Newroz, Kürt sorunu, şovenizm ve anti-emperyalizm

Mart ayının 21’i Newroz. Sadece Asya’da değil, dünyanın birçok bölgesinde ve eski uygarlıklarda kutlanan bir gün. 21 Mart, Ortadoğu halklarının önemli bir bölümünde, baharın ya da yılın başlangıcı olarak coşkuyla karşılanmakta, şenlik ve etkinliklere kutlanmaktadır. Doğanın ısınması, bitkilerin canlanması, bereketin habercisi olarak karşılanan ve çeşitli biçimlerle kutlanan Newroz, Medlerin devamı olduklarını düşünen Kürtler için, takvimsel olanın ötesinde bir anlam ifade etmektedir. Kürtler için de Newroz, “Yeni Gün” demektir. Ancak Kürtler için bu “Yeni Gün”; doğuşun, dirilişin, mücadelenin, özgürlük için ayağa kalkışın adıdır. Böyle olduğu içindir ki, başka halklar için sorun olmayan Newroz kutlamaları Kürtler için ciddi bir sorun yaratmaktadır.

Efsanede, demirci ustası Kawa’nın elinde çekiciyle başlattığı isyan, Dehhak’ın zulmüne son vermiş ve halk özgürlüğüne kavuşmuştur.

Kürtler, efsanedeki halkın kendileri olduğuna inanmaktadır. Kürtler için o gün, yani 21 Mart, Kürtlerin diriliş ve kurtuluş günüdür. O gün, yeni gün, o gün Newroz’dur. Sarı, yeşil ve kırmızı renklere bürünen halk alanlara çıkmakta, bayramı kutlamaktadır.

Günümüzde, Kürt halkı 21 Mart’a, diğer halklardan farklı ve efsaneyi aşan –zulme karşı başkaldırı, eşit haklar, özgürlük ve demokrasi taleplerinde ifadesini bulan– somut ve güncel bir anlam yüklemiştir.

Emperyalizm tarafından bölünüp parçalanan, değişik ulusların gerici ve diktatör yönetimlerinin egemenliğinde esaret altında yaşamaya mahkûm edilen Kürtler, Newroz’u taleplerini dile getirme, içinde bulundukları koşulları değiştirme, ulusal zulme son verme gününe dönüştürmektedirler. Newroz günü, sadece meydanlarda değil, yüreklerde de özgürlük ateşi yanmaktadır!

Çeşitli ülkelerde bölünmüş yaşıyor olmalarına ve aralarında kilometrelerce mayınlı arazi, dikenli teller, tank ve toplarla takviye edilmiş ordu birlikleri olmasına rağmen, her Newroz’da Kürtler, ortak bir ruhla duygu harmanı oluşturmakta, aynı şarkılar ve aynı taleplerle haykırmakta, kölelik zincirlerini parçalamak için alanlara akmaktadır. Ortadoğu’daki kutlamalara Kürt halkı damgasını vurmakta, Newroz’u halkın kendi geleceğini ellerine alma, ulusal eşitlik, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, barış ve halkların kardeşliği için bir mücadele günü olarak kutlamaktadırlar.

21 Mart’a, Yeni Gün’e; doğanın uyanışı, bereket ve bolluğun habercisi, yeni yılın başlangıcı gibi takvimsel anlamlar yükleyerek kutlayan diğer halklardan farklı bir anlam yükleyerek kutladıkları içindir ki, Kürtler, her 21 Mart’ta, her Newroz kutlamasında büyük sorunlarla karşılaşmakta, egemen güçlerin saldırılarına hedef olmakta ve her defasında bedeller ödemek durumunda kalmaktadırlar.

EGEMEN SINIFLAR NEWROZ’DAN NEDEN KORKUYOR?

Egemen sınıflarının hiç haz etmediği günlerden biri 21 Marttır, Newroz’dur. Dahası 21 Mart, nefret ettikleri ve olanakları olsa takvimden çıkarıp atacakları bir gündür! Mart yaklaşıp, önce havaya, ardında suya ve toprağa cemre düştüğünde, yani havalar ısınmaya başladığında, ırkçı ve şoven yönetimlerin kâbus dolu günleri de başlıyor. Şiddeti bir yönetme tarzı olarak benimseyen, diğer uluslara, halklara ve kültürlere karşı inkarcı ve tahammülsüz olan egemen güçlerin kimyası 21 Mart’a doğru tümden bozulmakta, devlet “bahar sendromu”na yakalanmakta, Kürt halkına karşı saldırganlığı doruğa çıkmaktadır!

Bir halk, bir ulus olarak kabul edilmeyen Kürtlerin Newroz’da ortaya koydukları duruş karşısında sistemin tahammülsüzlüğü tavana vurmaktadır. Ulusal eşitlik, dil, kültür, kimlik ve siyasal haklar için yıllardır mücadele eden, kendi geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olmak isteyen Kürt halkı için Newroz, adeta aylar önce rüyasına yatılan, hazırlığı yapılan bir bayramdır.

Newroz, kutlanan bir bayram olmakla beraber, aynı zamanda riske girme günüdür de. Siyasal ve kültürel hakları için mücadele eden halk, barış ve kardeşlik ve ülkenin demokratikleşmesi için yüz binler olarak sokağa çıkarken, her an saldırı ve provokasyonlarla karşılaşabileceğini bilmektedir. Köylerden mahallelere, kasaba ve ilçelerden metropollere kadar yaygın kutlamalar gerçekleştiren Kürt halkının, yanı sıra sokağa da çıkmasıyla sistem zıvanadan çıkmaktadır. Her Newroz’da, devletin inkarcı ve şiddet yüklü tutumu nedeniyle büyük gerginlikler yaşanmakta, gözaltı ve tutuklamalar olmakta, insanlar kurşunlanmaktadır.

Her yıl; Newroz sözü, Newroz seslenişi, Newroz sözcüğünün yazılışı, Newroz Bayramı’nın kutlanış tarzı; yakılıp çevresinde halay çekilen ateşler ve “Newroz” ifadeli her girişim devlet katında krize neden olmakta, nevrotik hallerin nüksetmesine ve ortalığın velveleye verilmesine vesile olmaktadır.

Çünkü egemen sınıflar için ne Newroz, ne de Kürt diye bir halk var. Kürtlerin bir halk olduğu, dili, kimliği, kültürel ve siyasal haklarının tanınması gerektiğine dair bir kanı taşıyanlar da, Kürt halkı gibi, vatan-millet düşmanı, bölücü ve terörist yandaşlarıdır! Kürtlerin demokratik taleplerine destek sunanlar “yoldan çıkmışlar” kategorisindendir. Örneğin Türkiye’de, her ne kadar “Kürt sorunu vardır” mealinde sözler birçok başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından söylenmişse de, bu, dönemsel nedenlerle, parti propagandası ve dışarıya karşı imaj meselesi olmaktan öteye gitmemiştir. Özal, Demirel, Yılmaz, Çiller, Erbakan, Erdoğan… Tümü de “Özerklik sorunu”, “Kürt realitesi”, “AB yolu”, “Bask modeli”, “Türküm doğruyum demekle olmaz, öbürü de çıkar Kürdüm doğruyum der” ve “Kürt sorunu vardır” gibi sözlerle dönemlerinde birkaç cümle etmiş olsalar da, söylediklerinin üzerine yatarak, zaten Kürt sorunu üzerinden manevra yapmanın ötesinde niyet taşımayarak, kökü “derinler”de olan şovenizm karşısında boyun büküp, demokrasiden hiç nasiplerini almamış olduklarını gösterdiler.

Kürtlerin mücadele ederek elde ettikleri ve meşruiyetini sağladıkları bazı hak kazanımları bile sorun olmaktadır. Bunlar hazmedilmemekte, devletin attığı geri adım, bir devlet zaafı olarak değerlendirilmekte ve yeniden yok sayılması için çaba sarf edilmektedir. Bizzat Newroz kutlamaları da bu kapsamdadır. Olanak yaratıldığı yerde Newroz yasaklanacak, kutlamalar engellenecektir. Bu yıl bu yönde girişimde bulunacaklarının güçlü verilerini görmek ve karşı duruş için hazırlık yapmaktan başka yol yok gibidir.

RESMİ KAYNAKLARLA BAŞI BELADA OLAN KAVRAM: “NEWROZ

 

Her Newroz kutlamasında “W” harfi krizi yaşanmakta, kutlamalar için yapılan bildirimler Kürt alfabesindeki “W” harfi gerekçe gösterilerek geri çevrilmektedir. Kürt halkının dili, kültürü, gelenekleri, özgünlükleri gayrı meşru sayılmakta, halkın benimsediği ve sahiplendiği her değer hedef tahtasına çivilenmektedir.

Başvuruların “Newroz” olarak değil, “Nevruz”, “Nevroz” ya da “Navruz” olarak yapılması dayatılmakta, bunun için ‘küçük kurnazlıklar’ önerilmekte, bazen bildirim yazılarına kalemle “W” yerine, “V” yazılmak istenmekte, bu abuk sabuk sebeplere karşı durulması halinde ise, miting, gösteri, etkinlik ve kutlamalar yasaklanmakta, yaptırılmamaktadır. “İzin” verilen yerlerde ise, yıl boyunca kullanılan “mitingler için tahsis edilmiş alanlar” değil, Newroz kutlamaları için belirlenmiş, gözden ırak, ulaşımı zor, tecrit amaçlı alanlar gösterilmektedir. Değilse, “güvenliğin sağlanamayacağı” gerekçesiyle yasaklar devreye sokulmaktadır. Denenebilir ki, Türkiye’de devletin üzerinde bunca fırtına kopardığı, bir türlü bir yere oturtamadığı, sözlüklerde, kitaplarda ve resmi tarihte yer vermemek için kılı kırk yardığı, yasakladığı, yok saydığı, mantıksızlığı ayyuka vardırdığı başka bir kavram yoktur. Gerekçeleri geçersizleşip zorlandığı noktada ise, “ihbar aldık kötü şeyler olacak” diyerek yasakladığı başka bir gün, başka bir bayram, bir tören ve kutlama da yoktur. Hiçbir zaman istila edilmemiş, doğal olarak direniş yaşamamış ve kurtuluş günü de olmayan iller, ilçeler ve kasabalar için “kurtuluş günleri” tertipleyen burjuva gericiliğin, milyonlarca katılımcıyla tarafından kutlanan Newroz için gösterdiği tahammülsüzlük, ırkçı, şoven yaklaşım ve tutumun dışavurumundan başka bir şey değil.

Devlet damgalı ya da devlet güdümlü kaynaklarda; “Nevruz, baharın ilk günüdür”, bazen “Martın yirmi birinci, bazen Martın yirmi ikinci günü”dür. Elinizin altındaki bir sözlükte “Nevruz”un karşılığına bakarak bunu görebilirsiniz. Ancak, Newroz’un, Kürt halkı tarafından, zulme ve ulusal köleliği karşı eşitlik ve demokratikleşme amacıyla her şey göze alınarak bir mücadele günü olarak kutlanmaya başlanması ve 1990’lardan itibaren kitlesellik kazanmasıyla birlikte, ‘yeni tezler’in geliştirildiğini, “Nevruz”un Türklükle alakası üzerine derin araştırmaların yapıldığını da atlamamak gerek. Zamanla, “Nevruz, Türklerin kurtuluş günü, Ergenekon Bayramı” olarak ifade edilmeye başlandı, “Türk topluluklarının pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan Nevruz bayramı” olarak kaynaklarda yer aldı. Ancak, “Kürt yoktur, onlar dağ Türkleridir” gülünç iddialarına rağmen, Newroz’un Kürtler tarafından kutlanması bir türlü hazmedilemedi. Kürtlerin ulusal taleplerini dile getirerek, folklorik özgünlükleriyle, yediden yetmişe büyük halk kalabalıklarıyla kutladıkları Newroz törenleri saldırı hedefi olmaktan kurtulamadı.

Kutlamalar karşısında hazımsızlığı sürdüren ve sert tepki göstermekle kalmayan egemen sınıflar, Newroz’un, Kürtlerin yüklediği anlam ve atalarıyla ilişkilendirdikleri efsaneyle alakasızlığını ispatlamak için hummalı bir çalışmaya girişti. Bakanlıklar, üniversiteler, medya vb. bu iddialar için koşuşturdular. Hükümetlerin çabaları, polis ve asker zoru, yasaklama ve şiddetle yetinilmeyerek, dört koldan “Nevruz üzerine bilimsel ve tarihsel araştırmalar” yapıldı, bunlar sürdürülüyor. Birçok ırkçı ve şoven akademisyen, Türkî Cumhuriyetlerdeki birçok ‘tarih ve kültür araştırmacısı’ bu amaçla görevlendirildi. Öyle ki, “Nevruz” için oluşturulan tezler, elde edilen bulgular, sergilenen yaratıcılık, sözcüğe, sözcüğün köken ve anlamına attırılan taklalar ve etimolojik açıdan yapılan yakıştırmalar karşısında hayrete düşmemek mümkün değil.

TRAJİKOMİK GİRİŞİMLER VE RESMİ NEVRUZ TÖRENLERİ

Yazılışı ve söylenişi üzerine bu kadar fırtına koparılan, kutlanışı bu kadar krize neden olan, yüksek derecede gerilim yaratan başka bir gün az bulunur. Herhangi bir amaçla toplantı, gösteri ve yürüyüş yapmak izne değil, bildirime tabi iken ve bunun yasal düzenlemesi yapılmışken, nedense (!) her yıl Newroz kutlamalarında valiler ve kaymakamlar -bir devlet tutumu olarak- kriz çıkarmakta, kutlamaları zora sokmakta, bildiri ve afişler yasaklanmaktadır. Her Newroz’da mevcut yasalar ve hukuk kuralları bir yana bırakılmakta, emniyet müdürleri, asker ve polisler yetki sultasıyla donatılmış olarak devreye girmekte, halkın karşısına silahla, tank, panzer ve özel polis ve asker güçleriyle çıkmakta, ülke militarizm kesilmektedir. Newroz hazırlıkları hem psikolojik, hem askeri hem de siyasi bir savaşa dönüşmekte, büyük bir gerilim yaşanmaktadır. Newroz’larda İçişleri Bakanları özel genelgeler yayınlamakta ve başta bölge olmak üzere, ülke ölçeğinde resmen ilan edilmemiş bir Olağanüstü Hal uygulanmaktadır. Devlet güdümündeki medya Kürt halkına karşı bir karalama kampanyası başlatmakta, satılmış kalemşorlar yarışa girmekte, medya şoven saldırı odaklarının borazanına dönüşmektedir. “Bölücülük” ve “terörizm” içerikli ırkçı ve şoven propaganda baş köşeye oturtulmakta, Kürt halkı “bölücü”, “terörist”, “provokatör” gibi kavramlarla eşleştirilerek, linç kültürünün hedefi olmakta, savaş ve çatışma senaryoları yazılmaktadır. Tüm ülke düzeyinde kaos ve kargaşa havası egemen kılınmakta ve bunun sorumlusu olarak, bölge halkı, Kürtler suçlanmakta ve linç edilmek istenmektedir. Kürtlerin yaşadığı topraklar, köyler, ilçeler ve iller her yönüyle saldırının hedefi haline getirilmekte, “sivil” ve askeri, yazılı ve sözlü her türlü namlu bölgeye ve halka yöneltilmektedir.

Unutmamak gerekir ki, burjuva gericiliğin geleneğinde “komünist partisi kurulacaksa onu da biz kurarız” kültürü egemendir. Şimdilerde “Resmi Nevruz” kutlamaları düşünüldüğünde, bu söz daha da anlam kazanacaktır. Bunun günümüzdeki izahı, “Nevruz kutlanacaksa, onu da biz kutlarız”dır. Bunun için Genelgeler yazılarak, kurumlar harekete geçirilerek düzenlenen resmi Nevruz kutlamaları, devlet dairelerinde, kurum bahçelerinde vb. yapılmaktadır. Kutlamalarda, lacivert takımlı, kravatlı devlet adamları ateş üzerinde atlamakta, yumurta tokuşturmakta, örs üzerinde demir dövmektedir.

Burjuva gericiliği, on yıllar boyunca 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı da yok saydı, İşçi sınıfının uluslararası, birlik, dayanışma ve mücadele gününü “Bahar Bayramı”yla değiştirerek inkar etti, yasakladı. Okullarda her 1 Mayıs’ta kırlara çıkıldı, piknikler düzenlendi. İlkokuldan başlayarak, 1 Mayıs, Bahar Bayramı olarak beyinlere şırınga edilmek istendi. Meşru görülmeyip yok sayılarak yasaklanan 1 Mayıs karşısında gösterilen refleks nasıl sınıf düşmanlığına denk geliyorsa; Newroz konusundaki tutum da, burjuvazinin uluslar ve halklar karşısındaki ırkçı ve şoven tutumunu yansıtıyor. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak, işçi sınıfı ve emekçiler kararlı bir mücadele yürüttükten ve büyük bedeller ödedikten sonra kabul etmek zorunda kaldı. Ancak, egemen sınıflar, fırsat buldukça 1 Mayıs’ı engelleme ve yasaklama tutumundan hiçbir zaman vazgeçmediler.

Kürt halkının kültürel ve siyasal hakları karşısında inkârcı pozisyon tutan gerici burjuvazi, işçi sınıf karşısında da gaddarlığı elden bırakmamıştır. 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen, 34 işçinin ölümü ve onlarcasının yaralanmasına neden olan katliam akıllardadır. Provokasyon ve katliamlar, burjuva sisitemin geleneğidir. Sistem işçi sınıfı ve sömürülen yığınlar karşısında olduğu gibi ezilen halklar ve talepleri karşısında da aynı refleksi göstermektedir. Newroz Bayramı’na yönelik yasakçılık ve şiddet bundan bağımsız düşünülemez. Üstelik burjuva gericilik sömürü ve baskıya dayalı düzenini meşru göstermek için Kürt sorununu ve Newroz’u bulunmaz bir nimet olarak değerlendirdiğinden, Kürt sorunu, Newroz ve Kürtlerin diğer talepleri karşısında sessiz kalmak, sömürücü ve baskıcı sistem karşısında suskun kalmak ve her açıdan köleliği kabullenmekle eş anlamlıdır.

Newroz toplumsal bir sorundur. Üstelik sadece Kürtleri değil, tüm Türkiye ve Ortadoğu’yu ilgilendiren bir sorundur. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Gürcü… Tüm Türkiye ve Ortadoğu halklarının bu soruna doğrudan ya da dolaylı olarak müdahil olduğu açıktır. Ortadoğu bir yana, Kürt sorunu nasıl tüm Türkiye halkının/halklarının sorunu ise ve herkesi etkiliyorsa, Newroz da, tüm Türkiye halkının/halklarının sorunu haline gelmiştir. Egemen sınıflar bir halkın kültürel haklarını, geleneklerini ve taleplerini yok sayarak engellemeye kalkıştıkları için sorun olmuştur. Ve demokratikleşme doğrultusunda adımlar atıldığı, Kürt sorununun çözümü yolunda halkın talepleri doğrultusunda çaba sarf edildiği ölçüde bu sorunlar çözüm yoluna girecektir.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, zorla ayakta durmaya çalışan egemen sınıfları geriletmediği, demokrasi yolunda mesafe kat edemediği sürece mevcut durum sürecek, Kürt sorunu çözülemeyecek ve Newroz sorun olmaya devam edecektir. Newroz kutlamalarının olağanlaşmasının yolu, demokrasi ve özgürlüklerin kazanılması, Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ilerlemesidir. Bu da, işçi ve emekçilerin, emek ve demokrasi güçlerinin iktidar yolunda güç kazanmalarıyla olasıdır.

NEWROZ KUTLAMALARI VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ MÜCADELESİ

Bu gerçekten hareketle, Newroz üzerinden sürdürülen gerici propaganda karşısında durmak, ırkçı ve şoven propagandanın esiri olmamak, ırkçı ve şoven güçlerin oynadığı oyunu boşa çıkarmak bu gün daha da önem kazanmaktadır. Türk, Kürt ve her milliyetten Türkiye işçi sınıfı olarak, ezilen ve sömürülen halklar olarak, tüm ilerici güçler, tüm sosyalistler olarak Newroz’u doğru değerlendirmek tarihsel bir görevdir. Bir halkın kültürüne karşı özenli olmak asgari bir sorumluluk olsa gerek. Türk ve Kürt kardeşliğinden yana olan, -bırakınız sosyalist olmayı- Türkiye’nin demokratikleşmesi çabası içinde olan, bunu gerçekten benimseyen ve isteyen her politik akımının Newroz’da ezilen ve sömürülen Kürt halkının yanında olmayı bir görev sayması gerekir.

Kitlesel olduğu kadar yaygın da gerçekleşen Newroz kutlamalarında tüm halkların ve dünya kamuoyunun dikkatleri Türkiye’ye yönelmektedir. Newroz’u bölen, parçalayan değil, halkları birleştiren, demokrasi güçlerini bir araya getiren, ön yargıları parçalayan bir mücadele gününe dönüştürmek gerekli ve zorunludur. Gerici güçlerin propaganda ve saldırılarını püskürtmek için Türk ulusundan işçi ve emekçilere da ha fazla sorumluluk düştüğü de bir gerçektir.

Devlet ve hükümetyetkilileri, sayıları milyonlarla ifade edilen bir halkın bayram kutlamalarına getirilen yasaklama ve şiddetle yanıt verme tutumuna anlam veremeyen Türkiye halkını ve dünya kamuoyunu “ikna etmek” için türlü yollara başvurmakta, bu uğurda gerçekleri ersyüz etmekten çekinmemektedir. Yasakları ve şiddeti meşru göstermek için bir çok yol denenmektedir. Provokasyonlar düzenlemek, öncesinden bombalama eylemleri tertiplemek sudan gerekçelerle tutuklamalar gerçekleştirmek ve bunu medyanın baş gündemi haline getirmek gibi girişimler neredeyse bir “gelenek” halini almıştır. Gerici egemen güçlerin bu alanda ne denli yetenekli oldukları 2005 yılının son aylarında Şemdinli’de yaşanan provakasyon eylemleriyle hafızalardadır.

Abdullah Öcalan’ın, ABD-İsrail tarafından CIA ve MOSSAD operasyonuyla birçok hesaba mahsuben Türkiye’ye teslim edilmesini ve cezaevindeki baskıları protesto eylemleri üzerinden başlatılan saldırganlığın Newroz kutlamalarını provoke etme amacı taşıdığı da görülmektedir. 2006, 15 Şubat eylemlerinde estirilen terör Newroz’a yönelik saldırganlığın habercisidir. “Eylemciler parti binasına sığındı” gerekçesiyle mahkeme kararı bile olmadan Adana, Doğubayazıt gibi yerlerde DTP binalarının basılıp sığınanların dayaktan geçirilip gözaltına alınması ve süren tutuklama furyası buna işaret etmektedir. Barış Anneleri inisiyatifinden içinde yaşlılarında olduğu 23 kadının tutuklanması, Kürt illeri, Çukurova ve batıda süren tutuklamalar Newroz’u sabote etmeye yönelik, “önleyici konsept” uygulamalarından başka bir şey değildir. Adana’da 15 Şubat eylemlerinin ardından resmi görevlilerin ağzından çıkan; “artık saldırı ve tutuklama başladı. Bu Newroz’a kadar sürecektir.” açıklaması bu durumu doğrulamaktadır.

Gerici ve ırkçı güçler “bölücü örgüt” , “bölücü başı” , “çocuk katili” gibi sıfatlar eşliğinde A. Öcalan üzerinden Kürtlere yönelik anti propagandayı güçlendirmek suretiyle Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini darlaştırmak; Kürt halkının demokratikleşme çabalarını provakatif bir mindere çekerek tecrit edip marjinalleştirmek istemektedir.

Ancak, gericiliğin bu yönlü saldırıları (hamleleri) karşısında Kürt ulusal hareketinin her zaman doğru taktikler geliştirebildiğini söylemek güçtür. Öcalan’a yönelik tecrit politikasına karşı gerçekleştirilmek istenen Gemlik Yürüyüşü ve bu esnada Bozüyük’te devreye sokulan provakasyonun da gösterdiği gibi, ırkçı ve faşist güç odaklarının kışkırtıcılık yaparak Türk halkını amaçları doğrultusunda kullanmalarına olanak vermemek önemlidir. Geniş halk kitlelerinin etkisiz kalması ve seyirci haline dönüşmesine zemin yaratabilecek eylemler yerine; Kürt ve Türk halkının birliğine hizmet edecek, devletin oyunlarını, gerici güç odaklarının provakasyonlarını boşa çıkaracak taktikler geliştirmeye özen göstermek gerekiyor.

”Abdullah Öcalan siyasi irademdir” adıyla yürütülen ve “referandum” olarak açıklanan 1 milyon imzanın toplandığı çalışma da tartışılabilir. Kürt halkının bir bölümü tarafından sahiplenilen bir talep olarak gündeme giren bir referandum ve diğer tarafta 20 milyon Kürt emekçi. Kürt halkının demokrasi ve özgürlük talebi, verilen ve referandum olduğu söylenen 1 milyon imzayla darlaştırılmamalıydı. Bu ve benzeri darlaştırıcı eylem türleri yerine geniş halk kitlelerini hedefleyen, Türk ve Kürt halklarının ortak eylemlerini de gözeten bir çalışmayı temel almak gerek,. İhtiyaç duyulan budur. Bu yüzdendir ki, 2006 Newroz’unun yaklaştığı şu günlerde çalışmanın yönü ve niteliği daha da önem kazanmıştır.

Geçen yıl gerçekleşen kutlamalardan çıkarılacak sonuçlar iyi değerlendirilmelidir. Kürt halkı, Newroz kutlamalarıyla demokratikleşme taleplerini dile getirdiği, kitlesel ve yaygın kutlamalarla meşru ve haklı mevzide kaldığı ve doğru yolda ilerlediği ölçüde, egemen güçler çaresiz kalmakta, burjuva gericiliği daha çok tedirgin olmaktadır. Türkiye halkı nezdinde giderek tecrit olacağını düşünen ırkçı ve şoven güçler sürekli bir propaganda ve çatışma hali istemekte ve bunun için düşmanlığı körüklemekte, provokasyonlara meydan hazırlamaktadırlar.

Kürt halkı üzerinden güç gösterisi

Newroz öncesi, kutlamalarda ve sonrasında sokağa çıkarılan tanklar, panzerler, silahlı asker ve polis güçleri, bölgede yüz binlerle ifade edilen ordu birliklerine rağmen, sevk edilen yeni ordu birlikleri, F-16 ve diğer savaş uçaklarıyla gerçekleştirilen uçuşlar, halklara gözdağı vermek amacıyla yapılan büyük kış tatbikatları, Skorsky ve Apache helikopterleri eşliğinde gerçekleştirilen operasyonlar, yol aramaları, baskınlar, gözaltı ve tutuklamalarla birlikte, daha bir çok militarist eylem, yol, yöntem ve araç devreye sokulmaktadır. Dahası tüm bu yapılanlar mubah, meşru ve bir zorunluluk olarak gösterilmektedir. Kürtlere ve tüm Türkiye halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesine yönelmiş şiddetin, Türk ulusal savunması, Türkiye’nin savunulması olarak anlaşılması istenmektedir. Türk ve Kürt halkının, işçi ve emekçilerinin arasına ayrıksı fikirleri, soğukluğu, kuşku ve güvensizliği, giderek düşmanlığı sokmak isteyenler Newroz’u bir olanak olarak değerlendirmek istiyor. Bu seferberlik halinin Türk işçi ve emekçilerinin bilincinde bir güvenlik sorunu olarak yer etmesi için, “ülkenin birlik ve beraberliği, vatan ve milletin bütünlüğü, bölücülüğe ve teröre karşı mücadele” gerekçesi ileri sürülmekte, zincirlerinden boşanmış şiddet Kürtler üzerinden kutsanmak istenmektedir.

Geriye dönüp bakıldığında görülecektir ki, her Newroz öncesinde Kürt halkına yönelik şiddetin dozu artmakta, gözaltı ve tutuklamalar, sokak ortasında kurşunlamalar meşru sayılmakta, hükümet ve genelkurmay tarafından yapılan şiddet yüklü ve hakaret taşıyan açıklamalar olağan gösterilmektedir. Hemen her yıl gerçekleşen kutlamalarda insanlar öldürülmekte ancak bu güne kadar tek bir polis, asker ve özel tim hakkında bu suçtan açılmış bir soruşturma, verilmiş bir ceza bile bulunmamaktadır.

2005 yılında Mersin’de gerçekleştirilen kutlamada, devletle bağlantısı kuvvetle muhtemel olan bir provakatörün, iki çocuğun eline Türk bayrağını tutuşturarak yaktırmak istediği, ancak başarılı olamadığı görüntülerin, başka bir polisin bayrağı eline alarak vatandaşa çıkışmasıyla devam eden şovun aylarca kullanıldığı bilinmektedir. Yine, söz konusu provakasyondan sonra Genelkurmay merkezli olarak yapılan bir açıklamayla “sözde vatandaşlar” kavramı kullanılarak vatandaşlar kategorize edilmiş, “alçaklar”, “kimse TSK’nın sabrını zorlamasın” gibi muhtıra niteliği taşıyan açıklamalar yapılarak böylece Kürtler hem psikolojik savaşın hem de saldırıların hedefi haline getirilmiştir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı, başbakan da dâhil olmak üzere “ortak irade beyanı” gerçekleştirilmiştir.

2005 Newroz kutlamalarının yaygın olarak ve bir o kadar da kitlesel olarak gerçekleşmiş olması, Mersin, İzmir, Adana, Hakkari, Urfa, İstanbul, Van, Mardin-Kızıltepe gibi merkezlerde ve özellikle Diyarbakır’daki kutlamanın devasa bir katılımla gerçekleşmiş olması, somut ve demokratik taleplerin dile getirilmesi, yine halkın sorumluluk bilinciyle hareket etmiş olması, tüm tahriklere, defalarca yapılan tahrik etme amaçlı aramalara, tacize rağmen kutlamaların olaysız sonuçlanması gerici planlara darbe vurmuştur.

Dikkatlerin yöneldiği Diyarbakır Newroz’unda AB ve ABD değil, “Kürt sorununu Türkiye çözecektir, başka bir güç değil” yönlü açıklama, Kürt sorunun Türkiye’nin sorunu olduğu ve sorunu Türkiye halklarının çözeceğinin, devlete ve hükümete karşı kürsüden ve yüz binler tarafından dile getirilmesi, ABD’nin Irak işgaline karşı haykırılan sloganlar, savaşa ve işgallere karşı mesajların verilmiş olması ırkçı ve asimilasyoncu işbirlikçi Türkiye egemen güçlerini fazlasıyla rahatsız etmiştir.

Gericiliği kaygıya sürükleyen gelişmelerin başlıca etkenlerinden biri de Kürt Ulusal Hareketinin çatışmaya girmeyeceğini açıklayarak silahlı güçlerini sınır dışına çekmesi, çatışmaktan uzak durarak siyasi diyalog yolu araması, siyasi talepler ileri sürerek, Kürt sorunun çatışmasız yolla çözümü doğrultusunda ki ısrarcı tutum olmuştur. Bunun sonucu, asıl olarak yıllarca verilen mücadelenin kazanımları, diğer yandan AB sürecinin de etkisiyle Kürtçe dil kursları, Kürtçe televizyon yayınları vb gibi bir takım (çok sınırlı, güdükleştirilmiş) haklar elde etmesi ırkçı ve şoven güçlerde “Kürtler siyasi mevzi ediniyor” paniklemesine yol açmaktadır. 2005 Newroz kutlamalarından sonra saldırı dalgasının yükselmesinde, “bayrak” olayının ısıtılıp ısıtılıp sunulmasında, milliyetçi duyguların kışkırtılması hesaplarında, Türk bayrağının bu amaçla kullanılmasında, “bayrak asma günleri” tertip edilmesinde, provokasyon ve linç girişimlerinin artmış olmasında, Karadeniz’de Kürt bir tarım işçisinin öldürülmesinde vb. süren saldırganlıkta bu sözünü ettiğimiz gelişmelerden duyulan tedirginlik ve kaygı önemli rol oynamıştır

Gerici güç odakları, bu gelişmeler karşısında yeni senaryolar eşliğinde Kürt-Türk çatışması yaratmaya dönük kışkırtıcılığı körüklemeyi bir politika olarak sürdürmektedirler. .

2005 yılı boyunca süren kışkırtmalar, linç girişimleri, Bozüyük’te olduğu gibi, kitlelere, araba konvoylarına, basın açıklaması ve mitinglere, DEHAP (şimdilerde DTP) binalarına yönelik artarak süren saldırganlık, “faili meçhuller”, artan operasyonlar ve çatışmalar, asker cenazelerinin ırkçı ve faşist güçlerin gösterilerine dönüştürülmek istenmesi, Ege, Karadeniz ve diğer bazı yerlerde kışkırtılan ve “duyarlı vatandaş tepkisi” olarak meşru gösterilen faşist saldırılar bu politikanın birer unsurudurlar.

Abdullah Öcalan’a yönelik “hukuksuzluk”, tecridi yeterli bulmayarak uygulanan cezalar, ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmemesi, ziyaretçilerine yönelik aşağılamalar, ailesiyle Kürtçe konuşmasına konulan yasak, insani isteklerinin karşılanmaması, avukatları hakkında çıkarılan tutuklama kararları vb. birçok faktör, Newroz’dan sonra ortaya konulan taktik tutumdan bağımsız değil. Bu amaçlı hesaplar bu gün daha da büyütülerek sürdürülmek istenmektedir.

2006 Şubat sonunda Sarıkamış Kış tatbikatından sonra, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının Diyarbakır’a yaptıkları çıkarma bu yılki hesaplar bakımından dikkate değerdir. Şemdinli’deki bombalama olaylarına adı karışan uzman çavuş Ali Kaya için “tanırım, iyi çocuktur” demesiyle gündeme gelen ve ardından Diyarbakır Söz Gazetesi sahibi M. Ali Altındağ’ın “Ege’de yazlık yaptırdılar, Ali Kaya ile Büyükanıt’ın ortaklığı var” iddialarıyla adı gündemden düşmeyen Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Büyükünıt’ın Diyarbakır Valisini ziyaret ederek “Sarıkamış’tan Ankara’ya dönmek yerine, Diyarbakır’ı görmek istedim.” Dedi. Yine, ”Diyarbakır’ın gerek meslek hayatımda, gerekse özel yaşantımda özel yeri var” açıklamasında bulunması dikkat çekti. 15 Şubat operasyonunu protesto eylemlerinde sessiz kalmasıyla tartışma konusu olan Diyarbakır’ın bu Newroz’da bir “bel kırma” operasyonuna hedef olacağı gözükmektedir. Büyükanıt’ın yaptığı “artık terörü reddedin” açıklaması Diyarbakır’a yönelik yeni planların gündemde olacağına yorulabilir,

Kürt halkının varlığını tanımayan, Türkiye’nin demokratikleşmesinden korkan, Türk ve Kürt halkının eşit ve özgür birliğinden, bağımsız ve demokratik Türkiye’nin inşasını kendi sonlarının başlangıcı olarak görüp ürken baskıcı ve sömürücü burjuva egemen sınıflar ve bu sistemi silahlı güçlerle koruyup kollayanlar Newroz’u iktidarını perçinleme, dağınık güçleri etrafında toplama, “milli birlik ve beraberlik” günü olarak değerlendirmek istemektedirler. Açığa çıkmış kirli ilişkilerin, gerçekleştirilen provakasyon ve katliamların üzerini örtmek, unutturmak ve affa uğratmak istedikleri suçlar için Newroz ve Kürt sorunu bir yıkayıcı makine olarak düşünülmektedir. Böyle hesaplandığı içindir ki; Newroz, bir kapışma ve psikolojik savaş günü, bir muharebe meydanı olmaktadır. Newroz bu amaçla değerlendirilmekte suyu çıkarılarak derecede kullanılmaktadır. Böyle olmasındandır ki, aynı zamanda Newroz bir politik duruştur. Kimin nerede durduğunun önem kazandığı bir arena, rengini gizleyemediği bir gün olmaktadır. “Sol” ve “sosyalist” olduğu iddiasındaki güçlerin Newroz karşısında gösterdikleri duruş, aynı zamanda devletle, ırkçı ve şoven güç odaklarıyla arasına çektiği sınırın da ölçütü olmaktadır.

“Sol”, antiemperyalizm, Kürt sorunu, Newroz ve doğru tutum

Dünyanın uzak her hangi bir köşesinde sürmekte olan ulusal, demokratik, halkçı vb. karakterli her hangi bir gelişme karşısında oldukça duyarlı olan “sol”, “sosyalist”, “komünist” “özgürlükçü ve dayanışmacı”, “anti-emperyalist” iddialı çevrelerin Kürt sorunu konusunda nedense nutku tutulmakta, basireti bağlanmaktadır. Yanlış anlaşılmamalıdır; Dünyanın her hangi bir bölgesindeki gelişmelerle elbette ilgilenilmelidir. Eleştiri konusu edilen ve tartışılan bu değil. Dünya halklarının mücadelesine kayıtsız kalmayı önermek aklımızın ucundan bile geçmez. Hele söz konusu olan emperyalizme, işgale, sömürü ve baskıya karşı, halkçı, demokratik, ulusa demokratik ve ilerici karakter bir mücadele, faşizme, emperyalizme, sömürgeciliğe ve işgale karşı gelişen bir hareket ise bu daha fazla ilgiyi ve desteği eder. Marksist –Leninistler, ezilen ve sömürülen halkların mücadelesine kayıtsız kalmak bir yana, onu meşru görür ve desteklerler. Eğilip, bükülmeden halkların yanında yer alırlar. Emperyalizmi geriletecek her girişimi kıskançlıkla korur ve güçlendirirler. Yakın dönemde Venezüella’da olan da budur. Venezüella’daki gelişmeler karşısında, eğilip, bükülen ve giderek savrulup, gerici güçlerin cephesine düşen “keskin solcu” ama aslında “Bandera Roja” gerici bir konuma düştü ve Uluslarası Komünist Hareketin bir bileşeniyken, ideolojik ve politik olarak mahkum edilerek Marksist-Leninist saflardan uzaklaştırıldı. Venezüella partisinin durumu yakın tarih bakımından öğretici bir örnektir.

Bizim üzerinde durduğumuz ve eleştiri konusu ettiğimiz, Amerikan karşıtı olmaktan söz eden, anti emperyalistlik söz konusu olunca mangalda kül bırakmayan, emperyalizme ve işgale karşı verilmiş olan kurtuluş savaşıyla şahlanan, Türk ulusunun ‘çılgınlık’larıyla övünen, eski defterleri karıştırıp yeni destanlar dizen, efsane üzerine efsane türeten, Türklüğüyle ne kadar öğünse az bulan, dahası onu kutsayan, Türk milliyetçiliğini “çok özgün bir milliyetçilik” olarak sunup tolere edenlerin “solculuğu”dur. Ve tabi, bu propaganda altında ezilenlerin durumu, onların Kürt sorunu karşısındaki tutumudur.

“Enternasyonailst”, “antiemperyalist”, “solcu” hatta “marksist” olduklarını iddia ederek, dünyanın her hangi bir bölgesindeki ulusal kurtuluş, sosyal kurtuluş, halkçı ve demokratik gelişme, hareketlenme ve bu hareketi yönlendirmede etkili olan örgüt, parti ve oluşum konusunda oldukça duyarlı davrananların, Kürt sorunu ve Kürt Ulusal Hareketi söz konusu olunca takındıkları tutumdur. Üzerine konuşulan sorun Kürt sorun değilse oldukça rahat olanlar, sorun, uzaklarda, başka bir kıtada ve kendi uluslarını enterese etmiyorsa ağzından bal damlayanlar, sorun bizim yaşadığımız topraklardaki Kürt sorunu ve Kürt Ulusal Hareketi ve Kürtlerin ulusal talepleri olunca aldıkları tutum, girdikleri kap ve büründükleri renk incelemeye değerdir. Tartışılması gereken budur. “Sol”, “sosyalist”, özgürlükçü”, “dayanışmacı” ve “komünist” iddiası ile bu durumun ne kadar bağdaştığı tartışılmalıdır. Kürt sorunu karşında kaskatı kesilmeler, eveleyip gevelemeleri, devletle ve Kürt Ulusal Haraketi’yle aynı mesafede durma” çabaları, “ama” cümlelerle izahatlar ya da pratik tutum almaktan kaçınmalar, sonuçta titreyip kendine dönmeler tartışılmalıdır.

Zira bu tutum, görünenin ötesinde, etkisi derin olan, devrimci saflara “sınıf tutumu”, “marksizmin ulusal sorundaki yaklaşımı” vb. gerekçelere bulandırılarak sunulmakta ve yansımaları atlanmayacak kadar ağır olan bir tutum. Newroz’un yaklaştığı günümüzde, ırkçı ve şoven güçlerin türlü gerekçe ve tezgâhlarla meydana çıkacağını bilerek, sorunun bu yanını tartışmak ve doğru sonuçlar çıkarmak gerekli ve zorunludur.

2005 yılı 19 Martında Irak işgalinin yıl dönümü vesilesiyle yapılan ‘Küresel Eylem Günü’ mitinginin 21 Mart Newroz kutlamalarıyla birleştirmesi önerilerinin ÖDP tarafından geri çevrilmesi hatırlanacaktır. Bu çevrenin etkisindeki BAK’ın, Newroz kutlamaları ile ABD emperyalizminin Irak işgaline karşı yapılacak etkinliği birleştirme girişimlerine uzak durması da. Kürt ulusal güçlerinin katıldığı bazı miting ve eylemlerde atılan slogan ve açılan dövizlerin rahatsızlık yaratması, bazı mitinglerin bu gerekçeyle terk edilmesi biliniyor. TKP’nin “sosyalizm Kürtleri de kurtarır” yaklaşımı ve Kürt halkına üst telden seslenip, yan yana görünmemek için gösterdiği hassasiyet, Kürt Ulusal hareketinin ABD ve AB karşısında gösterdiği “komünistçe olamayan tutumu” gerekçe ederek, Kürt halkının ulusal varlığını ve taleplerini görmezden gelen tutumu sıralanabilecek “hassasiyetler” dir. Bu yaklaşımların hangi kaynaktan beslendiği tartışılmalıdır.

Irkçı ve şoven güçlerin, sistemin, Kürt sorunu ve Newroz karşısında sürdürdüğü ideolojik ve politik saldırganlık küçük burjuva kesimler üzerinde etki yapmakta ve bu tutumların alınmasına neden olmaktadır. Bu eğilme ve bükülmeler üzerinde yürütülen çalışmanın etkisi değerlendirilmelidir. Son birkaç yıl içinde giderek açık hale gelen bu yönlü gelişmeler bu çevreleri hepten geriletmekte ve gerici bir mevziiye sürüklemektedir. Kürt sorunu karşısında sistemin çizdiği “kırmızıçizgiler” karşısında rengini ve safını belirlemekte zorlanan durumlar yaşanmaktadır. Kürt sorunu karşısında eğilip, bükülmeler, gösterilen tutukluk halinin neyin yansıması olduğu anlaşılmalıdır.

Yine, geçen yıl 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yıldönümünde, İstanbul’da düzenlenen miting vesilesiyle yaşanan tartışmalar hafızalardadır. “Kürtler katılıyor, Apo’nun fotoğrafları açılıyor” gibi gerekçelerle DİSK’in mitingden çekilmiş olması ve bu davranışından dolayı DİSK’in şoven güç odakları tarafından takdir toplaması, yine, “sol” içinde geliştirilen ve Kürt düşmanlığı üzerinde yükseltilen Kızılelmacılık ve diğer bazı gelişmeleri devletin yürüttüğü kara propagandadan bağımsız düşünmek mümkün mü? Newroz sadece bir kutlama değil, bir duruş, bir sınav anlamına da gelmektedir. Hele söz konusu olanlar “sosyalist”, “komünist” gibi payelerle dolaşıyorlarsa bu sınavı atlamaları mümkün değil!

SONUÇ:

Newroz üzerinden bir savaş verilmekte ve bu savaş kazanılmak istenmektedir. Ancak bu durum aynı zamanda egemen sınıfların zayıf yanına da işaret etmektedir. Gerici güçler, Kürt halkını tecrit etmek, halkın demokrasi ve özgürlük kapsamındaki mücadelesini karalamak, Kürt ve Türk halkı arasına ayrılık tohumları serpmek, Kürt halkının taleplerini çarpıtmak, halkları düşmanlaştırmak, ereği kendi geleceğini belirme olan Kürt halkının mücadelesini küçük düşürmek, saptırmak istemektedir. Türk halkını şoven ve ırkçı propaganda eşliğinde sistemin yanına çekmek ve Kürt halkına karşı kışkırtmak, Kürt halkını bölücü olarak mahkûm etmek ve giderek, Türk halkıyla birlikte diğer uluslardan, Türkiye’nin değişik milliyet ve kültürlerden halkları şoven çizgi üzerinde hizaya getirmek istemektedirler. Genelkurmay merkezli çaba budur ve hükümetin bu çizgiden sapma göstermesi karşısında da tahammülsüzlük açığa vurmaktadır. İşçi ve emekçilerin, gerici düşüncelerin etkisinden sıyrılamamış olan halk yığınlarını devletin yanında saf almaya zorlayarak bölücü olarak lanse edilen Kürt halkına karşı harekete geçmesi, herkesin ‘askere yazılması’ istenmektedir. Bu oyunu boşa çıkarmak başta Kürt ve Türk ulusundan işçi sınıfının devrimci işçi partisinin görevidir.

Anti-emperyalist mücadelenin temelleri

Geçtiğimiz ay, birbiri üstüne yığılan gelişmelere tanık olduk.

Ulusal ve uluslararası ölçekte bir dizi gelişme, yaygın kitlesel etkileriyle gündemi işgal etti. Hemen birkaçını sıralamak gerekirse:

Bolivya’da başkanlığı resmen devralan E. Morales hükümetini açıkladı, su ve gaz ile ilgili bakanlıklara Bolivarcı hareketten gelen bakanlar atadı; başta Chavez Veneezüellası ve Castro Kübası olmak üzere L. Amerika’da Bolivarcı güçlerle birlikte davranacağını ilan etti.

Venezüella halkının özlemlerine yanıt vererek, Amerikan emperyalizmine karşı mücadele bayrağı açmış ve uluslararası tekellere kısıtlamalar getirmekte olan Chavez, C. Rice’ın tehditleri üzerine, ABD’ye akan petrol musluklarını kapatabileceğini açıkladı.

Ekvador’da ülkenin en büyük petrol üretim merkezi Napo’daki Petroecuador şirketinin tesisleri işçiler ve halk tarafından bir hafta işgal altında tutuldu, işgal, hükümetin hak taleplerini kabul etmesi üzerine son buldu.

Avrupa’da Liman işçilerinin başarılı grevlerinin ardından, Almanya’da kamu emekçileri, çalışma saatlerinin uzatılması girişimi karşısında birçok eyalette greve çıktılar. Aynı zamanda, işletmeleri kapatılarak Polonya’ya tışınmak istenen AEG-Elektrolux işçileri grevdeler.

Yunanistan’da liman işçilerinin bir haftalık grevinin büyük yaptırımcı gücü, Hükümet tarafından OHAL ilan edilerek kırılmak istendi. Yunan “demokrasisi”nin sınırlarını da gösteren OHAL ilanı, hemen bütün işkollarını kapsayan genel grevle yanıtlandı.

İran’la başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere Batılı büyük devletler arasında nükleer enerji konulu gerginlik büyüdü; İran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun mühürlerini sökerek nükleer araştırmalarını yeniden başlattı ve Rusya ile ortak uranyum zenginleştirme anlaşması imzaladı. Batılı emperyalistler, İran’a, “mühürleri tanımak ve riayet etmek” üzere 6 Mart’a kadar süre verdi.

İsrail barbarlığı koşullarında ve bir dizi yasaklama altında yapılan Filistin seçimlerini HAMAS kazandı. Arafat’ı Filistin halkının temsilcisi olarak tanımayan ve yıllar süren Ramallah kuşatmasının ardından ölüme göndermeyi başaran İsrail Siyonizmi, “terörizm”, “İsrail’i tanımama”, “Barış sürecini kabul etmeme” gerekçeleriyle HAMAS Hükümeti’ni tanımayı reddederek, Filistin’e yönelik sıkı bir ambargo başlattı.

AKP’nin HAMAS lideri Halid Meşal’i Türkiye’ye davet edip ağırlaması olay oldu, özellikle İsrail’in yüksek perdeden tepkisini çekti.

Bir başka “olay” gelişme ise, yabancı basında “iç savaş çıkarsa Türkmenleri gözeterek Irak’a müdahale edebileceği” yolunda haberler çıkan Türkiye’nin, Irak Anayasası’nın kabulü ertesinde “Bölgesel Kürdistan Hükümeti”ni tanıyacağını açıklaması oldu.

İlk kez 2005 Eylül sonunda bir Danimarka gazetesinde yayınlanan, ama umulan tepkilere yolaçmayan Müslümanların kutsallıklarını aşağılayan karikatürler, sonunda, kaşınarak dört başı mamur sorun haline getirildi. Hemen tüm İslam ülkelerinde olaylar çıktı, Danimarka başta olmak üzere, bir dizi Batı ülkesinin elçiliklerine saldırılar düzenlenerek yakıldı, tahrip edildi. Nijerya’da kiliselere saldırılar oldu ve Müslümanlarla Hırıstiyanlar arasında çatışmalar çıktı.

“Karikatür krizi” Türkiye’yi de etkisi altına aldı. “Kurtlar Vadisi Irak” şarlatanlığının da en cafcaflı günlerine denk gelerek, “kriz”in hemen birkaç gün sonrasında, 16 yaşında bir çocuk-genç, Trabzon’da, Vatikan’a bağlı bir kilisenin papazını tabancayla öldürdü. Saadet Partisi’nin İstanbul-Çağlayan’daki “telin ve saygı” mitingine yüz binin üzerinde bir katılım oldu.

“Anti-Amerikan” Kurtlar Vadisi Irak filmi, Türkiye’de tüm seyirci rekorlarını alt-üst etti.

Henüz “karikatür krizi” yatışmadan, Irak, mezhep çatışmasına sürüklenerek, iç savaşın eşiğine geldi. Şiilerin yeniden dünyaya dönüp onu kurtarmasını bekledikileri 12. İmam Mehdi’nin babası ve dedesi olan 10. ve 11. İmamların mezarlarının bulunduğu Askeriye Türbesi’nin bombalanması, ortalığın kan gölüne dönmesinin işaret fişeği oldu. Daha ilk birkaç günde ardında yüzlerce ölü bırakarak, Şii ve Sünniler arasında yaygın çatışma ve boğazlaşma sürüyor.

Türkiye’de en büyük ve en karlı devlet işletmelerini de kapsayarak özelleştirmeler hızlandırılır ve sıra Telekom ve THY gibi yenilerine gelirken, iki “aykırı” gelişme de yaşandı. Danıştay, Koç’a satılan TÜPRAŞ ihalesini bozdu. Bozma kararının bir ay olan zorunlu uygulanma süresinin sonuna gelinirken, kararı uygulamama olasılığı küçük değil, ancak bu kolmay da değil ve sorunlara yolaçacak. Ve Adana işçilerinin başını çektiği, Malatya işçilerinin de katıldığı kapatılan TEKEL işletmelerinin işgali sonrasında, AKP Hükümeti, kapatma kararını geri aldı.

Özelleştirmeler bağlantılı yolsuzluklar, Bakan Unakıtan gensorusuyla TBMM gündemine geldi, ancak reddedildi. Yolsuzluklara “damardan girenler”, kendi damarlarını sahiplendiler.

Sağlık sorununun sözde çözümü adına SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrinin 1. yıldönümünde, hastaneler tam bir çöküntü halinde. İlaç depoları ve eczanelere olan ödemeleriyle, elektrik, su vb. giderlerini karşılayamayan, ama özel hastanelerden “hizmet satın alan” hastaneler iflas halinde. Sağlıkta yüz yüze kalınan fiyasko, AKP’nin vitrini durumunda. Yine de ısrarla çıkarılması zorlanan ve Şubat ayı içinde Emek Platformu’nun eylemli tepkilerine neden olan GSS, önümüzdeki günlerde TBMM’ye gelecek.

***

Olayların bu hızlı akışı artık şaşırtıcı olmaktan çıkmaktadır ve herkes tarafından içinde bulunduğumuz dönemin karakteristik bir özelliği olarak kabul görmeye başlamıştır. Olağan zamanlarda birkaç yıla, hatta belki birkaç on yıla sığacak, tarihi akışın az-çok hızlanmasıyla birkaç aylık zaman dilimlerinde görülebilecek gelişme ve değişmeler, yeni olayların patlak vermesi vb., şimdi, birkaç güne sıkışmakta, aylık periyodlar çok sayıda olay ve yenilenmeyle dolmaktadır.

Bunun kuşkusuz bir anlamı vardır, ama konumuzun dışındadır. Bu hızlı akışın, kışkırtıp kapsamaktan kaçınamayacağı düzen karşıtı mayalanma ve birikimleri henüz kapitalist sistem tarafından hala önemli ölçüde emilebilen işçi ve sömürülen yığınların eylem ve bilincinde şimdilik ciddi dalgalanma ve sıçramalara yolaçmadan gerçekleşmekte oluşu ise, yine dönemin bir özelliği durumundadır. Bu yönden de hızlanmakta olan gelişmeleriyle Latin Amerika, elbette gelişmenin yönünü işaret etmektedir, ancak bugün ayrıksı bir durum oluşturmaktadır. Yine de, son birkaç yıl içinde Fransa’dan İspanya’ya, Yunanistan’a kadar birkaç kez yaşanan ülke ölçeğinde genel grevler, öğrenci boykotları, ciddi katılımlarla gerçekleşen işçi gösteri ve yürüyüşlerinin yanında liman işçilerinin kazanımla biten Avrupa çapındaki grevi, Almanya’da devam etmekte olanlar (çok sayıda eyaleti kapsayan Ver.di’nin kamu emekçileri grevi, AEG-Elektrolux grevi..) türünden grevler, Yunanistan’da aniden hükümetin OHAL ilanına varan karşı saldırılarına da tanık olunan liman işçilerinin grevi ve hemen bütün işkollarından örgütlü destek bulması…, sözü edilen mayalanma ve birikimlerden başkaları değildir. Henüz “büyük adımlar”ın atılmadığı, kötürümleştirici örgütsüzlük ve dağınıklığın üstesinden gelinemediği, hareketin moral açıdan da pek çok eksik ve zaafa sahip olduğu ve bunların, mayalanma da içinde olmak üzere, her türlü “aşağıdan” gelişmeyi olumsuz etkilediği kuşkusuzdur. Ancak bir dizi adımlar da atılmaktadır ve bu yönden de birkaç yıl öncesinden farklı bir durum vardır.

Söylenenler Türkiye için de geçerlidir. İşçi ve emek hareketi henüz bünyesel zaafını aşamamıştır, az-çok farklı taleplere sahip farklı kanallardan akan yerel grev, direniş ve mücadeleler birleşik mücadele içinde birleşememekte, yıllardır büyük ve etkili grevler yaşanmamakta, “ulusal güvenlik” vb. nedenlerle yasaklanan lastik, cam ve belediye grevleri önemli bir tepkiye yolaçmadan sönmekte, sendikal bürokrasinin otoritesi zayıflasa bile kırılamamakta ve başlıca bu olumsuz etki ve aynı madolyonun diğer yüzü olan ve yanı sıra rolünü oynayan örgüt eksiği ve hareketin siyasal alana genişlemede yetenek gösterememesi, sözü edilen zaafları koşullamaktadır. Ancak bu olumsuzluklara rağmen ve birleşik bir mücadelenin bileşenleri olmaktan henüz uzak olsalar da, ülkede grev ve direnişsiz gün geçmemekte, ve en azından bir bölümü, kendi şahsında birleşik mücadeleyi zorlamakta, sınıfın birliği ve birleşik hareketinin unsurlarını biriktirmektedir. TEKEL işçileriyle ve hatta üretici köylülük ve mücadeleleriyle birleşme eğilimi gösteren, bu yönde ciddi belirtiler ortaya koyan SEKA direnişi böyledir, ancak sönmüştür. SEKA’nın izi, ardından Adana TEKEL işçileri tarafından sürülmüştür. Ankara Sendika Şubeler Platformu, bu temelde yeşermiş ve işlev üstlenmiştir. Öte yandan işçi basınının sayfalarını şöyle bir karıştırmak bile, merak edenleri, başarıyla ya da başarısızlıkla sonuçlanmış ya da halen devam eden yüzlerce grev ve direnişle yüz yüze kılacaktır. Tümü, sınıfın ve hareketinin “birikimler” hanesini pekiştiren ve sağladığı deneylerle hareketi zenginleştiren bu mücadelelerin, örgüt ve bilinç unsuru da içinde olmak üzere, birleşik mücadele ve bağımsız işçi hareketini mayalandırmakta olduğundan kuşku duyulamaz. Ancak güncel nesnel koşulların kantarına vurulduğunda, daha ileri ve gelişkin bir mayalanmanın olanaklı olduğu, siyasal alana da genişleyen talepler için mücadelenin (ülke ölçeğinde ya da bölgesel ölçekte) birleşik bir mücadele olarak şekillenmesinin, ülke ölçüsünde etkili büyük grev ve direnişlerin asıl mayalandırıcı işleve sahip olduğu ve olacağı, buradan başlayarak, tarihin de, bugünküyle farklılaşan bir yazımının gündeme geleceği ise, bütün kuşkuların ötesindedir.

Anlaşılacağı gibi, günümüzde sorun, ileri devrimci, sınıf bilinçli işçilerin, sınıfın devrimci partilerinin sorunu; şüphesiz, geleceğe ilişkin hayallere dalmak ya da sınıfın dışına düşmüş ve bu durumundan hoşnutsuzluk da duymayan, sınıf-dışılığı tartışma götürmez, liberal ve ayağı yerden kesik solcuların, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi yandaşlarının kendi düşkünlüklerini telafi edecek, üzerine söylevler çekerek “sosyalizm” gevezeliği edecekleri nesnel ve moral dayanağı kendisinde buldukları ve bu nedenle “yeni gelin gibi” sarıldıkları Latin Amerika’daki gelişmeler üzerinde tepinmek olamaz. Sorun, uluslararası birlik ve dayanışmanın önemini bilerek, ama onun da dayanağını oluşturan tek tek ülkelerdeki işçilerin birliği ve birleşik mücadelelerin geliştirilmesi açısından sorumluluk üstlenmek ve katkıda bulunmaktır: Öyleyse, bir planın parçası olarak, öncelikle belirlenmiş belli başlı fabrika ve işletmelerde “gömülü” çalışmak ve çalışmasını, sınıfın birleştirilmesine, sınıf hareketinin, talepler üzerinden mücadele hareket noktasından, ortak taleplerle bağımsız birleşik bir hareket olarak yükselmesine, ve kuşkusuz bunun temel bir ihtiyacı olan, sürekli kılınmış gündelik politika yaparak, “kürsülerini sokağa kurarak” ve ajtasyonu yükseltip yayarak, hareketin politik bir hareket olarak gelişmesini garanti edecek sınıf partisinin örgütlerinin kurulması ve güçlendirilip kitleselleştirilerek ülke ölçeğinde yaygınlaştırılmasına hasretmek – işte günümüzün sorunu ve sınıf bilinçli işçi ve partisinin görevi budur.

Üstelik, “aşağıdaki”, “alt tabakalar”a ve duygu, bilinç, tutum ve eylemlerine ilişkin değişme ve gelişmeler, yalnızca işçi sınıfına özgü değildir. Önemli ve tayin edici olan budur ve geleceği koparıp alacak olan mücadelelere işçi sınıfı damgasını vuracaktır. Ancak işçi sınıfına yandaşlık edecek diğer sömürülen yığınlar da bu “alt tabakalar”dandır. Ve çoğu kez emek-sermaye karşıtlığı, bir dizi etnik, dini vb. kategorilerinin varlığının yanında, tekeller ve emperyalizmin, herbiri kendi işçi sınıflarına da sahip ezilen halklara yönelik yağma ve baskı koşullarında, sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesi, öne çıkan ve çözümü acil ihtiyaç oluşturan emperyalizm (ve işbirlikçileriyle) ezilen halklar arasındaki karşıtlık tarafından örtülmektedir. Bu durum, kuşku yok ki emekle sermayenin karşı karşıya gelişi ve sınıf mücadelesinin gelişmesini güncel olarak zora sokmakta; ancak, büyük zorluklarla boğuşmayı dayatsa bile, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin kesintisiz devrim kavrayışıyla uygun biçimde birleştirilmesi perspektifine sahip olduğu ve eylemine bu perspektif yön verdiğinde, bütün halkın emperyalizme (ve işbirlikçilerine) karşı mücadelesi içinde güçlü mevziler tutacak işçi sınıfına, anti-emperyalist demokratik devrimde önderlik de dahil olmak üzere, kurtuluşu davasında küçümsenemez olanaklar da sunmaktadır.

İşçi sınıfı, sınıf mücadelesi ve sosyalizm adına, emperyalist yağma ve zorbalıktan hiç etkilenmeyen, diğer sömürülen sınıflarla bağlantılara sahip olmayan “pastörize sınıf”, bütün halkı hedef alan emperyalist saldırganlık ve etnik vb. çatışmalardan etkilenmeyen, kendi dışındaki tüm çatışmalarla ilişkisiz kalabilen “saf sınıf mücadelesi”, aynı saflıkla ve genel geçerlilikle, üstelik yalnızca gevezeliği edilecek, ama sınıftan kopuk ve tüm sömürülen yığınlarla talepleri ve mücadelelerini kapsamayabilecek, örneğin Kürtler haksızlığa uğramaya devam ederken ve onları sahiplenmeden gerçekleşebilecek “özgürlükçü” ya da başka tür mantıksızlıkla “idealleştirilmiş sosyalizm” aranıp öngörülecek değildir. Ne “ölümsüz hakikatler” ne de projelendirilmekten başka şeye ihtiyaç duymayan kurgu “sosyalizm”ler olabilir. Kuşku yok ki herşey somuttur, somut koşulları içinde oluşmaktadır ve karşıtlıkların tüm taraflarının, doğal ki işçi sınıfının da, somut nesnel koşullar üzerinden mücadeleye atılmak ve mücadelesini ilerletmekten başka yapabileceği şey yoktur. Yağma ve zulmünün yanı sıra emperyalist işgallerin de birbirini takip etmekte olduğu ve peşinin geleceği anlaşılan bugünün dünyasında, sınıf bilinçli işçi, kurgusal saflıklar peşinde koşmayacak, ama “seçme hakkı” ve “özgürlüğü”nün, “zorunluluğun bilincine varmak”ta olduğunu bilerek davranacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşu davasının bilinçli ve kararlı savunucusu ve mücadelecisi olmak, “saflık” ve “lekesiz” sosyalist mücadele arayışıyla mücadelesinin nesnel koşullarına gözlerini kapamak değildir, hiçbir zaman olmamıştır. Bir militanı olduğu ve yürüttüğü sınıf mücadelesinin zemini olan ülke, işçi sınıfı ve mücadelesiyle birlikte bütün sınıfları ve mücadelelerini etkileyen emperyalist yağma ve zorbalığın da konusuysa, örneğin söz konusu ülke, Türkiye gibi, Amerikan emperyalizminin işgale giriştiği Ortadoğu’ya yönelik saldırganlığına üs olarak sunulmuş ve emperyalist savaşa katılmanın kayılarında dolaşıyorsa, ve yanı sıra, IMF’si ve DB’siyle emperyalist kuruluşların, AB ve ABD’nin iktisadi, siyasi, kültürel vb. dayatmalarının konusuysa, yeraltı ve yerüstü kaynakları uluslararası mali sermayeye peşkeş çekilmekteyse, üstelik az-çok demokratikleşmesinin önüne emperyalist tekelci tahakkümün yanı sıra ezen ulusun ulusal zorbalık ve şovenizmi dikilmişse, ezilen ulusun kendi siyasal yönetimini kararlaştırma da dahil tam hak eşitliği ve hatta varlığı tanınmıyorsa…, sınıf bilinçli işçi, sosyalist eyleminde, tümünü mücadelesinin dayanakları kılmadan, ulusal alanı da kapsayan siyasal ve sosyal kurtuluş mücadelesini birleştirmeye yönelmeden edemez. Ezilen halkların emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadelesini, ya uzlaşmaz kararlı anti-emperyalist tutumuyla, işçi sınıfı önderliğini gerçekleştirmek üzere bilinçli işçi sahiplenecek ve sosyalizme bağlamaya girişeceği anti-emperyalist mücadele içinde öne düşürek tüm halkı birleştirecek ya da bilinçliliğine de, işçiliğine de halel getiren liberal yaltakçılık veya “saf sosyalist” gevezelikle bu mücadeleyi burjuva katmanların eline terk ederek, önünde sonunda pek çok geri ve gerici özellikleriyle üst tabakaların, dini ve etnik unsurların vb. önüne düşeceği, kuşkusuz kapitalist emperyalizm çağında sosyal kurtuluş mücadelesiyle birleşmediğinde bozuşmaktan kaçınamayacak, demokratik içeriği en çok yalnızca tekelci emperyalist dayatmaları hedef alışıyla sınırlanmaya gerileyecek, emperyalist oyunlara, satın almalara, kararsızlıklara açık hale gelecek ve çoğu kez emperyalizmi de değil, yalnızca işgali ve işgalciyi hedefleyen geri bir platformda yürüyecek (Irak’ta tanık olunduğu gibi, çoğu durumda, halkın etnik ve dinsel/mezhepsel bölünme ve çatışmalardan kurtulamayacağı) bir ulusal mücadelenin seyircisi olacaktır.

Günümüzün emperyalizm karşıtı en halkçı hareketini temsil eden Chavez’in Venezüellası ve genel olarak Latin Amerika’daki anti-emperyalist hareketlenme karşısında kendinden geçen, Türkiye’nin işçi sınıfı ve halktan en uzak ve kopuk, emperyalizm karşısında yaltakçılık ya da “yüksek” politika yapan liberal solcu ve “saf sosyalist” sınıf-dışı burjuva, küçük burjuva sosyalist kesimleri örneğinde olduğu gibi, seyircilik, kuşkusuz tahlikelidir. Seyircilik, bir yanıyla, arasında çalışma ve içinden politika yapmaya burun kıvrılan ve “dinci”, “milliyetçi”, “gerici”, “emperyalizm işbirlikçisi” vb. sıfatlarla nitelemekten üzüntü duyulmayan sömürülen milyonları (hatta darcı “saf sosyalistçilik” oynayanlar, işçi ve emekçilerin sendikalar türü kendiliğinden örgütlerini de böyle niteliyerek “gerici sendikalar” içinde çalışmayı reddediyorlar), gönüllü olarak, çeşitli akımlarıyla, burjuvaziye ve etkisine teslim ve terk etme içeriğiyle beliriyor. Diğer yanıyla ise, daha vahim bir durum oluşmakta; sömürülen ve ezilen kitleler, Türkiye somutundan örnekle konuşulacak olursa, Fethullahçı vb. türleriyle şeriatçı, ırkçı, şoven milliyetçi, Türk-İslam sentezcisi, derin devletçi vb. gerici akımlarıyla, yüzde 90’lık anti-Amerikancılık üzerinde tepinmeden edemeyecek egemen sınıfların kollarına atılmakta, korunmasız bırakılarak onların manevralarının alanına terkedilmektedir. Bunun, kitlelerin, yanı başımızdaki hunhar emperyalist saldırganlık ve işgale tepki ve öfkesini ifade eden, belirli bir anti-emperyalist içeriğe sahip, ancak kuşkusuz kapitalizm karşıtlığına genişlemeyen, kendiliğinden, ve dolayısıyla, geleneksel inanç, fikir ve önyargıların etkisiyle sakatlı anti-Amerikan duygu ve eğilimini, örneğin Kürt ve dolayısıyla eşitlik, özgürlük, halkların kardeşliği ve demokrasi düşmanlığına dönüştürmeye ve gerici amaçlarının hizmetine koşmaya çalışmasında şaşılacak şey olmayan Türkiye gericiliğini güçlendirmekten başka bir anlama gelmediği ve gelmeyeceği ortadadır. Kendilerine mevcut düzen içinde bir yer arayan, AB vb. üzerinden düşünüp davranan ve emperyalizm (kuşkusuz işbirlikçilerinin de) yaltakçısı liberal solcuların pozisyonu bakımından, burada anlaşılmayacak şey yoktur. Tuhaf gibi görünen; –geri ve gerilikleri, cahillik ve basitlikleriyle, gericiliğin etkisi altındaki emek yığınlarına yakıştırılamayarak– sınıftan ve halktan koparılıp, adlarına hareket etme düzeyine “yüceltilmiş” sosyalizm ideali ve yine yığınlar yerine kendileri tarafından yürütülecek “anti-emperyalist” mücadeleye ilişkin söylevlerle ortalıkta dolanan anti-emperyalistlik ve sosyalistliği kendilerinden menkul olanların durumudur. Ayaklarının yerden kesikliği ve burunlarından kıl aldırmazlıklarıyla maksatları tam tersinden hasıl olmakta; sendika ve benzeri örgütleriyle birlikte “gerici”, “yobaz”, “milliyetçi”, “Avrupacı” vb. sıfatlarıyla niteledikleri, safları arasında “içeriden” ve “aşağıdan” çalışılıp ciddi bir aydınlatma faaliyetinin konusu edilmedikçe, geleneksellik ve önyargılardan da beslenen milliyetçi, dinci vb. türden burjuva gerici fikirlerin –hatta genellikle yönelim ve tutumlarını belirler hal alan– ciddi etkilerinden kurtulmaları/kurtarılmaları olanaksız olan sömürülen yığınları, seçkinci keskinlik ve darlıklarıyla, gericiliğin etkisine tamamen açık ve kendi hallerine bırakarak, bir dizi ucube akımıyla Türkiye gericiliğinin, aldatıcılıktan provokasyonlara varan yollarla yedekleyip birbirlerine düşürerek, üzerlerinden oyunlar tezgahlayarak dayanaklarını güçlendirmesine “kendi cürümlerince” katkıda bulunmaktadırlar. Bu tutum, kuşku yok ki, yalnızca gericiliğin kendisini güçlendirmesine hizmet etmekle sınırlı değildir; ama yığınları dışlayan dayanaksız anti-emperyalist söylemlerin nasıl emperyalizmi beslediğinin de örneğidir. Gericiliğin eline ve insafına terk edilen sömürülen yığınların –anti-emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığına ilerletilmek için çaba harcanmadıkça– yüzde 90’lardaki anti-Amerikancılığının, çeşitli gerici akımlarca içi boşaltılıp bozuşturulması ve örneğin Kürt düşmanlığına dönüştürülmesini kolaylaştıran bu bigane kalış, sessizlik ve müdahalesizlik, kuşkusuz buralardan, dayanaklarını güçlendiren emperyalizme sunulmuş hizmettir.

Bilinçli işçinin, bugünkü bütün karmaşık karşıtlık ve çatışmalar içinde yolunu doğrultma ve devrimci eylemini yürütme yeteneği göstermeden sıfatına ve adına layık olamayacağı kuşkusuzdur. Yine kuşku duyulamayacak olan temel bir gerçek ise, emperyalist saldırganlığın gemi azıya aldığı bugünkü kapitalist emperyalist dünyada, uluslararası işçi sınıfının, ezilen halklar ve anti-emperyalist demokratik içerikli mücadelesini desteklemek ve ezilen halkları kendi düzeyine yükseltmeyi hedefleyerek, onunla ve mücadelesiyle birleşmek zorunda oluşudur. Dünya işçi sınıfının yanı sıra ezilen halklar dünya devriminin temel dinamiklerindendir ve bilinçli işçi dünya işçi sınıfıyla ezilen halkların ittifakını öngörmezlik edemez. Bu ittifak; ulusal sorunların esas olarak çözümlendiği, emekle sermayenin az-çok açıklık ve netlikle karşı karşıya geldiği gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıfları açısından hemen tamamen uluslararası bir ittifak özelliği taşırken, kendi içinde ulusal sorunlarını çözememiş, demokrasiyi kazanmak durumunda olan, emperyalist yağma ve zorbalığın alanı durumundaki –istisnalar dışında kuşkusuz kapitalist– ülkelerde, uluslararası bir özellik de taşımasının yanında ülke içindeki mücadelesinin de gereği ve dayanağı olmak durumundadır. Örneğin Türkiye işçi sınıfı, dünyanın tüm ezilen halklarını ve mücadelelerini desteklemek durumunda olduğu kadar, kendi mücadele alanını oluşturan ülkesinde, ezilen Kürt halkını ve eşitlik ve özgürlük mücadelesini sahiplenip desteklemek ve emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü, yağma ve zulmüne karşı bütün sömürülen yığınları ve mücadelelerini sahiplenip desteklemek, yine gündelik politika yapmayı sürekli kılıp “kürsülerini sokaklara kurarak” geliştirip yaygınlaştıracağı ajitasyonla bütün Türkiye halkını ve mücadelesini birleştirmek, üstelik, emperyalizmle çatışabilecek tekel-dışı burjuva katmanları da kendi yanına çekmek, en azından tarafsızlaştırmak ve emperyalistler ve işbirlikçileriyle birleşmeye itmemek zorundadır ve ancak bunları başararak geleceğini kazanabilir.

Kolay değildir; ancak bütün eski güçlü geleneksel fikir ve önyargılarla dinsel, milliyetçi çit ve yaklaşımların etkisini gidererek halkı birleştirmenin başka yolu yoktur. Başka türlü ne halkın ne de işçi sınıfının kurtuluşu olanaklıdır.

***

Tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte işçi sınıfı ve ezilen halklar.. İşçi ve emek hareketi ile –düşman ve hedeflerinin ortaklığıyla– demokrasi mücadelesiyle iç içe giren ulusal kurtuluş hareketleri.. Sosyalizm ve anti-emperyalizm. Öte yanda, kazanılmış hakların gaspı, çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, taşeronlaştırma gibi neoliberal uygulamalar ve finansal serbestlik, –borsa, faiz, döviz üzerinden ve mortgage ile konut alanına da kapsayan– spekülasyon ve “sıcak para” dolaşımına dayalı para ticareti vb. ile ileri ölçekte derinleşmekte olan işsizlik ve yoksulluk, açlık, savaş ve işgaller gibi yıkıcı sonuçları ve kendi iç çatışmalarıyla emperyalist kapitalizm.

Bugün çatışma; yoğunlaştırılmış sömürü ve dizginlerinden boşanmış tekelci yağma ve zorbalıktan başka bir şey olmayan kapitalist emperyalizmin, dünya egemenliğini pekiştirme ve yayma peşindeki koçbaşı Amerikan emperyalizminin dünya işçi sınıfı ve halklarıyla tüm ilerici insanlığa ve birikimlerine karşı açmış olduğu savaş ekseninde gelişmekte, çatışmanın güçleri, bu eksende pozisyon almakta, mevziye girmektedirler. Bu, hem dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları hem de kendi iç çatışmaları dolayısıyla emperyalist ve gerici ülkeler (sosyal temeli bakımından: farklı gruplara bölünmüş ve bölünmekte olan –geri ülkelerdeki işbirlikçileri ile birlikte– uluslararası tekelci burjuvazi) bakımından geçerlidir.

Son yılların özelliği, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği peşinde koşmaya hız vermesi; 1) “cephe gerisi”ni yeniden düzenleyip pekiştirmeye, 2) enerji ve geçiş yolları başta olmak üzere –halkların zenginliği olan– dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koymaya, bu doğrultuda, en başta halklarını gaddarlıkla katletmeye girişerek, önüne dikilen ya da zorluk çıkaran ülkelerin rejimlerini devirmeye ve 3) bugün için kendinden zayıf oldukları ve çatışmadan kaçındıkları, ama aynı zamanda palazlandıklarında kuşku olmayan rakiplerini, kendi çıkarlarını kabule ya da iktisadi ve mali, başta enerji olmak üzere kaynaklar bakımından ve siyasal stratejik olarak kuşatmaya ve zamansız çatışmaya zorlamaya yönelmesidir.

Son yılların buradan türeyen bir diğer özelliği ise, sosyalizmin geçici yenilgisiyle de kolaylaşıp hızlanan dünya ölçüsünde gericileşmedir. Dünyanın gidişatı, yeniden, Hitler’in üreyip yükselişe geçtiği koşulları hatırlatan, yalnızca neo-faşist hareketlerin yükselişiyle değil, ama en başta Bush ve “neocon”lar şahsında, herhalde yakında terminolojide kendi tanımını da bulacak olan “yeni faşist” yükselişle karakterize olmaktadır; ama gericileşme, ne Bush ve neoconlar ne de Amerika ile sınırlıdır, bütün ülkeleri ve sosyal demokrasiye kadar tüm burjuva akımları kapsamaktadır, geneldir.

Amerikan emperyalistlerinden başlayarak, tekellerin bugünkü çıkarlarını ifade etmek ve saldırgan emperyalist amaç ve planların ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emperyalizm, bütün gerici dayanaklarını harekete geçirmiş, bununla yetinmeyerek, Ortaçağ kalıntısı karanlık güçleri, ırksal, dinsel vb. tüm Ortaçağ gericiliğini yardımına çağırmıştır. Bu “yardıma çağırış”, şüphesiz, genel bir gericileşmenin işareti olduğu gibi, rakiplerininkini de etkileyen Amerikan emperyalizminin bugünkü somut hedefleriyle de ilgilidir.

Bugünkü hedefinin –kuşatmaya giriştiği Rusya’nınkiler dışındaki– başlıca enerji deposu durumundaki Ortadoğu, Hazar Bölgesi ve Ortaasya olduğu ve ABD’nin, “Avrasya” olarak da tanımlanan bu bölgeyi, batı ve doğusundan çekiştirerek, Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar GOP adıyla tanımladığı ortadadır.

Tanımlanan bölgenin halkları, ezici çoğunlukla Müslümandır. Ve Ortaçağ gericiliğinin katkısının, özel olarak, bu yönüyle de istendiği bellidir ki, bu; ABD’nin, bugünkü dünya egemenliği stratejisini, gerçek içeriğini gözlerden gizlemek ve Amerikan halkı başta olmak üzere, Batılı halkları ardında yedeği olarak safa sokmak üzere dayandırdığını ilan ettiği “Medeniyetler Çatışması” konsepti, “seçilmişlik” iddiası ve zaman zaman Bush’un ağzından kaçırır gibi yaptığı “Haçlı Seferi” türü açıklamalar, açıktan İncil’e atıflar, kitabı İncil’e uygun olarak yeniden yazılacak “Ilımlı İslam”a dair fikirlerle vb. açık olarak ortaya konulmaktadır. “Hıristiyan-Yahudi Medeniyeti”nin karşısında “düşman” “Müslüman Medeniyeti” ya da “uluslararası terörizm” olarak da tanımlanan “Cihad” halindeki “radikal İslam”!

Bu konsept; gelişmiş kapitalizmin ürünü olan ve dünya açlık ve bombalarla vb. kırılırken (kuşkusuz ABD’de de, örneğin barınaksız 30 milyondan çok kişiyle, yoksulluk içinde kıvranan bir “alt tabaka” vardır) az-çok refah içinde bir yaşama sahip orta sınıf Amerikalı’ya seslenen, modernite kaynaklı “Amerikan yaşam tarzı” yüceltisi yanında, Amerikan emperyalizminin, özellikle “cephe gerisi”ni kapitalist tekeller ve dünya egemenliği kavgası ardında derleyip toplamanın temel bir dayanağı olarak hizmet görmektedir.

“Cihad” halinde, “terörizm”le sağa-sola saldıran, 11 Eylül’le kendi içine kadar sokulup doğrudan zarar verme yeteneğini kanıtlayan (oysa asıl fail, ya doğrudan ya da “taşeron kullanarak, Amerikan gizli servislerinden başkasıysa şaşmak gerektir!) Müslüman – işte Amerikan ve Batı halklarına gösterilen “düşman”!

ABD emperyalizminin –bir yanıyla çıkarlarını az-çok tanıyarak, bir yanıyla kendi çıkarlarını dayatarak, Batılı emperyalistlere de benimsetme doğrultusunda mesafe katettiği–, “uluslararası terörizme karşı savaş” olarak formüle edip “Medeniyetler Çatışması” konseptine dayandırdığı dünya egemenliği hesapları ve bu yöndeki uygulamalarının; dünya halklarının yanında, bizzat Batı halklarını, işçi ve emekçilerini de, giderek yoğunlaştırılmış sömürü, yağma ve zorbalığın konusu ederek hedef aldığı kuşkusuzdur. Ve aslında, “İslami terörizm”le korkutularak, kendilerine yönelik tekelci saldırganlığı görüp kavramaları, karşısında tutum geliştirmeleri önlenmek ve gerçek düşmanları olan tekellerin çikarları doğrultusunda yedeklenmek istenenler, emperyalizmin “cephe gerisi”ni oluşturan Batılı işçi ve emekçilerdir.

Ancak Ortaçağ gericiliğinin de tekeller lehine harekete geçirilmesini öngören “Medeniyetler Çatışması” ve “uluslararası terörizme karşı mücadele” tezleri, şüphesiz yalnızca, ürkütüp korkutmayı ve “iyi Hıristiyanlar” ve “Amerikan yaşam tarzı” meftunları olarak emperyalist yedek haline getirmeyi hedeflediği Batılı işçi ve emekçileri ve kazanılmalarını amaçlamakla kalmamaktadır. Aynı zamanda bu konsept ve yön verici formülasyonlar; tersinden, GOP ile hedefe konan bölgenin Müslüman halklarını, 1) Fethullahçı tarikat örneğinde olduğu gibi, –tarafları ile birlikte, sorunu, aynı şekilde, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında göstermesi dolayısıyla– “Medeniyetler Çatışması” ile aynı içeriğe sahip, çizdiği çerçeveden çıkmayan, ama ona “ram olan”, görünüş olarak “iyi Müslümanlık” adına Hıristiyanlıkla uzlaşan, aslında İslami inançlı halkları emperyalizmle işbirliğine yönelten “Medeniyetler Barışı” ya da “dinler arası hoşgörü ve barış” yaklaşımlarıyla “Ilımlı İslam”ın etrafında toplanmaya ve 2) “Ilımlı İslam”a ikna edilip kontrol altına alınamayan, kendilerine yönelttiği saldırganlık, aşağılama ve katliamlar nedeniyle emperyalizmden, özellikle Amerikan emperyalizminden derin öfke duyup nefret eden halkları, İslami inançları üzerinden, başarıya ve emperyalizmden kurtuluşa götürmesi olanaksız ve kolaylıkla üstesinden gelinebilir türden olan bir radikalleşmeye tahrik ederek, buradan, hem Batılı halklara kendi gerçek düşmanları yerine gösterilecek kurgusal “düşman”ı olabildiğince derlemeye ve hem de emperyalizme karşı köklü ve ciddi bir mücadele yürütemez kılınacak İslami halkları, kafa karışıklığına, anti-emperyalizm adına kurtuluş yolu sayacağı ve zaten izini sürmeye yatkın olduğu İslama sarılmaya, ve sonuç olarak, anti-emperyalist mücadeleyi bozuşturup, içini boşaltarak zayıflatmaya yönelticidir.

Nitekim, başta Amerikan mihrağı olmak üzere, emperyalizm, hem Batılı halkların kafalarını karıştırıp yatıştırarak kendine bağlamak ve hem de bir bölümünü “Ilımlı İslam”la yatıştırdığı İslami halkların tırmanan emperyalist zorbalığa nefret ve düşmanlıkla dolmuş asıl yığınlarını, anti-emperyalist özlem ve yönelimlerine karşın, çerçevesine sıkışması ve labirentlerinde kendini kaybetmesini teşvik ettiği –zaten geleneksel olarak eğilimli olduğu– İslami formlar içinde hareketlenmesi ve dostu-düşmanı karıştırır hale gelmesi için yaptıklarından belirli sonuçlar derlemiştir.

“Karikatür krizi” olarak oluşan durum; hem emperyalistler tarafından, sözde “ifade ve basın özgürlüğü”nü ileri sürerek, İslami halkların, Batılı halklar bakımından çekiciliği olan özgürlükler adına, tahrik ediciliği kesin olan, Peygamberlerinin aşağılanması aracılığıyla aşağılanmaları ve İslami zeminde radikalleşmeye, görüldüğü gibi elçilik vb. yakıp yıkmaya zorlanmalarının örneği olmuş ve hem de İslami halkların, küçümsenemeyecek ölçekte, emperyalizm yerine “Hıristiyan Batı”yı ve Hıristiyanları hedef edinmeye yöneldiklerini/yöneltilebildiklerini göstermiştir. Başarıya götürmesinin olanaksızlığı bir yana, Şam’da ya da başka ülkelerin başka kentlerinde Batı elçiliklerini yakanlar ya da Nijerya’da olduğu türden kiliselere saldıranlar, emperyalist kafa karıştırıcılığın yanında, kendilerine dayatılan bu “kendi” eylemleriyle de oluşan ve nesnelliği de etkileyen öznellikleriyle, Hıristiyanlıkla mücadele “ihtiyacı”na ilişkin olarak daha çok ikna olmuş; dağıtıcı, Batılı halkları düşman saflarına itici ve dolayısıyla bölücü böyle bir “mücadele”yi, tekeller ve emperyalizmle mücadele yerine geçirmeye daha yatkın hale gelmişlerdir.

Irak’ta “mezhep çatışması” içeriğiyle bir “iç savaş”a ilerleyen süreç de, kuşkusuz emperyalizmle halklar arasındaki karşıtlık yerine, benzer şekilde, dinsel karşıtlıkların ikamesinin teşvik edilmesinin hem başarı sağlayacak gibi görünen bir örneği, hem de dinsel temel üzerinde gelişmelerin alabileceği seyrin bir göstergesidir. Ve kesinlikle, emperyalist merkezlerden dayatılmış “Medeniyetler Çatışması” konseptinin dinselliği öne çıkaran ve –sömürü, talan, işgaller vb. türü dayanakları ve tamamen nesnel çıkarlarıyla kapitalist tekellerle halklar arasındaki karşıtlıkça belirlenen– gerçek temellerinden kopararak anti-emperyalist mücadeleyi battallaştırmayı amaçlayan yaklaşım ve belirlemelerinin, aynı içerikli, doğrudan ya da tersten uzantısının ürünü olarak oluşmakta; işgale karşı direnen ve direnme potansiyeli taşıyan güçleri bölüp mezhepler halinde birbirine düşürmekte ve direnişi battallaştırmaktadır. Dinsel çatışma olarak “medeniyetler çatışması”, kuşku yok ki, aynı zemine sahip “mezhep çatışmaları”nı da kapsayacak; Hıristiyanlık ve Müslümanlık kadar, emperyalist planların baskın olduğu ve bu planlar çerçevesinde CIA ve MOSSAD türü gizli servislerin at oynattığı günümüz koşullarında, en başta, emperyalistler tarafından birbirine karşı kışkırtılması ve dinselliğin bunca yaygın zemininde ürünlerinin toplanmasında şaşılacak bir şey olmayan İslami mezheplerin arasındaki çatışmanın da önünü açacaktır. Nitekim, Irak’ta işaretlerini vermekle kalmayıp, birkaç gün içinde yüzlerce ölüye neden olarak güncelleşen mezhep çatışmaları, belirli bir boyut kazanmış ve daha başlangıcında işgale karşı mücadeleye nifak sokup onu geriye iterek, dinselliğin ve dini temelli yaklaşım ve mücadelenin çıkar yol olmadığını ve emperyalizmi güçlendirdiğini göstermiştir.

Trabzon’da 16 yaşında bir gencin papazı vurması da kuşkusuz aynı kapsamdadır. Hırıstiyanlığı ve papazlarını düşman bilip öldürmekle varılabilecek bir hedeften söz edilemez.

Türkçülükle beslenmiş İslamcılığın sinemaya aktarılması olan Kurtlar Vadisi Irak filmi ve etkisinin de, aynı şekilde değerlendirilmesi gerektir. Türk-İslam sentezcisi bu filmin asıl önde gelen ideolojik dayanağı ve mesajının ırkçılık ve Türkçülük, Türk milliyetçiliği olduğu bir gerçektir. Ve tıpkı dinsellik gibi, ırkçılık ve milliyetçilik de, emperyalizm ve işbirlikçilerinin yardıma çağırdığı unsurlardandır. Tek farkla ki, dinsellik Ortaçağ kaynaklıdır, milliyetçilik ise kapitalizme özgüdür. Dinsellik, kapitalist emperyalizm karşısında çıkarları ortak olan dünya işçi ve emekçilerini, dinlerine göre bölerken, milliyetçilik, milletlerine göre böler ve düşmanlaştırır.

Elbette iki tür bölünmenin de hiçbir temeli yok değildir. Ama kapitalist emperyalizm çağında, emperyalizmi hedeflemediğinde, bunlar, sahte bölünmeleri koşullayıcıdır. Yoksa kuşkusuz, hem dinsel hem de ulusal farklılıkların gözönünde bulundurulması ve farklı din ve uluslardan yığınlar arasında çalışırken özgünlüklerinin dikkate alınması gerektir. Yeter ki, bu farklılıklar, kapitalist emperyalizm çağında, işçi ve emekçileri dinsellik ve milliyetler temelinde bölerek emperyalizme karşı mücadeleyi zaafa uğratıp olanaksız kılacak, Ortaçağ “din savaşları” ya da kapitalizmin yükseliş dönemindeki burjuva pazar kavgaları türünden kavgalara yolaçan öncelik ve belirleyicilikte bölünmeleri koşullayan karşıtlıklar olarak anlaşılmasın! Şimdi, artık geçmişin kalıntısı olanlar da içinde, tüm karşıtlıklar, emperyalizmin başlıca karşıtlıklarına bağlanmıştır. Ama şu ama bu yönde. Sözü edilen dinselliğe ve milliyetçiliğe dayanaklık eden dini ve milli karşıtlıklar; ya uygun biçimleriyle emperyalizme karşı mücadeleye bağlanarak onun hizmetine girecek ya da emperyalizmin üzerinde tepindiği oyun alanlarının yaratılmasında işlevsel olacak; Fethullah türünde olduğu gibi dolaysız ve gönüllü işbirlikçilik aracılığıyla veya başta ABD’yi hedefliyor görünen bomba ve silahlar kuşanmış haliyle ve görünüşte bükülmez radikalizmiyle, tersten, ABD ve çıkarlarının hizmetinde olacak, onu güçlendirecektir.

Yurtseverlik kuşkusuz olacak, samimi dinsel inanç sahipleri de kuşkusuz başka şeylerin yanında inançlarına da yöneltilmiş aşağılama ve yoksaymaya tepkiyle başlıca talan ve zorbalık kaynağı emperyalizme karşı harekete geçebilecektir. Ne tekeller ve emperyalizmle çelişmelere sahip belirli burjuva katmanların –bir tizi tutarsızlık ve uzlaşmayı kapsamadan edemese de– ulusal neden ve taleplerle sınırlı mücadelesi olanaksız sayılabilir ve ne de dini zorbalığın belirli mücadelelerin kaynağı olabileceği tümüyle reddedilebilir. Önemli olan, şu veya bu talep üzerinden oluşan tepki ve öfkenin kapitalist emperyalizme karşı mücadeleye bağlanıp bağlanmadığıdır. Ötesi, tarihte çok kez kanıtlanmış ve günümüzde de durmadan kanıtlanan bir çıkmazdır.

Kapitalist emperyalizmi ve dayanaklarını hedef edinmeyen, dinsel ya da salt ulusal, dinselliği ve/veya şovenizmi, ırkçılığı vb. kapsamaktan kaçınamayan milliyetçiliği ideoloji düzeyine yükseltmiş yaklaşım ve tutumların emperyalizme bağlanması ve onu güçlendirmesi kaçınılmazdır. Örnek verilecek olursa, 16 yaşındaki gencin Trabzon’da yaptığı türden papazları hedefe koyarak ya da –kuşkusuz tüm direnişin bunlardan ibaret olmadığı– Irak’ta görüldüğü türden din savaşı ve mezhep çatışması üzerinden veya Kurtlar Vadisi Irak’ın propagandasını yaptığı Türk-İslam sentezinin Mafya artığı Kontrgerillacı ve tarikatçı dayanakları ve hele gericiliğin temel karakteri ve başlıca göstergesi olarak, harekete geçmesinden sonsuz korku duyulan halkı ve mücadelesini dışlayan “orduya bedel” kahramanlarıyla emperyalizme karşı mücadele yürütülemez.

Emperyalizm, ne papazdır ne de din (Hıristiyanlık) ve dinsel düşman. Emperyalizm ne Amerikalı ya da Avrupalıdır ne de Amerikan ve Alman, Fransız vb. milletleri. Üstelik, emperyalizmin ne dinle ve ne de millet ve millilikle ilgisi vardır. Tümünü, Ortaçağ kalıntısı Hıristiyanlığı olduğu gibi Müslümanlığı da, çoktan ilgisini kesip, milli çıkarların yerine tekelci emperyalist çıkarlarını geçirerek aştığı –kapitalizmin yükselişi dönemine özgü– millet ve milliliği de yalnızca kendi tekelci, emperyalist amaçlarının hizmetine almış, kullanmaktadır. Fethullahçı değildir kuşkusuz, ama onu barındırmakta, beslemekte ve tarikatını, okullarını vb. doğrudan fonlarıyla finanse etmektedir. Kuşkusuz Evangelist değildir, Hıristiyan da değildir; dini ve imanının para ya da mali sermayenin egemenliği olduğundan kuşku duyulamaz. En çok önem vererek kullandığı Hıristiyan ya da özel olarak Evangelist (Bush Evangelist’tir) değerleri bile, daha karlı başkasını bulduğunda, bir dakikada değiş-tokuş edebilir. Dinsel ve milli değerleri, emperyalist amaçlarla, yalnızca kullanmakta, istismar etmektedir. Dolayısıyla buradan karşısına dikilmek mümkün değildir. Hele buradan emperyalizm karşısında birleşik bir güç oluşturmak mümkün olmadığı için (mezhep çatışmaları hatırlansa yeterlidir), az-çok başarıyla gelişebilecek bir anti-emperyalist mücadele zemini oluşabileceği ileri sürülemez. Sadece Hıristiyan-Müslüman karşıtlığını değil, ama örneğin Türk-Amerikan ya da başka salt milli karşıtlıkları zemin edinmeye yönelmiş, Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük… esaslı yaklaşım ve tutumlarla da emperyalizmle savaşılamaz. Kesinlikle yenilgiye götürücü olması bir yana, önünde sonunda emperyalizme bağlanması kaçınılmaz olan bu yaklaşım ve tutumlar; zaten somut örneklerinde görülebileceği gibi, ortaya çıkışları, gelişmeleri ve hemen tüm yönelimleriyle birlikte, ya doğrudan emperyalizm kaynaklı (örnek: Bin Laden ya da Zarkavi,) ya da emperyalizm bağlantılıdır. Bu emperyalizm kaynaklılık ya da bağlantılılığa, 1. Dünya Savaşı öncesi Alman emperyalizminin yükselişi ve Pan-Türkçülük ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan emperyalizminin başında durduğu sosyalizm düşmanı “Hür Dünya” ve onun vurucu gücü olarak NATO’ya bağlı olarak, anti-komünizm, şöven milliyetçilik, Türkçü ırkçılık ve faşizmi zemin edinen “derin devlet” ya da kontrgerillanın yapılandırılması da örnek verilebilir.

Empenyalizmin işbirlikçilerinin de dinle ve millet ve millilikle bir ilgileri yoktur. Örnek olarak, dinci geçmişine ve liderinin dini eğitimine karşın, AKP’nin hali ortadadır: Dinsel argümanları, yalnızca tabanını elinde tutmaya dönük siyasal ve “işbitirici” amaçlarla kullanmaktadır; ve biliniyor ki, çoktan dini, imanı para olmuş, örneğin “Allah korkusu”nu çoktan geride bırakmıştır.

Burjuva gericiliğin durumu, millet ve millilik açısından da AKP’nin dinle ilişkisinden farklı değildir. Emperyalizmle birleşen burjuva gericilik çoktan milletle bağını koparmış, işbirlikçi tekelci çıkarların peşine düşerek millete ihanet etmiş, “millilik”i, tekelci sömürünün Türkiye topraklarındaki gerçekleştiriciliği ve aracılığına indirgemiştir. “Vatan”, işbirlikçiler için, emperyalizm karşısında sahip çıkılıp savunulacak değil, ama örneğin Kürtlerden kıskançlıkla sakınılacak, ama kilometrekarelerce bölümleri emperyalistlere üsler olarak sunulacak, koca koca fabrika ve işletmeleri, yeraltı ve yerüstü kaynakları yabancı sermayeye peşkeş çekilecek bir kategoridir.

Öyleyse çeşitli akımlarıyla burjuva gericiliğinden, ne dini ne de milli esaslara dayalı bir emperyalizmle mücadele beklenemez. Burjuva gericiliğin en fazla yapabileceği, belirli bir mali sermaye grubu ve emperyalist devletle işbirliği halinde –kendisi değil, efendisi tarafından belirlenecek– bir başka mali sermaye grubu ve emperyalist devletle mücadeledir; emperyalizme karşı mücadele değil, ama, emperyalistler arası gerici mücadeleye katılmaktır.

Emperyalizm, Hıristiyanlık ve papazlar ya da Amerikalılar ve Amerikan milleti vb. olmadığı gibi, Türkçü, şoven milliyetçi, Türk-İslam sentezci ya da ılımlı veya radikal İslamcı türden emperyalizmin hizmetinde ya da onu güçlendiren çeşitli gerici akımlarca çerçevesi belirlenen bir anti-emperyalist mücadele sürdürülemez ve bu, ezilen halkların enerjisini ve anti-emperyalist içerikli öfkesini heba ettirmekten başka sonuç vermez.

Emperyalizme karşı, ancak onun kapitalist dayanaklarını, halkların zenginliklerine yönelik sürdürdüğü talanı, dünya egemenliğini hedefleyen siyasal-stratejik hesaplarını karşısına alan ve dini, milliyetçiliği vb. araç olarak kullanarak halkları birbirine düşürme hesap ve oyunlarını boşa çıkararak yürütülecek bir mücadele mümkündür. Ancak böyle bir mücadelenin başarısı umulabilir.

Öyleyse anti-emperyalist mücadele, IMF ve Dünya Bankası başta olmak üzere, emperyalist mali ve iktisadi soygunculuk kuruluşlarını ve onların, serbest bölgeler, özelleştirmeler, taşeronlaştırma, mali liberalizasyon ve Merkez Bankası gibi kurumların “üst kurullar” türü özerk ama kendilerine bağımlı örgütlenmesi, borç çıkmazı dayatması, esnek çalışma, sendikasızlaştırma, GSS vb. türü mali, iktisadi ve sosyal; başta ABD ve AB türü birlik örgütlerinin gümrüklerin sıfırlanması, KYTK, “uluslararası teröre karşı savaş”, GOP vb. politikalarında “görev” verici, Türkiye’yi örneğin nükleer silah sorunu üzerinden İran’ın üzerine sürücü, Kürt sorununu koz olarak kullanıcı, halkların kardeşliğini, barışçı dış politikayı ve karşılıklı egemenlik ilişkilerini hiçe sayan tekelci dikte ve siyasal, sosyal ve iktisadi; başta NATO olmak üzere askeri kuruluşlar ve doğrudan ikili ilişkiler üzerinden büyük emperyalist devletlerin üs bulundurma ve kullanma, kontrgerilla faaliyetleri, Türkiye’yi emperyalist savaşlarda dayanak olarak kullanma türünden askeri; uluslararası tahkim kurulları ve MAI, MİGA, GATTS, TRİPS vb. türü hukuki dayatmalarıyla, emperyalist kültür dayatmasını, “Medeniyetler Çatışması” türü dayatmalarını, “Ilımlı İslam”ını vb. hedefe koyan, emperyalist ve işbirlikçi tekellerin, tekelci sömürü ve talanın tasfiyesini amaçlayan, IMF, AB ve NATO gibi tüm emperyalist kuruluşlardan çıkmayı ve ikili emperyalist antlaşmaların feshini öngören bir mücadele olarak yürütülmek durumundadır. Din savaşı ya da milliyetçi düşmanlıkların, hele Kurtlar Vadisi Irak gibi sanal maskaralıkların işe yaramazlığı ve böyle bir mücadelenin yerine konulamayacağı herhalde anlaşılacaktır.

Gelecek Biziz!

Konferansımız, tüm gençliği, talepleri ve geleceği için örgütlenmeye çağırıyor!

Bizlere siyasetten, politikadan uzak durun diyorlar. Eğer siyaset bir avuç işadamını daha zengin yapmak, Türkiye’yi ABD’nin üssü haline getirmek, özelleştirmelerle işsizler ordusu yaratmak ise, siyasetin bu çürümüş yanını onlara bırakabiliriz. Bizim uğraşacak daha önemli işlerimiz var. Okulumuzda, işyerimizde, mahallemizde kendi yaşamımızı kurmaya çalışıyor olacağız. Ama bu yaşamı kurmaya çalışırken, görüyoruz ki, yaşantımıza ve geleceğimize dair her planımız, hükümetlerin ve diğer siyaset aktörlerinin egemenlikleri ve bu çürümüş politikalarının altında. İyi bir eğitim almak, iş bulmak ve geleceğimiz kurmak için her gün büyük bir yarışın içine itiliyoruz. Kuralları bizim dışımızda, siyasi iktidarlar tarafından konulmuş bir yarış. Bugün en çok ihtiyacımız olan dostluk, paylaşım, yardımlaşma bu kuralların öyle dışına itilmiş durumda ki, para her şeyin üstünde bir değer olarak sunuluyor.

VAAT EDİLEN GELECEK!

Karşımıza yalan perdesi ile gölgelenmiş bir gelecek tasarımı sunuluyor. Ve bu, medya aracılığı ile her gün yeniden üretiliyor. Gelecek tasarımına dair her yeni buluşlarının sonu ise, bireysel kurtuluşa açılıyor.

Ülkemizde ‘herkesin’ üniversite okuma hakkı var. Ancak ÖSS barajını geçebilen ‘herkesin’. Dershane ile birleşen bir lise eğitimi ve üç saatlik bir sınav bütün geleceğimize yön veriyor. Bir buçuk milyon üniversite adayının 250-300 bini üniversiteye girebiliyor. Ve üniversite okumak için verilen mücadele, okumak ve kendimizi toplumsal olarak geliştirmekten çıkarak, en yakın arkadaşımızı geçme yarışına dönüşüyor. Hem lise hem de üniversite eğitiminin paralı hale getirilmesi, ailelerimizin maddi geliri ile birleşince, bu yarışa hiç başlamadan bırakanlarımızın sayısı bundan daha fazla. Sanayi siteleri, fabrikalar, tekstil atölyeleri, tarım işçiliğinin yolu, bu nedenle, diğer bir seçeneğimiz. İşten atılma korkusu, çalışma saatimiz ve tempomuza göre yapılan ücret farklılığı, bir araya gelmemiz önünde duvarlar örüyor. Ve bugün daha rahat söyleyebiliriz ki, AKP Hükümeti, TÜSİAD (İşadamları derneği), ordu ve diğer iç siyaset aktörleri, politik tercihlerinde tamamen dışa bağımlı bir oyun oynuyorlar. Bunu yaparken, bizlerin geleceğini, Avrupa ve ABD’ye ‘kaçmak’ olarak göstermekten de geri durmuyorlar. Herkes için olmasa da, küçük bir azınlık için, yurtdışında yaşama devam etmenin yolları her zaman açık. Seçeneksiz değiliz; ama her üç seçenek de, bizlerin iradesinin dışında konulmuş kuralla göre işliyor. Diğer bir yandan, Türkiye’de iyi bir eğitim, iş ve gelecek vaatlerinin bittiğini görüyoruz. Abbas Güçlü’nün sunduğu Genç Bakış programının İzmir’deki durağında, üniversite öğrencilerinin “AB’ye hayır” demesi üzerinden yaşanan tartışmalar, bunun güzel bir örneği oldu. Programın ardından, medya, gençliği ‘cahillik’ ve ‘bilgisizlik’ ile suçlarken, nerede hata yaptıklarını da tartışmaya açtı. Sermaye kesimleri ve onların sözcüleri için; AB’ye girdiğimizde ekonomimizin gelişeceği, iş olanaklarının artacağı, daha güzel bir geleceğe sahip olacağımız üzerinden yapılan bütün haberlerin boşa çıkması kadar korkunç bir şey olamazdı. Ve Genç Bakış programında olan buydu. İyi bir gelecek için verilen savaş ve kaygılar üniversite salonunda öfkeye dönüştü.

İyi bir iş, iyi bir eğitim için girdiğimiz yarışta binlercemizin payına düşen işsizlik oluyor. Düşük ücrete, kötü çalışma koşullarına razı dev bir işsizler ordusu. Öyle bir ordu ki, ‘cephe’de birlikte hareket edebilme yeteneği elinden alınmış ‘silah’sız bir ordu. Taleplerimiz ise, bir o kadar acil.

Vaat edilen geleceğin karşısında:

* İşsizlik kapitalizmin bizlere sunduğu geleceğin aynası ise, işsizliğe karşı sokak ve mahallemizden başlayarak, sosyal yardımın bizleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi için mücadele etmeliyiz. Muhtarlıklar, belediyeler ve hükümetlerden; işsizlik yardımından, iş ve meslek edindirme kurslarının yaygınlaştırılmasına kadar birçok talebimizi istemeliyiz. Yerel yönetimlerin, yöre derneklerinin, sendikaların olanaklarını bu mücadele için seferber etmeliyiz.

* İşsizlik ve kültürel-sosyal alanların darlığı, bizleri, uyuşturucu alışkanlığından çeteleşmeye kadar mahallemize ve okullarımıza kadar inen yoz kültürün kollarına itiyor. İşsizliğe karşı mücadelemiz kültürel ve sosyal alanların genişletilmesi, bizlerin sağlıklı gelişiminin imkanlarını sağlayacak tarzda geliştirilmesi için bir araya gelmeliyiz.

* Birçok ilde kurulan fakat darlaşarak kapanan gençlik evleri bu mücadelenin bir parçasına dönüştüğünde, hem bizlerin gelişimi için bir mekan hem de mücadele platformu olacaktır.

Bugün yaptığımız her şey geleceğimizi belirleyecek. O zaman bugün ne yapıyoruz sorusuna, evimizden, sokağımızdan, okulumuzdan, işyerimizden başlayarak cevap vermeliyiz. Çünkü bu soruya vereceğimiz cevap, Türkiye ve dünyanın geleceği demek. Bizleri nasıl bir gelecek, nasıl bir yaşam bekliyor sorusunun cevabını ise, bugün yaşadıklarımıza bakarak görebiliriz. İşte o zaman, bizler adına yapılan siyasetin geleceğimizi belirlediğini görebiliriz. Bireysel kurtuluşun yerine birlikte mücadelenin olanaklarını yaratabiliriz. Ve bunun için bugün dünden çok daha fazla nedenimiz var.

REKABETİN BİZLERİ BÖLMESİNE İZİN VERMEYELİM!

Yaşamımızın her alanında bir mücadele sürüyor. Çalışma koşullarının ağırlığı, okumanın önündeki engeller, iş olanaklarının azlığı bu mücadelenin belki de en önemli nedenleri. Bizlerin hayata bakışını ve değer yargılarımızı da bu koşullar belirliyor. Doktor olmak isterken, ÖSS puanı yetmediği için fizikçi olanlarımızın sayısı hiç de az değil. Ya da okumak isterken işçi olanlarımız sayısı bundan çok daha fazla. Bu durum ufak tesadüfler olmaktan çıkıp da genel bir durum halini alıyor ve hayatımızın önemli dönemeçleri bunun gibi bir çok engele takılıyor. İstediği yerde çalışan ya da okuyanlarımız için ise, istek ve hayallerimiz, bir süre sonra gerçekler karşısında dayanabildiği kadar sürüyor. Öğretmen olmak bir süre öncesine kadar, devlet memuru olmak, sigorta ve sendika sahibi olmak anlamına gelirdi; bugün ise, sözleşmeli, yarın ne olacağı belli olmayan yaşam koşullarını getiriyor. Fen-edebiyat fakültesi mezunları için kendi alanında iş bulmak büyük tesadüflere bağlı. Diğer birçok bölümden mezun olanlarımızı da bundan farklı bir gelecek beklemiyor. Bir tekstil atölyesinde çalışıyorsak, fazla mesai olmadan, insanca yaşama koşullarında ücret almak imkansız. Sigorta ve sendikadan bahsetmek ise, birçoğumuz açısından lüks. İşte yaşamımız bu koşullarda sürüyor. İş ve daha iyi bir yaşam için verdiğimiz mücadelenin bu koşullardaki anlamı ise rekabet oluyor.

İş bulabilmek için itildiğimiz rekabet işten atılmamak için verdiğimiz çaba ile birleşince, işçi olmak ve işsiz kalmak arasındaki çizginin de daraldığını görüyoruz. Hükümet tarafından yapılan bütün değişiklikler ve yasal düzenlemeler, bu koşulları her geçen gün daha da artırıyor. Sendikalı, sigortalı çalışmanın yerine sözleşmeli çalışmanın geçirilmesi bunun en çarpıcı örneklerini veriyor. Sanayi sitelerinde, tekstil atölyelerinde aynı çalışma koşulları altında ezilen, dayak yiyen, küfre ve baskıya maruz kalan binlercemiz arasında güvensizlik yaratan, birlikte hareket etmemizi engelleyen koşullar da, yine bu nedenlerden kaynaklanıyor. Mahallemize döndüğümüzde bize kalan ise, bir sonraki güne hazırlanmak için dinlenmek oluyor. Tiyatro, edebiyat, resim, müzik ve sanatın diğer dallarında kendimizi geliştirmemiz, bu çalışma koşulları ile ne kadar mümkünse o kadar gerçekleşiyor. Hükümetlerin, sermaye çevrelerinin bizler için hazırladıkları yaşam koşulları ve gelecek bundan daha fazlası değil. Haklarımızı örgütlenerek ve mücadele ederek almaktan, sosyal-kültürel çalışmalara imkanlarımız doğrultusunda katılmaya kadar, bu yaşam koşullarını değiştirmek için attığımız her adımın uzun soluklu olmaması ise, bizlerin parçalı duruşundan kaynaklanıyor.

Birlikte mücadele etmemizin nedenleri çok fazla, olanakları ise hiç de az değil. Bizleri rekabete iten koşullar aynı zamanda mücadelemizin de kaynağında duruyor:

* LGS, ÖSS, KPSS… gibi birçok sınav, bu rekabetin en görünen yüzleri. Ve bu sınavlardaki adaletsizlik, eşitsizlikler kaldırılmalı. Herkese eşit eğitim hakkı sağlanmalı.

* Her gün dayağa ve küfüre maruz kaldığımız atölyelerimizde sendikasız, sigorasız ve 13-14 saat çalıştırılıyoruz. Ve bu koşullarda her gün yüzlercemiz aynı işyerlerinde bir araya geliyoruz. Bu yaşam koşullarının değişmesi için mücadele edeceğimiz her türlü araca ihtiyacımız var. İşçi derneklerinde, sendikalarda örgütlenmek, haklarımızı alabileceğimiz mücadele platformları olarak bizlere önemli olanaklar sunacaktır.

* Her çıkan iş yasası, bizlerin emeğinden çalıp zenginlerin kasasını doldurmanın yasal kılıfı oluyor. Kamu Yönetimi Temel Kanunu, esnek çalışma adıyla çıkan yasalar ve benzeri uygulamalara karşı birlikte mücadelenin imkanları bugünden var. Emeğimizi, işimizi ve geleceğimizi bir avuç sermayedarın eline bırakamayız.

Konferansımız rekabet koşullarında bu parçalanmışlığa son vermek, haklarımızı kazanmak için atölyelerde, sanayi sitelerinde, okulumuzda, mahallemizde birlikte mücadele etmenin olanaklarını tartışmaya çağırıyor.

BİLİM VE DÜŞÜNCE ALANINDAKİ GERİCİLİĞE İZİN VERMEYELİM

AKP üç yıllık iktidarı boyunca, kendiden önceki bütün iktidarların yapmak isteyip de yapamadığı birçok şeye imza attı. Böylece kendi siyasi çıkarlarını hayata geçirmenin de olanaklarını yakalamış oldu. Ve bu üç yıl içerisinde yaptıklarıyla ve yapmak istedikleriyle, önümüze daha kapsamlı bir gelecek projesi de koymuş oldu.

AKP’nin bilim ve düşünce hayatına olan etkisinin genel karakterini veren, en çok tartışmanın yaşandığı alan olan üniversitelerdi. Üzerine çokça yazılıp çizilen AKP ve YÖK arasındaki çatışmanın ideolojik zemini; laiklik ve şeriatçılık arasındaki bir çatışma olarak şekillendi. YÖK, CHP ve orduya kadar uzanan cephe ile AKP arasındaki mücadelede belirleyici olan da bu zemindi. Yirmi küsur yıldır üniversiteleri baskı altında tutan, ilerici demokrat çevreleri hedefi olarak seçen ve üniversite ile sermaye arasındaki bağlantı noktası olan YÖK, bu karakteri nedeni ile, zaten uzun zamandır istenmeyen bir kurumdu. Piyasacılıkta YÖK’ten çok daha fazlasını sunan AKP’nin elini güçlendiren de, YÖK’ün bu yıpranmış çehresiydi. Rektörlerin; AKP’nin gerici üniversite isteği karşısında yaptığı bütün mücadele çağrılarına geniş öğrenci ve akademisyen çevrelerinden cevap gelmemesi de, aynı nedenlerden kaynaklandı. AKP, nihayetinde kendi YÖK’ünü istiyordu ve üniversitelerden gelen her değişim çağrısını bu planının bir parçasına dönüştürmekten de geri durmadı. AKP’nin 15 yeni üniversite kurma isteği dahi, üniversitelerdeki kadrolaşma isteğinin bir parçası olarak anlamını buldu.

ABD’nin “terörizm ile savaş” adı altında Ortadoğu’ya ilan ettiği ‘Haçlı Seferi’, AKP’nin Türkiye’de hayata geçirdiği gerici, bilim düşmanı politikalarının alanını genişleten bir rol oynadı. Tüm dünya, gerici Bush iktidarının yarattığı bu dalgadan etkilenmeden, kendini bu ‘yeni’ platforma uydurmadan edemezdi ve son tahlilde böyle de oldu. Avrupa’da Ortadoğu kökenliler üzerindeki baskılar artarken, Avrupa Hıristiyan dünyasındaki kendi konumunu da yeniden belirlemiş oldu.

Dünya ölçeğindeki bu değişim genel ifadesini Türkiye’de YÖK ve AKP arasındaki çatışmada bulurken, Türkiye’nin üniversite içinde ya da dışındaki her kurumu şu veya bu şekilde bu süreçten etkilendiler. Bu gelişmeler, özelinde üniversitelerde gençlik ve akademik çevrelerin büyük bir kısmını bu tartışmalar içine çekerken, yaşamın her ufak birimine kadar bir mücadele ortamı da yaratmış oldu. Sonuçta bölümler, fakülteler, enstitüler bütün bu değişimlerin birimiydiler ve AKP’nin, üniversitelerin kaynak sorunundan, kadrolaşmaya kadar her müdahalesi asıl etkisini bu alanlarda hissettirdi. Böylece ülkemizin aydın ve entelektüel geleceği için verilecek mücadelenin alanı da bu hücrelere kadar inmiş oldu. Bu nedenlerle, konferansımız; sınıflardan, bölümlerden başlayarak, gençliği, ülkemizin aydın geleceğine dair, bugün AKP’de simgeleşen piyasacı, gerici ve şeriatçı müdahalelere karşı mücadeleye çağırıyor. 40 yıldır verilen parasız, bilimsel ve demokratik üniversite mücadelesini ileriye götürmek için bu koşulların yarattığı çelişkilerden yararlanmaya çağırıyor. Olanaklarımızı ve mücadele alanlarımızı bugünden görebiliriz:

* Üniversitelerde gerçekleştirilen öğrenci kongreleri, bilim şenlikleri, kulüp faaliyetleri, söyleşi ve forumlar, üniversitelerin sosyal ve fikri hayatına kattığı zenginlikler ve önemli tartışma platformları olduğu kadar, mücadelemizin de önemli ayaklarıdır. Bilimsel ve toplumsal gerçeklerin altüst edilmesine, hurafelere karşı üniversitelerin bu zenginliklerini kullanmalıyız.

* Adana’da Çukurova Üniversitesi’nde geçtiğimiz yıl akademisyen, ÖTK, kol-kulüp, Eğitim Sen ve diğer demokratik kitle örgütlerinin oluşturdukları AKP gericiliğine karşı platform, bugün olanakların genişliğini de gösteriyor. Bu mücadelenin bugün sınıflara ve bölümlere kadar inmesinin çatısını da bu örnekte görebiliriz.

* Her birimizin doğal üyesi olduğu Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK), demokratik üniversite mücadelesinde, sınıflardan bütün bir üniversite yaşamına müdahalede önemli olanakları açarken, bizlerin doğal örgütü olma yapısından uzak. Konferansımız, ÖTK’ların kullanılmasındaki zaafları tartışmaya ve fen-edebiyat fakültelerindeki formasyon deneyimlerinden savaş karşıtı oluşturulan birliklerde ÖTK’nın kullanılmasındaki örneklere kadar, tüm deneyimler üzerinden, mücadele örgütü olarak yeniden örgütlemeye çağırıyor.

* Evrensel gazetemiz, yenilenen formuyla gençlik ekimiz, Bilim ve Düşünce, Evrensel Kültür dergimiz, Tiroj ve diğer yayın organlarımız, bu mücadelenin önemli bir iskeleti olarak, bizlerin eline her gün ve her dönem önemli zenginlikler sunuyor. Üniversite içinde ya da dışında çıkan birçok yayın bu mücadele içinde anlamını bulacaktır.

AKP’nin etkisi sadece üniversiteler üzerinde değil, bütün bir kültür ve edebiyat alanında da kendisini hissettirdi. Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yıkılarak yerine otellerin kurulmak istenmesi, bu müdahalenin en çok tartışılan yanı oldu. AKP’nin fikirsel anlamdaki en kapsamlı diğer saldırısı ise, lise ve ilköğretim müfredatlarının değiştirilmesi olarak karşımıza çıktı. Bu, uygulanmaya başladığı andan itibaren teknik aksaklıkların gündeme gelmesinden öte, eğitim alanındaki felsefenin değişimini beraberinde getiriyordu. Yaradılış ve evrim teorisi üzerinden yürüyen müfredat değişikliği, değişimin nasıl bir yönde olduğunu da gösteriyor. Newton’cu eğitim sistemi yerine Kuantum’cu eğitim modeli ile sunulan müfredat değişikliği, kesinliği olmayan bilinemezci bir eğitim anlayışının hayata geçirilmek istenmesinin dayanağı olarak gösterilmeye çalışıldı. Özel okullara yapılan teşvik ve yardımlar ise, gerici fikirlerin kimlerin hizmetinde hayata geçirilmeye çalışıldığının somut örnekleri olarak karşımızda duruyor. Böylesi bir anlayış üzerine kurulan fikir ve düşünce hayatımız, bilinemezci bilim anlayışının ve kaderciliğin gelişmesinin de ortamını kendi doğallığında yaratıyor. Bilim ve kültür alanında insanlığın bütün birikimlerine sahip çıkmak bugün bizlerin omuzlarında. Ve aydınlık bir gelecek için konferanslarımızı bu mücadelenin olanaklarını tartıştığımız, geleceğimiz için kararlar aldığımız platformlara dönüştüreceğiz.

HANGİ ÇAĞDA YAŞIYORUZ!

Teknoloji yaşamımıza hiç olmadığı kadar çok girdi. İnternet, dün ulaşamadığımız birçok bilgiye ulaşmamızın imkanlarını sağlıyor. Bir ülkenin gelişmişliği, bilim ve teknik alanındaki gelişmelere paralel olarak tarif ediliyor. Başta ABD ve Avrupa ülkeleri, bilim ve teknikteki ilerlemelerin merkezi olarak kabul ediliyor.

Bilgi çağı ya da iletişim çağı söylemi, bugünün gerçeklerini ne kadar karşılıyor? İş, eğitim, temiz bir çevrede yaşama hakkımızı ne kadar sağlıyor? ABD’nin Irak’ı işgali ve Ortadoğu üzerindeki planları, bilgi ve teknoloji çağı ile açıklanabilir mi? Elbette hayır! Bugünün gerçeklerine bakarak, çağımızı daha iyi anlayabiliriz. 11 Eylül’de ABD’nin İkiz Kuleler’inin vurulması, ABD’nin dünya üzerindeki iktidarını sağlamlaştırmak için büyük fırsatların kapısını açtı. Yeni Dünya Düzeni söylemi yerini ABD’nin bugünkü planları ile daha uyumlu olan “terörizme karşı mücadele”ye bıraktı. Ve sadece ABD değil, başta Avrupa olmak üzere, bütün emperyalist güçler, bu yeni platforma uygun politikalarını hayata geçirmeye başladılar. Terörizme karşı mücadele, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali ile Hıristiyan dünyası ve İslam dünyası arasında bir savaş karakterini kazanmadan ilerleyemezdi. Başta Bush ve iktidarı olmak üzere, ABD’nin gerici ve muhafazakar güç odakları, böylesi bir savaşta Ortaçağ’ın en karanlık güçlerini yardıma çağırdılar. Bilim, sanat, kültür ve insanlığın biriktirdiği bütün değerler, ABD’nin çıkarları üzerinden yeniden tarif edildi. Irak ve bütün Ortadoğu’nun, demokrasiden nasibini almamış, geri kalmış, terörün kaynağı olarak ilanı, Ortadoğu üzerindeki planların ilk adımı oldu. İktidarlar Türkiye’nin komşu ülkeleriyle ilişkilerinde ABD’nin çıkarlarına uygun ilişkiler geliştirdiği sürece, geleceğimizi ABD askerliği dışında tarif etmek zor. ABD üssü rolünü üstlenen bir Türkiye, komşu ülkeleriyle barış içinde yaşamayı başaramayacaktır. Tüm bu gelişmelerin karşısında, Türkiye ve dünyada ABD’nin politikalarına duyulan öfke, antiemperyalist mücadelenin önemli bir dayanağı haline geliyor. Çağımız böyle bir çağ ve yarınımızı, yaşamın her alanında bizleri geleceksizliğe iten koşullara karşı duruşumuz belirleyecek.

ŞOVENİZM DEĞİL BARIŞ VE KARDEŞLİK İSTİYORUZ!

Türkiye’de her şey o kadar hızlı değişiyor ki, bugün çok tartışılan bir gündemin yerini yarın bir başkası alıyor. Ama 80 küsur yıllık Cumhuriyet tarihinde değişmeyen, her dönem bizlerin arasına ırkçı-şoven tohumlar eken kırmızı çizgiler var. Bu kırmızı çizgilerin bizlerin yaşamında en çekilmez ve katlanılmaz olanı, Kürt sorunu ve şovenizm olmuştur. ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin bir iç sorunu olarak görünen Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmekten başka bir etki yapmamıştır.

Aynı mahallede komşu olan, aynı işyerinde çalışan, okuyan Kürt ve Türk gençleri arasında ırkçı-şoven fikirlerin tohumları daha ufak yaşlarda ekilmeye başlanıyor. İki çocuğun ellerine tutuşturulan Türk bayrağını yaktıkları iddiası ile başlayan gelişmeler, bütün bir Kürt halkının terörist ilan edilmesine kadar vardırıldı. Oysa ki, kültürünü, dilini yaşatmak için mücadele veren, ekonomik eşitsizliklerden en çok etkilenen, iş ve okuma imkanlarını en az bulan Kürt gençliğinin yaşam koşullarını düzeltmek için adım atmak yerine, hükümet ve devletin tüm yapıları, Kürt gençliğini terörist olarak ilan etti. Şovenizmin yükselişe geçtiği bu dönem, kardeşleşmeye, paylaşıma ve sorunlarımıza karşı ortak mücadele etmeye her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Kürt ve Türk gençliği olarak, birbirimizden öğreneceğimiz ve paylaşacağımız çok şey var. Ve kardeşleşmenin adımlarını her dönem attık:

Üniversite gençliğinin ODTÜ-Dicle üniversitelerinin birleşmesi için attığı adım kardeşleşmenin pratik bir ifadesiydi. Ya da geçtiğimiz yıl Barış ve Kardeşlik için Dikili Kampı, Kürt ve Türk binlerce gencin ortak hedeflerde 10 gün boyunca bir araya gelmesinin imkanlarını yarattı. Bu adımlar okulumuzdan, mahallemize kadar aynı ruh ve heyecanla gerçekleştiği oranda, geleceğimiz için atacağımız adımlar daha sağlam olacaktır.

Geleceğimizi ırkçı, şoven çevrelerin eline bırakmamak, aynı coğrafyada kardeşçe yaşamak için ilk adıma buradan başlayabiliriz. Konferansımız Türk ve Kürt gençliğinin kardeşlik platformu olarak barış için mücadeleye çağrımızıdır.

TALEPLERİMİZ GELECEĞİMİZDİR!

Yaşamımızın her alanında ve aşamasında ortaya çıkan sorunlar taleplerimizi belirliyor. Emek Gençliği konferanslarımız bütün bu taleplerimiz için mücadele platformları olarak örgütleyeceğimiz bir süreç olacak. Evimizden sokağımıza, işyerimize ve okulumuza kadar, iyi bir gelecek kurma mücadelemiz, taleplerimiz için örgütlenmekle olacaktır. İşte bizlerin siyasetinin başladığı yer de burasıdır.

Şubat’ta birimlerde başlıyacak Emek Gençliği Konferanslarımız; ilçe, il ve 1-2 Nisan’da Ankara’da merkezi konferans ile sonlanacak.

Sınıfsız, sömürüsüz insanca bir yaşam için mücadeleye!..

Ekim Devrimi ve Kültür

KÜLTÜR VE DEVRİM

İnsanlığın uzun tarihi içinde, dünya çapında etkili olmuş ilk büyük devrim, 1789 Fransız Devrimi’dir. Yalnızca gerçekleştiği ülke içinde değil, bildirisinin ulaşabildiği her yerde, temel ilkeleri, hedefleri ve ortaya attığı yeni dünya görüşü ile, devlet anlayışını, siyasi eğilimleri, halk taleplerini yeniden biçimlendirmiş, aydınlar için olduğu kadar, halk kitleleri için de ilham kaynağı olmuştur. Aynı zamanda, egemen sınıfların orta ve uzun vadeli planlarını etkilemiş, yönetim alışkanlıklarını değiştirmiş, en azından reformcu girişimler için zemin hazırlamıştır. Bir burjuva devrimi olarak, “ilerleme”, “modernleşme” projelerinin geliştirilmesinde olduğu kadar, gericiliğin kendini yenilemesi için de öğretici sonuçlar doğurmuştur.

Kuşkusuz, “Büyük Fransız Devrimi”nin öncesinde büyük ve uzun bir burjuva gelişme dönemi vardır ve bu süreçte gelişen yeni düşünceler, felsefe ve sanat akımları, bilimsel gelişmeler ve siyaset teorisindeki yıkıcı-devrimci atılımlar, devrimin gerçek-maddi nedenlerini gölgelemiş, konuya ilişkin değerlendirmeleri önemli ölçüde yanılgılı hale getirmiştir. Temelde maddi toplumsal koşullar ve derin sınıf çatışmaları bulunmasına karşın, Fransız Devrimi’nin doğrudan doğruya yüzeydeki görünüşü oluşturan “düşüncelerin” eseri olduğu ileri sürülmüş, bu büyük ölçüde kabul de görmüştür.

Bu yanılgıyı anlamak ve bir ölçüde hoş görmek mümkündür; çünkü Fransız Devrimi, yaklaşık üç yüz yıllık bir burjuva gelişmenin Avrupa çapındaki bütün sonuçlarını kendi gerçekliği olarak somutlaştırmış, feodal aristokrasiye, kilise egemenliğine, skolastik dünya görüşüne karşı geliştirilmiş bütün düşünsel, bilimsel, sanatsal birikimi kendi mülkü olarak ilan etmiş ve bunun geniş bir çevrede onaylanmasını başarmıştır.

Burada dikkat çeken önemli bir özellik bulunuyor: Devrim öncesindeki uzun birikim yılları boyunca ortaya atılmış her devrimci teori, felsefi görüş, edebi ve sanatsal ürün, Devrim’le birlikte kendilerinin kanıtlandığını iddia edebilecek bir konum kazanmıştır. Bunun, bizatihi kendi güçlerinin değil, onları unutulmaya yüz tutmuş köşelerinden, müzelerden, kitaplıklardan indirip halkın ve sınıflar mücadelesinin içine sokan politikanın eseri olduğu ise genellikle görülmemiştir. Özetle, burjuva siyasal devrim, kapitalizmin toplumsal bir yaşam biçimi almasının nihai ifadesiydi. Devrimi hazırlayan bütün unsurlar arasında, burjuva kültürel birikimin önemli bir yeri vardır, ama bu onun gerçekleşmesinin tek ve belirleyici nedeni değildi. Fakat bu örnek, siyasal devrimle kültürel ortam ve birikim arasındaki ilişkiyi irdelemek bakımından önemli veriler sunmaktadır.

Kültürel unsurlarla, siyasal devrim arasındaki ilişkiler, dolaysız ve zorunlu neden-sonuç bağlantılarıyla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Kimi zaman tarihsel ve uzun bir geçmişe dayanan yaklaşımlar bu etkileşmeyi gerekli kılar, kimi zaman da politikanın güncel ihtiyaçları ve geleceğe yönelik planları… Herhangi bir felsefi görüşün, sanatsal-edebi akımın, bilimsel bir teorinin devrimde kendisine yer bulabilmesini açıklayan katı bir çerçeve çizme olanağı yoktur. Çok önemli bir bilgin, buluşları ve teorileriyle bilimsel gelişmeye olağanüstü önemli katkılar sunmuş olan A. L. Lavoisier, Fransız Devrimi’nin karşıtı olarak yargılanıp giyotine gönderilirken, devrimci yargıç, “Büyük Fransız Devrimi’nin sizin teorilerinize ihtiyacı yoktur!” diyebilmiştir. Oysa dinsel etkiyi kırmak amacıyla Pazar gününü takvimden çıkarmak ve haftayı altı güne indirmek, “kör inançları yansıtıyor” gerekçesiyle ayların adını değiştirmek gibi, sonradan vazgeçilen saçmalıklarla uğraşan devrimci rejimin, “maddenin korunumu”[1] yasasının güçlendirdiği materyalist görüşlere, siyasi bakımdan, herkesten çok ihtiyacı vardı. Fakat güncel eğilimler, dolaysız ve acil ihtiyaçlar, her zaman uzun vadeli ve temel ihtiyaçlarla uyumlu olmayabilir, hatta çelişen ve birbirini reddeden özellikler gösterebilir. Bu durum, süreçte belirleyici bir rol üstlenmiş olan politikanın yanlışlığı ya da doğruluğu hakkında bir gösterge oluşturmaz. Sadece, pek çok değişken ve kimi zaman çelişik unsurdan oluşan politik eylemin o tarihsel koşullarda karşılaşılan sorunlara karşı geliştirebildiği yanıtları değerlendirirken, o günlerin koşullarını göz önünde tutmanın ne kadar önemli olduğunu gösteren bir uyarı niteliği taşır.

 

EKİM DEVRİMİ VE KÜLTÜR

Proleter sosyalist devrimi burjuva siyasal devrimlerden ayıran önemli bir özellik vardır. Burjuva devrimler, kapitalist ekonomik ve toplumsal gelişmenin belli bir düzeyinde siyasi iktidarın ele geçirilmesiyle tamamlanır. Siyasal iktidar, uzun bir zaman alan gelişmelerin ardından gelen son noktadır. Siyasi iktidarı ele geçirmeden önce ekonomik bakımdan tam bir bağımsızlık elde etmiş olan burjuvazi, kendi ihtiyaçlarının yansıması olan kentler kurmuş, onları yönetecek aygıtlar (belediyeler) geliştirmiş, mimaride, yollar, limanlar yapımında, ulaşım araçlarının geliştirilmesinde belirleyici adımlar atmıştı. Bütün bunlar, aynı zamanda bilimin, sanatların, felsefenin gelişmesiyle de atbaşı gitmişti. Bu bakımdan, iktidarın ele geçirilmesi, toplumsal ve ekonomik bir evrim sürecinin, siyasal devrimle tamamlanması, bir başka deyişle, kapitalist gelişme içinde “son hedefe” ulaşılması demektir.

Proletarya ve sosyalizm açısından ise, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, pek çok bakımdan henüz bir başlangıçtır. Teorik olarak, burjuvazinin iktidarı kendi sınıf egemenliğini pekiştirerek sürdürmek anlamına gelirken, proletarya açısından siyasi iktidar, kendi sınıf egemenliği dâhil, bütün sınıfsal egemenliklerin ortadan kaldırılmasını amaçlar. Burjuvazi, iktidarıyla birlikte kendi sınıf karakterini taşıyan bütün kurumları güçlendirir ve geliştirirken, proletarya sınıfsız bir dünyanın evrensel-sosyalist kültürünü yaratmaya doğru ilerler.

Fakat bu önemli nitelik farklılığı, toplumun kültürel birikimiyle sosyalist devrim arasında herhangi bir bağ bulunmadığı anlamına gelmez. Yalnızca, sosyalist devrimin bu birikimle ilişkisinin biçimi ve toplumun yeni ve özü bakımından tamamen farklı temeller üzerinde örgütlenmesi sorunu bakımından nasıl değerlendirileceğiyle ilgili önemli bir ölçüt oluşturur.

Ekim Devrimi’nden sonra kısa bir süre egemen olan “Proletkült” teorisini eleştirirken Lenin’in geliştirdiği görüşler, günümüzde de son derece uyarıcı özellikler taşımaktadır.

Proletkült teorisini öne sürenler, aslında Rusya’daki devrimci gelişmeleri kendilerine dayanak yaparak abartılı sonuçlara ulaşmışlardı. Onlara göre, proleter devrimin kültürü, tümüyle yeni, kendine özgü ve eski kültürle bağları olmayan, ona tümüyle karşıt yeni bir kültür olmalıydı. Geçmiş çağların sanatı tümüyle reddedilmeliydi. Hareketin önderlerinden Vladimir Krilov, bir şiirinde şöyle diyordu: “Yakalım Rafael’i, geleceğimiz adına/ Yıkalım müzeleri, çiğneyelim sanatın çiçeklerini…” Sanatçının sınıf kimliğine, abartılmış bir değer yüklüyorlardı: işçi sınıfı içinden gelmeyen herhangi bir sanatçının önemli bir eser yaratması olanağı yoktu. Yeni sanatın konusunu, içeriğini enternasyonal proletaryanın çıkarları ve özlemleri oluşturmalı, Proletkült yazar ve sanatçılar proleter hayatını yüceltmeliydi. En etkili ve parlak dönemini 1918–1920 yılları arasında yaşayan Proletkült akımı, iç savaş sırasında resmi destek görmüş, ama Sovyet iktidarı karşısında bir tür özerkliği de korumuştu. Nihayet, “Materyalizm ve Ampiryo-Kritisizm”in 1920’de yapılan ikinci baskısına yazdığı Önsöz’de, Lenin, akımın yarattığı ciddi soruna dikkat çekti: “Proletarya kültürü” kılığı altında burjuva ve gerici görüşleri yaymak… Bu işaret, Proletkült’ün özerkliğinin kaldırılması ve sert biçimde eleştirilmesi için bir başlangıç oldu. Gittikçe zayıflayan ve taraftarlarını kaybeden akım, ilk kurucularından olan Gorki’nin de ayrılıp “Sosyalist Gerçekçilik” akımına öncülük etmeye başlamasıyla, tamamen etkisizleşti ve dağıldı.

Proletkült’ün bütün keskin iddialarına rağmen, akıma bağlı sanatçıların ürünlerinde eski kültürle olan bağlar asla kesilemedi. Yeni biçimler, yeni özler yaratma iddialarını gerçekleştiremediler. Küçümsedikleri sanatın, uzun çağlar boyunca oluşmuş birikiminin sınırlarını aşamadılar, bunu denemeyi bile başaramadılar. Bizde de bilinen bir örnek üzerinden söyleyecek olursak, Gladgov’un, akımın gözde eserlerinden, Türkçede de yayınlanmış olan, “Çimento” (Fabrika) adlı romanı, yapısı, dili, kurgusu bakımından klasik roman geleneğinin içinde kalmıştır. İşçi sınıfının gündelik yaşam ve çalışma koşullarının kutsallaştırılmasına, yüceltilmesine dayanan bu girişim, yalnızca geniş işçi okuyucu kitlesine “sıkıcı” gelmekle kalmıyor, “sanatsal Bolşevizm” adına yapılanlar, Devrim’in ihtiyaç duyduğu sanatsal ve kültürel atılımın da önünü tıkıyordu.

Proletkült deneyiminin en önemli sonucu, sosyalist devrimin, “kopuş ve süreklilik” kavramları açısından, kültür sorununu nasıl ele alması gerektiğine dair zengin dersler ortaya koyması oldu. Esasen Lenin’in bu konuda herhangi bir tereddüdü yoktu ve bin yılların birikimini yok sayarak yeni bir kültür yaratmaya çalışmanın çocukça olduğunu biliyordu. Onun açısından, örneğin Marksizm, “insanlığın yarattığı bütün değerlerin bilgisi” üzerinde yükselmişti. Bunun gibi, proleter kültür de, “…insanlığın kapitalist toplumun baskısı altında toprak sahipleri toplumunun, bürokratik toplumun baskısı altında yarattığı bütün bilgi kaynaklarının mantıksal bir uzantısı, mantıksal bir gelişimi olmalıdır…” diye yazıyordu. Yine aynı yerde, “…proletarya kültürü rasgele bir yerden, birdenbire ortaya çıkmaz, bu konuda uzman olduğunu söyleyen insanların icadı da değildir. Saçma bunlar.” diyordu. (Gençlik Birliği III. Kongresi’nde konuşma, Ekim 1920)

Daha sonra, 1926’da, “Proletkült Kongresi Karar Taslağı” başlığı altında, şunları yazacaktı: “Marksizm’in devrimci proletaryanın ideolojisi olarak taşıdığı tarihsel önem, bu ideolojinin burjuva çağının kazandırdığı kültürel değerleri bir yana itmek şöyle dursun, tersine iki bin yıldan fazla bir geçmişi olan insan kültür ve düşüncesinde değerli olan ne varsa bir araya getirmesinden ve yeniden gözden geçirmesinden ileri gelir. Ancak bu temel üzerinde ve bu yönde yapılacak bir çalışma, her türlü sömürüye karşı mücadelenin en yüksek aşaması olan proletarya diktatörlüğünün deneyiyle canlılık kazanırsa, gerçek proletarya kültürünün gelişimi olarak kabul edilebilir.

Devrim yılları coşkusunun, “Yeni bir dünya, yeni bir insan yaratma” heyecanıyla doldurduğu aydınlar arasında bu tür eğilimlerin olabileceğini de bilen Lenin, uzun sayılabilecek bir süre gelişmeleri izlemiş, çalışmaların verimsiz, vaat edilenleri gerçekleştirmekten uzak, iddialarının temelsiz olduğunun, heyecanlı aydın topluluklarınca da görülmesine kadar beklemiştir. Aralarında, kaçmak isteyip de gidememiş olanlar, parasız kaldıkları için partiye ve devrime yanaşmış olanlar, maceracılar, devrimde kendi özgün fikirlerinin sınırsızca açılabileceğini uman yeteneksizler gibi her ülkenin aydın tabakasında rastlanabilecek unsurların da bulunduğu Rus entelektüellerinin de yer aldığı Proletkültçüler, sonunda teorileriyle birlikte “dağılmışlardır”.

Kuşkusuz, Devrim’in ilk yıllarının kültürel çalışmaları, Proletkültçülerin yaptıklarından, daha doğrusu yapamadıklarından ibaret değildir. Sovyet iktidarı, gençlik, kadın, köylü kitlelerinin eğitimi için büyük seferberlikler düzenlemiş, “Komünist Cumartesi” uygulamalarıyla, işçilerin teori-pratik kopukluğunu aşacak çalışmalarını üretim etkinliği içinde gerçekleştirmiş, milyonlarca yeni kitap, gazete ve broşürle sürekli ve sonuç alıcı bir aydınlatma çabasına girmiştir. Esasen çok köklü bir geçmişi bulunan Rus sanat ve edebiyatı, olağanüstü çapta kitlelere ulaştırılmıştır. Sinema ve tiyatro, yalnızca Rusya için değil, bütün dünya sanat pratiği bakımından yeni ve çok değerli ürünler vermeye başlamıştır.

Sovyetler Birliği içindeki Rus olmayan halkların kültürlerine, sanat ve edebiyat alanlarındaki gelişmelerine de büyük önem verilmiştir. Pek çoğu, henüz makineli üretimi bile yeni tanıyan, yüz yıllardır cahil ve çıplak kalmış halklar, kendi tarihsel birikimlerinin değerini anlamaya, kendi dilleriyle ve kültürleriyle yeni Sovyet Cumhuriyeti insanlarına ve bütün insanlığa söyleyebilecekleri sözleri olduğunu görmeye başladılar. Göçebelik ve feodal ilişkiler içindeki milyonlarca insan, ilk kez yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte ortak bir gelecek kurma yeteneğine sahip olduklarına inandılar ve gereğini yapmaya koyuldular.

 

SOSYALİST GERÇEKÇİLİK

17 Ağustos 1934’te toplanan Sovyet Yazarları Birinci Kongresi, artık rayına oturmuş devrimin kültürü ve sanatı bakımından bir dönüm noktasıdır. Bugün hâlâ tartışılan konuşmasıyla Jdanov[2], geçen on yedi yıl içinde proletarya iktidarının, sanayide, tarımda, uluslararası ilişkilerde ulaştığı başarıları özetleyerek, sanat ve edebiyat alanında da yeni bir hamlenin gerekli olduğunu söyler. Konuşmasını, Kongre’ye katılan otuzdan fazla konuk devrimci yazara da seslenen şu sloganlarla bitirir: “Yetkin ustalıkta, ideolojik ve sanatsal içeriği yüksek eserler ortaya koyun! Halkın, sosyalizm ruhuyla yeniden eğitilmesinin en etkin örgütleyicileri olun! Sınıfsız sosyalist toplumun kurulması mücadelesinin en ön safında yer alın!

Bu çağrılar, çok açık bir biçimde yazar ve sanatçıları “taraf tutmaya” çağırmaya yöneliktir ve birer “görev çağrısı” niteliği taşımaktadır.

Bu konuşma, pek çok aydın çevresinde, bitmez tükenmez tartışmalar içinde, “emir kulu yazarlar yaratılmak istendi” biçiminde karalandı ve yanlış anlatıldı. Oysa burada, değişik yönleriyle sosyalizmin inşasının kapsamı ve farklı boyutları hakkında geniş bir özet buluyoruz. Aydınların ve yazarların topluma karşı görevlerinin çok net biçimde tanımlanmış olmasının, yeryüzünün altıda birinde iktidar olmuş halk yığınlarının ihtiyaçlarının hatırlatılmasının doğal, hatta zorunlu olduğu anlaşılamamıştır. Tarihin en önemli, en dikkate değer yığınsal eyleminin sonuçları ve bunun muazzam değeri göz önünde tutulmaksızın, “Yeni bir dünya, yeni bir insan” hedefine koşan partinin görevleri anlaşılmaksızın yapılacak her tartışma, olağan burjuva koşullar altındaki özgürlük-bağımsızlık kavramlarının dar çerçevesine sıkışacaktır. Ekim Devrimi, Bolşevik Partisi’nin sayesinde, Büyük Fransız Devrimi’nin kimi zaman düştüğü saçmalıklara asla düşmemiştir. Kaldı ki, cahil bırakılmış, gündelik ihtiyaçlarının cenderesine sıkışmış ve çıplak ellerinden başka hiçbir alet tanımamış milyonların ayağa kalktığı bir toplumsal hareketlilik sürecinde olabilecekleri tahmin etmeye bile kalkışmak, kimilerini dehşete düşürebilir. Sovyet Devrimi, Fransız Devrimi’yle kıyaslandığında, bu bakımdan, tam anlamıyla “efendice, nazik ve çok dikkatli” bir devrimdir. Henüz ayaklanmanın ilk anlarından itibaren, Çar’ın mal varlığı olarak görülen saraylar, paha biçilmez mücevherler, eşyalar, değerli tablolar ve heykeller, Bolşeviklerin koruması altına alınmıştır. Yağmacılığa, öfkeli yıkıcılığa asla izin verilmemiş, fırsatçılar kesin biçimde cezalandırılmıştır.

Bu tutum, Proletkült akımının sonradan düşünüp geliştirdiği tezlerle tam anlamıyla çelişmektedir. Devrimin ilk anlarında Bolşevikler, eğer onlar gibi düşünselerdi, eski Rusya’nın büyük kültürel birikiminden geriye hiçbir şey kalmayabilirdi.

“Sosyalist gerçekçilik”, “yazar ve sanatçının taraf olması” gibi kavramlarla bu ilk adım arasında sürekli ve kopmaz bir bağ vardır. Lenin’in sık sık vurguladığı, “geçmişte olumlu ve değerli ne varsa sahiplenmek ve onu sosyalizmin kuruluşunun bir parçası haline getirmek” ilkesi, Jdanov’un sloganlarında birer görev çağrısı halini almıştır. Böylece Orta Asya steplerinin halk ezgileri büyük senfonilerin teması haline gelebilmiş, sıkıntılı küçük burjuva hayatının iç dökmesi halinde çürümeye yüz tutmuş edebiyat, büyük kitlelerin aydınlık bir gelecek kurma kavgasının romanı, şiiri, öyküsü olarak ayağa kalkmıştır. Tolstoy’un, Gogol’un, Dostoyevski’nin, Puşkin’in değeri ve önemi, hiçbir zaman Sovyet iktidarında olduğu kadar anlaşılmamıştı. Bu büyük yazarların eserleri, daha önce hiçbir zaman yüz binlerce basılıp dağıtılmamıştı. Hiçbir zaman, tiyatro ve sinema, yük trenlerinin vagonlarında Sibirya’dan Kafkasya’ya, Ural dağlarından Kamçatka’ya kadar taşınmamıştı.

Devrim, plastik sanatlarda da, resim ve heykelde de, sanat tarihinin en ilginç ve gerçek anlamda yeni eserlerin doğmasının kapısını açtı. Anlatılmak istenen davanın büyük ve geniş kapsamıyla, bunların anlatılacağı insanların eğitimsizliği arasındaki derin uçurum, yeni anlatım yollarının aranmasını zorunlu kılmıştı. Dolaysız, son derece basitleştirilmiş ve yalın bir dille, mesajı doğru ve eksiksiz anlatabilmek için, sanat tarihinde çığır açan akımlar doğdu. Bunların önemli bir bölümü, devrimin yarattığı atmosfer içinde, çağının çerçevelerini parçalayan etkiler yaratmışsa da, önemli ölçüde Proletkült akımına bağlanmış ve sonra da dağılmışlardır. Bununla birlikte, politik olarak desteklenmeyen, ama pekâlâ kendi olanaklarıyla ayakta kalan ve ürün veren sanat çevreleri doğmuş, devrimci kültürün zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Örnek olarak, o günlerin en tipik ve etkili akımlarından biri olan konstüriktivisitlerin eserlerini, bugün devrimin dinamik ve dönüştürücü gücünün bir kanıtı olarak değerlendirmek mümkündür.

 

SONUÇ

İnsanlığın büyük kültür birikiminin boyutlarını görebilmek için günümüzde kullanabileceğimiz birkaç araç vardır. Müzeler, kütüphaneler, tarihsel kalıntılar vs… Ama bütün bunları, gündelik yaşamımızın bir parçası halinde değerlendirebilmek için birikimin kuşaktan kuşağa aktarılmasının koşullarıyla, her birinin yaratıldığı tarihsel koşulları ve bunlarda kendisini gösteren insan bilgi ve emeğinin gelişim süreçlerini bilmek gerekir. Sovyet Devrimi’nin kültürel alanda yaptıklarını değerlendirmek için, bir müzeyi gezerken ihtiyacını duyduğumuz donanıma benzer bir bilgi temeli gerekir. Sovyet Devrimi, insanlığın bütün ilerleme ve özgürleşme çabasının en yüksek zirvesi olarak anılmayı hak etmiştir. Aradan geçen bütün yıllar boyunca, o büyük atılımdan günümüze kalanlar, işçilerin, burjuvazinin beş yüz yılda yaptıklarını birkaç on yılda yapabileceklerinin kanıtı olarak önümüzde duruyor. Uzun iç savaşa, kıtlığa, ardından gelen NAZİ saldırısına rağmen, büyük kentler kurulmuş, kendine özgü bir mimari yaratılmış, sanat ve edebiyatta kalıcı eserler verilmiştir.

Ekim Devrimi’nin insanlığın ortak kültür mirası içindeki yeri, her türlü karalamaya, küçümsemeye, yok saymaya karşın büyük ve değerlidir.

Sanat ve edebiyat, bilim, felsefe vb. bakımından yaptığı en büyük katkı, bunların toplumsal olarak ve işçi sınıfının gücüyle üretilmesinin olanaklı olduğunu göstermiş olmasıdır. Kültürel-bilimsel üretimin toplumsal koşullarını değiştirmiş, kitlelerin gücü hakkındaki bütün ütopik düşüncelerin gerçekleşebilir olduğunu göstererek yeni bir ufuk açmıştır.


[1] Maddenin korunumu ilkesi, maddenin yaratılıp yok edilemediğini, yalnızca değişime ve dönüşüme uğradığını, bir işlemin başındaki ve sonundaki madde miktarının eşit olduğunu kanıtlıyordu.

[2] SBKP Merkez Komitesi propaganda ve ajitasyon etkinliklerinden sorumlu Siyasi Büro üyesi. Ekim Devrimi’nden itibaren partinin bütün kademelerinde çalışmış, iç savaşta, Faşizme karşı Leningrad savunmasında görev yapmıştır. 1948’de öldü.

Uluslararası Kadınlar Günü

İnsanlık tarihinde, ezilenlerin hiçbir büyük hareketi, emekçi kadınların katılımı olmadan yürümemiştir. Ezilenlerin arasında en ezilenler olan emekçi kadınlar, özgürlük eyleminin büyük yolunun kenarında kalmadılar ve kalamazlardı. Kölelerin kurtuluş hareketi, bilindiği gibi on binlerce kadın kahramanı ileri itmiştir. Serflerin özgürlüğü için savaşanların oluşturduğu saflarda on binlerce kadın vardı. Ezilen sınıfların kurtuluş hareketinin en güçlüsü olan, işçi sınıfının devrimci hareketinin bayrağı altında, milyonlarca emekçi kadını toplaması şaşılacak bir şey değildir.

Uluslararası kadınlar günü, işçi sınıfının kurtuluş hareketinin büyük geleceğinin habercisi ve yenilmezliğinin delilidir.

Emekçi kadınlar, işçi ve köylü kadınlar, işçi sınıfının büyük yedek kuvvetlerini teşkil ederler. Bu önemli kuvvet halkın yarısını temsil eder. Kadın yedek kuvveti, işçi sınıfının yanında mı karşısında mı olacaktır? Proleter hareketinin kaderi, proleter devriminin ve proleter iktidarının zaferi ya da yenilgisi buna bağlıdır. İşte bu yüzden proletaryanın ve onun en ileri müfrezesi olan Komünist Partisi’nin görevi, kadınları, işçi ve köylü kadınları, burjuvazinin etkisinden kurtarmak ve onları proletaryanın bayrağı altında, politik olarak eğitmek ve örgütlemek için kesin mücadele vermektir. Uluslararası kadınlar günü, emekçi kadınlardan oluşan yedek gücü, proletaryanın yanına çekmek için bir araçtır.

Fakat emekçi kadınlar sadece bir yedek güç oluşturmazlar. Onlar, işçi sınıfının doğru politikası sonucu, işçi sınıfının, burjuvaziyle savaşacak olan gerçek bir ordusu olabilirler ve olacaklardır. Emekçi kadınların oluşturduğu bu yedek gücü, proletaryanın büyük ordusunun yanında çarpışan bir işçi ve köylü kadınlar ordusu haline getirmek; işte işçi sınıfının kesin ikinci görevi.

Uluslararası kadınlar günü, işçi sınıfının, işçi ve köylü kadınlar yedek gücünü, proletaryanın kurtuluş hareketinin aktif ordusu içine sokmaya yaramalıdır.

Yaşasın uluslararası kadınlar günü!

Stalin; “Uluslararası kadınlar günü için”,

Pravda, 8 Mart 1925, Eserler (Rusça baskı), Cilt VII, sf. 48-49.

Grev ve İşçi Hareketi

Sendikalar, işçilerin aralarındaki rekabete son vererek, ortak sınıf çıkarları etrafında bir araya gelmeleri ve patronlara karşı birlikte mücadeleye girişmelerinin yanında, işçi sınıfının siyasal mücadelesi içindeki yerlerinden dolayı hep önemli kurumlar olmuşlardır. Birbiriyle rekabet eden, bölünmüş işçilerin patronlara karşı mücadele etmeleri genellikle yenilgiye yol açtığından, işçilerin dayanışmasının en somut göstergesi olan sendikaların, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal etkinliği açısından, emek ile sermaye arasındaki sınıf kavgasının en önemli araçlarından birisi olarak ortaya çıktığı görülür.

Sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin en belirgin özelliklerinden birisi, sermayenin işçi ve emekçi sınıfları bir yandan ortak çıkarlar etrafında birleşmeye zorlarken, diğer yandan aralarındaki rekabeti arttırarak, sınıf içi bölünmeyi körüklemesidir. Sermayenin işçi sınıfı ve sendikalar üzerindeki egemenliğinin özellikle son elli yılda artmış olması, sınıflar arasındaki güç dengesini sermaye lehine değiştirerek, bir anlamda işçi sınıfı mücadelesinin dayandığı sendikal-siyasal zeminin altını oymuştur. Bu koşullarda, sendikal bürokrasinin de etkisiyle, sendikaların, sadece üyelerinin ayrıcalıklarını korumak temelinde “sınırlı” bir mücadeleyi benimsemesi sınıf içindeki bölünmeleri keskinleştirmiş ve sendikal hareketin pek çok noktada tıkanmasına yol açarak, sendikaların üyelerine yabancılaşması gibi pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Tarihsel süreç içinde işçilerin kendi kölelik koşullarına tepkiden doğan hareketlere baktığımızda, bunların ister bireysel ister kolektif olsun, “suç işleme” ve bedel ödeme temelinde oluştuklarını görmek mümkündür. Kapitalizmin ilk yıllarında yoğun olarak görülen makine kırıcılığı işsizliğe karşı, grevler ağır çalışma koşullarına ve ücretlerin yetersizliğine karşı yapılmıştır. Sendikaların ortaya çıkması ile birlikte, önceleri dağınık olarak gerçekleşen grev ve direnişlerin yerini, çok daha örgütlü, çok daha geniş kitleleri kapsayan ve çok daha uzun süreli grevler, işçi eylemleri almaya başlamıştır. Özellikle işçi sınıfının siyasal örgütlenme çabalarının, yoğun baskı ve yasaklarla karşılaştığı ülkelerde yaşanan grevler, dönem dönem siyasal amaçlı olarak yapılmış, yaşanan grevler sonucunda işçilere çok ağır cezalar verilmiştir. Bu cezalandırmalar sonucunda ABD’li işçiler asılmış, Alman işçilerinin kulakları kesilmiş, Rusya’da işçiler kurşuna dizilirken, Fransa’da grevci işçiler giyotin cezası ile cezalandırılmıştır. Ancak bu ağır cezalar bile işçileri mücadeleden ve grev yapmaktan yıldırmaya yetmemiştir.

Grevler, kapitalizmin ilk yıllarında, ağır ve tehlikeli çalışma koşullarına, çok uzun iş sürelerine, ücretlerin ödenmemesine, yoksulluğa karşı bir ayaklanma biçiminde; aktif ya da pasif şiddete karşı, yer yer şiddeti de içeren biçimlerde yapılmış ve sonuçları itibarıyla oldukça yaygın ve etkili bir eylem biçimi olarak tarihteki yerini almıştır. İşçi sınıfının zengin mücadele tarihi, işçi hareketinin mücadele araçlarının çok sayıda ve değişik biçimlerde ortaya çıktığını göstermektedir. Grevler, bu anlamda sınıf mücadelesinin en önemli ve en etkili mücadele biçimlerinin başında gelmektedir.

Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı yapıtında, İngiliz işçilerin grev mücadelelerine önemli bir yer vererek, İngiliz işçilerinin bir sınıf olarak birleşmesinde, bir mücadele aracı olarak grevi kullanmalarına dikkat çekmekte ve “grevler işçilerin artık kaçınılmaz halde büyük çatışmaya hazırlandıkları bir savaş okuludur” ifadesiyle, grevlerin sınıf mücadelesi açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Lenin ise, grevin işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele ettiği yollardan birisi olduğunu, ancak tek yol olmadığını özellikle belirterek, eğer işçiler mücadelenin diğer yollarına da gereken önemi vermezlerse, işçi sınıfının gelişimini ve başarılarını yavaşlatmış olacakları uyarısı yapar.

İlk grevler yapıldığı zaman ortada herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle, grevlerle ilgili olarak çıkan ilk yasalar, grev hakkının kullanılışını düzenleyen değil, yasaklayan ya da sınırlayan yasalar olmuştur. Fakat bu yasaklar sürecinde, işçi sınıfı, zorlu mücadelelerle kanunsuz grevler yaparak ve bunun çetin sonuçlarına katlanarak, bazen işini, herhangi bir organını, hatta canını kaybederek grevin yasal bir hak olarak kazanılmasını sağlamıştır.

Genel olarak ifade edilen nedenlerden dolayı, sermaye sahiplerini grev kadar korkutan çok az eylem biçimi olduğu söylenebilir. Sermayeyi korkutan, şüphesiz sadece yapılan grev nedeniyle sömürü çarklarının bir süreliğine durması değildir. Bunun da ötesinde, asıl korku, sermayenin, işçiler ve sahibi olduğu üretim araçları üzerindeki otoritesinin, egemenliğinin sarsılmasıdır. Sermaye egemenliğinin sarsıldığı noktada işçilerin ve işçi sınıfının gücü ortaya çıkmakta ve bu anlamda işçi sınıfı, kapitalistlerin sınıf iktidarını tehdit edebilen devrimci bir sınıf olarak sermayenin korkularını arttırmaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da yaygınlaşan işçi eylemleri, grevi, sınıf hareketinin temel ve ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde, genel anlamıyla grev hakkı yasal bir nitelik ve kapitalizmin nihai hedeflerini tehdit etmemesi şartıyla kurumsal bir işleyiş kazanmıştır.

Türkiye’de ise, grevler bir hak olmaktan çok, yapılması son derece ağır şartlara bağlanmış bir sendikal eylem türü olarak gelişmiştir. 82 yıllık Cumhuriyet tarihinin ancak son 40 yılında; o da, askeri darbeler ile sıkıyönetimler dışında, kısıtlı Anayasal ve yasal bir hak olarak, hukuk sistemi içinde kalarak uygulanmıştır. Grevler, son 40 yıllık dönemde 8 yıl fiili olarak yasaklanmış, sendikal hakların dışına çıkarılmıştır. Türkiye’de, ancak 32 yıllık dönemde, yasal grev uygulamaları son derece sınırlı bir şekilde gerçekleşebilmiştir. Grevin yapılması öncesinde uzlaşma kurumunun devreye girmesi ve grevlerin Bakanlar Kurulu tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenebilmesi[1], Türkiye’de yasal grevlerin bile ne kadar ciddi tehdit olarak algılandığının görülmesi açısından önemlidir.

SENDİKALAR VE GREV HAREKETLERİNİN BUGÜNKÜ DURUMU

1990’lı yılların ortalarından itibaren, Avrupa işçi hareketinde görülen canlanma eğilimleri, geleneksel sendikal yapıları ve bu yapılar üzerindeki egemenliliğini koruyan sendikal bürokrasiyi kısmen de olsa etkilemiştir. İngiltere’de, geçtiğimiz yıllarda yapılan sendika seçimlerinde, yaklaşık 70 sendikanın bağlı olduğu Sendikalar Kongresi (TUC) bürokrasisi ve İşçi Partisi’nin emek karşıtı politikalarına tepki olarak, altı büyük sendika yönetimlerine mücadeleci sendikacılığı savunan sendikacılar seçilmiştir. TUC bürokrasisi ve İşçi Partisi’nin tüm çabalarına rağmen mücadeleden yana sendikacıların desteklenmiş olması, İngiltere gibi sendikal bürokrasinin güçlü olduğu bir ülkede sendikal hareketin yeniden canlanmasının ipuçlarını vermektedir.[2] Hatta İşçi Partisi’nin kuruluşunda önemli bir rol oynayan Demiryolu İşçileri Sendikası (RMT), İngiliz İşçi Partisi’nin emek karşıtı politikalarını artık desteklemeyeceğini ilan etmiş ve bu partiye olan ekonomik-siyasal desteğini çekmiştir. Bu durum, aynı zamanda, TUC içindeki bazı sendikaları benzer bir tavır almaya zorlamaktadır. Ancak bu tavrın, olumlu olmakla birlikte, en azından henüz sınıf sendikacılığı çizgisinden uzak olduğunu belirtmek gerekir.

İngiltere’de yaşanan ve sendikal bürokrasinin az-çok yara almasına neden olan gelişmeler, sendikal bürokrasinin güçlü olduğu Almanya, Fransa gibi ülkelere benzer düzeyde taşamamıştır. Son yıllarda, özellikle sendikal bürokrasinin güçlü olduğu Fransa ve Almanya gibi ülkelerde, bir önceki döneme nazaran belirgin bir canlılık yaşanmaktadır. İşçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırıların artmasına paralel olarak artan işçi eylemleri, işçileri ve sendikaları harekete geçirmiş olsa ve yönetimlerinde değişikliklerle bazı sendikaların konfederasyonlarda merkezilenmiş bürokrasi ile aralarında çelişme ve farklılıklar gelişse de, Almanya’da DGB, Fransa’da CGT ve benzerleri gibi büyük ve önemli konfederasyonları kontrolü altında tutan sendikal bürokrasinin etkisi hala kırılamamıştır. Mücadeleci sendikacılığa eğilim, henüz esas olarak tabanda, işçiler arasında mayalanmakta, ve ilk elde, bir dizi, tabanda gelişmekte olan neoliberal saldırganlık ve uygulamalara karşı mücadeleci tutumdan etkilenmeye ve buradan baskılanmaya en yakın sendika şubesinde görülmektedir.

İşten atmalara, sosyal hakların kısıtlanmasına karşı, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden işçiler, sendikaları, sendika bürokrasisini zorlayarak, kitlesel tepkilerini yükseltmeye başlamışlardır. Bu tepkiler, bir anlamda, yaklaşık elli yıldır uyuyan bir devin yavaş yavaş uyanmasını sağlamış ve geçtiğimiz dönemde, Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya başta olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesi, sermayenin saldırılarına karşı kitlesel, güçlü işçi eylemleri ve grevlerle sarsılmıştır.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hayata geçirilmeye çalışılan saldırılara karşı, işçiler ve çeşitli düzey ve ölçülerde sendikaların gelişme ve yükselme belirtileri gösteren karşı koyuşları söz konusudur. Her ne kadar bu eylemlerin bir sürekliliği olmasa da, son yıllarda yoğunlaşan grevler, genel grevler, kapitalizme ve emperyalizme karşı gösterilen, ama sendikal bürokrasinin etkisinden kurtulamamış olan işçi sınıfının –belirli sendikaların tutumlarına da yansıyan– tepkisi niteliğindedir. Kapitalizmin sınırsız saldırganlığına karşı yapılan kitlesel işçi eylemleri, önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesine, geçmiş yıllarda olduğu gibi, yine işçi sınıfının damgasını vurmasına tanık olunacağının işaretlerini vermektedir.

Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen kitlesel eylemlerin, istikrarsızlığına rağmen gittikçe yaygınlaşması, büyük sendika merkezleri olmasa da, yerel anlamda pek çok sendika şubesinin öncülük ettiği yerel platformların yaygınlaşması; bir süredir tartışılan sendikaları mücadeleci bir çizgiye çekme çabalarını güçlendirmektedir. Nitekim bu çabaların bir göstergesi olarak, sınıf mücadelesinin yükseldiği ülkelerdeki sendikalaşma oranlarında yaşanan gerilemenin durakladığı ve çok güçlü olmasa da, bazı ülkelerde sendikalaşma oranlarının artmaya başladığı görülmektedir.

Almanya, İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya, Portekiz ve Yunanistan gibi gelişmişlik düzeyleri birbirinden farklı ülkelerde, tıpkı sendikaların ilk yıllarında olduğu gibi, işçi hareketinin yeniden tabandan örgütlenme çalışmaları hızlanmıştır. Örneğin İspanya’da, Fransa’da olduğu gibi, “işyeri sendikacılığını” andıran “komite” tipi örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu komitelerin, geçmişte, kapitalistler tarafından sendikal örgütlülüğü tehdit amacıyla kullanıldığı bilinmektedir. Ancak zaman içinde sendikalar bu komiteleri dönüştürerek, sendikalaşma oranlarını artırabilme yönünde önemli adımlar atmışlardır.[3]

Dünyanın çeşitli bölgelerinde sendikaların, sendikal hareketin ciddi canlanma belirtileri gösterdiği son yıllarda, gerek Türkiye’de, gerekse diğer çeşitli ülkelerde sendikal mücadele biçimleri içinde önemli bir yer edinen grev uygulamalarının azalması dikkat çekmektedir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde ciddi işçi eylemleri ve genel grevler yaşanmasına karşın, genel anlamda yapılan grev sayıları ve grevde geçen işgünü açısından ortaya çıkan tablo iç açıcı değildir. Yine tüm dünya çapında işçi sayısı belirgin bir şekilde artarken, sendikalı işçi sayılarında, birkaç ülkeyi dışarıda bırakırsak, hala ciddi gerilemelerin yaşandığı görülmektedir.

Tablo 1- Uzlaşmazlık Nedeni ile Çalışılmayan Günler,

(1,000 İşçi Başına Sanayi ve Hizmet Sektörü)

(1993-2002)

 

Yılık Ort. 1993-1997

Yıllık Ort. 1998-2002

Yıllık Ort. 1993-2002

1993-97 den 1998-2002’ye değişim (%)

Avusturya

2

1

1

-50

Belçika

27

Danimarka

49

299

177

510

Finlandiya

174

54

110

-69

Fransa

98

Almanya

8

3

5

-63

İrlanda

82

73

77

-11

İtalya

152

110

131

-28

Luksemburg

12

Hollanda

27

12

19

-56

Portekiz

23

20

22

-13

İspanya

283

221

248

-22

İsveç

54

5

29

-91

İngiltere

25

23

24

-8

AB ortalaması*

70

59

64

-16

Japonya

2

1

1

-50

ABD

42

47

45

12

OECD ortalaması**

56

49

52

-13

* Yunanistan , Belçika, Fransa ve Lüksemburg hariç, ** Belçika, Fransa, Luksemburg ve Türkiye hariç.

Kaynak: Labour Market Trends, UK Office for National Statistics, April 2004, (http://www.eiro.eurofound.eu.int/2005/02/feature/tn0502102f.html) ILO ve OECD verileri.

Sendikal örgütlenmeyi ve grev sayılarını olumsuz yönde etkileyen etkenlerin başında kapitalist devletin, sosyalizmin etkisiyle girmiş olduğu üretim ve hizmet alanlarından çekilmeye başlaması, başka bir ifade ile özelleştirme uygulamalarının yaygınlaşması olmuştur. Özelleştirme ile birlikte, toplam istihdam içinde önemli bir yere sahip olan ve sendikalı çalışanların birçok ülkede çoğunluğunu oluşturan kamu işletmelerinde önemli ölçüde istihdam azalması yaşanmıştır. Böylece, hem işsizlik nedeniyle yedek işçi ordusu artmış, hem de sendikalar önemli oranda üye kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır.

İşsizlik oranlarının dünya çapında artmasının en önemli sonucu, büyüyen işsiz sayısının çalışanlar için temel tehdit haline gelmesi olmuştur. Avrupa’da yerli işçilerin ucuz işgücü olarak görülen göçmen işçilere karşı tutumlarının sertleşmesi, pek çok sendikanın istihdam güvencesi için toplu sözleşmelerde işverenler tarafından gündeme getirilen “sıfır zam” önerilerini kabul etmeleri vb. birçok neden, grev uygulamalarına sendikaların daha az başvurmalarını beraberinde getirmiştir. Bu durumun en somut göstergesi, dünyanın çeşitli ülkelerinde uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerin sanayi ve hizmetler sektöründe ciddi oranlarda azalmasıdır.

1993-1997 yılları ile 1998-2002 yılları arasında çeşitli ülkelerde uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerin yıllık ortalamasına bakıldığında, ciddi anlamda azalmaların yaşandığı görülebilir. Uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerde Avrupa Birliği (-16 %) ve OECD ortalaması (-13 %) birbirine yakın oranda azalmışken, Japonya’da görülen % 50’lik azalma dikkat çekicidir. Ancak asıl ilginç gelişme, ABD’de, uzlaşmazlık nedeniyle çalışılmayan günlerin yıllık bazda % 12 artmış olmasıdır. Bu artış, ABD’de 1990’lı yılların ortalarından itibaren canlanmaya başlayan sendikal hareket açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

TÜRKİYE’DEKİ DURUM VE SENDİKA BÜROKRASİSİNİN TUTUMU

Avrupa ölçeğinde değerlendirildiğinde, geçtiğimiz on-on beş yıllık süreçte, özellikle sendikalı işçilerin eylemliliklerinde görülen artışın grev uygulamalarında paralel bir yükselme yaratmadığı gözlenmektedir. Grevde geçen işgünü sayısının on yıl öncesiyle kıyaslandığında belirgin bir şekilde gerilemiş olması, sendikalara çöreklenen sendikal bürokrasinin de çabalarıyla, işçi hareketinin bugünü ve geleceğine yönelik karamsar yorumların artmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum, yıllar boyunca sermayenin kabusu olan grev uygulamalarının artık sendikalar tarafından bile benimsenmediği yorumlarında yükselişe neden olmuştur.

Uzun yıllar sendikal harekette yaşanan parçalanmışlık ve genel durgunluğun işçi örgütlerinde ve sendikalı işçiler üzerinde yarattığı olumsuz yansımaların bu süreçteki etkisi yadsınamaz. Diğer taraftan, artan işsizlik oranlarına bağlı olarak, işçiler arasındaki rekabetin yeniden yoğunlaşması; birlik, dayanışma ve mücadele örgütleri olan sendikalara yönelik ilgiyi genel anlamda olumsuz etkilemiştir. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, azımsanmayacak kadar çok sayıda sendikanın, işçilerin çıkarlarını savunmaktan çok, işverenler ve hükümetlerle “iyi geçinmeye” çalışmaları, bu olumsuz tabloyu netleştirmiştir.

Türkiye açısından baktığımızda ise, Avrupa’da yaşanan sürecin bir benzerinin yaşandığı söylenebilir. Türkiye’de, bugün, düne göre daha az grev yaşanmasını çeşitli nedenlerle açıklamak mümkündür. Burada öncelikle, sendikaların geçmiş yıllara göre daha az grev yapmasının, Türkiye’de yaşanan genel ekonomik ve siyasal gelişmelerden bağımsız olarak ortaya çıkmadığını belirtmek gerekir. Bu anlamda, bugün grev hareketlerinde görülen gerilemenin nedenlerini, sendikaların dışından ve sendikalardan kaynaklanan nedenler şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Kuşkusuz bu iki neden, birbirini sürekli olarak etkilemekte ve beslemektedir.

Türkiye’de işçi ve kamu emekçileri sendikalarında görülen genel eğilim, sendikaların içinde bulundukları koşulları ve her gün yaşadıkları sorunları belirleyen etkenlerin, çoğunlukla sendikalar dışından kaynaklandığına olan yaygın inançtır. Türkiye sendikal hareketi içinde uzun süredir yer edinen bu anlayış, gerekçelerini “küreselleşme”, “neoliberalizm”, “kapitalizmin kendisini yenilemesi”, “ekonomik krizler”, “işsizlik ve yoksulluğun artması” vb. ifadeler ile açıklamaya çalışmakta ve böylece sorunun kaynağını kendi konumlarının dışında göstermektedir. “Küreselleşme” sürecinin sendikaları gereksiz hale getirdiği, “kapitalizmin artık değiştiği” yorumları yapılarak, sendikaların da bu değişime uygun şekilde “yeniden tanımlanması” gerektiği iddiaları, son yıllarda pek çok platformda bizzat sendika yöneticileri tarafından savunulmaktadır. Daha çok sendika bürokrasisinin etkisiyle gündeme getirilen bu iddialara paralel olarak, özellikle “solcu” sendikacılar tarafından savunulan, yaşanan ekonomik krizlerin geniş kitlelerin işçileşmesini değil, “yeni yoksullar sınıfı” yarattığı, bu nedenle, artık sendikaların, sınıf örgütü değil, toplumun diğer kesimlerini de kapsaması gereken birer “kitle örgütü” olarak kendilerini tanımlaması gerektiği gibi kafa karıştırıcı söylemler yaygınlaşmıştır.

Kuşkusuz ekonomik krizlerin yarattığı milyonlarca işsizin varlığı, çalışan işçiler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Ancak burada sorun, çalışan işçilerden daha az ücrete çalışabilecek milyonlarca işsizin varlığı değil, hükümet ve patronların, bu durumu fırsat bilerek, talepleri için mücadele eden kitlelere, “beğenmezseniz çekip gidersiniz” gibi tehditlerle yaklaşması ve hem çalışan işçileri hem de sendikaları bir anlamda köşeye sıkıştırmasıdır.

İstisnaları bir tarafa bırakırsak, genel olarak sendikal harekette yaşanan durgunluğu, grev silahının geçmişe göre daha az kullanılmasını, sadece ekonomik krizler ve artan işsizlik oranları gibi dışsal nedenlerle açıklamak mümkün değildir. Sendikal hareketin büyüyüp yaygınlaşması, geniş işçi ve emekçi kesimlerini tek bir çatı altında bir araya getirerek mücadeleye çekmesi için, dış etkenlerin yanında, sendikalardan kaynaklanan, sendikal bürokrasi ile mücadeleci işçiler ve sendikacılar arasındaki güç ilişkileri ve çelişkilerle ilişkili sorunlar ve yaklaşımların da hesaba katılması gerekir.

Tablo 2 – Türkiye’de 1996-2004 Arasında Yaşanan Grevler

ve Kaybolan İşgünü Sayısı

YILLAR

SEKTÖR

GREV SAYISI

İŞYERİ SAYISI

GREVE KATILAN İŞÇİ SAYISI

KAYBOLAN İŞGÜNÜ SAYISI

1996

Kamu

7

26

3.434

79.251

Özel

31

32

2.027

195.071

TOPLAM

38

58

5.461

274.322

1997

Kamu

3

16

3.362

60.061

Özel

34

41

3.683

121.852

TOPLAM

37

57

7.045

181.913

1998

Kamu

7

40

4.111

60.035

Özel

37

78

7.371

222.603

TOPLAM

44

118

11.482

282.638

1999

Kamu

2

3

67

1.917

Özel

32

53

3.196

227.908

TOPLAM

34

56

3.263

229.825

2000

Kamu

19

187

11.879

132.990

Özel

33

46

6.826

235.485

TOPLAM

52

233

18.705

368.475

2001

Kamu

4

14

737

18.617

Özel

31

52

9.174

267.398

TOPLAM

35

66

9.911

286.015

2002

Kamu

8

37

2.735

15.450

Özel

19

25

1.883

28.435

TOPLAM

27

62

4.618

43.885

2003

Kamu

2

3

8

184

Özel

21

27

1.527

144.588

TOPLAM

23

30

1.535

144.772

2004

Kamu

1

3

283

1.981

Özel

29

44

3.274

91.180

TOPLAM

30

47

3.557

93.161

Dönem dönem bazı sendika ve konfederasyon yöneticilerinin, hükümetin işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını daha da kötüleştirmeye yönelik yapmak istediği değişikliklere karşı, “işçinin hakkını yedirmeyiz”, “bu değişiklik bizim için genel grev sebebidir” gibi “sert çıkışlar” yapması, geçtiğimiz yıllarda pek çok kez yaşanmış ve bir tiyatro oyunu gibi, pek çok çoğumuzun hafızasında yer etmiştir. Ama aynı sendika yöneticilerinin, iş eylem ya da grev yapmaya gelince, “işçi hazır değil”, “taban sorunlarına duyarsız”, “hükümetle diyalog çabalarımızı sürdüreceğiz” gibi yaklaşımlar sergilediği de pek çok kez görülmüştür.

Sendikal bürokrasinin geleneksel manevraları olarak görebileceğimiz bu tür yaklaşımların özellikle son yıllarda yaygınlaşması, işçiler içindeki mücadele azmini köreltmenin yanında, sendikal hareketin güçlü bir çıkış yapmasını da engellemiştir. Sendikal hareketin gelişimini olumsuz etkileyen bu tavrın en somut sonucu, sendikaların en temel hak arama ve mücadele aracı olan grev hakkının kullanılmasında görülen isteksizlik, en iyimser ifade ile çekimserlik olmuştur. Öyle ki, sadece son beş yılda yapılan grev sayısında görülen azalma bile, işçi sınıfı için grevi ve grev yapmayı neredeyse bir nostalji haline getirmiştir.

Grev sayılarının azalmasını sadece sendikalara ya da sendikal hareketin yaşadığı sorunlara bağlamak elbette mümkün değildir. Ancak bugün gelinen noktada, sendikaların ve sendikacıların çeşitli gerekçelerle grevi en son başvurulması gereken bir mücadele aracı olarak görme eğilimleri, grev yapma ve grevin işçiler için taşıdığı önemin gittikçe azalıyormuş gibi görünmesi, bugün yaşanan “grevsizlik durumunu” açıklamaktadır.

(Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, 2005)

Çalışma Bakanlığı’nın istatistiklerine bakıldığında, kamuda ve özel işletmelerde yaşanan grev uygulamalarında görülen en belirgin özellik, grev uygulamalarının çoğunlukla özel işletmelerde gerçekleşmiş olmasıdır. ’89 Bahar Eylemleri’ne öncülük eden, ’90’lı yılların başında işçi sendika hareketinin canlılığında önemli bir rolü olan kamu işçilerinin özellikle özelleştirme uygulamalarının yoğunlaştığı son yıllarda çok az grev yapmış olması, sendika bürokrasisinin işçi eylemleri üzerinde gittikçe artan etkisinin görülmesi açısından önemlidir. Sendikaların öncesine göre daha az grev yapmasının bir diğer nedeni olarak, 2001 krizi ve sonuçları gösterilebilir. Nitekim krizden bir yıl sonrasında, kamuda 8, özel sektörde ise 19 grev yapılmıştır.

Kuşkusuz bugün, düne göre daha az grev yapılması, grevde geçen işgünü sayısının azalması, sendikal hareketin ve genel olarak da sınıf hareketinin günümüzde grevi nasıl algıladığı ve anlamlandırdığı ile ilgili bir sorundur. Ancak burada dikkatlerden kaçmaması gereken iki temel nokta bulunmaktadır. Birinci nokta, geçmiş deneyimlerinden dersler çıkaran sendika bürokrasisinin, özellikle tabanın rahatsız olduğu dönemlerde, sık sık “greve gideriz” benzeri çıkışlar yaparak biriken öfkenin üzerine su serpmesidir. Ancak bu ve benzeri söylemlerin hemen arkasından gelen “sosyal diyalog” çabaları ya da “sorunu masada çözmek istiyoruz” yaklaşımları[4], sendikal mücadele tarihi içinde sendikal bürokrasinin oynadığı rolün kavranması açısından ders verici deneyimlerdir. Böylece sendikal bürokrasi, işçilerin talepleri ile bu talepleri gerçekleştirmek için başvurmak istediği mücadele biçimleri arasındaki doğrudan ilişkiyi dolaylı hale getirmiş, sendikal hareketi kendi çıkarları çerçevesinde yönlendirerek, kendisi ve sistem için tehlike olmasını engelleyebilmiştir.

İkinci nokta, bugün dünyanın pek çok bölgesinde “kazanılmış haklara” yönelik saldırıların artmasına karşın, özellikle sendikalı işçilerin ancak “bıçak kemiğe dayanınca” harekete geçmeye başlamasıdır. Geçtiğimiz dönemde yaşanan Paşabahçe, SEKA, TÜPRAŞ ve TEKEL işçilerinin direnişleri bu duruma örnek olarak verilebilir. İşçilerin tek tek aralarındaki rekabete son vererek kurdukları sendikaları aracılığıyla gerçekleştirdikleri pek çok eylem, söz konusu işletmeler ya özelleştirme kapsamına alınınca başlamış ya da özelleştirme aşamasına gelinmesinin ardından eylemlilikler yaygınlaşmıştır. Bu tespit, farklı işletmelerde ve fabrikalarda direnişe geçen işçilerin birbiri ile dayanışma içinde olmaları için yaptıkları eylem ve etkinliklerinin önemini elbette azaltmamaktadır. Üstelik son olarak SEKA’da ve TEKEL fabrikalarında başlayan ve ardından diğer kamu işletmelerine yayılan ve yaygınlaşan sınıf dayanışması örnekleri, bu durumun yavaş yavaş değişmeye başladığının işaretlerini vermeye başlamıştır.

SENDİKALAR VE GREVLER ÖNEMİNİ KORUYOR

Sendikal hareketin gelişim süreci içinde ortaya çıkan çeşitli örgütlenme ve mücadele biçimleri, sadece mücadele alanlarındaki farklılıktan değil, hedeflerde ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılan araçların çeşitliliğinden doğmaktadır. Bu anlamda, ister ekonomik ister siyasal nedenlerle olsun, oluşturulan her mücadele aracının, işçi hareketini birleştirmek ve kapitalistlere karşı mücadeleye çekmeyi amaçladığı açıktır. Söz konusu mücadele araç ve biçimleri içinde en eski ve en etkili olanları sendikalar ve grevler olmuştur.

Sendika ve grev hareketleri, güçlü yükseliş gösterdiği dönemlerde, işçi sınıfı ve diğer sömürülen sınıfların siyasallaşmasını sağlamıştır. Grevin etkili bir hak alma aracı olmasının yanında, işçi hareketinin siyasallaşması açısından da taşıdığı büyük önem, tartışmasız bir doğru olarak kabul edilir. Lenin, işçilerin siyasallaşabilmesi için grevlerden tüm işçi sınıfının mücadelesine geçmeleri gerektiğini pek çok kez vurgulamıştır. “İşçiler, zaten yaptıkları gibi tek tek grevlerden, çalışan bütün insanların kuruluşu için tüm işçi sınıfının mücadelesine geçebilir ve geçmelidirler.” (Sendikalar Üzerine, sf. 169)

Sendikal mücadele tarihinde önemli bir geçmişe sahip olan grev uygulamalarının, sendikalar tarafından her geçen yıl daha az “tercih” edilmesi, grevin sınıf mücadelesi içindeki yerini ve önemini kuşkusuz azaltmamıştır. Ancak gerek dünyada, gerekse Türkiye’de yaşanan ve her geçen gün artan “grevsizlik durumu”, sermayenin ve işbirlikçi sendika bürokrasisinin grev karşısındaki tutumunda da herhangi bir değişiklik yaratmamıştır. Başından beri sendikaların ve grev hareketlerinin gelişip yaygınlaşmasından ve kendi iktidarını tehdit etmesinden çekinen burjuvazi, işçi sınıfının içinde yarattığı işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisini yanına çekerek, kendi çıkarlarını sendikalara empoze etme noktasında önemli kazanımlar elde etmiştir.

Sermaye sınıfı, mevcut iktidarını sürdürmek ve sınıf egemenliğinin sürekliliğini sağlamak için işçi sınıfını her zaman denetimi altında tutmuş ve bunun için bütün imkanlarını seferber etmiştir. Bunu yaparken, kendisine benzeyen diğer ülkelerin sermaye sınıfının deneyimlerinden yararlanmayı ihmal etmediği görülür. Burjuvazi, Türkiye topraklarında kendi gelişimini sonradan sağlamış olsa bile, varlığını neyin tehdit edebileceğinin tarihsel olarak hep farkında olmuştur. Kendi örgütlülük bilincini hiçbir zaman kaybetmemiş, bu nedenle de işçi sınıfının kendi denetim alanı dışındaki örgütlenme deneyimlerinden yararlanmasını şu veya bu biçimde engellemeye çalışmıştır.

Son elli yılda yaşananlar, sendikaların, sendika bürokrasisinin de etkisiyle, sınıf örgütü olma özelliğinden hızla uzaklaşarak, sırf ‘sosyal ortaklık’, ‘sosyal diyalog’ adına uzlaşmacı ve ihanetçi bir çizgide konumlanmasını beraberinde getirmiştir. Devlet, hükümetler ve patronlar ile uzlaşmayı temel politika edinen, sermayenin çıkarları kadar emeğin de çıkarlarının savunulabileceğini iddia eden “sınıflar arası işbirliği” çizgisi, sendikal hareketin son elli yılına damgasını vurmuştur. Pek çok Avrupa ülkesinde 200 yılı aşkın bir geçmişe ve milyonlarca üyeye sahip olan sendika ve konfederasyonlar, işçi sınıfına ihanet etmenin bedelini uzun yıllar içten içe çürüyerek ödemiştir.

Tarih boyunca işçileri uysallaştırmak ve kapitalistler için bir tehdit haline gelmelerini engellemek için benimsenen en yaygın yol, onların örgütlerini ve mücadele araçlarını zayıflatıp, etkisizleştirmek olmuştur. Çünkü, ücretlerin mümkün olduğunca düşük tutulması için öncelikle işçilerin denetim altına alınması gerekir. Bunun en kolay yolu ise, en yaygın ve en kitlesel işçi örgütleri olan sendikaları zayıflatmak, grev uygulamalarının azalmasını sağlayarak, sendikaları ve işçi hareketini etkisizleştirmektir.

SONUÇ

Türkiye’de, 1980 darbesi ile birlikte, sermaye, işçi sınıfının geçmiş mücadele birikimini yok etmek için inanılmaz bir saldırıya geçmiş, sendikal haklar işçi sınıfının elinden teker teker alınmış, ücretler düşürülmüş, çalışma koşulları ağırlaşmış, yasal olmasına rağmen grev yapmak neredeyse imkansız hale gelmiştir. 1980 sonrası dönemde gerçekleştirilebilen her grev sonrasında, işçi sınıfının siyasallaşan öncü üyeleri fiziki olarak tasfiye edilmiş, mücadele birikimlerini daha sonraki kuşaklara taşıması önemli ölçüde engellenmiştir.

Genel olarak emeğin ekonomik ve siyasal olarak baskı altında tutulduğu bu dönemle birlikte benimsenen ekonomik ve sosyal politikalar sonucunda, kapitalistler, fabrikalarını sanayi şehirlerinin gelişmesi ve genişlemesiyle beraber başka kentlere taşımış, hatta bu süreç sonucunda Gebze, Çorlu, Çerkezköy gibi yeni sanayi kentleri oluşturulmaya başlanmıştır. Yeni sanayi kentlerinde, daha önce belli kurallar ve sınırlı da olsa belli bir çalışma düzeni ile çalışan işçiler yerine, daha genç, deneyimsiz, her türlü güvenceden yoksun, esnek, kuralsız ve düşük ücret alan işçiler çalıştırılmaya başlanmıştır.

Özellikle 1980 sonrasında gelişen tekstil, turizm ve inşaat sektörleri Türkiye işçi sınıfını sayısal olarak ciddi şekilde genişletmesinin yanında, başta tekstil ve konfeksiyon fabrikaları olmak üzere çok sayıda fabrika yoksul yerleşim birimlerine yakın yerlere kurularak, çok sayıda “ucuz işgücü” mekanları oluşturulmuştur.

Sermaye sınıfı bu dönemde, işçi sınıfı içinde herhangi bir dayanışma duygusunun öne çıkmaması için bireyciliği ön plana çıkarmıştır. İşçi sınıfına yönelik ideolojik bombardımanda sürekli olarak “herkesin kendi bacağından asılacağını” işlemiş, beraber çalıştığı işçi arkadaşı işten atıldığında kendisinin atılmamayı becerdiği için sevinmesi gerektiğini düşündürmeye çalışmıştır. Bütün bu korkular, son yaşanan 2001 krizi ile büyük ölçüde gerçeğe dönüşmüş, sermaye sınıfının son yirmi yıldır gerçekleştirdiği ideolojik bombardımanla oluşturmaya başladığı atmosfer etkisini yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır.

İşçi sınıfının yeni kuşaklarını eylemsizliğe itmek amacıyla atılan tüm adımlara rağmen, özellikle genç işçiler tarafından yapılan eylemler, başarılı ya da başarısızlıkla sonuçlanan grev örnekleri, geleceğe umutla bakabilmek açısından önemlidir. 1996 yılında Ünaldı’da 20 bin işçinin katıldığı sendika, sigorta, sekiz saat işgünü mücadelesi, yakın geçmişte Uşak dokuma işçileri, Çorum kiremit işçileri, Akyıl işçileri, Serna Seral işçileri ve daha adını sayamadığımız binlerce genç işçi tarafından sürdürülmektedir.

Sendikal mücadelenin kendisi gibi, sendikalardaki mücadele de (sendikal bürokrasisine ve işçi aristokrasisine karşı mücadele), kendi başına özel bir amaç değil; sermaye ve saldırılarına karşı mücadelenin ortaklaştırılması, birleşik bir sınıf hareketinin yaratılması için önemli bir araçtır. Çünkü sendikal mücadele, sınıf mücadelesi geliştikçe büyüyebilir, genişleyebilir. Dolayısıyla asıl olan, işçi ve emekçilerin ve onlarla birlikte mücadele eden sınıftan yana, mücadeleci ileri sendikacı, temsilci ve üye kitlesinin mücadele olanaklarının çoğalması ve saldırılara karşı birleşik mücadele yolunun genişlemesidir. Sendikaları mücadeleci birer sınıf örgütü haline getirmek, emekçileri birleştirerek sermayeye karşı mücadeleye çekmek ancak bu şekilde sağlanabilir.

İçinden geçmekte olduğumuz dönemde sermaye saldırılarının mı, yoksa işçi sınıfı mücadelesinin mi başarılı olacağı sorunu, sınıfların karşılıklı olarak birbirinin silahlarını etkisizleştirme yeteneği gösterip gösteremeyeceğine bağlıdır. Başka bir ifade ile, sınıf mücadelesi sorunu; sermayenin sendikaları, sınıf hareketini kontrol altında tutma ve sınırlama aracı olarak kullanabilmesinin önlenmesi ve gerçek birer mücadele örgütlerine dönüştürülmesinin başarılıp başarılamayacağı noktasında düğümlenmektedir. Öte yandan tarih, işçi sınıfının avantajlarını (birlik olma, örgütlü mücadele yeteneği vb.) asgari düzeyde dahi olsa değerlendirebildiğinde, sermaye saldırılarını geriletme, sendikaları ve sendikal mücadeleyi büyük ölçüde siyasal alana doğru genişletme olanaklarını yaratabildiğinin örnekleriyle doludur. Bugün için, önemli olan bu örnekleri çoğaltmak ve geçmişten alınan mücadele deneyimlerini arttırarak bugünkü kuşaklara aktarmaktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

1- Friedrich ENGELS, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.

2- Karl MARX, Friedrich ENGELS, V.İ. LENİN, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.

3- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İstatistikleri, www.calisma.gov.tr, 2005.

4- Eğitim Sen, Sendikal Örgütlenme Üzerine, Eğitim Sen Yayını, Mart 2004, Ankara.

5- EIRO Web Sitesi, http://www.eiro.eurofound.eu.int/ (9 Şubat 2006)

6- Labour Market Trends, UK Office for National Statistics, 2004.

http://www.eiro.eurofound.eu.int/2005/02/feature/tn0502102f.html


[1] Geçtiğimiz yıllarda cam işkolu ve lastik işkolunda çalışan işçilerin grevleri pek çok kez “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmıştır. Cam ya da lastik üretimi olmayınca ihracatın azalacağı, ihracat azalınca ülke gelirinin gerileyeceği, bunun da “dış düşmanlar”ın Türkiye’ye saldırması için fırsatlar yaratacağı, dolayısıyla “milli güvenlik” açısından bu grevlerin yapılmasının sakıncalı olduğu gibi komik gerekçeler, yasal grevlerin bile yasaklanabilmesi için yeterli görülmüştür.

[2] TUC’un içinde önemli bir güce sahip olan ve yaptıkları grevlerle adlarından sık sık söz ettiren bu sendikalar şunlardır: Demiryolu İşçileri Sendikası (RMT), İtfaiyeciler Sendikası (FBU), İletişim İşçileri Sendikası (CWU), Kamu İşçileri Sendikası (UNISON), Tren Sürücüleri Sendikası (ASLEF) ve Kamu ve Ticari Servis İşçileri Sendikası (PCS).

[3] OECD ülkeleri içinde, 1985 yılından bu yana, sendika üye sayısı sürekli artan iki ülkeden birisi Hollanda, diğeri İspanya’dır. İspanya’da, sendika üye sayısı, yavaş ama sürekli artmaktadır. İspanya’da 2000 yılı itibariyle %15 oranda sendikalaşma yoğunluğu bulunmaktadır. Sonraki yıllarda bu oran artış göstermekle birlikte, İspanya türü “işbirliğine dayalı” endüstri ilişkilerinin olduğu ülkelerde, bu oran, önemli bir büyüklüğü ifade etmektedir.

 

[4] Son yıllarda Türk-İş’in kamu işçilerinin toplusözleşme görüşmelerinde, talepler üzerinden belirlenen bir mücadeleden çok “masa başında çözüm” yönündeki eğilim ve açıklamaları bu duruma örnek olarak verilebilir.

Ekonomi ne durumda?

Türkiye ekonomisinin iyi olduğuna ve sürekli olarak iyiye gitmekte olduğuna ilişkin öncelikle hükümet çevrelerinden körüklenen yaygın bir kanı bulunuyor. Onlara göre artık yeni krizler de söz konusu değildir. Bunun aksini iddia eden çevreler bulunsa da, şimdilik bunların eleştiri ve uyarıları, ekonominin “parlak performansı”nın gölgesinde kalıyor. Bu durum, ekonominin dikkatli bir eleştiriden geçirilmesini zorunlu kılıyor. İlk elde de hükümet ve sermaye çevrelerinin kanıtlarını incelemek gerekiyor.

Ekonominin iyi olduğu ve daha da iyiye doğru gittiğini ileri süren Hükümet çevreleri ve onu destekleyen ekonomistlerin, bu “iyileşmeye” kanıt olarak ileri sürdükleri nedenler hangileridir? Bu nedenlerin başlıcalarının şunlar olduğunu görüyoruz: “Türkiye Ekonomisi sürekli olarak büyümektedir, ihracat artışında rekorlar kırılmaktadır, enflasyon düşmüştür, dış açıklar ve cari açık olsa da, bu açıklar ‘finanse edilebilir’ durumdadır, endişeye gerek yoktur, borçlar artmamaktadır vb.”

Türkiye Ekonomisi’ne yüzeysel bir bakış, ileri sürülen bu kanıtların doğru olduğu kanısını uyandırmaktadır. Ekonomi büyümekte, enflasyon düşmekte, ihracatta rekorlar kırılmaktadır vb.. Yüzeyde görünenler bunlardır. Ancak bu “kanıtlara” az çok derinlikli bir bakış, önümüze farklı bir tablo getirmekte, buradaki çizgiler ekonominin zayıflıklarını ortaya koymakta ve ekonominin daha da iyiye gideceği yönündeki iddiaları çürütmektedir. Ancak burada hemen vurgulamak gerekir ki, bu yazının amacı her türlü peşin hükmün ötesinde, ekonomideki mevcut durumu gerçek boyutları ile ortaya koymak, zayıflıklarına işaret etmek olacaktır. Ekonomi bugün bir kriz içerisinde değildir. Yeni bir krizin ne zaman ve hangi olayla patlak vereceği ise elbette bugünden bilinemez. Ama ekonomiye dikkatli bir bakış, derinlerde yeni bir krizin unsurlarının biriktiğini de göstermektedir.

Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor: ekonominin iyiliği veya kötülüğü hangi sınıfın penceresinden bakıldığı ile ilişkili bir durumdur. Sermaye ve temsilcileri için genel olarak “çarklar dönmekteyse” yukarıdaki gelişmeler oluyorsa ekonomi iyidir. Bazı sorunlara ilişkin endişeler dile getirilebilir, ancak bu endişe ve eleştirilerin sermayenin yararına olduğundan kuşku duyulamaz. İşçi ve emekçi sınıfların cephesinden bakıldığında ise görülen, ekonomik ve sosyal sıkıntıların büyümekte olduğudur. Dikkat edilirse ekonominin iyiliğine ilişkin “kanıtların” içerisinde zaten halkın durumunun iyi olduğuna ilişkin güçlü bir iddia bulunmamaktadır. Ekonomik “iyileşme” bu sınıflara yansımamaktadır. Kapitalizm koşullarında sermaye sınıfının işçi ve emekçi sınıfların durumunu düzeltmek diye özel bir çabası olmadığı için, bu durum normal sayılmalıdır. Kapitalizmin savunucuları için, ekonomi iyi gidiyorsa, bunun sonuçlarından er veya geç çalışanlar yararlanacaktır vb. Ama ekonomiye ilişkin iki farklı tutumun olması, elbette ekonominin objektif bir eleştiriye tabi tutulmasının önünde engel değildir. Ekonominin nesnel gerçekleri vardır ve bunlar olası gelişmelere ışık tutar. Bunu yapmak emekçi sınıflar açısından da önem taşımaktadır. Çünkü işçi ve emekçi sınıfların geleceğe yönelik davranışlarının belirlenmesinde, mevcut ekonomik durumun tüm yönleri ile anlaşılmasının büyük önemi bulunmaktadır.

Şimdi konuya girebiliriz.

Büyüme ve üretim

Türkiye Ekonomisi 2004 yılında yüzde 8.9 oranında büyüdü. 2005 yılı için büyüme oranı ise yüzde 5.8’dir. Genel olarak 1995-2004 dönemine bir göz atılacak olursa, Türkiye ekonomisinin yıllık ortalama yüzde 4 büyüdüğü görülmektedir. 1999 ve 2001 krizleri dışta tutulduğunda ise büyüme yüzde 7’dir. Ekonominin büyüme, durgunluk ve krizler içerisinde ilerleyeceği dikkate alındığında –ki gerçek durum da budur– yıllık ortalama yüzde 5 civarında bir büyümenin gerçekleşeceği varsayılabilir (veriler Tüik istatistiklerinden, Tüsiad raporlarından, BSP araştırmalarından ve günlük gazetelerden alınmıştır). Nüfus artışı dikkate –ortalama yıllık yüzde 1.5 dolaylarındadır– alındığında bu büyümenin gerçekte daha küçük olacağı görülebilir. Bu durum göz önünde tutulduğunda, bugün çok abartılan ekonomideki büyümenin, geçmiş dönemlerin büyüme performansından farklı olmadığı ortaya çıkar.

Kriz yılının ardından 2002 büyümesi 7.8, 2003 büyümesi 5.9, 2004 büyümesi 9.8’dir. 2005 yılı büyümesi ise yüzde 5.8’dir ve büyümedeki yavaşlama dikkat çekicidir. Burada belirtmek gerekir ki, 1980-1999 yılları arasındaki büyüme, 2000-2004 dönemine göre daha büyüktür. 2002’den bu yana milli gelirin yaklaşık yüzde 40 oranında arttığı görülmektedir. 2002’de 181.7 milyar dolar olan –krizden çıkış yılı olduğu dikkate alınmalı– milli gelir, 03’te 238.9, 04’te ise 283 milyar dolar olmuştur. Bu süre içerisinde milli gelirin yaklaşık yüzde 40 arttığı görülmektedir. Burada dikkati çeken önemli nokta ise bu dönemde TL’nin kazandığı değerdir. TL 2001 Mart’ına göre Mart 04’e gelindiğinde yüzde 40 dolaylarında değer kazanmıştır. Bu oranın da son dört yılın milli gelir artışına denk düştüğü görülmektedir! Son açıklanan rakamlara göre 2005 yılı için milli gelir yaklaşık 340 milyar dolardır. Kriz yıllarında TL’nin değer kaybını “bir gecede yoksullaştık” diye açıklayanlar, TL’nin kazandığı değerle milli gelir artışı arasındaki ilişkiyi pek görmek istememektedirler.

Bir ekonomide büyümeden veya küçülmeden söz ediliyorsa, doğal olarak üretime, özellikle de imalat sanayiine bakmak gerekir. Çünkü imalat sanayii büyümenin lokomotifi durumundadır. Bu lokomotifin ilerleyebilmesi için sabit sermaye yatırımları –makine, teçhizat vb– büyük önem kazanmaktadır. 2004 yılına kadar sabit sermaye yatırımlarında ciddi artışların olmadığı görülmektedir. Örneğin 2004 yılındaki sabit sermaye yatırımları 1998 yılının gerisindedir. Ulusal tasarrufların GSMH oranı 98’de yüzde 23 iken, bu oran 04’te yüzde 22 olmuştur. Sabit sermaye yatırımlarında artma eğilimi bulunmaktadır. Bu artma 2005 yılı için daha belirgindir. Ancak bu artmanın, bazı ekonomistlerin işaret ettiği gibi, önemli kesiminin eskiyen ve kriz yıllarında değersizleşen makine ve teçhizatın yerine konmasından kaynaklandığı görülmektedir. Bütün bunların ötesinde üretim ve imalat sanayii önemli bir zaafı bünyesinde barındırmaktadır. Bu zaaf üretimin ara ve yarı-mamul maddelerin ithalatına olan bağımlılığıdır. Türkiye ekonomisinin üretiminin canlandığı, büyümenin gerçekleştiği yıllarının, aynı zamanda ithalatın büyük oranda arttığı yıllar olması tesadüfi değildir.

Ara ve yarı-mamul maddelerin ithalatına ödenen miktar, hemen hemen ülkenin ihracatına –76 milyar dolar dolayında– eşit durumdadır! Bu durum dış ticaret açığını ve dolayısıyla bununla ilişkili olan cari açığı sürekli olarak artıran temel bir etkendir. Bu yapı, üretimin dışa bağımlılığının en somut göstergesi durumundadır. Mali ve parasal krizler gibi kendisini açığa vuran, sıcak para girişini hızlandıran ve krizleri tetikleyen de “reel ekonomideki” bu yapıdır. Öncesi bir yana 2001 yılından itibaren ara malları ithalatının, toplam ithalat içerisindeki oranı her yıl ortalama yüzde 70 olarak görülmektedir. Sermaye malları için bu oran yüzde 17, tüketim malları içinse yüzde 11’dir. Zaman zaman dillendirilen “halkımız lüks tüketime yöneldi, ithalatımız patladı” propagandalarının bir masaldan ibaret olduğunun açık bir kanıtıdır bu.

Aşağıda bu konuda yapılmış bir araştırmadan alınan bir tablo bulunuyor. Ekonomi Politikaları Araştırma Enstitüsü Direktörü Güven Sak’ın yazısından alınan bu tablo, içerisinde bazı önemli eksiklikler bulunmasına rağmen kesin bir fikir vermektedir.


Burada imalat sanayiinin ihtiyaç duyduğu ana metallere ilişkin bir veri bulunmamaktadır. Kimyasal madde ithalatı ile birlikte ana metallerin ithalatı, genel ithalatın içerisinde en önemli oranı tutmaktadır. İmalat sanayiinde üretimi sürdürmek üzere, her sektörün ne kadar ara malı ithalatına gereksinme duyduğunu ortaya koyan ayrıntılı araştırmalar bulunmamaktadır ve en son yapılan araştırma 1998 yılına aittir! 2005 yılına ait bazı rakamlar ilk 11 ayda imalat sanayiinin ithalatının 84 milyar dolara ulaştığını göstermektedir. (Tüsiad verileri) Bu artışın yüzde 39’u metal ve kimyasal maddeler –tekstil ve giyimde kullanılmaktadır– ithalatından oluşmaktadır. Bu tablo genel olarak kanıtlamaktadır ki, ihracat artacaksa, ithalat ondan daha fazla artmak zorundadır! Ekonomiyi içine çeken tehlikeli bir girdaptır bu.

Bu durumun çıkmazını gören bazı ekonomistler “üretimin yapısının değişmesinin zorunluluğundan” söz etmektedirler. Bunlar fiyatları sürekli düşen emek yoğun ihraç mallarından, fiyatları düşmeyen ya da “yüksek teknoloji yoğun” ihraç mallarının üretimine yönelme gereğini ileri sürmektedirler. Ancak burası zurnanın zırt dediği yerdir. Bunun anlamı Türkiye’nin gelişmiş bir sanayi ülkesi olmasıdır. Emperyalizme bağımlı bir ülkenin, bu bağımlılık ilişkisine son vermeden gelişmiş bir sanayi ülkesine dönüşmesi görülmemiştir. Sıkça verilen Güney Kore örneği özel bazı koşulların –komünizmle mücadelede özel konum ve destek vb gibi– ürünüdür ve son zamanlarda Güney Kore ekonomisinin zayıflıkları da daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Türkiye ekonomisi emperyalizme bağımlılığının faturasını, başka şeylerin yanısıra ihraç ettiği malların değerinin düşmesi ile de ödemektedir. Emperyalist ülkeler sadece ucuz işgücü ile üretim yapmayı dayatmamakta, aynı zamanda üretilen malları ucuza ithal ederek, faturayı tüm ülke halkına kesmektedir. Dış açıktaki, dış borçlardaki büyüme ile bu faturayı tüm ülke halkı ödemektedir.

TL’nin değerlenmesi bazı hesaplamalarda “avantajlı” olarak görülürken, özellikle ihracata yönelik sektörler bu durumdan oldukça rahatsız olmakta, ihraç ettikleri ürünlerin sürekli olarak değerinin düştüğünden yakınmaktadırlar. Ancak hükümetin eline tutuşturulan programın IMF programı olduğunu, döviz ve finans politikalarının da bunun önemli bir unsuru olduğunu göz önünde tutmak gerekir.

Büyüme ve üretime ilişkin ortaya çıkan bu genel tablo, Türkiye Ekonomisi’nin hangi temeller üzerinde yükseldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu temeller yumuşak bir zemin üzerinde yükselmektedir ve dayanakları oldukça zayıftır. Dolayısıyla gelecek krizlerin nedenlerini içerisinde taşımaktadır. İmalat sanayiine ücretler ve verimlik bölümünde yeniden döneceğiz.

Enflasyon, Borçlar Ve Sıcak Para

Hükümetin ve hükümeti destekleyen çevrelerin ekonominin iyiye gittiğine ve temellerinin sağlam olduğuna ilişkin diğer kanıtları enflasyondaki düşüştür. Enflasyonda gerçekten de bir düşme bulunmaktadır. Uzun yıllar yüksek enflasyonla yaşayan bir ülke açısından, bu düşüş elbette görmezden gelinemez. Ama hemen hemen aklı başında olan herkes kabul edecektir ki, yüksek enflasyonlu dönem daha fazla devam edemezdi. Enflasyon yukarıdaki temel zaaflara sahip Türkiye ekonomisi için olağan sayılabilecek sınırlara gelmiştir. Ama buna rağmen Türkiye Avrupa’nın en yüksek enflasyon oranına sahip ülkesidir ve sağlıklı bir ekonomi için kabul edilemeyecek düzeydedir. 2005 yılı enflasyonu yüzde 8 olarak gerçekleşmiştir.

Enflasyonun yakın geçmişteki oranlarına bakıldığında durum şudur: 1993-2002 arasında enflasyon ortalaması yüzde 70.4’tür. Enflasyon 2003 yılında yüzde 13.4, 2004 yılında 9.3 olmuştur. Geçmiş yüksek enflasyon oranlarına bakılarak bugünkü durum başarı olarak kabul edilmektedir. Soyut olarak düşünüldüğünde bu bir başarı gibi gözükmektedir. Ama fatura bütünüyle emekçi halka çıkarılmıştır. Yüksek enflasyon döneminin faturasını emekçi halk yoksullaşarak ödemişti. Şimdi enflasyonun nispeten düşmesinin bedelini yine ve daha fazla yoksullaşarak emekçi halk ödemektedir.

Ayrıca enflasyondaki düşmede en temel etkeni reel kurdaki düşmenin oynadığını Tusiad gibi sermaye çevreleri de kabul etmektedir. Sıkı para politikaları enflasyonu aşağı çekmiş, ancak başarı pamuk ipliğine bağlanmıştır.

Açıklara gelince: Cari işlemler 2001 de 3.4 milyar dolar fazla vermektedir. Bu durum 05’te ise 23 milyar doları geçen bir açığa dönüşmüş durumdadır. Bu ise milli gelirin yaklaşık yüzde 6’sına tekabül etmektedir. Türkiye’nin borçları ise AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılından bu yana sürekli olarak artmıştır. 2002 Aralık ayında toplam kamu net borç stoku (brüt) 257.3 milyar YTL’dir. Bu rakam 2003 Aralık ayında 297.4 milyar YTL’ye, 2004 Aralık ayında 332.1 Milyar YTL’ye, 2005 Mart’ı itibariyle 341.8 milyar YTL’ye (veriler Hazine Müsteşarlığı’nın Bakanlar Kurulu’na sunumundan -4 Temmuz 2005- alınmıştır) ulaşmıştır. 2006 Şubat’ı itibariyle bu rakam 350 milyar YTL’yi aşmış durumdadır.

Dış borçlardaki artışta ise durum şöyledir: 2002’de toplam dış borç stoku 130.3 milyar dolar, 2003’te 145.8 milyar dolar, 2004’te 161.8 milyar dolar, 2005’te ise yaklaşık 160 milyar dolar olmuştur. Türkiye’nin toplam borçları ise –iç ve dış– 350 milyar doları aşmış durumdadır. Bu borçlar düzenli olarak artmaktadır. Hükümet dış borçların milli gelire oranının düşmüş olduğunu ileri sürmektedir. Gerçekte bu oranda bir düşme bulunmaktadır. Ancak dış borçlar mutlak büyüklük olarak artmakta, başka bir ifade ile boçlanma eğrisi aynı eğilimde yükselmekte, ama milli gelirdeki artış dolayısıyla bu borçların milli gelire oranı düşmektedir. Bu da bu konudaki yanılgıları beslemektedir. Hükümet “Derviş programını” uygulamaktadır ve bu programın en büyük özelliklerinden birisi bütçede faiz dışı fazla elde etmektir. Borç ödemede hükümetin bulabildiği tek yol budur ve bütçe düzenli olarak yüzde 6.5 dolayında faiz dışı fazla vermektedir. Bu durum ekonominin borç ödemeye göre yönetildiğinin somut kanıtlarından birisidir.

Borç ödemelerinin yanısıra, bu borçların faizleri de ciddi bir yük oluşturmaktadır. 2001 yılında bütçe içindeki faiz giderleri GSMH’nin 23,3 olmuştu. 2004 yılında bu oran 13,2 oldu. Bu oran 2005’te ise yüzde 9,6 oldu. 2001 yılında bütçeden faiz giderlerine ayrılan pay yüzde 51 olmuştu. 2005 bütçesinde bu pay yaklaşık yüzde 31,9 oldu. 2006 yılı için tahmin edilen oransa yüzde 29,4. Bunların oldukça ciddi oranlar olduğu görülmektedir. Bütçenin büyüklüğüne göre oranlar düşmekte, ama ödenen miktarlarda kayda değer düşüşler olmamaktadır. Araştırmalar göstermektedir ki: Türkiye son 20 yılda 390 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödemiştir. Anapara ve faiz ödemelerinin toplam miktarı ise 1 trilyon 236 milyar dolardır. Ülkenin anapara ve faiz ödemeleri ile ciddi biçimde yağmalandığı açıkça görülmektedir.

Ülkenin mevcut borçları ve ana para ve faiz ödemelerinde dövize duyulan sürekli ihtiyaç, üretimin mevcut yapısındaki zayıflıkla birleşince –ara mallara ve yarı işlenmiş maddelere duyulan ihtiyaç ve bunun dış ticaret açığını yükseltmesi– sıcak para girişini hızlandırmakta, bu da ülkenin mali krizlere sürüklenme riskini artırmaktadır.

“Sıcak para” girişi ekonominin diğer temel problemlerinden birisidir. Spekülatif sermaye OECD ülkelerinde yıllık ortalama yüzde 4-5 faiz elde ederken, bu oran Türkiye’de yıllık yüzde 35 ile 45 arasında değişmektedir. Hatta bazı durumlarda yatırılan paranın üçte ikisi kadar “vurgun yapmak” olanaklıdır. Yıllara göre spekülatif finansal getiri oranları şöyledir: 2001 yılı için yüzde 7.0, 2002 yılı için yüzde 31.8, 2003 yılı için yüzde 45.3, 2004 yılı için bu oran yüzde 33.3’tür (Bkz.Yeldan). Bugünlerde sıcak paranın 65 milyar dolara yaklaştığı tahmin edilmektedir. Açıkça görülmektedir ki, AKP Hükümeti yılları spekülatif kazanç için “tatlı yıllar” olmuştur.

Aşağıdaki tablo Haziran 2005 itibariyle sıcak para miktarını göstermektedir.

Bazı iktisatçılar “bu döviz bolluğunun” ithalat hacmini genişletip, dış ticaret ve cari işlemler açığını artırdığından söz etmektedirler. Ancak bu, aradaki ilişkinin ters kurulmasıdır. Gerçek durumu, üretimin ithalata zorunlu bağımlılığı ve bu durumun “sıcak para” girişini tetiklemesi ile açıklamak daha gerçekçi gözükmektedir. Dövize olan ihtiyaç, spekülatif hareketleri de hızlandırmaktadır. Ancak bir kriz anında bu durum kendisini TL’deki değersizleşme, “döviz bunalımı”, ya da mali bunalım olarak açığa vurmaktadır. Oysa bunalımın kaynakları reel sektördedir. Bu tespit elbette günümüzde mali alanda patlayan krizlerin de olabileceği gerçeğini reddetmek anlamına gelmemektedir.

Ücretler ve İşçi Sınıfının Durumu

Yapılan araştırmalar son dört, beş yılda reel ücretlerde düşme olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum Tüsiad tarafından da kabul edilmekte ve reel ücretlerin düşmesi, diğer ekonomilerle “rekabet edebilmenin” kolaylaşması olarak değerlendirilmektedir. Sermaye işçi sınıfının ücretlerini en geri düzeye çekme eğilimindedir ve sürekli olarak sınıfın yaşam ve çalışma koşullarını daha da zorlaştırmanın, sosyal haklarını gaspetmenin adımlarını atmak istemektedir. Bu durumun ücretler alanındaki rakamsal ifadesi şöyledir. 2004’te imalat sanayiinde ücretler yaklaşık olarak kamu kesiminde reel olarak yüzde 4.2, özelde ise yüzde 4.5 oranında artmıştır. Bu durum ilk bakışta bir terslik gibi görünmektedir. Ancak yanıltıcıdır.

2000-2004 arasında imalat sanayiinde reel ücretler kamuda yüzde 12.2, özel sektörde ise yüzde 17.1 oranında gerilemiştir. Buna karşılık verimlilik ortalama yüzde 25.9 artmıştır. Bağımsız Sosyal Bilimciler’in yaptığı bir araştırma, reel ücretlerin 1997 seviyesine gelmediğini göstermektedir. Tüsiad araştırmaları da bu durumu başka bir açıdan doğrulamaktadır.

Bunun anlamı nedir? Üretim artmakta, buna karşın birim maliyetteki emek karşılığı düşmektedir. Bunun tek bir anlamı bulunmaktadır: artı-değer sömürüsü artmış, sömürü oranı yükselmiştir. Son 4 yılda özel sektörde yetersiz de olsa yapılan makine, techizat yatırımı verimliliği artırırken, nispi artı-değer sömürüsünü de yoğunlaştırmıştır. Ama sermaye sadece nispi artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmakla kalmamış, artı değer sömürüsünün en vahşi yöntemlerinden birisi olan “mutlak artı-değer sömürüsü” de devreye sokmuştur. Çünkü araştırmalar açıkça ortaya koymaktadır ki işçilerin çalışma saatleri artmış, işsizliğin sürekli yükselmesine karşın, çalışan işçilerin sırtından tatlı kârlar vurulmuştur. Çalışma saatlerindeki bu artışlar şöyledir, 2002’de yüzde 1.4, 03’te yüzde 2, 04’te ise bu artış yüzde 1.9’dur. Vergi toplamaya ilişkin sıkça yapılan bir benzetme ile durumu ifade edecek olursak, sermaye “kümesteki kazları yolmuş” ama kümese ne yeni kazlar koymuş, ne de kazların beslenmesi için yemi artırmıştır, aksine azaltmıştır! Kazların işçiler olduğunu söylemeye sanırız ayrıca bir gerek bulunmuyor.

Aşağıda kullanacağımız verileri Tüsiad’ın “2006 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi” adlı çalışmasından derledik. Sermayeye göre durum şudur; 1990 yılı baz alınarak yapılan hesaplamalara göre 1972’de işçi başına 12.8 YTL olan katma değer, 2003’te 26.3 YTL’ye çıkmıştır. Bu yaklaşık iki kat bir artışı göstermektedir. Tüsiad raporunda bu artışın hangi yılda kesin bir sıçramaya dönüştüğü açıkça vurgulanmıyorsa da, yapılan atıflardan bunun 12 Eylül 1980 sonrası olduğu açıkça anlaşılıyor. Yani o dönemki TİSK Başkanı Halit Narin’in “biraz da biz gülelim” sözlerinin somut karşılığı durumundadır bu rakamlar. Yine Tüsiad verilerini kullanarak devam edecek olursak, 2005 yılında özel imalat sanayiinde, bir birimlik üretim için ödenen reel ücreti gösteren –birim reel ücret endeksi– yılın ilk üç aylık döneminde –yani ilk 9 ay– geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 2.6 oranında gerilemiştir. Çalışan endeksi temel alınarak yapılan hesaplamalar, 2000 yılı için 90.3, 2003 için 87.0, olağanüstü büyüme yılı olan 2004 için ise 91.4’tür! Birim başına daha az işçi çalıştırıldığının bir başka kanıtıdır bu.

Yine aynı dönemde çalışılan saat başına verimlilik yüzde 4.8 artarken, saat başına reel ücret sadece yüzde 2.2 artmıştır! Bu da artı-değer sömürüsünün artmasının bir başka biçimde ifade edilmesidir.

Asgari ücret ise “sefalet ücreti” olmaya devam etmiştir. Bugün asgari ücret 380.46 YTL’dir. Yani asgari ücretle çalışan bir işçi açlık sınırının altında –açlık sınırı 4 kişilik bir aile için 563.20 YTL’dir. TÜİK– bir ücret almaktadır. Asgari ücret 4 kişilik bir ailenin gıda, barınma, sağlık, bakım vb gereksinmelerini sadece 6.2 gün karşılayabilmektedir. İşçilerin önemli bir oranının asgari ücretle çalıştığı dikkate alındığında, ki SSK’ya kayıtlı işçilerin üçte ikisi asgari ücretle çalışmaktadır, “ekonominin iyiliğinin” kimler için olduğu açıkça ortaya çıkar.

Yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımı

Türkiye dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Araştırmalar nüfusun en üstteki yüzde yirmilik kesiminin milli gelirin yaklaşık yarısına el koyduğunu –2002’de yüzde 50.1– göstermektedir. Nüfusun yüzde 20’lik dilimlere bölünmesi ile elde edilen bu bölüşüm rakamları, diğer yüzde 20’lik kesimler için üstten alta doğru sıralarsak şöyledir: en üst yüzde 20’lik dilim, milli gelirin yüzde 50.1’ini almaktadır. Dördüncü yüzde 20, 20.8’ini, üçüncü yüzde yirmi yüzde 14’ünü, ikinci yüzde 20, 9.8’ini, beşinci yüzde yirmi, yani en yoksul kesim ise yüzde 5.3’ünü almaktadır. Türkiye nüfusunun yaklaşık 75 milyon olduğunu göz önüne alacak olursak, her yüzde 20’lik dilime yaklaşık 15 milyon kişi düşmektedir. Dikkatli bir bakış en üstteki yüzde yirmilik bölümün 15 milyona tekabül etmediğini, gerçekte bu yüzde 50.1’i çok daha dar bir (belki bir kaç milyon) kesimin cebe indirdiğini görebilir. Açıkçası bu yüzde yirmilik dilimler durumun vehametini yumuşatmaktadır.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı son araştırmalara göre Türkiye’de, 2004 yılında, yaklaşık 909 bin kişi açlık sınırının, 18 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında bulunuyor. TÜİK’e göre 2003 yılında yüzde 1,29 olarak tahmin edilen, açlık sınırının altında yaşayan fert oranı, 2004 yılında değişmedi. Başta sendika çevreleri olmak üzere, bazı ekonomistler açıklanan bu rakamları “iyileştirilerek düzeltilmiş” bulmakta, gerçek durumun daha ağır olduğunu ortaya koymaktadırlar. Türkiye’de yaklaşık 20 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Son yapılan araştırmalar her dört kişiden birinin yoksul olduğunu ortaya koymaktadır. Kırda yoksulluk yüzde 40’a çıkmakta –kırda yaşayan 27 milyondan, 11 milyonu yoksul–, bu oran şehirlerde yüzde 17 olmaktadır. Hükümetin 2002’den beri uyguladığı ekonomi politikaları yoksulluğu artırmakta, açlığı ciddi bir sorun olarak ülke gündemine getirmektedir. Diğer taraftan en adaletsiz vergi sistemi olarak kabul edilen dolaylı vergi türünde görülen artış dikkat çekicidir. 2005’te toplanan vergilerin yüzde 70’i dolaylı vergilerden elde edilmiştir (dolaylı vergi özellikle günlük tüketim maddelerinden alınmaktadır ve bu Koç, Sabancı vb.nin, işçi Ahmet’le ekmeğe, sigaraya vb. aynı oranda vergi vermesi anlamını taşımaktadır). Bu arada Koçların, Sabancıların doğrudan ödedikleri gelir vergilerinin de işçilerin sırtından ödendiğini hatırlatalım.

İşsizlik ülkenin diğer temel problemlerinden birisidir. Son yıllarda resmi olarak açıklanan istatistiki veriler, ülkede işsizliğin yüzde 10 ve biraz üzerinde olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak ekonomi ile ilgilenen ciddi çevreler, mevcut hesaplama yöntemleri ile dahi bu oranın yüzde 20’nin altında olmadığını ileri sürmektedirler ve bu konuda genel bir anlayış birliği bulunmaktadır. Mevsimlik oynamalar, kırsal kesimdeki gizli işsizlik vb. dikkate alındığında bu rakam yüzde 40’lara ulaşmaktadır.

2004’ün sonuna göre 15 yaş üstü sivil işgücü 50.2 milyon kişidir. Çalışanların genel sayısında 2002’de 110 bin, 2003’te 207 bin kişilik bir daralma olmuş, ekonominin rekor büyüme yılında 564 bin kişilik bir artış görülmüştür. Ancak bu dönemde 15 yaş üstü nüfus 1 milyon artmıştır. Türkiye’de işgücüne katılma oranı yüzde 48 gibi oldukça düşük bir rakamdır. Ortaya çıkan veriler kanıtlamaktadır ki, ekonominin büyüdüğü dönemlerde de işsiz sayısı azalmamaktadır. Çalışanlar endeksi 2000 yılı için 90.3, 2003 yılı için 87.0, 2004 yılı için 91.4 olmuştur (tam istihdam 100 kabul edilmiştir).

İşsizlik, yoksulluğun derinleşmesi toplumun sosyal dokusunda da derin yaralar açmaktadır. İntiharlar, cinnet geçirmeler, soygun ve kap-kaç olaylarının artması bu ekonomik temel üzerinde yükselmektedir. Son zamanlarda ciddi olarak gündeme gelen kredi kartları sorunu da aynı probleme işaret etmektedir.

Sonuç

Burada Türkiye Ekonomisi’nin genel durumunu kalın çizgileri ile ortaya koymaya çalıştık. Ortaya çıkan tablo, ekonominin görünen yüzünün gerisinde derin çatlakların ve çukurların oluştuğunu göstermektedir. Deyim uygun olursa, ekonomi “bıçak sırtındadır”. Hükümetin ve onu destekleyen sermaye çevrelerinin sürekli pembe hayaller yaymasına karşın, ekonominin gerçek durumu budur. Son verilerin de gösterdiği gibi büyüme yavaşlamış, üretimde kapasite kullanma oranı yüzde 75’lere gerilemiştir.

Bir yandan işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtından, pamuk ipliğine bağlı dengelerin üzerinden tatlı kârlar vurulmakta, diğer taraftan işsizlik, yoksulluk ve sömürü artmaktadır. Ekonomi işçi ve emekçi halka gelecek için herhangi bir umut vaat etmediği gibi, egemen sınıfları rahatlatacak, derin bir nefes aldıracak bir düzeyi de tutturamamaktadır.

Öte yandan emperyalizme bağımlı böyle bir ekonominin krizlere açık olduğu da kabul edilmelidir. Ancak bu kriz ekonominin pamuk ipliğine bağlı “iç dengelerinin” bozulması sonucu gündeme gelebileceği gibi, emperyalist ülkelerle sürdürülen ilişkilerin sonucu olarak, şu ya da bu politik veya ekonomik olayın ardından da patlak verebilir. Krizin patlak verip vermeyeceğinden bağımsız olarak, mevcut tablonun işçi ve emekçilerin mücadelesini körüklemesi doğaldır. Önümüzdeki dönem, sermaye ile emeğin daha sert mücadelelere gireceğinin açık belirtileri ile doludur.

‘İvry günleri’*

Filozoflar ve fizikçiler, psikologlar, dilbilimciler, jeologlar, hukukçular ve doktorlar, sosyologlar, biyologlar, edebiyatçılar ve matematikçiler, mimarlar, tarihçiler ve coğrafyacılar, ekonomistler… listesi çok daha uzayan –toplam 600– ve Komünist Parti Merkez Komitesi’nin insiyatifiyle çağrılan bu insanlar, 29 ve 30 Mart’ta İvry’de bilimsel kongrelerin en zengin ve verimlisini, Ulusal Araştırma Günleri’ni gerçekleştirmek üzere sorumluluk üstlendiler. Fakat, bu kongrenin bir özelliği de, yeni bir biçime sahip olmasıdır. Herşeyden önce bu özelliğiyle, dikkat çekicidir, bu yönüyle de tarihe geçecektir. Burada bu yenilik belirlenmeye çalışılacaktır.

İvry Günleri’nin bu 600 katılımcısı, fakülte, kolej, lise, Ecol Normal profesörleri, araştırmacı, doktor, avukat, mimar… birçoğu tanınmış bir isme sahiptir: kendi dallarında otorite haline gelmiş, büyük üniversite profesörü olan bilim adamlarıdır. Katılımcılar arasında genç araştırmacılar veya bilim adamları da vardır, ortak özellikleri, hepsinin de Komünist Parti üyesi olmalarıdır. Onları bu bilimsel tartışmaya çağıran kendi partileridir. Çoğunluğu, bu günlere, her biri partinin organları olan kendi ideolojik çevrelerinde hazırlık yaptılar. Raporlar buralarda hazırlandı, tartışıldı. İvry’de araştırma seanslarına Politik Büro üyesi François Billoux, Komünist Parti Merkez Komite üyesi Victor Joannes başkanlık etti. Çalışmaların sonunda, Merkez Komite üyesi Georges Cogniot elde edilen sonuçları özetleyecek.

Böylesine önemli bir bilimsel toplantının, bir politik partinin insiyatifiyle örgütlenmiş olması, gerçekten de ülkemizde yeni olan bir şey değil mi? Bu partinin Komünist Parti’den başkası olamayacağını herkes kabul edecektir. Bu günlerin sonunda, François Billoux şöyle haykıracaktır: “Fransa’da bizim dışımızda, yani; işçi sınıfının partisi, Maurice Thorez’in partisi dışında hangi parti şu anda katılmakta olduğunuz bu girişimi hazırlama ve gerçekleştirme kapasitesine sahip olabilirdi? Bu soru sorulmaz bile!”

Tartışmalar, çifte konu içeriyordu: Doğa ve Toplum Yasalarının Nesnelliği; Sosyalist Hümanizm, çünkü; daha sonra göreceğimiz gibi, bu iki konu birbiriyle bağlantılıdır. Konular, günümüz komünistlerinin el kitabı olarak değerlendirilen ve bir anlamda Stalin’in vasiyeti özelliği taşıyan son zamanlarda yayınlanmış bir eserin ışığında ele alınmış olacak: SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları. Bütün katılımcılar, kendi bilim dallarından elde edilmiş doğrulama ve kanıtlar getirecekler. Ve sadece ekonomistler ve filozoflar değil, katılımcıların tümü, yani, fizikçiler kadar, jeologlar veya dilbilimciler de, bu eserin kendilerine, kendi özel bilimsel çalışma alanlarında önemli bir yardım sağladığını, perspektifler açtığını, bilimsel araştırmaların bütününün gelişmesine hizmet ettiğini gösterecekler.

Şimdi, bizzat İvry’de bulunmamış veya Stalin’in kitabını henüz okumamış olanların çoğunluğu belki de şaşıracaklar.

Siz de kendi kendinize şu soruyu soruyor olmalısınız; ekonomik problemlerin özel bir incelemesi, Stalin’inki gibi politik bir inceleme, nasıl olur da, örneğin, doğa bilimleri için faydalı olabilir ve fizikçi ve jeologlara hizmet edebilir…? Hayır gülmeyiniz. Burada, sadece kısa ve eksik bir özetini vermekle kendimi sınırladığım İvry’deki tartışmaların bilgisini** edinmeden önce, isterseniz; ne bilimsel düzeyinden, ne de entellektüel dürüstlüğünden kimsenin kuşku duymadığı, büyük bir bilim adamının hayatının son demlerinde bu konuda ne söylediğini bir hatırlayalım.

Paul Langevin şöyle diyordu: “Ben diyalektik materyalizmin bilgisine sahip olduğum andan itibaren, fiziğin tarihini de daha iyi anladığımın bilincindeyim. Aynı bilim adamı şunu da yazdı: “Denildi ki, bir komünist her zaman kendini eğitmelidir; fakat, ben size, daha çok eğitildikçe, kendimi daha çok komünist hissettiğimi söyleyebilirim. Marx, Engels, Lenin tarafından geliştirilerek üne kavuşturulan bu büyük doktrinde, kendi özel bilim dalımda anlayamayacağım şeylerin açıklamasını buldum.”

BİLİM VE POLİTİKA

Şu kelime üzerinde görüş birliğine vararak başlamak gerekir: Politika. Bu sözün, M. René Mayer veya M. Ramadier’in ona verdiği anlamdan başka bir anlamı var. Paul Langevin, bu söze başka bir anlam veriyor.

Kuşkusuz, bilimin politikaya mutlak olarak yabancı bir alan olduğu ve politika bilime karıştığında, sadece onu yolundan saptırıp doğasını bozmaya yol açacağı düşüncesi, yüzyıldan beri binlerce kez tekrar edilmiş eski bir düşüncedir. Politik tartışmanın uğultusu, gerçek bir bilim adamının laboratuarına asla sokulmamalıdır diye ifade edilir. Çalışma masasındayken, bir buluşu yorumlarken, deney yaparken, bilim adamı kesin olarak tarafsız olmalıdır. Bilim adamı şahsındaki vatandaş, ikinci bir insandır. Bilim adamı, partili insandan bihaberdir. Yukarıda söz ettiğimiz anlayıştaki birçok entelektüel, Fransız Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin çağrısıyla İvry’de düzenlenen bilimsel toplantıdan sözedildiğini duydukları andan itibaren, kuşkusuz ki, bize karşı çıkacaktır. Onlar, bilime güvenirler ve onların gözünde her zaman partizan olan politikanın bilimi etki altına almasından kuşku duyarlar.

Gerçekten de, bir biyolog’un, bir fizikçinin veya bir sosyologun bilimsel çalışmalarında, M. Mayer’in, M. Pinay’ın veya M. Guy Mollet’e başvuracaklarını düşünmek bile ürküntü verici hale gelir. Elbette, politikanın böyle anlaşılması saçma ve düşünülemez; bu tür bir politika, politika olarak biyolog veya fizikçi için deneysel bir yararcılık ve çıkarcı bir davranış olarak kalacaktır; böylesi politik teoriler, gerçekte gözlerimiz önünde cereyan ediyor. Bizim kastettiğimiz politika bu değildir.

Fakat, bize itiraz edenler, öyle anlaşılıyor ki, daha çok dinleri, metafiziği ve felsefeyi düşünmektedirler. Bu nedenle de, bize şunu diyecekler; politik teori ve felsefeler bütün dünyada özel görüşlerdir, subjektif anlayışlardır, bu özellikleriyle de bilime karşıttır; oysa, bilim nesneldir ve çıkar gütmez, dolayısıyla da, bilimi yoldan çıkarmaya çalışan politik teoriler arasında ayrım yapmaz; bu durumda tek akıllı çözüm, gerçeği kendine özgü bilimsel yöntemlerle araştırmaktan geçer.

Politika konusunda böylesi yargılara sahip olanlar, bu iki araştırma günü boyunca, en değişik bilim dallarında çalışan komünist entelektüellerin, bir anlamda onlara bin kere hak verdiklerinden kuşku duyarlar mı? İşin aslı komünist entelektüeller, sadece bu analizleri daha ileriye götürdüler.

Çünkü, onlar, ilk önce, yüzlerce kanıta dayandırarak, gerçekte, egemen sınıfların bugünkü politikasının bilime çok zarar verdiğini gösterdiler. M. Mayer, M. Pinay veya M. Mollet’in düşüncelerinin, doğrudan etkileyecek kadar bilime çok yabancı olduğunu mu sanıyorsunuz? Belki, fakat, çıkarların ve fikirlerin, politik olarak M. Mayer’e, Pinay’e, Mollet’ye vb. neler verdiğini bilimsel alanda bulacaksınız.

Ah! Politika, göründüğünden daha çok genel ve daha çok ikiyüzlüdür! Fikirlerin, inançların, düncelerin, alışkalıkların bu karmaşasını düşünmek; bütün bu ideoloji, bizim bir toplumun üstyapısı diye adlandırdığımız şeye aittir; uygun şekilde ortaya konmuş veya yayınlanmış bütün metafizik, bilinçlere damgasını vurur; siz hiç ondan kuşkulanmadan, sizin düşüncenize sızar; evet, bütün bunlar, ne kadar az politik alışkanlık olarak değerlendirilir ve gerçekte, bilime, sizin ifade ettiğinizden çok daha fazla zarar verir. Bu etkiyi nasıl yapar? Ve neden etkiler? İvry’de açıklanmakta olan budur.

Buna karşılık, politika ve felsefe artık, dünyayı ve toplumu, birbirinden ve bilimden kopuk ve subjektif biçimlerde yorumlamaktan çıkarak, bizzat kendileri bilimsel temele dayandırıldığında; bilim ve politika, bilim ve felsefe arasında hangi karşıtlık olabilirdi? Bu açıdan bakıldığında, Marksizm sadece bir bilim değil, aynı zamanda en genel ve kapsayıcı bir bilimdir. Marksist politika, hem toplumsal gelişme yasalarının bilgisini, hem de aynı şekilde, doğa bilimlerinin konusu olan doğanın gelişme yasalarını araştırmayı gerektirir.

Paul Langevin gibi dünya çapında bir fizik bilginine kendi bilimsel alanında anlamadığı birçok şeyi açıklama olanağı sağlayan, işte bu genel bilimdir.

ATOMDAN POLİTİK EKONOMİYE

Bu anlayıştan hareket eden, İvry’de biraraya gelen komünistlerin ilk gündemi, Stalin’in kitabı ışığında değerlendirilen ve analize tabi tutulan şu konuydu: Doğa ve toplum yasalarının nesnelliği ve bunun sonuçları.

Bilinir ki, aslında Stalin, araştırmasını şunu hatırlatarak açar: “Marksizm, bilimin yasalarını –yani, doğa yasaları veya ekonomi politik yasaları– insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen nesnel süreçlerin yansıması olarak anlar.”

Hemen bize itiraz edilecektir; bu, zaten herkesin üzerinde birleştiği “apaçık bir gerçekliktir (une evidence)”; gerçekten de, bilimsel yasanın nesnel bir gerçeğe uygun düştüğü fikri olmaksızın, bilim olanaksızdır. Bilimsel gerçek, bu uygunluk yoluyla belirlenir. Bunu kim inkar edebilir? diye de eklenecektir. Volter’in söylemiş olduğu gibi, gotik mantıklı bazı koyu gericiler dışında, bugün hiçbir bilim adamı bu gerçeği inkar etmez. Bir yandan, bilim adamı araştırılacak bir dünyanın varolduğuna inanmak zorunda kaldı; öte yandan, onca pratik uygulamaya bağlı olan bilimsel yasalar, gerçeği açıklamakta olduklarını yeterince gösterdiler.

Ve buna rağmen, bu “apaçık gerçekliğe”, günümüzde ve ülkemizde, her yandan itiraz edilir. Bazan cepheden inkar edilir, bazan da, duruma göre, ince biçimlerde bu gerçeğe saldırılır.

Düşününüz ki, aslında, içtenlikle kabul edilen bu “apaçık gerçeklik”, her türden korkunç sonuçlara yolaçar. Düşününüz ki, bu “apaçık gerçek”, bunu kavramış ve yavaş yavaş hazırlamış ve bilimin temel kuralı olarak ele almış olanların torunlarının oğullarına korkunç hale geldi.

Eğer, bu gerçeği içtenlikle kabul ediyorsanız, en başta, ilke olarak, son tahlilde, bizi gerçeği bilmekten alıkoyan bir doğa anlayışı ileri süren bütün teorileri bilim karşıtı olarak bir kenara fırlatacaksınız. Pozitivizmin ardında yatan budur; pozitivistlerden bazıları, şunu söylemeye kadar vardılar: sadece ölçülüyorsa nesneldir; daha sonra şuna indirgediler: bilim adamı onu ölçmeyi bildiği ölçüde, doğa, varoluşa sahip olur. Eğer, yasalar, bu derece, nesnelerin özelliklerini belirlemeye olanak sağlayan ölçüm araçlarına bağlıysa; bu yasalar, nasıl nesnelerin doğasını ifade edecekti?

Kuşkusuz, bu pozitivizm, özel olarak dış düyanın gerçekliğinden sözetmeyi inkar etmez; fakat, şu, maddeninin varolduğu iddiasının bilimsel anlamını zayıflatır.

Fakat, İvry raporlarında en ciddi şekilde ele alınan ve ortaya konulan şeyler bunlardır. Hemen, bilimlerden de örnek alalım, orada bu fikrin “apaçık gerçekliği”, herşeyden önce, kendini daha çok dayatan görev gibi görünüyordu. Şu halde fiziğe gelelim. Yasaların nesnelliği kavramının, bu derece esasa ilişkin olarak kabul edildiği bir bilim var mıdır? Orada, İvry’deki raporunda, Desanti, nesnel yasalar fikri, “bizzat bilimsel pratiğin kendisiyle bir bütün oluşturur. O, araştırmanın doğrudan bir zorunluluğu olarak ortaya çıkar; böyle olmasaydı, anlamdan yoksun gibi görünürdü.” diyordu. Çünkü diye devam ediyordu Desanti, “bunu reddeden fizikçiler var.” O açıklık getiriyordu, “bu fizikçilerin kötü fizikçiler olmadığı durumlar da olur.

Aslında, quantik fiziğin son hikayesini bilmeyen yoktur. Gérard Vassails, Eugen Cotton, Francis Halbwachs, İvry’de, nesnel yasa ve nedensellik kavramı dışına kaymanın nasıl meydana geldiğini; fizisyen Bohr’un, nasıl, atomsal belirsizlik düşüncesine katılmaya; atomlar dünyasında nesnel yasaların yokluğunu kabul etmeye ve teorlerini, bilim adamlarının büyük bir kesimine benimsetme noktasına vardığını açıkladılar… Gerçekte, raportörlerin gösterdiği gibi, durumu açıklamakta yetersiz kalarak çökmekte olan, Laplasçı deteminizm anlayışıydı. Ve Paul Langevin, 1939’dan itibaren, La Pensée’nin ilk sayısında, tam da şunu yazmakta haklıydı:

Atom ölçeğinde, artık, nesnel nedenselliğin olmadığını ve atom alanının, olayların akışının hiçbir belirlemeye itaat etmeyen bir madde bölümü olduğunu iddia etmek doğru değildir. Böylesi sonuçlar, aslında, gerçek olarak edinilmiş bilgilerin yanlış bir yorumuna dayanır.

George Cogniot, bu konuda M. Louis de Broglie’nin son konferansının önemini hatırlattı. “Kendisi de, 25 yıldan beri, bütün makale ve eserlerinde aynı şeyleri yayınlamış ve öğretmiş olan Louis de Broglie, Bohr ve Heisenberg’in indeterminist yorumunu toptan gözden geçirmekte tereddüt etmedi.”

Yanlışın kaynağı nedir? Vassails ve Cotton, en yüksek bilim olarak quantik fiziğin çok gerici postülatlarla yolundan saptırıldığını bize açıkladılar. Vassails,Bohr’un düşüncesinin, ampriyokritikçi yöntembilimsel postulatların parçası” olduğu açıkça ortaya çıkıyor diye açıkladı ve şunu hatırlattı: “Sovyet fizikçileri, Bohr’un düşüncesini yanlış fiziksel sonuçlar çıkarmaya götüren şeyin idealist ve anti diyalektik öncüller olduğunu kanıtladılar.” Onun metafiziği, fiziğini yolundan saptırdı.

Oysa, tuhaf şey, bütün bir ideologlar, filozoflar, tarihçiler, biyologlar, politikacılar ordusu, bu nesnel nedenselliğin inkarı üzerine çullandılar; onu muzaffer bir şekilde sergilediler ve bir bayrak gibi salladılar. Sanki, bunu bekliyorlarmış gibi! Sanki onlar için kurtuluş günü gelmiş gibi! Çıkardığı sonuçları biyolojiye ve toplumsal bilimlere yaymak için çabalayarak, bizzat Bohr’un kendisi, bu işte önayak oldu. İndeterminizmin bayağılaştırıcılarıyla, burjuvazi ne kadar başarı sağladı!

Onlardan biri, M. Vendryes, peşpeşe iki kitap yazdı: Biyolojide Olasılık konusunda bir kitap ve hemen son olarak da Tarihte olasılık, adlı diğer bir kitap. Bu son kitapta, o, tarihte olayların birbirinden bağımsız olduğunu iddia ediyor ve tarihte sözde atomistik indeterminizme yer açıyor. Diğeri, M. A. Marchal, politik ekonomiyi ilerletme sorumluluğunu üstleniyor ve şöyle yazıyor: “Tesadüf, Henri Poicaré’nin inandığı gibi bizim bilgisizliğimizin ölçüsü değil, tersine, maddedeki bir tür özgürlüğün etkisidir”.

İvry’nin raportörü, Jean Bénard, aynı ekonomistin yayınlanmış bir kitabından alınmış şu dikkat çekici cümleyi de aktarıyor:

Ekonomi düşüncesindeki kriz, sadece ekonomi bilimine has değildir; bu kriz, XX. yüzyılın başından beri bütün bilimlerde ortak bir özelliktir ve belki ona şu isim verilebilir: determinizmin krizi.”

NESNEL YASA FİKRİ REDDEDİLİYOR

Bu nedenle, bugün burjuvazinin amacı, –bu gerçeği göstermek İvry’deki bütün raporların çıkış noktasıdır– bilimleri toplumdan, bilimleri insandan koparmaktır; ama elbette ki, bu nesnel yasa kavramını, doğa bilimlerinde toptan reddetmek mümkün değildir. Bu nedenle doğa bilimlerinde, daha ince ve dolaylı çarpıtmalara başvurulur.

Ama, hiçbir bilim dalı bu girişimden kaçınmaz. Örneğin, coğrafya kadar politik ekonomide de böyle bir girişim içine girilir. Bu konuda, coğrafyacılar çevresi raportörü Raymond Guglielmo şöyle diyordu: “Yasaları anlamamak veya inkar etmek, insani coğrafyada, insan etkinliğinin ayrıntı ve biçimlerini araştırmaya indirgenirken, fiziksel coğrafyada, idealist bir anlayışa (daha sık olarak da finalist) götürür”. Kendi araştırma çevresi adına, dilbiliminde de coğrafyadan farklı olmadığını belirten Gilbert Lazard, çağdaş dilbiliminin fatihleri diye adlandırılabilecek yeni akımlar, Danimarka’da, İsviçre’de ve özellikle de ABD’de, “dillerin nesnel gelişim yasalarını araştırmaktan vazgeçiyorlar. Bu, problemleri ortaya koyma ve çözme kapasitesinden yoksunluk anlamına gelmiyor, tersine, sistematik olarak nesnel yasaları hedeflemeyi reddetmek anlamına geliyor.” diyordu.

Çok karakteristik olan diğer bir kanıt: sibernetik; hesap makinelerine ve beyin mekanizmasına, elektroniğe ve biçimsel mantığa, olasılıklar hesabına ve nörolojiye, geçişlere ve teorik fiziğe kadar; sanki, herşeye cevap veren, herşeye değinen bu “bilim”e olan rağbetin artması. Geleneksel Tanrı’nın yerine, burada büyük organizatör Tesadüf ikame ediliyor. Lentin, bunu; sibernetikçiler, “şu veya bu düzeyde organize olmuş maddeyi belirleyen yasalardaki bütün özgün karakterleri kaldırıyor ve bu yasaları, istatistik yasalarına, tesadüfün yasalarına indirgiyorlar… insan bilimlerine getirilen, bu yazı-tura mantığıdır.” diye açıkladı.

Objektif yasa kavramı, XIX. Yüzyılda kendini bütün bilimlere kabul ettirme eğilimindeydi. Şimdi, geri adım atıldı. Edebiyat tarihinde de gerilemenin kendini nasıl gösterdiğini görelim. Varloot hatırlatıyordu: Taine, Brunetiere, Lanson gibileri bile; “bizim, başyapıtların ‘yaratımın gizemi’nden zevk almasına, ‘raslantıya bağlı’, ‘açıklanamaz’ karakterine yönelttiğimiz eleştirilerin tersine, edebiyat geleneğinin geçerli bir tarihini yazma tutkusuna sahip oldular; ciddi ve titiz araştırmalar sürdürdüler.” Bugün, bütün sosyolojik açıklamalardan kaçınmak için, entelektüelleri toplumun gelişme yasalarının objektifliği ilkesine varmaktan alıkoymak için en fantastik teoriler ortalıkta kol geziyor. Kimisi, edebiyat tarihini, 1490’dan 1940’a, 28 kuşakla sınırlamaya çalışıyor. Kimisi, karakteroloji bayrağını sallıyor. İşte, bunun verdiği şey: Ansiklopedi’de, d’Alembert ve Didérot arasında, öfkeciler ve öfkeci olmayanlar arasındaki gibi bir kopma açıklanıyor.Materyalistler ve aydın despotizminin partizanları haline gelen soğukkanlılar ve bütün alanlarda yaşamın devrimini getirmekten kaygılı olan öfkeciler karşı karşıya konuyor.”

Belirtelim ki; bu boş sözler, karanlık şahısların değil, ciddi geçinen, eserlerini yayınlayan, ders veren, iyi basına sahip olan üniversite profesörlerinin, tarihçilerin işidir.

Doğal olarak, nesnel yasaları inkar etme çabası, her zaman bu ölçüde gülünç olmaz. Bu, sık sık ince biçimlerde yapılır. En aldatıcı görünüşlerle süslenir. Sosyal demokrat tarihçiler, olduklarından başka türlü göründükleri için; onlar, yasalardan ve nedensellikten sözederken bunları basitleştirici ve yanlış bir ifadeye indirgedikleri için, bu konuda çok uzmandırlar. Öyle ki; nedensellik, eğer inkar edilmemişse, işe yaramayacak bir şekilde malul edilmektedir. Her satırda “ekonomik etkenlerden” sözedilir, bunlar nedir? Teknik, ticari dolaşım, para sistemi; ama, bir türlü, en önemli unsur olan üretim ilişkileri konusundan söz edilmez. Claude Willard, İvry Günleri’nde, bu mekanik ekonomizm anlayışının ne anlama geldiğini uzun uzun özetliyor; şunu söyleyerek bitiriyordu: bana bir dönemin fiyat grafiğini verin ve ben size bundan bütün sosyal ve politik tarihini çıkarayım. Claude Willard, aynı şekilde, üretim ilişkilerini, yani, insanların kendi aralarındaki ilişkileri, sınıf ilişkilerini kasten bir yana koyarak, Labrousse gibi bir tarihçinin, 1789 Devrimi’nden hiç birşey anlamadığını veya o, serf ve ücretliyi aynı kefeye koyan ve II. İmparatorluk dönemine geçildiği anda tamamlanan ve böylece bir otuz yüzyıl süren eski bir modelle ebedi bir kapitalizm keşfettiğini ortaya koydu. Gerçekten, ciddi avantaj: en değerli yasa, kapitalist rejimin özgün yasası toptan ortadan kaybolur.

Bundan dolayı, Desanti’nin hatırlattığı gibi, Dilthey ve Jaspers’in önemli fikri, insan bilimlerinde bir biçimde direktif veya en azından özdeyiş haline geldi: doğa açıklanır, ama insan ise sadece anlaşılabilir, açıklanamaz. Çözümlenemez bir özne olarak anlaşılan insana, nesne olarak davranılamaz. Artık, insanın tarihi, tarihsellikten (historicité) başka birşey değildir; bu demektir ki, gelecekteki sorumluluk, geçmişten çaresiz kaçıştır

BİLİM NEDEN KORKUTUYOR?

Kendileri de uzun araştırmalar ve sayısız gözden geçirmelerle özetlenmiş olan raporları, neredeyse şematik görünecek derecede kuru bir şekilde özetlemekten üzgünüz. Fakat, biz sadece, onlarca bildiriye hangi temel fikirlerden birinin yol gösterdiğini ortaya koymakla yetiniyoruz: doğa ve toplum yasalarının nesnelliği ilkesi; bu olmaksızın bilim hiç olmaz; ne yazık ki, bugün bu ilke, bazı bilimlerde istenmez hale geldi. Bunu kabaca inkar etmenin olanaksız olduğu yerde, onunla kurnazlık yapılır, az veya çok kendisine tahammül edilir; ortadan kaybolmasının daha kolay oduğu yerde, onu gizlemekte acele edilir.

Peki, kaybolan bilimi kim kazanıyor? Kuşkusuz doymak bilmez, açgözlü bir şekilde çıkarcı bir ideoloji. Bu ideoloji, –Marksist terimlerle adlandırılırsa– toplumun üstyapısına aittir. Öyleyse, Stalin’in üstyapıyı nasıl tanımladığını aktaralım:

Bunlar, toplumun politik, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefi görüşleri ve bunlara uygun düşen politik, hukuksal ve diğer kurumlarıdır.

Her toplumun kendi üstyapısı vardır. O, temel diye adlandırılan, toplumun ekonomik rejiminden, egemen üretim ilişkilerinden doğar (örneğin; feodal toplumda kölelik rejimi ve burjuva toplumda üretim araçlarının özel sahipliği sadece tek sınıfa ayrılmıştır). Aslında, fikirlerin, sosyal teorilerin, politik düşüncelerin kaynağını nerede aramak gerekir? Toplumun maddi yaşam koşullarında; “sosyal varlıkta, –bu fikir, teori ve düşünceler, bu maddi yaşam koşullarının, bu sosyal temelin yansımasıdır”.

Bu üst yapı sınırsız bir güçtür; o, kendisini ortaya çıkaran temelin hizmetine aktif olarak adanmıştır; o, bu temelin, ekonomik ve sosyal yapının kendisini kristalize edip sağlamlaştırmasına yardım eder. Toplumun maddi ihtiyaçlarının gelişmesinden doğan fikirler, bizatihi toplumun kendi gelişimi üzerinde karşılıklı olarak etkide bulunurlar.

Bu nedenle, burjuva toplumunun evriminin bugün ulaştığı aşamada, üstyapı ve bilim arasında açık bir ayrılık tespit ediyoruz. Sosyal rejimin, kendisini savunmak için ihtiyaç duyduğu, imdada çağırdığı fikirler, bilimle çelişki halinde bulunuyor. Bu nedenle, biz, üstyapı tarafından kemirilen bilimin, fazladan bilimsel* sorumluluklarla karşı karşıya olduğunu görüyoruz.

Önceleri, burjuvazi bilimle büyüdü. Bilime önem verdi; çünkü, ona ihtiyacı vardı. Ansiklopedi’den itibaren, bütün doğanın –yani, doğa ve onun bir parçası kabul edilen insan– nesnel yasalara tabi olduğu düşüncesinin şekillendiği görüşüne sahip olunuyordu. Bilim, feodalizme karşı mücadele eden yeni üretici güçlerle çelişki halindeki, zamanı geçmiş üretim ilşkilerini tasfiye etmeye çalışan burjuvaziye hizmet ediyordu.

Yükselen burjuvazi döneminde bilim nasıl da gelişti! Bugün, feodal toplumu ölüme mahkum eden aynı nitelikteki çelişkiyi bağrında taşıyan burjuva toplumu için, bilim engelleyicidir. O bilimden korkmaktadır. Örneğin; sosyal bilimler konuşturulursa, burjuvazinin ölüme mahkumiyetini formüle edecektir. O, temel çelişkileri ortaya koyacak ve üretim ilişkileri ve üretici güçlerin karakteri arasındaki zorunlu uygunluğu ifade eden ekonomi yasasını hatırlatacaktır.

Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Problemleri’nde şunu yazar:

Üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki zorunlu uygunluk ekonomik yasası, uzun zamandan beri kapitalist ülkelerde kendine yolaçmaktadır. Eğer bu yolun sonuna henüz varamadıysa, bunun nedeni, toplumun çökmekte olan güçleri tarafından en enerjik direnişle karşılaşmasıdır.”

Bugün, bilimin bizde, tutucu bir ideoloji olan bir sınıf ideolojisiyle bozulmuş olmasına; binbir ricayla ortaya konmuş olmasına; onun çıkarcı baştan çıkarmalarının kurbanı olmasına şaşırmamak gerek. Öyleyse, bilim, atomun determinizminin doğasını mı açıklıyor? Burjuvazi titrer: atomun zorunlu yasalara itaat etmemesi gerekir! Le Monde gazetesinin, kendiliğinden itiraflarla görevlendirilmiş gibi göründüğünden sözedilen şu muhabiri hatırlanır. O, Einstein’in yeni çalışmalarından sözedildiğini duyar. Ve akıl yürütür: eğer atom zorunlu yasalara itaat ediyorsa, bu demektir ki, Marksizm mantıklıdır. Tersi olursa, ah! O zaman, “Atom fiziği ilkesi, sonuç olarak, Batı demokrasilerinin politik kuruluşunun temelini ifade eder.” Saf bir itiraf, burjuvazinin bilim ve bilim adamları üzerinde ne kadar baskı yaptığını anlamayı sağlar.

HİLELİ BİLİMLER

Korkak savunma ve aynı zamanda kurnazlık! Toplum bilimlerinde, burjuvazinin savunulması için gerekli fikirleri yaymak üzere en uygun fantazi ve yutturmacalar, acımasız sonuçlara sahip yasaların araştırılmasının yerini alıyor. Bütün özellikler, bilimden uzaklaşarak sona erer. Örneğin; jeo-politik, emperyalist savaş politikasını haklı çıkarmaya hizmet eder.

Bu yalancı bilimin ilkeleri nelerdir? En başta jeopolitisyenler için, “coğrafi yer” herşeyi açıklamaya hizmet eder: politika, ideoloji, insanların tecihleri… Açık yanlışlık. Leninizmin Sorunları’nda, Stalin, coğrafi yerin, yani toplumu çevreleyen doğanın, reddedilemez bir şekilde “toplumun gelişmesinin sürekli ve zorunlu koşullarından biri olduğunu ve bu gelişme üzerindeki etkisinin açık olduğunu” berrak bir şekilde açıklar. Ama, Stalin devam eder:

Coğrafi ortam temel neden olamaz; coğrafi ortam binlerce yıl boyunca değişmeden kaldığı için, birkaç yüzyıllık bir dönemde köklü değişmelerin konusu olan sosyal gelişmenin belirleyici nedeni olamaz.”

Fakat, neden kimi Amerika’lı politisyen, bu konuda coğrafi ortama öncelik vermektedir? Çünkü; onlar, sahip oldukları seçkin coğrafi koşullara, Anglo-Saxonların ırksal özelliği olan “zenginlik” ve “canlılığı” da ekleyerek, bütün bunların, ABD vatandaşlarına dünyayı yönetme hakkı verdiğini ilan edeceklerdir.

Diğer ilke: ebedi ve seçeneksiz olarak ele alınan varolmak için mücadele. Jeopolitisyenler, bunu, sosyalist dünya ve “hür” dünya arasında barış içinde bir arada yaşamanın bir yanılsama olduğu düşüncesine indirgediler. Onlar, bununla da yetinmedi, “jeopolitik olarak” operasyonların zorunlu sahnesinin ne olacağını da ilan ettiler. Bu, Kuzey Buz Denizi ve daha genel olarak da Kuzey Kutbu olacak.*

Dünyada nüfus fazlalığı olduğunu açıklayan ve yeni bir Malthusçuluğu yayan da, bu jeopolitik anlayıştır.Şeytani ulusal egemenlik teorisinin bir yaltaklanmaya dayandığını” açıklayarak, ısrarla kozmopolitizmi vaaz eden de, gene bu tip jeopolitisyenlerdir. Burada eksiksiz bir Amerikan propagandası sözkonusudur.

Bu artık bilim değil, bilim kalemiyle süslenmiş propagadadan ibarettir. Bu Amerikan jeopolitiği, Hitlercilerin kızıdır. Kuşkusuz. Peki, az veya çok bu etki altında, uluslararası ilişkileri sadece coğrafi olgularla açıklamak isteyen –düşünce namusuna sahip– hiçbir Fransız coğrafyacısı, tarihçisi yok mu? Ulusal topraklarda “ekonomik alan”a karşı çıkmayı denemek için ulusal güvenliğin terkedilmesini haklı bulan ekonomistler yok mu? Jean Benard, en karmaşık gösterileri ve en ukalaca terimleri kullanan, “Avrupa Birliği”nin şu ateşli savunucusu M. F. Perroux’dan bu amaçla söz ediyordu.

Ve tıp alanında? Doktor Lafitte, İvry’de bize, psikosomatikte “büyük Amerikan buluşu”nu hatırlatıyordu. Bu buluş, hastalığın birleşik bir açıklaması olarak ortaya çıkar: hastalıkbilim, aralarında saldırgan eğilimlerin birinci derecede rol oynadığı irrasyonel itkilerin çatışmasına bağlı olacaktı. Böylece, “atardamar hipertansiyonu, saldırgan içgüdüsel eğilimlerin doyumsuzluğundan, barsak koliti duygusal bir gerilikten ileri gelecekti.” Peki şunu da düşünecek miydiniz: “ülserler, çocukluktaki süt emme veya annelik duygusu eksikliğinden mi ileri geliyordu?

Buna gülünür mü? Yetmez. Doktor Lafitte, psikosomatik spekülasyonların, ciddi klinikçilerin fazlaca dikkatini çekmese de, bizde bir süreden beri belli bir hayranlık ortaya çıkardığını açıklıyordu. Bunların yerini, belki yarın aynı türden başka spekülasyonlar alacak.

Ortaya çıkmamışsa bile, bulaşabilecek olan bir hastalığın niteliğini emperyalizmin gerekleriyle açıklamaya çalışan bilimsel bir teori düşünecek miydiniz? Buna rağmen –en açık bir şekilde– psikosomatik olayı. Freud, önceden özel olarak seksüel itkiden, libido’dan sözetti. Bugünün psikosomatisyenleri, ABD’de komünistleri ve komünizmi, sendikacıları, SSCB politikasını… açıklamak için çağrıştırılan bu “saldırgan eğilimler”e başvuruyorlar. Ve gazeteler, komünister için veya “kızıllar”la beraber oturabilen Amerikan vatandaşları için “ayıltma kürleri” ve “beyin yıkama” tavsiye ederek susturma görevini yerine getiriyor.

Bilim, artık emperyalist propagandanın boyun eğmiş kızı değil. Fakat emperyalizm, kendi çıkarlarını, ideolojilerin ve belli sahte bilimsel spekülasyonların aynasında, bazan gözalıcı görünüşlerle gizler. O, kendi yutturmacalarına verdiği yenilik karakteriyle, üstyapı ve üstyapıyla toplumun temeli arasındaki ilişkiler konusunda açık bir bilince sahip olmayan insanları kandırır.

Aynı şekilde, en etkili ve en yaygın Fransız sosyolojisi, –Henri Lefebvre ve Jeannette Colombel’in İvry’de ortaya koyduğu gibi– bugün artık, kapitalist propagandayı gizleme girişiminden başka birşey değildir. Sanayi sosyolojisi, gerektiğinde, Taylorizmi eleştirmeyi ve onu insanlıkdışılıkla suçlamayı bilir, ama, varolmak için o, Amerikan verimliliğini burada yerleştirmek rolünü de üslenir. Friedmann’da, analiz labirenti, en sonunda burjuvaziye azami kâr araştırmasında yardım etmeye götürür.

Demek ki, insan bilimlerinde, belli amaçları olan ideolojiler, bilimi boğma noktasında, ortalığı en çok kaplamış durumda bulunuyorlar. Günlerin sonunda, Georges Cogniot, konuşmaların temel karakterini özetledikten ve kendisi de yeni kanıtlar getirdikten sonra, farklı burjuva sosyolojilerinden sözederek, şunu açıkladı: bu sosyoloji akımlarıyla “sosyal olguların bir açıklamasını elde etmenin saf ve basit imkansızlığına, yani açıklamadan vazgeçme sonucuna ulaşıyoruz.”

SOVYET BİLİMİNİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜN NEDENİ NEDİR?

Çöküş budur; veya en azından, kültürel hayatta ortaya çıkan ve bilime zarar veren çöküş, bu anlama gelir.

Buna karşılık, işte yeni toplum. Kapitalizmi çöküşe götüren uzlaşmaz çelişkiler burada ortadan kalktı. Şimdi üretim sürecinin sosyal karakteri, üretim araçlarının sosyal mülkiyetiyle desteklenir. Artık, sömürenlerin sömürülenlere karşı sınıf mücadelesi yoktur ve yüksek teknik bir temel üzerinde üretimin durmaksızın gelişmesi ve mükemmelleşmesi sayesinde, toplumun durmaksızın artan ihtiyaçlarının karşılanmasına gidilir. Üretimin bu gelişmesi ve mükemmelleşmesi, tekniğin bu gelişmişlik düzeyi, sosyalizmin temel yasasına denk düşer. Kuşkusuz, bu güçlü, genel ve kesintisiz gelişme, bilimin kendi gelişmesini de öngörür. Sosyalist toplum, bu nedenle, en bol maddi araçları bilim adamlarının hizmetine sokar, kolektif çalışmayı özendirir ve sürekli olarak teori ve pratiğin birliğine dikkat eder.

Sosyalizm, komünizme varacaktır. Geçişi gerçekleştirmek için, en azından üç temel koşulun önceden gerçekleştirilmesi gerekir. Stalin, bu koşullardan üçüncüsünü şu terimlerle açıklar: toplumun, tüm mensuplarının bütün alanlarda fiziksel ve zihinsel yeteneklerini güvence altına alan kültürel bir atılıma ulaşmasına önem verir.” Demek ki, bilimsel bilginin önceden görülmedik derecede bir yaygınlaşmasını gerektirmektedir.

Nihayet, sosyalist toplum tarafından kullanılan bilimsel yöntem hangisidir? Bu, diyalektik materyalizmdir. O, bütün alanlarda; sosyal gelişmeyi ortaya koymak için olduğu kadar, doğayı işlemek için de evrensel olarak kullanılır. Bu yasaların bilgisiyle, insan etkinliği,

irademizden bağımsız olarak yasalara tabi olan doğanın ve hem de toplumun önüne geçmeli ve ona yol göstermelidir. Aksi takdirde, o, kör ve maceracı olacaktır. Öyleyse, sosyalist toplumda insan etkinliğinin bütünü bilimsel bilgiye dayanır. Politikanın kendisi de bilim haline gelir; politik etkinlik bilimsel bir etkinliktir.

Bizzat kendisi tarafından kaleme alınan SBKP(B) tarihinin hayranlık verici bölümünde, Stalin şunu yazıyordu:

Proleterya partisi, pratik faaliyetinde, her ne olursa olsun rasgele dürtülerden yola çıkmaz; tersine, sosyal gelişme yasalarından ve bu yasalardan ortaya çıkan pratik sonuçlardan esinlenir.”

Ve Stalin ekler:

Sonuç olarak, eskiden insanlık için daha iyi bir gelecek özlemi olan sosyalizm, artık bir bilim haline gelir.”

İşte bu nedenle, SSCB, bugün özgür ve bütün dallarda gelişkin bilimin ülkesidir ve en ileri bilimin ülkesidir.

İvry’de, sovyet astronomi, fizik, kimya biyoloji, mineroloji… bilimlerinin en tanınmış çalışmaları arasından bazıları hatırlatıldı*. Doktorlar ve psikologlar, bugün Fransa da dahil, Pavlov’un ve ekolünün eserinin, sahip olduğu etki ve otoriteden sözettiler. Bilimsel kongrelerde, Sovyet araştırmaları konusunda bilgilendirmenin kabul edilmesi, birçok raportörün ilgisiyle karşılandı. İstisnasız bütün özgünlükleri içinde kaç kez açıklandı; Sovyet yayınlarından haberder olmak kaçınılmaz hale gelmişti (ve Jean Pérus, bu konuyla ilgili olarak, Rus dilinin, entelektüeller için, hemen hemen Fransız dilinin Didérot’nun Ansiklopedi’si zamanında sahip olduğu kadar öneme sahip olduğunu vurguladı.) Fakat, herkese öyle geldi ki; Sovyet sonuçlarının yayılması, ne kadar önemli olursa olsun; ancak, SSCB’nin bilimsel ilerleme nedenlerini tanıtma koşuluyla gerçek anlamını kazanıyordu.

Örneğin, neden Pavlov ekolü bu kadar verimli sonuç elde ediyor? Basitçe, Sovyet laboratuarları, zengin bir şekilde donatıldığı, sayısız araştırmacı gruplarına sahip olduğu, çalışma koordine edildiği için değil; aynı zamanda, araştırma yöntemi diyalektik materyalizm olduğu için verimlidir. Pavlovcu teori, –Dr. Lafitte’nin ve aynı şekilde Maurice Mouilaud’nun hatırlattığu budur– “diyalektik materyalizm anlayışıyla zenginleşti ve o da, kendi çapında, gerçeğin önemli bir bölümünde bu anlayışı doğruladı ve zenginleştirdi.” Böylece de, Bichat’nın dualist anlayışı yerine; düşüncenin ve bilincin fizyolojik mekanizmasını, aynı zamanda beyinsel aktivite ve dış dünyanın yansımasını keşfederek, organizmanın birliği kavramını, bu düzenlemenin bütününde; organizmanın ve yaşam koşullarının birliğini, psişik ve organik birliği ortaya koyabildi.

Evet, Ernest Kahane, kendi açısından esas olarak şunu iddia ediyordu: “Sovyet biliminin ilerlemesinin genel perspektiflerini ve onun coşkun gelişiminin ideolojik ve sosyal nedenlerini” anlamak…., özel sonuçlar ne kadar parlak olursa olsun; bu konuların aydınlatıması olarak ele alınmış olacaklar veya bu konuları geliştirme fırsatı yaratacaklar, esas sorun budur.

Ve bugünlerde çıkarılan sonuçlarda, Georges Cogniot, şunu ortaya koyuyordu: bu kadar parlak sonuçların “bir dizi sevindirici buluş” olarak yorumlanabileceğine inandırılsaydık ne kadar hatalı ve yanlış olurdu:

G. Cogniot, bu parlak sonuçlar, gerçekte oldukları gibi değerlendirilmelidir diye ekliyordu, yani; herşeyden önce, Marksist yöntemin entelektüel koşullarıyla, sosyalist rejimin maddi koşullarının birleşmesiyle açıklanan bu ilerleme, özellikle de bilim cephesinde önceden ulaşılmamış bir gelişmeyi ifade eder.”

TRAJİK HÜMANİZM

İvry günlerinde programa konulan ikinci konu şuydu: Sosyalist Hümanizm.

Varsayalım ki; komünist olmayan entelektüellerin herhangi bir toplantısında gündem, aşağıdaki iki konudan oluşsun: bilimsel yasaların nesnelliği ve hümanizm. Tuhaf yaklaşım olarak düşünülecektir! İki konunun birbiriyle ne ilişkisi var? Birincisi; bilimsel çalışmalar, özel, neredeyse teknik bir sorundur. Diğeri; tamamen farklıdır, bu tarihe ve moral değerlere dayanır. Bilimsel yasaların nesnel olup olmaması hümanizmi anlamaya ne ölçüde yardımcı olur?

Burada kolayca kabul edilen fikirler, bu çifte konu üzerine oluşabilen homojen bir tartışma tasarlamayı yasaklar. SSCB’nde, tersine, iki sorun mutlak olarak birbirinden ayrılamaz.

Bir de, eski zamanların güzel hümanizmi, Rönesans’ın güçlü canlılığı; insanlığın bu büyük atılımı, toplumumuzda bugün ne hale geldi? Söz, halen yürürlükte. O, resmi bir tanımlamaya da sahip oldu. Milli Eğitim Bakanı, geçen sonbaharda (29 Eylül 1952) ortaokul öğretiminin amaçlarını açıklayan bir genelgede bu resmi hümanizm tanımını uzun uzun açıklar. Evet, bu genelgede eğitimimizin ve kültürümüzün ideali ve amacı olarak kalan hümanizm okunur. İşte bu hümanizm şöyle oluşturulur: biz büyük altüst oluşlar çağında yaşıyoruz; “bilgimizin temelleri, sosyal organizasyonumuz ve en yüksek değerlerimiz her türden buluşlar veya olaylar tarafından sarsılmış gibi görünüyor.” Bu durumda, çağımızın hümanizmi ancak “trajik” olabilir. Bununla hem bilincin isteği ve hem de buluş isteği ifade edilir. Buluş isteği, fetih isteği olarak da, yani; “bilinmeyenin kabul edilmesi, maceraya onama çıkarma ve tarihe kararlı sorumluluk olarak da adlandırılabilirdi.

Bilimsel yasalar ve trajik hümanizm arasında hangi ilişkilerin olduğunu sormak gerekmez mi? Trajik Hümanizm, bilimsel yasaların nesnel olması veya olmamasıyla toptan alay eder! Ona göre, dünyada bilinmeyen çok şey vardır ve nasıl olacağı da hiç bilinmez. Yaşadığımız çağda herşey değişiyor, herşey kararsız. Bilmek için çok da araştırmak gerekmez. Bilinmeyenden yana tutum almak en doğrusu. Gizem hareket etmekten alıkoymaz. Tersine bu isteği kamçılar. İnsanoğlunun büyüklüğü, kendisini maceraya fırlatmasında yatar. Şovalyevari moral: modern hümanizm, daha çok coşturduğu ölçüde, körlemesine cesur olduğu ölçüde bir kahramanlıktır. Gözler kapalı sorumluluk altına girilir. Eylemin başdöndürücülüğü, bir uyuşturucu gibi, kaygıyı unutturur.

Fransa’nın Ortaokul Öğrenimi Direktörü’nün hazırladığı metne, Savaş Bakanı’nın, bütün duvarlara astığı afiş uygun düşer. Okumuşsunuzdur: “Gençler, gelecek, biz nasıl olmasını istiyorsak öyle olacak; o, şunu yapacak olanlara ait olacak: cesaret eden kazanır; kendi çapında, tutkuyla, cesaretle bir rol oynamak istiyor musun? Sömürge paraşütçülerinin kırmızı beresini giy! Zafer! Savaş!”

Böylece, Milli Eğitim Bakanı kendi görevinin gereğini yaparak trajik hümanizm’in felsefi ilkelerini formüle etti. Savaş Bakanı, bundan “savaş” için pratik uygulama çıkardı.

Bu bakanlardan hiçbiri bu hümanizmi keşfetmedi. Uzun zamandan beri o, havadaydı, –aslında kapitalist sistemin genel krizinden beri, bakanlık genelgesinde okunduğu gibi, “sosyal organizasyonumuzun temelleri, çağımızın olayları tarafından sarsıldığından veya sarsılmış göründüğünden beri…” Gide, Lafcadio’yu keşfetti. Claudel, Güney’in Paylaşılması’nı ve Camus, l’Home Révolté’yi yazdı. Trajik Hümanizm’in formüle edilmesine gelince, bu, Malraux’nun işidir. Milli Eğitim Bakanı haklıdır: trajik hümanizm, bu çağdan ve bu dünyadan ortaya çıktı. Bakanlar da dahil, kimse şunu inkar etmeyecektir: trajik hümanizm anlayışı toplumumuzun üstyapısı içine girer.

Ve şimdi dünyayı değiştirelim. Stalin’in kitabına dönelim.

STALİN TARZI ÖRNEK DERS

İvry Günleri’ni açarken, François Billoux, komünist entelektüellere, “bilimsel kesinliğin toprağı üzerine kararlı bir şekilde yerleşmeyi”, Stalin örneğine borçlu olduklarını söylüyordu. Ben, sosyalist hümanizmin Stalinci ortaya konuşunun daha çok hayran olunacak kesin bilimsel model olup olmadığını bilmiyorum.

Bir kez daha, bilimin yasalarını “insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşen nesnel süreçlerin yansıması olarak” tanımlayan şu temel cümleyi düşünelim. Bir fikir turu yapan Stalin açıklar: “bu yasalar, keşfedilebilebilir, bilinebilir, araştırılabilir, kendi eylemlerimizde hesaba katılabilir ve toplumun çıkarına yararlanılabilir; fakat, bunlar değiştirilemez ve ortadan kaldırılamaz.” O ısrar eder: doğa yasaları kadar, toplumun gelişme yasaları da bu özelliği gösterir. Marx, önceden Kapital’de, ekonomik gelişme yasalarının, evi başına yıkıldığı esnada herhangi bir insanın hissettiği yerçekimi yasasıyla aynı biçimde işlediğini söylememiş miydi?

Durum böyle olunca, ne olursa olsun, gerçeğe karşı biz hiçbir şey yapamayız. Bu, bizim güçsüz olduğumuz anlamına mı gelir? Tamamen tersi. Eğer bu zorunlulukları bilmezsek; eğer nesnel sürecin hangi yasalara göre gerçekleşmekte olduğunu bilmezsek; eğer eylemimiz gece karanlığında gerçekleşirse, biz ister istemez güçsüz oluruz. Bu durumda, eylemimiz yasalara çarpar çarpmaz, insiyatifimiz başarısızlığa uğrar. Fakat, toplumsal yasalar bir kez bilindiğinde, insan eylemi yararlı olur. “Toplumun yararına kullanılabilir, bazı yasaların yıkıcı etkileri başka yöne çevrilebilir, bunların etkisi sınırlanabilir, kendine bir yol açması için diğer yasalara açık bir alan bırakılabilir.” İnsanların doğa üzerinde iktidar iddia etmeleri de aynı şekilde olmuyor mu? Bir baraj inşa ederken, insanlar, ne bilimin yasalarını değiştirir, ne de ortadan kaldırırlar. Onlar bu yasaları kendi yararlarına göre kullanırlar. Şeylerin zorunluluğunun bilgisi, insan eylemine olanak sağlar. Bilinen zorunluluk, özgürlüğün kapısını açar.

Nesnel yasaları tanımayı reddetmek, tutuklu kalmak, insanı güçsüzlüğe mahkum etmek anlamına gelir. Tutuklu, her zaman hümanizm ve özgürlük konusunda gevezelik yapabilir, ama bununla özgür olamaz. Özgürlük ve gerçek hümanizm en başta, gerçeği olduğu gibi tanımamızı gerektirir. Kapitalist toplumdaki sahte insan bilimlerinin yapmaya eğilim gösterdiği gibi, nesnel yasaları inkar etmek, demek ki; gerçekte, Marksizm tarafından açıklandığı gibi, insan özgürlüğünü de inkar etmektir.

Ortaya koyduğu yolda Stalin’i izleyelim. Sosyalist ekonomi, yasalara tabidir. Hangi yasalar? İşte temel yasa: “yüksek teknik bir temel üzerinde, toplumsal üretimin kesintiye uğramaksızın gelişmesi ve mükemmelleşmesi yoluyla tüm toplumun durmaksızın artan maddi ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamayı güvence altına almak.”

İnsan bir soyutlama değildir. O, hayali bir dünyada ilerlemez. Mutluluk hayali, sadece moral bir anlayış değildir, iktidar fikri, kendi başına ne daha mutlu eder, ne daha namuslu, ne de daha güçlü kılar. Sosyalizmin amacı olan, durmaksızın artan maddi ve kültürel ihtiyaçların karşılanması, sadece zihinde üretilen bir görüş değildir. O, insanın insan tarafından sömürülmesine son veren bir rejimin doğasından ortaya çıkar. Öyleyse, sosyalist hümanizm, sosyalizmin nesnel bir zorunluluğudur.

Ve işte, komünizme doğru ilerleyişinde gelecek şöyle çizilir. Daha açıkçası, komünizme geçiş şunu gerektirir:

Toplumun bütün mensuplarına fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin bütün alanlarda gelişmesini sağlayacak toplumsal ve kültürel bir gelişme sağlamak gerekir ki; toplum üyeleri, toplumsal gelişmenin faal yapıcıları olabilecek biçimde yeterli eğitim alabilsinler, özgürlük içinde bir meslek seçebilsinler ve mevcut işbölümü uyarınca bütün yaşamları süresince tek bir mesleğe perçinlenmiş kalmasınlar.”

Zihinsel yaşam, varoluşun maddi koşullarından ayrılmaz. Stalin, işgününü altı saate, daha sonra beş saate indirmek gerekirdi, der. Evlerin daha rahat ve daha güzel olması gerekir; gerçek ücretleri yükseltmek gerekir, zorunlu politeknik eğitimini organize etmek gerekir…

Sosyalist hümanizmin çehresi böyledir.

Gene de savaşın teorisyenlerine dönmek gerekir.

O halde, insan kişiliğinin hayranlık verici bir şekilde zenginleşmesi, her şahsın eğitimi sosyalizmin zorunlu bir sonucu ve ürünüdür; onlar, karşımıza kelimelerle çıkarlar: hümanizm, özgürlük, insan kişiliği… bu arada, kendileri de, bilinmeyen ve macerayla coşarlar. Çelişkilerinin göze batarcasına ortada olduğunun farkında değiller mi? Onlar şunu söylüyor: hümanizm ve ekliyorlar: trajik. Onlar, güzel hümanizm sözünü böylece gıcırdatıp seslendirirken; bu söz, sosyalist toplumda bir gerçeklik haline gelerek bilimsel anlamına kavuştu.

Hümanizm fikrini ve sözünü çarpıtan ve bozan aynı Bakan, açıkça, doğumların artması nedeniyle, itiraf edilmiş nedeni okul binalarının yetersizliği ve öğretmen sayısının azlığı olan bir eğitim reformu öneriyor. Bir eğitim reformu hangi işlevle hazırlanır! İki rejimin mantığı. Birisinde, insan ihtiyaçları yön verir. Diğerinde, yıkıcı bir sömürgeci savaş, eğitimi dumura uğratır.

SSCB’de, mecburi politeknik eğitimi gündemdedir. Burada, Bakan’ın projesi, orta eğitimin sağduyuya aykırı bir şekilde parçalara ayrılması, zamanı gelmemiş bir uzmanlaşma, genel kültüre kapanan en başta yararcı bir eğitim öngörüyor. Bu proje, bir Amerikan modelidir. Luce Langevin’in İvry günlerinde hatırlattığı gibi, ABD’de orta öğrenim, beşyüz farklı konuya sahiptir! Ve her okulda, öğrenci, en az yirmibeş disiplin arasında seçim yapabilir. Taklit edilmek istenen bu zoraki uzmanlaştırma, hümanizm midir?

“Bilinmeyen”, “macera”, “kavga”, hümanizm bu mudur? İdealizmin, savaş ve fetihleri teorize eden ve Amerikan emperyalizminin kültürümüz üzerinde de yayılan gölgesi sahte bilimlerin –jeopolitik, Malthusçuluk– işgaliyle zavallı hale gelen bilim; hayır, hümanizm bu değildir; bu, bir rejimin diş gıcırdatıcı can çekişme halidir.

Gerçek bilim, dünyanın gerçekliğini tanıttığı için, ölmekte olan bir sınıfın zoraki korkusu haline geldi. Buna karşılık, işçi sınıfı, ideolojik bir araç olarak bilime ihtiyaç duyar. Bunu, François Billoux İvry’de şöyle ilan ediyordu; “İşçi sınıfı, kendi kurtuluşu için mücadele ederken, bilimin gelişmesi için de mücadele eder.


** La Nouvelle Critique, bütün metinleri ve konuşmaları içeren 368 sayfalık özel bir sayı yayınladı –Nisan-Mayıs 1953–. Bu, gerekli ve önemli bir döküman.

* extra-scientifique

* Amerikan jeopolitiği konusunda, J. Semionov’un “Le Komünist’de –No:21– yayınlanan araştımasında ortaya konan çarpıcı dökümanlar okunabilir. Fransızca tercümesi: Etudees et dokuments théoriques –Librairie de la Renaissance française, Paris. –Y.N.

* Nouvelle Critique yayınlarına bakınız: Question scientifique. I Physique –II Biyoloji –III Chimie.

Çin efsanesi ve gerçekler

Çin, Deng Siao Ping döneminde ve sonrasında gerçekleştirdiği reformlar sürecinde dünya piyasasına açılarak, kendine bir yer edinmiştir. 2001 Kasımı’nda DTÖ’ne girişiyle hızlanan Çin’in büyüyen ekonomik büyüklükleri; özellikle de ihracat artışı, büyük ülkeler karşışında verdiği ticari fazla (bu yıl kırılan rekorla, 102 milyar dolar olarak açıklandı) ve ülkesine çektiği yabancı sermaye miktarı göz korkuttu. Kimileri Çin’in bir dünya devi, bir süper güç olduğunu, kimileri de yakın gelecekte ABD’nin yerini alacak‚ ‘tırnağını bileyen ejderha’ olduğunu söyleyerek birçok spekülasyon yapmakta.

Çin, gelinen yerde, 1.3 milyarlık nüfusu ve yüksek büyüme oranlarıyla ile büyük emperyalist güçlerin gözünü korkutan ülke olmayı sürdürüyor. 2004 yılına oranla, 2005’ te düşükte olsa, %9.9 ‘luk oranla büyüyen ve 2.26 trilyon dolarlık ulusal hasılası olan Çin, dünyanın 5. büyük ekonomisi oldu. 2006 yılındaysa, %8 ‘lik büyüme oranı ve cari kurla 2.24 trilyon dolarlık, satınalma gücü paritesiyle(1) ise 9.48 trilyon dolarlık ulusal hasıla elde edeceği ve kişi başına 1700 dolarlık ulusal gelire ulaşacağı tahminleri yapılan Çin; ucuz işgücündeki avantajına güvenmektedir.

Ülkenin doğu kıyılarını emperyalist tekellerin üretim üssü olan serbest bölgelere dönüştüren ve Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) girdikten sonra kamu işletmelerini daha hızlı şekilde yabancı sermayeye açan Çin, tekellerin kârlarına aracılık ederek ve ucuz işgücü pazarlayarak, kalkınma ve büyük emperyalist güçler arasına yerleşme hesapları yapıyor. Bölge ülkeleri ile kurduğu ekonomik ilişkileri basamak yaparak, dostluk bağlarını geliştiriyor, komşularıyla geçmişten kalan sınır anlaşmazlıklarını barışçıl olarak çözüp, aşmaya çalışıyor. Bunları yaparken de, içte, güçlü militarist devlet aygıtını ve sözde Maocu komünist çizgiyi izlediğini iddia ettiği Ç’K’P aygıtını; halkın tepkisini yatıştırmak, eylemlerini dizginlemek, gerektiğinde amansızca bastırmak ve ucuz emek cenneti olmayı sürdürebilmek için kullanıyor.

Görüntünün ardında yatanın ne olduğunu anlayabilmek ve gelecek öngörülerinde bulunabilmek için; öncelikle Çin’in bazı rakamsal büyüklüklerinin analizine ihtiyaç vardır. Bu yazıda, olanaklar ölçüsünde yapılmaya çalışılacak olan budur. Bu yazıda kullandığımız ve özel olarak belirtilmeyen kaynak ve veriler; genel olarak Çin’in resmi kitlesel yayını olan Halkın Günlüğü (Peoples Daily) gazetesinden den alınmıştır.

ÇİN’İ DÜNYA EKONOMİSİNDE ÖNE ÇIKARTAN İKİ ÖNEMLİ ETKEN: YABANCI SERMAYE VE UCUZ İŞGÜCÜ

Çin’in büyüme hızına ivme kazandıran ihracat artışının arka planında yatan olgular nelerdir? Bunların en başında, Çin’in ülkeye çektiği yabancı sermaye ve yabancı sermayenin de ucuz işgücü cenneti olan ve adına ‘serbest bölge’ denen ‘dikensiz gül bahçeleri’ne davet edilmesi gelmektedir.

Güneyde Şanghay, Tianjin, Beijing (Pekin), Hong Kong’un karşısına düşen Pearl Nehri deltasında ve ulaşımı kolay olan Çin’in doğu sahillerinde 13 noktada yoğunlaşmış bulunan 845 serbest bölge (Bu, 2001 itibariyle dünyadaki serbest bölgelerin % 60’ına tekabül etmektedir); yabancı sermayenin özellikle aktığı bir üretim üssüne dönüşmüştür. Avrupa ve dünya pazarlarına giden malların çoğunun çıkış noktası buralardır. Yine bu bölge, Çin’de yapılan üretimin %57’sini karşılamaktadır (merkez bölgeler %26’sını, batı bölgesi ise %17’sini üretmektedir).

Çin’e yabancı sermaye girişi 2000’li yıllarda arttı. 15 yıl önce Çin; Japonya hariç, doğu Asya bölgesine giden yatırımların %20’sini çekmekteydi. 1996-2000 yılları arasında Çin’e giren yabancı sermaye miktarı 42,7 milyar dolar iken, günümüzde sadece bir yılda giren miktar, bu rakamı aşmıştır. Artık Japonya hariç bölgeye giden yabancı sermayenin %80’i Çin’e akmaktadır. Akışın doğrudan Batı’dan mı geldiği, yoksa Asya’nın eski Kaplanları’nın bazı sektörlerinin (Bu ülkelerdeki sektör yatırımlarının önemli bölümü yine ağırlıklı olarak Batı sermayesine aittir.) Çin’e kaymasından mı ileri geldiği tartışılabilir, ama görünen bir gerçek var ki, o da, finans-kapitalin doğrudan sermaye yatırımlarının Çin’e akışı yoğundur. Geçtiğimiz aylarda yapılan Birleşmiş Milletler Ticaret ve Gelişme Konferansı’nda, çokuluslu şirketlerin %87’si, Çin’i, halen dünyada iş yapılacak yerler arasında en çekici yer olarak sınıflandırdı.( Bkz.Tablo-1)

2001 yılı itibariyle, Çin’e giren doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının (dünyadaki toplam sermaye yatırımı olan 69.191 milyar dolar içindeki payı % 50 dir) ülkelere göre dağılımına göz atarsak; ABD 7.5 milyar dolarla ilk sırayı alırken, Japonya 5.4, Almanya 1.2, Fransa 0.6, Rusya 0.4 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. 2000-2001 yılları arasında Çin’e giren yabancı sermayenin %60’ı‚ sanayileşen diğer Asya Kaplanları üzerinden (Hong Kong, Güney Kore, Singapur, Tayvan) ve Japonya’dan gelmiştir. Bu akış, sermayenin, yaşadığı krizi aşmanın ana yöntemi olarak, işgücünün daha ucuz olduğu Çin’i tercih etmesinden ileri gelmektedir. Çin’e giren sermayenin sadece %20’si, doğrudan ABD ve AB kaynaklıdır. Aslında ticaretin yönünde de benzer bir değişim gözlenmekte, yani Çin’e gelen sermayenin aramalı gereksinimini de peşinden çekmesi nedeniyle, Çin, bu, kriz içindeki eskinin ‘Asya Kaplanları’ndan yaptığı ithalatı arttırdı. Ama ihracatı, ABD ve Avrupa’ya daha çok yöneldi. Çünkü bu arada ‘Kaplanlar’ın Batı’daki pazar payları da doğal olarak Çin’e kaydı.

Bununla birlikte, geçtiğimiz yılın Ekim ayında, Çin Ticaret Bakanlığı’nın bildirdiğine göre, Çin’e giren yabancı sermayede göreli olarak düşüş başladı. Yabancı sermaye girişi, 2005 yılının ilk dokuz ayı içinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre, %21.1 düştü. Daha önceki yıllar, yatırımlar en az iki kat artış gösteriyordu. 2003 yılında, SARS paniği yaşanmasına rağmen, 1.3 kat artmıştı. 2004’teki artış oranı da, 2003’ten %13.3 daha fazlaydı. 2004 yılı itibariyle ülkede birikmiş yabancı sermaye toplamı ise, 562 milyar dolar olarak açıklandı.

Aslında yabancı sermayenin bu yatırımlardan ne kazandığı ve Çin’e kalanın ne olduğunun da irdelenmesi gerekir. Ayrıntılı rakamlar olmamakla birlikte, genel olarak Çin’in ihracat ve yabancı sermaye gelirleri toplamı, ulusal gelirinin % 40’nı oluşturmaktadır. Bu, ulusal gelir toplamı içindeki yabancı sermayenin götürdüğü kâr hakkında bir ölçü olabilir. Aslında nereden geldiği bir tarafa, gelenin uluslararası şirketler olduğu düşünüldüğünde (ki, farklı sektörlerde dünyanın en büyük 500 tekelinden 450 tanesi Çin’de aktif faaliyet içindedir); yabancı sermayenin belli bir egemenliğinden de sözedilebilir.

Nitekim, 2000 yılı itibariyle, doğrudan yabancı sermaye stoku, GSYİH’nın (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) %32.3’ü düzeyine ulaşmıştır. (Bkz. Dünya Bankası Yatırım Raporu 2002.) 2005 yılında bu oran, GSYİH’nın %46.3’ü düzeyine ulaştı.

Sermayenin buradaki sömürü oranı çok yüksektir, ve bu, doğal olarak, dünya tekellerinin ortalama kâr oranlarını artıran önemli bir etkendir. Çin’in dış ticaretine konu olan mallar genellikle emek-yoğundur ve ithal konusu olanlar, hammaddeler ve yarı-mamul maddelerdir. (Bkz. Tablo-2) İhraç ürünleri de, yine, emek-yoğun bir süreçten geçmektedir. Bu nedenle, dış ticaretteki emek payı % 50 kadardır. Çin, yüksek teknolojili ürünleri pahalıya alıp, emek-yoğun ürünlerini ucuza satmaktadır. Otomativ ihracatında bu durum daha görünür olmaktadır. Çin, son açıkladığı 2006 rakamlarına göre, toplam değeri 1.58 milyar dolar olan 172.639 oto ihraç etmiş, buna karşın, toplam değeri 5.2 milyar dolar olan 161.608 oto ithalatı yapmıştır. Bu yıl, ilk kez, otomativ ticaretinde, miktar olarak iharacattan gelen 11.031 adet fazlalık görünüyor. Ama yine de, satın aldıkları yüksek teknolojili otomobil olduğundan, 4.42 milyar dolar açık vermekten kurtulamıyor. Genel anlamda ise, ticari fazla olarak açıklananların içinde, özellikle şirketlerin kâr payı bulunmaktadır. Görünen; değer akışının, Çin’den büyük emperyalist ülkelere doğru olduğudur.

Dünya Bankası; “Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girişinden itibaren, bu işleyişin Çin’e %34’lük bir ek büyüme getireceğini, 2005 yılına dek üyeliğin Çin’e 83 milyar , dünyanın büyük devletlerine ise, 340 milyar dolarlık kazanç getireceğini” hesapladı. Dünya Bankası’nın 1997 yılı raporu, ‘Mukayeseli ticari üstünlüğün’, sermaye yatırımının tetiklediği mal ithalat ve ihracatıyla oluşan haksız değer akışı ve emek sömürüsü yoluyla Çin’i nasıl yağmaladığını; ibretle göstermektedir. 2005 yılına kadar bu yağmadan en çok yararlanan ülkeler, Japonya, Güney Kore, AB gibi sanayi malı ihraçatçısı ülkeler oldu. Bundan sonra da onların olacağı görülmektedir.

Rakamsal olarak da, Çin’in DTÖ üyeliğinin sonuçları görülmeye başlandı.1979 yılında, sadece 177 milyar dolarlık GSMH ile, dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi olan Çin, 2004 yılında, 1.7 trilyon dolarlık GSMH ile, dünyanın ilk beş büyük ekonomisi arasına girdi. Çin’in gayri safi yurt içi hasılasının dünya hasılası içindeki payı ise, giderek artış gösteriyor. Aslında, kendi tüketimininden daha çok, dünya için bir üretim üssü olan Çin’in bu göstergesinin, yine satınalma gücü paritesine göre, 2006’da, dünya hasılasının %15.2’si düzeyinde olacağı sanılıyor.

2002 yılında, karşılaştırılmalı olarak ülkelerin dünya ticaretinden aldıkları paylar; ABD %10.4, Almanya %9.2, Japonya 6.4, Çin %5.8, Hindistan %2.5 şeklinde gerçekleşti. (Bkz. Tablo-3a ve 3b) Halihazırda Çin ihracatını, Japonya, ABD ve AB ülkeleriyle; ithalatını ise, ASEAN ülkeleri ile gerçekleştirmektedir.

Ucuz işgücünü karşılama, geldiği ülkedeki emek maliyetinin görece yüksekliğinden kaçarak, kâr oranlarını artırma peşinde koşan, –rekabet koşullarında birikimi dolayısıyla– varlığı buna bağlı olan sermaye, emek sömürüsüyle elde ettiği kârların önemli bölümünü, kendi ‘anavatanı’na götürmektedir. Aslında, ayrıntılı hesaplamalarda da ortaya çıkacak olan; Çin’in ülke olarak kazanmadığı, ama üst tabakadan bazı Çinlilerin, ortaklıklar yoluyla, bu yağmadan pay kaptığıdır.

Birleşmiş Milletler Dünya Yatırımlar Raporu’nda, 2000 yılında, Çin’in ihracatının yarısının yabancı yatırımların üretimi olduğu, daha önce de açıklanmıştı.

Çin’e giren yabancı sermayenin yarattığı net döviz miktarının, bu yatırımlar sonucunda elde edilen kârların transferinden daha az olduğu da söylenmektedir. Örneğin 2000 yılında, Çin’de, yabancı sermaye 25 milyar dolar para kazanıyor, ama 2 milyarlık bir net ihracat fazlası yaratıyor. 25 milyarın yarısını tekrar Çin’e yatırıyor, 10 milyar doları, ülkelerine transfer ediyor. Çark bu şekilde dönüyor, ve kâr transferi, küçük olsa da (8-9 milyar dolar ) açığa neden oluyor.

Çin’in dış borçları, 2005 itibariyle, GSYİH’sının %28.8’i düzeyindedir. Resmi devlet borçları 242 milyar dolara ulaşmıştır.

Şanghay’daki Çin-Avrupa Uluslararası İşletme Yüksek Okulu Dekanı Rolf Cremer; “Çin’in ihracatının %60’ını ithal mallar oluşturuyor, dolayısıyla Çin’in ‘milli ihracatı’ diyebileceğimiz oran, %20 ile %30 arasındadır. Aslında, bu da, Çin’in ihraç ettiği işgücüdür.” saptamasını yapıyor.(2)

Peki durumun böyle olduğunu Çin yetkilileri bilmiyor mu? Elbette biliyor, ama onlar, ucuz işgücü avantajını sürgit kullanamayacaklarını da bildiklerinden; dev uluslararası firmalarla rekabet ve ülkenin kalkınması için, ileri teknolojiyle ürettikleri mallara ‘uluslararası bir marka’ vurmaya hazırlanıyor ve bunu ‘kendi tarzlarında’ yaratmaya çalışıyorlar.

Aslında Çin’in, 2005 itibariyle, Fortune Dergisi’nin her yıl açıkladığı 500 büyük dünya firması listesinde 11 adet ‘uluslararsı firması’ vardır, ama bunların en büyükleri, iç piyasaya hakim olan petrol sektöründeki devlet tekelleridir. Son yıllarda PC ve laptop üretiminde dünya üçüncüsü olarak atak yapan Lenovo adlı, merkezi New York’ta bulunan Çin’li firmanın gelişim yolu ise, tipiktir. O, IBM adlı ABD tekelinin PC üretimiyle ilgili kolunda çalışan Çin’de görevli 11 bilgisayar mühendisinin ayrılıp kendi firmalarını kurmalarıyla doğdu ve belli bir gelişmeden sonra, IBM’in PC üretimiyle ilgili kendisinden üç kat büyük olan birimini satın alıp adeta yeniden kurularak, uluslararası bir markaya dönüştü. Şimdi 19.000 kişi çalıştıran şirkette, Çin menşeli eski şirketin % 42.5 payı bulunurken, IBM’in % 10.2 ve TPG, Genaral Atlantic ve Newbridge Capital’in %10.2 ve kamuya ait %33.9 hisse payı vardır. 2008 Çin Olimpiyatları’nın sponsoru olan ve Çin kompüter piyasasının üçte birine hakim olan bu firma, yılda 13 milyar dolar kazanmaktadır. Lenovo adı, Latinceden türetilen melez bir kavram olup, ‘yeni efsane’ anlamına gelmektedir. Ayrıca Lenovo dışında, Çin’in uluslararası ölçekte üne sahip, ama geniş olarak ele almayacağımız başka firmaları da var: Televizyon imalatında TCL, çelik imalatında Baosteel, beyaz eşyada Haier, iletişim ekipmanı dalında Huawei ve en iri Çin şirketleri olarak, petrol alanındaki PetroChina, Sinopec ve CNOOC’nin adı anılmalıdır. Aliminyum üretiminde Chalco ve kömür üretiminde de Yanzhau Coal sayılmalıdır. Otomobil yapımında Sanghai Automotive Industry Corp. (SAIC) ve oto parçaları yapımında Wanxiang, Çin’in dünya klasmanına giren 11 şirketi arasındadır.

DTÖ’ne giriş, özelleştirmelerin hız kazanması, Çin’i “serbest piyasa kapitalizmi” yolunda ilerletmiş olmasına karşın, Batılı emperyalistler halen, bankacılık, savunma ve enerji alanlarının devlet tekelinde olmasından yakınmaktalar. Ama onları umutlandıran, Çin’in ileri teknolojiye olan ihtiyacıdır. Çin’in, ‘yeni efsane’ler yaratırken, firma satın alma, ortaklaşma ve satmalarında gözettiği unsur, teknoloji alımı olmaktadır. Nitekim geçen Ekim ayında, şimdiye kadar özelleştirilmeyen makine yapım sektöründeki bir firmanın yabancı sermayeye satılışı, bu umudu besleyen bir faktör oldu. Batılı Carlye şirketi, mobil vinç makinaları yapımıyla uğraşan Çin şirketi Xugong’un % 85 hissesini satın aldı. Ünlü İsviçre Bankası UBS, geçtiğimiz yıl sonunda Beijing Securities’in hisselerinin %20’sini satın alırken, Çin Demiryolu Bakanı ise, tüm yerel demiryolu hatlarını yabancı işletmelere vermeye hazır olduklarını açıkladı. Çin Petrol Şirketi CNOOC’nin Başkanı Fu Cheng Yu da , “hükümetin, firmasının hisselerini %70 azaltma konusu üzerinde düşündüğünü” bildirdi. Ayrıca, yabancı bira firmaları olan Anheuser-Busch ve Heineken’ın Çin’in 8. büyük bira firması olan Fuijin Sedrin Brewery’in hisselerini satın almak için görüşme halinde oldukları, Çin’den gelen haberler arasında.

Carlyle, hareketli vinç dalında, uluslararası bir marka olabilmek için şimdi yüksek teknoloji firmalarıyla görüşüyor. Bir süre sonra, Çin, bu alanda başka bir firma adıyla uluslararası piyasaya girerse, şaşırmamak gerekiyor. Çünkü Çin, birçok alanda kendine yönelik konan teknolojik ambargo ve yasakları; ortaklıklar yoluyla delmekte, kısa sürede yeni teknolojiyi taklit ederek, kendi firma ve markasını kurmaktadır. Çin kapitalizminin izlediği bu yolu, Batılılar ‘teknoloji hırsızlığı’(3) olarak nitelemekte, Çin’in bazı ürünleri orjinalinden daha kaliteli üretmesi, onların gözlerini korkutmaktadır.

Çin’in ulusal gelirin yaratılmasını, sektörler bazında ele aldığımızda, tarım sektörünün yerine sanayinin geçtiği ve Çin’in bir sanayi ülkesine dönüştüğü söylenebilir. Ama ülke nüfusunun 900 milyonunun kırlarda yaşadığı ve iç tüketimden ancak %30 pay alabildiği de ayrı bir gerçektir. Burada sanayi ülkesi olmaktan kasıt, ulusal gelire büyük katkının sanayi kesiminden yapıldığı anlamındadır. Çin’in, 2005’in son günlerinde revize ettiği rakamlarda, hizmet sektörünün ekonomideki payı da öncekine oranla yüksek çıktı. Bu değişiklik, küçük üretimin hesaplamaya dahil edilmesi ve Yuan’ın revelüasyonu gözetilerek yapıldı. Böylece ulusal gelirin yaratılmasında hizmet sektörünün aldığı pay, daha önce %32 iken, şimdi %41’e çıkmış oldu. Son duruma göre, ulusal pastadan sektörlerin aldığı pay şöyle: Sanayi %46, Tarım %13, Hizmetler %41.

Son açıklanan 2005 rakamları içinde, ihracat, %28.4 artışla, 762 milyar dolar olurken, Çin’in 2004 yılına göre ticari fazlası rekor düzeyde yükseldi. 102 milyar dolarlık ticaret fazlası, 2004 yılına göre, %219 artmıştır. Yabancı yatırımlar, görece düşerken, işşizlik oranı aynı kalmıştır. (Resmi olarak %4.2)

ÇİN YETKİLİLERİ, İŞÇİ VE KÖYLÜ EYLEMLERİNDEN KAYGILANIYOR

Dünya Ticaret Örgütü’ne giriş sonrası daha da artan işsizlik, köyden şehire artan göç, ücretlerin düşüklüğü, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi, konut sorunu, iş ve maden kazalarına karşı önlem alınmayışı, emekli maaşlarının tam ödenmeyişi, parti sorumlulularının karıştığı artan rüşvet olayları, bölgeler ve kişiler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinden kaynaklanan ve tuzu kuru zengin tabakaya duyulan sınıfsal öfkeyi kabartmaktadır.

Gelir Araştırma Enstitüsü Başkanı Su Hainan’a göre, kırsal kesimde yıllık ortalama gelir 355 doları ancak buluyor. Aslında, tarımsal nüfusun 900 milyon olduğu düşünüldüğünde, yoksulluğun boyutu ortaya çıkmaktadır. Şehirlerde bu rakam üç katına çıkıyor. 26 milyon kişinin geliri ise, yılda 80 doları ancak buluyor. Kırsal kesimin yıllık geliri yılda %4-5 artarken, şehirlilerinki, ülke büyüme hızıyla orantılı olarak, %8-9 olarak artmaktadır. Yine, ülkenin en zengin %10’luk kesimi, toplam servetin %45’ine el koyarken, en yoksul %10’luk kesim ise, sadece %1.4’ünü alabilmektedir. En zengin kesim ile en yoksul kesim arasındaki gelir uçurumu, en az 40 kata ulaşmış durumdadır.

2001-2002 yılları arasında Çin’de işşizlik düzeyi, 1949 devriminden önceki düzeye ulaşmıştı. Çin, her yıl kırsal alandan kopup şehre akan on milyonlarca işsiz üreten bir ülkedir. Son yıllarda sayıları 150 milyona çıkan, şehirlerde ikametlerine izin verilmeyen ve kırla şehir arasında mekik dokuyan bir göçmen işçi kitlesi de unutulmamalıdır. Aslında son on yıldır işçi ücretlerindeki reel artış oranı %1’ler düzeyindeydi. Ama Yuan’ın revelüe edilmesi sonrasında, Çin, tüm rakamlarını geriye yönelik revize etmeye başladı. Çin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 0cak 2006’da açıkladığına göre, 10. Beş Yıllık Kalkınma Dönemi olan 2001-2005 yıllarındaki yıllık ortalama işçi ücretleri, %12.6 yükselerek, 18.000 Yuan (2.250 ABD Doları ) oldu.Yani bu hesaba göre, Çin’deki işçi ücretleri, aylık olarak, dolar bazında 186 ‘ya çıkmış oldu.

Çin’in gelişme halinde bir orta sınıfı bulunmakla birlikte, bu, geniş değildir ve Çin yönetiminin hedeflediğinin gerisindedir. Hedeflenen 400-500 milyonluk ‘güçlü orta sınıf’ henüz yaratılamamıştır. 2002 Martında yayınlanan Devlet İstatistik Bürosu raporunda, şehir nüfusunun üçte birinden, yani 12 milyondan azının hane halkı gelirinin 60 bin dolar ya da üzerinde olduğu saptanmıştı. Araba, ev, TV, bilgisayar ve diğer tüketim malları alabilen ve tatil yapabilen bu kesim, çok küçük bir azınlıktır, nüfusun %1 ‘inden daha azına tekabül etmektedir. İç pazarın büyüklüğü ve açlığına paralel olarak, tüketim kapasitesi gelişkin bir orta tabaka, ileri teknoloji ürünlerinin tüketilmesi ve yeni üretimi tahrik için elbette zorunludur. Parti merkez yöneticileri, şimdi kolları sıvayarak; “ikibin yıllık tarım vergisini tasfiye etmek”, “kişisel gelir vergisine tabi olan alt kesimler yararına vergiye tabi olma sınırını yeniden belirlemek”, “yoksul kesimler için parasız eğitimi kurumsallaştırmak”, “vergi kaçaklarını önlemede bankaların denetiminden yararlanmak”, “emekli maaşlarını zamanında ve tam ödemek” vb. türünden iç talebi canlandırıcı reformlar üzerinde yoğunlaşmış görünmektedir. Bu bağlamda Çin yönetimi, Şubat ayı başında, 11. Beş Yıllık Plan dönemi içinde ‘Sosyalist Çin kırını inşa etmeyi’ acil hedef olarak belirlediğini açıkladı.

Tüm bunlara karşın, bir takım basın yayın organlarında araba satışlarının Çin’de rakamsal olarak arttığı ve halk bisikletten kurtularak taksiye kurulduğu söyleniyor. Gerçek böyle değildir. Çin’de araba satışları özellikle son iki yıldır artıyor. 2004’te 5 milyon araba satılmış (ki, bunların en az yarısı içeride satılmış olup, bunların da çoğu, ticari kamyon ve otobüs satışlarıdır) ve Çin, dünyanın 3. büyük araba pazarı olmuş. (ABD 17 milyon satışla birinci, Japonya 5-9 milyon satışla ikinci olmuş. –Bkz. Economist, Haziran 2005) Ama kişi başına araba sahipliğine ilişkin oran, Çin’de çok düşüktür. ABD’de bu oran binde 600 iken, Çin’de binde 7’dir. Çin’deki özel arabaların sayısı halen 10 milyon kadar olup, bu, ABD’de 1930 büyük bunalımı sırasındaki miktar kadardır. Çin’deki araba firmalarının ve Çin hükümetinin her türlü teşvikine karşın, artış, şimdilik bu kadardır ve ‘tuzu kuruların pazarı’ doydukça, göreli olarak düşmektedir.(4)

Gelir dağılımı bozukluğu ve bunun giderilmemesi, protestoları teşvik etmektedir. Geçen Haziran ayında Çin’in en doğu ucundaki Anhui kasabasında zengin bir işadamının, yoksul bir bisikletliye çarptığı trafik kazasından sonra başlayan tartışma; giderek binlerce kişinin katıldığı ayaklanmaya dönüştü. Bu türden öfkeli çıkışlar, zengin kişilerin ÇKP bürokrasisi içinde de temsil olanağı bulmasından ötürü, öncelikle yerel parti önderliklerini, ama dolaylı olarak da genel parti otoritesini sarsmaktadır.

ÇKP, 16. MK 5. Plenumu, 2005 Ekiminde, ‘Şehir ve kırsal alanların, işçiler ve çiftçilerin, Doğu-Batı bölgelerinin kollektif yoksulluk içine atıldığına, en zengin eyaletler ile en yoksul eyaletler arasındaki kişi başına ulusal gelir farklılığının 10 kata ulaştığına ve bu farkın kişisel bazda çok daha fazla olduğuna’ dikkat çekti.

İşin gerçeği, bazı kesimleri zengin etme ve gelir dengesizliği yaratma; Ç’K’P’nin tercih ettiği, ‘Kedinin renginin değil tuttuğu farenin önemli olduğunu’ ileri sürerek, bilinçli olarak uyguladığı resmi politikasının ürünüydü. Deng Xiaoping ; “Zengin ve yoksul arasında gelir uçurumu sorunu, özellikle büyütülecek ve bu yüzyılın sonunda Çin modern refah düzeyine ulaştığı zaman çözülecektir. Zengin olan tabaka ilkin reformların motor gücü olarak çalışacak, açıklık ve reformların meyvesini de ilk onlar tadacaktır.” demişti.

Çin Akademisi’nden bir araştırmacı, Sun Liping, geçen yılın (2005) ilk on ayı içerisinde, 337 şehir ve 1955 ilçede meydana gelen ve katılımı 100 kişiden fazla olan yürüyüşlerin toplamını hesaplamaya çalıştı. Buna göre, hergün köylerde 90-160, şehirlerde 120-150 arasında gösteri olmaktadır. Bu ise, 2005 yılı için, en az, 135.780 gösteri ve 13.5 milyon gösterici anlamına gelmektedir. Bu resmi istatistikleri doğru kabul etsek bile, gösterilerin birçoğu, binlerce kişinin katıldığı eylemlerdir ve 100 kişiyi bulmayan gösteriler de buna ilave edildiğinde, rakamlar, burada belirtilenden kesinlikle birkaç kat daha yüksek çıkacaktır.

Gösterilerin bugün itibariyle birbirinden yalıtık ve kendiliğinden olduğu, ama sınıfsal temelde gelişme eğilimi taşıdığı söylenebilir. Özellikle köylerdeki yoksul ve hoşnutsuz kesimin, şehirdeki proletarya ile birleşmesi ve bunların da, Çin’in büyüme oranlarının düşmesi (örneğin yüzde dokuzlardan altılara inmesi) koşullarında, durumu sarsılan şehir küçük bujuvazisiyle kaynaşması tehlikeli olacak, eylemler Çinli yetkililerin başını ağrıtacak ve partinin kontrolünden çıkabilecektir. Elbetteki bu durumda, Çin’in gelişmesinden rahatsız olan güçlerin dış manüplasyonları da olabilecektir. Çinli yöneticiler, durumun vahametini görüp, ‘kırmızı alarm’ öncesi durum olan ‘sarı alarm’a boş yere geçmedi.

Güvenlik birimlerinin hantal yapısını gidermek için, Zhou’nun komutasında ‘özel polis’ kurulmuştu. Bunlar, terör ve şiddet olaylarını ele alıp çözecek tarzda‚ “küçük saldırı birlikleri” olarak organize edildi. Dış karışmaları kontrol amacıyla, Rusya’dan sonra, Çin de, önlemler almaya başladı. Medya ve internet denetlenmekte ve adına ‘Sivil Toplum Örgütü’ denen Batı kaynaklı ve muhaliflerin örgütlenip beslendiği, maaşa bağlandığı derneklere verilen izinler soruşturulmaktadır. Yeni başvuruda bulunan uluslararası örgütlerin tescil işlemleri ise durdurulmuştur.

ABD ÇİN’İN EKONOMİK GÜCÜNÜ STRATEJİK HESAPLARLA ABARTIYOR

Çin’in, özellikle Avrupa ve ABD ile olan ticaretinde ortaya çıkan ticari fazla eleştirilere neden olmakta, Çin’in karşısında ‘ulusal koruma’ duvarları yükseltilmektedir. Çin mallarına kota getiriliyor, Çin’in parasının değerini düşük tutarak ihracatı teşvik etmesi eleştiriliyor ve yuan’ın revelüe edilmesi (değerinin artırılması) isteniyordu. Yuan’ın değerinin, geçtiğimiz Temmuz ayında, ABD doları karşısında %2.11 (1 dolar = 8.11) artırılması ve son yapılan görüşmelerden sonra, kısmi anlaşma sonucu, sorun zamana bırakılmış gibidir.

Fakat, Çin’e yönelik Batı kaynaklı kaygı ve eleştiriler, salt ekonomik nedenli değildir. Onun askeri harcamalarını artırması (halen ABD’nin dörtte biri kadardır), elektronik ve uzay teknolojisine yaptığı yatırımlar ve bağımsız bilimsel teknoloji geliştirme çabaları, enerji kaynakları elde etmeye ve depolamaya olan eğilimi ve satınalma şeklindeki yatırımları, ŞİÖ ile olan ilişkileri, Rusya ile ortak askeri tabikatlar düzenlemesi ve gelişen ilşkileri, ASEAN ve Japonya ile geliştirdiği ilişkiler, Tayvan konusundaki hassasiyeti gözleri korkutmaktadır. Özellikle ABD, bugün olmasa da gelecek açısından, Çin’i potansiyel bir tehlike olarak gördüğünden, ‘önleyici savaş’ doktrini gereği olarak, kendisine yeni bir rota çizmiştir. ABD, 11 Eylül sonrası, Ortadoğu ve Asya’daki tüm hamlelerinde Çin ve Rusya’yı gözeten ve kuşatan bir yol ve eylem haritasına sahiptir. Bu nedenle, en başta Çin’in bugünkü rakamsal büyüklüklerinin abartılmasında, onun gelecekte süper güç olacağına dair saptamalar yapılmasında, ABD kaynaklı ‘Thik Tank’lerin payı görmezden gelinmemelidir.

ABD, Çin’i “sorunlu ülkelerle enerji antlaşmaları yapmakla” ya da “dünya petrolünün önemli bölümünü tüketmekle” suçluyor. ABD, adeta, “Enerji yollarını ve kaynaklarını sadece ben kontrol ederim, gerekirse işgal ederim, sakın suyumu bulandırma” demek istiyor. Bu amaçla, Çin’i tehdit olarak gören ve gösteren tespitler yapıyor ve yaygınlaştırıyor.

Çin’in dünya petrolünün çoğunu emdiği görüşü, kuşkusuz, objektif değildir. Dünya enerji tüketimi, bu yıl sonu rakamlarıyla (milyon ton olarak) şöyledir: Kuzey Amerika 3.079, Batı Almanya 1.615, Japonya 557, Asya 2.738, gelişme halindeki ülkeler 1.172, Latin Amerika 562, Ortadoğu ve Afrika 364.

Aslında Çin, şu an, Japonya ve ABD’den sonra, dünyanın en çok petrol ithal eden 3. ülkesi durumunda. Aynı zamanda dünyanın 6. büyük petrol üreticisi olan Çin, yine de, ülkesinin artan petrol ihtiyacını karşılayabilmek için, petrolde ithalata eli mahkum bir ülkedir. Stratejik ve askeri bir zenginlik olarak da görülen petrolün rezerv bölgeleri ve taşıma güzergahlarındaki ABD ablukasından ötürü, savaş esnasında enerji nakil yollarının birkaç haftalık tıkanması bile, Çin’i hayli kaygılandırmaktadır.

Çin, kritik dönemlerde en az birkaç ayı sorunsuz atlatabilecek, ekonomik ve askeri çarkını çevirebilecek petrolü, şimdiden sahilden uzak güvenli noktalarda depolayarak çözüm aramakta. Bunun yanısıra, Rusya ile yaptığı boru hattı antlaşmalarıyla ve dünyanın her tarafında petrol ve doğal gaz rezervleri satın alarak, kaynaklarını güçlendirme yoluna gidiyor. İran, Venezuella, Gabon, Cezayir, Angola ve Mısır’da petrol kaynaklarına yatırım yapan Çin, son olarak, Afrika’da, Nijerya sahillerindeki petrol ve doğal gaz yataklarına da 3 milyar dolarlık yatırım yaptı. Birkaç hafta önce, Suudi Arabistan’la, içeriği açıklanmayan, geniş boyutlu yeni bir petrol antlaşması imzaladı. Ayrıca, Çin’in devlet şirketinin, ABD’de petrol şirketi olan UNOCAL’ı satın almak istemesi, ABD’nin bunu engelleme çabaları anımsanmalıdır. Özetle Çin, 11 Eylül sonrası, çok yönlü, ama kendine yeterli bir petrol stratejisi uygulamaya koymuş durumdadır.

Çin’in, yukarıda değindiğimiz ABD’nin spekulatif saldırılarına yanıtı ne olmaktadır?

Çin, “petrol tüketiminin %60’nın iç üretimi olduğunu, enerji tüketiminin %68’ini kömürden, %23’ünü petrolden yaptığını ve bunun dünya ortalaması olan %40’tan daha az olduğunu söylemektedir. Çin, ayrıca, “ABD, Japonya, Almanya, Kuzey Kore, Çin gibi fazla enerji tüketen ülkelerin hep birlikte petrol fiyatlarının artmasına katkı yaptıklarını, terörist eylem korkusunun acil durum stokunu teşvik ettiğini, bunun petrol fiyatını %10-15 arttırdığını belirtmektedir.

Çin, ek olarak, BP’nin 2005 yılı enerji istatsitiklerini kaynak göstererek; “Çin’in 2004 yılında dünya petrolünün %8’i olan 310 milyon ton petrol tükettiğini, ABD’nin tüketiminin ise Çin’den üç kat fazla, dünya tüketiminin dörtte biri olduğunu; yine ABD’nin Çin’den dört kat daha fazla, 590 milyon ton petrol ithal ettiğini, Çin ithalatının ise dünya toplamının %6’sı olan 149 milyon ton olduğunu ileri sürmektedir.

Çin’in, diğer büyük emperyalist güçler gibi, güçlü ve kendi ayaklarının üzerinde durabilen bir güç olmadığı, kendi ulusal tekelleri ve markalarıyla dünya ekonomisine kafa tutamadığı açıktır.(5) Ve Çin, son dönem durumunun farkında olup, “Japonya demenin Sonny ve Toyata markaları demek anlamına geldiği görüşüne atıf yapmakta, “güçlü ve kendilerine ait dünya markaları yaratmaktan bahsetmektedir. Ayrıca, onun ‘ekonomik gücü’nün içeriğinin, emperyalist büyük devletler gibi olmadığı, kendi iç pazarı doyurmak ve yaşatmak için dış sermaye yatırımlarına ve ileri teknolojiye olan gereksinimine, sermaye ihracı yaptığı alanların darlığına (özellikle petrol kuyularına yapıyor) ve bunun toplam miktarına bakarak da görmek mümkündür.

Çin, sermaye ihraç etmektedir, fakat miktarı düşüktür. Örneğin 2005 Kasımı itibariyle, Çin’in ABD’deki sözleşmeli yatırım miktarı 11.89 milyar dolarken, ABD’nin Çin’e şimdiye kadar yaptığı yatırımların miktarı ise, 10 kat fazlasıyla, 110.5 milyar dolara ulaşmıştır. Toplam sermaye ihracı, 1991 yılında 3 milyar dolar iken, bu, 2002 sonu itibariyle sıçrama göstererek, 35 milyar dolara çıktı. 2004 yılında ise, Çin, 3 milyar 600 milyon dolarlık dış yatırım yaptı.

Ama uluslararası doğrudan yatırımların 2003 yılında 653 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde, Çin’in bundaki payının, dünya toplamının binde sekizi, Amerika’nınkinin binde beşi, Japonya’nınkinin yüzde biri düzeyinde olduğu; Britanya ve Fransız emperyalizminin 19. yy’daki düzeyine ancak ulaştığı görülmektedir. Toplam dış sermaye yatırımlarının dünya toplamı içideki payı ise, % yarımdan daha azdır.

Çin, bunların yanında, dış ticaret fazlalarını, döviz rezervi olarak, %70’ini de USD cinsinden tutmaktadır. Geçtiğimiz günlerde, Çin Halk Bankası’nın (ki, Çin Merkez Bankası işlevi görüyor) bidirdiğine göre, Çin’in elindeki döviz rezervleri, %34.3 yükselerek, 819.9 milyar dolar oldu. Çin, rezervlerinin önemli bölümüyle, ABD devlet tahvili almaktadır. Tahvil satın almanın karşıya borç verme anlamına geldiği düşünüldüğünde; Çin, ABD’ye yüklü miktarda (en az 300 milyar dolar) borç vermiş konumdadır.

Çin Devlet Döviz İdaresi, bu yılın Ocak ayı başında, “Ellerindeki döviz rezervlerinin çeşitlendirilerek güçlendirilmesine” vurgu yaptı. Çin’in elindeki rezerv parayı, başka döviz cinsine çevirmesi, ABD devlet tahvili almaktan vazgeçmesi ya da bir bölümünü satması durumunda; ABD dolarının ve Devlet tahvillerinin fiyatının düşeceği, ABD’nin borçlanmada daha yüksek faiz ödeyeceği açıktır. Doların ani düştüğü bir durumda, Çin ekonomisi de, dünya ekonomisi de sarsıntı yaşayacaktır.

Tüm bu verilerin ışığında, ABD’nin Çin’e yönelik endişeleri ve spekülatif iddialarından beslenen ‘Çin’in süper güç olduğu’ tespiti sorgulandığında, söylenebilecek olan nedir?

Süper güç olmak, herşeyden önce ekonomik, askeri ve siyasi güç olmak anlamına gelir. Çin ekonomisine ilişkin, yakın dönemdeki ekonomik veriler aktarıldı. Şimdi de, Economist 2006 Ajandası’ndaki uzak dönem tahminlerine bakalım: (Tablo-4A)

Economist İntelligent Unit’in son rakamlar üzerinden yaptığı gelecek öngörülerine göre, diğer ülkelerin de aynı bütünlük içinde kaldığı varsayımıyla;

2026 yılında, Çin, dünyanın en büyük ekonomisi olacak. 2026 yılında ABD, ticaretten ve yatırımlardan elde ettiği kârları, anavatanına döndürmesi açısından dünyanın bir numarası olarak kalacak. Çin, Japonya’yı rahatlıkla geçecek. Ama ekonomik büyüklükleri karşılaştırmada önemli bir yöntem olarak görülen satın alma gücü paritesiyle, Çin, 2017 yılında ABD’yi yakalayıp geçecek. 2026’da, Hindistan, 3. büyük ekonomik güç haline gelecek. ABD’nin ardından Hindistan ve Japonya geliyor. Hindistan, yaşlanmış Çin’den daha hızlı büyüyen bir güç oluyor. Avrupa, göreli olarak alt sıralara kayıyor. (AB’deki 25 ülkenin ulusal hasılası, 2006’da, dünya hasılasının %26’sını üretmekten %24’ünü üretir konuma düşecek.)(Bkz.Tablo-4B)

Herşey bugünkü gelişme ivmesi ile gittiğinde, durum böyle olabilecekmiş. Çin’in belli bir ekonomik büyüklüğü her zaman oldu, Ortaçağ’da da dünya üretiminin %30’nu karşılıyordu. Her dönem dünyanın önemli devletleri arasında sayıldı. Bundan sonra da, en büyük ekonomi olabilir, güçlü bir devlet olarak da kalabilir. Ama nüfus baskısı altında olan bu ekonomide, genel refah ve kalkınma düzeyi, kişi başına düşen ulusal gelir düşük oldüğu gibi, diğer handikaplar da büyük olmaktadır. Gelişmiş ülkeleri refah yönünden yakalaması, bu nedenle, uzun vadeli bir olasılık olarak görülmelidir. Bu konuda son yapılan Davos zirvesinde, DTÖ Şanghay Danışma Enstitüsü’den Feng Yun; “Sadece rakamlara bakmanın yanıltıcı olduğunu söyleyerek, Bizde 200 milyon insan günde 1 Euro’dan daha az bir parayla geçiniyor. Çinli bir köylü yılda 300 Euro kazanıyor. Bununla tüm ailesine bakmak zorunda. 2014’te ABD’ yi ulusal gelirde geçsek de, kişi başı gelir ve refahta onların gerisinde olacağız. Rakamlar birşey ifade etmiyor.” dedi.(6)

Gelişmişliğin önemli bir göstrgesi olarak kabul gören kişi başına elektrik tüketimi açısından, Çin, dünyanın gelişmekte olan ülkelerinin bazılarının, örneğin Türkiye’nin bile gerisindedir. Ve bu, onun, dünya ekonomileri içinde nasıl bir ‘büyüklük’ olduğunun somut bir göstergesidir. (Bkz. Tablo 5)

Askeri açıdan bakıldığında, Çin’in büyük bir ordusu var ve modernleştiriliyor, teknolojik donanımı artırılıyor. Ama bu ordu, çoğu personel harcamalarına giden, ABD’den dört kez küçük askeri bütçesiyle, halen dünyada 3. sırada bulunuyor. Siyasi olarak, bölge gücü olarak, dünya platformlarında dikkate alınıyor, ama bu platformlarda, tek başına bir ağırlık koymaktan uzaktır, ancak Rusya, AB ve ŞİÖ ile yakınlaştığı ve ortaklaştığı ölçüde, ABD karşısında bir güç olabiliyor.

SONUÇ

Çin’in bugünden görülen durumu, bölgesel güçlerden biri olduğu ve bunu sürdürebilme potansiyeli taşıdığıdır. Süper güç olduğu ya da olmaya sıçradığı doğru değildir. Bu, elbette ileriki yıllarda Çin’in ‘süper güç‘ olmaya sıçrama ihtimalini dışlamamaktadır. Ama şimdilik görünen, ‘süper’lik için, Çin’in avantajlarından daha çok, dezavantajları olduğudur.

Çin’in ‘süper’ lig şampiyonluğuna gittiğine dair sunulan “en” büyük rakamlar, aynı zamanda onun gelişmesinin süper “engelleri” konumundadır. Büyüklükler, her an Çin’in ayağına dolanma potansiyeli taşımaktadır.

Dış manüplasyon ve karışmaları yoksaysak bile, uzak bir gelecekte ‘süper güç’ olabilirliği; herşeyden önce, dünya kapitalizminin sancısız (krizsiz) gelişmesine; rakiplerinin gerileyerek, ona bu şansı tanımasına, Çin’in bugünkü içsel sorunlarını acısız çözmesine, işçileri sıkı kontrol altında tutmayı sürgit becerebilme yeteneğine ve tüm bunları büyüme oranlarını düşürmeden yapmasına bağlıdır. Bugünden tümü sıralanamayacak birçok etkenin, onun şimdiki konumunu bile zorlayacağı açıkken (7); ‘süper güç’ olduğu ya da olabileceği yönlü saptamalar, kehanet olmaktan öteye geçmemektedir.

Tüm bunlardan çıkan sonuç; Çin’in, ABD karşısında ya da onun yerini alan bir süper güç olmadığı, şu anda bölgesinde önemli bir güç olmaya çalıştığı ve yakın dönemde de, ABD karşısında, ancak bir güçler koalisyonuyla etkili olabileceği ve Çin’in de buna oynadığıdır.

Dipnotlar:

(1) Satınalma gücü paritesi: İki para birimi arasındaki doviz kuru oranının iki ülkede görece farklı fiyatlardaki mal ve hizmetlere göre belirlenmesidir. Örneğin, ABD’de 10 dolar 10 şişe su alıyorken, Türkiyede 50 şişe alabilir. Bu durumda, doların Türkiye’deki satınalma gücü 5 kat fazladır. Bu nedenle, bir ülkenin mal ve hizmetler toplamının ya da kişi başına gelirinin ülke fiyatlarının, uluslararası döviz kuruna -dolar- çevrilmesiyle elde edilen rakam ile, doların o ülkedeki ulusal paraya çevrilmesiyle aldığı miktar, yani satınalma gücü, her ülkede farklı olur.

(2) 29-10-2005 tarihli Deutsche Welle’den (“Çin’de ekonomi hızlı, mevzuat yavaş”)

(3) Çin, manyetik hızlı tren yapacağını duyurmasıyla, daha önce Şanghay’da hızlı manyetik tren yapan Alman firmaları Siemens ve Thyssen Krupp, yeni rakpilerinden kaygılanmaya başlarken, Almanya Dış Ticaret Odası yetkilisi Steffi Schmidt ise, ’Çin, Batı teknolojisini çalmaktan sakınmayan ve marka sahtekarlığıyla milyarca dolarlık zarara yolaçan bir ülke olarak ün saldı’ açıklamasını yaptı.

(4) Çin Hükümeti, bankacılık sisteminde krizi bile göze alarak, araba alımları için kredi teşvikleri yaptı. Çin, 1.8 milyon km. ile dünyanın 3. büyük otoyol kapasitesine sahiptir ve yeni otobanlar yaparak, 2020’de yollarını iki katına çıkarmayı planlıyor. Çin, 2 aylık ve 70 saatlik kurslarla araba ehliyeti veriyor ve bunun sonucu olarak, trafik kazalarında dünya rekorunu ve olüm oranı yüksekliğinde şampiyonluğu elinde tutuyor. Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre, Çin’de hergün, trafik kazaları nedeniyle 680 kişi ölüyor, 45.000 kişi yaralanıyor. Ayrıca araba tekelleri, satışı artırmak için, Çin’deki iklim değişikliğine göre imalat yaptıkları gibi, dünya piyasalarına göre ‘ucuz’ olan 5.000 dolardan araba satışı yapıyorlar. Buna rağmen, araba sektörüne birçok firmanın yığılmasından ve rekabetten ötürü ısınan sektörde, kar oranları düşüşe geçtiğinden, Wolkswagen, 2006-2008 arasındaki yatırım planlarında %40 indirime gittiğini açıkladı.

(5) Dünyada cirosu en güçlü 200 işletmeden 187’si, 13 emperyalist ülkede bulunuyor (2003): ABD’de 77, Japonya’da 28, Almanya ve Fransa’da 20’şer, İngiltere’de 16 (ek olarak, 2 tane İngiliz-Hollanda firması), Hollanda’da 7, İsviçre’de 6, İtalya’da 5, İspanya’da 3, Norveç’te 2, Finlandiya, Lüxemburg ve Belçika’da da 1’er tane bulunuyor. Sadece 13 büyük işletmenin merkezi, geri kalmış ya da “gelişmekte” olan ülkelerde bulunuyor. Bunlar içerisinde 4 işletmeye G. Kore ev sahipliği yapıyor. Geri kalanlar içerisinde, bir istisna dışındakiler, devletlere ait petrol işletmelerinden oluşuyor. (Meksika’daki Pemex, Venezüela’daki PDVSA ve Malazya’daki Petronas gibi) 200’ler grubunda, sadece 2 Çin petrol tekeli bulunuyor. Bunlardan Sinopec 53. ve Çin Ulusal Petroleum 73. sırada. Çok daha büyük cirolara sahip Batılı petrol tekelleri 100.000 ya da daha az işçi çalıştırırken, Sinopec’te 854.000 ve Çin Ulusal Petroleum’da ise l milyondan daha fazla işçi çalışıyor. Batıdaki üretkenlik ve aynı şekilde rekabet gücü çok daha yüksek. Borsa değeri en yüksek 1200 tekelin ülkelere/bölgelere dağılımına gözattığımızda, yaklaşık %50’si ABD’de, %30’u AB’de, %10’u Japonya’da. Yani, borsa değeri en yüksek 1200 tekelin %90’ı, bu üç bölgede toplanmış durumda. Büyükler arasında İsviçre’ye düşen pay %3 iken, Çin’in payı sadece %1,5. Söz konusu 1200 büyük tekel içerisinde petrol ve gaz tekelleri belirleyici durumda.

(6)27.01.2006 tarihli Deutsche Welle’den Astrid Freyeisen’in haberinden.

(7) Gerçekten de başta ABD ve Batılı güçler, Çin’i bir krize ve kargaşaya sürükleyerek, rejimi değiştirme ve ülkeyi tam yağmalama olanaklarına sahiptirler. Ancak, otorite olarak, şimdiki yönetimin yerine ne koyacaklarını bulabilmiş değiller. Ekonomilerin bu denli birbirine bağlı olduğu bu süreçte, kargaşa sonucu oluşması muhtemel bir enkazın altında kalmaktan korkuyorlar.



Tablo-1

Çin’e doğrudan yabancı sermaye yatırımları (Milyar dolar olarak)

Tablo-2

Çin ihracat ve ithalatının dağılımı (2002)

Oran olarak %

İhracat

İthalat

Makine, elektr., donanım

35,6

42,3

Tekstil

17,8

5,9

İleri teknoloji ürünleri

24,7(2003)

28,9(2003)

Tarımsal ürünler

1,4

0,9

 

 

 

(Kaynak: Çin DİE, 2003)

Tablo- 3a

Ülkelerin karşılaştırmalı bazı ekonomik büyüklükleri (2002 )

ABD

Japonya

Almanya

Çin

Hindistan

GSYİH (Ulusal gelir- Milyar dolar olarak)

10.446

3.973

1.994

1.266

502

Kişibaşına GSYİH (Dolar)

36.406

31.270

24.211

974

480

Kişibaşına satınalma gücü paritesiyle gelir

36.406

26.739

26.663

6.033

2.620

Tüketici fiyat enflasyonu %

1.6

-0.9

1.4

-0.8

4.3

Cari işlemler dengesi

-480.9

112.5

46.6

35.4

4.7

Cari işlemler dengesinin ulusal gelirdeki payı (%)

-4.6

2.8

2.3

2.8

0.9

Mal ihracatı (Milyar dolar)

681.9

395.6

615.0

325.7

52.7

Mal ithalatı (Milyar dolar)

1.1165

301..8

492.8

281.5

65.2

Tablo-3b

Ülkelerin dünya üretimi ve mal ve hizmet ihracatındaki payları (% olarak)

Ülkeler

Dünya hasılasındaki payları

Dünya ihracatındaki payları

ABD

20.9

10.4

Avrupa alanı

15.3

31.1

Japonya

6.9

5.7

Çin

13.2

5.9

Hindistan

5.9

1.0

Diğer gelişmiş ekonomiler

11.6

24.6

Gelişmekte olan ekonomiler

26.2

21.3

(Kaynak: Economist, Haziran 2005)

Tablo-4a

Satınalma gücü paritesiyle dünya toplam hasılasından ülkelerin aldığı pay (% olarak)

Tablo-4b

Dünya toplam hasılasından resmi dolar kuru üzerinden ülkelerin aldığı pay (% olarak)

Tablo-5

Bazı ülkelerin kişi başına elektrik tüketimi

Ülkeler

Kişi başına elektrik tüketimi (KwH)

ABD

12.364

İSVİÇRE

7.458

JAPONYA

7.427

ALMANYA

6.192

RUSYA

5.658

TÜRKİYE

2.014

ÇİN

1.825

(Tablo, 2004-2005 yıllarında bazı ülke nüfuslarının elektrik tüketimlerine oranlanmasıyla elde edilmiştir ve yaklaşık büyüklükleri yansıtmaktadır. -C.E)

‘Beyinleri kazanma’savaşı

Amerikan emperyalizminin, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından, ana muharebe sahası olarak Ortadoğu’nun öne çıktığı “terörle mücadele” savaşı hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bu saldırının önemli bir ayağının propaganda olduğu da birçok kez vurgulandı. Başta George W. Bush olmak üzere, Amerikan yönetiminin en seçkin temsilcileri, onun hizmetindeki yazar-analist takımı, “kalpleri ve beyinleri kazanma”nın önemini defalarca vurguladılar. Buna göre, ABD, savaşı sadece askeri veya siyasi alan ile sınırlarsa kaybetmeye mahkûmdu; en önemli cephelerden biri ideolojik cepheydi. Bu cephede hedef, “Müslüman halkların kalp ve beyinlerini ABD’ye kazanmak” olarak formüle edildi.

New York Times, Washington Post gibi etkili Amerikan gazetelerinin seçkin yazarları, son 5 yıldır, mesailerinin önemli bir bölümünü “ılımlı İslam’ın nasıl yaratılabileceği”ne harcıyorlar. “Ilımlı İslam” ile kastedilen; kapitalizme (piyasa ekonomisine) uyumlu, aynı zamanda ABD’ye “sıcak bakan” bir İslam’dır. Ülkemizde bu yöndeki girişimlerin “popüler” örneklerini; “kadınların başı açık namaz kılıp kılamayacağı” meselesinden “İslam Kalvinistleri yaratmak” tartışmasına, oradan Fethullah Gülen’e yakın çevrelerin başını çektiği “Kur’an’ın (İncil’den alıntılarla) yeniden yazılmasına” dek görebiliyoruz.

Bütün bunların “Ilımlı İslam yaratarak Müslümanların kalp ve beyinlerini kazanmak” adına yapıldığı düşünüldüğünde, karşımıza ciddi bir problem çıkıyor. Soru çok basit: Kur’an’ın “yeniden yazılması” gibi, en hassas dini duyguları “on ikiden vuran” hamleler ile, gerçekten bu hedefe ulaşılabileceği düşünülüyor mu?

Sadece bu da değil; daha doğrusu bu gündemler, büyük resmin çok küçük bir parçasını oluşturmaktadır. Bu “kalp ve beyin” meselesinde son 5 yıla damga vuran gelişmelere bakalım:

– Müslüman Afganistan ve Müslüman Irak, işgal altına alınmıştır. Her iki ülkede, ama özellikle Irak’ta oluk oluk kan akmakta; Irak işgalinin başından bu yana işgalcilerin öldürdüğü insan sayısının 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Dahası, çeşitli karanlık provokasyonlar, Şii ve Sünni Araplar arasındaki gerilimi tırmandırmış, “iç savaş” tahminleri giderek daha yüksek sesle yapılır olmuştur.

– Bir Batılı ülke, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez açıkça toplama kampları kurmuştur: Afganistan’daki Bagram cezaevinden Küba topraklarındaki Guantanamo kampına ve nerede olduğu bilinmeyen “gizli işkencehaneler”e kadar, bu kamplarda 10 bin civarında esir tutulduğu tahmin ediliyor.

– 2001’den bu yana, ABD başta olmak üzere, Batı ülkelerinden fiilen veya resmen sınır dışı edilen insan sayısı da onbinleri bulmaktadır. Bu insanların kanıtlanmış hiçbir suçu yoktur; birçoğunun sadece Müslüman olduğu için bu muameleye uğradıkları, apaçıktır.

– Irak’tan dünyaya yansıyan korkunç işkence görüntülerine, toplama kamplarından her nasılsa kurtulmuş olanların dehşet verici anlatımları eklenmekte, CIA’nın işkence seferlerine dair kanıtların ardından, ismi dahi açıklanmayan onlarca “hayalet tutsak”ın varlığına dair ipuçları ortaya çıkmaktadır.

– Amerikalı, İtalyan veya Danimarkalı şu ya da bu yetkili, aklına estiği zaman İslam dinini “terör dini”, İslam peygamberini “sapık peygamber” olarak niteleyecek kadar pervasızlaşmış, mensupları yüz milyonları bulan bir inanca yönelik hakaretler, son karikatür meselesinde görüldüğü gibi, açık provokasyon boyutlarına tırmanmıştır.

– Suriye ve İran gibi “düşman” ilan edilen ülkelerin etrafındaki çember giderek daralmaktadır: İki ülkeye yönelik askeri saldırı ve işgal tehditleri, artık günlük rutin haber haline gelmiştir.

İsrail işgal rejimi, ABD’nin gözetim ve denetimi altında Filistin halkına yönelik terörünü aynı dönemde olağanüstü boyutlara tırmandırmıştır. Resmi güçleri eliyle yürüttüğü ve olağanlaştırdığı terörüyle yetinmeyen İsrail, 1967’den bu yana ilk kez, Filistin topraklarından bir parçayı daha ilhak etmeye hazırlanmaktadır: Batı Şeria’nın önemli bir bölümünün, Gazze Şeridi’nin boşaltılması karşılığında İsrail topraklarına katılacağına dair planlar, yaklaşık 1 yıldır medyaya yansımaktadır.

Bütün bunların, ABD ve müttefiklerinin “kalp ve beyinleri” kazanmasına değil, olsa olsa Müslüman halkların onlara karşı nefretini güçlendirmeye yarayacağı, apaçık ortada.

Elbette, açık terörist yöntemlere başvurmak zorunda kalan Amerikan emperyalizminin, attığı her adımda daha fazla batağa saplandığı ortadadır; bütün bu gelişmeler, bataklığın boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Dahası, tarih hiçbir zaman egemenlerin “planları”na uygun bir biçimde ilerlemez; iş planları uygulamaya geldiğinde çok başka faktörler devreye girer ve “plan”ın ne ölçüde uygulanabileceği, karşıt sınıflar ve rakip güçler arasındaki mücadele tarafından belirlenir. Özellikle günümüz dünyasında emperyalist sistem, yama tutmaz bir bohçayı andırmaktadır; sistemin bir tarafı yamanırken, diğer tarafı açılmaktadır.

Ama bu gerçek dahi, Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçilerinin “bile bile lades” demesini açıklamıyor. Kuşkusuz tekelci kapitalist yağmacılığı örtmek üzere piyasaya sürülen “medeniyetler çatışması” konseptinin ilk salvolarından olan “Haçlı seferi” söyleminden peygamber karikatürlerine dek provokatif yaklaşım ve tutumların, İsrail’in her saldırı ve katliamına, bırakın göstermelik bir kınamayı, güle oynaya onay vermenin, insan bilincini uyuşturacak ölçüde rezil işkence fotoğraflarını üstüste etrafa saçmanın açıklaması, bu değil.

Öyleyse “kalp ve beyinleri kazanma” hedefine başka bir açıdan bakmak gerekiyor.

‘MÜSLÜMAN’ ÖCÜSÜ

Kopenhag’dan Samarra’ya, radikal İslamcılar atağa geçti. Tahran’dan Şam’a dek diktatörler, Ortadoğu’da tekrar galebe çalmaya çalışıyor. Moskova’dan Pekin’e dek, liberal demokrasinin düşmanları, ABD’yi zayıflatmaya çalışıyor. Dünya çapında, terör ve tiranlık kuvvetleri dövüşmekte. Bu meydan okumaya karşılık verebilecek miyiz?

Bu belli değil. ABD ve Avrupa’da birçok liberal, liberalizm düşmanlığına karşı savaşmak, hatta kendilerini savunmak cesaretini uzun zaman önce yitirdi. Şimdi, muhafazakâr hareketin bazı kesimleri de onlara katılıyor. Açık bir medeniyetler savaşı karşısında onlar mevzilerini geriye çekiyor, eğilip bükülüyor, dünyanın büyük bölümlerinin cehenneme gitmesine izin veriyor ve sadece, o cehennemin yüzümüzde patlamamasını umuyor. Marshal Wittmann’ın dediği gibi, cihadi bir saldırının ortasındayız. Irak’taki El Askeriye Türbesi’nin bombalanması, Batı’ya karşı yürütülen dünya çapında cihadi saldırının yeni bir göstergesidir. Karikatür cihadından Hamas zaferine, İran’ın nükleer silah edinme çabasından El Kaide’nin Irak’ta iç savaş çıkarma gayretine kadar, düşmanımız inisiyatifi eline alıyor… Batı’nın öncüsü, Bush yönetimidir. Eğer Batı tereddüt içindeyse, bunun sebebi Bush yönetiminin tereddüt içinde görünüyor olmasıdır.” (William Kristol, Weekly Standard, 28 Şubat-6 Mart 2006)

Bu uzun alıntıyı yapmamızın nedeni, gelişmelere bir de “Garp cephesi”nden bakmaya duyulan ihtiyaç. Amerikan neomuhafazakâr hareketinin önde gelen ideologlarından William Kristol, son aylarını bu tip “korkutucu” yazılara ayırıyor. Kristol’un hedefinin; ABD ve Batı halklarını Bush yönetiminin saldırganlığına “kazanmak”, Bush yönetimini de “daha gözükara davranma”ya sevketmek olduğu açık; bunu sağlamak için, “cihad” öcüsünden medeniyetler çatışması fikrine kadar, eline ne gelirse kullanıyor.

Kristol ve diğerlerine göre savaş, “Batı medeniyetini koruma” savaşıdır. Peki kime karşı?

Bu sorunun yanıtını da, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice versin. Geçtiğimiz Aralık ayında Avrupa’yı turlayan Rice, Almanya’da, CIA işkence seferlerinin yarattığı kamuoyu baskısını üzerinden atmak için, “Avrupa ile aynı gemideyiz” diyordu. Böylece, “savaş”ın başlangıcından bu yana, ilk kez, “savaşın tarafları” en yetkili ağızdan ilan edilmiş oldu. Amerikalı bakan, “insanlığın teröre karşı aynı gemide olduğunu” söylemedi. “Hıristiyanlarla Müslümanların teröre karşı aynı gemide olduğunu” da. O, “Avrupa ve ABD’nin aynı gemide” olduğunu söylüyor, böylece dünyanın geri kalanını “gemi dışında” bırakarak, neredeyse “düşman” ilan ediyordu!

Hatırlanacak olursa, Kristol da, Bush yönetimini “Batı’nın öncüsü” olarak tanımlamıştı, “medeni dünyanın” veya “insanlığın öncüsü” olarak değil. Gerçi Rice’ın sözleri, işgal ettiği mevki nedeniyle, bu faşist ideoloğun ifşaatlarından çok daha önemlidir!

FAŞİZMİN GİRDİĞİ SON KILIK

Bu makale yazılırken Pakistan gibi ülkeler dışında kısmen hafiflemiş görünen “karikatür krizi”nin, fazla dikkat çekmeyen bazı yönlerine de değinelim. Kriz, ABD emperyalizmi ve Danimarka gibi “işbirlikçi” rejimler ile uluslararası medya tarafından, başından beri, “Batı dünyası ile İslam dünyasının karşı karşıya gelmesi” biçiminde sunuldu. Ama sadece bu değil. Sarah Joseph, şu dikkat çekici saptamayı yapıyor:

Muharebe başladı: Aşırı dinciliğe karşı düşünce özgürlüğü. Hatlar böyle çizildi, veya bize böyle söyleniyor. Öyle görünmektedir ki, faşizm adındaki o büyük kılık-değiştiren, ‘ifade özgürlüğü’ kılıfına girmiş durumdadır. (The Guardian, 3 Şubat 2006)

Joseph’in vurguladığı gibi, “muharebenin safları”, Batılı halkların “kalp ve yüreğinde”, “ifade özgürlüğü aşırı dincilere karşı” olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekten de, İslam dini ve emperyalizmin boyunduruğundaki Müslüman halkların yaşamak zorunda kaldıkları hakkında hiçbir şey bilmeyen ortalama Batılı, sorunu böyle değerlendirmektedir: “Birkaç karikatür yüzünden neden elçiliklerimizi yakıyorlar?”

Bu şaşkınlık, Kristol gibi etkili isimler tarafından, “ifade özgürlüğü gibi en temel ‘Batılı’ değerlerin savunulması” adı altında, emperyalist saldırganlığa desteğe dönüştürülmek istenmektedir. Öyle ki, “karikatür krizi”nin ardından, o güne dek işgal ve saldırı politikalarına şu ya da bu biçimde karşı çıkmış olan kimi etkili aydınlar, “Bu kadarı da fazla” demeye başlamışlardır.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından da, “muhalif aydın” cephesinde benzer bir kopuş yaşanmıştı. Eski Troçkist Christopher Hitchens ve İtalyan romancı Oriana Fallaci, bu “kopuş”ın simgeleri haline geldiler. Bugün her ikisi de, neomuhafazakâr, neofaşist yayın organlarında makaleler yazıyor, okurlarını “İslam tehdidi”ne karşı uyarıyorlar!

Hitchens’ın “kopuşu”nun temel nedeni, Irak işgaline karşı çıkmak adına “Saddam Hüseyin gibi bir diktatörün savunulması” idi. Gerçi o, epey uzun zamandır bu konuda bir “muhasebe” yapmaktaydı; NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik saldırısına da, “diktatör Miloseviç’in devrilmesi” ve “mazlum Kosovalıların kurtarılması” adına destek vermişti, yani sicili hiç de temiz değildi. Oriana Fallaci’nin kopuşu ise, daha önce, 11 Eylül saldırılarına karşı duyduğu tepkinin ardından meydana geldi. Ama kuşkusuz onun da başka bir gündemi olabilir. Ağlak romanlar yazmanın getiremediği şöhreti elde etmek gibi!

Karikatür krizi, Batılı aydın çevreler içinde benzer, belki de daha şiddetli bir “kopuş”a yol açabilir. Çünkü bu kez, konu, ne “Saddam gibi bir diktatör”, ne de “11 Eylül dehşeti”dir; aksine, bu kez söz konusu olan, -daha doğrusu söz konusu gösterilen- özellikle dinci gericiliğe karşı verilen mücadeleyle kazanılmış olan ifade ve basın özgürlüğü haklarıdır.

Bush ve Bushçular, emperyalizm bilincinden yoksun, salt “insani” gerekçelerle muhalefet etmekte olan Batılı aydın tipinin bu “yumuşak karnı”nın bilincinde görünüyorlar. Bir örnek daha verelim: “Biz Batı’dakiler, Sokrates ve agora mirasını yansıtan bir dünyaya doğmuşuz… İlerlemeye ve kişisel gelişime inanıyoruz. Farklı perspektifler seli içinde yüzerek, nahoş olgularla yüz yüze gelerek, kavramaya daha da yakınlaşma çabası içindeyiz… Aklımız ilerici ve mantıklı. Sizin aklınız ise, Aydınlanma-öncesi ve mitolojik.. Siz ve biz arasındaki uçurum, ne derin… Bizim sadece farklı fikirlerimiz yok, fikirlerle ilişki kuruşumuz da farklı. (David Brooks, New York Times)

Brooks, “medeniyetler çatışması” tezini daha da derinleştiriyor ve “Batılı aklı”nı “Müslüman aklı” ile karşı karşıya getiriyor.

Bir örnek de ABD Başkanı George W. Bush’tan:

Bazıları bu düşmanı şeytani İslami radikalizm, kimileri militan cihadilik, kimileri ise İslamo-faşizm olarak tanımlıyor… Bu radikalizm formu; İslam’ı şiddet dolu bir siyasi vizyon için kullanıyor… İslami radikalizm, tıpkı komünizm gibi, onu başarısızlığa mahkûm eden içsel çelişkiler içermektedir. Özgürlükten korkarak, insan yaratıcılığına güvenmeyerek, değişimi cezalandırarak ve nüfusun yarısını oluşturan kadınların topluma katkısını sınırlandırarak, bu ideoloji, insani ilerlemeyi mümkün kılan, insan toplumlarını başarıya ulaştıran nitelikleri erozyona uğratmaktadır. Militanların vizyonundaki tek modern unsur, bize karşı kullanmak istedikleri silahlardır. Acımasız vizyonlarının geri kalanı, geçmişin çarpık bir imgesinden ibarettir; ilerleme fikrine karşı bir savaş ilanı. (6 Ekim 2005)

Bush’un bu konuşmasında “içsel çelişki”, “insan yaratıcılığı”, “değişim”, “insani ilerleme” ve “modernite” vurgusu, gerçekten şaşırtıcı! Ne de olsa bu sözcüklerin Bush gibi bir liderin kelime haznesinde olması bile bir mucize niteliğinde.

Konuşmanın vurucu niteliği de burada yatıyor zaten. Bugüne kadar “şeytan”dan, “Tanrı’nın kendisine verdiği rolden” dem vuran, evrim kuramı şahsında bilime ve ilerlemeye savaş açan, en gerici Hıristiyan tarikatlarıyla kucak kucağa olan bu faşist lider, gelinen noktada “insani ilerleme”den, “değişim”den bahsedebilir olmuştur. Kışkırtmaların verdiği sonuç ve Batı halklarında yaratılan bilinç çarpıklığı, bütün insanlığın kazanımı olan kavramların, Bush gibi bir faşistin ideolojik cephaneliğine katılması olmuştur. Bu arada insanlığın ortak birikimi olan bu kavramlar da, ABD emperyalizminin patenti altına alınmaya çalışılmaktadır.

Bush yönetimi, bu yöntemlerle, aslında kendilerinin yarattığı “düşman”a karşı Batı dünyasını arkasına almaya çalışırken, bir şey daha yapıyor: “Mücadele” böylesi bir “medeniyetler çatışması” konsepti üzerine oturtulunca, ister istemez, “karşı taraf”ı da belirler hale geliyor. Dolayısıyla, bu propagandanın diğer bir önemli hedefi, “emperyalizme karşı mücadele”nin “El Kaide tarzı” veya “şeriatçı tarzı”nda yürütüldüğü veya yürütülebileceği yönündeki çarpık algılamayı kuvvetlendirmektir. Ne de olsa, bu karanlık örgütün karanlık eylemlerinin, emperyalizme zarar vermek bir yana, onu daha da güçlendirdiği ortadadır.

EMPERYALİST PROPAGANDANIN HEDEFLERİ

Edward Said, Batı’da çizilen Arap imgesine dair şunları söylüyor: “Sinemada ve televizyonda ise, ya bir şehvet düşkünüdür Arap, ya da kana susamış bir namussuz. Cinselliğe aşırı düşkün bir ahlaksız, hakkını teslim etmek gerekirse zekice, alengirli dümenler çevirmeye muktedir, ama temelde sadist, kalleş, süfli biri olarak çıkar ortaya. Köle taciri, deveci, sarraf, yanardöner bir alçak: Sinemadaki bazı geleneksel Arap rolleridir bunlar. Arap lider, Batılı kahraman ve sarışın kızı hırıltılı sesiyle tehdit ederken görülür sık sık. (…) Haber filmlerinde, haber fotoğraflarında Arap, kalabalıklar halinde gösterilir hep. Hiçbir bireysellik, hiçbir kişisel özellik ya da deneyim yoktur bunlarda. Resimlerin büyük kısmı kitlesel öfkeyi, sefaleti ya da akıldışı (dolayısıyla umutsuzca ayrıksı) jestleri gösterir. Tüm bu imgelerin ardında saklı olan şey, cihad tehdididir. Sonuç: Müslümanların (ya da Arapların) dünyayı ele geçirecekleri korkusu. (Şarkiyatçılık, 1978, Metis Yayınları, 1999, sf. 300)

Karikatür krizi vesilesiyle dünyaya yayılan haber görüntü ve fotoğraflarına ne kadar da benziyor! Aradaki fark, Arap yerine, bu kez Batılı “sokaktaki adam” nezdinde, “düşman” olarak “Müslümanlar”ın geçirilmesidir. Öyleyse, emperyalist saldırganlığın propaganda alanında iki temel hedefi olduğu ortaya çıkmaktadır: Bir yandan Müslüman halkları kışkırtmak, diğer yandan, Batı halklarının en geri duygularına, korkularına hitap ederek onları, bunun bir ‘medeniyetler savaşı’ olduğuna inandırmak ve böylece desteklerini almak.

ABD’nin, Ortadoğu’da aldığı son mevziler itibarıyla, birbirine “Gordiyon düğümü” ile bağladığı hedeflerden ikincisine çok daha büyük önem verdiği görülüyor. Çünkü gelinen noktada; Amerikan emperyalizminin gerçek hedeflerine, yani Ortadoğu ve Kafkasya enerji kaynaklarını denetim altına almak, bu arada Rusya ve Çin gibi rakipleri etkisiz kılarak Avrupalı emperyalistleri daha güçlü bağlarla kendine bağlamak hedeflerine ulaşmak için, “kendi” halkını kazanmak zorunda olduğu aşikardır. Irak işgalinin yarattığı sıkıntılar ortadayken, İran ve Suriye gibi “pürüzler”in üzerine yürünmesi ve bu ülkelerde “rejim

değişikliği”nin tetiklenmesi, ancak “sağlam bir cephe gerisi”nin varlığıyla mümkündür.

Öyleyse, “insanlığın temsilcisi” maskesi altında, aslında insanlığın bütün kazanımlarına açılmış olan bu savaşı püskürtmenin en önemli cephelerinden biri de, ABD ve Avrupa’dır. İşçi sınıfı devrimcileri, Marksistler; “Gordiyon düğümü”nü kesip atabilmek için, bu ülkelerdeki ilerici güçler ve halklarla ilişkilerini güçlendirmeli, enternasyonalist bir mücadele ruhuyla yeniden donanmalı, Batılı işçi ve emekçilerin “kalp ve beyinleri”nin Bushçu gericilik tarafından kazanılmasına izin vermemelidirler.

Unutulmamalıdır ki, “karikatür krizi” benzeri provokasyonların devamı gelecektir ve her yeni provokasyon, zihinlerde “medeniyetler çatışması” fikrini güçlendiren bir rol oynamaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑