Kongremizin, ülkemizin sorunlarına, işçi sınıfımızın, halkın ve emekçilerin birliğine, ülkemizin esenliğine ışık tutmasını diliyorum. Üçüncü Kongre’den bugüne geçen üç yıllık süreç ile partimizin kuruluşundan bugüne geçen on yıla yakın süreç, ülkemizin işçi ve emekçilerinin hak arayışları, emek mücadeleleri, örgütlenme mücadelesi, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi, kardeşlik ve barış mücadelesi içinde geçti; ve partimiz bütün bu alanlarda, işçilerle, halkımızla yanyana oldu, bunu bir görev bildi. Bugün de sorunlarını Bakanlığa taşımak için ülkenin her yerinden yola çıkan eğitim emekçileriyle birlikte Ankara’ya geldik. Bu Kongre’ye gelecek birçok arkadaşımız onlarla birlikteydi. Eğitim emekçileri niçin geliyorlardı? Hükümetin eğitimde özelleştirme politikalarına karşı, memur sayısını azaltmaya dönük kadro kısıtlamasına karşı, ücret ve sendikal hakları için. Sonuç itibariyle bu ülkenin esenliği için yola çıkmışlardı. Hükümetin, devletin gerici tutumuyla, barikatlarıyla ve saldırısıyla karşılandılar. Bu tutumu kınıyoruz. Protesto ediyoruz. Bu tutum, bu davranış, aynı zamanda, yakın tarihte toplanan ülkenin yönetici kurumlarının, ileri gelenlerinin aldıkları kararla örtüşmektedir.
“İç güvenlik”, “terörle mücadele” denilerek, talepler için ayağa kalkan emekçilerin karşısına çıkılmaktadır. Başbakanı buradan kınıyoruz. Başbakan, basın toplantısı yaparak, herkesin Ankara sokaklarında rahat dolaşamayacağını, izinsiz gösteri yapamayacağını, hatta tutuklananlar içerisinde öğretmenlerin olmadığını söylüyor. Bu davranış, tipik gerici, ırkçı, şoven, halkına yabancı bir davranışır. Evet, o eğitimcilerin içerisinde gençler de vardır, başkaca emekçiler de vardır. Çünkü bu ülkenin eğitim meselesi, sadece öğretmenlerin, eğitimcilerin sorunu değildir. Bu ülkenin eğitimi, eğitimcilerin talepleri yetmiş milyon nüfusun sorunudur. Başbakanın çıkıp “haydi kızlar kampanyaya” demesinin zerrece anlamı yoktur. Çünkü öyle konuşan başbakan, aynı zamanda eğitimde özelleştirmenin kapısını açmıştır. Velilere kredi vererek özel eğitimi teşvik etmektedir. Peki nereye kadar bu insanlara kredi verilecektir? Bugün ‘Haydi kızlar’ diyerek sınıfın kapılarını açtığınız kızlar ne kadar okuyabilecektir? İşte bu politika iflas etmiştir. Siyaseten iflas etmiştir, halkına yabancı olarak iflas etmiştir. Ama, su sıkarak, insanları coplayarak, kolunu kanadını kırarak, zannetmeyin ki başaracaksınız. Bu emekçiler, sizi o koltuklardan indirmesini bilecektir.
Değerli kardeşlerim, Türkiye’de gelişmeler, gördüğünüz gibi hiç de iç açıcı değil. Hükümet, devlet yöneticileri, biraraya gelip, halkın açlık, yoksulluk, işsizlik karşısında talepleriyle ayağa kalkmasının nasıl önüne geçeceğinin hesaplarını yapıyor. Türkiye, bu sorunları yaşayan bir ülke olarak, yalnız değil. Şöyle bir başımızı kaldırdığımızda, dünyadaki gelişmelere baktığımızda, bütün ülkelerde bu gerici, baskıcı, kapitalist yönetimlerin aynı şekilde tedbirler almaya çalıştığını ve bu sorunlarla nasıl başa edeceklerinin hesabını yaptıklarını görüyoruz.
Bundan onbeş yıl önce, doksanlı yıllarda dünyanın efendileri, patronlar, tekeller, para babaları “Artık her şey iyiye gidecek” dediler. Mutluluk, refah, insan hakları, zenginlik vaad ettiler. Adına da “Yeni Dünya Düzeni” dediler. Bakıyoruz, on beş yıl sonra, bu yeni dünya düzeninin aslında hiç de yeni olmadığını, kapitalist dünyanın bütün o kötü özellikleri ile, çirkin yüzüyle dünyaya musallat olduğunu, halkların başında bir bela olarak estiğini görüyoruz. Dünyada çelişkiler, çatışmalar artarak devam ediyor. Bu saldırganlık, bu çatışmalı süreç, savaşlara, toprak paylaşımlarına, büyük büyük tekellerin bizim gibi bağımlı ülkelerde emek sömürüsünü artırmasına, büyük büyük işletmeleri yutmalarına yol açıyor. Bu politika, bu saldırganlık ister istemez kan kokuyor. Şiddet kokuyor. Top tüfekle insanların üzerine gelmeyi marifet sayıyor. İstatistiklere bakınca, bu dünya düzeninin insanlığın birçok temel problemini çözmek yerine derinleştirdiğini göreceksiniz. İşsizlik, açlık bölgeleri büyümektedir. Afrika ortada. Konuklarımız arasında Kara Afrikasından gelen bir dostumuz var. O, Afrika halkının mücadelelerinin temsilcisi olarak, duygularını yansıtmak üzere aramızda.
Sadece Afrika değil, dünyanın birçok bölgesi, hastalık, açlık, çevre felaketleri ile uğraşmaktadır. Bakın, medeniyet beşiği, teknoloji merkezi, zenginliklerin merkezi diye gösterilen ABD’nin Katrina kasırgasında karkşı karşıya kaldığı acizlik ve bu acizlik karşısında saldırganlığı nasıl günyüzüne çıkıyor. Ama felaket orada da yoksulları, en alt tabakadakileri vuruyor. Zalim Bush yönetimi orada hastalıkla, açlıkla karşı karşıya kalan yoksul insanların üzerine yine güvenlik önlemleriyle gitmeye ihtiyaç duyuyor.
Yeni dünya düzeni bir yandan kapitalist büyüme, bir yandan kendi içlerinde rekabet, diğer yandan çevre felaketlerini yaşatıyor. Kasırgalar, seller, ısınan dünyada kuruyan göller, çöllerin artması ve tabi ki dünyanın dengesini bozmaları. Türkiye de bu felaketle karşı karşıyadır. Düne kadar olmayan gelişmeler, Türkiye’nin yanı başında felaket olarak baş göstermiştir. Büyük göller Türkiye’de kurumaya başlamıştır. Bütün bunlar; kâr hırsı uğruna, insan sağlığını, çevre değerlerini, doğa özelliklerini korumayı gözardı eden tekellerin üretiminden kaynaklanıyor.
Bu kapitalist sistem, onun başındaki güçler, burjuvazi, yapısal dönüşüm programlarıyla bütün dünya ülkelerinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde de, bu programı yürürlüğe soktu. Emek nerede ucuzsa, ucuz iş gücü neredeyse; yatırımlar oraya doğru akmaktadır. Bizim gibi ülkelerin irili ufaklı tekelleri de buradan üretimleri alıp, Rusya’ya, Çin’e, Romanya gibi ülkelere, yani işçilerin daha ucuz çalıştığı ülkelere sermayelerini taşımaktadırlar. Yabancı sermaye dediğimiz bu büyük tekellerin sermayesi ülkelere akarken, ihraç edilirken, esas itibariyle yatırımlara yönelmemekte, borsalara, devlet tahvillerine akarak, oralarda kriz odakları haline gelmektedir.
İş dünyası, çalışma dünyası kuralsız hale getirilmişir. Artık sekiz saatlik işgünü bir kenara bırakılmış, parça başı çalışma, saat ücretiyle çalışma gibi birçok yeni kuralsız çalışma yöntemleri yürürlüğe sokulmuştur.
Bu ekonomik, sosyal, iktisadi saldırı, aynı zamanda, 11 Eylül ile birlikte, bütün halklara politik bir saldırıya dönüşmüştür. ABD, Amerikan düzenini bütün dünyaya yaymak isterken, Afganistan ve Irak işgali ile bütün dünyada, Amerika, İmparatorluk hayallerini uygulamaya sokmaya başlamıştır.
Yeni doktrinler ortaya atılmıştır. Yeni yüzyıl projeleri ortaya atılmıştır. “Terörle mücadele” adına, tehlikeyi önleme adına, “insan hakları ve demokratikleşme”, bir takım geri rejimlere “demokrasiyi götürme” adına, kendilerinde, savaş ilan etme, asker gönderme hakkı görmüşlerdir. Bu saldırgan eğilimler, ülkemizde eğitimcinin, grevci işçinin, tarım emekçisinin, aydının, gencin karşısına çıkarılmaktadır. Egemen eğilim, demokrasinin kendi istedikleri gibi yorumlanması, ekonomilerin askerileştirilmesi, her yerde polis devleti kurallarının yürürlüğe sokulmasıdır. Bu sadece bize has bir özellik değildir. Amerika, medeniyet ve demokrasi beşiği diye gösterilen Avrupa böyledir. Fransa, Paris ayaktadır. Bunalmış isyan noktasına gelmiş gençler, işsizler, göçmenler isyan etmekte, sağa sola saldırmakta, taleplerini ateşli bir şekilde dile getirmektedir. Fransa, İngiltere ve Almanya gibi sözde uygar devletler, bir takım iç güvenlik tedbirlerini, polis kurumlarını devreye sokmaya başlamıştır. Ama kapitalizmin, kapitalist yönetimlerin gericileşmesi, saldırganlaşması boşunadır.
Halkların, işçi sınıfının, mazlum halkların, “artık bu düzen böyle gidemez, bu kapitalist dünya böyle gidemez” deyip, bağımsızlık, sınıf mücadelesi ve halkların dostluğu için yanyana gelmesinin örnekleri her yerde artmaktadır. Birkaç gün önce İtalya’da emekçiler greve çıktı. Belçika emekçileri grevdeydi. Aslında dünyanın neresinde bir müdahale varsa orada halklar arayış içindedir. Balkanlar, Kafkasya, Latin Amerika böyledir. ABD ve arkasındaki güçler nereye “demokrasi, barış götürüyoruz” diyorlarsa, orada halklar ayaktadır. İşte Filistin. Çözememişlerdir. Bugünkü geçici barış ortamı, Filistin halkının devlet olma hakkını tanımamalarından dolayı, yarın öbür gün yeniden değişecektir. Asıl tehlikeli boyutu, hala orada İsrail tahakkümü, Amerikan koruması altında devam ediyor. İşin kötü olan yanı, Türkiye’nin egemenleri İsrail’i dost bilmektedir.
Türkiye’nin kuruluşunda emperyalistlere karşı mücadele temeli vardır. Bu temel, bizlerin, bu haksız işgaller, bu emperyalist saldırganlık karşısında, bütün dünya halklarıyla kardeş olmamızı gerektiriyor. Nerede işgale karşı direniş varsa, bizler işçiler ve emekçiler, Türkiye halkı olarak yanındayız. Irak direnişçilerinin, Filistin özgürlükçülerinin yanındayız. Emperyalist ablukaya karşı direnen Küba halkının, Venezüella halkının yanındayız. Dünyanın bütün halklarının yanındayız. Yüreğimiz onlarla birlikte atmaktadır.
Ülkemiz çok önemli bir noktada, stratejik merkezde durmaktadır. O nedenle, bu hesaplar içinde olan güçler, Türkiye’yi hep gözetme, kollama ve kendileri için kullanma niyetinde olmuştur. Türkiye, eğer önleyemezsek, büyük batağa sürüklenmektedir. Türkiye büyük riskle karşı karşıyadır. Bu gelişmiş ülkeler, Türkiye’ye bağımlılık ilişkileri dayatmışlardır. Türkiye, başta ABD, büyük emperyalist ülkelerle ekonomik, politik, siyasi, askeri, kültürel bağımlılık ilişkileri içindedir. Tam bir kuşatma altındayız. O yeniden dönüşüm-yapılanma-uyum programlarının tam bir pilot uygulaması Türkiye’de yürümektedir.
Sayısızca uzatılan IMF anlaşmalarının bir yenisi yapılmış, üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması imzalanmıştır. Üç yıl önce Amerikanın desteğiyle, tekellerin, TÜSİAD’ın desteğiyle işbaşına gelen AKP hükümeti, işgal döneminde “şöyle böyle” konuşurken, işgalden hemen sonra Amerikancılığı yükseltmiş; Başbakan’ı, Dışişleri Bakanı, “Amerika’nın dünyayı fetih projesi olan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde Türkiye olarak görev almaya hazırız” demiştir. Başbakanımız o kadar düşüncesiz, o kadar gözünü karartmış ki, işgalin ilk dönemlerinde kollarını sıvayarak, bu işgalden müteahhitlerin kazançlı çıkacağını söyleyebilmiştir. Orada insanların başına bomba yağarken, göz göre göre insanlar katledilirken, bizim başbakanımız, bu ülkenin yöneticisi, “müteahhitler para kazanacak” diye işgale onay vermiştir. O pazarlamacı ruhuyla, tüccar anlayışıyla GOP’ta rol kapma arayışı, yarışı içine girmişir.
Üç yıllık AKP süreci, çok açık ki, Türkiye’nin sorunlarını derinleştirmiştir. Başbakan yaptığı konuşmalarda, neyi çözdüğünü bu halka ilan etmiştir. En fazlası, bayramlarda yaptıkları gıda yardımlarını, öğrencilere defter-kitap desteklerini, sağda solda açtıkları aşevlerini, ama daha da çok, işverenlerimize, yani tekellere, patron takımına getirdikleri kolaylıkları anlatmıştır. Bunlarla övünerek halkın karşısına çıkmıştır. İş isteyenleri, tarımda kısıtlamaya karşı kotalar kalksın diyen köylüleri azarlamayı, hakir görmeyi görev saymıştır. Sorarım; bir ülkenin başbakanın görevi nedir? Ülkesini temsil etmek, halkının özlemlerini dile getirmek, sorunları çözmek, iyi niyet elçisi olarak geziler yapmak… Ama bizim ülkenin başbakanının en önemli görevi ülkeyi pazarlamaktır. Taşıyla toprağıyla her yerini satılığa çıkarmaktadır. Eleştirenleri de sermaye düşmanı olmakla suçlamaktadır. Biz onu, o çok sevdiği, yabancısı yerlisiyle sermayesiyle başbaşa bırakalım.
Sermaye kulüpleri, patron takımı bu ülkeye zenginlik mi getirmiş, işsizleri mi azaltmış, yatırım mı yapmış? Hayır. Bu ülkenin ekonomisinde son yıllarda yüzde dokuzluk denen bir büyüme olmuştur, ama bu büyüme, sizlere, bizlere, işçi ücretine, memur maaşına, üretici köylünün ürününe, emekli maaşına yansımamıştır. Son ücret artışlarında yüzde ikibuçuklardan söz etmektedirler. Bu büyümeden bizler neden yararlanamıyoruz? Aslında hükümetin elinde kaynak yok değil. Ama o kaynakları başkasına aktarıyor. Yirmi beş yılda borçlarımız, on dört milyar dolardan üç yüz milyar dolara çıkmış. Biz hiç borç ödemiyor muyuz? Nereye gidiyor bu zenginlik? Bu halkın vergisi, büyük işletmelerin getirdiği zenginlik, Erdemir’lerin, TÜPRAŞ’ların, Tekel’in yarattığı zenginlik nereye gidiyor? Bugüne kadar, yirmibeş yılda 360 milyar dolar borç faizi ödemişiz. Yabancı sermaye, diğer ülkelerde olduğu gibi, bize de geldiğinde kriz yaratmak üzere geliyor. Kaç yatırım yapmış, fabrika açmıştır? Bunu iyi görmeliyiz. Onlar, devleti borçlandırıyor, borsalara giriyor, şirketler satın alıyorlar. O nedenle, bu büyüme, ne işsizlik problemini ne de başka ciddi problemleri çözmek anlamına geliyor.
AKP hükümeti, hem Amerikancılıkta, hem de tekellere hizmette geçmişteki hükümetlere rahmet okutmuştur. Meclis’in gündeminde sosyal güvenlik yasası vardır. IMF, sosyal karışıklıkları önleme adına “2006’ya bırakılsın” dediği Sosyal Güvenlik Reformunu, Aralık’a çekmiştir. Eğitimciler, kamu emekçileri, işçi sınıfı boşuna yürümüyor. Bu kapitalistler, onların hizmetindeki yeni işbirlikçi hükümetler, esnek çalışmadan sendikasızlaştırmaya, performans rejiminden Kamu Personel Rejimine birçok yeni uygulamayla işçi sınıfına saldırmaya yemin etmiştir. Onlar sınıfımızın, emekçilerin, bu halkın düşmanlığına soyunmuştur. Bu program sadece bu hükümetle sınırlı değildir. IMF ve DB gibi kurumlar, tekellerin hizmetinde çok uzun vadeli programlarla yürümektedir.
352 milyon liralık asgari ücret ile kira ödeyeceksiniz, karnınız doyacak, sinemaya tiyatroya gideceksiniz, bayram ziyaretine gideceksiniz… “Bu parayla geçinin” diyorlar. Kimileri bunu bile çok görüyor. Çünkü Türkiye’den daha kötü durumda olanlar da var, o yüzden. IMF’nin başındakilerden bir tanesi, bu ülkeye gelip, gözümüzün içine baka baka, “bu asgari ücret size fazladır” deme cesaretini gösterebilmiştir. Bu halk isyan etmesin de ne yapsın? Bu halk sokaklara çıkmasın da ne yapsın?
Başbakan Acil Eylem Programı ile iki yıllık süre istemişti. İki yıl geride kaldı. Nerede ne yaptın, neyi çözdün? Çözmediği gibi, kemerleri sıkmaya devam etmemizi istiyor. Enflasyon artışı altında ücrete, memur maaşına, emekli maaşına devam etmemizi istiyor. Ama eğitimde, sağlıkta devletin sorumluluğunu üstlendiği hizmetlerde, herşey piyasa fiyatıyla, herşey kapitalistlerin istediği gibi, herşey tekellere emanet edilmiş durumda. Bu tehlikeli gidişatı görmek, geleceğe sahip çıkmak, bu halkın, bu fakir fukaranın, bu garip gurabanın sahipsiz olmadığını, o işbirlikçi anlayışın temsilcilerine göstermek gerekiyor.
AKP Hükümeti ve onun destekçisi, kollayıcısı tekellerin işbirlikçi yönetimleri, ekonomik politikayla sınırlı değiller elbette. Bu güzel ülkeyi, adeta her yönüyle çökertmeye, karıştırmaya, güçsüz bırakmaya yeminliler. AKP, sinsi bir şekilde, ülkemizin, halkımızın olumlu değerlerini de tüketmek için faaliyet yürütmektedir. Bakmayınız “yenilikçiyiz, değişimciyiz, şuyuz, buyuz” dediklerine. Onlar, bu ülkenin emekçi, bu ülkenin namuslu, onurlu güzel insanlarının zihinlerini karıştırmak için olmadık işler yapmaktadırlar.
AKP iktidarı bilime, bilim adamlarına savaş açmıştır. Bakmayın onun “hukuk”tan, “sosyal, laik, demokratik ülke”, toplum ve devletten söz ettiğine. Fırsatını bulduğunda gerici düşünceleri, ülke gerçekliğine, insanlığa, toplum gerçekliklerine aykırı düşünceleri her yerde devreye sokmaktan geri durmamaktadır. Kimi örnek alıyor? Elbette sevgili büyüğü Bush’u örnek alıyor. Bush da dünya halklarına savaş açarken, Afganistan’ı, Irak’ı işgal ederken, “seçilmiş”, “görevlendirilmiş” olduğunu söylemiştir.
İnsanlar öncelikle kendi yaşam koşullarına, ekmeğine, işine, huzuruna, kafasını sokacağı barınağa, çocuğunu okutacağı okullara, sağlık hizmeti göreceği hastanelere, sosyal kültürel hayatını geliştireceği kurumlara ihtiyaç duyuyor. Ne kadar isterseniz isteyin, Ey AKP, ey Başbakan; bu ülkenin olumlu değerlerini, bilimden, kardeşlikten, aydınlıktan yana gelişmesini, gerçek laik toplum olmasını önleyemeyeceksiniz.
2005’in toplum gündemini meşgul etmiş olaylarına baktığımızda, hep çatışmalar, “yukarılarda” çekişmeler görüyoruz. Hükümetle Cumhurbaşkanlığı, hükümetle generaller, hükümetle yargı kurumları arasında… Bu çatışmalara, provokatif eylemler, linç girişimleri, ardı sıra sansasyonel eylemler ekleniyor. Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu ve tabii ki ülkemizin gündeminden hiç çıkmayan Kürt sorunu gibi çeşitli çatışmalı konularda farklı yöntem arayışlarının toplumda tartışıldığını, tartıştırıldığını görüyoruz. Hayli gergin hayli problemli bir süreç. Türkiye’nin ciddi hiçbir problemi çözülmemiştir. MGK’nın çıkarttığı Milli Güvelik Siyaseti Belgesi, Bakanlar Kuruluna yön veren bu belge de, bu sorunları çözme niyetinde değil.
Kongremizde, çok saygıdeğer, çok sevdiğimiz, işçi sınıfının emek, demokrasi mücadelesinde yan yana yürüdüğümüz değerli konuklarımız var. Onlardan bir tanesi, bundan tam bir yıl önce, provokatif saldırıların adeta düğmesine basılma operasyonunun başlangıcı olan küçük Uğur Kaymaz’ın annesi, amcası. Aramızdalar. Yıllardır bir ölçüde yatışmış görülen, ama elbette çözülmemiş olan Kürt sorununda, Uğur Kaymaz’ın katledilmesiyle birlikte yeniden çatışmaların uç verdiğini görüyoruz. Toplumsal gerçeklerin ortaya çıkartılması, Türkiye’nin yakın tarihiyle hesaplaşarak aydınlık geleceğe gitme özlemi, Kürt sorununu çözme talebi, operasyonlarla, şiddetle, askeri yöntemlerle bastırılmak istenmektedir.
Bir yıl sonra bakıyoruz, Uğur Kaymaz davası gözlerden uzak sürdürülmeye çalışılırken, bu sefer, Şemdinli provokasyonu, Şemdinli’deki kontra eylemi devreye sokuluyor. Yani ülkemizi yönetenler hiç mi hiç akıllanmıyorlar. Her seferinde de o çözümsüzlüğe daha çok sarılıyorlar, ama küçücük bedene, kimsenin yüreğinin kaldırmayacağı, hiçbir gerekçeyle açıklanmayacak kurşunu boşaltan anlayış, Şemdinli’de, çok açık ki, yakayı ele verdi. Eğer biz arkasını bırakmazsak, Susurluk’ta olduğu gibi, başka yerlere emanet etmezsek, kardeşliğe sarılırsak, bu tür tertiplerin sahiplerinin ipini çekmiş olacağız. Bu meseleleri Kongremiz, Türkiye’nin her yerinde gündeme sokacak elbette. Biz bu işin takipçisi olacağız, olmak zorundayız. Şunu göstermek istiyorlar: lokaldir, üç-beş sorumsuzun işidir, kişisel hesaplaşmadır, münferittir, yüce devletimizin bu tür şeylerle işi olmaz… Ama ne yazık ki, devlet gerçekliği, böylesi önemli bir sorunda geleneksel devlet tutumu, bu tür yöntemleri benimsemeyi gerektiriyor. Çünkü bu ülkede toplu katliamlar yapılmış, insanlar yakılmış, terörle mücadele adına köyler boşaltılmıştır. Bunlar bu ülkenin gerçekliğidir. Ama Başbakan olarak, halkınızın karşısında, yeniden, “benim kırmızı çizgilerim var, benim istediğimi gibi olursanız, huzura kavuşursunuz” derseniz, o zaman bu sorunlar hiç mi hiç bitmez. İşte o zaman, bu devlet anlayışı ile cenaze törenini yapan halkının üzerinde F-16’lar uçurulursa, yüzbinlerce insana terörist demek zorunda kalırsın.
Başbakan bir yandan Kürt’ten bahsediyorsa, “benim Kürt vatandaşlarım” diyorsa, öte yandan “cenazenizi şu renkli örtülerle örtmeyin” dememeli. Eğer bu ülke bir mozaik deniyorsa, bu ülkede Türk kökenli, sizlerin de içinde olduğu gibi, Kürtü, Lazı, Çerkezi, Arabı var diyorsa, o zaman, alt vatandaşlık-üst vatandaşlık demeyecek. Amerika’daki zencileri örnek göstermeyecek. Bütün kültürüyle, siyasi haklarıyla, toplumun bütünü kucaklayacak, benim halkımdır diyecek, ayrımsız bir muamele yapacak.
Generallerimiz, komutanlar “ne olmuş ki, orada F-16 uçmasından halk gurur duymalı” diyebilir. Ama o sözleri eden komutan; oradaki vatandaşlarımızın yaşantısında savaş uçaklarının anlamının farklı olduğunu, düşmanlığı, ayrımcılığı, sorumsuz düşünceleri geliştireceğini pekala bilmektedir. Ne yapmak istiyorsunuz o halde? Bombayı atana “iyi insan” diye sahip çıkarsanız, bu eylemlerin, bu saldırıların arkasındasınızdır demektir. Başka bir açıklaması yok. Bu anlayış, zannedilmesin ki, sadece Kürt sorunundaki talepleri bastırmaya dönüktür. Bu mesele, ülkenin demokratikleşme meselesidir. Ülkenin çetelerden arınması, kontrgerillanın temizlenmesi, bir takım özel harp yöntemlerinin devreden çıkarılması, koruculuğun dağıtılması meselesidir… Türkiye bunları çok acı bir şekilde yaşadı. 1 Mayıs 1977 ile yaşadı. Sivas, Çorum, Maraş’la yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Zannedilmesin ki, bu sorun sadece Kürtlerle ilgili bir sorundur.
İşte bu salonda biraz önce dolaşan Serna-Saral tekstil işçilerinin başına da grev çadırları, bu gerici güçler, gerici devlet anlayışı tarafından yıkılmıştır. Kim ki hak isteyecek, örgütlenme diyecek, bağımsızlık, kardeşlik diyecek, bu kontra saldırılarla karşı karşıya kalacaktır. Bu hesaplaşmayı oraya buraya emanet etmeden, hep birlikte aydınlanma, gerçek bir temizlik isteyen bu ülkenin tüm güçleri olarak sahip çıkmak durumundayız. Hem de gerçekten Meclis lobilerinde denildiği gibi değil, sonuna kadar, çetelerden temizleninceye kadar, demokratikleşme kavgasını vermek zorundayız.
Toplumda MGSB gizli Anayasa mıdır tartışılıyor. Bırakın Anayasa mı değil mi. İçeriğine bakalım, ne yazıyor. MGK’da konuşuluyor, ama Bakanlar Kurulu belgesi olarak, “sen buna uygun hareket edeceksin, anlaşmalar yaparken buna uygun hareket edeceksin” diyorlar. Belge, ülkenin ciddi temel meselelerine, egemen devlet anlayışının nasıl yaklaştığını gösteriyor. Belgede, “Türkiye’de Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim öğretim kurumlarında okutulamaz. Bu temel bir ilkedir” deniliyor. Bir yandan da “Benim halkım Türktür, Kürttür, Çerkezdir, Anayasal vatandaştır” diyeceksin. Ama o vatandaşın kendi anadilinde, kültürel, toplumsal özellikleri ile ana-babasından, bulunduğu çevreden duyduğu, öğrendiği dille eğitim öğretim görmesini sakıncalı bulacaksın. Toplumun güvenliği için tehdit unsuru bulacaksın ve “sakın ha!” diyeceksin. Bu Kürt sorununun çözümsüzlüğünün ilanıdır.
“Bu toplum bir mozaik, herkes kendi diliyle eğitim yapmak isterse nasıl başa çıkacağız” diyorlar. Bu halk başa çıkmasını bilir. Konuştuğumuz konu, acılı, sancılı, çatışmalı bir sürece gelmiş, 70 milyon nüfusunun 20 milyonunu teşkil eden, yana yakıla, yakarış içinde barış ve kardeşlik diyen bir halkın durumudur.
Başbakan’ın ağzından hep duyuyorsunuz; “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir. Türkiye Cumhuryeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir”. Meselenin çözümsüzlük noktası budur. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal kurtuluş mücadelesi içinde, emperyalizm karşısına savaşan, Arabı, Çerkezi, Türkü, Kürdü ile Anadolu insanının mücadelesiyle kuruldu. Ama siz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı altında değişik milliyetlerden, kökenlerden gelmiş halkı Türk milleti olarak ilan ettiğiniz vakit, o zaman, herkesi ırkçı, milliyetçi bir yaklaşımla, halkçı olmayan, ırkçı bir yaklaşımla, Türklüğünü ilan etmeye mecbur bırakırsınız. Bu bir çözümsüzlüktür. O nedenle, dil isteyen, Kürdüm diyen, ayrı medeniyetlerden geldiği çok açık olan Kürt kardeşime, Kürt emekçime, Türkiye’nin insanına zorla “Sen Türksün” demek, bu zamanda olacak iş değildir. Hele hele bunu devlet politikaları olarak belgelerine geçirmek, hükümetin, Başbakan’ın önüne koymak, “ben burada çatışacağım, inatlaşacağım” demektir. Bu doğru değildir. Bu doğru olmadığı gibi, Türk kökenlileri dışındakileri altta olmak, diğerlerini üst kimlik olarak ilan etmek de, gerçekçi, doğru, bu halkın istemlerine yanıt veren bir politika değildir. O nedenle, şimdi “Kim daha çok Türk milliyetçisi” yarışına giren Sayın Baykal, maşallah demek gerekiyor, bu şoven yaklaşımda, statükocu devletçi yaklaşımda herkesi geride bırakmaya niyetli. Yakın zamanda yaptığı sorunsuz kurultayda, Kürt kelimesini ağzına alma gereğini dahi duymuyor. Ondan sonra, Anayasal vatandaşlıktan bahseden Başbakana, Türk milliyetçiliğini hatırlatıyor.
Bağımsızlıktan, kardeşlikten yana, emperyalizme, tekellere karşı olan, gerçek laik, gerçek solcu, gerçek devrimci vatandaşlara; ellerine Denizlerin resimlerini alarak o kurultaya katılanlara seslenmek istiyorum. İki Deniz çok farklıdır. Sakın ola ki, iki Deniz’i karıştırmayın! O, halkımızın gönlünde, yüreğinde milyonlarca gencimizin sevgisinde yaşayan Denizler; ülkenin gerçeklerini çok öncesinden görmüşler, doğruyu işaret etmişlerdir. Onlar sınıf mücadelesinin bedeli olmak adına idam sehpasına yürürken, “Yaşasın halkların kardeşliği” demişler, “Yaşasın Türk ve Kürt kardeşliği” demişlerdir.
MGSB, dış ilişkiler açısından da açıklamalarda bulunuyor. Diyor ki: “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri Orta Asya, Balkanlar, Güney Kafkasya, Ortadoğu politikaları bakımından stratejiktir. Bu konularda işbirliği, dayanışma, Türkiye’nin çıkarınadır”. İşte burada ülke çakalların önüne atılmaktadır, işte burada ülke bataklığa sürüklenmektedir. ABD ne demek? Dünya lanetlisi, halkların düşmanı, çocuk katili. Sen bu ABD’nin Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da yedekçisi, destekçisi olacaksın. Stratejik dost diyeceksin. Çıkarlarını onunla bağdaştıracaksın. İşte bu halkını anlamamak, ona yabancılaşmaktır. Ondan da öte, bu ülkeye kötülük etmektir. Bu kabul edilemez.
“NATO’daki rolümüzü korumalıyız, NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı. Kıbrıs’ta askeri varlığımız devam etmeli. Ortadoğu’da barış, güven ve istikrar Türkiye’nin güvenliği anlamına gelmektir”. Bakın hele! ABD’nin Ortadoğu’daki askerleri, Ortadoğu’yu yağmalamaya yemin etmiş, göz koymuş, herşeyi göze almış. İmparatorluk ilan edecek olan ABD, bizim güvenliğimiz anlamına gelmektedir! Bu ülkedeki reform çabaları desteklenmeli! Irak’ta reform yapılıyor! Orada insanlar direniyor, bombalar patlıyor. Ama seçimler de yapılıyor bir yandan. İşin ilginci, müteahhit başbakanın rol kapma anlayışı buraya da sirayet etmiş; Türkiye’nin deneyimleri, buraların yararına sunulmalıymış. Biz Anayasal hukuk devletiyiz ya, bizim tecrübemiz oralara da taşınmalıymış!
Bu diplomasi anlayışı, demokrasi yaklaşımı, ekonomik açıdan da izleyeceği hatta işaret ediyor. “Çevremizdeki ülkelerin, demokrasi, insan hakları, pazar ekonomisi konusunda gelişmeleri lehimizedir. AB’ye tam üyelik temel hedeftir. Bölgedeki Kürt grupları ile bizim gibi ülkelerin ilişkileri dikkatle takip edilmelidir. Güvenlik adına işgal tecrübesiyle yıllardır kendi geleceklerini, kaderlerini tayin etmek isteyen Kuzey Irak’taki Kürt topluluğu, Türkiye için bir problem kaynağıdır ve dikkatle izlenmelidir, tehlike gelebilir” deniyor. İsrail meselesinde “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bölgeyi tehdit etmeye yönelik olmadığı ısrarla anlatılmalıdır.” deniyor. Kim ki İsrail’e dosttur, o, oradaki halkların düşmanıdır. Ama ülkemizin egemenleri “Türkiye Cumhuriyeti, hem İsrail ile ekonomik, siyasi, askeri anlaşmalar yapacak, hem de Ortadoğu halklarına karşı hiçbir kötü niyet taşımayacak” diyor.
Milliyetçi şoven dalgayı kışkırtan anlayış, bu belgeye de yansımış. “Ermeni soykırımı iddialarına bir seferberlik anlayışı ile karşı çıkılmalı” deniyor. Kimler karşı çıkacak? Tehlike olmaktan çıkartılan “aşırı sağ unsurlar”! Üniversiteleri basan, demokrasi isteyenleri linç etmek isteyen, kardeşlik diyenleri ellerinde bayrakla boğmak isteyen o aşırı sağ unsurlara hedef gösteriliyor. Kim ki Ermeni diyor, kim ki başka şeyden söz ediyor, “yürüyün üzerine” deniyor. Bu şekilde hiçbir şeyin çözülmeyeceği ortada. Ermeni sorununu her 14 Nisan’da kışkırtan, buradan toplumdaki şoven dalgayı yükseltmek isteyenler var. Ermeni katliamı, bu ülkenin tarihinde yaşadığı Ermeni sorunu üzerinden bir takım emperyalist planlar ve şantjlarla hareket edenler de var elbette. Biz bunlar karşısında uyanık olacağız. Ama siz bu tür belgelerde seferberlik ilan ederseniz, tarihinizle hesaplaşmaya, komşu ülke halklarıyla dayanışma ve kardeşleşmeye giremezsiniz. Bu anlayışlar buna engeldir.
MSGB’de çeşitli olaylarda çatışanların, farklı tutum alanların nasıl yanyana geldiğini, kader birliği yaptığını görüyoruz. Peki bu ülkeyi sevdiğini, sevmesi gerektiğini düşündüğümüz askerler generaller, komutalar, silahlı kuvvetler; ülke birer birer satılırken, ülkenin Cumhuriyet fabrikaları, SEKA, Tekel, TÜPRAŞ, Erdemir satılırken, yabancı anlaşmalarla bağımlılık zincirleri halkımızın boynunda sıkılırken; pazar ekonomisine sahip çıkmak, özelleştirmelere sahip çıkmak ne menem bir tutumdur? İşte “bağımsızlıktan ödün vermeyeceğiz” diyenlerin, her Cumhuriyet Bayramı’nda resmi tören yapanların, Atatürk’ü ağzından düşürmeyenlerin –onları gerçek Kemalistlerden ayırmamız gerekir–, açmazı buradadır. Onlar, bu ülke satılırken hükümetin peşine dizilmiş durumdadırlar. Onların bir araya geldiği OYAK isimli kurum, ülkemizin gözbebeği Erdemir’i satın almıştır, özelleştirme ihalesine girmiştir. Çıkar ilişkileri içine girmişlerdir de, ondan sesleri çıkmamaktadır. 70 milyon nüfusuyle birleşmek yerine, bir takım çıkar çevreleri ile kader birliği yapmayı tercih etmektedirler.
Bu ülkenin değerlerine sahip çıkmak, bağımsızlık mücadelesine sahip çıkmak, gerçek vatanseverlik nasıl olur meselesinde, emekçiler olarak Türkü Kürdü ayırt etmeden, sahiplenmek, bu bağımsızlık mücadelesine Amerika’nın işgal yöntemlerine karşı, yabancı tekellerin satın alma yöntemlerine karşı kavga vermek zorundasınız. Aksi takdirde bağmsızlıktan söz edemezsiniz. Gerçek Kemalistlere, gerçek solculara sözümüz budur. Aksi takdirde, dünyada birçok ülkede olduğu gibi, sermaye, bütün kötü işleri solculara yaptıracaktır. IMF programlarını da, satın almaları da, işçi düşmanlığı, vatan satıcılığını da, onay verdiği herşeyi solculara yaptıracaktır. Ama biz kesinlikle bu türden solcular olmayacağız.
Özellikle ülkesini seven gerçek yurtseverlere seslenmek istiyorum. Onların temsilcileri şimdi aramızda vardır. Hiçbir zaman Türk millyetçiliği ile vatanseverlik yapamazsınız, Türk milliyetçiliği ile Amerika’ya karşı savaşamazsınız. Türkü, Kürdü ile elele, yanyana bir savaşı vermek zorundayız.
Türkiye riskli bir ülke, evet. Türkiye’nin gidişatı iyi değil, evet. Çünkü başımızdakiler, yönetenler, bu, yoksul oyuyla gelip, sonradan ABD’nin önünde diz çökenler iktidarda olduğu sürece, başı beladan kurtulmayacak. O zaman daha çok “Terörle Mücadele Yasası” istersiniz. O zaman daha çok Şemdinli yaşarsınız. O zaman daha çok eğitimcinin karşısına polis çıkartırsınız. O zaman daha çok düşünce özgürlüğüne, basın özgürlüğüne hazımsız olursunuz.
İki gün önce, bu ülkenin gerçekliğini yazanlar, kontra şebekelerinin gerçekliğini yazanlar, işçi hakkından söz eden, aydınların yanında olan Evrensel gazetesini toplattınız. Ama bu ülkenin gerçeklerini, açmazlarını yazan işçi basınını susturamazsınız. Partimiz, işçi ve emekçiler işçi basınına sahip çıkacaktır.
Sizin bir yandan demokratikleşme derken, bir yandan daha çok gericileşmeniz, baskı ve şiddete sarılmanız, aslında açmaz, acz içinde olduğunuzu göstermektedir. Ama gerçeklerin üstü örtülemez, örtemeyeceksiniz. Elbette on yıldır bu ülkede halkı aydınlatan Evrensel gazetemiz de mücadelesine devam edecektir. Hepimizin desteği ve sahiplenmesi ile. Bugünkü Evrensel gazetesini okuyun. Bugün aramızda olmayan, partimizin üyesi, sevgili dostumuz şair Sennur Sezer’in duygularını paylaşalım. Onun gibi nice aydınların, sendikacının, işçi temsilcisinin, nice gerçek yurtseverlerin sesini, duygusunu Evrensel ile okuyalım, yaşatalım. Ülkenin dört bir yanına taşıyalım. Çözüm oradadır. Çözüm kardeşleşmededir. Çözüm işçinin emekçinin ellerindedir.
Bu ülkede demokratikleşmeye direnenler var. Bu ülkede sık sık parti kapatılıyor. Ama o parti kapatmalarının yanlışlığı, antidemokratik yönü sadece halkımızca değil uluslararası planda da mahkum ediliyor. Bundan on yıl önce içinde birçok arkadaşımın bulunduğ bir parti kuruldu Adı Emek Partisi idi. Ülkemizin aydınlığı, esenliği, bağımsızlığı, demokrasi ve kardeşliği için kurulan Emek Partisi, programında, “Kürt sorununa demokratik ve halkçı çözüm” dediği için Anayasa’ya aykırı bulundu, “bölücü” addedildi ve kapatıldı.
Bu karar, AİHM’de, geçtiğimiz günlerde yanlış bulundu. Emek Partisi’nin programı demokrasinin ilkeleri ile bağdaşmaktadır denildi. Emek Partisi’nin programında söylediği, devletin bir takım terörle mücadele anlayışlarına dönük yöntemlerinin eleştirisi demokratik bir haktır dedi. Emek Partisi’nin kapatılmasını halkın örgütlenme hakkının ihlali olarak kabul etti. Emek Partisi ilk değildi, sonuncusu da değildi. Ondan sonra kapatılan, kapatılmak istenen partiler oldu. Bu ülkede elbette ekmek, özgürlük, demokrasi, kardeşlik arayışı, kağıt üzerinde, yasa metinleriyle sınırlı olmadı. Seçim mitinglerinde söylediğimiz gibi, partileri belki mahkemeler kapatır, ama partiler, politik mücadele, örgütlenme arayışı halkın bağrında sürer. Partileri açıp kapatacak olan halktır. Emek Partisi de hep yaşamıştır zaten. Emek Partisi yaşamıştır ve öyle ilginçtir ki, partimiz birçok yerde Emek Partisi olarak anılmaktadır. Bu da çok doğal bir şeydir. Bizim kökenimiz, sınıf bileşimimiz, özlemlerimiz, taleplerimiz bu ülkenin emekçisine dairdir, bu ülkenin, bu halkın talepleridir. Kongremiz, toplanan konferansımızda yansıyan halkın bu çağrılarına, özlemlerine, taleplerine elbette yanıt verercektir.
Egemenler yoksulların oyu ile iktidar oluyorlar, ama o iktidardan vazgeçmeyi hiç istemiyorlar. Parlamentodakiler, iktidarı ve muhalefetiyle yüzde 10 barajına sık sıkıya sarılmış durumdalar. Anti demokratik Siyasi Partiler Yasası olduğu gibi korunmaktadır. Nereye kadar sürdüreceksiniz? Bu halkın sesini, temsilcilerinin parlamentoya taşınmasını nereye kadar engelleyeceksiniz? Bu halk sizi oradan uzaklaştırmasını bilecektir. Bu antidemokratik seçim yasalarına rağmen, sizi oralardan uzaklaştırmayı bileceğiz.
İşçi ve emekçilerin partisi olarak, ülkemizde hep işçi ve emekçilerin emek ve örgütlenme arayışlarının yanında olduk. Türkiye’nin her yerinde, tıpkı dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi, örgütenme arayışı vardır. Yakın tarihimiz Seka, Tekel, Tüpraş, Sümerbank işçilerinin özelleştirmeye karşı eylemleri ile doludur. Eskişehir Şişecam, Çorum toprak, Uşak tekstil, Serna tekstil işçileri… İşçi sınıfımız, kapitalistlerin unutturmak istediği sendikal hakları, herşeye rağmen koruma, elde etme, büyütme mücadelesi vermektedir. Çünkü sendikalar bugün hala işçi sınıfının, emekçilerin sahip çıkılması, büyütülmesi gereken önemli örgütleridir. Burjuvazi, tekeller bunun karşısında hazımsızdır. İşçilerin en küçük örgütlenme talebi karşısında İş Yasası’nın tanıdığı en kısa yoldan işten çıkarmayı tercih etmektedir. Biz, işçi ve emekçilerin partisi olarak, Türkiye’nin her yerinde, organize sanayi bölgelerinde genç işçilerin örgütlenme arayışının yanında olacağız.
Sosyal demokrasinin reformist, uzlaşmacı, teslimiyetçi anlayışların bir yansıması olarak bizim ülkemizde de bir takım sendika yönetimlerinin işverenle teslimiyetçi anlayış içindeki, hükümetle, patronlarla uzlaşma anlayışı içindeki tutumlarına karşı da işçilerin sendikalarına sahip çıkma mücadelesi devam edecektir. Bir takım solcu anlayışların, devrimci olmakla her yerde övünen, ama işçi sınıfına gelince kitle örgütü olduğunu unutan anlayışların, “işimi, fabrikamı seviyorum” diyerek, işçi sınıfının üretimdeki rolünü, onun ekmeğiyle oynayanları, düşmanlarını unutturması affedilmez bir tutumdur.
Aynı şekilde, işi gücü bırakıp, işçinin direnişini büyütmek yerine, Emek Platformu’ndaki bir takım unsurları dert edip, hala EP ile bir şey yapamıyoruz deyip, EP’ten çıkarak bir şey yapacağını zannedenler de, büyük bir aymazlık içerisindedir.
Bu ülkede televizyonlarda, programlara bir kısmı yansıyor. Binlercesi var: Çocuk işçiler. Ama siz çocuk işçi problemini raporlar yazarak çözemezsiniz. Bütün kısıtlamalara, yasal engellere rağmen örgütlenmiş, sendikal çatı altında bulunan az işçi yoktur. Onun için lafı uzatmayıp, dolandırmayıp; solcuları birleştirmek değil, şurada burada kurultaylarda boy göstermek değil, iş yapın, işçi sınıfının bu büyük gücünü açığa çıkartın. Son zamanlarda dişe dokunur bir grev yaşanmamış olması, grev kararı alan lastik, cam, belediye işçilerinin grevlerinin yasaklanmasına gıkınızın çıkmaması, işçileri harekete geçirmeyişiniz, binlerce işçiyi sokaklara dökmeyişiniz nasıl bir tutumdur!
Gerçekten işçilerin, emekçilerin birliği için mücadele eden bir kısım sendikacılarımız dışında, koca koca konfederasyonların yöneticilerinin; işçi sınıfı düşmanı, iş yasasını bu ülkeye taşıyan, tekellerin birliği olan, kendi ülkelerinde işçi haklarını kısıtlayan AB komisyonlarında görev alması, sonra da kuralsız çalıştırmadan, taşeronlaştırmadan, işçi kaybından, kan kaybından şikayet etmesi kafa karışıklığıdır, açmazdır. Bir kısım sendikacının, özelleştirmeye karşı, AB’ye, Amerika’ya, AKP’ye karşı miting yapıp “sattırmayacağız, özelleştirmeyeceğiz” deyip, sonra fabrikayı OYAK satın aldığında “yaşasın bizim sermayemiz” demesi işçi sınıfını anlamamaktır, bu ülkeyi anlamamaktır. Bu da başka türden açmazdır. Özelleştirmenin, tekellerin iyisi kötüsü yoktur. Yabancı tekeller, ulusal sermayeyi de, yerli tekelleri de sıraya dizmiştir; onları da ufaltmaktadır. Ama işçi sınıfı temsilcileri hiçbir özelleştirmeye evet diyemez. Çünkü yarın öbür gün işçi haklarına önce onlar saldıracaklardır. Erdemir’de de, Tüpraş’ta da, Seydişehir’de de bu olur.
Partimizin işçi sınıfının örgütlenme mücadelesindeki çalışmaları, işçi sınıfını anlama, yardımcı olma tutumu, kanal açma tutumu, hedeflerimizden hiçbir zaman çıkmayacak. Saldırılar büyük, merkezinde de işçi sınıfı var. Çünkü kapitalist dünya, sosyalizm seçeneği karşısında, işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını silmek için, sendikayı unutturmak için uğraş veriyor. Bunun karşısında, biz ve bizim gibi enternasyonal partiler, işçi sınıfının temsilcisi partiler, işçi sınıfının haklarını, örgütlerini unutturmak değil, daha da büyütmek için uğraş veriyor. Dikkat ederseniz, bu Kongremiz’de, biz, Enternasyonal Marşını söylüyoruz. Bu yadırganmamalı. Bu tutum, bizim ülkemizin ulusal değerlerine yabancı olduğumuz anlamına gelmez. Bu ülkenin Kurtuluş Marşı bizim de marşımızdır elbette. Ama partimiz enternasyonal bir partidir. Bütün dünya işçileriyle, bütün emekçi halklarla birliktedir. O nedenle de, bu toplantı da, kurultaylar da, kongreler de bu duyguların ifadesi olduğu için, topkeykün mücadelenin bir parçası olduğu için biz böyle davranır, böyle yaparız.
“İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” dedik. Neden? Her yerde irili ufaklı direniş var. Herkes yürüyor. Eğitim emekçisi, sağlıkçısı, emeklisi kapıya dayandı, gençler, üretici köylü yürüyor, Manisa’da 50-60 bin isyan halinde köylü yürüyor. Laiklik-aydınlık-bilim diyen biliminsanları yürüyor. Peki bu yürüyüşü, bu arayışı, çözümü kim başaracak, kim birleştirecek, iktidara taşıyacak? Elbette partimiz. İşçi sınıfının partisi taşıyacak.
Üçüncü Kongremizde söylediğimiz baskı, sömürü, şiddet, yağma, işsizlik, yoksulluk karşısında, bağımsızlık ve demokratikleşme için, sosyalizm için mücadelesinde emekçi halk kitlelerini bir araya getirme görevi hala önümüzdedir. İşçi sınıfı, arayış içinde, sendikalarda buluşurken, bu mücadeleyi iktidara taşımadığı sürece, bu saldırı devam edecektir. O nedenle partisiyle, politik bilinciyle bu çatı altında buluşması kaçınılmazdır, vazgeçilmezdir. O nedenle bir takım yeni parti kurma arayışları içinde olanlar, solun zaaflarını tartışanlar, eğer ki işçi sınıfı, halk, demokrasi, sosyalizm diyorsanız, başka yerde aramanıza gerek yok, orası burasıdır. Yeni arayışlara gerek yok. Eğer mücadele etmek istiyorsanız, buyurun. Burası işçi meclisi, emekçi şöleni, gerçek yurtseverliğin mekanıdır.
Bizler hep seçimlerde duyuyoruz. “Niye bu zenginleri savunanlar, niye bu tekellerin temsilcisi, bir avuç adam; halkın oyunu alıp götürüyor. Siz niye hükümet olamıyorsunuz. Bu halkın gerçek özlemlerini temsil edenler, vatanseverler, işçi temsilcileri, solcular, devrimciler niye iktidar olamıyorlar?” Bu soru haklı, yerinde, doğru bir sorudur. Eksikliklerimiz, zayıflıklarımız var şüphesiz. Herkesten çok bu soruyu kendimize soruyoruz. Partimizin çalışmalarını eleştiriyoruz. Zayıflıklarımızın üzerine gidiyoruz. Kongre öncesinde, iki gün boyunca, 450 delege ile tartıştık. Partimizin mücadelesini tartıştık. Halka yabancı duygular bizden uzak olsun dedik. İşçiden, halktan öğrenme, halkın içinde yaşama, onlarla paylaşma, dayanışma içinde olma, sesini birleştirme görevine vurgu yaptık. Bu bizim özeleştirimizdir. Elbette dinleyeceğiz. “Solculuk”tan kurtulacağız. Halkla yabancı hiçbir anlayış bizle bağdaşmayacaktır. Buradan bir kez daha bunun sözünü veriyoruz. Çabalıyoruz. Elbette bu ülkenin arayışına, işçi ve emekçilerin birliğine, barışına, kardeşliğine hizmet edecek halk güçlerini birleştirme arayışımız var.
İki seçimdir buna hizmet edecek ittifak anlayışını hayata geçiriyoruz. Bu zorunludur. IMF’ye Amerikancılığa, tekellere, kuşatmaya, şoven-milliyetçi kışkırtmaya karşı tüm halkı yan yana getirmek, demokratik güçlerini, ulusal temsilcilerini, siyasal-sendikal güçlerini yanyana getirmek bizim ittifak anlayışımızdır. Bu ittifak, öncelikle alanlarda, halkın içindeki kürsülerde kurulacak, oradan parlamentoya taşınacak. Hükümetlere, iktidara ve gerçek bağımsız demokratik halk iktidarına taşınacaktır. Bu kaçınılmazdır.
Bu anlayışla bugüne kadar mücadele içinde sayısız yitirdiklerimiz oldu. Partimizin içinden, dışından, dostumuz kardeşimiz, bu ülkenin nice nice değerleri aramızdan ayrıldı. Onların hepsini, bizim insanlarımız, bu ülkenin gerçek temsilcileri olarak, sevgiyle saygıyla anıyorum. Ama Üçüncü Kongre’den sonra yitirdiğimiz özellikle iki ismi, içinde bulunduğumuz koşullar altında, farklı şekilde anmak istiyorum. Kongrelerimize gelip, emperyalizme karşı mücadelede “bilinciniz silahınız olsun” diyen gerçek yurtsever, yazar, aydın, gerçek insan Şükran Kurdakul’u anıyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz, bu ülkenin, halkın içinden çıkmış, “Amerika gene katil” demekten geri durmayan, bizi ezgileriyle dillendiren Ozan Mahsuni Şerif’i saygıyla anıyorum.
Yurdun dört bir yanından gelip duygularını, düşüncelerini, taleplerini ortaklaştıran, bu Kongremize emeği geçmiş bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Özellikle Kongremizin “İşçi sınıfı partisiyle güçlüdür” sloganını logo haline getiren Savaş Çekiç’e, bu güzel resmi yapan ressam Nurcan Tezel’e, Konrge sunumunu hazırlayan Özcan Yaman’a, konuklara sunacağımız heykeli hazırlayan heykeltıraş Metin Yurdanur’a, emeği geçen bütün yoldaşlarıma yürekten teşekkür ediyorum.
Halk güçlerini birleştirmek en temel görevimiz. Özelleştirmeye karşı direnen, örgütlenen işçi, tarımda kotaya hayır diyen köylü, ağa zulmüne baş kaldıran ırgat tarım işçisi, iş güvencesi, sosyal güvenlik isteyen kamu emekçisi, iş-eğitim diyen genç, kardeşlik, eşit hak diyen Kürt yoksulu, emekçisi, tarihine, doğasına, bilimine sahip çıkan aydın, toplumun tüm kesimleri, bizim insanlarımız; onları aynı cephede, bir çatı altında birleştirmek en temel görevimizdir. Biz bu görevi gerçekleştirirken, Türkiye’nin gerçek çözümünün, çıkışının bağımsızlık, demokrasi, kardeşlik ve barıştan geçtiğini, işbirlikçilerden kurtulmanın zorunluğunu, kaderimizi elimize almamız gerektiğini unutmayacağız. Nerede Emeğin Partisi’nin çalışması varsa, nerede temsilcisi, sözcüsü, militanı varsa, onun şahsında, onunla birlikte, parti dostlarının mücadalesinde bu tutumu göreceksiniz. Ben inanıyorum ki, bu ülkenin selameti, esenliği, işçi sınıfımızın gücünde, iradesinde. Biz bunu başarabilecek güçteyiz. Bakın atelyelerde, fabrikalarda üreten milyonlar olarak varız. Aramızda ayrılıkları, kışkırtılmak istenen bölünme senaryolarını bir kenara bıraktığımızda, iktidarın kanalları açılacaktır. Bu birlik anlayışı, kardeşlik ve dostlukla hep birlikte iktidar yürüyüşüne! Hep birlikte bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine!
Şemdinli ve Gerçekler
Şemdinli’de meydana gelen olay, Türkiye açısından yeni bir şey değildi şüphesiz. Ancak ilginç olan tarafı, “kontrgerillanın” suçüstü ve halk tarafından yakalanmasıydı. Asında bu olay bile bölgede yıllardan beri sürdürülen “kontrgerilla faaliyetlerinin, kanlı cinayet ve operasyonların” halk üzerinde oluşturduğu sosyolojik ve psikolojik durum açısından konuyla ilgililerin incelemesi gereken bir sonuçtu. Halk, o kadar şiddete, kanlı oyunlara maruz kalmış, ölümlerle, bombalarla iç içe yaşamıştı ki, artık bombalar bile onlar üzerinde korkutucu etki yapmıyor, panik yaratmıyor, tersine bombanın üstüne koşuyorlardı.
Ama işte bu kez kontrgerilla suçüstü yakalanmıştı ve devlet açısından kıvırtacak hiçbir tarafı yoktu. Görevliler resmi, araç resmi, aracın içindeki belgeler en yetkili makamdan onaylıydı. Öyleydi ki, belgelerde, bundan sonra bombalanacak, yok edilecek hedefler, krokiler, isimler, adresler hepsi açıkça yazılıydı. Buna rağmen, bomba atarken suçüstü yakalananlar, arka kapıdan Tüm Türkiye’nin gözünün içine baka bak serbest bırakılmışlardı.
Aslında bu bile, devlet cenahından ileri sürülen, ‘olayın münferit, bombacıların kendi başlarına hareket eden görev dışına çıkmış şahıslar’ olduğu yönündeki açıklamalarını yalanlıyordu. Öyle olmadığı, bu işlerin yıllardan beri bölgede ve Türkiye’nin her tarafında yapıldığı, sayısız cinayet, bombalama, kışkırtma, linç girişimi gerekleştirildiği görmezden gelinerek, devlet cenahından yapılan “münferit olay” açıklamalarının doğru olduğu varsayılsa bile, “görev dışına çıkıp kendi başlarına hareket etmişler” böyle korunmaz, kaçırılmazdı. Nitekim olayın hemen ardından, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “bombacılara” sahip çıkması, bir anlamda kefil olması, yetmeyip, daha önce köy yakma işlerinden sabıkalı emekli bir harekatçının avukat olarak helikopterlerle taşınması söz konusu açıklamaları açıkça yalanlıyordu.
Olayın ardından, basında “Yeni Susurluk mu” tartışmaları başladı. Oysa bu tartışmanın sunuş şekli bile kendi içersinde hileler içeriyordu. Çünkü yeni Susurluk’un ortaya çıkması için eskisinin tamamen yok olması, ortadan kaldırılması gerekirdi. Ama herkes pekala biliyordu ki, Susurluk’la ortaya çıkan “kontrgerilla, çeteleşme” vak’ası bitmemişti. Nitekim onca olay, onca cinayet, onca adı geçen çete mensubundan sonra, şu anda söz konusu örgütlenmeden, kanlı cinayet ve provokasyonlardan dolayı içeride yatan kimse yoktu.
Peki onca belgeye, on binlerce sayfalık soruşturma dosyalarına, ortaya atılan o kadar haber ve kanıta ne olmuştu?
GEÇMİŞİ KISACA HATIRLAMA
Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi Susurluk denilen hadisenin çok öncelerine dayanmaktadır. Eskilere gidilince, ilk akla gelen olaylardan birisi de, 6-7 Eylül olayları olarak anılan, Selanik’te Atatürk’ün evine yönelik saldırı haberleriyle kışkırtılan, İstanbul’da azınlıklara yönelik operasyondur. Daha sonrasında, sayısız kontrgerilla operasyonu Türkiye’nin tarihine damgasını vurmuştur. 1 Mayıs 77, Atatürk Kültür Merkezi’nin yakılması, Çorum, Maraş katliamları… ve bunlara eklenecek sayısız öldürme, bombalamalar…
12 Eylül sonrasında bölgede başlayan hareketlenmeye, devlet, yoğunlaştırılmış askeri operasyonlar, harekatlar, özel timler, kuşatmalar biçimde yanıt vermiş, çözümün tamamen askeri yöntemlerle olacağı fikri egemen kılınmıştır. Öyle hale getirilmiştir ki, bu yöntemin çözüm olmayacağını söylemeye kalkanlar bile “hain” ilan edilebilmiştir!
Askeri çözümün en büyük destekçisi olarak “özel savaş” taktikleri ve örgütlenmesi yaşama geçirilmiştir.
Özel savaş örgütlenmesinin en büyük uygulayıcısı ABD’dir. ABD, özellikle bu yöntemi Latin Amerika’da yoğun biçimde uygulamış bir ülke olarak, deneylerini sürekli “müttefiki” ülkelere aktarmış, seçilen kadroların eğitimlerini gerçekleştirmiştir. Arjantin’den Şili’ye, Salvador’dan Nikaragua’ya kadar, Latin Amerika’nın neredeyse her ülkesi “özel savaş” taktiklerine maruz kalmış, on binlerce insan bu taktiklerin hedef olarak öldürülür, kent merkezleri bombalanır, yakılıp yıkılırken, kontrgerillanın, özel savaş kuvvetlerinin, paramiliter güçlerin finansmanı, yine bu topraklarda yaşayan uyuşturucu çeteleriyle işbirliği yapılarak, onlara uyuşturucu ticaretinde serbestlik tanınarak sağlanmıştır.
Bunlar artık tüm dünya tarafından bilinen, Amerikan Kongresi resmi tutanaklarına geçmiş şeylerdir. Nitekim bu organizasyonlarda ün kazanmış, Amerikan Özel Harp Dairesi yöneticilerinden Albay Oliver North’un yaptıkları ayyuka çıkıp, uyuşturucu ticaretindeki rolü belgelenince, Amerikan Kongresi tarafından soruşturulmak zorunda kalmış ve Albay Oliver North, olanları inkar etmemiş, tersine, bunları yaptıkları için hakaret değil, övgü beklediklerini söylemiştir.
Bir süre sonra da soruşturmanın üstü örtülmüştür.
Gerek Amerikan medyası, gerekse haber ajanslarına yansıyan özel savaş taktikleri, talimnamelerine bakıldığında, Türkiye’de uygulanan yöntemlerin bu talimname, yönetmelik ve örgütleniş biçimiyle birebir çakıştığı görülmektedir. Bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü özel harbin ana üssü Amerika’dır ve dünyanın pek çok yerinde bulunan Amerikan müttefiki ülkelerin kontrgerillacıları eğitimlerini burada almış, özel harp daireleri, Amerikan özel harp dairesi ve CIA tarafından örgütlenmiştir. Yine, Latin Amerika’dan Afrika’nın bazı ülkelerine, Uzak Asya’ya kadar pek çok ülkede darbeyle işbaşına gelen Askeri diktatörler mutlaka burada eğitimden geçmiş, örgütlenmiş, güven verenler, önü açılarak, ordunun en üst makamlarına ulaşmış, zamanı geldiğinde, Amerika için darbenin başı olmuşlardır.
Türkiye de, Amerikan özel harp dairesinin yakın kapsama alanındadır. Yukarıda belirtildiği üzere, zaten özel savaş yöntemlerine bakıldığında bile, bu durum net şekilde anlaşılabilmektedir.
Amerikan Özel Harp Dairesi ve CIA tarafından hazırlanan ve eğitimde kullanılan yöntemlerden bazısı şunlardır.
– Halk arasında korku, panik ve güvensizlik yaratmak.
– Toplumun sevilen, sayılan, tanınan kişilerini ortadan kaldırmak.
– Halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde ve mekanlarda bombalar patlatmak.
– Muhalif güçlerin önderlerine karşı suikastlar düzenlemek.
– Muhalif güçleri gözden düşürmek ve halka karşı karşıya getirmek için cinayet, bombalama dahil her türlü eyleme başvurmak.
Bu yöntemler Latin Amerika’da yoğun olarak devreye konulmuş, yalnızca Nikaragua’da bu doğrultuda on binlerce insan, sendikacı, öğretmen, doktor, sağlık görevlisi ve hatta din adamı öldürülmüştür. Hedef Sandinistleri gözden düşürmek, halkı korku, panik ve yılgınlığa sevk etmektir
Bugün Irak’ta da buna uygun faaliyetlerin olduğu, Sünni-Şii çatışması kışkırtılarak, olur olmaz yerde, camilerde, halkın arasında bombalar patlatılarak, direniş gözden düşürülüp, Amerika’nın tam egemenliğinin sağlanmak istediği görülebilmektedir.
Türkiye’ye dönüldüğünde, yıllardır bölgede at koşturan kontrgerilla, toplumun sevdiği, saydığı, tanınan, bilinen insanlara karşı suikastlar gerçekleştirmiş, güpegündüz çarşı ortalarında, insanların en yoğun bulunduğu alan ve mekanlarda cinayetler işlenmiş, bombalar patlatılmış, eli satırlı adamlar dehşet saçmış, yakalanan olmamıştır! Yetkililer hakkında onca belgeye, itirafa karşı soruşturma dahi açılmamıştır.
Susurluk olayıyla beraber açılan soruşturmalar ise, bildik istihbari yöntemlerle, on binlerce sayfalık soruşturmalar, binlerce dosya ve her gün ortaya atılan “yeni bilgilerle” birlikte karmakarışık edilmiş, Susurluk’a karşı başlatılan eylemler zinciri “İrticaya karşı, Laik Türkiye” ile bitmiştir!
Denilebilir ki, Susurluk soruşturmaları gerçeklerin aydınlatılmasına, suçluların cezalandırılmasına, kontrgerilla örgütlenmelerinin feshine değil, suçluların aklanmasına dönüştürülmüş, pek çok katil, bombacı, uyuşturucu kaçakçısı, bu soruşturmalar sonucu “temiz raporu” alarak işlerinin başına dönmüştür.
Bundan dolayıdır ki, şimdi kalkıp da “İkinci Susurluk” vakası demenin manası yoktur. Şemdinli’de açığa çıkan şey, Susurluk kahramanlarının aynen işleri sürdürdüğüdür.
Dolayısıyla meseleye buradan yaklaşılmalıdır.
KİM KARDEŞLEŞMEYE KARŞI
Türkiye’nin yönetimini esas olarak elinde bulunduran iktidar ve dolayısıyla resmi görüş sahipleri, önceleri, ülkede bırakın Kürt sorunu olduğunu kabul etmeyi, Kürt olduğunu bile kabul etmemişler, gelişmeleri, “birkaç çapulcunun işi olarak” göstermeyi tercih etmişlerdir. Bir süre sonra, olaylar büyüyüp şirazeden çıkınca, bu kez, meseleyi dış güçlerin kışkırtması olarak nitelemişlerdir.
Ancak ne tuhaftır ki, olayları dış kışkırtma olarak niteleyenler, meselenin çözümünde yine dış güçlerden, Amerika’dan yardım talep etmişlerdir!
Ancak birazcık sağlam kafayla düşünüldüğünde, bölgede yaşanan gelişmeleri yaratan, kışkırtan eğer dış güçlerse, o sorunu yaratan dış güçler meseleyi neden çözsün sorusu doğallıkla akla gelecektir.
Eğer bu olaylarda dış güçlerin çıkarı varsa, o dış güçler meseleyi çözerek neden kendi çıkarlarına darbe vursun?
Oysa mesele dışarıda değil, bu topraklardaydı. Dış güçlerin bir duhlü varsa, çözümlenmemiş bir sorunu kaşımak, derinleştirmek, işin içinden çıkılmaz hale getirip koz sahibi olmak olabilirdi. Bunu önlemenin en kolay ve akılcı yolu da, o sorunu çözüp, o “kozu dış güçlerin” elinden almaktı.
Ama Türkiye’yi yönetenler hep tersini yapıp, bir anlamda “dış güçlerin elindeki kozları” güçlendirdiler. Şüphesiz “dış güçler” de, “o kozlardan daha fazla nasıl faydalanırız, dediklerimizi nasıl yaptırırız” hesapları içine girdiler!
Oysa herhangi bir “dış güç” bir ülkenin ekonomisine, siyasetine egemen olabilir, pazarları, hammadde kaynaklarını kapabilir, ülkenin zenginliklerini yutabilir, bombalar attırabilir, provokasyonlar yaratabilir; ancak, hiçbir güç, durduk yerde, bir halk icat edemez. Halkların, ülkelerin bölgelerin tarihi, kültürler birikimleri vardır. Bu, bugün istenince yaratılabilecek veya istemeyince yok edilebilecek bir gerçek değildir. Öyle olmadığı, olamayacağı da bugüne kadar görülmüştür.
Meselenin çözümü şuradadır: Bu gerçek kabul edilecek, buna uygun bir yapılanma içine girilecektir. Dünyada hiçbir halk yoktur ki, sonsuza değin kendi iradesi dışında, başkalarının baskısı ve yönetimi altında yaşasın. Buyruklara boyun eğsin.
Oysa halkların varlığını kabul edip, ona göre oluşumlara gitmek, halkların savaş içersinde değil, barış ve kardeşlik içersinde yaşamasını getirir.
Barış ve kardeşlik ise, günde beş vakit “biz kardeşiz, neden kavga ediyoruz” demekle olmaz; nedenleri ortadan kaldırmak, kardeşçe hak eşitliği, özgürlük ve halkaların iradesini tanımak gerekir.
Bir tarafın dilinden kültürüne kadar serbestçe yaşayabildiği, diğer tarafın egemen burjuva yönetiminin kurallarının uzantısı olmaya zorladığı, kendi dil ve kültürünü yaşamayı ve yaşatmayı yasaklandığı koşullar en başından itibaren, kardeşlik ve barış içinde yaşama koşullarını ters yüz edecektir. Bunun sorumlusu da egemen ulusun işbirlikçi egemen sınıfları, burjuva egemenleridir.
Kardeşlik, ancak eşit koşullarda olur. Kardeşliğin yolu, özgürlük ve demokrasiden geçer.
Bunu böyle kabul etmek ve tanımak yerine, meseleyi dış güçlerin bir oyununa indirgemek, teröre bağlamak, kardeşlik gemilerini en baştan yakmakla eş anlamlıdır.
Ve elbette “dış güçler” bu fırsattan faydalanacak, ezilen ulus burjuvazisinin “kıymetli yardımlarıyla” aradaki çatlakları büyütmek için çaba harcayacaktır. Zemin olduğu için, şu veya bu oranda başarılı da olacaklardır.
Nitekim, Amerika’nın ikide bir elindeki sopayı sallayıp, “bölerim ha!” diye alttan tehditler savurması ve işbirlikçi burjuvaziyi ayaklarına kapanmaya zorlamasının nedeni de burada yatmaktadır.
Kürt hareketine yaklaşımın bir de Batı ayağı vardır. Burjuvazi, kendi meselesini, vatan, millet meselesi olarak sunmuş, Batıda Türk milliyetçiliğini kışkırtmıştır. Kışkırtmaya devam etmektedir. Böylece sınıfsal sorunlar nispeten geri planda kalmakta, vatan-millet nutukları altında, işçiler, emekçiler, yoksul köylüler kanlarının son damlasına kadar sömürülmektedir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan, işçi, emekçi yığınlara gözü dönmüş saldırganlığın, kazanılmış hakların gaspının, ekonomik, sosyal, siyasi hakların kısıtlanmasının ardında, dünyadaki diğer gelişmelerin yanısıra bu faktör de çok etkili olmuştur. Türk burjuvazisi, vatan-millet yaygaralarıyla işçilere, emekçi yığınlara en gaddar saldırıları gerçekleşmiştir.
Bölgede yaşanan olaylar, sürekli ve kesintisiz askeri yöntemler, kontrgerilla faaliyetleri, bir yandan Kürt emekçilerin milliyetçilik duygularını kabartırken, diğer taraftan Türk tarafında da aynı duygular yoğun biçimde yaşanmıştır. Bu ise, karşılıklı önyargıları güçlendirmiş, güvensizlikleri kışkırtmıştır. Halkların birliğine, ezilenlerin kardeşliğine darbe vurmuş, egemenler istedikleri gibi at koşturmuştur.
Bu itibarladır ki, bölgede yaşanan olaylara en çok ilgi göstermesi ve sorunu üstlenmesi gereken kesim, Türk işçi ve emekçileridir. Çünkü mesele burjuvazinin elinde kaldığı sürece, kışkırtmalar, provokasyonlar, entrikalar sürecek, bölme-bölünme yaygaraları üstünden oynayan ve yarayı sürekli kaşıyan sermaye, sırf kendi çıkarları için, çözümsüzlüğü bir çözüm olarak görüp o yoldan ilerleyecektir.
Yani kısaca ifade etmek gerekirse, bölgede yaşanan çatışma ve kavga ortamının bir ucu bölge halkına yönelikse ve sindirme, susturma, korkutma, devamlı gerginlik ortamı içersinde yaşatmayı amaçlıyorsa, bir ucu da, Türk işçi ve emekçilerine yöneliktir. Onları milliyetçi duygularla teslim almayı, sınıf çıkarlarını unutturup kendi peşine takmayı ve ülkeyi kafalarına göre yönetmeyi amaçlamaktadır.
Buradan bakıldığında, “bölücü olan kimdir?” sorusunun yanıtı açıktır. Bölünme sopasıyla ülkeyi sürekli bir gerginlik içersinde tutmayı ve oradan politika yapıp kendi ekonomik, sosyal ve siyasi hedeflerini yerine getirmeyi amaçlayan sınıf burjuvazidir. Bölgede yaşananlar, bombalar, kontrgerilla faaliyetleri, bu amaca da hizmet etmektedir.
Şüphesiz burjuvazi tek parça, bütün değildir. İçersinde iktidar için oynayan çeşitli sermaye grupları, klikler bulunmakta ve bunların meseleye bakış açıları ve yaklaşım yöntemleri değişiklikler arzetmektedir. Ancak bu, yöntemlere ilişkin ayrılıklardır ve sonuçta burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda birleşmektedir. Yoksa bir yandan vatan-millet yaygarası yapan, Kuzey Irak Kürtlerini Türkiye’ye düşman olarak sunan burjuvazinin Kuzey Irak’ta pazar kapma savaşı, ihale yarışı, bu bölgeye buzdolabından çamaşır makinesine, televizyondan ütüye kadar pek çok ürünün buradan gitmesi, Kuzey Irak’ta duvarları Koç’un reklamlarının süslemesi nasıl açıklanacaktır?
Ya da memleket bölünüyor diye yaygara yapan sermayenin İstanbul’u, sahilleri, fabrikaları, telefon telgraf idaresini yabancı sermayeye satmasının açıklaması ne olacaktır?
Bugün bölücülükten söz ediliyorsa eğer, bu halklarda değil, başka yerlerde, sermeyenin politikalarında, her işte parmağı olan Amerika’da aranmalıdır. Yasaklar, baskılar, terör, sürekli sopa gösterme, bölgeyi ve dolayısıyla ülkeyi gerginlik içersinde tutmayı tercih etme, bölücülüğün, ayrımcılığın ta kendisidir. Kardeşleşmenin önündeki temel engellerdir. Bölgede sürdürülen gizli operasyonlar, kontrgerilla faaliyetler ise, kardeşleşmenin önüne dikilmektedir. İki taraf için de ön yargıları, güvensizlikleri kışkırtmakta, halklar arasındaki dayanışmayı engellemektedir. Milliyetçi duyguları kamçılamaktadır. Milliyetçilik ise, halkların kardeşleşmesinin önünde dikilen en güçlü engellerdendir.
ŞEMDİNLİ GERÇEĞİ
Şemdinli olayı, denilebilir ki, bu ülke için bir şans olmuştur. Gerçekler bir nebze olsun açığa çıkmış, Türk halkından bireylerin, önemli olarak işçi ve emekçilerin kafalarında ciddi soru işaretleri oluşmuştur. Kürt sorunun yumuşak karın olduğunu gören ve kendisinin en çok bu noktadan oyulduğunu fark eden AKP kurmayları, olaya bu açıdan bakmışlardır. Bakmak zorundadırlar. Çünkü yumuşak karın burasıdır. Mersin’deki olaylarla başlayan sürecin bir ucunun da kendilerine yönelik olduğunu anlamışlardır. Çünkü burjuva zemini, aynı zamanda, iktidar savaşlarının, hesaplaşmalarının zeminidir. Aslında gerçek iktidar olan, her zaman iktidar peşinde dolanan veya iktidara ortak olmak isteyen militarist güçler, AKP’yi en kolay buradan “oyacaklarını” düşünmüşler ve –örgütlü olarak gerçekleştirilmemişse bile– Mersin’i bir fırsat olarak değerlendirip, harekete geçmişlerdir. Zaten hükümetin bir anda Kürt sorununu keşfedip manevra yapması ve Başbakan’ın Diyarbakır’a gitmesinin nedeni de budur. Çünkü anlamışlardır ki, “Kürt sorunu yok” demek, meseleyi terör soruna indirgemek, “rakip”in sahasına oynamak demektir ve o sahada kaybetmekten başka şansları yoktur. Çünkü mesele bir kere terör sorununa indirgendiğinde, o meseleyle “görevliler terörü bitirmeyecekler, terörle mücadelede zafiyetler yaşanacak, bir süre sonra otorite boşluğu doğacak ve o bilinen güçler boşluğu doldurmak zorunda kalacaklardır!”
Ancak AKP, ne hizmet ne de temsil ettiği sınıflar bakımından bölgedeki sorunları gerçek anlamda çözecek kapasite ve niyette değildir. Çünkü çözüm, ancak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, Kürt sorununu, bölge sorunu değil, Türkiye’nin, ülkenin sorunu olarak görüp mücadeleyi üstlenmesiyle mümkündür. Bilinmelidir ki, bölünme politikaları ve “bölücü” yaygaraları burjuvazinin işine gelmektedir. Kardeşlik ve barış ise, işçi ve emekçi sınıfların çıkarınadır.
Birlik ve kardeşlik içinse, bombalar ve kontrgerillar devreden çıkarılmalı, demokrasi ve özgürlükler, gönüllülük esası devreye girmelidir.
Bu bakımdan, Şemdinli olayı, Türkiye emekçi kitleleri için bir şans olmuştur. Şimdi gerçeklerin tümüyle açığa çıkarılması, olan bitenin aydınlatılması, karanlıkta hiçbir şeyin kalmaması için mücadele gerekliliği vardır. Yıllardır çatışmalar, bombalar, kanlı tezgahlar içersinde yuvarlanan ve bugüne kadar 30 binden fazla evladını ve milyarlarca dolarını bu hengamede kaybetmiş Türkiye halkının tüm gerçekleri öğrenmesi hakkıdır.
Hükümet halktan bir şey gizlememelidir. Herşey halkın gözleri önüne serilmeli, insanlarımız dostu düşmanı, temizi kirliyi öğrenmelidir.
Leninizmin teorisyeni Stalin
Marx, Engels ve Lenin’in izini sürerek, ilk anayurdunda sosyalizmin inşasını ve NAZİ işgaline karşı büyük Anayurt Savaşı’nı başarıyla yöneten, davası ve mücadelesinin teori ve pratiğine katkılarıyla uluslararası işçi sınıfının büyük öğretmenleri arasında yeralan, Sovyet proletaryası ve halkının, dünya işçi sınıfının, halkların değerli evladı Stalin, 21 Aralık 1879’da Gürcistan’ın Gori kentinde doğmuştu.
126. doğum gününde yoldaşımız Stalin’in anısına, Prof. Hans Heinz Holz’un, burjuvazi ve hempalarının proletarya ve Marksizm-Leninizme en çok Stalin’in adı üzerinden yöneltikleri sayısız suçlamalardan birini yanıtlayan makalesini yayınlıyoruz.
Leninizmin teorisyeni Stalin*
Kurt Gossweiler’in 80. doğum günü anısına
ÖNSÖZ
Bundan iki yıl önce, bir antikacıdan şans eseri, koyu kırmızı cilt beziyle ciltlenmiş iki ciltlik bir kitap satın almıştım. Kapakta, ortasında Marx ve Lenin’in resimlerinin bulunduğu siyah bir madalyon amblemi yer alıyordu. Resmi, yuvarlak bir şekilde ‘Marksist Kütüphane’ yazısı çevreliyordu. Kitaplar, Viyana ve Berlin’de faaliyet sürdüren “Edebiyat ve Siyaset Yayınevi” tarafından, 1926 ve 1929 yıllarında, cilt 5 ve cilt 5A olarak yayınlamıştı. Söz konusu kitaplar, Josef Stalin tarafından kaleme alınmış ve Almancaya çevrilmiş, “Leninizmin Sorunları – Birinci ve İkinci Bölüm” adlı eserlerdi. Deyim yerindeyse, III. Enternasyonal’in Marksist teorisinin ilk kitaplarından birisiydi.
“Stalinizm” sözcüğünün, Marksizm-Leninizm’in temel fikirlerine sadık kalan herkese karşı silah olarak kullanıldığı, karalama ve lekelemenin aracı haline getirildiği, ama aynı zamanda, komünistlerin, sosyalist siyasetin bütün hatalarının kaynağı olarak Stalin’i gördüğü, bu hataların çöküşün önünü açtığını ve –Soğuk Savaş kaynaklı dış etkenlerin yanı sıra– hatta bu çöküşe kaynaklık ettiğini ileri sürdüğü (aslında kendi eksikliklerinin yansıttığı bir günah keçisi politikasıydı onların yaptığı) Doğu Avrupa’daki sosyalist toplumların çöküşü yıllarında, Stalin’in makalelerini ve ders notlarını okumak, tarihsel soğukkanlılığın dayattığı bir görevdi. Gerçekten de, Doğu Avrupa’da ve özellikle Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşünün en önemli momentumlarından birisi, Marksist teorinin çöküşü ve bu hatta çöküşün, Perestroyka programıyla birlikte, Marksist diyalektikten vazgeçilmesi boyutlarına vardırılmasıydı. Teorinin çöküşü, artık Stalin’in yaptığı “sadeleştirmelere”, tarihsel materyalizmi “ontolojileştirmesine”, şematik bir yaklaşıma indirgemesine bağlanıyordu.
Perestroyka’dan bu yana on, “Leninizmin Sorunları”nın yayınlanmasından bu yana ise yetmiş yıl geçti. Belki bugün artık, parti önderi Stalin’in Marksizm-Leninizmin teorisyeni olarak hangi öneme sahip olduğunu eleştirel bır bilimsellikle sorabiliriz. Aşağıda ortaya koyacağım görüşlerin tek konusu bu olacaktır. Sovyet tarihinin 1925-1953 arası yaklaşık otuz yılını kapsayan Stalin dönemini burada ele almayacağım. Bunu yapmak için tarihsel bir araştırma ve analiz gerekir. Burada sadece Stalin ve Marksist teori şeklinde özetlenebilecek yön ele alınacaktır.
I
Ekim Devrimi döneminde Bolşevik Parti’nin üye sayısı yaklaşık 250.000 idi. İllegalite koşullarında çalışan Parti’nin bu üyelerinin kapsamlı teorik bilgiye sahip olduklarını varsaymak doğru olmayacaktır. Ancak yönetici kadrolar, Marksist teorinin devrimci politika için ne kadar önemli olduğuna yürekten inanıyordu. Ocak 1912’de gerçekleştirilen Tüm Rusya Parti Konferansı’nda Menşeviklerden ayrılmalarına yol açan nedenlerden birisi de bu inanç olmuştu. Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasından ve müdahale ordularının geri püskürtülmesinden sonra, onları bekleyen görev sadece, hızla büyüyen partiyi stratejik kararların gerektirdiği temel bilgilerle donatmak değildi. Tersine aynı önemdeki diğer bir görev de, imparatorluk sınırları içinde yaşayan çok sayıdaki farklı dil ve özelliklere sahip halkların, Çarist egemenlik ideolojisinin yerini alacak yeni bir dünya görüşü etrafında uyumlarını sağlama yolunda ilerlemekti. Bir azınlık oluşturan aktif komünistlerle komünizmi inşa edebilmek için, Marksizmin eğitimini almış parti kadrolarının çeperini aşan bir ‘Jedermannsphilosophie’ (senso comune) gerekiyordu. Bu felsefenin kabul görmesi, öncü sınıfın (classe dirigente) egemenliğini güvence altına alacaktı. Rus İmparatorluğu’ndaki geniş yığınlar Avrupa aydınlanmasını yaşamadığı ve bu yüzden gelişkin laik dünya görüşüne dayanmanın olanağı bulunmadığı için, bu görev bir kat daha zorlaşıyordu. Ayrıca halkın büyük bölümü de okuma yazma bilmiyordu.
Güçlendirilmiş üye kazanma çabaları, partinin halk kitleleri içerisinde kök salmasına hizmet ediyordu. Özellikle Lenin’in 1924’te ölümünden sonra, Leninist tarzdaki parti seferberliğiyle partiye katılanların sayısı arttı. Ancak bunlar, dünya görüşü olarak homojen bir yapıya sahip olmayan üyelerdi. Mayıs 1924’deki Parti Kongresi’nde üye sayısının 735.881 olduğu bildirildi. Haziran 1930’daki XVI. Kongre’de üye sayısı 1.260.784’e, aday üye sayısı 711.609’a ulaştı, yani toplam iki milyona yaklaştı. 1934’te üye sayısı 1.874.488, aday üye sayısı 985.288 . Bu ise, ideolojik eğitimin önündeki görevlerin inanılmaz derecede büyümesi anlamına geliyordu.
Sovyetler Birliği’nin komünist yönetimi böylece üç yönlü bir görevle karşı kaşıyaydı:
1. Parti’ye yeni katılmış üye yığınlarına Parti programının temel bilgileri aktarılmak zorundaydı.
2. Bütün halka, sosyalizmin inşasını belirleyen toplum anlayışının temel ilkeleri aktarılmak zorundaydı.
3. Sovyetler Birliği halklarının kültürel çeşitliliğinin, birbirleriyle uyumlarını sağlayacak olan dünya görüşünün temelleri sağlamlaştırılmak zorundaydı.
Marksist diyalektik, o güne dek esas olarak, burjuva ideolojilerinin eleştirisinde bir yöntem olarak kullanılmıştı. Ya da Marksizmi farklı yorumlayanların, karşılarındakilerin görüşlerini çürütürken, kendi merkezi görüşlerini ortaya çıkarmalarını sağlayan bir yöntem olmuştu. Artık şimdi, yani sosyalist devletin inşası koşullarında, bu üç yönlü görev, halkın eğitilmesine yarayan bir okul olma işlevini üstlenecek, bu eğitimin çerçevesini belirleyecek ve dayanağı olacak basit bir sistem mimarisinin ortaya çıkarılmasını gerekli kılıyordu. (Komünist partilerin her yerde hızla güçlenmesine bağlı olarak, sınıf mücadelesinin III. Enternasyonal’de güçlenmesi de, aynı görevi ortaya çıkarıyordu. Sınıf hareketinin teorisyenleri, bu görevin üstesinden gelinmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koydular. Bu noktaya da değinmeden geçmeyelim.)
Lenin’in son çalışmalarından birisi mücadeleci materyalizm konulu bir yazıdır. ‘Marksizmin Sancağı Altında’ adlı derginin yazı kuruluna yönelik programatik bir ipucu olarak kavranılmasını istediği bu makalede, Lenin, yukarıda adı geçen bu göreve işaret ederek, dünya görüşünün sistematikleştirilmesinin, siyasi ve bilimsel çalışmanın temelini oluşturması gerektiğini söylüyordu: “Marksizm’in Sancağı Altında dergisinin çalışanları, Hegel’in diyalektiğinin, yani Marx’ın hem Kapital’de, hem de tarihsel ve siyasi yazılarında pratik olarak vurguladığı diyalektiğinin, materyalist bakış açısıyla sistematik bir tarzda incelenmesini örgütlemelidir. (…) Hegel’in diyalektiğinin materyalist tarzda kavranıp Marksist bakış açısıyla uygulanmasını kendimize dayanak yaparak, onu her yönde geliştirebiliriz; daha doğrusu geliştirmek zorundayız. (…) Bunu bir görev olarak önümüze koymazsak, bu görevin üstesinden gelmek için sistematik tarzda çalışmazsak, materyalizmin mücadeleci bir materyalizm olması da mümkün olmayacaktır.”
Ancak dünya görüşünün temellerinin yığınlar içerisinde yaygınlaşmasını sağlamak üzere ona bir sistematik kazandırırken, genç Sovyetler Birliği’ndeki yığınların eğitim düzeyi gözetilmeli ve bu temellerin insanlar tarafından kavranabilecek şekilde belirlenmesi gerekiyordu. Kısacası yapılması gereken…. diyalektiğin ve materyalizmin basit bir şekilde anlatılmasıydı. “Her anımızı, her şeyi baştan öğrenmek için değerlendirmek zorundayız. (…) Kesin olan bir şey var ki; o da, her şeyden önce okumayı, yazmayı ve okuduğumuzu anlamayı öğrenmek zorunda olduğumuzdur.” Parti eğitim çalışmasının gelecek yılları kapsayan programı işte bu şekilde belirlenmişti.
II
Stalin’in, Lenin’in ölümünden sonra ortaya koyduğu ilk teorik fikir beyanı, Sverdlov Üniversitesi’nde Nisan 1924’te verdiği derslerde “Leninizmin Temelleri”ne yaptığı vurgu olmuştur. Bunun, Leninizm’in kavranması için gerekli “bazı temel hareket noktalarını” kapsayan özet bir bakış açısı olduğunun altını çizer. Burada, Lenin açıklanırken başvurulan prensip açıktır. Önce Lenin’in makalelerinde kullandığı cümlelere mümkün mertebe bağlı kalınmalıdır, İkincisi; Lenin’in teorisindeki, sosyalizmin inşası sırasında karşılaşılan politik sorunlar açısından önem taşıyan ortaya çıkarılmalıdır. Üçüncü olarak; kendilerinden partinin temel çizgisi konusunda bir yargıya varmaları beklenen ders katılımcıları için, mümkün olduğunca sade ve anlaşılır bir tarz tutturulmalıdır. Dördüncüsü; diğer stratejik konsepsiyonlar reddedilmelidir. Hangi içeriğin seçileceğini süreklilik ve güncellik; dersin hangi yöntemle aktarılacağını ise didaktik ve polemik belirlemektedir.
Leninizm’i, “emperyalizm ve proleter devrim çağının Marksizmi” olarak tanımlayan Stalin, Leninist çağ anlayışını üstlendiğini göstermektedir. Ancak Lenin’in 1916’da belirlediği özelliklere, daha 1926 yılında, sonraki yıllarda gerçekleşecek (ve günümüze kadar ulaşan) gelişmelerin perspektifine dair veriler sunan yeni özellikler ekliyor: “Sömürge ve bağımlı ülkelere sermaye ihracının güçlenmesi; ‘etki alanı’nın ve sömürge mülkiyetinin bütün yerküreyi sarıncaya dek genişlemesi; kapitalizmin, yeryüzündeki halkların büyük çoğunluğunun bir avuç ‘gelişmiş ülke’ tarafından mali açıdan köleleştirilmesini ve baskı altına alınmasını öngören bir dünya sistemine dönüştürülmesi.” Lenin’i bu şekilde özetleyen Stalin, şöyle devam ediyor: “Bütün bunlar, bir yanda ulusal ekonomileri ve ulusal bölgeleri, dünya ekonomisi adı verilmiş tek bir zincirin halkaları haline getirdi. Diğer yanda, yerküre üzerindeki halkları iki bloğa böldü: Sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren ve ezen bir avuç ‘gelişmiş’ kapitalist ülke, bunun karşısında emperyalist boyunduruktan kurtuluş için savaşmak zorunda bırakılmış, sömürge ve bağımlı ülkelerden oluşan büyük çoğunluk.” Bu gelişmeler çerçevesinde, birisi sömüren metropollerle bağımlı “gelişmekte olan ülkeler” arasındaki yeni cephe, diğeri hem metropollerde, hem de bütün bağımlı ülkelerde emek ile sermaye arasındaki (farklı düzeylerde de olsa) klasik cephe olmak üzere, ikili bir sınıflar cephesi oluştuğu, bu cephelerin yollarının kesiştiği ve dünya proletaryası içerisinde de yeni cephelerin oluşmasına yol açtığı belirtilerek, bütün bunlar da çağın özelliği olarak nitelendiriliyor. Stalin bunun ötesinde “değişik kapitalist ülkelerin eşitsiz gelişimine” ve bundan kaynaklanan “emperyalist savaşlara” (bu savaşların ille de dünya savaşı olması gerekmez, tersine başka temsilciler üzerinden de sürdürülebilir); buna bağlı olarak da “üçüncü bir cephenin, kapitalistler arasındaki cephenin güçlenmesine” işaret ediyor. Devrim teorisi açısından, çağın bu şekilde karakterize edilmesinden çıkan sonuç, Ekim Devrimi’nin yol açtığı sonuçları yakından ilgilendiriyor: “Buna bağlı olarak, proleter devrimi sorunu karşısında, devrimin karakteri, kapsamı, derinliği, bir bütün olarak şeması karşısında alınacak tavır da değişmektedir. Eskiden proleter devrimin koşulları, şu veya bu ülkedeki ekonomik durumdan hareketle tahlil edilirdi. Bugün bu yaklaşım yetersiz kalmaktadır. Bugün bu soruna, bütün ülkelerin ya da ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumundan yola çıkarak, dünya ekonomisinin durumundan hareketle yaklaşmak zorundayız.”
Komintern’de komünist partilerin örgütsel birliklerinin kurulması sonucunda sınıf mücadelesinin küreselleşmesi, bu durumu yansıtıyor. Uluslararası ana cephede Sovyetler Birliği sosyalist bir devlet olarak diğer kapitalist ülkelerin karşısındaydı. “Yan savaş alanları” olan sınıf savaşı cephelerinin bu ana cepheye tabi kılınmaları, hatta kurban edilmeleri çelişki yaratsa da, bu durumun bir parçasıydı. Elbette dış ilişkilerin baskısı altında bu çelişki yakından incelenmemiş ve stratejik olarak da çözülmemişti. Bu ise, kaçınılmaz olarak, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra komünist partiler arasında sürtüşmelerin ortaya çıkmasına yol açtı ve ortak sınıf bilincinin dağılmasına katkıda bulundu. Ancak sonradan ortaya çıkan bu gelişme, 1924 yılında yapılmış olan bir değerlendirmenin hatalı olduğu anlamına gelmiyordu (ve bugün de gelmez). Tersine, faşizmin yenilgiye uğratılmasından sonra enternasyonalist işbirliğinin yeni varyasyonları arayışına girişilmesi gerektiğini gösterir.
Derslerin ikinci ağırlık noktasını, proleter devrim ve sosyalizmin tek ülkede inşası konusu oluşturuyor. Stalin, kapitalistler tarafından kuşatılmış bir ülkede, sosyalizmin kalıcı olarak kendi kendisine yetmesinin söz konusu olamayacağını net bir şekilde görmüştü: “Bunun için devrimin en azından bir kaç ülkede zafere ulaşması gerekir. Bu yüzden devrimin bütün ülkelerde geliştirilmesi ve desteklenmesi, muzaffer devrimin başlıca görevlerinden birisidir.” Ancak sınıf mücadelesinin iki cepheye –metropollerle “gelişmemiş” ülkeler ve emek ile sermaye arasındaki cephelere– yayılması, devrimin komşu ülkelere sıçramadan ilk önce bir tek ülkede gerçekleşmesini , ve sonrasında dış baskılar ve iç sınıf çatışmaları altında sosyalizmin inşasına başlanmasını mümkün ve muhtemel kılabilir. “Proletarya, (…) sosyalist toplumu kurabilir ve kurmak zorundadır. Ancak bu, proletaryanın sadece bu nedenden ötürü sosyalizmin nihai zaferini elde edeceği anlamına mı gelir? Yani tek ülkenin sosyalizmi nihai olarak kuracağı, ülkeyi dış müdahalelere karşı koruyabileceği ve dolayısıyla restorasyonu engelleyebileceği anlamına mı gelir? Hayır; bu anlama gelmez.” Dolayısıyla sosyalizme geçiş uzun bir süreçtir. Devrimin sonuçlanmasıyla sosyalizmin inşası tamamlanmış olmaz; tersine bu, geçişin sadece başlangıcıdır. Bu sürecin sonunda, “devrimin eserinin, iktidarın proletaryaya geçmesiyle taçlandırılması” mümkün olabilir. Bu geçişi güvence altına almak için proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç vardır. Çünkü, “bir ülkede devrilen burjuvazi, birçok nedenden dolayı daha uzun bir süre, kendisini deviren proletaryadan daha güçlü kalır. (…) Bu yüzden proletarya diktatörlüğünü, yani kapitalizmden komünizme geçişi, bir dizi ‘üst düzey devrimci’ eylemler ve genelgeler çağı olarak görmemek gerekir. Tersine bu dönem, bütünlüklü bir tarihsel çağdır; iç savaş ve dış çatışmalarla, azimli bir örgütsel çalışma ve ekonomik inşa ile, taarruz ve geri çekilmelerle, zafer ve yenilgilerle dolu bir çağdır.” Stalin iki yıl sonra bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ele alacaktır.
Stalin, devrimin tek ülkede mümkün olduğunu gerekçelendirirken, II. Enternasyonal’in teorisyenlerine ve onların Bolşevikler’in saflarındaki uzantılarına karşı keskin bir polemik geliştirir. Ne proletaryanın Rusya’da azınlıkta olmasının, ne de partilerdeki kadro yetersizliğinin, başlamış bir toplumsal dönüşümün ilerletilmesi çabalarına girişmemenin gerekçesi yapılamayacağını, ancak somut durumdan kaynaklanan görevlere hazır olunması gerektiğini söyler. Siyasi mücadeleyi kitle hareketi ve sendikal eylemler içerisinde sürdürme yerine, parlamenter çoğunluğu elde etmeyle sınırlandırma anlayışını ise, “burjuva dar kafalılığı” ve “oportünistlik” diye nitelendirerek, bu anlayışla alay eder. (Bu bölümler teorik gerekçelere dayandırılmamış, tersine polemik-retorik tarzında ele alınmıştır.)
Stalin’in teorinin önemine ısrarla vurgu yapması ve sadece pragmatist bir yaklaşımı reddetmesi, Leninist anlayışa tavizsizce sadık kalmanın ifadesidir. “Günümüzde pratik çalışma içerisindeki Leninistlerin birçoğunun, özellikle içinde bulundukları durumun dayatması sonucu bir yığın pratik işle kuşatılmış olmaları nedeniyle teoriye sıcak bakmadıkları bir gerçektir. Ancak Lenin ve Leninizm hakkında geliştirilen bu garip düşüncenin baştan sona yanlış olduğunu söylemek durumundayım…” Tarihsel çağ ve o çağda yaşanan somut durum hakkında doğru bir açılım getirmeden, doğru ve başarılı bir parti stratejisi geliştirmek de mümkün değildir. Burada getirdiği gerekçe, sıkı bir şekilde Lenin’in “Ne Yapmalı”sına bağlanıyor: “Teori; eğer devrimci pratik içinde ortaya çıkarsa ve onunla kopmaz bağlara sahipse işçi hareketinin muazzam bir gücü haline gelebilir. Çünkü harekete güvenliği ve yönünü belirleme yetisini veren, kendisini çevreleyen gelişmelerin bağlantılarını anlamasını sağlayan, sadece ve sadece teoridir. Çünkü sadece günümüz sınıflarının hareketinin nereye doğru ve nasıl geliştiğini değil; tersine yakın gelecekte hangi yönde ve nasıl gelişmek zorunda kalacağını görme ve anlama olanağını da, sadece ve sadece teori sunar.” Pratik tecrübelerini teorik olarak değerlendirmenin sunduğu güç sayesinde Parti, işçi sınıfının “öncüsü”, yani “önderi” haline gelir. Teori, çok sayıda ve türdeki tecrübeler arasında düşünsel bir bağlantı kurulmasının ve bu tecrübelerin bir düzene oturtulmasının olanaklarını sunar. Bu tecrübeleri bireysel tepkiler yerine sınıf bilinçli eylemlerle karşılık verilecek “genel bir form” düzeyine yükseltir. Parti saflarında karşıt çizgiler arasında süren, sosyalizmin inşasında hangi stratejinin izleneceğine dair bir çatışma, farklı teorik temellere dayanıldığının ifadesidir. Bu mücadele, o dönemde Zinovyev ve Kamenev’e karşı sürdürülmüştür. Tek tek konulardaki görüş farklılıkları, farklı ilkesel teorik konseptlerin bir sonucu olarak görülmüştür. Bu yaklaşımın ne denli güçlü olduğu, örneğin “Sosyalizmin Sorunları”na sonradan eklenen önsözün şu bölümünde net bir şekilde ortaya çıkar: “Zinovyev’in hatası nereden kaynaklanıyor? Bu hatanın kökleri nerede yatıyor? Kanımca bu hatanın kökü, Zinovyev’in ülkemizin teknik geriliğini, sosyalist toplumun inşasının tamamlanmasının önündeki aşılamaz bir engel olarak görmesinde, ülkemizin ekonomik geriliği nedeniyle proletaryanın sosyalizmi kuramayacağına inanmasında yatıyor.”
III
Stalin, 1924 ve 1925’teki ders notlarını 1926’da “Sosyalizmin Sorunları” adlı kitabında topladı. Burada ilkesel bir soruna eğilerek, Lenin’in siyasi teori ile pratiğinin, aslına sadık kalınarak sürdürülmesi konusunu ele alıyor. Bu kitapta, önsöz yerine, “Leninizmin Sorunları Üzerine” başlığını taşıyan bir makaleyi kullanıyor. Makale, 1924’e ait ders notlarını tamamlıyor ve esas olarak iki konu üzerinde yoğunlaşıyor. Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin tek ülkede zaferi. Bu iki konu, Parti içerisinde en tehlikeli görüş farklılıklarının ortaya çıktığı iki konu idi. Sosyalizmin tek ülkede zaferi mümkün müydü; yoksa ara aşama olarak kapitalizmin bir dönem iktidarda olmasına izin vermek mi gerekirdi? Sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ile kitlelere karşı şiddet uygulayarak mı hayata geçirilmeliydi?
Stalin’in makalesi, sosyalizmin yavaş yavaş kurulması ve şiddet uygulanmaması taleplerini içeren bir savunma gibidir. Belki çoğu kişi için şaşırtıcı olacaktır: 1926 yılından itibaren milyonlarca tirajla basılarak yayımlanan bu makalede, Parti’nin ikna ve eğitim çalışması sürdürmesi, en çok tutulan önlemlere bile katılmasalar da, partisiz kitlelere baskı uygulanması değil, onlarla işbirliğine gidilmesi öneriliyordu.
Burada öncelikle yeni olan, Ekim Devrimi’nin 17. ve 18. yüzyıl burjuva devrimlerinden farklı olarak, yapısal anlamda farklı bir devrim tipini ifade etmesidir: “Burjuva devrim normal olarak, kapitalist düzenin, devrimden önce feodal toplumun bağrında büyüyerek olgunlaşmış, belli oranda hazır hale gelmiş biçimleri mevcut ise başlar. Oysa proleter devrimin başlangıcında sosyalist sistemin hazır biçimleri mevcut değildir ya da hemen hemen hiç yoktur. (…) Burjuva devrim normal olarak iktidarın ele geçirilmesiyle sonuçlanır. Oysa proleter devrimde iktidarın ele geçirilmesi devrimin sadece başlangıcıdır. İktidar burada, eski ekonominin yeniden inşasında ve yeni ekonominin örgütlenmesinde kullanılan bir maniveladır.” Burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı toplumsal durumda, yeni egemen sınıf (burjuvazi), üretim ilişkilerinde iktidarını kullanma aracına daha iktidara gelmeden önceden de sahipti (veya kısmen sahipti). İş sadece, bu üstünlüğünü sağlamlaştırmaya ve homojenleştirmeye kalmıştı (bu yüzden burjuvazi içerisinde kıran kırana fraksiyon çatışmaları yaşandı). Zaman zaman yaşanan restorasyon dönemleri de (örneğin İngiltere’de Cromwell’den sonra Stuartlar, Fransa’da Napolyon’dan sonra Burbonlar) feodal üretim ilişkilerinin restorasyonu anlamına gelmiyordu. Çünkü bu ilişkiler devrim öncesinde büyük oranda çözülmüştü.
Bu, sosyalist devrimde farklıdır. Devrim öncesinde, bu yönde nüveler taşıyan unsurlar bir yana bırakılacak olursa, henüz sosyalist üretim ilişkileri mevcut değildir. Burjuvazinin yaşama dair anlayışlarının (ki bunlar proletaryanın yaşam anlayışlarını da biçimlendirir ve onları dışarıdan belirler) yerine henüz yeni bir dünya görüşü ve değerler sistemi geçirilmemiştir. Proletaryanın karşı kültürü , kültürel ve bilimsel ilerlemenin öncüsü olarak yerini sağlamlaştırmamıştır. Beklentiler büyük oranda burjuva ideolojisinin gösterdiği hedefler tarafından belirlenir (örneğin tüketim alanında olduğu gibi). Sosyalizmin inşası, ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla, yönetsel iktidar aygıtının görevden alınmasıyla ve yeni bir dünya görüşüne yönelimin sağlanmasıyla, bilinçli bir değer yargıları dönüşümüyle eşzamanlı olarak başlamak zorundadır. Bu süreç, bilinçli bir şekilde hareket eden bir azınlık tarafından tetiklenmek zorundadır. Bütün bunlar için örnek alınabilecek bir model yoktur. Devrimden ve müdahalelerin püskürtülmesinden sonraki dönemde sosyalizmin inşası, yeni teorik görevler ortaya çıkarmıştı. Bunlar sadece pragmatik değil, ilkesel ve tarih felsefesinin alanına giren görevlerdi. Emsali olmayan bir dönemin niteliği belirlenmek zorundaydı. Lenin, NEP ile ilgili görüşleriyle bu konuda ilk adımı atmıştı , ancak bir ülkedeki, hem de geri olan bir ülkedeki sosyalist inşanın özüne ilişkin kategorik belirlemeler, ilk kez Stalin’in buna bağlı olarak getirdiği düşüncelerle gerçekleştirildi.
Burada adı geçen karakteristik, değiştirilmesi ancak uzun vadede mümkün olan iki parametreye sahiptir: Birincisi, dünya görüşünde yaşanan, genelgeler aracılığıyla sağlanamayacak ve kuşakları kapsayan bir dönüşüm. Bu dönüşümün önkoşulu, toplumsal ilişkilerin ve yaşamın örgütlenme biçimlerinin değişmesidir. İkincisi; ekonominin geliştirilmesi, üretimin inşası ve dağıtımın yeniden biçimlendirilmesidir. Bu; bilinçteki dönüşümden daha hızlı yaşanan, ancak buna rağmen yıllarca, hatta on yıllarca sürecek ve bilincin yavaş yavaş alışmasını gereksinen (bu yönüyle istendiği gibi hızlandırılamayacak) bir süreçtir. Sadece üçüncü unsur, yani devlet aygıtının denetimi, kısa sürede devrimci eylemler sayesinde gerçekleştirilebilir. Yani devlet egemenliği düzlemindeki devrimci altüst oluş ekonominin geri olduğu koşullarda gerçekleşiyorsa, yeni üretim ilişkilerinin yaratıldığı geçiş dönemi, devlet erkini toplumsal ilişkileri yeniden biçimlendirmek üzere kullandığı bir dönem olur. Ekonomi ile siyaset arasındaki köklü ilişkide, dönemsel olarak, bir karşılıklı yer değiştirme yaşanmaktadır. Ve işte bu dönemde, (sosyalizmde proletarya olan) egemen sınıfın hegemonyasının yerine proletarya diktatörlüğü geçecektir. Genel kabul gören proletarya hegemonyası çözüleceği için, proletarya diktatörlüğü aracılığıyla sosyalist formasyon hazırlanacak ve gerçekleştirilecektir.
Böylece proletarya diktatörlüğünün özünün doğru kavranması, geçiş döneminin merkezi sorunu haline gelmektedir. Stalin bunu net bir şekilde görmüş ve bu yüzden ‘Leninizmin Sorunları Üzerine’ makalesinde bu kompleksi tartışmanın eksenine koymuştu. Proletarya diktatörlüğü sadece çatışmalı dönemlerde, yani savaş ve iç savaş koşullarında şiddete başvurur. “Proletarya diktatörlüğünün dönemleri, özel biçimleri, çeşitli çalışma yöntemleri vardır. İç savaş döneminde diktatörlüğün şiddet niteliği özellikle göze çarpar. Ancak bundan kesinlikle, iç savaş döneminde inşa çalışmasının sürdürülmediği sonucu çıkmaz. İnşa çalışması olmadan iç savaş sürdürülemez. Buna karşılık sosyalizmin inşası dönemindeyse, diktatörlüğün barışçıl, örgütsel, kültürel çalışması, devrimci yasallık vb. özellikle göze çarpar. Ancak bundan da kesinlikle, inşa döneminde diktatörlüğün şiddet niteliğinin tamamen ortadan kalktığı veya ortadan kalkabileceği sonucu çıkarılamaz.”
Stalin bu ayrımı gözeterek, proletarya diktatörlüğünün niteliğinin ve partinin sosyalizmin inşası döneminde oynadığı rolün çerçevesini çizer. Proletarya diktatörlüğü, devlet iktidarının kitlelere geçmesi demektir – Stalin buna partisiz kitlelerin de dahil edilmesi gerektiğine özellikle vurgu yapar. Sendikalar, her düzeyden şuralar, gençlik ve kadın birlikleri vb. gibi kitle örgütleri, halkın isteklerini devlet erkinin örgütlü irade eylemine taşıyan “transmisyonlardır”. Parti burada sadece yönlendirici bir rol oynayabilir ve gerektiğinde disiplinli örgütünü, kitle iradesinin gerçekleştirilmesi için araç olarak hizmete sunabilir. Belirleyici olan şu pasajdır: “Yönetici direktiflerle bu direktiflerin pratiğe geçirilmesi arasında, yönetilenlerin iradesi ve eylemleri vardır; sınıfın iradesi ve eylemleri vardır; bu tür direktifleri desteklemeyi kabullenmeleri (veya reddetmeleri) vardır; bu tür direktifleri hayata geçirme konusundaki becerileri (veya beceriksizlikleri) vardır; bu direktifleri durumun gerektirdiği şekilde hayata geçirme konusundaki becerileri (veya beceriksizlikleri) vardır. Herhalde yönetimi üstlenen Parti’nin yönettiklerinin iradesini, durumunu ve bilinç düzeyini hesaba katması gerektiği, bu yönettiklerinin sınıfının iradesini, durumunu ve bilinç düzeyini göz ardı edemeyeceği kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Bu nedenle Parti’nin önderlik rolüyle proletarya diktatörlüğünü eşdeğerde görenler, sınıfın iradesinin ve eylemlerinin yerine Parti’nin direktiflerini geçirirler.”
Bunu gören Stalin, proletarya diktatörlüğü ile parti diktatörlüğünün eşit görülmemesi gerektiği, Parti ile sınıfın birebir örtüşmediği uyarısını sürekli tekrarlar. Burada yanlış anlaşılmaları engellemek için uzun bir alıntı yapmak gerekir: “Eğer Parti’nin proletarya sınıfı karşısındaki diktatörlüğünden söz edilir ve bu diktatörlük proletarya diktatörlüğüyle eşit görülürse, bunun anlamı şudur: Parti kendi sınıfının sadece yöneticisi, önderi ve öğretmeni değil, tersine ona karşı şiddet uygulayan bir çeşit devlet erkidir. Bu yüzden ‘Parti diktatörlüğü’ ile proletarya diktatörlüğünü eşit görenler, dile getirmeseler de, parti otoritesinin şiddet üzerinde kurulabileceği fikrinden hareketler ederler. Bu ise, absürddür ve Leninizm’le hiçbir şekilde bağdaşmaz. Parti otoritesi, işçi sınıfının güveni üzerinde yükselir. Ama işçi sınıfının güveni şiddetle kazanılamaz –şiddetle bu güven ancak yok edilebilir–, tersine Parti’nin doğru teorisiyle, Parti’nin doğru politikasıyla, Parti’nin işçi sınıfı davasına sadık kalmasıyla, işçi sınıfı kitlelerine bağlılığıyla, kitleleri kendi şiarlarının doğruluğuna ikna etmeye hazır olması ve bu yeteneği gösterebilmesiyle kazanılabilir. (…) Bu, kitlelerin güvenini her gün yeniden fethetmesi gerektiği anlamına gelir. Bunun yolu da, kitlelerin kendi tecrübelerine dayanarak parti politikasının doğruluğunu görmelerini, Parti’nin sınıfın yöneticisi, önderi ve öğretmeni olduğunu görmelerini sağlamaktan geçer.”
Bu düşünceler defalarca ve neredeyse yemin edercesine tekrarlanarak, SBKP’nin yönetim kademelerinde bu konuda dile getirilen farklı görüşlerin karşısına çıkarılmaktadır. “Eğitim diktatörlüğünün” hedefi, eğitilecek kitlelerin güvenini kazanmaktır. Kitlelerin farklı bir toplumsal düzene ve dünya görüşüne geçişi kendi iradelerine dahil etmeleri ve Parti’yi bu sürecin konsepsiyonel taşıyıcısı olarak desteklemeleri hedeflenir. Bu yüzden partinin kitlelerden kopmaması, gerektiğinde kendi ileriliğini frenleyebilmesi gerekir. “Diyelim ki; olaylar henüz yeterince olgunlaşmadığı için, (…) Parti, sınıfı, politikalarının doğruluğuna ikna edememişse, o zaman, gerçek bir önder olmak istiyorsa, politikalarının doğruluğu konusunda kitleleri ikna etmek için beklemesini bilmelidir. Kitleleri, kendi tecrübelerine dayanarak bu politikanın doğruluğuna ikna etmek için destek olmalıdır.” Proletaryanın partisi ile proletaryanın sınıfı arasında bir şiddet ilişkisi olamaz. Bu sosyalizm değil, olsa olsa despotluk olur. Bu durumda ise sosyalizmin inşasını düşünmek bile olanaksızdır.
IV
Parti’nin ikna çalışması, dünya görüşünün prensiplerini anlaşılır kılmasıyla çok yakından bağlantılıdır. Eğer alınan politik kararlar, sadece hangi yararları getireceği sorusuna bağlı olarak ele alınmayacaksa, farklı teorik konsepsiyonlarla girilen tartışmalarda bu zorunluluk bir kat daha netleşir. 1926-36 yılları arasında, Marksizm’in teorik temel sorunları –devlet teorisi, ideoloji teorisi, diyalektik– tekrar tekrar siyasetin ilgi alanına girer. Bu durum Stalin’in parti kongrelerine sunduğu tebliğlerde de görülür. Stalin, XVII. Parti Kongresi’nde, buradan hareketle ideolojik çalışma açısından şu görevleri belirler:
“1. Parti’nin teorik düzeyi ona yaraşır düzeye yükseltilmelidir;
2. İdeolojik çalışma, Parti’nin bütün halkalarında güçlendirilmelidir;
3. Parti saflarında bıkmadan Leninizm’in propagandası yapılmalıdır;
4. Parti örgütleri ve çeperlerindeki aktivistler Leninist enternasyonalizm ruhuyla eğitilmelidir;
5. Bazı yoldaşların Marksizm-Leninizm’den sapmalarının üstü örtülmemeli, bu sapmalar cesaretle eleştirilmelidir;
6. Leninizm düşmanı ideoloji ve bu ideolojinin kalıntıları sistematik olarak deşifre edilmelidir.”
Bu şu demektir: Stalin 1934’te bütün dikkatleri, dünya siyasi krizi ve iktisat programının yanı sıra üçüncü ağırlık noktası olarak teorik çalışma üzerine kaydırmıştır.
“SBKP’nin Tarihi Üzerine Kısa Ders” adındaki, Marksist dünya görüşünün temellerini özetlediği eserine, kronolojik yapısına ters olarak, “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” adlı bölümü eklemesinin nedeni burada yatar. Bu noktada onun için önemli olan, genel eğitim düzeyine denk düşen basitlikte, diyalektik ve materyalizmin ne anlama geldiğini, diyalektik ve materyalizmin nasıl yaşamı ve dünyayı anlamak için bir temel oluşturduğunu göstermektir. Bu didaktik hedef, bu makalenin niteliğini belirler ve bu hedefe mükemmel şekilde ulaşılmıştır.
Stalin, bu noktada da Leninist verilere bağlı kalıyor. Ancak Lenin, diyalektiğin özüne ilişkin genel çıkarsamaları, diyalektik açıdan yapısal sorunların gelişimiyle, yani diyalektik bir düşünce ve gerekçelendirme akışı ile bağlantılı olarak yaparken, Stalin bir iskelet oluşturuyor. Bu iskelet diyalektik düşünce hareketlerini taşırken, aynı zamanda çıkış noktası, bu düşünce hareketlerini sağlayan kas hareketleri oluyor. Bu konuda, III. Enternasyonal döneminin diğer Marksist teorisyenleriyle ve işçi hareketi içerisindeki eğitim çalışmasının ihtiyaçlarıyla örtüştüğünü başka bir yerde göstermiştim.
Lenin “Hegel’in Bilimine ve Mantığı’na Giriş”te , ‘diyalektiğin unsurları’ olarak nitelendirdiği 16 madde saymıştı . Stalin, henüz sistematik olarak sıralanmamış olan bu maddelerden, kendi ‘dört Grundzüge’lerini damıttı. Lenin’in ‘unsurları’ dört grupta toplanabilir:
“I. Metodolojik yönler grubu (1., 7. ve 10.-12. maddeler)
II. Totalite ile ilgili yönler grubu (2. ve 8. madde)
III. Gelişimle (hareketle) ilgili yönler grubu (3. ve 13.-16. maddeler)
IV. Çelişki ve geçişle ilgili yönler grubu (4.-6. ve 9. maddeler).
2. ve 8. maddeler, bütünlük bağlantısının temelini oluşturur: Dünya çeşitliliğin birliğidir; tekil olan bütüne dayalıdır ve bütün tarafından belirlenir. Bir bütün dünya, yani evrensel bağlantı yasalarına tabi ve aynı zamanda çeşitliliğin dünyası olan bir dünya, birliğinden çokluk ilkesini, çokluğundan da birlik ilkesini ortaya çıkarmak zorundadır. Bu, şu anlama gelir: Dünya, tözlerin bağıntısı ve birliği olarak maddenin hareket yasalarının etkisi sonucu sonradan çokluk haline gelmez. Tersine, bu çoklukla birlikte ve onun varlık biçimi, yani ‘maddi biçim’ olarak mevcuttur (3. ve 13.-16. maddeler). Ama bu aynı zamanda şu anlama da gelir: Dünya, kendi içindeki çelişkinin, yani birlik olan çokluğun dünyasıdır. Her tekil, diğer tekillerle birlikte ilişki içinde olduğundan ve onlar tarafından koşullandığından ve kendisi de koşulladığından, her şey ‘zıtların birliği ve toplamı’ olarak var olur (5. madde) ve içerisinde ‘içten çelişkili eğilimleri ve yönleri’ ortaya çıkarır (4. madde). Her şeyin sınırlı bir süredeki varlığı ‘bu zıtların mücadelesi veya gelişimi’ tarafından belirlenir (6. madde). Belirli zıtların ortadan kaldırılma ve yeni bazı zıtların ortaya çıkma eğilimi, hareketin dış etki olmaksızın dünyanın öncel özelliği olarak ortaya çıkmasına neden olur.
Lenin, diyalektik felsefenin geleneklerine uygun olarak burada diyalektiğin yapıcı şemasına dair tasarımı hazırlar. Bu tasarım dünyayı, 1. tekillerin toplu bağlantısı olarak tanıtlar; 2. kendi içinde hareketlidir ve 3. reel çelişkilerin varlığını kapsar. Bu, diyalektikte daha sonraları ortaya çıkan sistematikleştirmelerin öncül biçimidir. Metodolojik yön (1. grup) ise, bize toplu bağlantının tarafımızdan dolaysız olarak görülemeyeceğini, tersine düşünsel süreçlerle oluşturulabileceğini gösterir. Bilginin bu oluşum süreci, ‘analiz ve sentezin (parçalarına ayırmanın) birleştirilmesi ve bu parçaların toplanması’ yoluyla gerçekleşir (7. madde) ve objektif ‘şeyin kendisine yönelmiş’ bir karaktere (1. madde) sahiptir. Diyalektik yöntem dünyanın diyalektik yapısını yansıtır.”
Onaltı ‘unsur’un sistematik bir düzene konulmasının, Stalin’in ‘temel hatlar’ında karşımıza çıkan dört yön ile sonuçlandığını görüyoruz. İlk temel hat, totalite prensibi olarak nitelendirilebilir. Buna göre diyalektik, “doğayı; birbirinden bağlantısız, yalıtılmış ve bağımsız şeylerin ve görüngülerin tesadüfi birikmesi olarak görmez. Tersine; birbiriyle bağıntılı bir bütün olarak görür. Şeyler ve görüngüler arasında organik bağ vardır, birbirlerine bağımlıdır ve birbirlerini koşullar.”
İkinci temel hat; varolan her şeyin hareketliliği prensibidir. Buna göre diyalektik, “doğayı durgunluk ve hareketsizliğin, dinginliğin ve değişmezliğin duruma olarak görmez. Tersine durmak bilmeyen bir hareketliliğin ve değişimin, sonu gelmeyen yenilenme ve gelişimin durumu olarak görür. Bu durumda hep bir şeyler oluşmakta ve gelişmektedir; hep bir şeyler sona ermekte ve yeniden oluşmaktadır.”
Üçüncü temel hat, niteliğin niceliğe dönüşmesi yasasıdır. Buna göre diyalektik, “gelişme sürecini, nicel değişimlerin nitel değişimlere dönüşmediği basit bir büyüme süreci olarak görmez. Tersine; önemsiz ve gizli nitel gelişmelerin gözle görülebilen değişimlere, temele ilişkin değişimlere, nitel değişimlere geçtiğini ifade eder. Bu gelişimde nicel değişimler yavaş yavaş değil, tersine hızla, birdenbire, sıçramalı bir geçiş biçiminde bir durumdan diğerine geçer. Bu geçiş tesadüfi değil, tersine yasalara uygun bir şekilde, farkına varılmayan ve yavaş nicel değişimlerin sonucu olarak ortaya çıkar.”
Dördüncü temel hat, çelişkiler, zıtların mücadelesi prensibidir. Buna göre, diyalektiğin hareket noktası şudur: “Zıtlık, doğal şeylere ve doğal görüngülere aittir, onların bir parçasıdır. Çünkü onların hem olumlu, hem de olumsuz yönleri, geçmişleri ve gelecekleri, ölmekte ve gelişmekte olan yanları vardır. Zıtların mücadelesi, eski ile yeni, ölmekte olanla oluşmakta olan arasındaki mücadele, gelişim sürecinin içeriğini ve nicel değişimin nitel değişime dönüşmesinin içeriğini oluşturur.”
Bunlar, Leninist ‘unsur’ öğretisinin II.-IV. gruplarıdır. Burada III. grup bir kez daha kendi içinde ikiye bölünür (2. ve 3. temel hat). Stalin bu noktada, niceliğin niteliğe dönüşümü yasasına vurgu yapan Engels’e başvurur – bu arada Engels’in diyalektiğin temel niteliklerini sayarken, Lenin ve Stalin’le aynı nitelikleri saydığını belirtelim. Bu karşılaştırma, Stalin’e yöneltilen ‘basitleştirme’, ‘kabalaştırma’ ve hatta ‘tahrifat’ suçlamalarının ne kadar saçma olduğunu gösterir. Stalin, yeni eserler üreten ve teoriye sistematik kazandıran ustaların kendisinden önce yaptıklarını yapmıştır.
Gerçekte, Marksizmin ‘ontolojileştirilmesi’ suçlaması, bir bütün olarak Engels, Lenin ve Stalin’e yöneltiliyor. Bu bağlamda, burada bu suçlamalara girmeye gerek yok. Çünkü bu suçlama, Marksizmin dünya görüşü olarak sistematikleştirilmesini hedef alıyor ve Marksizmi, onu inceleyen araştırmacının sübjektif metoduna (ve buna bağlı olarak, ‘devrimin cebiri de’ denilen diyalektiğin siyasi niteliğini araştırmacıyla aynı sayıda perspektif varyasyonları haline getirip –Alexander Herzen’in dediği gibi– buharlaştırmak) indirgemek istiyor. Ayrıca, her diyalektiğin ontolojik bir çekirdeğe sahip olduğunu göstermek de mümkün. Bu çekirdek olmasa, diyalektik fikir jimnastiğine dönüşürdü. Stalin bu ontolojik çekirdeği bir çeşit temel denklem dokusuna dönüştürmüştür.
Materyalizmin temel hatları Stalin tarafından üç başlık altında özetlenmektedir (bu noktada da Engels ve Lenin’le uygunluk vardır):
“1. Dünya doğası itibari ile maddidir; dünyadaki çeşitli görüngüler hareket halindeki dünyanın değişik biçimleridir; (…) dünya maddenin hareket yasalarına göre gelişir ve bir ‘dünya ruhu’na gereksinim duymaz;
2. Madde, doğa, bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan objektif gerçekliğin varlığının ifadesidirler; madde birincil, esas olandır; bilinç ise ikincil, türetilmiş olandır; düşünce, gelişiminde üst düzeyde mükemmeliyete ulaşmış maddenin bir ürünüdür;
3. Dünya ve yasalarını anlamak mümkündür; doğa yasaları hakkındaki bilgimiz, deneyimler ve pratik tarafından sınanmış, objektif gerçekliğin anlamına sahip güvenilir bilgidir; dünyada bilinemeyecek bilgi yoktur; ama bugün henüz bilinmeyen bilgi vardır.”
Burada üç teorik kompleks konu yapılmıştır. Birincisi, dünyanın maddiliğini konu edinen ontolojik kompleks; ikincisi, buna bağlı olan bilinç teorisini ilgilendiren ve bilincin maddiliğini tespit ve böylece varlığın monistik teorisini temsil eden kompleks; üçüncüsü, bilgi teorisini ilgilendiren ve dünya hakkında sahip olduğumuz bilginin doğruluk derecesini (pratikte sınanması gibi, belli bazı denenebilirlik kriterleri yerine getirildiği ölçüde) anlayan kompleks. Materyalizmin temel hatları, açıkça görüldüğü gibi, dini önyargıların yıkılışının fizyonomisini taşımaktadır (zaten her idealizmden fideizme geçiş olur ).
Şüphesiz Lenin’in madde kavramına getirdiği açıklamada nüanslar daha fazla ortaya konmuştur; Lenin’in yansıtma konsepti daha zengindir. Diyalektiğin yöntem, materyalizmin içerik olarak karşı karşıya getirilmesi de, diyalektik materyalizmin her iki momentumu arasındaki ilişkinin deforme olmasına yol açar. Ancak kısa tutulmuş, kolayca anlaşılacak tarzda kaleme alınmış girişlerde, böylesi darlıklardan kaçınmak mümkün değildir. Ancak dünya toplumunun ve bilimin sorunlarına Marksist çözümler getirmek adına, diyalektiğin biçimsel şemasına bağlı kalmanın, hatta adını anmanın yeterli olacağı yönündeki inanç, çok ağır sonuçlara yol açtı. Bu, teorinin pragmatik, yani Kruşçev dönemindeki oportünistçe sulandırılmış politikaların hizmetine sunulmasıyla, Sovyet felsefesinde diyalektik konusundaki temel tartışmaların nasıl dibe vurduğuna bakınca, daha iyi görülebiliyor. Ancak her ne kadar, Sovyetler Birliği tarihindeki teorinin bu çöküşünün nedenleri ideolojilerde değil, birincil derecede toplumsal çelişkilerde görülmek zorunda olsa da, bu başka bir yazının konusu ve burada ele alınan tahlilin sınırlarını aşar.
Paris Ateşi
Paris’in banliyöleri Ekim ayı sonundan beri alevler içinde. Kasım ortalarında olaylar hız kaybederek alevler azalmaya başlasa da, tam bir yatışma sağlanmadı.
Paris’in doğusundaki banliyösü Clicy Sous Bois’de, polisten kaçarken bir trafoya sığınmaya çalışan biri Kürt üç gençten ikisinin yanarak ölümü ve Kürdün yaralanmasıyla patlak veren olaylar, hızla tırmandı. Ezici çoğunluğunu, birkaç kuşaktır Fransa’da yaşayan, daha çok Afrika sahrası kuzey ve güneyinden gelen göçmen kökenlilerin oluşturduğu gençler, tam bir öfke patlamasına dönüşen tepkilerini belirgin bir “eylem türü”yle açığa vurdular: Ateşe verme. Başta araçlar olmak üzere, neredeyse önlerine gelen her şeyi, okullara ve postanelere varana dek yakmaya giriştiler.
Paris’in doğusundaki bir banliyöde su yüzüne çıkan öfke patlaması, yalnızca tüm Paris banliyölerine yayılmakla kalmadı, hemen tüm Fransa kentlerinin banliyölerine yayıldı. Geri kalan Avrupa ülkelerinin seçkinleri, “kendi banliyöleri”nin “derdine” düştüler, göçmen kökenli gençlerin öfkesinin Avrupa ölçeğinde yayılması ihtimali üzerine düşünmeye yöneldiler.
Değil mi ki, “kendi banliyöleri” de Paris banliyölerine benziyordu.. Değil mi ki, “kendi banliyöleri”ne de kökenleri az-çok farklı olsa da, kökleri Asya, Afrika ve hatta Latin Amerika’ya kadar uzanan göçmen işçileri yığmışlar, en düşük ücretle çalıştırdıkları, en çok işsiz ve sefil, oğulları ve kızlarını da en çok eğitimsiz ve kendi hallerine bıraktıkları, hor görüp itip kaktıkları, dışladıkları, çalışma ve yaşam koşulları bakımından toplumun en kıyı-köşesine iliştirdikleri, kendi elleriyle gettolaştırdıkları derisi farklı renkten “ayak takımı”nı kaderlerine terketmişlerdi.. Değil mi ki, son on yılların neoliberal politika ve uygulamaları en önde ve en çok onları vurmuş, buna sadece seyirci kalınmamış, ama sanki özel politika düzeyine yükseltilmişti.. Değil mi ki, tüm Avrupa ülkelerinin, onun kadar pervasızca açık sözlü olmaktan kaçınsalar bile, hükümette ya da hükümet olmaya hazırlanan “bunlar haşere, ayak takımı” düşünce ve yaklaşımına sahip kendi Sarkozy’leri, onun da özendiği Bush’ları vardı.. Değil mi ki, hele 11 Eylül’den bu yana, hak tanımaz ayrımcılık ve ırkçılığın egemenliği Avrupa çapında giderek daha çok artıyor, hatta dört nala kalkmış tırmanıyordu.. Değil mi ki, o sözde demokrasi ve hoşgörü ülkelerinde, o “Müslüman”, bu “Asyalı”, şu “kara kafalı” ya da farklı renkten denerek, kötü ünlü “güvenlik” konseptiyle “şüpheli” kişi gözüyle görülüyor ve “potansiyel suçlu” ilan ediliyor ve tümüne karşı “güvenlik” mekanizması harekete geçiriliyordu.. Değil mi ki, polis ve sair “güvenlik güçleri” özellikle banliyölerde ve özellikle yabancı-kökenlilere karşı “hoşgörü” bir yana tümüyle anlayışsız ve acımasızdı; fişlemeleri, açıktan saldırganlığıyla sürekli “teyakkuz” halindeydi ve olur-olmaz her durumda “otoritesi”ni gösterip kanıtlamak üzere fırsat kollamak üzere kurgulanmıştı.. Ve değil mi ki, tıpkı neoliberal politikaların gemi azıya aldırdığı işsizlik ve yoksulluktaki tırmanma gibi, kapitalizmin bir ürünü olan lümpenleşme ve çeteleşmenin yanı sıra uyuşturucunun yayılması, üstelik “yatıştırıcı” yönüyle teşvik de ediliyor ve alım-satımı doğallıkla en fazla, en çok dışlanmışların arasında yaygınlaşıyordu.
Hemen tüm Avrupa ülkelerinin kentleri, gettolaşmış banliyöleriyle Paris türündendi. Paris onların en büyüklerindendi. Ve Paris’in bir şöhreti daha vardı ki, o hemen herşeyde ön alır, baş çekerdi. Her “yenilik” hemen her zaman Paris’te ortaya çıkar ve kıtaya genellikle Paris’ten yayılırdı. Paris’in kıtanın geri kalanını etkilemesi, az-çok ardından sürüklemesi hemen bir kural gibiydi. Sonuç olarak, Avrupalı seçkinlerin tedirginliği anlaşılmaz değildi. Yine de “korkulan” olmadı. Belçika ve Yunanistan’ın, daha düşük düzeyli olarak Almanya’nın bir-iki banliyösünde görülen “yayılma” belirtileri neredeyse başlamadan bitti ve anarşist ya da anarşizan grupların marjinal “politik destek” gösterilerinin ötesine geçmedi.
“PARİS ATEŞİ”NİN NEDENİ
Paris alevlerinin nedeni ya da kaynağına ilişkin çoğu “beylik laf” düzeyinde genel-geçer tanımlar yapılsa da, her kafadan bir ses çıktı. Her tanımlamaya kalkışan, sirkatini söyleyerek kendisini eleverdi. Türkiye Başbakanı örneğin, “türban sorunu”na bağlama ferasetini gösterdi; aklınca Avrupalıyı “sıkıştırarak” kendi önünü açacaktı. “Güvenlik” doktrininde “Medeniyetler Çatışması” yaklaşımını tersten olumlayan tutumuyla, aslında kendi İslami fonunu zayıflattığının farkına varmadı.
Gerçekle en ilişkisiz ve üstelik Avrupa ülkelerinde gettolaştırılmış İslam ülkeleri kökenli göçmenleri en dara sokan tanımlama olayların “türban kaynaklı” olduğuna dair Türkiye Başbakanınınki olsa bile, bu tek ilişkisiz yorum değildi. Fili gördüğü ya da tuttuğu, genellikle işine gelen veya gönlünde yatan yerden tanımlayan tutumlar az değildi. Çoğu gerçeğin bir bölümünü ifade eden bu yorumların bir bölümü suçlayıcılara, bir bölümüyse anlamaya çalışanlar ya da destekçilere aitti.
Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy, daha olaylar patlak vermeden, yaz aylarında ziyaret ettiği Paris’in yine “sorunlu” banliyölerinden olan Courneuve’de, “Bu semti haşere ilacı ile temizlemek lazım” diyecek türden bir kaynak ya da neden tespiti yapmaktaydı. Olaylardan bir hafta önce gittiği Argenteuil kentinde ise, kendisini protesto eden gençleri “ayak takımı” diye suçlamıştı. Ona göre, “serseriler” harekete geçmişti, “ayak takımı” “serserilik” yapıyordu. Olaylar sırasında bu saptamalarını yüksek sesle dile getirerek, “ateşe benzinle” gitti. Ateşin yükselmesinden çıkar uman bir tutum izledi, hatta gericiliği tırmandırmak üzere olayların büyümesini teşvik bile etti.
Fransa emekçilerine karşı korkuluk olarak sallanan ve son cumhurbaşkanlığı seçiminde kazanma ihtimali üzerine spekülasyonlar yapılarak, sağcı-solcu hemen tüm partilerin, J. Chirac’ın destekçisi olarak, onun etrafında birleştirilmesinin aracı kılınan Faşist Uulusal Cephe’nin lideri Le Pen, “serseriler”in dışlanmasında Sarkozy ile birleşmesine karşın, olaylara dair daha ileri saptamada bulunmuştu: “Bunlar iç savaşın habercisi olabilir.” Kuşkusuz iç savaş çıktığı yoktu! Olayların ardında yatan nedenler belirli birikimlere yol açacak türdendi, ama henüz iç savaşı haber verdiği de söylenemezdi. O da, tıpkı Sarkozy gibi, gericiliğin tırmandırılmasında bir fırsat yakalandığını düşünüyor, korku yayarak, olaylardan tedirgin olmuş ortalama Fransa yurttaşını yedeklemeye oynuyordu.
“İç savaş”tan biraz daha “düşük yoğunluklu” durum tespiti ise Fransız medyasında yoğun olarak yapılıp işlendi: “68 olaylarından sonra en büyük olaylar yaşanıyor!” Üstelik 68 olayları hatırlatması, sadece düzenin medyasından gelmedi. Avrupalı ve hatta Türkiyeli yarı-anarşist, anarşist çevreler de gönüllerinden geçeni ortaya atarak, benzer yorumlarda bulundular. Daha ileri gidip “Paris komünarları”nın ruhuna gönderme yapan ve “izlerinden yürüyen” gençleri selamlayanlar da yok değildi! Paris’te “isyan”, “ayaklanma” türü yorumlar, genellikle göçmen kökenli gençlerle sınırlanarak ileri sürülse de, neredeyse ortalamayı oluşturur durumdaydı.
Hem sağ hem sol tandanslı ortalamayı veren bir başka tespit ya da yorum ise, olayların kaynak ya da nedenlerine değil, ama kaynak ve nedenleri geriye iterek ve onların yerine geçirilerek, niteliğine ilişkin yapılan “vandalizm” suçlamasıydı. Orta sınıf mülkiyetçiliğinin düşkünlüğüyle ya da daha çok mülkiyet düşkünlüğünün tedirginliğini, dolayısıyla olayların gerçek kaynak ve nedenleri karşısında ilgisizliği ve kapitalist düzene bağlanma ve onu savunmayı kışkırtıp “sıradan” Fransızları yedeklemeyi amaçlayarak, yanı sıra az-çok geçimini sürdürebilmenin rahatlığıyla ya da yine geçimini sürdürebilen “sıradan” Fransızlara “bakın, nasıl amaçsız vurup kırıyorlar, gelin tepki gösterip düzenin saflarında birleşin” çağrısı anlamına gelerek, vandalizm suçlaması yapmak, en kolay olanıydı. Amaçsız vurdu-kırdıcılığı ifade eden vandalizm yok muydu, hatta daha ileri gidilerek, vandal eğilimin Paris ateşinin niteliğini verdiği söylenemez miydi? Soruların yanıtı “evet”tir. Ancak bunu söylemek kolayın kolayını seçmekten başka şey olamaz ve bu “evet” ile hiçbir ilerleme sağlanamaz. Bu tür kolaycı suçlamacılık tarzı devrimci olanın işi değildir. Doğru olan, vandalizmi saptamak, ama anlamsız suçlamacılığa yönelmeden, nedenlerini anlamak ve giderilmesi için kolları sıvamaktır.
Olaylarda içkin vandallıkla olayların nedeni arasında, üstelik, bugünkü Fransa somutunda bir uçurum bulunmamaktadır.
ÖFKE PATLAMASI
“Ayak takımı”nın vandalizmi mi, iç savaş habercisi mi, isyan mı, ayaklanma mı? Paris alevlerinde hepsinden “bir tutam” olduğu ortadadır. Bir isyan vardır arabaların ateşe verilmesinde. Sözlük karşılığıyla kullanılırsa bir “ayaklanma” hali de vardır. Vandalizm? O da vardır. Ve geleceğe dair, Fransa toplumunu, ileri düzeyde parçalanmışlığı ve önemli bir unsuru olarak dışlanmışlık üzerine kurulmuşluğuyla bir iç savaşın beklediği de söylenebilir. Ancak tek tek bu saptamaların hiçbiri, kendi tümellikleri ve oturtuldukları çerçeve itibarıyla Paris ateşini tanımlamamaktadır.
Patlayıcı madde stokları üzerine kurulu Paris’te, hem katılımcılarının tecrit edilmişliği hem de genel olarak “ayak takımı”nı kucaklamayışıyla sınırlı bir öfke patlaması yaşanmıştır. Yaşanan, kuşkusuz, Türkiye’de de seçkinlerin sık sık bir ihtimal olarak atıfta bulunarak korkularını ortaya koydukları bir “sosyal patlama”dır.
Zemini ve kaynağı, yalnızca Fransa’ya özgü değildir, geneldir, kapitalizmdir; tabii ki somut durumda, Fransız kapitalizmidir. Bu nedenle, ateşin kıtaya yayılması üzerine söylenenler tümüyle boş laf değildir.
Ve kuşkusuz zemin ve kaynak, olanca somutluğuyla günümüz kapitalizmidir ki, yalnızca esnek çalışma ve toplam kalitenin, düşük ücretlerin dayatılmasıyla değil, tüm pervasızlığıyla hemen hiçbir sosyal yan gözetmeyen çok yönlü neoliberal ekonomi politikalarıyla karakterizedir. Yalnızca istihdam edilen işçinin alınterini son damlasına kadar gaspetme üzerine kurulu değildir. Her açıdan sermaye birikiminin maksimizasyonu hedeflenmiş, kâr düşürücü tüm uygulamalar dışlanarak “gereksiz masraf kapısı” ilan edilmiştir. “Sosyal devlet”ten geriye hemen hiçbir şey bırakılmamasının olduğu kadar, örneğin yüksek kâr gerekçesiyle fabrikaların bile “ucuz işçi cenneti” Doğu Avrupa türü geri ülkelere taşınması ve üç kişinin işinin bir kişiye yıkılır olmasıyla da iyice yükselen ve zaten kapitalizmin olmazsa olmaz yol arkadaşı olan işsizliğin, sonuçlarıyla birlikte tahrip ediciliği alabildiğine artmıştır.
Bugünkü somut yıkıcı ürünleriyle Fransız kapitalizmi, aslında Fransa’daki AB Anayasası oylamasında ciddi denebilecek bir sorgulamadan geçirilmişti. Sorgulamanın eksikliği, sömürülen yığınları etrafında toplayan alternatif eksiği olarak belirmiş olsa bile, halkın çoğunluğu AB Anayasası’na “Hayır!” diyerek, özel olarak Fransa’da, neoliberal uygulamalarıyla kapitalizme karşı tepkisini ortaya koymuştu.* Fransa’da işçi ve emekçilerin ciddi boyutlara ulaşan tepkisini üzerinde topladığı AB Anayasası oylamasıyla kayda geçmiş olan kapitalizm ve yıkıcı sonuçlarının daha özel bir yönü ise, Paris ateşinde göründü.
Öncesinde, Le Pen’in aldığı yüksek oylar ve Sarkozy’nin yükselişi, Fransa’da ırkçı milliyetçi tutum ve yaklaşımların prim yaptığını ve gericiliğin bu yönlü demogojilerinin tutmasına elverişli bir zemin bulunduğunu ortaya koymaktaydı. Hemen tüm Avrupa ülkeleri gibi, ’50’li yıllarda 2. Emperyalist Savaş sonrası yeniden düzenleme ve toplumsal inşa koşullarında başlayarak, ’70’li yılları da kucaklayarak süren (son dalgaları ’80’li yıllara da yayılan) kapitalizmin canlanma ve yükseliş sürecinde, Fransa da emek arzında yetersizlikle karşılaşmış; ücretlerin aşırı yükselişini önleme ve dengeleme unsuru olarak, ülkeye yabancı işçi “davet etmiş”ti. Zaten eski sömürgeci ülkeler olarak çoğu Avrupa ülkelerinde, sömürgeleriyle olan tarihsel ilişkileri çerçevesinde yerleşmiş belirli bir sömürge nüfusu vardı. Demokrasi adına olduğu ileri sürülen kolay iltica koşulları da, işçi açığı içindeki Avrupa ülkelerinin bu açığı kapatmak açısından işine geldiği için “kolay”dı ve Avrupa, bu yoldan da kapitalizmin yüksek emek talebini karşılamaya yönelmişti. Nitekim, artık bu koşullar ciddi ölçülerde zorlaştırılmıştır, hatta, artık “fazla nüfus” içinde yer almaya başlamış mültecilerin, çoğu zaman oturum almış olsalar bile, geri gönderilmesi gündeme alınmıştır.
Ve bir yandan –daralma olmasa bile– kapitalizmin içine girdiği durgunluk işaretleriyle dolu süreç, diğer yandan neoliberal politikalarla yıkıcılığı artan bu süreç kapsamındaki gelişmelerin öncelikle ve en fazla “fazla nüfus” içindeki yabancı kökenlileri vurmasını koşullayan –yabancıların yaygın varlığı ve kapitalizmin yerli-yabancı farklılıklarının giderilmesi bakımından uygun zemin oluşturmayışı, tersine benzerleriyle birlikte bu farklılıkların devamından beslenmesinden semiren– ırkçı milliyetçi eğilim ürün vermezlik edemezdi. Göçmenlerin varlığı, ta eski sömürgecilik dönemine dayanıyordu; 2. Emperyalist Savaş sonrası artış göstermişti. Çalışma ve yaşam koşullarını aşırı kötüleştirici, sosyal hizmet ve yardımları geçersiz kılan neoliberal politikalar, dozajı ve tahrip ediciliği artarak, 25-30 yıldır uygulanmaktaydı. Ve yine dayanaklarını sömürgeci geçmişte bulan ırkçı milliyetçilik, ne yeni ne de güçsüz bir olgu olarak, kuşkusuz Le Pen ve faşist Cephe’siyle sınırlı değildi, ama cumhurbaşkanlığı ve hükümet katında da içerilmiş, Fransız kapitalizminin beslediği bir “devlet politikası” olarak işlevseldi. Yeni olan, neoliberal politikalarının sonuçlarının can yakıcı hal alması ve kapitalizmin durgunluk işaretleriydi.
25-30 yıllık neoliberal uygulamaların bir yönü ve ürünü olarak son bir “yenilik”ten söz edilmezse, Paris ateşi yine de anlaşılmaz olarak kalabilecektir. Neoliberal politikalar; yalnızca düşük ücret ve esnekleşmeyi, sağlık ve eğitim başta olmak üzere, sosyal hizmetler ve sosyal güvenliğin “masraf kapısı” olmaktan çıkarılmasını, özelleştirmeleri vb. hedeflemekle, işsizlik ve yoksulluğu artırmakla kalmamıştır. Başlıca hedeflerinden biri de, hak mücadelesini olanaksızlaştırmak olmasa bile zorlaştırmak üzere, başta sendikasızlaşmayı amaçlayıp besleyen uygulamalarıyla işçi ve emekçilerin örgütsüzleştirilmesi, örgütsüz toplum ve toplumsal atomizasyon olmuş ve bu doğrultuda önemli bir mesafe de alınmıştır. Bu, kapitalizmin hanesine yazılmış önemli bir başarıyı oluşturmuş, sendikalaşma oranı hemen tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Fransa’da da düşmüş, sendikalı işçi sayısı azalmış, düzen örgütleri olarak desteklenen burjuva toplumun parçası ve aracı “sivil toplum örgütleri” lehine toplumsal örgütlenmeler güç kaybedip cılızlaşmış, hatta çoğu işlevsizleşmiştir. Kapitalizmin neoliberal “yenilenmesi”nin toplumsal iktisadi ürünü olan, politika düzeyine de yükseltilmiş örgütsüzleştirme ve örgütsüz toplum olgusu; işsizlik, sefalettte artış vb. gibi yönleriyle birlikte, kapitalist politik ekonominin temel verileri arasında yer almıştır. İşçi bulma kurumları, meslek edindirme merkezleri işlevsel olmaktan çıktığı gibi, kapitalizme karşı mücadele merkezleri olarak, güç kaybı ve persfektif kaybı ya da bulanıklığı yaşayan sendikalar ve diğer toplumsal örgütlenmeler alternatif değerlerinden kaybetme sürecine sokulmuşlardır. Bunda, kuşkusuz onlara da yardım ve perspektif sunan sosyalist politik örgütlenmenin zayıflığının, bu zayıflamada “Avrupa komünizmi” vb. biçimlerinden geçerek bugüne gelen revizyonizmin, bugünkü biçimleriyle “sosyal hareket sendikacılığı” ve “sosyal forumculuk”un, Fransa özelinde bu tür sapkınlıklara yön verdiği kadar yine bu sapkınlıklarla karekterize Troçkizmin rolü belirgindir.
Taşımakta olduğu sorumluluklarından, kendisinin de bu zayıflamada rolü olduğu anlaşılan Fransa Genel İş Konfederasyonu (CGT) göçmen işçiler sorumlusu (aynı zamanda, kurucusu olduğu AEFTI adlı kuruluşta yabancı emekçilerin dil öğrenmeleri için çaba harcıyor ve Paris Belediyesi’nde “Uyum ve Sosyal İlerleme Konseyi” sorumlusu) Gerard Chemouille’in söyledikleri, örgüt ve örgütsüzleşme sorunu açısından geçmişle günümüzün karşılaştırılması bakımından önemli:
“Eskiden fabrikalarda yerli ve yabancı işçiler ortak bir yapı içinde mücadele veriyordu. Göçmen işçilerin sendikalaşma oranı çok yüksek olmasa da, önemli bir kaynaşma vardı. Ama birçok büyük işletmenin kapanmasıyla birlikte hem yerli hem de diğer uluslardan işçiler kapı önüne konuldu. Aradaki bağ koptu, toplumsal örgütlenme ağı çözülünce içe kapanma yaygınlaştı. Gençlerin bu olanağı da yok, çünkü eskiden kalifiye olmayan elemana ihtiyaç vardı, şimdi yok. Zaten sendikalaşma oranı oldukça düşük, gençlerin sendikalara yakınlaşması oldukça zor. Kabul etmek gerekir ki her yönüyle dıştalanmış kesimlerin toplumsal bir örgütlenmede yer alması oldukça zor.” (Evrensel gazetesi, 21 Kasım)
Tümü bir arada, yaşam koşulları olarak içinden çıkılmaz açmazlara sıkıştırdığı, eğitimi ve sağlığını gözetmeyi yük sayıp işsizliğe ve sefalete sürükleyerek, birey olarak ezmeye, toplumdan dışlayarak sınıfsızlaşmaya, toplumun, toplumdan dışlanmış en alt kesimi olarak batağa ve suça, çeteleşmeye, yeraltı dünyasına, uyuşturucuya, hırsızlığa, kap-kaççılığa vb. ittiği, polisiye önlemlerle hunharca üzerine varmanın ötesinde dikkate almadığı ve “adamdan saymadığı” kesimi, özellikle 3-4 kuşak göçmen, şimdiyse, kuşkusuz göçmen, ama gerçekte “arada” kalmış, ne yabancı ve ne de Fransız, ama hepsi birden olan, ne atalarının geldiği ülkelerin ne de Fransa’nın kültürel vb. değerleriyle yoğrulmuş, varoluşunu, herşeye ve herkese karşı sadece kendisi ve az-çok arkadaşlarının gücünde bulabilen, ne düzen ve kurumlarından ne de muhalif yapılardan bir “iyilik”, yolgösterme ve dayanışma gören, yaşam koşallarından başlayarak herşeye isyan halindeki, öfke dolu, öfkesini kusacak yer arayan göçmen gençleri patlamaya hazır “barut fıçısı” haline getirmişti. Kendilerine her “el uzatan”dan zarar görmüş, toplumsal olarak aşağılanıp itilip kakılmış, “kolluk kuvvetleri” başta olmak üzere, yalnızca zarar gördüğü ve darbe üstüne darbe yediği düzenin tüm kurumları ve kendisini durmaksızın kovuşturup duygusal ve fiziki olarak ezen devlet otoritesine beslediği düşmanlık duygularından hareketle –ve zaten hiç yararına tanık olmadığı– her türlü otoriteye düşman göçmen kökenli gençler, dokunulduğunda öfke patlamasına sürüklenmeye hazır durumdaydılar.
Yepyeni bir olgu ile karşı karşıya değildi Fransa ve kuşkusuz “banliyö isyanı”nın kendi ülkelerine de sirayet etmesinin tedirginliğini yaşayan Avrupa’nın aynı soruna sahip geri kalan ülkelerinin elitleri de korkularında haksız sayılmazlardı. Ve yine kuşkusuz, aşağılanıp dışlanmış, görece zayıf düzen muhaliflerince de kucaklanıp kapsanamamış, tek bildiği toplumsal örgütlenme türü arkadaşlarıyla oluşturduğu çeteler olan göçmen gençlerin öfke patlamasının da toplumsal varoluşuna uygun biçimler almasında şaşılacak hiçbir şey olmamalıdır. “Patlama”, düzen karşıtı öfkenin, nefret dolu göçmen gençlerin yaralarına az-çok merhem olacak, ve giderek göçmen gençler de içinde, insanın kendisinin efendisi olacağı düzen karşıtı gerçek ve sonuç alıcı kanalların yokluğu ya da cılızlığı koşullarında, bağlanabileceği, banliyöleri dayanağı kılmaya yönelik doğru yaklaşımlara sahip kapsayıcı sosyalist hareketin birleştirici çekim gücünü hissetmediğinde, kendiliğinden, öfkeyi biriktiren ve patlatan nesnel ve öznel unsur da gözönüne alındığında, ancak gerçekleştiği türden olabilirdi.
İLK DEĞİL…
Kaynağını kapitalizmde ve sömürgeci geçmişiyle neoliberal ekonomi politikaları ve “sosyal hizmet ve yardımlar yerine güvenlik önlemleri”yle karakterize olan gericiliğin tırmandırıldığı güncelliğinde bulan göçmen gençler ya da “banliyöler sorunu”nun, kendisini, ilk kez, son Paris ateşinde açığa vurduğu iddia edilemez. Paris’teki ateş, yalnızca “bardağın taşmakta olduğunu” göstermiştir.
Fransız yetkililerinin açıklamalarına göre, sadece 2005 yılı içinde, banliyölerde 70 binin üzerinde “şiddet olayı” kayda geçmişti. Otomobillerin ateşe verilmesi, belki son “patlama” sırasında görmezden gelinemez olmuştu, ancak “banliyö öfkesi”nin işareti olarak kendi geçmişi vardı. Yalnızca 2005 yılı içinde 28 bin otomobil ateşe verilmiş, ilaveten 17.500 çöp bidonu yakılmış ve 5700 ev tahrip edilmişti. Çeteleşme, çeteler arası çatışmalar, polise yönelik saldırılara ilişkin rakamlar da küçümsenir gibi değildi. Polis ve yetkililer, kendi aşağılayıcı müdahale, yaralama, sakat bırakma, işkence, öldürme vb. türünden saldırılarının rakamlarını tutmamışlardı; ama yine de rakamlar fikir vericiydi: 2005’te, on ay içinde, 442 çeteler arası çatışma olayının yanında, polise yönelik 3800 saldırı rapor edilmekteydi.
Sonunda “bardağı taşıran damla”, polisten kaçan biri Kürt üç gençten ikisinin sığındıkları trafoda yanarak ölmesiyle geldi ve biriken, önceden zamana yayılarak patlak veren öfke, kısa bir süreye sıkışarak patladı. Bir aya yakın sürede –“olağan günlerde” altı ayda yakılacak sayıda– yaklaşık 10 bin otomobil yakıldı. Çeteler arası çatışma hemen hemen durdu ve banliyö içlerine girmekten kendilerini sakınmalarına rağmen, polisle çatışma rakamı büyüdü. Toplu taşıma araçlarının, “önlem olarak”, yalnızca geceleri değil, akşam saatlerinden itibaren banliyö içlerine seferleri kaldırıldı. Başka bir “önlem” polisiye önlemlerin artırılmasıydı.
Yatıştırma sağlamaları için, yine “önlem olarak”, göçmen gençler üzerinde etkili olacağı düşünülen yabancılara yönelik kuruluşlara başvuruldu. Başvurulanlar, göçmenlerin kendi örgütleri olmadı, bu tür örgütlerin hemen tümü dışlanmış ya da işlevsizleştirilmişti; Fransız “ılımlı İslamı”nınki türünden devlet örgütlerinin eylemlere son verme yollu çağrı ve fetvaları ise karşılıksız kaldı. Medyanın aktardığına göre, olayların kızışmasıyla birlikte, Fransız hükümeti, 17’si “seçilmiş yerel yöneticiler”den 20’si de cami yöneticisi ve imam olmak üzere Cezayir kökenli “temsilciler”le durum değerlendirmesinde bulundu. Ardından Fransız İslamı’nın örgütü Fransa İslam Örgütleri Birliği (UOIF) “fetva” yayınlayarak, gençlere eylemlerden uzak durmalarını öğütledi. Türkiye başbakanının “türban” gerekçesini de boşa düşürerek, bu tür girişimler tamamen etkisiz oldu. Olayları “yerinde gözleyen” Hürriyet yazarı Ö. İnce’ye göre (10 Kasım, Hürriyet), sözkonusu olan, “laik gençlerin isyanı”ydı; “isyan”da “kara Afrikalılar”la “gayrımüslimler” de yer almıştı, “isyancılar”, ideolojik-kültürel durumlarının karmalığı ya da “melezliği”nin işareti olarak, “Selamünaleyküm” hitabına “Bonsoir” yanıtını veriyorlardı ve UOIF, yayınladığı “fetva” ile, yanlış olarak, “İslam ile vandalizm arasında bir amalgama yol aç”mıştı.
DÜZENİN SELAMETİ PEŞİNDE ELEŞTİRİLER…
Rivayet muhtelifti! Ancak olaylar patlak verdiğinde, asıl kaynak olan kapitalizme değinilmeden, yarım-gerçek yaygın olarak itiraf edildi: İngiliz gazetesi The İndependent, Fransız Devrimi’nin sloganlaşmış ilkeleri üzerinden Fransız hükümetini eleştirdi. Fransız Müslümanlarına uygulanan ayrımcılık dolayısıyla “özgürlük” ilkesi, “beyaz-olmayanlar arasındaki işsizlik oranının beyazların muhtemelen iki katı” olması dolayısıyla “ eşitlik” ilkesi, “entegrasyon politikalarının başarısızlığı” dolayısıyla “kardeşlik” ilkesini sorguladı. Fransız Liberation, “Devlet sorgulanıyor” manşeti altında, banliyö sakinleriyle sosyal kurumların “devletin sorunlu bölgelere yardım yapmaması”na ilişkin eleştirilerine geniş olarak yer verdi. Sağcı Figaro, “Son olayların, Fransa’nın entegrasyon politikasının iflas ettiğini gösterdiği”ni yazdı.
Ancak devletin politik düzeydeki ayrımcılığı eleştirilse de, “düzenin yeniden tesisi”ne dair bastırıcı önlemler konusunda hemen net bir fikir birliği görülüyordu. Banliyölerin ihmal edildiğine ve sosyal politikalarla entegrasyon politikasına ilişkin eleştiriler yapılıyordu yapılmasına, ama çözüm, “ayak takımı”nın daha sıkı zapturapt altına alınması ve “suçlular”ın cezalandırılmasına indirgenmekteydi. Sarkozy’nin “hüküm giyen yabancı gençlerin oturma izinleri olsa bile sınır dışı edilmeleri”ni resmen uygulamaya koyması ve “olay çıkaranları ciddi biçimde iş aramamakla suçlayan” Le Pen’in “olaylara karışan gençlerin vatandaşlığının düşürülmesi”ni istemesinin ardından, Cezayir ayaklanması döneminden kalma 1955 tarihli yasaya göre Olağanüstü Hal ilan edilmesi, yukarıda değinilen nedenlerle, toplumsal düzeyde önemli sayılabilecek tepkiler almadan, neredeyse genel kabul gördü ve bu, simgesel olarak, olayların sonuna doğru, anketlerde Sarkozy’nin popülaritesinin ciddi biçimde yükselmesiyle kanıtlandı denebilir.
Yine de “bardağın taştığı”nı söylemek aşırı iyimserlik olur. “Bardak” taşmasına taşmıştır; ancak “taşkınlık” oldukça küçük çaplıdır ve şimdilik tecrit edilmişliği içinde kalabilmiş; olanları “iç savaş habercisi” sayan Fransız ve Avrupa gericiliğinin dışında, gerekli müdahaleyi bugünden örgütleme durumunda olanlara ise, ilerideki büyük “taşkınlar”ın birikimi açısından uyarıcı olmuştur.
GERİCİLİĞİN TIRMANDIRILMASINA GEREKÇE YAPMAK
Ateşli olayların ardından, Fransız burjuvazisinin, olaylar sırasında aldığı tutumu sürdürerek, olan-biteni, gericiliğin tırmandırılması yönüyle bir fırsat olarak kullanarak değerlendirmesi beklenen gelişmedir. Olaylardan, belki bir kez daha çıkarılması gereken ders, yenilgiye uğramış her gerçek halk devrimi kadar, yarım-yamalak, akim kalmış her başkaldırı açısından geçerli olanın; hele gericiliğin eline kullanacağı eşsiz fırsatlar sunan örgütsüz, hedef ve amacı belirgin olmayan ve düzenin gerçek bir “eleştirisi”ne ve yerine yenisinin konmasına bağlanmayan, ama düzenin zaafiyetini ortaya koyan her az-çok toplumsal karakterli eylemin “kaderi olan”ın, yalnızca göçmen gençler ve onların tecrit edilmiş öfke patlamasına mekanlık eden banliyölerin değil, ama onlar ve öfkeleri vesile edilerek, kapitalizmin tüm ezilenlerinin ve toplumsal muhalefetin başına geleceğidir. Yalnızca muzaffer burjuva devrimleri ya da yenilmiş sosyal devrim girişimlerinin değil, ama toplumu az-çok sarsan, fakat sermaye ve devletinin saldırılarını püskürtmeye güç yetiremeyen, hatta konumuz örneğinde olduğu gibi, ciddi biçimde sarsmasa bile, abartılarak öyle gösterilen, devlet mekanizmasının zaafını belirten her gelişmenin, bu mekanizmanın yetkinleştirilmesi bakımından kullanılması kuraldır. Aristokrasiyi devirerek iktidara gelen burjuvazi, ilk iktidar günlerinden bu yana böyle davranmıştır. Yine öyle yapacak ve hele toplumun sömürülen ve ezilen diğer kesimlerinden de tecrit olmuş haldeki Paris ateşi, yalnızca ateşi tutuşturanlara karşı kullanılmakla kalmayacak, genel olarak gericiliğin pekiştirilmesi için değerlendirilecektir ki, değerlendirme, olaylar sürecinde başlamıştır.
Paris’te tutuşturulan ateşin burjuvazinin eline bu fırsatı, hem de “altın tabak içinde” sunduğu kuşkusuzdur; ancak, suç, göçmen gençler ve vandalizmlerine yıkılacak kadar basit değildir, hatta en çok “mazur görülmesi gereken”in o gençler olduğu söylenebilir. Sadece kendilerinin değil tüm ezilenlerin durumunu zora sokmuş, ama ancak kendi başlarına yapabileceklerini yapmışlardır.
Ne “banliyö sorunu”nu yaratan onlardır, ne neoliberal politikalar ve ne de ayrımcılığın sorumlusu. Avrupa burjuvazisinin tümü gibi Fransız burjuvazisi de, kendi suçu olan “banliyö sorunu” ve yerli-yabancı çelişkisi üzerinden “oyun oynamakta”dır; ırkçı milliyetçiliğiyle yabancı düşmanlığını teşvik etmekte, Fransız emekçilerini buradan çekiştirerek yedeklemeye ve tabanını genişletmeye çalışmaktadır. Aşağılamaları ve zecri önlemleriyle isyana teşvik ettiği göçmenlerin, kuşkusuz en heyecanlı ve parlamaya hazır gençlerinin sürekli tahrik edilen öfkesi, hem de en tecrit edilmiş, hiçbir politik yöne sahip olmayan içeriğiyle, kendiliğinden ve sadece yıkıcılığıyla patlak verdiğinde ise, dönüp göçmen olmayan Fransızlara, onları hedef göstermekte ve “bu oyun”, sosyalizmin politika sahnesindeki eksikliği ya da cılızlığı koşullarında tutmaktadır. Çift tarafı keskin bir bıçak gibi, güçlü sınıf bilinci ve örgütlülüğüyle sosyalist hareketin gelişkinliği koşullarında adaletsizlik, eşitsizlik ve özgürlük yoksunluğuna karşı mücadelenin kaldıraçlarından olabilecek ayrımcılık, bu olmadığında, önyargılardan da güç alarak sömürülen yığınların yerli ve yabancı olarak bölünüp birbirine düşürülmesinde, burjuvazi için paha biçilmez bir dayanak oluşturabilmektedir. Yine, yerli ve yabancı işçi ve emekçileri hak mücadelesi ve sosyalist amaçlar etrafında birleştirme perspektifine sahip, mücadeleci görece etkili bir sosyalist hareketin varlığı koşullarında, fabrikalarla birlikte onun başlıca kalelerinden olacak banliyöler, bugün ayrımcılığın yatağı olduğu kadar, neredeyse “cüzzamlılar” türünden “sorunlu” sayılarak, ve son ateşe vermelerin kolaylaştırdığı “olaylar”ıyla toplumun geri kalanına ürküntü verecek biçimde yansıtılarak, özellikle yerli-yabancı bölünmesi üzerinden sınıf çelişkilerinin örtülmesi ve Fransız asıllı emekçilerin yedeklenmesinin bir aracı olarak kullanılabilmektedir.
Şüphesiz “Paris ateşi”, yıkıcı, ellerinde kalan hakları da tırpanlayarak, hem tutuşturucularını hem de tüm sömürülen ve ezilenleri “yakma”ya şimdiden gerekçe edinilen alazlarıyla olumsuz sonuçlara yol açacak türden olmuştur. Bu açıdan eleştirel yaklaşılmalıdır; ama “suçlu” sandalyesine en son oturtulmaları gereken göçmen gençlerin, yaşam koşullarıyla birlikte, herşeyden önce anlaşılmayı gereksindikleri unutulmadan.
Çeteleşen, toplumun marjinal kesimi olarak itilip kakılan ve dışlanarak “pislik” olarak nitelenen, kapitalizmin ürünü bataklığa sürüklenen ve ilk “akıllarına” gelene yönelerek kendi banliyölerini ateşe veren gençlerin kazanılmalarının olağanüstü zorluğu ortadadır. Ve zaten ateşe verme eylemlerinde yer alanlar, şu semtte yüz bu semtte yüz elli kişi olmak üzere, banliyö gençlerinin daha çok çeteler olarak örgütlü küçükçe bir kesimini oluşturmaktadır. Onların da dışlanması gerekmemektedir; ancak banliyölerde yaşlı-genç milyonlar barınmaktadır ki, adına layık bir sosyalist hareketin, kazanılmaları için doğru bir perspektifle planlar yapıp harekete geçmesini ve banliyöleri sağlam dayanaklarına dönüştürmek üzere işe girişmesini mutlak surette gereksinmekte ve beklemektedirler. Ancak bunun hareket noktası, “banliyö sorunu”ndan söz edip durmak ya da eylemci gençleri vandalizm vb. ile suçlamak olamaz; ama fabrikaların yanında en çok banliyölerde su yüzüne çıkan karşıtlıklarıyla, kapitalizm ve yıkıcı sonuçlarının suçlanmasını sürekli kılmak ve yerli-yabancı işçi ve emekçilerin birleşik hak ve sosyalizm mücadelesini örgütlemek üzere kolları sıvamak olabilir. Gericiliğin tırmandırılmasının önünün kesilmesinin yolu da başka bir yerden geçmemektedir. Ve bilmek gerekir ki, bu alanda mesafe alınmadan, burjuvazi, hemen her gelişmeyi kendine yontmayı ve her halükarda hemen tümünden gericiliğin tırmandırılması için fırsatlar yaratmayı başaracak ve saldırılarının geriletilmesi için ciddi bir temel oluşturulamayacaktır.
SONUÇ YA DA ATEŞ VE SOSYALİZM
“Sorunlu banliyöler” yalnızca bugünün gerçeği değiller. “Banliyöler sorunu” Fransa tarihinde ilk kez yaşanmıyor. Ancak bu biçimde yaşanması herhalde ilktir. Yoksa fabrikaların yanı sıra kuşkusuz banliyöler, Fransız kapitalizmi ve burjuva gericiliğinin olduğu kadar, örneğin 1871 Alman ve 2. Emperyalist Savaş’ta NAZİ işgalcilerinin de hep “sorunu” olagelmiştir. Örnekse Paris Komünarlarına yataklık etmiştir. Örnekse Petain’in işbirliği ile gerçekleşen NAZİ işgali döneminde, bütün hunharlıkları ve katliamlarına rağmen, o aynı banliyöler, işçi mahalleleri, Direniş’in örgütçüsü FKP sekreteri M. Thorez başta olmak üzere, direnişçi komünist militanları, evleri ve sokaklarında yıllarca saklayıp barındırmış ama ele vermemiş, üstelik Paris Direnişi’nin merkezleri olmuşlardır.
Banliyölerin o zaman da, 1841 Lyon Ayaklanması’ndan beri geçmişte de, bugün de “sorun” oldukları gerçektir. Burjuvalar buraları hep sorunlu saymışlar ve bir “banliyö sorunu”ndan söz etmişlerdir. Gerçekte bu “sorun” oluş, yaklaşıma göre farklılaşmaktadır. Ne tür ve kimin için sorun? İlk ve temelli yanıt, kapitalizmin sorunu ve kapitalizm için sorun şeklindedir. Bugünse kapitalist gericilik, tam da kendisinin sorunu (ürünü) ve kendisi için sorun değilmiş gibi, banliyöleri, herkesin sorunu ve herkes için sorun olarak dayatmaktadır. Hayır, banliyöler, şüphesiz işçi ve emekçilerin, yoksulların ürünü olarak sorun değildir, ama onlar için de sorun haline getirilmek istenmektedir.
Evet banliyöler “sorunlu”dur. Ama burjuvazinin göstermeye çalıştığı ve öyle sayılması için uğraştığı türden, “kimin başına ne geleceği belli olmayan”, vurmaya-kırmaya hazır, hırsız, soyguncu vb. yatağı olmakla sorunlu değillerdir. Doğal ki banliyöler bu tür olaylardan muaf değildir, ama bu tür “sorunlar” sonuçtur. Ancak kimin başına ne geleceği hiçbir zaman belli olmayan, bilinmeyen pazarlar için üretimin anarşik niteliğiyle koşullanan sonu gelmez rekabetin insanı insanın kurduna dönüştürdüğü son sömürücü toplum olarak kapitalizm, kuşku yok ki, belirsizlik, anarşi ve rekabet kadar, şiddeti de kendisi üretmektedir, şiddetin kaynağıdır. Birbirlerini ve halkı vurup kıran, gerek kendi aralarındaki rekabette gerekse halka karşı gangsterlik ve Mafya yöntemlerinin kullanılması, şiddete başvurma, Kontrgerillanın bir iktidar güç ve aygıtı olarak el altında tutulması dahil, kir ve pas içinde olan burjuvazi ve kapitalizmdir. Uyuşturucu tezgahı da, çeteler de onundur, topluma onun tarafından ve toplumu denetim altında tutmak üzere dayatılmıştır ve ondan bağımsız, onun tarafından beslenmeyen ne uyuşturucu ticareti, ne çeteleşme, ne de başka bir “kirlilik” ve suç olanaklıdır. Uyuşturucu ticareti ve çeteleşme, burjuvazi ve kapitalizm tarafından toplumun bütününe yaygınlaştırılmaktadır ve kuşkusuz en kolay kök salabileceği ve saldığı, en kolay “militan” edinebildiği kesim, en yoksul ve en çok işsiz-güçsüz bırakılmış banliyölerin “bir baltaya sap olma” imkanı elinden alınmış, horlanmış, umudu kırılmış, öfke dolu ve bu öfkesini boşaltacak yer arayan gençleri olmaktadır. Ancak bu nedenle sözü edilen gençleri suçlamak kolaydır, ama gerçeklere göz kapamaktır ve en hafif deyimiyle haksızlıktır.
Öte yandan banliyöler, gerçekten sorundur ve sorunludur. Derinleşmiş toplumsal kutuplaşmanın bir yönü olarak, işsizlik, yoksulluk, sefalet, eğitim ve sağlık yoksunluğu türünden, kapitalizmin, hele neoliberal uygulamalarıyla yıkıcılığı tırmandırılmış ürünlerinin pençesindeki işsizler, düşük ücretli işçi ve emekçilerin üst üste yığıldığı yerler, banliyölerdir. Diz boyu haksızlık ve adaletsizliklerin dayatıldığı, sakinlerinin gözleri önünde hergün zengin semtleriyle binlerce eşitsizliğin yaşandığı banliyölerin sorunu buradadır, sorunları bunlardır, sorunlu oluşu bu nedenlerledir. Ve banliyöler, ancak, haksızlık, adaletsizlik ve eşitsizliğin, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin merkezleri olarak ele alındığında, “banliyöler sorunu” ve kaynağına doğru ve gerçekçi yaklaşım mümkün olabilir. Ötesi, burjuva yaklaşımdır, suç ortaklığı anlamına gelmek üzere, kapitalist düzene yedekleyici burjuva propogandasından etkilenmedir.
Fransız sosyalizm tarihinde örnekleri bol olan sınanmış banliyöler yaklaşımını sürdürmek gerektir: Neoliberalizmin tırmandırdığı, banliyölere dayatılan işsizlik, yoksulluk, sefalet türü kapitalizmin ürünleriyle, yine aynı tür ürünlerden olan uyuşturucu vb.’ye karşı mücadele; çalışma koşullarının yanı sıra yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele ve bu mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleye bağlanıp, bu mücadelenin kaldıraçlarından kılınması. Bu kuşkusuz, işçi sınıfının işidir, kapsayıcı işçi hareketinin üstesinden gelebileceği bir görevdir. Ancak işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin –en azından her zaman– bunu başarmaya güç yetiremeyeceği*, ayrıca kanıtlanmayı gerektirmez. Gerekli olan bağımsız birleşik işçi hareketidir, sosyalist işçi hareketidir. Geçmişte, sosyalist işçi hareketinin, güçlü bir komünist partisinin varlığı koşullarında, banliyöler kelimenin sözlük anlamıyla “sorun” olmamış, ama işçi hareketi ve sosyalizme dayanaklık etmiştir. Bugünse, “banliyöler sorunu” ve buradan harlanan Paris alevleri, kapitalizm kaynaklı olmanın yanında, dayanak olmak bir yana, sosyalizm eksikliğinin, bu eksikliğin müsebbibi olan, burjuvaziye iltica ederek kapitalizme eklemlenmiş revizyonizmin kefareti olmuştur.
Alevlerle ilişkilendirilerek ’68 olaylarına sağ ve soldan yapılan atıfların tek doğru noktası da buradadır: Hem ’68 ve hem de daha küçük ölçekli ve tecrit edilmiş haliyle son Paris ateşi, reformist revizyonizmin kefaretidir. ’68, devrimci değerlerden kopmuş, devrimci perspektif ve çalışmayı terkederek sosyalizmi bozuşturmuş, işçi sınıfını düzene yamamaya soyunmuş, sorunları ve talepleriyle gençliği devrimci amaçlarla kucaklama ve sahiplenerek işçi sınıfı ve hareketinin etrafında birleştirme yerine, düzen penceresinden “goşizm”le suçlamayı seçmiş revizyonizmin kefaretiydi. Paris ateşi de, reformist revizyonist mecrada ilerleyişin yozlaştırıcılığının sosyalizmden geriye pek az şey bıraktığı, iyice zayıflatılmış sosyalizmin eksikliği koşullarının kefareti olarak oluşmuştur.*
“Vandalizm” konusu da, doğrudan burasıyla bağlantılıdır. Göçmen işçiler ve göçmen gençler, Fransa’da yeni bir olgu değildir. Tersine sömürgecilik döneminde, Ho Chi Minh ve arkadaşları örneğinde olduğu gibi, ileri unsurları, Fransa’da sosyalist hareketin bir parçası olarak örgütlenen ve FKP üyesi olan göçmenler arasından, “vandalizm” eğilimi değil, Fransız işçi hareketinin olduğu kadar, sömürgelerde emperyalizme karşı mücadele, direniş ve devrimin örgütçüleri çıkmıştır.
Ne kadar sosyalizm o kadar az vandalizm!
Bilinir, işçiler arasında da vandalizm eğilimleri görülmüştür. Bu, daha çok Marksizm öncesi döneme, sınıfın ilk oluşum ve gelişimi dönemine özgüdür. İşçiler, başlangıçta, kuşkusuz kapitalizm karşıtı bir sınıf olduklarını farkedemedikleri, düşmanlarını tanıyamadıkları ve ne yapmaları gerektiğini çözümleyemedikleri koşullarda, maruz kaldıkları sömürü ve baskının suçlusu olarak makinaları görmüşler ve onları kırıp tahrip etmeye yönelmişlerdi. Kendilerini ve düşmanlarını tanıdıkça, bu eğilim silinmiş –ya da tümüyle silinmese bile son derece azalmış ve ancak anarşist tahriklerinin etkisine bağlanmış– ve işçiler kapitalizme karşı mücadeleye girişmişlerdir. Şimdi yine mücadele içinde kendisinin ve gücünün farkına varma imkanı işsiz-güçsüz bırakılıp sınıfsızlaştırılarak, toplumdan dışlanarak ellerinden alınan ya da aşırı ölçüde zorlaştırılan kesimlerin bu tür eğilimlerinin görünmesi anlaşılmaz değildir. Asıl ana gövdeyi oluşturan banliyö emekçileri ve yoksulları, çalışma ve yaşam koşullarının olağanüstü kötüleştirilmesine ve nedeni olan kapitalizme karşı hak ve sosyalizm mücadelesinin çekim alanına girdikçe ve burada kendisinin ve gücünün yeniden farkına vardıkça bu eğilim, yerini kapitalizme karşı mücadele eğilimine bırakacaktır.
Öte yandan sosyalizm eksikliğine karşın, Fransız işçi hareketinin yeni bir toparlanma ve hareketlenme dönemine girdiği ya da girmekte olduğundan, en azından bunun belirtilerinin görünmeye başladığından söz edilebilir. AB Anayasası’na işçilerin büyük çoğunlukla “Hayır” demesi bir belirtidir. Emeklilik yaşının yükseltilmesi ve sosyal hakların budanmasına karşı gerçekleştirilen oldukça güçlü eylemler bir belirtidir. Geçen yıl, göçmen gençleri de kucaklayarak yükselen eğitimde özelleştirmeye karşı ve “fırsat eşitliği” için öğrenci eylemleri yine bir belirtidir. 4 Ekim’deki hayat pahallılığına ve özelleştirmelere karşı düzenlenen geniş katılımlı genel grev, en yakın tarihli olandır. Ve Marsilya’da bir ayı aşkın süren taşıma işçilerinin grevi ve özelleştirmeye karşı direniş belirtidir. İşçi hareketinin kendisini yenileyerek yükselişinin sosyalizmin de kendisini yenilemesi ve yeniden canlanmasına temel sağlayacağını ve bunun tüm “taşları yerli yerine oturtacak” başlıca unsur olacağını söylemek yanlış olmayacaktır!
Temel ihtiyaç, sosyalizm ve güçlenmesidir; işçi hareketinin, sosyalist işçi hareketi olarak birliğini sağlaması ve kapitalizmin alternatif gücü olarak, onun karşısına dikilmesidir!
‘Çıldırtan’ kitabın meramı
“EY ÇILGIN TÜRK, YOL AYNI YOL, RUH AYNI RUH”… Hürriyet gazetesinin 10 Kasım 2005 tarihli sayısının birinci sayfada sürmanşet başlığı böyleydi. “Çılgın Türk” Mustafa Kemal Atatürk’ün bir boy fotoğrafı da başlığın yanındaydı. Peki ne olmuştu da, ölümünün 67. yılında, sıfatlarının arasına “Çılgın Türk”lük de eklenmişti Mustafa Kemal’in?
TARİH YAZICILIĞINDA ESKİ BİR YÖNTEM
Tarih yazıcılığının başlangıcı, olayları, ‘kahramanlar ve onların düşmanları’ çevresinde anlatma yöntemine dayanır. Kahraman ya da kahramanlar, kendi toplumlarının esaretten, yoksulluktan, yurtsuzluktan, salgın hastalıklıklardan kurtulmalarını sağlamış ve insanlarına zaferler, zenginlik, güvenlik, sağlık bahşetmişlerdir. İyi ve güzel günleri kahramanlara bağlayan bu tarih anlayışının, aksi durumlara, yani kötü ve karanlık günlere ilişkin izahatı da açıktır: Kahraman eksikliği. Bütün bir insanlık tarihi, Homeros’un Aşil’i ya da Hektor’u, Orhun Yazıtları’nın İlteriş Kağan’ı ve binbir çeşit halkın aslında yaşanmışlıklardan kaynaklanan binbir çeşit destanları, efsaneleri, ağıtları bu anlayış üzerine kurulmuştur. Dev bir dünya edebiyat külliyatı bu çerçevede verilmiş eserlerle doludur. Ve bunların önemli bir bölümü de, ya söz konusu kahramanın iktidar olduğu dönemde ‘methiye’ olarak –kahramanlıkları sonunda iktidar gücüne bir şekilde erişmemişler pek kahraman olarak anılmaz zaten– ya da iktidardan çekilmelerinden sonra, hatta bazen çok çok sonra, muhtemel takipçiler için bir tür rehber olarak yazılmıştır. Elbette hem içerik, hem yarattıkları etki, hem de tarihsel anlamları bakımından çoğu örnek, mesela Homeros’un ikna ediciliğinin yanına bile yaklaşamamıştır.
Hem ‘iyi’ hem kötü örneklerinde, tarihe, efsaneyle karışık bir ‘kişisel hatırat dökümü’ olarak bakan bu anlayışı tasfiye edense, ilk kez Marx ve Engels’in ortaya koyduğu tarihsel materyalizm anlayışı olmuştur. Tarihin yönelişinde ismi öne çıkan kişiyi, içinden çıktığı sınıfın bir üyesi olarak görüp değerlendiren ve hakkındaki kararı bu çerçevede ilerleyerek veren, sürüp giden devasa sınıflar mücadelesi içerisinde kişileri ‘insanüstü’ niteliklerinden soyan tarihsel materyalizmin darbesi, tarihi efsaneden ayırma yolunda kesindir. Fakat bu, tarihi ‘kahramanlar’la yazan, daha doğrusu onları kendisi için yeniden ve yeniden yaratarak kendi tarihini yazan burjuva iktidar aygıtını engellemez. O, kendi ideolojisinin ve güncel politik ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde bir tarih yazıcılığının sürdürülmesini teşvik eder, bunun için gerekli koşulları hazırlar, ortaya çıkan sonuçların yaygınlaştırılması için gayret gösterir. Uzunca bir süredir, “Şu Çılgın Türkler” kitabı etrafında yaşanmakta olanlar, işte tam da budur.
YENİ BİR ‘İNKILAP TARİHİ’ KİTABI
İşgal edilmiş ve sınırları yeniden çizilmek istenen bir ülkenin bu duruma isyan ederek, üstelik sadece işgalcilere değil, kendi güvenlikleri ve konforlarını düşünerek onlarla işbirliğine giren yüzlerce yıllık yönetici sınıfa da isyan edip bir kurtuluş savaşına girişmesi büyük bir olaydır. Bütün şartlar olumsuzken ve hiç umut yokken böyle bir savaşı zaferle sonuçlandırabilmekse, daha da büyük bir olaydır.
Turgut Özakman, henüz genç bir öğrenciyken, Anadolu’da gerçekleşen bu büyük olayın bir köşesinden başlamış ‘biriktirmeye’. 1948 senesinde, 30 Ağustos Zaferi’nin yıldönümü için arkadaşlarıyla birlikte Ankara’dan Dumlupınar’a yaptıkları, bir bölümünde 10 gün boyunca yürüdükleri anma yolculuğu sırasında, düşman işgaline uğrayan bölgenin o günleri yaşamış olan halkıyla konuşup, konuştuklarını not tutarak, kendi Kurtuluş Savaşı arşivini oluşturmaya koyulmuş. Ve işte 50 yıldan uzun bir sürede oluşan bu zengin tanıklık ve belge yığını da, ona bugünün en çok gündemde olan ve aylardır en çok satan kitabını ortaya çıkarma olanağını sağlamış. Peki ama, gerçekten bir kişinin böyle uzun süreli bir bilgi-belge toplayıcılık sabır ve azmini göstermesinin sonucu mudur bugün ortaya çıkan, yoksa Özakman’ın da şaşkınlığını yaşadığı güncel bir ihtiyaca uygun düşme durumu mu söz konusudur?
Kurtuluş Savaşı’nı, yurdun işgali sonrasında, Yunan Büyük Taarruzu ve Türk Büyük Taarruzu şeklinde ikiye ayırıp, Kütahya-Eskişehir Savaşı, Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruz gibi alt başlıklar çevresinde; saldırının başını çeken İngiltere, işgalin askeri gücünü oluşturan Yunanistan, işgalcilerle işbirliği halindeki İstanbul yönetimi ve kalemşörleri, Ankara’da direnişi örgütleyen güçler, Ankara’nın önderliğinde harekete geçmiş Anadolu, bütün bu olup biteni izleyen ülkenin aydın ve yazarları anlatılıyor kitapta.
Şu Çılgın Türkler’in doğrudan belgelere-tanıklıklara dayandığı bölümleri de var, yazarın kurguladığı bölümleri de. Gerçek kişilerin hayatları da anlatılıyor, hayali kişiler de olayın içine katılıyor. Ve bütün bunlar, bir bölümü TRT tarafından ‘Kurtuluş’ adıyla dizi haline getirilen –ancak yazarının o halinden pek de memnun kalmadığı– bir senaryo akışı içinde okuyucuya sunuluyor.
Peki, bu belge ve bilgi yığını nasıl bir araya getirilmiş? Herşeyden önce, Özakman’ın tarihsel materyalizm öncesi bir tarih yazıcılığı yaptığını söyleyerek başlayalım. Her ne kadar kitabın türü kapağında ‘roman’ olarak belirtilmiş olursa olsun, kitabın konusunu Kurtuluş Savaşı’nın kronolojik anlatımı oluşturuyor. Bu anlatımın temel noktası da idealize kahramanlar. Başta Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi en üst lider kadro olmak üzere, dönemin milletvekilleri, komutanları, Halide Edip, Yakup Kadri gibi kurtuluş mücadelesine katılan yazarlar bu kahramanlar. Yazar onların yanına kendi yarattığı kimi hayali kahramanları da eklemiş ayrıca. Tabii karşı cephede de karşı-kahramanlar var: İngiltere Başbakanı Lloyd George, Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Yunan politikacı ve komutanlar, Padişah Vahdettin, İstanbul hükümetinin üyeleri, işgalcileri destekleyen işbirlikçi gazeteci Ali Kemal ve yine hayali kahramanlar, örneğin Yunan ordusunda bir er olan Panayot…
Kurtuluş Savaşı anlatılırken, en başta Mustafa Kemal olmak üzere, Ankara’da direnişi ve orduyu örgütleyen kadroların anlatılması elbette doğal. Ancak bu kahramanlarla onları ‘kahraman’ yapan toplumsal ve tarihsel koşulların nasıl bir araya geldiğine bakınca, Özakman’ın okuyucusuna aktardığı, sadece çok bilindik, “Anadolu köylüsü bir bütün olarak ve yurdun dört bir yanından Kurtuluş Savaşı’na katıldı” önermesini görüyoruz. Peki ama niye? Bunun cevabını aramamak yazarın tercihi olabilir, ancak işte o tercih, zaten bizi yeni bir ‘inkılap tarihi kitabı’yla başbaşa bırakıyor. Çünkü sadece bir görmeme durumu değil, aynı zamanda inkılap tarihi kitaplarında gördüğümüz bir resmi tarih çerçevesinde olayları çarpıtma ve yanıltıcı şekilde aktarma söz konusu. Herşeyden önce de, kurtuluş mücadelesinin başını çeken ve kendi kişiliklerinde somutlayan kişilerin iradelerinin tarihin akışına yön verdiğini öne süren burjuva tarih anlayışıyla çalışılıyor.
Böylece Şu Çılgın Türkler’in, bugünün politik ortamında, bir bölümünü ‘Kızıl Elma İttifakı’, bir bölümünü ordunun üst kademelerindeki komutanlar, bir bölümünü de CHP’nin oluşturduğu bir cephe ve onların etkilediği kesimler arasında etkili olmasının sırrı; Özakman’ın bazı soruları kendi istediği şekilde cevaplamasında yatıyor.
Özakman’ın kafasında, Kurtuluş Savaşı’nı veren, Cumhuriyet’i kuran, tek partili iktidarı yürütüp çok partili hayata geçen ve bugünlere kadar gelen “bir blok halinde devlet ve millet” var. Bir de en başından beri bu ‘blok’un başına işler açanlar: ‘Solculuk’, gericilik, bölücülük…
Özakman’ın kitabını okuduğunuzda bunların tümünün bir ‘şer cephesi’ şeklinde algılandığını görüyorsunuz. Bu cepheye yakıştırdığı ‘kötülük’leri sıralıyor, soru işaretlerine ise tahammülü yok, görmezden geliyor.
‘İSTANBUL SOLU’ VE MUSTAFA SUPHİ’NİN KATLİ
Örneğin bir ‘İstanbul sol’u var, işgale karşı kayıtsız kalmış, kendi kendiyle çatışan bir ‘sol’ bu. Şöyle ki:
“1 Mayıs işçi bayramı İmalat-ı Harbiye ve Demiryolu işçilerinin düzenlediği bir törenle, bütün dünyada olduğu gibi Ankara’da da kutlandı.
Silah Tamirhanesi’nin kapısı zafer takı gibi süslenmişti. Törene işçilerin yanı sıra bazı milletvekilleri ile Rus elçiliğinden gelen görevliler de katıldı. Cephelerde emperyalizme karşı dövüşen savaşçılar saygıyla anıldı. İstanbul’daki sosyalist derneklere, basına, İşçi Birliği’ne telgraf çekilerek Ankara işçilerinin selamları gönderildi.
İstanbul’da ise 1 Mayıs Kağıthane’de, bahar eğlencesi olarak kutlandı. Ne emperyalizm lanetlendi, ne Milli Mücadele anıldı. İstanbul’daki sol gruplar işgalcilerle ve düşmanlarla değil, birbirleriyle çatışıyor, işçiler ücret mücadelesiyle yetiniyorlardı.
İstanbul solunun gündeminde, emperyalizme karşı ölüm kalım savaşı veren Milli Mücadele yoktu.” (s. 551-2)
‘İstanbul solu’nu böyle anlatıyor Özakman. Fakat Kurtuluş Savaşı’na katılarak Ankara’ya koşan, Ekim Devrimi’nin etkisindeki ‘bolşevik’ aydınların, milletvekillerinin sadece ‘mücadeleye katılan ancak sık sık işleri zorlaştıran kesim’ içinde isimlerini sayıp geçiyor.
Cumhuriyet tarihinde devletin kirli işler için ‘resmi olmayan ama resmi görevliler’ kullanmaya başladığı ilk olay olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katlini de çarpıtıyor Özakman:
“Mustafa Suphi ve 15 arkadaşı 1921 yılı Ocak ayı içinde, Ankara’ya gelmek üzere Kars’a, Kars’tan Erzurum’a geçerler. Halk bunlara kendiliğinden ya da telkin sonucu tepki gösterir. Kazım Karabekir Paşa bu grubu Rusya’ya dönmeleri tavsiyesi ile Trabzon’a yollar. Trabzon’dan bir motorla ayrılırlar, genel kanıya göre İskele Kâhyası İttihatçı Yahya Kâhya’nın adamlarınca 28/29 Ocak gecesi denizde öldürülürler.” (s. 695, Dipnot 26 içinde.)
Özakman, bu nasıl edindiği anlaşılmayan “genel kanı”ya adres olarak gösterdiği kaynaklarda* yer alan Mustafa Suphi ve Mustafa Kemal arasındaki mektuplaşmaları, Mustafa Suphi ile ilgili olarak Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir arasında sürekli yaşanmakta olan haberleşmeyi, en önemlisi de Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldüren Yahya Kâhya’nın 1.5 yıl sonra ‘bilinmeyen eller tarafından’ öldürüldüğünü, Kazım Karabekir’in bu katliamın sorumluluğunun Mustafa Kemal tarafından kendi üzerine atılmak istendiğini söylediğini, yine Karabekir’in Yahya’nın katillerinin Ankara’dan gönderilen Topal Osman ve adamları olduğunu da söylediğini, Topal Osman’ın da, 1923’te Lazistan Milletvekili Ali Şükrü’yü öldürmesinin ardından, tutuklanmak istenirken çıkan çatışmada Mustafa Kemal’e bağlı askerler tarafından öldürüldüğünü okuyucusuna aktarmıyor.
DİNDARLAR HEP İŞBİRLİKÇİ Mİ OLUR?
Örneğin İstanbul hükümetinin dini kendisi için kullanma gayretine maşa olan Sait Molla gibi vatan hainlerinin yaptıkları anlatılıyor kitapta. Fakat kurtuluş mücadelesine katılan kadroların taşıdığı dini duygulara, onların bu konudaki hassasiyetine, sadece bir tek olay etrafında ve orada da devlet katındaki laiklik anlayışının ne olduğunu göstermek için değiniliyor.
Anlatılan olay, Mustafa Kemal’in, Öğretmenler Kongresi sırasında kadın ve erkek öğretmenlerin ayrı oturtulmasına gösterdiği tepkidir. Savaşın kızıştığı bir anda başlayan kongreye katılan Mustafa Kemal, konuşmasını yaptıktan sonra ilgilileri bu yüzden azarlar. Devletin (özellikle askeri kanadının) laiklik konusunda yakın dönemde ve bugün dinci gericiliğin içinden çıkarak kurulmuş hükümetlere karşı gösterdiği refleksin ilk örneğidir belki bu. Yaşandığı günün koşulları dışında, bugüne ilişkin bir deşifre gayretiyle aktarılır bu olay. (s. 184) Olayın öznesinin kadın-erkek eşitliği olması da, devletin dönem dönem askeri müdahalelere kadar uzanan refleksi ve bunun kökleri üzerine okuyucuda hak veren bir düşünce oluşmasına hizmet edeceği düşünülmesindendir.
Fakat ne halk ne de Ankara yönetici kadroları içindeki dini duygulardan kaynaklanan ve işgale karşı çıkışa başından itibaren büyük katkısı olan ‘dinin elden gidiyor olması’na duyulan öfkeye dair hiçbir şey söylemez Özakman. Laikliğin benimsenmesi ve savunulması kaşkusuz iyi ve ilerletici bir tutumdur; ancak “laikçilik” yapılması, bu yönüyle gerçek tarihin düzeltilmesi başka şeydir. Din istismarcıları Kurtuluş Savaşı günlerinde de vardı ve karşı saftaydılar, “din elden gidiyor”, “Halifeye isyan” içerikli fetvalarıyla işgalciler ve işbirlikçisi Halife-Padişah ve onun İstanbul Hükümetinin hizmetindeydiler. Samimi inananlar ise, –kuşkusuz fetvalarla kandırılanlar ve ulusal mücadele saflarında yer alan istisna oluşturdukları söylenebilecek din istismarcıları dışta tutulursa– Kurtuluş Savaşı saflarını doldurmuştu. Bu gerçektir ve güncel politik yaklaşımlarla “düzeltilmesi” şüphesiz gerekmemektedir.
ELBETTE SADECE TÜRKLER ‘ÇILDIRMIŞ’TIR!
Kitabın Türkiye’nin çok halklılığı konusundaki fikri adından belli zaten. İşbirlikçi Ali Kemal ve Ermeni ortağı Mihran’ın Kurtuluş Savaşı’na girişenler üzerine bir konuşmaları sırasında kullandıkları “Bunlar çılgın” ifadesinden doğmuş bu isim. Özakman kitabına bu ismi verirken hiçbir şüphe duymamış tabii: Çılgın olanlar, sadece ‘Türkler’dir. Kürtler, Çerkesler, Pomaklar, Araplar, Lazlar ve Kurtuluş Savaşı’nda kan dökmüş, can vermiş diğer halklar yazmaz Özakman’ın kitabında. Öyle ki, TBMM tutanaklarını bile çarpıtmakta sakınca görmez bunun için, “Dersim Milletvekili Diyap Ağa”yı, çok sonra verilecek olan ismiyle “Tunceli”nin milletvekili yapar. (s. 211) Osmanlı tarihi boyunca yaşanan savaşlarda olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı’nda da, bütün Anadolu halklarının yan yana çarpışıp, birlikte öldüğüne değinmez Özakman.
Bütün bunları yaparak da, kökleri o günlere dayanan ve etkileri ülkemizde halen devam eden temel sorunlara resmi tarih dışında bir açıdan bakmayı reddeder.
SOVYETLER BİRLİĞİ VE İSTİKLAL MAHKEMELERİ
Aynı şekilde yeni kurulan Sovyetler Birliği’nin yaşadığı ablukaya, yokluğa ve isyanlara karşın Kurtuluş Savaşı’na yardımda bulunduğunu söylüyor, hatta bunun, “Volga kıyısındaki açlık çekenlere Türkiye’den gönderilecek tahıl”la bir karşılıklı dostluk anlaşması olduğunu belirtiyor. Ancak el altından, “Bolşevikliği benimsemeyen Mustafa Kemal’e karşı” Enver Paşa’nın komutasına verilecek 130 bin kişilik bir ordu toplamakta olduğu iddiasını da bir gerçekmiş gibi ortaya atıyor. (s. 197) Bu, biliniyor, resmi tarihin Sovyetler Birliği’den uzaklaşma dönemi politikalarını gerekçelendirmek üzere anlattığı boş bir palavra. Kendisi de söylüyor üstelik, Sovyet devletinin hem içte hem de dışta bir savunma durumunu sürdürmek zorunda olduğunu. Fakat yine de beyaz çetelerle ve emperyalist ablukayla uğraşan Sovyet rejiminin, 130 bin kişilik bir orduyla, üstelik başına da Enver Paşa’yı koyarak, Türkiye’de maceracılık oynamaya kalkacağını iddia edebiliyor.
Bu duruşu icabı, İstiklal Mahkemeleri’ni savunmaya da girişiyor. Bu mahkemelerin ‘bir ihtilal mahkemesi’ olduğunu, hızlı ve kesin kararlar verdiğini söyleyip ekliyor, “İstiklal Mahkemeleri bu nitelikleri ile namuslu, yurtsever halk için bir güvence, halkçı tutumuyla gelecek için de bir ümitti. Buna karşılık bozguncular, casuslar, hainler, bölücüler, işbirlikçiler, isyancılar, gericiler, din tüccarları ve aktörleri içinse elbette ciddi bir tehlikeydi. Bu safta olanların düşüncelerini paylaşanlar, uzun yıllar sonra da bu ihtilal mahkemelerinin aleyhinde konuşacak, haklı çıkabilmek hırsıyla yalan söylemekten çekinmeyeceklerdi.” (s. 256)
Sonraki yıllarda, bizzat bu mahkemelerde çalışanların alınan kararları savunamadığı, Kürt isyanları sırasında bu mahkemelerin bir tür engizisyon işlevi gördüğü (Van’da 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizdiren Org. Mustafa Muğlalı’nın bu mahkemelere özgü ‘anında yargı anında infaz’ gibi bir refleksle hareket ettiği açıktır.), bu mahkemelerin yakın bir zamanda ‘kapanan’ Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin prototipi olduğu ve Cumhuriyet tarihine henüz başlangıcında kara bir leke bıraktığını söyleyemiyor elbette.
SATIŞ LİSTELERİNDE NEDEN BİR NUMARA?
Kısacası Turgut Özakman’ın, Şu Çılgın Türkler kitabı Kurtuluş Savaşı günlerinden beri süregelen tüm düşmanlıklara, önyargılara, çarpıtmalara ve çatışmalara devletin nesiller boyu öğrettiği şekilde yaklaşıyor. Elinde aksini yapmasını sağlayacak bir dolu belge ve bilgi olduğu şüphesizken, bunu yapıyor. Yazarın bu bilinçli tercihiyle kitabının yakaladığı popülerlik de bağlantılı.
Kendince şekillendirdiği bir “AKP konjonktürü” gereği Kızılelmacı cepheyle genelde mesafeli duran Hürriyet gazetesinin, çıkışında genelde o cepheyle özdeşleştirilen kitabı, 10 Kasım günü girişte aktardığımız şekilde birinci sayfasına taşıması, ‘kitaba sığmayanları’ Özakman’ın imzasıyla yazı dizisi yapması da, tiraj artıracak, kuşkusuz samimiyetsiz, fakat aynı zamanda ‘sakıncasız’ bir harekettir.
Özakman kitabının sonunda niyetini şöyle açıklıyor:
“Bugün Türk gençliği bir ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor:
Biri bu romanın esas aldığı, sağlıklı ve dürüst belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih… Öteki Cumhuriyet’i yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih.” (Sonsöz, s. 687-8)
Tarihe bakışını Cumhuriyet’i kuran askeri-sivil bürokrasinin ve bu kesimin şehirlerdeki ve köylerdeki farklı sınıflardan destekçilerinin bakış açısıyla şekillendirdiğinde, ‘hepimize gurur veren gerçek tarih’i yazacağını düşünmüş Özakman. Ancak, ‘hepimiz’i egemen tarih anlayışına göre budayıp ayıklayarak, kategorize ederek ve nihayet ‘kahramanlar’ın çevresine uygun şekilde yerleştirerek.
Bütün bunların yapılmasıyla da, zaten politika kulvarına 28 Şubat sonrası oluşturulmuş bulunan bir akımın (Brövesinden Atatürk silüetini çıkardığı için Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na fırça çeken bir akım), kitabı, henüz çıkışında bir bayrak haline getirmesi kaçınılmaz olmuş. Bu akımın İlhan Selçuk, Emin Çölaşan, Altemur Kılıç gibi üyelerinin görüşleri de, zaten kitabın arkasında yer alıyor.
Böylece kitap okuyan kesimlerin gündemine giren Şu Çılgın Türkler’in, eski tür bir tarih yazıcılığı örneği olması ve bugünün politik ortamına da fincancı katırlarını ürkütmeyen bir duruşla katılmayı becerebilmesi, kitap satış listelerinde bir numaraya yerleşmesini sağlıyor.
Ancak kitabın ve hele Özakman’ı alelacele yazarları protföyüne katan Hürriyet gazetesinin 10 Kasım sürmanşetinin ardından soru ortada duruyor: “Ey Çılgın Türk, Yol Aynı Yol, Ruh Aynı Ruh” mu? Özakman’ın niyetleri, halisane olup olmaması bir yana, bugünden bakarak kaleme aldığı kurtuluş tarihinin ardında birleşen alkışçılar, kurtuluştan, kurtuluşçuluktan, onun ilke ya da umdelerinden, daha da ötesinde mitleştirdikleri kahramanlarının başlıca yaklaşım ve tutumlarından geriye ne bıraktılar? Milli kurtuluşçuluğun ve Mustafa Kemal’in hangi milimetre karesini savunuyorlar? Hangi aynı yol, hangi aynı ruh? Emperyalizme karşı mücadeleden onun işbirlikçiliğine dönüşmenin yolu ve ruhu mu? Devletçilik mi? Devrimcilik mi? Bağımsızlıkçılık mı? Tümünü bir kalemde silenler, tersaneleri, limanları, madenleri, bütün büyük işletmeleri, hatta kentleri ve kıyılarıyla, tüm yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle Türkiye’yi parselleyerek satışa sunanlar, yabancı askeri üslerle donatanlar, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”un yerine Irak işgaline katılma tezkeresini geçirenler ve ülkenin sömürgeleştirilmesine sessiz kalanlar mı “aynı yol ve aynı ruh”tadır? Milli kurtuluşçuluk ve romanın başlıca kahramanı M. Kemal’in, ilkeleri arasında yer almayan “Batıcılık” ve “Çağdaşlık”la açklanması mı “aynı yol, aynı ruh” oluyor? Ya da Batıcılık ve çağdaşlık, Kurtuluş Savaşı’yla ülkenin kurtulduklarının önünde diz çökmek, köleliği ve sömürgeleşmeyi kabullenmek mi oluyor? Kurtuluş Savaşı mirasını sahiplenmemek, ama ona bugünden alkış göndermek kimi kandırabilir? Gerçek tarih hangisi öyleyse? Örneğin basın şehitlerinden saydığı Ali Kemal’e selamlarını gönderen, Özakman’ın yazanlar ailesine katıldığı gazetenin genel yönetmeni Özkök’ün yorumlarıyla çekiştirdiği tarih mi, bugün hala sürmekte olan ve güçlendirilmesi gereken emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin üzerinde yükseldiği ve miras edindiği mi?
* Andığı kaynaklar şöyle: A. Sayılgan, Solun 94 yılı; F. Tevetoğlu, Türkiye’de sosyalist ve Komünist Faaliyetler; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.
Avrupa’da bazı politik gelişmeler ve anlamları
Avrupa’da, politik bakımdan küçümsenemez derecede önemli ve önümüzdeki yılların sınıf mücadelelerinin seyrini de belirleyecek gelişmeler yaşanmaktadır. Bu gelişmeler; bir yandan sosyal kutuplaşma ve öfkenin büyümesiyle birlikte işçi ve emekçi mücadelelerinde belirginleşen yükseliş eğilimi, diğer yandan politik sarsıntılarla istikrarsızlık ögelerinin artacağı bir döneme girilmiş olması olarak özetlenebilir…
“AVRUPA BİRLİĞİ PROJESİ”NİN GELDİĞİ NOKTA
Bu gelişmelerle ilgili değerlendirmemize, Avrupa’nın politik yaşamında önemli bir rol oynayan bir kurumuyla, yani Avrupa Birliği (AB) ile başlayalım. Pek çok olgu, AB’nin esas olarak gelişme ve ilerlemeyle karakterize olan bir döneminin kapanıp, istikrarsızlık ve kriz ögelerinin artıp birikeceği yeni bir döneme girmiş bulunduğuna işaret etmektedir. Birkaç noktaya dikkat çekerek bu tespitimizi somutlaştırmaya çalışalım.
Birincisi; “AB projesi”, “savaş ve barışı belirleyen” bir “ülkü”, “ideal” olma yönüyle iflas etmiştir. Bu bakımdan, Avrupa anayasasıyla ilgili Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlar, balona batırılan iğne misali, bu “ideal”in bir illüzyondan ibaret olduğunu açığa çıkartmıştır. “AB projesi” süreci, zirvesindeyken (olağanüstü hızlı genişlemeden ortak anayasaya geçiş!), tersine dönmüştür.
Bilinmektedir ki, halkın, bu referendumlarda “Hayır!” oyu vererek karşı çıktığı şeyler, bu “proje”nin gerçekleşmesinin olmazsa olmazlarıydı. AB’nin, emperyalist bir mihrak olarak, daha da ilerlemesinin ekonomik ve politik gerekleri, Avrupa işçi ve emekçi halklarının en temel kazanımları, hak ve özgürlükleriyle giderek daha doğrudan ve açıktan çelişen bir noktaya gelmiş; dahası, bu gereklerin tek tek ülkelerdeki dolaylı ve dolaysız yansıma ve etkileri, işçi ve emekçilerin somut mücadele ve karşı koyuşlarını adeta kışkırtmıştır. Dolayısıyla, “AB projesi”nin referandumlarla yediği şamarı koşullayan nedenler, referendumun düzenleniş şekli veya yapıldığı ülkelerdeki iç politik durumun özgünlükleriyle açıklanamaz.
İkincisi; her ne kadar kurumsal bir krizle yüzyüze değilse de, AB’nin aldığı (ve “proje” olarak baştan itibaren bağrında taşıdığı çelişkileri açığa çıkartan) bu politik darbenin, onun emperyalist bir mihrak olarak yol alma hızı üzerinde bugünden görülebilir etkileri olmuştur ve daha da olacaktır. Görünen o ki, AB’ne yüklenen misyon eksenindeki ezeli tartışmalar (geniş bir ortak pazar/büyük bir serbest ticaret bölgesi mi yoksa dış ve güvenlik politikasının da ortaklaştırıldığı hakiki bir federasyon mu?), kuşkusuz pek çok başka etken ve çelişkilerle ilişki ve karşılıklı etkileşim içinde derinleşirken; AB içinde var olan gruplaşma eğilimleri de daha da güçlenecekleri bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Özellikle, kaderini adeta AB’ne endeksleyen Almanya’da (burada referendum olmamış ama, sonuçları da en fazla Alman sermayesinin yüreğini yakmıştır!), bu olumsuz yöndeki gidişatı daha da hızlandırabilecek söylem, tutum ve politikalardan kaçınma ve güven tazeleme amaçlı adımlar atmanın Angela Merkel hükümetinin dış ve Avrupa politikasının baş görevlerinden biri olacağının bugünden netleşmiş olması, bu bakımdan şaşırtıcı değildir.
İlerleme temposundaki yavaşlama, yani bir iki vites düşürme zorunluluğu, önünde sonunda, “farklı viteslerle farklı hızda yol alanlar”ın gerekliliğini favorize eden eğilimleri güçlendirecektir (en ileriden yol alanlar olarak, çekirdeğini Fransa ve Almanya’nın oluşturduğu iki-üç gelişme aşamalı bir AB). Yani bir yandan “dönen dönsün biz dönmeyiz”, diğer yandan “bizden buraya kadar” diyenlerin AB içinde kendi hukuksal ve kurumsal ifadelerini bulmaları… Bu, her ne kadar “AB ülküsü”nü canlı tutmanın yegane yolu olması anlamıyla, bir ilerleme olarak yansıtılmak istense de; böylesi bir pozisyona düşülmesinin, gruplaşmaları resmileştirmekle sınırlı kalamayacağı açık olsa gerek.
Üçüncüsü; AB’nin tam da, sertleşen bir dünyada emperyalist bir mihrak olarak daha etkin hareket etme zorunluluğunun arttığı koşullarda hız kaybına uğramasının sonuçları, kendisini öncelikle iki açıdan ortaya koyacağa benzemektedir:
a) Var olan görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara tahammül etme sınırlarının belirtilen nedenle giderek daralmasıyla birlikte, AB içi “krizleri çözme” teamül ve mekanizmalarının aşınması, ve bu aşınmayla birlikte, AB’nin, sorunlarını çözüp azaltan değil, çözemeyip giderek biriktiren bir sürece girmesi. (Bu sürecin etkilerine tek yanlı bakıldığında, Almanya-Fransa çekirdeğinin daha da “yoğunlaşacağı” sonucuna varılabilir. Ama bunun tersi de görülmelidir: Bu süreç, bu çekirdeğin; bileşenlerinin farklı konum ve olanakları nedeniyle –örneğin Fransa, BM Güvenlik Konseyi üyesidir, sömürgeciliğinden gelme mevzileri vardır, nükleer güce sahiptir vb., yani dış ilişkilerinde Almanya kadar “AB projesi”ne mahkum değildir vb.–, kendi içindeki zıtlaşmaları artırabilir, hatta daha ileri bir safhada parçalanmaları bile gündeme getirebilir. Benzer şeyler, bu çekirdeğin dışındakilerinin, çekirdekle sorunlu ilişkileri açısından da söylenebilir kuşkusuz. Bu, özellikle AB’nin nispeten küçük ve zayıf ülkelerinde –Polonya bir örnektir sadece– milliyetçi eğilim ve politikaları güçlendirecektir.)
b) AB’nin emperyalist bir mihrak olarak genel çıkarlarıyla, tek tek üye ülkelerinin tekil çıkarları arasındaki farklılıkları derinleştirmekte olan bu süreç; bir yandan AB kurumunun, Avrupa işçi ve emekçilerinin çıkarları aleyhine, hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı politika ve kararlarını artırma baskısını büyütürken; diğer yandan üye ülkelerindeki işçi ve emekçi hareketleri, bugünkünden daha fazla AB karşıtı bir pozisyona sürükleyecek, bu kurumu ve kararlarını hedef alan talep ve mücadeleleri daha da artıracaktır. Tek tek hükümetlerin saldırı politikalarını Brüksel üzerinden meşrulaştırma çabalarıysa, kitleler nezdinde bugünkünden çok daha az prim yapacaktır.
Kısacası; AB’ni zor günler bekliyor. Gündeminde, bir adım daha ileri atmak değil, bütünü riske sokmayacak tarzda elde edileni tahkim etmek bulunmaktadır. Ama dünya yerinde durmayacağı için, emperyalist bir mihrak olarak ihtiyaç duyduğu bu soluğu bulup bulamayacağı veya yol katetme bedelinin küçük tutulup tutulamayacağı oldukça tartışmalıdır.
AB’nin son 20-25 yılını karakterize eden başdöndürücü bir hızla ilerlemesiydi. Bu ilerlemenin motor gücü Almanya idi. Ne var ki, Alman emperyalizminin Doğu Almanya’yı olanca açgözlülüğüyle yuttuktan sonra yaşadığı hazmetme sorunu, şimdi kamçılayarak sürüklediği “AB projesi”yle de karşısına çıkmış bulunmaktadır. Bugün, bu sabırsızlık ve açgözlülüğünün bedelini hem Avrupa politikasında ve hem de iç politikasında ödemekle yüzyüzedir.
ERKEN SEÇİM SONUÇLARININ POLİTİK ANLAMI
“Seçimler mi? Önemi yok!” Alman sermayesinin borazanlığını yapan Handelsblatt gazetesi, Almanya’da 18 Eylül 2005’te gerçekleşen erken seçim sonuçları karşısındaki tepkisini böyle dile getirmişti. Gazetenin bu yaklaşımında, Alman sermayesinin seçim sonuçları karşısındaki hoşnutsuzluğunu, ve ama, aynı zamanda kararlılığını okuyabilmekteyiz.
Bilindiği gibi, erken seçimlerde sermayenin favorize ettiği CDU/CSU ve FDP partileri, birlikte bir koalisyon hükümeti oluşturabilecek çoğunluğu sağlayamadı. Dahası, sermayenin bu istemi gerçekleşmediği gibi, halk, iktidardaki SPD/Yeşiller koalisyonunu da onaylamadı. İki büyük “halk partisi” (SPD ve CDU/CSU), ciddi boyutlarda oy kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, bu iki parti, hiçbir zaman bu kadar az oy toplamamıştı. Erken seçim kararının kuruluş sürecini hızlandırdığı WASG ve PDS’in ortaklığından doğan Sol Parti ise, büyük bir başarı kaydetti. Oyların yüzde 8,7’sini (dört milyonu aşkın oy) alan Sol Parti, 54 milletvekiliyle meclise girerek, Yeşilleri de geçmek suretiyle, ülkenin dördüncü büyük partisi haline geldi! Sonuç itibarıyla, Alman meclisinde bir “pata durumu” ortaya çıktı. Öyle ki, CDU/CSU ve SPD’den oluşan büyük koalisyon, tek gerçekçi seçenek haline geldi.
Böylelikle, Alman burjuvazisinin Avrupa Anayasası referendumlarıyla yediği darbeyi, ülke içindeki bu darbe izledi. Özetle, her iki olayda da, emekçi halk, pervasızca izlenen sosyal hak ve özgürlükleri kısıtlama/tasfiye etme politikalarını reddetti. Başka bir deyişle, Alman sermayesi, ülke içindeki “temel reformlar”la ilgili programını yaşama geçirmede de hız kaybıyla yüzyüze geldi.
Burada şu söylenebilir: Almanya’da, özellikle ekonomi ve sosyal politikada, zaten bir tür büyük koalisyon bulunuyordu; Schröder Hükümeti’nin işçi ve emekçiler aleyhine çıkardığı birçok yasa, her zaman CDU/CSU ve FDP’nin desteğini alıyordu, muhalefet, sadece “az bile bunlar” söylemiyle hükümetten ayrılıyordu vb…
Yine denilebilir ki, büyük koalisyon; Almanya’nın federatif yapısını bir ayakbağı olarak hisseden Alman sermayesi için, başta “federalizm reformu” olmak üzere, talep ettiği bir dizi “yapısal reformlar” açısından oldukça elverişli bir durumdur. Federal Konsey ile Federal Meclis arasındaki birbirini bloke eden politik durumun sona ermesi, dörtte üç çoğunluk gerektiren yasaların kolaylıkla çıkartılabilmesi vb.; kuşkusuz bütün bunlar, meclis aritmetiği ve yasama bakımından önemli ve sermayenin de sonuna kadar kullanmakta tereddüt göstermek istemeyeceği mevzilerdir. Bunlar işlerin daha hızlı yürümesi demek değil midir; o halde, hız kaybı bunun neresinde diye sorulabilir.
Elbette soruna, seçim sonuçlarının gerçek politik anlamı yerine, meclis aritmetiği üzerindeki etkisiyle sınırlı bir perspektiften bakıldığında, yeni durumun, Alman sermayesi için daha elverişli bir sonuç yarattığı bile iddia edilebilir. Aynı şekilde böyle bir yaklaşımda, Sol Parti’nin 54 milletvekiliyle mecliste bulunmasının da pek bir anlamı olamaz. Ama bu yaklaşım hem dar ve hem de yanlıştır. Dahası, Almanya’da birçok bakımdan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzun görülmemesi demektir.
Bir kere, büyük koalisyon seçmenin seçtiği bir koalisyon değildi. Tersine; seçmenlerin çoğunluğu, saldırı politikalarını reddetmiştir. Büyük koalisyonun bileşenleri ise, bu saldırı politikalarını savunan ve uygulayan partilerden meydana gelmektedir. Kuşkusuz, işçi ve emekçilerin bu reddi, bu reddedişten doğan politik sonuçları esas alan bir siyasi partiyi de iktidar yapmaya yetmemiştir. Bu durum ise, seçmenler tarafından reddedilenlerinin büyük bir koalisyonuna vesile olmuştur. Yani, büyük koalisyon görüşmelerinde ileri sürülen, “ne yapalım, büyük koalisyon seçmenin iradesidir” argümanları basit bir yalandan ibarettir. Bundan da öteye, bu hükümetin meclisteki meşruiyetiyle sokaktaki meşruiyeti arasındaki potansiyel orantısızlığı hasıraltı etmektedir.
Nitekim büyük koalisyon, daha yeni yapılan bir genel seçimde işçi ve emekçiler tarafından reddedildiği açıkça ortaya çıkmış saldırı politikalarını uygulamak durumundadır. Bu politik koşullarda işbaşına gelmiş bir hükümet, herhangi bir hükümetten çok daha fazla ve hızlı yıpranma ve dağılma riski taşımaktadır. Büyük koalisyonun (ve aynı zamanda sermayenin de) buradaki politik açmazı şudur ki; “temel reformlar” için gerekli olan en elverişli meclis aritmetiğine, bu “reformlar”a karşı halk tepkisinin en yüksek olduğu koşullarda kavuşulmuş olunmasıdır. Meclisteki istikrar sağlam bir zemine dayanmamaktadır. İki büyük partinin, bu koalisyonun geçiciliği bilinciyle, geleceklerini dikkate alarak birbirini nötrleştirecekleri; verili durumda her birisinin, sezdirmeden bir sonraki dönemi düşünerek, bugünden profil kazanmaya çalışacakları, iki büyük partinin acizliklerinden doğan bu koalisyondan güçlenerek çıkma gayretlerin kaçınılmaz kıldığı sürtüşme ve çekişmeler vb. vb.; bütün bunlar bir yana; tek başına yukarıda dikkat çektiğimiz tayin edici politik sonuç (emekçi halkın saldırı politikalarına öfkesinin sarsıcı bir biçimde kendisini açığa vurması) nedeniyle, büyük koalisyonun, “nerede kalmıştık” edasıyla, saldırı politikalarına sermayenin çıkarlarının buyurduğu dozaj, boyut ve hızda devam edemeyeceği ortada olsa gerek.
Kısacası, genel saldırı programı bakımından bu hükümet, ister istemez sermayenin şarabına su katmak zorundadır. Büyük koalisyonun, bir yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu saldırı politikalarını izleme kararlılığını ortaya koyarken, öte yandan da öngörülen saldırıları hemen bir paket halinde açmak yerine, bunları sürece yaymayı tercih etmesi, bunun bir göstergesidir. Zaten, birçok bakımdan muğlak bırakılan koalisyon sözleşmesinin açıklanmasından sonra, ülkedeki atmosfer de bu taktik ve söylemle (“herkes katkıda bulunmalı” edebiyatı) şekillendirilmeye çalışılmıştır. Açıktır ki, bu yanıltma politikasında ne kadar başarılı olunabilinirse, o denli sermayenin şarabına katılan suyun miktarı azaltılabilecektir.
Eklemek gerekir ki, hükümet, şaraba su katma taktiğiyle, kısa bir süre için de olsa başarılı da olabilir. Özellikle sendika bürokrasisinin “en kötü şeyler engellenmiştir”, “eleştirel bir gözle takip edelim”, “fırsat tanıyalım hele” söylemleriyle aldığı tutum, işçi ve emekçilerdeki duyarlılığı köreltme ve seferber olma eğilimini zayıflatmada hükümete somut bir imkan sunmaktadır. (Hükümetin, sendika bürokrasinin de desteğini gören bu taktiği karşısında uyanık olmanın gerekliliği ve özellikle kitleleri uyarma görevinin yakıcılığı açıktır sanırız. Zira hükümetin bu taktiği, işçi ve emekçi mücadelesi açısından, mücadelenin önde gelen unsur ve güçlerinin en kısa sürede teşhir edip boşa çıkartmaları gereken bir tehditi oluşturmaktadır.)
Öte yandan ama, belirtilen türden taktik başarıların dahi, Almanya’da içinde bulunduğumuz sürecin niteliğini değiştirecek özelliklere sahip olamayacaklarını vurgulamak gerekir. Büyük koalisyonu da, Sol Partiyi de ortaya çıkaran nedenler aynıdır. Her ne kadar bu nedenler, burjuva basınında, seçmen kitlesinin bir seçimdeki fevri protestosu olarak yansıtılmak istense de, gerçek şudur: Almanya’da işçi ve emekçiler, sermayenin emrindeki hükümetlerin saldırı politikalarına “yeter artık!” demiştir. Ve bu duygu ve düşüncesini, geçtiğimiz yıllarda giderek artan bir öfke ve mücadeleyle ortaya koymuştur. Schröder Hükümeti’nin, Mayıs 2003’te, başta “Agenda 2010” olmak üzere, saldırı politikasını yürürlüğe koymasıyla birlikte, bu saldırılara karşı protesto eylemleri, miting ve yürüyüşler de yaygınlaşmaya başlamıştır. 1 Kasım 2003’te, sendika merkezleri desteklememelerine rağmen Berlin’de 100 bin kişinin yürümesi; 3 Nisan 2004’te, sosyal hak kısıtlamalarına karşı Avrupa çapında düzenlenen eylem gününe, Berlin’de 250 bin, Stuttgart’ta 120 bin ve Köln’de 100 bin işçi ve emekçinin katılması; Hartz IV yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, Ağustos 2004’te, Almanya çapında ortaya çıkan “Pazartesi Yürüyüşleri”ne on binlerin katılması (yaz sonuna doğru Almanya’nın 230 kentinde 200 binden fazla emekçi bu yürüyüşlere katılmıştır); aynı yılın 2 Ekim’inde, “Pazartesi Yürüyüşü” düzenleyenlerin çağrısıyla Berlin’de 50 bin insanın sokaklara çıkması; 6 Kasım’da İş ve İşçi Bulma Ajansı’nın Nürnberg’teki merkezinin önünde 10 bin emekçinin protesto gösterisi; ve 2005 yılında gerçekleştirilen çeşitli merkezi ve yerel eylem ve gösteriler… Üstelik bu eylemlerin birçoğu, sendika merkezleri tarafından değil, yerel ve tabandan gelen sendikal güçlerin, sosyal birlik ve inisiyatiflerin girişimleri sonucu gerçekleşmekteydi. Öte yandan sadece hükümetin sosyal politikalarına karşı yürüyüşler değil, başta Bochum Opel işçileri olmak üzere, sermayenin işyerlerinde pervasızca izlediği şantaj politikalarına karşı mücadele ve öfke de –başarı ve yenilgilerden bağımsız olarak– giderek artan bir oranda ortaya çıkmaktaydı.
Başka bir deyişle; SPD’nin peşpeşe eyalet seçimlerinde yenilgi kaydetmesi, SPD’nin parti olarak hızla onbinlerce üye kaybetmeye başlaması, WASG’nin ortaya çıkar çıkmaz, SPD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihinin en büyük yenilgisini kaydettiği Kuzey Ren Vestfalya seçimlerinde (Mayıs 2005) kendi çapında iyi bir sonuç alması (%2’lerde bir oranla), Schröder hükümetinin bunun üzerine erken seçim kararı alması, bu kararın SPD’ce hedeflenilenin aksine WASG ile PDS’in Sol Parti olarak ortaklaşa seçime girme sürecini hızlandırması ve Eylül ayında yapılan erken genel seçimlerde iktidarı ve meclisteki muhalefetiyle saldırı politikalarını izleyen ve izlemek isteyen partilere hayır anlamına gelen bir sonucun çıkması; bütün bu süreç ve gelişmeler, söz konusu olanın, sosyal bakımdan durumu kötüleşen seçmen kitlesinin tepkisel ya da anlık ve gelip-geçici bir protestosu olmadığını yeterince göstermektedir sanırız.
ALMAN SOSYAL DEMOKRASİSİNİN İŞÇİ VE SENDİKAL HAREKET ÜZERİNDEKİ TEKELİNİN SARSILMASI
Hiç şüphesiz; erken seçim sonuçlarıyla, Alman tekelci burjuvazisinin ’89-91 dönemeciyle ele geçirdiği ve işçi ve emekçilere karşı saldırılarında kullandığı manevi üstünlüğü derinden sarsılmıştır. Öte yandan, mevcut saldırı politikalarının alternatifsiz olmadığını ortaya koyan ve en azından sınırlı da olsa işçi ve emekçilerin güncel çıkar ve taleplerini savunan yeni bir partinin –Sol Parti’nin– güçlü bir fraksiyonla meclise girmesi, sermayenin meclisteki bir tür “tek partili sistemi”ni de sona erdirmiştir. Fakat açıktır ki, olup bitenin, bunların ötesinde bir anlamı vardır. Ve işçi hareketinin geleceği bakımından bugün özellikle altı çızilmesi gereken de bu anlamıdır.
Nitekim; Sol Parti’nin kazandığı politik başarı ve bulunduğu pozisyon; sendikaların taban ve orta kademelerinde mücadeleci sendikacıların artan girişimi ve etkinliği; işçi kitleleri arasında gelişen mücadele eğilimi; bütün bunlar; İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nda SPD’nin işçi ve sendikal hareket üzerindeki boğucu ve bağlayıcı etkisinin ciddi bir biçimde sarsılması anlamına gelmektedir. SPD’nin bu tekeli, Almanya’daki sınıf mücadelesinin en özgün özelliklerinin başında gelmekteydi, ve bu, aynı zamanda, Alman işçi hareketinin en önemli zaafını oluşturmaktaydı. Örneğin Almanya’daki işçi hareketinin yakın zamana kadar Batı Avrupa’nın diğer bazı ülkelerine göre nispeten daha geriden seyretmesi, başka şeylerin yanı sıra, SPD’nin Alman tekelci burjuvazisi açısından paha biçilmez bir mevzi oluşturan bu tekelinde kaynağını bulmaktaydı. Bu bakımdan, Alman sosyal demokrasisinin bu tekelinin sarsılması, işçi hareketinin dinamiklerinin gelişmesi açısından pek çok başka olanakların da önünü açacak tarihi önemde bir olaydır. Sol Parti’nin, ana gövdesini “Doğu’nun partisi” sayılan PDS’in oluşturmasına karşın, PDS’in bütün çabalarına rağmen başaramadığını başarıp Batı Almanya’da iki milyon oy toplaması yeterince aydınlatıcıdır sanırız!
Sol Parti’nin ideolojik-politik niteliği bellidir: Seçim partisi olarak kurulan ve WASG ve PDS olarak Birlik Kongresi’ni Nisan 2007’de gerçekleştirmeyi planlayan Sol Parti, heterojen yapısının yanı sıra, sosyal reformist bir partidir. İktisadi alanda Keynesçi, sosyal ve toplumsal alanda “sosyal devletçi” politikaları savunmaktadır. Başka bir deyişle, programı ve çizgisi itibarıyla sosyalist bir parti değildir.
Fakat bu durum tek başına, bu partinin, işçi hareketinin bugünkü koşullarında olumlu bir rol oynamasını engellememektedir. Açıktır ki, bu parti, işçi ve emekçilerin somut ve yakıcı talep ve çıkarlarını savunduğu, onların mücadelesine destek verdiği ve onların sesi olduğu ölçüde olumlu bir rol oynayacaktır. Yani; Sol Parti, ancak işçi ve emekçi mücadelelesinin katalizatörü olmaya dönük bir pratik sergilemesi koşuluyla, işçi ve emekçi halkın lehine bir işlevi yerine getirebilir.
Gerek bu partinin içindeki samimi ve dürüst unsurlar ve gerekse fabrika ve sendikalardaki ileri işçiler, bu partiyle işçi hareketi arasındaki ilişkinin bu özgün niteliğinden doğru sonuçlar çıkarıp, çabalarını, işçi sınıfının bağımsız politikası ve örgütünü yaratma doğrultusunda ilerletmezlerse, bu partiyle doğan olanağın değerlendirilemeyeceğini vurgulamak gerekir.
* * *
Almanya’da emek ile sermaye arasındaki ilişkinin göstergeleri; emek güçlerinin moral bozukluğu, umutsuzluk, dağınıklık ve özgüven yoksunluğuyla karakterize olan bir dönemin kapanıp, yeni bir döneme; mücadele eğiliminin yükseleceği, uyanışın ve toparlanmanın gelişeceği bir döneme geçilmeye başlandığına işaret ediyor. Belirtilenlerden de anlaşılacağı gibi, bu döneme geçişin diğer bir özelliği de, Almanya’nın aynı zamanda politik istikrarsızlık ögelerinin artacağı bir döneme yol alıyor olmasıdır…
Bütün bu gelişmeler ise, günümüz Avrupası’nda kaba hatlarıyla şu hareketliliğin olduğu koşullarda cereyan ediyor:
Fransa’da en sonu Ekim başı olmak üzere bu yıl iki kez milyonlarca işçi ve emekçinin katıldığı genel grev ve yürüyüşler yapıldı. Banliyölerdeki öfke patlamaları; çeşitli ekonomik-sosyal saldırılarla ilgili yapılan pek çok grev ve onbin ve yüzbin insanın katıldığı kitle gösterileri de cabası.
İtalya’da Berlusconi hükümetinin bütçe tasarısı, seçim yasası ve anayasa değişikliklerine karşı Ekim ayının başında 100 bin insanın Roma’da sokağa çıkması; çeşitli sosyal kısıtlamalara karşı ülke çapında düzenlenen günlük ve yarım günlük grevler yaşanırken, önümüzdeki ilkbahar yapılması düşünülen genel seçimlerde, oluşma aşamasındaki “sol partiler”in yeni bir ittifakının seçilme şansının çok yüksek olduğu bildirilmektedir.
Belçika’da geçtiğimiz Ekim ayının başında ve sonunda, yani dört hafta zarfında, başta emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı olmak üzere, çeşitli sosyal saldırılar nedeniyle iki genel grev gerçekleşti.
Veya başka örnekler: Geçtiğimiz Eylül ayında İngiltere’de TUC’nin (sendika konfederasyonu) yıllık kongresindeki 1500 delege; TUC’nin, Venezuella’da darbecilerle ortak hareket eden sendika konfederasyonu CTV ile ilişkilerini kesip, “Bolivar devrimini” destekleyen yeni sendika konfederasyonu UNT ile ilişkiye geçip dayanışmasını talep eden bir önergeyi onayladılar.
Avusturya’da yine Ekim başında muhafazakar parti ÖVP’nin kalesi sayılan Steiermark eyaletindeki seçimlerde, Avusturya Komünist Partisi (KPÖ) oylarını yüzde 1’den yüzde 6,3’e çıkartarak, 1970’den beri ilk defa, yeniden eyalet meclisine 4 milletvekiliyle girmeyi başardı.
Örnekler çoğaltılabilir. Fakat görülmesi gereken, Avrupa’da işçi ve emekçi mücadeleleri bakımından yeniden bir canlanmanın yaşandığı bu koşullarda, işte, bu kıtanın adeta merkez ülkesi sayılabilecek Almanya’da, yukarıda genel hatlarıyla tarif edilmeye çalışılan politik ve sosyal gelişmeler cereyan etmektedir.
Olaylar, neticede tam nasıl gelişir, bunu bugünden bilemeyiz. Ama Almanya’da birçok badireden geçerek kendine gelme doğrultusunda önemli adımlar atan bir işçi hareketinin Avrupa’daki bu genel tabloyu tamamlaması bile, Avrupa işçi hareketinin başlı başına büyük bir ivme kazanması demektir.
AB’nin aslına rücu süreci
Kapitalist bir merkez olan Avrupa Birliği (AB), liberal sermaye birikiminin ve dünya ölçeğinde rekabetin mantığına uygun bir dönüşüm süreci yaşıyor. Bu yazıda, yaşanan süreç özetlenecek olmanın yanı sıra, sürecin, AB tarımına ve müzakereler boyunca Türkiye tarımına etkileri tartışılacak.
AB, Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmaları aracılığıyla neoliberalizmin anayasalaştırıldığı bir birlik. Belirtilen anlaşmaların ruhuna uygun olarak, Lizbon Stratejisi (2000), Hartz IV, Agenda 2010 vb. programlar hayata geçiriliyor. Söz konusu programlar, ABD ve Japonya gibi ülkelerle girişilen “küresel” rekabette ucuz emek kullanmanın, emek verimliliğini (daha az sayıda işçiyle daha fazla üretim sağlayarak) artırmanın, esnek çalışmanın önünü açıyor. Tüm bunlar, artı değer oranı ve miktarını yani kapitalist sömürüyü sürekli arttırmanın yöntemleri.
Kapitalistin, rekabet ortamında ayakta kalabilmesi için, diğerlerinden daha fazla sermaye birikimi gerçekleştirmesi gerekiyor. Bunun için, elde ettiği artı değer oranıyla miktarını artıracak yöntemler geliştiriyor. Bundan dolayıdır ki, AB işçi haklarıyla genel olarak sosyal hakları, “yoksullukta eşitlik” ilkesine uygun biçimde, bu hakların en geri olduğu ülkelerin mevzuatına göre yasallaştırıyor.
AB’nin yaşadığı liberal dönüşüm sürecine uygun olarak, genişleme süreçleri de farklılıklar gösteriyor. AB’nin Güney genişlemesi (Portekiz, Yunanistan, İspanya’nın üyelikleri) ile Doğu genişlemesi (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti vb.), entegrasyon projesinin niteliği açısından oldukça farklı. Güney genişlemesi, başlangıçta Fordist birikim modeli içinde şekillenmiş birliğin, açıkça liberal tonlar taşıyan bir entegrasyon siyasetine dönüşmeye başladığı yıllara denk geldi. Ama yine de, Güney genişlemesi, yalnızca Batı Avrupa şirketlerine kapıların ardına kadar açılması önceliğini içermiyordu. O dönem, kapitalist birliğe meşruiyet zeminin sağlanması amacıyla, 1970’lerde başlamış olan demokratikleşme sürecinin güçlendirilmesi hedefi diğer faktörler kadar önemliydi. Bu siyasi amaca denk düşecek şekilde, Portekiz, Yunanistan, İspanya ile uzun geçiş dönemi uygulamalarının geçerli olması konusunda mutabakat oluşturulmuştu. Bu çerçevede üç ülkeye, AB’nin o dönemki bölgesel kalkınma ve birleşme politikalarından doğan yüklü mali yardımlar yapıldı. Eski Doğu Bloğu ülkelerine doğru genişleme sürecinde ise, revizyonist sistemin çökmüş ve soğuk savaş döneminin sona ermiş olması dolayısıyla, kapitalist sisteme meşruiyet kazandırma ihtiyacı azalmıştı. Üstelik Doğu Bloğu ülkeleri de, yaşadıkları çöküşün ardından, liberal söyleme kayıtsız şartsız uyum sağlama yoluyla meşruiyet arayışına girmişlerdi. AB, üye ülkelerin kabul edilme sürecindeki müzakerelerde, bu ülkelerin iktisadi ve siyasal politikalarında söz sahibi oldu. Bu ülkeler, aday ülkeler hukukunu AB’nin kriterlerine göre belirleme, entegre edilmeleri için seri özelleştirmeler yapma mecburiyetinde bırakıldılar. Güney Avrupa genişlemesinden farklı olarak, AB, dar bir alanda uyum baskısını azaltan ve entegrasyonun kendisine maliyetini düşüren politikaları hayatı geçirdi. Hayata geçirilen politikalar entegrasyon sürecinin bedelini aşağı katmanlara kaydırmayı hedefliyordu; daha düşük sosyal ve ücret standartları, sendikal olarak örgütlenmemiş büyük kesimin varlığı vs…
Entegrasyonun bedelini aşağı katmanlara kaydırma politikalarının yıkıcı etkileri Doğu Almanya ve Polonya örneklerinde açıklıkla görülüyor. “Berlin Duvarı”nın yıkılışının ardından Doğu Almanya halkında yaşanan iyimserlik, sürecin, kendilerini kendi ülkelerinde yaşayan yabancılar konumuna düşürmesiyle, son buldu. Doğulular, iki Almanya’nın “birleşeceğini” umarken, Batı’nın Doğu’yu kayıtsız şartsız teslimiyet almasıyla yüz yüze kaldılar.
Doğu Almanya’nın 40 yılda oluşturduğu her şey değersizleşti. Yaşanan felaketin çarpıcılığını, Cenk Aygül’ün İktisat dergisinin 154. sayısındaki yazısından uzun bir alıntıyla ortaya koyalım:
“Bir zamanlar sosyalist kampın en sanayileşmiş ülkesi olan Doğu Almanya’nın bütün tekstil, deri, konfeksiyon, optik ve elektronik fabrikaları kapatılmış, Interflug havayolları, Pentakon fotoğraf makineleri, araba fabrikaları gibi devasa şirketler dağıtılmıştır. Bu acımasız özelleştirme sonucunda Doğu Almanya sanayisizleştirilmiştir. Kapitalizmle birlikte bütün sorunlarının çözüleceğini sanan kitleler, 1994 itibariyle işçilerin yüzde 77’sinin işlerini kaybettiklerini ümitsizlikle görmüşlerdir. Bütün Doğu Almanya sanayii 7 milyon işçi ve 4 milyon hektar toprak ile birlikte Treuhandanstalt adlı kayyuma devredilmiştir. Bundan sonrası özelleştirme öyküleri içinde ibret verici bir olaydır. Doğu Almanya’nın son sosyalist hükümeti, devletin toplam sermaye stoğunu, 1989’da 15 trilyon mark olarak hesaplarken, Kasım 1989’da kurulan Treuhandanstalt, kuruluş tarihinde bunu sadece 750 milyar mark olarak hesaplamıştır. Bir yıl sonra, 1990 yılında hesaplamalar 400 milyar marka kadar düşürülmüş, 1991 yılında ise, toplam sermaye stoğunun hiçbir değeri olmamış, Treuhandanstalt 1994’te faaliyetlerine son verirken bir de 209 milyar marklık bir açık bırakıp gitmiştir… Doğu Alman Markı’nın Batı’nınkiyle değiştirilmesinin etkisi, Doğu Alman sanayiinin müşterisi olan Doğu Avrupa ülkeleri ve başta Sovyetler Birliği’nin, Alman markı ile ticaret yapamaması olmuştur. Doğu Alman şirketleri pazarlarından koparılmıştır.”
Almanya sürekli olarak Doğu’ya büyük kaynak aktardığını propaganda etmektedir. Fakat kaynağı üretim yerine sanayiyi çökertmeye harcadığını belirtmemektedir. Doğu Almanya sanayiini dört yılda bitiren özelleştirme çalışmaları için 121 milyar marklık bir harcama yapılmıştır. Bu harcamaların sonucu, Doğu Almanya işçilerinin dörtte üçünün işlerini kaybetmesi, çalışan şanslı gurubun ise, Batı’daki sınıf kardeşlerine göre daha düşük ücret almaya mahkum olmasıdır. Şu an Batı Almanya’daki işsizlik oranı yüzde 7,5 civarındayken, Doğu Almanya’da yüzde 20’lere dayanmıştır.
Doğu Avrupa ülkelerini, Doğu Almanya gibi, bütünüyle sanayisizleştirmek hem maliyeti hem de stratejik önemi bakımından AB için kabul edilemez durumdu. Fakat bu ülkelerdeki ekonomik yıkım da az olmamıştır. 1989-1994 yılları arasında, Doğu Avrupa ülkelerinde milli gelir, sınai üretim ve yatırımlar azaldı. Doğu Avrupa ülkelerinin ticareti yön değiştirdi. Daha önce “sosyalist” blok içinde gerçekleştirilen ticaret AB lehine gelişti. Özellikle Almanya’nın doğrudan yatırımları da arttı. Bu süreçte, AB, Doğu Avrupa ülkelerinde bölgesel destekleme programları uygulamaya koydu. Doğu Avrupa’da Euro-bölgeler kuruldu.
Polonya Euro-bölgelerinde neredeyse bütün insiyatif ve yatırımlar Almanya kaynaklı. Bu durumun yanı sıra, Euro-bölgelerinde Almanya lehine eşitsizlik olması, bu bölgelerdeki faaliyetlerde Polonya ve Almanya’nın ekonomik çıkarlarının birbiriyle sürekli çelişmesi, en AB yanlısı Polonyalıların bile tepkisine neden oluyor. Sadece Almanya’nın doğrudan yatırımlarının 20 milyar doları bulduğu Polonya’nın durumunu, yine Cenk Aygül’ün yazısından alıntıyla ortaya koyalım:
“Sosyalist dönemin ağır sanayi yatırımlarının devalüe edilerek, sanayi yapısının inşaat malzemeleri, otomobil montajı, gıda işleme, mobilya ve enformasyon teknolojilerine hapsedildiği görülmektedir. Sanayisinin yapısı, küçük ve orta ölçekli firmaların yoğunlukta olduğu, orta teknolojili ve temel tüketim ürünleri üretime dayanan bir biçime dönüşmektedir. Bu yapıda çok fazla tezahürat edilen otomobil üretimi ve enformasyon teknolojileri ise, yüksek teknoloji kullansalar bile, yaratılan katma değer açısından bakıldığında, ikili emek süreçlerine en çok dayanan sektörlerden oldukları görülmektedir.
“Bir başka deyişle, daha çok katma değer üreten, araştırma geliştirme, tasarım gibi alanlar ‘merkez’deki fabrikalarda ve birimlerde gerçekleştirilirken, montaj ve ucuz emeğe dayanan alanlar Polonya’ya kaydırılmaktadır.”
Polonya örneği ayrıca şunu göstermiştir: Almanya doğrudan yatırım yapsa bile, bu yatırımları kendi sanayiini güçsüzleştirecek şekilde yapmamaktadır. Yatırımlarını, ya Polonya pazarında Almanya hakimiyetini sağlayacak ya da değer üretiminde Almanya sanayiinin avantajını artıracak şekilde yapmaktadır. Bu yatırım şekli, tüm merkez ülkelerin yatırımları için geçerlidir.
TARIMDAKİ TEZAHÜR
Buraya kadar, sermayenin bir birliği olmasının doğal sonucu olarak, AB’nin kendi içindeki liberal düzenlemelerin işçi ve emekçi kesimler aleyhine işlediği, entegrasyona dahil etme sürecinin de, merkez ülkeler lehine cereyan ettiğine dikkat çektik. AB’nin içindeki her şey neo-liberal yasalara göre dönüştürülüyor. Dönüşüm gerçekleştikçe, ideolojik manüplasyon kavramları (çok kültürlülük, halklar arası kardeşlik vb.) da bir bir buharlaşıyor. Tarımın bu sürecin dışında kalması elbette beklenemezdi.
AB bütçesinin yüzde 40 kadarının tarım sübvansiyonlarına gitmesine rağmen AB’de, kapitalist tarımın doğal sonucu olarak, 1992-2002 yılları arasında tarımdan kopan çiftçi sayısı 5 milyon. Küçük üretici nüfusunu hızla düşürmeye çalışan AB, büyük üreticilerin ise kârlarına kâr katacakları bir zemin hazırlıyor. AB tarım raporları, tarıma el atmış tekellerin milyarlarca dolarlık yardımlar aldıkları, özel yasalarla güvence altına alındıkları ve kâr grafiklerini önemli oranda yükselttikleri yolundaki bilgilerle dolu. Fransa’da sübvansiyonların yüzde 80’i, işletmecilerin yüzde 20’sine gidiyor. Portekiz’de, AB’ye girişten sonra, köylü nüfusunun yarısı yok oldu.
AB, küçük üreticilerin aleyhine düzenlemelere devam ediyor. Bu düzenlemelerden biri, “AB şeker reformu”. AB, 2003 yılında başlatılan Ortak Tarım Politikası reform süreci kapsamında, şeker politikalarında değişikliklere girişti. Reform, üretilen şeker maliyetini düşürmeyi ve Nişasta Bazlı Şeker üretimini artırmayı kapsıyor. Temel hedef ise, pancar fiyatını 47 Avro/ton’dan 25 Avro/ton’a düşürmek. Şeker üretim maliyetini ise, ton başına 600 Avro’dan 350 Avro’ya indirmek. Üye ülkelerde şeker üretim maliyetlerini düşürmeyi ve şeker pancarı üretimini kısıtlamayı hedefleyen bu uygulama sonucu AB üyesi ülkeler arasında, şeker pancarı tarımının ancak 6-7 ülke tarafından sürdürülmesi bekleniyor. Şeker reformuna uyum toplantıları başlatan Türkiye’nin, bugünkü şartlarda, AB’nin öngördüğü maliyetlerde bir üretim gerçekleştirmesi ise imkansız. Bu, şeker pancarı üretiminin sonlanması anlamına geliyor.
Küçük üreticilerin aleyhine, birliğin merkez ülkeleri ve tekelleri lehine düzenlemeler gerçekleştiren AB’nin, tarımını korumayacağı, rekabet edemediği koşullarda tarımdan vazgeçeceği hiçbir şekilde söylenemez. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında, gelişmekte olan ülkeler ile ABD ve AB arasındaki en büyük kavgalar, tarım sübvansiyonları üzerine oldu. DTÖ’nün 2001 yılı Kasım ayında Katar’da yapılan toplantısında anlaşma yapılmaması üzerine, 2003 yılına kadar toplantılar dondurulmuştu! 2003 yılında Meksika’daki toplantı da, zengin ülkelerin, özellikle tarımlarına yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz istemesi üzerine sonuçsuz kalmıştı. DTÖ, 2003 sonunda bir kez daha toplanmak istendi, fakat; gelişmiş ülkelerin, görüşmeler öncesinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapması dolayısıyla zirve gerçekleşmemişti. 2004 Temmuz’unda Cenevre’de toplanan DTÖ zirvesinde ise, ABD ve AB’nin, tarımda desteklerin, ihracat sübvansiyonlarının ve gümrüklerin önce azaltılıp sonra kaldırılacağını söylemeleri üzerine, bu doğrultuda bir çerçeve anlaşması imzalanmıştı.
13-18 Aralık 2005 tarihleri arasında, DTÖ, Hong Kong’ta toplanacak. Fakat geçen yıl imzalanan çerçeve anlaşmaya rağmen, atılmış bir somut adım yok. Uluslararası görüşme ve pazarlık sürüyor. Bu yılın Kasım ayı içerisinde, her hafta, ABD, Avustralya, Brezilya, Hindistan, Çin, Japonya gibi ülkelerin (toplam 30 gelişmiş ve gelişen ülke) temsilcileri, diplomat ve müzakerecileri, tekrar tekrar bir araya gelerek, bir çözüm, bir anlaşma zemini üretmeye çalışıyorlar. Fakat tarım konusunda, yine serbestleşmeye en çok direnen gelişmiş ülkeler, ABD, AB ve Japonya.
AB’de, bir dizi “reformlar” içeren “gündem 2000” çerçevesinde, 2001-2006 yılları arasında, özellikle fazlalık olan ürünlerde destekleme fiyatlarının düşürülmesi öngörüldü. 2003 yılında sübvansiyonları azaltma girişimi yapılıp, yeni destekleme kuralları getirildi. Destekler göreceli olarak düşük tutulsa da, hiçbir koşulda, üretici gelirinin düşmesine izin verilmedi. Doğrudan yardımlar, çevresel ve kırsal amaçlı destekler sürdürülürken, müdahale kuruluşları ile piyasanın düzenlenmesine devam edildi.
AB, egemenliğini kaptırmak istemediği ve rekabet edemeyeceği ürünleri korumakta ısrar ediyor. Tüm serbest ticaret söylemlerini “hikayeleştiren” bu tutum, tekstil sektöründe de açıklıkla görülüyor. DTÖ toplantılarında, 1995 yılında yapılan anlaşmalarla, 2005 yılı başında tekstil kotaları kalkacak denildi. Ancak özelikle 2005 yılının başında Çin ihracatını artırınca, AB hemen girişlerini artırdı: Çin ile Avrupa’nın tekstil ve hazır giyim ticaretine, Çin’in DTÖ üyesi olması için yapılan anlaşma çerçevesinde dayatılmış geçici sınırlamaların üç yıl için mümkün olabileceği maddesini hemen gündeme getirdi. AB, üç yıl bu uygulamayı sürdürecek. ABD’nin de, aynen AB gibi, Çin’e geçici önlemler getiren bir anlaşma imzaladığı açıklandı.
STANDART KELEPÇESİ
Yukarıda anlatılan örneklerde görüldüğü gibi, AB, ABD, Japonya gibi büyük emperyalist ülkeler, rekabet edemeyeceklerini düşündükleri sanayilerini, tarım ürünlerini koruma altına alırken, “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” diye adlandırdıkları ülkelerden serbest piyasa “tavizleri” istiyorlar. Piyasalara hakim olmalarının bir yöntemini bu “tavizler” oluştururken, AB açısından bir diğer yöntemi, tek taraflı dayatılan “standart” uygulamaları oluşturuyor.
AB İlerleme Raporu’nun açıklandığı 9 Kasım 2005 tarihi öncesi ve sonrasında, tarıma yönelik tartışmalar, AB müzakere sürecinin tarımdan götürüp getirecekleri medyada yoğun bir şekilde yer aldı. Yapılan değerlendirmelerde, “standart” uygulamaları, genelde şu cümlelerlerle kalite artışı olarak sunuldu: “Tarımda AB’ye uyum sağlandığında tarım nüfusunun eğitimi artacak, ürün kalitesi yükselecek. Ticaret serbestleşeceği için fiyatlar ucuzlayacak.”
Standartlar, “Sütte hastalıklı hücre sayısı azalacak”, “Sütü robotlar sağacak”, “Sağlıksız mezbahaneler kapanacak” sözleriyle anlatıldığında, kimsenin itiraz edemeyeceği bir olumluluk kazanıyor. Ama standartlar, süt kotası konacağı, Türkiye’de toplam süt üretiminin 3,5 milyon tonunun kayıtlı olduğu bilinerek, geriye kalan 7 milyon tonun asla piyasaya giremeyeceği, milyonlarca “sütlük hayvan”ın “etlik” olacağı gerçeğiyle düşünüldüğünde, üstü kazınan “olumluluk”un ardındaki gerçek hiç de iç açıcı olmuyor. Üstelik, buna, Türkiye’nin AB’ye verdiği “22 bin ton et alma” sözünün yerine getirilmesi isteği eklenince, durum iyice olumsuzlaşıyor. Avrupa Birliği Tarım Protokolü uyarınca, 7 yıl önce Türkiye, AB’den her yıl toplam 22 bin ton et ithal edeceğini taahhüt etmişti. Ancak 1996 yılında İngiltere’de deli dana hastalığının ortaya çıkması nedeniyle, Türkiye, AB’den et ithalatını sağlık gerekçesi ile durdurmuştu. AB, şimdi imzalanan anlaşmaya uyulmasını istiyor. Bu istek, zor durumdaki hayvancılığı daha da zorlayacak, hatta yıkıma götürecek bir içeriğe sahip. Hayvan hastalıkları ile mücadele için, Türkiye, bütçesinden 17 milyon YTL ayırıyor. Bu ödeneğin 7 milyon YTL’si, zaten AB ile ortak veterinerlik projesi için harcanıyor. Geriye kalan 10 milyon YTL’lik kaynak hayvan sayısına bölündüğünde, hastalıklarla mücadele için, hayvan başına 5 Yeni Kuruş (50 bin lira) ayrıldığı ortaya çıkıyor. Bu rakamlarla standartları yakalamak imkansız. AB kaynak aktarmıyor. Hükümet bütçeden pay veriyor. “Bu şartlarda standart nasıl yakalanacak” sorusu boşlukta kalıyor. Ama AB’nin cevabı hazır: “Siz şap ülkesisiniz, standartlar uygun değil. Sizden et ithal etmeyiz. Fakat siz bizden et alma sözünüzü yerine getirin.”
“Standart” kavramı, asla tek yönlü anlaşılmaması gereken bir kavram. Örneğin TMO, AB’ye uyum mevzuatı bakımından, 10 yıllık alım politikasını belirlemiş durumda. TMO, her yıl “asgari alım” miktarını arttıracak. 2006 yılında “10 tonun”, 2007 yılında “15 tonun”, 2008’de “20 tonun” altında alım yapmayacak. İlk bakışta, “Güzel zaten biz TMO’nun üst sınır koymasına karşıydık” dedirtebilecek bir uygulama. 2014 hedefi ise, AB’nin alt sınırı olan “80 ton” olacak. Bu asgari tutarın anlamı şu: 2008’de “20 ton’”un altında, 2014’te ise “80 ton”un altında ürün getirene, “kusura bakmayın alamayız” denilecek. Türkiye şartlarında oldukça yüksek bir üst sınır. Türkiye’de 80 ton hasat yapabilen çiftçi sayısı oldukça düşük. Söz konusu sınır, buğday üreticilerinin büyük bir bölümünün sonunu getirecek.
AB ile müzakerelerde en zorlu alanlardan birinin tarım olduğu konusunda herkes hem fikir. Müzakere edilecek 35 başlıktan 3 tanesi doğrudan tarımla ilgili: “Tarım ve kırsal kalkınma”, “gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve bitki sağlığı” ve “balıkçılık”. İşletme yapısı küçük, ürün planlaması yapılmayan, Avrupalı üreticiden daha az destek alan Türkiye üreticisinin, tüm teknolojilerden yararlanan Avrupalı tarım tekelleriyle ile hiç rekabet şansı yok. Uyumu en zor alanlardan biri olan tarımda, Türkiye, tek başına başının çaresine bakacak.
Öte yandan genişleme öncesi tarım yardımı düzeyi, yılda 520 milyon Euro ile sınırlandırıldı. AB Ortak Tarım Politikası (OTP)’nın Türkiye’de uygulanması halinde ise, 11.3 milyar Euro kaynak gerekiyor. Tarıma şu anda ayrılan kaynak 4 katına çıkarılmalı ki, AB’nin kaynak vermemesi durumunda, Türkiye tarımı, AB sürecinden en az zararla çıkabilsin. Mali kaynak aktarılmazsa, yalnızca yaş meyve ve sebze, fındık ve bakliyat alt sektörleri rekabetçi olabilecek. Diğer alanlarda ise, AB tarımsal ürünleri Türkiye pazarını dolduracak.
AB’nin Türkiyelilerin AB ülkelerinde dolaşımına kısıtlama getirmesi de, işsizliğin yoğunluğu kadar, söz konusu süreçle ilgili. Sürekli tarım nüfusunun azaltılmasını isteyen AB, çerçeve anlaşmalar doğrultusunda hayata geçirilecek politikalar sonucu, milyonların tarımsal üretimden kopacağını biliyor. Polonya’ya süreli sınır getiren AB’nin, Türkiye için, serbest dolaşımın, belli bir zaman dilimi belirtmeden sınırlanmasından söz etmesi, tarımdan kopacak milyonlarca emekçiyi Anadolu coğrafyasına hapsetmek istemesiyle alakalı.
SONUÇ YERİNE
Kapitalist süreçlerde sermaye sadece emekle çatışmaz. Aynı zamanda, yoğun olarak, rakip sermayeyi ortadan kaldıracak şekilde de davranır. Kapitalizmde sermayeler arasında amansız çatışmalar yaşanır. Bir alanda başatlığı ele geçiren sermaye, aynı alandaki benzer teknoloji kullanan rakip sermayeyi ortadan kaldıracak şekilde davranır. Zira, her sermaye dokusu, üretici piyasasında olduğu kadar, tüketici piyasasında tek olmak ister ki, kârını en yüksek noktaya çıkartabilsin. DTÖ toplantılarındaki kavgaların ardında da, ülkelerin kendi sermayelerinin rekabet güçlerini koruma mantığı yatar.
Bir yandan Türkiye gibi ülkelerin tarımını yıkıma sürükleyen, bir yandan kendi tarımını koruyan, bir yandan da büyük çiftçilerin, tekellerin lehine düzenlenmeler yapan bir AB tablosudur karşımızdaki. Bu tablo, AB’nin bütün önemli politikalarını biçimlendiren sermaye sahiplerinin oluşturduğu büyük “hissedarlar” topluluğu yapısına uygundur. AB sanayii ve topraklarının büyük bir bölümü, AB genelinde iç içe geçerek, AB düzeyinde bir sınıf olma peşinde olan tekelci burjuva ittifakının elindedir. AB özel banka, finans ve medya sektörü de, bu onların kontrolündedir. Emekçi sınıfların yaşam koşullarını baskılayarak güçlerini artırmayı hedefleyen söz konusu sermaye ittifakı, sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel girişimleri çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir.
AB’nin ABD’ye karşı daha uygar ve insancıl olduğu, neoliberal kapitalizme karşı “sosyal” kapitalizmi tercih ettiği, ABD emperyalist saldırganlığına karşı barışı ve uluslararası hukuka saygıyı savunduğu, ABD’nin ırkçılığına karşı çok kültürlülüğü temsil ettiği yönündeki söylemler sadece ve sadece efsanelerden ibarettir. İşçi sınıfının mücadeleleri ve sosyalizm tehdidi karşısında oluşturulan “sosyal hizmet ve güvenlik” anlayışı, yeni düzenlemeler ve gelişmelerle pul pul dökülüyor. Yani AB aslına rücu ediyor.
AB aslına rücu ederken, çıkarılacak sonuçlardan biri, Türkiye’nin ekonomik standartlarının düşük olmasının AB açısından doğuracağı sorunları tartışmak değil, aradaki fark nedeniyle, Türkiye’nin çıkarlarının farklı istikamette politikalar izlemeyi gerektirdiğidir.
Türkiye çiftçileri açısından çıkarılacak ikinci sonuç, İngiltere ve Fransa arasında yaşanan kavgada yatıyor. Bugün AB bütçesinin yüzde 40 kadarı tarım sübvansiyonlarına gidiyor. Tarımı koruma ve destekleme, özellikle Fransız tekellerinin vazgeçemedikleri bir konu. AB tarım bütçesinden en büyük payı Fransa alıyor. İngiltere’nin bu duruma itirazı var. Fransa’nın İngiltere’yle bu alanda kavgayı sürdürmesi ve tarım konusundaki korumacılığı azaltmak niyetinde olmamasının sebebi aslında iç politikaya ilişkin… Fransa köylüsü çok örgütlü. Çiftçi sendikaları çok etkili ve büyük bir oy potansiyeline sahip. Yabana atılamıyorlar.
Sayıları 25 milyonu bulması rağmen, Türkiyeli çiftçilerin, örgütlü hareket edip, iktidara taleplerini dayatabilecek bir güç oluşturduklarını söyleyebilmek imkansız. 100 bin kişilik miting yaptıklarında dahi, dikkate alınmak yerine, hükümet sözcüleri tarafından azarlanabiliyorlar. Oysa geçmişte, çiftçiler, örgütlü olmasalar dahi, dikkate alındıkları günleri gördüler. 1950’li yıllarda kırlardaki üretim ilişkileri ve küçük köylülüğün yaygınlığı, seçimle iktidara gelen partilerin, bu güçlü kitleye karşı hassas davranmalarını gerektiriyordu. 1950’lerde Demokrat Parti’nin politikaları öncelikle çok sayıda köylü üreticiyi “tatmine” yönelmişti. Köylünün büyük bir kısmının ilk defa pazar için üretim yapması ve ekonomik durumlarında kısa sürede iyileşme sağlanması, köylülerde politikaya karşı bir duyarlılık yaratmıştı. Tek dereceli seçim köylünün sayısal gücünü ön plana çıkarınca, kırsal yapının çoğunlukla küçük üretici birimlerinden oluşması, partilerin iktisadi politika önerilerini etkilemeye başladı. Partiler, programlarını, kırsal ekonomiye fayda sağlayacak şekilde hazırlamaya mecbur kaldılar.
Bu durum uzun yıllar sürdü. Seçimle iş başına gelmiş hükümetlerin tarıma destek mahiyetindeki fiyat politikalarını sürdürmelerinin sonucunda, dünya fiyatlarının düşmeye yüz tuttuğu dönemlerde dahi, tarım sektörü, dünya pazarının olumsuz etkisinden yalıtılmış oldu. Tarımda kullanılan esas girdiler hep sübvanse edildi. Gübre, tarım ilaçları, traktör, yakıt ve geliştirilmiş tohum fiyatlarının sübvanse edilerek düşük tutulması, iç ticaret hadlerinin 1960’lar ve 1970’ler boyunca (1971 askeri müdahale dönemi hariç) tarım lehine genişlemesi sağlandı.
Gelinen noktada da, bazı partiler köylüleri oy deposu olarak görüyor, ama iktisadi politikalarını açıklar ve parti programlarını oluştururken, köylülerin adını dahi anmıyor. Çünkü, MHP’sinden AKP’sine, DYP’sinden CHP’sine kadar, tüm sermaye partileri için küreselleşme politikaları bunu gerektiriyor. Hızla yok oluşa doğru sürüklenen üretici köylüler, hala bu ülkenin en geniş toplumsal kesimini oluşturmalarına rağmen, taleplerine yönelik bir programın hayata geçirilmesini sağlayamıyorlar. Üreticilerin, 1950-70’li yıllardaki gibi, dikkate alınmayı sağlayabilmeleri ve yok oluş sürecine barikat kurabilmeleri için artık sayısal çoklukları yetmiyor. Fransa’daki gibi dikkate alınmaları, Fransa’daki gibi örgütlenmelerine ve örgütlü hareket etmelerine bağlı. Bu nedenledir ki, Türkiyeli çiftçiler, tohumları atılan, uç vermeye başlayan Tüm Üretici Köylü Sendikası’nı (Tüm Köy-Sen), Fransa deneyiminden “ders” çıkararak sahiplenmeliler…
işçi ve emekçi kitleler içinde çalışmanın geliştirilmesi
Yerel örgütlerimizin gerek konferans raporlarında gerekse de konferanslarında en önemli yeri, tartışma ve konuşmaların büyük bölümünü; işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürüttüğümüz günlük parti çalışması ve bu çalışmanın sorunları oluşturmuştur. Böyle olması hem normal hem de gereklidir.
Çünkü, partinin işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürüttüğü çalışmanın zayıflıkları, sorun ve zaaflarından hızla arındırılması ve geliştirilmesi zorunluluğuyla, bugün daha açık ve daha belirginleşmiş olarak yüzyüzeyiz.
Nihayetinde, parti çalışmasının temeli; işçi ve emekçi kitlelerin aydınlatılması; işçi ve emekçilerin nasıl bir dünyada yaşadıklarını, emek ile sermaye, proletarya ile burjuvazi arasındaki ilişki ve çelişkinin niteliğini anlama ve kavramalarını; bu dünyanın değiştirilmesi, baskısız ve sömürüsüz bir dünyanın kurulması mücadelesinde işçi sınıfının kendi rolünü kavramasını sağlamaya yöneliktir.
Ve bu ancak, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürütülen sürekli, sistemli ve kesintisiz bir günlük çalışma ile ve bu çalışmanın sorunları ve eksiklerinin aşılmasıyla ve giderek gelişen, güçlenen, işçi sınıfı ve emekçilerin ana kitlesini kucaklayan bir çalışma düzeyine ilerlemesi ile mümkün olabilir.
Çalışmanın bu sorunları, zayıflık ve eksiklikleri, birçok parti belgesinde ele alınıp eleştiri konusu yapıldığı ve olması gerekene işaret edildiği gibi; birçok Özgürlük Dünyası yazısının da konusu olmuştur. Bu yazıda işçi ve emekçi kitleler içinde yürütülen çalışmada görevlendirilmiş ve sorumluluk almış kadroların, sorumlu oldukları birim ve alanda mevzilenişine ve doğru mevzilenmeye bağlı olarak yürüttükleri çalışmaya ilişkin sorunlar üzerinde duracağız.
İŞÇİ, EMEKÇİ KİTLELER İÇİNDE MEVZİLENME, KİTLELER İÇİNDE YAŞAMA
Yerel parti örgütlerinin, kendi alanlarında işçi sınıfı içinde çalışmayı ilerletme ve geliştirme amaçlı olarak belirlediği; hangi fabrikalarda, işyeri ve organize sanayi bölgelerinde çalışmaya öncelik vereceğine, yoğunlaşarak faaliyet sürdüreceğine ilişkin bir planı vardır. İşçi sınıfı içinde yürtülen çalışma, konferans ve kongreler vesilesiyle yeniden değerlendirilmiş ve bazı sonuçlara varılmıştır.
İşte bu değerlendirmelerden bazı alıntılar:
“Temel işçi havzalarında ve diğer temel işyerlerinde belli başlı talepler için yaşanan direnişler, yine bu alanlarda sürdürdüğümüz aydınlatma ve örgütlenme çalışmaları, gazete satışları birçok ileri işçiyle, doğal işçi önderiyle buluşmamızı sağlıyor. Ancak, bu işçi ve emekçilerle kurduğumuz bağların kalıcı olması, sadece mücadelenin sıcak olduğu dönemlerde değil, günlük yaşam içerisinde de sürmesi, yönetici ve üyelerimizin bu işçi önderleriyle doğal, canlı bağlar sürdürmesi çoğunlukla gerçekleşmemektedir. Dışardan kalmak, sıcak hareketlilik geçince peşini kovalamamak, doğal insani ve sosyal ilişkilerimizi sürdürmemek, adeta alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek bir türlü kurtulamadığımız zayıflıkların başında gelmektedir.
“Dahası, fabrika ve işyeri çalışmalarımız, sınırlı sayıdaki işçiyle görüşmekle yetinip, bütün işçilere seslenen, onların politik eğilimlerini, etkilenmelerini dikkate alarak, bütününü kucaklama ve birleştirme perspektifinden uzaklaşan bir darlığa düşmektedir. Bu durumu değiştirmek için ortaya koyduğumuz çaba, pratik zorluklar ve koşullara dair çeşitli nedenlerle çok çabuk kırılabilmekte ve bizi, cesaretsiz, şikayetçi, sihirli formül arayan bir konuma sürükleyebilmektedir.
“Oysa azımsanmayacak sayıda işçiyle, emekçiyle şu veya bu vesileyle biraraya geliyoruz. Bu işçi ve emekçilerle, örgütlü bir mücadele için yeniden ve yeniden, her türlü politik, sosyal, ekonomik, kültürel vb. vesile ile biraraya gelmek, mücadeleye daha ileriden katılmalarına yardımcı olmak ve partiye kazanmak için çaba sarfetmek…” yönetici kadro ve üyelerimizin temel işi olmalıdır.
Bir başka yerel örgütümüzün raporunda ise şunlar vardır:
“Partimiz, öncelikli alanlar olarak belirlediği bu alanlarda yaşanan direniş ve örgütlenme mücadelesinin ya başından beri örgütleyicisi ya da sonradan destekleyicisi oldu. Bu süreç, partimizi, birçok fabrika ve işyerlerinde çalışmakta olan işçi ve emekçiler tarafından tanınan ve saygınlığı olan bir parti konumuna getirdi. Ancak; bunca ilişkiye rağmen fabrika ve işyerlerinde işçi örgütleri oluşturma, yaratılan etkinin örgütlülüğe dönüştürülmesini sağlama sorunu, kimi yerlerde olumlu adımlar atılmasına rağmen, çözülememiştir. Partiye yeni üye kazanmada yaşanan darlıkların aşılmasındaki sıkıntılarımız devam etmektedir.”
Yerel örgütlerin raporlarından yapılan (uzunca da olsa) alıntılar; işçi sınıfı içerisinde, hem genel olarak, hem de öncelikli birim ve alanlar olarak belirlenmiş belli başlı fabrika ve işyerlerinde sürdürülmekte olan çalışmanın durumunu, gerek olumlulukları gerekse de sorun ve olumsuzluklarıyla ortaya koymaktadır.
Evet, işçi sınıfı içindeki parti çalışması; gerek büyük fabrika ve işletmelerin hareket içindeki yeri ve önemi, gerekse de kadro gücü ve olanaklarımız nedeniyle, büyük fabrika ve işletmelerde, organize sanayi bölgelerinde yoğunlaşmak zorundadır.
Belli bir fabrikayı öncelikli olarak belirleyip yoğunlaşmanın ilk gereğinin, uygun ve nitelikli bir görevlendirme; özellikleri ile, çalışkanlığı, kararlılığı, birikimi, ısrarı ve sabrıyla uygun bir görevlendirme olduğu açıktır. İşçi sınıfı içindeki çalışmanın gereksinimleri ve zorlukları da, böylesi bir görevlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Görevlendirme ve sorumlu kılma kadar önemli ve temel bir sorun da, görevlendirilen, sorumluluk alan kadroların sorumlu olduğu birim ve alanda mevzilenmesi sorunudur. Parti kadro ve görevlilerinin, görevli olduğu fabrika işçileri içindeki çalışmayı gelişen ve ilerleyen bir çalışma olarak sürdürebilmesinin temel şartı; bu alanda doğru bir mevzilenme içine girebilmesidir. Kadro ve görevlilerin, yaşamlarını, sorumlu oldukları fabrika işçileri arasında yeniden kuracak tarzda mevzilenmeleridir.
Bu; evini barkını, sorumluluğunu aldığı fabrika işçilerinin çoğunlukla yaşadığı semte, mahalleye taşıyan ve yaşamını tümüyle burada, fabrika işçileri arasında yeniden kuran, günlerinin ve gecelerinin çoğunu bu fabrika işçileri arasında geçirecek tarzda bir mevzilenme sorunudur.
İşçiler arasına ve günlük yaşamlarına, onlardan biri olarak, doğallığıyla girebilen, ilişkilerini günbegün geliştiren, onlarla yaşamın ve mücadelenin tüm sorunlarını paylaşabilen, evlerinde, kahvelerinde, düğününde, cenazesinde, sinemada, tiyatroda, gezmesinde, eğlencesinde vb. birlikte olmayı özel bir amaç edinen, işçilerle sıkı bağlara sahip, işçi kitlesinin çoğunluğunu tanıyan ve işçilerce de tanınan, işçilerin evlerine girip çıkabilen, kendi evi de işçilere açık olan ve işçilerin gidip geldiği bu sıcak ve samimi ilişkiler içinde, işçi kitlesinin güvenini kazanmayı başarabilecek tarzda bir mevzilenme sorunudur.
İşçi sınıfı içindeki çalışmamızın en belirgin ve en temel eksiği; yukarıda raporlardan yaptığımız alıntılarda da görülebileceği gibi, parti kadro ve görevlilerinin mevzilenmesi sorunudur. Doğru bir mevzilenme içine giremedikçe “dışardan kalmak” tan kurtulunamaz ve “…alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek bir türlü kurtulamadığımız zayıflıklar” olmaya devam eder. Fabrika işçileri arasına kendimizi boylu boyunca atıp, yaşamımızı onlar arasında ve işçilerden oluşan bir çevre içinde yeniden kurabildiğimizde, işçilerle kurduğumuz ilişkileri, kendi çevremiz haline getirebildiğimizde ve buna bağlı olarak alışkanlıklarımızı değiştirebildiğimizde, “… alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek…” kurtulabileceğimiz bir zayıflık haline gelecektir.
Aslında “dışardan kalmak, sıcak hareketlilik geçince peşini kovalamamak, doğal, insani ve sosyal ilişkilerimizi sürdürmemek, adeta alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek…” durumu, işçi sınıfı içindeki çalışma açısından, deyim uygunsa, ikili bir yaşam durumunun açık bir tarifidir. Yani biri; partililerden oluşan, aynı dili konuştuğumuz çevrede sürdürdüğümüz, diğeri ise; belli bir süre yönelerek, aydınlatma ve örgütleme çalışması, gazete satışları yaptığımız ve bunları yaparken pek çok işçiyle tanışıp ilişki kurduğumuz, şu veya bu taleple gelişen eylem, direniş ve mücadeleler sürecinde olabildiğince yakın olduğumuz ama, hareket ve eylemler geçince, uzaklaştığımız ya da sınırlı sayıda işçiyle görüşmekle yetindiğimiz olmak üzere, ikili bir yaşam.
Şu söylenebilir ki; işçi sınıfı içindeki çalışmamızda, fabrika ve işyeri çalışmasında görevli kadrolarımızın büyük çoğunluğunun evi başka yerde, görevli, sorumlu olduğu fabrika işçilerinin yaşadığı semt ve mahalleler başka yerdedir. Aslında bu açıdan bakıldığında; propaganda ve ajitasyonumuzu yapıp, birkaç işçiyle görüştükten sonra; “evli evine, köylü köyüne” durumu yaşanmaktadır. Evet, bütün parti kadroları işçilerin yaşadığı semte, mahalleye taşınamayabilir ama, bu durumda bile, işçiler arasında yaşamak, o semtteki bir partilinin evini paylaşmak, giderek işçilerin evlerinde kalabilir, onlarla yaşayabilir hale gelmek mümkündür ve bu yapılabilir. Ve ikili bir yaşam sürdürmekten, böylece; kadroların kendini işçi kitleleri arasına atması, işçiler arasında ve işçi ve emekçilerden oluşan bir çevre içinde yaşar duruma gelmeleriyle kurtulunabilir.
Elbette ki mevzilenme, kendi başına çalışmamızın sorunlarını çözüverecek bir şey değildir. Ama, işe doğru ve sağlam bir yerden başlamak demektir. Doğru bir mevzilenme içinde olan görevli ve kadrolarımız, çevrede bulunan parti üyelerini de, çalışmanın çeşitli yönlerinde işin içine katarak, çalışmasını genişleterek sürdürebilir.
FABRİKA, İŞYERİ ÇALIŞMASI
Parti il örgütleri, raporlarında, fabrika çalışmalarını, yukarıdaki alıntılarda da görülebileceği gibi; “… bunca ilişkiye rağmen fabrika ve işyerlerinde işçi örgütleri oluşturma, yaratılan etkinin örgütlülüğe dönüştürülmesini sağlama sorunu, kimi yerlerde olumlu adımlar atılmasına rağmen, çözülememiştir.” ya da “… fabrika ve işyeri çalışmalarımız, sınırlı sayıda işçiyle görüşmekle yetinip, bütün işçilere seslenen, onların politik eğilimlerini, etkilenmelirini dikkate alarak, bütününü kucaklama perspektifinden uzaklaşan bir darlığa düşmektedir.” şeklinde, eleştirel bir bakışla değerlendiriyorlar.
İşçi ve emekçi kitleler içine kendimizi boylu boyunca atarak, kitlelerle içiçe yaşama ve giderek genişleyen işçi, emekçi ilişkileri içinde olamadıkça; sınırlı sayıda işçiyle görüşmekle yetinen bir ilişki ve çalışma tarzından kurtulamayız, işyerlerinde işçi örgütleri oluşturma sorununu çözemeyiz. Eğer işçilerin içinde değilsek, onlarla içiçe yaşamıyorsak; bir hareketlenme ve eylem sürecinde ya da ajitasyon ve aydınlatma çalışmaları, gazete satışları sırasında kurduğumuz ilişkilerin (bu ilişkiler, elbette önemli ve sürdürülmesi gereken ilişkilerdir) kalıcı bağlara dönüşmesi zor olacaktır. Çünkü dışarıdan gidiyoruz ve işimizi bitirince, kendi çevremize geri dönüyoruz.
Ama, işçilerin yaşam alanlarında onlarla birlikteysek, gazetemizi satıp, bildirimizi dağıttıktan sonra ya da ilişkide olduğumuz işçilerle görüştükten sonra döndüğümüz yer, yine işçilerin arası ve onların yaşam alanları olursa, buraları döndüğümüz kendi çevrelerimiz haline getirebilirsek; kurulan her ilişkinin sürdürülmesi de, kalıcı bağlara dönüşmesi de kendi doğallığı içinde mümkün olabilecektir. Böyle bir ortam içinde, işçi ve emekçilerle ilişkilerimizi geliştirebilir ve bu ilişkiler içinde işçileri partiye kazanabiliriz. Partiye katılan işçilerin eğitimlerine yardımcı olma, ileri partililer olarak gelişmeleri için destekleme ve teşvik etme görevimizi de ancak bu durumda başarabiliriz.
Kadrolarımızın işçi kitleleri (elbette öncelikli olan, büyük fabrikaların işçi kitleleri) arasında ve içinde mevzilenişinin sorunlu olması, partiye katılan işçiler ve onların diğer işçilerle ilişkilerini de daraltıyor. Çoğunlukla da bizimle ve parti çevresindeki sınırlı işçi ilişkilerine kadar daralıyor. Doğrudan söyleyecek olursak; bizim kadrolarımızın işçi kitleleriyle olan sınırlı ve dar ilişkileri, kendini işçi kitleleri arasına atamamış olması, partiye katılan işçiyi ve onun işçi kitlesiyle olan ilişkilerini de koşulluyor ve ilişkilerini daraltıyor. Kısacası; içinde olduğu işçi ilişkilerini, partili bir işçi olarak, bilinçle, daha da genişleterek sürdürmesini sağlama ve teşvik etme yerine, kendimize (bizim işçi kitleleri içinde ve arasında yaşıyor olmayışımız) benzetiyoruz ve ilişkilerinin, partililer ve partili işçiler çevresine daralmasına yol açıyoruz.
Parti grupları ve organlarının olduğu fabrika ve işyerlerine baktığımızda da, bu durumu görebiliriz. Parti grubunun da işçi kitlesiyle olan ilişkilerinin çok da geniş olmadığı görülecektir. Yürütülen çalışmanın genişliği (darlığı), fabrika işçileri arasında dağıtılan gazete (fabrikada, mahallesinde, evinde) sayısı bunun bir göstergesidir. Parti kadroları ve görevlileri işçi kitleleri arasına kendini atar ve işçiler içinde bir yaşam kurarsa; yani kendi mevzilenişini, çevresini ve alışkanlıklarını devrimci tarzda değiştirebilirse, bu; ileri işçi, partili işçi için de öğretici olacaktır.
Büyük fabrikalara yoğunlaşan, bu fabrikaların işçileri arasında ve içinde mevzilenmeye dayalı ve işçiler arasında gazetenin olabildiğince yaygın dağıtımı üzerinden gelişen ve yaygınlaşan, bu fabrikalar işçilerinin bütününe seslenen ve bütününü kucaklayan, ve giderek partide örgütleyen bir parti çalışması; bugünkü parti çalışmasının ilerlemesi ve ulaşması gereken düzey olmalıdır.
İşçi, emekçi kitleler içinde yaşama, onlarla içiçe olma ve buna bağlı olarak, giderek genişleyen ve güçlenen ilişkiler; gazetenin kitle çalışmasının temel ve parti örgütünün üzerinde, etrafında kurulacağı ve yükseleceği bir araç olarak kullanıldığı kitlesel bir çalışma; parti çalışmasının birçok yönünü de olumlu etkilecek ve güçlendirecektir.
Sağlam temeller üzerinde gelişen bir semt, mahalle çalışmasının yürütülebilmesi için; parti kadroları ve görevlilerinin işçi kitleleri arasında mevzilenişi, semtteki işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler arasında da geniş ilişkiler olanağı yaratacaktır. Aynı zamanda, birçok başka fabrika ve işyerinde çalışan işçi ilişkileri, başka fabrika ve işyerlerinde de parti çalışmasını güçlendirecektir.
İşçi, emekçi kitlelerle ilişkilerin sınırlılığı ve fabrika çalışmalarının bilinen darlıkları; burjuvazi ve sermayenin saldırıları karşısında, hem saldırıların teşhiri ve sorunların gerçek sahiplerine, yani işçi, emekçi halka maledilmesi (aydınlatma çalışmaları) çalışmalarını ve bunun biçimlerini, hem de işçi sınıfı ve emekçilerin karşı koyuşunu ve mücadelesini ilerletme çabalarını sınırlıyor.
Aynı sınırlılık ve darlıklar, saldırılar karşısında tutum alma; bildiri yazıp dağıtma, sendikaların ya da politik çevrelerin “kitlesel” basın açıklamalarına hapsoluyor. İşçi ve emekçi kitlelerin daha geniş katılımını sağlayacak biçimlere, işyeri işçi toplantıları, semtlerde halk toplantıları vb.’ni yapmada cesaretsiz tutumlara yol açıyor.
İşçi kitleleri arasında ve geniş ilişkiler içinde hareket edilebildiğinde, parti bildirileri daha işlevli olacak, eksikliği eleştirilen sözlü ajitasyon daha da genişleyecek ve etkinleşecektir. Baskının ve sömürünün her türüne karşı işçi ve emekçi kitlelerin öfke ve tepkisini örgütlemek üzere, kitlelere daha cesaretle ve güvenle gidecek, partinin, işçi ve emek hareketini ilerletme ve yönetme gücü, her adımda daha da ilerleyecektir.
GAZETE; PARTİ ÇALIŞMAMIZIN TEMEL ARACI
Yaşamını işçiler ve emekçiler arasında kurmuş, işçi ve emekçilerle geniş ilişkiler içinde olan kadrolar ve parti üyelerinin kesintisiz bir günlük çalışma sürdürebilmeleri için ellerindeki en önemli araç ise, günlük gazetedir
Gazete, işçi ve emekçi kitleler içinde yürütülen çalışmanın temeli olarak alınmalıdır. Gazetenin dağıtımı ve gazete çevresinde işçilerin bir araya getirilmesi, gazetenin işçilerle birlikte okunması, fabrikadaki çalışma ve mücadeleden, işçilerin ve ailelerinin yaşamından haberler yazılması, işçilerin gazeteye yazmasının özel olarak teşvik edilmesi; işçi ve emekçi kitleler içindeki çalışmanın başlıca unsurları olmalıdır.
İşçi ve emekçilerin kendi fabrikalarından, mücadele ve yaşamlarından yapılan haber ve röportajlara olan ilgisi ve “yine öncelikli işçi havzalarında, fabrika ve işyerlerinde gazetemize haber, mektup, röportaj vb. yapma, dosyalar hazırlama konusu en çok üzerinde durduğumuz, ancak, işçi ve emekçiler içerisindeki çalışmamızın hala en zayıf olduğu, en çok kesintiye uğrayan işlerin başında geliyor” olduğu düşünüldüğünde; gazeteye yazmanın, gazetenin buradaki muhabiri sorumluluğuyla davranmanın önemi ortadadır.
Parti kadroları, görevlileri ve üyelerinin gazeteye haber ve röportajlar yapma, dosyalar hazırlama konusundaki tutumu, sadece yazma konusunda bir zayıflık ve olumsuzluk olarak değerlendirilemez. Bu zayıflığın asıl nedeninin, işçi ve emekçi kitlelerle girilen ilişkinin sınırlılığı ve işçilerin günlük yaşamına girme ve nüfuz etme açısından yaşanan sınırlılık olduğunu bilmeliyiz. İşçiler arasında, onların içinde yaşayan, gazeteyi günlük çalışmasının temeli ve aracı haline getirebilmiş kadrolar ve parti üyeleri için, gazeteye çeşitli biçimlerde yazmak ve katılmak; ekstra, kendi işi olmayan bir iş olmaktan çıkacak, yürüttüğü çalışmayı geliştiren ve çalışmasının önemli bir parçası ve bir yönü olacaktır. Ayrıca, işçi ve emekçi kitleler arasına girebilmiş ve geniş ilişkiler içinde olan bir partili gazeteye yazmak için, haber ve konu sıkıntısı da çekmeyecektir. Gazetenin işçi ve halkçı niteliğini geliştirme ve ilerletmesinin yolu da, buradan, işçi ve halk yaşamının tüm canlılığı ve tüm yönleriyle gazeteye yansıtılabilmesinden geçmektedir.
İşçiler ve emekçiler arasında yaşıyor olmanın, işçilerin duygu ve düşüncelerini, yaşamlarının her türlü sorunlarını, ülke ve dünyadaki olaylar ve gelişmeler üzerine tepki ve öfkelerini içlerinden izleyip gözlüyor olmanın, en canlı, işçi ve halk yaşamı açısından önemli ve çarpıcı haberler yapmada, bize sağlayacağı olanak ve avantajlar açıktır. Böylesi olanaklar, hiçbir gazetecinin, muhabirin sahip olmadığı ilişki ve olanaklardır.
İşçiler arasından yaptığımız her haber ve röportajın, bizi işçilere daha da yakınlaştıracağını, işçi ve emekçilerle daha geniş ve güçlü bağlar anlamına geleceğini ve işçilerin güvenini kazanmada ileriye atılmış adımlar olacağını bilmek durumundayız. Buna uygun davranıldığında “parti, gazete muhabirleri ağı olarak örgütlenmelidir” bolşevik anlayış ve tutumu gerçekten ve somut olarak kavranmış olacaktır.
Bizde en önemli sorunlardan biri işçi ve emekçi kitleler içine girme, yaşamını onlar arasında kurma ve çalışmayı buradan sürdürme ise; diğeri, örgüt çalışması ile gazetenin (politika) birbirinden ayrı ve kopuk olarak ele alınmasıdır. Böyle olunca da, kurulan işçi ilişkileri, çoğunlukla politikadan uzak kişisel ilişkiler olarak sürüyor, gazete temeli ve etrafında (günlük çalışmada gazeteyi çok yönlü kullanmaya dayalı) politik bir örgüt olma ve politik bir çalışma yürütmede sorunlar yaşanıyor. Günlük gazete de, günlük parti çalışmasının temel bir aracı haline gelemiyor ve gerçek işlevini (kollektif bir ajitasyon, propaganda ve örgütlenme aracı) görme düzeyine ulaşamıyor.
Oysa, parti kadroları, görevlileri ve tüm parti üyeleri açısından; dağıtımından, gazete etrafında işçi ve emekçilerin bir araya getirilmesine, okunmasına, işçilerin eğitimi ve ilerletilmesinin bir aracı olmasına, gazeteye işçiler ve halk arasından yaşamın ve mücadelenin tüm yönlerini ve sorunlarını yansıtacak çeşitlilikte haber, yazı ve röportajlar yapılmasına ve işçilerin, emekçilerin mektup, haber yazmasının teşvik edilmesine kadar; gazetenin günlük parti çalışmasının temel bir aracı haline getirilmesi – gazetenin ele alınışı böyle bir tutuma ilerlediğinde, parti çalışması da çok yönlü olarak gelişecek ve güçlenecektir.
Mart Konferansı, değerlendirmeleri ve kararlarıyla, parti örgütünün yeniden inşası sürecini başlatmıştır. Konferans ve Kongreler ise, bu süreci daha ileriye taşıyacaktır.
Yeniden inşanın en temel meselesi, işçi ve emekçi kitleler içinde sürdürülen çalışmanın sorunları ve bu sorunların aşılmasıdır. İşçi ve emekçi kitlelerin yaşamıyla işçi ve emek hareketine nüfuz edebilmenin ve işçi hareketinin partinin önüne koyduğu görev ve sorumlulukların üstesinden gelebilmenin yolu; işçi sınıfı içinde yürütülen çalışmayı, eksik ve zaaflarının üstesinden gelerek, her yönüyle geliştirip güçlendirmekten geçiyor.