Özgürlük Dünyası’nın Mayıs 2006 tarihli 169. sayısında, EMEP-GYK’nın Nisan 2006 toplantısında yapılan değerlendirmeler ışığında kaleme alınan makalenin saptamalarından ilki şöyleydi:
“1-) Bugün Türkiye’nin iç ve dış politikası iki etken tarafından biçimlendirilmektedir. Bunlardan birincisi, ABD’nin İran’a yönelik kuşatması ve GOP’taki amaçları için Türkiye’ye biçtiği rolün ve Türkiye’den isteklerinin belirginleşmesidir. İkincisi ise; 2007 İlkbahar’ında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2007 Sonbaharında yapılacak bir olağan genel seçimde kimin mevzi kazanacağıdır. Çünkü bu ‘iki seçim’, yıllardır iktidar mücadelesi içinde olan ve karşılıklı hamleler yapan geleneksel iktidar odaklarıyla AKP ve onu arkasındaki güçlerin hesaplaşmasında bir eşik olma mahiyeti taşımaktadır. Bu iki etkeni yönlendiren güçlerin amaçlarına varmak üzere giriştikleri hamleler, ellerindeki her silahı kullanmaya yönelmeleri Türkiye’nin politik ortamını sertleştirmekte, her tür provokasyona açık hale getirmektedir.”
Mayıs ayı, adeta bu tespiti bire bir doğrulamak üzere, bir merkezden yönetildiği tartışılmaz olan olaylara sahne oldu.
Cumhuriyet gazetesine, patlamayan iki ve patlayan bir bombanın arda arda ve adeta herkese göstere göstere atılmasıyla başlayan ve daha bu bombaların gerçek bir saldırı mı yoksa bir “oyunun parçası mı” olduğu tartışmaları sürerken, Danıştay’ın 2 No’lu Dairesi’ne yapılan silahlı saldırı ve bir yargıcın öldürülmesi, dört yargıcın yaralanmasıyla sonuçlanan olay, doğal olarak Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Cumhuriyet Gazetesi ve Danıştay gibi; AKP Hükümeti’ne “muhalif”, “Şeriat’a karşı” ve Şeriatçılar tarafından hedef ilan edilen “iki odağa” yapılan saldırı, akıllara, ya bir “meczup”un çılgınlığını ya da El Kaide türü bir Şeriatçı örgütün saldırısını getirdi. Ve derhal; CHP’nin başını çektiği ve kendisine Kemalist, laik diyen kesimlerin arkasında saf tuttuğu, Şeriatçı-Laik bölünmesi üstünden bir kampanya başlatıldı. Ama ortada önceki provokasyonlardan biraz farklı bir durum vardı: Hem Cumhuriyet Gazetesi’ne, hem de Danıştay’a yapılan saldırının tetikçileri yakalanmıştı. Özellikle Danıştay’a yapılan saldırıyı gerçekleştiren Alpaslan Aslan adlı kişinin kimliği çok ilginçti. Bu kişi, neredeyse son yıllarda, “türban eylemleri”nden “Kızıelmacılar”ın “Ermeni Konferansı protestosu”na kadar, her eylemde yer alan milliyetçi ve “İslamcı özellikler de taşıyan” bir “avukat”tı. Öğrenciliğinde de, üniversitede polisle yakın işbirliği içinde ve Ülkü Ocakları safında yer alan “satırlı” saldırganlardan birisi olarak da tanınıyordu.
Kısacası bu kişi, hem Cumhuriyet Gazetesi’ne yapılan saldırıda, hem de Danıştay’a yapılan saldırıda doğrudan rol almıştı.
Sanıkların kimliği ve ortaya çıkan ilk ilişkileri; olayların sıcaklığı içinde ilk akla geldiği gibi olmadığını gösterdi. Saldırgan ne “meczup”, ne de bu tür eylemlere katılacak bir Şeriatçı’ydı. Tersine, “Türkçü”, “milliyetçi”, kendi ifadelerine göre; “sıkı Kemalist” bir kimliğe sahipti. Alpaslan Aslan’ın Ülkü Ocakları ve BBP’nin Nizamı Alem Ocakları’yla ilişkili olduğu da belirtiliyordu. Çok kısa sürede soruşturma burada da kalmadı: Alpaslan Aslan’ı yönlendiren kişinin emekli bir yüzbaşı olduğu ortaya çıktı. Eski yüzbaşı Muzaffer Tekin’in ilişkileri tipik bir kontra örgütlenmesi ile yüz yüze olunduğunu gösteriyordu. Ortaya çıkan bilgi ve belgeler; Susurluktan beri her deşifre olduğunda yukarıdan yapılan müdahalelerle üstü örtülen bir kontra örgütlenmesiyle karşı karşıya olunduğunu işaret ediyordu. Ortaya çıkan bilgilerin “ilişkiler” boyutu; emekli yüzbaşı Tekin’in ilişkileri, Susurlukçu İbrahim Şahin’den Sedat Peker’e, emekli general Veli Küçük’ten, “bayrak provokasyonundan beri sağda solda adı duyulan ve kimlerin üye olduğu bile bilinmeyen (başında eski bir ülkücünün bulunduğu, karanlık güç odaklarıyla ilişkili olduğuna dair hakkında güçlü iddialar bulunan) Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Derneği’ne kadar çok değişik çevreleri kapsıyordu.
Kısacası, saldırın elebaşısı olarak görülen “iki kişinin” bağlantıları bile göz önüne alındığında, bunların, Susurluk’tan bugüne kadar ortaya çıkan tüm çete organizasyonlarıyla ilişki içinde olduğu görülüyor; dolayısıyla da, Danıştay’a yapılan saldırı etrafında, bugüne kadar üstü örtülen “çete organizasyonlarının da çözülme ihtimali”nin” gündeme gelmesi ayrıca önem taşıyordu.
Bugüne kadar ortaya çıkan çete organizasyonlarında hükümetlerin ve yetkililerin tutumu; ortaya çıkan çetenin; “çizmeyi aşan eylemleri”, “kişisel çıkar gözetmeleri” gibi gerekçeleri öne sürülerek soruşturmalara sınır konmuş; “aslında ülke çıkarı için yapılan organizasyonların, kişiler tarafından yolundan çıkarılarak, çeteleşmeye yol açıldığı” öne sürülmüş; bu çerçevede, çete organizasyonlarının arkasındaki güçleri deşifre etmenin “devlet sırrı kapsamına gireceği” iddia edilerek, soruşturmalar mümkün olan en alt kademlerde boğulmuştu.
Bu sefer durum biraz farklıydı; çünkü saldırı, ne “çizmeyi aşma” ne de kişisel çıkar gözetme türündendi; tam bir provokasyondu! Kişisel görüşleri radikal laik, milliyetçi olan kişiler; devletin ihtiyaçları kapsamında; milliyetçiliği ve laisizmi kışkırtmak üzere bir provokasyona girişmişler; Cumhuriyet ve Danıştay’ı saldırıların hedefi yaparak; sözcüğün gerçek anlamıyla tam bir provokasyon gerçekleştirmişlerdi. Şimdi, emniyet güçlerinin elinde, başında tanımış bir “emekli general”in bulunduğu bir “örgüt şeması”nın olduğu, ama olup bitenlere bakıldığında; soruşturmanın, Susurluk’ta, Yüksekova’da ya da Şemdinli’de olduğu kadar bile ileri götürülemeyeceği anlaşılıyor. Çünkü davanın elle tutulur bir “çete davası” olabilmesi için “çetenin elebaşısı” sayılan kişinin de bu dava içinde ciddi olarak yer alması gerekirdi. Ancak; eski yüzbaşı Tekin; önce kendisin bıçaklayarak, sonra da “susma hakkı”nı kullanarak, soruşturmayı yönetmiş; kendi savunma kalkanı olarak rol oynayan “silah arkadaşları”nı harekete geçirerek, mahkemeden elin kolunu sallayarak; “Türkiye seninle gurur duyuyor” biçiminde popülerleşen “çete karşılama sloganı”yla çıkmıştır. En azından şimdilik durum budur.
ÇETE YOK, BİREYESEL TERÖR VAR!
Danıştay’a saldırıya kadar varan provokasyon ve sonraki bir hafta içinde sorunun değerlendirilmesi üstünden olan saflaşma; Türkiye’deki siyasi mihrakların; başlıca güç odaklarının aldıkları tutum, bu güçlerin amaçları ve çete organizasyonları karşısındaki gerçek niyetlerini göstermesi bakımından son derece ilginçtir.
Bu mihrakların tutumunu şöyle ifade edebiliriz:
1-) Cumhuriyet Gazetesine atılan ve patlamayan ilk iki bomba (atılan bombalar MKE markalıdır) Cumhuriyet Gazetesi’nin yöneticileri de dahil, basın ve siyasi güç tarafından önemsenmemiş; “yok mahiyetinde” sayılmıştır. Ve çok ilginç bir biçimde, bu olay, sansasyon için her cefaya katlanan “Türk basını”nda ciddi haberler arasında bile yer bulamamıştır. Oysa bombaların hedefi, Cumhuriyet gibi Türkiye’nin en eski Gazetesi olduğu gibi, aynı zamanda, Türkiye’deki en geleneksel “cumhuriyetçi mihrak”tı. Ancak üçüncü bomba ve arkasından Danıştay’a yapılan saldırıdan sonra, Cumhuriyet Gazetesi, olup biteni, “Laik Cumhuriyet değerlerine bir saldırı” olarak niteleyerek, açıkça tutum almaya (daha sonra bu tutumun ne olduğunu da tartışacağız) başlamıştır.
2-) Danıştay’a yapılan saldırın hemen arkasından CHP ve kendisine “Kemalist” diyen mihraklar ayağa kakarak; “Saldırının, Şeriatçılar’ın cumhuriyetin değerlerine ve laikliğe saldırısı olduğunu” öne sürerek, cenaze törenini, ülkeyi “laik-şeriatçı bölünmesi” üstünden geren bir gösteriye dönüştürdüler. Yakalanan kişilerin Şeriatçı olduğu, Şeriatçı örgütlerle bağlantılarının bulunduğu, arabalarında dini yayınlar ve gazeteler bulunduğu gibi gerekçeleriyle de desteklen propaganda hızla yükseltildi. Cenaze töreninde bakanların da tartaklanmasına varan gösteriler Genelkurmay Başkanı tarafından övüldü; “Bu mücadele her gün olmalı” diyen Özkök, AKP’yle olan ve radikal çevrelerce eleştirilen tutumunu da terk ederek, kendisini tümüyle bu çevrelerin safına bıraktı. Ancak; CHP, yandaşları ve onları arkasından itenler, saldırganların, “Kemalist”, “milliyetçi”, “cumhuriyet değerlerine bağlı” olduğunun ortaya çıkmasından sonra, bu çevre sesini kıstı ve hükümeti, soruşturmayı yürüten emniyet güçlerini; bu sefer olayların ve çete organizasyonunun Susurluk’la bağlantısını kurmaya çalışmasını olmadık yerde çete keşfetmeye başlama, Fethullahçı emniyetçilerin olayları saptırması olarak suçladılar.
3-) AKP Hükümeti, bu provokasyon süreci içinde tam bir iktidarsızlık ve iradesizlik örneği sergiledi. Saldırganların “Şeriatçı” değil “milliyetçi-Kemalist” olduğunun ortaya çıkmasıyla; “komplonun içinde Baykal da var. Yakında gerçekler açığa çıkacak. Sürpriz gelişmeler olacak!…” gibi açıklamalarla, bir an için bir irade sergileme belirtisi gösteren AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan, adeta, provokatörlerin bir çete organizasyonu olduğunu değil, olmadığını ispatlamak için gayret sarfetti. Eldeki bilgilere karşın, gözaltılar ve tutuklamaları gerçekleştirme konusunda cesaretsizlik örneği sunan yetkililer, hükümetten de bir dik duruş görmedikleri için, kendilerinin rahatını bozabilecek çevrelere dokunmayan bir soruşturmayla yetinmiş; böylece, sanki bir çete organizasyonu çözüyormuş açıklamaları yapan siyasiler ve emniyet yetkilileri; daha savcılıkta çökecek bir soruşturmayla yetinmişlerdir. Böylece hükümet, bu provokasyonun altında kalmadığı için şükreden bir aciz hükümet durumuna sürüklenirken, aynı zamanda, karşısında yer alan güç odaklarına da; fiilen “bakın arkasında siz varsınız, ama biz üstüne gitmiyoruz” diyerek, bu çevrelerle bir uzlaşma tutumuna da girmiştir.
Ancak provokasyonun ardından düzenlenen cenaze töreninde, “Katil hükümet” sloganları eşliğinde bakanların tartaklanması; AKP Hükümeti’nde, kolay tamir edemeyeceği yaralar açmıştır. Soruşturmada dağın fare doğurması ise, bütün bu gelişmelerin üstüne üstüne “tuz biber” olmuştur. Nitekim, kısa bir süre öncesine kadar hükümetin ekonomi politikasının arkasında duran sermaye çevreleri de; “belirsizlik”ten, “ekonominin geleceğinden endişe duymak”tan söz etmeye başladıkları gibi, 2001 krizinden beri en önemli ekonomik dalgalanmalarla, provokasyonun gerdiği siyasi gelişmeler birleşmiştir. Bunun, hükümet ve yakın geleceği üstüne tartışmaları hızlandıracağından, cumhurbaşkanlığı ve genel seçimde hükümetin hayli zorlanacağı yönünde etkisinin olacağından şüphe duyulamaz. Üstelik AKP üstünde yapılan basınç; meyvelerini de vermeye başlamıştır. Hükümetin ve AKP’nin önemli isimlerinde Devlet Bakanı Abdullatif Şener; CHP tarafından “cumhurbaşkanı adayı” gösterilmesinden sonra, daha da çok Erdoğan ve AKP çizgisiyle ayrılık noktalarını derinleştiren açıklamalar yapmaktadır. Nitekim, cenazede tartaklanan bakanlardan biri olduğu halde, Başbakan Yardımcısı M. Ali Şahin ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın cenazede yaşananları şiddetle eleştirmelerinden sonra, o, cenazede yaşananları normal karşıladığını söylemekle de yetinmemiş, bir adım daha atıp; vatandaşı laikliği her gün böyle savunmaya çağıran “Genelkurmay Başkanı Özkök’le aynı görüşte” olduğunu da söylemiştir. Bu da, AKP içinde çatlağın derinleşmekte olduğunu; AKP’e yapılan baskıların orada ayrışma eğilimlerini güçlendirdiğini göstermiştir.
4-) Danıştay’a saldırının hemen ardından; spekülatif ve sansasyonel ne varsa, her şeyi bilgi ve belge yayma adına ortalığa döken ve önceki çete soruşturmalarında olduğu gibi bir “bilgi ve belge kirlenmesi” yaratan sermaye basını, yukardan gelen “kulak çekme” ve “kaş çatmalar”dan sonra olacak, birden “kemale ererek”; “Canım bu belge ve bilgiler de tek merkezden gönderiliyor gibi”, “Çete böyle mi olur?” demeye başlamış; çete haberlerini hızla önce 1. sayfanın altına, sonra da iç sayfalara taşıyarak, geleneksel rolünü oynamaya koyulmuştur. Son gelişmelerden sonra ise, basında bir memnuniyet vardır. Çünkü; olayların ardında çete yokmuş; gerginlik yokmuş; hükümet de, muhalefet de öteki güç odakları da yıpranmamış; olayın “asli faili” Avukat Alpaslan Aslan da yakalanıp tutuklanmış; daha ne istenir ki!….
Kısacası; provokasyonu düzenleyenler ve CHP, fazlaca ele yüze bulaştırılan eylemlere karşın, bu kadar basit bir biçimde kurtulmuş oldukları, üstelik hükümetin iktidar olma ve siyasi irade olarak yara almasını sağladıkları için mutludur. Hükümet cenahı; provokasyonun altında kalmamış olmaktan, ama aynı zamanda da, “mağdur” olmadan dolayı, en azından durumdan şikayetçi değildir. Üstelik hükümet, işler yukarılara tırmanmadığı ve başını ağrıtacak fazladan sorunlar olmayacağını düşündüğü için olup bitenden hoşnuttur.
Yine bu olanlardan sonra, kendisine en az bir hafta boyu spekülasyon ve sansasyon malzemesi sunan olaylar devlete zeval vermeden kapanma yoluna girdiği için, güzide medyamız da memnun görünmekte, kendilerini yoldan çıkaran bilgeler ortaya atanlara esip gürlemektedir.
İyi güzel de; olaylar henüz sıcakken; “Bütün bu olanlar bir güç kullanımıdır; cumhurbaşkanlığı seçiminde güçlü olmak, erken seçimi zorlamak için bunlar yapılmaktadır. Biz ülke meseleleri diyoruz, onlar cumhurbaşkanlığı seçimi diyorlar.” diye belki de en gerçekçi değerlendirmeyi yapan Başbakan Erdoğan’ın söyledikleri ne olacaktır?
Ya da bir zamandan beri “Tehlikenin farkında mısınız!” sloganın kullanarak bir kampanya yürüten ve bu kampanyada Demirel’i sola liderlik yapmaya çağıran Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması ve bu bombalama karşısında Cumhuriyet yönetiminin anlaşılmaz bir biçimde geçiştirme tavrı; emniyetin bir çete ortaya çıkaramamasına adeta sevinen tutumu ne olacaktır? Ve dahası Cumhuriyet’e atılan bombaların MKE marka olmakla kalmayıp, aynı zamanda “orduya zimmetli bombalar” olduğunun tespit edilmesi, nasıl açıklanacaktır? Yani, Şeriatçılar değil, “kendilerine Kemalist” diyenler Cumhuriyet’e bomba atmıştır. Şimdi; “Tehlikenin farkında mısınız!” biçimindeki, yanıtı bilinen soru; Cumhuriyet’e dönen, ona sorulması gereken bir soruya dönüşmez mi; İlhan Selçuk-Cumhuriyet-Demirel çizgisi bu sorunun yanıtını vermekle yükümlü değil midir?
Ve bir soru daha: süreç içinde alınan tutumları bu provokasyondan ayrı düşünmemek gerektiği göz önüne alındığında, ortaya çıkan durumdan herkesin “mutlu görünmesi”, sadece bir hesaplaşma ertelemesi olarak görülemez mi?
Elbette öyledir. Çünkü; üstünden hesap yapılan kapışmalar (cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim) bu kadar yakınsa; “pata kalma” kimsenin işine yaramaz. Özellikle de güçlenmeye daha çok ihtiyaç duyan tarafın! Bu yüzden de, mevcut güç dengelerini değiştirerek kendisini güçlü duruma getirmeye çalışan taraf geri adım atamayacak; eline geçen ilk fırsatta yeni hamleler yapacaktır. Bu yüzden de, önümüzdeki günler ve aylar, yeni saldırılar, yeni gerginlikler ve provokasyonlara gebedir.
ŞİMDİ DURUM DAHA KRİTİKTİR
2006 Mayısı’nın ilk yarısında, Türkiye’de başlıca gerginlik, Kürt sorununda çözümün dayatılmış olması, yükselen şovenizmin kışkırttığı bir “Türk-Kürt çatışması” tehdidiydi. Bu gerginliğe; şimdi bir başka unsur daha eklenmiştir: Bir “laik-Şeriatçı” bölünmesi (çatışması) dayatması!
Yani ülkeyi yöneten güç odakları; Kürt sorunu ve devletin din karşısında tutumu konularında ortaya çıkan sorunları çözmek yerine, bu sorunlar üstünden yarattıkları baskıyla toplumu yönetmeyi amaçlamaktadırlar. Dün, bu gerilimi Kürt sorunu üstünden yaratıp, halk yığınlarını, milliyetçi, ırkçı, şoven duyguları okşayarak kendi arkalarına yedekleyen güçler , şimdi bir hamle daha yapıp (Egemenler bu sorun sıkça kullanmışlardır. En son da 28 Şubatta kullandılar. AKP’nin iktidar olmasından sonra, sorun daha geriye itilmiş gibi göründü. Ama şimdi bir kez daha, konu, gündemin ön sırasına çıkarıldı), “laik olmayanlarla laikleri” karşı karşıya getirerek bir bölünme daha yaratma, bir “operasyon” olarak gündeme getirildi. Böylece, egemen güç odakları, son 80 yıldır kendi çözmedikleri sorunu, yeniden ısıtarak, kendilerini ayakta tutmanın bir dayanağına dönüştürmeyi hesaplamaktadırlar.
Kuşkusuz ki, laisizm sorunu, Kürt sorunu gibi, Cumhuriyet’in çözemediği en temel iki sorundan birsidir. Ve bu sorunu bugüne kadar daha çok hükümet kullanmak istiyordu. Ancak son hamleyle, “laikliği cumhuriyetin tek koşulu”na indirgemiş güç odakları, AKP’nin silahını ters çevirip, ona karşı kullanmaya karar vermiş görünmektedirler. Özellikle de Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim öncesinde, bu sorun üstünden AKP’yi bölmeyi, unsurlarına ayrıştırmayı ve teslim almayı planlamaktadırlar. Bunda bu güç odaklarının başarı şansları nedir; bunu yakında göreceğiz. Ama niyetlerin yukarda tarif edildiği gibi olduğu gerçektir.
Peki, kendilerini laisizmin ve cumhuriyetin koruyucusu ilan etmiş güçler, her yolla ortamı kendileri lehlerine biçimlendirmeye çalışırken, AKP Hükümeti boş mu durmaktadır? Elbette hayır! Dahası iktidar “ipleri”ni eline aldığı günden beri AKP Hükümeti; cumhuriyete, laisizme karşı mücadele etmekte; bazen imam hatipler, bazen özel okullar, bazen Milli Eğitim müfredatı, bazen TÜBİTAK ya da üniversitelerde hamleler yaparak Şeriatçı odakların mevzilerini güçlendirmek için adımlar atmaktadır. Ancak hükümet; çete organizasyonlarına, onların politik ortama müdahale için giriştikleri provokasyonlara karşı çıkıp bu güç odaklarıyla doğrudan çarpışma irade ve cesaretinden yoksundur. Ve bu alanda da takiyeye baş vurarak, kendi mevzilerini güçlendirmek istemekte, bu tür provokasyonlardan bu amaçla yararlanmayı amaçlayan bir hat izlemektedir.
Ancak 27 Mayıs günü, TOBB Genel Kurulu’ndaki tablo ibret vericidir: TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu; Genel Kurul’a katılan Erdoğan, Baykal ve Ağar’ın salona el ele tutuşmuş olarak girmesinden hoşlanacağını, bunda bir “istikrar tablosu” göreceklerini söyler ve “liderlerimiz” de bu isteğe uyarak, el ele tutuşarak salona girerler. Mizansen ya da değil; bu tablo, aslında, daha üç-beş gün önce birbirini “provokasyonun içinde”, “Şeriatçıların koruyucusu” gibi nitelemelerle suçlayan bu zatı muhteremlerin, sermayenin çıkarları gerektirdiğinde el ele tutmaların tablosudur. Ve aslında bu tablo, çetelerin neden yıllardır ortaya çıkarılmadığının, neden ülkenin en temel sorunların çözülmediğinin, neden biri gidip öteki geldiği halde, ülkede açlığın, yoksulluğun, özgürlük ve demokrasi yokluğunun sürüp gittiğinin de tablosudur. Ve güncel gelişmeler bakımından da; “Çetesiz bir Türkye”nin bu zatı muhteremlerden, düzen partilerinden beklenemeyeceğinin tablosudur.
BİR “DEMOKRASİ CEPHESİ” İHTİYACI
Gözaltına alınan eski Yüzbaşı Muzaffer Tekin’in de serbest bırakılmasından sonra, daha açıkça ortaya çıkmıştır ki; legal ya da illegal siyasi mihraklarla bağlantılı olan devlet içindeki çete organizasyonlarıyla mücadele, bu organizasyonların deşifre edilip bağlantılarının ortaya çıkarılması, hukuk, mahkeme, emniyet güçlerinin şu ya da bu kadar çaba gösterilmesi sorunu değildir. Tersine, çete organizasyonlarının bu güçler içinde de yandaşları ve destekçileri bulunduğu için, çoğu zaman anahtar hırsıza teslim edilmektedir. Bu yüzden de, çete organizasyonların açığa çıkarılması sorunu, bir hukuk ya da asayiş sorun değil, siyasi bir sorundur. Başka bir söyleyişle, çetelere, çete organizasyonlarına karşı mücadele, siyasi, bu nedenle de, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi sorunudur. Bunun içindir ki, halkın, çetelerin açığa çıkarılması için harekete geçmesi, ve halkın müdahalesinin, hükümetlerin ve olayı örtbas etmek isteyen güç odaklarının müdahalelerini püskürtecek bir yoğunluğa ulaşması birinci dereceden önemlidir. Hükümetler de, son 8-10 yılda yaşananların gösterdiği gibi, çete organizasyonlarına karşı, ancak halk baskısı olduğu ölçüde harekete geçmektedirler. Tabii ki, hükümetler de çete organizasyonlarıyla bağlantılı değillerse!
Danıştay 2. Dairesi’ne saldırıya kadar varan bu son provokasyon; Kürt sorununu, Meclis gündeminde ilk sıralarda bulunan “Terörle Mücadele Yasası”nın sertleştirilmesini öngören yasa tasarısını ve işçi ve emekçi sınıfların haklarını gasp eden çeşitli yasaları gündemden düşürmüş; en azından dikkatlerden uzaklaştırmıştır. Oysa, “Çetesiz bir Türkiye” talebi, aslında bir demokrasi talebi olarak, Kürt sorunun çözümüyle, ırkçılığa, şovenizme karşı mücadeleyle doğrudan bağlantılıdır. Dahası çete organizasyonlarının aktifleşmesi bu somut sorunlar üstünden olmakta; bu sorunların etkilediği yığınların bölünmesi ve yedeklenmesi için, bu organizasyonların arkasındaki güç odaklarından gelen işaretle çeteler harekete geçmektedir.
Egemen güç odakları –bir yanda başlıca askeri kasta dayanan “Cumhuriyet’in kollayıcı ve koruyucusu” geleneksel iktidar odağı, bir yanda da “değiştim” diyen dinci zemine dayanan hükümet– arasında giderek daha da acımasız ve sert yöntemlerin devreye sokulmasıyla ilerleyen mücadele; bu mücadelenin ihtiyacı olarak gündeme getirilen ırkçı şoven propaganda ve bu dalganın üstüne oturtularak yükseltilen bir Türk-Kürt çatışması tehdidi; halk güçlerinin gidişata müdahalesini daha acilleştirildiği gibi; bu müdahalenin daha da ustaca yapılmasını dayatmış bulunmaktadır. Bunu başarabilmenin ilk koşulu ise; halk güçlerinin; ilerici demokratik çevrelerin, en azından emek güçlerinin ileri kesimlerinin içinde yer alacağı bir “demokrasi cephesi”nin oluşturulması için harekete geçmektir.
Günlük gelişmelere bir “taraf” olarak müdahale etmekten Kürt sorunun demokratik çözümüne, laisizmle dincilik çatışmasının çözümünden TMY’nin engellenmesine, emekçilerin kazanılmış haklarının gaspına karşı mücadeleden emekçilerin örgütlenme özgürlüğüne, gençliğin içine sürüklendiği kaostan çıkarılma mücadelesinden ifade özgürlüğünün savunulmasına; sisteme ve onun savunucularına karşı bir mücadele içinde oluşacak olan “demokrasi cephesi”nin örgütlenmesi, elbette ki, çetelerin açığa çıkarılması ve ülkenin karanlık güçlerin tehdidinden kurtulduğu bir sürece girmesinin de belirleyici koşuludur.
Kuşkusuz ki, böyle bir mücadelenin iki yönü olacaktır. Bunlardan birincisi; “acil demokratik talepler etrafında bir mücadele”, ikincisi ise; bu mücadelenin ana bileşeni olan güçlerin, mücadelenin yönetilmesinde ortaklaşıp bilinçli adımlarla müdahale ve mücadelenin düzeyini yükseltmek üzere örgütlenme biçimlerini ihtiyaca uygun bir biçimde şekillendirmeleridir.
Nasıl bir örgütlenme ve olaylara nasıl bir müdahale konusunda, geçmiş iki seçimin deneyimleri ve son 3-4 yıl içindeki gelişmelerden çıkarılacak dersler aydınlatıcı olacaktır.
Talepler konusuna gelince, Mayıs 2006 tarihli Özgürlük Dünyası’nın “Türkiye Karanlık Bir Mecraya Sürükleniyor” başlıklı makalesinde talepler şöyle özetleniyordu:
“Kürt sorununun demokratik çözümüne dair öne sürülen; ‘Genel ve ayrımsız bir siyasi af’tan ‘Seçim barajının kaldırılması’na, ‘Köye dönüşlerin teşvik edilmesi’nden ‘Bölgede yoksulluğun ve işsizliğin azaltılması’na dair taleplere kadar, çeşitli talepler etrafında mücadele, bugün de ısrarla sürdürülmek durumundadır. Ama son aylardaki gelişmeler; bu taleplere yenilerini eklerken, sorunu Kürt-Türk kardeşliği üstünden, demokratik bir biçimde çözmek isteyen güçlere de yeni yükümlülükler getirmiştir. Bunun en başında da; bölgeyi yeniden OHAL koşullarına sürüklemek isteyen güçlere karşı mücadele gelmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirerek ve fiiliyatta alınacak önlemlerle bölgeyi yeniden OHAL dönemindeki uygulamaların alanı yapmak isteyenlerin önünü kesmek, bugün, hem bölgede, hem de Batı illerindeki çalışmada (Batı illerinde bu çalışma çok daha önemli) son derece önem kazanmıştır.
Bunun için;
– Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesini önlemek için mücadele,
– Seçim barajının kaldırılması talebinin öne çıkarılması,
-Seçilmiş belediye başkanları ve yöneticilerin baskı altına alınması ve görevden alınmasına karşı mücadele edilmesi,
– Legal parti yöneticilerinin ve yerel önderlerin sindirilmesi ve onların illegal hale gelmesi için yapılan baskılara karşı mücadele,
– Bölge gençliğinin ‘vurucu kırıcı bir güruh’; hırsızlık, kap-kaç, çeteleşmelerin asli faili gibi gösterilmesine karşı propaganda, önümüzdeki dönem bakımından son derece önem kazanmıştır.”
Kürt sorununun demokratik çözümü merkezli bu taleplerin yanında; gençliğin bir yozlaşma ve kör şiddet kaynağı ve iş, aş, eğitim, sağlık hizmeti bekleyen başa bela bir toplumsal kategori olarak gösterilmesine karşı mücadele, (hele bir seçime gidildiği göz önüne alındığında) eğitimden sağlığa halkın acil talepleri ve emekçi sınıfların kazanılmış haklarının savunulmasına ilişkin talepler ile çete organizasyonlarının dağıtılması, basın ve ifade özgürlüğü ilgili talepler de önem kazanmaktadır.
Egemen güç odaklarının hesaplaşmalarında had safhaya varmaları; bir yandan ülkeyi karanlık bir geleceğe doğru sürüklerken, öte yandan da demokrasi güçleri için gidişata müdahale etme imkanlarını sınırsız bir biçimde genişletmektedir. Süreç için asıl dikkat edilecek özellik de budur. “Demokrasi cephesi”nin güçleri dönemi doğru değerlendirdiklerinde, ülkeyi Kürt sorunu ya da laiklik-Şeriat sorunu üstünden halkı karşı karşıya getirerek kendi devranlarını sürdürmeye çalışan sermaye odaklarının halkla karşı karşıya getirilmeleri ve ipliklerinin pazara çıkarılması zor olmayacaktır.