Emeğin Partisi 4.kongresine giderken

İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür!

Parti örgütlerimiz, ilçe ve il kongrelerinden sonra, 27 kasımda yapılacak merkez kongresine hazırlanıyor. Parti kongrelerimiz, politik gelişmelere bağlı olarak, günün görevlerini saptama, bu doğrultuda işçi ve emekçi yığınlar içinde sürdürülecek çalışma ile parti örgütlerinin güçlenmesi, çalışmaların sorunlarını ele alma, kadro ve organlar yenilenerek ileriye atılma imkanlarını sunmaktadır. 4. Kongre’ye giderken, içinde bulunduğumuz dönemde emekçilere söyleyecek çokça sözümüzün olduğu; işsizlik, yoksulluk ve baskılar altında bunalmış ve arayış içinde olan yığınların arasında işçilerin politikasını sergilemenin, birleşmelerine ve örgütlenmelerine yardımcı olmanın koşullarının çok daha gelişkin olduğu görülmektedir. Önümüzdeki bu süreç, aynı zamanda, parti konferanslarında ilan edilmiş ve parti örgütlerinin görev olarak benimsediği yeniden inşa hamlesinin, parti çalışmasında belirgin bir değişim ve sonuçlar yaratacak şekilde hayata geçirilmesini de kapsayacaktır.

*
Dünyadaki gelişmeler güvensiz ve tehlikeli bir geleceğin unsurlarına işaret etmekte, Türkiye’nin bağımlı, işbirlikçi kapitalist yönetimi ise bu durumu ülkemiz emekçileri açısından daha derinden hissedilir ve sarsıcı bir hale sokmaktadır. Gelişmeleri değerlendirdiğimizde, bu kaygı verici gidişatı görmemiz kolaylaşacaktır.

1. Üçüncü Kongremizi gerçekleştirdiğimiz günlerde 1 Mart tezkeresi reddedilmişken, kısa bir süre sonra, önceden Afganistan’ı işgal etmiş olan ABD’nin Irak işgali gerçekleşti ve o günden bu yana, binlerce Iraklının ölümüyle sonuçlanan işgal karşısında direniş halen sürmektedir. Bu, hiç şüphesiz saldırgan Bush yönetimi ve arkasındaki güçlerin ilan ettiği “güvenlik ve tehlikeyi önleme” doktrininin, yani ülkeleri işgal etme ve mazlum halkları öldürme hakkını kendinde görmenin ilk uygulamalarıydı, dolayısıyla başlangıç aşamasıydı. Ve peşi sıra devamı gelecekti. Nitekim emperyalist kapitalist sistemin çelişkileri, rekabet ve pazar arayışı, enerji ve alan hakimiyetleri yaratma kavgası Orta Doğu ve Orta Asya üzerinde yürütülüyor ve projenin adı “Genişletilmiş Ortadoğu”, amacı “Medeniyet ve Demokrasiyi taşıma” olarak gösteriliyordu. Senaryolar peşi sıra işleme konuyor, propaganda mekanizmaları çalışıyor, halklar birbirine karşı kışkırtılıyor ve yeni hedef ülkelerin isimleri rahatlıkla telaffuz edilebiliyor. Bu, şüphesiz dünyadaki dengeler açısından yeni bir durum ve ABD’nin başını çektiği bu bloğun emperyalist savaş ve saldırganlığı dünya halklarının tepkisini doğursa da, henüz geriletilebilmiş değil.
Ülkemiz açısından ise tehlikeli olan yön, gelişmelerin Türkiye’nin bu savaş ve batak ortamına çekilmek istendiğini göstermesi, ılımlı İslam modeli uygulamasıyla Türkiye’nin bir ön cephe olarak değerlendirmeye çalışılmasıdır. Bir Amerikan misyoneri gibi hareket eden Başbakan ve hükümeti, “dünyadaki gidişatın gerektirdiği demokrasiden ve gelişmeden yana” (!) olmak adına, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”ni benimsediklerini ve görev almaya hazır olduklarını açıklamış bulunuyor. Hem de halkın açık muhalefetine, yaygın Amerikan aleyhtarlığına rağmen, Türkiye’nin ancak bu şekilde örnek ve gelişkin bir ülke olacağını iddia ederek, bu işbirliğini sergiliyorlar. Bu arada, AKP hükümetiyle birçok konuda iktidar savaşları içinde olan Silahlı Kuvvetler ve Genelkurmay’ın –ortada stratejik ortak ABD ve ihtiyaçları olduğu için– bu konuda, tam bir uyum içinde olmasa da, bir itirazlarının olmadığı görülmektedir.
2. Yıllardır çözümsüz bırakılmış ve çokça kayıplara yol açmış Kürt sorunu yeniden alevlenmiş ve çatışmalı bir sürece girilmiş, bu haliyle, bilinçli bir şekilde toplumda yeni bir kutuplaşmanın unsuru yapılmaya çalışılmaktadır. Kürt halkının taleplerine “terörle mücadele” konseptiyle yanıt veren egemen çevrelerin son dönem politikası, bir yandan askeri mücadelenin yetmeyeceği ve sivil halk desteğinin gerekeceği, diğer yandan bu mücadeleyi yürütenlerin yetkilerinin sınırlandığı şeklinde olmuş, bu düşünceler Genelkurmay çevrelerinden ifade edilmiştir. Bu “çağrıya” yanıt vermekte gecikilmemiş; bir yanda elde bayrak, bindirilmiş ve kışkırtılmış kıtalar halinde linç gösterileri yapan “özde vatandaşlar”, diğer yanda hükümet olarak “Terörle Mücadele Yasası”nda yeni düzenlemeler hazırlığı ve yıllardır toplanmayan kurullar toplanarak “vaziyet” alınmıştır. Kürt sorunu, bir kez daha, ancak bu kez çok daha çok yönlü ve belirleyici bir işlevle, uluslararası ilişkilerden iç politikaya her kesimin kendisine malzeme yaptığı bir konu olmuştur. Silahlı Kuvvetler çatışma ve askeri stratejiler içinde şehit cenazelerini değerlendirirken, Hükümet’in başı aydınların karşısında “Kürt sorunu”ndan bahsedip, daha sonra “Kürt vatandaşların bir takım ihtiyaçları” olduğu söylemine dönmüş, giderek Amerika’dan PKK’nın imhasını isteme noktasına gelmiş; Amerika ise, bir yandan diplomasi yürütürken, diğer yandan bölgede yaşayan tüm Kürtler için hamiliğe soyunma gibi tehlikeli bir pozisyon edinmiştir.
Bütün bu çözümsüzlük politikaları bir yana, daha ciddi bir gelişme olarak, izlenen bu politikalar neticesinde, ülkemizde şimdiye değin olmadığı kadar Kürt düşmanlığı geliştirilmiş; Türkçü ve milliyetçi söylem ve eylemlerin önü açılarak, gerçek bir bölücülük sahneye konmuştur. Yıllardır birlikte ve ortak yaşamı paylaşan Türk ve Kürt halkının bu olumlu hasleti dinamitlenerek, Kürtlerde ayrılma duygusunu kışkırtacak bilinçli bir pratik sergilenmektedir. Sonuç olarak, bu tehlikeli oyun ve senaryoların ülkeyi emperyalist dayatmalara ve kuşatmaya çok daha hazır hale getireceği bilinemez değildir ve bir takım “ulusal” kisveli ittifakların, emperyalizm karşıtlığı adına, Kürt düşmanlığı güden bölücü pozisyona geçmeleri söz konusudur. Açıkça bağımsızlık ve ulusal değerler milliyetçi şoven çevrelerin elinde bir koz olarak kullanılmakta ya da iyimser bir ifadeyle emperyalist politikalara tepki duyarak –özelleştirmeler, satışlar, yağma vb. karşısında– bu hassasiyeti gösteren emekçiler kötü bir yönde manüple edilmektedir.
Dolayısıyla işçi ve emekçilerin birliğini sağlamak; onları, Kürt sorununda gerçek çözüm yolu olan kardeşçe, eşit haklar temelinde, gönüllü birliği esas alan demokratik halkçı çözüme kazanmak bugün çok daha acil ve vazgeçilmez bir görev olarak önümüzdedir.
3. Hükümet, kapitalist sistemin, yerli ve yabancı tekellerin ihtiyaçları, IMF’nin istekleri doğrultusunda bir program izlemeye devam etmektedir. 2008’e kadar devam edecek stand-by imzalanmış, bu doğrultuda son olarak 2006 bütçesi hazırlanmış, özelleştirmelerde yeni satışlar gerçekleştirilmiş, İş Yasası’ndan sonra SSK’nın tasfiyesi için adımlar atılmış ve sosyal güvenliğin tasfiyesi yolunda yeniden yapılandırma hazırlıkları sürdürülmektedir. Özel emeklilik ve sigortalama sistemi uygulamalarının önü açılmış, sağlıktan sonra eğitimde de özel sektörün teşviki için vatandaşa kredi verme planlarıyla toplumsal taban oluşturulmaya çalışılmaktadır. İşçi ve emekçi düşmanı politikalarda daha keskin bir hat izlenerek, asgari ücretin gereksizliği bile tartıştırılmaya başlanmıştır. Sinsi bir politikayla masum bir gerekçe öne sürülmektedir: “İşsizliği önleme”. Gerçekte, zaten yaşanmakta olan sigortasız, asgari ücretin altında çalışma, yasal bir düzenlemeye kavuşturulmak istenmektedir. Sırada kamu emekçilerinin tasfiyesi vardır ve iş güvencesini ortadan kaldıracak “devlet personel rejimi” hazırlıkları yapılmış, yasa tasarısı Meclis’te beklemektedir. Sendikal mevzuatta değişiklik sırada beklemektedir ve uyum programları denilen bu düzenlemeler, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenme hakkını geliştirici ya da koruyucu değil, aksine güdükleştiren ve zorlaştıran bir içerik taşımaktadır. Bununla, fiilen arzu edilmeyen ve çoğunlukla engellenen sendikalaşma hakkı gaspları yasal bir kılıfa bürünecektir.
Ekonomiye ilişkin, gerçek yatırımlara dayanmayan, bu yönüyle işsizlik ve yoksulluğu önlemekten uzak “büyüme” balonlarının çabucak sönmesi ve emekçilerin haklı öfkesi, hükümet cephesinde yeni saldırgan atakları doğurmakta, serbest piyasacı mevzilerine daha çok sarılmaktadırlar. Ülkemiz, tarihinde görülmedik şekilde “ülkesini pazarlamakla görevli olduğunu” cesaretle ortaya koyan, bununla övünen bir Başbakanla idare edilmektedir.
4. Bu açmazlar ve “yoksulların oyuyla zenginlere hizmet” gibi halka yabancılık içersindeki AKP hükümetinin önceki örneklerinden farklı olan bir yönü, bir “kurtuluş projesi” olarak sunulan Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yeni mesafeler almış olmasıdır. Hiç şüphesiz AB programıyla AKP, üzerindeki siyasal İslam yaftasını atmasına yarayacak bir Batıya açılma projesinden yararlanmayı hedefleyerek, hem emperyalist güçlerin arzuladığı ılımlı, demokrat İslam modelini sergileyerek hem de yerli yabancı kapitalist tekellerin yağma ve sömürü mekanizmalarına hizmetten geri kalmayarak, bu kesimlerce benimsenmeyi planlamaktadır. Bunda da başarılı olduğu pekala söylenebilir. Ancak bu başarının milyonlarca işçi ve emekçinin çıkarına aykırı olduğu, olacağı aşikardır. Bu müzakereler sürecinden çalışma hayatında iyileştirmeler bekleyen sendikal çevreler ya da demokratikleşme ve çözüm yolunda gelişmeler olacağına inanan –en azından bunu bir diplomasi aracı olarak kullanmayı hesap eden– Kürt siyasi çevreleri veya açılan bütçe ve gelecek yardımlarla iş ve açlık ihtiyacına yanıt bulacağını zanneden sade vatandaşların olduğu görülmektedir. Bu beklentileri kışkırtmak için yığınla liberal, Batıcı kalemşor, propagandacı, projeci ellerini ovuşturarak çalışmakta, hevesle görev ifa etmektedir. Ancak büyük gürültülerle başlayan bu “ucu açık” AB’ye katılma  projesinin, giderek vatandaşların gözünde pek kıymeti harbiyesi kalmamakta, bu yönde duygu ve fikirler de küçümsenmeyecek boyutta gelişmekte, bir ölçüde ulusalcı etkenler AB rüzgarını kırmaktadır. Çok açık ki, hayaller bir yere kadar vaziyeti idare etmekte, ancak halk, bugünü için gerçekleşebilir bir çözümü beklemekte, ivedilikle istemektedir. Boş sözler ve vaadlerin insanları doyurmadığı, ısıtmadığı, yoksunluklarına çare olmadığı ortadadır.
Elbette partimiz, egemen burjuva kapitalist iktidarın kendisine kan taşımak ve zaman kazanmak için kullanmak istediği bu katılım sürecinin, sadece izlenmesi ya da teşhir edilmesi değil, esas olarak talepler mücadelesiyle yanıtlanması için canlı bir çalışma içinde olunmasını zorunlu görmektedir.
5. Emperyalist yağma ve saldırganlık, kapitalist sömürü ve vahşet doğa tahribatını, çevre felaketlerini ve insan kayıplarını göz ardı edilemez bir boyuta vardırmıştır. Yine burada baş suçlu pozisyonunda ABD ve tekelleri yer almaktadır. Bilimsel veri ve araştırmalar, dünya ekonomisi ve üretimindeki payına oranla çok daha fazla kirletici bir rol oynayan unsur olarak onları işaret etmektedir. Ne yazık ki, ozon tabakasında gün be gün büyüyen delik tüm dünya insanlığını tehdit ettiği gibi, bugün en çok Amerikan halklarını vurmakta ve peş peşe gelen kasırgalar, seller elbette başta yoksullar olmak üzere, evsiz, işsiz emekçileri vurmakta, ayırımcı politikaların mağdurları zararın büyüğünü yaşamaktadır. Kapitalist sistemin bir sonucu olarak yaşanan çevre ve doğa tahribatları karşısında daha güçlü bir mücadele içine girmek, özellikle ülkemizde işbirlikçilerin sağladığı imtiyazlarla maden arama ya da santraller kurma niyeti içinde olan tekellere karşı halk hareketinin oluşturulması, desteklenmesi, emperyalizm ve kapitalizm karşıtı bir yurtseverlik ve çevre bilincinin geliştirilmesi, önceki yıllara oranla çok daha güncelleşmiş devrimci bir görev haline gelmiştir.
6. “Güvenlik ve terörle mücadele” gerekçelerine sığınarak yayılma stratejisi izleyen Bush ve Yeni Muhafazakar çetesiyle onların ardından yürüyen diğer emperyalistler, aynı zamanda bu düşüncelerin etkisinin artması ve genel kabul görmesi için, bir anlamıyla Ortaçağ değerleri diyeceğimiz bir felsefi anlayışa yaslanmakta, gerçek ve akıl dışılığı, mistizmi rehber edinmektedir. “Hıristiyanlığın ulvi değerleri”, “Medeniyetler Savaşı” kavramları bu saldırganlığın sembolleri olarak kullanılabilmekte, toplumlara buralardan kaynaklanan mesajlar verilmesinde bir sakınca görülmemekte, aksine alkışlanmaktadır. Kendi dışındaki bu gelişmelerden güç alan AKP yönetimi, kaynaklarında mevcut olan dinci şeriatçı özlem ve özellikleri su yüzüne çıkartmakta, Milli Eğitim tedrisatından TÜBİTAK kurumuna, birçok alana el atarak, bir yandan kadrolaşmaya yönelerek, değer yandan bilim dünyasıyla açıktan çatışmalara girerek, kendi gerici toplum projelerine mekanizmalar ve meşruiyet aramaktadır. Bu açıdan son örneklerden biri sayılabilecek olan, laik Kemalist çevrelerin oluşturduğu YÖK kurumuyla girmiş olduğu iktidar savaşı, Van Yüzüncü yıl Üniversitesi Rektörü’nün suçlanması ve tutuklanması üzerinden verilmektedir. Bir tarafta bilimi ve bilim kurumlarını hedefe koymuş bir hükümet, diğer yanda demokrasi ve özerklikle bağdaşmayacak bir 12 Eylül kurumu olarak YÖK. Şüphesiz AKP, YÖK ile çatışmaya girerken, özellikle gençliğin, aydınların, YÖK’ün baskıcı yönlerinden hoşnutsuz kesimlerin desteğini sağlamayı hedeflemekle yine sinsi bir politika izlemektedir. Ancak AKP’nin tehlikeli ve gerici emelleri karşısında, bilime savaş açan zihniyetin mahkum edilmesi için en geniş güç birliğinin oluşturulması; eğitimin gerici esaslarla dönüştürülmesi karşısında, öncelikle buna karşı çıkılarak baskıcı kurumların da kaldırılmasının ortamlarının hazırlanacağının bilinciyle hareket etmek gerekmektedir.

*
Görüleceği gibi, bütün bu gelişmeler, işçi ve emekçilerin, geleceklerinin karartılmasını önlemek için çok yönlü bir mücadele içinde olmalarını zorunlu kılıyor.

*
Parti örgütlerimiz, Üçüncü Kongre’den bugüne, kongrenin de önümüze görev olarak koyduğu emperyalist saldırganlık karşısında halk güçlerini birleştirme çağrısına uygun çalışmalar içinde oldu. Savaşa ve işgale karşı gösteriler, NATO zirvesini protesto ve karşı konferans örgütlenmesi, Filistin’le dayanışma içinde olmak, Kürt sorununun çözümünde Newrozları barış ve kardeşliğin bayramı olarak değerlendirmek, aydınların Demokratik Türkiye çalışmasını ve imza kampanyalarını bu sorun çerçevesinde ele almak, özelleştirmelere direnen SEKA, TEKEL, Telekom, Petrol ve Metal işçilerinin yanında olmak, direnişlerini desteklemek ve yaymak için uğraşmak, işçilerin sendikalaşma, ücret ve hak kavgalarında kazanmaları için, kamu emekçilerinin her türlü saldırılar karşısında eylem ve etkinliklerinin güçlü olması için çalışmak, siyanürcülere direnen köylülerin destekçisi ve sesi olmak, “Kentsel Dönüşüm” denilerek barınma hakkı gasp edilen kent emekçilerinin mücadelesinde yer almak, depremzedelerin yaralarını sarmak ve taleplerinin takipçisi olmak, iş cinayetlerinin, işkencelerin, yargısız infazların, düşünce özgürlüğüne saldırıların karşısında hesap sorucu olmak, gençliğin geleceğinin karartılmasına, emperyalizme ve faşizme karşı barışın ve kardeşliğin savunucuları olarak eylemleri ve buluşmalarını desteklemek, yerel seçimleri işçi ve emekçilerin saldırılar karşısında güç birliğinin bir vesilesi olarak değerlendirmek, partimizin taktik platformunun ve güncel görevlerinin bir parçası oldu.
Şüphesiz bu yaptıklarımız, yapacaklarımız ve yapmamız gerekenlerin yanında çok küçük kalmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin tekelci ve gerici saldırılar karşısında; sömürü, baskı ve yoksulluğa karşı, emek ve kardeşlik temelinde birliğinin ve dayanışmasının sağlanması görevi, en temel görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu görevi başaracak güç, işçi sınıfı ve partisindedir. Uluslararası ve ulusal ölçekte saldırıların hedefinde işçi sınıfı vardır. Kapitalist sistem, sosyalizmi unutturmak, sınıfın kazanımlarını elinden almak, toplumsal bir sistem olarak yeniden örgütlenmesini engelleyebilmek için var gücüyle uğraşmaktadır. Saldırılar, ideolojik, politik, sosyal, kültürel birçok yönüyle sürmektedir. Yaşanan yenilgiler, mevzi kayıpları, güç ve moral bozukluklarına yol açabilmektedir. Bağımsızlık ve demokrasinin, emekçilerin hak ve özgürlük mücadelesinin güvencesi, işçi sınıfının bu kavgada birliğini, dirliğini, moral mukavemetini sağlayacak ve koruyacak olan onun partisidir. İşçi sınıfı, ancak devrimci kitle partisiyle doğru politikalar etrafında birleşir, ortaklaşır, dersler çıkarır ve yenilgilerden yeni kavgalara atılma yeteneği gösterir; tekellerin egemenliğini ve bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldıracak bir halk iktidarı yolunda kavgasını geliştirebilir. Bu nedenlerle, 4. Kongremizin şiarı olarak “İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” seçilmiştir. Bu şiar, partimizin varlığına ve mücadelesine methiye düzmek ya da sadece doğru bir saptamada bulunmak için değil, bunlardan çok, partimizin, içinde bulunduğumuz çok yönlü saldırılar karşısında görevlerinin önemine, bu görevleri yerine getirecek gücü, potansiyeli ve güveni taşıdığımıza, bütün bu zorlu süreci işçi sınıfının en dinamik ve ileri unsurlarıyla birlikte, onlardan öğrenerek ve yeni katılımlarıyla güçlenerek aşacağımıza olan inancımızı vurgulamak için  belirlenmiştir. Yenilgiler, hareketin içinden çıkmış sınıfa yabancılaşmış ve bozuşmuş unsurlar, direncini ve dirayetini kaybederek köşesine çekilmeyi tercih edenler, sınıfın birliğini ve birikimleri üzerinde yürümesini tehdit eden burjuva sol unsur ve alışkanlıklar, partimizin birliğini, adanmış militanlığını, Bolşevikleşme çabalarımızı, geleceğe dönük umutlarımızı asla sekteye uğratmayacaktır.

*
Görüldüğü gibi, Kongremizin içinde bulunduğu süreç ve önümüzdeki günler, uluslararası işçi mücadelesi, ezilen halklar ve ülkemiz emek hareketi açısından önemli gelişmelere açıktır. Amerika’nın başını çektiği emperyalist saldırganlık planları ve işbirlikçi anlayışlar karşısında anti emperyalist görevlerimiz ve barış ve halkların dostluğunu güçlendiren bir çalışma bizleri beklemektedir. ABD ya da AB veya bir başka emperyalist güç, ne bizim ne de başkaca halkların bir tercihi, çözümü ya da ortağı olamaz. Bu yönde halkımızı aydınlatmak ve uyarmak görevimiz bütün sıcaklığıyla sürecektir. Ve bu mücadeleyi, bütün bölücü senaryo ve girişimler karşısında, halkların eşit gönüllü birliği ve kardeşliği anlayışıyla Türk ve Kürt kardeşliğini savunarak, bu temelde işçilerin ve emekçilerin birliğini sağlamayı zorunlu görerek, çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Kürt sorununun demokratik halkçı çözümünün tek gerçekçi, makul ve halkların çıkarına çözüm olduğunu bilerek; böyle bir çözümü gerçekleştirme yeteneğini ne dış güçlerin ne de mevcut iktidar güçlerinin gösterebileceği bir sorun olarak görmek ve Türkiye halkına, halkımızın cumhuriyetin kuruluşundan bu yana taşıdığı olumlu hasletlere emanet etmek partimizin tutumu olacaktır.
Kapitalist sistemin ve işbirlikçi iktidarının tekellerin hizmetinde yürüttüğü saldırılar karşısında, işçilerin ve emekçilerin hak alma mücadelesinde, özelleştirmeye direnişlerinde, ücret ve sendikalaşma kavgasında, dün olduğu gibi, platformlar kurmak, örgütlenmelerine yardımcı olmak, kazanıcı bir mücadele için sorumlu davranmak, partimizin tutumu ve görevi olacaktır. Özellikle emek sömürüsünü en yoğun yaşayan ve aynı yoğunlukta örgütlenme hamlesi içinde bulunan genç işçilerin örgütleyicisi ve yol göstericisi olmak, partimizin öncelikli işleri arasında olacaktır. Bilimi savunan, halkına ve bağımsızlığına bağlı gerçek yurtseverleri, bilim insanları, aydın ve sanatçıları bir araya getirmek, işçi ve ezilen emekçilerle buluşturmak için, bugün daha çok çalışma sergilemek durumundayız. Üniversitelerde, gençliğin, gençlik hareketinin örgütleyicisi bir sorumluluk üstlenmek için sistemli ve iddialı bir çalışmaya aday olmalıyız. Üniversitelerden yayılan bağımsızlık ve demokrasi çığlığının toplumun tüm kesimlerini etkileyeceği ve örgütleyeceği bilinir bir şeydir.
Bütün bu çalışmalarımız, anketlerin de gösterdiği gibi, giderek eriyen ve güç kaybeden, kaybettikçe saldırganlaşan, ancak seçime gitmesi kaçınılmaz olan AKP hükümetinin ve tekelci dayanaklarının alaşağı edilmesi için; bizlerin hazırlıklarına, güç biriktirmesine, emekçi yığınlar içinde siyasi bir mihrak oluşturma, gerçek bir halk muhalefetini yığınlar arasında örme görevlerimize dayanak oluşturacaktır. Önceki seçimlerden edindiğimiz deneyleri, önümüzdeki günler daha bilinçli ve sağlam taktiklerle geliştirme ve uygulama imkanı bulacağımızdan kuşku duyulmamalıdır.

Partimizin Üçüncü Kongre sonrası, 2004 başında gerçekleştirdiği büyük kentlerdeki konferanslarımız, yine Mart 2005 tarihinde gerçekleştirdiğimiz merkez konferansımız, örgüt sorunları ve yeniden inşa gündemli idi. İçinde bulunduğumuz dönemin özgünlüğünü, parti örgütlerimizin fikren benimsediği ve ortaklaştığı yeniden inşayı, yukarıdan aşağıya bütün örgüt ve organlar, bütün çalışma alanları için hayata geçirmek şeklinde anlamalıyız. Kongrelerimiz vesilesiyle emekçiler içinde kurmuş olduğumuz kürsüler, yaptığımız toplantılar, yürüttüğümüz ajitasyon, güncel politik ve aktüel sorunlara dair yürüttüğümüz tartışmalar, sonuç olarak, yığınlar içinde çalışma sürdüren, mevzilenmiş (yerleşmiş) örgütler oluşturmaya bağlanmalıdır. Yeniden inşa kavramının en temel ve belirleyici unsuru, parti fikri ve çalışmasının yığınlar içindeki uygulayıcısı olan temel örgütler oluşturulmasıdır. Parti çalışmasını zaafiyete uğratan olumsuz alışkanlıkların kaynağı, bu sorunla doğrudan bağlantılıdır. İstikrarsız bir çalışmanın nedeni “dışardanlık”, yığınlar içinde günlük, sıcak bir sözlü ajitasyon yürütememe, gazetenin emekçi yığınların hayatından üretilip yeniden ona dönmesini sağlayacak bir muhabir örgütçü ağı kuramamak, yönetici örgütçülerin teşhis ve anlatımlarla yetinen değil bizzat hareketin ve çalışmanın düzenleyicisi, uygulayıcısı olarak katılmasının gerçekleşmemesi vb., yani parti örgüt çalışmasının bugün tartıştığımız tüm temel meseleleri, birimler esasına göre oluşturulmuş temel örgütlerin çalışmasını sağlamak, onların politik eğitimi ve gelişimlerini sürdürmekle ilgili ve bağlantılıdır. Şimdi işimiz, kongre çalışmalarımızın bizlere tanıdığı imkanları iyi değerlendirerek, emekçi yığınlar içindeki güncel görev ve ajitasyonumuzu canlı bir şekilde sürdürmek ve bütün bunların değerlendirmesi üzerinden çalışmaya yeniden yeniden el atmak olmalıdır. Ancak böyle bir çalışma, “üyelik güncellemesi” türü işlerin mevcut güçlerin de bir ölçüde zayıflamasıyla açtığı tahribatı onaracak, yeni, taze güçlerle parti faaliyetinin güçlenmesini sağlayacaktır. Bu açıdan, parti organlarında, bir eğitim konusu olarak, Mayıs 2005’te yayınlanmış GYK’mızın konferans değerlendirmesine ilişkin belgenin ele alınması yararlı olacaktır.
4. Kongremiz, binlerce işçi ve emekçinin güçlerini, irade ve azmini, sınıfa inanç ve bağlılığını tazelediği, parti birliği ve disiplini etrafında yeniden buluştuğu bir kongre olacak. Ancak emekçi yığınlar içinde yürütülen ve örgütlenen bir çalışmanın parti örgüt ve organlarına verdiği güç ve zihin açıklığıyla böyle bir Kongre gerçekleştirilebilir. İşçi sınıfının gücünü açığa çıkarıp dosta düşmana gösteren; tüm örgütleri, üyeleri ve parti dostlarını parti merkezi ve iradesi etrafında kenetleyen, işçi sınıfına yakışan bir kongreyi hep birlikte gerçekleştirmek üzere yığınlar içinde çalışmaya, görev başına.

Avrupa Birliği, Amerika ve Türkiye

Geride bıraktığımız ayın en önemli gündemi AB oldu. Türkiye’nin AB müzakere çerçeve belgesinin imzalanıp imzalanmayacağı, sürecin başlayıp başlamayacağı  gündeme oturtuldu. Hatta Türkiye’nin büyük TV ve gazeteleri, merkezlerini Lüksemburg’a taşıdılar! AB’den çıkacak kararı, çok büyük sürprizlere gebeymiş gibi sundular.
Oysa ortada hiç de böyle bir durum yoktu. Dünyada olup bitenleri birazcık yakından izleyen, AB sürecini takip eden herkes sonuç hakkında önceden az çok bir fikir sahibiydi; ne AB Türkiye’den sonsuza değin vazgeçebilir, Türkiye’yi elinin tersiyle bir kalemde çizebilir ne de emperyalist tekellerin oyuncağı durumuna düşmüş, tüm varlığını uluslararası tekellerin uzantısı olmaya adamış sermaye düzeni, AB’nin dayattığı koşullara hayır diyebilirdi.
Kaldı ki, AB’nin koçbaşları Fransa ve Almanya, bu kez kendilerini geri planda tutar gözükseler de, kararı çoktan vermişlerdi:Türkiye, ne dışarıda tutulacak ne de tam olarak içeri alınacaktı. Buna çeşitli isimler takılmıştı: “İmtiyazlı ortaklık”, “Hazım meselesi” vb. AB kendinden o kadar emindi ki, işi Türkiye’yi aşağılamaya, itip kakmaya, yerlerde süründürmeye kadar vardırdı. Türkiye’yi idare edenler ve medya  ise, bu aşağılamaları, neredeyse kendisi ve ülke için takdir vesilesi saydı!
AB süreci ve gelişmeler, Türkiye’ye iki biçimde sunuluyordu. Birincisi, Türkiye’nin gelişimi, ilerlemesi, refahı, yarını, kısaca her şeyi, AB’ye girip girmemeye bağlanmıştı. İkincisi de, AB’nin ters tavırlarının nedeninin, Türkiye’nin gücü ve gelişme potansiyelinden duyulan korkudan kaynaklandığı ciddi ciddi söylenebiliyordu! Türkiye o kadar güçlüydü ki, bir girse, AB’yi bir anda zapt edecek, Avrupa’yı teslim alacaktı!
Oysa bütün bankalarının mevcutları topladığında Almanya’nın bir tek bankasının yarısı etmeyen bir ekonomi, Avrupa’yı nasıl teslim alabilirdi? 330 milyar borcu olan bir ülke, bu iktisadi gücüyle, Avrupa’ya nasıl hakim olabilirdi? Gerçekte ise, bırakın Türkiye’nin bu ekonomisiyle Avrupa’ya egemen olmasını, Dünya Ticaret Örgütü kararları, AB’nin dayattığı koşullar, gümrük yasaları, özelleştirmeler, yabancı sermayeye kapıların sonuna kadar açılması ve her türlü ayrıcalığın sağlanması, sıcak para denilen spekülatif sermayenin sınırsızca at koşturması vb. ile Türkiye ekonomisi, çoktan yabancı sermayenin tam denetim ve yönetimi altına girmişti. Öyleydi ki, örneğin sanayide neye, ne kadar yatırım yapılabileceğini, gelişme yönünü, örneğin demir çelik endüstrisinde üretim kapasitesini, tarımda hangi ürünün ne kadar ekileceğini, ne kadarının alınacağını yabancı sermayenin yasaları belirliyordu. Üstelik Türkiye’nin ticaret hacminde ezici üstünlük, Avrupa ile olan ilişkilerdeydi. Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 60’ından fazlası Avrupa ileydi. Diğer yandan ticaret hacminde Avrupa lehine olan fark her geçen gün büyüyor, yani Türkiye, Avrupa’ya bir satarsa, karşılığında beş-on almak zorunda kalıyordu.
Ama buna rağmen, medyada AB’nin Türkiye’nin gücünden korktuğu yazıları ciddi ciddi yazılabiliyordu!
Şüphesiz AB’nin Türkiye’ye ilişkin çekinceleri vardı. Ama bu çekincelerin nedeni, Türkiye’nin gücü değil, Türkiye’nin arkasındaki güçlerdi!

ÇEKİŞMELER VE TÜRKİYE
Günümüzde ABD ile AB arasındaki rekabet, çekişme, pazar kavgası, hegemonya kapışması, dünyanın dört bir tarafında, giderek daha belirginleşen biçimde öne çıkıyor. Egemenlik kavgasında ilişkiler sertleşirken, herkes, kendisinin ilerlemesini, güçlenmesini sağlayacak, yolunu açacak ittifaklar oluşturuyor, rakiplerini zayıflatma manevralarına girişiyor. Çünkü emperyalizm, bir yandan kendi hegemonik alanlarını genişletir, hammadde ve pazar alanları üzerinde daha fazla hakimiyet kurmayı gerektirirken, aynı zamanda, rakipleri zayıflatmayı, açığa düşürmeyi, hammadde ve pazar alanları dışına atmayı zorunlu kılar. Bu, dünyaya hükmetme, egemen olma üzerine kurulu emperyalist sistemin kaçınılmaz sonucudur.
Bu bakımdan Türkiye, enerji kaynakları, yeraltı zenginlikleri bakımından cazip bir ülke olmamasına karşın, stratejik konumu itibariyle her zaman için emperyalizmin hedefindeki ülke konumundadır.
Zaman zaman ortaya sürülen “Türkiye’nin eski önemi kalmadığı”, “önemini yitirdiği” biçimindeki laflar, dünya egemenlerinin Türkiye’yi tam teslim almak ve en küçük bir pazarlık imkanı bırakmamak amacıyla ortalığa saldığı söylemlerden başka bir şey değildir. Çünkü Rusya’nın Akdeniz’e iniş yolu üzerinde bulunan, petrol bölgesinin hemen yanı başında konumlanmış, Avrupa’nın Asya’ya açılan son kapısı durumundaki bir ülkenin önemi yitirmesinden söz etmek, hele hele pazar alanlarının daraldığı, hammadde kaynakları üzerinde kapışmanın en üst düzeye vardığı, emperyalizm açısından dünyanın artık küçük, paylaşım anlamında dar geldiği bugünkü koşullarda, böyle bir savla öne çıkmak, hedef şaşırmaktan başka bir şey değildir.
Emperyalizm için günümüzde en önemli ve hayati şeylerden birisi, enerji kaynaklarıdır. Enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olan, egemenlik kuran, bu kaynakları denetimine almış bir ülke, kendi geleceğini bir anlamda garantiye almış demektir. Bu, aynı zamanda, rakipleri üzerinde de büyük bir baskı ve şantaj silahına kavuşması anlamına gelir. Nitekim bugün emperyalist kapışmanın merkezinde enerji sahaları olması, savaşların bu bölgelerde sürmesi bunun kanıtıdır.
Enerji bölgeleri, ağırlıklı olarak Türkiye’nin çevresinde yoğunlaşmıştır. Petrol Körfezi, dünya enerji ihtiyacının karşılandığı ana bölgedir. Enerji kaynakları bakımından diğer bir zengin bölge de, Kafkaslardır. Türkiye, bu bölgelerin tam ortasındadır. Hal böyleyken, tam da enerji sahaların ortasında bulunan Türkiye’nin önemi nasıl azalabilir?
Diğer yandan, şu andaki görünüm itibariyle, dünya üzerinde egemen olmaya çalışan başlıca üç kutup gözükmektedir. Birincisi Amerika’dır ve en güçlü konumdadır. Diğeri, AB. Ötekisi de, şimdilik ilişkileri ve dayanışmaları giderek güçlenen, yer yer ortak hareket etmeye başlayan, Hindistan’la yakınlaşmaya yönelmiş Rusya-Çin’dir. Ekonomik olarak diğer güçlü ülke Japonya ise, şimdilik Amerika ile iyi geçinmeyi tercih etmiştir. Ancak bunun sonsuza dek böyle sürmeyeceği de bilinen bir şeydir. Yarın öbür gün dünya güçler dengelerinin değişme eğilimleri göstermesi, ekonomik gelişmeler, krizler, aşırı üretimden kaynaklanan pazar daralmalarının ortaya çıkartacağı koşullar karşısında, Japonya’nın bugünkü çizgisini sürdüreceğinin hiçbir garantisi olmadığı gibi, ABD’nin baskısından sıyrıldığı anda, yeni yönelimler içersine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü dünya egemenliğine, yağmaya, talana dayanan bugünkü sistemde, hiçbir zaman kalıcı dostluklar, ittifaklar yoktur, olmayacaktır. İttifakları, blokları, dayanışmaları, savaşları yaratan, kapitalist tekellerin içlerindeki sevgi veya nefret duyguları değil, çıkarlardır!
İşte AB, tam da bu hegemonya kavgasında, ABD’ye daha güçlü ve ileri düzeyden kafa tutabilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Türkiye gibi stratejik bakımdan son derece önemli bir konumda bulunan bir ülkeyi elinin tersiyle itemez. Aksine üstünde daha fazla hakimiyet kurmaya çalışacaktır. Zaten AB’nin Türkiye’ye karşı tavrının arkasındaki neden de budur. Hedef, Türkiye’yi daha fazla kendisine bağlamak ve üstünde daha fazla söz sahibi olmaktır.
ABD için de aynı durum geçerlidir. Onun AB karşısında avantajı, Türkiye ve dünya üzerinde daha fazla söz sahibi oluşudur. Sonuçta, emperyalistler arasında pazarlar ve hammadde kaynakları üstünde ağırlığı ve paylaşımı belirleyen şey, iktisadi güç ve genel olarak güçtür.
Ancak bu, iktisadi bakımdan diğerine göre nispeten daha güçsüz olanın mevcut koşullara teslim olduğu ve olacağı anlamına gelmemektedir. O, bir yandan, daha güçlü olana karşı değişik ittifaklar denerken, diğer yandan, rakibinin sahasına el atmaya çalışmaktan vazgeçmeyecektir, geçmemektedir.
Önümüzdeki tablo tam da budur. Daha fazla güç elde edebilmek amacıyla, esas itibarıyla Almanya, Fransa gibi ülkelerin liderliğinde oluşturulan AB’nin içinde farklı sorunlar vardır. AB’nin her konuda tek bir gövde halinde hareket ettiğini kimse söyleyemez. Örneğin İngiltere, genel olarak, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği  kesim tarafından, başında itibaren, Avrupa’nın bir parçası olarak algılanmamaktadır. Zaten İngiltere’nin de böyle bir çabası yoktur. Örneğin, İngiltere’nin AB üyeliği oldukça sıkıntılı bir sürecin sonunda gerçekleşmiş, her iki taraf da, gönülsüz bir birliktelik gerçekleştirmiştir. Mesela İngiltere, hâlâ Euro’ya geçmemiş, hâlâ kendi para birimini kullanmaya devam etmektedir. Yine Irak işgalinde, ABD ile birlikte işgalin ortağı olmuştur.
İngiltere’nin ayrı bir baş çekmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu, bugüne has bir durum da değildir. Başından itibaren İngiltere’nin “Amerikancı” çizgisi bilinmekte,  adaylık sürecindeki sancıların, gönülsüzlüğün temelinde de bu yatmaktadır.
Ancak bu ayrı baş çekme, İngiltere’nin tek başına olduğu anlamına gelmemektedir. İngiltere’nin başını çekmeye ve oluşturmaya çalıştığı kampın ipleri ABD’nin elindedir. ABD’nin, AB’ye dair kendi hesapları vardır. Şüphesiz ABD, karşısında güçlü bir rakip istememektedir. Güçlü ve birlikte hareket eden bir AB’nin, ABD’nin tercihi olamayacağı ortadadır. Bu anlamda, ABD, AB’nin zayıflaması, mümkünse dağılması, en azından AB’nin şekilsiz, son derece gevşek, işlemeyen, kararları hayata geçmeyen bir pozisyona düşmesi için çalışmaktadır. Bu faaliyetinin ana unsuru da İngiltere’dir.
Şüphesiz hiçbir ülkede sermaye tekvücut halde hareket etmez. Ve yine şüphesiz, sermaye kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder. Kendi içinde egemenlik savaşımı verir. Nitekim bugün İngiltere’de, değişik sermaye gruplarından, Avrupa ile daha yakın hareket edilmesini, Avrupa’nın bir parçası olunmasını isteyenler olduğu gibi, AB içersindeki Almanya, Fransa, İspanya, İtalya vb. ülkelerde de, ABD ile daha yakın durulmasını isteyenler bulunmaktadır. AB, aynı zamanda, bunların da mücadelesini içermektedir.
ABD, İngiltere ile birlikte, AB içersinde kendi etkinlik alanını genişletmek, tabiri caizse, AB’yi işlemez duruma getirmek istiyor. Bunu da ancak içerden yapabileceğini pekala biliyor. Bu amaçla, İngiltere etrafında bir blok oluşturmaya çalışıyor. Türkiye’nin adı, tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü ABD ve İngiltere, Türkiye’yi, bu muhalif bloğun temel ayaklarından birisi olarak konumlandırmaya çalışıyor. İşte Türkiye’nin adı üstünde gürültü kopmasının, bu kadar tartışılmasının, tartışılırken aşağılanması ve itilip kakılmasının ana nedeni budur. Çünkü Türkiye, AB’nin koçbaşı ülkeleri tarafından, ABD’nin “Truva Atı” olarak görülmektedir.
Şüphesiz AB içersinde, ABD ile yakın duran başka ülkeler de vardır. Örneğin İtalya gibi. Ancak gerek coğrafi yakınlık, gerekse ekonomik, ticari ilişkiler yoğunluğu bakımından, İtalya, bir şekilde Almanya ve Fransa tarafında “nötrleştirilebilir” olarak değerlendirilmektedir. Nitekim daha önce aynı konumda bulunan İspanya’da bu gerçekleşmiş, ABD’ye yakın hükümet alaşağı edilmiştir. Aynı pozisyon, İtalya için de geçerlidir. Zaten Berlusconi hükümetinin eskisi gibi dik başlı bir tutum sergileyemediği, ABD ile ilişkilerde daha dengeli bir tavır içersine girdiği bilinmektedir, önümüzdeki dönemde yeniden hükümet olabilmesi zor görünmektedir. Ayrıca İtalya Irak’taki askeri varlığını geri çekmiştir.
ABD’nin yanında görülen Bulgaristan, Polonya gibi ülkelerin ise, pek kıymeti harbiyeleri yoktur. Öncelikle bu ülkeler, gerek ekonomik güçleri gerekse coğrafi konumları itibariyle, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği kesime karşı uzun süre kafa tutamazlar. Direnemezler. Üstelik bu ülkelerde Amerikan bağı çok derinlere dayanmamaktadır. En eskisi Polonya’nındır. Polonya’daki karşı devrimin önderlerinden Leh Valessa’nın CIA ile ilişkileri gün ışığına çıkmıştır. Ama bu ülkelerin yönetimleri, gerek ekonomik, ticari gerek askeri gerekse coğrafi konum itibariyle, AB’ye rağmen, ABD ile ittifakı sonuna kadar götürecek güç ve çapa sahip değildir. Zaten gelinen nokta itibariyle, Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya gibi ülkelerin, şimdiden ekonomik olarak Almanya ve Fransa’nın arka bahçesi olmaya başladığı, ekonomik gücün bu ülkelerin eline geçtiği ortadır. Pek çok Alman ve Fransız şirketi, fabrikalarını bu ülkelere taşımakta veya bu ülkelerin işletmelerini, sanayisini almaktadır. Söz konusu ülkeler, AB’nin kapitalistleri için  ucuz emek cennetidir.
Ancak Türkiye’nin konumu, bunlardan çok farklıdır. Bir kere Türkiye, ABD’nin açık ve net etkinliğindedir. Türkiye’deki siyasi iktidarlar bile, ABD’nin tercihine göre oluşmaktadır. Siyasi iktidarların deyimiyle, Türkiye, ABD’nin “stratejik ortağıdır” –Elbette bu sözden, Türkiye’nin ABD’nin stratejik nöbetçisi olduğu anlaşılmalıdır–. Üstelik ABD’nin, AB için beslediği niyetler de bilinmektedir. Bundan dolayıdır ki, İngiltere, Türkiye’yi himayesine almış görünmekte, bir anlamda vasilik yapmaktadır. Bu yüzden de, Türkiye’nin AB macerası, bundan sonra da, hep tartışmalar, itiş kakışlar içersinde geçecek, müzakere sürecinin “ucu açık” kalacak, üyelik meselesi “hazım sorununa” indirgenecektir. Çünkü burada, söz konusu olan hazım sorunu ABD’ye ilişkindir ve AB’nin koçbaşı ülkelerinin ise, ABD’yi hazmetmeye ne niyetleri vardır ne de mideleri o kadar geniştir!.

“UCU AÇIKLIK”IN ANLAMI
Yazının başında da belirtildiği üzere, her şeye rağmen, Türkiye, bir Bulgaristan ya da Polonya değildir. Stratejik konumu ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktür, enerjinin hayati önemi, Türkiye’yi, asla üstü bir kalemde çizilemeyecek konuma oturtmaktadır. AB de, Türkiye’yi elinin tersiyle itmeyecektir. Uzun sürece yayılacak ilişki döneminde, Türkiye üzerindeki etkinliğini arttırmaya çalışacaktır. Etkinliğini arttırdığı oranda, açık olan ucun arası kapanacak, etkinliğini arttıramadığı oranda da, “hazımsızlık” kronik bir vaka olacaktır!
En basitinden şöyle düşünülmelidir: ABD’nin önümüzdeki dönemdeki hedefleri arasında İran vardır. Eğer İran’da hedefine ulaşabilirse, Petrol Körfezi’nin tek hakimi ABD olacaktır. Bu ise, elbette, AB’nin, enerji ihtiyacı açısından tam anlamıyla ABD’nin kontrolü altına girmesi, enerji üzerinden baskı ve şantajı her gün, her saat ensesinde hissetmesi demektir. Peki, böyle bir durumda, Türkiye nasıl davranacaktır? Amerika ile hareket edip, İran’a yönelik operasyonlarda görev mi alacaktır, yoksa AB ile birlikte mi davranacaktır?
Mesele, kesinlikle İtalya’nın Irak’a üç-beş yüz asker göndermesi ile karıştırılmamalıdır. ABD, Türkiye’den az sayıda asker değil, topraklarını sonuna kadar emrine vermesini, Türkiye’nin savaş harekat üssü durumuna dönüştürülmesini talep etmektedir. Bu, salt geleceğe ilişkin olasılık değildir. Türkiye’deki bir takım oluşumlarının, yönetimsel bazda örgütlenmiş bazı kuruluşların, bir ABD çalışması olan İran’ın bölünmesi ve bu amaçla uygulamaya konulmuş olan Azerilerin başkaldırısı projesinde rol aldığı bilinmektedir.
Yine aynı şekilde, Kafkasya içlerinde süren Rusya-ABD kapışmasında Türkiye hangi konumdadır? Güçsüzleşmiş, elden ayaktan düşmüş, kendine mecali olmayan bir Rusya’nın, Avrupa’nın da tercihi olduğu düşünülebilir. Ancak güçsüzleşmiş bir Rusya’nın elinden çıkacak Kafkaslar’da güçlü bir ABD, AB’nin tercihi olabilir mi? Peki Türkiye’nin dış politikası, burada nereye oturmaktadır? Şüphesiz ABD’nin politikalarına! Ancak Kafkaslardaki operasyonel faaliyetlerde ABD’nin Türkiye’yi taşeron olarak kullandığı, ilerleyen süreçte kızağa aldığı, işin işine karıştırmadığı da bir gerçektir. Gerek Azerbaycan, gerekse başka yerlerde hep böyle olmuş, Türkiye, kontr faaliyetlerde yol açıcı olarak kullanıldıktan sonra, dışlanmıştır! Peki bunlar, AB için olağan karşılanacak şeyler midir? Ya da soruyu şöyle sormak lazımdır: Bunlar AB’nin dış politika hedefleriyle uygunluk arzetmekte midir?
Şimdi burada akla şu soru gelebilecektir? AB’nin bir bütün halinde hareket ettiği dış politikası mı var? İngiltere, İtalya başka, Almanya ve Fransa başka davranmıyor mu? Ama unutulmamalıdır ki, AB’nin şu anki çizgisini belirleyen hakim güçler Almanya ve Fransa’dır.
İşte “hazım sorunu” da burada başlamaktadır. Türkiye’nin Amerikancı çizgisini AB kabul edebilir mi? Öyleyse “hazım sorunu” lafından pekala şu da anlaşılabilir: AB egemenliğinde Türkiye’yi, ABD’nin hazmetmesi zordur!

AB’NİN “DEMOKRASİ” AŞKI, AKP’NİN AB…
Şüphesiz Türkiye’ye dayattığı koşullar arasında demokrasi maddelerinin de bulunması, AB’nin asıl amaçlarının gizlenmesinin örtüsüdür. Süstür. Elbette bunda, Avrupa halklarının, Amerika’dan farklı olan ve daha köklü demokrasi kültürünün etkisi de vardır. Ama bunda, başka bir şey daha vardır:
AB’nin Türkiye üzerinde gerek ekonomik gerek siyasi gerekse sosyal anlamda etkin olabilmesi, yönetimsel düzeyde söz sahibi haline gelebilmesi için, Amerikan etkinliğinin kırılması, zayıflatılması, en azından sekteye uğratılması şarttır. Bunun için de, iktidarda bulunan kastlaşmış Amerikancıların güçlerinin zayıflatılması, Amerika’nın yönlendirmesi altındaki merkezi otoritenin kırılganlaştırılması, kurumların etkinliğinin zayıflatılması gerekmektedir. Bunlar zayıflatıldığı oranda, Amerikan hakimiyetinin kırılabileceği, tek sesliğin kalkabileceği düşünülmektedir. Nitekim AB’nin, en başından itibaren MGK’ya ilişkin girişimleri, Türkiye halkına demokrasiyi getirmek aşkından değil, kendi uzun vadeli hedeflerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Amerikan etkinliği kırılmadan, dayanak noktaları tahrip edilmeden, AB’nin Türkiye üzerinde tam egemenlik kurması imkansızdır. Ancak bu, o kadar da kolay bir şey değildir. Hele hele ABD’nin ekonomik gücüyle dünya üzerindeki egemen pozisyonu hesaba katıldığında, Türkiye’de onlarca yıldır oluşmuş bir yapının, ekonomik, siyasi örgütlenmenin kısa zamanda dağıtılması çok zordur. Ancak, AB’nin politikalarını belirleyenlerin söylediği gibi, “Türkiye’nin tamamen dışlanması, Amerika’nın kucağına daha fazla oturması ve AB’ye düşmanlaşması anlamına gelecektir. Buna gerek yoktur, Türkiye’nin bir kenarda durması ve kazanılmaya çalışılması iyi olacaktır.”
Öte yandan, AB şartlarının tam olarak hayata geçmeye başlamasıyla birlikte, gümrük duvarlarının sıfırlanması, AB’nin önündeki tüm engellerin kalkması vb., AB’nin hareket alanını genişletecektir. Buradan hareketle, AB, Türkiye üzerindeki etkinliğini arttırmayı düşünmektedir. Ama bu kolay değildir.
Peki, AKP’nin bir anda en ileri düzeyden AB’ci olmasının nedeni nedir? Düne kadar, hocaları Erbakan’ın yanından AB’ye atıp tutanların, AB’yi “Hıristiyan kulübü” olarak nitelendirenlerin, birden sıkı AB’ci olmalarının ardında ne yatmaktadır?
Burada birkaç etken rol oynamıştır.
Birincisi, sermaye çevreleri AB’yi dayatmış, AKP’ye başka bir seçenek kalmamıştır. O koltukta oturmaları için, AB için koşulsuz şartsız çalışacaklardır. Ya da koltuktan vazgeçeceklerdir. Ama AKP de, zaten ekonomik bakımdan büyük sermayeden farklı düşünmemektedir ki! O, bugüne kadar ülkenin başına gelmiş en azgın yabancı sermaye işbirlikçisi siyasal güçtür.
Diğer yandan ise, AKP, iktidar mücadelesinde önüne dikilecek klasik cumhuriyetçi vb. kurumlara karşı, AB’yi arkasına almayı zorunlu görmektedir. AB, onun için bir zırh, korunak, amaçları doğrultusunda ilerlemesini kolaylaştıran bir silahtır. O silahı, AKP, içerdeki engellere karşı kullanmaktadır. Öyle bir hale gelmiştir ki, AKP’ye karşı çıkan, aynı zamanda, AB’ye de karşıymış gibi bir tablo oluşmuştur.
AKP’nin bu derece AB’ci olmasında bir diğer etken ise, ABD’dir. ABD, AB içindeki hesapları bakımından, Türkiye’nin, ne şekilde olursa olsun, AB içinde yer almasını istemektedir. Böylece İngiltere’nin çevresindeki blok güçlenecek, ABD’nin etkinlik ve harekat alanı genişleyecek, sözcüsü çoğalacaktır. Dolayısıyla AB, giderek daha fazla çift başlı görünüme kavuşacak, içindeki çatlaklar çoğalacak, işlerliği arıza yapacaktır.

LÜKSEMBURG’TA NELER OLDU?
Lüksemburg toplantısı, yukarıda özetlenmeye çalışılan tablonun tam anlamıyla hayat bulduğu bir platform oldu. Türkiye adı, AB’nin koçbaşları ile Amerika kapışmasının simgesi olarak bir kez daha öne çıktı. Bu kez, “kötü polis” rolü Avusturya’ya verilmişti. Avusturya bu rolünü oynadı; Almanya ise, Avusturya’yı iknaya çalıştı! Oysa kısa bir süre önce Almanya ve Fransa’nın baskıları karşısında Başbakanını değiştirmiş bir Avusturya’nın, tek başına AB isteklerine kafa tutması düşünülebilir miydi? Elbette hayır. Bu arada, Hırvatistan da aradan çıkartıldı. Türkiye’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanıldı görünümü sergilendi. Ama bu pazarlık oyununda, Hırvatistan’ın savaş suçları ayıbı örtülürken, karşılığında Türkiye’nin pozisyonunda hiçbir değişiklik olmadı. Hatta Lüksemburg’tan, bir önceki süreçten daha da geri bir pozisyona sürüklenen bir Türkiye çıktı. Her ne kadar örtülmeye çalışılsa da, bu durum, AKP tarafında bile rahatsızlık yaratmış, içerden gelecek baskı ve eleştirileri göğüsleyemeyeceğini düşünen AKP kurmayları, büyük bir tedirginlik yaşamıştı.
Burada devreye İngiltere ve ABD girdi. ABD, daha önce de Türkiye’nin AB’ye kabulü için devreye girmiş, Almanya ve Fransa üzerinde baskı oluşturmaya çalışmış, ancak bu durum, Almanya ve Fransa tarafından açık bir tepkiyle karşılanmış ve basına yansıtılmıştı. Fakat bu kez ABD, devreye Almanya ve Fransa’ya baskı için değil, Türkiye’ye baskı için girdi! Çerçeve anlaşmasının imzalanacağı gece, Beyaz Saray’la Ankara arasında telefon trafiği yaşanmış, Amerika, anlaşmayı imzalaması için Türkiye’ye resmen baskı yapmıştı. Aynı baskıların bir ayağı da İngiltere’deydi. Zaten Lüksemburg’ta Türkiye’nin anlaşmaya rıza göstermesi için baskı yapma görevi, asıl olarak İngiltere’nindi.
Dikkat çekici bir gelişme, daha önce İngiltere ile birlikte Türkiye’nin vasisi rolünü oynayan İtalya’nın, bu kez işin içine hiç girmemesi, karışmaması, oldukça edilgen, tarafsız bir tutum sergilemesi oldu. Bu durum, görüşmelerde başbakanların, hükümet başkanlarının yer almadığı, bu yüzden Berlusconi adının ön plana çıkmadığı biçiminde açıklanamazdı. Çünkü olaya müdahil olmayan İtalya idi. Blair de görüşmelerde yoktu, ama, İngiltere baş rolü oynuyordu!
Çerçeve anlaşmasının imzalanması için ABD’nin devreye girip Türkiye üzerinde baskı uygulaması, aynı şekilde İngiltere’nin tehditvari girişimleri bile, aslında bu anlaşmayla Türkiye’nin neler feda ettiğini göstermesi, yararına mı zararına mı olduğunun anlaşılması bakımından bir fikir veriyordu.
Zaten Çerçeve Anlaşması’nın neler içerdiğini bilen de yoktu. Dışişlerinin birkaç memuru dışında anlaşmanın içeriğinden kimsenin haberinin olmaması, bakanların anlaşma hakkında bir bilgiye sahip bulunmaması, rezaletin bir başka tarafıydı.
Yine zaten daha sonra Çerçeve Anlaşması okununca, anlaşmada genel başlıkların dışında bir şey olmadığı görüldü. Ortada net bir biçimde olan şey ise, AB’nin istediği, Türkiye’nin isteklere boyun eğdiğiydi. Sisteme entegrasyon adı altında, Türkiye, AB’ye tam anlamıyla açılıyor, sanayisinden tarımına kadar her şey, AB’nin denetimi altına giriyordu. Gümrük duvarları yok oluyor, yasalar AB tekellerinin isteklerine göre düzenleniyor, yabancı sermayenin önünde en küçük bir engel kalmıyordu!
Buna karşın, en basitinden, T.C. vatandaşlarının Avrupa ülkelerinde serbest dolaşımı bile yasaktı! Üstelik yakın bir gelecekte serbest dolaşım için hiçbir ışık yoktu. Yani Türkiye yalnızca veriyor, hiçbir şey almıyordu!
Tartışmaların alevlendiği noktalardan birisi, Kıbrıs’tı. Kıbrıs konusunda iki tutum karşımız çıkıyordu. Birincisi AB’nin tavrı, diğeri ABD’nin… AB, Kıbrıs Rum kesimine yakın görünürken, ABD Türk tarafına yakın duruyordu! AB, Kıbrıs Rum kesim üzerinde ayrıcalıklar sağlıyor, ABD ise, Türk tarafında imtiyazlara kavuşuyordu! Ada fiilen bölünmüştü! Rum tarafını tutan AB’ye karşı, ABD, Kıbrıs Türk tarafının hamisi pozlarında ortaya çıkıyordu. Bu arada da, uzun zamandan beri peşinde koştuğu askeri üssü kaptığı, yakında Kıbrıs Türk kesimi tarafında askeri üs açacağı konuşuluyordu!
Ne olmuştu? Hem AB hem ABD kazanmış, Kıbrıs kaybetmişti! Adada hakimiyet, iki tarafın da, yani Rum ve Türk taraflarının elinden çıkmış, fiilen koçbaşların eline geçmişti! Kimbilir, belki de tarihte pek çok görüldüğü üzere, AB ve ABD, bir kez daha anlaşmalı oyunu sergilemiş, her iki halk da, kışkırtılıp teslim alınmıştı! Artık ada asla eskisi gibi olamayacaktı. Orası artık, Akdeniz’in ortasındaki silah deposuna dönecek, Akdeniz’in egemenliği savaşının merkez üssü olacaktı! Tabii, bu arada İsrail’in rolü ve avantajları da unutulmamalıydı. Zaten İsrail’in Kıbrıs’ta çok miktarda arazi aldığı biliniyordu!

BUNDAN SONRASI
Çerçeve Anlaşması’nın başlıkları, Türkiye’nin nasıl teslim alındığını açıkça gösteriyordu. Türkiye, hiçbir şey almadan her istenileni vermişti. Kelimenin tam anlamıyla tam bir teslimiyet anlaşmasıydı. Özetle söylemek gerekirse, Türkiye her şeyi veriyor, hırpalanıyor, aşağılanıyor, itilip kakılıyor, ülkenin gelmişi geçmişi ayaklar altına alınıyor, onuru çiğneniyor ve karşılığında bir şey almıyordu. Alamadığı gibi, alacağına dair bir vaat de yoktu. Türkiye hep verecek, her istenileni yapacak, denetim yetkisi AB’de olacak, bunun karşılığında, AB, Türkiye’ye üyelik konusunda hiçbir garanti vermeyecek, sürecin sonunda “hazımsızlık çekerse”, başka koşullar ortaya çıkabilecekti!
Türkiye, bundan sonrasında, emperyalist egemenlik mücadelesinin daha yoğun yaşanacağı yerlerdendir. Türkiye’yi idare edenler, ülkeyi hem sonuna kadar sömürüye, yağmaya açmışlar, hem de emperyalist kavganın tam ortasına atmışlardır. Bundan sonrası, Türkiye için hep itilip kakılma ve ezilmedir. Sonrası, bugüne kadarki sürecinin devamı olacaktır.
Belanın ortasında bir Türkiye vardır artık.

Konut sorunu ve mortgage sistemi

1
Konut sorunu, bazen Kürt illerinde yaşanan zorla köy boşaltmalar ve ekonomik kaygılarla metropollere olan göçlerle birlikte dikkatimizi çekmiş, bazen de doğal afetler, “HABİTAT” toplantıları ve yolsuzluklarla gündemimize gelmiştir. Son günlerde ise, konut fiyatları ve kiralarında yüksek spekülatif artışlar yaşanıyor. Bu artış, kimine göre nüfus artışı ve göçlerden kaynaklanmaktadır; kimine göre ise, uluslararası tekeller için bakir bir alan olan konut piyasasında yaşanan yeniden yapılandırmanın sonuçlarıdır.
Konut sorununun sosyal boyutlarıyla birlikte değerlendirilmesi gerekir. Çünkü konut sorunu toplumsal bir sorundur. Kentlerin genişlemesiyle, işçi ve emekçiler, kent merkezlerinden uzak dış mahallelere “sürülmekte”, meskenleri genel olarak küçük ve pahalı olmakta ve çoğu kez bunları da elde edemez hale getirilmektedir. Çarpık kapitalist kentleşme, kötü, aşırı kalabalık ve sağlığa aykırı konutlarda yaşamalarına neden olmuştur.
Ezilen kesimler, bütün dönemlerde, bir biçimiyle barınma sorunu yaşamıştır. Konut sorunu, kuşkusuz günümüze özgü bir sorun değildir. Konut sorununun, burjuva toplum biçiminin zorunlu bir ürünü olduğu bir gerçektir. Tarihsel kökleri sahip toplumsal bir sorun olan konut sorununa burjuvazinin yaklaşımı, üretimin ve tarihin her döneminde farklı olmuştur. Bu sorun, çağımızda kendine özgü bir görünüm altında şekillenmiştir.
Dünyayı dikensiz gül bahçesi yapmak isteyen uluslararası sermaye, işçi sınıfı ve mücadelesini parçalayıp dağıtmaya yönelmekte, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp edip çalışma yaşamını kuralsızlaştırmaktadır. Burjuvazi bu yönelimini, “verimlilik”, “üretimde uzmanlaşma” vb. kavramların arkasına gizlenerek hayata geçiriyor. “İş yaşamını kuralsızlaştırmak” için iş hukuku ve iş kanunlarında işçinin aleyhine düzenlemeler yapılmıştır. İşte bu koşullarda, işçi ve emekçilerin barınma sorununun çözülememiş olması, sermayenin kâr maksimizasyonunu gerçekleştirebilmesinin olanaklarını artırmıştır.
Gelişmiş ülkelerde, fabrikalardaki üretimin, iş yaşamını kuralsızlaştırmaya dönük olarak, evlere götürülmesi yaygınlaştırılmış, evler, sermaye sahipleri açısından birer fabrika olarak değerlendirilmiştir. “Ev sanayinin” gelişmesinde, konutlar, sermaye sahipleri için daha fazla önem arz etmiştir.
Kapitalizmde işsizler ordusunun daima varlığını koruması, kırdan kentlere sürekli göç, kentlerdeki işçilerin ücretlerini işgücü değerinin altına düşürmektedir. Düşük ücret ödeyen “ev sanayi” kentlerde eski el zanaatlarının yerini almış ve burada da genel ücret düzeyini düşürmüştür. Çağımızda daha belirgin hale gelen bu durum, kapitalist ilişkilerin belirli bir fotoğrafını sunmakta ve sermayenin egemenliğini pekiştirmektedir.
“Burada açıkça görüyoruz ki, daha önceki bir tarihsel aşamada işçilerin göreli gönencinin temeli olan şey, yani tarım ve sanayi bileşimi ev, bahçe ve tarla ve mesken mülkiyeti güvencesi, günümüzde, büyük ölçekli sanayi egemenliğinde, yalnızca işçiler için en kötü engel değil, ama bütün işçi sınıfı için en büyük şanssızlık, yalnızca ayrı bölgelerde ve iş kollarında değil, ama bütün ülkelerde ücretlerin, örneğin görülmemiş düşüklüğünün temeli haline gelmektedir. Ücretlerden yapılan bu anormal indirimle geçinen ve zenginleşen büyük burjuvazinin ve küçük-burjuvazinin, kırsal sanayi ve işçilerin kendi evlerinin sahibi olmalarını heyecanla savunmaları ve kırsal sıkıntılarına, tek çare olarak yeni ev sanayilerinin başlatılmasını görmelerine şaşmamak gerekir!” (F. Engels, Konut sorunu, sf. 15-16, Sol Yay.)

ÜLKEMİZDE İPOTEĞE DAYALI FİNANSMAN SİSTEMİ (MORTGAGE) HANGİ İHTİYACIN ÜRÜNÜ OLARAK ORTAYA ÇIKTI?

Kapitalistler açısından, mevcut bir gereksinmeyi karşılayan her yatırım daima kârlıdır. Bugün, ABD ve Avrupa ülkelerinde uzun yıllardır uygulanan, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan konut kredi kurumlarını (Mortgage), sermaye sahiplerinin Türkiye’de örgütlemeye çalışması anlamlıdır.
Çünkü Türkiye’de konut piyasasında;
* Yaşam şartlarının ağırlaşmasına rağmen, ev sahibi olmak isteyen Türkiyeli işçi ve emekçilerin konut elde etme çabaları önemli bir talep yaratmıştır.
* 17 Ağustos ve 12 Kasım depremleri ile birlikte oluşan konut ihtiyacının büyük çoğunluğu karşılanamamıştır.
* Gerek Kürt illerinde yaşanan zorla köy boşaltmalarından, gerekse ekonomik kaygılardan dolayı, kırsal bölgelerden metropollere büyük göç olmuştur. Ve bu göçler konut ihtiyacını artırmıştır.

2
* Öte yandan, oluşan bu konut ihtiyacı karşısında, devlet –sosyal– görevini yerine getirmemiştir, getirmemektedir.
* Toplam konutların %55’i ruhsatsız-izinsizdir.
* Ev sahipliği oranı, –Kaçak yapılaşma dahil– %60’lar seviyesindedir.
* Her yıl 300.000 yeni konut ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
* Konut stokunun %60’ını 20 yaşın üstündeki konutlar oluşturmaktadır.
* Konutların %40’ının tadilata ihtiyacı bulunmaktadır.
Türkiye’de konut finansmanında ise;
* Konut alımlarının %1’den daha azı finansman sistemi yolu ile fonlanmaktadır.
* 2004 Eylül sonu itibariyle, konut kredilerinin toplam tutarı 2.170 trilyon TL.dir (1.450.000.000 $).
* 2004 Aralık itibariyle, toplam tüketici kredileri 9 milyar dolar, konut kredileri ise 1.8 milyar dolar seviyesindedir. Tüketici kredileri toplamı, Gayri Safi Milli Hasılanın %3.4’ünü oluşturmaktadır. Konut kredileri ise, tüketici kredilerinin %20’si seviyesindedir.
* 2004 Eylül itibariyle, konut kredisi kullanan kişi sayısı 98.000’dir.
* Konut kredilerinin Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya oranı %0.5’dir, ve bu oran, ABD’de %53 olup, AB üyesi ülkelerin ortalaması ise %39’dur. Aynı oran, gelişmekte olan ülkelerde %5-15 arasındadır.
Bu mevcut tablo, uluslararası tekellerin iştahını kabartmaktadır. Onlar için, Türkiye konut piyasası bakir bir pazar konumundadır. Ve Türkiye’de yüksek rant ve spekülasyonların gerçekleşebileceği büyük bir potansiyel bulunmaktadır. Dolayısıyla, uluslararası “işsiz sermaye” (Türkiye’ye Mortgage ile girecek olan kısmı 2 milyar dolardır), 20-30 yıl gibi uzun bir süre boyunca, garantili şekilde yüksek kârlar elde etmek için ülkemizde aktif hale gelecektir.

MORTGAGE HANGİ UNSURLARA DAYANIYOR?
Bu nedenle uluslararası tekeller, Mortgage sistemini bir an önce işler hale sokmak için; iktisadi, hukuki ve örgütsel açıdan, bu kredilendirme sisteminin “alt yapısı”nı oluşturmaya çalışıyorlar. Mortgage sisteminin işleyişi ülkelere göre farklılık gösteriyor, ancak, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), üç Amerikan ve bir Alman modelini örnek alan dört yöntem önermiştir. ABD’de uygulanan sistemde, konut kredisini veren kurumlar, borcu üzerlerinde tutmayarak, kredileri ikincil piyasalarda satıp nakde dönüştürüyorlar. İkincil pazarlardaki kurumlar, “Federal National Mortgage Association” (FNMA) ve “Govermment National Mortgage Association” (GNMA) gibi kamu kuruluşlarıyla birlikte bir havuz oluşturarak, yatırımcılara hisse satıyorlar.
3
Mortgage sisteminde iki tip piyasa var. Birincil piyasa, finans kuruluşlarının kişilere ipotek karşılığında kullandırdıkları kredilerden oluşuyor. Burada, teminat olarak, çoğunlukla tüketicinin ödeme gücü ve almak istediği konut dikkate alınıyor. İkincil piyasada ise, finans kuruluşları veya kurumları, kredi alacaklarını satın alıp, burjuva iktisatçıların genel bir ifadesiyle “menkulleştirerek” (şirketlerin ellerinde biriken kredi alacaklarını bir şekilde satılabilir kıymete çevirebilmeleri), yurt dışında veya yurt içinde ikincil sermaye sahiplerine satıyorlar. Burada farklı metodlar uygulansa da, çoğunlukla finans kuruluşları tahvil veya hisse senedi çıkarıp satıyorlar.
Yöntemler, genel olarak, konut sahibi olmak isteyenlere, finans kuruluşlarınca, konut üzerinden tahsis edilecek ipotek karşılığında, 20-30 yıl gibi uzun vadeli konut kredilerinin sağlanmasına dayanıyor. Kredilerden doğan alacaklar, ipoteğe dayalı menkul kıymet kuruluşuna devrediliyor ve bu kuruluşlar, devraldıkları alacaklar karşılığında, ipotek yatırım fonu veya varlığa dayalı menkul kıymet ihraç ederek satıyorlar. Son tahlilde, Mortgage sistemi, üç ana unsura dayanıyor:
1-    İpotek kurumu: Vergi ayrıcalığı ve her türlü devlet desteği sağlanmış olarak sistemde rol alıyor. Bu kurum, kredi alacaklarından doğan tahvil ve hisse senetlerine borsada işlem gördürerek, yeni bir sermaye piyasası aracı yaratıyor.
2-    Konut sağlayıcılar: Toplu konut üreticileri (inşaat şirketleri, kooperatifler vb.), devlet –sosyal– görevini yerine getirmediği için, konut açığını kapatacak bir misyon üstleniyor.
3-    Sigorta şirketleri: Mortgage sisteminin istikrarlı şekilde devam etmesinin teminatı olarak gösterilen en önemli unsurdur. Sigorta şirketleri, sermaye sahipleri için her an emre amâde bir finans kaynağı olmasının yanında, riski dağıtacak bir özellik taşıyor!

ÖRNEK MORGAGE UYGULAMASI VE MUHTEMEL SONUÇLARI
Mortgage sisteminde, 36 milyar TL değerindeki bir ev, 10 yıl vadeli kredi ile satın alınmak istendiğinde, %25’i, yani 9 milyar TL., peşin olarak konut sağlayıcı kuruluşlara ödeniyor. Geriye kalan 27 milyar için banka ya da fon devreye giriyor. Bu para konut sağlayıcı kuruluşlara ödeniyor, müşteriye kredi verir gibi kullandırılıyor. Böylece müşteri, 10 yıl süreyle, yıllık %13 faizle borçlandırılıyor. Ve kredi borcu, aylık 403 milyon TL. olarak geri ödettiriliyor.

Mortgage sisteminde, genellikle 20 ile 30 yıllık vadeler söz konusu oluyor. Bu sayede, 20-30 yıl boyunca, uluslararası tekeller, Türkiye’deki mevduatları düzenli bir şekilde toplayacaktır. Bu, tekeller için uzun vadede hazır likit kaynak garantisi demektir.

4
Sistemde, krediye konu olan gayrimenkul, risklere (deprem, sel, yangın vb.) karşı sigorta ettirilmekte, kredi başvurusu yapan kişiye de hayat sigortası veya ferdi kaza sigortası
yaptırılmaktadır. Sigorta ve ipotek masrafları dahil, kredi ile ilgili masraflar müşteri tarafından karşılanmaktadır. Müşterinin vefat etmesi durumunda, kalan borcunu sigorta şirketi ödüyor.
Konut kredilerinde önemli bir role sahip “tapu sigortası” Türkiye’de yenidir ve şu an sadece bir Amerikan şirketi bunun uygulamasını yapmaktadır. Tapu sigortası, kredi ile gayrimenkul alan kişiye tapu ediniminde karşılaşabileceği tüm sorunları aşmayı garanti eden bir sigorta çeşidi olarak karşımıza çıkmaktadır. Mortgage sistemiyle birlikte, mevcut sigorta şirketleri de, tapu için poliçe düzenlemeye başlayacaktır.
Sermaye sahipleri, kârlı bir alana yatırım yaparken, risk faktörünü de en aza indirmeyi amaçlar. Bunun için yatırımlarını, azami kâr ve düşük risk sağlayacak şekilde örgütlemeye çalışır. Mortgage sisteminde kredi borç vadelerinin uzun olması, siyasi-ekonomik istikrarsızlığın varlığı ve burjuva klikler arasındaki dengelerin sürekli değişmesi, –her nasılsa konut kredisi alıp borçlarını ödeyebilecek– işçi ve emekçilerin ev sahibi olamamaları riskini arttırıyor. Üst sınflara mensup olanlar dışında kalanların kredi borcu taksitlerini ödeyememeleri kaçınılmaz hale geleceğinden, uluslararası tekeller Mortgage kredilerini sigorta ettirmektedir.
Öte yandan, Mortgage sistemi, Türkiye’de hayata geçirilmek üzere devlet desteğini almıştır. Mortgage’in, karşılaşabileceği muhtemel risk ve sorunları aşabilmesi için; özel ihtisas mahkemeleri kurulmakta, yargı ve ipoteğin paraya çevrilmesi süresi hızlandırılmakta ve ipoteğe dayalı finansmanla ilgili kanunlarda gerekli düzenlemeler yapılmaktadır. Özellikle medeni kanun, icra ve iflas kanunu, tapu sicili mevzuatı ve vergi mevzuatında değişiklikler yapılmaktadır. Sermaye sahipleri, özellikle ipoteğin paraya çevrilmesi noktasında hukuki garanti istemektedir.
Bu nedenle, şunların yaşanması kaçınılmaz olacaktır: Mortgage sisteminde borçlanan kişinin temerrüt durumunu kapsayan sigorta poliçeleri zenginleştirilerek, sisteme dahil edilecektir. Kredi verenle konut satıcısı arasındaki anlaşma gereği; sözleşme fesh edilecek, temerrüte düşen alıcıdan  ev geri alınacak, konutun satışa çıkarılması sonucu, yeni alıcının ödediği bedelden kişinin oturduğu müddet kadar kira bedeli ve belirli bir ceza kesilerek, “artan para” geri iade edilecektir.
Bunun yanı sıra, Mortgage sistemi, devlet tarafından vergi indirimi ve vergi muafiyeti ile sübvanse edilecektir. Nitekim, hazırlanan kanun taslağında; konut finansman kuruluşları, kurumlar vergisi, damga vergisi, her türlü işlem vergileri ve tapu harcından muaf tutulacaktır. İhraç ettikleri menkul kıymetlerin, devlet tahvilleri gibi vergilendirilmesi sağlanacaktır. Konut finansman kuruluşunun ihraç edeceği menkul kıymetler için hazine garantisi getirilecektir. Üstelik, bütçe kanununda yer verilmek suretiyle, özel nitelikli destekleme programı uygulanacaktır.
5
MORTGAGE MALİ SERMAYENİN KURUMU
Bütün bu gerçeklere rağmen, sermaye sahipleri, Mortgage sistemini, “başını sokacağı bir evin hayali ile yaşayan orta halli bir ailenin, kira öder gibi küçük taksitlerle (!) (300 milyon TL.) bir ev sahibi olmasını sağlayan yegane araç” olarak göstermeye çalışıyor.
Gerçekte ise, durum, bunun tamamen tersidir. Mortgage, işçi ve emekçiler açısından bir nimet değil, aksine, kapitalist sistemdeki zincirlerine bir halka daha ekleyen kurumlardır.
Sanayi devrimi ile ortaya çıkan konut sorununa, ilk dönemler, çeşitli Avrupa devletlerinin kayıtsız kalmaları, işçi ve emekçilerin kendi başlarının çaresine bakmalarına neden olmuştur. İlk olarak, konut kredi birlikleri, “zanaatkar ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma derneklerinin”
bir kolu olarak, sanayi devrimiyle birlikte, 18. yy.’da, yapı kooperatifleri şeklinde ortaya çıktılar. İşçiler ve emekçiler, bir araya gelerek kooperatifler kurdular.
Emperyalizmle birlikte, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi sonucu farklı bir sermaye türünün (mali sermaye) ortaya çıkmasıyla; emekli fonları gibi, işçilerin kurdukları bu kurumlar da, giderek mali sermayenin en önemli kurumları, en büyük finans kurumları haline geldiler.
Kâr marjı yüksek olan konut piyasası, giderek bankaların eline geçti. Bankalar, konut kredi birliklerini yuttu ya da konut kredi birlikleri bankalaştı. Ayrıca, bankalar, mevduat bankacılığının yanı sıra konut kredi bankacılığı yapıyorlar. Mortgage bankaları denilen konut kredi şirketleri, ellerinde biriken büyük miktardaki parayı diğer sermaye sahiplerine faizle borç vererek ya da kendileri doğrudan en büyük şirketlerin hisselerini alıp satarak, büyük paralar kazanıyorlar. Sadece ABD’de, “1989 yılında, Mortgage bankalarının ellerinde 500 milyar dolardan fazla Mortgage geliri birikmişti. 1992’de, bu rakam, 3 trilyon dolara çıktı. Sadece 1992 yılında, 750 milyar dolarlık yeni Mortgage sözleşmesi yapıldı.” (Kemal Yıldız, Özgürlük Dünyası, s. 89, Amerikan Mali Sermayesine Genel Bir Bakış)
Mortgage’in esas amacı, işçi ve emekçilere kendi evlerini sağlamak değildir. İyi bir faiz haddi ile taşınmaz mallardaki spekülasyondan pay bekleyen sermaye sahiplerine daha kârlı bir pazar açmaktır.
Sistemin işlediği diğer ülkelerde yaşananlar, ülkemizde yaşanacak olanların aynasıdır. Ev sahibi olma hayali ile, yıllarca, aksatmadan her ay taksit ödeyen emekçiler, işten atılma ve taksitlerini ödeyemez olma korkusu ile grev-direniş yapamıyor, her türlü dayatma ve koşulu göze alıp çalışıyorlar. Bu kadar çabaya rağmen, büyük bir çoğunluk, yine de ev sahibi olamıyor.
Kapitalizmde, işçi ve emekçilerin konut sorununun Mortgage gibi kurumlar arcılığıyla da çözülemeyeceği ortadadır. Önce olduğu gibi, bugün de, kapitalizmde, işçiler, barınma sorunlarını giderme noktasında yalnız başlarına kalmışlardır. “Dolayısıyla, yalnızca iki yol kalıyor. İşçiler açısından kendine yardım ve devlet yardımı” (F. Engels, Konut Sorunu, sf. 62, Sol Yay.)

KAPİTALİZMİN “ÇÖZÜMÜ” BİREYCİ VE PAZARA YÖNELİK
Şu an, kapitalizmin konut sorunu karşısındaki politikası, politikasızlıktır. Çünkü, sadece binaların üretiminde “hassas” olunması yetmiyor. Üretimden tüketime kadar “hassas” olmak gerekir. Genel olarak kapitalist sistemde ve hele Türkiye gibi plansız ekonominin işlediği bir ülkede, bu, neredeyse imkansız haldedir. Konut yapımı, ranta ve spekülasyona açık bir pazar konumuna gelmiştir. Şehirleşme ve yerleşim de plansızdır. Dolayısıyla, konut sorununun çözümü de; bireyci ve pazara yöneliktir. Böylesine toplumsal bir soruna ilişkin, şu an ülkemizde sosyal bir konut politikası uygulanmamaktadır. Çünkü çevre ile ilişkisi bireycileşmiş, kâra dayalı, pazar ilişkisi içinde bir yerleşim mevcuttur.
Gelinen noktada konut sorunu, sadece işçi sınıfını ilgilendiren bir sorun değildir. İşçisiyle, köylüsüyle, memuruyla toplumun büyük kesimini ilgilendiren bir sorundur. Ve tamamen toplumsaldır. Barınma sorununun, tıpkı iş güvencesi, sağlık, eğitim sorunları gibi ele alınıp, toplumsal tarzda çözülmesi zorunluluktur.
Çünkü; “kapitalist üretim biçimi varolmaya devam ettiği sürece, konut sorununun ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözümleneceğini ummak budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında ve bütün geçim araçlarına ve iş araçlarına işçi sınıfının el koymasında yatmaktadır.” (F. Engels, Konut Sorunu, sf. 77, Sol Yay.)

Dünden bugüne aydın tutumları

20 yıldan fazla sürdürülen “düşük yoğunluklu savaş”a karşın, kangren haline gelen Kürt sorununu çözmede Türkiye’nin etkili ve yetkili güçlerinin gösterdiği   yeteneksizlik; artık Türkiye aydın kesimini de harekete geçirmiş görünmektedir. “Aydınlar”ın ilk bildirisi, A. Ağaoğlu’nun ateşkesi salt PKK’den bekleyen tek yanlı tutumu ve kritik dönemeçte İHD’yi PKK destekçiliğiyle suçlayarak, üyelikten istifa etmesi nedeniyle, tartışmalara yolaçmıştı. T. Erdoğan’ın gerek “aydınlar”ı kabulünde  gerekse Diyarbakır konuşmasında açıkladığı “Kürt sorununu çözeceği” vaatlerinden bugün caymış olması, sözlerinin, 3  Ekim’deki AB görüşmelerini kurtarmaya dönük manevra olduğu kuşkularını kesinleştirdi. PKK, süresini uzattığı tek taraflı ateşkesini,  3 Ekim sonrasında bitirdiğini ilan etti.
Bu bağlamda, Yazarlar Sendikası’nın, Kitap Fuarı’nın son günü kamuoyuna açıkladığı 110 aydının imzaladığı yeni “Barış Çağrısı”; “savaşan iki tarafı da silahları susturmaya davet eden, barışın Avrupa’dan beklenemeyeceğini vurgulayan, silahlara, militarizme ve şovenizme karşı sürekli barışı savunan” içeriğiyle; aydınlarımızın, yaşananlardan öğrenerek, daha doğru, tutarlı ve ileri tutumlar alabileceklerini gösterir niteliktedir. Aydınların her zaman, ‘tarafsız’ olarak açıkladıkları bildiri ve tutumların tarihte olumlu ya da olumsuz işlevler oynadığı, politikayla ilgilenenlerin malumu olmakla birlikte; Kürt sorununda aydınların yaklaşımı ve farklı tutumlarının, geliştirici ve yapıcı değerlendirmelere konu edilebilmesi açısından; bu yazıda aydınların tarihsel yeri ve duruşlarıyla ilgili bazı örnekleri anımsatmaya çalışacağız.

AYDINLAR TARİHE VE YAŞADIKLARI TOPLUMA KARŞI SORUMLUDUR
Bu sorumluluk ve tarihsel yük nereden geliyor, neden taşınıyor, nasıl taşınmalıdır?
Bu ağır yükün aydının sırtına binmesinin nedeni, aydınların özel niteliğinden kaynaklanır. Çeşitli sınıfların bağrından gelmekle birlikte, ‘eğitim görmüş olma’ ortak paydasında birleşmeleri, insanlık tarihinin bilgi birikimini özümsemiş olmaları ve geleceğe yönelik öngörülerde bulunabilme yetenekleri, topluma karşı sorumlu davranmayı, onu aydınlatmayı gerektirir. Bu pozisyon, onları, yaşadıkları toplumun ilişki ve çelişkilerini, sınıfların çıkarlarını, örgütlü tepkilerini; en bilinçli ve kararlı şekilde yansıtan kesim olarak öne çıkarır. Aydınların aldıkları tutumun, yaşadıkları topluma karşı sorumluluk ya da sorumsuzluklarının tarihsel önemi de, buradan doğar.
Tarihe Dreyfus davası olarak geçen davada, Naturalizm akımının köşetaşı olan romancı Emile Zola’nın tutumu; tüm aydınların alması gereken örnek tutumlardan olmuştur. Bilindiği gibi, davanın konusu, Fransız Ordusu’nda yüzbaşı olan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus’un, savaş Bakanlığında çalıştığı sırada, ordunun sırlarını Almanlara satmak ve casuslukla suçlanarak, tutuklanmasıdır.
Dreyfus’un haksız bir yargılanma sonucu, ömürboyu hapse mahkum edilerek Şeytan Adası’na sürgüne yollanması sonrasında, ailesinin itirazı da, sonucu değiştirmemişti. Yarbay Georges Picquat, casusluk olayını Binbaşı Estashazy’nin gerçekleştirdiğini kanıtlar, ama, mahkemeye çıkarılan Binbaşı Estashazy beraat ederken, olayı aydınlatan yarbay Picquat tutuklanır.
Bu kadar haksızlık Emile Zola’yı isyan ettirir ve Dreyfus’u destekleyen gazeteci Georges Cleamancau’nun gazetesi L’Aurare’de “J’Accuse” (Suçluyorum) başlıklı bir açık mektubu yayınlanır. Gazetenin bu sayısı 300 bin satar. Emile Zola’nın tutumunu destekleyen ve aralarında Anatole France, Marcel Proust gibi ünlü yazarların da olduğu 3000 kişi, verdikleri dilekçelerle Dreyfus’un yeniden yargılanmasını ister. Dreyfus’a iftira eden binbaşı, vicdan azabından intihar eder. Dreyfus 1899’da yeniden yargılanır. Mahkeme onu suçlu bulmasına karşın, Cumhurbaşkanı onu bu kez affeder. Dreyfus affı kabul eder, ama, kendisini aklama mücadelesinin peşini bırakmaz. 1906’da sivil bir mahkemede yargılanmayı başarır ve suçsuz olduğu anlaşıldığından, beraat eder ve orduya geri döner. Daha sonraları, ona, devlet tarafından Leegion d’Honneouer nişanı verilir.
Burada, Zola’nın “Suçluyorum” başlığıyla Fransa Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektubun son kısmında aldığı örnek tutumu vurgulamalıyız. Zola şunları söyler: “Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu haketmiş insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka birşey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma günışığında apaçık yapılsın.”
“Yahudi olmayan biri” olarak Dreyfus’u korkusuzca savunan ve bu mektubundan dolayı yurtdışında göçmen hayatı yaşamak zorunda kalan Zola, yüreğinde hak ve adaletin ışığını taşıması gereken, toplumun işaret fişeği olacak aydınlara daha sonra da örnek oluşturmayı sürdürdü.
ABD’de, “soğuk savaş” döneminin başlarında Mc Carty’ci yargılamalara konu olan  ve “Ruslara atom bombası sırlarını satmak”la suçlanarak idam edilen Ethel ve Julius Rosenberg’in davası sürecinde de, dünya çapında binlerce aydın, Emil Zola’nın izinden giderek, Rosenberg’lerin suçsuzluğunu ileri süren eylemlerle ABD’yi protesto etmişti.
Bir başka namuslu aydın profili olarak, Henry Alleg’in adını anmadan geçmemeliyiz. Geçtiğimiz yıllarda bir kitabının yayını vesilesiyle ülkemizi de ziyaret eden ve “Sorgu” adlı yapıtıyla tanınan H. Alleg; Fransız sömürgeciliği ve emperyalizmine karşı savaş açtı. Cezayiri işgal eden Fransız emperyalistlerinin katliam ve işkencelerini, “Sorgu” adlı belgesel romanıyla teşhir ederek eleştirdi. O, Türkiye’deki bazı “aydın”ların Kürt Sorunu karşısında düştüğü gibi, şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliği çukuruna düşmedi, aksine ezilen ve sömürgeleştirilmiş Cezayir halkıyla birlikte saf tuttu; tutarlı demokrat örnek bir tutum gösterdi.
İkinci Dünya Savaşı öncesi 30’lu yıllar, Hitler faşizminin yükselişe geçtiği ve saldırganlığının arttığı, Hitler’in iktidara gelerek dünya savaşını başlattığı; aydın ve kültür düşmanlığının gözle görülür hale geldiği, gerek Almanya aydınlarının, gerekse  de ülkesi faşist işgale uğramış aydınların ya illegaliteye geçtiği ya da ilticacı konuma düştüğü yıllardır. Bu durum, aydınların isyanını ve faşizme karşı çıkışlarını da besledi. Savaşın başlamasıyla birlikte, dünya aydınları, faşizme karşı direnişin saflarına katıldılar; katkıları ve eylemleriyle, Dünya Barış Hareketi’ni örgütlediler.
Hitler faşizmini Stalingrad’ta durduran ve Avrupa’ya demokrasi ve barışı armağan eden Sovyet Rusya halklarına ve sosyalizme Batı aydını da sempati duymaya başlamış, Sovyet aydınına yaklaşarak, dostluk içinde ufkunu genişletmişti. 1945’ten sonra, “soğuk savaş” yıllarında ise, nükleer silahlanmaya karşı çıkarak, barıştan yana tutum almışlar, kendilerinden sonra gelecek aydın kuşağa şanlı, onurlu bir miras bırakmışlardı.
Bugün örneğini görmekte zorlanacağımız bu dönem aydınlarının tutumu, aydınlanmanın ve aydın kesiminin şanlı mücadelesinin zirvesi olarak, tarihteki yerini aldı. Einstein’ın “başkaları bulmuş olmasaydı, rölativite teorisini o bulacaktı” dediği modern fiziğin ünlü bilim adamı Paul Langevin, anti-faşist direnişe Fransız Komünist Partisi’nin üyesi olarak katılmıştı. Yoldaşlarından Georges Politzer ve Henry Wallon, Nazi kamplarında, Hitlerci faşistlerce katledilmişti. 1945’te Nobel Fizik Ödülünü alan Frederic Juliot Curie, Nazi işgaline karşı direnen Ulusal Cephe ile Dünya Bilim İşçileri Federasyonu’nun Genel Başkanı ve aynı zamanda Fransız Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi olarak görev yapmıştı. Adını andığımız bu aydınların ortak özelliği, sadece çağlarının ünlü fizikçi, felsefeci ve düşünürleri olmaları değil, işçi sınıfı partisinde de yönetici olmaları ve anti-faşist direnişin örgütlenmesine aktif olarak katılmalarıydı.
Ekim Devrimi’nin Batı aydınları üzerinde yarattığı dönüştürücü etki sonucu doğan yeni tip aydın kuşağının temsicilerinden biri de, döneminin sayılı Antik Yunan uzmanlarından biri olan Andre Bonnard’dır. Ömrünü barış mücadelesine adamış, Dünya Barış Örgütü İsviçre Barış Hareketi Başkanlığı ve 1950’de Dünya Barış Konseyi üyeliğine seçilmişti. “Soğuk Savaş” yıllarında, komünist partisi üyesi olmamasına karşın, “Komünist komplo” suçlamasıyla yargılanarak, mahkum edilmişti. Yunan Dili ve Edebiyatı profosörü olan bu seçkin aydının öğretim üyeliği yaptığı “demokratik” İsviçre Üniversitelerinde bile, kitapları raflardan indirilerek yokedilmişti. O, yapıtlarıyla birlikte, ardında, örnek alınması gereken bir aydın duruşu da bıraktı. Hümanizmin, bilimin, insan sevgisinin ve barışın salt kitaplarda savunulamayacağını, aydınların bunu pratik bir sorun olarak ele almaları gerekliliğini, suçlandığı mahkeme huzurunda, kendi yaşamından örneklerle vurguladı ve “Benim için hümanizm, masasında çalışan insanın bilimi değildir, hiç ayrılmayacağım bir hayat kuralıdır… Burada kişiliğimde Antigon dostu ve çevirmeni ile barış taraflısını ayırmak istiyorlar; oysa bunlar aynı insan!” diye haykırdı.
Ebette tarih, sadece aydınların olumlu tutum örneklerinin bir sıralamasından ibaret değil. Davasından vaz geçmiş, dönekleşmiş ve hatta Hitler ve Bush gibi insanlık düşmanı iktidarların emrinde, “think tank” kuruluşlarında, insan soyunun yıkımı için bilgilerini satan, hizmet edenler de olmuştur, sınıflar var oldukça, olacaktır da. Bu noktada, yakın tarihsel dönemden olumsuz tip olarak verilebilecek bir örnek; Oriana Fallaci’nin dönekliği ve onun ırkçı tutumdur. Türkiyeli okurların, ünlü politik simalarla yaptığı röportajlardan ve Yunanistan’da faşist Papadapulos Cuntası döneminde bir devrimcinin direnişini anlatan ‘Bir İnsan’ romanından tanıdığı ve sevdiği gazeteci-yazar Fallaci; artık mazlum Filistinlileri ve Müslüman halkları başdüşmanı olarak görmekte, Ariel Şaron ve Bush’un katliamlarını onaylayan bir mevzide bulunmaktadır. 11 Eylül’de New York’taki terörist saldırı sonrasında, “teröre karşı savaş” gerekçesiyle, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezine destek çıkarak, Batı Avrupa’yı Müslüman topluluklara ve ülkelere karşı kışkırtıcı, provakatif yazılar kaleme aldı. 8 Kasım 2001’de imzaladığı “Batılı aydınlar Deklarasyonu”; ABD’nin  Afganistan’a müdahalesini ve diğer askeri saldırılarını onaylayıp aklamayı amaçlıyordu. Oriana Fallaci, bir yazısında; “Batı ve uygarlığımızın kaderi sözkonusu olduğunda New York biziz, Amerika çökerse, Avrupa çöker. Yalnız finansal değil, her anlamda çöker. Kilise çanları yerine müezzinleri buluruz. Mini eteğin yerine çarşaf, konyağın yerine deve sütü buluruz. Bunuda mı anlamıyorsunuz?” diyor, tutumunu net olarak ortaya koyuyordu. Fallaci’nin gerekçeleri kuşkusuz Türkiyeli devrimcilere, demokratlara pek tanıdık geliyor.

TÜRKİYE’NİN ONURLU AYDINLARI VE CAMBAZ TİPLERİ
Dünya aydınları gibi, Türkiye aydınlarının da sinesinden olumlu ve olumsuz örnekler çıkmıştır. Aydınların tutumlarındaki ilerleme ve gerilemeler, evrensel düzeydeki altüst oluşlarla toplumsal hareketteki ilerleme ve gerilemelere paralel bir seyir izlemiştir. Bu nedenledir ki, aydın olmak, bir kere kazanıldıktan sonra ömür boyu yenecek miras olamıyor. Önemli tarihsel dönemeçlerde fikr-i takip, eziyetlere karşın inançlarını sürdürmek olumlu bir aydın tutumu olurken, yanar-dönerlik, sık sık saf değiştirme ve döneklik tutarsızlık olarak haneye yazılmakta, tarihsel anılmada son tutum belirleyicilik kazanmaktadır.
Fransız Devrimi, Osmanlı’nın Meşrutiyet dönemi aydınlarına esin kaynağı olmuşken, Ekim Devrimi de Türkiye aydınlarını derinden ve olumlu yönde etkilemiş, ama sosyalizmin aldığı tarihsel yenilgi ve Gorbaçov sonrası estirilen liberal rüzgarlar, gerici ve olumsuz bir dalga yaratmıştır. Bu dalga ise, her dönem olduğu gibi, egemen güçlerin, Marksist olsun ya da olmasın, kendine muhalif olan her ileri çaba ve girişimi “Komünist” yaftasıyla suçlayarak, faturayı aydınlara kesen tutumuyla birleşmişti. Bu nedenle her baskı ve terör dönemi, yapılan askeri darbeler, alınan yenilgiler, aydın birikimini daha geri mevzilere sürükledi. Liberal geçinenler daha gericileşirken, gericilerin bazıları liberalleşmiş, Marksist olduğunu söyleyenler de ya liberal ya da ‘kızıl elmacı’ mevziye savrulmuştur. Bununla birlikte, toplumsal harekete, işçilerin ağılığını tam olarak koyamadığı bu dönemeçlerde, ilerici olan, haklı taleplerin mücadelesini veren aydınlara -eğitim görmüş, öğretmenlere, teknik elemanlara, gazetecilere, üniversite öğrencilerine, işçi sınıfının önderlerine, sendikacılara “bu ateşten çokça pay düştü”, ezildiler, itilip kakıldılar. Asım Bezirci ve arkadaşlarının , yürekli tutumları ve seslerinin Sivas Madımak Oteli’nde alevler içerisinde boğulması, unutulacak gibi değildir.
Böylesi bir ortamın ürünü olan Türkiye aydın birikiminden, elbette davasına sadık olanlar da, dönenler de çıktı. Cunta koşullarında, zindanlarda direnen ülkenin genç aydın kuşağının dışında, dışarıda, “içeri düşmeyi” de göze alan ve özveri gösteren aydınların sayısı ise oldukça azaldı. Bu dönemde, İHD’nin kurucu üyesi olan Emil Galip Sandalcı’nın adı ve onurlu mücadelesiyle Yazko Edebiyat bünyesinde toplanarak, çevreye ışık olmaya çalışan aydınların onurlu tavrı anılmalıdır. Ama 12 Eylül’ün “zor” koşulları, aydın hareketindeki saflaşmayı hızlandıran ve dönekliği teşvik eden bir işlev de gördü. “Eylülist romancılık” rüzgarını başlatan Latife Tekin ve Ahmet Altan gibiler, yenilgi ve yamanmayı romana ve öyküye dökenler ve bu tür yazını “derin”den teşvik eden odaklar unutulmadı.
Cunta dönemi, daha sonra yapılan aydın açıklamalarına da esin kaynağı olan “aydınlar dilekçesi”ni hazırlayan Aziz Nesin ve arkadaşlarının olumlu tutumlarına da tanıktır. Faşist askeri cunta mahkemelerinde, aydınların imzaladıkları bildirilerinin arkasında durma ve savunma tutumları, dönemin moral bozucu atmosferini değiştirmeye hizmet etti. Bir süre önce, “emperyalist kültür kuşatmasına karşı”, Şükran Kurdakul ve arkadaşlarınca imzaya açılan metni de olumlu örnekler arasında saymalıyız.
Aralarında A. Ağaoğlu’nun da bulunduğu ve “PKK’yi silahları bırakma”ya çağıran tek yanlı ve tartışmalı aydınlar bildirisi girişimi de, eksiklerine karşın bir duyarlılığın göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Aydınlarımızın bildiri ve açıklamaları arasında, Kürt sorununa yönelik alınan tutum açısından, en son Yazarlar Sendikası’nın TÜYAP’ın son günü açıkladığı 110 imzalı “Barış çağrısı”ndaki aydın tutumu, aydın hareketinin tarihinde önemli ve ileri bir köşe taşı olacaktır ve aydınlarımız, artık gelecekte, daha geri açıklamalara kendini mahkum görmeyecektir.
Gerçekten de son örnek, aydınların da öğrenme sürecinin bitimsiz olduğunu, onların da kendi hataları ve deneyimleri temelinde öğrendiklerini ve daha ileri tutumlar alabileceklerini göstermektedir.
Türkiye aydın hareketini, her dönem uyduruk görüş ve fantazileri ile, bilinçli olarak saptırmaya çalışan, genç aydınları olumsuz olarak etkileyen Murat Belge, Yalçın Küçük, Ertuğrul Kürkçü ve Doğu Perinçek gibi ‘her ipte oynayan cambazlar’ın tutumları ise, aydın olamayışın örnekleri olarak görülmelidir. Güçlü çevrelere sırtını dayayarak politika yapmak ve kısa bir süre içinde tükürdüğünü yalamaya çalışmak onların başlıca erdemidir. Bunlardan Murat Belge gibileri, yabancı dil bilmenin avantajıyla, sadece Marksizmi incelikle revizyondan geçiren döneklerin eserlerini Türkçeye çevirip, bunları Marksist eleştiriden geçiren yazarların eserlerini Türkiyeli okurdan gizlediklerinden, aydın çevrelerin, Stalin ve soyalizmle ilgili yanlış eğitim almasında ve objejtif bilgiyi edinememesinde aktif  rol oynadılar. Bir ekol yaratmaya çalışan, kitap, gazete okumadan, hiç televizyon seyretmeden ciltler dolusu kitap ve ‘tez’ yazdığını övünerek ilan eden “kerameti kendinden menkul” Yalçın Küçük ise, egoist, sorumsuz ve hastalıklı bir tip olarak, marazını zayıf ve iradesiz bazı “solcu” tiplere bulaştırabilmiştir. Y. Küçük, kendine benzer bir tip olarak, bir dönem Kürt sorununa faydacı yaklaşan Doğu Perinçek gibi, “Kardeşim Apo” tutumundan çarkederek, Öcalan ve Kürt hareketi düşmanlığına, Genelkurmay’ın mevziine savrulmuştur. Doğrudan emperyalistlerin ve onların işbirlikçisi rejimlerin destekçisi olan, ABD’nin Ortadoğu planlarının sözcülüğünü yaparak nemalanan Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin gibi ruhunu da sermayeye satmış tiplerin, insanlık değerlerine karşıt  konumları bilindiğinden, üzerlerinde durmaya gerek görmüyoruz.

MARKSİST GELENEK VE SOSYALİZM AYDINLARIN ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR
Emperyalizm dönemi, salt yoksul ülkelerin ve emekçilerinin değil, aydınların da tekelci ahtapotların kollarına alındığı bir dönemdi. Tekeller, salt ekonomik saldırı, açlık, yoksulluk, savaşlar ve yeni ölümler yaratarak, insanlık değerlerini düşürmediler. Onlar, ellerindeki güçlü iletişim araçları ve para gücüyle, yetenekli insanları satın alarak hizmetlerinde kullandılar, kültürel ortamı kuşatarak zehirlediler, dekadan bir yazın geliştirdiler. Sosyalizmin ağır bir yenilgi aldığı günümüz koşullarında ise, sözde bir hümanizmi bile savunmayarak, insanlığın önüne ortaçağın geri ve dogmatik düşüncesini koyuyor, mistik güçleri dirilterek onlardan medet umuyor, devasa fedakarlıklarla günümüze taşınan insanlığın tüm olumlu değerlerini silip süpürmeye çalışıyorlar.
Emperyalistlerin bu insanlık dışı girişimlerini onaylamada, kalemlerini onların hizmetine koşmada kuşkusuz aydınların hiçbir çıkarı olamaz. İnsanlık değerlerini  alçaltan bir mihrak, aydınlara esin kaynağı olamaz. Emperyalist dünya, aydınları, yalnızca kendi sömürü sisteminin ücretli bir elemanı olarak, insanlığı yokedecek proje ve araştırmalarında kullanmamış, onların bağımsız yaratıcı ruhlarını da öldürmüş, kendilerine yönelen en küçük aydın muhalefetini, sansür ve santajla ya da Mc Carty dönemindeki gibi “cadı kazanları kaynatarak”, gaddarca ezmiştir ve ezmeye devam etmektedir. Çağımızın aydını, ancak, ezilenin, yoksulun yanında saf tutarak, onların acısına merhem olarak, mücadelelerini kendi mücadelesi bilerek, insanlık değerlerini savunabilir ve ancak bu yoldan, geleceğe olan umudunu ve moral değerlerini tazeleyerek, üstün ve nitelikli yapıtlar üretebilir.
Ekim Devrimi’nin zaferi ve sosyalizmin inşasına girişilmesi, bu anlamda aydınlara yeniden kendilerini yenileyip geliştirecekleri bir alan ve alternatif bir platform açmıştı. Bu açılan yeni yolda, salt düşünme ve fikir tartışması yapma değil, düşündüğünü yaşama uygulama, yaratıcılığını sonsuz özgürlük ve olanaklar içinde gerçekleştirme ve yaratılan ürünü paraya tahvil etme değil, insanlığın hizmetine verme vardı.
Yeni proleter kültürü, yeni insan yaratımını ve komünist toplumu kurmayı, ütopik olarak kavramayan, aksine, öyle kavrayanları eleştiren Lenin, sosyalist iktidar altında aydınların rolünü, burjuva aydınlardan ve uzmanlardan yararlanılmasını sorununu gerçekçi biçimde çözümlemiş, sürekli olarak, burjuva aydınlardan bilim-teknoloji ve yönetim işlerini öğrenmenin, sosyalizmin inşası için zorunluluğuna dikkat çekmişti. Bu yüzden devrim sonrasında, “aydınların, işçilerle aynı ortalama maaşı almalarını” savunanları eleştirmiş, işçilerin, burjuva aydınlardan, bilim ve teknolojiyi öğrenip eğitilmiş genç bir bilimci/teknisyen kuşağı ortaya çıkıncaya ve aydınların gönüllü olarak kazanılması sağlanana dek, onlara ortalamanın üstünde ücret verilmesinin zorunlu ve gerekli olduğunu savunmuştu. Bu bağlamda Lenin, değerli bilim adamlarına özel ayrıcalıklar sağlayan kararnameleri, Halk Komiserleri Başkanı olarak, bizzat imzalamıştı.
Pavlov örneği, Lenin’in tutmunu anlamak için, çarpıcı ve öğreticidir. Lenin, 24 0cak 1921 tarihli, Halk Komiserleri Konseyi Başkanı olarak imzaladığı bir kararname ile, İ. P. Pavlov ve yardımcılarına araştırma destek ve garantisi sağlamış; bunun için Petrograd Sovyeti’ne yetki verilmesi kararlaştırılmıştır.
Lenin’in yalnızca sosyalist inşa sürecinde değil, Ekim Devrimi öncesinde de aydınlara yaklaşımı, objektif, esnek ve kazanıcıydı. Çernişevski’yi Rus aydınının öncüsü olarak değerlendiriyor, Anayasacı demokrat (Kadet Partisi’nden) yazarların Destoyevski’yi eleştiri ve küçümsemesine izin vermiyor, onun demokrat yönünü savunuyordu. Toprak ağası olan Tolstoy’un, dünya çapındaki sanatsal dehasını övüyor, sistemi eleştiriye tabi tutmasını takdir ediyor, İsacı ve dinci yönünü ise eleştiri konusu yaparak, ‘sızlanmacı Rus Aydını’ değerlendirmesinde bulunuyordu.

AYDINLARA YAKLAŞIMIMIZ NASIL OLMALI?
Bu yazılanlardan aydın sorumluluğu ve tutumuyla, aydınlara sorumlu yaklaşım ve davranışın nasıl olması gerektiği anlaşılabilir. Bununla birlikte, son önemli bir nokta, aydınlara yaklaşımımızda ortaya çıkan vaya çıkabilecek sekter tutumlardır. Bu hatalar, daha çok, ya teorinin doğmatik yorumundan ya da aydınların tarihsel konumları ve üretim içindeki yerlerinin eksik kavranışından doğmaktadır. Aydınların “bireyciliği” ve “disipline gelmezliği”nden hareketle geliştirilecek itici ve sekter yaklaşımlar; devrimci demokrasi kavgasını ve işçi hareketini aydın katkısından mahrum bırakabilecektir.
Aydınlar açısından elbette bireycilik ve disipline gelmezliğin zemini güçlüdür. Çok azı, işçi sınıfının disiplinine tabi olarak, kolektif çalışmaya katılırlar. İşçi sınıfı, kolektif çalışmaya yatkınlığını ve iş disiplini nasıl ki sonradan kazanmıyor, bunu üretim sürecindeki nesnel konumundan elde ediyorsa, aydın da, bireysel yaşamı ve disipline gelmezliğini, üretim içindeki yerinden, bireysel üretimiyle ürününü yaratma koşullarından edinmektedir. Sorun, kapitalist sisteminin işbölümündeki roller ve üretim içindeki yerlerin farklılığından kaynaklanır. Öte yandan aydın kesimi, yaşam koşulları ve fikirsel yönden, burjuva bir mevziden işçiye karşıt dursa da, burjuvazi gibi, çalışmadan artı-değere elkoyan bir katman oluşturmaz ve bilgi üretimiyle varolur.
Elbette, sınıflarını inkar edip, yaşam tarzı ve eylemini işçi sınıfı ile birleştiren aydınlar da vardır ve olacaktır. Ama kitlesel ve gönüllü bir aydın dönüşümünün, geleceğin sosyalist koşulları altında gerçekleşeceğini bilerek, aydınların en küçük olumlu ve demokrat çabasıyla bugünden birleşen ve hareketi zenginleştiren bir tutum izlemek gerekmektedir. Sosyalizmin ağır yenilgi aldığı ve emperyalist burjuvazinin Rönesansın rasyonel değerlerine bile saldırdığı günümüz koşullarında bunun önemi daha da artmıştır.
Sonuç olarak, ‘aydın tutumu’ ve ‘aydın olmak’ gibi kavramlar; belirli kalıplar içine sığdırılamayacak bir somutluğa, özgünlüğe ve tarihselliğe sahiptir. İçinde bulunulan devrim aşaması ve mücadelenin düzeyi kadar, dünya çapındaki güç ilişki ve çelişkileri de, kavramın şekillenişi ve kapsamını etkilemektedir. Ekim Devrimi’yle açılan sosyalizmin yoluyla Anti-faşist Savaş’ın kazanımlarının dünya ölçeğinde aydınları önemli ölçüde etkileyip kazandığı ’70 öncesi dönemde; adlarını yukarıda andığımız aydınların yüksek düzeyli tutumlarıyla, günümüzde sosyalizm ve işçi sınıfının kazanımlarının geriye savrulduğu yenilgi sonrası, emperyalizm ve gerici düşüncelerin güç kazandığı ortamın aydınlarının tutumları, doğal olarak bir ve aynı olamaz. Rönesans aydınlanmasının, rasyonel düşünüşün bile, emperyalist odaklarca top ateşine tutulduğu, ortaçağın her türlü mistik düşünüşünün, falcılık ve büyücülüğün diriltildiği koşullarda, aydınlardan çok ileri tutum ve davranışlar beklemek, kendi normlarımız ve çıtamıza erişemeyenleri bu nedenle “aydın” saymamak, gerçekçi bir yaklaşım değildir.
İnsanlığın değerlerini, aydınlanmanın şu veya bu ögesini savunan yazar, sanatçı, öğretim üyesi, teknik eleman vb. eğitim görmüş ve yaşadığı topluma karşı kendini sorumlu hisseden aydınların işçi sınıfı davasına kazanılması veya ona dost olması, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zafere ulaşması için tayin edici önemdedir.
İşçi sınıfı ve onun devrimci partisi, bu nedenle, aydın sorununa özel bir dikkat göstermek zorundadır.

küresel ısınma, kasırgalar ve kapitalizm

GİRİŞ
Son yıllarda yer kürede mevsimlere bir haller oldu. Ne kışlar eski kış, ne yazlar eski yaz. Bitki türlerinin bir kısmı tarihe karıştı. Aynı şekilde bazı hayvan türleri de yok oldu gitti. Fakat gerek bitki gerekse hayvan türlerindeki bu yok oluşlar durmadı. Tam tersine daha da hızlanarak devam etmekte. Üstelik son yıllarda ekolojik çeşitliliğin azalması her geçen gün biraz daha artmakta.
Dünyanın bazı bölgeleri su baskınlarıyla, bazı bölgeleri ise susuzlukla boğuşmaktadır. Yani fazlası ayrı bir felaket, olmaması başka bir felaket. Kutuplardaki buzullar her geçen gün daha da küçülmekte. Deniz seviyesi her geçen gün yükselmekte. Kuzey Yarımküre’nin en büyük buz kütlesi olan Grönland adası, küresel ısınma nedeniyle eriyor. Yer kürenin sıcaklığı giderek artmaktadır. Grönland kütlesinin erimesi, düşük seviyedeki sahil şeridinde bulunan yerleşim yerlerinin sular altında kalmasına neden olacak. Bazı tahminlere göre, deniz seviyesindeki yükselme 7 metreyi bulacaktır.
Küresel ısınmanın bir başka kurbanı ise, Amazon ormanlarıdır. Brezilya hükümetinin yaptığı araştırmalar, dünyanın akciğeri sayılan Amazon’un 2003 yılında rekor düzeyde ormanlık alan yitirdiğini gösteriyor. Amazon ormanları 4,2 milyon kilometre karelik bir alanı kaplamaktaydı. Bunun yüzde 20’lik bir kısmının yok olduğunu görmekteyiz.
İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi öğretim elemanlarından Sir King, şu an atmosferde, son “55 milyon yıl” boyunca olduğundan daha fazla karbondioksit olduğunu söylemektedir. Dünyada meydana gelebilecek ani hava değişimleri ve benzer felaketlerle savaşabilmek için Kyoto protokolüne uymak dışında yapılabilecek başka hiçbir şey olmadığını vurgulayan Sir King, “Buzların hızla eridiğini görüyoruz. Bunun sonunda birçok dünya şehri sular altında kalacak. Londra, New York ve New Orleans bu sonla karşılaşacak ilk şehirler…” demişti. Katrina Kasırgası bu öngörüyü kısmen doğruladı.

KÜRESEL ISI DEĞİŞİMİ
Küresel ısı değişimi, her zaman ısının yükselmesi şeklinde olmaz. Yer küredeki sıcaklığın düşmesi de, bu değişimin bir parçasıdır. Nitekim dünyada zaman zaman buzul çağları da yaşanmıştır.

Yukarıdaki grafikte zamana göre ortalama sıcaklık değişimini görmekteyiz. Yukarıdaki grafiğe ve dünyanın geçmişine baktığımızda, iklimdeki ısınma ve soğumaya yol açan atmosferik değişimlerin nedenini sadece insan kaynaklı etkenlere bağlamak doğru olmaz. Fakat son yıllardaki sera gazı emisyonundaki artışı göz önüne aldığımız zaman, insan etkinliklerinin günümüzde belirleyici rol oynadığını görürüz.
Diğer yandan, insan etkinlikleri olmasa da, küresel iklim değişimlerinin olacağı bilinmektedir. Ama bu değişimler doğal seyrinde olacaktır. İşin içine insan etkinlikleri faktörü girince, bu doğal gidişat, anormal bir gelişime dönüşmektedir.
İklim değişiklikleri konusunda, YTÜ Doğa Bilimleri Araştırma Merkezi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü ERSOY, bir makalesinde şu saptamaları yapmaktadır. “…Özellikle son 3.5 milyar yıldan beri bu değişikler sürekli olmakta ve iklimler değişmektedir. Jeolojik tarihte canlıların topluca yok olmalarına yol açan ekstrem iklim değişimleri tarihinde pek çok kez tekrarlanmıştır. Bu olayların büyük bir kısmında insanoğlu yoktur. Çünkü insanlar dünya tarihinin ancak son 3 milyon yılından sonra sahneye çıkmışlardır. Dünyanın ilk dönemlerindeki ilkel atmosfer bileşimi şimdikinden çok farklıdır. Organik çorba adı verilen anorganik karışımdan güneş ışınları ve elektriklenme yoluyla türememiş olan ilk canlılar (eobiyontlar), fotosentez yapamayan, ancak fermantasyonla yaşayan ilkel bitkilerdir. Paleontologlara göre, atmosferde yeterince oksijen bulunmadığı dönemlerde ortaya çıkan ilk basit hayvanlar, ilkel bitkilerin (alglerin) yarattığı bir çeşit “oksijen vahaları” etrafında yaşamışlardır. 4.5 milyar yıldan beri varolan Dünya’da canlı çeşitliliği, ancak atmosfer bileşiminin şimdiki bileşimine yaklaştığı son 600 milyon seneden sonra artmıştır. Yaşadığımız çağdaki değişimleri de içine alan son dönem iklim değişiklikleri, aslında günümüzden 1.650.000 yıl (bazı bilim adamlarına göre 1.8 milyon yıl) önce Kuvaterner’de başlamıştır. Kuvaterner zamanının başı kabul edilen bu tarihten günümüze dek 4 adet büyük küresel buzul (glacial) dönemi ile bunların arasında sıcak iklimler (inter-glacial) yer almıştır. 18 000 yıl önce dünyayı kaplayan buzullar şimdikinin 3 katı büyüklüğündeydi. O dönemde ormanlık alanlar azalmış, çöller artmıştı. Yaşadığımız dönem olan Holosen (latincede “Holo” bütün, tam; “Cene” ise yeni anlamına gelmektedir) 10 000 yıl önce başlamıştır. Dünyadaki son buzulların erimeye başladığı dönem Holosen’in başlangıcı olarak kabul edilir. 8000 ile 5000 yılları arasında (Alt – Orta Holosen) ise atmosferdeki nem çok fazladır. Her yer ormanlarla kaplı olup, dünyada hemen hemen hiç çöl bulunmamaktadır. Şimdi ise sıcaklığın arttığı bir dönemde yaşamaktayız. Isınmaya bağlı olarak küresel deniz seviyesi de gitgide yükselmiştir. Son 7000 yıla kadar çok hızlı devam eden deniz seviyesi yükselimi (hatta Nuh tufanı bu paroksizmal dönemde olmuştur) günümüzde giderek yavaşlamıştır. Bu arada uzun buzul dönemleri yanında kısa süreli buzul dönemleri (örneğin, günümüzden 700 ile 200 yılları arasında) de yaşanmıştır. ”1

İzlanda’da incelmiş buzul şapkanın erime hızı (NASA nın web sayfasından alınmıştır)

Tekrar vurgulayalım ki, yer kürenin sıcaklığındaki değişimin doğal seyrine, son zamanlarda insan faktörü damgasını vurmaya başlamıştır. Yer küredeki iklimsel değişimin seyri insanların fosil yakıtları aşırı ölçüde kullanması ve endüstrileşmesiyle birlikte dünyayı felakete hızla yaklaştırmaktadır.

KASIRGALAR NASIL OLUŞUR?

Rita kasırgası    Katrina kasırgası

Wilma Kasırgası

“1979’dan beri alfabetik sırayla kadın-erkek isimlerinden karma liste yapılıyor. Toplam 6 adet liste bulunuyor ve bunlar rotasyon usulüyle her yıl yeniden onaylanıyor. Yani 2004 listesi, 2010’da tekrar kullanılıyor. Ancak bir kasırga çok yıkıcı olduysa, o kasırganın bulunduğu listeye sıra geldiğinde, Dünya Meteoroloji Örgütü ile eşgüdüm halinde, söz konusu kasırga ‘emekliye’ sevk ediliyor. Örneğin, geçen yılki Charley, Frances, Ivan ve Jeanne’in ardından bu yıl Katrina kasırgası ‘emekliye’ ayrılmak zorunda kalırken, Rita’nın da aynı akıbete uğraması bekleniyor. Kasırgalara yazılı ve konuşma dilinde ayırt edici kısa ve kolay isimler verilmesi, bu kasırga ve tropik fırtınaları özellikle kıyı üsleri ve denizdeki gemilerin tanımlaması sırasında önemli kolaylık sağlıyor.”
Kasırgalar, birçok farklı koşulun bir araya gelmesiyle oluşur. Genellikle kasırgalar tropik iklim kuşağının geçtiği okyanuslarda oluşurlar. “Kasırgaları ısıyla çalışan bir makineye benzetebiliriz… Kasırgalar oluşurken tropik sıcak havayı alıp küçük bir bölgeye sıkıştırır… Bu sırada yağmur ve şimşekler oluşur… Yağmur havayı daha da ısıtır ve basıncı azaltır… Rüzgar bu alçak hava basıncının yarattığı boşluğu doldurur. Genellikle deniz suyu sıcak ve hava ona göre daha soğuksa kasırgalar daha güçlü bir şekilde oluşur. Kasırgalar aslında birçok küçük fırtınadan meydana gelmektedir. Bu küçük fırtınaların hepsi bir arada daire şeklinde hareket ediyor. Kasırga gücünü arttırdıkça ortasında bizim kasırganın gözü dediğimiz bir boşluk oluşuyor. Bu noktada yağmur ve rüzgarın şiddeti en üst düzeye ulaşıyor….”2
Küresel ısınmanın yukarıda da değindiğimiz gibi, iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan birincisi doğal nedenlerdir. Doğal nedenleri ortadan kaldırmak veya engellemek mümkün değildir. İkinci neden ise, insanoğlunun doğal ortama olan olumsuz etkinlikleridir. İşte bu olumsuz etkinliklerden vazgeçmek ve doğru davranışlara yönelmek gerçekleştirilebilir bir durumdur.
Kasırgaların oluşumu ise ısıya bağlıdır. Küresel ısınmanın iki nedeninden birisi zararlı insan etkinlikleridir demiştik. İnsanların zararlı etkinliklerinin başında fosil yakıtların sorumsuzca ve giderek artan bir oranda kullanılması gelmektedir. Ayrıca, endüstrileşmeyle birlikte, atmosfere atılan sera etkili atıklar (CO2, CH4, N20, CFC-11, HCFC-22, CF4 gibi gazlar) ve ormanların hızla yok edilmesi bu etkinin katlanmasına neden olmuştur. Bunun nedeni ise, fosil yakıtların çoğunu tüketen, dünya nüfusunun % 15’ine sahip olan gelişmiş ülkelerdir. Endüstrileşmeyle birlikte zararlı sera gazlarının atmosfer içinde artması, insanoğlunun iklim değişimine neden olduğu tek aktivite değildir. Fotosentez yoluyla atmosfer bileşiminin korunmasına katkı koyan ormanların yok edilmesi de, bu zararlı etkinin bir diğer parçasını oluşturmaktadır. Bunun yanında, bilinçsiz tarım uygulamalarını, suyun ve toprağın bilinçsizce kirletilmesini de saymamız gerekir. Çünkü böylece topraklar tuzlanarak çoraklaşmış, çıplaklaşmış, erozyon artmış ve çöller büyümüştür.
Bütün bunlar, bir bütün olarak, küresel ısınmayı hızlandırmıştır. Son yıllardaki küresel ısınmanın artmasıyla birlikte, kasırgaların hem şiddeti artmıştır, hem de tekrarlanma aralıklarındaki süre kısalmıştır.
Uzmanlar, kasırgaların gücünü 1-5 arası bir skalayla belirtmektedirler. En düşük derece olan 1 dereceli kasırgalar güçsüz olurken, 5. derecedeki kasırgalar en güçlü olanlardır. Örneğin ABD’yi şimdiye kadar vuran ve 5. derecede kaydedilen kasırga sayısı 3 tür. Fakat küresel ısınma bu şekilde devam ederse, bu sayının giderek artacağını söylemek mümkündür. Bunu, bir bakıma, doğanın kendisine en fazla zarar veren bölgelere karşı bir tepkisi olarak görmek de mümkün olabilir.

KÜRESEL ISINMANIN SORUMLUSU KİM?
Küresel ısınmanın iki nedeninden birisinin insan etkinlikleri olduğunu söyledik. Fakat insan faktörünü biraz daha açmamız gerekiyor. Çünkü bu küresel ısınmada yeryüzünde yaşayan bütün insanların sorumluluğu veya katkısı aynı derecede değildir. Birçok musibette olduğu gibi, bu musibette de, parayı takip ettiğimizde sorumlunun kim olduğunu bulmamız mümkündür. Parayı takip ettiğimizde ise, karşımıza kapitalist tekeller ve mali sermaye egemenliği, emperyalizm çıkmaktadır.
“Büyük bir kısmı fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan insan kaynaklı karbon emisyonları, 1850’lerde senelik 50 milyon metrik ton seviyesinden, 2000’de senelik 6500 milyon metrik ton seviyesine ulaşmıştır. Bugün dünyayı felakete sürükleyen sera gazlarını büyük ölçüde endüstrisi gelişmiş emperyalist ülkeler üretmektedirler. Bu gazlardan en önemlisi olan CO2 gazı açısından, bütün dünyanın ürettiğinin dörtte birini ABD tek başına üretmektedir. Buna karşın, gene de Kyoto Protokolünü imzalamamaktadır. Doğa ise, kendisine en fazla zararı veren bölgelere tepkisini fırtınalarla, kasırgalarla, aşırı yağışlarla ortaya koymaktadır…”
“…Son Katrina Kasırgası’nın ortaya koyduğu felaket ve sonrasına baktığımızda ise, ABD emperyalizminin insanlıktan ne derecede uzaklaştığını açıkça görmekteyiz.
Ekranlarda izlediğimiz görüntülerde, mağdur olanların genellikle yoksul ve siyah ırktan oldukları görülmektedir.
New Orleans’ta soygun, yağma, tecavüz ve hırsızlığın önüne geçilemiyor.
Devlet yurttaşlarını bu tür saldırılardan koruyup, onların daha insanca bir yaşam süreceği koşulları oluşturmak yerine, kente Irak halkına karşı katliam yapmış olan 300 askeri yerleştirmiş, bu askerlere öldürme yetkisi verilmiştir.
Yiyecek, ilaç ve su yerine kurşun.
Acaba felakete uğrayanlar, siyahî değil de varsıl ve beyaz olsaydı aynı ilgisizliğe uğrarlar mıydı?
ABD’de teknoloji gerçekten de çok ileri düzeydedir.
Felaketin boyutlarını uydu aracılığıyla çok net bir şekilde izleyebiliyorlar. Ama felakete uğrayan kendi yurttaşlarına acil önlem olarak Irak’ta katliamlara katılan silahlı ve öldürme yetkili askerler gönderiyorlar.
Sırf Katrina Kasırgası’nın maddi zararının 50 milyar dolar olduğu söyleniyor. Küresel ısınmaya neden olan uygulamalara devam edildiği sürece, bu zararların daha da artacağını söylemek her halde kâhinlik olmayacaktır.
Bütün bu felaketler birilerine kaybettirirken, birilerine de para kazandırmaktadır. Kaybedenler, her zamanki kaybedenlerdir.
Yani halk.
Kazananlar ise, her zamanki kazananlardır, yani kapitalistler.
İşte anamalcı sistemin ruhu budur.
Sistem hep anamalcı sömürgenlerin kazanması üzerine kurulmuştur.
ABD emperyalizmi ise, ırkçıdır, sömürücüdür, katliamcıdır.
Kendi yurttaşlarına karşı bile ayrımcıdır.
New Orleans’ta yaşananlar, aslında emperyalizmin gerçek yüzünü ve bilinçaltını bir kez daha ortaya çıkartmıştır.
Yerküre hızla doğal felaketlere koşmaktadır. Bu felaketlerin birinci dereceden sorumluları ise, anamalcılardır, emperyalistlerdir. Bunların başında da, ABD emperyalizmi gelmektedir. Emperyalizmin bu yüzünü görüp, ona karşı mücadeleyi hedeflemeyen bir çevreci anlayışın gerçek anlamda çevreci olması, bence mümkün değildir.
Umarım Katrina’nın nefesi, bu sömürgenlerden kurtulması için insanlığı uyandırmaya yeter. Çünkü gelinen noktada, emperyalizm, bütün yer küreyi felaketlere sürüklemektedir.”3

Kişi başına senelik karbon emisyonları4

Doğrusal ve logaritmik ölçekler üzerinde dünya enerji tüketimi4

Dünya doğum ve ölüm oranları (C. M. Cippola; US Bureau of Census)(4)

Doğrusal ve logaritmik ölçekler üzerinde dünya nüfus artışı (UNPD)4

Yukarıdaki grafiklere baktığımızda, dünya nüfusunun 1800-2000 yılları arasında çok hızlı bir şekilde arttığı açıkça görülmektedir. Ayrıca kişi başına tüketilen enerjinin her geçen sene arttığı; bu artışın, endüstrisi gelişmemiş ülkelerin gelişiminin devam edecek olması nedeniyle, yükselmeye devam edeceği bir gerçektir. Hem nüfusun artması, hem de dünyanın geri kalmış bölgelerinin teknolojik gelişiminin tamamlanacak olması, önlenemez bir enerji tüketim artışını getirmektedir. Enerjinin tüketimi ise, mevcut enerji kaynaklarından fosil yakıtların kullanılması durumunda, sera etkili gazların daha da artması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunun ne olacağı ise, şimdiden ortaya çıkmıştır.
Diğer yandan, enerjinin etkin kullanılması gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Enerjinin etkin kullanılması için, hem üretilen ürünlerin israf edilmemesi, hem de bu ürünlerin en az enerjiyle üretilmesi gerekmektedir. Oysa anamalcı sistemlerin temel ruhu israf üzerine kurulu olduğu için, hem enerji pazarlayıcıları, hem de endüstriyel ürün üreten işletme sahipleri bu durumla çelişmektedirler. Enerji pazarlayıcısı, hem pahalı hem de fazla enerji pazarlarsa fazla kâr elde edecektir. Sanayici ise, ürettiği ürünü en az enerjiyle üretmenin yollarını arayacaktır. Ama diğer yandan da, ürettiği ürünlerin sürümünün fazla olması için, ucuz ama sınırlı dayanıklılıkta ürünler üretmek işine gelmektedir. Böylece sürümden kazanabilmektedir. Fakat bu durum ise, malzemelerin israf edilmesini getirmektedir. Bu açıdan bakınca, anamalcı sistemin bir israf sistemi olduğunu bir kez daha görmekteyiz. Üstelik bu israf, sadece meta ve enerjiyle de sınırlı değildir. Anamalcı sistemdeki rekabet anlayışı, bilimin ve tekniğin de israfına neden olmaktadır. Çünkü dünyaya bir bütün olarak bakacak olursak, kullanılan teknolojiler ne kadar yeni ve çevreci olursa, doğaya verilen zarar da o ölçüde az olacaktır. Ama bu, anamalcı sistemlerde, çıkar çevrelerinin işine gelmemektedir. Bu durumda bilgi, dolayısıyla teknoloji, paylaşılmadığı (hatta emperyalist ülkelerin tekelinde toplandığı) için, verimsiz ve çevre katili teknolojiler kullanılmaya devam edilmektedir. Bu kıran kırana savaşta, “enerji-ekoloji-ekonomi” faktörlerini en uygun şekilde değerlendirmede (optimizasyon) “ekonomi” daha ağır basmakta, başka bir söyleyişle kâr hırsı belirleyici olmakta, enerjinin etkin kullanımı ve çevresel etkiler geri plana itilmekte rekabette üstünlük ve kâr için gerektiğinde hatta hiçbir şeye kulak asılmamaktadır.
Diğer yandan, günümüzde bilim insanlarının uyarıları, halkların baskısı ve gelişen doğal afetler, anamalcıları ve bir kısım emperyalist devletleri de tutumlar geliştirmek zorunda bırakmıştır. Kyoto Protokolü bunun sonucu ortaya çıkmıştır. Kyoto Protokolü, her ne kadar emperyalist ülkelerin çıkarlarını koruyucu bir takım özelliklere sahip olsa da, dünya kamuoyunun ve dürüst bilim insanlarının baskı oluşturması durumunda, daha adaletli bir şekle ve uygulamaya kavuşabilir. Yoksa mevcut gidişe bakarsak, küresel ısınmanın faturasının, bu ısınmada en az sorumluluk sahibi olan dünya işçileri ve mazlum halklara yıkılmak istendiği açıkça görülür.
Bir bütün olarak baktığımızda, insanlığın geleceğiyle ve çıkarlarıyla anamalcılık ve emperyalizm çelişmektedir. İnsanlığın geleceğinin kurtulması, ancak anamalcı sistemlerden ve onun kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan emperyalizmden kurtulması, yarınlarını doğayla uyumlu enerji kaynakları ve endüstriden ulaşıma kadar, üretim ve yaşam koşullarını çevreci uygulama teknikleriyle planlamasıyla mümkün olacaktır.

1 Prof. Dr. Şükrü ERSOY, YTÜ Doğa Bilimleri Araştırma Merkezi.
2 Chris Landsea, Merkezi Miami’de bulunan Ulusal Kasırga Merkezi’nde meteoroloji uzmanı
3 E. Ş., Günlük Evrensel, 05.09.2005 “Yaşadıkça”
4 Ali K. SAYSEL, “Küresel Ekolojik  Kriz ve  İklim Değişimi”, Ocak 2005

“İkinci tüm Rusya işçi ve asker temsilcileri Sovyetleri Kongresi”çağrısı*

7-8 kasım 1917

İşçilere, Askerlere ve Köylülere
İkinci Tüm-Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Kongresi açılmış bulunuyor. Bu Kongre’de Sovyetlerin muaazzam çoğunluğu temsil edilmektedir. Kongre’de Köylü Sovyetleri’nin de bir dizi delegesi bulunuyor. Uzlaşmacı Merkez Yürütme Komitesi’nin yetkileri sona ermiştir. İşçilerin, askerlerin ve köylülerin ezici çoğunluğunun iradesine dayanarak, Petrograd’ta gerçekleştirilen işçilerin ve garnizonun muzaffer ayaklanmasına dayanarak, Kongre iktidarı kendi eline almıştır.
Geçici Hükümet devrilmiştir. Geçici Hükümet üyelerinin çoğunluğu tutuklanmış bulunuyor.
Sovyet iktidarı derhal bütün halklara demokratik bir barış ve bütün cephelerde derhal ateşkes önerecektir. Çiftlik beyi, Çarlık ve manastır arazilerinin tazminatsız Köylü Komitelerine devredilmesini güvence altına alacak, orduyu tamamen demokratikleştirerek askerlerin haklarını savunacak, üretim üzerinde işçi denetimini kuracak, Kurucu Meclis’in zamanında toplanmasını sağlayacak, kentlerin ekmek, kırın ise en acil ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayacak, Rusya’da yaşayan tüm halklara gerçek kendi kaderini tayin hakkını sağlayacaktır.
Kongre: tüm yerel iktidarın, gerçek bir devrimci düzeni güvence altına alacak İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerine geçtiğini kararlaştırır.
Kongre siperlerdeki askerleri uyanık ve kararlı olmaya çağırır. Sovyetler Kongresi, devrimci ordunun, Hükümet’in halklara hemen önereceği demokratik bir barış imzalanıncaya kadar, emperyalizmin bütün saldırılarına karşı devrimi savunmayı bileceği inancındadır. Yeni Hükümet, kararlı bir müsadere ve mülk sahibi sınıfların vergilendirilmesi politikasıyla, devrimci orduya gereken her şeyi temin etmek için bütün önlemleri alacaktır; asker ailelerinin durumunu da iyileştirecektir.
Kornilovcular –Kerenski, Kaledin vs.– Petrograd üstüne birlik sevketmeye çalışıyorlar. Kerenski’nin hileyle harekete geçirdiği bazı birlikler halkın safına geçtiler.
Askerler, Kornilovcu Kerenski’ye karşı aktif direniş gösterin! Dikkatli olun!
Demiryolcular, Kerenski’nin Petrograd üstüne gönderdiği bütün birlik sevkiyatını durdurun!
Askerler, işçiler, memurlar! Devrimin kaderi ve demokratik barışın kaderi sizin elinizdedir!
Yaşasın devrim!

Tüm-Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Kongresi
Köylü Sovyetleri Delegeleri

İspanya: Marksist-Leninist partiye doğru

İspanyol Marksist-Leninistlerinin tek partisini oluşturmaya yönelik heyecan verici görev gelişme kaydetmekte. Kesintilere, birçok zorluk ve soruna rağmen ilerledik. EKİM’in de üyesi olduğu Komünist Örgütler Ulusal Komitesi (CEOC), tüm İspanya çapında delegelerin ve CEOC ile ilişkisi olan örgütlerin katılımıyla geçen Şubat* ayında II. Konferansı’nı yaptı. Ayrıca yeni ortaya çıkan Katalonya Komünist Örgütü’nden de bir delegasyon, tartışmalara doğrudan ve özgürce katılım hakkıyla davetli olarak Konferans’ta yer aldı. Gündemde esas öneme sahip iki konu vardı: “Nasıl bir Parti’ye ihtiyacımız var?” ve “İşçi hareketi ve sendikal hareket üzerine”. Her iki konu da haftalar öncesinden bütün birimlerde tartışılmış, düzeltme ve önerileri alınmıştı. Böylece çalışmalar hızla ve verimli bir biçimde ilerlemişti. Birkaç yıl öncesinde fikirler ve tutumlar konusunda birleşmek mümkün olmadığı halde, ideolojik ve teorik birliği sağladık. Şimdi görevimiz, günlük çalışma konusunda bütün örgütlerin pratiğini uyumlu hale getirmektir ki, ilkelerde birlik sözkonusu olduğundan, bunu sağlamak zor olmayacaktır.
Ne var ki, katettiğimiz yol güllerle döşeli değildi. Öncelikle, karşılıklı sınırlı bilgi nedeniyle her zaman ortaya çıkan “ötekine karşı” güvensizliği yenmek gerekti. Bu nedenle, uzun bir zamana ihtiyacımız vardı; sadece fikirleri tartışmak ve çatışmak için değil, aynı zamanda –ki bu ikincil bir sorun değildir– uzun ve bazen sıkıcı toplantılarda, Gençlik Kamplarında, İspanyol buruva hükümetine karşı günlük politik mücadelede, her tür reformist akımlara karşı sendikal mücadelede, Cumhuriyet için ve Franko’nun dayatması monarşiye karşı mücadelede vb. kişisel ilişkileri derinleştirmek ve birlikte yaşam açısından da bu gerekliydi. Ayrıca Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Uluslararası Konferansı’nın (MLPÖUK) varlığı ve pratiğinin de başlangıçtan beri bizim açımızdan büyük yardımı olduğunu vurgulamamız gerekir. CEOC’ta yer alan diğer örgütlerden yoldaşları daima Konferans’ın çalışmaları ve açıklamaları hakkında bilgilendirmeye devam ettik. Konferans’ın bazı oturumlarına CEOC’dan yoldaşların da katılımı gerçekten olumlu oldu. Sadece Ekim Komünist Örgütü değil, CEOC mensubu diğer örgütler de, MLPÖUK’nı, en ileri uluslararası Komünist örgütlenme olarak ele alıyor ve gelecekteki Enternasyonal’in embriyonu olarak görüyorlar.

*
Ayrıca CEOC içerisinde de manevralara karşı da mücadele etmek zorundaydık. Bunlar, harekete yabancı unsurların teşvik ettiği, “koşullar henüz olgunlaşmış değil” diyerek birliği engellemeye ve geciktirmeye çalışan; sendikal mücadeleyi bir kenara bırakan ve onu kendiliğindenciliğe ve elitçi anarşizme teslim eden, reformist sendikalar içinde çalışmayı değersiz bulan ve buna karşı çıkan unsurlardı. Proletarya ve kitleler neredeyse komünistlerin oralarda çalışma yürütmesi gerektiğini öngören leninist öğretiyi anlamayan unsurlardı. İspanya’daki başlıca büyük sendikalar olan CC.OO ve UGT’nin reformist ve sosyal-ihanetçi oldukları ve üst düzey liderlerinin kapitalizme çok iyi hizmet ettikleri kesindir; fakat sendikalı işçilerin büyük çoğunluğunun bu iki sendikada örgütlü oldukları da bir gerçektir. Sendikalı işçiler sınıfın küçük bir kesimini oluştursa da elimizde olan budur…. Bu, çalışmalarımızı bu sendikalarla sınırlayacağımız anlamına gelmediği gibi, binlerce işçiyi kendi kaderine terkedeceğimiz anlamına da gelmez. Sendikaların reformist olmaları (ki İspanya’da hep böyle olduklarını söylemek gerekir) bunlar içerisinde çalışmaya son vermemiz anlamına mı gelir? Konferansa sunulan belgede de vurguladığımız gibi: “Kesinlikle hayır. İşçi hareketine müdahalemiz kesinlikle sendikal alanla sınırlı olmak zorunda değilse de, her bölgenin kendi somut koşullarından yola çıkarak işçilerin kendilerinin oluşturduğu platformlar, komiteler vb. diğer organik yapılarla da birlite çalışmamız gerekir; işçilerin kendi gücüne güven duymasını sağlamak için esas yapılması gereken sınıfı birleştirmektir ki bu da kitlelerin olduğu her yerde oportünistlere karşı mücadeleyi gerektirir.”
İspanya’da yeni Marksist-Leninist parti henüz doğmadı, hala oluşum halinde; ama oluşmadan önce onu yıkma ve sabote etme çabasıyla sınıf düşmanları bize saldırmaya ve karalamaya başladı bile. Bazısı örtülü bazısı açıktan yapılan bu tür saldırılar, farklı alanlardan olmakla birlikte, ilginçtir ki, hepsi de, zamanında revizyonist partiye bulaşmış çevre ve gruplardan geliyor. Bu bir tesadüf değildir. Bugün parçalanmış ve işlevini yitirmiş durumda olan eski İKP’den kopan kesimleri gözlemek kesin bir gerekliliktir. Bunların arasında bu durumdan çıkış yolu arayan dürüst insanlar, içten militanlar da var. Bunların birçoğuyla birlikte çalışma yürütüp iyi de sonuçlar aldık. Ancak ne yazık ki bunların arasında, revizyonist parti ile organik bağlarını koparmış olmakla birlikte ideolojik bağları devam eden, reformist ve belirsiz tutumlarını sürdüren, büyük ihanetçi Santiago Carrillo’nun tohumlarını attığı anti-Leninist ideolojiyle bulanmış birçok unsur da var. İlkel ve kindar anti-Stalinizmden ise daha söz etmedik. Bu unsurlar çoğu zaman tutumlarının objektif olarak anti-komünizme denk düştüğünün farkında değiller. Bu nedenle bizim gibi, bugün hala İspanya’da var olmayan komünist partinin yeniden inşası için yıllardır çaba gösterenlere saldırıyorlar. Bu nedenledir ki, bu duruma karşı durmak için Mmarksist-Leninist, ya da aynı anlama gelmek üzere devrimci bir partinin yaşamsal gerekliliği konusunda ısrarlı olmamız gerekir. Reformistleri, sosyal demokratları ve diğer komünizm düşmanlarını rahatsız eden nedir? Onları rahatsız eden, onlara zarar veren, Marksist-Leninistlerin –örneğin şiddete dayalı devrim ilkesinin genel geçerliliği konusundaki– açık ve tutarlı tutumlarıdır. Yıllardır sınıf mücadelesinin artık geçmişte kaldığını, proleter sınıfın artık varlığını yitirdiğini -son dönemlerin moda teorisi- çünkü globalleşmeyle birlikte onun artık “preker sınıf”a (yani, çalışacak iş bile bulamayan en alt tabaka– ç.n) dönüştüğünü iddia ediyorlar. Sınıf mücadelesi tarihin motor gücü müdür?
Onlara göre, bunlar eski, nostaljik teorilerdir: Sosyalizm şiddete başvurmaksızın pasif yollardan, parlamenter yoldan da gerçekleştirilebilir. Burjuvazi çok daha medeni hale geldi, öylesine ki, iktidarının proleter sınıf tarafından ele geçirilmesine şiddet yoluyla karşı gelmeyecektir… Bu, kendisini dayatan bir delilin görmezden gelinmesi, tarihin, tüm geçmiş deneyimlerin (ve gelecek olanların) inkarı anlamına gelir. Burjuvazinin ve onun esas ifadesi olan emperyalizmin doğasında hiçbir değişim olmamıştır, olamaz da. İnsanın insan tarafından sömürüsüne, örneğin Afrika’da açlığı ortadan kaldırmaya, yağma savaşlarına son vermeye karar veren, toplumsal gelişmeden yana tutum alan medeni varlıklar haline gelmemişlerdir. Kendi sınıf imtiyazlarını korumak, karlarını arttırmak için burjuvazi, emperyalizm değişik şekillerde ortaya çıkan –ekonomik tedbirlerden baskılara ve ihtiyaç duyarsa açık savaşlara kadar– sınıf şiddetini arttırmıştır. Globalleşme, iş güvencesinin olmaması, işten çıkarma, kazanılmış sosyal hakların tek tek budanması, özelleştirme vb. değilse nedir? Yalnızca büyük devrimleri değil, fakat örneğin Küba’ya ambargoyu, Nikaragua’daki manevraları, Venezuella’da Chavez’in yaptığı ufak tefek reformlara karşıyı tepkiyi de akılda tutmak gerekir. Biz komünistler, sadece şiddet kullanılsın diye şiddet istemiyoruz. Şiddet; burjuva devletin, emperyalizmin halka karşı, kendi dayatmalarını kabul etmeyenlere karşı kullandığı yoğun şiddetin gereği olarak ortaya çıkar. Hayır, burjuvazi ayrıcalıklarını kendi rızasıyla terkedecek kadar medenileşmemiştir. 
Saldırıların, daha önce de belirttiğimiz gibi, komünist hareketin saflarındaki ajanların gizli, ikiyüzlü, alçakça saldırılarının ortaya koyduğu da budur. Herşeyi doğru adlandırmak gerekir. Bazen bize, bu yolda ilerlemek için nasıl hareket ettiğimiz soruluyor. Bu makalede bunun yanıtı kısmen var; ama özetlemek gerekirse, şunları belirtmeliyiz: Açıklıkla konuşarak, tutumumuzu açıktan ortaya koyarak, başkalarının tutumunu reddetmeyerek, açık tartışmalar yürüterek, ortak noktalar arayarak, varılan anlaşmalara uyarak ve titiz bir saygı göstererek. Hepsinden önemlisi ise, esas dayanakları, yani Marksist-Leninistlerin, bir başka deyişle biz KOMÜNİSTLERİN savunması gereken ilkeleri belirleyerek. Buna ek olarak da, politik durum üzerine günlük çalışmada ortak planlar belirleyerek; çünkü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve sınıf mücadelesi –döneklere rağmen– varlığını sürdürüyor ve bu mücadele, komünistlerin yer alması gereken, ertelenemeyecek bir mücadeledir. Bir diğer önemli soru da şudur: Politik taktiklerimizin doğruluğunu günlük çalışma içerisinde değilse başka nerede sınayabiliriz? Bu, başından beri CEOC içerisinde yer alanların açıkça bildiği bir konudur. Eylem çizgilerimizi oluşturmak için derin tartışmalar yürüttük. Hiçbir şey kendiliğinden ortaya çıkmaz. Herşey tahlillerin, alınan kararları uygulama ve doğru ya da yanlış olduğumuzu ortaya koyma çabasının bir ürünüdür. Marx’ın da ünlü “Feuerbach Üzerine Tezler”de belirttiği gibi, doğrunun kriteri pratiktir.
“[Pratik,]  insanın düşüncesinin doğruluğunu, bir başka deyişle gerçekliğini, gücünü, ‘dünyevi niteliğini’ gösterdiği yerdir.”
“…Yaşamın bakış açısı, pratik, bilgi teorisinin birincil ve temel noktası olmalıdır…” (Lenin)
“Devrimci pratik ile çözülmez bir bağ kurması durumunda teori, işçi hareketinin yenilmesi zor bir gücü haline gelir.” (Stalin)
Teori haline getirilemeyecek hiçbir şey yoktur, ancak onun doğruluğunu kanıtlayacak olan pratiktir. Ya da şöyle denebilir: Teori, pratiğe dayanarak doğar. İşçi hareketi tarihinde, günlük, somut pratiğin, oportunist tutumları ya da şu ya da bu kimselerin yanlışlarını nasıl darmadağın ettiğinin sayısız örnekleri vardır. Gerçeklerin inadı diye adlandırdığımız budur: Çarpıtmalara ve ayrıntılı tartışmalara rağmen, sonunda galip gelen onlardır. Biz İspanya komünistleri bu adımları atmaktayız. Zorluklara ve sorunlara karşı, düşmanlarımızın oyun ve çarpıtmalarına karşı, planlanan yolda ilerliyoruz.

Kürt sınıf hareketinde yeni bir adım: Akyıl direnişi

GİRİŞ

Akyıl işçilerinin geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleştirdikleri ve 15 günlük direnişin ardından önemli kazanımlarla sonuçlandırdıkları eylem; örgütlenişi, yarattığı etki ve sonuçları bakımından  Kürt sınıf hareketi için önemli sayılabilecek özellikler göstermektedir.
Diyarbakır’ın en büyük özel işletmesi olan Akyıl Tekstil fabrikasında çalışan işçiler ,  1997 yılından beri, ücretlerinin düzenli ödenmesi, sendikalaşma, sigortalarının yatırılması gibi taleplerle zaman zaman iş bırakma eylemleri gerçekleştirmiş, ama kendiliğinden gelişen bu eylemlilikler, hem işçilerin kendilerine dayatılan koşulları aşabilecek bir birikime sahip olmamaları, hem de patronların bölgede etkisini sürdüren geri-feodal ilişkileri devreye sokması vb. gibi nedenlerle herhangi bir kazanım elde edilemeden sonuçlanmıştır. Akyıl işçilerinin son direnişi, işçilerin önceki eylemliliklerden çıkardıkları dersler ve  sınıf partisinin yardımıyla zaafların önemli oranda aşıldığı ; oluşturduğu etki ve kazandığı desteklerle güçlenerek kazanımlarla sonuçlanan bir eylem olmuştur.
Akyıl direnişinin işçilerin birlik ve karalılığıyla, gerek baskı ve ilgisizlik duvarlarını aşarak önce kentin, sonra ülkenin gündemine girebilmesi, gerekse işçilerin örgütlü oldukları sendikanın yetkiyi bahane ederek ortaya koyduğu gerici tutuma rağmen bir sözleşme yapılarak sonuçlanması gibi yönleri, Kürt sınıf hareketi bakımından yeni sayılabilecek bir yönelimin habercisi olarak değerlendirilmelidir. Yazımız, ana hatlarıyla, Akyıl direnişinin gelişimi, sonuçları, direniş içinde sınıf partisinin rolü gibi konular üzerinde durmayı ve esas olarak Akyıl deneyimini paylaşarak, süren direnişlere ve bir bütün olarak sınıf mücadelesine katkı sunmayı amaçlamaktadır.

DİRENİŞİN GELİŞİMİ
Akyıl işçileri, 7 aylık maaşları ve 2003 yılından bu yana ödenmeyen fazla mesai ücretlerinin ödenmesi ile sigortalarının yatırılması talepleriyle Eylül ayında gerçekleştirdikleri direnişten 1.5-2 ay önce de, aynı taleplerle iş bırakmışlardı. İşçiler henüz kendi aralarında temsilci bile belirlemeden, ani bir patlama sonucu kendiliğinden gelişen bu eylem, bir yandan işçilerin dağınıklığı, her kafadan bir ses çıkması ve işten atılma kaygısıyla hiçbir işçinin öne çıkmayı  göze alamaması ve öte yandan patronların işçilerin paralarını Özbekistan’da kurdukları fabrikaların kârı ile ödeyecekleri vaadi ve bu kabul edilmezse fabrikayı kapatma tehdidinin bazı işçilerin üzerinde etkili olması nedeniyle, başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu süreçte, işçilerin daha önce örgütlendiği* ve yetki davası mahkemede süren TEKSİF’in Diyarbakır Şube Başkanı, gelişmeler karşısındaki tutumunu, işçilere söylediği “eylem yaparken bana mı sordunuz?” sözleriyle ortaya koymuştur. Sınıf mücadelesine olduğu kadar ulusal-demokratik mücadele ve taleplere de yabancı bürokratik-uzlaşmacı sendikal anlayışın temsilciliğini yapan TEKSİF başkanının tutumu nedeniyle, işçiler, son direnişi de, sendikadan bağımsız, kendi yarattıkları örgütlülük üzerinden gerçekleştirmişlerdir.
11 Eylül tarihinde, 7 aylık maaşları, 2003 yılından itibaren ödenmeyen fazla mesai ücretleri ve sigortalarının düzenli yatırılması için eyleme geçen işçiler, Akyıl patronlarından ve aynı zamanda AKP’den Bağıvar Belde Belediye Başkanı olan Hacı Mahmut Akyıl ile yaptıkları görüşmede taleplerine olumsuz yanıt alınca, seçtikleri temsilciler aracılığıyla taleplerini Diyarbakır Valisi Efkan Ala’ya ilettiler. Valinin “Hakkınızı yasal yollardan aramak istiyorsanız fabrikanıza dönün. Biz Akyıl patronuyla görüşeceğiz” sözlerine rağmen talepleri karşılanmayan işçiler, fabrika önünde direnişe geçtiler. İşçilerin direnişe geçmesinin ardından, basına açıklama yapan Mustafa Akyıl, “98 yılından bu yana kâr falan yaptığımız yok. Biz bölgemizin çocuklarının işsiz kalmaması için samimi duygularla bu işi yürütmeye çalışıyoruz. Kâr etmememize rağmen bölgemiz için fabrikayı açık tutuyoruz, fedakarlık yapıyoruz. Ancak işçilerin greviyle karşılaşıyoruz. Türkiye’de birçok fabrikada maaşlar düzenli ödenmiyor, ama kimse bizim işçimiz gibi grev yapmıyor. Bu durum böyle sürerse fabrikayı kapatmak zorunda kalacağız” diyerek, bir yandan önceki süreçlerde etkili olan bölgesel hassasiyetleri işçilere karşı kullanmayı denemiş ve öte yandan işyerini kapatma tehdidini sürdürmüştür. Direnişi her gün fabrika önünde davul-zurna eşliğinde halay çekerek, yüksek bir moral ve kararlılıkla sürdüren işçiler, temsilcileri aracılığıyla patronlarla yaptıkları görüşmelerde, talepleri kabul edilmeden işe başlamayacakları konusunda kararlıklarını ortaya koymuş ve işçilerin bu kararlılığıyla, Akyıl işçilerinin grevi şehrin gündemine girmiştir. Bu süreçte, son direnişten önce de sendikalaşma mücadelesi yürüten işçilerle ilişkisi olan ve kesintili de olsa gazete ve bildirisiyle fabrikaya giden sınıfın devrimci partisi, direniş boyunca, gazeteyle birlikte direnişin içinde yer almış ve işçiler tarafından, görüşme ve karar süreçlerinde, direnişin bir bileşeni olarak kabul görüp benimsenmiştir. İşçilere sendikal alanda ilk destek KESK ve DİSK’ten gelmiş; işçiler, örgütlü bulundukları TEKSİF ve Türk-İş’in desteğini almak için Türk-İş bölge temsilciliğini ziyaret etmişlerdir. Bu ziyaret sırasında, TEKSİF Şube Başkanı, “İşçiler maaşlarla ilgili belli şartların yerine getirilmesi karşılığında işbaşı yapmalı. Sendika yetkiyi aldıktan sonra TEKSİF olarak işçilerin haklarını daha iyi savunuruz” açıklamasını yaparken; Türk-İş Bölge Temsilcisi de, işçilerin sendikalaşma mücadelesinin sekteye uğramaması için orta yolun bulunmasını önermiştir!
İşçilerin çağrısıyla, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili, Bağlar ve Yenişehir Belediye Başkanlarının fabrikaya gelip Akyıl patronlarıyla görüşmesi, direnişin önemli aşamalarından birini oluşturmuştur. Başkanların patronla yaptıkları görüşmede, patronlar, direniş bitiminde işçilerin alacaklarının yarısını ödemeyi önermiş, ama bu öneri, işçiler tarafından reddedilmiştir. Başkanların katıldığı görüşme sonucunda önerilen teklifin işçiler tarafından reddedilmesi nedeniyle, bu anlaşmanın kabul edilmesini isteyen temsilciler, görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır. İşçiler, temsilcilerin görevi bırakmasının ardından, hiçbir tereddüt ve kafa karışıklığına yer vermeksizin yeni temsilcilerini seçerek, direnişin başarıyla sonuçlanması için temel önemde bir adım atmıştır. İşçilerin kararlılığıyla grevin beklediklerinden uzun sürmesi, desteklerin artması ve pamuk alımlarının başlaması gibi nedenlerle sıkışan Akyıl patronları, grevci işçileri bölüp direnişi sona erdirmek için, daha önce “para yok, ödeyemeyiz” dedikleri alacaklarını işçilere bölüm bölüm ödeyeceklerini açıklamış, ve bu noktada sürece müdahale edip patronlarla masaya oturan işçi komitesi, direnişi bölme çabasını boşa çıkartarak, taleplerini içeren bir sözleşmeyi patronlara kabul ettirmiştir. Üzerinde anlaşmaya varılan sözleşmeye göre:
* Perşembe günü işbaşı yapılması halinde aynı gün içinde işçilerin maaş alacaklarının %50’si peşin ödenecek,
* Maaşların geri kalan %50’si ise, Kurban Bayramı’ndan sonra taksitlendirilerek ödenecek,
* Mesailerin %25’i Ramazan Bayramı öncesinde, %25 ise Kurban Bayramı öncesinde ödenecek,
* Eylem nedeniyle hiçbir işçi işten atılmayacak,
* Maaşlar düzenli olarak her ayın 1’i ve 7’si arasında ödenecek,
* Eyleme katıldıkları için kalifiye elemanların satüsü işçi statüsüne düşürülmeyecek,
* İçerde maaşı olmayan işçilerin fazla mesai ücretlerinin %50’si ödenecek,
* Bundan sonra işçilerin muhattabı İsmail Akyıl olacak,
* Sigortalar eksiksiz yatırılacak,
* Konfeksiyonda çalışan işçiler aynı haklardan yararlanacak,
* Eylül ayı maaşı, maaşların ikinci %50’sinin ödeneceği Kurban Bayramı’ndan sonraki taksitlendirme içinde ödenecek.
Sözleşme, baştan sona “Ya hep ya hiç” tutumunu koruyan ve çoğunluğu genç işçilerden oluşan bir grup tarafından yetersiz görülmesine rağmen, özellikle yıllardır işletmede çalışan işçiler tarafından, ilk kez kazanım elde edilmiş olması bakımından sevinçle karşılandı. İşçilerle yapılan değerlendirme toplantılarında, sözleşmenin, yetersizliğine rağmen, işçiler için bir ilk olması nedeniyle önemli bir kazanım olarak görülmesi ve işçilerin birliğinin direnişten sonra da korunmasının gerektiği gibi konularda ortak görüş oluştu.

DİRENİŞİN SONUÇLARI ÜZERİNE
Akyıl işçilerinin grevi ile ilgili değerlendirme yapıldığında, bu direnişin ortaya çıkardığı  önemli sonuçlardan biri, Kürt ulusal hareketinin, özellikle 15 yıllık çatışmalı süreçte etkili olan emekçi sınıf ve tabakaların sınıf eksenli talep ve mücadelelerine karşı ortaya koyduğu mesafeli yaklaşımı ve ‘ertelemeci’ tutumunun fiiliyatta aşılmasını sağlamış olmasıdır. Gerek Akyıl işçilerinin grevi ve gerekse bölgedeki diğer işletmelerdeki işçilerin sorunları ile ilgili olarak harekete geçmek için, Akyıl işçilerinin direnişinin başarıyla sonuçlanmasını beklediklerini çeşitli vesilelerle dile getirmiş olmaları, artık emekçi sınıf ve tabakaların sorun ve taleplerinin görmezden gelinme veya ertelenmesinin mümkün olmadığı bir noktada bulunduğunu göstermektedir. Öte yandan Akyıl Direnişi, sınıf eksenli talep ve mücadelenin ulusal-demokratik mücadeleyi zayıflatıp böleceği gibi kaygıları da boşa çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda, sınıfsal ve ulusal-demokratik mücadelenin birlikte yürütülmesinin mümkün ve hareketin başarısı için gerekli olduğunu da göstermiştir.
Akyıl işçilerinin direnişinin ortaya çıkardığı bir diğer önemli sonuç, uzlaşmacı-bürokratik sendikal anlayışa rağmen ve bu sendikal anlayışın aşılması üzerinden, bölgenin ve ülkenin emek hareketi bakımından üzerinden yürünmesi gereken yolu göstermiş olmasıdır. İşçiler, örgütlü bulundukları TEKSİF ve Türk-İş yöneticilerinin, yetkiyi bahane ederek direnişe seyirci kalmaları ve destekleri istenildiğinde sınıf örgütlerinin temsilcileri olduklarını unutarak “orta yolu bulucu”, “uzlaştırıcı” rollere soyunmalarına rağmen, birlik ve kararlılıkları sayesinde, bu sendikal anlayışın yetkiyi almış olacağı koşullarda bile gerçekleştirebileceği konusunda ciddi kuşkular bulunan bir sözleşmeyi kabul ettirebilmiştir. Akyıl işçileri, direnişleri ve yaptıkları sözleşme ile mevcut bürokratik-uzlaşmacı sendikal anlayışı aşmış, ama sınıf partisinin de yardımıyla sendika karşıtı bir yönelim içine girmemiş; nasıl bir sendikal anlayışa ihtiyaç olduğunu ve bu mücadeleci sendikal anlayışın hangi dinamikler üzerine inşa edilebileceğini yaşayarak öğrenmişlerdir.
Akyıl işçilerinin, mücadelelerine destek arayışı sürecinde, kendileriyle aynı sorunları yaşayan başka işletmelerin olduğunun farkına varması ve bu süreçte Evrensel Gazetesi aracılığıyla Serna-Serel tekstil işçileriyle gerçekleşen mektuplaşma ve Bitlis Tekel işçileriyle SEKA işçileri arasında yaşanana benzer bir dayanışma içine girmeleri; bayrak provokasyonundan bu yana kışkırtılan hassasiyetler, yaratılan linç ortamı ve bunlara bağlı olarak geliştirilmeye çalışılan Kürt-Türk düşmanlığı karşısında, işçilerin birlik ve dayanışmasının, halkların kardeşliği bakımından taşıdığı önemi ve bu birlik ve dayanışmanın geliştirilmesi ihtiyacını bir kez daha göstermiştir.
Akyıl direnişi, patronları da AKP’li olan Akyıl tekstil fabrikasında çalışan işçilerin (bu işçilerin önemli bir bölümü, işsizlik ve yoksulluğa son vereceği ve Kürt sorunun çözeceği beklentisi ile seçimlerde AKP’ye oy vermekle yetinmemiş, bu parti için çalıştıklarını kendileriyle yapılan görüşmelerde ifade etmiştir) AKP’nin gerçek yüzünü görmelerini sağlamıştır. Başbakan Diyarbakır’a gelmeden önce, hazırladıkları raporda bölgenin en büyük sorununu “işsizlik ve yoksulluk” olarak tespit eden AKP Diyarbakır milletvekilleri, işçilerin bütün çabalarına rağmen, taleplerini ve bu temelde yürüttükleri mücadeleyi görmezden gelmiş ve AKP’nin il yöneticileri de, kendileriyle görüşen işçilere, bu konuda yapacak bir şeylerinin olmadığını söylemişlerdir. Direniş sonunda, işçiler, sadece patronlarının değil, AKP’nin bir bütün olarak emek ve halk karşıtı siyaset yürüten bir parti olduğu gerçeğini yaşayarak öğrenmiştir.

DİRENİŞTE SINIF PARTİSİNİN ROLÜ
Diyarbakır’ın en büyük özel işletmesi olan Akyıl fabrikasını öncelikli çalışma alanlarından biri olarak belirleyen ve 1998’de başarısızlıkla sonuçlanan sendikalaşma mücadelesinden bu yana, kesintili de olsa, haber, mektup, bildiri vb. aracılığıyla Akyıl işçileriyle ilişkisini sürdüren sınıf partisi, direnişin her aşamasında işçilerle birlikte oldu ve grevin başarısı için çalıştı.
Direnişten önce, sendikalaşma mücadelesi içinde işçi temsilcileriyle ilişki geliştiren sınıf partisi, TEKSİF Şube Başkanının işçilerin mücadelesinin sahiplenmekten uzak, bürokratik ve uzlaşmacı sendikacılık anlayışıyla hareket etmesi nedeniyle işçilerde sendika karşıtı bir eğilimin gelişmemesi için çaba sarf etti. Sendikanın sınıf mücadelesinde önemli bir araç olduğunu, ama bu rolünü oynayabilmesi için, egemen olan sendikal anlayışın yerine, yeni, mücadeleci bir sendikal anlayışın geliştirilmesine ihtiyaç olduğuna dikkat çekti.
Sınıfın devrimci partisi, direnişten 1.5-2 ay önce gerçekleştirilen ve işçilerin dağınıklığı nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanan eylemden sonra, bu eylemin sonuçları üzerinden işçilerle tartışmış ve komiteleşme ihtiyacına dikkat çekerek, işçilerin bu yönde çalışma yürütmelerine yardımcı olmuştur. Partinin Akyıl işçileriyle kurduğu bağ ve yürüttüğü çalışmanın en önemli unsurunun gazete olması, sınıf mücadelesine müdahalede ve onun örgütlenmesinde gazetenin rolünü bir kez daha göstermiştir. Gazete, Akyıl ile ilgili haberler ve işçi mektuplarının yayınlanması ve fabrika satışlarıyla bunların işçilere taşınması üzerinden, işçilerde sorunları için mücadele etme fikrinin gelişmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Direniş boyunca işçilerle birlikte olan parti ve gazetenin grev süresince her gün direnişin farklı boyutlarını içeren haber, yazı ve mektuplara yer vermesi, gazeteyi gruplar halinde okuyup tartışan işçilerin, kendi eylemlilikleri üzerinden yeni bir dünyayı tanımalarını da sağlamıştır.
Parti, Diyarbakır halkını, diğer işletmelerde çalışan işçileri direnişten haberdar edip desteklerini sağlamak amacıyla bildiri dağıtıp, açıklamalar yapmaktan direnişin her aşamasında işçi temsilcileriyle birlikte değerlendirmeler yapmaya, işçilerin taleplerini içeren sözleşmenin hazırlanmasına kadar, grevin her aşamasında işçilerle iç içe oldu ve direnişin başarısı için çalıştı. İşçi temsilcilerinin hazırlanan sözleşmeyi işçilere, parti il başkanının açıklamasını istemesi, partinin direnişteki yeri ve rolü bakımından açıklayıcıdır.
Ancak burada şunu da belirtmek gerekir: Akyıl işçileri kendi direnişlerinin ötesini görüp, bir sınıfın parçası olduklarını hissetmeye başlamalarına rağmen, parti, ekonomik-sendikal alanın ötesine geçerek, politik alana ilişkin tartışmaları teşvik edip örgütleyici pozisyonu yeterince tutamamıştır. İşçilerin kendi deneyimleri sonucu edindikleri AKP karşıtlığının, genel olarak sermaye düzeni ve partileri karşıtlığına yükseltilmesi ya da AKP’nin işçi karşıtlığının bölgede ve genel olarak uyguladığı/uygulamak istediği emperyalizm işbirlikçisi politikalarla bağının kurulması gibi konularda parti, işçilerin ancak küçük bir bölümüyle ve sınırlı düzeyde çalışma yürütebilmiş, işçilerin genel kitlesiyle böylesi bir ilişki ve çalışma düzeyi yakalanamamıştır. Bütün bu yetersizliklere rağmen, direnişten sonra ilişkinin sürdürüldüğü işçilerin önemli bir bölümünün partinin il kongresine katılması ve direnişin sözcüsü olan işçinin kongrede konuşma yapması, partinin bu yönde attığı adımların yanıtsız kalmadığını, dolayısıyla söz konusu yetersizliklerin aşılması için nasıl bir yönelim içine girilmesi gerektiğini göstermektedir.
Diyarbakır ve bölgede emek eksenli bir mücadelenin geliştirilmesi bakımından partiye önemli olanaklar sunan Akyıl direnişi, aynı zamanda, bu mücadelenin merkezine gazeteyi koymuş ısrarlı ve istikrarlı bir çalışma üzerinden yürütülmesi gerekliliğini de bir kez daha öğretici bir şekilde açığa çıkarmıştır.

SONSÖZ: AKYIL BAŞLANGIÇ OLMALI
Akyıl işçilerinin mücadelesinin başarıyla sonuçlanması, kuşkusuz bölgede ve ülke genelinde emek mücadelesi bakımından önemlidir. Ama Akyıl işçileri, grevi, olmuş bitmiş bir direniş olarak değil, kendisini her gün yeniden örgütleyen ve diğer işletmelere taşıyan bir süreç olarak değerlendirmezlerse; elde edilen kazanımların kısa sürede tükeneceği ve yeniden eski koşullara dönüleceğini söylemek gerekmektedir. Bu bakımdan, işçi komitesinin varlığını devam ettirmesini ve diğer işletmelerdeki işçilerle biraraya gelip mücadelenin yaygınlaşmasını sağlamak, bugün önemli bir görev olarak durmaktadır. Harekete geçmek için Akyıl direnişinin başarıyla sonuçlanmasını bekleyen işletmelerdeki işçilerle bir araya gelip onları harekete geçirmek, her şeyden önce bölge koşullarını kullanarak, işçilere en ağır koşullarda ve düşük ücretle çalışmayı dayatan patronların kuralsızlığına bir son verilmesini; bölgedeki emek ve demokrasi mücadelesinin yeni ve dinamik bir bileşene kavuşarak güçlenmesini sağlayacaktır.
Sınıf partisinin ise, bu mücadeledeki yeri ve rolü bellidir: Bu görev, kısaca, işçilerin fikir ve mücadele birliğinin sağlanıp geliştirilmesi için gazeteyi merkezine koyan düzenli bir çalışmanın yürütülmesi, mücadele içinde öne çıkan sınıf bilinçli ileri işçilerin parti platformuna kazandırılarak mücadelenin istikrara kavuşmasının güvenceye alınması ve mücadelenin ortaya çıkardığı dinamiklerin sınıf mücadelesinin zaaflarını aşarak yeni bir hatta ilerletilmesi için çaba sarf etmek olarak özetlenebilir. Partinin mücadele birikiminin ve direnişin ortaya çıkardığı olanakların gereğinin yerine getirilmesi, bu görevin başarılmasından geçmektedir.

DİPNOT
* İşçilerin Haziran 2004 tarihinde başlayan sendikalaşma mücadelesine öncülük yapan işçilerden biri bu süreci şöyle anlatıyor:
“Dört  arkadaş bu işe başladık. TEKSİF’e gittik. Durumu anlattık. Sendika başkanıyla anlaştık. Biz fabrikada arkadaşlarımızı sınıflara böldük. Yemek aralarında konuşuyorduk, dışarıda konuşuyorduk işçilerle. Çalışırken işçilerin birbiriyle konuşması zaten yasak. Önce en güvendiğimiz arkadaşlara söyledik. Fabrikanın her bölümünde kilit adamlar vardır. Bu kilit adamlar, kendi vardiyalarında kendi bölümlerinde sendika çalışması yapmaya başladı. Hedefimiz bir yılda çoğunluğu sağlamaktı. Ama 3 ay içinde fabrikada kimse duymadan çoğunluğu sağladık. İşçi arkadaşları ikna etmekte hiç zorluk çekmedik. Fabrikadaki haksızlıklar ve çalışma koşullarına tüm işçiler isyan ediyordu. İşçi arkadaşlara bir dokunduk bin ah işittik.
Şartlar çok zordu. Viziteye çıkamıyorduk, izin konusunda zorluklar vardı. İşçilerin birbirleriyle konuşması yasaktı. Maaşlarımızın düzenli verilmemesi, sigortalarımızın yatırılmaması nedeniyle arkadaşlar hemen benimsedi sendika fikrini. Hepsi hazırdı örgütlenmeye..”

Bilim ve düşünce’nin 2.kitabı’nı okumak…

Bilim ve Düşünce’nin İkinci Kitabı pragmatizmin eleştirisi olarak çıktı.
Bu kitapta yer alan yazıların ikisi dışındakileri, 1950’li yıllarda pragmatizmin yandaşları ile Marksist düşünürler arasındaki “eski” tartışmaların metinleri oluşturuyor.
Tartışmaların yazılış tarihine bakıldığında 1950’li yılların tarihleri var. Bu yanıyla metinler eski tarihli. Ama tartışılan konulara, Amerikan emperyalizmin ideologlarının tezlerine, emperyalizmin politikacılarının insanlık ve onun sorunları karşısındaki tutumlarına bakıldığında, aslında tartışmaların son derece yeni ve şimdi tartışılması gereken konulara ilişkin olduğunu söylersek hiçbir abartma yapmamış oluruz.
Aslına bakılırsa, son iki yıldan beri, bir dönem Evrensel Kültür dergisinin eki olarak verilen “Bilim Eki”nde ve Özgürlük Dünyası’nda yayımlanan 1950’lerin Marksist düşünürlerle burjuvazinin ideologları arasındaki tartışma metinlerine ilişkin “sol”dan ve liberal çevrelerden yapılan “bunlar eski metinler” eleştirisi üstünde kısaca durmak gerekir.
Bütün öteki gerçek olgular ve olaylar açısından olduğu gibi, insanlığın düşüncesinin gelişme süreci de, dünden bugüne kesintisiz ve sürekli olarak kendi karşıtıyla mücadele ile ilerleyen bir süreçtir. Bu yüzden de her gerçek ideolojik mücadele, karşıtının kökleriyle, bağlantılarıyla bir mücadeleyi zorunlu kılar. Bu yüzdendir ki, eğer bir fikre karşı mücadele ediyorsanız, onun sadece 10-20 yıl, 50 yıl değil, çok daha eskide olan dayanaklarına karşı bir mücadeleyi de göze almak zorundasınız. Örneğin bugün pragmatizme ya da Sartre’ın fikirlerine karşı mücadele edeceksek; ona dayanaklık eden öznel idealist düşünürlerin, örneğin Berkeley’in Hume’un, Mach’ın, Hiddegard’ın,… düşüncelerine kadar gitmek gerekir.
Hele 1950’li yıllardaki tartışmalar söz konusu olduğunda, “eski tartışmalar”ın “nerede kaldığı”nı bilmek çok daha önemlidir. Çünkü; 2. Dünya Savaşı sonrasındaki tartışmaların yapıldığı ortam, daha önce düşünce dünyasında görülmedik ölçüde bir saflaşmanın olduğu bir sürece karşılık gelir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında şöyle bir dünya tablosu vardır:
Sosyalist dünyanın sınırları batıda Orta Avrupa’ya, kapitalizmin kalbine dayanırken, doğuda Pasifik’e, güneyde Hint Okyanusu’na dayanmıştır. Üstüne üstülük, insanlığı faşizm belasından Sovyetler Birliği’nin kurtardığı, işgal edilmiş ülkelerde faşizme karşı mücadelede tek gerçek direnç odağının komünist partiler olduğunu herkes görmüştür. Fransa, İtalya, Yunanistan’da komünistlerin iktidara gelmeleri, son anda askerin, Amerika ve İngiltere’nin müdahaleleriyle önlenebilmiştir. Avrupa, tam bir yıkıma sürüklenmiştir. Yıkıma uğramayan Avrupa ülkeleri olarak Portekiz ve İspanya’da burjuvazi, faşist diktatörlüklerle ayakta kalmaktadır. Sömürgeler, İngiltere ve Fransa emperyalizmine karşı ayaklanma halindedir. Sovyetler Birliği, uzay yarışında ABD’yi geçerek, sosyalizmin üretici güçleri geliştirmesi bakımından sınırsız imkanlar sunduğunu, kapitalist dünyanın kendisine en güvendiği teknoloji alanında da göstermiştir.
Kısaca dünya tablosu, 2. Dünya Savaşı sonrasının dünyası, insanlığın, kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu gördüğü bir dönemi belirtmektedir. Kapitalist dünyanın ana ülkeleri Amerikan şemsiyesi altında toplanıp; Avrupa’da komünizmin yayılmasını önleyecek önlemler almaya koyulmuşlardır. Daha savaş bitmeden; “biz yanlış düşmana karşı savaştık” saptaması yapan Churchill’e katılan, bu nedenle de SB’ye karşı savaşmak isteyen Avrupa’nın burjuva hükümetleri, SB’ye ve sosyalizme karşı sıcak bir savaşı göze alamamıştır, ama sıcak bir savaştan daha yıkıcı sonuçlar doğuran hainane bir plan olan “Soğuk Savaş” stratejisini devreye sokmuşlardır. İstihbarat örgütleri, Ortaçağ’ın bütün karanlık kuvvetlerini yanına almış olan Kilise, her ülkeden işbirlikçiler, medya gücü, burjuva bilim ve sanat çevreleri – akla gelebilecek her tür gerici güç odağı, tam bir seferberlik içine sokulmuşlardır.
Bu dönem, aynı zamanda, kapitalizmin ana vatanı Avrupa’nın Amerika’nın himayesine girmesi, o küçümsedikleri Amerikan kültürünün, Amerikan yaşam tarzının etkisine girmeleri anlamına geliyordu. Bu, felsefi alanda da, Amerikan emperyalizminin felsefesi olan pragmatizmin dönemin en gerici güçlerinin en popüler felsefesi olması, Avrupa’da da popülerleşmesi anlamına geliyordu.
Kısacası dünya, ilk kez bu kadar açık biçimde ikiye bölünmüştü. Bir tarafta, insanlığın Ortaçağ’dan beri bütün devrimleri, ileri hamleleri sırasında gömdüğü, en sonunda da, son büyük savaşta yenilgiye uğrattığını düşündüğü bütün sömürücü, vahşi, gerici, karanlık güçler; öte yanda ise, insanlığın on bin yıllık insan olma mücadelesi içinde yaratıp bugüne taşıdığı yüksek değerlerin, eşitliğin, özgürlüğün dünyası olarak birleşmesini isteyen sosyalizmin ve gerçek demokrasinin güçleri.
Dünyanın böylesine açık bir biçimde ikiye bölünüp, bir ilericilik-gericilik kavgasına girişmesi; burjuva ülkelerde, sadece Marksistlerle burjuva ideologları arasında bir bölünme ve kavga olmakla kalmadı; burjuva bilim ve sanat dünyasında, kapitalizmin insanlığı bir felakete sürüklediğini fark eden bilim adamları, aydınlar ve sanatçıların da sosyalizmin, barışın, antiemperyalist mücadelenin saflarına geçmesine yol açtı. Bu burjuva bilim ve sanat dünyasının en önünde yar alan, ülkelerinin yüzakı kişiler, kimi zaman bilimin gereklerini savunmak, kimi zaman barış içinde bir dünya için, kimi zaman sömürgeciliğin vahşetine karşı mücadele vesilesiyle kapitalizme, emperyalizme, onun sosyalizm ve insanlık düşmanı politikalarına başkaldırdılar.
İşte, daha önce Evrensel Kültür’ün “Bilim Eki” ve Özgürlük Dünyası’nda, son bir yıldır da Bilim ve Düşünce’nin iki kitabında yayımlanan belgelerin çoğu; bu, insanlık tarihinin en önemli yıllarının ürünleridir.

*
Ancak bu belgeleri önemli kılan sadece bu bölünme de değildir.
Çünkü bu yıllarda, burjuva bilim, düşünce ve sanat dünyası (burjuva entelektüel dünyası) sosyalizmin başarıları karşısında tam bir parçalanmaya uğradığı gibi, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki sert mücadele, felsefi düzeyde de kendisini gösterir ve felsefe tartışmaları; özellikle de siyasetle, ekonomiyle daha önce olmadığı kadar iç içe geçerek ilerler. Materyalizmle idealizm, metafizikle diyalektik, sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadele kendisini hayatın her alanında açıkça gösterir. Ve bu mücadele, 1950’lerin sonunda, çok sertleştiği, pek çok bakımdan da kopuşun daha da derinleştiği bir aşamada, Kruşçevcilerin Sovyetler Birliği’nde iktidara gelmesiyle, birden durdurulur ve yüz seksen derecelik bir dönüş yapılarak, kapitalizmle uzlaşmanın, kapitalist emperyalizmle bir arada yaşamanın gerekliliği propagandası öne çıkarılır. Bu tutum; ekonomide ve siyasette olduğu kadar, ideolojik alanda da (felsefe alanında da) sürdürülür. Stalin ve onun şahsında Marksizm-Leninizme karşı savaş açılır. Amerika ile, Avrupa ile bir hegemonya mücadelesi sürer, zaman zaman savaşın eşiğinden dönülür, ama aradaki sorun, artık iki dünya; insanlığın ileriye götürülmesi mücadelesi değil, aynı dünyada kimin ne kadar pay alacağı mücadelesidir.
Bütün bu olanlar, ilk bakışta Kruşçevcilerin politik bir manevrası gibi görülen “kapitalizmle sosyalizmin barış içinde yarışı” teziyle ideolojik alanda da desteklenir ve Ekim Devrimi sonrası dünyasının, ideolojik alanda “burjuva ideolojisine karşı her alanda uzlaşmaz bir savaş” mevzisi terk edilerek; tam tersine, kapitalizmle sosyalizmin uzlaşacağı, aynileşeceği, “esas olanın, kapitalizm ya da sosyalizm değil, ekonomik kalkınma” olduğu gibi abuk sabuk tezler popülerleştirilip yayılır. Böylece felsefi alandaki tartışmalar da, gerçekleştirilen bu politik yönelişe fikri dayanaklar bulmaya indirgenir.
Yani, siyasal alandaki uzlaşmacılık kendisini ideolojik alana da yansıtır, Kruşçevcilik, Eurokomünizm, Troçkizm (1930’larda tümüyle silinen Troçkizm, Marksizm-Leninizm saflarındaki bölünmeden yararlanarak yeniden canlanır) Maoculuk¸ Debraycılık, Markuscülük… ve nihayet Gorbaçovculuğa kadar gelinir.
Kruşçevizmle girilen süreç, Marksistler arasında ideolojik bir kargaşa dönemine de karşılık gelir. Kruşcevciler, Sovyetler Birliği’nin bütün prestijini ve devasa gücünü kullanarak, bir yandan her ülkedeki komünist partileri bölerek, onları reformcu, revizyonist bir çizgiye zorlarken; uluslararası plandaki ideolojik mücadeleyi de arkadan hançerleyerek, kendi uzlaşmacılıklarının fikri desteğine dönüşmesi için her baskıyı uyguladılar. Böylece, 1920’li yıllarda, sosyalizm ile kapitalizm arasında; iki ayrı dünyanın görüşü arasında mücadeleye dönüşen ideolojik mücadele (*) de, (İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında açık ve uluslararası planda yürütülen bir mücadele olarak ilerleyen ideolojik mücadele) böylece kesintiye uğramış olur. Sonraki dönem; bütün bu tartışmaların unutturulması, literatürden silinmesi üstünedir.
Kruşçevizmle başlayan süreç; Marksizm-Leninizmin tahrifi ve doğrudan ve açıkça burjuva ideolojisine evrilme; postmodernizm, bilim ve teknolojideki gelişmelerin çarpıtılarak sadece günü kurtarmakla da kalmayıp tarihin de çarpıtılmaya girişilmesi; Marksizme saldırının genel olarak dünyanın nesnel kavrayışı olan materyalizme de saldırıya dönüşmesi; en açık bilimsel gerçeklerin bile görmezden gelinerek, yaratılışçı tezlerin öne çıkarılması, vahiy ve dini mitoslara bütün bilimsel gerçeklerin üstünde bir değer biçilmesine yönelinmesi; rasyonalizmin yerine irrasyonalizmin geçirilmesi, bilinemezciliğin popülerleştirilmesi, öznel idealist görüşlerin itibar kazanması ve nihayet pragmatizmin, Amerikan emperyalizminin en popüler felsefesi olarak yeniden sahneye çıkarılmasına kadar geldi.
Bütün bu gelişmeler açıkça göstermiştir ki; materyalizmle idealizm ve bugünkü görünümleri arasındaki mücadelenin ilerletilmesinde; elbette ki, işçi sınıfın dünya görüşünün, Marksist materyalizmin, kendi köklerini, kendi mirasının imkanlarını ortaya çıkarmak; bu mücadeleyi 50’li yıllarda kaldığı noktadan ilerletmek için; önceki kuşakların deneyimlerini ve onların bilgi hazinesini özümsemesi gerekmektedir.
Başka bir söyleyişle, 50’li yılların metinlerinin yayınlanması, bir skolastik bilgi edinme, bir yük değil, tam tersine; Marksizmin hazinesinin özümsenmesi ve mücadeleye tarihsel dayanaklar kazandırmak içindir.

*
Bilim ve Düşünce’nin ikinci sayısında yer alan yazıların başlıcaları şunlar:
1-) Pragmatizm ve G.W. Bush (İhsan Çaralan): Bilim ve Düşünce’nin bu ikinci kitabının ilk yazısı bana ait. Yazı, Bush ve onun çevresinde yer alan kimi din adamı, kimi profesör, kimi politikacı unvanlı kişilerin, Amerikan tekellerinin çıkarları uğruna gerçekleri nasıl çarpıttıklarını, 21. yüzyılda “özgürlük”, “demokrasi”, “barış” derken, aslında tam karanlığı; “Ortaçağa geri dönüş”ü savunduklarını göstermeyi amaçlamıştır. Bu amaçla da, Bush ile hiçbirisi “felsefeci” sayılmayacak Bushçuların görüşlerine genişçe yer verilerek, o akıl almaz dini konuşmaların, 2-3 bin yıl öncesinin efsanelerinin bugünün gerçekleriymiş gibi yayılmasının, ancak aptallar söyler diye düşünülecek tezlerin, Bush’un “geri zekalılığı” ile ilgili olmadığı, neo-muhafazakar, neoliberal odakların niyet ve amaçlarını açıkladığı gösterilmek istenmiştir. Yazı, bir felsefe tartışmasından çok; politik durumu ve Amerika’nın dünya hegemonyası için geliştirilen politikaların, aslında Amerikan felsefesi olarak biçimlenmiş olan pragmatizmde nasıl uygun bir düşünce “sistematiği” bulduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede, “medeniyetler savaşı” teziyle Ortaçağ’ın Haçlı Seferleri arkasındaki düşüncenin pragmatizm üstünden nasıl birleştirildiğine dikkat çeken yazıda, aynı zamanda, 1950’lerde emperyalizmin ideologlarıyla Marksistler arasındaki tartışmanın bugünün ideolojik mücadelesiyle bağlantısına dikkat çekilerek, kitapta çıkan diğer yazılarla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır.

2-) Amerika’da Çağdaş Felsefe Eğilimleri (Harry K. Wells): Bu yazı 1950 yılında emperyalizme ve burjuva ideolojisine karşı uluslararası bir yayın organı olarak yayımlanan La Pensee adlı dergide yayımlanmış. Amerikan felsefesinin, Avrupa’nın aksine, üniversitelerde geliştirilen bir felsefe olduğuna dikkat çeken yazar, 1950’lerdeki felsefi eğilimlerin neler olduğunu belirlemek için, Amerikan üniversitelerindeki felsefi tartışmalar üstünde duruyor. Mc Cartyciliğin yavaş yavaş bütün toplumu sarmaya başladığı yıllarda; “Soğuk Savaş”ın dayanağı olmak üzere geliştirilen felsefi eğilimlere dikkat çeken Wells; “Şu anda Amerika’da hiçbir eğitim mensubu yoktur ki, bir suç şüphesi altında olmasın ve tröstlere, ‘kurulu düzene bağlılığı’nı kanıtlamak durumunda kalmasın” saptamasıyla, sadece eğitimcilerin değil, ama bütün aydınların da “şüphe” altına gireceği, kovuşturulacağı günleri haber vermektedir. Amerikan üniversitelerinde; öznel idealist eğilimleri, bunların Berkeley, Hume, Mach, Avenarius’a dayandıklarını gösterdikten sonra; görünüşte materyalist bir görüş gibi sunulan naturalizmin bayrağı altında toplananların da, sonunda öznel idealist bir çukura yuvarlanarak; pragmatizme bağlandığını göstermiştir. Bu açıdan da, Wells’in yazısı, günümüzdeki tartışmalara zemin oluşturan felsefi eğilimlerin o günkü köklerine işaret ederek, bugüne ışık tutmaktadır.

3-) Pragmatizm (Maurice Cornforth): Cornforth’un 1950 yılında yazdığı yazı, pragmatizmin felsefi temellerini ele alıyor. Pragmatizmi “olguculuğun bir türü” olarak ele alan, kurucularından başlayarak olguculuğun fikri temellerini tartışan Cornforth, görünüşte deneye dayanan ve ilk bakışta materyalist temelden kalktığı imajı uyandıran pragmatizmin, öznel idealist bir felsefe olduğunu ortaya koyuyor. Bu görüşlerini, 1859-1952 yılları arasında yaşamış, Amerikan düşünce dünyasında oldukça etkili olmuş, Amerikalı bir eğitimci, bir filezof olan John Dewey’in görüşlerinin eleştirisi temelinde zenginleştiren Cornforth, Amerikan düşüncesinin oluşumunu da özetliyor. Pragmatizmin mantık, varlık, bilim, bilgi ve gerçek, deney, maddi dünyanın varlığı, deneyle, naturalizmle, bilinemezcilikle pragmatizmin bağlantısı gibi felsefenin başlıca konularının pragmatizmle bağlantısını inceleyen yazı; okuyucuyu pragmatizm konusunda ayrıntılı bir biçimde bilgilendiriyor. Bu haliyle yazı, kitapta yer alan yazılar içinde en kapsamlısı ve olabildiği kadar felsefi bir ekol olarak pragmatizmi ele almış. Bunu, pragmatizmle yaşıt olan J. Dewey’in görüşleri üstünden zenginleştirmesi de, yazıyı ayrıca değerli kılıyor. Yazar, felsefenin “ağır” sorunlarıyla emperyalizmin herkesçe görülen amaçları arasındaki bağı son derece yalın bir biçimde ifade ederek, kitaplar boyu tartışılabilecek bir konuyu bir makale içinde açıklığa kavuşturarak, bir felsefe eğitimi almamış okurlar için de konuyu anlaşılır kılmayı başarıyor. Bu haliyle Cornforth’un yazısı, sadece Amerikan emperyalizminin bugünkü saldırganlığının temellerini merak eden politikayla ilgili okurların değil, ama aynı zamanda, felsefe, sosyoloji, öğretmenlik eğitimi gören öğrenciler, araştırma görevlileri için de önemli bir kaynak mahiyetindedir.

4-) Richard Rorty ve Güçlü Avrupa Rüyası (Stefan Hetzler): Yazı, Hetzler’in 2004 yılında Münih Üniversitesi’nde verdiği doktora tezinden alınmış. Bu nedenle de, yazı, günümüz düşüncesi ile pragmatizm ilişkisini ele alan son derece güncel bir yazı. Francis Fukuyama’nın 1992’de yayımlanan “Tarihin Sonu” adlı ünlü kitabından yola çıkan yazar, bu kitabı, pragmatizmin yeniden popülerleştirilmesi ve önünün açılmasının işareti olarak, yorumlayarak başlıyor, ve Fukuyama etkisiyle, pragmatizme, dolayısıyla büyük sermayenin gerici saflarına geçen Avrupalı birçok “demokrat” düşünür tiplerinden Richart Rorty’nin düşüncesini ele alıyor. Yazının bütünü açısından bakıldığında, bir Amerikan felsefesi olmaktan Amerikan emperyalizminin felsefesi durumuna gelen pragmatizmin son 50 yılda Avrupa emperyalizmin de felsefesi olduğuna dikkat çeken yazar, tartışmayı son günlerin sıcak gündemlerine; Yogoslavya’nın parçalanması sırasında Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın tutumuna ve “Hartz Yasaları”na kadar getiriyor. Hetzler’in yazısı, dünün hesaplaşmalarıyla bugünün sorunlarının nasıl bağlantı içinde olduğunu görmemizi de sağlayan bir yazı olması bakımından önemli bir belge mahiyetinde.

5-) Felsefe Yapan Karanlıkçılar (B. Bişovski): “Amerikan kişilikçiliğinin sözde felsefesi” alt başlığı ile yayımlanan yazı, “kişilikçilik nedir?” sorusuyla başlıyor ve bireyselliğin, bireysel algılamaların gerçek deneyin yerine geçirilmesinde; buradan, modern bilimin fideizme (inancılığa), yaratılışçılığa, vahiy’e inandırıcılık kazandırmak için kullanılmasında ne kadar pervasızlaştıklarını gösteriyor. Dahası, kişilikçilik” adlı düşünce eğiliminin, aslında felsefede Ortaçağ’ın en gerici tutumunu benimseyen “karanlıkçılara” bağlandığına işaret ediyor. 1948 yılında, SBKP’nin teorik yayın organı olan “Bolşevik”te yayımlanan yazıyla, Bişovski; kavramaların burjuva ideologları tarafından nasıl çarpıtıldığını şöyle ifade ediyor: “Onların ampirizmi gerçek deneyime düşmandır; “rasyonalizm” usla çelişir; “pozitivizm” bilimden, gerçekten pozitif olan her şeyden nefret eder: “pratikçilik” toplumsal pratiğin sonuçlarını alaya alır; “gerçekçilik”, gerçeği tahrif eder; “kritisizm” kemikleşmiş dogmatizmi savunur; Bu arada, “isimleri çok tutulan ‘neo’ ön ekiyle tanınan sayısız tek tek teoriler, eski metafizik hurdayı yeniden gün ışığına çıkarmanın ötesine geçemez” saptamasıyla, günümüzde sermaye ideologlarının yeni bir şey geliştirmemiş olduğunu, ama 1950’li yıllardaki paslı silahları yeniden gündeme getirdiğini gösterir. Madde, bilinç, bilimin bulguları konusunda “kişilikçiler”in bir özgünlük taşımadığını gösteren yazar; aynı zamanda burjuva ideolojisinin düştüğü çaresizliği de gösterir.

6-) Emperyalist Gericiliğin Katolik Felsefesi (T. İ. Oiserman): Çoğumuz; Bushçuları, neo-muhafazakar politikacıları dinleyince; herhalde bu, burjuvazinin 20. yüzyılın sonunda keşfettiği yeni bir dayanak diye düşünürüz. Ama T. İ. Oiserman’ın 1956 yılında yayımlanan “Emperyalist Gericiliğin Katolik Felsefesi” yazısını okuyunca görülmektedir ki; burjuvazinin, emperyalist gericiliğin Ortaçağ’ın en gerici, en karanlık güçlerini imdada çağırması yeni değildir. Tersine sosyalizm karşısında çaresiz konuma düşeli beri, burjuvazinin ideologları ve politikacıları, dini hep yardıma çağırmışlardır. Ama, “karanlıkçılar”ın Ortaçağ’ın güçlerini imdada çağırmasının özel bir anlamı da vardır. Onlar, Ortaçağ’ın en gerici düşünürü Aquionalı Tomas’ın görüşlerini; onun idealizmini; skolastiğini imdada çağırırlar. 19. yüzyılın sonunda; emperyalizm çağının hemen başında, “Yeni Tomacılık” olarak yeniden diriltilen “Aquionalı Aziz Tomasso”nun görüşleri; Katolik ülkelerde yayılmaya başladıktan sonra, Amerikan emperyalizminin ideologları tarafından, Amerika’nın kurmak istediği dünyanın önemli bir dayanağı olmak üzere yaygınlaştırılıp popülerleştirilmiştir. İnsanlığın bütün bilimsel, düşünsel birikimini “Yeni Tomacı” doğrultuda yeniden yorumlamaya girişen “karanlıkçılar”ın “Soğuk Savaş”la sınırlı kalmadığını, günümüz dünyasında da, Amerika’nın Haçlı Seferleri söylemi ve ”Medeniyetler Savaşı” tezlerinin en önemli dayanağı olduğunu göstermesi bakımından, Oiserman’ın yazısı, ayrıca bir öneme sahiptir. Hele Bush ve yakın çevresinden yükselen dini havanın nedenini, kullandıkları terminolojinin Tevrat’tan, İncil’den fırlayıp çıkmış olmasını Oiserman’ın yazısını okumadan anlamak zor olacaktır. Ya da Oiserman’ın yazısını okuyunca, Bush’un eblehlikleri ya da Bushçuların bir din adamı gibi sayıklamalarının hesapsız, tesadüfen ya da aptallık sonucu ortaya çıkmış olmadığı anlaşılır hale gelmektedir.  

7-) Emperyalist gericiliğin ideolojik bir silahı Semantik İdealizm (P. S. Trofimov): İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya egemenliğini yeniden kurmaya girişen ABD’nin, burjuvazinin bütün modern felsefi düşüncelerden yararlanmasına işaret eden Trofimov, 1956’da yayımlanan bu yazısında, savaş sonrasında emperyalist burjuvazinin öznel idealizme yönelişinin düşünsel temellerine dikkat çekiyor. Yazar, “semantik idealizm” eleştirisiyle, Nesnel bir dünyanın olmadığı, maddi diye gördüğümüz dünyanın aslında duyumlarımızın karmaşık bir yansımasından ibaret olduğunu öne süren öznel idealizmin, kendisinin deneye, bilime, bilimsel verilere dayandığı iddiası arkasına saklandığı için, son derece tehlikeli bir rol oynadığını gösteriyor. Çünkü, semantikçilerin ve her türden öznel idealist düşünürün iddialarının aksine, öznel idealizm en gerici felsefi tutumlara karşılık gelen bir idealizmdir. Burjuvazi, 50’li yıllarda öznel idealizmi öne çıkarırken, bir yandan da bilim alanında materyalizmin doğrulanmasına dayanak olacak pek çok yeni buluşu ve sosyalizmin başarılarını inkar etmek ve kapitalizmin ebediyen yaşayabileceğine fikri bir dayanak bulmak üzere, düşünce tarihinin en gerici eğilimine sarılmış; düşünce tarihi boyunca ortaya çıkmış eleştirel realistler, pragmatistler, personalistler, yeni Tomacılar, varoluşçular, sezgiciler, mantıksal pozitivistler, sosyal Darwinciler gibi en gerici felsefi odakların olanaklarını seferber etmiştir. Bütün bu çabalarda amaç ise; Marksizm-Leninizmin dayanağı olan materyalist-diyalektik dünya görüşünün, kapitalizmin, insanlığın ileriye doğru ilerleyişinde gelip geçici bir aşamaya karşılık geldiği, yerini kaçınılmaz olarak sosyalizme bırakacağı görüşünü “çürütmek”tir. Yazısında, burjuvazinin bu tutumunun nedenlerini açıklayan Trofimov, öznel idealizmin çeşitli biçimlerinden birisi olarak “semantik idealizm”i, onun tarihsel dayanaklarını inceliyor ve bu gerici felsefi tutumun, 1950’li yıllarda, burjuva ideologlarının nasıl bir silahı olduğuna dikkat çekiyor. “Semantik felsefe” ya da “semantik idealizm” adı verilen öznel idealist felsefeyi geniş bir biçimde eleştiren Trofimov, burjuvazinin, 50’li yıllardaki felsefesinin temellerini ve açmazlarını sergiliyor. Öte yandan bu yazı, elbette dönemin politikaları ışığında sorunları ele alıyor, ama aynı zamanda, kitaptaki felsefi yönü en ağır yazı olarak da dikkati çekiyor.

😎 Anglo-Amerikan Fiziğindeki İdealizm Akımı Dinin ve Gericiliğin Hizmetindedir (G. Naan): 20. yüzyıl, doğa bilimleri içinde, modern fiziğin yüzyılıdır. Yüzyılın başında Einstein’in görecelik kuramıyla başlayan atılım karşısında; “kuvantum kuramı”yla görecelik kuramı arasındaki “uyuşmazlık” üstünden öznel idealist düşünürler; modern fizikteki atılımı püskürtmeye, kendi irrasyonalizmlerine dayanak olacak sonuçlar çıkarmaya yöneldiler. Ve V.İ. Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı eserinde değindiği tartışmalar; 20. yüzyıl boyunca, biraz “kabalaşarak” da olsa, derinleşerek devam etti. İngiliz ve Amerikan modern fizikçileri ve düşünürlerinin başını çektiği en gerici odaklar; modern fiziğin bulgularının, aslında, “maddenin yok olduğuna”, “gerçeğin birden çok olabileceğine”, bilincin dışında maddenin olanaksız olduğuna işaret ettiğini ileri sürerek, “gerçeğin” duyumlarımızın yansımasından ibaret olduğu görüşüne ağırlık kazandırmaya çalıştılar. Fizikteki her ilerleme kadar, bilim adamları ve bilimin çeşitli dalları arasındaki çatışmalar, farklılıklar da, bu gerici tezin desteklenmesi için kullanıldı. Devletlerin, istihbarat servislerinin olanaklarını arkasına alan ve gelişen medya imkanlarından da yararlanan burjuva bilim ve felsefe odakları, modern fiziğin ve felsefenin en derin konularını, anlaşılır kılmak adına bayağılaştırılarak, toplumun; dinin, Vahiy’nin öznel idealist görüşleri doğrultusunda biçimlendirilmesine girişildi. Tıpkı günümüzde; örneğin biyolojideki ve elektronikteki gelişmelerin, insanlığın tarihinin çarpıtılmasından başlayarak, insanların sömürülmesinin sırlarının zorlanması, insan toplumunun geleceğinin belirlenmesinde sınıflar ve sınıflar arasındaki mücadelenin değil, teknolojinin belirleyici olacağı fikrinin desteklenmesi için çarpıtılması gibi. Naan’ın yazısını okuyunca, insan, hem bugün bilim ve teknolojinin emekçilere, işçi sınıfına karşı bir silah olarak kullanmasının yeni bir icat olamadığını görüyor; hem de burjuvazinin bunu niçin ve nelerden yararlanarak yaptığını anlıyor. Felsefe ile bilim, bilim ile siyaset; felsefe, bilim, siyaset ile sınıflar mücadelesi arasındaki kopmaz bağ, Naan’ın makalesiyle, bir makale içinde anlatılabileceği kadar anlatılıyor.
*        *        *
Bilim ve Düşünce’nin 2. Kitabı’nın “içindekiler” yukarda biraz ayrıntılı olarak ele aldığımız sekiz makaleden ibaret değil.
R. Frances’in “Sosyoloji ve Sosyal Mitoslar”ı, Prof. Dr. Heinz Kamnitzer’in “Kozmopolitizm ve Ulusal Devlet”i, Hovard Fast’ın “Barış Mücadelesinde Amerikan Aydınları”, G. Petrov’un “Amerikan Faşizmi”, Pierre Courtade’ın “James Benham Amerikan Emperyalizminin Yeni Rosenberg’i” gibi uzun ve özgün yazılar yanı sıra, dönemin aydınları ve onlar arasındaki ilişkileri anlamamıza yarayacak, dönemin aydın tutumuna dikkat çeken mektuplar, “Ekler” bölümü altında verilmiş makaleler var.
Sermaye güçlerinin, bilim ve düşünce dünyasındaki baskısı çeşitlenip arttıkça, açıkça görüyoruz ki; dizginlerinden boşanmış bir gericilik; apaçık gerçekleri bile ters yüz edip; kendi gerçeği olarak bütün insanlığa dayatıyor. Medya gücünü de kullanan tekeller, hükümetleri ve onların propagandacıları, siyaseti ve ekonomiyi olduğu kadar, düşünce ve bilim dünyasındaki bütün gelişmeleri yönlendirmek üzere, tüm imkanlarını seferber etmiş bulunuyorlar. Onun için de; dün, “düşünce kuruluşları”nda, “marjinal siyasi odaklar”, “sapkın tarikatlar” etrafında dile getirilen en karanlık, en gerici düşünceler; bugün, ABD gibi dünya patronu olan ülkenin başındaki kişinin (G.W. Bush) şahsında en fanatik sözcüsünü bulurken, Avrupa’da da en gelişmiş kapitalist ülkelerde gerici, neomuhafazakar fikirler, neoliberal ekonomik uygulamalara eşlik ederek güç ve mevzi kazanıyor.
Bu durum; sınıf partisine, Marksist, materyalist düşünce ve bilim çevrelerine, birer birer aydınlara, demokratlara; insanlığı karanlık bir çağa sürüklemek isteyen sermaye güçlerine karşı, sadece siyasi alanda değil, ideolojik alanda da kesintisiz, ellerindeki bütün silahlarla savaş açma yükümlülüğünü yüklüyor. Bu savaşın cephaneliğini ise, insanlığın ilerleme mücadelesi içinde geliştirdiği bütün sağlam değerler oluşturmaktadır. Bu cephanelik içinde, 50’li yıllardaki tartışmalar da son derece önemli bir etkinliğe sahiptirler. Son 50 yıl, bu silahların iyi kullanılmadığında başarısızlığın önlenemeyeceğini göstermiştir.
Bütün bu ve başka pek çok nedenledir ki; ’50’li yıllarda kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadelenin düşünsel yanının bize sağlayacağı imkanları sonuna kadar kullanmalıyız. Bilim ve Düşünce, bu imkanı bize, bizim kuşağımıza sağladığı için önemlidir. Ve nihayet Bilim ve Düşünce’nin yayınladığı metinler, politikayla ilgileri olmasa bile, felsefe ve sosyoloji öğrencileri, araştırma görevlileri ve öğretim üyeleri başta olmak üzere, sosyal bilimler ve doğa bilimleri alanında öğrenim gören, eğitim veren herkes için son derece değerli belgelerdir. Dahası, bu kişilerin bugünkü koşullarda bu belgeleri sağlamaları neredeyse imkansızdır. Bu yüzden Bilim ve Düşünce, sadece politik çevreler için, Marksistler için değil, onlar için de son derece önemli bir kaynaktır.
Hiç kuşkusuz ki; Bilim ve Düşünce gibi yayınların, bireysel olarak okunması önemlidir; bu, okuyan kişilerin bilgisini artırır, onların önünde yeni ufuklar açar. Ama bundan daha önemlisi ise; bu makalelerin, işçilerin, emekçilerin ileri kesimleri içinde tartışılması, sınıfın ileri kesimlerinin donanımının artırılmasında bu tartışmalardan yararlanılmasıdır. Ancak bu da yeterli değildir; tersine, tartışmaların yayılması ve özellikle de üniversitelerde, öğrencilerin, materyalist tutum alan bilim çevrelerinin de katkısıyla, mümkün olan en geniş çevrelerin katıldığı toplantılar düzenlenerek, dün ve bugün bağlantısı içinde, bilim-felsefe-siyaset eksenli tartışmaların yapılması (bu çevrelerin giderek Bilim ve Düşünce’ye yazmaya teşvik edilmesi), son derece önemli olacaktır. Elbette ki, tartışmaların başlatılması için öncelikle Bilim ve Düşünce’nin bu çevrelere ulaşması, onlarla bir diyaloga girilmesi gerekir ki; burada da en önemli rol, üniversite öğrencisi, araştırma görevlisi ve öğretim üyesi okurlarımıza düşer.

(*) Kuşkusuz ki; idealizmle materyalizm, diyalektikle metafizik arasındaki mücadele bütün bir düşünce tarihini kapsar. Dahası Marksizmle bütün burjuva “izmleri” arasında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kesintisiz bir mücadelenin var olduğu, bu mücadelenin çok amansız bir biçimde sürdürüldüğü tartışılmaz bir gerçektir. Ama, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte, mücadele, bir fikri mücadele ya da genel bir sınıflar arasındaki mücadelenin fikri yönü olmaktan çıkıp; iki dünya, sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasındaki mücadeleye dönüşmüştür.

Yeni saldırı dalgası, işçi hareketi ve sendikalar

TBMM’nin yeni çalışma dönemine girmesiyle birlikte, hükümetin, IMF’ye çıkartmayı taahhüt ettiği –fakat meclisin tatile girmesi nedeniyle çıkartamadığı– yasa değişiklikleri gündemin ilk sırasına yerleşti. Değişikliklerin başında sosyal güvenlikle ilgili yeni düzenlemeler geliyor. Sosyal güvenlikle ilgili düzenlemeleri, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak “Kıdem Tazminatı Fonu” kurulması, Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yeni Personel Rejimi gibi milyonlarca işçi ve memuru doğrudan ilgilendiren düzenlemeler takip ediyor.
Son dönemde peş peşe yapılan özelleştirmeler, hükümetin IMF’ye ve uluslararası sermaye cephesine verdiği sözleri tutmada oldukça gözükara hareket edeceğini göstermektedir. İşçi ve emekçiler, bu yeni saldırı dalgası karşısında nasıl hareket edecektir? Mevcut anlayış ve eğilimleriyle saldırıları püskürtebilecek midir? Bu ve benzeri sorular, işçi hareketi ve sendikal hareketin yakın dönemine ve bugününe bakmayı zorunlu kılıyor.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU
İşçi sınıfı ve kamu emekçileri, uluslararası sermaye cephesi ve işbirlikçileri tarafından en büyük hak kayıplarına uğratıldıkları bir dönemi yaşıyorlar. Ülkenin en değerli ve stratejik varlıkları özelleştirmeler yoluyla uluslararası ve yerli tekellere peşkeş çekilir, taşeronlaştırma uygulamaları hızla yaygınlaştırılır, işçi kıyımları sürerken; düşük ücret ve maaş artışları dayatılır, kamu emekçilerini de kapsayacak şekilde iş güvencesini ortadan kaldıracak adımlar hızla atılırken; konfederasyonlar ve sendikalar cephesinden bu saldırıları püskürtebilecek bir tavır henüz geliştirilebilmiş değildir.
Saldırıları püskürtecek olanın, işçi ve emekçilerin (emek cephesinin) birleşik mücadelesi olduğu fikri üzerinde kimsenin bir kuşkusu bulunmamaktadır. Ne var ki, sendikal saflarda söylem düzeyinde sağlanan bu birlik, bir türlü pratiğe dökülüp ete kemiğe bürünememektedir.
Özelleştirmeye muhatap olan işkollarında örgütlü T. Haber-İş, Petrol-İş, Tek-Gıda-İş, Hava-İş gibi sendikaların düne göre daha mücadeleci bir tutum içine girmiş olmaları, sık sık birleşik eyleme vurgu yapmaları da, –önemli olmakla birlikte– durumu değiştirmeye yetmemektedir. Çünkü, birleşik eyleme ne kadar sık vurgu yapılsa da, sendika yönetimleri geleneksel bürokratik çizginin dışına çıkmamakta, çözümü sermaye ve hükümetle “uzlaşarak” ya da en ileri haliyle “hukuk- yargı” zemininde verilecek “mücadelelerle”* dipnot1çözme tutumunu bir türlü terk etmemektedirler. Hal böyle olunca, eylemler lokal düzeyde kalmakta, mücadele ortaklığı sağlanamamakta, saldırı nereye gelirse –dün SEKA ve Seydişehir’de, bugün Telekom ve Tüpraş’ta olduğu gibi– o bölümün hareketlendiği bir durum yaşanmaktadır. Sendika bürokrasisinin pompaladığı, mevcut koşullarda saldırıları püskürtmenin neredeyse tek biçiminin hukuk mücadelesi olduğu fikri, giderek ileri işçileri de kapsayarak, işçiler arasında da yaygınlaşmakta; bu durum, işçi hareketi üzerinde mücadele dinamiklerini tahrip ederek, atalete yol açan bir rol oynamaktadır.
İşçi hareketi ve sendikal hareket, “uzlaşmacılık” illetinin yanında bir de “havalecilik” illetiyle muzdarip haldedir. Herkes, “topu” bir üsttekine atmaya yönelmekte, kimse sorumluluk üstlenmemektedir. “Havalecilik”, daha işyerlerinden başlamaktadır. Yeri geldiğinde kendisine “ileri işçi” sıfatını yakıştıran tabandaki pek çok unsur, tıpkı sendika üst yönetimleri gibi, “konfederasyonlar genel eylem kararları alsınlar, iş biter” demektedir. “Top”, aşağıdan yukarıya, Türk-İş’e kadar, bu söylemler eşliğinde zıplatılarak gelmekte, Türk-İş bürokrasisi de, her seferinde sendikalara dönerek, “eylem kararlarını gelin alalım, siz eylem yaptınız da biz gelmedik mi” diyerek ve tabii, bu arada, gelenekselleşen biçimiyle, “işyerlerinde bildiri okuma”, birkaç bölgede “salon toplantıları yapma” kararı eşliğinde, topu yeniden sendikaların kucağına geri vermektedir. Nitekim, bu mizansen, son Türk-İş Başkanlar Kurulu Toplantısı’nda bir kere daha yaşanmıştır.

KAMU EMEKÇİLERİ
Kamu emekçileri alanında da, son toplugörüşme sürecinde hükümetin çizdiği çerçevenin dışına taşılamamış; kamu emekçileri sendikal hareketinde mücadeleci damarı oluşturan KESK, diğer konfederasyonları zorlayarak daha mücadeleci bir zemine çekecek bir mücadele hattını, en başta kendisi oluşturamamıştır. Bunda, dışa fazlaca yansımamış olsa da, KESK’te son genel kurulun sonuçlarından memnun kalmayan çevrelerin KESK’i iç mücadeleye zorlayan tutumları belli düzeyde rol oynamıştır. Kamu emekçileri alanında da, işçi sendikalarında olduğu gibi, konfederasyon düzeyinde mücadele birliği sağlamak eskisi kadar kolay olmamaktadır. Bu alanda da lokal  eylemler öne çıkmakta, “havaleci yaklaşımlar” giderek yaygınlaşmaktadır.

YEREL SENDİKAL PLATFORMLAR
’89 Bahar eylemleri öncesinde gündeme gelen ve sınıf hareketinde ilerletici bir rol oynayan yerel sendikal platformlar da, –son dönemde Ankara dışta tutulduğunda– etkisiz bir konuma sürüklenmişlerdir. Bu durumun yaşanmasında, sendika merkezlerinin ve özellikle konfederasyonların, önce cepheden saldırdıktan sonra, bu yolla istedikleri sonuca ulaşamayınca, dönüp, bu oluşumları kendi eklentileri haline getirmeye yönelik “taktik manevraları” önemli rol oynamıştır. Yerel sendikal platformların bugünkü etkisiz konuma sürüklenmelerinde tek etken, bu olgu değildir. Denebilirse, bu durumu da koşullayan çok daha önemli olguların altını çizmek gerekir ki; bu, hem yerel ve hem de genel olarak sendikal hareketin bugünkü durumunun değişmesi bakımından da ipuçları içermektedir.

a- Siyasi hak taleplerin önemi
Bilindiği gibi, ’89 Bahar Eylemleri, öncelikle ileri işçilerin ve bir kısım genel merkez yönetimleri dışta tutulursa, daha çok şubeler düzeyindeki mücadeleci sendikacıların ve işyeri temsilcilerinin çabaları üzerinde serpilip gelişti. ’89 eylemlerinde, her ne kadar TİS süreci ve buna bağlı olarak ücret artışları için mücadele öne çıkmış gibi görünse de; harekete temel karakterini veren, bu taleplerin yanı sıra, Anayasa ve yasalarda demokratik dönüşümü hedefleyen taleplerdi. Hem geniş işçi toplantılarında kürsülerden dile getirilen hem de pankartlarda yazılanların başında, “12 Eylül Anayasasına hayır”,  “1821-1822 Sayılı Sendikalar Yasası ve 1475 Sayılı İş Kanunu demokratikleşsin”, “İşkolu ve işyeri barajlarına hayır”, “Referandum müessesi getirilsin”, “Söz, basın örgütlenme özgürlüğü”, “Genel grev hakkı” gibi can alıcı siyasi hak talepleri gelmekteydi. Taleplerin içeriği, hareketin birliğini oluşturmada temel etken durumundaydı. ’89 Bahar Eylemleri, sendikal hareketin tepelerinden örgütlenmedi. Tersine, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların inisiyatif ve sorumluluğunda, fabrikalar ve işyerleri temelinde gelişti, önce yerel düzeylerde, giderek ülke düzeyinde birleşti. Hatırlansın, ’89 TİS görüşmelerinde hükümet %60 artış önerir, Türk-İş ve sendika genel merkezleri %80 artışın pazarlığını yaparken, işçilerin aşağıdan gelen baskısıyla, TİS, %140 artışla bağıtlanmıştı. Dolayısıyla, bugün, aşağıdan yukarıya, her düzeyde, bir üst kademeyi işaret eden “… karar alsın iş biter, biz hazırız” söylemlerinin tutarlı bir tarafı yoktur.

b- Planlı çalışma
Sendikal hareketin geneline ilişkin olmasa da, yerel platformların başarılı olduğu dönemlere bakıldığında, yukarıda da vurgulandığı gibi, taleplerin oldukça net formüle edildiği ve bir çalışma planına sahip olunduğu görülmektedir. Yerel sendikal platformların, yeniden aynı rolü oynayabilmeleri bakımından ilk yapmaları gereken şey budur. Bilindiği gibi, yerel sendikal platformlar, önce işçi sendika şubeleri platformları olarak gündeme geldi; sonra kamu emekçileri sendikalarını da kapsayarak genişledi. Organize Sanayi Bölgelerinde her türlü güvenceden yoksun hak mücadelesi veren işçiler çeşitli dönemlerde platformların gündemine girmelerine karşın, bu alana ilişkin belirsizlikler, kafa karışıklığı, plan yoksunluğunu beraberinde getirmiş; bu nedenle, günümüzde işçi hareketi ve sendikal hareketin en mücadeleci ve en dinamik kesimini oluşturan genç işçi kuşağı sendikal hareketin organik bir parçası haline gelememiştir. Bu kesimi kapsamayan bir sendikal hareketin, hem yerel hem de genel düzeyde yeni ve direngen bir mücadele mevzisi oluşturması mümkün görünmemektedir.

BÜNYEVİ ZAAFLAR
Özgürlük Dünyası okurlarının yakından bileceği üzere, işçi hareketi ve sendikal harekete ilişkin yapılan değerlendirmelerde, hareketin “bünyevi zaaflarına” sıkça vurgu yapılmaktadır. Çünkü biliyoruz ki, bu zaaflar giderilmeden, harekette istikrar ve devamlılık sağlamak mümkün değildir. Hareketin bugünkü temel problemi de, gelip bu noktada düğümlenmiştir. İşçi hareketi ve sendikal hareketin tarihinden gelen ve bu yönüyle bünyevi bir özellik gösteren zaafları, özetle iki başlık altında toparlamak mümkündür. Birinci olarak; hareketteki siyasallaşma düzeyinin olması gereken noktalara ulaşamamasıdır. ’89 Bahar Eylemleri, Büyük Zonguldak madenci  eylemi, ’90 1 Mayısı gibi, sınırlı düzeylerde de olsa siyasi perspektifle hareket edildiği dönemler, işçi ve emekçi hareketinin mücadele birliği de sağlanmakta, hareket, sermaye cephesi karşısında ileri mevziler tutabilmektedir. Ancak, bu dönemler çok sınırlı kalmakta, siyasi perspektifle hareket etme refleksi çok çabuk yitirilmektedir. Bu andan itibaren, ana gövdenin talep ve eylemleri güdükleşerek, hareket hızla ekonomist, sendikal platforma “evrilmek”tedir.* * dipnot2 Bu noktada, ikinci zaaf kendini göstermekte; işçi hareketi ve sendikal hareket, çetin mücadeleler içinde eğitip örgütlediği ileri unsurlarını muhafaza ederek, bir sonraki mücadele dönemine taşıyamamaktadır. ’89 sonrasında olduğu gibi, ya burjuvazi sınıfın ileri kesimlerini tam bir kıyıma uğratmakta ya da işçiler tarafından sendika yönetimlerine getirilen bu kesim, siyasi perspektif kaybına bağlı olarak, sendikal bürokrasinin sunduğu “olanaklar” karşısında fazlaca direnemeyerek, kısa bir zaman diliminde sendika bürokrasisinin bir “parçası” haline gelmektedirler.

İŞÇİ HAREKETİ VE SENDİKAL HAREKETİN MÜCADELE DİNAMİKLERİ
Buraya kadar söylenenlerden hareketle, işçi hareketi ve sendikal hareketin, gerek bünyevi zaaflarının yol açtığı tahribat, gerekse aktüel durumu nedeniyle, sermaye cephesinin dönemsel saldırılarının üstesinden gelemeyeceği sonucuna varmak yanıltıcı olacaktır. Öncelikle, mücadeleleri lokal düzeylerde kalsa da; sendikalaşmak, daha iyi bir ücret ve çalışma koşulları elde etmek, taşeronlaştırmayı önlemek, özelleştirmeleri durdurmak için dövüşen ve mücadele eden bir işçi sınıfı vardır. SEKA ve Seydişehir işçilerinin mücadeleleri tazeliğini korumaktadır. Telekom, Erdemir, Tüpraş, Petkim, Tekel işçileri özelleştirmeye karşı her gün değişik biçimlerde eylem yapmaktadırlar. Diyarbakır Akyıl işçileri, tabanda işçilerin birliği sağlandığında, patronların dize getirilebileceğini gösterdiler. Kamu emekçileri, özelde KESK, mücadeleci bir mihrak olma özelliğini korumaktadır. Örnekler çoğaltılabilir. Hergün, şurada ve burada, sendikalaşma, ücret, sosyal ve hatta siyasal haklar için lokal işçi, memur vb. eylemleri yaşanmaktadır. Ancak, mesele, mücadele içindeki bu güçlerin birleşmelerinin nasıl sağlanacağı üzerinde düğümlenmektedir. Emek Platformu, birleşme ihtiyacını karşılayacak, ortak hareketi örgütleyecek en uygun oluşum olma özelliğini taşımakla birlikte, sendika bürokrasisinin bilinen tutumları nedeniyle, bu başarılamamaktadır. Hal böyleyken, “Emek Platformu, toplansın, karar alsın” demenin, en azından bugün için, fazlaca kıymeti harbiyesi yoktur. Bu tutum, fiilen ipe un sermektir.
İşçi sınıfı, gerek uluslararası gerekse kendi ulusal mücadele tarihinden öğrenmesini ve yararlanmasını bilerek ilerleyebilir. Tarihsel tecrübe, kazanımla biten büyük işçi eylemlerinin; birinci olarak, fabrikalar ve işyerleri temelinde birliğin sağlam temellere oturtularak, inisiyatifin her durumda işçilerin ellerinde kalması sağlanarak, ikinci olarak, sınıfa karşı sınıf (siyasi) perspektifinden hareketle, sınıfın ana gövdesini birleştirecek (ekonomik ve siyasal) talepler için mücadele fikri öne çıkartılarak, ve üçüncü olarak da, sermaye ve burjuvazinin emekçileri bölmeye yönelik hamlelerini boşa çıkartacak çalışmalar cesaretle örgütlenerek başarıldığını göstermektedir. Diğer yandan, genel grev, genel direniş gibi birleşik eylemlerin, işçi sınıfının birbirinden bağımsız gibi görünen, lokal mevzi direniş ve eylemlerinin diyalektik bir süreç izleyerek ilerleyip gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Bu yüzdendir ki, “lokal eylem ve direnişlerle bir yere varılamaz” diyerek, işçi ve emekçilerin sermayeye karşı verdiği günlük mücadeleleri küçümseyen eğilimlerin iler tutar bir yanı yoktur. Öyleyse, hangi düzeyde olursa olsun, “yakınmacı” eğilimlere prim tanınmamalıdır.
Bugün de sermayenin saldırılarını bu perspektif ve tutumla yapılacak çalışmalarla püskürtmek mümkün olabilecektir. Egemenler, bir yandan uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda emekçi sınıflar ve halk üzerindeki ekonomik saldırılarını yoğunlaştırır, ABD emperyalizminin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne (GOP) ülkemizi bağlayan adımları atarken, öte yandan da, emekçileri ve halkı bölecek girişimleri devreye sokmaktadırlar. Kürt sorununda linç gösterileri eşliğinde estirilen şoven gerici-milliyetçi kışkırtmalar, bunun bir tezahürüdür. Bu gerici şoven dalgayı etkisizleştirecek teşhir ve aydınlatma faaliyetlerinin sınıf içinde örgütlenmesi, öncelikle yapılması gereken işlerin başında gelmektedir. İşçi ve emekçilerin acil ekonomik, sosyal  taleplerinin yanında acil demokratik, siyasal talepleri de her fabrika toplantısında, işçi toplantılarında, her düzeydeki sendikal platformların gündemindeki yerini almalıdır. Bu bakımdan, yerel sendikal platformların bir yenilenmeye tabi tutulmaları gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda da vurgulandığı üzere, “yakınmacı”, “havaleci” eğilimlere prim tanınmamalıdır. Hele bu eğilimlere, tabanda, “ileri” işçi diye tabir edilen kesimlerde, hiç tahammül edilmemelidir.. Hakim sınıfların yönelimleri dikkate alındığında, işçi ve emekçiler açısından, yakın dönemin politik gündemini, –emeğin iktisadi, sosyal, siyasal haklarının gaspına yönelik yasal düzenlemelere karşı hak mücadelesiyle birlikte– emperyalizme karşı bağımsızlık, gericileşmeye karşı demokrasi mücadelesi ve bununla bağlantılı olarak, Kürt sorununun kardeşlik temelinde demokratik halkçı çözüme kavuşturulması oluşturacaktır. İşçi ve emekçiler emperyalizme karşı bağımsızlık talepleri için mücadele etmedikçe, bu mihraklardan gelen (özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, KYTK, yeni personel ve sağlık rejimi vb.) neoliberal ekonomik, sosyal, siyasal saldırıların ardı arkası kesilmeyecektir. Gerici dalga püskürtülmedikçe, emekçilerin hak arama yollarının önündeki engelleri oluşturan antidemokratik yasalar geçerliliğini koruyacaktır. Kürt sorunu, demokratik halkçı çözüme kavuşmadığı sürece, Türkiye’ye diz çöktürmek için, dışta emperyalistlerin; emekçileri baskı altına almak, tipik “böl-yönet” politikalarını uygulamalarının hizmetinde, içte de egemenlerin elinde bir alet olarak iş görecektir.
Sınıf partisinin üyeleri, sınıf bilinçli işçiler, mücadeleci sendikacılar, işçi ve emekçi hareketinin sorumluluğunun öncelikle kendi omuzlarında olduğunu bilerek, bütün büyük görkemli eylemlerin günlük “basit” işlerin yerine getirilmesinin üzerinde yükseldiğini unutmayarak, çalışmalarını örgütlemelidirler.

Dipnot1: Hukuk mücadelesi elbetteki sonuna kadar verilmelidir.  Ancak, sınıf mücadelesinin tarihi, hukuk zemininde (masada) kazanmak için, önce üretim sürecinde, sokak ve alanlarda verilen grev ve direniş gibi mücadelelerle kazanmak gerektiğini öğretmektedir.

Dipnot 2.  Şüphesiz, bu söylenenlerden, işçi hareketinin siyasallaşma düzeyinde bir ilerleme olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Özelleştirmeleri “vatan satıcılığı” olarak nitelemeleri, kendilerine yönelik saldırıların merkezinin IMF’ye kadar uzandığını attıkları her sloganda ifade etmeleri, işçilerin bilincindeki siyasal ilerlemeleri göstermektedir. Anlatılmak isten, sınıfın ana gövdesini birleştirecek platformun inşasında yaşananlar üzerinedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑