konvansiyonel silahların envai çeşidi için değil, nükleer, biyolojik, kimyasal silahların geliştirilmesi için de kullanmıştır. Teknolojik gelişme, AR-GE faaliyetleri için en önemli fonlar, askeri amaçlı, yeni silahlar geliştirme amaçlı olarak kullanılmaktadır. Üstelik bu silahlara sadece gelişmiş kapitalist ülkelerin sahip olmasını istemekte, ama başkalarının eline geçmesini o ülkelere savaş, saldırma nedeni saymaktadır. Bu tutum, elbette ki, insanlığın bilgi birikiminin açıkça kötüye, insanlığa karşı kullanılmasının en tipik ve dolaysız ifadesidir.
2-) Teknolojinin işçiye karşı bir “ekonomik silah” olarak kullanılması: Teknoloji geliştikçe, özellikle de elektronik ve bilgisayar teknolojisinin gelişmesinin pek çok alanda (denetim ve üretimde) insan emek gücüne duyulan ihtiyacı azaltmasını, kapitalistler, insanın çalışma koşullarını iyileştirmek (daha iyi bir ücret, daha az çalışma saati, daha insani koşullarda çalışma imkanları…) için değerlendirmek yerine, daha çok kâr ve rekabetin artırılması amacıyla kullanmaktadır. Bu nedenle de, teknolojide her yeni gelişme, işçi sınıfına, daha çok işçinin işini kaybetmesi ve çalışma koşullarının ağırlaşması olarak yansımaktadır. Kitlesel işten çıkarmalara ve çalışma koşullarının kötüleşmesine karşı mücadele eden işçiler ise, kapitalistler tarafından, teknolojik gelişmeye karşı mücadele edenler, ilerlemeye karşı çıkanlar olarak gösterilmektedir.    
3-) Teknolojideki gelişmelerin ideolojik bir silah olarak kullanılması: İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın sosyalizme karşı seferberlik ilan etmesi ve ana stratejisini sosyalizmi yıkmaya yöneltmesi, teknolojideki her gelişmenin, aynı zamanda, ideolojik bir silaha dönüştürülmesini de birlikte getirdi. Daha önceki dönemlerde de; burjuvazi, teknolojiyi kendisinin malı gibi gösterip bundan ideolojik bir çıkar sağlamayı gözetmişti. Ama son yarım yüzyılda, bu, sosyalizm ve işçi sınıfına karşı mücadelenin en önemli alanlarından birisi haline getirilmiştir. Hatta denilebilir ki, burjuvazi, en etkin saldırılarını bu alandan yapmıştır. Kruşçevizmle birlikte SB’de geri dönüşün başlaması, işçi sınıfının artık “proletarya” değil de orta sınıf olduğu (Eurokomünisler) tezine de güç verdi. Ya da Latin Amerika ve Kuzey Amerika kaynaklı işçi sınıfının tarihsel rolünü yitirdiği, “devrimin devrimcilerin eseri” olduğu içerikli görüşler, teknolojinin getirdiği imkanların “işçi sınıfı ile kapitalist sınıfı birbirine yakınlaştırdığı” görüşlerine dayandırıldı. Bütün bunların ötesinde, son çeyrek yüzyılda elektronikteki ve genetikteki gelişmeler ise; işçi sınıfının artık üretimdeki rolünün ve bir sınıf olarak toplumun varlığını sürdürmesi için ona ihtiyaç olup olmadığının tartışmaya açıldığı bir dönemin dayanağı kılınmaya çalışıldı. Burjuva ideologlarına göre, işçi sınıfı artık üretimin vazgeçilmez bir unsuru değildir. Çünkü gelişen teknoloji, insansız çalışacak fabrikaları mümkün hale getirmiştir. Bu yaklaşımdan kalkılarak; insanlığın geleceği olan (tarihin sonu!) kapitalizmin kendi çelişmelerini aşan bir sistem aşamasına geçtiği, toplumun sınıf karşıtlıklarından arındığı ve artık üreticiler (kapitalistler) ve tüketiciler (bütün emekçi sınıflar) gibi iki kategoriye ayrıldığı; emekçilerin tüketiciler (müşteriler) haline geldiği gibi pek çok görüş, zırvalığına ya da bilim dışılığına bakılmadan, piyasaya sürülmüş bulunulmaktadır. Başka bir söyleyişle, kapitalizmin ideologları; tarihi ilerletici gücünün sınıflar mücadelesi ve işçi sınıfının insanlığı sınıfsız topluma götürecek ve son sınıflı topluma son verecek sınıf olduğuna dair diyalektik materyalist tarih anlayışına karşı mücadelelerini, “teknolojik gelişme” temelli bir karşı tarih anlayışı saldırısı ile yenilemektedirler.
Kısacası, Özgürlük Dünyası’nın değişik sayılarında değinilen ve bundan sonra da çeşitli vesilelerle tartışılacak olan bu görüşler, bugün bir propaganda malzemesi ve kapitalistlerin işçi sınıfına yönelttiği en tehlikeli silah olarak işlev görmektedir.

TEKNOLOJİK GELİŞMENİN KAPİTALİZME KARŞI BİR SİLAH OLMA İMKANI
Evet, burjuvazi; bütün yönetim ve yönlendirme birikimini kullanarak, teknolojik gelişmeyi, işçi sınıfına ve tüm emekçileri karşı bir silah olarak kullanmıştır, kullanmaktadır. Ama, bundan, teknolojinin sadece, burjuvazinin halka yönelttiği bir silah olduğu ve olabileceği sonucu çıkmaz. Tersine, burjuvazi, nasıl ki sömürüyü artırmak için işçi sınıfının sayısını artırırken kendi mezarını kazıyorsa, bugün de, teknolojiyi bir silaha dönüştürse de; her teknolojik gelişme, aynı zamanda, burjuvaziye karşı güçleri geliştirmekte, onların mücadele imkanlarını da genişleten bir rol oynamaktadır.
Bu gelişmeleri de şöyle sıralayabiliriz:
1-) İletişimdeki devasa gelişme, tekeller arasındaki rekabetin etkisini yaygınlaştırıp büyütmüş, uluslararası alanda faaliyet gösteren spekülatif sermayenin devasa büyümesi ve etkinliğinin artmasının yanı sıra; kapitalizmin çelişmelerinin daha açıkça görülmesini de getirmiştir. En büyük sermayeye sahip ülkelerin, iletişimdeki hızlı gelişmeleri kullanarak, krizlerin yükünü diğer ülkelere yıkmak için giriştiği manevraları etkili kılarken; karşı güçlerin de bu manevralara karşı mücadelesini daha yakıcı hale getirmiştir. Bu mücadeleler içinde, sermayenin spekülatif ve rantiye karakteri herkes için görülür hale gelmiştir. İşsizlik ve yoksulluğun kronikleşmesi; zengin ve yoksul ülkeler ile her ülkede işçi sınıfı ve emekçilerle egemen sınıflar arasındaki –küreselleşme ve kapitalizme karşı– mücadelenin zeminini olağanüstü genişletmiştir. Öte yandan, bu alandaki gelişmeler, kapitalist dünyanın güçlü ülkeleri arasıdaki çelişmeyi de su yüzüne çıkarırken, ABD karşısında AB, Rusya, Japonya (bunlara paralel davranmaları çıkarlarına daha uygun olacak olan Çin, Hindistan, Brezilya…) gibi ülkelerin yeni mihraklar olarak davranması zorunluluğunu dayatmış; halkların emperyalizme karşı mücadelesinin imkanlarını da büyütmüştür. Örneğin 20. yüzyılın başlarında emperyalist kampların ortaya çıkıp biçimlenmesi nerdeyse 10-15 yıllık süreçleri gerektirir ve bu süreçteki sermaye hareketleri üstünde gerçekleşirken; günümüzde, kampların oluşmasına yol açacak ekonomik hamleler, iletişim ve bilgisayar teknolojisinin yardımıyla, “ışık hızında” yayılır hale gelmiştir. Örneğin Güneydoğu Asya krizinin bütün bölge ülkelerini sarması, sadece 12 saati almıştır. (Bu 20. yüzyılın başında birkaç ayı alabilirdi.) Ya da Arjantin, Rusya, Türkiye krizlerinin etkileri, 24 saat içinde bütün dünyada hissedilmiştir. Spekülasyonun büyümesi ve iletişimin etkinliğinin artmasıyla; spekülatörler, krizleri belirleyen olmasa da, tetiklenmesinde önemli bir pozisyon edinmişler; bu da, ülkelerin ulusal çıkarları, işçi sınıfının ve halkların istekleri ile uluslararası sermaye mihraklarının çıkarları arasındaki çelişmenin büyüyüp görülmesini kolaylaştırmıştır. Bütün bu gelişmeler, işçi sınıfının yeni bir dünya (sosyalist bir dünya) kurma misyonu bakımından mücadelesinin zeminini olağanüstü genişletirken; böyle bir misyonun gerçekleşmesinde önemli rol oynayacak olan ileri ve geri güçlerin, ezen ve ezilen güçlerin saflaşmasının koşullarını bir hayli hızlı bir biçimde ilerletmektedir.
2-) Teknolojideki gelişmenin ilerlemesi; otomasyon ve hatta “robotik” makinelerin devreye girmesi; insansız fabrikalar yapmaya yakın imkanların ortaya çıkması, aynı zamanda, sosyalizmin kurulmasının ve bunun kendisini bir zorunluluk olarak dayakmasının maddi temelini olağanüstü güçlendirirken, canlı emek sömürüsü yapmadan ayakta durma imkanı olmayan kapitalizmi de, sadece tarihsel bakımdan değil, ama teknolojik gelişmişlik düzeyi bakımından da akla aykırı hale getirmiştir. Çünkü kapitalizmin tek dayanağı canlı emeği sömürmeye devam edebilmesidir ve dolayısıyla da, canlı emeği gereksiz hale getiren teknoloji, kapitalizmi de gereksiz hale getirmiş demektir. Bu yüzden de, kapitalizmi savunmak, kapitalizmin ideologları açısından giderek daha zorlaşmaktadır. Dahası kapitalizm; teknolojik gelişmeyi sınırlayarak (teknolojik gelişmeyi kapitalist firmaların çıkar ve ihtiyaçlarıyla sınırlı bir kulvara sokup; kapitalist firmaların bu alandaki yatırımlarına bağlayarak), üretici güçlerin gelişmesini de açıkça engeller pozisyona geçmiştir. Dolayısıyla sosyalizm ve işçi sınıfı partisi ve aydınları; teknolojiyi abartarak toplumsal  ilerlemenin yerine geçiren kapitalizme karşı, son derece önemli, onu kendi silahıyla vuracak bir imkan elde etmişlerdir.
3-) Bilgisayar ve elektronikteki gelişmeler; kişisel bakımdan sunduğu imkanların ötesinde, tüm toplumun ihtiyaçlarının belirlenmesi, üretimi ve dağıtımı merkezli olarak “merkezi planların yapılması ve denetlenmesi” bakımından, daha önceki kuşakların sahip olmadığı son derece geniş imkanlar sunmaktadır. Bu da, SB deneyinde görülen geniş bir “bürokrasiye” duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracak bir imkan ve sosyalizmin pratikte uygulanırlığı bakımından son derece önemli dayanaklar sunmaktadır. Yine genetikteki gelişmeler ve kapitalist mihrakların bu gelişmeleri kullanım tarzı; genetiğin, ilaç ve hastane tekellerinin ve kapitalistlerin kâr konusu olmaktan çıktığı ölçüde insanlığın hizmetine gireceğini, aksi halde insanlığa karşı bir silah olarak kullanılacağının göstermekte; ve bu alandaki teknolojik ilerlemelerin de ancak sosyalizmle insanlığın lehine olabileceği gerçeğinin belirginleşmesi, sosyalizmin propagandası ve kapitalizme karşı mücadele için son derece geniş imkanlar sunmaktadır. Kısacası teknolojik ilerleme; eğer ilerlemenin boyutları iyi değerlendirilirse, kapitalistler için değil, sınıf partisi, sınıftan yana aydınlar ve sosyalizmin güçleri için son derece etkili olacak bir ideolojik silaha dönüşecek imkanlar sunmuştur ve her gelişme bu imkanı büyütecektir. Burjuva bilim dünyasında, gerek bilgisayar gerekse genetikteki gelişmelerin “ahlaki nedenlerle” (bilgisayar ve elektronikteki gelişmeyle kişisel hakların ihlal edilmesi ve bilgi çalmak, banka soymak vb. “suçlar işlemek” için bu teknolojilerin kullanılması ya da genetikte insan klonlanması, hastalıklardan kâr sağlamak için genetik bilgisinin kullanılması vb. girişimler) sınırlanıp kontrol altına alınması talepleri vardır. Ve bu gelişmeleri, topluma, insanlığa karşı silaha döndürmekten çekinmeyen, çekinmeyecek olan kapitalizmin karşısında, bütün bu endişeler ve istekler elbette haklıdır. Ama aynı zamanda bu isteklerin, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin engellenmesini istemek anlamına da geldiği kesindir. Dolayısıyla bu, kapitalizmin bilim ve teknolojideki gelişmeyle, sadece fikri ve mantıksal bakımdan değil, pratikte de çelişmeye başladığının çok açık bir göstergesini oluşturmaktadır. Bunun bir başka anlamı da; bilim ve teknolojideki gelişme sürecinin, ancak kapitalizme karşı mücadeleyle birleştiği ölçüde ilerleme şansının olacağıdır.
4-) Bilgisayar teknolojisinin ve iletişimdeki ilerlemenin sunduğu olanaklar üzerinden geliştirilen esnek üretim, bir yandan üretimin uluslararası niteliğini geliştirip (aynı makinenin parçalarının değişik ülkelerde yapılabilmesi ve sonra da bir başka ülkede birleştirilmesi, bir ülkedeki üretimin öteki ülkedekinin yerine geçirilmesi… gibi) işçi sınıfının çeşitli ülkelerdeki bölümleri arasında organik olarak ilişkiyi olanaklı hale getirerek; sınıfın uluslararası birliğini, uluslararası sermayeye karşı ortak mücadeleyi son derece somutlaştırmıştır. Bu yönüyle kuşkusuz ki; işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının zeminini genişleten ve onu gözle görülür hale getiren bir gelişme olarak, mücadelenin ilerlemesi için son derece elverişli olanaklar sunmaktadır. Öte yandan, esnek üretim teknolojisi ve ona eşlik eden azgın rekabet; işçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin dayanaklarını da tahrip etmekte; kapitalistler, işçi aristokrasinin beslenmesi için ayırdıkları fonları azaltarak, bu tabakayı hızla küçültmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu da, bir yandan sistemle uzlaşan, kapitalistlerle uzlaşma içindeki eski sendikal yapıların çözülmesini getirir ve burjuvazi, bu durumu, işçilerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması süreciyle birleştirip işçinin aleyhine geliştirirken; öte yandan, sınıfı denetiminde tutan bu eski yapı ve bürokrasiyi sarsıntıya uğratarak, sendikal hareketin ve sendikal yapıların yenilenmesinin imkanını da gündeme getirmiş bulunmaktadır.
Sınıf partisi, sınıfın ileri güçleri bu olanakları doğru değerlendirirse, sendikal hareketin yenilenmesi için yeni bir dayanak da bulmuş olacaklardır. Çünkü; ortaya çıkan imkanlar yeterince doğru kavranıp gerçeğe dönüştürülmediği sürece, bu türden “iki yönlü” (sınıfın aleyhine alınmış önlemler olan, ama sonuç olarak da, sınıfın lehine gelişmeler imkanı da taşıyan türden) olgular, kapitalistlerin işine yarayan yönüyle gerçek olabilir. Çünkü; bu tür olgu ve gelişmelerle ilgili olarak, gelişmenin sınıfa yönelik yanına karşı mücadele edildiği ölçüde, sınıfın lehine olabilecek imkanlar görülür hale gelip gerçekleşme sürecine girebilirler. Örneğin; ancak işçiler arasında rekabete karşı, hatta kapitalist firmalar arasındaki rekabetin işçilerin ücret düşüklüğüne yol açmasana karşı mücadele edildiği ölçüde, bu ücret düşmesinden zarar görerek sarsılan işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasiyle sendikal yapıların sarsılmasından çıkan boşluğun doldurulması mümkün olabilir. Bu yüzdendir ki; bu tür gelişmelerin sınıf lehine sonuçlar doğurabilmesi için, bu gelişmeleri ve yarattığı imkanları bilinçle değerlendirmek; bu gelişmeler üstünde ortaya çıkacak örgütlenmelerin kapitalizme karşı mücadeleye bağlanması zorunluluğunu asla gözden kaçırmamak gerekir. Aksi halde, sözü edilen imkanlar sadece laf düzeyinde kalır; ve laf düzeyinde kaldıkça, ancak sermayenin sınıfa yönelik saldırısının onaylanması anlamına gelir.

*        *        *
Bilim ve teknolojideki gelişme, bunun kapitalistler tarafından çok amaçlı bir silaha dönüştürülmesi ve sınıf partisinin, sınıfın ileri güçlerinin, gerçek bilim insanlarının ve teknik elemanların, bilim ve teknolojiyi sınıflar mücadelesinde, toplumun ilerlemesi ve sosyalizme ulaşmada nasıl önemli bir dayanak olarak değerlendirebilecekleri gerçeği, elbette ki, bir makalenin sınırları içine sığacak gibi değildir. Bu yüzden, Özgürlük Dünyası açısından, sorunun çeşitli boyutlarıyla tartışılması (Elbette burada Bilim ve Düşünce ayrıcalıklı bir yere sahip olmalıdır) ve bu gelişmelerin yarattığı pratikteki sonuçların gündeme getirilmesi, işyeri incelemeleri ya da esnek çalışmanın yol açtığı tahribat ve bu tahribat içinden doğacak olan sınıfın ve sendikaların örgütlenmesinin yeni imkanları (Özellikle de bu imkanlar yönüyle. Çünkü tahribat ve yol açtığı kötü sonuçları herkes her gün bazen sınıfı ve ileri güçleri sindirmek ve sermaye güçlerinin zaferi önünde eğilinmesi için, bazen de kendi eylemsizliklerine meşruiyet kazandırmak için) üzerine kafa yorulması ve bunların ele alınmasının vesilesini yaratırsa, bu makale, kendisine düşen görevi yerine getirmiş olur. Daha ötesi, ancak bu alanda adım atıldığı ölçüde, sınıflar mücadelesinin gündemi için önemli olacaktır.

Abant platformu toplantıları kime ve neye hizmet ediyor?

1-3 Temmuz 2005 tarihleri arasında Erzurum Palandöken’de “Yeni Bir Çağın Eşiğinde Eğitimde Yeni Arayışlar” başlığıyla düzenlenen 9. Abant Platformu, eğitim ve eğitim sistemi üzerine düşünce ve önerileri içeren bir “sonuç bildirgesi” yayımlandı. “Eşbaşkanlığı”nı Prof.  Niyazi Öktem’in yaptığı bu toplantılar sonucunda yayımlanan “bildirge”de, eğitim alanındaki sorunların “çözümüne ilişkin” düşünce ve “öneriler” açıklandı..
Abant Platformu’nun 9. toplantısında ortaya konan ve ‘Sonuç Bildirgesi’nde bir bölümü, maddeler halinde açıklanan görüşleri başlıca birkaç noktadan ele alacağız : Abantçıların ‘sahip olunması’nı istedikleri “tarih bilinci”nin nasıl bir şey olduğu; “eğitimde fırsat eğitliği” üzerine söylenenler ve bu ikincisiyle doğrudan bağlantılı olarak, “eğitimin piyasaya açılması” sorunu. Ancak bundan önce, bu toplantıları düzenleyenlerin, Platform ve toplantılarının “her kesimden fikir sahiplerini bir araya getirme” ve böylece, “ülkeyi kaos ortamına sürüklemek isteyen yaklaşım ve eğilimlerin…bertaraf edilmesi”ni sağlama amacına ilişkin söylenenler üzerinde durmamız gerekiyor.

ABANT PLATFORMUNDA BİR ARAYA GELENLER VE HEDEFLERİ

İlki 16-19 Temmuz 1988’de gerçekleştirilen ve dokuzuncusu Erzurum’da yapılan Abant Platformu toplantılarını düzenleyenler, “Sağcı-Solcu, Marksist-Ateist, Devrimci-Muhafazakâr, Ülkücü-Refahçı, Akademisyen- Gazeteci, Hukukçu-İlahiyatçı, Sosyal bilimci-Pozitif bilimci, ülkedeki pek çok farklı meslek ve eğilime mensup” fikir sahiplerinin  katılımıyla “ülke ve insanlık sorunlarının çözümü için ortak platformları yaratma” iddiasındadırlar.
Düzenleyicileri ve destekçilerinin atfettiklerine bakılırsa, bu platformlar, “bugün meydanlarda boy salmaya veya iktidar nimetinden pay almaya çalışan birçok kişinin ağzını açmadığı veya açamadığı, birçoğunun da böyle bir toplantıya katılmaktan bile çekindiği ve kaçındığı bir zamanda, ülkedeki sert ve gergin atmosferin normalleştirilmesinde pek etkili” olmuşlar; “sağduyuyu, hoşgörüyü ve diyalogu ön plana çıkarmaya” çalışmışlar ve “özellikle milletimizi Laik-Laiklik karşıtı, dindar-dinsiz, ilerici-gerici, Türk-Kürt, Alevi-Sünni diyerek farklı kamplara bölmeye çalışan ve böylece ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek isteyen yaklaşım ve eğilimlerin sivil bir anlayışla bertaraf edilmesinde” önemli rol oynamışlardır!..
“Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” Başkanı Harun Tokak’ın ifadesiyle ‘Abant Bilimsel Danışma Kurulu’, “Türkiye’nin ortak birikimi olan insanların savrulmuş dünyalar yerine bir platformda toplanması”nı sağlayarak “farklı görüşlere yelken açan akademisyen, politikacı ve medya mensupları(nın) birçok önyargıyı bilgi sanmak”tan kurtulmalarını gerçekleştirmiş ya da kurtulmalarına yardımcı olmuştur.
“Her görüşten akademisyen, politikacı, medya mensubunu bir araya getirdik” iddiasını “sol”dan onaylayan ve “Platform”un “bilimsel Koordinatörleri” arasında yer alan Prof. Dr. Mete Tunçay ise, Abant Toplantılarına katılışını, “Ülkemizin gelecekte de, çağdaş dünyayla uyumlu olarak demokratik ve özgür bir yaşam sürebilmesi için, bu toplantılara hakim olan diyalog ruhunun yaygınlaşmasını zorunlu görüyorum” diyerek, gerekçelendirmektedir. Prof. Tunçay’a göre, “Sorun, birbirimizi ‘öteki’leştirmeden ortak bir yurttaşlık bilinci içinde bir arada yaşama iradesine erişmektir” ve söz konusu toplantılar buna hizmet etmektedir.
Peki gerçek nedir? Abant Platformu, ileri sürüldüğü gibi, toplumun her kesiminden, “pek çok farklı meslek ve eğilime mensup” aydınları, ‘fikir İnsanları’nı bir araya mı getirmiştir?
Böyle olmadığını, aksine, aralarında Prof. Mete Tunçay ve Mehmet Altan gibi “solcu tarihçi”, “solcu iktisatçı” oldukları rivayet edilen bir-iki burjuva liberal-“ikinci Cumhuriyetçi”nin “garnitür” niyetine eklendiği Abant toplantıları müdavimlerinin tamamına yakını “muhafazakar milliyetçi” ve “mukaddesatçı” kesimin temsilci ve sözcülerinden ibarettirler. Abant toplantılarını düzenleyen Vakfın başkanı, bu toplantılara methiyeler düzen Hüseyin Gülerce, İstanbul eski Belediye Bakanı Müfit Gürtuna, Fethullah Gülen’in Amerikancı “ılımlı İslam” anlayışını ve Amerikancı “Cihad” fetvasını savunan İlahiyatçı Prof. Bekir Karlığa, Abant toplantılarının koordinatörlüğünü yapan Devlet Bakanı Mehmet Aydın, İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Niyazi Öktem, Prof. Kenan Gürsoy, Prof. Mithat Melen, Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, Gülen’i “küresel hidayete ermiş Rabbin aziz kulu” olarak reklam eden ve Soros’un “Açık Toplum Enstitüsü”yle ilişkili Eser Karakaş; bütün bunlar, “bir tek görüş”ün; Fethullahçı-Nurcu tarikatın misyonerleri olarak bu toplantıların en aktif unsurlarını oluşturmuşlardır. Hal böyle olunca da, Prof. Tunçay’ın, “çağdaş dünyayla uyumlu demokratik ve özgür yaşam” için, Abantçı “diyalog ruhunun yaygınlaştırılması zorunluluğu”na yaptığı vurgu havada kalmaktadır. Abant Platformu Toplantılarını düzenleyenler, ileri sürüldüğü gibi , “Türkiye’nin birikimi”ni temsil eden bilim ve düşünce adamlarını, entelektüel simalarını, gazetecilerini ve yazarlarını “ortak bir milli paydada birleştirme”; ve böylece, “ülke ve insanlık sorunlarının çözümü için ortak platformlar yaratma”yı değil, –ki, sorun bu kapsamda konduğunda, “çözüm” mevcut sistem koşullarında ve sınırları içinde kalınarak gerçekleştirilemez– aşağıda bazı yönleriyle ele alacağımız muhafazakar İslami-Osmanlıcı görüşleri, “Türkiye’nin ortak değerleri ve zemini” haline getirmeyi amaç ve hedef olarak belirlemişlerdir.
Düzenleyicilerine göre, Abant Platformu toplantıları, “ülkenin sorunları üzerine düşünen, çözüm üretme gücü bulunan her kesimden Türk insanının katıldığı” ve “toplumsal uzlaşıyı esas alan özgür düşünce ve tartışma platformları”dır!
Belli bir fikri, kültürel, politik-sosyal ve iktisadi amaca sahip oluşturucular (Fethullah Gülen ve tarikatı) Amerikancı “ılımlı İslam Projesi”ni benimsemiş sermaye kesimleri ve onların “aydınları” tarafından düzenlenen bu toplantıların, “herkese ve halka hizmet için” gerçekleştirildikleri; bu toplantılara, “toplumun her kesiminden katılım olduğu” iddiası, reklama yönelik ve gerçekçi olmayan bir iddiadır. Tokak’ın “bağımsız bir ‘think tank’ kuruluşu” haline geldiğini belirttiği Abant Platformu toplantıları, yol göstericisinin ABD’de üstlendiği ve “Cihadı ancak devletler ve düzenli ordular ilan edebilir” diye fetva vererek, Amerikan işgallerine dini koruma sağlamaya çalıştığı bir veri olmak üzere, Amerikancı görüşlerin ele alınması ve kabul görmesinin platformlarıdır. Abant Platformu, ABD’nin yayılma stratejisinin “demokratik görünüşlü” bir payandasına dönüşmüştür. Rockefeller Vakfı’nın desteğindeki “Tarih Vakfı”nın Abant Platformu toplantılarında gördüğü işlev, dikkat çekicidir. Abant Platformu toplantılarının 8.si 26 Nisan 2004’te Washington’da düzenlenmiştir, ve konusunu, “laiklik ve demokrasiyi bünyesinde barındıran bir ülke olarak” Türkiye’nin “Müslüman ülkelere lider olup olamayacağı” oluşturmuştur. Amerikan emperyalizmi ve Bush yönetiminin Asya ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılma stratejisinde (önce BOP ve sonra GOP olarak ifade edildi) “ılımlı İslam”ı kullanmayı hedeflediği, bunu da Türkiye gericiliği aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı dikkate alındığında, bu “platform”un, Beyaz Saray ve Pentagon politikalarıyla uyum içinde koordine edildiği daha baştan bellidir. “Türkiye’nin İslam dünyasına liderlik etmek için en iyi konuma sahip ülke olduğu” yönündeki Huntington’cu görüşe toplumsal destek sağlama görevi, böylece AKP hükümetiyle birlikte, Fethullah Gülen’in esinlediği Abant Platformu’na ihale edilmiştir.

“ÜLKE VE İNSANLIK SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ” VAAZI  VE ABANT PLATFORMU
Abant toplantılarını düzenleyenler, bu toplantılarla, toplumu –onlar “milletimiz” diyorlar–”farklı kamplara bölmeye çalışan ve böylece ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek isteyen yaklaşım ve eğilimlerin sivil bir anlayışla bertaraf edilmesi”ni ve böylece “Türkiye’nin ortak değerleri ve zeminini oluşturmak” istediklerini ileri sürüyorlar.
Abantçılar, her şeyden önce, kaosun ve “kaos ortamına sürükleme”nin kaynağı ve nedenlerini bir yana itiyor; bunu toplumu (“milletimiz”) farklı kamplara bölmeye çalışan belli kesim ve kişilerin kötü niyetli çabalarının ürünü olarak ele alıyorlar. “Ortak değer ve zemin” söylemiyle bölücü, şoven milliyetçi ve dışlayıcı görüşlerine korugan oluşturmaya çalışan Fethullah müritleri, adını açıkça belirtmiyorlar ama, bu söylenenlerden, onların Kürt inkarcısı, işçi ve emekçilerin hak arayışlarına karşı, demokratik-siyasal özgürlükler için mücadeleyi kaos etkeni sayan bir platformda bulundukları sonucu çıkarmak, haksızlık olmayacaktır.
Kuşkusuz toplumda, Fethullah “havari”lerinin söyledikleri türden bir bölünme vardır. Bu bölünmenin, bölünenlerin nesnel konum ve çıkarlarıyla çelişir olduğu da bir gerçektir. Ancak, toplum, “farklı kamplara”, salt bu “suni” bölünme nedeniyle değil, esasen daha derinde yatan nedenlerle, sınıf temelli bölünmeyle sahiptir. Fethullahçıların “kaos” nedeni saydıkları bölünme de gerçekte budur.
Toplumun gruplara, politik partilere, “sağcı-solcu” kesimlere bölünmesini, düşünsel-fikri farklılıklarla açıklayan ve “laik-laiklik karşıtı, dindar-dinsiz, ilerici-gerici, Türk-Kürt, Alevi-Sünni” olarak bölünmeyi kaos nedeni sayan Abant Platformu sözcüleri, bu ayrımlara karşı birleştirici bir rol üstlendiklerini ileri sürerlerken, hem bu ayrım ve bölünmeleri salt iradi oluşumlar olarak alıyorlar, hem de burjuvazi ve devletinin politikalarının bu tür bölünmüşlüklerde oynadığı rolü görmezden geliyorlar. Bu anlayışta, toplumun bu biçimdeki bölünmesinde, üretim sürecinde tutulan yer ve konum; ve üretim araçları sahipliğinin ya da yoksunluğunun nasıl bir işlev gördüğüne ise, yer yoktur.
Kuşkusuz, işçi sınıfı ve emekçiler, dini inanç, mezhep ve milliyet farkı, ve politik görüş temelinde bölünmemeli; sermaye partileri ve kurumlarının kendi çıkarlarıyla ‘ortak’ hiçbir yanının olmadığını bilerek hareket etmelidirler. Ancak Abant Platformu organizatörleri ve katılımcılarının böyle bir tasaları yoktur. Onlar, bu ayrımlara işaret ederek, tutucu, dinci-gerici bir hat üzerinde birleşilmesini istiyorlar. Bu anlayışın bölünmeyi derinleştirici işlev gördüğünü sosyal pratik göstermiştir. Şu da bir gerçektir ki, dini inanç, mezhep ve milliyet kökeni ve politik görüş temelinde gerçekleşmiş farklılıkların işçi ve emekçilerin sınıfsal çıkar ve hedefleri yönünde “ortadan kaldırılması”, düzen savunucusu bu tür örgütlenme ve platformların aracılığıyla olanaksızdır. Bu, ancak, sermaye ve gericiliğe; burjuvazi ve emperyalizme karşı sınıf mücadelesi yoluyla gerçekleştirilebilir.
Abant Platformu’nun “mukaddesatçı-muhafazakar” fikir babaları ise, emekçilerin talepleri için mücadelesini ve sınıfsal çıkarları ve kurtuluşları için örgütlenmelerini, “ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek isteyen yaklaşım ve eğilimler” kategorisinde görmektedirler. “Milletimiz” kavramı verilerden biridir ve şoven yaklaşımla Kürtlerin varlığının inkarı üzerinden şekillenmiştir. Abant Platformu düzenleyicileri, “Türkiye’nin ortak değerleri ve zemini”nde birleşmekten söz ediyorlar ama, örneğin “Kürtlere, Alevilere, ilericilere” yönelik baskı ve saldırıların hangi tür “ortak değerler”den olduğunu (!) akıllarına dahi getirmek istemiyorlar. Bu bir yana, onların “anlayışı”na göre, ülkede ve toplumda sömüren-sömürülen; ezen-ezilen ilişkisinden söz etmek; ve sömürü ve baskı sistemine karşı mücadele zorunluluğuna dikkat çekerek, işçi ve emekçilerle tüm ezilenlerin taleplerinin karşılanması ve sorunlarının çözümü için siyasal eylemi gündeme getirmek ve buna yönelmek, “ülkeyi kaos ortamına sürüklemek” demektir. ‘Platform’ oluşturucularıyla çıkarlarını seslendirdikleri kesimler buna karşı durarak, “ülkedeki sert ve gergin atmosferin normalleştirilmesi” ve “kaosçu yaklaşım ve eğilimlerin sivil bir anlayışla bertaraf edilmesi” için çalıştıkları iddiasındadırlar.
Bütün bunlar, Abant Platformu ve oluşturucularının, “düzen sağlayıcı” işleviyle yükümlü ilan edilmiş büyük sermayenin –ki o emperyalizmden bağımsız değildir– çıkarları zemininde hareket ettiklerini, ancak vakıflarına, özel işletmelere ve onlar aracıyla yaygınlaştırmaya çalıştıkları dini inanç istismarcılığına ve onun medrese tedrisatı (eğitimi) üzerinden yaygınlaştırılmasına daha fazla olanak sağlanması gibi bir özel hedef için çalıştıklarını göstermektedir. “Kaos”a karşı “sivil uzlaşma” önerisi ise, “kaos”a yol açan ilişkileri ve çelişkileri gizleyen; “sermaye tekeli ve burjuva diktatoryasına olurluk ve meşruluk veren bir “sivil” koruyuculuk anlayışının ürünüdür. “Köşeyi tutan”, ellerinde sermayesi olan, Amerikan patentli “ılımlı İslam projesi”yle, artık bir sektör haline gelen Fethullah okul ve işletmelerine alanı genişletmeye çalışan bu “çevre” için, vakıflarının “sivil uzlaşı odakları” olarak alınması, güç ve etki artırımı anlamına gelecektir. “Hoşgörü ve uzlaşı” çağrısı ise, burjuvazi, devleti ve hükümetinin, süreklilik gösteren propagandasıyla birleşmektedir.
“Dişinden tırnağına silahlı” kapitalist erkin, merkezi-oligarşik yapılanmasını yeniden güçlendirmek üzere takviyeye yöneldiği; burjuva liberal destekçilik eşliğinde militarizmi güçlendirdiği ve emekçilere karşı sosyal-iktisadi ve politik saldırıları yoğunlaştırdığı bir dönemde, “uzlaşı” çağrısı, itidal tavsiyesi ve “ortak yurttaşlık bilincinde birleşme” daveti, halk kitlelerine karşı, egemen burjuva çıkarlar üzerine titremedir. Düzenleyicilerinin “yaptırımcı işlevi bulunmayan” diye tanımladıkları bu “platform” tartışmalarının hemen hepsi, şimdilerde “ılımlı İslam” diye tabir edilen, “muhafazakar İslami görüş” doğrultusunda belirlenmekte ve bu “görüş”ün, “evrensel ve bilimsel değerler” olarak gösterilen Batının tekelci kapitalist değerlerine uydurulmasını esas almaktadır. “Ülke ve insanlık sorunlarının çözümü” iddiası ise, bunlara koruganlık yapan bir aldatmacadan ibarettir.

SONUÇ BİLDİRGESİ VE MUHAFAZAKAR PİYASACI GÖRÜŞLER
“Abant Platformu Sonuç Bildirgesi”, yukarıda bazı yönlerine işaret edilen hedef ve anlayışlara uygun olarak hazırlanmış; ‘eğitimde iyileştirici yeni düzenleme’ adına, özelleştirmeci-piyasacı ve ayrıcalıkları daha da geliştirici önermeleri bir kez daha gündeme taşımıştır. Bildirge’nin özetlediği Abant Platformu Toplantısı’na hakim görüş, tarihe, topluma ve eğitim gibi toplumsal sorunlara yüzeysel-biçimsel ve muhafazakar kapitalist bir anlayışla yaklaşmaktadır. Abantcılar, “eğitim gibi çok hassas ve hayati öneme sahip bir konunun kısa sürede çözülemeyeceğinin bilincinde olarak acil tedbirler niteliğinde…” tam 30 madde sıralıyorlar.
Bu maddelerde özetlenen “reform” istekleri, kitlelerin acil taleplerinin istismarı üzerinden şekillenmiştir. Bildirgeye egemen mantık ise, eğitimin kar getirici kapitalist işletmeye daha fazla dönüştürülmesini ve “ılımlı İslam” çizgisinde yeniden düzenlenmesini esas almaktadır. Sonuç Bildirgesi’ni yayınlayanlar, “yayınladığımız bildiri tek başına hiçbirimizin fikri/görüşü değildir. Ama hepimiz bu bildiride kendimizden bir şey buluyoruz” diyorlar. Bu iddia, ‘hilafı hakikat’ten ibarettir. Söz konusu olan, katılımcıların her birinin bildirgede kendilerinden bir şey bulmalarından daha öte “bir şey”dir; katılımcılar ve onaylayıcılar, “Abant ruhu”nda birleşmişler; Rockefeller Vakfı desteğinde, Fethullah Gülen damgası taşıyan görüşlerin misyonerliğini üstlenmişlerdir.
Bildirgeyi hazırlayanlar, “özgürleşmek çok daha önemli hale gelmiştir” demekte, ama nasıl özgürleşebileceğini geçiştirmekte; insanın “bir üretim ve tüketim aracı olarak görülmesi”ni eleştirir görünmekte, ancak bunu sağlayan sömürü toplumu ve kapitalizme “halel gelmemesi” için özel bir itina göstermektedirler. Kapitalist sömürüyü ve onun yol açtığı sonuçları “ekonomik dengesizlikler”e indirgeyerek, nedenler ve kaynaklar yerine, sonuçların en tali olanlarına ilgi göstermekte; “katı pozitivist”, “mekanik”, “sert ve kaba bir varlık-bilgi ve değer anlayışı”nı eleştirmekte, “evrensel algılama ve anlama ruh ve bilincinden uzaklaşma”ma adına ve sözde “tutarlı bir eğitim felsefesine dayalı güçlü bir eğitim sistemi” için, Osmanlıcı-İslamcı; özel teşebbüsçü eğitimi önermektedirler.
9. Abant Platformu Sonuç Bildirgesi’ni kaleme alanların, kavramlara ve “durum tanımları”na yaklaşımı olabildiğinde muğlaktır. Örneğin, “sosyo-politik ve ideolojik yapılar”ın insanları kuşattığını belirtmekte, “insanı bir değer olarak kabul etmeyen, birey yerine devlet ve otoriteyi ön plana çıkaran yaklaşımlar”ın “onun özünü ve özgürlüğünü kısıtlamakta, kitleleri boyunduruk altına sokmakta” olduğundan söz etmekte; ama bu “kuşatıcı yapılar”ın hangi sınıf ya da sınıfların hizmetinde olduklarını, devlet otoritesini ön plana çıkaran, insan özgürlüklerini kısıtlayan ve yok sayan ve “kitleleri boyunduruk altına sokan” gücün, burjuva egemen sınıf olduğunu görmezden gelerek, burjuva baskı aygıtının sınıf niteliğini sorgulamaktan kaçınıyor, dahası onun sınıfsal kimliğini gizlemeyi yeğliyorlar.
Sonuç Bildirgesi yayımcılarının “birey yerine devlet ve otoriteyi ön plana çıkaran yaklaşımlar”ı, bireyin “özünü ve özgürlüğünü kısıtlamak” ve “kitleleri boyunduruk altına sokma”la eleştirmelerini tutarlılık ve samimiyet göstergesi, “kitleleri boyunduruk altına sokan devlet ve otorite” karşıtlıklarına yorumlamak mümkün değildir. Abant Platformu Toplantıları’nın hakim görüşünü esinleyen “Hocaefendi”nin, “devlet ve düzenli ordular”ı, bireylere, gruplara, tüm bir ülke ve halkına savaş açma (O, “Cihad” diyor) hakkıyla yükümlü gören “fetva”ları bir yana; işçi ve emekçi kitlelerinin demokratik özgürlükler için mücadelesini ve bu mücadelenin örgütlerini “kaos nedeni” sayma anlayışı nedeniyle de yukarıdaki sözlerin inandırıcılığı yoktur.
Yoktur, çünkü; “bireyin özü ve özgürlüğünü kısıtlayan” burjuva devleti ve otoritesinin yanında yer alan, ama devletin de “ılımlı İslam” görüşü ve esaslarına uygun yeniden düzenlenmesi için çalışan, tarikatlarla onların yedeğindeki “aydınlar” vb. dir. Öngördükleri, bildirgenin birçok maddesine ve ‘genel ruhu’na yansıtıldığı gibi, devletin “kamu görevi” niteliğindeki eğitim alanından daha fazla ve hatta tamamen çekilmesi, bu alanda, “özel teşebbüs”e sınırlamasız alan ve olanak açılmasıdır.

A-) ABANTÇI TARİH BİLİNCİ NASIL BİR ŞEYDİR?
9. Abant Platformu Sonuç Bildirgesi’ni hazırlayanlar,, “tarih ve tarih bilinci olmadan, insan olma ruh ve bilincine ulaşılamaz” diyorlar. Tarih bilinci, kuşku yok, insanın bugünü ve geleceği daha mutlu ve insani biçimde yaşaması için gereklidir. Ama, Abant Platformu’nun sözünü ettiği tarih bilinci, örneğin onların tanımladıkları gibi, tarih, eğer “insanlığın doğuş ve yaşayış serüveni” olarak alınabilecekse, hem daralıp Osmanlı tarihine gerilemekte, hem de bu ‘insanlık’ içinde, kimin –sınıflar, partiler, kesimler ve bireyler– nerede durduğununun üzerinden geçip gitmektedir! Bu ‘insanlık’ içinde, insanların tümü, aynı olayları, aynı biçimde mi yaşamışlar ve yaşamaktadırlar? “Serüven” nasıl yaşandı ve hangi sonuçlar doğurdu? Tüm bunların bilinmesi, bunların bilincinde olunması, kuşku yok, “insan olma ruh ve bilincine ulaşmak” için gereklidir.
Ancak Abantçıların istedikleri ve sahip olunması için çaba gösterdikleri tarih bilinci, bu değildir. Onlar, sonuç bildirgesinin maddelerinde de yer bulduğu üzere, Osmanlı tarih bilincine ulaşılmasını istemektedirler. Osmanlı’nın eğitim ‘Müfredatı’na dönülmesini, Osmanlıcanın öğretilmesini, dini tarikatların ve onların elindeki vakıf türü kuruluşlara bağlı okulların eğitim alanındaki etkisinin genişlemesini istemektedirler.
Abantçılar, tarihi, örneğin, “insanlığın doğuş ve yaşayış serüveni” olarak tanımlıyorlar. Bu muğlak ve “suya-sabuna değmeyecek” kadar genel tanım içinde de, tarih, insanın varoluş ve yaşayış “serüveni”yle kuşkusuz ilişkilidir; ama sorunun tüm “gizi” de işte bu “serüven”de yatmaktadır. “Serüven” –kavramın, sorunu ele alışta yetersiz kalmasıyla burada ilgili değiliz– nasıl gelişmiş, hangi evre/aşamalardan geçmiş, ne tür sonuçlara yol açmış, insanlık hangi bedelleri ve neden ödemiş ve bugüne nasıl gelinmiştir? Sonuç Bildirgesini hazırlayıp yayımlayanlar, tarihe yaklaşımlarıyla, tarih bilincini “kimliğimizi ve ulusumuzu tanımak” olarak almakla –buna, “insanlığı” diye genel-geçer ve tüm nesnel ayrımların üzerine çıkarılmış bir kavramı da ekleyerek, durumu kurtarmaya çalışmalarına karşın– tüm bu soruları yanıtsız bırakıyor ve esas olarak onları gizliyorlar. İnsana önerilen bu “tarih bilinci”, böylece, insanın tarihin tarih oluşunun nasıl ve nedenleri üzerinden atlayarak, bugünün egemen burjuva anlayışına gelip bağlanmaktadır. Böylesi bir tanım ve anlayışın, egemen sınıfların çıkarlarının ihyası da demek olan “uzlaşı kültürü”ne uygun düştüğü açıktır. Bu tanımda örneğin, insanın, bu “doğuş ve yaşayış serüveni” içinde nasıl ürettiği, üretimi hangi ilişkiler içinde ve ne tür araçlarla gerçekleştirdiği; ürettiğinin tüketimiyle ilişkisini belirleyenin ne ya da neler olduğu açık olmamak bir yana, hiç yoktur.
Abantçılar, yine muğlaklaştırarak, “özgür insan bilinci”nden söz etmekte, “özgürlük” ile iktisadi-toplumsal koşullar ve politik sistemler arasındaki ilişkiyi ise, bilincinde olarak bir yana itmektedirler. Bu da, onları, bugünkü kapitalist özel mülkiyet sistemiyle insan özgürlüğü arasındaki çelişkiyi gündeme getirmekten “kurtarmakta”dır! Onca “değerli birikim” üzerinden; onca akademisyen, yazar-gazeteci ve profesörün katılımıyla geliştirilen tutum işte budur: üretim araçlarının özel mülkiyeti ve buna bağlı olarak emek gücünün kapitalist sömürüsüne ‘karışmak’sızın, sorunun çözümü adına palyatif önermeler getirmek.
Bildirge’nin 5. maddesinde de, “Türkiye’nin, bölgesi ve tarihi ile barışık, dünyaya açık bir şekilde eğitim sorunlarını halletmesi, dünya barışına da ciddi bir katkı” olarak değerlendiriliyor.
“Barışık olunması” istenen tarihe ilişkin açıklayıcı bir şey olmamasına karşın, Bildirge’ye hakim mantıktan hareketle, istenenin, egemenlerin baskı ve sömürüyle “yazdıkları” tarihle barışmak olduğunu çıkarabiliriz. İşçi ve emekçilere karşı, burjuva ve öncesi egemen sınıfların şiddete dayanan ayrıcalıklı tarihi, çeşitli halk ve uluslara yönelik yok sayıcı ve asimilasyoncu politikalarının da onanması üzerine oturan tarihi, fetihçi Osmanlı tarihi; barışık olunması istenen tarih budur. Tarihe bu yaklaşım, yukarıda belirtildi, sınıfları ve onların tarihsel konum ve işlevlerini yok sayma; tarihlerinin gerçekte birbirleriyle mücadelelerinin ‘seyri’ olduğunu reddetme anlamına gelmektedir ve burjuva egemen sınıfların yazdıkları bu tarih, tehcirlerin ve katliamların tarihidir.
“Sonuç Bildirgesi” hazırlayıcıları, her ne kadar, insanın “içinde bulunduğu evreni tanıma, bilme, anlama ve ifade etme”sinden söz etmekte ve bunu da  “eğitim-öğretim ve öğrenimle gerçekleştirebilmekte” olduğunu ileri sürmekteyseler de, ona reva gördükleri tarih anlayışı ve “milli kültüre dayalı eğitim” önerileriyle, bu “tanıma, bilme ve ifade etme” insani işlevini sakatlayıcı bir platformda bulunmaktadırlar. Onların bakış açısıyla bilim ve akıl geriye itilmekte, “dini ve ahlaki değerler” ve bunların sözel ifadesi, esası teşkil etmek üzere, öne çıkarılmaktadır.

B-) ABANT PLATFORMU ‘DEMOKRATİK EĞİTİM’İ Mİ SAVUNUYOR?
9. Abant Platformu organizatörleri , “demokratik eğilimli” bir ‘eğitim felsefesi’nden söz etmelerine karşın, “inanç boyutu” öne çıkarılmış, “din ve ahlak eğitimine erken yaşlarda başlama özgürlüğü” sağlayan bir tür “eğitim felsefesi” savunuculuğu yapmaktadırlar. Bildirge girişinde, “Eğitim felsefemiz insanı evrende hak ettiği yere getirecek bir yol izlemelidir” denmektedir. Ancak, insanın “evrende hak ettiği” bu yerin, sömürü ve ayrıcalıkları içeren bir yer olmaması için, örneğin, insanın hangi koşullar içinde ve nasıl yaşaması gerektiği bir yana bırakılmakta veya bu temel önemdeki sorun salt iradi, ruhi alanda; öğretmenin eğitim sürecindeki bireysel yetenekleri ve ‘iyiliği-kötülüğü’ ekseninde ele alınmakta; eğitimin anti demokratik, hurafelerle önemli oranda iç içe ve burjuva sınıf egemenliğine biat etmeyi öneren içeriği ve yapısı, ona bu içeriği veren sistemle birlikte gizlenmektedir. Eğitim felsefesinin “demokratik eğilimli” olmasından söz edilmekte; ama hemen ardından, “doğa bilimlerinin değişik alanlarında, tıp ve diğer uygulama birimlerinde de…inanç boyutunun manevi ve sosyal güç ve etkisi”ne gerekli yerin açılması istenmekte, “İnanç sistemlerinin öz ve esasında ahlaki değerler vardır” denilerek, “diyalog, sevgi ve hoşgörü ortamı içerisinde din ve ahlak eğitimine erken yaşlarda başlama özgürlüğüne” serbestiyet tanınması ve dini eğitimin, yaş sınırlaması kaldırılarak, erken yaşlarda başlatılması önerilmektedir. Abant muhafazakarları, “insanda bulunan değerlerin açığa çıkarılması”nın “İslam eğitim geleneğinden ve eğitim alanını tam bir sivil ruhla düzenleyen Osmanlı tecrübesinden istifade edilmesi”yle mümkün olacağı iddiasındadırlar. (Sonuç Bildirgesi 6. madde)
Böylece, Abant Platformu’nun amaçları hakkında “küçük bir ipucu” daha ortaya çıkmaktadır: “İslami eğitim geleneği”ne ve “Osmanlı tecrübesi”ne dönüş; yüz yıl daha geriye giderek, Osmanlı “sivil ruhu”nu yakalama; falakalı dini öğretim programlarına geri dönme; doğa bilimlerinin ve bu alandaki gelişmelerin insanın daha iyi yaşamasının amaçları olarak kullanılması yerine; dogmacı-idealist anlayışlarla gerçeğe bilim ve aklın gücüyle bakmanın önünü kesme; olay, olgu ve gelişmeleri aklın ve bilimin gücüyle irdeleme yerine “oluşturulmuş değişmezlikler” olarak kabullenilmesini sağlama – “insanın özünün ve özgürlüğünün savunulması” iddiasıyla ve demokrasi adına, istenenler bunlardır.
“Demokratik eğilimli eğitim felsefesi”nden anladıklarının yukarıdaki türden bir değişiklik olduğunu, devam eden maddelerde de görmek mümkündür.. Örneğin, eğitim çağındaki çocukların %10 gibi küçümsenemez bir bölümünün okuma olanağı bulamamalarının “gelir dağılımının aşırı bozukluğu”yla ilişkisi olduğundan söz edilir ve eğitimin “merkezden düzenlenmesi”ne karşı çıkılırken dahi önerilen, “gelir dağılımı dengesizlikleri”nin giderilmesi değil; özel işletme ve vakıflara daha fazla alan açılması ve okuma olanağının daha geniş bir emekçi kesimi için ortadan kaldırılmasına yol açacak “çağdaş” gerici ve antidemokratik düzenlemelerin ilerletilmesidir. Bu olgu, istedikleri “toplumsal kültürel eşitsizlikler”in kapitalizm koşullarında sürekli yeniden üretilmesiyle birlikte ele alındığında, Fethullah Hocaefendi müritlerinin başını çektiği tebligatçıların önerdikleri “çözüm”ün, çözümsüzlüğün derinleştirilmesi olduğu; bunun da “demokratik olması” bir yana, antidemokratik ve gerici-eşitsiz eğitim sistemini daha da güçlendirici özellikler taşıdığı bir kez daha görülür. 22. ve 23. maddelerde önerilenler de, aynı gerici içeriğin bir başka formülasyonunu içermektedir. Abantçılar, “…milli kültürümüzün dayandığı tarihi ve kültürel birikimden azami ölçüde faydalanılması için Osmanlıca dersi konulmalıdır. Yaygın din eğitim ve öğretiminde yaş sınırı kaldırılmalıdır. Örgün eğitimde ise 6. sınıftan itibaren zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin yanında seçmeli Din Eğitimi dersi konulmalıdır” isteklerini sıralarlarken de aynı gerici platformdan hareket ediyorlar. İstedikleri, her tür tarikatçı ve din istismarcısı çevrenin yasal güvenceye alınması, yaş sınırı olmaksızın, çocuk yaştan itibaren, dogma ve hurafelerden ibaret bir eğitimin önünün tümüyle açılması, ve böylece “ağaç yaşken eğilir” sözüne uygun düşer biçimde, küçük ve genç nesillerin ‘İslamcı-Osmanlıcı gelenek”lere bağlı yetiştirilmesidir. Medrese eğitimine bir tür geri dönüş sağlanabilir ve eğitim, “ılımlı İslam” anlayışına uygun olarak ve ABD çıkarlarını gözetecek bir temelde yeniden örgütlenebilirse, Abantçıların  “demokratik eğitim”i de gerçekleşmiş olacak!

C-) FIRSAT EŞİTLİĞİ ÜZERİNE PİYASACI VAAZLAR
Sonuç Bildirgesi’nin 7. maddesi,”Sivil teşebbüse daha fazla imkân tanınarak; eğitim, katı bir şekilde merkezden düzenlenmeyip, ebeveynin görüş ve önerilerinin dikkate alınması eğitimde bir esas olarak kabul edilmelidir. Gerektiğinde eğitim kız-erkek karma veya müstakil olarak gerçekleştirilebilmelidir” şeklindedir. 11. madde, eğitimin toplumsal-yapısal ihtiyaçlarla bağına dikkat çekmekte; 12. madde ise, “eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması”nden söz etmekte; “Üniversiteye giriş sınavlarında fırsat eşitliğinin sağlanması amacıyla alan farkından kaynaklanan katsayısı sınırlaması”nın kaldırılmasını istemekte, “piyasa sınavları” ve “piyasada geçerli meslek ehliyet belgeleri”ni gündeme getirmektedir. 15. maddede “Demokrasinin ve toplumsal barışın ana unsurlardan biri ‘eğitimde fırsat eşitliği’dir. Gelir dağılımı ve servet dağılımının bozulmasının, eğitimde fırsat eşitliğine yansıyan olumsuzluklarını gidermek ve buna yönelik politikalar geliştirmek, hem kamunun hem de özel kesimin ana hedeflerinden biri olmalıdır” denmektedir.
Bildirgenin bu maddelerinin, birbirini bütünler anlamlar içermekle birlikte, “fırsat eşitliği sağlanması” ile, “sivil teşebbüse daha fazla imkan tanınması” önerilerinde görüldüğü gibi, birbirlerinin gerçekleşme olanağı ve zeminini yok edici bir mantığa sahip olduklarını bir yana bırakıyoruz.
Eğitimde ve yaşamın öteki alanlarında “fırsat eşitliği” sağlanması halkın talebidir. Engel ise, Abant Platformu düzenleyicileri ve destekçilerinin de savunuculuğunu yaptıkları bugünkü sistem ve onun üzerinde şekillenen eğitim politikalarıdır. Fırsat eşitliğinin kapitalizm koşullarında gerçekleşip gerçekleşememesinden; kapitalizm ve burjuva sınıf egemenliğinin buna olanak tanıyıp tanımamasından bağımsız olarak, bunun gerçekleşmesi için mücadele zorunludur. Her şeyden önce, eğitimin parasız-bilimsel, demokratik ve herkes için her safhasında ulaşılabilir olması gerekmektedir. Meslek okullarının çoğaltılması ve öğrenim çağındaki tüm gençlere açık olması bir ihtiyaçtır.
“Fırsat eşitliği” için öncelikli koşul, bireylerin, gereksinmelerini zorlanmaksızın karşılayacak bir gelire sahip olmalarıdır. Bu da, zengin-yoksul farkı ve uçurumunun ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bankaların, fabrika ve makinelerin sahipliği ile, emekgücünü satarak yaşamını sürdürmekte olanların; holding patronları ve kapitalist azınlıkla milyonlarca işçi, işsiz ve kent ve kır emekçisinin; ülke gelirlerinin yarısından fazlasına el koyanlarla günde ancak bir dolar karşılığı harcama yapabilecek durumda olan ondört milyon ve iki dolar harcayabilecek yirmi sekiz milyonun “fırsat eşitliği”nden söz edilemez.
Eğitim, mevcut sistemden bağımsız değildir ve tümüyle “fırsat” eşitsizliği üzerine inşa olmuştur. Bir tarafta seçmeli, sermaye ve devlet destekli özel okullar, öte yanda daha da etkisiz kılınmaya çalışılan ve önemli oranda da etkisiz kılınmış olan ‘genel’-kamu okulları vardır. Eğitimin, sağlık ve öteki sosyal hizmet alanlarıyla birlikte özelleştirilmesi politikası hız kazanmıştır. Üniversite harçları, ilk öğretim ve liselerde giderlerin öğrenci ailelerine yıkılmasına gidilmiş, böylece satın alma gücü düşük, temel ihtiyaçlarını karşılayacak gelire sahip olmayan yoksul, işsiz ve işçi, kent ve kır emekçilerinin genç kuşaklarının öğrenim olanağı daha da fazla ortadan kaldırılmıştır. Fethullan Gülen ve Vakıflarına ait olanları da dahil, özel okullar, holdinglere, özel kapitalistlere ve vakıflara ait okulların sayısı artmaktadır.
Abant Platformu sözcüleri, “fırsat eşitliği” için gerekli temel önemdeki koşulların sağlanması; eğitimin her düzeyde ve herkes için erişilebilir olması için, parasız demokratik ve bilimsel bir eğitimin gerçekleştirilmesi gibi bir taleple ortaya çıkıyor değiller. Onlar, devletin eğitim ve sağlık alanındaki “merkezi varlığı ve uygulaması” yerine, şimdilerde önemli oranda zaten gerçekleştirilmiş olan ve zorunlu ilk öğretimin sağlayabildiği kadarıyla “okuma olanağı”nı da ortadan kaldırıcı özelliğe sahip “sivil teşebbüse daha fazla imkan” tanınmasını istemektedirler. İstedikleri “fırsat eşitliği”, bu tür ‘işletme okulları’nın artması için olanakların daha da genişletilmesidir. Eğitimde “kamu görevi ve işlevinin azaltılması” yönündeki önerilerinin anlamı budur.
Abant Platformu Sonuç Bildirgesi’ni kaleme alanlar, “fırsat eşitliği” ya da eşitsizliğini, öğrenci ve ailelerin iktisadi konum ve koşullarından soyutlarken, onu, meslek okullarıyla “düz lise”ler arasındaki puanlama farklılığı gibi, tali bile denemeyecek, ve istenirse bir hükümet kararnamesiyle düzeltilebilecek türden bağlantılara indirgiyorlar. İstedikleri, “İslami eğitim” için kapıların daha fazla açılması, İmam Hatipli öğrencilerin tüm devlet kurumlarına daha fazla ve etkin konumda yerleşmelerinin önünü açmak üzere, “imam hatip mezunlarının tüm fakültelere girmeleri”nin sağlanmasıdır. Her ne kadar 15. madde de, –sonradan akıllarına gelmiş olmalı– “gelir dağılımı ve servet dağılımının bozulmasının, eğitimde fırsat eşitliğine yansıyan olumsuzluklarını gidermek ve buna yönelik politikalar geliştirmek, hem kamunun hem de özel kesimin ana hedeflerinden biri olmalıdır” diye yazmışlarsa da, çözüm olarak, vakıflarla özel işletmelerin eğitim alanına daha fazla girmesini ve daha fazla özel okul açılmasını göstermeleri, ‘gelir ve servet dağılımındaki bozukluğun’ daha fazla açılmasından yana tutumlarını göstermiş oluyor. Bu ise, bugünkü eğitim sisteminin eleyiciliği bir yana, yukarıda değinildiği üzere, tekelci burjuvalarla işçi ve emekçilerin aynı iktisadi-sosyal güce sahip olmamalarından kaynaklanan “fırsat eşitsizliği”ni, işçi sınıfı ve emekçilerin genç nesillerinin okuyamama olasılığını artırma yönünde derinleştirmek demektir.

D-) İSTİHDAM İÇİN EĞİTİM NEYİ İÇERİYOR?
Abant Platformu sözcüleri, eğitim ile istihdam arasındaki bağı ise, sisteme “dokundurtmama”anlayışıyla ele alıyorlar. Bildirge’nin 13. maddesinde şöyle deniyor: “Eğitim ile istihdam arasında ilişki sağlıklı bir şekilde kurulmalıdır. Özel kesimin meslek okulu ve çıraklık okulu kurmaları teşvik edilmelidir. Odaların ve vakıfların meslek yüksek okulu açmaları teşvik edilmeli ve vakıflara eğitime yapacakları katkılar için yapılacak bağışlara vergi kolaylıkları arttırılmalı, toplumdan ve sivil kesimden daha fazla sayıda maddi ve insan kaynağını eğitime seferber edebilmek amacıyla şirketlerin, sınai ve ticari kurumların sosyal sorumluluk projelerine yönelmelerini özendirmek amacıyla vergi teşvik modelleri getirilmelidir.”
Eğitim kuşkusuz üretimden ve toplumsal yaşamdan soyutlanamaz. Üretici etkinlik ve sosyal yaşam ve gerekliliklerle eğitim arasında koparılamaz bağların olması yadsınamaz. Ne var ki, eğitimin üretime ve ihtiyaca bağlanmasından söz edenlerin büyük çoğunluğunun hedeflediği ve istedikleri, kapitalistlerle sanayi ve banka sermayesi kodamanlarının pazar kavgalarında rakiplerine üstün gelecek güce ulaşmasını olanaklı kılacak işgücünü sağlayıcı bir eğitim sistemidir. Kapitalist işletmelerin ihtiyaçlarına ayarlanmış bir eğitim sistemi ise, adımlarının şimdilerde atıldığı gibi, milyonlarca emekçi çocuğunun, eğitimden ve bilimsel-teknik ileri eğitim olanaklarından yoksun kılınması demektir.
Abant Platformu’nun “Sağlıklı ilişki” adına önerdiği, teknik bir düzenlemenin yanı sıra, “özel kesim”in, eğitimi kar getirici bir alan olarak daha fazla kullanabilmesinin önünün açılması; “Odaların ve vakıfların meslek yüksek okulları açmaları”nın teşvik edilmesi, “şirketlerin, sınai ve ticari kurumların” vergi teşvikleriyle desteklenmesi ve böylece “sosyal projelere özendirilmeleri”; vakıflara “vergi kolaylıklarının artırılması”dır.
Giderleri, işletme sahipleri ve devlet tarafından karşılanarak, meslek okulları ve yüksek okullarıyla çıraklık eğitim okullarının kurulmaları ve artırılmaları bir ihtiyaçtır. Meslek okullarına daha fazla yatırım ve çıraklık eğitimi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve iş kazalarına karşı önlemlerin geliştirilmesi için, devlet ve kapitalistler gerekli harcamayı yapmalı ve tüm önlemleri almalıdırlar. Ancak, Abant Platformu bildirgesini yayımlayanların sorunu bu değildir. Onlar, eğitimin, sorumlusu kapitalistlerle burjuva devleti olan, bugünkü geri, önemli oranda bilim dışı hurafelerle karışık, şoven milliyetçi, insanlığın ulaştığı gelişme düzeyinin çok gerisinde ve ilkel denilebilecek durumunun; aynı zamanda kapitalist sömürü ve burjuva sınıf ayrıcalıkları nedenli olarak derin eşitsizlikleri içeren eğitim sisteminin iyileştirilmesini, ancak kapitalist kar nesnesi çerçevesinde düşünebilmektedirler. Tüm önermeleri bu yöndedir. Oysa, vergi teşvikleriyle desteklenmiş kapitalist işletmelerle vakıfların daha fazla okul açmaları, ne eğitim düzeyini yükseltebilecek bir özellik gösterecektir ve ne de istihdam sorunu, başlı başına eğitimli işgücü ve eğitimin kalitesine bağlıdır. Kapitalizmde istihdam sorunuyla vasıflı-eğitimli işgücü arasında doğru bir ilişki yoktur. Aksine, gelişme, bilim ve teknikteki ilerlemeye de bir biçimde bağlanarak vasıfsızlaşmaya doğrudur. Abant Platformu bildirgesinin, konuyu ele alış tarzına bakılırsa, eğitimin düzeyi ve yaygınlığıyla istihdam arasında doğru bir orantı kurulmak istendiği görülmektedir. Ya da Abantçıların, sorunu tersinden ele aldıkları da söylenebilir.
Kuşkusuz bu tür bir “çözüm” ile, kapitalist işletmelerin istihdam gereksinmelerine uygun eğitimli işgücü artırılabilir, ancak buradan, “eğitim ile istihdam arasında sağlıklı bir ilişki kurulduğu” sonucu çıkarılamaz. Ülke sanayii ve tarımının ülkenin kalkınmasını esas alan uyumlu bir gelişmesi, işsizliğin ve eğitimli işsiz ordusunun ortadan kaldırılması, ancak üretimin ve eğitimin tüm toplumun gereksinmelerine öncelik verilerek gerçekleştirilmesiyle mümkün olacaktır. Kapitalizmde ise, herkese yapabileceği bir iş ve herkes için eğitim hem olanaksızdır, hem de bu, burjuvazinin amaçları arasında yer almaz. Aksine, kapitalizm ve kapitalistler, gerektiğinde değerlendirilebilecek yedek bir nüfusa her zaman gereksinim duyar ve bu “yedek işgücü”nü, işçilerin çalışan kesimine karşı, ücretlerin düşük tutulması ve sosyal haklarda kısıntı için baskı araçlarından biri olarak değerlendirirler. Yedek işgücü ordusunun “eğitimli” olması da gerekmez. Çünkü, kapitalizmde “giderek artan ölçüde, hünerli işçi yerine daha az hünerli işçi koymak”, sermaye emek ilişkilerinde gelişmenin yönünü gösterir bir olgudur. Kapitalistler “olgun emek gücü yerine henüz olgunlaşmamış emek gücü, erkek yerine kadın, yetişkin yerine genç ya da çocuk çalıştırmak”la karlarını artırma yoluna giderler. Aynı sermaye ile daha büyük emek gücünü harekete geçirmek, daha fazla kar için zorunlu görülür. İşsizlik ya da “emekçileri serbest duruma getirme işlemi”, bilimin ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan ve bu ilerlemeyle hız kazanan “üretim sürecindeki teknik devrimler”le azalmaz, aksine artar. Teknik devrimler, daha az çalışmanın olanaklarını genişletmenin araçları olacağına, “daha az emekçi çalıştırma araçları haline” gelirler. Makineler ve teknikteki gelişme, daha az işçiyle, dahası, hiç de özel yetenek gerektirmeyen ve makineyle uyumlu el ve kollar aracıyla üretimi olanaklı kılarken, kapitalistlerin, eğitime, kar kaynağı olmaksızın yatırım yapmaları beklenemez.
Bugün ortaya çıkmış sonuçların gösterdiği de budur. Piyasa denilen kapitalist iktisadi-sosyal sistem, işleyişiyle, milyonlarca işsizin ‘yedekte beklemesi’ni, kapitalistler için ucuz işgücü olanağı olarak “değerlenmesi”ni sağlamaktadır. Abantçıların eğitim ile istihdam arasında kurdukları, özelleştirmeci de demek olan “özel teşebbüse daha fazla olanak sağlayıcı” ilişki ise, yalnızca, “yaş sınırı” da kaldırılmış çocuk emeği ve kadın-erkek yetişkin işgücünü piyasanın emrine daha fazla vermeyi sağlayacaktır.                                       

*   *   *
Sonuç olarak Abant Platformu toplantısı, eğitim sisteminin kapitalist-piyasacı nitelikte, Amerikan yayılmasının aracına dönüştürülmüş “ılımlı İslamcı” ve Osmanlıcı bir yönelişe çekilmesini öneren bir “sonuç bildirgesi” yayımlamakla, hazırlayıcıları ve yön göstericilerinin amaçları, bağlantıları ve yönelişleri hakkında, çöpe süpürülemeyecek kadar “değerli” malzeme sunmuştur. “Türkiye’ye hizmet” üzerine iddiaları ise, aldatmaca ve yalan üzerine kurulu olmakla kalmıştır.

Dr.Kurt Gossweiler*ile söyleşi

(* 5.11.1917’de, Suttgart’ta doğan Dr. Kurt Gossweiler, 1928’de annesiyle birlikte Berlin’e taşınır. 1931 yılından itibaren önce Sosyalist Öğrenci Birliği’nin (SSB), ardından Almanya Komünist Gençlik Birliği’nin (KJVD) üyesi olarak mücadeleye katılır. KJVD’deki çalışmalarını, illegalite koşullarında sürdürür. 1939’da Alman Ordusu Wehrmacht’a alınır. 1943’te Kızılordu’ya sığınır. Ekim 1943 – Temmuz 1947 tarihleri arasında, önce öğrenci, ardından asistan olarak Taliza Antifaşist okuluna devam eder. 1947-1955 arasında, Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) Berlin Bölge Örgütü’nün yöneticiliğini yapar. 1955-1958 arasında, Berlin Humboldt Üniversitesi’nde doktora tezini hazırlar. 1958-1970 yılları arasında, Humboldt Üniversitesi’nin Tarih Kürsüsü’nde bilimsel çalışmalar sürdürür.
Bilimsel çalışmalarını, 1970’ten emekliye ayrıldığı 1983 yılına dek, DDR Bilimler Akademisi bünyesindeki Merkezi Tarih Enstitüsü’nde sürdürür. 1964’te “1934 Röhm Skandalı” konulu doktora tezini tamamlar. 1971’de, “Büyük Bankalar, Sanayi Tekelleri ve Devlet” adlı kitabıyla, habilitasyonunu elde eder. 1988’de, Berlin Humboldt Üniversitesi’nin fahri doktorluk ünvanını elde eder.)

– Genel bir tespit ile başlayalım: Geçtiğimiz yüzyıl, işçi sınıfının büyük zaferleri ile dolu bir yüzyıldı. Öte yandan yine geçtiğimiz yüzyıl, işçi sınıfının en büyük yenilgisine, yani sosyalizmin çöküşüne sahne oldu. Dünya gericiliği üstünlüğü ele geçirerek, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını birbiri ardından tasfiye etmeye başladı ve etmeye devam ediyor. “Taubenfuss-Chronik” adlı kitabınızda da belirttiğiniz gibi, bu yenilginin sonucu olarak, bir “insanlık felaketi” ile karşı karşıyayız.
Bunun nedenlerine gelmeden önce, 14 yaşından beri komünizm için mücadele eden birisi olarak size şunu sormak istiyorum: Sosyalizmin bir ütopya olmadığı inancınızı nasıl koruyorsunuz? Sosyalist bir geleceğe olan güveninizin kaynağı nerededir?
Bir komünist olarak, değindiğiniz bu yenilgiyle ilk kez yüzyüze gelmedim. İlk kez 1933’te, yani Nazilerin Almanya’da iktidara gelmeleriyle birlikte, kimsenin aklından bile geçiremeyeceği bir yenilgi yaşadım. O zaman henüz 15 yaşımdaydım. Yani “yaşlılıktan kaynaklanan bir inatçılık” nedeniyle komünizme sadık kalmış olduğum söylenemez. Biz genç komünistler açısından faşizme teslim olmak söz konusu olamazdı. Aynı şekilde bugün de, 70 yıl daha yaşlanmış olsam da, karşıdevrimin dönemsel bir zafer kazanmış olmasından hareketle, inandığımız davanın yanlış olduğu sonucuna varanların saflarına katılmam da mümkün değil. O dönem mücadeleyi sürdürmemizin nedeni ile bugün mücadeleye devam etmemin nedenleri aynıdır. Gençlik örgütümüzde, –gerek 1933’ten önce, gerekse de sonrasında illegaliteye geçince– Marx, Engels ve Lenin’i incelemiştik ve karşımızda bizlere coşku veren Sovyetler Birliği örneği durmaktaydı. Eğer Marksizm-Leninizm’in, tarihi, rastlantıların eseri olarak değil, toplumsal gelişimin yasalarının temeli üzerinde yükselen bir süreç olarak açıklayan bir bilim olduğunu kavramışsanız ve kapitalizmi gittikçe derinleşen krizlere sürükleyen ve nihayetinde onun sonunu getirecek çelişkilerin var olduğunu biliyorsanız, onun indirdiği darbelerin sizi yere sermesi mümkün değildir. Lenin, 1916’da Junius Broşürü üzerine kaleme aldığı bir çalışmasında şöyle diyordu (Bu arada, onun bu sözlerini devrimcilerin bir an için bile unutmaması gerektiğini belirtmeden geçmeyelim): “Dünya tarihinin pürüzsüz ve bazen büyük geri sıçramalar yapmadan eşit ilerlediğine inanmak diyalektik değildir, bilim dışıdır ve teorik açıdan da yanlıştır.” Ama 1989/90 yıllarında yaşadığımız gibi bir büyük geri sıçrama, bugün de gördüğümüz gibi, çelişkilerin devasa boyutlarda derinleşmesine ve kapitalizmin insanlık düşmanı yüzünü daha açıktan ortaya çıkarmasına yol açar. Çelişkilerdeki bu derinleşme o kadar güçlüdür ki; toplumun büyük çoğunluğu açısından, bu kapitalist sisteme son vermekten başka çıkar yol bırakmaz.

Bugünkü günlük yaşamda, sizin bu güveninizi, iyimserliğinizi sağlayan gelişmeler var mı?
Elbette var. Schröder hükümeti “zenginlerin” ve büyük sermayenin çıkarlarını o kadar açıktan savunuyor ki; hoşnutsuzluk ve çelişkiler sadece onun partisi SPD içinde ortaya çıkmıyor, tersine, üyelerinin bir kısmı yeni bir sol parti kurmak üzere SPD’yi terk ediyor. Elbette bütün bu yaşananlar, bir devrimci durumun henüz çok uzağında. Ancak “bu böyle gitmez” düşüncesi, bugün çoğunluğun düşüncesi haline gelmiş durumda. Doğu Almanya’da yapılan anketlerde, hangi sistemin (Günümüzdeki Federal Almanya Cumhuriyeti mi, yoksa eski DDR mi?) daha fazla sosyal adaletli olduğu sorusuna, çoğunluk, gözünü kırpmadan “eski DDR düzeni” yanıtını veriyor. Bu, insanların düşüncesindeki ilerlemeyi açığa çıkaran somut bir sinyaldir. Ancak bu ilerlemenin fazla yavaş olduğunu da eklemek gerekir. Ben, böylesi bir devrimci durumu görebilmek için ömrümün yetmesini isterdim. Ama yaşım o kadar ilerledi ki; gerçekçi olmak zorundayım ve bu yönde bir gelişmenin başladığını ve güçlendiğini görmekle yetinmem gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu umudumun boşa olmadığından eminim. Biz komünistler, doğamız gereği iyimser insanlarız.

Ancak bu, sosyalizmin büyük bir yenilgiye uğradığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu yenilgi nasıl oluştu? Bir yenilgiyi kaçınılmaz kılan objektif nedenler mi vardı? Yoksa beceriksiz yöneticiler, yanlış zaman ve yerde yanlış kararlar aldıkları için mi bu yenilgi yaşandı? Ya da objektif ve sübjektif nedenler birlikte bir rol mü oynadı?
Bu sorulara bir kelimeyle yanıt vermek ve yenilgiyi bir tek nedene bağlamak mümkün değil. Ancak kesin olan, bu yenilginin kaçınılmaz olmadığıdır. Birçok insan, Sovyetler Birliği’ndeki ve diğer sosyalist ülkelerdeki ekonomik gerilik nedeniyle yenilginin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Oysa Sovyetler Birliği, kapitalizm karşısında ekonomik açıdan en güçsüz olduğu dönemde değil, tersine dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olduğu dönemde çöktü. Bu yüzden çöküşün kaynağı olarak gösterilen bu gerekçe yanıltıcıdır.
Stalin, faşizme karşı kazanılan zaferden sonra haklı olarak şöyle diyordu: Sovyet toplum düzeninin, Sovyetik olmayan diğer düzenlerden daha sağlam ve hayatta kalabilir olduğu, toplumun bu örgütlenme biçiminin bütün diğer biçimlerden daha iyi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gerçek, faşist Almanya’ya karşı kazanılan zaferden sonra o kadar yalın ve açık bir şekilde ortada duruyordu ki; hiç kimse Sovyetler Birliği’nin çökmesinin kazanılmaz olduğu tezini ileri süremezdi. Aksi halde gülünç duruma düşerdi. Çünkü Sovyetler Birliği, tarihte eşi görülmemiş çetin bir sınavdan büyük bir zaferle çıkmıştı.
Ancak bir kaç yıl sonra, Sovyet halkı ve ülkesi, gelişiminde bir kırılma yaşadı. Gelişme devam etmeyerek, gerileme ve çökme yoluna girildi. Bu da, Stalin’in ölümünden sonra, o güne dek yaşanan gelişmenin kaynağını ve itici güçlerini zarara uğratan ya da tümüyle ortadan kaldıran bir şeylerin yaşanmış olduğunun açık belirtisidir.
İşbaşına gelen yönetimin izlediği siyasete yakından bakıldığında, olup bitenleri görmezden gelmek mümkün değil: Yeni Genel Sekreter Kruşçev, partinin bilimsel temellere dayandırılmış Leninist genel çizgisinden sapmasını sağladı. Bunun farkına varmak ilk başta kolay değildi. Şahsen ben de, 1956 sonbaharında yaşanan Macaristan olaylarına dek bunun farkına varamadım. Bu sonuca varmak kolay olmadı ve bu yolu, “Die Taubenfusschronik ve Kruşçevciler” adlı siyasi günlüğümün ilk bölümünde kağıda döktüm. Vardığım bu sonucu, 19 Ocak 1957 tarihinde, öz bir cümleyle şu şekilde not düştüm: “Şüphe yok: Lenin’in ve Stalin’in partisinin tepesinde bir düşman oluşmakta. Oraya, başta ABD olmak üzere, emperyalist gizli servislerin bir güvenilir kişisi, çoktan Gizli Servis ve CİA’nin ajanı olmuş Tito’nun bir işbirlikçisi çöreklenmekte.”

Bu nasıl olabildi? Kruşçev ve yakın suç ortağı Mikoyan bilinmeyen, tanınmayan yeni kişiler değildi ki. Bunlar, yıllardan beri Merkez Komitesi’nin ve Stalin önderliğindeki Politbüro’nun üyeleri değil miydi?
Kruşçev’in şu hakkını açıktan teslim etmek gerekiyor: Stalin’in güvenini kazanmayı başarmıştı. Yoksa Ukrayna’da ve Moskova’da en üst noktalara gelemezdi. Peki Stalin’in ölümünden sonra böylesi kötü bir rol oynayan bir adam, nasıl oldu da bu noktalara gelebildi?
Elbette köylü kurnazıydı ve sinsi birisiydi. Ancak tek başına bu özellikleri, bu konuma yükselmesine yetmezdi. Ne zaman Stalin’in düşmanı oldu, düşmanlık faaliyetleri ne zaman başladı? Bence bu konudaki en akla yatkın yanıt, Kruşçev’in (Mikoyan için de geçerli) uzun zamandan beri böylesi parti düşmanı bir veya birkaç grubun üyesi olduğudur. Bunlar bilinçli bir şekilde yedekte bekletilerek, uğranılacak bir yenilgi durumunda, “sicili temiz” kişiler olarak “parti aygıtı” içinde kalmaları ve “görevlerini” sürdürmeleri, uygun zamanda da iktidara gelmeleri sağlanmak istendi. Bu şekilde, “kızaktakiler” olarak, Moskova Mahkemeleri’ne düşmekten kurtulmakla kalmadılar, bunun ötesinde konumlarını elde tutarak genişletebildiler.

Yaptıklarını yapabilmeleri için Kruşçev ve çetesinin ille de ajan olması gerekmiyordu. Sizce de, Kruşçev’in emperyalizmin uzaktan yönlendirdiği uzatmalı ajanlar olduğu tezi, biraz aksayan bir tespit değil mi? Örneğin Enver Hoca bu bağlamda, Stalin’in sağlığında da böylesi zararlı bir düşünce tarzının parti kadroları içinde, ki bunlara iyi bir geçmişe sahip proleter kökenli kadrolar da dahildir, hatta denenmiş Merkez Komitesi Divanı üyeleri arasında bile yaygınlaştığına dikkat çekiyor. Enver Hoca, bu süreçte, ayrıca, “SBKP içerisinde bürokrat kadrolar içerisinden bir işçi aristokrasisinin doğduğunu” söylüyor.
Bence bu, Kruşçev ve Mikoyan’ın faaliyetlerini açıklamak için yeterli değil. Enver Hoca’nın söyledikleri belki başkaları için geçerli olabilir, ama bu ikisi için değil. Çünkü bu ikisi, haşere misali, uzun vadeli ve hedefli bir zarar verme faaliyeti sürdürdüler.

Zaten Enver Hoca da bu ikisine dikkat çekiyor.
Evet, bu ikisinin özel bir düşmanlıkla Stalin’e karşı çıktıkları, zaten daha XX. Kongre’de görülüyordu. Ayrıca şunu da belirteyim: Emperyalistlerin, Stalin’in ölümünden sonra (5 Mart 1953) işbaşına gelecek yeni yönetim hakkında ne kadar büyük bir umut besledikleri çok dikkat çekicidir. Burada örnek olması açısından, Eisenhower ve Churchill’in söylediklerinden alıntılar yapmak istiyorum.
ABD’nin yeni başkanı Eisenhower, 16 Nisan 1953 tarihli açıklamasında şöyle diyordu:
“Bütün dünya, Stalin’in ölümüyle birlikte bir çağın kapandığını biliyor. (…) Şimdi Sovyetler Birliği’nde yeni bir yönetici kuşağı iktidara gelmiştir. Onları geçmişlerine bağlayan bağlar ne kadar güçlü olursa olsun, bu, onların geçmişlerine sıkı sıkıya bağlı oldukları anlamına gelmiyor. (…) Geleceğin biçimlendirilmesi, büyük ölçüde onların iradesine bağlı. (…) Yeni Sovyet yöneticileri böylece, bugün genel tehdidin hangi boyutlara ulaştığını, tarihin akışını değiştirmek üzere paylarına düşeni yapmaları gerektiğini anlamaları için eşi benzeri görülmemiş bir fırsat yakalamışlardır.”
Aradan bir ay geçmeden, 11 Mayıs 1953 tarihinde, İngiltere Başbakanı Churchill, Avam Kamarası’nda, çok daha açık bir şekilde şu sözleri sarfediyordu:
“Bugün en önemli olan şey elbette, Stalin’in ölümünden bu yana Sovyet bölgesinde ve özellikle de Kremlin’de yaşanan tutum değişikliğidir. Ve hep birlikte bir ruhsal değişimin yaşanmasını da umut ediyoruz. (…) İngiliz hükümetinin siyaseti, elindeki bütün imkanlarıyla, olası her olumlu gelişmeye köstek olacak bir adım atılmasından ya da açıklama yapılmasından imtina edilmesidir. Siyasetimiz ayrıca, Rusya ile olan ilişkilerimizde yaşanacak her türlü iyileşmeyi selamlamayı öngörür.”
Her iki açıklama da, gerek Washington’a, gerekse Londra’ya, Moskova’da sadece bir yönetici değişikliğinin değil, tersine buna bağlı olarak bir çizgi değişikliğinin de yaşanacağına dair bir sinyal gönderildiğini açıkça gösteriyor. (Belki bunun da ötesinde, ajan Tito aracılığıyla mesaj gönderilmiştir.)
Bu çizgi değişikliğinin yaşanacağına dair umutları besleyen gelişmeler de vardı. 1953 yılının ilk yarısında, başta Kruşçev olmak üzere yeni yönetimin, DDR ve Macaristan’daki sınanmış parti önderleri Ulbricht ile Rakosi’yi iktidardan düşürmek ve yerlerine kendi adamları olan Herrnstadt ile Zaisser’i (DDR) ve İmre Nagy’i (Macaristan) geçirmek için ilk girişimde bulunması, söz konusu gelişmelerin bir örneği olarak anılabilir.

Ancak ülkenin içinde bulunduğu durum konusundaki bilgiler açısından, Malenkov tarafından 19. Parti Kongresi’ne sunulan rapora veya Stalin’in çeşitli makalelerine dikkat çekilebilir. Yani SSCB’de bazı şeylerin yolunda gitmediği, savaşın verdiği zararların, gerek ekonomik açıdan, gerekse parti kadroları açısından oldukça büyük olduğu, toplumda yavaş yavaş yorgunluk eğiliminin başladığı gibi konular, emperyalistlerin de bilgisi dahilindeydi. Kaldı ki, büyük dünya savaşları sonrasında bu tür reflekslerin ortaya çıkması, beklenmeyen bir durum da değildir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan “vahşi 20’li yıllar”ı hatırlayalım. Bu açıdan bakıldığında Sovyet toplumunun böylesi bir refleks göstermiş olması son derece normal. Özellikle de bu, halka Ekim Devrimi’nden bu yana dünya gericiliğinin rahat vermediği ve baskı altında tuttuğu göz önünde bulundurulursa, daha iyi görülüyor. Gerek emperyalistler, gerekse de Stalin ve parti önderliği bütün bunları biliyordu. Bu benzersiz ve özel durumdan herkes kendisine göre gerekli sonuçları çıkardı. Emperyalizme göre çözüm, soğuk savaşın örgütlenmesinde yatıyordu. Stalin’e ve partiye göre ise, ideolojik-politik ve ahlaki platform vb.’nin yenilenmesinde. Bu koşullar altında, Stalin gibi büyük bir şahsiyetin ölümünden sonra geri kalan yönetimin gerekli öngörüden yoksun, sürdürülmesi gerekli olan mücadeleyi devam ettirme cesaretini gösterememiş, bunun yerine mevcut ve kendilerini de sarmış eğilimlere teslim olmuş ve mücadele yerine, daha kolay bir yol olan ve emperyalistlerce de özellikle teşvik edilen uzlaşma yolunu seçmiş olması mümkün değil mi?
Burada birden fazla soruya değiniyorsunuz. Bunlardan birincisi; ülke içindeki durum neydi, yorucu savaş yıllarından sonra kitlelerin ruh hali nasıldı? İkincisi; Stalin önderliğinin buna tepkisi ne oldu? Üçüncüsü de; Kruşçev yönetiminin izlediği çizgi, öngörü ve cesaretten yoksun olması ve “kendilerini sarmış olan eğilimlere teslim olması” ile açıklanamaz mı?
Kitlelerin ruh haline ileride değineceğim. Ama önce, Kruşçev’in eyleminin öngörü ve cesaret yoksunluğu ve genel ruh haline karşı çıkamamış olması ile açıklanabileceği görüşüne altını çizerek karşı çıkmak istiyorum.
Bu, Kruşçev’i aklama çabalarının dayanaksız olduğunu kanıtlamak için, bir tek noktaya işaret ediyorum: Kruşçev’in davranışı ve Tito ile ilişkisi. Kruşçev’in de emperyalizmin bir ajanı olduğu konusunda aslında görüş farklılıkları olmaması gerekir. Şöyle ki: birincisi; bilindiği gibi, 1948 Haziran’ının ilk yarısında, Komünist Partilerin Enformasyon Bürosu’nun bir toplantısı gerçekleştirildi ve burada, Yugoslavya Komünist Partisi’nin içinde bulunduğu durum ele alındı. SBKP’nin Jdanov, Malenkov ve Suslov tarafından temsil edildiği görüşmenin sonunda, katılan partiler bir ortak açıklama yayınladı. Söz konusu metin, elbette öncesinde, SBKP Siyasi Bürosu’nda da, yani Kruşçev tarafından da incelenmiş ve onaylanmıştı. Metin, Enformasyon Bürosu’na üye bütün partilerin temsilcileri tarafından imzalanmıştı. Bu bütün komünist hareket açsından önemli bir bilgiydi, deyim yerindeyse tehlikeli bir virüse karşı yapılan bir koruyucu aşıydı.
İkincisi; peki Kruşçev ne yaptı? Bu aşının koruyucu özelliğini ortadan kaldıran, baştan sona ikiyüzlülüğe bulaşmış bir açıklama yayınladı. Mayıs 1955’te Kruşçev başkanlığındaki bir heyet, iki ülke arasındaki ilişkileri yeniden normale döndürmek üzere Belgrad’a gitti. Kruşçev bu fırsatı, Belgrad havaalanına ayak basar basmaz, önceden kararlaştırılmamış keyfi bir açıklama yapmak üzere kullandı. Daha sonradan ortaya çıktığı gibi, önceden gündeme gelmiş olsaydı, böyle bir açıklamaya kesinlikle onay verilmezdi. Kruşçev şöyle diyordu: “Değerli Yoldaş Tito! Yaşananlardan son derece üzüntü duyduğumuzu belirtmek istiyoruz. Bu dönemde biriken bütün tortuları kararlılıkla bir kenara süpürelim. Burada kastettiğimiz tortular, gerçek yüzleri ortaya çıkartılmış Beria ve Abakumov gibi hainlerin ülkelerimiz arasındaki ilişkilerde oynadığı provokatif roldür.”
Üçüncü olarak; Ekim 1956’da, Macaristan’daki karşıdevrim sırasında, Tito’nun karşıdevrimci güçlere esin kaynağı olarak oynadığı rol, bariz bir şekilde açığa çıkmıştı. Bu yüzden, elbette Kruşçev’in konumu da, özellikle Tito’ya itibarını iade ettiği için, tehlikeye düşmüştü. Böylesi bir durumda bir ajan ne yapar? Ani bir dönüş yaparak, Tito savunuculuğunu bir yana bırakıp, Tito revizyonizmine karşı amansız bir mücadeleci olarak ortaya atıldı.
Haziran 1958’de, Bulgaristan Komünist Partisi’nin VII. Kongre’sinde yaptığı konuşmada, başka şeylerin yanı sıra şunları söylüyordu: “Enformasyon Bürosu’nun 1948 yılında gerçekleştirilen konferansında, Yugoslavya KP’nin içinde bulunduğu durum üzerine bir açıklama kararlaştırıldı. Bu açıklamada haklı olarak, Yugoslavya KP’nin bir dizi sorunda oynadığı rol eleştirildi. Söz konusu açıklama özü itibarıyla doğruydu ve devrimci hareketin çıkarlarına denk düşüyordu.”
Bu sözleri sarfeden, daha birkaç hafta önce, Tito ile Brioni ile Kırım Yarımadası’nda görüşmelerde bulunan, Rakosi’nin halefi Gerö’yü Macaristan’da iktidardan indirip yerine İmre Nagy’yi geçirme konusunda ortak kararlar alan ve bunları hayata geçiren, böylece Washington ve Londra’daki dostlarının yüreğine su serpen Kruşçev’in kendisiydi.
Enver Hoca, “Süper Güçler” başlığıyla kitap halinde yayınlanan (Tiran, 1986) siyasi günlüğüne, 13 Aralık 1962 tarihi için şu notu düşmüş:
“Kruşçev, Sovyetler Birliği Yüksek Sovyeti’nin dünkü oturumunda, uluslararası durum ve Sovyetler Birliği’nin dış politikası konulu bir konuşma yaptı. Oturuma başkanlık eden divanda, kendisinin yanında, kardeşi ve yakın yoldaşı hain Tito da yerini almıştı…
Konuşmasının ikinci hedefi, resmi ve kamuoyunun dikkatini çekecek bir şekilde, Titocu döneklere hem devletsel, ama özellikle de ideolojik açıdan itibarlarını iade etmekti… Arnavutluk Emek Partisi’nin öngörülerinin doğruluğu kanıtlandı… Revizyonist Kruşçev grubunun, (sosyalist Ç.N.) bloğu dağıtmayı ve Amerikan emperyalizmine yakınlaşmak için canla başla çalışan yeni bir uluslararası revizyonist blok oluşturmayı hedefleyen ihanetçi tutumu, her gün bir kez daha açığa çıkıyor.”
Böyle hedefli bir şekilde, kendi partisinin ve bütün diğer komünist partilerin kararlarını çiğneyerek, emperyalizmin Truva Atı olan Tito’yu “sadık yoldaş” ilan eden ve kendi elleriyle kalesine alan birisinin, emperyalizmin bilinçli yardımcısı olmadığını, aksine “bazı hatalara düşmüş” bir kul olduğunu düşünmek mümkün müdür?

Kitlelerin tavrı ve ruh hali konusunda da birşeyler söyleyecektiniz.
Bu konuda öncelikle kendi kişisel izlenimlerimi aktarmak istiyorum. 1947 yazında diğer arkadaşlarımla birlikte Antifaşist Okulu terk edip vatanıma dönüş yolculuğuna çıktığımda, bize refakat eden Kızıl Ordu mensuplarıyla konuşma fırsatım oldu. Bu, İngilizlerin ve Amerikalıların “Soğuk Savaş”a çark etmeye başladıkları döneme denk geliyordu. Kızıl Ordu mensupları, Amerika’dan yükselen düşmanca sesler konusunda şöyle diyordu: “Amerikalılar bizimle kavgaya tutuşacaklarsa, kendileri bilir, biz hazırız.” Yani, “Mesele bu noktaya varmasın, biz artık barış içinde yaşamak istiyoruz” gibi bir ruh haline sahip değildiler. Tam tersine, Sovyetler Birliği’ne saldırmaya cesaret edecek herkesi, Almanları yendikleri gibi yenebileceklerine yürekten inanıyorlardı. Ama bu, artık barış istemedikleri anlamına da gelmiyordu.
Sovyet halkı, savaştan önce de emperyalizmin tehdidi ve kuşatması altında yaşamıştı ve ülkesini, bütün güçlerini birleştirerek fethedilemez bir kale haline getirmişti. Ardından, 25 milyon insanın yaşamına mal olan ve bir dönem işgal altında kalmış bölgeleri viran eden faşist saldırı geldi.
Şimdi barış içinde, faşizme karşı elde edilen zaferin ve ülkenin inşasının meyvelerini toplama arzusunun güçlü ve herkes tarafından paylaşılmış olması şaşılacak bir durum değildi.
Savaş, önderlik için de yeni bir sorun doğurmuştu.
Milyonlarca Sovyet vatandaşı, Kızıl Ordu’nun üyesi olarak Almanya’ya kadar gitmişti. Bu insanlar, ülkelerinin sahip olduğu güçle ve faşist Alman düşmana karşı sağlanan üstünlükle gurur duyuyorlardı.Ama aynı zamanda, kapitalist Batı’da çalışan insanların sosyalizme oranla daha zor koşullarda yaşadıkları düşüncesi bir darbe almıştı. Çünkü prensipte doğru olan bu tespit, onların kafasında insanların maddi sefalet içinde yaşadığı, kötü koşullarda barındığı ve kültürel açıdan geri olduğu bir dünya fikrini canlandırmıştı. Oysa şimdi Almanya’ya doğru ilerlerken geçtikleri ve özellikle de Almanya’da karşılaştıkları şehirleri ve köyleri görünce şaşkına uğradılar. Çünkü görüldüğü kadarıyla, kapitalist Almanya’daki işçiler, kendilerinden daha rahat evlerde oturuyor, daha büyük bir refah içinde yaşıyorlardı. Bu durum da, elbette taşıdıkları, her açıdan daha ileri bir ülkenin vatandaşı olma bilincini kemirmeye başladı.
Alman Ordusu için zorunlu askerlik yapan birisi olarak, ben de kişisel olarak benzeri bir şaşırtıcı tecrübe yaşadım. Ama benimkisi tersten bir tecrübeydi. Benim kafamda canlandırdığım Sovyetler Birliği manzarası, Weimar Cumhuriyeti döneminde oluşmuştu. Özellikle de AİZ (Resimli İşçi Gazetesi)’nin her sayısında yayınlanan, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşa konulu resimli haberlere dayanıyordu. Bu haberlerde elbette, Yeni Rusya resmediliyordu: Burada gerçekleşen inanılmaz çalışmalar; yeni toplu konutlar; yeni, büyük ve modern işletmeler; ilk beş yıllık planın hedeflerine ulaşmasını sağlayan kitlelerin coşkusu v.b.
AİZ’de yer verilmeyen, ya da kenarından değinilen şey ise, Rusya’ya ilişkin dışarıda ağır basan düşüncelerdi. Yani örneğin eski Rusya’nın kalıntıları ve barbarca bir yönetimin devrettiği miras olarak süren gerilik, maddi yokluklar. Biz komünistler de, Tolstoy, Dostoyevski ve Gorki’nin romanlarından almış olduğumuz bilgilere rağmen, bu gerçekleri aklımıza getirmiyorduk. Oysa Stalin de, 1931’de yaptığı bir konuşmada bu gerçekleri hatırlatmış ve Sovyetler Birliği’nin gelişmiş kapitalist ülkelerin 50 ila 100 yıl gerisinde olduğunu söylemişti.
Şimdi artık benim açımdan, bir devrim sonrasında, eskinin, henüz güçsüz olan yeninin yanında varlığını sürdürdüğü cümlesinin sadece teoride değil, pratikte de ne anlama geldiğini öğrenmemin zamanı gelmişti. Eski olana ait örnekleri özellikle köylerde, Batı ile kıyaslandığında oldukça ilkel olan bina yapım tarzında, Makina-Traktör İstasyonlarındaki çürümeye bırakılmış araçlarda görüyordum. Yeni olanın örnekleri ise, yine aynı “ilkel” köylerdeki çocukların ders kitaplarında karşıma çıkıyordu. Burada, Sovyet iktidarının en ücra köylerde bile genç kuşaklara bilgiyi ulaştırmaya çalıştığı, yabancı dil öğretme uğraşında olduğu görülüyordu. Oysa Almanya’daki çocuklar bu hizmetleri akıllarının ucundan bile geçiremezdi.
Sovyet yönetimi, kapitalist Batı ile tanışan Sovyet vatandaşlarının özgüvenlerinin olumsuz etkilenmesini engelleme göreviyle karşı karşıyaydı. Bunu da, birincisi uzun bir süre Rus bilimcilerinin ve mucitlerinin buluşlarını öne çıkararak yaptı. İkincisi; Batı’nın propagandasını yaptığı burjuva-emperyalist ideolojilerin ve moda akımların hayranlıkla benimsenmesine ve yayılmasına karşı bir set kurmaya çalıştı ve “kozmopolitizm”e karşı mücadele için bir kampanya örgütledi.
Kruşçev yönetimi, Stalin’in ölümünden sonra bunun tersini yaptı. Sovyet insanının haklı barış arzusunu kendi amaçları doğrultusunda kullandı. Sovyet insanının Stalin önderliğindeki antiemperyalist politikasına duyduğu güvenin altını oymak için, bu politikanın yapay ve tehlikeli gerginliklere yol açtığını ileri sürdü ve bunun yerine, “yumuşama politikası” şiarıyla yeni bir politikaya ihtiyaç olduğunu propaganda etti. Kruşçev yönetimine göre, ancak bu “yumuşama politikası” ile, ve el ele verilerek nükleer savaş tehlikesi giderilebilirdi. Bunun için de, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçlerle işbirliğine güven duymak gerekirdi.
Kruşçev, bu demagojik gerekçelerle halkın güvenini kazandı, halkının arzu ve özlemlerini tanıyan ve kendisine baş tacı eden adam pozlarına büründü.

Belirleyici olan da bu değil mi? Kruşçev ve şürekası, işte tam da halkta varolan bu eğilimlere hitap etti ve bu eğilimleri kullandı.
Evet, aynen öyle. Yani, Kruşçev’in “tabandan gelen bir baskı” ile revizyonist çizgiye itilmiş olması söz konusu değil. Tersine, kitleleri bilinçli bir şekilde kandırarak, arzularının gerçekleşmesinin en kısa yolunun buradan geçtiği yalanını yaydı. Bunu da son derece ustaca yaptı. XX. Kongre’ye kadar, halk içinde Stalin’e karşı duyulan ve eksilmemiş hayranlığı da hesaba katarak, Stalin’in yolunda sadakatla ilerleyen önder pozunu sürdürdü. Hatta XX. Kongre’den sonra bile, konuşmalarının neredeyse tamamında, halkın yakından tanıdığı tezlere ve temel düşüncelere yer verdi. Bu temel düşüncelerden sapmayı içeren, revizyonist ve düşmanca düşünceler, ilk başlarda konuşmalarında küçük bir yer işgal ediyordu ve akla yatkın, inanılır tarzda gerekçelendiriliyordu. Örneğin XX. Kongre’de, sosyal demokrasiye ait, sosyalizme geçişin parlamenter, “barışçı” yoldan mümkün olduğu tezini işlerken, bunun eskiden belki mümkün olmadığını, ama günümüz koşullarında Sovyetler Birliği’nin ve dünya komünist hareketinin artan gücü sayesinde mümkün olduğunu söylüyordu.
Bir başka örnek: Üretim araçları sanayiinin geliştirilmesine en büyük önceliğin tanınmasını öngören anlayış terk edilerek, bunun yerine önceliğin tüketim maddeleri sanayisinin geliştirilmesine tanınması gerektiğini –oysa bu gerçekte, ekonominin faciaya sürüklenmesinin yolunu açmıştır– söylerken, bunu, ekonominin yeterli güce ulaştığı, artık halkın ihtiyaçlarının giderilmesine öncelik tanınması gerektiği şeklinde gerekçelendiriyordu.

Stalin’in, sosyalizmin ekonomik sorunları üzerine eseri de, zaten üretim araçları sanayii ile tüketim malları sanayii arasındaki öncelik sorununu ele alıyor. Bu eserinde de, bu ilişkinin değişime uğramasının kapitalizmin restorasyonuna yol açacağı ikazında bulunuyor. Yani Kruşçev’in daha sonraları dile getirdiği ve hayata geçirdiği bu tez bilinmekteydi ve tartışılarak sonuçlandırılmıştı.
Evet, tartışılmış ve sonuçlandırılmıştı. İşte bu yüzden bu durum, Kruşçev’in tüketim malları sanayiine öncelik tanınmasına geçmesinin bilinçli bir zarar verme eylemi olduğunun da kanıtıdır. Çünkü Marksizm-Leninizm eğitimi almıştı ve üretim malları sanayiinin gelişimine öncelik tanınması sorununun, Marx’ın Kapital’de ele aldığı bir sorun olduğunu, Lenin’in de bunun, genişletilmiş yeniden üretimin güvence altına alınması, böylelikle sosyalist ekonominin inşasının başarısı için önemli bir ekonomi yasası olduğunun altını çizdiğini biliyordu.

Görüldüğü kadarıyla, ajanlık meselesinde fikir birliği sağlayamayacağız. Bu konuya daha fazla girmeden, bir başka soruna geçmek istiyorum. Sizce, bir arada yaşama siyasetine getirilen oportünist yorumlama ile, üretim araçları ve tüketim malları sanayilerindeki öncelik ilişkisinin ters çevrilmesi arasında bir bağlantı var mı?
Tabii ki var. Her ikisi de, Sovyet iktidarının ekonomik ve politik temellerinin oyulması stratejisinin parçalarıdır. Bu stratejinin özünü, MLPD’nin gazetesi olan “Rote Fahne”ye bundan 15 yıl önce yazdığım bir mektupta şöyle tanımlamıştım: “Sovyet iktidarının savunulması için geçen yaklaşık 40 yıl ve kitlelerin 1917’den itibaren sosyalizmin inşası için çalışmış olması, sosyalizm ve Sovyetik yaşam tarzının Sovyet halkı içerisinde derin ve sağlam kökler salmasına yol açtı. Bu dönemde, açıktan bu düzenin düşmanı ve kapitalizme geri dönüşün taraftarı olarak ortaya çıkmaya cesaret edecek herkes, sıradan insanlar tarafından güvenlik organlarına teslim edilirdi.”
Herşeyden önce kapitalizme geri dönüş, asla açıktan gerçekleşmemeli, göze çarpmamalıydı. Tam tersine, bu yola giriş, son ana kadar, sosyalizmin iyileştirilmesi için atılması zorunlu adımlar olarak lanse edilmeliydi.
İkincisi; insanların Sovyet düzenine bağlılıklarının altı oyulmalı, bu düzeni savunmaya hazır olduklarını gösteren ateşli tutum, yavaş yavaş soğutulmalıydı.
Üçüncüsü; halkın ve parti üyelerinin emperyalizmi savaşın temel kaynağı değil, barışın korunması için birlikte davranılacak bir partner olarak görmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu şekilde, Marksizm-Leninizm’den ilkesel tarzda kopularak, sınıf savaşının yerine sınıf uzlaşmasının geçirildiğinin görülmesini engellemek hedefleniyordu.
Birinci hedefe ulaşmak için, yapılan herşeyin hızla komünizme geçişe hizmet ettiği hayali yaratıldı.
Bu bağlamda Kruşçev ayarındaki demagoglar, vaatlerle kandırılan insanlarda komünizmin zirvesine ulaşılacağına dair ilk başta yaratılan coşkulu umutların yerini, bir süre sonra kaçınılmaz olarak hayal kırıklıklarının, umutsuzluğun, kayıtsızlığın ve hatta parti düşmanlığının alacağının farkındaydılar. Bununla yetinmeyip, bu dönüşümün bir an önce ve radikal tarzda gerçekleşmesi için çabaladılar. Çünkü ikinci hedefe ulaşmanın yolu buradan geçiyordu: İnsanların Sovyet iktidarına olan bağlılıklarının ortadan kaldırılması. Yakından incelendiğinde, ekonomi politikası alanındaki Kruşçevci “reformların”, bilinçli olarak seçilmiş bir dizi zarara uğratma eylemi olduğu görülecektir. Bu eylemlerin sonucu ise, örgütsüzleştirme, darboğazların ortaya çıkması ve Sovyet ekonomisinin emperyalist ülkelere bağımlılığının giderek artmasından başka bir şey olamazdı. Gerçekten öyle de oldu. Sorduğunuz bağlantı konusundaki görüşüm budur.

Eğer sizi doğru anladıysam, Kruşçev ile şürekasının sistemin eksikliklerini derinleştirerek, böylelikle kapitalizme açıktan geçişin koşullarını yaratmaya çalıştıklarını söylüyorsunuz. Peki bu öncelik tartışmasının, eski sosyalist ülkelerin neredeyse tamamında sürdürülmüş olmasını neye bağlıyorsunuz? Neden hep bu tartışmaya geri dönüldü?
Hepimizin bildiği gibi, emperyalizm zinciri önce ileri kapitalist ülkelerde değil, en zayıf halkaların olduğu bölgelerde kırıldı. Bu halka 1917’de, bilinen nedenlerden dolayı Rusya idi. Halka, o günden bu yana da, ekonomik açıdan en gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, Çin, Küba, Vietnam, Kore gibi 3. dünya ülkeleri oldu. Günümüzde de özellikle Latin Amerika ülkeleri; bunun için Venezüella örneğini hatırlayalım.
Herkesin bildiği gibi, bunun nedeni, Rusya’daki ve sonraları diğer sosyalist ülkelerdeki üretkenliğin, ileri kapitalist ülkelerdeki üretkenliğin çok gerisinde olmasında yatıyor. Buna bağlı olarak, halkın tüketim mallarına olan ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda kronikleşmiş bir yetersizlik yaşandı. Bu yüzden, tüketim mallarına olan ihtiyacın nasıl hızlı ve kalıcı bir şekilde giderileceği sorunu hep gündemde oldu. Bu durum elbette DDR’de de derinden yaşandı. Halk, zengin doğal kaynaklara sahip Federal Cumhuriyet’te herşey fazlasıyla mevcutken, kendisinin birçok tüketim maddesine ulaşamamasını önemli bir eksiklik olarak hissediyordu.
Bu koşullarda, sosyalist ülkelerde, gerek halkın, gerekse de önderliğin, eksikliklere yol açan ekonomiden nasıl kurtulunacağı ve tüketim mallarına olan ihtiyacının nasıl giderileceği sorusuyla meşgul olması son derece doğaldır. Bu tartışmalar çerçevesinde, tüketim malları arzının genişletilmesi için, tüketim malları sanayiinin kapasitesinin genişletilmesi gerektiği yönlü gerekçe de şaşırtıcı olmaktan uzak. Bu talebi dile getirenlerin halk yığınları tarafından düşman olarak görülmesi gerekmez. Aksine, ekonomi politiğin bağlantılarını ve yasalarını bilmezseniz, bunun haklı bir talep olduğunu düşünürsünüz.
Öte yandan işte tam da bu durum, Kruşçev gibi düşmanlara, bu talebe sahip çıkıp, sosyalist devlet ekonomisinin altını oyacağını bildikleri bu talebi hayata geçirmeleri, böylece öte yandan halkın yaşam standardını yükseltmekten, komünizm hedefine daha çabuk ulaşmak için canla başla çalışmaktan başka kaygısı olmayan önderler pozuna bürünmeleri için gerekli koşulları yarattı. Aynı nedenlerle bu politika, sadece Kruşçev tarafından değil, Polonya’da Gomulka ve Macaristan’da Kadar tarafından uygulandı ve Batı tarafından övgüye layık bulundu. Ama Walter Ulbricht’in partinin önderliğinde bulunduğu sürece bizde uygulanmadı.

Öte yandan, zamanla giderek derinleşen gelir farklarının da bir rol oynadığı tezi var.
Ben bunu ilk kez duyuyorum. Gerçi bu konuda elimde somut veri yok. Ama edindiğim tecrübelere göre, bu sorun, öncelik tartışmalarında rol oynamadı. Belki Polonya’da, Macaristan’da veya Sovyetler Birliği’nde durum farklı olmuştur.
Ama DDR’de yaşayan bizlerin, satın alma gücü fazlalığı vardı. Bu fazlalık, iç piyasada bulunmayan, değerli ürünlerin yüksek fiyatlardan satıldığı lüks mağazalarda yapılan alışverişlerde harcanırdı. Denizci, bilim insanı, sanatçı, yazar, gazeteci, diplomat gibi, ücretlerini Batı Markı olarak alan yabancıların ve DDR vatandaşlarının alışveriş yapabildikleri, Batı’dan gelen ürünlerin döviz karşılığı satın alınabildiği Intershop gibi mağazalar vardı.
DDR’ye gelince: Burada belli bir yozlaşma süreci var mıydı; yoksa Gorbaçov tarzı taviz politikasının kurbanı mı oldu?
Yozlaşma süreci demek istemiyorum. Ben her zaman Walter Ulbricht’in, en geç XX. Kongre’den sonra SB’de yaşananları doğru değerlendirdiğine inandım ve bu inancımı bugün de koruyorum. Kendisi gerçekten bir revizyonist değil, revizyonizme karşı mücadele eden birisiydi.
Bir yanda bize düşman olan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin, diğer yanda artık bize karşı düşmanlık beslemeye başlamış olan Sovyetler Birliği’nin kıskacına düşmüştük. Sovyetler Birliği, Stalin döneminde temel dayanağımız, her zaman güvenebileceğimiz bir müttefikimiz olmuştu. Ama Kruşçev çetesi iktidara geldikten sonra, bize açıktan düşmanlığını ilan etmişti. Ülkemiz, Federal Almanya ile, biçimsel olarak bizimle ittifakını sürdüren, ama yönetiminde gizli bir şekilde bize karşı emperyalizmle işbirliğine girişmiş birinin bulunduğu bir güç arasında yer alıyordu. Bu durum, bence 80’li ve 90’lı yılların Kruşçev’i olan Gorbaçov döneminde açıktan ortaya çıktı. Gorbaçov’un 1989/90’da yaptığı şey, yani bizi Federal Almanya’ya satması, 50’li veya 60’lı yıllarda mümkün olan bir durum değildi. O yıllarda SBKP yönetiminde, SB hükümetinde ve ordusunda, Kruşçev’i, gerçek niyetini bilseler, bir an bile tereddüt etmeden kovacak güçler yar alıyordu.
DDR ve onun yönetimine gelince: Ekonomik, siyasi ve askeri açıdan tamamen Sovyetler Birliği’ne bağımlıydık. Kızıl Ordu korumasa, Batı’nın ülkemizi ele geçirmesi uzun sürmezdi. Gomulka’nın Polonya’sı ve Kadar’ın Macaristan’ı zaten çoktan Tito Yugoslavyası’nın yolunda yürüyordu. Revizyonizm yoluna girmek istemeyecek diğer ülkeler açısından –ben, DDR dışında, Çekoslavakya’yı, ayrıca belli sınırlandırmalarla birlikte Bulgaristan ve Romanya’yı bu ülkelerden sayıyorum– ya böyle davranacak ya da Arnavutluk ve Çin’in yaptığı gibi açıktan, Sovyetler Birliği’nde bir revizyonistin iktidarda olduğunu ve ona karşı mücadele edilmesi gerektiğini ilan edeceklerdi. Bu ise, DDR’nin sonu anlamına gelirdi.

Niçin? DDR’nin ekonomik durumu, Arnavutluk’tan daha iyiydi.
Kruşçev’in adamlarının bize hammadde satışını durdurmaları yeterli olurdu. O zaman halimiz ne olurdu? Zaten ekonomide sıkıntılar vardı. SB’den gelen maddeler olmasa, tamamen Batı’ya bağımlı hale gelirdik. Onlar da bize kendi koşullarını dayatırdı.

Peki şöyle soralım: Bütün MK ve parti örgütleri biraraya getirilerek, SB’de revizyonist bir kliğin iktidara geldiği, bu kliğin DDR’yi köşeye sıkıştırdığı, partinin bu yeni durumun bilincinde olması gerektiği konusunda bilgilendirildi mi?
İsterseniz bir düşünün. Bunun yol açacağı sonuçlar, Kruşçev çetesinin buna karşı tepkisi ne olurdu?

Tarım işçileri ve devrimci çalışma üzerine

Tarım işçilerinin yaşadığı problemler ve örgütlenme sorunları bir süredir sınıfın partisinin gündeminde yer almaktadır. Bu yazı; tarım işçilerinin karşılaştığı başlıca sınıf çelişkilerine dikkat çekmek, sınıf olduğunun farkına varmaya başlayan ve bir sınıf olarak mücadeleye yönelen tarım işçilerinin örgütlenmelerine yardımcı olmak, tarım proletaryası içinde yürütülen devrimci çalışmanın kimi önemli deneylerini sunmak için hazırlanmıştır.

KIR PROLETER HAREKETİNİN BELLEĞİNİ GÜÇLENDİRMEK
İşçi sınıfının bir parçası olan tarım işçilerinin, gerek ulusal ve gerekse uluslararası ölçekteki mücadele deneyimlerinin derlenip bilince çıkartılmasına ihtiyaç vardır. Sanayi sektöründeki işçilerin mücadelesi, dönem dönem sekteye uğrasa da, ciddi kurumsal yapılar yaratmıştır. Bu nedenle sanayi işçisinin mücadele deneyimi ve hafızası, kır proletaryasına göre daha zengin bir birikime sahiptir. Bunun yanı sıra tarım işçilerinin “çilesi” ve mücadelesi pek çok sinema ve edebiyat eserine de konu olmuştur. Bu sanat eserleri, tarım işçilerinin zengin mücadele tarihinin ürünü ve tanığıdır. Tarım proletaryasının tarihsel birikimini bütün yönleriyle ele almak, çeşitli ülkelerdeki örgütlenme gelenek ve türlerini incelemek bugünün önemli bir görevi olmalıdır. Yine Türkiye’deki tarım işçilerinin tarihten gelen mücadele ve örgütlenme örneklerini araştırmak bugünkü örgütlenme çalışmalarına yardımcı olacaktır. Başta Adana olmak üzere, tarım işçileri içerisinde yürütülen parti çalışmalarının güçlendirilmesi gereken bir yönü de, böylesi bir araştırma ve incelemenin devrimci çalışmanın bir parçası olarak görülüp ciddiyet ve titizlikle yapılmasıdır.

İŞ KANUNUNDA YER EDİNEBİLMEK
Tarım işçileri, gezici, geçici ve mevsimlik olarak istihdam edilmektedir. Önceki iş kanunlarında olduğu gibi, en son çıkan 4857 sayılı yeni İş Kanunu’nda da tarım işçileri, kanunun kapsamı dışında tutulmuştur. Yıllardan beri ayrı bir tarım iş kanunu düzenleneceği söylenmesine, bu, pek çok burjuva siyasi partisinin seçim programının değişmez maddesi olmasına rağmen, tarım iş yasası çıkarılmamaktadır. Tarım işçilerinin, kendine has bazı özellikleri olmakla birlikte, onların iş kanunu kapsamında işçi sayılmamalarının bir anlamı yoktur. Bunun izah edilebilir tek sebebi, tarım işçileri alanının örgütsüz olması ve çalışma koşullarına ilişkin yasal düzenlemeler yapılırken, alanın tümüyle kölelik şartlarında bırakılmak istenmesidir. Tarım işçilerinin iş kanunu kapsamı dışında tutulmuş olması, iş kanununda düzenlenmiş bulunan çalışma şartları, ücretleri, tatil ve izinleri, işçi sağlığı-iş güvenliği ve işçi denetimi gibi hükümlerden tarım işçilerinin yararlanamayacağı anlamına gelmektedir. İş kanununda düzenlenen işçi sağlığı ve iş güvencesine ilişkin hükümlerden tarım işçisinin faydalanamayacak olması, sistemin tarım işçilerine bakış açısını göstermektedir. Bunun yanı sıra, tarım işçisi, İK md. 33 ve İK md. 83’deki asgari ücret ve iş bulmaya ilişkin hükümlerin tarım işçilerine uygulanmasının pratik bir faydasını görememektedir.
Tarım işçileri, diğer işçi ve emekçilerin faydalanmakta olduğu sosyal güvenlik haklarından da yararlanmamaktadır. Tarım işçileri, İş Kanunu’nun olduğu gibi, sosyal güvenlik mevzuatının da kapsamı dışına itilmiştir. Bu durum, tarım işçiliğine kölelik değeri biçildiğinin göstergesidir. 506 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu, özel sektörde çalışan geçici tarım işçilerini bu kanun kapsamı dışına itmiştir. 2925 sayılı Tarım İşçilerinin Sosyal Sigortalar Kanunu ile 1983 yılında bir düzenleme yapılmışsa da, pratikte hiçbir sosyal güvence sağlanamamıştır. Bu kanuna göre, diğer sosyal güvenlik kurumlarından faydalanmayan ve de süreksiz olarak tarım işinde hizmet akdiyle çalışanlar, 18 yaşını doldurmuş olmak şartıyla, bu kanuna göre sigortalı sayılır denmektedir. Fakat burada, isteğe bağlı bir sigorta sistemi mevcuttur. Düşük ücretlerle kölelik koşullarında çalışan tarım işçisinden, bir de, isteğe bağlı olarak sigorta yatırması istenmektedir. Pratik olarak bu, nerede ise imkansızdır. Bugün tarım işçisi, en acil insani ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlanmaktadır. Tarım işçisinin emeklilik ve sağlık sigortasından mahrum kalması önemli bir sorundur. Tarım alanında yaşanan kuralsız çalışma koşulları pek çok sorunun esasını oluşturmaktadır.
Kuralsız çalıştırmanın engellenmesi için, tarım işçilerinin iş kanununda yer edinmesi ve Türkiye’de demokratik bir tarım-iş yasasının çıkarılması gerekmektedir. Bunun bir talep olarak formüle edilmesi ve devrimci propagandanın parçası haline gelmesi gerekir. Aydınlar, hukukçular ve sendikacılardan bu yönde yardımların ve katkıların alınması önümüzde durmaktadır. Sendika, sigorta, sekiz saatlik işgünü, iş sağlığı gibi taleplerin iş kanununa bağlanarak öne sürülmesi gerekmektedir.

KENDİ ÖZGÜNLÜĞÜNDE ÖRGÜTLENMEK
İşçi sınıfının mücadelesine tarihsel olarak sanayi işçileri öncülük etmiştir. Fakat işçi sınıfının bugüne dek elde etmiş olduğu sendika, sosyal güvenlik, işçi sağlığı, iş güvenliği, iş güvencesi gibi pek çok hak, tarım alanındaki işçilere yansımamış, tarım işçileri pek çok yasal düzenlemenin de kapsamı dışına itilmiştir.
Tarımdaki istihdamın tamamıyla kayıt dışı olması ve bu konuda kapsamlı ve ciddi bir bilimsel araştırmanın olmaması nedeniyle, ne kadar işçinin, hangi bölgede, ne tür işlerde çalıştığına ilişkin bilgiler, bireysel gözlem ve tahminlerden ibarettir.
Tarım alanındaki işin düzensiz, süreksiz ve mevsimlik oluşu ve işçilerin gezici-geçici olarak istihdam edilmeleri nedeniyle; tarım işçilerinin örgütlenmesine dair güvensizlikler gerek tarım işçileri gerekse örgütlenmeyi tartışan kesimler tarafından çokça dile getirilmektedir. Düzenli bir işyeri ve sürekli bir işi olmayan işçilerin örgütlenemeyeceği ya da sendikalaşamayacağı yönündeki önyargının kırılması gerektir. Bu alana özgü bir model geliştirilemediği takdirde, işçi sınıfının bir bölümünün bugüne kadar yaşadığı örgütsüzlük geleneği devam edecektir.
Ekonomik gereksinimin bir parçası olarak ülkeyi dolaşan tarım işçilerinin yanı sıra, siyasi nedenlerle boşaltılan köylerinden göç ederek şehirlerin varoşlarına sığınmış bir tarım işçileri kitlesinden de söz etmek gerekir. Tarım kentlerinin kenar mahallelerine yığılan Kürt yoksulları tarım işçileri kitlesinin bir parçası olmuştur.
Tarım işçileri, fabrika işçileri gibi sabit bir işyerine sahip değildir ve işyerlerindeki çalışanlar da sabit değildir. Bu nedenle fabrika işçisi gibi örgütlenemezler. Başta yoksul Kürt mahalleleri olmak üzere, geniş tarımsal arazilere yayılan “çadır kentler”, on yılardır irili ufaklı oluşmuş tarım işçisi köyleri, örgütlenmenin pilot merkezleri durumuna getirilmek zorundadır.

TARIM İŞÇİLERİ VE BÖLGE ÇALIŞMASI
Doksanlı yıllarda köylerinden göç etmek zorunda kalan Kürt emekçiler, tarım işçileri arasında büyük bir kesimi oluşturmaktadır. Tarım işçilerinin sorunları, bir yönüyle Kürt sorunu ile de bağlantılıdır. Bu durumdaki işçilerin önemli bir kesimi, köye dönüş koşullarının temin edilmesini istemektedir. Ulusal demokratik mücadele içerisinde pişmiş, deneyim kazanmış yoksul Kürt emekçileri; tarım işçilerinin mücadelesine elbette kendi rengiyle katılacaktır. Kürt halkının yürüttüğü mücadele açısından, tarım işçileri önemli bir yerde durmaktadır. Kürt illerindeki işçilerin mücadelesinin gelişmesi, işçi sınıfının Kürt demokratik hareketi içerisinde daha ileri bir yer tutmasını ve daha tutarlı bir mücadelenin gelişmesini sağlayacaktır.
Son yıllarda, Kürt illerindeki işçiler arasında bir mücadele ve örgütlenme çabası görülmektedir. Bugün ülkemizde tarım alanındaki işgücü ihtiyacı, büyük oranda Kürt yoksullarından karşılanmaktadır. Kürt halkının ulusal demokratik talepler uğruna vermiş olduğu bu mücadelede işçi sınıfının oynayacağı politik rolün güçlenmesi için kır proleterlerinin de örgütlenmesi gerekmektedir. Üretimden gelen gücünü kullanarak sınıfsal ve ulusal talepleri için mücadele edecek Kürt işçileri, bir sınıf olarak, Kürt halkının özgürlük mücadelesine de yeni alanlar açacaktır.
Bölge illerinde yürütülen çalışmada tarım işçilerinin örgütlenmesini gözetmek gerekmektedir. Çalışmanın iki yönü bulunmaktadır. Başta Urfa olmak üzere, GAP’ın yeniden canlandırılmasına paralel olarak, muazzam bir tarım işçisi kitlesi bölgede yer edinmektedir. Örneğin önceki yıllarda Adana (Çukurova) “beyaz altın” kenti olarak ifade edilirken, pamukta üretim büyük oranda GAP’a kaymıştır. Pamuk işçileri, Çukurova’da değil, ama ağırlıklı olarak GAP’ta toplanmaktadır. Dolayısıyla bölgedeki devrimci işçi çalışmasının temellerinden birisini; GAP’ta ve geniş tarım bölgelerindeki tarım proletaryası oluşturmalıdır. Çalışmanın ikinci yönünü ise; mevsimlik işçilerin Batı illerine göçü oluşturmaktadır. Özellikle yaz aylarında on binlerce tarım işçisi tren katarları ve kamyon kasalarında, aileleriyle birlikte Batı’daki tarım arazilerine çileli bir göç yapmaktadır. Devrimci sınıf partisinin bölge örgütleri, bu göç dönemlerini devrimci bir çalışmanın alanı olarak değerlendirmelidir. Göçün yapılacağı illerde ise, sınıf partisinin Batı örgütleri, bölge örgütleriyle koordine halinde, faaliyete yönelmelidir. Batı’da, hak ve talepleri için örgütlenen Kürt tarım işçileri, bir süre sonra, Mardin, Urfa, Adıyaman ve Diyarbakır’a geri dönmektedir. Örgütlenme buralarda da devam ettirilmelidir.

ACİL TALEPLER İÇİN MÜCADELE
Tarım işçilerinin acil talepleri devrimci çalışmanın gündemi haline gelmelidir. Bu sorun ve taleplerin başlıca göze çarpanları şöyledir:
Çukurova’da, 10 yıldır, köyleri boşaltıldığı için çadırlarda yaşamını sürdüren işçi aileleri vardır. Çadırlarda yaşamını sürdüren bu işçiler, elektrik, su, tuvalet, banyo gibi zorunlu altyapı ihtiyaçlarından yoksun bir yaşantı sürmektir. Bu barınma koşulları, birçok sağlık sorununun kaynağını oluşturmaktadır.
Kapsayıcı ve işlevsel bir sosyal güvenlik hakkı önde gelen bir taleptir. Tarım işçisinin sosyal güvenlik sorununun yasal güvence altına alınarak çözülmesini içeren bir propaganda yürütülmelidir. Devlet, vatandaşının bir sosyal güvenceye sahip olması için gerekli altyapıyı oluşturmalıdır. Bunun için gerekli olan kaynak, işverenlerden ya da genel bütçeden sağlanmalıdır.
Ücret tespiti konusunda komisyonlar her ilde çalıştırılmalı ve bu komisyonlarda işçiler temsil edilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde, işçiler, işverenlerin ve elçilerin insafına terkedilmiş olmaktadır. Tarım işçileri, uzun saatler çalışmış olmalarına rağmen, bunun karşılığı ek bir ücret alamamaktadır.
Arazide çalışan tarım işçileri pek çok sağlık sorunu ile karşılaşmaktadır. Bu sorunun çözümü için gezici sağlık ekipleri kurulmalıdır.
Tarım işçisinin çocuklarının eğitim olanaklarından faydalanabilmesi için gerekli koşular temin edilmelidir. Çocukların eğitimlerinin yarıda kalmasını engelleyecek önlemler alınmalı, yatılı ve taşımalı eğitim etkin bir şekilde uygulanmalıdır. Toprak sahipleri tarafından, ucuz olduğu için kadın ve çocuk emeği tercih edilmektedir. Tarlalarda 12 yaşında çocuklar günde 12-15 saat çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu çocuklar, aynı zamanda, eğitim hakkını kullanamamaktadır. Tarım işçisi, çocuklarının çalışmasına ihtiyaç duymayacak bir gelire kavuşmalıdır. Göç mağduru ve geçimini temin edemeyen tarım işçisinin çocukları, sokaklarda kağıt toplayarak ya da başka işlerde çalışarak, aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda kalmaktadır. Sokaklarda çalışan bu çocuklar küçük yaşta suça itilmekte ve uyuşturucu ile tanışmaktadır. Bu durum, büyük bir ahlaki çöküntü ve yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir.
“Haydi kızlar okula” kampanyasından feyiz alınarak Adana’nın Karataş ilçesindeki çadır havzalarına dönük bir kampanya yürütüldü. Valilik ve Unisef’in ortak yürüttüğü bu kampanya, çocuk işçilerin çalışmalarını engellemeyi hedefliyordu. Kampanya çerçevesinde “Sosyal Destek Merkezi” kuruldu. 6000 civarında olduğu açıklanan tarım işçisi çocuğa yapılan çağrıya, güya sadece 25 öğrenci olumlu yanıt vermiş! Yetkililer ise bunu bir “fiyasko” olarak tanımlayıp, tarım işçisi aileleri, çocuklarını bu merkeze göndermedikleri için suçluyor ve cahillikle itham ediyorlar. Radikal gazetesi de bunu “fiyasko” başlığı ile duyurdu. Oysa ki, bu çalışma aileler tarafından bilinmiyordu. Tarım işçileri içerisinde çalışma yürüten arkadaşların yaptığı inceleme de bunu gösterdi ve bu çarpıtma işçi basınında eleştirildi.
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, tarım işçilerinin acil taleplerinin sömürenler tarafından suistimal edilmemesi, rant sağlanılmaması ve işçilere karşı propagandaya dönüştürülmesine izin verilmemesi için, bu alanda çalışma yürüten parti örgütlerinin daha etkin bir mücadele yürütmesi gerekmektedir. Zira oldukça “masumane” girişimlerin arkasına sığınan birçok üniversite öğretim üyesi, bakanlık yetkilileri, oda temsilcisi ya da yerel devlet birimleri, AB fonlarıyla bu alanlarda “hizmet ve araştırma” çalışması yapmaktadır. Bu kampanyalar, tarım işçilerinin yaşadığı temel çelişkilerin üzerine cila çekmektedir. Yine bu çalışmalar, işçileri ve ailelerini “dilenen” bir duruma itmekte, hakların alınabilmesi için mücadeleye başvurulmasını anlamsızlaştırmaya hizmet etmektedir.
İşçi sınıfının baş belası olan esnek çalışma, en sert şekilde tarım işçileri alanında uygulanmaktadır. Öyle ki, yarın işe gidip gitmeyeceklerini, işçiler, gece evlerine gelen telefonla öğrenmektedir.
Tarımdaki işçilerin büyük kısmının kadın olması, tarım işçilerinin örgütlenme çalışmasına ayrı bir önem katmaktadır. Çadırda hayatını sürdüren bir tarım işçisi kadının, gerçekte, bir günlük mesaisi 18–20 saati bulmaktadır. Çünkü sabahın dördünde başlayan çalışma temposu, gün batımına kadar sürer. Çadırların ve çevrenin temizliği, çocukların bakımı ve beslenmesi ile birlikte çalışma, gecenin 12’sine dek sürmektedir. Bu ağır çalışma ve yaşam koşulları içinde, tarım işçisi kadınların büyük bir sabrı ve direnci vardır. Bütün tarım işçilerinin taleplerine paralel olarak, kadın işçilerin, sağlık, beslenme, çocuk ve ev işçiliği gibi sorunlarını da içeren bir kadın çalışması, bu alanın temel görevleri arasındadır.
Gezici tarım işçilerinin kamyonlarla değil, daha insani koşullarda bir yerden bir yere nakli sağlanmalıdır.

ÇUKUROVA ÇALIŞMASININ GÖSTERDİKLERİ
Adana’da gerçekleşen Tarım İşçileri Kurultayı ayrıntılarıyla işçi basınında yer buldu. Kurultayın ortaya çıkardığı deneyimler ve kurultay hazırlığı için yapılan çalışmalar devrimci bir işçi çalışması için önemli veriler sundu.
Kurultay hazırlık çalışmaları sırasında, geçmişte var olan ilişkilerle yetinmek yerine, işçilerin ana gövdesine seslenen bir çalışma esas alındı. Bu alanın birikmiş sorunları ve tarım işçilerinin mücadele isteği, çalışmanın cesaret ve özgüvenle ilerlemesini sağladı. Çıkartılan bildiriler sabahın dördünde işe giden işçilere dağıtıldı. Dağıtım esnasında tanışılan işçilerle kurulan ilişkiler üzerinden toplantılar organize edildi. Kurultay çalışmaları esnasında tanışılan işçiler, bu faaliyetin kendi yaşamı için taşıdığı önemin farkına vardıkları oranda, çalışmalara aktif olarak katıldılar. Adana’nın 40–50 km dışındaki çadırlarda yaşamını sürdüren işçiler arasında ısrarlı bir faaliyet yürütüldü. Kurultay’a en iyi katılım da yine bu çadırlardan sağlandı. Kurultay’da işçilerin kendi dilleri ile konuşma şansına sahip olması, işçilerin konuşma ve kendini ifade etme isteğini artırdı. Tarım işçisi bir kadının “Ben Türkçe de biliyorum iyice, ama yine de kendi dilimi kullanmak istiyorum” diyerek konuşmasına Kürtçe devam etmesi, düşüncelerini anadilinde ifade etmek isteğinin göstergesiydi. Tarım işçilerinin mücadelesinde, işçilerin uğruna büyük bedeller ödediği ulusal demokratik talepler göz ardı edilmemelidir.
Kurultay’da en çok öne çıkan talepler, sigorta hakkı ve ücretlerin iyileştirilmesi oldu. Düzenli bir işte İş Kanunu’na tabi olarak çalışan işçilerin bile büyük oranda sigortasız çalıştırıldığı ülkemizde, tarım işçisinin, bu talebi elde edilebilir bir hak olarak görmesi ve acilen talep etmesi, önemli bir bilinç sıçraması olarak değerlendirilebilir. Kurultay öncesi yapılan ev toplantılarında ya da görüşmelerde, genellikle umutsuz olan, birlik olunamayacağını düşünen işçiler, Kurultay’ın olumlu atmosferi içinde, birlik olmaktan, sendikadan umutla ve inançla bahsettiler.
Kurultay’da seçilen temsil heyeti ve katılan işçilerle oldukça geniş bir işçi ilişkisi ağı oluşturuldu. Sonraki çalışmaların örgütleyicisi, büyük ölçüde işçiler oldu.
Kurultay sonrasında, Kurultay’daki kamera çekimi ile hazırlanan 40 dakikalık propaganda CD’si ile toplantılar yapılmaya devam edildi. Kurultay’a katılamayan pek çok işçi de, bu sayede o havayı hissetme olanağını buldu.
Kurultay’da alınan kararlar arasında bir tarım işçisi gazetesi çıkarılması da vardı. “Tarım İşçisinin Sesi” adını alan gazetenin ilk sayısı, 1 Mayıs çalışmaları sırasında çıkarıldı. Gazetede daha çok Kurultay haberleri yer aldı ve 1 Mayıs’a çağrı yapıldı. Gazetenin dağıtılmasını işçiler üstlendi. İlk sayının tepkilerine de bakarak, ikinci sayının daha da zenginleştirilmesi için çalışma yürütülüyor.
Tarım işçilerinin 1 Mayıs’a kendi talepleri ve pankartları ile katılması yönünde bir çalışma yürütüldü. Kurultay kararlarından biri de, bir tarım işçileri mitingi yapılması idi. Tarım işçisi ilk defa kendi pankartı ile 1 Mayıs’a katıldı. Tarım işçileri 120 kişilik bir kortejle büyük bir coşku ve inançla alandan ayrıldılar. Kürt siyasal hareketiyle öteden beri yakın bağları olan tarım işçilerinin, Çukurova’da kendi talepleri ile alanlarda yerini alması önemli bir gelişme kabul edilmelidir. Sendikaların katılımının düşük olduğu bu 1 Mayıs’ta, tarım işçilerinin pek çok sendikadan daha iyi bir katılım sağlamış olması, Adanalı tüm emekçiler için moral kaynağı oldu.
Çukurova’da kimi yanlarına vurgu yapmaya çalıştığımız bu faaliyet örnekleri ele alınarak, diğer tarım bölgelerinde de çalışmaya dönüştürülmelidir. Birkaç ay içerisinde yoğunlaşan çalışmanın 1000 civarında işçiye nüfuz eder bir noktaya gelmesi, doğru ve cesaretli adımlar atıldığında nasıl ilerlenebileceğini göstermektedir. Fakat çalışma, her zamankinden çok özen, ilgi ve fedakarlığa ihtiyaç duymaktadır. Çukurova’daki çalışmanın kesintiye uğramaması gerekmektedir. İşçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyinde vardıkları nokta ve devrimci işçi partisinin yürüttüğü çalışmada varılan yer gözetilerek, sınıf partisinin 4. Kongresi’ne doğru çalışmanın bütün yönleri yeniden ele alınmalı ve bir hamle içerisine girilmelidir.

TARIM İŞÇİLERİNİ SENDİKALAŞTIRMAK
Bugün tarım işçilerinin küçük bir kesimi sendikalıdır. Örgütlü olan kesimin tamamı, kamuda çalışan tarım işçileridir. Tarım-İş Sendikası, devlet işletmeleri dışındaki işçileri örgütleme perspektifine sahip değildir. Bu sendika, daha çok devlet üretme çiftlikleri, haralar ve TİGEM gibi kamu kurumlarında örgütlüdür.
Mevcut haliyle tarım işçileri, sınıfın en yoksul, hiçbir sosyal hakka sahip olmayan ve örgütsüz kesimidir. Tarım işçisinin yaşam ve çalışma alanlarının kentlerin dışında olması; pek çok dramın ya da mücadele deneyiminin “kamuoyundan” uzak yaşanmasına neden olmaktadır. Ağır çalışma koşulları karşısında işçilerin gösterdiği tepkiler, bölgesel ve kısmi grevler, daha gelişemeden sönüp gitmektedir.
Otel salonlarında iş güvenliği seminerleri düzenleyen Çalışma Bakanlığı ve sendikalar, tarım işçisinin kamyonlarla ülkenin dört bir yanına taşınmasını görmezden gelmektedir. Her yıl pek çok işçi bu yolculuklar esnasında hayatını kaybederken, yetkililer hiçbir sorumluluk kabul etmemektedir.
Bu alana ilişkin örgütlenme modelinin sendika değil de, dernek olması gerektiği fikrinin görünürde bazı “haklı” nedenleri var gibidir. İşçilerin geçici ve gezici olarak istihdam ediliyor olması, işyeri ve işverenin sanayide olduğu gibi belirgin olmaması, dernek türü bir örgütlenmeyi haklı gösterebilir. Ancak tarım işçilerinin birleşik bir hareketinin yaratılması için sendika etrafında örgütlenmesi gerekmektedir. Valilikler bünyesinde oluşması öngörülen tarım işçileri ücret tespit komisyonunda da sendikanın temsiliyetine yer verilmiştir. Ücret ve diğer çalışma koşulları belirlenirken, işçiler karşısında, çiftçi birlikleri ve valilikler, sendikanın muhatabı kabul edilecektir. Ücret ve çalışma koşulları konusunda büyük çiftçiler ve tüccarlar belirleyici olmaktadır. Aracı konumundaki elcilere ise, işverenlerin belirlediği şartlarda işçi temin etme görevi düşmektedir. Feodal ve aşiretsel hiyerarşik bağları kullanarak elcilik görevini üstlenen işçi simsarları, dayatılan koşullara işçiyi razı etmektedir. Elcilik ve aracılık konusunda tekel oluşturmak isteyen elcilerin, dernekleşip oda statüsüne kavuşması için bir süredir girişimleri vardır. Daha çok kendi rant paylarını teminat altına almak isteyen elciler, işçilerin yaşam düzeylerinin de bu şekilde düzeleceğini iddia edip, işçilerin kendi örgütlerini kurmalarını engellemeye çalışmaktadır. Bir sendika etrafında örgütlenen tarım işçileri arasında sınıf bilinci daha belirginleşecektir. Elcilerle birlikte bir dizi akraba kümeleri halinde hareket eden tarım işçilerinin, sendika ile birlikte, “marabalık”tan işçiliğe geçişi hızlanacaktır. Tarım işçisinin mücadelesinde şu aşamada ihtiyaç duyulan sıçramayı ve birleştiriciliği ancak bir sendika sağlayabilir. Önümüzdeki dönemde, işçi sınıfının devrimci partisinin örgütlerinin ve kadrolarının tarım işçisinin örgütlenme mücadelesine daha yakın bir ilgi göstermesi, bulunduğu bölgeden gerekli katkıyı sunması gerekmektedir. Böylesine geniş bir alana yayılmış tarım işçilerinin mücadelesinin birleştiricisi olmak, daha fazla enerji ve sabırla çalışmayı gerektirmektedir. Bu görevin üstesinden gelindiği oranda, işçi sınıfının devrimci partisinin yoksul Kürt emekçiler arasındaki bağları da gelişecek ve perçinlenecektir.
Devrimci işçi partisinin uzun bir dönemdir içerisinde çalışma yürüttüğü üretici köylüler, sendikalarını kurmuştur. Proletaryanın bir bölüğü olan tarım işçilerinin örgütlenmesine de ilgi gösterilmek durumundadır. İktidarın son yıllarda emperyalistlere verdiği taahhütler, tarım alanındaki istihdamın azaltılmasını öngörüyor. Bu nedenle tarımda çalışmakta olan pek çok kişi ve aile önümüzdeki dönemde işsiz kalacaktır. Tarım sektörü, uluslararası sermayenin saldırıları düşünüldüğünde önümüzdeki dönem başlıca mücadele alanı olmaya adaydır.  Mücadeleye yönelen tarım işçileri, kendilerinin işçi sınıfının bir parçasını oluşturduklarının farkına varıp (burjuvaziden) bağımsız örgütlenmelerini gerçekleştirdikçe, –aralarında sınıfsal çıkar farklılıkları olsa da– ülke tarımını bitirmeyi hedefleyen politikalar karşısında üretici köylülükle ortak bir mücadele zemini bulacaktır. Bu nedenle üretici köylülük ile tarım işçilerinin; emperyalist politikalar karşısında mücadele birliğinde buluşması için, aydınlatma ve örgütlenme çalışması yürütülmelidir.

Sosyal güvenlik reformu! Ne getiriyor? Kime hizmet ediyor?*

Sosyal güvenlik hakkı; işçiler ve emekçi sınıfların uzun yıllar sürdürdükleri ve büyük bedeller ödedikleri mücadeleleri sonucunda elde ettikleri sosyal haklardan biridir. İşçi sınıfının uzun soluklu mücadelesi ve özellikle sosyalizmin baskısı altında bulunan kapitalist sistem, kendisini ayakta tutmak amacıyla “Sosyal Devlet” ilkesini kabul ederek, bu çerçevede parasız eğitim ve sağlık, sosyal güvenlik vb. hakları tanımak zorunda kalmıştı.
Ancak Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerdeki kapitalizme dönüş süreci ile birlikte ortaya atılan “Yeni Dünya Düzeni” / Küreselleşme / Globalizm gibi kavramlarla ifade edilen, emperyalist kapitalist tekellerin daha fazla kar amacıyla geliştirdiği özelleştirme ve esnek çalışma kuralları merkezli sistemin kaçınılmaz sonucu olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin tüm kazanılmış haklarına saldırılıyor.
Özellikle eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi ve giderek özelleştirilmesi, hizmetlerin piyasalaştırılması süreci, bugünlerde, sosyal güvenlik sisteminin “reform” adı altında özelleştirilerek tasfiye edilmesine kadar ulaşmış durumdadır.
Sosyal Güvenlik Reformu olarak adlandırılan düzenlemeler, yasalaştırılmak üzere gündemdedir.
Sosyal Güvenlik Reformu;
* Sosyal Güvenlik Kurumu Yasası Tasarı Taslağı,
* Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu Tasarısı (TBMM’ne gönderildi)
* Primsiz Ödemeler Yasası Tasarı Taslağı ile,
* bu yasalar uyarınca çıkarılacak yönetmeliklerden oluşmaktadır.

Bu düzenlemelerle öncelikle Sağlık Sigortası ve Emeklilik Sigortaları birbirinden  ayrılmaktadır.
Bu ayırma sonucunda, sistemin yerleşmesinden itibaren sağlık sigortacılığının özel sağlık sigortası şirketlerine, emeklilik sigortasının da bireysel emeklilik şirketlerine devredilmesi sağlanacaktır.
Sistemin belirgin özellikleri:
* hizmetten yararlanacak olanların, prim ödemesine ek olarak, katılım payı ödemek zorunda olması,
* prim gün sayıları ile miktar ve oranlarının yükseltilmesi,
* kurumun, hizmetleri, “hizmet satın alma” yoluyla yerine getirmesidir.
Hizmet satın alma yoluyla dolaylı özelleştirme, giderek bu hizmetlerin tamamının özel şirketlere devri ile tamamlanacaktır.
Sistemi oluşturan yasa taslak ve tasarılarına göre durum şudur:  

EMEKLİLİK SİGORTALARINDA DURUM
Türkiye’de özelleştirmenin ve esnek çalışma kurallarının mimarı, uluslararası sermaye kuruluşlarının gözdesi olan Turgut ÖZAL, Başbakanlık görevinde bulunduğu sırada, “Türkiye genç emekliler ülkesi. Devlet bir emekliye en çok iki-üç yıl emekli aylığı ödemeli.” demişti.
Bu sözün anlamı, “çalışanlar emekli olduğundan itibaren birkaç yıl içinde ölmeli”ydi.
Bugün yapılanlar, bu düşünceye uygun, ancak onu da aşar nitelikte düzenlemelerdir. Çünkü Özal, ölen emeklinin geride bırakacağı dul ve yetimlerine ödenecek aylıkların nasıl yok edileceğini hesaplamamıştı. Bugünkü yöneticiler öyle düzenlemeler yapıyorlar ki; artık emekli olmak mezarda bile mümkün olamayacak. Nasıl mı?
Öncelikle Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağ-Kur, Sosyal Güvenlik Kurumu Yasası ile, “Sosyal Güvenlik Kurumu” adıyla kurulan bir Başkanlık altında birleştiriliyor.
Sosyal Güvenlik Kurumu; Genel Kurul, Yönetim Kurulu ve Başkanlık organlarından oluşuyor. Kurum bünyesinde taşra örgütü kuramayacak olan Emeklilik Sigortası Genel Müdürlüğü, Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürlüğü ve Primsiz Ödemeler Genel Müdürlüğü adıyla üç Genel Müdürlük kuruluyor. Böylece Emeklilik Sigortaları ile Sağlık Sigortaları birbirinden ayrılıyor.
Bu düzenleme, gelecekte sağlık sigortasının Özel Sağlık Sigortası şirketlerine, emeklilik sigortasının da Bireysel Emeklilik şirketlerine devredilmesini kolaylaştırıyor.
Bu devirlerin gerçekleşmesi için de, sağlık sigortasını ve emekliliği adeta ulaşılmaz hale getirmek gerektiğinden, emeklilik sigortası, mezarda bile emekli olunamayacak hale getiriliyor.

Yaşlılık (Emeklilik) Aylığı
Emeklilik Sigortaları Yasasının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren ilk defa sigortalı olacak kişiler kadın ise 58, erkek ise 60 yaşını doldurmuş olmaları ve 9.000 gün prim ödemiş olmaları halinde yaşlılık aylığı alabileceklerdir.
Yaş şartı yıllara ve cinslere göre 2075 yılına kadar düzenlenmiş olup, şöyledir:

Yıl                                     Kadın                      Erkek
01.01.2036-31.12.2036               59        61
01.01.2037-31.12.2039               60                    62
01.01.2040-31.12.2041               61                    63
01.01.2042-31.12.2043               62                    64
01.01.2044-31.12.2045               63                    65
01.01.2046-31.12.2047               64                    65
01.01.2048-31.12.2054               65                    65
01.01.2055-31.12.2064               66                    66
01.01.2065-31.12.2074               67                    67
01.01.2075  ve sonrası                68                     68

Sigortalı olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihte malul sayılmasını gerektirecek derecede bir hastalığı veya arızası bulunan ve bu nedenle (hastalığı ve arızası sigortalı çalışmasından önce olduğu için) malullük aylığından yararlanamayan sigortalılara, en az 15 yıldan beri sigortalı olması ve 4.000 gün (506 sayılı SSY m. 60’da 3.600 gün) malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmak kaydıyla, yaşlılık aylığı bağlanır.
Kurum Sağlık Kurulları tarafından düzenlenen raporlar ve dayanağı belgelerle sakatlıkları kurumca kabul edilenlerden sakatlık oranı;
– % 60-65 arasında olanlara; en az 16 yıldan beri sigortalı olmaları ve 4.000 gün,
– % 50-60 arasında olanlara; en az 18 yıldan beri sigortalı olmaları ve 4.360 gün,
– % 45-50 arasında olanlara; en az 20 yıldan beri sigortalı olmaları ve 4.720 gün
malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmaları ve kurumdan yazılı istekte bulunmaları kaydıyla yaşlılık aylığı bağlanır.
Sakatlığı olan sigortalılar için, 506 sayılı yasada, 15 yıldan beri sigortalı olmak ve 3.600 gün malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmak koşulu yeterli görülmekteydi.
506 sayılı yasanın 69. maddesine göre, 50 yaşını doldurmuş olup, erken yaşlandıkları sağlık kurulu raporuyla saptanan sigortalılar ve yeraltında çalışanlara, en az 15 yıldan beri sigortalı olmaları ve 1.800 gün malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmaları kaydıyla, yaşlılık aylığı bağlanması olanaklıydı. Yeni düzenleme, bu olanağı ortadan kaldırmaktadır.
9.000 prim ödeme gün sayısını tamamlayamadığı halde emekli olmak isteyen sigortalı, 5.400 gün prim ödediği takdirde, yukarıda belirtilen yaşa 3 yıl eklenmek suretiyle kendisine yaşlılık aylığı bağlanabilecektir.
Bu durumda, örneğin yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonra ilk defa sigortalı olup, 5.400 gün prim ödemiş olan bir sigortalı, 2022 yılında emekli olmak isteğiyle kuruma yazılı olarak başvurursa, kadın ise 58+3=61, erkek ise 60+3=63 yaşında yaşlılık aylığı alabilecektir.
4857 Sayılı İş Yasası ile yasalaşan esnek çalışma (çağrı üzerine çalışma, kısmi zamanlı çalışma vb.) kuralları ve yüksek işsizlik oranı düşünüldüğünde, bir işçinin (kamu emekçisinin de) hiç işsiz kalmadan, kesintisiz ve her günü sigortalı olarak çalışma şansı olmadığı gibi, hiç işsiz kalmadan kesintisiz çalıştığını, çalıştığı her günün sigorta bildiriminin yapıldığını ve primlerinin de ödendiğini kabul edersek, 9.000 gün prim ödenebilmesi için 25 tam yıl çalışması gerekiyor.
Bu işçinin 18 yaşında sigortalı olduğunu kabul edersek, 18+25=43 yaşında (aralıksız ve tam zamanlı çalışması kaydıyla) emekli olması gerekir. Ancak yasada prim şartının yanı sıra yaş koşulu da arandığından, işçinin emekli aylığı alabilmesi için 68 yaşını doldurması, yani 18 yaşında sigortalı olsa bile, emekli aylığı alabilmek için, 9.000 gün prim ödenmesi kaydıyla, 50 yıl beklenmesi ve en az 25 yıl çalışmış olması gerekecektir.
Sözleşmeli öğretmenlerin, şu anda, günlük 4 ders saati bir işgünü sayılmak üzere, haftada en çok 4 işgününü aşmayacak şekilde ve en çok 10 ay süreli sözleşme ile çalıştıklarını biliyoruz. Sigorta yönünden bir işgünü 8 veya 9 saat olduğundan, öğretmenler, sözleşmelerinden kaynaklı olarak, aylık en çok 17-18 gün sigortalı olabilmektedir. 10 aylık sözleşmelerle çalıştıkları düşünülünce, bu öğretmenlerin 9.000 prim gününü tamamlayabilmeleri için, her yıl sözleşmeleri yenilenmek ve arada işsiz kalmamak kaydıyla, aylık 17 gün üzerinden sigortalı olursa, 17 gün x 10 ay = 170 gün ve  9.000 : 170 = 53 yıl; 18 gün üzerinden sigortalı olursa, 18 gün x 10 ay = 180 gün ve 9.000 : 180 = 50 yıl çalışması gerekiyor.
Bu öğretmenler, ortalama 24 yaşında işe başlayabildiklerine göre, aralıksız çalışsalar bile, en erken 24+50= 74 yaşında emekli olabileceklerdir.
İşsizliğin ve esnek çalışmanın çok yaygın olduğu Türkiye koşullarında, öğretmenlerin sözleşmelerinin her yıl ve yılda 10 ay olarak yenileneceğini düşünmek pek mantıklı olmadığına göre, sözleşmeli öğretmen, emekli olabilmek için, yaklaşık 100 yıl yaşamak zorundadır.
Durum, işçilerde çok daha vahimdir. Zira onların işsizlikte geçecek sürelerinin çok daha fazla olacağı mutlaktır.
Mevsimlik işçilerin ise, yılda en çok 120 gün sigortalı olabildikleri düşünüldüğünde, bu işçilerin prim gün sayısını tamamlayabilmeleri için, 9.000 : 120 = 75 yıl çalışmaları gerekiyor.  
“Ben nasılsa şimdiden sigortalıyım. O halde bu düzenlemeler bana uygulanamayacak.” diye düşünen, gelecekte bu durumun çocuklarının hayatını nasıl olumsuz etkileyeceğini de umursamayan şimdiki sigortalılar ve emekliler de, bu düzenlemelerden etkilenecekler. Çünkü taslak; aylık bağlama oranlarında da değişiklik yaparak, emekli aylıklarında azalmaya sebep oluyor.
Yürürlükteki 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Yasasının 61. maddesinde Sigortalının malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına tabi olarak geçen her 360 gün için 3600 güne kadar % 3.5, sonraki 5400 gün % 2, sonraki her 360 gün için % 1 olan aylık bağlama oranları, taslağın 37. maddesinde: “… her 360 gün için 2016 yılına kadar %2.5, 2016 yılından sonra ise % 2 olarak uygulanır.” şeklinde değiştirilmiştir.
Bağlanacak yaşlılık aylığı; ortalama aylık kazanç ile aylık bağlama oranının çarpımı sonucu bulunan tutardır.
Ortalama aylık kazanç, sigortalının her takvim yılına ait prime esas kazancı, kazancın ait olduğu takvim yılından itibaren aylık talep tarihine kadar geçen takvim yılları için, her yıl için gerçekleşen ortalama prime esas kazançta değişim oranının % 50’si ile, Aralık ayına göre DİE tarafından açıklanan en son temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyat indeksindeki değişim oranının % 50’si toplanarak bulunacak kazanç toplamının, toplam prim ödeme gün sayısına bölünmesi ile bulunacak ortalama günlük kazancın otuz katıdır.
Bu nedenle, evvelce 25 yılını dolduran Emekli Sandığı’na tabi sigortalının % 75, SSK ve BAĞ-KUR’a tabi sigortalının % 70 olan emekli aylığı, bu düzenleme sonucunda 2016’ya kadar % 67.5, 2016’dan sonra % 60’a indiriliyor.
Bu oranlar, 5.400 gün prim ödeyerek kısmi emekli aylığı alacak olanlarda, 2016’ya kadar % 37.5, 2016’dan sonra ise % 30’a düşecektir.
Taslak ile, halen SSK emeklileri için 422 YTL., Emekli Sandığı emeklileri için 543 YTL., BAĞ-KUR emeklileri için 299 YTL. olarak uygulanan emekli aylığı alt sınırı da kaldırıldığından, şu anda asgari kazançla çalışan bir işçi veya memur için hesaplanan emekli aylığı olan 305 YTL., artık SSK emeklileri için 422, Emekli Sandığı emeklileri için 543 YTL.’ye tamamlanmayacak ve 305 YTL. olarak ödenecektir.
2016 yılından sonra aylık bağlama oranı % 2.5 yerine % 2 olacağından, bugünkü asgari emekli aylığı da, o tarihten sonra, bugünkü rakamla 299 YTL.’ye gerileyecektir.
TBMM Komisyonlarındaki görüşmeler sırasında basına yansıyan en son bilgiye göre (9.5.2005-Milliyet), mevcut sigortalılardan emekliliğe hak kazanacak kadar çalışma yıllarını doldurmuş olanların aylık bağlama oranları hesaplanırken, mevcut yasaya göre; emeklilik için gereken çalışma yılını doldurmayanların ise, yasanın yürürlüğe gireceği tarihe kadar olan süreleri mevcut yasaya göre, sonraki yılları ise, bu yasaya göre hesaplanacaktır. Ancak bu düzenleme de her an bir önerge ile değiştirilebileceğinden güvenilirliği yoktur.

Malullük Aylığı
Yürürlükteki 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Yasası’nda (m.53/c), “Çalışma gücünün 2/3’ünü kaybetmiş olan, çalışma gücünün 2/3’ünü kaybetmemiş olsa da yapılan tedavi sonucunda kurum sağlık tesisleri sağlık kurullarınca düzenlenecek raporlarda çalışabilir durumda olmadıkları belirlenen,  veya iş kazası veya meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünün % 60’ını kaybettiği Kurum Sağlık Değerlendirme Kurulu tarafından yapılacak değerlendirmeyle belirlenmiş olan sigortalılar” malul sayılmaktadır.
Bu koşulları taşıyan malullere kurumdan yazılı istekte bulunmak ve en az 1800 gün yaşlılık, malullük ve ölüm sigortası primi ödemiş olmak veya en az 5 yıldan beri sigortalı olup, sigortalılığının her yılı için ortalama 180 gün (5 yıl için 900 gün) yaşlılık, malullük ve ölüm sigortası primi ödemiş olmak kaydıyla malul aylığı bağlanacağı hükme bağlanmıştır. (506 s.y. m. 54)  
Tasarıda ise, en az 5 yıldan beri sigortalı olup, sigortalılığının her yılı için ortalama 180 gün (5 yıl için 900 gün) yaşlılık, malullük ve ölüm sigortası primi ödemiş olmak malul sayılmayı gerektiren sebepler arasında sayılmamıştır. 506 Sayılı yasada, malul sayılmak için % 60 olarak belirlenen meslekte kazanma gücü kayıp oranı % 66’ya çıkarılmakta; 506 sayılı yasada 1800 gün olan yaşlılık, malullük ve ölüm sigortası primi ödemiş olmak koşulu da 3600 güne çıkarılmaktadır.
Ancak başka birinin sürekli bakımına muhtaç derecede malul olan sigortalılar için 1800 gün prim yeterli sayılmaktadır.
Esnaf ve sanatkarlar ile bir işverene bağlı olmadan kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan ticari kazanç veya serbest meslek kazancı nedeniyle gerçek veya basit usulde gelir vergisi yükümlüsü olanlar, gelir vergisinden muaf olmakla birlikte esnaf ve sanatkar sicili ile birlikte kanunla kurulan meslek kuruluşlarına usulüne uygun olarak kayıtlı olanlar, bazı şirket ortakları, köy ve mahalle muhtarları, tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan kendi mülkünde veya ortaklık veya kiralama ile başkasının mülkünde veya kamuya ait yerlerde bitki, orman, hayvan ve su ürünleri üretimi, değerlendirilmesi ve pazarlaması işlerini yapanların malullük aylığından yararlanabilmeleri için, Genel Sağlık Sigortası dahil, kendi sigortalılığından prim borcu bulunmaması şarttır.
Sigortalı olarak ilk defa çalışmaya başladığında çalışma gücünün 2/3’ünü yitirmiş olduğu önceden veya sonradan yeterli belgelerle tespit edilen sigortalı, bu hastalığı veya arızası sebebiyle malullük sigortası yardımlarından yararlanamaz. Ancak bu sigortalının başka bir hastalığı veya arızası maluliyetini gerektirecek derecede olursa, malullük aylığından yararlanabilir.

GENEL SAĞLIK SİGORTASI
Hükümet tarafından “Herkes doğduğu andan itibaren sağlık sigortasına sahip olacak” şeklinde sunulan Genel Sağlık Sigortasının amacı, tasarının 1. maddesinde, “…kişileri sağlık riskleri ve sağlık harcamaları bakımından güvence altına almak üzere, tüm nüfusu kapsayan genel sağlık sigortası sistemini kurmak…” olarak belirlenmektedir.
Gerçekten herkesi kapsayacak ve sağlık riskleri ve sağlık harcamalarına karşı güvenceye alacak genel bir sağlık sigortası mı hedefleniyor? Yoksa Hükümet Sözcüsü ve Adalet Bakanı Cemil ÇİÇEK’in “Ne kadar ekmek, o kadar köfte” sözünde anlatıldığı gibi, “ne kadar ödeme gücün varsa o kadar sağlık hizmeti” mi sunulmak isteniyor?
Bu soruların yanıtını alabilmek için, Tasarı’nın Genel Sağlık Sigortası bölümünü incelediğimizde, şöyle bir gerçekle karşılaşıyoruz.

Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar:
a) Hizmet akdi ile bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılanlar,
b) Köy ve mahalle muhtarları ile hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan;
1) Esnaf ve sanatkârlar,
2) Ticarî kazanç veya serbest meslek kazancı nedeniyle veya basit usûlde gelir vergisi mükellefi olanlar,
3) Gelir vergisinden muaf olup, esnaf ve sanatkâr sicili ile birlikte kanunla kurulan meslek kuruluşlarına usûlüne uygun olarak kayıtlı olanlar,
4) Anonim şirketlerin kurucu ortakları ve yönetim kurulu üyesi olan ortakları, sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortakları, diğer şirket ve donatma iştiraklerinin ise tüm ortakları,
5) Tarımsal faaliyette bulunanlar,
c) Kamu idarelerinde;
1) Kadrolu olarak çalışanlar,
2) (a) ve (b) bentlerine göre sigortalı olmayı gerektirmeyecek şekilde sözleşmeli olarak çalışanlar ile, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 86. maddesi uyarınca açıktan vekil atananlar.
– İşçi sendikalarının yönetim kurullarına seçilenler;
– Bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılan film, tiyatro, sahne, gösteri, ses ve saz sanatçıları ile müzik, resim, heykel, dekoratif ve benzeri diğer uğraşları içine alan bütün güzel sanat kollarında çalışanlar; düşünür ve yazarlar;
– Çiftçi Mallarının Korunması Hakkında Kanuna göre çalıştırılan koruma bekçileri,
– Umumi Hıfzıssıhha Kanununda belirtilen umumi kadınlar hakkında da Hizmet akdi ile bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılanlar hakkındaki hükümler uygulanır.
– Kuruluş veya personel kanunları gereğince seçimle veya atama yoluyla göreve gelenler;
– Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri,
– Belediye başkanları,
– Harp okulları ile fakülte ve yüksek okullarda Türk Silahlı Kuvvetleri hesabına okuyan veya kendi hesabına okumakta iken askerî öğrenci olanlar,
– Astsubay meslek yüksek okulları ve astsubay nasp edilmek üzere temel askerlik eğitimine tabi tutulan adaylar,
– Fakülte veya meslek yüksek okullarında kendi hesabına okuduktan sonra veya askerlik hizmetini müteakip muvazzaf subaylığa, astsubaylığa, uzman jandarmalığa veya uzman erbaşlığa geçirilenler hakkında da, Kamu idarelerinde; Kadrolu veya sözleşmeli olarak çalışanlar hakkındaki hükümler uygulanır.

Bazı sigorta kollarının uygulanacağı haller:
Ceza infaz kurumları ile tutukevleri bünyesinde oluşturulan tesis, atölye ve benzeri ünitelerde çalıştırılan hükümlü ve tutuklular hakkında kısa vadeli sigorta kolları uygulanır. Bunlar ayrıca isteğe bağlı sigortalı olabilirler.
3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu’nda belirtilen aday çırak, çırak ve işletmelerde beceri eğitimi gören öğrenciler ile yüksek öğrenimleri sırasında zorunlu staja tabi tutulan öğrenciler, kısa vadeli sigorta kollarına tabi tutulur.
Harp malûlleri ile Terörle Mücadele Kanunu veya asayiş ve güvenliğin sağlanması ile ilgili kanunlara göre vazife malûllüğü aylığı bağlanmış olanlardan bu Kanuna tabi çalışanlar hakkında, aylıkları kesilmeksizin, kısa vadeli sigorta kolları uygulanır. Ancak bunlar hakkında, uzun vadeli sigorta kollarına tabi olmayı istemeleri halinde, bu isteklerini Kuruma bildirdikleri tarihi takip eden aybaşından itibaren uzun vadeli sigorta kolları da uygulanır.
Karşılıklılık esasına dayalı olarak ikili sosyal güvenlik sözleşmesi yapılmış ülke uyruğunda olanlar hariç, yüksek öğretim kurumlarında çalıştırılan yabancı uyruklu öğretim elemanları ile Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda görevlendirilen yabancı uyruklu öğretmenler hakkında yalnızca kısa vadeli sigorta kolları uygulanır. Ancak bunlar hakkında, uzun vadeli sigorta kollarına tabi olmayı istemeleri halinde, bu isteklerini Kuruma bildirdikleri tarihi takip eden aybaşından itibaren uzun vadeli sigorta kolları da uygulanır.
Sosyal güvenlik destek primine tabi olanlar hakkında kısa vadeli sigorta kolları uygulanır.

Sağlanan Sağlık Hizmetleri:
Genel sağlık sigortalısının ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sağlıklı kalmalarını; hastalanmaları halinde sağlıklarını kazanmalarını; iş kazası, meslek hastalığı, hastalık ve analık sebebiyle gerekli olan sağlık hizmetlerinin karşılanmasını, iş göremezlik hallerinin ortadan kaldırılmasını veya azaltılmasını sağlamak amacıyla Kurumca sağlanacak sağlık hizmetleri şunlardır:
a) Kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri,
b) Hastalık sebebiyle ayakta veya yatarak; hekim tarafından yapılacak muayene, hekimin göreceği lüzum üzerine teşhis için gereken klinik muayeneler, laboratuvar tetkik ve tahlilleri ile diğer tanı yöntemleri, konulan teşhise dayalı olarak yapılacak tıbbî müdahale ve tedaviler, tedaviyle ilgili tıbbî danışmanlık, hasta takibi ve rehabilitasyon hizmetleri, acil sağlık hizmetleri, ilgili kanunları gereğince sağlık meslek mensubu sayılanların hekimlerin kararı üzerine yapacakları tıbbî bakım ve tedaviler,
c) Analık sebebiyle ayakta veya yatarak; hekim veya ebe tarafından yapılacak muayene, hekimin göreceği lüzum üzerine teşhis için gereken klinik muayeneler, laboratuvar tetkik ve tahlilleri ile diğer tanı yöntemleri, konulan teşhise dayalı olarak yapılacak tıbbî müdahale ve tedaviler, tedaviyle ilgili tıbbî danışmanlık, hasta takibi, rahim tahliyesi, tıbbî sterilizasyon ve acil sağlık hizmetleri,
d) 15 yaşına kadar; ağız ve diş muayenesi, diş hekiminin göreceği lüzum üzerine ağız ve diş hastalıklarının teşhisi için gereken klinik muayeneler, laboratuvar tetkik ve tahlilleri ile diğer tanı yöntemleri, konulan teşhise dayalı olarak yapılacak tıbbî müdahale ve tedaviler, tedaviye yönelik tıbbî danışmanlık, hasta takibi, 60 yaş ve üzerindeki genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin diş protezleri,
e) Yukarıdaki bentler gereğince sağlanacak sağlık hizmetleriyle ilgili teşhis ve tedavileri için gerekli olabilecek kan ve kan ürünleri, aşı, ilaç, ortez, protez, tıbbî araç ve gereç, kişi kullanımına mahsus tıbbî cihaz, tıbbî sarf, iyileştirici nitelikteki tıbbî sarf malzemelerinin sağlanması, takılması, garanti süresi sonrası bakımı, onarılması ve yenilenmesi hizmetleri.
Birinci fıkranın (d) bendinin uygulanmasında; diş çekimi, dolgu, kanal tedavisi, diş eti hastalıklarının tedavisi, travmaya ve onkolojik tedaviye bağlı ağız ve diş hastalıklarının tedavisi ile travmaya ve onkolojik tedaviye bağlı protez uygulamaları ve ağız ve diş hastalıkları ile ilgili acil sağlık hizmetleri için yaş şartı aranmaz.
Hekimlerin ve diş hekimlerinin branşları, klinik ve laboratuvar bulguları, konulan teşhisler, sağlık hizmetlerinin sunulduğu basamak, kanıta dayalı tıp uygulamaları, maliyet-fayda, maliyet-etkililik ve benzeri ölçütler dikkate alınarak, Kurumca sağlanacak sağlık hizmetlerinin cinsleri, belirlenecek zaman aralığında kullanım miktarları ve kullanım süreleri Kurumca Sağlık Bakanlığının görüşü alınarak belirlenip Resmi Gazetede yayımlanacaktır.

Kurumca Sağlanmayacak Sağlık Hizmetleri:
1. İş kazası ve meslek hastalığı ile kaza veya hastalıklara bağlı olarak ortaya çıkan uzuv kayıplarının vücut bütünlüğünü sağlayacak şekilde tamamlanması dışında estetik amaçlı yapılan tıbbi işlemler,
2. Yardımcı üreme tekniklerine ilişkin tanı ve tedavi işlemleri, (Tüp bebek vb.)
3. Alternatif tıp uygulamaları kapsamındaki hizmetler kurumca sağlanmayacaktır.

SAĞLIK HİZMETLERİNDEN YARARLANMA ŞARTLARI
I- Prim Ödeme Zorunluluğu:
* 18 yaşın altında olan kişiler,
* Tıbben başkasının bakımına muhtaç olan kişiler,
* Kurumun belirleyip duyuracağı acil haller,
* İş kazası ve meslek hastalığı halleri,
* Bildirimi zorunlu bulaşıcı hastalıklar,
* Kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri,
* Analık sebebiyle ayakta veya yatarak; hekim veya ebe tarafından yapılacak muayene, hekimin göreceği lüzum üzerine teşhis için gereken klinik muayeneler, laboratuar tetkik ve tahlilleri ile diğer tanı yöntemleri, konulan teşhise dayalı olarak yapılacak tıbbi müdahale ve tedaviler, tedaviyle ilgili tıbbi danışmanlık, hasta takibi, rahim tahliyesi, tıbbi sterilizasyon ve acil sağlık hizmetleri hariç olmak üzere, genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sağlık hizmetlerinden ve diğer haklardan yaralanabilmeleri için:
1. Sigortalının sağlık hizmeti almak üzere sağlık hizmeti sunucusuna başvurulan tarihten önce, son bir yıl içinde, en az 90 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısı olması,
2. a) Köy ve mahalle muhtarları ile hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlar,
b) İsteğe bağlı sigortalılar,
c) Yerleşim yerleri Türkiye olmayan Türk vatandaşları ile oturma izni almış yabancı ülke vatandaşlarından zorunlu veya isteğe bağlı sigortalı sayılmayanlardan Türkiye’de bir yıldan fazla yerleşik olanlar,
d) Zorunlu sigortalılık kapsamında olmayıp genel sağlık sigortalısı sayılanların prim borcunun bulunmaması şarttır.   
Ayrıca; sağlık hizmet sunucusuna başvuru anında nüfus cüzdanı, sürücü belgesi, evlenme cüzdanı, pasaport veya Kurum tarafından resimli olarak verilen sağlık kartı belgelerinden birinin gösterilmesi zorunludur.
İş kazası, meslek hastalığı ve kurumun belirleyip duyuracağı acil haller dışında;
Sevk zincirine uymadan sözleşmeli sağlık hizmeti sunucusundan hizmet alan sigortalı veya bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sağlık harcamalarının ödenmesi gereken tutarının   % 70’i, faturalandırılmak kaydıyla, kurum tarafından ödenecektir.
Sevk zincirine uymadan sözleşmesiz sağlık hizmet sunucusunda hizmet almanın tercih edilmesi halinde, alınan hizmet faturalandırılmak ve sözleşmesiz sağlık hizmet sunucusunun şartlarının sözleşmeli sağlık hizmet sunucusunda aranan şartlara uygun olduğunun kurum tarafından kabul edilmesi şartıyla, ödenmesi gereken tutarın sözleşmeli sağlık hizmet sunucusundan hizmet alınması halinde ödenecek olan tutarının ( % 70’inin) % 70’i kurum tarafından ödenecektir.
Bu durumda:
– Herhangi bir nedenle kimlik veya kimlik yerine geçebilecek belgesi bulunmayan kişiler,
– 18 yaşından büyük olduğu halde herhangi bir nedenle primini kısmen ödeyememiş olanlar,
– İşsizlik ödeneğinden yararlanamayan ve asgari yaşam düzeyi olarak belirlenen (en çok asgari ücretin yarısı kadar ) gelir düzeyinin üstünde gelire sahip olan kişiler,
– Mevsimlik işçiler,
– Kısmi zamanlı çalışan işçiler,
– Sözleşmeli kamu emekçileri,
– yoksullar sağlık hizmeti alamayacaklardır.

II- Katılım Payı Ödeme Zorunluluğu:
Yukarıda belirtilen koşulları taşımak da, sağlık hizmetine ulaşmak için yeterli değildir. GSS Sistemi içinde yararlanılabilecek olan sağlık hizmetleri için, yukarıdaki koşullara ek olarak, katılım payı adı altında bir paranın hizmetin alınması sırasında ödenmesi gerekiyor.

Katılım payının oranı ve miktarları:
a) Ayaktan tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi için (her yıl Maliye Bakanlığınca belirlenen yeniden değerleme oranı kadar artırılmak üzere) 2 YTL.,
Gereksiz kullanımı caydırma, sağlık hizmetlerinin niteliği itibariyle hayati öneme sahip olup olmaması ve benzeri ölçütler dikkate alınarak:
b) Ayaktan tedavide sağlanan ilaçlar, ortez, protez, iyileştirme araç ve gereçleri için   % 10 ila % 20 arasında,
c) Ayaktan tedavide sağlanan diğer sağlık hizmetlerinde % 3 ila % 6 oranları arasında olmak üzere Kurum tarafından belirlenecektir.
Bu katılım payları, sevk zincirine uyulmadan doğrudan diğer sağlık hizmet sunucularına başvurma halinde, % 50 oranında artırılarak uygulanacaktır.
Sağlanan sağlık hizmetlerinin Kurum tarafından ödenecek bedellerini; hizmetin sunulduğu basamak, hizmetin maliyeti, devletin sağladığı sübvansiyonlar, kanıta dayalı tıp uygulamaları, teşhis ve tedavi maliyetini esas alan maliyet-etkililik ölçütleri ve genel sağlık sigortası bütçesi dikkate alınarak, her bir sağlık hizmeti için belirlemeye Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonu yetkilidir.
Sigortalının ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sağlık hizmeti sunucusuna  ödeyecekleri katılım payının toplam tutarı net asgari ücreti geçemez.

Katılım Payı Alınmayacaklar:
* İş kazası ve meslek hastalıkları,
* Kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri,
* Sağlık kurulu raporu ile belgelendirilmek şartı ile Kurumca belirlenen kronik hastalıklar,
* Kontrol muayeneleri için katılım payı alınmayacaktır.
Katılım payı alınmayacak sağlık hizmetlerini tek tek veya gruplandırarak tespite Kurum yetkilidir.
* Yeşil Kartlılar,
* Vatansızlar ve sığınmacılar,
* 65 yaşını doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz aylığından yararlananlar,
* Şeref aylığı alanlar,
* Vatani Hizmet Tertibinden aylık alanlar,
* Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun uyarınca aylık alanlar,
* Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu gereği korunma, bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinden ücretsiz yararlananlar,
* Görev malullüğü aylığı alan er, erbaş ve sivil görevliler ile bunların bakmakla yükümlü oldukları kişilerin ödedikleri katılım payları, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu hükümlerine göre, kendilerine geri ödenecektir.
GSS gereği sağlık hizmetlerinden yaralanmak için:
Asgari ve azami sınırlar arasında kalmak kaydıyla prime esas kazançlar üzerinden, % 12.5 oranında ( %5’i çalışan, % 7.5’i işveren payı olarak) GSS primi alınacaktır.
İsteğe bağlı sigortalıların GSS Primi, prime esas kazancın % 12’sidir.
Prime esas günlük kazancın alt sınırı asgari ücretin otuzda biri, üst sınırı ise alt sınırın 6.5 katıdır.
Görüldüğü gibi, Genel Sağlık Sigortası herkesin doğduğu andan itibaren sağlık sigortasına sahip olduğu anlamı taşımamaktadır.
Aksine yürürlükteki Anayasa uyarınca sosyal devlet kavramı içinde kamu hizmeti olarak sunulması gereken sağlık hizmetlerini özelleştiren, sağlık hizmetlerinden yararlanmayı her insan için temel hak olmaktan çıkararak, herkesin ödediği para kadar sağlık hizmeti alabilmesini sağlayacak bir sistem oluşturulmaktadır.
GSS sistemi ile GSS Primi adıyla halkın üzerine yeni bir tüketim vergisi yüklenmektedir.
GSS sisteminde Genel / Herkesi kapsayan bir sağlık sigortası yoktur.
Devlet yurttaşlardan bu kamu hizmetlerini yerine getirmek üzere vergi aldığına göre, GSS yerine, tüm bu hizmetlerin giderlerinin vergilerden karşılanması ve sağlık hizmetinin de parasız olarak verilmesi gerekir.

PRİMSİZ ÖDEMELER YASASI TASLAĞI
Primsiz Ödemeler Yasası, muhtaç yurttaşlara:
1. Aile ödeneği,
2. Yaşlı aylığı,
3. Özürlü aylığı,
4. Genel Sağlık Sigortası Primi,
5. Özürlü Çocuklar için Eğitim ve Rehabilitasyon Yardımı ödemeleri ile ilgili olarak hak sahiplerinin belirlenmesi, ödemelerin yapılma koşul ve yöntemlerini, bu yardımların süresini ve kesilmesini, bu işlemleri yapacak olan kurulların yetkilerini ve görevlerini düzenlemektedir.
Primsiz Ödemeler Yasası uyarınca yapılacak olan ödemeler için talep genel bütçeden ayrılan kaynağın üzerinde bir harcamayı gerektirirse, bu haktan yararlanacak olan kişiler veya aileler bütçe olanakları çerçevesinde ve muhtaçlık düzeyi esas alınarak belirlenecektir. (m.4/c)
Bu hükümden anlaşılacağı üzere, her muhtaç kişi veya aile bu yardımdan yararlanamayacaktır.

Primsiz Ödemelerden kimler ve hangi koşullarla yararlanabilecekler?
Aile ödeneğinden;
– Sokakta yaşayan ve fiziksel, cinsel istismara uğrayan, madde bağımlısı olan, fuhuş ve dilencilik gibi sosyal tehlikelere karşı savunmasız bırakılan çocukları olan muhtaç aileler,
– Yukarıda belirtilen çocuklara Kurumca bakmasına izin verilen aileler (koruyucu aileler) yararlandırılacaktır.
Yaşlı aylığından; 65 yaşını doldurmuş olup, Emeklilik Sigortaları Yasasına göre bir gelir veya aylık almamak, aylık ve gelir bağlanma hakkını kazanmamış olmak, nafaka bağlanmamış veya bağlanması mümkün olmamak, mahkeme kararıyla veya doğrudan doğruya kanunla bağlanmış herhangi bir devamlı geliri olmamak, muhtaç olmak şartlarını tümünü birden taşıyanlar yararlandırılacaktır.
Özürlü aylığından; 65 yaşını doldurmadığı halde, Emeklilik Sigortaları Yasası’na göre bir gelir veya aylık almamak, aylık ve gelir bağlanma hakkını kazanmamış olmak, nafaka bağlanmamış veya bağlanması mümkün olmamak, mahkeme kararıyla veya doğrudan doğruya kanunla bağlanmış herhangi bir devamlı geliri olmamak, muhtaç olmak şartlarını tümünü birden taşıyan vatandaşlardan çalışma gücünün 2/3’ünü yitirdiği kurumca yetkilendirilen sağlık kurulu raporu ile saptanan veya iş kazası veya meslek hastalığı sonucunda meslekte kazanma gücünün % 66’sını kaybettiği Kurum Sağlık Değerlendirme Kurulunca tespit edilen derecede özrü olan ve durumlarına uygun bir işe yerleştirilemeyen kişiler yararlandırılacaktır.
Sağlık yardımları için prim (GSS primi) ödemesinden;
– Kişisel yaşam düzeyi asgari ücretin 1/3’ünden az olan kişiler ile aile yaşam düzeyi muhtaç evli olan vatandaşlardan hak sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin her birinin kişisel yaşam düzeyi tutarının toplamının kişi sayısına bölünmesi sonucu oluşan tutarı asgari ücretin 1/3’ünden az olan kişiler,  
– Vatansızlar ve sığınmacılar ile bunların vatansız ve sığınmacı sayılan bakmakla yükümlü oldukları kişiler,
– Yaşlı ve özürlü aylığı alanlar ile bunların bakmakla yükümlü oldukları kişiler,
– Şeref aylığı alanlar ile bunların bakmakla yükümlü olduğu kişiler,
– Vatani Hizmet Tertibinden aylık alanlar ile bunların bakmakla yükümlü oldukları kişiler,
– Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun uyarınca aylık alanlar ve bunların bakmakla yükümlü oldukları kişiler,
– Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu hükümlerine göre korunma, bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinden ücretsiz yararlananlar (Korunmaya muhtaç çocuklar) yararlandırılacaklardır.
Özürlü çocuklar için eğitim ve rehabilitasyon yardımlarından; zihinsel, bedensel, fonksiyonel veya ruhsal özrü bulunan ve ailesinin geliri asgari ücretin üç katının altında olan çocuklardan, yapılacak eğitim ve rehabilitasyon sonucunda sakatlık derecesinde azalma ihtimali olan ya da sakatlık derecesinin artmasına engel olması mümkün görülen çocuklar yararlandırılacaktır.
Kişisel yaşam düzeyi asgari ücretin 1/3’ünden az olan kişiler ile aile yaşam düzeyi muhtaç evli olan vatandaşlardan hak sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin her birinin kişisel yaşam düzeyi tutarının toplamının kişi sayısına bölünmesi sonucu oluşan tutarı asgari ücretin 1/3’ünden az olan kişilere yapılacak ödeme tutarını % 50’ye kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir. (m.8) 
Aile ödeneği bir çocuk için aile muhtaçlık düzeyi tutarında aylık olarak ödenir. Bakmakla yükümlü olunan ikinci çocuk varsa, ilk çocuk için ödenen tutarın yarısı ayrıca ödenir. Varsa diğer çocuklar için ödeme yapılmaz.
Yaşlı aylığı, kişisel muhtaçlık düzeyi tutarında aylık olarak ödenir. Yaşlı aylığı alan kişinin bakmakla yükümlü olduğu aynı koşullara sahip eşi varsa, kendisine bağlanan aylığın yarısı kadar da eşine aylık bağlanır. 
Özürlü aylığı kişisel muhtaçlık düzeyi tutarında aylık olarak ödenir. Bunlardan evli olanların aynı koşullara sahip bakmakla yükümlü olduğu eşine kendisine yapılan ödemenin yarısı kadar aylık bağlanır. Ailede eş dışında bakmakla yükümlü olunan özürlü kimse varsa, her bir kişi için ilk bağlanan aylık, % 25 artırılarak ödenir.
Sağlık yardımı olarak, Genel Sağlık Sigortası Yasası’nda belirtilen prim (Prime esas kazancın %12.5’i) kadar ödeme yapılır.
Özürlü çocuklar için eğitim ve rehabilitasyon yardımı olarak, en çok asgari ücret kadar ödeme yapılır.
Aile ödeneği, yaşlı aylığı ve özürlü aylığı hak sahiplerine ödenen tutar asgari ücretin yarısını geçemez.
Koruyucu ailelere yapılacak ödemelerde aile muhtaçlık düzeyi aranmaz. Bu ailelere ilk çocuk için asgari ücretin yarısı, ikinci çocuk için asgari ücretin % 25’i kadar ödeme yapılır.(m.10)
Yaşlı ve özürlü aylıkları en fazla bir yıl süre ile ödenir. Bir yılın sonunda yapılan değerlendirmede yararlanma koşullarını yitirmediği tespit edilenlere ödeme yapılmaya devam edilir. (m.12)
Asgari Yaşam Düzeyi, Asgari Yaşam Düzeyi Tespit Komisyonu tarafından asgari ücretin yarısını geçmemek üzere tespit edilir. Bu tespit, asgari ücretin uygulandığı süre için geçerlidir.
Kişisel yaşam düzeyleri asgari yaşam düzeyinin (En çok asgari ücretin yarısı) üzerinde olanlar ile yardımdan yararlanma koşullarına sahip olduğu halde kuruma başvurmayanlar, Genel Sağlık Sigortası Primlerini kendileri ödeyeceklerdir. (m.20)
Primsiz ödemeler için gereken şartları taşımadıkları halde, gerçek dışı bilgi veya belge vererek veya gerçeği gizleyerek kurum tarafından yersiz ödeme yapılmasına sebep olanlar hakkında, zararın tazmininin yanı sıra, asgari ücretin beş katı tutarında idari para cezası verilir. Ayrıca genel hükümlere göre ceza kovuşturması yapılır. (m.21)
Primsiz Ödemeler Yasası’nın yürürlüğe girmesi ile Yeşil Kart Yasası ve Muhtaç Aylığı bağlanmasına ilişkin yasa yürürlükten kalkacaktır. (m.26)
65 yaşını dolduran muhtaç ve güçsüz kişiler ile yeşil kart sahipleri, primsiz ödemelerden yararlanma hakkına sahip kabul edileceklerdir. Ancak yeşil kartlılar en geç bir yıl, muhtaçlık aylığı alanlar ise iki yıl içinde kuruma başvurarak, hak sahibi olup olmadıklarının değerlendirilmesini sağlamakla yükümlüdürler. (Geçici madde-1,2)
Primsiz ödemeler yasası uyarınca yapılacak aile ödeneği, yaşlılık aylığı ve özürlü aylığı ödemeleri, asgari ücretin yarısını geçmeyecek şekilde belirlenen asgari yaşam düzeyi ile hak sahibinin kişisel yaşam düzeyi arasındaki fark kadardır.
Örnek olarak, asgari ücretin yarısı 240 YTL. ve hak sahibinin kişisel yaşam düzeyi de (Para veya mal olarak her türlü geliri, taşınır ve taşınmaz malları ve hakları, taşınır ve taşınmaz mallarının faiz, temettü, kira ve diğer gelirlerinin toplamı dikkate alınarak yapılacak hesaplama ile tespit edilen miktar) 210 YTL. İse, kurum tarafından hak sahibine yapılacak olan ödeme, 240-210=30 YTL. olacaktır. 
Bu koşullarda primsiz ödemelerden yararlanmak oldukça zor olduğu gibi, yapılacak olan yardımlar da, gerçek anlamda asgari bir yaşam düzeyini sağlamaktan uzaktır. Bu düzenleme ile, devlet, var olan sosyal yardımlardan da kurtulmak istemektedir.

SON SÖZ
IMF; Stand-By anlaşmasının şartlarından biri olarak, Sosyal Güvenlik Reformu’nun yasalaştırılmasını istemektedir.
Adalet bakanı Cemil ÇİÇEK, Hükümet sözcüsü olarak açıklama yaparken sorulan bir soru üzerine, Sosyal Güvenlik Reformu’nu kısaca şöyle açıklayarak tanımladı:
“Ne kadar ekmek, o kadar köfte”.
Bu veciz anlatımdan da anlaşılacağı üzere, Sosyal Güvenlik Reformu’nu oluşturan tasarı taslaklarının yasalaşmasından sonra, sigortalıların;
– Sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için, ödemekte olduğu vergilere ek olarak prim ve katılım payı ödemesi,
– Emekli olabilmeleri için de, 9.000 gün malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası primi ödemeleri ve yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonra ilk defa sigortalı olanlar için, kadınlarda 58, erkeklerde 60 yaştan başlayarak, kademeli olarak artan yaşlarla, 2075 yılında kadın veya erkek 68 yaşını tamamlamış olmaları gerekecektir.
İşsizliğin oldukça yüksek olduğu, esnek (çağrı üzerine çalışma, kısmi zamanlı çalışma vb.) çalışmanın yaygınlaştığı, iş güvencesinin olmadığı ülkemiz koşullarında, bir işçinin veya kamu emekçisinin emeklilik hakkı kazanabilmesi için, en az 50-60 yıl çalışması gerekecektir.
İşçi sınıfının yüzyıllar süren mücadelesi ile elde ettiği bütün hakları (8 saatlik işgünü, parasız eğitim ve sağlık hakları, sosyal güvenlik hakkı vd.) tek tek geri alınmaktadır.
Daha fazla kar için hiçbir şeyi yapmaktan kaçınmayan emperyalist-kapitalist tekellere ve onların tüm kurumlarına karşı emeğin iktidarı için birleşik bir emek mücadelesini daha fazla geciktirmemeliyiz.

ABD’nin İran seçenekleri

İran seçimleri, Ortadoğu ülkelerinin ilişkileri ve bölgedeki gelişmeler bakımından olduğu kadar, ABD başta olmak üzere, emperyalist büyük güçlerin Ortadoğu ve Orta Asya’daki politikaları ve girişimleri bakımından da, dikkate alınması zorunlu bir biçimde sonuçlandı. Ahmedinecad’ın devlet başkanlığı, başka şeylerin yanı sıra, İran’a karşı suikastçı ve işgalci emeller besleyen ABD’nin izleyeceği politikalar bakımından olduğu kadar, İran’ın kendini savunması bakımından yeni bir gelişme özelliği göstermektedir. Kuşkusuz, ABD’nin İran politikası değişmemiştir ve Bush yönetimi, İran’ı tecrit etmek ve etkisiz kılmak, giderek denetimi altına almak için her yolu denemeye devam etmektedir.
ABD yönetimi, 11 Eylül 2001’in ardından vakit geçirmeden Afganistan’ı işgal altına aldıktan sonra, gözlerini Irak’a dikmişti. ABD Başkanı Bush, meşhur “şeytan ekseni” konuşmasında, “İran, Irak ve Kuzey Kore”yi hedef alıyor; bu ülkelerdeki “rejimler”in, gerekirse askeri saldırı yoluyla değiştirileceğini ilan ediyordu.
ABD ve müttefiki İngiltere, Afganistan işgalinden yaklaşık 1,5 yıl sonra, Mart 2003’te Irak’a saldırdılar. Amerikan ordusu ülkenin orta ve kuzey kesimlerinden “sorumlu” kılınırken, İngiliz işgal ordusuna güneydeki Basra kenti ve civarı verildi.
Irak işgali halen devam ediyor, ancak Amerikalıların beklediği gibi değil. Irak halkı, onbinlerce evladının ölümü pahasına, işgalciyi topraklarından kovmak için dişediş mücadele veriyor. Aradan geçen süre içinde, ABD’nin “özgürlük getiren” orduları 100 binden fazla Iraklıyı öldürdü. Ancak bu büyük kıyıma rağmen halka boyun eğdiremedi. İşgal karşıtı direniş, çeşitli zaaflara sahip olmakla birlikte, güçlenerek sürüyor ve Amerikalıları “kalelerin ardına” hapsediyor. İşgalcilerin de kabul ettiği üzere, bugün, Amerikan ordularına ve onlara bağlı Iraklı asker ve polislere günde 30’dan fazla silahlı saldırı düzenlenmektedir.
Bu şartlar altında, Amerikan yönetiminin “duraksayacağı” ve “Büyük Ortadoğu”ya yönelik planlarını uygulamaya başlamadan önce “Irak belasını bitirmeyi” tercih edeceği düşünülebilirdi. Nitekim, birçok yorumcu bu yönde tahliller yaptılar. Ancak Bush yönetimi ve onun çelik çekirdeğini oluşturan “neo-muhafazakâr” ekip, hiç de böyle düşünmüyordu. Diğer Ortadoğu ülkelerine yönelik resmi tehditler günaşırı devam ederken, Bush çizgisine yakın kalemşörler, “yeni hedefler”i işaret etmekten kaçınmadılar.
Washington Post yazarı Charles Krauthammer, bu yazarlar arasında en etkili olanlarından biri.
Krauthammer, 23 Temmuz 2004’te yazdıklarıyla, Amerikan emperyalizminin Irak ile “doymadığını” gözler önüne seriyordu: “11 Eylül raporunun verdiği derslerden biri, gerçek tehdidin İran olduğu yönünde. Bu ülkenin El Kaide ile ilişkisi vardı, 11 Eylül saldırganlarının topraklarından geçmesine izin verdi ve bugün de El Kaide liderlerine sığınak sağlıyor.” Krauthammer, sadece aylar önce, Irak’a yönelik temelsiz suçlamalarını İran için tekrarlamakla, Amerikan küstahlığının yeni bir örneğini veriyor burada. Devam ediyor: “İki yıl önce terörü destekleyen ve kitle imha silahı peşinde koşan 5 ülke vardı. Bush yönetimi Irak’a askeri yolla, Libya’yı ise baskı altına alarak elimine etti. Geriye İran, Kuzey Kore ve Suriye kaldı.
Suriye zayıf ve İsrail tarafından caydırılıyor. Kuzey Kore nükleer silah sahibi olarak dokunulmaz oldu. Geriye İran kalıyor.”
Neomuhafazakâr yazar, bununla birlikte, İran’ın “zor lokma” olduğunu kabul ederek, askeri işgali “şimdilik” gündem dışı tutuyor ve Bush’a iki “tavsiye” sunuyor: Ya İranlılar “devrim” yaparak rejimi yıkacak, ya da İran nükleer tesislerine hava saldırıları düzenlenecek. Krauthammer, her iki yolun da, İran’ın birkaç kilometre ötesinde konuşlanmış 146 bin ABD askeri ve devasa saldırı gücü sayesinde “kolaylaşacağını” öne sürerek, Irak işgalinin yarattığı avantajlara dikkat çekiyor.
İran, gerçekten de ABD için “zor lokma” ve bunun birden fazla sebebi var. Öncelikle Irak, on yıldan uzun süren BM ambargosu ve 1991 saldırısı ile zayıf düşürülmüştü. İran ise, sadece Amerikan ticari ambargosu altında. “Ciddi” bir ordusu, prestijli bir diplomasisi, köklü bir devlet geleneği, genç ve eğitimli bir nüfusu bulunuyor. Dahası; Avrupa Birliği, Rusya, Çin ve hatta Japonya ile giderek güçlenen askeri-ticari-ekonomik ilişkilere sahip.

İRAN’I SIKIŞTIRMA HAMLELERİ
Bu nedenlerden ötürü, Bush yönetimi yetkilileri ve neomuhafazakâr çevreler, bugüne dek “doğrudan askeri saldırı”yı açıkça gündeme getirmediler. Onun yerine, İran’ı çeşitli yollarla izole etme, zor duruma düşürme, 1979’dan bu yana Ortadoğu ve dünyada elde ettiği diplomatik/siyasi mevzilerden geri çekilmeye zorlama gibi yöntemler izlemeye başladılar. Son ayların bazı önemli gelişmelerine, İran cephesinden baktığımızda durumu anlamak kolaylaşacaktır.
1. Krauthammer’ın belirttiği gibi, Irak’ın işgal altına alınması, İran’a karşı önemli avantajlar sunmaktadır. İran sınırındaki Amerikan-İngiliz birlikleri; casusluk ve taciz faaliyetlerini kolaylıkla gerçekleştirmektedirler. İşgalin sunduğu başka bir fırsat ise, Şii İslam’ın “denetim altına alınması” olasılığıdır. “Dünya Şiilerinin lideri” olarak bilinen Iraklı Ayetullah Ali Sistani ve Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi (IİDYK) gibileri, bugün Amerikan işgaline açık veya örtülü bir destek verir konumdadır. Bu örgütler aracılığıyla Şiiliği “denetim altına” almak mümkün hale gelmekte, hatta kimi Amerikalıların işaret ettiği gibi “Kum’a karşı Necef” seçeneğini ortaya çıkarmaktadır. Bununla kastedilen, Şiiliğin bugüne dek “eğitim bölgesi” olan ve Humeyni’nin de doğduğu İran’ın Kum kentinin, dünya Şiiliği açısından sahip olduğu “hegemonik” pozisyondur. Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu Irak’taki Necef kenti, Kum’a “alternatif” yapılabilirse, Şiilik üzerindeki İran etkisi kırılabilecektir. Kısacası “Necef seçeneği”, İran rejiminin dayandığı İslami referansların altının oyulmasında etkili olabilecektir. Kuşkusuz, bu senaryonun işleyebilmesi için, Iraklı Şiilerin, Sistani gibi liderlerin “izinden çıkmaması” ve işgale boyun eğmeye devam etmesi gerekmektedir. Ancak Mukteda Sadr gibi Irak milliyetçisi Şii liderlerin, senaryoyu bozacak güce kavuşması da, ihtimal dahilinde bulunuyor. Sadr, “sokaktaki yoksul Şiilerin temsilcisi” olarak bilinen genç bir liderdir ve İran’a, ayetullahlar kadar kulak asmamaktadır. Bugüne dek Bağdat ve Necef civarında iki büyük silahlı isyana öncülük etmiş olan Mukteda Sadr’ın “yeni bir isyan” için güç toplamakta olduğuna işaret eden birçok belirti bulunuyor.
2. ABD güdümlü Bağdat hükümeti de, İran’a yönelik baskının artırılmasında önemli rol oynamakta. Bir önceki hükümette görev yapan Savunma Bakanı Hazım Şalan’ın neredeyse haftada bir kez İran’ı “Irak’ın içişlerine karışmak” ile suçlaması ve “savaş” naraları atması dikkat çekiciydi. Hakkında milyarlarca dolarlık yolsuzluk yaptığı suçlaması bulunan Şalan, bugün ortadan kaybolmuş bulunuyor. Ancak onun katı İran düşmanlığının, yeni hükümetteki “ana damarlardan” biri olduğu söylenebilir. Bağdat hükümeti, komşusu İran ile anlaşmalar imzaladı, görüşmelerde bulundu, ancak özellikle hükümet içindeki Amerikancı Sünni çevrelerin, “eski düşman” İran’a “şüpheyle” baktıkları görülüyor. Bu düşmanca tutumu körükleyen asıl unsur ise, Amerikan etkisidir. Daha temmuz ayı sonunda, Bağdat’ı ziyaret eden ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “İran ve Suriye’ye yumuşak davranmayın” tavsiyesinde bulunuyordu!
3. İran’a yönelik olası bir saldırının bölgeye kontrol dışı bir biçimde “taşmasını” önlemek için, Tahran hükümetinin bölgesel ittifaklarını bitirmek gereklidir. Suriye’yi Lübnan’dan çekilmeye zorlamak, bu açıdan oldukça önemli bir adım oldu. Böylelikle, İran’ın bölgedeki önemli bir müttefiki olan (bir süre önce iki ülke, Amerikan baskılarına karşı ortak tutum alacaklarını ilan etmişti) Suriye, İsrail-ABD tehditlerine karşı stratejik bir koruma kalkanı olan Lübnan’dan mahrum bırakıldı. Kuşkusuz, Suriye’nin Lübnan’daki kozları henüz sona ermemiştir; ancak geri çekilme, Lübnan’daki hassas dengeleri bozmuş ve bir “halklar mozayiği” olan bu ülkede yeni ve kanlı bir iç savaşın kapılarını aralamıştır.
4. ABD’nin Lübnan planının ikinci aşaması ise, doğrudan İran’ı hedef almaktadır: Hizbullah’ın silahsızlandırılması. Irak işgalinde ABD’ye karşı tutum alan Fransa’nın, Suriye’nin çekilmesiyle oluşan boşluğu “doğrudan” doldurmaya giriştiği görülüyor. Nitekim, Suriye ordusunun mevcudiyeti koşullarında siyasi hayattan tecrit edilmiş olan Michel Aun gibi falanjist savaş ağaları, Lübnan siyasetine yeniden dönmektedirler ve bu liderlerin Fransa ile yakın ilişkileri bulunmaktadır. Önümüzdeki dönemde, ABD ve Fransa arasındaki “Lübnan çekişmesi”nin şiddetleneceği söylenebilir. Ancak şu anda Fransa, ABD ile birlikte hareket etmekte, Suriye karşıtı baskı politikasına destek vermektedir. Hizbullah’ın silahsızlandırılması, eğer başarılabilirse, İran’ı, bölgedeki en önemli müttefiklerinden birinden yoksun bırakacaktır.
5. Filistin’de girilen “barış süreci” de, ABD ve İsrail’den gelen “Hamas-İslami Cihad” gibi örgütlerin silahsızlandırılması talebinin baskısı altındadır. İslami Cihad da, tıpkı Hizbullah gibi, İran’ın Filistin sorunundaki önemli kozlarından birisidir. Hamas esas olarak Suudi-Vahhabi destekli bir örgüttür ve Sünni bir nitelik taşımaktadır. İslami Cihad ise, Şii kesime hitap etmekte ve yüzünü İran’a dönmektedir. İsrail’in Gazze Şeridi’ni “kaosa terketme” planının hayata geçirilmekte olduğu bugünlerde, Filistin’de bir “iç savaş” olasılığı her zamankinden daha yüksektir. Hamas gibi örgütlerin, Filistin Yönetimi ile işbirliğini reddederek, Filistin Yönetimi’nin ise halktan kopuk bir “diplomasi siyaseti” izleyerek adeta çanak tuttukları böyle bir savaşın bir “Şii-Sünni çatışması” halini alması pekala mümkündür.
6. Afganistan işgali de, İran’ın Orta Asya politikasına önemli bir darbe vurmuştur. Şii Afganların (Hazaralar) İran ile olan geleneksel ilişkilerinin ABD tarafından koparılması, İran’ı kuzeyde önemli bir müttefikten yoksun bırakmış görünmektedir.
7. ABD, İran’ın doğusundaki Pakistan ile sıkı müttefiklik ilişkilerini sürdürmektedir. Nükleer silah sahibi olan Pakistan rejimi, Washington açısından İran’a karşı kullanılabilecek önemli bir müttefiktir. Geçtiğimiz aylarda, darbeci general Pervez Müşerref, İran’ı “nükleer silah sahibi olmaya çalışmak” ile suçlamıştır.
8. İran’ın 1000 kilometre kadar batısında bulunan İsrail, ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli kalesidir. Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlara sahip olan İsrail ordusu, İran’a karşı askeri saldırı seçeneğinin gündeme gelmesi halinde “ilk kullanılacak” ordudur. İsrail resmi doktrini de, İran’ı “bölgedeki en önemli tehdit” olarak nitelendirmektedir. Son aylarda ABD’nin İsrail’e uzun menzilli onlarca F-16 uçağı, 4500 lazer güdümlü “akıllı bomba” ve 500 adet sığınak delen, tahrip gücü yüksek bombalar satmış olması dikkatlerden kaçmamalıdır. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in geçen yıl verdiği bir demeç, İsrail’in nasıl kullanılabileceğine ışık tutuyor: “İsrailliler önceden harekete geçmeye (İran’ın vurulması kastediliyor) karar verebilirler. Bu durumda oluşacak diplomatik kargaşayı durdurmak da dünyanın geri kalanına düşer.”
9. Nihayet, ABD yönetimi, bölgenin iki önemli gücü olan Türkiye ve İran arasında yüzyıllardır devam eden barışçı ilişkiyi bozmak için elinden gelen çabayı harcamaktadır. ABD güdümlü Türkiye-İsrail işbirliği üzerinden, İsrail’in İran’a karşı casusluk faaliyeti yürütmesine göz yumulurken, AKP Hükümeti eliyle İran’a yönelik düşmanlık körüklenmektedir. Başbakan Tayyip Erdoğan, son Tel Aviv ve Washington ziyaretlerinde İran’ın nükleer enerji programını “sadece bölgeye değil bütün dünyaya yönelik bir tehdit” olarak nitelendirebilmiştir. ABD ve İsrail’in gözüne girmeyi amaçlayan bu adımların, önümüzdeki günlerde İran’ın sırtına yıkılacak yeni kanlı suikastlerle ilerleyip ilerlemeyeceğini zaman gösterecek. Kesin olan; AKP Hükümeti’nin, Genelkurmay’ın “şeriat fobisi”ni de arkasına alarak, İran’a karşı giderek daha düşmanca bir tutum izlediğidir. İran yönetimi ise, Ankara’dan gelen provokatif ve küstah demeçlere bugüne dek sert yanıt vermemiş, herşeye rağmen ilişkileri olabildiğince iyi bir noktada tutmak için çaba harcamıştır. Elbette, yukarıda özetlemeye çalıştığımız “kuşatılmışlık” göz önüne alındığında, böyle de yapmak zorundadır.

İRAN’IN YANITI
Böylesi bir baskı altında bulunan bir ülke, iki yolla kendisini savunabilir: “Kırılgan” bölgesel ittifaklara bel bağlamayarak, uzun vadeli ve “sağlam” uluslararası ittifaklardan oluşan bir diplomatik/siyasi kalkan oluşturmak ve “kendi caydırıcılığını” artırmak. İran, bugün her iki alanda da önemli adımlar atmaktadır.
Caydırıcılığı artırma konusunda atılan en önemli adım, kuşkusuz, nükleer enerji üretme faaliyetidir. Bugüne dek, bu faaliyetin “nükleer silah üretmeyi” hedef aldığına dair hiçbir delil yoktur. Aksine, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) gibi resmi kurumlar, İran’ın faaliyetlerinin sadece barışçıl nükleer enerji üretmeyi amaçladığına işaret eden birçok rapor yayınlamış bulunuyor. Ancak yukarıda özetlenen şartlar altında, İran’ın kendisini savunmak için nükleer silah üretmek istemesi kadar anlaşılır bir şey de yoktur. ABD, İsrail, Pakistan gibi devletlerin elinde dünyayı birkaç kez yok edecek kadar kitle imha silahı bulunurken, İran’ı “tehdit” olarak adlandırmak için epey “niyeti bozmuş” olmak gerekiyor. İran’ın “nükleer bir köşeye sıkıştırıldığını” saptayan Brian Cloughley, Tahran rejiminin girişimlerini “empati” yaparak şöyle gerekçelendiriyor:
“Varsayın ki, 70 milyon nüfuslu, ABD’nin beşte biri kadar bir ülkenin liderisiniz. Devasa petrol ve doğalgaz rezervleriniz var, ama bunun dışında yoksul bir ülkesiniz. Silahlı kuvvetleriniz antika tank ve uçaklarla dolu. Etrafınızdaki 10 ülkede, yüzbinlerce asker ve yüzlerce saldırı uçağının bulunduğu devasa askeri üsler bulunmakta. Bu askerlerin ait olduğu ülkenin lideri sizi ‘şeytan’ olarak nitelendiriyor. Sizinle ticaret yapan ülkeler, o lider tarafından cezalandırılıyor. Kıyılarınızda, o liderin yönettiği 20 devasa savaş gemisi dolanıyor. Bu gemilerin her birinde 10 ila 30 nükleer bomba ve onlarca saldırı uçağı bulunuyor. Aynı güce ait diğer gemiler ve 3 adet denizaltı da sizin bölgenizde, her an üzerinize yüzlerce seyir füzesi yağdırabilecek biçimde bekliyor. Dahası o güç, binlerce kilometre uzaklıktan üzerinize onlarca stratejik nükleer bombardıman uçağı gönderebilir… Ülkenizin tamamı, insanoğlunun gördüğü en gelişmiş elektronik casusluk operasyonuna maruz kalıyor… Sizi tehdit eden ülkenin elinde 7088 nükleer silah var ve bunlardan bir kısmı, sizin kentlerinize yönelmiş. O ülkenin bir de paralı müttefiki var, bölgenizdeki bu müttefik de nükleer bir güç ve size saldırmak için can atıyor… Amansız düşmanınız, size karşı elinden gelen herşeyi yapacağını ilan etmiş. Ne yapardınız?” (28 Mayıs 2005, counterpunch)
İran da, bu şartlar altında “makul” olanı yapıyor ve nükleer enerji faaliyetlerine devam ediyor. Bu süreçte Rusya ile işbirliği yapan İran, Avrupa Birliği ile de ilişkilerini koparmamak için azami gayret sarfederek, faaliyetlerinin tamamen barışçıl olduğunu kanıtlamak üzere, nükleer tesislerini uluslararası denetime açıyor. İran aynı zamanda, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın (NPT) taraflarından biri.
Medyaya yansımayan ise, İran’ın, bölgesel barış için sunduğu önerilerin ABD tarafından reddedilmesidir. Tahran hükümeti, 2003 yılından bu yana, defalarca, bütün Ortadoğu’nun “nükleer silahlardan arındırılmış bölge” ilan edilmesi için çağrılarda bulundu. Bu çağrıyla kastedilen, bütün bölge ülkelerinin nükleer silahlarını imha etmesi ve enerji programlarını uluslararası denetime açmasıydı. Teklife Suriye, Ürdün ve Mısır gibi birçok ülke destek verdi. Ancak işin ucunun İsrail’e dayanacağının farkında olan ABD, bu çağrıları reddetti. Böylelikle “kitle imha silahı tehdidi”nin ABD çıkarlarına göre belirlendiği, bir kez daha açıklık kazandı.
İsrail’in ise, NPT anlaşmasını imzalamayı ve tesislerini uluslararası denetime açmayı reddeden ülkelerin başında geldiğini hatırlatalım. Ortadoğu barışına yönelik en büyük tehdidi teşkil eden bu ülkenin dışişleri bakanı Silvan Şalom, 23 Eylül 2004’te BM Genel Kurulu’nda şöyle buyuruyordu: “Uluslararası topluluk, İran’ın, Londra, Paris, Berlin ve Güney Rusya’ya ulaşabilecek füzeleriyle, sadece İsrail’in güvenliğine değil, bütün dünyanın güvenlik ve istikrarına tehdit oluşturduğunun farkındadır. İran, dünyanın bir numaralı terör, nefret ve istikrarsızlık ihracatçısı olarak Saddam Hüseyin’in yerini almıştır!”
“Londra, Paris, Berlin ve Rusya”nın, bu naralar karşısında pek etkilendiği ise söylenemez. AB üçlüsü olarak nitelendirilen Almanya, İngiltere ve Fransa, iki yıldan uzun bir süredir İran ile müzakere halinde bulunuyor. Bu ülkeler, ABD’nin bütün itirazlarına rağmen, İran ile ilişkileri koparmayı, onu izole etmeyi reddediyorlar. Hatta zaman zaman, İran’ın “barışçıl nükleer enerji üretmeye hakkı olduğu” yolunda demeçler yayınlıyorlar. Üç ülkenin de, İran’da önemli ekonomik çıkarları olduğu hatırlatılmalı: İran hükümetinin özelleştirme ve yabancı sermaye çekme yönündeki hamleleri en çok bu üçlüyü memnun ediyor ve İran’ın verimli enerji kaynakları, üç başkentin de iştahını kabartıyor. Bu arada, ABD’nin ambargo politikası, Amerikan şirketlerinin İran’a yatırım yapmasını engelliyor ve Irak’ta, işgal öncesinde yaşanan tablonun bir benzeri ortaya çıkıyor. ABD, Irak’ta bu düğümü bir kılıç darbesiyle çözmeyi tercih etmiş ve Irak’ı işgal altına alırken, rakiplerinin Irak enerji kaynaklarından faydalanmasının da önünü kesmişti. “Niyet” aynı olmakla birlikte, bu senaryonun İran için uygulanabilirliği oldukça şüpheli görünmektedir.
Ancak Avrupa Üçlüsü’nün İran ile işbirliği politikası, düz bir çizgi halinde ilerlemiyor. Çeşitli vesile ve gerekçelerle, üç başkentten de zaman zaman İran’a karşı sert çıkışlar duymak mümkün. Zaten sancılar içinde olan Avrupa Birliği’nin, ABD baskısına dayanıp dayanamayacağını zaman gösterecek. Fakat “büyük rakip”in Irak işgalini engelleyememiş olan AB’nin, bir de İran’a yönelik olası saldırıya seyirci kalması, bu birliğin şimdiki haliyle devamını ciddi bir biçimde tartışma konusu yapacaktır. Öyleyse Atlantik’in iki yakasında İran üzerinde süren mücadele, aynı zamanda Avrupa’nın kaderini de belirleyebilecek önemdedir.

ÇİN-İRAN-RUSYA ÜÇGENİ
İran’ın, kendini korumak için sadece sallantılı AB’ye bel bağlaması, saflık olurdu. Nitekim bugün, on yıl önce “mümkün olmayacak” ittifakların kurulmakta olduğunu görüyoruz. Jephraim P. Gundzik, gelişmeleri ABD baskısına bağlıyor: “Bush yönetiminin tek taraflı dış politikasının askeri bir biçimde uygulanması, dünyadaki jeostratejik ittifaklarda inanılmaz değişimler yaratıyor. Bu değişimlerden en önemlisi; Çin, İran ve Rusya üçgeninin kurulmasıdır.” (Asia Times, 4 Haziran 2005)
Mart 2004’te, Çin devlet şirketi ZZC, İran’dan 110 milyon ton sıvı doğalgaz ihraç etmek üzere 25 yıllık bir anlaşmaya imza attı. Ekim 2005’te ise, bir başka Çin devlet şirketi olan Sinopec ile İran arasında 100 milyar dolarlık dev bir anlaşma daha imzalandı. Bu anlaşma ile, İran’daki Yadavaran sahasından, 25 yıl boyunca 250 milyon ton sıvı doğalgaz ihraç edilecek. Çin ayrıca, aynı sahadan yine 25 yıl boyunca günde 150 bin varil ham petrol alacak. Bu anlaşmalar en büyükleri olmakla birlikte, Çin-İran enerji işbirliğinin çok daha kapsamlı bir hale geldiğini söylemek doğru olacaktır. İran enerji sektörüne yönelik toplam Çin yatırımları, önümüzdeki 25 yıl içinde 100 milyar doları bulabilir. Enerjiye aç olan Çin, böylece ABD’nin İran ambargosunu delmekte ve Washington ile ilişkilerini bozmayı göze almaktadır.
Çin, Rusya ile birlikte, 1980’lerden beri İran’a gelişmiş füze ve füze teknolojisi satıyor. Satılan silahlar arasında, Silkworm gibi anti-gemi füzelerinin yanı sıra karadan karaya seyir füzeleri bulunmakta, ayrıca Rusya ile birlikte, İran’ın uzun menzilli balistik füze geliştirmesine katkıda bulunulmaktadır. Bu katkılar sayesinde İran, 2000 kilometre menzile kadar çıkabilen Şahab-3 ve Şahab-4 füzelerini geliştirmiştir. 3000 ve 5000 kilometre menzile ulaşabilen yeni nesil Şahab’ların üretilmekte olduğu da belirtiliyor.
Tıpkı Çin gibi, Rusya’nın da, İran ile ilişkileri son 2 yıl içinde olağanüstü bir gelişme gösterdi. Rus şirketlerinin İran’daki büyük yatırımlarının yanı sıra, İran ordusuna da milyarlarca dolarlık gelişmiş silah satışı gerçekleştirildi.
Rusya’yı Çin’den ayıran ise, İran’ın nükleer enerji girişimlerine verilen katkıdır. İki ülke, geçtiğimiz Şubat ayında bir anlaşma imzaladı ve böylece, Buşehr enerji santraline Rus nükleer yakıtı sevkıyatı mümkün hale geldi.
İran hükümeti, daha da ileri giderek, 20 nükleer enerji reaktörü daha inşa etmeyi planladıklarını açıkladı. Rusya’nın bu projelerdeki aktif rolü yadsınamaz. Ancak İran, reaktör ihalelerine Avrupalıların da katılmasını teşvik ederek, ABD baskılarına karşı “ekonomik bir havuç” daha sunmakta ve ABD/Avrupa ilişkilerini bozmak istemektedir.
İran, Rusya ve Çin, her alanda gelişen bu ittifaklarında, siyasi olarak da benzer tutumlar alıyorlar. Bu tutumlar, uluslararası politikada “tabu” olmadığının da bir nevi ilanı gibidir. Örneğin Müslüman İran ve Çin, Rusya’nın Çeçenya’daki şeriatçı-ayrılıkçılara karşı savaşına tam destek vermektedirler. Yine Rusya ve İran, Pekin’in Tayvan politikasına destek vererek, Tayvan’ı Çin’in bir parçası olarak gördüklerini açıklamaktadırlar.
Doğal olarak Rusya ve Çin, BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto haklarını İran lehine kullanacaklarını beyan etmişlerdir. Bu da, ABD’nin İran’a yönelik bir saldırı düzenleme veya İran’ı uluslararası ambargo altına alma çabalarının, BM’den asla onay alamayacağı anlamına gelmektedir. İki “yükselen güç”, ABD’yi, bir kez daha “BM dışı” çözümler aramaya itmekte, böylelikle dünyanın bu en büyük gücünü uluslararası diplomasiden yalıtmaya girişmektedirler.
Oluşmakta olan Çin-Rusya-İran ekseni, ABD’nin Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’daki hükmünü de tehdit etmektedir. Nitekim İran, bu iki emperyalistin liderlik ettiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) gözlemci üye olarak girmiş, böylelikle “Büyük Ortadoğu”daki en önemli hamlelerden biri gerçekleşmiştir. ŞİÖ, son toplantısında, ABD’nin Orta Asya’daki askeri varlığına bir son vermesini resmen isteyerek, kısa tarihinin belki de en önemli kararını almıştır.
“İran sorunu”, hem emperyalistler arası ilişkileri, hem Ortadoğu ve hem Asya’daki güç dengelerini temelden sarsacak niteliktedir. ABD’li neomuhafazakârların “sorun”u görmezden gelmesi, İran ile rakip emperyalistler arasındaki ilişkilerin “stratejik” nitelik kazanmasıyla sonuçlanabilecek, hatta Avrupa Birliği’nin ABD’den uzaklaşmasını hızlandırabilecektir. Bu arada, Irak işgaliyle elde edilmek istenen, “rakiplerin enerji kaynaklarına ulaşmasını engelleme” hedefi, büyük bir darbe alacaktır.
Ama diğer yandan,İsrail’i kullanarak veya doğrudan ABD ordularıyla İran’a saldırıya girişilmesi, ABD’ye yönelik dünya çapındaki nefreti katlayacak, Birleşmiş Milletler’in dağılma sürecini hızlandıracak ve ABD karşıtı bloklaşmayı hızlandıran bir etki yapacaktır.
İki hamlenin de Washington açısından “felaketle sonuçlanabileceği” böylesi bir satranç tahtasında, ABD’nin, İran’a karşı bölgedeki uşak rejimleri kullanarak, “elini kirletmemesi”, üçüncü bir seçenek olarak ortaya çıkıyor. Bu seçenek üzerinde yoğunlaştığımızda, bir bölge gücü olan İran’a karşı, bir diğer bölge gücü olan Türkiye’nin kullanılması olasılığı güçlenmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfı ve emekçiler, İranlı kardeşlerine karşı geliştirilen provokasyonlara karşı uyanık olmak, AKP Hükümeti veya Genelkurmay eliyle veya “laiklik-şeriat” gibi gerekçelerle halkların birbirlerine kışkırtılmasına karşı durmak zorundadırlar.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑