Zamanında ya da Erken Bir Seçime Doğru

Zamanında yapılacak genel seçime henüz bir buçuk yıl var ama; bir yandan erken seçim çağrıları, öte yandan Cumhurbaşkanlığı seçiminin genel seçimden daha da önem kazanmış “görünmesi” (ve Cumhurbaşkanlığı seçimine 10 aylık bir zaman kalmış olması), siyasi gündemi bir “seçim gündemi”ne dönüştürmüş bulunuyor.

Üç süreç birbirinin içine geçmiş durumda. Birincisi, Türkiye’nin en eski ve en çok kronikleşmiş iki sorununun (Kürt sorunu ve laisizm sorunu) bir çözümü dayatacak biçimde olgunlaşmış olmasıdır. İkinci süreç cumhurbaşkanlığı seçimi sürecidir ki; bu süreç, aynı zamanda, adı açıkça söylensin ya da söylenmesin, bu iki temel sorun üstünden egemen güç odakları arasında bir hesaplaşmayla birleşmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçimi genel seçim öncesi bir iktidar mücadelesi olarak öne çıkmaktadır. İşleyen üçüncü süreç ise, genel seçim sürecidir ve cumhurbaşkanlığı seçimini önde bitiren güç odakları genel seçime hem moral hem de mevzi üstünlüğü ile girecek ve muhtemeldir ki; genel seçimde de olağandan daha çok karlı çıkacaktır.

Genel seçim ister zamanında yapılsın, isterse kimilerinin iddia ettiği gibi Aralık 2006’da, AKP’nin bir “baskın seçimi”yle “erken seçim” olarak gerçekleşsin, son haftalarda iyice yoğunlaşmış olduğu gibi, ekonomik ya da siyasi, ideolojik ya da sosyal karakterli her sorun seçime bağlanarak tartışılmaktadır: Başbakanın bir iması “erken seçim geliyor” tartışmasını hızlandırırken, Danıştay’a saldırı gibi kontra eylemleri bile erken seçim zorlaması ya da cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine müdahale olarak görülüp değerlendirilmektedir.

Başka bir söyleyişle, bu seçim sürecini olağandan önemli yapan şeylerin başında; genel seçimden altı ay kadar önce cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacak olması gelmektedir. Eğer Türkiye olağan bir süreçten geçen “olağan bir ülke” olsaydı, Anayasa’da yazıldığı gibi, Meclis’te çoğunluğu olan parti, cumhurbaşkanını, sürecin gerektirdiği hassasiyetleri de göz önüne alarak, zamanı geldiğinde çözerdi. Böylece cumhurbaşkanlığı seçimi ayrı, genel seçim ayrı bir seçim olarak ele alınabilirdi. Ama ne Türkiye olağan bir burjuva demokrasisi ülkesidir, ne de içinden geçilen süreç “olağan” bir süreçtir. Onun içindir ki; süreci etkilemek isteyen güç odaklarının ortalığa saldığı kontra güçler Danıştay’ı basıp yargıçlara kurşun yağdırırken; ülkenin Başbakanı’nın, bunun, “Cumhurbaşkanlığı seçimini etkilemek isteyenlerin marifeti” olduğunu öne sürmesine ne yargı ne de diğer siyasi güç odakları önem vermişlerdir. Ama herkes, gerçeğin saldırganın öne sürdüğü gibi “bireysel bir saldırı” olmadığını bilmektedir. Ne var ki, bu saldırı, olağan olmayan bir sürece “olağan bir saldırı” olarak görüldüğü için, resmiyette, vakayı adiyeden bir eylem olarak görüldü ve öyle görülmeye de devam ediyor.

Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamı; Anayasa’da yazılandan farklı olarak, “Atatürk’ün makamı” olarak görülen, ve bu makamı ele geçirene, –siyasal sorumluluk her ne kadar hükümette olsa da– yürütme ve yasamada iktidar ortaklığı getiren bir kurumdur. Dahası, geleneksel olarak, bu makamda oturan kişiye, yasalarda yazılı olmayan özel bir misyon yüklenmektedir. Özellikle de iktidar çatışmalarının yoğunlaştığı dönemlerde, cumhurbaşkanlığı makamını tutan güç odakları, maddi ve manevi bakımdan büyük bir dayanağa sahip olmaktadır.

Bu yüzden de; siyasi partiler ve arkalarındaki güç odakları, cumhurbaşkanlığı seçimini genel seçim öncesinde bir hesaplama adımı olarak görmekte; cumhurbaşkanlığını kazananın genel seçime rakiplerinden birkaç adım önde gireceğini bilmektedirler. Onun içindir ki; eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Baykal ve CHP’si; “Bu Meclis cumhurbaşkanını seçemez; önce bir erken seçimle Meclis yenilenmeli, yenilenen Meclis cumhurbaşkanını seçmelidir” iddiasını öne sürmektedirler. Çünkü onlara göre, Meclis, bugün “milletin iradesini” temsil etmemektedir! Baylarımız, bu Meclis’te, AKP’nin, seçmelerin sadece yüzde 25’inin oyunu aldığı halde vekillerin yüzde 66’sını aldığını yeni fark etmişler!

Tayyip Erdoğan ve partisi ise; “Yasalar bu Meclis’in cumhurbaşkanını seçmesine engel teşkil etmektedir. Onu için seçim zamanında olacak, bugünkü Meclis de cumhurbaşkanını seçecektir” demektedir. Ve iki taraf da, bu görüşler etrafında bir saflaşma oluşturmak için siyasi ortamı germekte; siyasal ortamda yarattıkları basınca bağlı olarak, diğer güç odaklarını ve elbette halkı kendi görüşleri etrafında toplanmaya zorlamaktadır.

 

SİYASET ARENASINDA BLOKLAŞMA GİRİŞİMLERİ

Cumhurbaşkanı seçimi ile genel seçim süreci böylesi iç içe geçince; Türkiye’nin sermaye partileri arenasında, iki seçime ilişkin güç mücadelesinin ifadesi olan yeni saflaşmalarla arayışlar gündemin öne çıkan konuları olmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında; genellikle siyasi partilerin ayrı ayrı girdikleri seçim alışkanlığının aşılarak; değişik partilerin “ortaklaşarak”, “bloklaşarak” seçime girme arayışları da gündeme gelmiş bulunmaktadır. [Dipnot: ANAP, DYP, MHP gibi orta büyüklükteki sermaye partileri, şimdilik bir bloklaşma çabasının dışında görünüyorlar. Özellikle MHP ve DYP, biraz çabayla barajı aşabileceklerini düşünmekte, bu yüzden de kendileriyle yakın siyasi görüşlere sahip küçük partilerin kaprisleriyle uğraşmayı tercih etmemektedirler.]

Bu doğrultudaki çabalara bakıldığında, şöyle bir tablo çıkarmak mümkün:

1-) AKP’den “sola” açılım: AKP, sermaye partileri cephesinden gelen muhalefetin cılızlığı karşısında; olağan koşullarda ciddi bir oy kaybı olmayacağını düşünse bile, Meclis’e yüzde 10 barajını aşan iki parti daha girerse, tek başına hükümet kurma çoğunluğunu kaybedeceğinin farkındadır. Ama AKP, en azından şimdilik, çeşitli siyasi mihraklarla bir seçim ittifakı yaparak kendisini daha ileri bir mevziye taşıma imkanı görmediğinden, kendisini büyütecek seçeneği, bir yandan AB, ABD ve TÜSİAD gibi güç odaklarına “Size en iyi ben hizmet ederim” mesajı veren politikaları (Kurumlar vergisi indirimi, stopaj indirimi, faiz ve rant çevreleri üstündeki vergi yükünü azaltma girişimleri, yüksek vergi gelirlerini düşürme, IMF ile stand by’ı sürdürme kararlılığı vb.) öne çıkarırken, aynı zamanda da halk yığınlarına seslenmekte aramaktadır.

AKP, bir yandan iç ve dış sermaye çevrelerine yeni servet aktarması yaparken, bir yandan da halk yığınlarına; “CHP hiçbir zaman sosyal demokrat olmamıştır. O, devletçi, statükocu bir partidir; biz onlardan daha çok sosyal demokratız. Gerçek bir sosyal demokrat parti kuruluncaya kadar sosyal demokrasiyi savunanlar AKP içinde yer almalıdırlar” çağrısı yapmaktadır.

Ancak AKP; seçimin bu ölçüde yaklaştığı bir zamanda; iktidarının ilk üç yılında arkasında yek vücut yer almış olan ABD, AB gibi dış, TÜSİAD, TOBB gibi iç sermaye güç odaklarıyla çelişkiye düşmüştür. Dahası, ekonomide, üç yıldır hükümete atıp tutma imkanı tanıyan “makro ekonomik göstergeler”den oluşturulan “pembe tablo”, her yandan kara bulutların uç gösterdiği bir “kara tablo”ya dönüşmeye başlamıştır. Böylece AKP, bir yandan sermaye odakları, öte yandan ekonomideki gelişmelerin baskısıyla hayli sıkıntılı bir sürece girmiştir.

Kıbrıs, Kürt sorunu, Irak ve İran politikası, AB’ye giriş gibi konularda kendisine has olabilecek girişimlerden vazgeçerek, asker ve sivil geleneksel güç odaklarının çizgisine giren AKP; bir yıl öncesine bile göre, bu alanlarda hayli mevzi kaybetmiş; rakiplerine benzeyerek sorunları aşmayı amaçlamıştır. Ve böylece, diğer partilerle arasındaki farkı, sadece türban, eğitimin içeriği, İmam Hatipler gibi sorulara indirgemiş olan AKP; önceki seçimlerde oy aldığı emekçi yığınlar gözünde “özelliği”ni kaybetmeye başlamıştır. Bu da onu işini güçleştirmektedir.

2-) CHP’nin sağa açılışı: AKP’nin tersine, CHP’nin, “sağa açılarak” kendi oy tabanını genişletmeye yöneldiği gözlenmektedir. CHP Genel Başkanı deniz Baykal bunu açıkça söylerken; CHP etrafındaki toplum mühendislerinin önemli bir bölümü, Demirel’in manevi liderliğinde birleşen bir “sol”un içinde CHP’nin de olmasının, “solun makus talihini yeneceği” bir tablo çıkaracağını iddia etmektedirler. (CHP kurmayları; bugüne kadar olduğu gibi, “sol oyları”, “Aman oyları bölmeyelim, yoksa şeriatçılar gelir” diyerek halledeceklerini düşünmektedir!) Dolayısıyla CHP’yi CHP’yi de aşan bir “sol birlik” içine almak istemektedirler. CHP ise, bir yandan bütün bu seçeneklere; Demirel seçeneği de dahil, “hayır” demez görünürken, gerçekte ise; “sol bloklaşama” yanlılarına, “Bırakan bu fantezileri, gelin CHP’nin etrafında birleşin” demektedir. Nitekim, Rahşan Hanım’la olan “ittifak” konulu görüşmesinde, Baykal, “ittifak değil, birlik (tabii ki CHP’de)” üzerine CHP görüşünü net olarak ortaya koymuştur.

Öte yandan CHP’nin sağa açılışı, seçmen tabanını genişletmek için halka takiyye yapmaktan ibaret değildir. CHP, en azından 2005 Newroz’undaki “bayrak provokasyonu”ndan sonra hızla şoven milliyetçi bir çizgiye yönelerek; MHP’nin bile destek vermekten çekindiği “linçci” güruha, ırkçı şoven çevrelere destek verip, onları “duyarlı vatandaşlar” ilan ederek, daha ortada seçim tartışmaları yokken, sadece sağa değil, “aşırı sağ”a açılmıştı. Dahası CHP; cumhuriyeti laisizmden ibaret bir rejim olarak anlayıp anlatarak; her tür demokratik isteme, özgürlük istemini “bölücülük”, “Şeriatçılar ve Türkiye’yi bölmek isteyenlerin oyununa gelme” olarak görüp her tür demokrasi talebine karşı çıkan bir parti olarak, “sosyal demokrat parti” olmaktan “nasyonal sosyal demokrat parti” olma yoluna girmiştir ve bu yolda hızla ilerleme eğilimdedir. Tezlerine inandırıcılık kazandırmak için de komplo teorileri üretmekte, siyasi alanda gerilimler yaratarak, karanlık güç odaklarının eylemlerine meşruiyet örtüsü örtmeye çalışarak, kendisi için son derece önemli gördüğü ve askerlerden de destek alabileceği cumhurbaşkanlığı seçimine oynamaktadır. Bunun nedenle erken seçimi zorlamakta; erken seçimle zayıflayacak bir AKP’yi, cumhurbaşkanı seçiminde püskürteceği hesabı yapmaktadır. En azından niyeti, izlediği taktik budur.

3-) Ecevit menşeili “cumhuriyetçi birlik” formülü: DSP’nin Onursal Genel Başkanı Bülent Ecevit’in “Cumhuriyet tehlike altında” iddiasıyla öne sürdüğü ve tüm diğer kaygıları bir yana bırakıp, “Cumhuriyeti kurtarmak için cumhuriyetle sorunu olmayan sağcı, solcu tüm partileri bir ittifak” yapmaya çağıran birlik formülü, dönemin ittifak arayışlarından bir diğeri olarak ortaya çıktı. Şimdi bu arayış ve faaliyetin başına Rahşan Ecevit geçti. Bütün diğer girişimlerden farklı olarak, Ecevit formülünün somut bir önerisi de var: DSP’li Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i cumhurbaşkanı adayı olarak öneren “cumhuriyetçi birlik”, genel seçime de bu ittifakla gitmeyi amaçlamaktadır. [Dipnot: Demirel formülü]

4-) SHP’den “sol birlik” ya da “zeytin dalı” taktiği: CHP’den en sola kadar tüm “sol partiler”in ortak bir platformda birlemesini amaçladığı öne sürülen ve SHP tarafından geliştirilen bir seçim ittifakı önerisidir. Görünüşte ve söylemde “sol birleşmeli, bölünmüşlük havası vermemeli” diyen “solcu çevreler”in duygularına tercüman olan bir formülasyon gibidir. Ama, DSP ve CHP gibi, bu formülün ete kemiğe bürünmesinde işlevsel olacak “sol partiler”in aşırı sağa doğru savrulduğu koşullarda, bu girişimin “liberal sosyalist” birkaç küçük çevreyi heyecanlandırmayı aşması zor görünüyor. Belki bu çevreye “10 Aralıkçılar” diye bilinen ve son aylarda “partileşme” girişimlerinde bulunan “liberal-sosyal demokrat”lar da katılabilir.

5-) Emek ve Demokrasi cephesi: 2002 Genel seçimine ve 2003’teki yerel seçimlere ortak giren DTP, EMEP, SDP, ÖDP, SHP gibi partiler (kimi partiler, emek örgütleri, çeşitli siyasi, sosyal çevreler ve hatta kişiler dahi bu bloğa girebilir, kimi partiler de yer almayabilir) etrafında oluşan blok; önümüzdeki seçimler açısından da, (elbette ki, seçimleri aşan bir ittifak arayışıyla da birleşerek) bütün bu girişimler içinde, hem dönemin ihtiyaçları hem de siyasi bakımdan en mümkün ittifaktır. En azından, bu bloklaşmanın, önceki iki seçimden elde ettiği olumlu olumsuz dersler vardır ve bu dersler ışığında öncekileri aşan bir ittifakı gerçekleştirmek mümkündür. Bu cenahta henüz çok somut girişimler olmamıştır; ancak önceki iki seçim ittifakının ilişkileri ve geçen süre içinde somut talepler üzerinden yapılan merkezi ve yerel ortaklıkların kazandırdığı hazır bir zeminin varlığı, bu ittifakın yenilenip genişlemesi bakımından önemlidir.

Gerçekte de; tüm diğer siyasi oluşumlardan farklı olarak; ülkenin gerçek sorunlarına çözüm için, sadece bu bloğun bir güç odağı olarak şekillenmesi mümkündür. Bu yüzden de, gerici burjuva siyasi oluşumlara, güç odaklarına karşı tek gerçek muhalefet odağı da bu bloktur. Çünkü her biri sistemin siyasal araçlarından olan ve sistemin yüz yıllık politikalarını sürdürmekten öte bir gayreti olmayan parti ve çevrelerin blok ya da ayrı ayrı seçime girmelerin, ülkenin önündeki sorunların aşılması için bir katkısı olmayacağı gibi, bir arada ya da ayrı ayrı, bu sorunları sadece zorlaştırmaktadırlar, zorlaştıracaklardır. Bu yüzden ancak, emek ve demokrasi güçlerin oluşturacağı, doğru talepler (halkın acil talepleri) etrafında bir bloğun Kürt, Türk her milliyetten Türkiye halkının talepleri doğrultusunda bir mücadeleyle bu zor dönemi aşması, ve seçimde de, önceden yapılan tüm hesapları alt üst edecek sonuçlar ortaya çıkarması olanaklıdır.

Önceki iki ittifakın barajı aşamama “başarısızlığından” kalkan DTP’nin bu seçime “bağımsız adaylarla katılma”eğiliminde olduğu, en azından şu aşamada bunu tartıştığı bilinmektedir. Elbette ki, gelişmeler, bu tartışmaların bir an önce sonuca bağlanmasını, bu cenahta tartışmaların hızla bitirilip; sistem partileri cephesine (daha da önemlisi sadece seçim kaygısıyla değil, güncel mücadelenin ihtiyaçları açısından da bu alanda hızla hareket edilmesi gerektiği ortadadır) karşı bir mücadele cephesinin oluşturulması son derece önem kazanmış bulunmaktadır.

Seçime ister bağımsız adaylarla katılınsın, ister bir parti çatısı altında, “bloğun genişletilmesi” son derece önemlidir. Ancak bu açıdan, gelişmelerin doğru değerlendirilmesi gerekir.

Şöyle ki; oluşan siyasi ortam ve yükselen milliyetçilik, daha önceki koşullarda bu bloğa katılmada sakınca görmeyen kimi siyasi çevreleri bloğa katılımda daha çok isteksizleştirmiştir. Dolayısıyla bloğun yeni siyasi çevrelerin katılmasıyla genişletilmesi bugün hayli zordur. Ama, sadece siyasi çevrelerle sınırlanmayıp, bloğu, emek örgütleri ve çeşitli kitle örgütlerinin katılımıyla genelde genişletmek mümkünken, yerel özellikler gözetilerek, her il, hatta her ilçedeki çeşitli kümelenmeleri, yerel emek ve kitle örgütlerini (yerel kimi emek platformları, çevreci kuruluşları, sendika ve emek örgütü şubelerini, yöre vb. derneklerini, yerel bakımdan etkisi önemli demokrat kişileri) bloğun yerel örgütlenmesi içinde birleştirmek olanaklı olacaktır. Demokratik; yerel özelikleri de gözeten bir örgütlenme, adayların bu özelliklere uygun belirlenmesi, seçime bu geniş kesimlerin katılımını artıracağı gibi, bloğun etkisini de önceden hesap edilemeyecek ölçüde genişletecektir. Belki de önceki iki seçimden çıkarılacak en önemli ders de burada olacaktır.

 

BLOKLAŞMALAR, İTTİFAKLAR NEYİN ETRAFINDA OLMAKTADIR?

Birer birer sermaye partileri ve ittifak girişimi içinde olanlar; neden seçime katılmaktadır?

Bugün halk neden onları seçecektir? Eğer seçimden şu ya da bu “sermaye bloğu” kazanarak çıkarsa, onları seçecek olan emekçiler, halk yığınları için ne değişecektir?

Bu soruların yanıtı; hem bu partilerin, hem ittifaklarının amaç ve niteliklerinin anlaşılması, hem de yığınların bu parti ve ittifaklara verecekleri desteğin gerçek içeriğini anlamaları bakımından önemlidir.

Elbette Türkiye, sorunu çok olan bir ülke olarak, her partiye “neden seçime girdiğine” dair söyleyecek pek çok malzeme sunabilen bir ülkedir. Ancak bugün koşullar, partilere, dünkü kadar rahat bir biçimde atıp tutacakları bir ortam sunmuyor. Bloklaşma girişimleri, ittifak arayışlarının bu süreçte ortaya çıkmış olmasının nedeni de budur.

Çünkü içinde bulunulan süreç; bir yandan Kürt sorunu ve laisizm sorunu ve çözüm ihtiyacı, öte yandan da halkın yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi; yoksulluğun ve işsizliğin yenilmesi temelli olarak ekonomik politikalar tarafından belirlenmektedir. Başka bir söyleyişle, seçimin, bugün karşı karşıya olunan sorunların aşılmasının vesilesi olabilmesi için, bu “üç temel sorunu” çözecek güçlerin iktidara yürüyüşünde bir ilerlemenin dayanağı olması gerekir.

Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında; hükümetlerin ve burjuva muhalefet partilerinin ülkenin bu “üç temel sorunu” konusunda çözümsüz olduklarını görüyoruz.

 

***

Bu üç sorunu şöyle sıralayabiliriz:

1-) Kürt sorununun çözümü: Bugün ABD’den TÜSİAD’a, AB’den sokaktaki vatandaşa kadar herkes görmektedir ki, burjuva siyasi çevreler ve cumhuriyetin ideologları inkar etse de, Kürtler ve Kürt sorunu vardır, ve bu sorun çözülmeden, Türkiye’nin, ne demokratikleşmesi, ne dış politikasında komşularıyla dostluk, ne de emperyalizmin bölgeye müdahalelerine karşı anti emperyalist bir tutum geliştirmesi olanaklıdır. Dahası, bugün hangi uluslararası platforma giderse gitsin, orada, Kürt sorununu çözmemiş olması ayağına dolanmaktadır. Bütün bunların ötesinde, ABD, bölge egemenliğini sağlamlaştırmak için girişimler yapıp bölgedeki güçlerini, işbirlikçilerini yeniden düzenlerken, Kürt sorununu da kendi tarzında çözmeyi gündeminin ön sıralarına koymuştur. Dolayısıyla Türkiye bu sorunu çözmezse, öncelikli olarak ABD-İngiltere-İsrail bloğu, bu sorunu kendi çıkarlarına uygun biçimde “çözmek” ve bölgedeki 30 milyon Kürdü kendi stratejisi doğrultusunda yedeklemek üzere harekete geçmiştir. Buna, Irak’ta kurulan Kürdistan’ın oluşturduğu baskıyı da eklersek; Kürt sorunu, öyle, “Kürt yoktur”, “Kürtler Türklerle etle-tırnak gibidir” ya da “Kürt sorun vardır, ama PKK ve DTP gibi mihraklar dışlanarak Kürt sorunu çözülmelidir” gibi boş laflar ve hamasetle sorunun çözümünü ertelemek artık çok güçleşmiştir. Son çeyrek yüzyılda bu doğrultudaki zorlamalar, “düşük yoğunluklu savaş” ve “özel harbin en kirli yöntemleri”, Türkiye’nin Kürtlerini boyun eğdirmeyi başaramamıştır. Bu da; Kürt sorununun çözümünde ağalar ve aşiretlerle anlaşarak, sorunun, Türkiye’nin egemenlerinin çizeceği sınırlar içine çekilmesinin engeli olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bu etkenler, Kürt sorununun demokratik bir biçimde (eşit haklar temelinde) çözümüne; aciliyet kazandırmaktadır. Aksi halde; Türkiye içeride ve dışarıda büyük açamazlarla karşı karşıya kalmaya devam edecektir.

 

2-) Laisizm (inanç ve vicdan özgürlüğü) sorunu: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri; İslam’la laik devlet ilişkisi sorun olmaya devam etmiştir. Bugün, “cumhuriyetin laik olduğu”nun ilan edilmesi üstünden 80 yıla yakın bir süre geçmiş olmasına karşın, laisizm, sıcak politik gündemin en üst sıralarında kalmaya devam etmektedir. Çünkü; Türkiye’nin laisizm olarak belirlediği şeyin aslında, gerçek bir laiklik olmaktan öte, bir “devlet dini” olması nedeniyle, son 60 yılda, “çok partili düzen”e geçileli beri, sistem partiler dini ve Şeriatçılığı okşayarak, halk indinde güç ve itibar kazanmaya çalışmıştır Ama iktidara geldikten sonra “kırmızı kitaba uygun” davranmışlar; laikliliğin ne menem bir laiklik olduğunu sorgulamaktan kaçınmışlardır. Tam tersine; bu partilerin temsil ettiği egemen güç odakları için, “Din elden gidiyor!” ile “Laik cumhuriyet elden gidiyor” “uçları” arasında salınmak; halkı bu beşikte sallayarak uyutmak kolay politika yolu olarak benimsenmiştir. Oysa devlet, Diyanet üstünden geliştirdiği, “İslam’ın laik yorumu” denilebilecek bir dini halka dayatmıştır. Sonuçta, son 50 yılda, bu “devlet dini”nin örgütü Şeriatçı güçler tarafından ele geçirildiği için, “Laiklik elden gidiyor” yaygarası başlatılmış, ama 100-120 bin kişilik bir “din görevlileri ordusu” olan Diyanet işlerine dokunulmadığı gibi; günümüzün laiklik şampiyonu Ecevit, Demirel, Evren gibi zatlar, hükümet oldukları dönemlerde yüzlerce İmam Hatip açılırken, “yobazlığa, Şeriatçılığa karşı mücadele” ettiklerini iddia etmişlerdir.

Bugün laisizm konusunda bir birine zıt görüşler savunuyor görünen AKP ile CHP’nin, laisizm karşısında tutumları aynıdır. İkisi de, Diyanet işleri örgütü üzerinden, dini devletin desteklediği [Dipnot: Oysa laisizm, devletin dine karşı ilgisiz, din karşısında ve dinsizler karşısında tamamen yansız olmasıdır. Bu yüzden de bugün din ve Şeriat tartışmasının temelinde Diyanet vardır. Diyanet İşleri gibi koca bir örgütün olduğu, devletin kadrolu din adamları yetiştirdiği bir ülkede laiklikten söz etmek boş laftır.] ucube bir “laiklik yorumu”nu benimsemektedirler.

Bugün sorun, türbandan Alevi-Sünni ayırımına, “dinde reform” tartışmalarından; ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi çerçevesinde “Amerikancı bir İslamcılık” olarak geliştirdiği “Ilımlı İslam”dan Milli Eğitim müfredatının yeniden düzenlenmesine; bilimin ulaştığı zirvelerden geriye püskürtülerek, dini ilkelerin “laik eğitim”in temeline yerleştirilmesine kadar geniş bir alanda laiklik tartışması yeniden gündeme getirildiği gibi; cumhurbaşkanlığı seçiminde “eşin kılık kıyafeti”inden kontra güçlerin laiklik tartışmasına kendi tarzlarında katılmasına kadar politik gündemin ön sıralarına çıkmıştır.

Kısacası, laisizm sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli ayaklarından birisi olarak; “inanç ve vicdan özgürlüğü” çerçevesinde ele alınması gereken bir sorun olarak çözümünü dayatmıştır. Her din ve mezhepten emekçilerin (elbette hiçbir dine inanmayanlar da dahil) birleştirilmesinin yolu da, gerçek bir laisizm için mücadeleden geçmektedir. Şeriatçılığa karşı mücadelenin yolu da budur. Yoksa yasaklarla, bazı mezhepler ve dinlere üstünlük tanıyarak, “devlet dayatmaları”yla gidilecek bir yerin olmadığı görülmüştür.

 

3-) Yoksulluk, işsizlik ve sosyal haklar sorunu: Kökleri 24 Ocak 1980 Karaları’na dayanan ekonomik politikalarla girilen yolda, birbirinden bayrak devir alır gibi ekonomik önlemleri devir alan sermaye hükümetleri için, arkasında iç ve dış en büyük sermaye organizasyonların yer aldığı “ekonomik program”, “denizin bittiği” bir noktaya daha gelmiş bulunuyor. Çünkü, çeyrek yüzyıldır; halkın sürekli olarak fedakarlık ederek, “ha bugün, ha yarın düzlüğe çıkılacak” vaatlerine inanarak, uğruna, elinde avucunda ne varsa verdiği bu ekonomik program çökmüştür. Üstelik bu süre içinde, Türkiye, yabancılar için tam bir açık av alanına dönüştürülerek, çökme aşamasına gelmiştir.

Hükümet ve sermayenin her köşedeki propagandacıları; döviz kurları, faizler ve diğer göstergelerin son bir aylık dalgalanmalarını, ABD’nin “faiz artırımını sürdürecek olması” ve “dünya ekonomisinde durgunluk beklentisi” gibi nedenlere bağlayarak; “Suç bizim ekonomik politikamızda değil, dünyada karışıklık var” demeye getiriyorlar. Zaten asıl sorun da buradadır. Türkiye ekonomisini uluslararası dalgalanmaların girdabına iten ekonomik politika ve buna temel sağlayan tekelci kapitalist düzen, bugün karşı çıkılması gereken asıl şeydir. Çünkü ABD başta olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkeler ve uluslararası sermaye merkezleri; gelişmiş ülkelerde biriken ekonominin yüklerini, yarattıkları “dalgalanmalar” yoluyla Türkiye gibi ülkelere aktarıyorlar. Bizim gibi ülkelerdeki sermaye iktisatçıları ve politikacılarının “ekonomik politikalarımız” dedikleri de, işte; bu “yük transferi”nin kolaylaştırıcısı –finansal serbesti, tarım ve sanayiin çökertilmesi vb. gibi yönleriyle– entegrasyondan ibarettir.

Şimdi soru şudur?

Türkiye, kuşkusuz Türkiye halkı; büyük sermaye ve uluslararası sermaye merkezlerinin çıkarlarının ifadesi olan ve Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalanmasını düzenleyen bu ekonomi programına devam etmek için bir kez daha fedakarlık mı yapacaktır; yoksa, “Halk için ekonomi” dediğimiz, ekonominin, üretimden tüketime, turizmden ithalata halkın çıkarlarına göre yeniden yapılandırılacağı ekonomik politikalara mı yönelecektir? Yanıt, elbette ki, ikincisidir. Ve işsizliği, açlığı, yoksulluğu alt edecek, gençliğe güvenli bir gelecek sunacak, refahı paylaştıracak; vergilerden ücretlere, sosyal güvenlikten temel hizmetlere, her ekonomik ve sosyal sorunu, işçi sınıfı ve halkın ihtiyaçları üstünden çözümleyen ekonomik politikaların geliştirilmesinin tercih edilip edilmeyeceği bu seçimin başlıca tartışma konularından birisi olacaktır.

 

BU SEÇİME DE “İKİ PARTİ” GİRECEK!

Peki bu yazı boyunca sözünü ettiğimiz; AKP’den CHP’ye, DSP’ye, MHP’den, DYP’den “zeytin dalı solcuları”na kadar sermaye güçlerinin partileri ve onların ittifaklarının hedefinde bu üç temel konunun çözümüne dair ne vardır?

Hiç tereddüt etmeden söyleyelim! Onların, bu üç temel sorunun (ve elbette bunlarla bağlantılı diğer sorunların) çözümü konusunda, halktan yana, demokrasinin geliştirilmesinden yana hiçbir yeni çözümleri yoktur. Tam tersine; onların bir bölümü için bu sorunlar geerçekte yoktur; bu sorunları kötü niyetliler, “teröristler”, “bölücüler”, servet düşmanı iflah olmaz Marksistler çıkarmaktadır! Böyle sorunların varlığını kabul edenler için de; bu sorunların çözümü, halkın isteklerinin yerine getirilmesiyle değil; devletin güçlerinin bu sorunlardan ortaya çıkan tepkileri, asayiş bozukluklarını ezmesi biçiminde olacaktır.

Örneğin laisizmin sorununu çözeceğini ilan eden AKP’nin bu konudaki çözümü; türbanı serbest bırakmak (bu bile çok kuşkuludur; çünkü türban, üstünden en ucuza siyaset yapılacak bir nesnedir.), ama daha da önemli olarak, Milli Eğitim müfredatını, bilimi, üniversiteleri çağ dışı bir zihniyetle zaptedip; kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden kurumlar haline getirmekten ibarettir. Ona karşı olan CHP’nin laisizmi kurtarma planı da, Diyanet ve İmam Hatipler’in “AKP’nin arka bahçesi” olmaktan çıkarılması ve CHP’nin “arka bahçesi” haline dönüştürülmesidir. Diyanet ve onun temelinde olan Alevi-Sünni ayırımına, Müslüman-Sünni mezhebinin öteki din ve mezhepler karşısında üstünlüğünün kurumlaşması olan Diyanet İşleri’ne hiçbir sermaye partisinin itirazı yoktur. Çünkü bu ayırımcılığı her biri yarı yarıya ve bir yönünden sömürmektedir. Emekçileri bölüp kendi siyasal doğrultularında yedeklemenin en etkin yolu budur Türkiye’de.

Kürt sorununun çözümünde ise; bu parti ve bloklaşmaların tümü; Kürt sorunu üzerinden şekillenmiş ulusal mücadeleyi “bölücü”, “terörist”, “ezilmesi gereken bir güç” olarak görmektedir; statükonun devamı için daha çok baskı ve şiddetin kullanılmasında hemfikirdirler. Aralarındaki farklar çok önemsiz derecede küçüktür. Asıl tutumları, Kürtlerin bölünmesi ve zaptı rap altına alınması biçimindedir.

Ekonomide de bütün sermaye partilerinin ortak görüşleri; bugünkü programa devam edilmesi biçimindedir. Sadece söylemleri farklıdır ve bu programın halk için kabul edilir hale gelmesi için yaptıkları küçük itirazlar vardır.

Sermaye partilerinin bulunduğu mevziden bakıldığında; Terörle Mücadele Yasası’nın daha da sertleştirilmesine, polise tanınan yetkilerin olağanüstü bir biçimde artırılmasına karşı iktidarıyla, muhalefetiyle, Meclis içindekiler ve dışındakilerle, birinin ak dediğine öteki ne olursa olsun kara demeyi adet haline getirmiş olan sermaye partileri cenahından, ciddi bir itiraz gelmemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Gelen itirazlar da, bu TMY’nin daha da sertleştirilmesi, polisin, jandarmanın yetkilerini daha da artırılması doğrultusundadır. Çünkü onlara lazım olan budur. Çünkü onlar; artık çözümü dayatan bu üç temel sorun ve onlardan türeyecek diğer sorunları, halkın ihtiyaçları doğrultusunda çözerek değil, bu sorunlar etrafındaki mücadeleleri şiddetle sindirerek “çözmeyi” amaçlayan bir stratejinin unsurlarıdır. Bu yüzden, şiddeti meşrulaştıran ve mücadele eden güçleri ezmenin ve sindirmenin aracı olarak gördükleri TMY ve güvenlik güçlerinin yetkilerini artıran yasaları desteklemeleri bir rastlantı değildir.

Görüldüğü gibi, sadece emek ve demokrasi güçleri, bu üç temel sorunu halkın ihtiyaçları ve istemleri doğrultusunda çözme potansiyeline sahiptir. Emek ve demokrasi talep ve güçleri merkezli önceki iki bloğun oluşturduğu ittifakın ilkelerine bakıldığında, onların, bu üç temel sorunu ve bunlardan türeyen öteki sorunları çözmek için, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve halkın refahını artırıcı ekonomik politikaları talep eden güçleri harekete geçirmeyi esas alan bir hat izlemeyi amaçladığını görüyoruz. Bugün de; bu güçlerin oluşmasının platformu bu olabilir. Bunun için, bu üç temel konuda adım atılmasının, bu sorunları çözmek üzere bir mücadele odağı oluşturulmasının yolu; seçimi ve parlamentoyu da bu mücadelenin önemli alanlarından birisi olarak değerlendirmekten geçmektedir.

Dolayısıyla, önceki seçimlere olduğu gibi, bu seçime de iki parti girmektedir. Birisi; iç ve dış sermaye çevrelerinin Türkiye’ye biçtikleri “deli gömleğini” zorla giydirmeye çalışan partilerin ve onların bloklarının, birliklerinin, ittifakların toplamı olan parti, öteki ise emek ve demokrasi güçlerinin ittifakının partisi. Ancak bu seçimlerde çözülmesi gereken temel sorunların çözümleri, önceki seçimlerle kıyaslanamayacak ölçüde aciliyet kazanmıştır. O yüzden, daha seçime iki yıl varken, kılıçlar çekildi; bloklar ittifaklar oluşturmak için kollar sıvandı. Yetmedi, milliyetçilik ininden çıkarılarak linçci güruhlar ortalığa salındı; bu da yetmedi, kontra güçlerin provokasyonlarıyla politik ortamı terörize etmeye koyuldular. Yasal olarak ve olağan koşullarda birbiriyle doğrudan ilgisi olmayan cumhurbaşkanlığı seçimini, genel seçimin ilk etap çarpışması haline getirilirken, 30 Ağustos’ta yapılacak olağan Yüksek Askeri Şura toplantısı bile, iktidar mücadelesiyle (iki seçimle de) bağlantılı kararlar alacak bir siyasi eyleme dönüştürüldü.

Kuşkusuz ki; önümüzdeki seçim (zamanında ya da erken), eşitsiz ve adaletsiz; en başta, devletin kimi siyasi partilere olağanüstü destekler verdiği koşullarda olacaktır. Dahası, seçim ve siyasi partiler yasasından doğan adaletsizliklerden de öte, büyük sermayenin medya gücünü de seferber ederek yürüteceği, ilerici ve devrimci güçlere karşı tecrit ve ezme kampanyaları olacak, seçim olasılıkla bugüne kadar olanlardan çok hileli-hurdalı ve baskı altında geçecektir.. Çünkü onlar seçim(ler)i badiresiz atlatmak istiyorlar. Ve sonra da, iktidara gelecek parti ve partilerle halka yönelik saldırılarını yenilemeyi amaçlıyorlar.

Ancak ülkenin sorunlarının çözümlerini böylesi dayatmış olması, bütün avantajlarına rağmen, gerici düzen partileri ve arkalarındaki iç ve dış büyük sermayenin işini son derece güçleştirmektedir. Yine aynı nedenle, bizlerin, emek ve demokrasi güçlerinin çabaları, düne göre çok daha etkin sonuçlar doğuracaktır. Yeter ki; ortaya çıkan imkanları değerlendirmesini bilelim; kişilerin, grupların değil, her milliyetten halkın, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarını her şeyin önüne koymayı; onların güçlerini birleştirmelerinin önünü açacak taleplerin etrafında mücadeleyi örgütlemekte yeterli kararlılığı, yeteneği ve cesareti gösterelim.

“Derin Devlet” Tartışmasında Yaşanan Derin Yapılanma

Türkiye’de askerin siyasal ve toplumsal kurumlar üzerindeki tarihsel belirleyici rolün politik güçler açısından doğurduğu temel sonuçlardan birisi, yol alabilmek için askere yaslanmayı politika düzeyine yükseltmek ise, bir diğeri de, askerin ağırlığının ancak başka bir egemen güce dayanarak kırılabileceğine olan inançtır. Bu güç de, uzunca bir süredir TÜSİAD-AB ve onların programı olarak algılanmaktadır. Danıştay’a yapılan saldırıdan Eryaman’daki Atabeyler operasyonuna kadar uzanan gelişmeler, bu gerçeği bir kez daha açığa çıkardı.

“Kızıl elma”cı cenahın Danıştay’a saldırının arkasında “laik cumhuriyeti” hedef alan “hükümetin arka bahçesindeki güçler”i görmesi ve yüzbaşı rütbeli özel harp mensuplarının askeri mühimmat ile yakalandıkları Eryaman’daki Atabeyler operasyonunu da, Emniyet içindeki hükümet destekli Fethullahçı kadrolaşmanın TSK’ya karşı giriştiği bir operasyon olarak ele alması şaşırtıcı değil. “Kızıl elma”cı cenahın, Danıştay’a yapılan saldırıya, sıradan bir adli cinayeti araştırırken gereken delil toplama titizliği ile bile yaklaşmamasında da garipsenecek bir şey yok. Bu cenahın, operasyon hazırlığı içindeyken yakalanan Atabeyler grubunu bir çete oluşumu olarak değerlendirmemesi de aynı yaklaşımdan kaynaklanıyor. Bu cenah, TSK ile hükümet arasında yaşanabilecek bir kapışmayı analiz edip ona göre kendi politikasını üretecek bağımsız bir politik cenah olmadığı, dahası kendisini bu kapışmanın taraflarından biri (TSK tarafında) olarak gördüğü için, bundan sonraki gelişmelere de aynı kutbun bir siyasi aktörü olarak bakmaya devam edecek.

“Kızıl elmacı” cenahın, oluşan gerilim hattında kendisine yol açabilmek için, bundan sonra da, hükümeti iyice köşeye sıkıştırıp kendisine yol açabilmek hesabıyla, TSK’yı daha fazla siyasal sürecin içine çekmeye yönelmesi önümüzdeki sürecin muhtemel gelişmelerindendir. Hatta bu cenahın, yer yer TSK’yı siyasete daha aktif ve sürekli müdahale etmeye kışkırtan, bunun için “derin” provokasyonları da meşru gören bir tutumla hareket edebileceği rahatlıkla söylenebilir. Bu arada, Eryaman operasyonunda, gerçekten, iddia edildiği gibi, emniyet içinde örgütlü ve etkin bir konumda bulunan Fethullahçı grup da etkili olmuş olabilir. Olayın bu yanı kuşkusuz açığa çıkartılması gereken önemde bir noktadır; ancak Atabeyler operasyonunu gerçekleştirmiş olan grup gerçekten böyle bir grup olsa bile, bu, operasyon hazırlığı içindeyken ciddi bir askeri mühimmatla yakalanan özel harp mensuplarını gözardı etmeyi gerektirmez. Bu, sadece, devletin çatısında yaşanan kapışmanın içinde yer alan politik oluşumların daha net analiz edilebilmesini kolaylaştırır.

 

TÜSİAD VE ÇEVRESİNDEKİ GÜÇLERİN SÜRECE YAKLAŞIMI

TÜSİAD-AB programını savunanlar bakımından ise, bu gerilim hattının, siyasal sistemin geleneksel bağlarından kurtarılması ve “piyasa demokrasisi”nin gereklerinin daha ileri bir noktadan yaşama geçirilmesinin bir fırsatı olarak değerlendirilmek istenmesi, bu sürecin bir diğer temel özelliği durumunda.

TÜSİAD’ın bu süreçte birkaç kez yaptığı “kriz” uyarıları, gerilim ve kutuplaşma politikalarını piyasaların ve Türkiye ekonomisinin kaldıramayacağına dile getirmesi, büyük burjuvazinin çıkarları bakımından yapılmış bir “balans ayarı”ydı. Erken seçime de karşı çıkan TÜSİAD’ın bu açıklamaları medyada daha çok hükümete uyarı yönüyle gündeme gelmiş olsa da, aslında, geleneksel kutuplaşmalar üzerinden siyaset yapan askeri erke de dolaylı bir “balans ayarı” yapılmaya çalışıldığı söylenebilir.

Ancak TÜSİAD cephesindeki güçler, bunu, şu ana kadarki tecrübelerinin ışığında yaptılar. Yani, daha sonra geri adım atmak durumunda kalmayacakları yöntemler ve üsluplarla. Bunun daha net anlaşılabilmesi için, TÜSİAD’ın, 1997 yılının Ocak ayında yayımladığı “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı rapor ve sonrasındaki gelişmeler hatırlanabilir. Bu raporda, TSK’nın siyasetteki rolünü ve MGK’nın yapısını ciddi bir biçimde tartışmaya açmış olan TÜSİAD, liberal solun da desteğini almış, ancak generallerden gelen tepki üzerine fren yapmak durumunda kalmıştı. Son on yıldır ise, TÜSİAD’ın, askerin pozisyonuna dair değişiklik arayışlarını, zamana yayılmış adımlarla ve daha farklı bir üslupla yaşama geçirmeye çalıştığı söylenebilir.

Bu açıdan, TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın “piyasaları olumsuz etkileyerek istikrarsızlığa yol açacağı” içerikli uyarısının açık ucu hükümete, kapalı ucu da TSK’ya yönelirken, bunu daha açıktan dile getirmiş olanlar ise, Türkiye’nin en çok tirajlı gazetelerinin Bilderberg görmüş yazarları oldu.

Örneğin Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever, “Manzara-i umumiye” başlığı ile yayımlanan köşe yazısında şöyle diyor:

1) Hemen her gün ortaya yeni bir çete çıkıyor. Çetelerin ne yapmayı hedeflediği bir türlü tam anlaşılamıyor; ama hepsinde iki ortak özellik var:

i) Üyeleri arasında muhakkak emekli/muvazzaf askerler var.

ii) Emirlerinde TSK’dan çalındığı söylenen silah/mühimmat var.

Her zaman TSK’nın yanında duran Cumhuriyet Gazetesi’ne bile TSK bombaları atılmış.” (Hürriyet, 6 Haziran 2006) TÜSİAD’ın uyarılarına özellikle dikkat çeken Ülsever, yazısını şu cümlelerle noktalıyor:

Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete!

Üstelik, alametin şoförü de yok!”

Medya dünyamızın bir diğer Bilderberg görmüş yazarı Hasan Cemal de, “Huzursuz eden sorular” üst başlığı altında 3 gün arka arkaya (6-7-8 Haziran 2006) yazdığı yazılarla aynı tutumu daha ayrıntılı dillendirdi.

Ben asker düşmanı mıyım? Hayır.” diyen Cemal, “Yazın bir kenara: Askeri eleştirmek asker düşmanlığı değildir” dediği bu yazılarda, askerin siyasete müdahalesinden Kürt sorunundaki yaklaşımına kadar uzanan geniş bir cephede, adeta TÜSİAD’ın 1997 tarihinde yayımlanan ve askerin tepkisi üzerine frenlenen “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı raporda dile getirilen tezler çerçevesinde uzun uzun yazdı. Türkiye’nin Batılılaşma serüveni içinde ordunun olumlu roller üstlendiğini, ancak bugüne kadar süregelen bir dizi olumsuzluğu da askerin tutumunun beslediğini savunan yazar, kendince bunları sıraladıktan sonra, AKP’yi de, türban kutuplaşması bakımından, TÜSİAD Başkanı Sabancı’nın dile getirdiği üslupla eleştirmeyi ihmal etmedi. PKK’yi bugüne kadar açık bir dille eleştirmiş olduğunu hatırlatan Hasan Cemal, Sabancı’nın ifade ettiği perspektifle eleştirilerini ve “huzursuzlukları”nı dile getirdikten sonra, son noktayı da şu sözlerle koydu:

Kimsenin kimseyi düşman gibi görerek, düşman yerine koyarak siyah-beyaz siyaset yapmasını istemiyorum.

Türkiye bundan çok çekti.

Ben de çok sıkıldım, kaç kez aynı filmi seyretmekten…

Onun için yarından itibaren bir ay süreyle ‘siyaset penceresi’ni kapatıp başka şeyler yazmaya çalışacağım.

Neyi mi? Futbolu, Almanya’dan Dünya Kupası’nı…

Cüneyt Ülsever ve Hasan Cemal’in yazılarının hem içerik hem de zamanlama açısından birbirini tamamlaması ve TÜSİAD yönetiminin “uyarılarıyla” da birleşmesi organik bir ilişkiyi çağrıştırsa da, buradaki programatik düzeydeki birlik daha önemlidir.

Hasan Cemal’in 3 gün süren siyasi eleştirilerini, bir yaşam tarzının, kendisini sıkan ve baskılayan güçlere karşı eleştirisi ile noktalaması da anlamlıdır. Bu tavrı ile hem hükümete hem de generallere bir anlamda “Keyif kaçırıyorsunuz, değişin artık!” demiş olan Hasan Cemal, bunu, artık dünyanın en büyük güçleriyle oturup kalkmış olmanın, dolayısıyla “yerel”liği aşmış olmanın öz güveni ile de söylüyor(!)

Popüler ve kültürel göndermeleri bakımından ayrı bir analiz konusu da olabilecek bu üslubun sahibinin, öğrencilik yıllarını, Türkiye’de, askeri siyasete müdahale etmeye kışkırtma geleneğinin içinde özel bir yeri olan YÖN’de geçirmiş olması da tarihin ironisi olsa gerek. Cemal’in, daha sonra, “Kimse kızmasın kendimi yazdım” adlı kitabında, kendi tarihindeki YÖN’cü, cuntacı etkilerle “hesaplaştığı”, bu açıdan mesleki hesaplaşmasını da “Cumhuriyet’i çok sevmiştim” adlı kitabı ile taçlandırdığı (!) biliniyor.

Ancak tüm bunlara rağmen, Cemal’in de bir temsilcisi olduğu bu tutum, Şemdinli’den bu yana –zaman dilimi, Mersin’de önceki yıl yapılan Newroz kutlamasındaki bayrak provokasyonuna, generallerin yetkilerinin artırılmasını isteyen açıklamalarına kadar da uzatılmalıdır– geçen süreçte, CHP’den İP’e kadar uzanan çeşitli politik odak ve kesimlerin hükümeti köşeye sıkıştırmak adına takındıkları şoven statükocu tutum yanında daha demokratik bir tutum olarak algılanmaya müsaittir. Bu açıdan bakıldığında, aslında TÜSİAD’ın ve onun programını savunanların, ülkenin çeşitli yerlerinde patlayan bombalar arasında yaşanan gerilimin sonuçlarını sistemin uzun vadeli çıkarları açısından değerlendiren adımlar attıklarını söylemek mümkündür. Bir yandan provokatif saldırılar ve eylemlerle, ülke siyasetini, cumhurbaşkanlığı seçimlerini, kendi çıkarları bakımından değiştirip düzenlemek isteyen “derin” müdahaleler, öte yandan da, bu süreci, kutuplaşmanın iki ana odağında duran AKP hükümeti ve Genelkurmay’ı, kendi programı bakımından yeniden yapılandırmanın manivelasına dönüştürmeye çalışan TÜSİAD’çı-AB’ci güçler. Toplamında çeşitli türden burjuva parti ve kurumlarından oluşan bu güçlerin çatışmasının içeriğini ve düzeyini doğru değerlendirmemek, iki taraftan birine eklemlenmeyi de beraberinde getirecektir.

 

ASKER VE TÜSİAD KONUSUNDA YAŞANAN YALPALAMA

Türkiye siyasal yaşamı, kendisini “sol”da tanımlayan güçlerin her iki yönde de yalpalamalarına tanıklık etmiştir.

Askeri, “devrimci” bir “öncü güç” olarak görmüş olan Mihri Belli’nin başını çektiği Milli Demokratik Devrim geleneği ve savunduğu sınıflarüstü ordu teorisinin bir sonucu olarak gazetesinde, 12 Mart darbesini “Ordu kılıcını attı” başlığı ile savunan Hikmet Kıvılcımlı geleneği, bu yalpalanmalara en çarpıcı örneklerdendir.

Hikmet Kıvılcımlı’nın ordu teorisini geçmişte en çok “eleştiren”lerden biri de Doğu Perinçek’tir. Perinçek, “Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisi’nin Eleştirisi” başlığıyla ilk olarak 1975 yılında 58 sayfalık bir broşür kalınlığında Aydınlık yayımlarından çıkmış olan bu eleştirilerini, daha sonra, “Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet” (Kaynak Yayınları, iki baskı, 1986-87) başlığıyla daha da detaylandırılmış kalın bir kitap olarak yayımlamıştır.

Doğu Perinçek’in “28 Şubat ve Ordu” (Kaynak Yayınları, 2000) adlı kitabı ise, onun Kıvılcımlı şahsında daha önce “mahkum ettiği” sınıflarüstü burjuva ordu teorisine terfi dönemini simgelemektedir.

Perinçek’in cunta destekçiliğine dayalı güç olma arayışı yanında, cuntacı etkileri tasfiye adına TÜSİAD’a destek verenlerin bileşimini görmek bakımından da, TÜSİAD yayımları arasından çıkan “Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi-Tartışmalar ve Son Gelişmeler”(1999) adlı kitap bir kaynak oluşturmaktadır.

Örneğin bu kaynakta şöyle denilmektedir: “Solda yer alan partilerden ÖDP, HADEP ile Demokrasi ve Barış Partisi temsilci ve sözcüleri TDP (Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri) hakkında olumlu bir tavır içinde olduklarını açıkladılar. ÖDP Genel Başkan Yardımcısı S. Oluç, işyerinde demokrasi sorununun ele alınmamış olmasını bir zaaf olarak nitelendirdi.” (sf. 33)

Görüldüğü gibi, “işyerinde demokrasi” sorunu da çözülse, bazı solcularımız için, Türkiye’nin patronlar örgütünün “demokrasi” programından ayrışmak için esasta bir neden kalmayacak.

Tüm bunlar, kendi programını kendisi örgütleyemeyen, hem kendisine hem de işçi sınıfı ve emekçilere bu bakımdan yeterince güven duymayan politik tutumların göstergeleridir.

Ve bugün de, belirli noktalarda çatışır görünen TÜSİAD programı ile Genelkurmay ve çevresindeki öbeklenen güçlerde temsilini bulanların programı savunan güçler, Kürt sorununda bir “terör” çizgisi çekmekte hemfikir durumdadır. Ayrışılan nokta, bu çizginin, Kürt sorununu belirli esnemelerle sistem içinde çözülebilecek bir sorun olarak görmek ile Kürt sorununu “terör” sorununa indirgemek arasında nereye çekileceği konusundadır.

Cumhuriyet’in bugüne kadar çözemediği diğer bir temel sorun olan “laiklik” konusunda da, bugün kutuplaşan taraflar, aslında, bu sorununun kaynağı durumundadırlar. Türkiye’de dinin devlet düzeyinde kurumsallaşması, ABD’nin Soğuk Savaş politikalarının bir uzantısı olarak benimsenen “Sovyetler’i ‘yeşil kuşak’la çevreleme” stratejisinden bağımsız değerlendirilemez. “Komünizm tehdidi”nden korunmanın yolunu İslamı öne çıkarmak ve Türk-İslamcı militanları öne sürmekte gören askeriyle, siviliyle Türkiye burjuvazisinin değişik kanatları, 28 Şubat günlerinde olduğu gibi, bugün de, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, bu noktada kutuplaşmış durumdalar.

Türkiye’de –bugün artık bayağılaştırılmış olan– biçimlere takılmış, halkçı olmayan ve laikliği bir “devlet dini” düzeyine yükselten ve biçimler üzerinden de olsa, din ve dinciliğin etkisi karşısında radikal bir pozisyon tutan laikçilik anlayışı eskidir ve ortaya çıkışı Kurtuluş Savaşı günlerine kadar gider. Kökleri eskidir ve kalıntıları bugüne de sarkmıştır, ama gelişmesi sürecinde, “laikçilik” ciddi bir deformasyona da uğramış, “yeşil kuşak kuşatması” döneminde önemsiz görülemeyecek bir farklılaşmaya uğramıştır. Türkiye’nin NATO’ya giriş süreci, bu güdümlü ve bayağılaşmış laiklik anlayışını da benimseme süreci olmuştur. ABD’nin belirlediği “Yeşil kuşak” projesinden, bugün, geline geline, yine ABD’nin belirlediği “Ilımlı İslam” projesine gelinmiştir. Dolayısıyla tutarlı bir laiklik anlayışının diğer bir ucunun antiemparyalist bir programa bağlanması da bir zorunluluktur.

Türkiye’nin bağlı bulunduğu ilişkiler ve içinde yaşadığı bölgede yaşanan sıcak gelişmeler dikkate alındığında da, görülecektir ki, emperyalizmle mücadelenin üzerinden atlayan hiçbir politik gücün tutarlı bir laiklik anlayışını savunması mümkün değildir.

Laikliğin ve Kürt sorunun kutuplaştırıcı politik motifler olarak ele alınmasından kurtulmak, ancak bundan çıkarı olmayan güçler bakımından ve bu güçlerin yönettiği bir Türkiye ile mümkün olabilir.

Geçmişte İslamcı militanları komünistlerin üzerine süren Özel Harp Dairesi’nin, bugün Çankaya’ya laik bir cumhurbaşkanının seçilmesi amacıyla yapılan nokta atışlarının içinde değişik unsurlarıyla yer alması, NATO ordusunun bir kurumu olmanın doğal çelişkisidir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hala çözülmeyen ve her dönem başka bir biçimde düğümlenen temel sorunların kaynağında, hakim sınıfların çıkar ve politikaları bulunmaktadır. Çözüm de, ancak ezilen emekçi sınıfların kendi güçlerinin birliği etrafında gerçekleşebilir. Bu, elbette, burjuva fraksiyonların kendi aralarında yaşanan çatışmalara kayıtsız kalınması gerektiği anlamına gelmez. Ancak bu fraksiyonlardan herhangi birine dolgu olmadan, o çatışmalardan ve çelişkilerden faydalanmak, önünü görebilmek ve kendi çözümünü, kendi iktidarını örgütleyebilmek, bu doğrultuda mücadele yürütebilmek, ancak ezilen sınıfların kendi programları etrafında mümkündür.

Şemdinli davasında iki astsubayın suçu sabit görülerek 39 yıl 5’er ay hapis cezasına mahkum edilmiş olmaları, askerin içinde olduğu “derin devlet” tartışmalarında yaşanan bu yalpalamaya karşı da bir yanıt anlamına gelmektedir.

Şemdinli olayının arkasındaki güçlerin açığa çıkarılması için çabalayan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın görevden alınmasında, Başbakan Erdoğan’ın, “sonuna kadar gideceğiz, kayırmacılık yapılmayacak” sözünü Genelkurmay’ın baskısı üzerine çabuk unutarak, Sarıkaya’yı kurban vermesi de, Şemdinli soruşturmasını TSK’ya karşı bir “darbe girişimi” olarak sunan statükocu ve şoven CHP ile çok sayıda üst düzey yargı mensubunun takındığı tutum da etkili olmuştu. Ve, Şemdinli davasının görüldüğü Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, “gözdağı” anlamına gelen bu gelişmeye rağmen, sanık astsubayları ağır hapis cezalarına mahkum etmesi, öncelikle onları suçüstü yakalaşan Şemdinli halkının başarısıdır. Şemdinli halkının onları suçüstü yakalayarak yargıya teslim etmesi gibi bir gelişme söz konusu olmasaydı, bu olayın da, bölge illerinde yaşanan benzer başka olaylar gibi, çoktan üzeri örtülerek kapatılacaktı. Şemdinli halkının bu cesur ve kararlı tutumuna ek olarak, ülkenin çeşitli illerinde “Şemdinli Ankara’dır, İstanbul’dur, bütün Türkiye’dir” diyerek adil bir yargılama talep eden emek ve demokrasi güçlerinin tavrı da, bu davanın takibi bakımından etkili olmuştur. Kesinlikle lokal bir olay olarak görülüp geçiştirilemeyecek olan bu sonuç, TÜSİAD’ın “demokratikleşme perspektifleri”nden çok daha öğreticidir. Halka güvenmek ve ona dayanmak, bu bilinçle, emekçi halk yığınlarını Kürt sorununun ve ülkenin temel demokratikleşme sorunlarının çözümü mücadelesine kazanmak mümkündür.

Şemdinli’de patlayan bombalarla tırmanışa geçen ve bir kördüğüme dönüştürülen sürecin düğümü yine bir ölçüde Şemdinli’de çözülmüştür. Arkasının getirilmesi de, bu net ve kararlı tutumunun devamının getirilmesiyle mümkün olabilir ancak.

Milliyetçilik ve Enternasyonalizm

Sözlüklerde ya da gündelik dilde, en masum sözcüklerden birisi olan, çoğu zamanda bir övgü ve övünme vesilesi yapılan “milliyetçilik”, ideolojik ve politik bir silah olarak kullanıldığında; ulusların, halkaların, tüm insanlığın başının belası olan bir içerik kazanmaktadır.

Egemenler, kendi sömürü ve çıkarlarını gizlemek için, bu çıkarların tüm ulusun çıkarları olduğunu iddia ederler; özellikle de gençliği “milliyetçi” bir ideolojik formasyonla yetiştirerek, onun enerjisini, hem sömürüyü artırma hem de başka uluslara ve ülkelere karşı mücadelelerinde bir araca dönüştürmeyi amaçlarlar. Çünkü; milliyetçilik, ülkeden ülkeye değişse de, son bir-bir buçuk yüzyıl içinde, gerici güçlerin, yığınların aklını karıştırmak, gözünü bağlamak için kullandığı bir ideolojik gözbağı olarak kullanılmıştır; bugün de kullanılmaya devam edilmektedir.

İşçi sınıfını, gençlik yığınlarına yönelik olarak, “daha iyi bir insanlık toplumu”, “sömürüsüz ve barış içinde bir dünya” idealini değil, ama kendi düzenlerinin en iyi düzen, kendi ülkelerin en ideal ülke, hatta kutsanmış, “seçilmiş” olduğunu propagandalarının esası olarak öne çıkaran egemen güç odakları ve onların eğitimcileri, ideologları, politikacıları, din adamları…, bu kafa karışıklığı yaratma gayretlerine en geniş dayanağı milliyetçilikte bulmuştur. Türkiye’nin son yüz yıllık tarihi de, kimi zaman bütün diğer ulusları aşağılayan Turancılık, kimi zaman “Atatürk milliyetçiliği”, “sol milliyetçilik” gibi adlar altında, işçi sınıfını, gençliği milliyetçilikle zehirlemenin tarihidir. Son bir-bir buçuk yıldır ise; milliyetçilik; egemenlerin arasındaki iktidar kavgasında ve ülkeyi bir Kürt-Türk çatışmasına doğru sürüklemek isteyen gerici, şoven milliyetçi güçlerin bir silahı olarak kullanılarak, bir siyasi programa dönüştürülmek istenmektedir. Sermaye partilerinin aralarında milliyetçilik yarışına girmeleri; 70-80 yıl sonra “Kızıl elmacılık”ın yeniden popülerleştirilip, eski solcu siyasi çevrelerden Ülkücülere kadar “geniş” bir yelpazenin ortak bir organizasyonu olarak, tüm milliyetçi çevreleri provokatif bir cephede birleştirmesi bir rastlantı olmadığı gibi, kendiliğinden olan bir şey de değildir. Tersine; bu yönlü gelişme, yelkenine rüzgar üflenen milliyetçiliğin, CHP’den, İP’ten MHP’ye, burjuva siyaset arenasında etkin bir sis bulutuna dönüşmüş olmasındandır.

 

KAVRAM OLARAK MİLLİYETÇİLİK

“Milliyetçilik”i, Türkçe’de “ulusçuluk” olarak da kullanmaktayız. Ancak, kendilerini, hayli kirli bir tarihe sahip olan ırkçı milliyetçilikten “ayırmak” isteyen, hem solcu (hatta sosyalist) hem de milliyetçi olduklarını, ırkçılığı reddettiklerini iddia eden kimi siyasi çevreler ve “aydınlar”, ırkçıların, Turancıların “milliyetçi”, kendilerinin ise “ulusçu”, “ulusalcı” (millici) olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla, Turancı milliyetçilikle ulusçuluk arasında özde bir ayırım olduğunu iddia etmektedirler ki, burada yapılan, tümüyle bir sözcük oyunundan ibarettir.

Kavram kargaşası bu boyutta da kalmamakta, kendilerini “sağ milliyetçi”, “sol milliyetçi” diye de tanımlayarak; milliyetçilikten beslenen siyasi odaklar, kendi aralarındaki ayırımları kavram düzeyine çıkararak, “kavram” kargaşasına katkı yapmaktadırlar.

Bu yüzden de, öncelikle bu kavram kargaşası tuzağına düşmemek için, bu yazı içinde; ulusçuluk ve milliyetçilik, sözlüklerde olduğu gibi, eş anlamlı olarak kullanılacaktır. Dahası “sağ milliyetçilik”, “sol milliyetçilik” (ulusalcılık) sadece tırnak içinde ve olumsuz  anlamda kullanılacaktır.

Milliyetçilik (ulusçuluk) gibi, ulusalcılık da, “millet”den türeyen, onunla bağlantılı bir tutumdur. Dolayısıyla da “kapitalizm şafağında” ortaya çıkan bir olgu olan “millet”in çıkarlarının ifadesi olarak biçimlenmiş; onun evrimiyle, milliyetçilik de evrim geçirmiştir.

Milletlerin ortaya çıkmasından itibaren, hemen her ciddi felsefi eğilim ve birer birer düşünürler, milletin ne olduğu, nasıl bir kategoriye karşılık geldiği, onun oluşumu ve geleceğine dair çeşitli tezler öne sürmüşlerdir ve bugün bile bu tartışma sürmektedir. Ancak kavramı idealist içeriğinden arındırarak, ona bilimsellik kazandıran Marksizm olmuştur.

Stalin, bu kavramı; 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki “ulus” tartışmalarından da kalkarak, şöyle tanımlamıştır: Ulus; tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur. (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, sf. 14, Evrensel Basım Yayın)

Demek ki; yalnızca aynı dili konuşan, aynı ırktan gelen insanların oluşturduğu topluluklar ulus sayılmazlar. Ya da çoğu zaman sanıldığı gibi, aynı ırktan gelen insan toplulukları bir ulus sayılmaz. Örneğin Türkiye’deki Türklerle eski SB’den ayrılan birçok “Türki kökenli halkları” aynı ulustan saymak doğru olmaz. Çünkü onlar ayrı topraklar üstünde yaşamaktadırlar, yanı sıra uzun bir tarihsel süreç içinde ayrı bir kültürel şekillenme içinde olmuşlar, ayrı bir ekonomik hayat oluşturmuşlardır.

1990’ların başında SB dağıldığında, ulusun ırksal bir kategori olduğu yaklaşımıyla, Türkiye’nin egemenleri, ırkçı-milliyetçi çevreler; bu halkların Türkiye ile bütünleşip, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük bir Türk dünyası” meydana getireceklerini iddia etmişlerdi. Bu propagandayı örgütleyenlerin amacının, aslında bu ülkeleri, Türkiye’nin sömürgeleri olarak kullanmak olduğunu yok saysak bile, bu hayaller üç beş yıl bile sürmeden bitti. Çünkü o halklar, Türk milliyetçileri”nin, kendilerine “kardeşim” derken, aslında kendilerini sömürmek, kullanmak, ülkelerini yağmalamak için geldiğini fark etmiş; “milliyetçiler” de, bu ülkelerde, “Türklüğün kalmadığını”, hatta “dinlerini, milliyetlerini unuttuklarını”, “Ruslaştırıldıklarını”… “fark etmiş”, oralarda etkin olmak, çıkarlarını sürdürmek için “kardeş olma”nın yetmeğini görerek, “darbe düzenlemeye” kadar varan eylemlere girişmişlerdir.

Aynı devlet sınırları içinde yaşamanın bir ulus olmaya yetmediğin en önemli kanıtlarından birisinin örneği ise, yine Türkiye’nin kendisidir. Örneğin Türkler ve Kürtler bin yıldır bir ve aynı devlet sınırları içinde yaşadıkları halde, modern çağda ayrı ayrı uluslar olarak biçimlenmişler; aynı devlet içinde ezen-ezilen ulus ilişkisi oluşmuş, bu yüzden de dili, kültürü, tarihsel olarak şekillenmesi farklı olan Kürtler; kendi ulusal hakları için mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Çünkü, bin yıllık doğal ilişkiler içinde asimile edilememiş olan Kürtleri, egemenler son yüzyılda zorla asimile etmeye yönelmişler; dil ve kültür yasaklamaları, zorunlu iskan (sürgün) vb. türü uygulamalara girişmişlerdir. Ama yakın tarihimizdeki son derece acı deneyimlerle de görülmüştür ki, Anayasa ve Türkiye’nin egemenlerinin “tek ulus” iddiası, sadece bir iddia ve propagandadan ibaret kalmıştır. Ve Kürt sorununun çözümü, bugün Türkiye’de iki ayrı ulusun varlığını kabul etme ve bu ulusların eşit haklara sahip olmasına bağlanmıştır. Başka türden çözümlerin bir çözüm olamayacağı, giderek daha geniş kesimlerce fark edilmektedir.

Irkçıların ve ırkçı-milliyetçilerinin öne sürdüğü gibi; ulusun bireylerinin damarlarında akan kanın bir anlamı yoktur. Yani iki ayrı topluluğu oluşturan bireylerin aynı soydan, aynı eski atalardan gelmiş olmasının bir önemi olmadığı gibi, aynı dili konuşuyor olmak ya da aynı topraklar üstünde uzunca bir zaman bir arada ya da yan yana yaşamış olmak da bir ulus olmaya yetmemektedir.

 

MİLLYETÇİLİK, ENTERNASYONALİZM VE YURTSEVERLİK

Peki milliyetçilik (ulusçuluk, ulusalcılık) kavramından ne anlamalıyız? Gerçekten de milliyetçilik her zaman yurdunu sevmek midir; ya da milliyetçi, o yurt ve o topraklar üstündeki insanları sevmek anlamına gelir mi? Şimdi buna bakalım.

Milliyetçilik, milletle bağlantılı bir kavramdır; ve ilk akla gelebileceği gibi, kendi milletinden, kendi ulusundan olandan yana olmak, onun çıkarların savunmaktır. Politikada ve uluslararası ilişkilerde, bu; kendi ulusunun çıkarlarını başka ulusların çıkarlarından üstün görmek, haklı-haksız gözetmeden, kendi ulusun çıkarların savunmak anlamına gelir.

Genel olarak tek uluslu devletler olarak şekillenmiş batı Avrupa’da, en azından uluslaşma sürecinde, ulusçuluk devrimci bir işlev görmüş; ulusal çıkarlar uğruna, feodal çitlerin, eski imparatorlukların yıkılmasında milliyetçilik önemli bir rol oynamıştır. Marx ve Engels, onun içindir ki, 1871 Paris Komünü’ne kadarki dönemde, Avrupa’daki savaşları ilerici savaşlar olarak değerlendirdi. Çünkü bu savaşlar; Büyük Fransız Devrimi’yle sloganlaşan Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik özlemlerinin ifade ettiği fikirlerin yayılmasına hizmet ettikleri gibi; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusyası gibi köhnemiş gericilik merkezlerini zayıflatıp güçten düşürdüler. Nitekim bu dönemde, “uluslararası hukuk”, “Kantçı hukuk anlayışı” üstünden, “bir ülkenin kendi çıkarları için başka ülkelere savaş ilan etmesi”ni meşru görüyordu.

V. İ. Lenin, kapitalizmin gelişmesiyle ulus sorunu arasında ilişkiyi şöyle ifade ediyor:

Gelişen kapitalizm ulusal sorun konusunda iki farklı tarihsel eğilme tanıklık eder. Birincisi, uyanan ulusal yaşam ve ulusal hareketler, her türlü ulusal baskıya karşı mücadele ve ulusal devletlerin yaratılmasıdır. İkincisi ise, her biçimde uluslararası ilişkilerin gelişip büyümesi, ulusal çitlerin yıkılması, sermayenin genel olarak ekonomik yaşamın, politikanın, bilimin vb. uluslararası birliğinin ortaya çıkmasıdır.

Her iki eğilim de kapitalizmin evrensel yasasıdır. Kapitalist gelişmenin başlangıcında birinci eğilim ağır basar. İkinci eğilim, sosyalist topluma dönüşmeye doğru ilerleyen olgun kapitalizmi karakterize eder. Marksistlerin ulusal programı her iki eğilimi de hesaba katar ve şunları savunur: İlk olarak uluslar ve dillerin eşitliği ve bu bakımdan hiçbir ayrıcalığa izin verilmemesi (ve aynı zamanda ulusların kendi kaderlerin tayin hakkı). İkinci olarak da enternasyonalizm ilkesi ve en ince biçimleriyle burjuva milliyetçiliğinin proletaryaya bulaştırılmasına karşı amansız bir mücadele.” (Marksizm ve Ulusal Sorun, Lenin, sf. 82)

Ayrıntılarından arındırırsak, şunları söyleyebiliriz: Demek ki; gerek dünya ölçeğinde gerekse birer birer ülkelerde, ulusun gelişme safhasında kapitalizm olumlu rol oynarken; kapitalizmin olgunlaşmasına paralel olarak, ulus; ulusu oluşturan sınıfların karşılıklı mücadelesiyle, onları birada tutan bağların gevşemesiyle karakterize olmaya başlar; burjuvazi, kendi egemenliğini sürdürmek ve işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfları zapturap altına almak için baskı ve şiddet yöntemlerini devreye sokar; başka uluslara karşı –kendi çıkarlarından başka çıkarlar olmayan– kendi ulusunun çıkarlarının önemini abartarak; milliyetçiliği, işçi sınıfı ve tüm öteki sömürülen ve ezilen sınıf ve tabakalar için gözbağı olarak kullanmaya yönelir… Ama bütün bu “olumsuz” gelişmeler; Lenin’in yukarıda sözünü ettiği, “sosyalist topluma dönüşmeye doğru ilerleyen kapitalizmin” sancılarıdır. Bunun “milliyetçilik” bakımından anlamı ise, burjuva milliyetçiliğinin, artık feodal çitlere, gericiliğe karşı ulusu birleştirmenin, özgürlüğün ve ilerlemenin değil, ama gericiliğin bir ideolojik silahına dönüştüğü; artık “ulus sorununu çözmenin” yolunun da burjuva milliyetçiliğinden değil işçi sınıfı enternasyonalizminden* [*Dipnot: Enternasyonalizm (uluslararasıcılık) kavramı, Marksizme ait bir kavramdır ve ulusal olanı aşma, uluslararası davranmayı ifade eder. Bir yandan bakıldığında, kapitalizm uluslararası bir sistemdir, bu yüzden burjuva milliyetçiliği de uluslararası bir özellik taşır, ama bundan, sermayenin uluslararası çıkarlarını, uluslararası çapta işçi sınıfını sömürmeyi ve dünyayı sınır gözetmeden yağmalamayı çıkarır. Proletarya enternasyonalizmi ise; ırk, dil, din, milliyet farkı gözetmeksizin, bütün dünyanın işçilerinin kardeşliğini; bütün halkların kardeş olmasını, sınırları ortadan kaldırmaya kadar varan bir insanlık dünyasını gerçekleştirmeyi amaçlar. Kapitalistler, tekellerin egemenliğini ve onların sınırsız dolaşım hakkını savunur. Bunu, en açık biçimde, son çeyrek yüzyıldır gündemde olan “küreselleşme” politikalarında ve “küreselleşme” ideologlarının tarif ettiği hedeflerde görüyoruz. Küreselleşme yanlıları, sermayenin ve malların sınırsız bir biçimde dolaşmasını engelleyen her şeyi milliyetçilikle suçlayıp ortadan kaldırmak isterken, aynı zamanda işçilerin birliği ve halkların kardeşliğini önlemek için de milliyet, ırk, dinsel, mezhepsel, bölgesel… ne tür ayrılık buluyorsa bunları kışkırtıp, “özgürlük kriterleri” yaparak, halklar ve mazlum uluslar arasında ayrılıkları körüklemekte, milliyetçiliği, bağnazlığı desteklemektedir. Bu, ulusal politikalar açısından, emperyalizmin çıkarları karşısında ülkelerin yalnızlaştırılması, emperyalistler karşısında mazlum halkların yalnızlaştırılması olarak şekillenmektedir.] geçtiğidir. Bu, elbette; sorunları çözemeyen kapitalizmin, sosyalizmin koşullarını oluşturarak; ulusal çitlerin yıkılmasının, sermayenin olduğu kadar işçi sınıfının da uluslararası birliğinin imkanlarını geliştirmesi demektir.

Söylenenlerin daha anlaşılır olması için biraz gerilere giderek, tarihe bakmak gerekir.

Çünkü “burjuva ulusların olgunlaşması”na karşılık gelen dönem, aynı zamanda proletaryanın da, artık burjuvazinin yedek gücü olarak değil, kendi adına, kendi dünyasını kurma isteğini de ifade eden talepleri doğrultusunda, kendisi için bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı bir döneme de karşılık gelir. 1848 devrimlerinde, işçi sınıfı, silahını tarihte ilk kez kendi burjuvazisine de çevirir.

Marx ve Engels, 1848 yılında kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da; burjuvazi ile proletaryanın ulusal sorun karşısındaki tutumunu şöyle ifade ediyorlardı:

Komünistlere ayrıca vatanı, milleti ortadan kaldırmak isteme suçu yüklendi.

İşçilerin vatanı yoktur. Zaten olmayan bir şeyin onlardan alınması da mümkün değil. Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için kendisi de ulusaldır hala, ama asla burjuva anlamda değil.

Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta.

Proletarya egemenliği bunu daha da yok edecektir…” (Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, sf. 69)

1848’de dikkat çekilen burjuva ulusların kendi sonlarını işaretleri 1871’deki Paris Komünü’yle somutlaştı. 1871’de Paris’te ayaklanan işçiler burjuva devlet çarkını kırarak, kapitalist sınıf üstünde bir diktatörlük kurmaya yönelerek, tarihin gidişatına yön verecek bir sınıf olduklarını gösterdiler. Bu tarihten itibaren, burjuvazi, savaşta da, barışta da proletaryanın bu tehdidini hep ensesinde hissetti; attığı her adım bu tehdidin baskısı altında oldu.

Bu, aynı zamanda, burjuvazinin, proletaryaya karşı, eskiden savaştığı feodalizm (kaldığı kadarıyla artıkları) ve en gerici güçlerle ittifak kurması, dolayısıyla burjuvazinin (kuşkusuz büyük burjuvazinin) ve onun çıkarlarının ifadesi olan milliyetçiliğinin feodalizme ve gericiliğe karşı mücadeleye son vermesi demekti. Onun için Marx ve Engels, Paris Komünü’nü, batı Avrupa’da ulusçuluğun ilerici bir rol oynadığı dönemin sonu olarak görürler. Tam tersine, artık ulusçuluk; işçi sınıfının kendi düzenini kurmasına karşı gericiliğin elinde bir silah olarak kullanılacaktır. En azından Batı Avrupa için böyledir.

Artık tarihi ilerleten güç; ulusların sorunlarını çözmenin siyaseti olan burjuva milliyetçiliği değil, proletaryanın enternasyonalizmidir ve artık her mücadelenin, ulusal mücadelelerin de, Doğu Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın genç uluslarının kaderlerini belirleyen de, proletarya enternasyonalizmi ile burjuva milliyetçiği arasındaki çatışma olacaktır. Bu yüzdedir ki; yalnızca burjuva milliyetçiliğiyle proletarya uluslararasıcılığı değil, ama burjuvazinin uluslararasıcılığı ile proletaryanın uluslararasıcılığı da karşıttır.

Ulusların oluşması aşamasında olumlu bir rol oynayan milliyetçilik ya da ulusalcılığın; emperyalizm çağı ile birilikte; özellikle de Ekim Devrimi sonrasında, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çatışma dünyasında, ulusların çıkarlarının ancak sosyalizmin dünyasından yana olmakla birleştiği ölçüde olumlu rol oynadığına tanık olundu. Aksi halde milliyetçilik, “kendi ulusunun çıkarlarını öteki ulusların çıkarlarından önde görmek” anlamında bile, kendi amaçlarıyla da çelişerek, en gelişmiş kapitalist ülkelerin, emperyalist sistemin ya da onun içindeki odaklardan birisinin çıkarları uğruna kendi ulusunun da çıkarlarını feda etmeye dönüşmüştür. Demek ki; ulusal gelişmenin ilerleyen aşamasında yurtseverlikle milliyetçilik ayrışmakta; yurdunu sevmek; emperyalizme karşı ülkenin bağımsızlığını savunmak; bu bağımsızlığı emperyalist stratejilere karşı mücadele üstünden emperyalizmle çıkarları çelişen diğer uluslarla birleşme; (dolayısıyla “Benim ulusumun çıkarları bütün diğer uluslardan önemlidir” tezinin geçersizliği) ayırımcı, ulusları birbirine karşı kışkırtan bir rol oynayan milliyetçiliğin terk edilmesi, bunun yerine “yurtseverliğin” önem kazanması anlamına gelmektedir. Çünkü emperyalizme karşı mücadeleci tutumu ifade etmek üzere, yurtseverlik; milletçilikten farklı olarak, ayrıştıran, parçalayan değil, emperyalizme karşı ortak çıkarlara sahip olan sınıfları, zümreleri, ulusları birleştirmeyi amaçlayan; emperyalizme karşı ulusların bağımsızlığını savunan; aynı ülkedeki uluslar ve ulusal sorunlar bakımından da demokratik çözümü savunan ve ulusların eşitliğini, ulusların kendi kaderini tayin hakkını esas alan bir tutum olarak biçimlenmiştir. Bu bakımdan da yurtseverlik; milliyetçilik temelinde bir ülke bağımsızlığını değil; enternasyonalizme dayanan; ulusal çitleri aşan ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesiyle birleşen bir içeriğe sahiptir.

 

 

Bu açıdan Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşananlar çok öğreticidir. Kurtuluş Savaşı sonrasında, milliyetçilik; Kürtlere karşı Türk ulusunun çıkarlarını öne çıkararak, Türkiye’de demokrasinin gelişmesinin önüne set çeker, ve ilerleyen yıllarda, en hızlı gelişen emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşmasını talep eden ve faşizmi kendi egemenliğini yaymanın biçimi olarak benimseyen Alman-İtalyan-Japon mihrakının hizmetine girerken (bir çelişki gibi görünse de, bütün ırklardan üstün bir “yaratılış”a sahip Alman ırkının çıkarlarını savunmak anlamına gelen bu hizmeti en çok benimseyenler, Türklerden başka soylu ulus tanımayan Turancılar, ırkçı-milliyetçi odaklar oldu), 2. Dünya Savaşı sonrasında ise; milliyetçiler, çeşitli fraksiyonlarıyla, ABD’nin başını çektiği emperyalizmin “komünizmi kuşatma stratejisinin” en militan güçleri olarak rol oynamışlardır. Nitekim ülkücü-milliyetçi kesimlerin önde gelen bazı temsilcileri; 1960 ve ’70’lerde nasıl kullanıldıklarını, Amerika’ya nasıl uşaklık ettiklerini, biraz nostalji, biraz da pişmanlık ifade eden bir üslupla, kendileri, bugün sıkça itiraf etmektedirler.

V. İ. Lenin; bu karşıtlığı şöyle sert çizgilerle çizer:

Burjuva milliyetçiliği ve proletarya enternasyonalizmi –bunlar kapitalist dünyada iki büyük sınıfa tekabül eden ve ulusal sorunda iki farklı siyaseti (hatta iki farklı dünya anlayışını) ifade eden birbiriyle uzlaşmaz düşman sloganlardır. (Marksizm ve Ulusal Sorun, Lenin, sf. 79)

Lenin’in bu saptaması, 20. yüzyıldaki gelişmeler içinde çok çarpıcı bir biçimde doğrulanmıştır.

Şöyle ki; İtalya ve Almanya’nın ulusal birliğinin sağlaması ve ardından 1871 Paris Komünü; yani işçi sınıfının burjuvaziye karşı kendi iktidarını somutlaştırması; Batı Avrupa’da uluslaşmanın tamamlanmasına ve bu ülkelerde ulusal çıkarların (eskiden de asıl olarak sermayenin çıkarı olan, ama feodalizme karşı “bütün halkı” peşinde birleştiren sermayenin tarihsel olarak ilerici rol oynamakta olan çıkarlarının) artık gerçekte ulusal olmaktan çıkıp; sermayenin uluslararası çıkarlarına, tekellerin çıkarlarına dönüştüğü döneme girildiği; dolayısıyla ulus adına çıkarılan savaşların da artık gerici; başka ulusları egemenlik altına alma savaşlar olduğu anlamına gelmektedir. Emperyalizm çağı ile bu durum daha netleşti ve genelleşerek, emperyalist ülkeler bakımından “ulusal” mücadele, bu ülkeler arasındaki dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesine bağlandı, emperyalist burjuvazinin “ulusallığı” dünya egemenliği peşinde koşma içeriği kazandı. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, bu gelişmelerin tipik bir ifadesi oldu. Burjuva milliyetçileri, burjuva milliyetçisi, sosyal şoven bir çizgiye savrulan eski Marksistler; patlayan savaşta, kendi burjuvazilerinin isteği doğrultusunda, “anayurdu savunma” adına, emperyalist burjuvazinin amacına hizmet etmek üzere mevzi tutarken; gerçek Marksistler; her ülkeden işçilerin, silahlarını kendi burjuvazilerine çevirmeleri çağrısı yaptılar. Çünkü, bu savaş, ulusların kurtuluş savaşlarıyla ilgisi olan bir savaş değil, tersine, tekelci sermaye gruplarının ve onların devletlerinin dünyayı yeniden paylaşma savaşıydı.

Elbette ki; “savaşa karşı savaş”, “her ülkenin işçilerinin silahlarını kendi burjuvalarına çevirmesi”, enternasyonalizmin bir gereği idi; ve bütün ülkelerin işçilerini kendi burjuvazilerinin savaş politikasına karşı çıkartarak; uluslararası çapta işçi sınıfını, savaşa karşı ortak bir strateji içinde savaşmaya çağırmak demekti. Bu, işçi sınıfının, tekellere karşı, emperyalizme karşı uluslararası (enternasyonal) bir birlik oluşturması anlamına geliyordu.

 

SOSYALİZM VE ULUSAL SORUN

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, önceden yapılan bütün tahminleri aşan bir dünya tablosu ortaya çıkarmıştı. 1917 Ekim’inde, daha savaş bitmeden dünya ilk kez gerçek anlamda ikiye bölünmüştü. Bir yanda sosyalist bir dünya; işçi sınıfının dünyanın altıda birinde, bütün insanlığa ekmek, barış, özgürlük, kardeşlik ve eşitlik vadeden  kendi iktidarını kurduğu bir dünya, ve öte yanda, kaosun, kargaşanın, gidişatını sömürünün belirlediği, ulusların birbirini boğazladığı kapitalizmin dünyası. Bu iki dünyanın “uluslar sorunu”nu çözmesi de kendisine göre oldu.

Savaşın emperyalist galipleri; savaşın ve SB’nin doğuşunun daha da karmaşıklaştırdığı dünyanın sorunlarının çözümü için, görünüşte, ABD Başkanı Wilson’un “doktrini” olarak sunulan “self determination hakkının”, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nın tanınması ilkesini öne sürdüler. Ve galip emperyalist devletler; sömürgeler ve yarı sömürgelerin halklarına bu ilkeye uyacaklarını ilan ettiler. 1919’da SB’nin girişimiyle Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı da, ezilen halkları birleşmeye ve sömürgecilere, emperyalistlere karşı baş kaldırmaya çağırdı ve bütün “ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız koşulsuz tanıdığını ve tanıyacağını” ilan etti.

Söylemde iki “karar” birbirine çok benziyordu. Ama biraz yakından bakıldığında; kapitalist dünyanın uluslar ve sömürgeler soruna getirdiği çözümün; halkların sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadelesini kontrol altına almak ve emperyalistler arası çelişmelerin bir devamı olarak, dünyanın paylaşımının, savaş olmayan koşullarda sürdürülmesinden başka bir şey olmadığı görülür. Bunun pratikteki anlamı ise, savaştan yıpranmadan çıkan ABD’nin, çözülen sömürgecilikten pay alarak “yeni sömürgeler” oluşturması, İngiltere ve Fransa’nın sömürgeciliğini, “bağımsızlık” görüntüsü ardında sürdürmesiydi. Daha da önemlisi, bu emperyalist çağrı ve tutum, genç SB’nin sömürge ve yarı sömürgelerde uyandırdığı bağımsızlık ve kurtuluş heyecanının sömürge sistemini tümüyle çökerteceği endişesinden kaynaklanıyordu. Bütün bunlardan başka; emperyalizm çağında artık sermaye; hegemonyasını gerçekleştirmek için, askeri bakımdan işgal etmeye ihtiyaç duymuyordu. Emperyalizm döneminde sermaye ihracının mal ihracına göre önem kazanması, klasik sömürgeleştirmeye gerek olmadan da aynı sonuçları (hegemonyaların sürdürmelerini) elde etmelerini sağlıyordu. Bu nedenle de, sömürgelerin “siyasi bakımdan bağısız olmaları”, ekonomik bakımdan emperyalist sistem içinde kaldıkça, artık sistemin yaşaması için bir sorun teşkil etmeyecekti.  Bu yüzden de; sömürgeler sadece siyasi bakımdan “bağımsızlaşsalar” da, gerçekte emperyalist talan ilişkileri ve hegemonyanın dışına çıkmış olmuyorlardı. Bunun içindir ki, ulusal sorunun çözümü artık emperyalizme karşı mücadeleden geçiyor; dolayısıyla emperyalist sistemin dışına çıkılarak mümkün hale gelebiliyor, ulusal sorunun çözümü, emperyalizmden kurtuluş sorunu olarak şekilleniyordu.

İşte Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nın çağrısı tam da buydu. Kurultay, ezilen halkları emperyalizme karşı mücadelede birleşmeye çağırıyor; SB’nin bu mücadeleleri sonuna kadar ve kayıtsız koşulsuz destekleyeceğini ilan ediyordu.

Komünist Manifesto’nun “son sözü” olan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” çağrısının Ekim Devrimi sonrasında kurulan 3. Enternasyonal tarafından “Bütün dünyanın işçileri ve ezilen halkları birleşin!” biçiminde yenilenmesi, ulusal sorunun sorun olmaya devam ettiği dünyada, işçi sınıfının uluslar sorunuyla kendi stratejisi arasındaki kopmaz bağa da işaret ediyordu.

Nitekim Doğu Halkları Kurultayı’nın bu çağrısı, Asya ve Afrika’nın ezilen uluslarında yankı uyandırdı; Çin’den Hindistan’a, Türkiye’den Afrika ülkelerine kadar, dünyanın önemli bir bölümünde ulusal mücadeleler emperyalizme karşı mücadelede; genç Sovyetler Birliği’nin “dolaylı müttefiki” olarak rol oynarken, aynı zamanda, SB’nin desteğinde, ulusal bağımsızlıklarını geliştirme ve ulusal ekonomilerini kurmak için, kendi sanayi ve tarımlarını korumak için önlemler alma imkanı elde ettiler.

Süreç ilerledikçe görüldü ki; Ekim Devrimi’nin sosyalist ve kapitalist olarak böldüğü dünyada ulus ve ulusal devletlerin kurulması sorunu, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan uluslar ve ulusal devletlerin kurulmasından farklıydı, ve bu genç uluslar ve ulusal devletlerin bu iki dünya arasındaki mücadelede yansız kalmaları çok zordu ve önünde sonunda iki stratejiden birisine bağlanmak durumunda kalıyorlardı: Ya kapitalist dünyanın bir yarı-sömürgesi olma (sonradan bunlara “yeni sömürge” denildi) ya da sosyalist SB’nin kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele stratejisinin bir ifadesi olan Bakü Kongresi Kararları doğrultusunda emperyalizme karşı mücadele eden bağımsız, demokratik cumhuriyetler stratejisine… Ya kapitalist emperyalizme ya da sosyalizme bağlanma.

Kuşkusuz bu bölünme, her dönemde bu iki ana gücün karşılıklı olarak mücadelesi tarafından olduğu kadar, iç ve bölgesel nedenlerin baskısıyla da birleşerek biçimlenmiştir. Ama uzun aralıklar içinde ele alındığında, 20. yüzyıldaki ulusal kurtuluş mücadelelerinin ancak sosyalist SB ile yakınlaştığı ölçüde; onun kapitalizme ve emperyalizme karşı oluşturduğu dünya ile birleşildiği ölçüde bağımsız ve demokratik bir yönelişe girebildiği görülmüştür. Emperyalist dünyaya yakınlaşan; onların sosyalizme karşı mücadelelerinin müttefiki olmaya yönelen uzlaşmacı ulusal mücadeleler, giderek gericileşip, yarım kalan demokratik devrimler kategorisi içinde kalmışlar; iç gericiliğin çıkarlarının gerçekleştirildiği, politikanın dış müdahalelerle bir cuntalar savaşına dönüştüğü ülkeler haline gelmişlerdir. Türkiye [*Dipnot: Türkiye; ulus ve ulusal devletin şekillenişi bakımından, 20. yüzyılın en tipik ülkesidir. Bir yandan emperyalizme karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını vermesi, öte yandan da Bakü’den ve batıdan gelen çağrıların etkisine açık olmasıyla tipik özellikler gösterir. Kurtuluş Savaşı’nın sıcak döneminde, Misak-ı Milli sınırları içinde, başta Kürtler ve Türkler olmak üzere, tüm halkları birleştirmeyi amaçlayan Kurtuluş Savaşı’nın önderleri, Türk ulusal burjuvazisinin temsilcileri; SB ile yakınlaştıkları ölçüde emperyalizm ve işbirlikçilerinin işgaline karşı mücadelede sağlam ve kararlı bir dayanağa sahip oldukları gibi, üst yapıyla sınırlı kalsa bile, feodal yapıya, saltanat ve hilafete karşı tutumlar almaya yönelmişler, batı emperyalizmine yaklaştıkları ölçüdeyse, Türk milliyetçiliğine, ırkçılığa, Turancılığa meyil etmişler, iç gericiliğin isteklerini tatmin etmeyi “ulusal politika” haline getirmişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonrası ise, batı emperyalizminin “komünizme karşı savaşı”nın ön cephesinde yer alan Türkiye; “Yeşil Kuşak’ın da ilk halkası olarak rol oynamıştır. Genel seçimlerin yapıldığı “demokratik ve bağımsız bir ülke” olarak görülen Türkiye’nin son yarım yüzyılı; cuntaların, kontra güçlerin düzenin gidişatına müdahale edip yönünü belirlediği, iç karışıklıkların, siyasi alt-üst oluşların eksik olmadığı ve Kürtlere karşı “düşük yoğunluklu bir savaşın” 20 yıl boyunca sürdürüldüğü bir ülke olarak geçmiştir. Nitekim bu yüzdendir ki; daha Kurtuluş Savaşı içinde, çözümü için adım atılan Kürt sorunu ve laisizm sorunu, bugün “acilen çözülmesi gereken sorunlar” olarak gündemin baş sırasındadır. Türkiye örneği, emperyalizm çağında, burjuva milliyetçisi bir platformda kalındığı sürece, ülkenin demokratikleşmesi ve gerçekten bağımsız bir ülke olmasının mümkün olmadığının bir örneği olması bakımından da ilginçtir.] ve kimi Asya ve Afrika ülkeleri, bu kategoriden “cumhuriyetler” olarak tarihe geçmiştir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dünyada; bu durum çok çarpıcı olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim; Arap ülkeleri ve pek çok Afrika ülkesinde ulusal sorun ve sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele (SB’de de kapitalizme yönelme sürecinin başlaması ve Kruşçevcilerin bu ülkeleri kendi egemenliklerinin bir dayanağı olarak kullanmaya yönelmesiyle) bu ülkelerde de cuntalar ve iç karışıklıklara yol açarken, anti-emperyalist mücadele de bölünmüş; genç ulusal cumhuriyetlerin demokratik gelişimlerinin önü kesilmiştir. Bu durum, kaçınılmaz olarak; daha kuruluşundan itibaren  SB’ye karşı emperyalizmin bir “Truva Atı” rolünü oynayan Yugoslavya’nın girişimiyle oluşan (arkasında ABD’nin ve İngiltere’nin olduğu sonraki yıllarda açıkça görüldü) “Bağlantısız ülkeler bloğu”nu genişletmiş; sonuçta, 2. Dünya Savaşı sonrasının ”masum bir eğilimi” gibi ortaya çıkan “bağlantısızlık”ın, kapitalist emperyalizmin SB’yi ve komünizmi kuşatma stratejisinin (soğuk savaşın) bir ayağı olduğu gerçeğini de ortaya çıkarmıştır.

 

KÜRESELLEŞME VE MİLLİYETÇİLİK

Küreselleşme politikaları olarak ifade edilen politikalar; son çeyrek yüzyılda; uluslararası sermayenin, dünya ölçüsünde serbestçe dolaşmasının önündeki engelleri kaldırma politikaları olarak biçimlenmiştir.

Stalin sonrası dönemde; SB’de, sosyalizmden geri dönüş ve ’70’lerde bu eğilimin iyice belirginleşmesine bağlı olarak, artık kendisinin somut olarak sosyalizm tarafından tehdit edilmediğini gören emperyalist kapitalizm; hızla liberal politikalara yönelerek; işçi sınıfının ve halkın mücadelesini, sosyalizmin kazanımları olan “ödünleri” ortadan kaldırarak; piyasacı bir kapitalizmi, mal ve hizmet üretiminin bütün alanlarına yaygınlaştırırken; işçilerin kazanılmış haklarını da ortadan kaldırarak, emeğin sömürülmesinde daha önce görülmedik boyutlara varan uygulamaları (esnek çalışma yöntemlerini vb.) devreye soktu.

Bu politikaların birer birer ülkelere yansıması; 1-) Gümrük duvarlarının kaldırılması, 2-) Ulusal sanayi ve tarımda koruma önlemlerin kaldırılması, 3-) Kamuya ait mal ve hizmet üretiminin özelleştirme yolumla tasfiyesi, 4-) İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarına ilişkin (iş güvenliği, iş güvencesi, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık gibi temel kazanımların) kazanılmış hakların ortadan kaldırılması için uluslararası planda bir saldırının organize edilmesi olarak şekillenmiştir. Esnek çalışma yöntemleriyle, işyeri düzeyinden uluslararası boyutlara kadar vararak, işçiler arasına rekabetin sokulması; sendikalar başta olmak üzere, sınıf örgütlülüğünü dağıtılması için taşeronlaştırma, işsizlik, rekabet baskısını kullanmak, yine bu politikaların yansımasıdır.

Bu saldırı karşısındaki tutumları ise şöyle sıralayabiliriz:

1-) Liberaller: Kapitalizm, ulusal çitleri yıkarak, insanlığı birleştirmek için devrimci bir rol oynuyor. Bu, insanlık tarihi bakımından bir ilerlemedir. Böylece savaşlar için bir neden kalmamaktadır. Ulusal devleti ve ulusal çıkarları savunmak milliyetçiliktir, gericiliktir. Özelleştirmeler ve kamu hizmetlerinden de devletin tümüyle çekilerek küçülmesi, devletin rolünün azalması demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarını görülmemiş biçimde genişleteceği için, ekonomik liberalizm, kaçınılmaz olarak demokrasinin de sınırsız gelişmesine hizmet edecektir.

Bu içerikli gerici teze; bir zamanların Marksistleri ve sonradan liberalizme açıkça ya da üstü örtülü bir biçimde iltihak edenler da hevesle katıldılar ve daha da ileri giderek, sosyalizmin yapamadığını şimdi kapitalizmin yaptığın iddia ederek, kapitalizmin kucağına savrulmuş olmalarını da haklı çıkarmaya çalıştılar. Kendisini hala Marksist, sosyalist sayan, Troçkizmden etkilenen kimi çevreler de, emperyalist neoliberal saldırganlık karşısında bağımsızlık ve “milli çıkarların” savunulmasını milliyetçilik olarak görmekte; özelleştirmeye karşı çıkmayı, burjuva devletin güçlü olmasını savunmak ve kapitalizmin liberaline devletçisini tercih etmek olarak suçlarken, yabancı sermayeye karşı mücadeleyi, ulusal sanayiinin ve tarımın savunulmasını da milliyetçilik olarak nitelemektedirler. Dolayısıyla bu mihraklar, niyetlerinden bağımsız olarak, emperyalist propaganda merkezlerinin ağzıyla konuşup onlarla aynı safta yer almaktadırlar.

2-) Milliyetçiler: Küreselleşme, ulusa ve ulusal devlete saldırıdır. Devletin küçülmesi ve etkinliğinin azalması demek, etnik, dinsel ve mezhepsel ayırımların üstündeki devlet baskısının kalkması ve bölücülüğün kolaylaştırılması demektir; bu yönde yüründüğünde, ülkeler, Yugoslavya’da olduğu gibi, bölünecektir. Bu yüzden de, ekonomik liberalizm, aynı zamanda ülkenin güvenliğini de tehlikeye sokmaktadır. Özelleştirmeler devletin ekonomideki etkinliğinin azalması bakımından kötüdür, ama daha kötüsü, ulusal sanayi kurumlarının yabancıların eline geçmesidir. Bu yüzden, devlet işletmelerini yerli özel sektörün alması, ehveni şer görülüp desteklenmelidir. Bu şartlarda demokrasi istemi, devletin, askerin etkinliğinin azaltılmasını istemek, “derin devlet”e ve “çeteler”e karşı çıkmak, demokrasi istemek, uluslararası sermayenin, Türkiye’yi bölmek parçalamak isteyenlerin, “Sevrcilerin” oyununa gelmektir. Türkiye, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir. Ermeniler, Yunanlılar, Kuzey Irak Kürtleri, Suriye’nin topraklarımızda gözü vardır. İran, kendisine Türkiye’yi rakip gördüğü için, sürekli karıştırmak; Türkiye’ye “Şeriat ihraç etmek” istemektedir. AB; Amerika, İsrail ve süper NATO, Türkiye’yi bölmek için işbirliği içindedir. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”tur.

MHP’lisinden Kızılelmacı’sına; kendisine Kemalist diyeninden Ecevitçisi’ne, CHP’lisinden çete organizasyonlarının sözcülerine, milliyetçi cenah, söylemi ve dozu değişik olsa da bu görüşlerde hemfikirdiler.

3-) Enternasyonalistler: Evet biz; gümrük duvarlarının kaldırılmasına da, ulusal sanayi ve tarımın korunmasına ilişkin yasaların kaldırılmasına da, özelleştirmeye de, taşeronlaştırmaya da, mal ve hizmet üretiminde kamunun tasfiyesi ve bunların piyasa koşullarında üretilmesine de, Türkiye’nin uluslararası sermayeye entegre edilmesi için alınan tüm önlemlere de karşıyız. Bütün işçiler, emekçiler, yurdunu seven herkes de bunlara karşı çıkmalıdır. Çünkü bu politikalar; uluslararası sermayenin önündeki engelleri kaldırmak için, onun sömürüsünü ve dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamasını sınırlayan engelleri ortadan kaldırılması stratejisinin amacına varması için oluşturulmuş politikalardır. Dahasış bunu yaparken, sermaye merkezleri, aynı zamanda, işçi sınıfının 200 yıllık mücadelesinin kazanımlarını ve sosyalizmin insanlığa vurduğu damganın izlerini de temizlemek istemektedirler. Bu yüzden de, bugün tartışılan, burjuva devletin ne olup olmadığı [*Dipnot: Kaldı ki; gerek Kamu İktisadi Teşekkülleri, gerek parasız eğitim, sağlık, toplu ulaşım gibi temel hizmetlerin devletin üstüne yıkılması, burjuva devletin kendi doğasından gelen özelliklerinden değildir, tersine, işçi sınıfı ve sosyalizmin dayattığı, onun da üslenmek zorunda kaldığı yükümlülüklerdir. Tarım ve sanayii koruyan yasalar bile, sosyalizmin hayati bir tehdit oluşturması nedeniyle, emperyalist ülkeler tarafından kabul edilmek zorunda kalmıştır. Bu yüzdendir ki; devletin bu yükümlülükleri ve kimi “ulusal koruma” önlemleri, işçi sınıfının ve emekçilerin kazanımıdır ve savunulması da bu nedenle gereklidir.] değildir; bu politikaların, emperyalizmin dünya hegemonyasının devamı stratejisinin politikaları olduğudur. Bu yüzden bizim özelleştirmeye karşı çıkmamızın nedeni, devlet ya da yerli sermayeyi savunmak değil, uluslararası sermayenin hareket alanını daraltmak; onun dünyayı egemenliği altına alma (hegemonyasını yenileme) gayretlerini boşa çıkarmak içindir. Eğer, özelleştirme değil de devletleştirme onların stratejisinin bir aracı olsaydı; biz devletleştirmeye karşı çıkmakta tereddüt etmezdik. Dolayısıyla bizim tutumumuz milliyetçilik değil, işçi sınıfının uluslararası çıkarlarını savunmaktır; bunu ulusların kendi kaderlerin tayin hakkıyla birleştirerek; sadece ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde de halkların, ulusların demokratik ve anti emperyalist bir platformda kapitalizme, emperyalizme karşı birliği ve mücadelesidir. Somutta bu mücadele, kürselleşme politikalarına karşı mücadeledir, ulusal ve uluslararası planda, son tahlilde proletarya enternasyonalizminin gerçekleşmesi mücadelesidir. Çok açıktır ki, ezilen uluslar, halklar ve elbette işçi sınıfı; okuyarak, olan biteni seyrederek değil, ama sermayenin dünya egemenliğinin pratik uygulamalarına karşı mücadele içinde aralarındaki birliğin ve enternasyonalizmin önemini anlayacaklar; kapitalizme karşı ortak bir mücadele stratejisi etrafında ulusal çitleri aşarak birleşebileceklerdir. Bu yüzden de, burjuvazinin uluslararası politikalarına karşı mücadele ve herkesin kendi ülkesinde bu mücadeleyi sürdürmesi günümüzün en önemli gerçeğidir ve bunu atlayarak, “gelecek güzel günler”de oluşacak bir enternasyonalizm hayali içinde emperyalizme ve neoliberalizme karşı mücadeleden geri duranlar, sadece küreselleşmecilerin ekmeğine yağ sürerler.

Evet; “küreselleşme”; ulusal devletlerin etkisinin iyice azalıp; dünyanın tek bir kapitalist pazara dönüşmesi bir burjuva ütopyasıdır; bunu da en iyi “küreselleşmenin ideologları” bilmektedir. Ama küreselleşmeyi gerçekleştirmek bahanesiyle hayata geçirilmeye çalışılan politikalar; IMF ve Dünya Bankası’nın uyguladığı programlar, Dünya Ticaret Örgütü’nün geri ülkeler dayatmaları, emperyalist mihrakların yeniden oluşmaya başlaması, Yugoslavya’nın, SB’nin parçalanması, iç savaşların Avrupa’nın ortasına kadar taşınması, enerji savaşları, Afganistan ve Irak’ın işgali; ABD’nin GOP’u… bir gerçektir ve bu politikalara karşı mücadele; bu mücadelenin sadece ulusal çapta değil, uluslararası çapta da sürmesi; dolayısıyla emperyalistlerin stratejisine karşı işçi sınıfının ve ezilen ulusların mücadelesinin birleşmesinin gerekliliği de, hiçbir biçimde göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir.

Ve, enternasyonalistlerle, anti emperyalist güçlerle sanki aynı çizgideymiş gibi görünen milliyetçi odaklar, gerçekte; ulusun çıkarını her şeyin önüne koyarak; komşu uluslarla rekabete girmekten onları baskı altına almaya, komşu ülkelerle rekabetten karlı çıkmak için emperyalist güç odaklarıyla işbirliğine girmeye kadar pek çok yolla; ülkeyi yalnızlaştırdıkları gibi, emperyalizme karşı mücadelede birleşmesi gereken ulusları karşı karşıya getirmekten de çekinmemektedirler. Bu, anti emperyalist mücadelenin arkadan hançerlenmesidir. Dolayısıyla milliyetçi odakların “emperyalizm karşıtlığı”, özelleştirmeye karşı çıkmaları ya da bağımsızlık konusunda abartılı bir propaganda yürütmeleri boş laftan ibarettir; daha da kötüsü onların bu tutumu; halk yığınlarını, ezilen ulus ve milliyetleri emperyalistlerin ve gerici güçlerin, işçi sınıfını da çeşitli liberal burjuva kesimlerin yedeklemesini kolaylaştırmaktadır.

 

MİLLİYETÇİLİK PRATİKTE HALKIN GÖZBAĞI OLARAK KULLANILMAKTADIR

İşte Türkiye’deki milliyetçi odaklar; bir yandan Kürtlerin hakların inkar ederek, Kürtler ve Türkler arasında çelişkileri derinleştirerek, bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtırken, komşu ülkelerle de (Suriye ile Hatay sorunu; İran’la bölgede “kimin borusu ötecek” rekabeti; Irak’la Kerkük-Musul sorunu, Ermenistan’la Ermeni soykırımı sorunu, Yunanistan’la Ege ve Kıbrıs sorunu gibi konularda) sürekli olarak gerginlik yaratmayı, Türkiye’nin iç ve dış politikasını yönlendirmenin başlıca dayanağı olarak kullanmaktadırlar. Türkiye’yi böyle “düşmanlarla çevrili bir ada”, kendilerini de, tüm dünyayı yenerek “Türklüğün ebedi iktidarını korumak” amacıyla “görevlendirilmiş tanrısal-tarihsel güçler” olarak düşleyen milliyetçiler; demokrasi ve özgürlükler konusunda her istemi de; bölücülük ve Türkiye’yi parçalamak isteyen emperyalistlerin oyununa gelmek olarak suçlamaktadırlar. Devlet içinde örgütlenmiş çete organizasyonları da kendi varlıkları ve görevlerini aynı gerekçeye bağlamakta; kendilerini Türk milliyetçiliğinin öncü güçleri olarak görmektedirler.

Sonuçta milliyetçi odaklar keskin bir “anti-emperyalizm”, keskin bir “ülke bağımsızlığı” edebiyatı, yerine göre de keskin bir “sosyalizm yandaşlığı” [* Dipnot: Kızılelmacılar, “sol milliyetçiler”, kendilerini keskin bir Amerikan düşmanlığı arkasına gizlerken; bölge haklarının GOP’u bir kurtuluş yolu olarak görmeleri için tüm şartları sağlayacak bir tutum içindedirler. Buna, bu yazı içinde de değişik vesilelerle değinildi. Ancak burada TKP’nin “ulusal sorun” konusundaki milliyetçi tutumuna değinmek gerekir. Çünkü bu partiye göre, bugünkü koşullarda “ulusal sorun var” demek ve bunun çözülmesi için mücadele etmek, tamamen Kürt milliyetçisi bir çizgiye düşmek demektir. Çünkü onlara göre, ulusal sorunun bugün çözülme koşulları yoktur; bu yüzden, bu parti, sosyalizm gelince ulusal sorunu da çözecektir! Açıktır ki, bu tutum; niyet ve ideolojik zaaflar bir yana; Kürt sorununu, emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin ve Kürt milliyetçilerinin eline teslim etmek, Kürt halkını da AKP’nin istismarına emanet etmek, Barzaniciler’in, Amerikancı güçlerin Kürtleri yedeklemelerine göz yummak anlamına gelmektedir.] yapmalarına karşın; Türklerin çıkarını bütün ulusların çıkarlarının üstüne (kimi milliyetçi odaklara göre, Türkler, ırk olarak da bir yaratılış üstünlüğüne sahiptir.) çıkararak, UKKTH’nın reddetmekte; ve bu hakkı sadece Türklere has görerek (en azından Türklerin çıkarına karşı olmadan kullanılabilecek bir hak gibi görmektedirler), emperyalizme karşı tavır alabilecek güçlerin birbiriyle boğazlaşmasını amaçlayan politikalar savunmaktadırlar. Bununla da kalmayıp, ülke içinde de bir Kürt-Türk çatışması kışkırtarak, lince varan girişimler tezgahlayarak; Türkiye’nin gerçekten bölünmesinin taşlarını da döşemektedirler. Çünkü böylece onlar; Kürtler’le Türkler’in bir arada kalmasını zorlaştırırken (Milliyetçi güçlerin ve devletin Kürt politikası milliyetçi bir temelde geliştirilmiştir), Kürtleri ezerek “Kürt sorun çözme” politikasında ısrarı savunmaktadırlar. Ve bu tutumlarını sürdürürlerse, ÖDP’nin “Bir Arada Yaşamı Savunalım” kampanyası [*Dipnot: ÖDP, bir süreden beri böyle bir kampanya sürdürmekte ve ilk bakışta da “iyi bir iş yapıyor” gibi görünmektedir. Ama, olup bitene yakından bakınca şu açıkça görülmektedir ki; “Bir Arada Yaşamayı Savunmak” ÖDP’ye düşmez. Burada doğru tutum, belki DTP’nin bu adla bir kampanya düzenlemesidir. Eğer öyle olsaydı, DTP devrimci bir tutum takınmış olurdu. Ancak ÖDP, DTP’yi bile dışlayarak, bu sloganı öne çıkarmıştır. ÖDP, Türk aydınlarının, demokratlarının temsilcisi olduğunu iddia eden bir parti ise (ÖDP bunu iddia ediyor), ona asıl düşen, “ayrılma hakkını” savunmasıdır. Ancak “ayrılma hakkı” konusunda tereddüdü yoksa, Kürtler açısından, “gönüllü birliğin”, “bir arada gönüllü olarak yaşamanın” temeli oluşur. Aksi halde, ÖDP kampanyasının tek somut anlamı, Kürtlerin özgürlükleri, dil ve hak eşitliğinin gerçekleşmediği bugünkü koşullar sürsün, hem de “Bir arada yaşamı savunalım” olmaktadır. Bunu, kuşku yok ki, bütün Türk milliyetçileri, AKP, CHP, MHP, Kızılelmacılar hepsi savunur. ÖDP elbette, “biz, onlar gibi demiyoruz; ‘Kürtlerin hakları da tanınmalıdır’ diyoruz” diyecektir. Ama, gerçekler, olup bitenler göz önüne alındığında, ÖDP’nin “şerhi” sadece laftan ibaret kalır.  Kaldı ki, bu slogan ve kampanya tek başına da değildir. Bu slogan ve kampanya, ÖDP’nin epeyce bir zamandan beri girdiği Kürt sorununun çözümünde Kürtlerin adım atması; onların ateş kesmesi, onların fedakarlık yapması konusunda ısrarı politikasının bir devamıdır.] bile bir işe yaramaz. Oysa; eğer Türkiye ABD’nin bölge piyonu olmaktan kurtulacaksa; uluslararası sermayenin yeni saldırılarını püskürtecekse; bunun tek yolu; öncelikle Kürt ve Türk kardeşliğini sağlayacak biçimde Kürt sorununun demokratik çözümünden, sonra da  bölge halkları ve ülkeleriyle, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın koşulsuz demokratik platform üstünde emperyalist müdahalelere karşı ortak mücadeleye yönelmekten geçer. Ancak böyle bir Türkiye; yani bağımsız ve demokratik bir Türkiye, bölgede emperyalizme karşı mücadelenin güçlü bir bileşeni olabilir. Aksi halde bölge halklarıyla çatışan bir Türkiye’nin bırakalım bağımsız bir ülke olarak kalmasını, tarihte onurlu bir yere sahip olması bile beklenemez.

Türkiye’nin bütün bir son yüzyılının tarihi, Türk milliyetçiliğinin de tarihidir. Dolayısıyla milliyetçilik, kimi zaman “Kemalizm”, kimi zaman din ve muhafazakarlığın savunulması, kimi zaman “anti komünizm”, kimi zaman “solculuk”, kimi zaman da daha liberal görünümler altında, daima egemenlerin halkı yedeklemesinin, demokratik ve anti emperyalist mücadeleyi ezmesinin bir dayanağı olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise milliyetçilik; Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi taleplerinin karşısına dikilmek için devreye sokulmuş; özel olarak güncel politikanın bir silahına dönüştürülmüş olarak kullanılmaktadır.

Asker cenazeleri, ABD ya da AB’den gelen Türkiye’ye yönelik eleştiri ve aşağılamalar, Kuzey Irak’ta olanlar, İran’ın nükleer enerji araştırmaları, akla gelen her konu, milliyetçi duyguların kışkırtılması için kullanılmaktadır. Dahası; bu duyguların yükseltilmesinin de kışkırttığı linç girişimleri, karanlık güç odaklarının çeteler olarak sokağa dökülmesi, ulu orta girişilen provokasyonlar, bu milliyetçilik dalgasının üstünden egemen güç odakları arasındaki hesaplaşmanın; örneğin cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimlerden galip çıkmanın vesilesi olarak da değerlendirilmektedir!. Yani bugün milliyetçilik, üç yıl önce olduğu gibi, gençliğin, halkın milliyetçilik temelinde eğitilmesi gibi genel ve uzak bir tehlike değil, aynı zamanda somut; günlük politikada egemen güç odaklarının bir “kılıcı” olarak da kullanılan,  demokrasi mücadelesini ve anti emperyalist mücadeleyi tehdit eden en önemli tehdit unsurudur. Bu açıdan da milliyetçilik ve onun özel biçimlerine (Kürtler başta olmak üzere ezilen halklara, aşağı görülen uluslara karşı düşmanlık, özgürlük ve demokrasi düşmanlığı, emek düşmanlığı,..) karşı mücadele her gün daha çok önem kazanmaktadır.

Bu mücadelenin başarısında kılavuz ise, son yüzyılın ulusal mücadelelerinin deneyimlerinin zenginleştirdiği işçi sınıfı enternasyonalizmidir.

Latin Amerika; Olaylar, Gelişmeler ve Anlamı

Türkiyeli emekçilerin ileri kesimleriyle Türkiye gençliği, Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle 1960’lı yıllardan bu yana daha çok ilgili olmuşlardır. Küba devriminin etkileri, Şili’de seçimle işbaşına gelen Allende’nin Pinotchet başkanlığındaki Amerikancı generaller çetesi tarafından katledilmesi ve Şili’nin uzun süre askeri dikta altında tutulması, Nikaragua’da Sandinist’ler önderliğindeki anti-emperyalist halk devrimi, Kolombiya’da Amerikancı kontra sürülerinin kitle katliamları ve muhalif sendikacı ve köylüleri suikastlarla ortadan kaldırmaları, Arjantin, Brezilya ve Peru’da askeri diktatörlüklerin baskıları, Meksika krizi ve nihayet, Arjantin, Brezilya, Ekvador, Venezüella, Uruguay, Peru ve Bolivya’daki halk ayaklanmaları, Chavez ve son olarak da Morales’in devlet başkanlıklarıyla yükseltilen anti-Amerikan mücadele; özellikle de son yıllar açısından Venezüella’da ABD ve işbirlikçilerinin düzenledikleri darbelerin halk desteğindeki Chavez yönetimi tarafından boşa çıkarılması gibi gelişmeler, bu ülkelere ve Latin Amerika’daki mücadelelere ilgiyi canlı tutmuş ve giderek artırmıştır.

Latin Amerika, bugün de, halklarının mücadeleci geleneği, köylü nüfusun isyancı tutumu, yerli halkların bu mücadelelerdeki özel yeri ve neredeyse “gelenekselleşmiş” gerici-faşist ve Amerikancı darbeleriyle dikkat çekmektedir. Latin Amerika, Arjantin’den Meksika’ya ve Orta Amerika ve Karayipler’e kadar, benzer sorunların ve ulusal ve sınıfsal mücadelelerin yoğun ve yaygın olarak yaşandığı; emperyalist bağımlılığa, emperyalist kurumların müdahalelerine ve artan sömürüye karşı direniş ve isyanların görüldüğü bir bölgedir. Latin Amerika, son elli yıllık süreçte, gerek bağımlı ülkelere ve ezilen uluslara karşı emperyalist saldırı ve mali politikalar, gerekse anti-emperyalist direniş ve mücadelenin seyri bakımından, bir tür laboratuar oldu. Latin ülkelerinde, bu süreçte, ABD emperyalizminin yürüttüğü kuşatma ve işbirlikçi diktatörlüklerin saldırılarıyla anti-emperyalist mücadelenin önemli başarıları birlikte yaşandı. ’70’li, 80’li yıllarda, Orta ve Güney Amerika, gerilla hareketlerinin eylemleriyle dikkat çekiyordu. Bugün geniş halk kitlelerinin katıldıkları çeşitli ayaklanmalar ve bu ayaklanmalar sonucu işbaşına gelen devlet başkanı ve hükümetlerin, halkın çıkarlarına bağlı kalmadıklarında, yine emekçilerin eylemleriyle alaşağı edilmelerine tanıklık ediliyor.

Bunun çeşitli nedenleri var ve bunlara yeri geldikçe daha detaylı değinilecek.

Latin Amerika’da 400 milyon nüfusun 200 milyonu yoksulluk koşullarında yaşıyor. Bu ülkelerdeki işsizliğin %9.8 (Peru-Ekvador) ile % 18 (Arjantin-Venezüella); yoksulluk oranının %22 (Brezilya) ile % 70 (Ekvador-Bolivya) arasında olduğunu dikkate alırsak, kitlelerin sık sık ayaklanmalara baş vurmasının önemli nedenlerinden ikisini görmüş oluruz. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin had safhaya ulaştığı Latin Amerika’da, nüfusun en zengin %10’luk kesimi toplam gelirden %48 pay alırken, en yoksul %10’luk kesim ancak %1,6 alabiliyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı, nüfusun %50’sini geçiyor. Bu durum, halkın yüz yıllar içinde oluşan isyancı gelenekleriyle birleşince, sınıf mücadelesinin daha da şiddetlenmesine ve ayaklanmaların gündeme gelmesine yol açıyor.

ABD’nin dayattığı Serbest Ticaret Bölgesi (ALCA) projesi, bu ülkelerin kaynaklarının yağmalanmasını ve siyasal bağımsızlıklarının daha fazla sözde kalır hale gelmesini öngörüyor. Amerikan yönetimi, tek tek ülkelere TLC’ler (serbest ticaret anlaşmaları) dayatıyor. Latin ülkelerindeki gelişmeler, bu dayatmalara duyulan öfke ve işbirlikçi yönetimler altında yoğunlaşan baskı ve sömürüye artan tepkinin ürünüdür. Emekçi halk kitleleri, küçük burjuvazi ve orta tabakalar, emperyalist talan ve dayatmalara, kitlesel protesto ve ayaklanmalarla cevap veriyorlar. Bu ülkelerde, Chavez gibi, halkın istek ve özlemlerini önemseyen adayların destek görmelerinin; verilen sözlere sadık kalmayıp IMF ve ABD’nin isteklerini karşılama yönünde politikalar izleyen yönetimlerin ise, art arda alaşağı edilmelerinin nedeni de burada yatmaktadır. Arjantin’de De la Rua, Peru’da Toledo, Ekvador’da Gutierrez bunu yaşadılar. Brezilya’da Lula’nın “aynı akıbet”i yaşaması da beklenen bir durumdur!

 

YARI KITADA 90’LI YILLARLA BAŞLAYAN DEĞİŞİM VE GELİŞMELER

Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeleri ortaya çıkaran ilişki ve etkenlerle ilerlemenin dinamikleri ve ‘90’lardan bugüne uzanan gelişmelerin nasıl bir seyir izlediğine daha yakından bakmak, bu gelişmeleri, “21. yüzyıl sosyalizmi”, “sınıf ve halk kavramlarının içerdiği anlamları geçersiz kılan ve ‘çokluk’ fikrini doğrulayan olgular” ya da “popülist anlayışlara dayanak yapılmak istenen başıboş hareketler” olarak değerlendiren birbirinden “beter” Troçkist ve liberal görüş ve anlayışların sapkınlığını ortaya koymak bakımından da önem taşımaktadır.

Latin Amerika’da “merkez-sol” olarak adlandırılan partiler, ’90’lı yıllarda Şili, Venezüella, Arjantin ve Meksika’da halk kitlelerine vaat ettikleriyle iktidara geldiler.

 

a-) Arjantin

Arjantin’de ’80’li-’90’lı yıllarda kitlesel yağma eylemleri, yüksek enflasyon oranı ve hayat pahalılığına karşı protestoların yaygınlaşmasının bir biçimi olarak ortaya çıktılar. Yaşadıkları “varoşlar”dan (emekçi semtleri) çıkarak yolları kesen, o arada kendi aralarında “meclisler kurarak” IMF-Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları ve büyük emperyalist güçler tarafından dayatılan ekonomi politikalarını protesto eden yığınlar ve kendilerini ‘Piqueteros’ olarak adlandıran işsizler, düzenledikleri kitlesel eylemlerle taleplerini elde etmeye çalıştılar. Cunta yönetimi altında Arjantin burjuvazisi saldırılarını sürdürürken, kriz giderek ağırlaştı. Cuntanın kanlı yönetimi ardından işbaşına gelen Raul Alfonsin, enflasyonu ve işsizliği düşürmek yönünde bazı girişimlerde bulunmakla birlikte, yolsuzluk, suiistimal ve zengin-yoksul uçurumunu derinleştiren uygulamaların bıraktığı derin etkiler ve ekonomik ve siyasal krizin ağırlığı altında ülkeyi yönetemez duruma geldi ve yerini Carlos Menem’e bıraktı.

Arjantin’de, 1997’de işsizliğin %48’lere ulaştığı koşullarda, protestolar önce yoksulluğun en yoğun olduğu bölgelerde baş gösterdi. Özelleştirmelerle işini kaybeden kitlelerin, kadınlar, gençler ve öğretmenler desteğindeki protestoları büyürken, protestocular, daha çok devlet işletmelerinin olduğu alanlarda sokakları işgal ediyorlar ve istihdam sağlanarak işsizliğin azaltılmasını, işsizlik yardımı yapılmasını ve vergilerin düşürülmesini ya da ertelenmesini istiyorlardı. Piqueterosların içindeki emekçiler arasında sıkı bir birlik vardı ve karar organları olarak “mahalle meclisleri”ni oluşturmuşlardı.

1988’e gelindiğinde, enflasyon oranı %348’e yükselmişti ve bir yıl sonrasında 3 binli rakamlarla ifade edilir hale geldi. Ekonomik krizin büyümeye devam ettiği koşullarda işbaşına gelen Menem, Arjantin sermayesinin istemleri yönünde adımlar atmayı sürdürdü. Peronist Parti’nin yöneticisi olarak Carlos Menem, bu partinin, kuruluşundan itibaren ilan ettiği “devletçi, ulusalcı ve yeniden bölüşümcü” politikalarına aykırı olarak ve seçimlerde propaganda ettiği “oligarşi karşıtlığı”nı bir yana bırakarak, uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun politikalara yöneldi. Ancak Menem hükümeti de IMF programını sürdürünce, Aralık 2001’deki kitlesel isyanla alaşağı edildi. “Solcu cephe” FREPASO, Fernando de le Rua liderliğindeki Radikal Parti’yle ittifak yaparak, ’99 seçimlerini kazandı.

De la Rua hükümetinin açlık ve sefalet üreten politikasına karşı, 2001 yılında, halk yeniden ayaklandı. Arjantin gibi zengin kaynaklara ve küçümsenmeyecek bir sanayi temeline sahip bir ülke, IMF politikaları nedeniyle “iflas”a sürüklenmişti. İşçiler, işsizler, kent yoksulları, gençler ve krizden zarar gören küçük ve orta tabakalar, izlenen politikaları protesto ederek ayağa kalkmışlardı. Hükümet istifa etti ve onu, işbaşına gelen öteki hükümetlerin istifası izledi. Kitle ayaklanmaları karşısında, IMF politikalarının uygulanamazlığının IMF tarafından bile kabul edilmesi ve Venezüella’daki gelişmelerin yarattığı etkiyle, 2003’te iktidara gelen Nestor Kirchner, “daha ortada yürüme”ye; ve işsiz kitlelerini yedeklemeye ve mücadeleden alıkoymaya yönelik önlemler almaya girişti.

b-) Bolivya

Latin Amerika’da petrol ve doğalgaz rezervleri bakımından Venezüella’nın ardından ikinci ülke olan Bolivya, kişi başına düşen milli gelir bakımından ise bölgenin en yoksul ülkesi durumunda. Ülke, uzun yıllar boyunca uluslararası sermaye ve işbirlikçileri tarafından yağmalandı. 8 milyonluk nüfusun önemli bir kısmı yoksulluk içerisinde ve kırlık bölgelerde köylüler günde 1 Bolivano (10 cent) gelirle yaşıyorlar. Kişi başına gelir, 20 yılda, 940 dolardan ancak 960 dolara çıktı. Milli gelirinin %30’u dış borç ödemelerine gidiyor. Bolivya’da, 1985’ten itibaren büyük bir özelleştirme, işten atma ve saldırı dalgası yürürlüğe kondu. Bu dönemde, 25 bin maden işçisi işten atıldı. Anayasası, yeraltı kaynaklarının devlete ait olduğunu belirtmesine karşın, uluslararası sermayenin dayattığı “yeni ekonomi politika” ya da “yeni düzen” sonucu, bu kaynaklar özel mülkiyete ve dış yağmaya açıldı. Petrol, doğalgaz ve madenler özelleştirilerek, işsiz kitleler kentlerin kenar semtlerine sürüldüler. Koka üreticisi köylülere yönelik olarak, işbirlikçi hükümetlerle ABD’nin saldırıları artırıldı. Bu saldırılar, kent yoksullarını, köylüleri, yerli Kızılderilileri mücadeleye yöneltti. 1996’da kabul edilen bir yasa uyarınca doğalgazla petrolün üretim ve dağıtımında yabancı şirketlerin önünün açılması ve bu iki üründen devletçe alınan verginin yüzde 50’den yüzde 18’e indirilmesi üzerine, kent yoksulları bir kez daha harekete geçerek, La Paz’ın “varoş kenti” El Alto’da örgütlenen “Mahalle Komiteleri Federasyonu”nu öncülüğünde La Paz’ı işgal ettiler. Bu isyanlar sonucu istifa eden iki devlet başkanından biri, ABD’ne kaçtı.

Dünya Bankası-IMF reçeteleri doğrultusunda su kaynaklarıyla kentlerin su dağıtımının uluslararası tekeller olan Bechtel ve Suez-Lyonnaise’e devredilmesi ve onların su kullanım bedellerini yükseltmeleri üzerine, yüz binlerce aile faturaları ödeyemez duruma geldi. 2000 yılı Nisan ayında, Başkent La Paz ve öteki bazı büyük kentlerin içme suyu tesislerini işleten ABD tekeli Betchel’e karşı halk kitleleri ayaklandılar. Betchel tekeli ülkeden kovuldu.

2003 yılı Ekim ayında, Bolivyalı emekçiler, Bolivya petrol ve gazını işleten konsorsiyumun (Repsol, YPF, British Energy ve Panamercan Energy’den oluşuyor), doğal gazı ABD’ye satma girişimine karşı “gaz savaşları”nı başlattılar. Ülke çapında baş gösteren isyan sırasında 100’den fazla kişi öldü. Doğalgazın devletleştirilmesi talebiyle büyük bir genel grev dalgası başlatan ve yolları kesen Bolivyalı işçi ve köylüler, ABD işbirlikçisi Sanchez de Lozada’yı ülkeden kaçmak zorunda bıraktılar. Bu dönemde, Evo Morales ve MAS ise, “demokratik bir anayasanın oluşturulması için toplanacak bir Kurucu Meclis” önerisini gündeme getirdiler. “Kurucu Meclis” önerisi daha önce de, 2001’de, Arjantin’de kitle ayaklanması sırasında, PO (Partido Obrero=İşçi Partisi) tarafından savunulmuştu.

Lozada’nın yerine yardımcısı Carlos de Mesa geçti. Mesa, Lozada’nın saldırgan üslubunu terk etmekle birlikte, neoliberal politikasını devam ettirdi. Bu dönemde, içme suyu şebekesi işleten Fransız Suez tekeli de, halkın mücadelesiyle Bolivya’dan kovuldu.

Bolivyalı emekçiler 1,5 yıl sonra tekrar ayağa kalktılar. Sendikalar, işçi örgütleri ve mahalle meclisleri harekete geçti, genel grev ve yol kesme eylemleriyle protestolar büyüdü ve genelleşti. Carlos Mesa, istifa etmek zorunda kaldı.*(* dipnot: Bu arada, 8 Haziran 2005’te, El Alto’da, çeşitli sendikalardan, emekçi örgütlerinden ve mahalle meclislerinden 150 temsilcinin katıldığı Bolivya Ulusal Yerli Halklar Meclisi, “genişletilmiş toplantısı”nda çeşitli kararlar aldı. Bunlardan ilk ikisi şöyle idi: 1. El Alto şehri 21. yüzyıl Bolivya devriminin genel karargâhıdır. 2. El Alto Mahalle Meclisleri Federasyonu (FEJUVE), El Alto Bölgesel İşçi Sendikası (COR), Bolivya İşçi Sendikası (COB), Bolivya Tarım İşçileri Birleşik Sendika Konfederasyonu (CSUTCB), Bolivya Zanaat İşçileri ve Küçük Esnaflar Sendika Konfederasyonu, Bolivya Maden İşçileri Sendika Federasyonu, La Paz Eyaletlerarası Taşıma Federasyonu ve ülkedeki diğer seferber olmuş toplumsal örgütlerin başkanlığında, bir iktidar organı olarak Ulusal Yerli Halklar Meclisi’nin birleşik bir liderliği yaratılmalıdır.”)

Yeni seçimlerde ise, Bolivya’nın Aymara halkından ve “koka üreticileri sendikası”nın başkanı Evo Morales, MAS’ın (Sosyalizme Doğru Hareketi) temsilcisi olarak, devlet başkanı oldu.

c-) Brezilya

2002 seçimlerine Brezilya İşçi Partisi PT’nin adayı olarak giren Lula da Silva, işçi ve emekçi kitlelerinin IMF programlarına; işsizlik, yoksulluk ve açlığa; ve mevcut burjuva partilerine öfkelerinin her geçen gün daha da arttığı bir dönemde, %61 oyla başkanlık görevine seçildi.  Seçim zaferinde kitlelerin kapitalist uygulamalara öfkeleriyle birlikte PT’nin “sosyalist” söylemi de rol oynamıştı.*(*dipnot: Çok sayıda sendikayı, “sosyalist”, “Marksist”, “feminist” etiketli çevreyi ve aydınları, topraksız tarım işçilerini, işsizleri, “sol eğilimli” Hıristiyan kiliselerinin yandaşlarından bir kesimi bir araya getiren ve 1979’da işçi sendikalarının girişimiyle oluşturulan PT (İşçi Partisi), küçük burjuva liberal “sol” çevrelerce “yeni bir parti modeli” olarak propaganda edildi ve örnek alındı. Böyle olunca da, PT’nin zaferi, sadece Brezilya’da değil hemen tüm ülkelerin “sol”unda büyük bir sevinç dalgasına yol açtı. Tabanını işçilerin oluşturduğu, programında “sosyalizm” yazan bir “çatı parti”, Brezilya gibi Latin Amerika’nın en gelişkin ülkelerinden birinde iktidara gelmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı!. PT “pek çok kesimden ve fikirden daha geniş kitleleri kucaklayan”, çok sesli,  ”demokratik”, “yeni tipte bir parti”nin örneği olarak sunuldu ve ona yön veren düşünce, Troçkist grup ve çevrelerle birlikte ÖDP gibi liberal-solcu partiler tarafından da desteklendi. Proletaryanın burjuva sınıf düşmanına karşı mücadelede zafere ulaşmasının kesin koşullarından biri olarak devrimci sınıf partisinin varlığı ve işçi ve emekçilerin sınıfın en bilinçli, en ileri kesiminin örgütlü öncülüğünde mücadelesi yerine, partinin safları küçük ve hatta orta burjuvaziye dek genişletilip, “çok seslilik” adına, uzlaşmacı liberal ve reformist görüşlerle partiyi ve onun yöneticiliğini yapacağı proletaryanın sınıf mücadelesi böylece daha geniş talepler üzerinde deformasyona tabi tutuluyor; burjuvazinin mevcut sistemi koruması ve sürdürmesine güç veriliyordu.)

Lula, katıldığı toplantılarda halkın sorunlarını gündeme getiriyor, taleplerine sahip çıkıyordu! “Sosyal Forum”lar onun düşüncelerini açıkladığı önemli platformlardan biri oldular.*(* dipnot: Çeşitli “sol” parti ve örgütlerle aralarında liberal reformcu ve Troçkist bazı yazar ve ideologların bulunduğu çevreler tarafından, ATAC gibi “Küreselleşme karşıtı hareketler”le “sivil toplum örgütleri”nin ve “alternatif kurum ve kuruluşların temsilcileri”nin yer aldıkları “protestocular”ın Brezilya’nın Porto Allegre, ABD’nin Seattle, İtalya’nın Cenova ve Venezüella’nın Caracas kentlerinde gerçekleştirilen eylemleri, işçi sınıfının devrimci mücadele ve kurtuluşun “temel ve öncü gücü” olmaktan çıktığı ve “ezilenlerin hareketinin tarihi değiştirici işlev kazandığı” yönündeki burjuva iddialarını doğrulayan dayanak ve kanıtlar olarak kullanıldı. Bu çevreler de, Latin ülkelerindeki gelişmeleri kuşkusuz önemsiyorlardı. Ama bu parti ve çevreler açısından “Sosyal Forum”lar özel bir öneme sahipti ve “bir başka dünya mümkün” şiarını doğrulayan hareketlerdi.

Forum’larda, “farklılıkların, çoğulculuk ve kimliklerin savunulması”; “Neo-liberalizme karşı sosyal yapılanmalar-hareketler ve ‘demokratik alternatifler’in oluşturulması”; “savaşlara karşı barış ve anti-militarizm”in; “uluslararası yeni bir demokratik sistem”in ve “adalet, eşitlik, insan hakları ve onurlu bir yaşam”ın savunulması tartışmaları yürütüldü.
“Sosyal Forum”larda ve “Sosyalist Enternasyonal” toplantılarında, “yerel demokrasilerin geliştirilmesi ve katılımcılığın artırılması”, “çağın en temel stratejisi” ilan edilirken, “yerel yönetimlere taktik değil stratejik yaklaşılması gerektiği” üzerinde hayli hararetli söylevler verildi.”Karşılıklı deneyimlerin paylaşılması, modellerin yaratılması”a yönelik olarak “Sosyalist Belediyeler konferansının gerçekleştirilmesi için çalışmaların başlatılması” kararları alındı.
Lula, Gutierez, Garcia gibi ‘başkanlar’, bu forumlarda “insanlığın en temel ihtiyaçları” için “neo- liberal politikalara karşı mücadele etme” sözü verdiler. Lula’nın bakanları, “bu konuda somut adımlar atacaklarını”, bu kampanyaya “sendikaların ve sivil toplum örgütlerinin de katılacağını”; “uluslararası bir politik koordinasyona ihtiyaç olduğunu, bu kampanyanın çevre ve insan hakları açısından temel oluşturduğunu” belirterek, mücadele edecekleri görüntüsü verdiler.
Sosyal Forum”larda “BM’nin reforme edilmesi ve yeni bir dünya sisteminin yaratılması gerekliliği”nden söz edildi.  Konuşmacılar, “yeni demokratik, adil bir dünya sistemi” istiyorlardı, vb, vb.)

2001 de başlatılan ‘Dünya Sosyal Forumu’nda konuşan, PT’nin genel başkanı, “gerçek anlamda bir alternatif yaratmak gerekir” ve “neo-liberalizme karşı adalet, eşitlik, özgürlük ve barış için birlik olmanın dışında başkaca bir çıkış yolumuz yoktur” diyordu. Dünya Sosyal Forumu’nun “yeni bir dünyaya giden yolda önemli bir girişim olduğunu” belirten Lula, “Başta Latin Amerika olmak üzere bazı olumlu değişimlerin meydana gelmeye başladığını, Uruguay ve Arjantin’de sol iktidarların zafer kazandıklarını, dolayısıyla daha adil ve demokratik bir dünyanın artık bir rüya olmadığını” söylüyor; dünyanın en önemli sorununu “daha adil olamama” olarak gördüğünü belirtiyor, “daha adil bir dünya” için, ve “açıkça ve somut olarak açlıkla fakirlikle mücadele etmeliyiz” diyordu. “Dünya Sosyal Forumu’nun önemli bir gelişme olduğunu ancak bunun yetmeyeceğini, bunu da aşan gelişmeleri yaratmak gerektiği”ni belirtiyor ve “gerçek anlamda bir alternatif oluşturmanın önemi”nden söz ediyordu! Bulduğu çare ise, “katılımcılık ve yerel yönetimlerin geliştirilmesi”ydi!

Ancak, 1980’lerde “sosyalist bir toplum” söylemiyle ortaya çıkan PT, ’90’lardan 2000’lere gelindiğinde bu söylemini “yumuşatmış”, 2002 seçimleri öncesinde de, “anti-emperyalizm”, “sosyalizm” ifadelerini parti programından çıkarıp, politikalarını seçimlere göre oluşturan bir parti haline gelmişti. Seçimlerin üzerinden uzun bir süre geçmeden, Lula da Silva (ve  PT), IMF politikalarına uygun programı pratiğe geçirerek, kendini “ispatlamış” oldu! Özelleştirmeleri sürdürdü “yabancı yatırım çekebilmek için” sermayeye her türlü vergi indirimi getirip, çeşitli kolaylıklar sağladı. Halkın yoksulluk, işsizlik gibi temel sorunlarına “çözüm bulmak” için ise, sözü edilir bir şey yapmadı. ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin manevralarına rağmen, halk Lula da Silva’yı işbaşına getirdi.  Lula’nın partisi PT (Brezilya İşçi Partisi), askeri diktatörlüğe (1964-1989) duyulan öfke üzerinden güç toplamıştı. Ama vaatlerine uygun bir politika sürdürmekten kısa sürede yüz geri etti. Toprak ve vergi reformu, IMF ile bağların kesilmesi, sosyal alana devlet yatırımı ve harcamalarının artırılması, dış borçlar ve faizleri konusunu gözden geçirme ve “meşru olmayanı ödememe”; özelleştirmelerin durdurulması gibi vaatlerle kitlelere seslenen PT; Lula’nın bir kez daha başkanlık için adaylığını açıkladığı 2002 seçimleri öncesinde ise, onun ağzından “kendinden önceki hükümetin taahhütlerine uyacağı” ve uluslararası sermaye kurumlarıyla çatışma içinde olmayacağını ilan ediyordu. Seçildikten sonra da, bu taahhüdüne uygun biçimde sermayenin doğrudan temsilcilerini ve IMF gibi mali kurumlarla işbirliği içindeki kişileri Merkez Bankası, Sanayi ve Ekonomi Bakanlıkları gibi önemli görevlere atadı. Sözüne sadıktı; ama işçi ve emekçilere verilenlere değil; burjuvazi ve emperyalistlere güven telkin edecek olanlara. “Neo-liberalizme insani bir yüz kazandırmak” sloganıyla iktidara gelen Lula liderliğindeki İşçi Partisi, piyasa ekonomisini reddetmiyor, ülkenin “ilerici-ulusal” burjuvazisi olduğu varsayılan tekstil ihracatçısı bir milyarderi başkan yardımcılığına getiriyordu. Lula ve Partisi, “ülke ekonomisini istikrara kavuşturmak” adına, IMF programını uygulamaktan kaçınmadı. Ücretler düşürüldü, sosyal güvenlik ödemeleri kesildi, topraksız köylülere saldırılar sürdü.

Böylece ülkede yoksulluk sınırında yaşayan 45-50 milyon kişinin beklentileri, deyiş yerindeyse, havada kalmıştı. 5 milyon topraksız köylü ailesi, sözü edilen geniş çaplı toprak reformunun “uykuya bırakıldığı”na tanık oldular ve yeniden harekete geçtiler. Lula, topraksız köylülerin baskısı sonucu yüz binlerce aileye toprak sağlayacak bir reform sözü vermesine karşın, ortada henüz bu yönde atılmış ciddi bir adım olmaması nedeniyle, MST üyeleri, parlamentoyu basmaya yöneldi.

Lula hükümeti, bir taraftan Brezilya büyük burjuvazisi ve emperyalizmin istek ve dayatmalarını öne çıkarır ve uygularken, öte yandan, kendini halkın temsilcisi ve taleplerinin savunucusu olarak göstermeye devam etmektedir. Milyonlarca evsiz ve topraksız emekçiyi temsilen başkente yürüyen 15 bin kadar emekçi, Lula’yı, verdiği söze sadık kalmaya çağırarak, aksi durumda ülke çapında toprak işgallerine yeniden girişeceklerini ilan ettiler. Ekim 2005’te yapılan seçimlerin sonuçları da bu doğrultudaydı. Topraksızlar hareketi ve “komünist kolektifler” ve ileri emekçi örgütlerinin etkili olduğu bölgelerde, benzer mesajlar verilmişti. Hükümeti destekleyen partiler, toplam oyların %64’ünü elde ederek, 5562 belediyeden 3123’ünü, 26 eyalet başkentinden 20’sini de kazandılar. Ama Lula’nın partisi PT, Porto Allegre ve Sao Paulo gibi iki büyük ve önemli kenti ve sol muhalefetin güçlü olduğu birçok yerleşim birimini kaybetti. PT’nin, IMF diktelerini aşmayan çizgisi eleştirildi ve sandıkta cezalandırıldı.

d-) Ekvador

Ekvador’da, eski bir isyancı Albay Lucio Gutierrez başarısız bir darbe girişiminden sonra tutuklanıp ordudan atıldıktan sonra, 2000 yılındaki ayaklanma sırasında, halk kitlelerinin yanında yer aldı ve  2002 Kasımı’nda yapılan başkanlık seçimlerini %55,5 oyla kazandı. Askeri yönetimlerle “Hıristiyan Demokrat” ya da “Sosyal Demokrat” sermaye partileri tarafından on yıllarca, ağır baskı ve sömürü koşullarında tutulan emekçiler, taleplerini sahipleneceği iddiasındaki Gutierrez’in seçimleri kazanmasını bayram havasında karşıladılar. Ekvadorlu devrimciler ve Kızılderili örgütleri Gutierrez’i seçim kampanyasında da, hükümette görev almayı kabul ederek de, desteklemişlerdi.

Ancak O, “selefleri”nin yolunda, kapitalist politikaları uygulamayı sürdürmekten geri durmadı. Çok kısa sürede yönetim işlerini işbirlikçi gericiliğe teslim etti. ABD tekellerinin ve IMF başta olmak üzere, uluslararası mali sermaye kurumlarının dayatmalarına uygun ekonomik politika izledi ve Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına uygun politik-askeri çizgi dışına çıkmadı. Temel tüketim maddelerine zam yaptı, özelleştirmeleri sürdürdü, “plan Kolombiya”yı destekledi. 2003’te IMF ile yapılan anlaşmaya göre, 2007’ye kadar tüm ücretler dondurulacak, kamu sektöründe 120 bin işçi işten atılacak, benzin fiyatları %375 arttırılacak, elektrik, petrol, telekom, su vb. özelleştirilecek, kamu sektörüne grev hakkı tanınmayacaktı. İki yıl içinde halk desteğini yitiren Gutierrez, büyük bir grev dalgasıyla karşılaştı ve Nisan 2005’te, on binlerce işçi ve emekçinin sokakları işgal edip parlamentoyu basmasının ardından, istifa edip Brezilya’ya kaçtı. Ekvador halkı, üçüncü devlet başkanını da, görev süresi dolmadan ve sokak hareketiyle kovmuş oluyordu. 1997’de Abdala Bucaran, 2000’de Jamil Mahuad, halk isyanları nedeniyle görevi bırakmak zorunda kalmışlardı.

e-) Meksika’da 2000 seçimlerini, “merkez-sol” bir çizgi izleyen Vicente Fox kazandı. Meksikalı liberal iktisatçı Castaneda, Dışişleri Bakanı oldu.* (*dipnot: Meksika’lı liberal Jorge Castaneda’nın “üçüncü-yol” tezi, ’90’lar boyunca, kıtada ve dünya çapında geniş bir etki yarattı. Castaneda, “eğer çok ileri giderseniz, kapitalistler kaçıp gider; ya sermaye çıkışı olur, yani başka bir ülkeye giderler; ya da hükümeti devirirler, ki bunu yapmaya güçleri yeter” diyordu. Castaneda, piyasa ekonomisini reddetmeyen bir solla “ilerici-ulusal” burjuvazinin ittifakını savunuyor, neo-liberal politikaların devletin gücünü aşındırma eğilimine karşı devlet iktidarını tahkim etme çağrısı yapıyordu. ‘Sol’, “Üçüncü-yol”da “eşitsizliklere karşı çıkacak” ve “orta sınıf muhalefetini harekete geçirecek”ti! “Üçüncü Yol”cuların getirdikleri “Solun piyasa ekonomisini reddetmemesi” fikri, sermayenin mutlak hakimiyeti koşullarında sınıf mücadelesinin reddini öngören bir teslimiyetin teorisiydi ve yenilgi dönemine özgü bir gericiliğin yansımasıydı)

Küba’ya ziyaretler yapıldı, sendikal haklara övgü düzüldü, Zapatistalar’la “bölgesel özerklik” vaadiyle diyaloga girildi vb. Ancak, ABD’ye bağımlı ekonomi politika da sürdürüldü.

f-) Kolombiya’da, Amerikan emperyalizminin siyasal-askeri ve sosyal-ekonomik saldırılarına ve onun örgütlediği işbirlikçi ordu ve kontraların halk kitlelerine, özellikle de köylülüğe ve köylü gençliğe yönelik elli yıla yakın süredir devam eden vahşetine karşı sendikaların, köylü ve gençlik örgütlerinin, semt koordinasyonlarının birleşik halk cephesi tarzında örgütlenme ve mücadeleleri devam ediyor.

g-) Şili’de, 1988 yılında Pinochet diktatörlüğünü iktidardan uzaklaştıran ve o günden itibaren yönetimde bulunan Concertacion (mutabakat) koalisyonu, Sosyalist Parti lideri Michelle Bachelet’in devlet başkanlığı seçimlerini kazanmasıyla konumunu tekrar güçlendirdi. Ancak, Concertacion, darbecilerle hesaplaşma ve onları cezalandırma; işsizlik, yoksulluk ve sosyal hak yoksunluklarına karşı önlemler alma yerine, özerklik için mücadele yürüten Mapuche yerlilerine karşı anti terör yasası çıkardı, ABD’yle imzalanan serbest ticaret anlaşmaları eşliğinde özelleştirmeleri sürdürdü, sosyal güvenlik sistemini ve altyapı hizmetleri alanını uluslararası sermayeye peşkeş çekmeye yöneldi. Pinochet diktatörlüğünden sonra, “yumuşak geçiş” gerçekleştirme göreviyle işbaşına gelen Hıristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratların yarattıkları hayal kırıklığına karşı halkın tepkisi giderek büyüyor.

h-) Uruguay

Emperyalizmin ve işbirlikçi gericilin on yıllardır yağmaladığı Uruguay, 1999’da itibaren derin bir ekonomik krize girdi. 1998’de milli gelirin %34’ünü oluşturan kamu borçları, 2002’de %93 düzeyine yükselmişti. Aynı dönemde, milli gelir %17.5; tüketim %20.2, ihracat %19.8, ithalat %37.3, yatırımlar %50.9 oranında gerilemiş; 1998-2004 döneminde, reel ücretler %23 oranında düşmüştü. İşsizlik 1998’de %10 iken, 2003’de %17’ye çıkmış; düşük ücretle yarım gün çalıştırılanların oranı, %20’den %44.6’ya yükselmişti. 2003 verilerine göre, Uruguaylıların %41’i (18 yaşından küçüklerin %60’ı) yoksuldu. Aktif nüfusun %40’ının herhangi bir sosyal güvencesi yoktu. Bu durum, Uruguaylı emekçilerin işbirlikçi yönetime tepkilerini artırdı.

31 Ekim 2004’de yapılan seçimlerin daha ilk turunda oyların yüzde ellisinden fazlasını alan “Sosyalist” Tabare Vazquez, devlet başkanlığına seçildi. Parlamento çoğunluğunu da Encuentro Progresista-Frente Amplio, EP-FA (İlerici Buluşma-Geniş Cephe) adayları kazandı.*(*dipnot: Hıristiyan Demokratlardan “Komünistler”e, “Sosyalistler”den küçük Troçkist gruplara, geniş bir çevrenin içinde yer aldığı Geniş Cephe, başından itibaren bir örgütler ittifakı olarak planlanmıştı. Kuruluş programında toprak reformu, bankaların ve büyük sanayi kuruluşlarının, dış ticaretin millileştirilmesi, ulusal bir sanayi politikası izlenmesi, uluslararası politikada “kendi kaderini tayin ve müdahale etmeme” tutumuna uygun davranılması, yoksul halkın sağlık, eğitim, konut sorunlarının çözülmesi vb taleplere yer veriyor.)

On yıllardır ülkeyi yöneten iki sistem partisi, ittifak yapmış olmalarına rağmen, kaybettiler. 150 yılı aşkın süredir ilk defa, ilerici, halkçı bir aday seçimleri kazanıyordu. Halk sistem partilerine güvensizliğini ve halkçı söylemlerle kampanya yürüten adaydan beklentilerini ortaya koymuştu.

Tabare Vazquez ve yönetimi, işe, “acil sosyal plan kararnamesi”ni ilan ederek başlamakla birlikte, kaynak sağlama zorluğuyla karşı karşıya kaldı. Vazquez, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve uluslararası finans çevrelerinin “şimşeklerini üzerine çekmemek için”, başkan yardımcılığına, finans çevrelerinin güvendikleri bir isim olan Danilo Astori’yi getirdi. Astori, seçimlerden önce Washington’a giderek, borçların ödeneceğine ve önceden imzalanan anlaşmalara uyulacağına dair güvence verdi.

Tabare Ramon Vazquez Rosas yönetiminin önünde iki yol vardı: Halka verilen sözlere sadık kalma ya da emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkarlarına bir politika izleme. Seçim kazanan ittifakın içinde, IMF’nin güvendiği adamlar ile Texaco’nun eski genel müdürleriyle gerilla hareketinin liderleri, sendikacılar, kitle hareketi militanlarının birlikte yer almaları, bunun bir etkeniydi. Diğer önemli etken, ABD’nin baskısı ve emekçilerin mücadelesi idi.

***ı-) Venezüella

Venezülla’da Chavez 1998’de Amerikancı eski yönetime karşı mücadele ilanıyla ortaya çıktı. 27 Şubat 1989’daki kitle ayaklanması burjuva saldırılara güçlü bir tepki olarak ortaya çıktı ve ‘üretim araçları mülkiyetinden arındırılmış’ yoksul kitlelerin kentlerin merkezine doğru akınlarıyla, ‘Chavist hareket’ dayanak edineceği kitle desteğini bulmuş oldu. İşsiz kitleleri ve topraktan koparılmış yoksul kesimlerin, gençlik ve kadınların; yani emek güçlerini satma dışında olanakları olmayan kitlelerin ayaklanma dışında da çareleri kalmamıştı. Doğal olarak işçi sınıfının işsiz kesimi bu mücadelelerde de önemli bir temel güç olarak yer alıyordu. Temel gereksinme maddelerinden yoksun ayaklanmacı kitleler önüne gelen “özel mülk araçları”na, mağaza ve işletmelere ve sonra da zenginlerin ayrıcalıklı barınma bölgelerine doğru saldırıya geçmişlerdi. Caracas’ın kenar semtlerinden harekete geçen  öfkeli emekçiler sokaklardan alanlara ve zenginlerin üzerine yürüdüler. Ve ayaklanan kitlelere karşı üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanların hizmetindeki ordu, silahlı saldırıda sınır tanımaksızın cevap verdi. “Bir daha ayaklanmamaları için” 4000 civarında insan katledilmiş, on bine yakını da yaralanmıştı. Ayaklanan yoksullar, devletin ve onun ordusunun kime hizmet ettiğini, bizzat kendileri yaşayarak “tecrübe ettiler”! Tecrübe ağır bedeller pahasına, ama sonraki mücadelelere de yol gösterici olarak öğreticiydi. Chavez kitleleri “sosyalizm için mücadele”ye çağırırken, kuşkusuz devlet  ve ordu üst bürokrasisinin bu kanlı saldırılarının kitleler nezdinde yol açtığı “itibar” yitimini de göz önüne alıyordu.

Uygulanan ekonomi politikalar sonucu yoksulluk “felaket hali” denebilecek bir orana yükselmiş ve 1995’lerde %70 gibi bir yüksekliğe ulaşmıştı. Bu politikalara tepki olarak ve halkın oylarıyla ‘93’te iktidara gelen Coldera hükümeti, aynı politikaları sürdürünce, sonu önceki hükümetlerle aynı oldu. ‘98 seçimlerinde yerini Chavez’e bırakmak zorunda kaldı.

Kapitalist gelişmenin kırdan kentlere sürüklediği emekçi kitlelerinin Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleleri, Hugo Chavez’in iktidara gelmesinin ve birkaç Amerikancı darbeyi halk desteğiyle yenilgiye uğratarak halkla ilişkilerini güçlendirecek ekonomik-sosyal ‚reformlar’ gerçekleştirilmesinin başlıca dayanağı ve etkeniydi. Chavez, çelişkilerin sertleşmesinden hareketle ve emekçilerin talepleri doğrultusunda petrol işletmeciliğinin devletleştirilmesi kararı aldı, halka silah dağıtarak milis örgütlenmesine girişti, işçilerin fabrika yönetimlerini ele alması çağrısı çıkararak hem işçi desteğini sağlamlaştırma hem de işçilerin kapitalistlere karşı sınıfsal mevzilerinin güçlenmesine hizmet eden adımlar attı. O, ideolojik-politik ve sosyal bakımdan sorunlu durumuna karşın, bu gelişmeleri veri alarak onları „Yeni Tarihsel Proje ve 21. yüzyıl sosyalizmi” olarak formüle etmekten de geri durmadı. Chavez’in Moralesle dayanışma içinde ve Küba’nın desteklenmesine de önem vererek, „Bolivarcı Devrim” olarak adlandırdığı girişimlerini sürdürmesiyle, Latin halkları arasında anti Amerikan dayanışmanın geliştirilmesine de güç verdi.

Chavez’in oluşmasında önemli rol oynadığı bu “yeni Anayasal sistem”i çıkarları ve hakimiyeti için zararlı bulan ABD, işbirlikçi sermaye çevrelerini ve sendika kodamanlarını harekete geçirerek, birkaç kez darbe düzenledi ve Chavez’i başkanlıktan düşürmeye çalıştı. Chavez yönetimini tasfiye ederse, Latin Amerika’nın bazı öteki ülkelerindeki benzer gelişmeleri de önlemiş olacaktı!

Chavez, halk kitleleriyle girdiği dolaysız ve yakın ilişkiye ve “reformların geliştirilmesi” yönündeki vaat ve çağrılarının halkta uyandırdığı büyük ilgiye dayanarak, işçi sınıfı ve yoksul kitleler içindeki destekçilerini artırdı ve onları, “karşı devrimcilere karşı” örgütleme girişimlerini genişletip sürdürdü. Chavez, petrolün “ulusallaştırılması” için yaptığı yasal düzenleme ile rezervler üzerindeki özel mülkiyeti sınırlamaya yönelirken, bu uygulamayı boksit, demir, kömür, elmas ve altın işletmeciliği için de geçerli kılmak üzere girişimler başlattı. Maden sektöründeki şirketlerin imtiyazlı sözleşmelerinin yeniden düzenlenmesi, bu işletmelerin “ortak girişim” haline getirilmesini de içeriyordu. Küçük ve orta işletmelerin geliştirilmesi için destek programları oluşturuldu, “mal ve hizmet üretimi”yle ilişkili kooperatiflerin merkezi ve yerel yönetimler desteğinde daha fazla geliştirilmesi için önlemler alındı ve bu çabalar sonucu kooperatiflerin sayısının 700 den 83 bin’e yükseldiği açıklandı.

Venezüella’da büyük toprak sahipleri, petrolün üretimde ve ekonomide sahip olduğu işlevden yararlanmak üzere kentlerde yatırım yapmaya yönelirlerken, tarımsal üretimin ulusal gelir içindeki payının düşmesine ve tarımsal emekçi nüfusun üretimden koparak, 1960 lı yıllarda %55 civarında olan kırsal işsizler kitlesinin büyük bir kesiminin kent “varoşları”na taşınmasına yol açmışlardı. Petrol işletmeciliği ve gelirleri üzerinden kalkınmanın taşıdığı öncelik, petrol üzerinde hakimiyet mücadelesini kışkırtırken, onu “ulusalcılığın” önemli bir belirleyeni de kılmış; Venezüella egemenlerinin uluslararası sermaye ve ABD ile ilişkilerinin seyri üzerinde petrol sahipliği  ve petrol üzerinde denetim önemli bir rol oynamıştı. Bu bakımdan petrolün ulusallaştırılması ya da petrol gelirlerinin ileri sürüldüğü gibi “kamu hizmeti ve emekçiler yararına kullanılması”, hem işbirlikçi kesimleri hem de ülke kaynaklarını yağmalama olanağını onlar aracılığıyla daha ileriden elde eden Amerikan tekellerini daha kapsamlı saldırılar için harekete geçirdi.

Venezüella sermayesinin örgütü FEDECAMARAS, kendi çıkarları ve tercihlerinin devlet politikası olarak şekillenmesi için, Amerikancı darbelerin temel bir  dayanağını oluşturan bir güç olarak hareket etti. Petrol gelirlerinin bir kesiminin kendisine aktarılmasıyla gücü ve olanakları artan sermaye ve örgütleri, devletin yönlendirici etkin gücü olmasıyla petrol gelirlerine sahip olması arasındaki bağın farkında olarak, 1980’lerden itibaren hızlanarak gelişen uluslararası sermayeye eklemlenme hamleleri ve politikalarını, devletin ‘kamusal işletmecilik’ konumunun zayıflamasıyla birlikte petrol üzerindeki denetimin de dolaysız olarak kendisinin eline geçmesi ve uluslararası sermaye ile ilişkilerin buna göre belirlenmesi için baskıyı artırdı.

Chavez 1998 sonlarında devlet başkanlığı seçimini kazanmasının ardından ilk olarak Anayasal değişiklik için “Kurucu Meclis” toplama ve referanduma gitmesiyle halkın desteğini daha fazla görmeye başladı. Onun deyişiyle “Bolivarcı Anayasa” kabul edilmişti ve bu anayasaya dayanarak ilerlenebilirdi! “Bolivarcı Cumhuriyet”e halk desteğinin bu artışı sonraki süreçte yaşanan saldırılara karşı Chavez’in etrafında koruyucu çember örmesinde etkili oldu ve bu anayasada, yerli ve yurttaş haklarının öne çıkarılması, “katılımcı demokrasi”den söz edilmesi ve onun “kooperatifler ve işçilerin işletmeleri özyönetimi”yle ilişkilendirilmiş olması, uluslararası düzeyde dayatılan kapsamlı ve çok yönlü saldırılara karşı bir tutum olarak ortaya çıkmıştı. Bu anayasanın bir önceki başkanlık seçimlerinde oy kullanmış olanların %20 sinin istemi halinde devlet başkanının “geri çağrılma hakkı”nı içermesi demokratik bir tutuma işaret ediyor ve destek görüyordu. Eski sosyalist ülkelerdeki halkın ve işçi sınıfının kendi temsilcilerini dolaysız seçme ve gerekli gördüklerinde görevden alma hakkına sahip olmaları dışında böylesi bir uygulama kapitalist ülkelerin hiçbirinde söz konusu olmamıştı. Geri çağırmanın bir hak olarak halka tanınması halkın ilgisi ve desteğini sağlamıştı.

Chavez hükümetinin toplumsal dayanağını oluşturan emekçilerin önemli bir kesiminin örgütsüz oluşu, sendikalarda örgütlü işçilerin sendika liderlerinin sermaye yanlısı politikaları nedeniyle yeterli düzeyde mücadelenin önüne çıkamamaları ciddi bir sorun oluşturmaktaydı. Önceki yıllarda öngörülen ekonomik programlarda her ne kadar “sosyal harcamaların artırılması ve gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi”nden söz edildiyse de, gelişme uçurumun büyümesi ve ihracatı artırma adına emek verimliliğinin ve üretkenliğin artırılması, ama sosyal hakların budanması ve temel ihtiyaç maddelerini karşılama olanaklarının daha fazla sınırlanması yönünde olmuştu. 1990’larda ücretlerin düzeyi 1950’ler seviyesine gerilemiş; 1980-90 arası dönem için ise gerileme %40’lar düzeyini bulmuştu. Bir öteki sonuç sendikalarda örgütlü işçi sayısının düşmesiydi. ILO verilerine göre sendikal işçi oranı 1988’de %26.4 iken, 1995’te %13.5’a gerilemişti.

Chavez bu durumu gördüğünden, işçilere kapitalist işletmelere el koyma ve kolektif işletmeciliği geliştirme çağrısı çıkarmış; 2002-2003 yıllarında kapitalistlerin Amerikancı uşak takımıyla birlikte ilan ettikleri iki aylık grevi kırmak üzere işletmelere el koyma tehdidi savurmuş ve bu tehdit etkili olmuştu. Chavez, bugün de bu dezavantajı, işçi ve emekçilerin bazı sosyal-iktisadi taleplerini karşılamaya çalışarak, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarını milleştirme politikası izleyerek kendi lehine çevirme politikasını sürdürüyorlar. ‘Chavista hareketi’nin, “Movimiento Quinta Pepublica”(Beşinci Cumhuriyet Hareketi)nin güç aldığı dayanak da budur.

Chavez’in, petrol gelirlerinin “bölüşümü”nü halkın ve ülkenin çıkarlarına uygun yeniden ayarlayan politikasına karşı, egemen burjuvazi, 2002 de genel grevlerle, petrolde sabotaj ve kapatma girişimleriyle bir karşı saldırı başlattı. Darbenin arkasında büyük iş çevreleri, ordunun üst kademeleri, Katolik kilisesi ve sermaye basını vardı. Sermaye basınının “bir milyon Chavez muhalifinin sokakları fethettiği”ni propaganda ettiği günlerde, milyonlarca Venezüellalı Caracas’ın yoksul mahallelerinden yürüyüşe geçip Chavez’e sahip çıkmışlardı. Büyük burjuvazi bir kez daha ‘yabancı’ emperyalizmin uşağı olduğunu göstermişti. Nisan 2002’deki askeri darbeyi; 2002-2003’te sermaye ve üst bürokrasi ve Amerikan uşaklarının üç ay süren petrol sektörü lokavt ve grevleri izledi. Son olarak da ABD müdahalesinin belirgin bir hal aldığı 2004 “geri çağırma referandumu” dayatması geldi. Buna karşın, O, ABD emperyalizmi, İMF, sermaye, ordunun bir bölümü ve devlet üst bürokrasisinin ortaklaşa saldırıları karşısında, emekçilerin desteği ve direnişiyle iktidarını koruyabildi. Halk, Başkanlık seçimlerinde yaklaşık % 70’lik oy desteğiyle Chavez’in yanında yer almıştı. Eğitim, sağlık ve gıda alanındaki kazanımları korumak ve yönetmek için “mahalle komiteleri” oluşturuldu; işlenmeyen topraklarla bazı fabrikalar kamulaştırıldı ve yasalarda bu yönde değişikliklere gidildi. “ABD işgali tehdidine karşı halktan 1 milyon kişiyi kalaşnikoflarla silahlandıracaklarını” açıklayan Chavez bir halk iktidarı fikrinin güç kazanmasına da kaçınılmaz biçimde zemin hazırlamaktaydı ve Amerikan emperyalizminin şimşeklerini daha fazla üzerine çekmesinin nedenlerinden biri de buydu.

Chavez “Bolivarcı devrim” ve “birleşik Latin Amerika” söylemini bugün de sürdürmekte ve anti Amerikan mücadelede ilerlemek üzere Latin Amerika’nın burjuva devrimci önderlerinden Simon Bolivar’ı, örnek gösterip onun yolunda ilerlemek gerektiğine dikkat çekmektedir. *(*dipnot :Latin Amerika’da çok  sayıda örgüt, parti ve aydın, Simon Bolivar’ın neredeyse 200 yıl önce, oluşturulması için çaba gösterdiği “birleşik Latin Amerika” düşüncesini paylaşmaktadır. Kapitalizm koşullarında ve ulus-devletlerin varlığı ve rekabeti nedeniyle gerçekleşmesi neredeyse olanaksız olan bu düşünce, eğer onlar da isterlerse, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin bir devrimci cumhuriyeti altında gerçekleşebilecektir.) Bolivarcı devrimin unsurlarından biri de, tarım devrimiydi. Venezüella geniş bir tarım toprağına sahip olmasına karşın, gıda ürünlerinin yüzde yetmişini ithal ediyordu. Bunun nedenlerinden biri de, ekili toprakların yüzde seksenini elinde bulunduran çok küçük bir azınlığın(%5), bu toprakları çoğu kez ekmeden bırakmalarıydı.  Chavez Ağustos 2004 referandumundan sonra, “Gerçek bir kanser olan bu tarihsel sorunla yüzleşme vakti gelmiş bulunuyor. Bu devasa toprak sahipliği mevcut oldukça hiçbir kalkınma projesini ilerletmemiz mümkün değildir” diyordu.  Ocak 2005’de “Latifundiaya karşı mücadele ve zafer bu devrimin oksijenidir, halkın hayatının temel bir parçasıdır” diyerek, 19. yüzyılın büyük köylü lideri Zamora’nın adını taşıyan bir kararnameyle topraklarını tamamen nadasa bırakan veya genellikle az kullanan büyük toprak sahiplerini hedef aldı. Ocak 2003’te Porto Allegre Sosyal Forumu’nda yaptığı konuşmada dört yılda yirmi milyar dolar dış borç ödediklerini belirterek, “Bu işleyiş gayrı ahlâkidir” diyen ve IMF’nin kaldırılması çağrısında bulunan Chavez’in göreve başladığı anda devletin dış borçlarını ödeyeceğini belirtmesi ise, onun çelişkilerinden biriydi.

Ayaklanan kitlelerin hareketinin zaaflarından biri, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin belli bir istikrar kazanmış örgütlere sahip olamamaları ve kendiliğinden patlamalar arasındaki ilişkiyi iktidarın zoralımı yönünde örecek bir yeteneği henüz gösterememeleriydi. Bu “eksiklik”, kitlelerin enerjisi ve gücünü dayanak edinerek işbaşına gelen parti ve liderlerin-Venezüella ve Chavez’in durumu yukarıda değinildiği gibi, bazı farklılıklar taşımaktadır- kapitalizme özgü politikaları sürdürmelerinin de başlıca etkenlerinden biriydi.

 

PROTESTO VE AYAKLANMALARIN BAZI ETKENLERİ

Latin Amerika 1980’lerde “neo-liberalizmin laboratuarı” olarak alındı. ABD destekli askeri-faşist diktatörlüklerin 70’li 80’li yıllarda hüküm sürdüğü; işçi-emekçilere ve yerli halklara karşı azgın terörist politikaların uygulandığı; devrimci işçi örgütlerine ve emekçi hareketine büyük darbelerin vurulduğu bir “laboratuar”! Bu süreç, tüm öteki ülkelerde görüldüğü gibi, politikayı sağ-reformist ve düzen içi platformlarda yürütme ya da kitlelerin gücü ve örgütlenmesini önemsemeyen sol-terörist anlayışlara da zemin hazırlıyordu.  1959 yılındaki Küba devrimi saklı tutulduğunda, 70’li 80’li yıllarda El Salvador, Guatemala, Nikaragua gibi ülkelerde ortaya çıkan silahlı mücadelelerle mevzi kazanan ilerici güçler, 90 lı yıllarda ABD’nin dünya çapındaki gerici saldırganlığı ve işbirlikçileri üzerinden elde ettiği mevziler sonucu önemli yenilgiler aldılar. Reagan yönetiminin „ölüm mangaları” aracılığıyla yürüttüğü saldırganlık sonucu yalnızca El Salvador’da 300 bin kişinin katledilmiş olması, Nikaragua’da Sandinistlerin kazandıkları mevzilerden geriye atılmaları,Şili’nin yanı sıra, Arjantin, Uruguay gibi ülkelerde de işbirlikçi iktidarların uyguladıkları kanlı şiddet politikaları sonucu „solun liberalizasyonu” için gerekli koşullar oluşturuldu. Nikaragua’da Sandinistaların kazandıkları iktidarı 1990’da kaybetmeleri, Sandinist liderler tarafından “antiemperyalist devrimler döneminin sona ermesi” olarak teorize edildi. S.B’nin kapitalizme eklemlenmesi ve Doğu Avrupa halk demokrasilerinin çökmesiyle birlikte bu durum, devrim için mücadelelerin yadsınması ve liberal, sistem içi değişikliklerle yetinen bir çizgiye geri çekilmenin gerekçesi oldu.  “Sosyal devletçi uygulamalar”ın “zararları” üzerine burjuva vaazı, özelleştirme ve toplu işten çıkarmaların gündeme gelmesiyle birleşince, mücadelede belediyeler ve yerel yönetimlerin istihdam sağlama ve çevre korumacılığı gibi “görevleri” öne çıkarılarak, özelleştirme politikalarına karşı durulmaya çalışıldı.

„Sol”, küçük burjuva akımların „liberal demokrasi” sınırlarına çekilmesini içeren „daha adil ve eşitlikçi” hedeflere ulaşmaya indirgendi ve „devrimci mücadele”nin sistem sınırları içinde kalmasını sağlamak üzere, proletaryanın sistem değiştirici devrimci özne olmaktan çıktığı propagandasının bu kesimler içinde de etkili olması için yoğun bir kampanya yürütüldü.

İşçi sınıfı devrimi ve ona dayalı dönüşümlerle emekçi sınıfların sermayeden bağımsız politik mücadelesinin “olamaz” ve “olanaksız” ilan edildiği ‘90’lı yıllarda askeri diktatörlüklerce büyük darbeler vurulan Latin Amerika ‘sol’u da bazı devrimci-Marksist örgütlenmeler ayrı tutulduğunda, bu toplumsal ve politik tahribat üzerinden ve burjuva liberal ya da ‘sol’ kabullerin etkisi altında yeniden şekillenmekteydi. Liberal “sol”culuk, Sandinistlerin Nikaragua’da iktidarı yitirmeleri ve El Salvador  gerilla örgütü FMNL’nin Amerikancı kontra taktikleri ve saldırıları sonucu aldıkları yenilgilerden çıkarılan “anti-emperyalist devrimler çağının kapandığı” safsatasını da dayanak ediniyor, işçi-emekçi iktidarı için mücadeleyi “yararlı” ve “gerekli” görmüyor, dahası bunu başarılabilir de bulmuyordu. Oysa Latin Amerika pratiği, iktidar için mücadelenin sonuç almak üzere zafere ulaştırılabilir olduğunu kanıtlamaktaydı.

1980’lerden itibaren gündeme getirilip öncelikle İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan eliyle uygulamaya geçirilen ve bağımlı ülkelere sosyal-ekonomik program olarak dayatılan mali-ekonomik ve sosyal baskı ve kısıtlama politikaları, ABD’nin, “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika ülkelerinde de, işbirlikçi hükümetler eliyle pervasız bir biçimde uygulamaya geçirildiler. Özelleştirme; işsizlik ve yoksullaşmanın artışına ivme kazandırırken, kırsal bölge emekçilerinin topraktan kopuşu hızlandı. Bu durum işçi, işsiz, topraksız ve yoksul köylü kesimleriyle kentlerin küçük burjuva kitlelerinin yanı sıra “ulusal burjuvazi” kapsamında değerlendirilen kesimlerin de saldırının hedefine girmesi demekti. Toplumsal hareketin yasaları, onun nerede ne zaman ve nasıl gelişip ilerleyeceği ya da gerileyeceği üzerine birebir kestirmelerde bulunmaya izin vermemesine karşın, Venezüella ve Bolivya’daki gelişmeler beklenemez değildi. Bu tür tepkilerin öncelikle Venezüella’da,  bazı kitlesel uluslararası protestoların da öncelikle Seattle-Porto Alegre gibi şu ya da bu kentte meydana geleceğini önceden haber verecek kehanet elbette yoktu. Ama, emperyalist-kapitalist dünya koşullarında ve toplumsal sınıf ve güçler arası ilişkilerden hareketle, sömürülüp ezilenlerin; baskı altında ve hak yoksunluğu koşullarında tutulanların buna karşı mücadelesinin kaçınılamaz olduğunu; bu mücadelenin şu ülkede şu yönde, bu ülkede başka yönde ve değişen seyir içinde gelişeceğini; gelişmekte olduğunu belirlemek mümkündü; ve Latin ülkelerindeki bu gelişmeler karşısında şaşkınlık gösteren bazı liberal aydın çevrelerine rağmen, çelişkilerin giderek keskinleşmekte olduğunu; işsizlik, yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya bulunan emekçilerin dünyanın hemen tüm ülkelerinde çeşitli biçimler altında mücadeleye yönelmekte olduklarını; bunun zorunlu olarak yaşanacağını, Marksistler olgu ve olayları irdeleyerek, hemen her zaman ortaya koymuşlardı. Uluslararası sermayenin ve büyük tekellerin 80’li yıllardan itibaren, dayattığı ekonomi politikalar; işçi ve emekçilerin yoksulluğa ve işsizliğe daha fazla sürüklenmesi; sosyal hakların budanması; ve politik-askeri baskılar ezilenleri hakları için başkaldırılara yöneltecekti.  Latin ülkelerinde yaşananlar her şeyden önce, toplumsal yaşamın ve sosyal sınıfların ilişkilerinin bu ‘zorunlu’ iç yasasıyla ilişkiliydi. Ezilen ve sömürülenler, üzerlerindeki baskıya karşın, yaşamlarının ağır yükünü daha fazla taşıyamaz olduklarını belirterek, artık yeter demeye başladılar. Sokaklara çıktılar ve giderek kalabalıklaşarak bir daha bir daha çıkmayı sürdürdüler.

Saldırılar sonucu geriye atıldıkları durumlar olmasına karşın, mücadele içinde örgütlenmenin yolunu buldular. Muhalif ve mücadeleci kitleler, uygulanan ekonomi politikaların kendilerini yoksulluğa ve açlığa sürüklemesine karşı sokaklara ve alanlara çıkıyor, kamu binalarını ve yolları işgal ediyorlardı. Anti emperyalist, özel olarak da anti Amerikan karakterdeydiler; emperyalist dayatma ve yağmaya karşı çıkıyorlardı. Yasal ‘sol’ partiler, işçi sınıfı ve kent ve kırın yoksullarının bu hareketine dayanarak işbaşına geldiler. Ancak kitle hareketi üzerinden işbaşına gelen ‘sol’ hükümetler ve devlet başkanları, Hugo Cehavez’in ve onunla dayanışma içinde Evo Morales’in farklı tutum ve politikaları ayrı tutulduğunda, „yeni bir uluslararası sosyal demokrasi oluşturma” yönünde liberal reformist ve uzlaşmacı yola girdiler ya da onu sürdürdüler. İş, toprak gibi taleplerin karşılanması iddiasıyla işbaşına gelmelerine karşın kitlelerin taleplerini „unutan” bu liberal ‘sol’ politikacı ve partiler, mali sermaye ve emperyalist gericilikle „köprüleri atmama” politikası izlediler.

Lula da Silva’nın ifedesiyle „küreselleşmeye insani bir yüz kazandırma” politikası izleyen bu yeni ‚solcu’ yönetimler, emperyalist ülkelerdeki reformcu sendikal hareketlerle de dayanışma içinde, „küreselleşme” olarak ifade edilen emperyalist „yeni düzen”e cepheden karşı çıkma yerine burjuvaziyle „uzlaşı” arayan bir tutum içinde oldular.

Böylece 90’lı yıllarda işbaşına gelen bu hükümetlerin emperyalist ve özellikle de ABD emperyalizminin dayatmalarına karşı mücadele yerine izledikleri evrimci uyum politikasıyla kitlelerin karşısına çıktıkları bir süreç yaşandı. Kitlelere, “sizlerin taleplerinizi doğru görüyor ve karşılamak üzere görev istiyoruz” diyenlerin önemli kesimi, sözlerinde durmayarak “neoliberal” diye tanımlanan emperyalist yağma politikalarını sürdürünce, yine kitleler tarafından – Lula’ya yapıştırıldığı gibi-, “hain” etiketiyle lanetlenerek hedefe kondular. Bu ‘yeni sol’ hükümetlerin hemen çoğu izledikleri kapitalist ve işbirlikçi politikalar nedeniyle emekçiler nezdindeki inandırıcılıklarını önemli ölçüde yitirmiş oldular.

1990’lı yıllar boyunca uyguladıkları ekonomi politikalarla kitleleri umutsuzluk ve güvensizliğe sürüklemişlerdi.  Halkın taleplerini karşılayacakları vaatleriyle yönetime gelen “sol” partilerin çoğu bazı demokratik adımlar atmalarına ve sosyal alanda bazı reformcu düzenlemeler yapmalarına karşın, kapitalist emperyalizmin uluslararası alanda uygulamaya soktuğu “yeni liberal” politikalarla aralarına kesin bir ayrım hattı çizmediler. ABD’nin, İMF gibi uluslararası kurumların ve büyük tekellerin dayatmalarına genellikle boyun eğen “liberal solcu” Latin hükümetleriyle devlet başkanlarının çoğunluğu (Lula da Silva, Lucio Guttierrez, Nestor kirchner) işbaşına geldiklerinden kısa bir süre sonra, onların istemleri yönünde uyguladıkları politikaları kapitalist koşullar ve “kurallar”la izaha kalkıştılar ve kapitalizmin kendi işleyişi içinde iyileştirilmesiyle kitlelerin taleplerinin karşılanmasını ve mali sermayenin spekülatif faaliyetinin sınırlanmasıyla kalkınma ve istihdam sağlayacakları iddiasıyla ortaya çıktılar; İMF ve uluslararası tekellerin yağmacı politikalarına denk düşen uygulamalarını, “sermayenin kaçıp gitmemesi için zorunlu” önlemler olarak gösterdi ve halk kitlelerini ‘başka yol yok’ söylemiyle oyalamaya yöneldiler. Latin ülkelerindeki gelişmeler bir yandan, özellikle Amerikan emperyalizmi ve İMF gibi mali sermaye kuruluşlarının bu ülkeleri kıskaca almasına ve kapitalist üretim ilişkilerinin işçi sınıfının saflarını kalabalıklaştırmakla birlikte işsizliği somut ve büyüyen tehdit olarak dayatmasının yanı sıra tarımsal nüfus ve küçük burjuva kesimler üzerinde de tahrip edici etkide bulunmasına duyulan tepkilerle ilişkiliydiler, diğer yandan bu ülkelerdeki gelişmeler, ulusal burjuvazinin çıkarlarını da koruyucu özelliklere sahip “devletçi” politikaların güç kazanmakla kalmayıp destek de görmüş olmasını ifade ediyorlardı. Bununla birlikte, bazı küçük burjuva muhalif parti ve örgütler bu gelişmelerin daha ileri sonuçlar doğurmamasını, “ enternasyonalist komünist önderlik eksikliği”yle gerekçelendirdikleri, bazı diğerlerinin de bu durumdan “21. yüzyıl sosyalizmi”nin “tarihsel sosyal dayanağını güçlendiren sonuçlar” çıkardıkları biliniyor.  Bunlar, Chavez ve son olarak Evo Morales’in “kalkınmacı devlet kapitalizmi” ya da „ulusal kalkınmacı reformlar” kapsamındaki kamulaştırma ve sosyal politikalarını “yukarıdan devrim”lerin başlamasına kanıt göstererek bu politikalardan “sosyalist program” çıkarmaya giriştiler. Meksikalı akademisyen Heinz Dietrich gibileri, “ küçük çiftçiler, sanayi işçileri ve esnafın güç kazanması ve böylece “sosyalizm için zeminin güçlendirilmiş olması”nı istiyorlardı.* (*dipnot: Dietrich, sözüm ona SB’nin kuruluş sürecinde, kapitalistlere nihai darbeyi vurmak amaçıl olarak ilan edilmiş;  işçi sınıfının gelişimi ve konumunu sağlamlaştırmaya hizmet edecek tarzda ve bilinçli ve kontrollü olarak kapitalist gelişmenin teşvik edilmesi-NEP politikasyla paralellikler kuruyor. Ama girişimi ve düşüncesi saçmadır. Meksikalı akademisyen Heinz Dietrich’e göre, “Venezuela’da yapılabilecek tek şey” devlet kapitalizminin geliştirilmesidir. Çünkü, “sosyalizme doğru adım atılması yönündeki diğer tüm girişimler bugünkü koşullar altında sistemin hızla çökmesine yol açacaktır.” )

Anti emperyalizm ve özellikle de anti ABD’cilik, Venezüella’da Rafael Caldera, Arjantin’de  Fernando de la Rua, Meksika’da Vicente Fox,Şili’de Ricardo Lagos’un işbaşına gelmelerinde rol oynarken, bu başkanların yönetimindeki hükümet ve devlet politikasının emekçilerin taleplerine aykırılığı da onların yönetimden alaşağı edilmelerinin etkeni oldu. Kısa bir süre önce(6;7 Haziran-2006) parlementoya baskın düzenleyen emekçilerin eyleminde ortaya çıktığı gibi, başta Topraksızlar hareketi olmak üzere işçi ve emekçiler, Lula ve Brezilya İşçi Partisi’ni, „sözünde durmamak” ve emekçilerin desteğini almak amacıyla yapılacağı ilan edilen „kamulaştırma”yı yapmamakla suçlayarak protestolarını sürdüreceklerini ilan ettiler. Arjantin, Brezilya, Ekvador ve Bolivya’da işçi ve emekçilerin ABD işbirlikçisi hükümetleri devirerek işbaşına getirdikleri bu yeni hükümetlerle devlet başkanları oysa, eğer kitlelerin taleplerine uygun hareket etselerdi, halkların desteğini görmeye devam edeceklerdi. Çünkü onların işbaşına getirilmeleri esas olarak büyük kitlesel protestolarla onların ‚sandığa yansıması’ sonucu gerçekleşmişti. Latin Amerika ülkelerinde topraksız ve yoksul köylülerin mücadelenin en önemli güçlerinden birini oluşturmaları, bu ülkelerin sömürgecilik ve kölelik dönemiyle ilişkili ve oradan miras olarak alınan “toprak sahipliği düzeni”yle bağlantılıdır. Kanada York Üniversitesi öğretim üyelerinden Gregory Albo’nun belirtiğine göre, toprakların %80’i toprak sahiplerinin %5 gibi küçük bir kesiminin elinde bulunmaktadır. Küçük toprak sahiplerinin elinde ise ancak %5 gibi küçük bir bölüm bulunmaktadır. Bu büyük uçurum  nedeniyledirki  kırk yıla yakın bir süredir toprak için mücadele Latin ülkelerinin gündemindeki yerini korumaktadır.  Çeşitli hükümetler döneminde “reformlar”dan söz edilmiş olmasına karşın, bu doğrultuda sözü edilir bir değişim yaşanamamış ve topraksız ve yoksul köylü nüfusu zamanla daha da artmıştır. Venezüella’da Chavez yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte “toprakların yeniden dağıtılması”nı öngören bir yasa çıkarılmış ve 2.5 milyon hektarlık toprak dağıtımı yapılmıştır. Ancak büyük toprak sahiplerinin ellerindeki topraklar özel mülk konumunda olmaya devam etmektedir. Lula, topraksız köylülerin istemlerini gözardı etmiştir. Toprak için mücadele haliyle güncel ve önemlidir.

Latin Amerika’daki gelişmeler elbette uluslararası olay ve olgulardan soyutlanamaz. Avrupa’da ve Asya’nın Çin, Hindistan gibi önemli ülkelerindeki gelişmeler, bu ülkelerin emekçi yığınlarının kapitalist sömürü çarkına daha fazla çekilmeleri, ve onun da bir etken olarak rol oynadığı emperyalistlerarası rekabetin kızışması, Amerikan emperyalizminin rekabette en saldırgan ve yayılmacı güç olarak önü tutmaya devam etmesi, bu kapsamda ABD’nin Latin halklarına daha fazla baskı ve müdahalede bulunması ve buna karşı anti-emperyalist ve demokratik mücadelelerinin yükselmesinde değişik düzeylerde rol oynamıştır. Üretimin ve sermayenin uluslar arasılaşmasının  muazzam ilerleyişine, saldırıların, yoksulluk, işsizlik ve açlığın uluslararası boyutlarda büyük artışı eşlik etmiş; kapitalist ‘ilerleme’ işin ve işçi kitlesinin parçalanmasını, kitlesel işsizlik ve yoksullaşmayı en önemli olgulardan biri olarak bütün bölge ve ülkelerde gündeme getirmiştir.

Bu, bir yandan sanayi işçilerinin saflarında dağınıklığa yol açarken öte yandan kapitalizmin “dünün kırları” ya da düne kadar dünyanın kırları olarak görülen ülkelerin geniş topraklarındaki gelişmesiyle işçi sınıfı saflarına yeni yüz milyonların katılmasını sağlamış ve uluslararası alanda mücadelenin daha güçlü yürütülmesinin sosyal-sınıfsal dayanağını güçlendirmiştir. Böylece, proletaryanın ve emekçilerin kurtuluşu için koşullar bugün daha da olgun hale gelmiştir. Bu gelişme, burjuvazi ve ideologlarının sınıfları ve mücadelelerini, dolayısıyla devrim ve kurtuluşu “tarihte kalmış” ilan eden propagandası bir yana bırakıldığında, kendilerini Marksist sayan bazı ‘sol’ liberal ve Troçkist yazar ve çevre tarafından da, işçi sınıfının devrimci tarihsel misyonunun “son bulduğu”na, artık herhangi bir sınıfa bağlanmayan geniş ve heterojen muhalif hareketlerin değişimin ve devrimin temel gücü haline geldiğine kanıt sayılmıştır. Bunların bir kısmı, Latin ülkelerindeki gelişmeleri ve Seattle-Porto Alegre-Cenova, Caracas vb kentlerde düzenlenen “sosyal forumlar” gibi “uluslararası protestolar”ı, bu tez ve görüşlerinin dayanağı olarak işlemeye girişmişlerdir.

Latin Amerika ülkelerinde son yirmi beş yıl içinde meydana gelen gelişmelerin bu ülkelerde daha önceki dönemlerde yaşanan olaylar ve gelişmeler üzerinden, onların da etkeni oldukları sorun ve gelişmelerle bağlantılı olarak ortaya çıkmaları, “eşyanın tabiatı gereği”dir. Kapitalizmin bu ülkelerdeki gelişmesi ve özellikle Amerikan emperyalizmi bağlantılı dayatılan politikalar ve uygulamaya konan saldırılar kaçınılmaz biçimde son yirmi yılın gelişmeleri üzerinde etkili olmuşlardır. Sosyal kazanımlara uluslararası düzeyde yöneltilen saldırılar; ücret ve maaşların işçi ve emekçiler aleyhine yeniden düzenlenmesi, çalışma ve iş koşullarının sermaye yararına “esnekleştirilmesi”; işsizliği ve yoksulluğu körükleyen özelleştirmelerin genel bir politika haline getirilmesi; ve siyasal zor ve baskı son yirmi-yirmibeş yılda kapitalizm savunucularıyla bir kısım “solcu”nun adına “neoliberalizm” dedikleri emperyalist-tekelci ve oligarşik barbarlığın, hiç te liberal olmayan dayatmaları oldular. Bu saldırı ve dayatmaların askeri diktatörlük altında yönetilmeleri neredeyse “Latin klasiği” haline gelmiş ülkelerde, siyasal baskılara yönelen halk öfkesiyle birleşerek genel kitle protestolarına ve isyanlara yol açması; bu bakımdan denebilir ki, beklenemez ve olağanüstü bir gelişme değildi. Latin ülkelerinde yaşananlar devrimin karşıdevrimi ve karşı devrimin devrimi “örgütleyerek gelişmesi”nin sınıflara bölünmüş tüm toplumların özellikle de kapitalizmin olgularından biri olduğunu bir kez daha doğruladılar.

Sosyalizmin ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin kapitalist emperyalizme entegre olması, demokratik halk cumhuriyetlerinin aynı doğrultuda emperyalist dünya sistemine eklemlenmeleri ve işçi sınıfı hareketinin uluslararası düzeyde işbirlikçi sendikal çizgi ve “dönek” ve revizyonist-reformist işçi partileri eliyle geriye çekilişi ya da yenilgisi, mali sermayenin ve uluslararası tekellerin saldırısına alan ve olanakları daha fazla açarken, Latin Amerika ülkeleri, ABD emperyalizminin “arka bahçesi”nde olmaları nedeniyle, uluslararası saldırılar açısından “bir laboratuar” işleviyle daha kolayca  yükümlendirildiler. Mali sermayenin bu ülkelerdeki faaliyeti, halkların yoksullaşması ve işsizliğin devasa boyutlara ulaşmasının da önemli etkeniydi. Dayatılan ve bağımlı ülkelerin kaynaklarının uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun biçimde kullanımını daha yoğun olarak gündeme alan ekonomi politikaları “reform”, “modernleşme” ya da “rasyonelleşme” gibi, kitleler bakımından da ilgi çekici ve tepkileri azaltıcı kavram ve sözcüklerle tarif edilirken, bu politika ve uygulamalar kapitalist krizin emekçiler açısından daha da yıkıcı sonuçlar doğurmasına ve büyük kapitalistlerin servet ve sermayeleriyle büyük toprak sahiplerinin rant gelirlerinin büyümesine yol açtılar.

Hemen tüm ülkelerde gündeme getirilen bu ekonomik-sosyal politikaları gerekçelendirmek için kullanılan ve “devlet müdahaleciliğinin son bulması, devletin ekonomiden çekilmesi ve sadece gerekli ‘altyapı’ koşullarını sağlaması, serbest piyasa kurallarının işlemesine olanak sağlaması” biçiminde propaganda edilen kapitalist tekelci görüşler, “bütçe açığının giderilmesi, hiper enflasyonun önlenmesi ve verimsizliğin giderilmesi” söylemiyle birleşerek etkili olmuş; özel büyük kapitalist işletmeler bu politika sonucu karlarını daha da artırmışlar, bu propagandanın yanıltıcı etkisi altındaki kitleler ise, yoksullaşma, işsizlik ve açlığın büyümesiyle ve ancak sürdürülen saldırıların açık sonuçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde protestolara ve isyanlara koyulmuşlardı. İşçi ve emekçiler için “devlet müdahaleciliğinin kalkması ya da zayıflatılması”, aslında bir aldatmacadan ibaret olmasına; kapitalistlerle işçiler arasındaki mücadelede devlet burjuvazinin bir sınıf aygıtı olarak ve onun hizmetinde işlev görmesine; ve ekonomiye müdahalede burjuva devleti açısından herhangi bir kesinti ya da işlevsizlik söz konusu olmamasına karşın, bu iddialar ileri sürülmüş ve ne yazık ki belirli oranda inandırıcı da olabilmişlerdir. Oysa devlet, emperyalist tekelleşmenin kazandığı güç üzerinden etkinliğini ve merkezi askeri örgütlenmesini daha da  güçlendirmiş; sosyal yaşama, politikaya ve ekonomiye müdahalesi de artmıştır. Latin ülkeleri gibi askeri diktatörlükler “geleneği”nin yaşandığı ülkelerde ise devletin etkisi ve rolü daha da vahşi biçimlerde süregelmiştir. “Yarı Kıta”nın çok büyük bir kesiminde Amerikan uşağı diktatörlükler uzun on yıllar boyunca halklara kan kusturdular ve Latin halklarının ayaklanmalarında, bu vahşi dikta yönetimlerine duyulan öfke özel bir rol oynamıştır.

Devlet sermaye ilişkisi, sermayenin bir “toplumsal ilişkiler ağı” olması ve oluşturmasına bağlı olarak devletin de burjuvazinin (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazi) işçi ve emekçiler üzerindeki sermayenin aygıtı olması nedeniyle, devlet etkinliği güç kazanmış ve her alanda her düzeyde ancak emekçilere karşı olmak üzere işin içinde olmaya devam ede gelmiş; “devletin rolünün azaldığı, devletin zayıfladığı” söylemleriyle burjuva devlete karşı mücadelenin zayıflatılması hedeflenmiş ve bu önemli ölçüde başarılmıştır.

Latin ülkelerinde kapitalist kalkınma politikaları, emekçilerin tüketim gücü ve olanaklarının sınırlandırılması pahasına izlenmiş; bu politikalar sonucu küçük ve orta boy işletmecilik tüketim malları üretimi temlinde belirli oranda gelişmekle birlikte tekellerin hakimiyeti ve dayatması sonucu iflasa sürüklenen ve tasfiye olan işletmeler çoğalmış; sanayi ve tarımsal alanda mülkiyet araçlarından yoksunluk artmış, bu da topraksız, işsiz yoksul kitlelerin saflarını daha da genişletmiştir. Son yirmi-yirmi beş yılda, üretimin ve pazar ilişkilerinin uluslararası sermayenin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına uydurulması sonucu devlet bütçeleri sermayenin gelirlerini artırma yönünde yeniden ayarlanmış, bütçe açıklarının kapatılması ve borçların ödenmesini esas alan ve haliyle emekçilerin yoksulluğu ve yoksunluğunu artıran politikalar yoğunlaştırılmış; bu da topraktan ve çalışma olanaklarından yoksunluğu daha fazla artırmış; sosyal hakların gaspını ve emekçi gelirleriyle işçi ücretlerinin düşürülmesini getirmiştir.

Bütün bu politikaların uygulanmasının burjuva gerekçesi “istikrar içinde kalkınmanın sağlanması” olmuş; bağımlı ülkelerin ekonomisinin uluslararası tekellerin çıkarları yönünde yeniden düzenlenmesi “yapısal uyum programı” olarak ifade edilmiş; “kalkınma”, ekonominin tekellerin rant gelirlerini artırmasına uyarlanmasını ve ülke kaynaklarının yağmalanarak dışarıya aktarılmasını içermiş ve gelinen yerde bu doğrultuda büyük adımlar atılmıştır. Dayatılan tekelci politikaların kitlesel tepki ve öfkeyle engellenmesine önlem olarak da politik baskılar artırılmış ve onların “serbest piyasa kuralları gereği oldukları” yalanı imal edilerek kitle iletişim araçları üzerinden propaganda edilmiştir. “İstikrar içinde kalkınma” iddialı “yapısal uyum programları” “gelir dağılımı”nı daha fazla bozmuş zengin-yoksul uçurumunu büyütmüş, üretim araçlarından yoksun kalarak kentlerin kenar semtlerine yığılan kitleleri artırmış, işsizliğin kitlesel olarak artışına yol açmıştır. Bunun yanı sıra devlet bütçelerinin açıklarıyla dış borç miktarlarında artış devam etmiş; İMF-Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün dayatmalarıyla borç ve faizlerini ödeme bu ülkeler hükümetlerinin öncelikli işi haline gelmiştir. Sonuçta, ekonominin yıllık büyüme oranlarındaki dengesizlik büyümüş, oran önceki on yıllarla kıyaslandığında, %5.8’lerden 1980-90 arasında ortalama olarak %-1.8’e; ve 1990-98 yılları arasında ise %1.0’a gerilemiştir.

İşin ve çalışmanın “esnekleştirilmesi” uygulaması, işçilerin sendikal ve politik örgütlenmesine darbe vurmuş, sendikaları ve işçi ve halk partilerini zayıflatarak örgütlü yapılarını zaafa uğratmış, sendika bürokratlarının “mücadelesizliğe” sürükleme gayretleriyle dayanışma ve mücadeleleri zaafa uğrayan işçiler içinde, sendikalı olanlar bu durumu bir ayrıcalık olarak değerlendirmeye başlamışlar ve yaygın işsizler kitlesiyle kent yoksullarının yedek işgücü olma baskısı altında, sınıfın iç bölünmesi burjuvazi tarafından emekçilere karşı bir koz olarak değerlendirilmiştir. Devletin “kamusal hizmet alanı”na ayırdığı bütçe payı ve yatırımlar kısıtlanmış; eğitim, sağlık ve konut alanındaki destekler kaldırılıp bu hizmetler tümüyle kapitalistler arası rekabete ve özelleştirmeye açılmış ve “toplumsal ortak hizmetler alanı”na ilişkin politikalar sermaye yararına yeniden düzenlenmiştir.

Bu süreç, sosyal hak yoksunu, işsiz ya da sendikasız ve sigortasız çalışan büyük bir emekçi yığının oluşmasına yol açmış ve bu da kapitalist yeniden yapılanma ve yapısal uyum politikalarına halk tepkisinin önemli oranda bu kitle içinden yükselmesine yol açmıştır. Uygulanan ekonomi politika tarımsal nüfusun çok büyük kesimlerinin topraktan koparak kentlere akmasına, küçük ve orta boy kapitalist işletmelerde iflasa sürüklenme ve işsiz kalmanın artmasına neden olmuştur. Mali sermayenin spekülatif faaliyeti ve rant gelirleri büyümüş; bütçe açıklarının kapatılması için uygulanan sosyal harcamaları kısıtlama politikası, emekçilerin satın alma güçlerinin daha fazla sınırlanması ve düşürülmesini getirmiş; bu da yoksulluk ve yoksunluğu artırmıştır. Böylece artan işsizlik, yoksulluk, açlık, sosyal hak yoksunluğu ve politik baskılara karşı biriken öfke, halkları isyana sürüklemiş, bu saldırılara karşı, işsizler hareketi (piqueteros)ın direnişleri, mahalle meclislerinde örgütlenen emekçilerin eylemleri, fabrika işgalleri ve ayaklanmalarla ortaya çıkmışlardır.

Bir diğer olgusal özellik, latin halklarının sömürgecili tarihte yaşadıklarını bir kez daha yaşamak istememeleridir. “Latin Amerika ülkeleri halklarının Simon Bolivar’ın ulusal kurtuluşçu politikalarını örnek almalarında ve emperyalist dayatmalara karşı ortak bir tutum göstermeye yatkın olmalarında “Alt Kıta”nın yabancı istilacılar tarafından baskı altına alınması, kaynaklarının yağmalanması ve yerli nüfusun kırımdan geçirilmesi gibi “tarihsel ortak geçmiş” önemli bir rol oynuyor. Bu, Chavez’in “Bolivarcı Devrimi Sürdürme” girişimi ve çağrılarında da etkili olmaktadır. Çünkü Latin Amerika’da yoksulluk, işsizlik ve açlık kapitalist üretim tarzına ilişkin olmakla birlikte, uluslararası tekelci sermaye ve büyük emperyalist güçlerin-kıtada özel olarak ABD’nin- sermaye ihracı üzerinden değer aktarımı ve kaynak yağmasıyla da dolaysız bağlıdır.*(*dipnot: Kimi Trockist yarı Troçkist iktisatçı ve politikacılar, emperyalist devletlerle uluslararası tekellerin bağımlı ülkeler üzerindeki baskısı ve sömürüsünü göz ardı edip, emperaylist baskı ve yağmaya işaret edilmesini “yerli sermayenin gücünün ve sömürüsünün küçümsenmesi ya da görmezden gelinmesi” saymalarına karşın, bu ilişki Latin ülkeleri ve gerçekte tüm bağımlı ülkeler için temel etkenlerden biridir. Bu gibileri emperyalist ülkelerle bağımlı kapitalist ülkeler arasındaki farklılıkları ya görmezden gelmekte ya da azımsamakta; Venezüella’da örneğin gündeme getirilen “ulusallaştırma” politikalarından haz etmeyerek onları sadece “yabancı egemenliğinden kurtuluş adına ulusal burjuvaziyle ittifak girişimi” sınırları içinde değerlendirmekte ve sınıf işbirliği sayarak reddetmektedirler. Anti emperyalizm böylece bu gibileri için önemsizleşmekte ve onlar sözüm ona sınıf mücadelesi adına proletaryayı emekçi ve ezilen dostlarının gücü ve desteğinden ve kendilerinin talepleri için mücadelede bir araya gelmeden yoksun kılmayı, özel bir “devrimci marifet” olarak öne çıkarmaktadırlar. Bunlar bir yandan Latin Amerika’daki halkçı gelişmelere methiyeler düzerek, özellikle “sosyal forumları” mümkün”başka bir dünya”yı kurmayla ilişkilendirmekte; ama öte yandan işçi sınıfının anti emperyalist yurtsever politikasını bir geriye düşüş, sınıfın sosyalist hedeflerinden sapma; ulusal ve demokratik mevziiye çekilme olarak değerlendirmektedirler. Keskin devrimci görünüm ardında, “ulusal kapitalizm”(!)i uluslararası mali sermaye ve tekeller sisteminden soyutlanıp “bağımsız” kategoriye sokmakta; “tek yönlü determinizm”i mahkum etme adına, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişme yasası uyarınca ve kapitalist rekabet, pazar arayışı ve sermaye ve meta ihracı sonucu “ileri kapitalist ülkeler”in “geri ülkeler”deki gelişme üzerindeki etkisini ve o ülkelerdeki kapitalist gelişmeye dahil olmaları olgusunu göz ardı etmektedirler.)

Latin Amerika’daki gelişmeler neyi gösteriyor ya da çıkarılabilecek bazı sonuçlar

Küba devriminden sonra Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler devrimci işçi sınıfı partileriyle çeşitli ‘sol’ devrimci küçük burjuva grup ve çevrelerin gündemine daha özel bir yere sahip olarak girmişlerdi. Amerikan emperyalizminin Küba devrimini boğmak ve öteki Latin ülkelerindeki devrimci gelişmelerin önünü almak için yürüttüğü kuşatma, işbirlikçilerini yönetime getirme ve kontra güçler aracıyla bu ülkelerdeki emekçilerin mücadelesine karşı dolaysız olarak savaşma politikaları, Latin halkları içinde anti Amerikan duyguların güçlenmesinde rol oynuyordu.

Bugün, Latin Amerika ülkelerindeki kapitalist gelişmenin anti kapitalist bir mücadele için nesnel koşulların oluşumunu henüz sağlayamadığını ileri sürenler olduğu gibi, bu ülkelerdeki hareketin bir proleter devrimi yönünde ilerleme kaydetmemesini “komünist önderliğin yokluğu”yla izah edenler de bulunmaktadır.Yukarıdan beri ortaya konanlar bu iki iddianın da nesnel gerçeğe; ve hareketin bölgede ve uluslararası alandaki gelişmelerinin bugünkü durumuna aykırı düştüğünü gösteriyor.

Peki, emperyalizm işbirlikçisi hükümetleri birbiri ardına deviren ve IMF programlarını önemli oranda işlemez hale getiren kitlesel isyanlar, bu isyanlar üzerinden işbaşına gelen hükümetler ve “solcu” devlet başkanları; onların uyguladıkları “kamulaştırma-millileştirme reformları” ve Arjantin ve Venezüella başta olmak üzere Latin ülkelerinde kurulan “kolektif yerel organlar, komiteler ve konseyler”; Chavez’in sözcülüğünü yaptığı “Bolivarcı Devrim süreci” ve yine onunla birlikte birçok Latinli yazar ve politikacıyla Türkiye gibi ülkelerdeki küçük burjuva ‘sol’ çevrelerin geliştirdikleri “21. yüzyıl sosyalizmi” söylemi ve “uluslararası anti-emperyalist cephe” çağrıları; bütün bunlar neyi ya da neleri göstermiştir veya göstermektedir? Latin Amerika’nın Meksika, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Ekvator, Venezüella,Şili ve son olarak Bolivya gibi ülkelerinde ortaya çıkan kitlesel ayaklanmalar, bu ayaklanmalardan güç alarak ve ayaklanan emekçi kitlelerinin taleplerini karşılayacakları vaadiyle seçimlerde büyük halk desteğiyle işbaşına gelen “sol” yada birçok yazar ve ‘ideolog’ tarafından tanımlandığı gibi “merkez sol” hükümetler; emperyalistler ve işbirlikçi yerli büyük burjuvaziyle her türden sözcü ve temsilcileri tarafından “başka alternatifi yok” denilerek ve “yeni bir düzen” olduğu ileri sürülerek uygulanan politikaların iflasını ya da geçersizliğini mi kanıtlamaktadır? Eğer öyle değilse,-ki öyledir- Latin Amerika’daki gelişmeler; halk ayaklanmaları, kimi ülkelerde “yerel meclisler” oluşumu ve özellikle Chavez’in ilan ettiği “sosyalizm için birlikte yürüme” ve “21.yüzyıl sosyalizmi” için mücadele çağrıları ve onun dayanakları olarak gösterilmek istenen “işçilerin işletmelere el koymaları” ne tür gelişmelerdir ve neyi ifade etmektedirler?

Çok açıktir ki, Venezüella’da Hugo Chavez’in işbaşına gelmesi ve Amerikancı ve işbirlikçi darbelere karşın halkın büyük desteğiyle başkanlık mevkiini koruması ve ardından halkla ilişkilerini güçlendirmesine hizmet edecek biçimde petrolü “millileştirme”si; işçilerin kapitalist işletmeleri ele geçirmelerini ve yönetmelerini teşvik etmesi ve yabancı tekelci işletmeleri daha yüksek vergi ödemeye zorunlu tutması vs uygulamalarla birlikte halkın kurtuluşunun kapitalizmde değil ama sosyalizmde olduğunu; bunun da  “21. yüzyılın sosyalizmi” ile gerçekleşeceğini belirtmesi, yalnızca ve haklı olarak işçi sınıfı ve emekçiler içinde değil, yalnızca Chaveze ve hareketine özel bir misyon yükleyen küçük burjuva “sol”, örgüt ve partilerin saflarında da değil, genel olarak tüm ülkelerin ilerici hareketi içinde heyecanla karşılandı.

Emekçi kitlelerin sistemden hoşnutsuzluklarını kitlesel güç gösterisiyle ortaya koymaları ve Venezüella gericiliğiyle ABD emperyalizminin darbe girişimlerini sokaklarda ve alanlarda  geri püskürtmeleri, kuşku yok ki ilerici-devrimci, emekten ve emekçilerin kurtuluşundan yana ve anti emperyalist her kişi, parti ve örgütü heyecanlandıran gelişmelerdi. Bu bir yana, Chavez’in söylemine ve bazı uygulamalarına bakıldığında, O, ‘daha ileri’ye gitmek istiyordu!

Chavez, 2005 Ocağında Brezilya’da Dünya Sosyal Forumu’nda yaptığı konuşmada, “Her geçen gün daha fazla inanıyorum ve hiç şüphem yok ki, pek çok aydının söylediği gibi, kapitalizmi aşmak zorunludur. Fakat kapitalizm kapitalizmin içinden değil, sosyalizm sayesinde, eşitlik ve adaletin olduğu gerçek sosyalizm sayesinde aşılabilir. Ama yine inanıyorum ki bunu demokrasi altında yapmak mümkündür, fakat Washington’un dayattığı tipte bir demokrasi değil” demekteydi. “Her şeyin başına, makineleri veya devleti değil insanı koyan, insancıl sosyalizm” diye devam eden Chavez, 1 Mayıs konuşmasında da, “Hedeflerimizi kapitalizmle başarmamız ya da bir ara yol bulmamız olanaksız. Bütün Venezüella’yı yeni yüzyılın sosyalizmi yolunda yürümeye çağırıyorum” diyordu.

Chavez’in uyguladığı program açık ki sosyalist değil Latin Amerikalı devrimciler Simon Bolivar ve Ezequiel Zamora’nın ulusal demokratik mirası üzerinden ulusal reformist ve devletçi bir programdı. Onun sözünü ettiği sosyalizm ise, burjuvazi ve onun üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetine karşı, iktidarın işçi sınıfı ve emekçiler tarafından alınması ve yeni bir toplum inşasını açıkça öngörmeyen, ‘hümanist’ ve “sınıflar üstü bir sosyalizm”di!

Hedeflerimize kapitalizm yoluyla ulaşmamız imkansızdır, orta yol aramak da mümkün değildir. …Bütün Venezüellaları yeni yüzyılın sosyalizmine doğru birlikte yürümeye çağırıyorum” diyen Cehavez bu doğrultuda ne kadar kararlı davranacaktır ya da O gerçekten sosyalizm için mi mücadele etmektedir? Peki Amerikan emperyalizmi, Cehavez’in “Bolivarcı Devrim” politikasının “21. Yüzyılın sosyalizmi”ne “evrilmesine nasıl ve hangi karşı devrimci politikalarla karşı koyacaktır?

Her şeyden önce, Chavez, sosyalizmden söz etmesine, geleceğin sosyalizmde olduğunu vurgulamasına karşın, sosyalist bir programa sahip ve onun gerçekleştirme hedefi olan örgütlü bir partinin başında değildir. Onun ve politik-askeri çevresinin tutarlı anti kapitalist bir programı olmadığı gibi, “serbest piyasa ekonomisi” diye reklam edilen sistemin dışına düşen bir platformda olduklarını gösterir yeterli veri de en azından henüz yoktur. Chavez’in sürdürdüğü bağımsızlıkçı ve anti Amerikan tutum, esas olarak “ulusalcı”dır ve Latin Amerika’nın hemen tüm halklarının bağımsızlıkçı tutumuyla ‘mistik’ bir mertebeye çıkardıkları Simon Bolivar’ı ideolojik dayanak olarak almaktadır.

Anti kapitalist devrimci bir program her şeyden önce, politik iktidarın proletarya tarafından ve burjuva iktidarı alaşağı edilerek ele geçirilmesini; bu iktidar aracıyla artı değer üretimine meydan vermeyecek ve dolayısıyla da sömürüyü ortadan kaldıracak bir yeniden kuruluşun gerçekleştirilmesini öngörür ve içerir. Venezüella’da olan ise, petrol gibi bazı enerji kaynaklarının “ulusallaştırılması”; kısmi toprak reformu; sınırlı bir halk milisi örgütlenmesi ve işçilerin işletmelerin yönetimini ele almak yada işletme yönetiminde söz sahibi olmak üzere harekete geçirilmesidir. Dış ticaret ve bankaların kamusal denetim altına alınması, uluslararası tekelci sermayenin ülke içindeki faaliyetinin engellenmesi, tüm ekonominin merkezi planlamaya uygun olarak ve emekçiler yararına yeniden düzenlenmesi, ve tüm bunlardan da önce, işçi ve emekçilerin tüm devlet işlerinde tümüyle ve gerçekten söz sahibi olarak iktidarın gerçek sahipleri olması; burjuva devlet  makinesinin etkisizleştirilip lağvedilmesi vs, tüm bunlardan Venezüella ya da bugün herhangi bir başak ülke açısından söz etmek mümkün değildir. Chavezci program ve uygulamalar kuşkusuz, özel mülkiyetin belli biçimlerine sınırlı bazı darbeler vurmakta; “işçi Özyönetimi”ni çağrıştırır özelikler taşımakta ve “katılımcılığı ve dayanışmacılığı” geliştirmeyi öngörmektedir. Ama bunlar, kapitalizm koşullarındaki kimi reformcu girişimlerden ibarettir. “Katılımcılık”, “dayanışmacılık” ve  “özyönetim” kavramlarının sosyalizm ile ilişkisi ise, başta Lenin olmak üzere sosyalizmin büyük öğretmenleri tarafından ancak olumsuzlanarak ve karşıdan kurulabilmiştir.

Chavez tarafından “ulusallaştırma programı”na alınan petrolün Venezüella ekonomisinde “kilit bir yere sahip olması” nedeniyle, bu alandaki uygulamalar tüm ekonomi için etkileyici ve önemlidir. Ancak, petrolün tümü “devlet mülkiyeti”nde olmadığı gibi, “devlet mülkü”nü de politik-iktisadi ve sosyal koşullardan ve devlet aygıtının hangi sınıfın elinde olduğundan soyutlanarak değerlendirmek mümkün değildir. “Kamulaştırma” adına yapılanlar özel mülkiyete son verme anlamına gelmediği gibi, geniş biçimde uygulanma anlamına da gelmemektedir. Elbette, işletmelere el koyma, “kamulaştırma”, işletmelerin “kollektif yönetimi” çağrılarının, kaçınılmazlıkla işçi ve emekçileri bu doğrultuda daha ileri adımlar atmaya yöneltme ve fabrikaların, eğer sistemi değiştirmek üzere harekete geçer ve bunda başarı sağlayabilirlerse, partisi yönetimindeki işçiler elinde ve sömürüyü yok etmek üzere çalıştırılması fikrinin, fikir kıvılcımları şeklinde oluşmasına yol açma gibi bir etkisi de olabilecektir. Yani bu hareket ve mücadelenin içinden anti kapitalizmin çıkması olasılığı, Chavez’in kimliği ve ne olacağından bağımsız olarak vardır; ve eğer hareket bu yönde evrilirse, bu Latin ülkelerindeki anti emperyalist-anti ABD mücadele ve eğilimin daha da güçlenmesine hizmet edecektir.

Diğer yandan Chavez’in başını çektiği anti Amerikan hareketin ve mücadelenin belirli kimi özellikleri, hareketin geleceği bakımından da sorun teşkil etmekteydi. Chavez bunları söylüyordu, ama Venezüella’da burjuva devleti yıkılmamıştı; temel kurumlar ayaktaydı ve yalnızca onların işleyişi ve organizasyonunda bazı değişiklikler söz konusuydu. Orduda ve üst bürokraside Amerikancılar tümüyle temizlenememişti. Basın büyük sermaye şirketlerinin tekelindeydi ve Chavez’e ve hükümetine karşı bir tutum içindeydi.

Chavez’in politikası kent ve kır emekçilerinin iktisadi –sosyal ve politik bazı talepleriyle ulusal burjuva taleplerin savunusunu ve bağımsızlıkçı bir tutumu içeriyor. Cehavez-Morales gibi anti emperyalist halkçı politikalar izleyen Latin Amerikalı politikacıların bu tutumunun, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin anti emperyalist ve anti kapitalist mücadelesinin gelişme ve yükselme koşullarında emekçilerden yana devam edebilir. Yani, kitlelere yönelik “popülist politikalarla ilerlemeye çalışan Chavez ve Morales’in devrimci bir rotada anti emperyalizmi ve halkçılığı sürdürmeleri ancak, bu doğrultuda kitlesel mücadelenin devamı ve yükselmesi sayesinde mümkün olabilir. Ancak böyle olması, Troçkist, “ultra solcu” grup ve kesimlerin, Latin Amerika’da “proleter devrim deneyleri yaşanmış ve ancak devrim proleter önderlik eksikliği nedeniyle başarısız kalmış”tır yönündeki görüşlerini ve onların “proleter devrimin Latin Amerika’da başarılı olamamasının nedenini “reformist kitlesel işçi partileri”nde aramalarını kuşkusuz, haklı çıkarmıyor.

Ayrıca kapitalistler,  Amerikancı büyük sermaye çevreleri, sendika kodamanları, askeri ve politik mekanizmanın örgütlü işbirlikçi kesimleri darbeci ve sabotajcı politikayı bırakmış değildirler ve bu iki kesim arasındaki mücadelenin nasıl sonuçlanacağı, emekçiler yönünden birinci olarak anti Amerikan yurtsever kesimlerin azim ve ısrarına ve ikinci olarak işçi sınıfının bu hareket ve mücadele içindeki tutumuna; devrimci öncü rolünü yerine getirip getirmemesine bağlıdır.Amerikan emperyalistlerinin Venezüella’daki gelişmelere darbeler ve dolaysız kontracı saldırılarla müdahale ettiği bir gerçektir. Bu müdahalelerin işgali içererek genişleyip genişlemeyeceği de henüz belirgin değildir. Ama Venezüella, onun için “çıban başı” olmaya devam etmektedir. Amerikan suç çetesi, Chavez yönetimini-ona şimdi Evo Morales’i de eklemiş bulunuyor- Latin Amerika’da “karışıklıklar yaratmaya çalışmak”la suçlamakta, Kolombiya’da CIA ve Pentagon denetiminde oluşturduğu paramiliter kontra güçler aracılığıyla Venezüella’da da, karışıklıklar çıkararak müdahale olanaklarını yaratmaya çalışmaktadır.  Venezüella’nın ekonomik ve politik yalıtılması Amerikan saldırı ve kuşatma politikasının önemli bir unsurunu oluşturmaktadır ve Chavez yönetimi bu kuşatılmışlığı yarmak için OPEC ülkeleriyle ve Çin ile ilişkilerini geliştirme çabasındadır. ABD’ne petrol ithalatı zorunluluğunu azaltmak, ekonomik kapasitesini genişletmek diğer girişimlerini oluşturmaktadır.

Latin Amerika ülkelerinin Chavez’in politikalarına desteği ise, Küba ve Bolivya dışında oldukça sorunludur. Kolombiya ve Peru yönetimlerinin düşmanca tutumları bir yana bırakıldığında, “dost” olarak görülen Lula yönetiminin tutumu da, hem bu yönetimin liberal kapitalist politikalara bağlılık göstermesi hem de Venezüella’nın petrol şirketleriyle ilişkilerini “ulusal çıkarlar yönünde” yenilemesi nedeniyle “soğuk”tur! Bunlar bir yana, devlet üst bürokrasisi ve devlet aygıtının henüz tümüyle Chavez ve hükümetinin elinde ya da denetiminde olmayışı da “reformların yönü” ya da ileri sürüldüğü üzere “sosyalizm yönünde ilerleme” açısından, aşılması zorunlu bir sorun oluşturmaktadır. Bu sorunu aşmak ise, tarihin birçok kez kanıtladığı üzere ancak işçi sınıfı ve kent ve kırın emekçilerinin birleşik devrimci hareketi ve eyleminin örgütlenmesi ve burjuva devlet aygıtının baştan sona lağvedilmesiyle mümkün olacaktır. Emperyalist-kapitalist sistemin ve özellikle Amerikan emperyalizminin kuşatması ve dayattığı politikaların belli ölçüler içinde de olsa aşılması ve yarılması ve halk yararına bir ilerleme ise, bugün ancak halkın demokratik örgütlenmesinin geliştirilmesi ve taleplerinin karışlanmasını esas alan bir ekonomik sosyal politikanın uygulanmasında ısrarla mümkün olacaktır.

Chavez’in yoksulluk ve eşitsizliği kapitalizmin çözemeyeceğine dair söylemi ve çözümleyici “model”in “sosyalizm olması gerektiği”ne vurgu yapması; ama “sosyalizmin hangi biçimi”nin olması gerektiği sorusuna da “21. yüzyıl sosyalizmi” cevabı vermesi; ancak bunu tanımlamaya çalışırken de “devrimci demokrasinin önemi”nden söz etmesi ve İsa’dan Zapata’ya; Peron’dan Marksizm’e birbirinden oldukça farklı kişi ve ideolojileri bir kategoride devrimci demokrasinin “motoru” ilan etmesi; daha da ileri giderek Marksizmi “doğmatik” gördüğünü söylemesi ve Venezüella’da  “sınıfsız toplum ya da mülkiyeti ortadan kaldırmak” gibi bir niyetinin bulunmadığını vaaz etmesi; tüm bunlar onun bir çelişkiler yumağı içinde debelendiğinin de kanıtlarıdır. Venezüella’nın durumunu, Marksist terminolojiye yakın bir söylemle; “…bir şeyin ölmek üzere olduğu ama henüz ölmediği, aynı zamanda bir şeyin doğmak üzere olduğu ve fakat henüz doğmadığı bir durum”a benzeterek, “Venezüella’da olan tam da budur” diyen ve uyguladığı reformların da bir tür “geçiş koşulları uygulamaları” olarak görülmesini isteyen Chavez’in gündeme getirdiği değişikliklerin bir kısmı Venezüella’da daha önce de bir biçimde gündeme gelmiş olan reformcu girişimlerin yeni biçimleridir. Toprak reformu bunların başında geliyordu ve “petrolün ulusalcı çıkarlar yönünde kullanılması”ndan sözedilmesi de büsbütün yeni değildi. Eğitim ve sağlıkta uygulamaya konulan reformlar açısından da bu söylenebilirdi. Ancak, “sosyalizm için birlikte yürüme”ye Chavezci çağrıyla işletmelerin işçiler tarafından alınması ve yönetimi girişimleri, O’nun hanesine yazılacak yeni bir durumdur.

Diğer yandan Chavez ve Chavista hareketinin anti Amerikan başarıları başta olmak üzere Latin ülkelerinde gelişen emekçi mücadelelerinin ve Chavez tarafından gündeme getirilen “sosyalizm yönünde birlikte yürüme çağrısı”yla ona Evo Morales’in verdiği destek tüm dünya halkları için bir moral değer kaynağı olarak da işlev görmektedir. İşçi sınıfını ve halkların saflarında, emperyalizme ve Amerikan haydut çetesine karşı mücadele edilebileceği; mücadele edilmekle kalmayıp başarı da sağlanabileceği ve zafere yürümenin mümkün olduğunu kanıtlayan bir gelişmedir bu.

Venezüella ve Bolivya başta olmak üzere Latin Amerika’daki toplumsal gelişmeler ve demokratik-sosyal ve iktisadi hakların elde edilmesi için baş vurulan kitlesel mücadele ve ayaklanmalar doğru bir hedefe ve işçi sınıfının devrimci sınıf önderliği ve partisinin yol gösterici kurmaylığına kavuştuğunda, salt anti emperyalist-anti Amerikan yurtseverlik değil, sosyalizm için mücadele de önemli dayanak ve güç bulacaktır. Buna kadar ise, orada olanlar dünya ve ülkemiz halkları için moral güç kaynağı ve emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı kazanma olanağına kanıt oluşturmaya devam edecektir.

Latin deneyi içinde en az Venezüella ve Chavez’in adı etrafında gelişen olaylar kadar, ancak ondan farklı olarak, daha çok olumsuz yanlarıyla öğretici olan bir diğer örnek Breziulya’da Lula’nın başkanlığıyla yaşananlardır. Brezilya İşçi Partisi gibi çok geniş işçi ve işsiz kitlelerinin, topraksız köylülerin ve onların örgütünün (MST) ve kentlerin yoksul yığınlarının, yerli halkın ve azınlık durumunda bulunanların büyük bir kesiminin desteğini görmüş bir partinin pratiği, sermayeye karşı kesin hatlarla belirlenmiş bağımsız devrimci bir çizgi izlemeyen veya bunda tereddüt eden ilerici kitle partilerinin emekçilere karşı bir  platforma savrulmaları ve emperyalist “yapısal uyum politikaları”na bağlanmalarının güçlü bir olasılık olduğunu göstermektedir. Brezilya İşçi Partisi (PT), kurulduğunda “sosyalist bir parti olduğunu” ilan etmişti. 2002’de cumhurbaşkanlığına seçilen “solcu” Lula ise, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin taleplerini basamak edinerek geldiği yönetim mevkilerini İMF programlarının sürdürülmesi ve ezilenlere vaat edilenlerin unutulması, daha da önemlisi son aylarda yaşandığı üzere, onlarla açıktan karşı karşıya gelmek üzere kullanmaktan kaçınmıyordu. İşte topraksızlar hareketinin üyeleri yüzlerce kişi, onun başkanlığında bulunduğu devletin parlamentosunu basarak taleplerini kabullenmeye çağırıyorlardı.

2005 Temmuz’unda Londra’da yapılan G-8 toplantısına Lula da Silva’nın Brezilya’nın “yeni solcu devlet başkanı” olarak katılması, liberal solculuğun kapitalist işbirlikçi çizgisini kanıtlayan yeni bir gelişme idi. Lula “İşçi Partisi”nin yöneticisiydi ve “sosyalist” olarak biliniyordu! SaoPaulo metal işçilerinin ‘79 grevinin üzerinden kurulan Brezilya İşçi Partisi’nin yirmi beş yıllık “macerası”nın geldiği yeri işaret etmesi bakımından Lula’nın tutumu ve emperyalist büyüklerle “dirsek teması” oldukça çarpıcıydı.

Brezilya İşçi Partisi ve Lula’nın izlediği çizgi ve bu “solcu yönetim”in emperyalist uluslararası kurumlar ve büyük güçlere karşı tutumu, son on yıllarda emekçi desteğine dayanan en güçlü partilerden biri olarak bu partinin izlediği hattın; ve onu “monolotik Leninist Parti”ye alternatif “özgürlükçü ve katılımcı parti” olarak sunan yeni dönemin liberal küçük burjuva solculuğunun-Türkiye’de örneğin ÖDP- nereye yol aldığının yeni bir kanıtıydı. O, yöneticilerinin iddiasına göre, “bürokratik işçi sınıfı partilerinden ayrışan çoğulcu ve demokratik bir kitle partisi” idi. Haşa, “Stalin’ci” değildi vs. Bu tür partiler, işçi sınıfı partisi olma ve tüm ezilenlerin çıkarlarıyla işçi sınıfının hedefleri arasındaki bağı devrimci tarzda kurarak sermayeye karşı emekçi mücadelesini örgütleme ve ona yön verme yerine, bir tür “sivil toplum örgütü” platformunda “sosyal forumculuk” yapmakta ve burjuvaziyle ilişkilerindeki liberal çizgi üzerinden sermaye örgütleriyle aynı platforma kaymaktan kurtulamamaktadırlar.

Ancak, Latin Amerika’daki gelişmeler, çok önemli bir gerçeğe daha işaret ettiler: bu, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva devlet aygıtını lağvedip kendi iktidarını kurmadıkça, kendilerinden yana; kendi hak, çıkar ve kurtuluşlarını teminat altına alan bir düzen oluşturamayacaklarıydı. Latin ülkelerinde “solcu devlet başkanları”nın işbaşına gelmelerinde, kent ve kır yoksullarıyla işçi-işsiz kitlelerinin temsili iddiasındaki parti ve güçlerin ‘ittifak yapmaları’nın da önemli bir etkisi olmuştu, ancak işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi ve önderliği ve tüm ezilenlerin onun etrafında ortak talepler temelinde mücadeleye seferber edilmesi bakımından henüz kat edecek çok yol vardı. Kuşkusuz bunun en önemli etkenlerinden biri işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyiydi. Arjantin ve Brezilya ayrı tutulduğunda, bu ülkelerin çoğunda işçi sınıfının toplumsal konumunun; ve hemen tümünde proletarya ve emekçilerin örgütlü devrimci birliğinin yeterince güçlü olmaması ve uluslararası koşulların elverişsizliği nedeniyle ayaklanan işçi, köylü ve emekçi kitleler, pek çok kez iktidarı almanın eşiğine gelmelerine karşın, burjuvazi her seferinde tehlikeyi atlatabilmiş ve duruma yeniden hâkim olabilmiştir.  Arjantin’de devrik başkanın ardından, halk yanlısı politikalar izleyeceği vaadiyle seçilen Peronist Kirchner; Brezilya’da devlet başkanlığına getirilen metal işçisi ve sendikacı Lula; Bolivya’da benzer vaatlerle işbaşına gelen ama 1,5 yıl sonra yine bir halk ayaklanmasıyla düşürülen Carlos Mesa; Ekvador’da halk ayaklanması sonucu kaçmak zorunda kalan Guiterrez’in durumu bunu gösteriyor. Halk kitleleri devlet başkanlarını ve hükümetleri değiştirebilmekte; işbaşına gelmeleri ve kaçıp gitmelerinde belirleyici olmakta, ancak henüz kendi iktidarını kuracak bir örgütlenme ve mücadeleden ciddi olarak yoksun bulunmaktadır.

Latin ülkelerindeki gelişmeler, sermaye iktidarının yıkılabileceğini; bunu gerçekleştirecek işçi-emekçi mücadelesi ve hareketinin var olduğunu; örgütlü mücadele iktidar hedefiyle yürütüldüğünde burjuvazi ve emperyalizmi yenmenin olanaklı olduğunu bir kez daha gösterdiler. Emperyalist gericiliğin halkları içine aldığı zincirin parçalanabilir olduğu, bunun olanaklarının bugün çok daha genişlediği yeniden görüldü. Bu gelişmeler, emekçiler bakımından önemi küçümsenemez gelişme ve mevzi edinmeler olarak; her şeyden önce mücadele edildiğinde burjuvazi ve emperyalizme karşı kazanmanın olanaklı olduğunu kanıtlamak bakımından önemliydiler, zira, Amerikan emperyalizminin saldırısıyla çok yakından karşı karşıya olan bir bölgede gerçekleşmekteydiler. Ama işçi sınıfı ve emekçilerin elde ettikleri ve ulaştıkları politik sonuçlar bakımından değerlendirdiklerinde ciddi zaaflara da işaret etmekteydiler.

Bütün bu  gelişmeler, işçi sınıfının devrimci özne olma durumunun “son bulduğu” ve değişimin temel ve yönlendirici gücünün “ne halk, ne sınıf, ne kitle olmayan” yeni bir “çokluk” olarak şekillendiği yönündeki liberal ve sözde sol vaazlara da kesin bir darbe vurmuştur. Çalışanı ve çalışmayanıyla işçi sınıfı ve kent ve kırın emekçileri kapitalist emperyalizmin artan yoksullaştırıcı ve haklardan yoksun kılıcı saldırısına karşı, artan ve safları genişleyen bir emek ordusu olarak büyümüş ve daha da güçlenmişlerdir.

Tekelci sermayenin dünyanın tüm bölgelerine ve topraklarına el atması ve sermaye ihracı, mülksüzleşmeyi artırmış, bu süreç, Latin Amerika’da da işçi, işsiz ve topraksız köylü  kitleleriyle işbirlikçi burjuva iktidarları arasındaki çelişkilerin emekçiler yararına çözümü için, gerekli olan devrimci toplumsal dinamiklerin büyüyüp güçlenmesi yönünde gelişmiştir. Böylece, Fukuyama gibi Amerikalı ve kafadarı Avrupalı kimi burjuva ideoloğunun, eski Sovyet ülkelerinin kapitalizme yeniden entegre olmalarından hareketle ilan ettikleri „tarihin sonu” savlarının, ikinci dünya savaşı sonrası yıllardan itibaren geliştirilen „soğuk savaş” politikasının hamlelerinden biri olarak kazandığı popüler başarının ve onun emekçilerle örgütlerinin saflarında yarattığı geriletici etkinin kırılması bakımından da hem daha olgun koşullar hem de daha güncel, canlı ve „göze batıcı” yeni dayanaklar ortaya çıkmıştır.

Latin ülkelerindeki keskin çelişkilerle bu çelişkilerin yol açtığı çatışma, hükümet ve „iktidar” mücadeleleri, kapitalizmin „insan doğasına en uygun sistem” ve fakat sosyalizmin de „yaşama şansı olmayan, gerçekleşmesi de olanaksız bir ütopya” olduğu yönündeki burjuva görüşleri geçersiz kılan olguları bir kez daha açığa vurmuş,  kapitalist ‚piyasa’nın, toplumsal değişim, teknolojik gelişme ve demokratik sistem için en uygun sistem olduğu iddialarını da geçersiz kılmıştır.

Bundandır ki, 90’lı yılların başından itibaren giderek yoğunluk kazanan „elveda proletarya” tezleriyle „küreselleşme süreci”nin „refah ve barış getirdiği ve getireceği” yönündeki zırvalar artık eskisi denli pervasızlıkla savunulamamaktadır.

Dünü ve Bugünüyle Evrim Kuramı

Geçtiğimiz Aralık ayının 20’sinde ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Dover kasabasında görülen bir davada, okulların biyoloji derslerinde evrim kuramının yanı sıra yaratılışçılığın yeni biçimi olan “Akıllı Tasarım” (Intelligent Design – ID) tezlerinin de okutulması reddedildi. Yargıç John E. Jones, 139 sayfalık gerekçeli kararında, doğa yasaları sonucu kendi başına oluşamayacak denli kompleks ve karmaşık olan dünyanın bu yüzden mutlaka bir güç tarafından tasarlanmış olması gerektiğini iddia eden ve “Akıllı Tasarım” denilen tezlerin bilim değil, dini bir teori olan yaratılışçılığın bir versiyonu olduğuna hükmettiğini açıkladı. Yargıç Jones kararında, bu yüzden, Akıllı Tasarımcı tezlerin ve bu tezleri yansıtan “Of Pandas and People” adlı kitabın, devlet okullarının bilim – fen bilgisi derslerinde, evrim kuramının yanı sıra okutulmasının anayasaya aykırı olduğuna karar verdiğini belirtti. Bu karar, pek çok ülkede olduğu gibi, bizdeki medya kuruluşlarının bazılarınca da, “Evrim Kuramının Zaferi” olarak yansıtıldı. Oysa bu karar, ne evrim kuramının zaferi, ne de yaratılışçı kuramın yenilgisiydi. Çünkü sonuçta “zafer” olarak duyurulan şey, çocuklarının kafalarının bilimdışı akıllı tasarımcı tezlerle karıştırılmasını istemeyen 11 ebeveynin açtığı bir davanın kazanılması; mahkemenin, daha önce alınmış bir anayasa mahkemesi kararına dayanarak, anne babaları haklı bulmasıydı. Karar, her yönüyle, bilimsel değil, hukuki bir karardı. Zira daha önce böyle karar olmamış ve anne babaların avukatları iyi savunma yapamayıp, söz konusu kitabın daha önceki yaratılışçı kitapların sadece birkaç yeri değiştirilmiş kopyası olduğunun belgelerini gösterememiş olsaydı, gayet doğal ki, konunun uzmanı olmayan ortalama insanlardan oluşmuş jüri, birçok şeyden etkilenerek aksi yönde bir karar verip, akıllı tasarımın bilim olduğuna da hükmedebilirdi. Bu durumda, elbette ki, evrim kuramı yenilmiş, yanlışlığı kanıtlanmış olmayacaktı. Nitekim, ABD’de, son 80 yıl içinde böyle pek çok dava görüldü ve bu davaların büyük kısmında, evrim kuramını savunan taraflar kaybettiler. Davalar kaybedilmesine rağmen, evrim kuramı gücünden bir şey yitirmedi. Çünkü, evrim kuramını yasaklayan kararlar açıklandığı anda da, evrimin yasaları işlemeye, yaşam biraz daha değişip çeşitlenmeye devam ediyordu. Kuşkusuz davanın kazanılmasıyla, evrim kuramını savunanlar ve bu anlamda da evrim kuramı politik olarak güçlendi, hukuki-politik bir mevzi kazandı. Ancak, evrim kuramını bilimsel olarak güçlendiren şey, birkaç ay sonra geldi. Ünlü Nature dergisinde yayınlanan bir bilimsel makale, kuramı biraz daha pekiştirdi.

Bilim dünyasının en prestijli akademik bilim dergilerinden Nature’ın 6 Nisan 2006 tarihli sayısında yayınlanan bir makalede, canlı türlerin daha az gelişkin biçimlerden çok daha kompleks biçimlere evrilerek geçtiklerini gösteren ve bu yüzden de, evrim kuramını bir kez daha doğrulayan bir fosil bulunduğu, bilim dünyasına duyuruldu. Makalede, canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren “Tiktaalik roseae adlı fosilin bulguları açıklanıyordu. Kanada’nın kuzey bölgelerinde buzullar arasında bulunan ve makalede ayrıntıları açıklanan Tiktaalik roseae fosili, bundan yaklaşık 375 milyon yıl önce yaşamış, balıkla dört ayaklı ilk kara sürüngenleri arasında yer alan, balık-sürüngen karışımı bir geçiş türünün günümüze ulaşmayı başarmış bir kalıntısıydı. Sürekli, evrim kuramını doğrulayacak “geçiş fosilleri, ara formlar nerede” diye, evrim kuramı ve savunucularını köşeye sıkıştırdıklarını sanan yaratılışçılar ve onların, yeni kılığa girerek söylemlerine bilim çeşnisi katmış müritleri olan akıllı tasarımcılar, böylece bir yara daha aldılar.

Tiktaalik roseae”, ara geçiş fosillerinin ilk örneği değil. Daha önce de, buna benzer, hiç de az olmayan sayıda ara fosil bulunmuştu. Ancak, “Tiktaalik roseae”, bu fosillerin en yeni ve en güçlülerinden biri.

Yaratılışçılar, yüzyıllardır sürdürdükleri tipik davranışlarını, bu kez de yinelediler. En katıksız idealist metafizikçilerden olan yaratılışçılar, uzun yıllar boyunca, kendilerini yanlışlayan her yeni bilimsel gelişme ve bulguyu, önce inkar edip reddettiler. Ancak, bilimdeki söz konusu gelişme ve bulgular artık inkar edilemez denli aşikar hale gelince, –o gelişmenin içini boşaltmayı ihmal etmeden– sessiz bir dönüş yapıp, kabul ettiler ya da etmiş göründüler. O konudaki itirazlarını bir süreliğine geri çekip, başka bir noktaya yöneldiler. Aradan, konu unutulacak kadar zaman geçince, aynı noktaya yeni bir söylemle bir kez daha geri döndüler. Yine böyle oldu. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar, “Tiktaalik roseae” fosilini de şimdilik reddediyorlar.

Yeni yaratılışçı akıllı tasarımcılar, günümüzde dağlar kadar birikmiş bilimsel kanıt ve yeni bulguları görmezden gelerek, takılmış plak gibi, aynı sözleri bezginlik verecek biçimde sürekli tekrarlayıp duruyorlar: “Bilim evrim kuramını reddetti”; “bilim adamları artık yanlışlığı kanıtlanan evrim kuramını kabul etmiyor”; “evrim kuramı çöktü” vb vb.  Oysa gerçek bunun tam tersi. Özellikle son yıllarda, moleküler biyoloji’den antropoloji’ye, paleontoloji’den jeoloji’ye, doğa bilimlerinin değişik alanlarında elde edilen yeni bulgular, evrim kuramını çökmek bir yana daha da güçlendirdi, daha yıkılmaz hale getirdi. Öte yandan, akıllı tasarımcıların iddialarının aksine, değişik sahalardan, aktif araştırma yapan bilim insanlarının neredeyse tamamına yakını denilebilecek ölçüde ezici çoğunluğu, evrimi kabul edip araştırmalarını buna göre yapıyor. Bir avuç akıllı tasarımcıyı ciddiye bile almıyorlar. Bunun verdiği çaresizlikle, akıllı tasarımcı ve klasik yaratılışçılar, daha da saldırganlaşıp daha fazla demagoji ve yalana başvuruyorlar; daha usta, daha ince, daha Göbelsvari yöntemler kullanıyor; “evrim kuramı çöktü” diye daha bir yüksek perdeden bağırıyorlar.

Son yıllarda şiddetlenmesine rağmen, evrim-yaratılış tartışması yeni değil, çok uzun yıllardır sürüyor. Neredeyse 150 yıldır, iki kuramı savunanlar arasında kıyasıya bir mücadele ve tartışma var. Özüne baktığımızda, bu tartışma, aslında 150 yıldan da eski. Yüzlerce, hatta binlerce yıldır, insan ve doğanın açıklanması sürecinde, idealizmle diyalektik materyalizm arasında süre gelen bir tartışma.

Sözünü ettiğimiz bu tartışma, bugün, birkaç istisna dışında, esas olarak bilimin içinde ya da bilim insanları arasında süren bir tartışma değil. Çünkü, bugünkü biçimiyle, 150 yıldan beri süren tartışmanın evrim tarafında hemen sadece bilim insanları bulunurken, karşı tarafında, neredeyse sadece din adamları, idealist felsefeciler ve politik iktidarlara ideologluk yapan politikacı ve stratejistler; ve ek olarak, günümüzde, ABD’deki neo-muhafazakar iktidar ve tekel yöneticilerince büyük paralar eşliğinde desteklenen düşünce kuruluşları (think tank) ve bu kuruluşlarca para yağdırılan birkaç idealist akademisyen yer alıyor.

Kökleri çok eskilere dayanan bu büyük tartışmanın, bugün için, bilimin kendisi ve bilimin içindeki tartışmalar açısından fazla bir önemi yok. Yukarıda belirtildiği gibi, bizzat araştırma içindeki bilim insanlarının çok büyük çoğunluğu, tartışmayı ciddiye almadan kenardan gülümseyerek izlemesine rağmen, konu, bilimsel değilse de, ideolojik olarak oldukça önemli. Bu yüzden, burada birçok yönüyle ele alınmayı hak ediyor. Bu önemi nedeniyle, bu yazıda, evrim kuramını doğrulayan bilimdeki yeni bazı bulguları ele almaya çalışacağız. Ancak, doğadaki değişiklik ve çeşitliliği açıklayan evrimi doğrulayan yeni bilimsel bulgulara geçmeden ve klasikleşmiş yaratılışçı belli başlı birkaç iddiayı yanıtlamaya girişmeden önce, geriye gidip, kuramın ve sözünü ettiğimiz tartışmanın ortaya çıkışını, bunları yaratan koşulları ve tartışmanın son 150 yıllık tarihsel gelişim sürecini mümkün olduğunca kısa biçimde ele alalım.

DARWİN ÖNCESİ EVRİM KURAMI

Evrim düşüncesi, kuşkusuz Darwin’le ortaya çıkmadı. Bugünkü anlamında modern evrim düşüncesi, günümüzden 150-200 yıl kadar önce, Erasmus Darwin, Jean-Baptiste Lamarck, William Charles Wells, Alfred Russel Wallace ve Charles Darwin gibi bilgin ve yazarlar tarafından geliştirildiyse de, genel olarak evrim fikrinin ilk adımları, Darwin’den binlerce yıl öncesinde, Antik Yunan’ın felsefecileri, atomcular, Demokritos ve Epikuros, hatta onlardan çok daha önce yaşamış olan ilk felsefecilerden Anaksimandros tarafından atılmıştı. Özellikle atomcular, doğanın, güneş, dünya, yaşam, insan, uygarlık ve toplumun, herhangi bir doğaüstü güç ya da kutsal müdahale olmaksızın, çok uzun bir zaman dilimi içinde, yavaş yavaş ortaya çıktığını söylüyorlardı. Hatta, Epiküroscu okulun izleyicilerinden, atomcu Lukretios, yazdığı “Nesnelerin Doğası Üzerine” adlı şiirinde, bitki ve insan dahil hayvanların, dünya üzerinde nasıl ortaya çıktıklarını anlatıyordu. Evrim fikri, Hintli, Çinli ve çok daha sonraları Arap felsefeciler tarafından da ele alındı. Örneğin, Arap doğa bilginlerinden, optiğin babası da sayılan El-Basri, yazdığı kitaplarında, ışık ve optik kurallarının yanı sıra canlıların nasıl evrimleştiklerini de açıklamaya çalıştı. El-Basri’den sonra İbni Haldun da, yaratılışla iç içe anlatsa da, yine de, canlıların evrimini açıklamaya çalışıp, insanın, bir çeşit maymun türünden evrildiğini yazdı.

Ortaçağın uzun karanlık yıllarında, birçok düşünce gibi, evrim fikri de unutturuldu. Rönesans’la başlayan süreç içinde, kilisenin etkisi kırılmaya, özgür düşüncenin ilk filizleri yeşermeye, başta antik Yunan ve Arap klasikleri olmak üzere, yüzyıllardır kilit altında tutulmuş kitaplar, batı dillerine çevrilmeye başladı. Rönesans ve reform dönemlerinin entelektüel heyecanı, olaylara ve doğaya, kutsal kitapların yazdıklarından farklı bakılabileceği fikrini geliştirdi. Teolojik–semavi açıklamaların yerini, giderek akılcı, dünyevi açıklamalar aldı. Evrim terimini, ilk kez, İngiliz Sir Matthew Hale, 1677’de, Demokritos ve Epiküros’un materyalist atomcu düşüncelerini eleştirirken kullandı. Evrim düşüncesi, bundan sonra, adım adım geliştirildi. İsveçli doğa bilimcisi Carolus Linnaeus, insanları, maymunların da aralarında bulunduğu primatlar sınıfı arasına koydu. Linnaeus’la aynı dönemde, ama Fransa’da yaşamış olan Georges-Louis Leclerc (Kont Buffon), 18. yüzyılın son çeyreğinde, 1778’de yayınladığı kitabında, güneş sisteminin oluşumunu inceliyor ve kilise tarafından 6 bin yıl (M.Ö. 23 Ekim 4004) olarak belirtilen dünyanın yaşını, 75 bin yıl olarak hesaplıyordu. Buffon, Nuh tufanını reddediyor, hayvanların bir anda yaratılmak yerine, zaman içinde evrildiklerini, bazı hayvanların kullanılmayan organlarının köreldiğini ve organların artık sadece izlerinin kaldığını söylüyordu. Buffon, aynı zamanda, insanla kuyruksuz maymunlar (ape) arasındaki benzerliklere de dikkat çekiyor ve bu ikisinin, muhtemelen ortak ataya sahip olduklarını öne sürüyordu. Buffon’un bu görüşleri, kendinden sonrakileri, özellikle de Lamarck ve Darwin’i derinden etkiledi.

Döneminin tanınmış şair, hekim ve doğa bilimcilerinden Darwin’in dedesi Erasmus Darwin, 1796’da yazdığı kitabında, bütün sıcak kanlı hayvanların yeni parçalar geliştirme gücünü edinerek, tek bir kökenden geliştikleri tezini ortaya attı. Erasmus Darwin’den hemen sonra gelen Fransız Jean-Baptiste Lamarck, 1809’da, evrimin, çevrenin etkisiyle kazanılmış karakterlerin sonraki kuşaklara aktarılması yoluyla ortaya çıktığı tezini geliştirdi. Lamarck’tan hemen önce, İngiliz James Burnett de, benzer tezler ileri sürmüştü. Daha da ilginci, Amerikali tıp doktoru ve gazeteci William Charles Wells, 1813 yılında, İngiltere Bilimler Akademisi olarak kabul edilen Kraliyet Topluluğu (Royal Society)’nda, evrimle ilgili bir makalesini okudu. Wells, makalesinde, neredeyse Darwin’le aynı tezleri savunuyordu. Wells, makalesinde, insanların evrimini ve Doğal Seçilim ilkelerini anlatıyordu. Ancak, 1818’de yayınladığı makalesini yaygın biçimde dağıtamadı ve bu yüzden, büyük olasılıkla, Darwin’in bu görüşlerden haberi olmadı. Darwin’in son noktayı koyması için koşullar iyice olgunlaşmıştı.

DARWİN’İN EVRİM KURAMINA ETKİ EDEN SOSYAL KOŞULLAR

Darwin’in kuramına etkide bulunan koşullar, elbette ki, sadece bunlar değildi, ya da esas olarak bunlar değildi. Darwin’in düşüncelerinde, o dönemin sosyal atmosferinin, içinde bulunulan ruh hali ve düşünce sisteminin, dünyayı ve olayları açıklama biçiminin, kısacası, Hegel’in deyimiyle, “çağın ruhu”nun çok büyük rolü oldu.

İnsanın binlerce yıldır sorduğu, “kimiz, neyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz?” gibi, insanın özüne ilişkin soruların yanıtları ve doğanın ve olayların açıklanması, bin yıldan fazla süredir, dinle,  teolojik–semavi sistemlerle yapılıyordu. Bu teolojik yaklaşım ve açıklama sistemi, güneş sisteminden canlıların oluşumuna, tarihten sosyolojik olaylara her alanı kapsıyor, bütün düşünce dünyasını yönlendiriyordu.

Rönesans’la başlayıp, Aydınlanmayla hızlanan süreç, bu düşünce sistemini sarstı. Doğaya, dünyaya ve olaylara bakış ve onları yorumlama biçimi değişti. Daha önce teolojinin kapsam alanı içinde bulunan disiplinler, yavaş yavaş ondan ayrılarak, bağımsızlıklarını kazandılar. Özellikle doğa bilimlerinde çok önemli gelişmeler oldu. 1800’lerin ilk yarısında, özellikle de Darwin’in ortaya çıktığı 1859’un hemen öncesinde, doğa bilimlerinde yeni bilgiler bulunup, yepyeni teoriler ortaya atıldı; tek tek bilim dalları ve disiplinler belirmeye başladı. Jeolojide önemli bulgular elde edildi, hücre keşfedildi, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası bulundu, kimyanın yasa ve elementleri belirdi. Sonuçta, daha önce teolojik–semavi yollarla açıklanan olgular, artık dünyevi, rasyonel-akılcı yollarla açıklanır oldular ya da .yeni olgular yeni açıklama tarzını dayattılar.

18. ve 19. yüzyılın görkemli devrimleri, Fransız devrimi, sanayi devrimi, 1848 devrimleri, yalnızca düşünce sistemlerini ve olaylara yaklaşım biçimlerini değil, hayatın istisnasız her alanını değiştirdi, her şeyi alt üst etti. Yaşam biçimleri değişti, eski statüler bozuldu. İlerleme ve gelişme fikri; sıçramalar, patlamalar, evrim, devrim kavramları öne çıktı. Egemen paradigmalar yıkıldı. Hiçbir şey artık eskisi gibi açıklanamaz oldu. Özellikle 1789 Fransız devrimin ardından gündeme gelen laisizm, sadece din ve devlet işlerinin ayrılması gibi bir sonuç doğurmadı, aynı zamanda, daha önceleri her şeyin nedeni olarak tanrıyı gören anlayışın yerine, neden–sonuç ilişkilerini, doğanın kendi içindeki ilişkilerden çıkarma anlayışını da geliştirdi. Her şeyi deney ve gözlemle açıklama; olgulara dayanmayan ve deneyle kanıtlanmayan hiçbir iddiaya inanmama eğilimi, çağın insanının genel ruh hali oldu. Doğa, böylece, düşüncenin referansı haline geldi.

Değişim, sadece düşünce sistemlerinde olmadı. Çok büyük sosyal patlamalar da ortaya çıktı. Sanayi devrimi, kapitalist gelişmeyi hızlandırmıştı. Ancak gelişen kapitalizm ve burjuvazi, beraberinde işçi sınıfını da hızla geliştirmişti. Özellikle sanayi devrimi sırasındaki çok yoğun sömürü altında yaşayabilmek için çırpınan işçi sınıfı, artık dayanamayacak hale gelmişti. Sonunda hareketlendi ve bunun sonucunda hızla sınıf mücadelesi ve savaşları gelişmeye başladı. İngiltere’de önce Ludistler ve daha sonra da Çartist Hareket, Fransa’da Lyon ayaklanması ve ardından bütün Kıta Avrupası’nda patlak veren 1848 devrimleri, yepyeni fikirlerin yayılmasını getirdi. Sınıf mücadelesi, yalnızca siyasi arenada değil, ideolojik–düşünsel alanlarda da sürüyordu. Bu devrimlerin içinden Marksizm doğdu. Darwin, ünlü Türlerin Kökeni kitabını yazarken, Karl Marx ve Friedrich Engels Komünist Manifesto’yu çoktan yayınlamış; Marx, en önemli tezlerinin büyük bir kısmını geliştirmiş; ünlü Kapital’ini yazma işinde önemli yol kat etmişti. Kısacası, doğa bilimleri hızla gelişir, ayrı dal ve disiplinler olarak belirirken, buna bağlı olarak, gücünü esas olarak sınıf mücadelelerinden, doğadan ve doğa bilimlerinden, doğadaki değişme ve çelişkilerden alan diyalektik materyalist felsefe de ortaya çıktı.

Darwin’in kuramını oluşturması için artık bütün koşullar hazırdı. Böylesine düşünce gelişimi, böyle bir sosyal ve politik atmosfer, canlı türlerinin varoluşunu, gelişim ve değişim kavramları ekseninde açıklama girişiminde bulunan Darwin’in düşüncesini de doğurdu. Daha da ötesi, Darwin’in kuramının kolaylıkla benimsenmesinin zeminini yarattı. Artık Darwin’e, sadece, yıllarca süren gezisinden edindiği gözlem ve bulgularını derli toplu bir teoriye dönüştürmek kalmıştı.

DARWIN VE EVRİM KURAMI

1809-1882 yılları arasında yaşamış olan Charles Robert Darwin, İngiltere’de, tıp ve bilimle iç içe, üst-orta sınıf bir ailede doğdu. Dedesi Erasmus Darwin, zamanının oldukça tanınan hekim ve doğa bilginlerinden biriydi. Babası da, yine öyle, tanınmış bir doktordu. Babasının ısrarı üzerine, önce Edinburgh üniversitesinde tıp, daha sonra da, Cambridge Üniversitesinde teoloji okudu. Ancak ikisini de bitirmedi, çünkü gönlü hep doğa bilimlerinde; evrim, zooloji ve jeolojideydi. Dışarıdan bunlarla ilgili dersler aldı; Buffon, Lamarck ve dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını derinlemesine inceledi.

1931’de, 22 yaşındayken, üniversiteyi bırakıp, iki yıllık bir Güney Amerika gezisine çıkacak olan Beagle adlı araştırma gemisine doğa bilimcisi olarak katıldı. Darwin, iki yıl planlanmasına rağmen beş yıl süren gezisi sırasında karış karış dolaştığı Güney Amerika’nın yanı sıra, Pasifik adalarından Galapagos’ta, Yeni Zelanda ve Avustralya’da, çoğu bilim dünyası için yepyeni olan büyük sayıda fosil, canlı organizma ve numune topladı; jeolojik oluşumları yerinde inceledi; karşılaştığı yerli kabileleri yakından gözledi. 1936’da İngiltere’ye döner dönmez, çalışmalarına başladı. Gözlemlerini, dönemin önde gelen bilim insanlarıyla, özellikle de jeoloji ve biyolojinin en önemli temsilcileriyle tartıştı. 1938’e gelindiğinde, kuramı artık kafasında oluşmuştu, ama, kitabını yayınlaması yine de 20 yılını aldı.

Daha İngiltere’ye dönmeden, babası ve arkadaşlarının çabaları ve maceralı gezisi nedeniyle bilim çevrelerinde tanınır olmuştu. Getirdikleri ve döndükten sonraki çalışmaları, bu tanınmışlığını daha da pekiştirdi. Gezi boyunca topladığı değişik fosil, organizma ve numuneleri, üniversite, müze ve değişik bilim topluluklarıyla cömertçe paylaştı. Bilim dünyası için paha biçilmez önemdeki yepyeni fosil ve numuneler, beş yıllık olağanüstü gözlemleri sonucu yazdıkları, yayınladığı bilimsel dergi ve makaleler, dedesinin prestiji ve elbette ki, kendi, babası ve arkadaşlarının ilişkileri, onu, kısa zamanda bilim dünyasında oldukça önemli bir yere oturttu. Başka bilim topluluklarının yanı sıra 1939 Ocağında, İngiltere Bilimler Akademisi – Kraliyet Topluluğu’na üye seçildi.

Her ne kadar dinin ve kilisenin etkisi kırılmış; teolojik düşünce sistemi büyük darbe almışsa da, yine de, dönemindeki bilim adamlarının büyük çoğunluğu, hala kutsal kitaplarda bahsedilen yaratılış olayını bir biçimde kabul ediyordu. Gözlemleri ve geliştirdiği tezlerini tartıştığı pek çok kişi, öne sürdüğü tezleri hayranlıkla dinledikten sonra, “yine de burada ilahi bir şeyler eksik” diyordu. Dini eğitim almıştı. Yaratılış olayına uzun süre inanmıştı, ama gezi sırasında gördükleri ve gözlemleri, inandıklarına kuşku düşürmüştü. Dinle ve az çok dinin etkisindeki bilim insanlarıyla çatışmaya girmekten korkuyordu. Ayrıca, öteki evrimcilerin, özellikle de Lamarck’ın başına gelenlerin kendi başına gelmesinden de çekiniyordu. Canlıların evriminde çevre etkisine büyük önem veren Lamarck, İngiliz bilim çevrelerinden gereken ilgi ve kabulü görmemiş, politik radikal kategori içine sokularak, adeta dışlanmıştı. Bu yüzden, tezlerini yayınlayıp yayınlamama konusunda uzun yıllar tereddüt geçirdi. Bu tereddüt yüzünden, kuramını oluşturma yerine, gezisini, tek tek gözlemlerini anlatan kitap ve makaleler yayınlamayı yeğledi.

1958 yılı yaz başında, İngiliz doğa bilimcisi Alfred Russel Wallace’dan bir mektup aldı. Wallace, yayınlanması için hazırladığı makalesini gözden geçirmesini istiyordu. Darwin makaleyi okuduğunda, şaşkınlığa düştü. Wallace, canlıların nasıl evrildiklerini anlatıyor, evrim mekanizmalarını gösteriyordu. Kendi vardığı sonuçlara, o da varmıştı. Alelacele bir makale yazdı. Wallace’ın vardığı sonuçlara kendisinin çok uzun yıllar öncesinden ulaştığını kanıtlayan değişik kişilerle yaptığı eski yazışmalarını, Wallace’ın makalesiyle birlikte, bilim camiasına sundu. Wallace ve Darwin’in makalesi birlikte okundu. Ama Darwin’in daha fazla oyalanacak zamanı kalmamıştı. Oturup, hızla kitabını yazdı ve ertesi yıl, 1959’da yayınladı.

TÜRLERİN KÖKENİ

Darwin, kısaca “Türlerin Kökeni” olarak bilinen, “Doğal Seçilim ve Yaşam Mücadelesi İçinde Lehte Özelliklerin Korunması Anlamında Türlerin Kökeni Üzerine” adındaki kitabında, çok sayıda örnek göstererek, öz olarak, doğadaki ve canlılar dünyasındaki değişim ve çeşitliliğin nedenlerini ve bunların oluş mekanizmalarını açıklıyordu. Darwin’e göre, doğadaki canlıların tümü, ortak bir atadan evrimleşerek gelmişlerdi ve bu değişim ve çeşitlilikte, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması ilkesinin ifadesi olan doğal seçilim yasası ve hayatta kalma, yani varolma mücadelesi rol oynamıştı.

Kitap çok büyük ilgi gördü. İki hafta içinde ikinci baskısını yaptı. Darwin’in korktukları olmadı. Yazımızın daha önceki bölümlerinde, Darwin ve kuramını ortaya çıkaran koşulları anlatırken sözünü ettiğimiz atmosfer ve düşünce tarzı, Darwin’in kuramının esas olarak kolay benimsenmesinde büyük rol oynadı. Ancak tek etken bu değildi.

İngiliz kapitalizmi sanayi devrimini henüz yapmış, büyük işçi hareketi Çartist hareketten önemli bir yara almadan kurtulmuş, güçlü dönemini yaşıyordu. Serbest rekabetçi kapitalizm, dört bir yanda sömürgelerini artırmaya, egemenlik sahalarını genişletmeye çalışıyordu. Egemen burjuvazi, henüz az çok devrimci dönemlerini yaşıyordu. Bu yüzden de, kilise ile o kadar da içli dışlı değildi. Politik uygulamalarına ideolojik dayanaklar da bulması gerekiyordu. Serbest rekabetçi kapitalizm, pratikte, alabildiğinde rekabet, bu rekabet içinde en güçlü olanın ayakta kalıp diğerlerini yok olması, yani “altta kalanın canının çıkması” vb. demekti. Benzer ilkeler, Darwin’in bitki ve hayvanlar dünyasında da vardı. Bu yüzden, Darwin’in tezlerini değiştirerek, kendi yararına kullanabileceğini gördü. Bu nedenle, kurama karşı çıkmak bir yana sahip çıktı.

Herbert Spencer, bu doğrultuda, Darwin’in, daha çok bitki ve hayvanlar dünyası için ortaya attığı tezleri, insan toplulukları ve toplumsal sorunlarına uyarlamaya; insana ait bütün sosyal kategorileri, Darwin’in tezleriyle açıklamaya çalıştı. Bu çabası içinde Spencer, kötü ünlü, bilinen “Sosyal Darwinizm” akımını geliştirdi. Benzer tezler, 20. yüzyıl başlarında “biyolojicilik”, 1970’lerde “sosyobiyoloji” ve günümüzde de “evrimci psikoloji” gibi değişik ad ve biçimler alarak sürdürüldü, hala da sürdürülüyor.

Darwin’in kuramına tepki, esas olarak kiliseden geldi. Ama saydığımız nedenlerle, bu tepki o kadar da güçlü olmadı. Kilise temsilcileriyle Thomas Huxley gibi Darwin yanlısı bilim insanları, üniversitelerde, bilim topluluklarında, halk toplantılarında, gazetelerde karşılıklı tartışmalara girdiler. Bu tartışmalardan, özellikle Huxley ile Oxford piskoposu arasında uzun süre devam eden tartışma, oldukça ün kazandı. O günlerde başlayan evrim mi-yaratılış mı tartışması bugün de sürüyor.

Darwin, yukarıda sözünü ettiğimiz kaygıları ve Lamarck gibi dışlanma korkusundan, Türlerin Kökeni’nde, insanın evrimi konusunu özellikle dışarıda tutmuştu. Geliştirdiği kuramını, bu yüzden, sadece bitki ve hayvan dünyasıyla sınırladı. İnsanın evrimi konusunu, çok daha sonraları, başka bir kitapta ele aldı.

Türlerin kökenine ilgi gösterenler, yalnızca egemen burjuva sınıfı ve kilise değildi. Marksizm de, Darwin’in evrim kuramına büyük ilgi ve yakınlık gösterdi. Hem Marx, hem de Engels, Darwin’in kitabı çıkarmaz okudular ve okur okumaz da, kuramın, Marksizm ve diyalektik materyalizm açısından önemini hemen fark ettiler. Marx, Engels’e yazdığı mektubunda, Darwin’in kuramının bazı yönlerini eleştirdikten sonra, “benim tarihte yaptığımı Darwin doğa tarihinde yapmış” derken, Engels de, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda, “Ama doğal süreçlerin art arda zincirlenişine değin bilgimizi dev adımlarla ileri götürmüş olan, özellikle üç büyük buluştur” dedikten sonra, bu üç büyük buluşu, “hücrenin bulunuşu, hücrenin dönüşümü ve Darwin’in evrim kuramı” olarak sıraladı. Marx evrim kuramından öylesine etkilendi ki, neredeyse ömrünü verdiği ünlü kitabı Kapital’i Darwin’e adamak istedi.

BÜYÜK TARTIŞMA: EVRİM–YARATILIŞ TARTIŞMASI

Evrim ve yaratılış yanlıları arasında Darwin’in kitabının yayınlanmasıyla başlayan tartışma, yer yer alevlenip sönerek, varlığını, 1800’lü yılların sonlarına dek İngiltere’de sürdürdü,. Sonra ABD’ye geçti ve o günden beri de, esas olarak hep orada kaldı.

20 yüzyılla birlikte kapitalizm serbestçi rekabetçi döneminden tekelci–emperyalist dönemine geçti ve devrimci yanlarını kaybetti. Gerici eğilimleri öne çıkmaya başladı. Buna ek olarak, ABD özelinde, 20 yüzyılın başları, hızlı bir toplumsal ve teknolojik değişime sahne oluyordu. Özellikle 19 yüzyılın ikinci yarısında aldığı hızlı göçlerle, ABD nüfusu oldukça değişmişti. Yeni göçmenleri Amerikan fikirleri ve değerlerine adapte etmek gerekiyordu. Amerikalılık ve Amerikan değerleri yüceltiliyor, bu yönde radyo ve sinemada, medyada sürekli propaganda yapılarak, Amerikan geleneğine vurgu yapılıyordu. Amerikan geleneğinin temel önemdeki parçası Protestan diniydi ve Amerikalılık ve Amerikan değerlerini yüceltmek adına dini duygular güçlendiriliyordu. Bu bağlamda, 1920’lerde, yirmi eyalette birden, evrim kuramının devlet okullarda okutulmasını yasaklayan 36 yasa kabul edildi. Evrim kuramı, Amerikalılık ve Amerikan değerlerini yüceltme adına yasaklanmıştı. Yasaklar, yalnızca kağıt üzerinde kalmadılar. Giderek etkinleştirilip, tüm ülke çapında yaygınlaştırıldılar. 1925 yılında, evrim kuramını öğrettiği gerektiği gerekçesiyle, John Scopes adındaki öğretmen, yargılandı. “Scopes Maymun Davası” da denilen, ABD tarihinin bu ünlü davası, bir hukuk mahkemesinden çok, evrim yanlılarıyla yaratılış yanlılarının günler süren tartışmasına sahne oldu. Mahkeme ve dolayısıyla tartışma, radyo aracılığıyla tüm ülkeye naklen yayınlandı. Sonunda, John Scopes ve evrim tarafı davayı kaybetti, ama tartışma da daha da şiddetlenip, tüm ülkeye yayıldı. Ondan sonra, evrim ve yaratılışçıları karşı karşıya getirecek mahkemeler, deyim yerindeyse, bir gelenek haline geldi ve 1925 Scopes davasına benzer daha birçok mahkeme görüldü. Son mahkeme, yazımıza başlarken anlattığımız, geçen Aralık ayında Pennsylvania eyaletinin Dover kasabasında sonlanan davaydı.

1960 yıllarda, ABD’de kısmi bir muhalif hareket gelişmeye başladı. Bireysel özgürlük ve daha fazla hak talepleri, savaş karşıtı eylemler giderek artıyor, hareket radikalleşme eğilimi gösteriyordu. Bu muhalif hareketin yönünü başka yönlere kanalize etmek için, uzun süredir sessiz kalmış olan yaratılışçı hareket, yeni bir giysi giydirilip makyaj yapılarak, yeniden piyasaya sürüldü. Radikalleşme eğilimi göstererek gelişen hareket karşında, eski klasik yaratılışçı biçimler etkili olamazdı. Bu yüzden, o güne dek hep bilimi karşılarına almış olan yaratılışçılar, bundan sonra argümanlarında bilimin kavramlarını kullanacaklardı. Bu amaçla, Henry M. Morris adında bir mühendis görevlendirildi. Morris’in, bir incil uzmanıyla birlikte 1961’de yazdığı “Yaratılış Tufanı” adlı kitap öne çıkarıldı. Morris, 1963 yılında “Yaratılış Araştırma Topluluğu”nu, 1970’te de “Yaratılış Araştırma Enstitüsü” (ICR) adlı enstitüyü kurdu. Enstitüye pek çok yerden para yağmaya, güçlü kampanyalar sonucu büyük paralar toplanmaya başladı. Evrim kuramını bilimsel yollardan çürütecek, tanrının varlığını bilimin kavramlarıyla kanıtlayacak yazarlara büyük paralar verileceği duyuruldu. Paralar gelince, kitaplar, makaleler de geldi. Sonunda, kendisini, “yaratılış bilimi” diye adlandıran hareket doğdu.

Tek ilgi alanları ve uğraşları Darwin ve evrim kuramı oldu. Darwin’in evrim kuramı aleyhine ders kitapları yazıyor, popüler kitaplar yayınlıyor, TV programları ve video kasetleri hazırlıyor, yeni yeni araştırma enstitü ve kurumları kurup işletiyor, evrimi savunan bilim adamlarıyla bıkkınlık veren sert tartışmalara giriyor, evrim yanlılarını soru yağmuruna tutuyorlardı.

ABD’deki muhafazakar hareket tarafından yakından desteklenip, üstelik de büyük paralar aktarılınca, çok sayıda kitap, makale, propaganda materyali hazırladılar. Kendilerine “yaratılış bilimi” deyip bilimi kendilerinden ibaret ve ayrıca evrim kuramını kendilerince mahkum ettiklerini sanınca, bunu, “bilim evrim kuramını reddetti” olarak lanse ettiler. Aslında, burada söz ettikleri, kendi “yaratılış bilim”leriydi. Ama bu propaganda yönteminin iyi bir Göbels yöntemi olduğunu fark edip, sürdürmeye karar verdiler. O günden beri de, sürekli “bilim evrim kuramını reddetti”, “evrim kuramı çöktü” deyip duruyorlar.

AKILLI TASARIM

Yaratılışçılar her ne kadar bilimin kavramlarını kullanıyorlardıysa da, yine de, doğrudan kutsal kitaplarda anlatılan yaratılış olayını savunuyor, dünya ve canlıların tanrı tarafından yaratıldığını söylüyorlardı. Sonuçta, ne kadar saklamaya çalışırlarsa çalışsınlar, dini görüntülerini gizleyemiyorlardı.

Bunun üzerine, 1988’den itibaren, yaratılış terimini akıllı tasarımla değiştirdiler. 1990 yılında, Washington eyaletinin Seattle kentinde, Discovery Institute (Keşif Enstitüsü) adlı bir düşünce kuruluşu (think tank) kurdular. O günden bu yana, bu düşünce kuruluşu, daha önceleri “yaratılış bilimi” adı altında yapılan her şeyi, bu kez bilinçli, akıllı ya da zeki tasarım anlamına gelen Intelligent Design adı altında gerçekleştirmeye başladı. Tanrı ve yaratılış kavramlarını kullanmamaya özellikle dikkat ediyorlar. Bu terimlerin yerine, zeki ya da akıllı bir tasarımcı ve akıllı tasarım terimlerini kullanıyorlar.

Akıllı tasarım hareketinin ana tezine göre, doğadaki her şey çok mükemmeldir, çok düzenli, olağanüstü bir yapıdadır. Böylesine mükemmellikte olan bir yapı, evrim gibi, doğal seçilim gibi ya da tesadüfi mutasyonlar gibi yöntemlerle oluşturulmuş olamaz. Bu mükemmel yapı, ancak üstün bir zeka, olağanüstü bir akıl tarafından tasarımlanmış olmalıdır!

Akıllı tasarımcılar sürekli soru soruyorlar. Ama bu soruların yöneldiği tek yer, evrim kuramı ve Darwin’dir. Bunun dışında, bilimin hiçbir alanındaki sorularla ilgilenmiyorlar. Aslında evrim konusunda da gerçeği araştırmak, insan doğasının bilgisine erişmek diye de bir amaçları yoktur. Çünkü bütün çabaları, evrim kuramı ve savunucularını mat etmek, kuramı çökertmiş gibi görünmek üzerinedir. Bu nedenle, akıllı tasarımcıların tez ve sorularının bilimle ilgileri yoktur, bugünkü tartışma, bu yüzden, bilimsel bir tartışma değildir. Akıllı tasarımcı hareket, tümüyle politik bir hareket, tartışma da ideolojik bir tartışmadır. Çünkü akıllı tasarım hareketinin arkasında, ABD’nin neo-muhafazakar, Evangelist Hıristiyan güçleri vardır.

HIRİSTİYAN MÜSLÜMAN YARATILIŞÇILAR KOLKOLA: HARUN YAHYA

ABD’deki yaratılışçı hareketi izleyerek 1990 yılında Türkiye’de de Bilim Araştırma Vakfı (BAV) adında bir vakıf kuruldu. ABD’de, daha önce Yaratılış Araştırma Enstitüsü – ICR bünyesi altında “yaratılış bilimi” adıyla, son 16 yıldır da, Keşif Enstitüsü bünyesinde Akıllı Tasarım adı altında yapılan çalışmalar Türkiye’de de BAV bunyesınde ve Harun Yahya imzası altında yürütüldü. 1970’den bu yana ABD’de uygulanan yöntemlerin neredeyse aynısı Türkiye’de uygulanıyor. Amerikan Hırıstiyan misyonerleri ve neo-muhafazakar ideologların yazdıkları herşey anında Türkçeye çevrilip Harun Yahya imzası atılarak yayınlanıyor. Bedava kitaplar basılıp dağıtılıyor, sergiler açılıyor, video kasetleri yapılıyor.

ODTU profesörlerinden Aykut Kence’nin mart 2002’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan makalesinde belirtildiğine göre, ABD ve Türkiye’deki yaratılışçı hareket 1985’lerde o zamanki milli eğitim bakanı Vehbi Dinçerler’in doğrudan devreye girmesi, ve ICR’den resmen yardım istemesiyle kuruldu. ICR’deki hiristiyan misyonerler bu çağrıyı kabul edip Türkiye’de BAV ve yaratılışçı harekete yardım ettiler. ABD tarafının kendilerinin itiraf ettiklerine göre bu doğrudan destek 1998’den bu yana sürüyor.

Yüzlerce kitabına rağmen, bugün öyle görünüyor ki, Harun Yahya hareketi, kendi başına bağımsız bir hareket değildir. Harun Yahya hareketi, ABD’nin neo-muhafazakarlarınca desteklenip yönlendirilen akıllı tasarım hareketinin Türkiye acentası, taşeronudur.

GÖBELS YÖNTEMLERİ

Yaratılışçı ve onların günümüzdeki modern versiyonları olan akıllı tasarımcılar Göbels vari bir çok taktik ve yöntem uyguluyorlar. Bu yöntemlerinin başta gelenlerinden biri, Göbels tipi yalan propaganda, kuşku yaratma ve olmayan bir şeyi defalarca tekrarlayarak inandırma tekniği. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların istisnasız bütün kitap ve yazılarının neredeyse her sayfasında işlenen, bıktırırcasına tekrar tekrar yinelenen bir iddia var: “Evrim kuramı çöktü”, “bilim evrim kuramını reddetti”, “Bilim adamları artık Darwin’in evrim kuramını savunmuyor” … Bu iddia o kadar tekrar ediliyor ki, konudan haberdar olmayan, bilimdeki gelişmeleri izlemeyen işçi ve emekçi, sokaktaki insan bu yalana bir biçimde de olsa inanmaya ya da en azından “acaba mı” demeye başlar oldu. Oysa bu iddia tümüyle yalan. Evrim kuramının bilim çevrelerinde taraftar yitirdiğine ilişkin tek bir kanıt yoktur. “Evrim kuramının çökmesi”, ya da “bilimin evrimi reddetmesi” veya “yanlışlığını ortaya koyması” bir yana, özellikle son 40-50 yıldır jeoloji ve paleontolojiden zooloji ve antropolojiye, moleküler biyolojiden genetiğe bilimin değişik alanlarında ortaya çıkan yeni bulgu ve bilgiler, kuramı artık hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde doğruladı. Bugün evrim kuramına gönderme yapmayan tek bir biyoloji kitabı ya da dergisi yoktur. Bir biçimde evrimi işleyen onbinlerce akademik bilim makalesi varken, yaratılış ya da akıllı tasarımı konu alan hemen hiç bilimsel makale bulamazsınız. Biyoloji ve tıp alanında bilimsel makalelerin yayınladığı PubMed’de, kısa bir araştırma yapıldığında, evrimle ilgili 177 bin 871 makale çıkıyor. Oysa evrimi karalayan makale hemen hiç yok. ABD Washington Üniversitesinden George W. Gilchrist 2002 yılında binlerce makaleyi tarayarak akıllı tasarım ya da yaratılış kuramına gönderme yapan makaleleri saptamaya çalıştı. Ancak, tek bir makale bile bulamadı. Kısacası, evrim kuramı bugün değil çökmek, tam tersine çok daha güçlenmiştir. Bu güçlenmeyi de kuramı reddettiği iddia edilen bilim sağlamıştır.

Bilim insanlarının Darwini ve evrim kuramını reddetmesi konusuna gelince: İddiaların tam aksine, bilim insanları bugün tarihte hiç olmadığı ölçüde evrim kuramından yana tavır koyuyorlar. Bunu bir kaç rakamla somutlayalım. ABD’de yayınlanan Newsweek dergisi, bundan yirmi yıl önce, 29 Haziran 1987 tarihli sayısında, ABD’de, yer bilimleri ve yaşam – biyolojik bilimleri alanında çalışan bilim insanları içinden 480 bini evrim kuramını savunurken, yaratılışçı teoriyi savunanların sayısı sadece 700 olarak belirtiyordu. Oran yaklaşık 700 kişiye 1 idi. Bugün rakamlar milyonlarla ifade ediliyor.

Geçtiğimiz ekim ayında Avustralya’da sürdürülen bir imza kampanyasının sonuçları açıklandı. Evrim kuramının yanısıra akıllı tasarımcı tezlerin de okullarda okutulma çabalarına karşı açılan kampanyada, akıllı tasarımın bilim olmadığı ve bu yüzden de okullarda bilim derslerinde okutulamayacağını ifade eden imza metnini 70 bin bilim insanı ve bilim, biyoloji, fen bilgisi öğretmeni imzaladı.

ABD’de durum bundan geri değil. Geçtiğimiz eylül ayında, nöbel ödülü sahibi 38 bilim insanı evrim kuramından yana olduklarını açıklayan bir deklerasyon yayınladılar. Tek tek çok sayıda üniversitenin yanısıra, 2006 şubat ayında, bünyesinde 10 milyondan fazla, bilim, teknoloji ve eğitim alanında çalışan bilim insanı, akademisyen, öğretim üyesi, öğretmen, mühendis, doktor, araştırmacı ve teknisyeni barından 70’den fazla kurum, sendika, birlik, bilim topluluğu, oda vb. evrim kuramını savunan bildiri yayınladılar. Burada bunların isimlerini tek tek veremiyoruz. İsteyen bu listeye internetten erişebilir.

Buna karşılık, akıllı tasarımcıların merkezi durumunda olan ABD Seattle’daki “Discovery Enstitüsü”nün, 2001’de dünya çapında imzaya açtığı ve kampanyası hala devam eden “Darwin’e Muhalefet” başlık ve konulu metne, aradan 5 yıl geçmesine rağmen bugüne dek -kendi açıklamalarına göre- sadece 500 akademisyen imza verdi. Buna rağmen, yaratılışçılar hala “bilim evrimi reddetti” demeyi sürdürüyorlar.

SORULAR SORULAR SORULAR

Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların bir diğer yöntemi de soru sormak. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar akıllarınca evrim kuramı ve savunucularını köşeye sıkıştırmak, ya da sıkıştırmış gibi görünmek için sürekli Sokrates vari sorular soruyorlar. Kitaplarının bazılarının isimleri bile soru üzerine: “50 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü”, “20 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü”, ya da şu kadar soru şu kadar cevap; falan kişiye sorular, filan kişiye cevaplar.

Böyle yapmalarının kuşkusuz bir nedeni var. Bir kere, sorularla, sokaktaki ortalama insanın gözünde, sorgulayıcı oldukları için üstünlüğü ele geçirmiş taraf, gündemi elinde tutan taraf olarak görünüyorlar. Diğer yandan da, bu sorularla gerçekten de gündemi kendileri belirlemiş ve daha da ötesi, kendilerine soru sorulmasını önlemiş oluyorlar. Bu yüzden sorularının ardı arkası gelmiyor. Sormaktaki amaçları yanıt almak, ya da gerçeği aramak ve bulmak değil, soru soran taraf olmuş olmak, kayıkçı dövüşüne dönüştürdükleri münazarada karşı tarafı mat etmek, ya da etmiş görünmektir. Kısacası üzüm yemek değil bağcıyı dövmeye çalışıyorlar.

Kimileri binlerce yıl önce sorulmuş olan bugünkü soruların yanıtlarını bilim bugüne dek defalarca verdi; doğrudan kanıtı olanların kanıt ve bulgularını gösterdi; henüz doğrudan kanıtı olmayanlarıysa ya açıkladı ya da o gün bilindiği kadarıyla açıklamaya çalıştı. Eksik kalan yanıtları da bilimin elde ettiği bulgular kendiliğinden yanıtlamış oldular. Bu yüzden aynı yanıtları bug]n bir kez daha vermenin bilim ve tartışmanın yararı açısından bir anlam ve önemi yoktur. Ancak, yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar bilim dünyasında hiç bir güç ve etkiye sahip değillerken, konudan ve bilimdeki gelişmelerden habersiz emekçi yığınlar arasında belli bir etki ve inandırıcılığa sahipler. Bu yüzden, bu evrim karşıtlarının amaç ve taktikleri böylesine belirgin ve sorularının yanıtlanması bilim açısından anlamsız olmasına karşın, biz burada yine de, onların sığ sularına girme pahasına, en azından, bilimde bu konudaki yeni gelişmelerden okuru haberdar etmek ve emekçi yığınların içine düşürülmeye çalışıldıkları yanılsamadan kurtarılmalarına yardım etmek için en ısrarlı sorulardan bir kaçını yanıtlayacağız.

YENİ TÜRLER

Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların en ısrarlı sorularından birisi günümüzde yeni türlerin olup olmadığı sorusudur. Hiç kimsenin yeni oluşan bir tür göremediğini söylerler. Evrim karşıtları, eğer kuram doğruysa evrim hala sürüyor ve bu yüzden de, günümüzde de yeni türler ortaya çıkıyor olmalı dedikten sonra, öyleyse bu yeni türler nerede diye sorarlar. Soru dışarıdan bakıldığında oldukça masum ve mantıklı bir soru gibi görünüyor. Oysa öyle değil. Çünkü evrim kuramı, ve bu kuramı savunanlar hiç bir zaman evrimin çok kısa zaman aralıklarında ortaya çıktığını söylemediler. Kurama göre, bir türün başka türlere evrilmesi, yeni türlerin ortaya çıkması için çok uzun yıllar geçmesi, çok fazla sayıda kuşak yetişmesi gerekir. Yeni türler, bir anda ya da üç beş veya onlarca, yüzlerce yılda değil, binlerce ve hatta bazı türlerde yüzbinlerce yıllık bir süreçte; çoğu türde binlerce, yüzbinlerce kuşaktan sonra  ortaya çıkarlar. Böylesine uzun zaman dilimleri söz konusu olduğundan yeni tür oluşumunu biyolojik evrim açısından çok kısa bir an sayılabilecek günümüzde gözlerimizle görmemiz neredeyse olanaksızdır. Çünkü yaşam süremiz uzun bir zaman dilimi gerektiren canlıların evrimini ayrıntılı göremeyecek kadar kısadır. Buna rağmen evrimleşme hızları yine de türden türe değişkenlik gösterir.

Canlı türlerinin yaşam süreleri biribirlerinden çok farklıdır. Bu süreye bağlı olarak çoğalma hızları, yani bir kuşaktan yeni bir kuşağın oluşması için geçmesi gereken zaman dilimi de değişkenlik gösterir. Örneğin farenin ömrü yaklaşık 2 yıl kadarken kedinin 14-15 yıl, maymunun 40, insanın 70-80, kaplumbağanın 150, bazı balina türlerininse 200 yıl kadardır. Bu değişik yaşam süreleri onlardan yeni kuşaklar oluşma sürelerini de etkiler. Yine örneğin yeni doğan bir farenin erişkin hale gelip yavru doğurması için 4-5 aylık bir süre yeterken, yani fareler her 4-5 ayda bir çoğalabilirken, bu süre meyve sineğinde bir kaç hafta, insanda ortalama 20 yıl, bakterideyse sadece yirmi dakikadır. Bu nedenle, değişik canlılarda yeni türlerin ortaya çıkma hızları da değişir. Memelilerle kıyaslandığında oldukça basit yaşam formları sayılabilecek bakteri ve virüs gibi türlerde aynı süre içinde çok daha fazla sayıda yeni kuşak oluştuğundan evrim geçirme hızı da fazla olur. Buradan yola çıkarak, yeni türlerin oluşumu, günümüzde, gelişkin canlılarda olmasa da, böyle basit organizmalarda gözlenebilir. Nitekim gözlendi de.

Son 15-20 yılda, AIDS hastalığına yol açan HIV virüsü üzerinde çok sayıda araştırma yapıldı. Moleküler biyoloji’deki gelişmeler ve son yıllarda geliştirilen yeni teknikler bu virüsün adeta herşeyini öğrenmemizi sağladı. Bugün, virüsün ilk doğuşundan şu andaki durumuna, akrabalarından geçtiği yol ve yaptığı bütün yolculuklara dek hemen her şeyi biliniyor. Bu çalışmalar artık çok aleni ve bir o kadar da şaşırtıcı biçimde gösterdi ki, HIV virüsü son 60-70 yıllık dönem içinde evrim geçirdi ve bir türden iki ayrı tür oluştu. Önce bir tane olan HIV virüsünün bugün artık iki ayrı tür haline geldiği kanıtlanmış durumda.

HIV virüsü ilk olarak 1981 yılında, bir zatürre çeşidinde görülen artışla dikkat çekti. Virüs ve yol açtığı hastalık kısa zamanda tesbit edilip, virusa karşı değişik ilaçlar geliştirildi. Her yeni ilaç ve yaşam biçimi değişikliğinde virüs biraz daha değişti ve sonunda bugün iki farklı tür olup çıktı. HIV virüs çeşitlerinden bugün toplanan örnekler 10 ve 20 yıl önceki örneklerle karşılaştırılınca çok büyük farklılıklar bulundu. Genlerinin incelenmesi sonucunda bugün HIV-1 ve HIV-2 diye iki farklı çeşit olduğu görülüyor. Bu her iki çeşidin farklı alt grupları bulunuyor. Batıda görülen ve ilk yıllarda eşcinseller arasında hızlı artışla dikkat çeken çeşit HIV-1 iken, Afrika’da bugün milyonlarca kişiyi etkilemiş durumda olanı HIV-2. HIV-1 iki ana gruba ayrılır. Birinci grup artık hemen her yerde görülür, oysa ikinci grup sadece Kamerun, Gabon ve Ekvador Ginesi’nde etkinlik gösterir. İlk grubun da (HIV-1) 10 alt grubu vardır ve HIV-1A, HIV-1B … diye adlandırılır. HIV-2’nin de böyle alt grupları vardır. Yapılan epidemiyolojik çalışmalar HIV-1’in yayılmaya başlamasının 1940’lara gittiğini gösteriyor. HIV-2’nin yayılması da aynı dönemlere denk geliyor.

Biyoloji türleri biribirlerinden ayırmak için oldukça etkili bir kıstas kullanır. İki canlı eğer birleşip döllenebiliyor ve bu birleşmeden yeni yavru ya da canlılar üreyebiliyorsa o iki canlı ne kadar farklı görünürlerse görünsünler aynı türdürler. Biribirleriyle birleşip üreyemeyenlerse, ne kadar benzerlik taşırlarsa taşısınlan ayrı türlerdir. Çünkü döllenme sırasında anneyle babanın genetik yapıları birleşir ve karışıp harmanlanır. Farklı türlerde bu harmanlanma olmaz.

Konu teknik olduğundan ayrıntıya girmeyeceğiz. Bugün HIV-1 ve HIV-2 kendi alt gruplarıyla birleşebilirlerken, biribirleriyle birleşemiyorlar. Ayrıca her iki HIV çeşidi ve bunların tek tek alt grupları üzerinde yapılan genetik çalışmalar, HIV-1 ve HIV-2’nin genetik yapılarının biribirlerinden çok farklı olduğunu gösteriyor. Bu iki türün alt gruplarıyla aralarındaki genetik farklılık ise az.

Sonuç olarak, yapılan çalışmalar, HIV-1 ve HIV-2’nin son elli 60-70 yılda aynı ortak atadan ortaya çıktıkarak evrimleştiklerini ve bugün artık 2 ayrı tür haline geldiklerini kesin biçimde kanıtlıyor. Virüs veya fare, balina ya da insan, sonuçta biyoloji açısından hepsi de canlıdır. Ne kadar küçük ve farklı olursa olsun HIV virüsu de canlıdır. Eğer virüs evrim geçirebiliyor ve bir türden iki ayrı tür ortaya çıkıyorsa, gayet açık ki, öteki canlılar da evrim geçirebilirler. Üstelik tek örnek virüsler de değil. Yüz yıl önce ilk kez Amerika kıtasına götürülüp ABD topraklarında doğaya salıverilen serçelerin yeni doğa koşullarında, sadece yüz yıl içinde nasıl değiştikleri görülmeye değerdir. Kuzeydeki soğuk bölgelere yerleşen serçeler kısa bacaklı hantal tipler olurken, güneyin sıcak bölgelerindekiler daha uzun bacaklı, zarif çeşitler olup çıktılar. Yine, hepimizin gözleri önünde değişip duran evcil hayvanlar, Kaniş’inden Kangal’ına adeta binlerce çeşidi bulunan apayrı köpekler, çok farklı renk ve biçimde güvercinler yapay da olsa canlıların farklı koşullar altında nasıl da hızla geliştiklerini gösteriyor. Küçücük süs köpeği kanişin atalarının o vahşi kurt olduğunu bugün kim söyleyebilir. Ama genetik kanıtlar bunun böyle olduğunu söylüyor.

ARA YAŞAM FORMLARI – GEÇİŞ FOSİLLERİ

Hem klasik yaratılışçıların hem de daha farklı söylemler kullanan akıllı yaratılışçıların bir diğer ısrarlı sorularından birisi de ara geçiş formlarıdır. Eğer bir tür başka bir türe evrildiyse, bu iki tür arasında bir geçiş olmalı dedikten sonra ısrarla bu geçiş formlarının kanıtlarının gösterilmesini istiyorlar. Ara geçiş formları nerede diye ısrarla soruyorlar.

Yüzbinler ya da milyonlarca yıl önce yaşadıktan sonra soyları tükenip yaşamdan çekilmiş canlıların  kanıtlarını bugün bulup göstermek zordur. Çünkü canlılar öldükten kısa zaman sonra doğa tarafından “yok edilirler”. Bu yüzden böyle canlıların yaşadıkları ancak fosil denilen günümüze dek ulaşabilmiş kemik kalıntılarıyla belirlenebilir. Vücudun diğer parçalarına göre biraz geç de olsa, yine de, diğer parçalar gibi bu kemik kalıntıları da kısa zamanda yok olurlar. Ancak çok uygun koşullar olursa söz konusu kalıntılar günümüze ulaşabilir.

Erişkin bir insan vücudu, uygun koşullarda, sıcak ve nemli bir ortamda üç hafta içinde tümüyle çürüyüp sadece kemiklerinden ibaret kalır. Kemiklerin çürüyüp yitmesi biraz daha zaman alır. Koşullar uygunsa, birkaç yıl sonra, geride kemiklerden de fazla şey kalmaz. Bu durum insan ya da başka herhangi bir canlı türü, bütün organik varlıklar için geçerlidir. Kuşkusuz, bu “yok oluş” sürecinin ayrıntıları ve süresi iklim koşullarına ve cesedin nerede saklanmış olduğuna göre değişir. Bu nedenle, milyonlarca yıl öncesinde yaşamış canlıların kalıntılarının günümüze dek ulaşması çok zordur. Ancak yine de, yer yer, buzullar, kayalar, derin tabakalar arasında sıkışıp kalmış ve bu yüzden de bozulup çürümeye uğramadan günümüze dek korunabilmış, ya da kısmen korunabilmiş bazı fosiller bulunabiliyor.

Ayrıca, geçiş aşamaları her zaman kısa sürerler. Bu durum toplumda da böyledir doğada da. Bir durumdan başka bir duruma geçiş kısa süre içinde gerçekleşir, sonra yine denge sağlanır. Dengenin yeniden bozulmasını gerektiren yeni bir durum ortaya çıkana kadar bu kararlı denge durumu fazla bozulmadan varlığını uzun süre sürdürür. Türlerin evriminde de aynı durum söz konusudur. Zaten az bulunan fosiller içinde ara yaşam ya da geçiş formlarının fosil kayıtlarını bulmak bu yüzden daha da zordur.

Buna rağmen, sözü edilen bu geçiş formlarının fosil kalıntıları hiç az olmayan sayıda bulunabilmiştir. Evrim karşıtları her ne kadar yok deseler de böyle pek çok fosil kanıtı var. En son ve en etkili olanı, geçtiğimiz nisan ayında Kanada’nın kuzeyindeki buzullar arasında bulundu. Canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren, balıkla dört ayaklı sürüngenler arasında yer alan, balık – sürüngen karışımı bir tür olan Tiktaalik roseae yapılan ölçümlere göre günümüzden 375 milyon yıl önce yaşamış. Fosilin ayrıntıları 6 nisan 2006 tarihli Nature dergisinde uzun uzun anlatılıyor.

Ama, Tiktaalik roseae ara geçiş fosillerinin ilk örneği değil. Buna benzer daha hiç de az olmayan sayıda ara fosil elde edildi. Bu ara geçiş formlarının bazılarını sıralayalım. Balıktan hem su hem karada yaşayan amfibyenlere geçişi gösteren ara formlar, Tiktaalik roseae, Osteolepis, Eusthenopteron, Panderichthys, Elginerpeton, Obruchevichthys, Hynerpeton, Tulerpeton, Acanthostega, Ichthyostega, Pederpes finneyae ve Eryops; amfibyenlerden ilk sürüngenlere geçiş aşamasını gösteren Proterogyrinus, Limnoscelis, Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus ve Paleothyris; dört ayaklı sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren, Protoclepsydrops, Clepsydrops, Dimetrodon ve Procynosuchus; iki ayaklı sürüngenlerden kuşlara geçildiğini gösteren Compsognathus, Protoavis, Pedopenna, Archeopteryx, Changchengornis, Confuciusornis ve Ichthyornis …  “Yürüyen balina” da denilen Ambulocetusu, ilk at türlerini, insan-maymun ortak atadan insana geçişi gösteren çok sayıda ara geçiş türlerinin fosillerini, Ardipithecus, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus’u ve daha diğer pek çok ara form fosillerini saymayı gereksiz görüyoruz.

Evrim karşıtları, kendilerine ne kadar ara form gösterilirse gösterilsin kabul etmiyorlar. Tüysüz kuşlar, tüylü, gagalı sürüngenler, dört ayaklı balıklar, insan maymun karışımı canlıların kalıntıları onlara göre kanıt değildir. “Onlar ara geçiş formu değil, öylece yaratılmış, farklı türlerdir” deyip çıkıyorlar. Aynı tavrı bugün Tiktaalik roseae için de gösteriyorlar, onu da ara form olarak kabul etmiyorlar.

KAMBRİYEN PATLAMASI

Bir diğer konu da kambriyen patlaması. Bütün fosil kayıtları, canlı türlerinin, çok uzun bir sessizlik döneminden sonra, kambriyen dönemi denilen ve jeolojik zaman açısından fazla uzun sayılmayan 542-488 milyon yıl öncesi arası dönemi kapsayan 60 milyon yıllık bir zaman diliminin, özellikle de günümüzden 542 ile 530 milyon yıl öncesine denk gelen dönemde, ani bir sıçrama ya da patlama yaparak çeşitlendiklerini; daha önceleri çok uzun süre boyunca dünyada tek hücreliler hakimken tam da bu sırada birden çok sayıda çok hücreli farklı türün ortaya çıktığını gösteriyor. Buradan yola çıkarak, evrim karşıtı yaratılışıçı ve akıllı tasarımcılar, eğer evrim doğruysa değişik canlı türleri Kambriyen döneminden önce de olmalıydı diyerek, kambriyen döneminin evrimi kuramını değil, canlıların tümünün bir kerede yaratıldıklarını anlatan yaratılışı doğruladığını dile getiriyorlar. Buradan da canlıların kambriyen dönemi denilen dönemde yaratılmış olduğunu ima ediyorlar. Ama kendi hazırladıkları tuzağa kendileri düşüyorlar. Evrimi yanlışlamak için kullandıkları kambriyen patlaması evrim kuramını değil asıl onların tezlerini çürütüyor. Çünkü yaşam, ima ettikleri gibi, kambriyen döneminde başlamış olsaydı o dönemden önce hiç bir canlının olmaması gerekirdi. Oysa kambriyen döneminin 3 milyar yıl öncesinde bile yaşamış, çok basit de olsa bazı canlı türlerinin fosil kanıtları bulunuyor. Yaşam daha oncesinde başlamış -ki kanıtlar bunu gösteriyor- ve onların iddia ettikleri gibi bütün canlılar bugünkü halleriyle ayrı ayrı ve bir anda yaratılmışlarsa kambriyen dönemi gibi bir dönemin olmaması gerekir. Dahası, canlıların ani patlama yaparak kısa süre içinde büyük çeşitlilik gösterdikleri böyle bir değil, üç ayrı dönem bulunuyor.

Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından bir yıl sonra, 1960’da İngiliz jeolog John Phillips, bulduğu fosil kayıtlarını inceleyerek, her biri ani yok oluş ve aşamalı tırmanışlarla izlenen üç doruk noktası belirlemişti. Phillips’in kendi isimlendirmesine göre bunlar, paleozoik (eski yaşam ya da balık çağı), mezozoik (orta yaşam ya da sürüngenler çağı) ve kaneokoik dönem (yeni yaşam ya da memeliler çağı) idi. Bugünkü modern jeoloji bilimi de, buna benzer üç önemli dönem tesbit ediyor. Bunlar, yaklaşık 500 milyon yıl öncesine denk gelen kambriyen dönemi, 400 ile 200 milyon yıl önce arası orta ve geç paleozik dönem ve türlerin daha önce hiç olmadığı ölçüde zengin bir çeşitlilik gösterdikleri yakın dönemdir.

Canlıların uzun süre bir bekleme ya da evrimsel değişiklikleri biriktirme evresinden sonra belli dönemlerde ani sıçramalar göstererek nasıl olup da adeta bir anda çeşitlendikleri sorusunun yanıtını evrim kuramını savunanlar değil, tam tersine buna karşı çıkanlar vermelidir. Eğer canlıları ilahi bir kudret yarattı ya da onların deyimiyle üstün bir zeka tasarladı ise, nasıl oldu da belli dönemlerde böyle sapmalara izin verdi ?

Sorunun yanıtı aslında açıktır. Doğanın her durumunda böyle ani sıçramalar olur. Değişiklikler düz bir çizgi izlemek yerine uzun bekleyiş ya da denge sonrası birden beliren ani sıçramalarla gerçekleşirler. Bu diyalektik yasa, fizikten kimyaya, biyoloji’den tarihe, insan toplumlarından epidemiyolojik salgınlara dek doğadaki her durumda kendini gösterir. Başta biyolojik yaşam olmak üzere doğadaki bütün gelişme ve değişmeler bu diyalektik yasalar doğrultusunda işlerler. Kambriyen patlaması, diyalektiğin bu yasasının canlıların evrimini de yönlendirdiğini gösteriyor.

Bu durum üstelik yeni bir şey değil. Canlıların evrimi açıklayan yalnızca Darwin’in evrim kuramı değildir. Darwin’in kuramının açıklamakta zorlandığı bazı yanları açıklamaya çalışan başka kuramlar da vardır. Bunlardan biri de, aslında tam da burada anlattığımız diyalektik yasayı ifade eden maya çalışan ABD’li bilim insanları Harvard’lı ünlü evrim savunucusu Prof. Stephen Jay Gould ile Niles Eldredgein 1972’de ortaya attıkları “Punctuated Equilibrium” (Kesintili Denge) kuramıdır. Bu kurama göre, canlıların evrimi düz lineer bir çizgi izlemez. Evrimsel değişikliklerin hiç ya da çok az olduğu uzun denge dönemleri vardır. Evrimdeki değişiklikler, bu uzun denge dönemlerini kesen ani sıçramalarla gerçekleşir, ve yine yeni bir denge durumu oluşur. Bu denge, yeni bir kesinti ya da sıçramaya dek sürer. Yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi, jeoloji ve paleontolojideki kanıtlar, biyolojik evrimde gerçekten de böyle uzun denge dönemleri ve bu dönemleri kesintiye uğratan ani sıçrayışlar olduğunu gösteriyor.

Dünyanın jeolojik evrimi ve fosil kayıtlarına bakıldığında canlıların kambriyen döneminde patlama yapmasının hiç de tesadüfi olmadığı gözlüyoruz.

Yapılan ölçümlere göre dünya günümüzden yaklaşık 4.6 milyar yıl (4 milyar 570 milyon yıl) önce oluştu. Süreç içinde soğuyarak zaman içinde yavaş yavaş bugünkü halini aldı. Başlarda uzun süre yaşam olmadı. İlk canlılar günümüzden 3.5 – 3.9 milyar yıl önceki bir dönemde ortaya çıktılar. İlk canlı türleri, tek hücreli çekirdeksiz prokaryotlar, muhtemelen de bakterilerdi. Bulunan en eski prokaryot fosili, bu anlamda da en yaşlı canlı 3.5 milyar yaşındadır. Tek hücreli canlı türleri hızla çeşitlense de yine de kambriyen dönemine dek dünyaya egemen olan bu tek hücrelilerdi.

Öte yandan jeolojik araştırmaların gösterdiğine göre, dünyadaki kara parçaları ile deniz ve okyanuslar bugünkü durumunda değillerdi. Yeryüzü tarihinde karalar uzun dönem bir arada, tek bir dev kıta olarak bulundular. Bu dev kıta bir kaç kere parçalandı ve kopan parçalar biribirinden uzaklaştı. Parçalar daha sonra başka biçimlerde yeniden birleşti ve daha başka kıtalar, ve dev bir tek kıta meydana geldi. Yer yüzünün bugünkü halini alması, yakın zamanlarda oluştu. Bu kıtaların kutuplara yakın bölgelerde bir araya geldiği dönemlerde çok uzun yıllar süren buzul çağları oluştu. Öyle ki, bu buzul dönemlerinden birinde buzullar ekvadorun 5 derece yakınına kadar yaklaştılar. Kısacası bütün yeryüzü çok uzun süre buzullarla kaplıydı. Dünya tarihinde böyle belli başlı dört ana buzul dönemi bulunuyor. Bu dönemlerden en uzunu olan kambriyen döneminin öncesine rastladı ve yaklaşık 1 milyar yıl sürdü. Kambriyen döneminin hemen öncesinde tek bir kıta halinde birleşmiş ve buzullarla kaplanmış olan karalar biribirlerinden ayrılıp değişik yanlara dağıldılar. Yeni kıta ve okyanuslar oluştu. Buzullar eridi. Bu dönemde çok büyük bir değişiklik daha oldu. Dünyada oksijen miktarı ve yoğunluğu arttı. Büyük olasılıkla, oksijen miktarı ve yoğunluğundaki artış ve uzun buzul dönemiminin sona erişi uzun zamandır birikmiş ve patlamak için fırsat kollayan evrimsel değişiklikleri tetikledi. Çok sayıda canlı türü, jeolojik açıdan bir an sayılabilecek 10-15 milyon gibi kısa bir zaman diliminde ortaya çıkıp hızla çeşitlendi. Benzer patlamalar daha sonra da oldu. O dönemlerin öncesinde de benzer koşullar vardı.

MÜKEMMELLİK

Yaratılışçı ve bugünkü akıllı tasarımcıların bugün aslında tek bir tezleri var. Bütün söylemleri bu temel teze dayanıyor. Bu tezlerine göre, canlılar, özellikle de insan akıl almaz bir mükemmellik ve olağanüstü bir karmaşık-kompleks yapı sergiler. Hücreden DNA’ya, savunma sisteminden beyne, atomun yapısından gözlere, doğadaki her yapıda, her yerde böyle olağanüstü bir ahenk, mükemmel bir işleyiş ve hiç bir biçimde, evrim dahil başka hiç bir güç tarafından oluşturulamayacak ölçüde karmaşık ama gelişkin bir düzen vardır. Böylesine karmaşık ama gelişkin bir yapı mutasyonlarla, evrimsel değişiklerle oluşturulamaz. Bu kadar mükemmel bir yapı ancak doğa üstü ilahi bir güç tarafından yaratılmış; şimdiki akıllı tasarımcılara göre de üstün bir zeka tarafından tasarımlanmış olmalıdır. Başka türlüsü mümkün değildir.

Bu temel noktayı somutlayan ana tezleri de akıllı tasarımcı teorisyenlerinden ABD’li biyokimyacı Michael Behe tarafından ortaya atılan ve adına “indirgenemez mükemmellik” ya da “indirgenemez karmaşıklık” denilen tezdir. Aslında bu tez Michael Behe tarafından değil, 250 yıl önce, 1750 yılında, Barbados’taki St. Lucy papazı Griffith Hughes tarafından, Barbados’un Doğal Tarihi adlı kitabında ortaya atıldı. Behe’nin yaptığı, bu eski tezi alıp yeni isim vererek piyasaya sürmek oldu. Bu teze göre, canlılardaki mükemmel düzen tam da olması gereken biçim ve ölçüdedir; ne bir fazla, ne bir eksiktir. Bu yapının bir parçası dahi eksik ya da bozuk olsa sözkonusu mükemmel yapı çalışamaz. Tezlerini kanıtlamak için en fazla verdiğikleri örnek gözler ve kamçılı bakteriler olduğu için biz de burada bu iki örnekten yola çıkalım.

Canlı doğası, özellikle de insan biyolojik yapısı ve süreçleri elbetteki gelişkin ve yetkindir. Bu yapı ve süreçlerde doğadaki sayısız etken ve koşul içiçe geçip biribirini etkilediğinden aynı zamanda, bir yerde olağanüstü denilebilecek ölçüde karmaşık ve komplekstir. Ama mükemmel midir? Hayır, değildir. Sadece olması gerektiği biçimdedir, o kadar. Gelişkin de olsa bir yapı ve sürecin işleyebilmesi için hiç de mükemmel olması gerekmez. Uzağa değil insana baktığımızda bunu rahatça görürüz.

Olağan üstü denilen gözler o kadar da mükemmel değillerdir. Mükemmel olmadıkları için bunca insan gözlükle dolaşıyor; bunca insan ölüyor; bunca insan ve yakını kanserden bir sürü kalıtsal hastalığa acı çekiyor. Bu yüzden, mükemmel denilen DNA’da hergün binlerce arıza, kodlama hatası oluşuyor.

Mükemmel denilen gözlerimizle, çiçekte biz yalnızca tek bir çeşit beyaz görürüz. Oysa örneğin arılar, ultraviyole ışınlarını da gördüklerinden bizden daha başka beyazlar da görürler. Bizim gördüklerimizi köpek ve kediler görebilmiş olsalardı muhtemelen, “dünya ne kadar da renkliymiş, ne güzellikler kaçırmışız” diye hayıflanırlardı. O kadar mükemmel olmasa bile, küçük boyuttaki bir göz de işini gayet iyi yapabilir. Farelerin gözleri, bedenlerinin boyutu göz önünde alındığında insanlarınkinden büyüktür. Örümceğin gözüyse fareyle kıyaslandığında hem çok basit, hem de çok küçük kalır. Ama, örümceğin gözü, düşmanının uzaklığını farenin gözünden otuz kat daha iyi tanımlar. Fare kadar ayrıntılı göremez ama uzaklığı ondan daha iyi tanımlar. Çünkü onun esas olarak bu uzaklığı hesap tanımlamasına ihtiyacı vardır. Karanlık mağara ve yer altındaki dehlizlerde yaşayan bir çok hayvanın gözleri görmez. Körelmiştir ama yine de gerektiği kadarıyla işini yapar. Bütün canlılar ışığa yönelirler. Tek hücrelilerde göz yapısı yoktur ama onları ışığa yönlendirecek, düşmanlarının saldırısını haber verecek sistemler geliştirilmiştir. Renk körü olan pek çok insan, görme işlevini çok rahat yerine getiriyor: Ehliyet alamama gibi bir durumu saymazsak, gözlerindeki bozukluk bir çok renk körünün hayatını etkilemez bile.

Kulaklarımızın durumu da böyledir. Bir çok hayvanın duyduğu sesleri bizler duyamayız. Ama bizden çok daha mükemmel kulak yapılarına sahip olan hayvanlar da yaşarlar bizler de yaşarız. O kadar da mükemmel göz ve kulaklara sahip olmadığımızın farkında bile değilizdir. Çok daha başka renkleri göremesek de, dünya ne kadar da renli ve güzel diye mutlu oluruz. Kısacası, akıllı tasarımcıların “indirgenemez karmaşıklık” tezinin aksine bizde ve birçok hayvandaki organlar o kadar mükemmel olmasalar da yine de bir sorun çıkarmadan, ya da önemli bir sorun çıkarmadan işlevlerini yerine getirirler. Evrim, en mükemmelini değil, elindeki malzemeye göre ancak yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmıştır, daha fazlasını değil. Bu da o canlının yaşamını sürdürmesine yetmiştir. Yetmediği yerde, zorunlu olarak evrim devreye girip ya daha gelişkin bir yapı ortaya çıkarmış, ya da o türü yok etmiştir.

Michael Behe’nin iddiasına göre, bakterinin kamçısı o kadar mükemmeldir ki, bu yapının tek bir noktası dahi eksik ya da bozuk olsa çalışamaz. Oysa durum hiç de öyle değildir. Bakterinin kamçısı çok sayıda farklı proteinden oluşan moleküler bir motordur. Kamçı, denizaltı pervanesi gibi, bakterinin hareketini sağlayan bir pervane görevi görür. Bakterilerde, kamçı proteinlerini kodlayan genler üzerinde yapılan oynamalar, bu yapıda bozukluk olduğunda bile, kamçının çalıştığını ama dönüşlerini iyi ayarlayamadığını gösteriyor. Yani yapıda bozukluk ya da eksiklik olduğunda, o yapı sorunlu da olsa yine de işliyor. Üstelik daha başka canlı türlerinde daha farklı kamçılar bulunur. O kamçılar hiç de bakterinin kamçısına benzemezler. Ama onlar da işlevlerini düzgün biçimde yerine getiriler, ve onlarda da bir bozukluk olduğunda yapı yarım da olsa yine de çalışır. Görülüyor ki, canlılarda “indirgenemez” bir “mükemmel yapı” değil, aksine indirgenebilir ve o kadar da mükemmel olmayan bir düzen ve işleyiş vardır. Akıllı tasarımcıların kendi örnekleri kendilerini vuruyor.

SONUÇ

Bugün bilimdeki bütün bulgular canlı türlerin evrilerek geliştiklerini, doğada sürekli bir değişim ve dönüşüm olduğunu, evrim olgusunu kanıtlıyor. Biyolojik bilimlerde ortaya çıkan gelişmeler, evrimin moleküler boyutlarını da gösterdiler. Yeni moleküler moleküler bulgular evrimi daha bir doğruladı, gücünü daha bir pekiştirdi. Bugün evrimin doğruluğunu gösteren binlerce örnek, somut bulgu vardır. Biz burada sadece sınırlı bir örnek vermekle yetindik. Evrensel Basım Yayın tarafından bir kaç ay sonra yayınlanacak olan, genetik profesörü Steve Jones’un “Neredeyse Balina Gibi” adlı kitabı, evrim kuramını doğrulayan yüzlerce örnek barındırıyor. Yakında çıkacak olan bu kitaptan evrim, işleyişi ve günümüzde kuramı doğrulayan bilimsel gelişmeler ayrıntılı incelenebilir.

Bugün eldeki mevcut bilgilere, bilimin elde ettiği devasa bilgi ve bulgu birikimine bakıldığında, esas olarak 100 – 150 yıl önce başlamış olan tartışmaların aslında çoktan kapanmış olması gerekirdi. Oysa durum hiç de öyle değil. Tartışma bugün daha şiddetlenmiş durumda. Bunun nedeni kesinlikle bilimdeki yeni kanıtlar değil. Tek nedeni var: Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal, politik ve ideolojik koşullar. ABD ve onun neo-muhafazakar iktidarının başını çektiği ve gözlerimizin önünde cereyan eden her alandaki pervasız gericilik ve saldırı.  Başka da nedeni yok.

Daha Güzel Bir Dünya Kurulması İçin Çaba

1- Dünyanın savaş sonrası hali o kadar onursuz, çürük ve berbat ki, onu yıkmak için sarf edilen her çaba kutsaldır.

Bu nedenle, toplumsal yaşamda adalet, özgürlük ve aydınlanma isteyen her şerefli insan, bu çürümüş, alçak ve tükenmiş dünyayı yıkmayı en önde gelen görevi olarak görmektedir.

2- Her namuslu dürüst insanın ikinci görevi ise, aydınlanmanın, ilerlemenin ve insanca yaşamanın egemen olduğu daha güzel bir dünyanın kurulması için çaba sarf etmektir. Bu onurlu ve kahraman mücadeleyi –ki korkunç tarihsel bir görevdir bu–, Sovyetler Birliği üstlendi. İlerlemenin merkezi, her anlamda üreten bir rüzgar ve toparlayıp şekil veren bir güç, yani insanların yeni ve daha güzel bir dünya için biricik umudu artık odur. Ve hepimiz ondan etkilenip etrafında toplanıyoruz.

3- Bu nedenle, kokuşmuş sistemde arayış içinde ya da burjuvazinin dünyasında haksızlıklarla karşı karşıya olan her insan yaşamını ve kurtuluşunu Sovyetler Birliği ile birlikte düşünmektedir.

Bu nedenle, oraya ilişkin öğrendiğimiz her şey, her başarı, bilimsel buluş, askeri zafer ve yaşam düzeyinin yükselişi bizi derinden etkilemekte ve mutlu etmektedir. Çünkü geleceğin dünyasının inşası devam etmekte ve dünya genelinde umut yükselmektedir.

4- Sovyetler Birliği’nin bu atılımları karşısında birçokları şaşırmakta ve inanmak istememektedirler. “Bu mucizeler nasıl oluyor?”, “Nedir Rusya’nιn sırrı?” diye soruyorlar. Soruyorlar, çünkü inançsızlar. Çünkü onlar bu inancı hiç yaşamadılar ve inancın büyük mucizevi gücünü bilmiyorlar.

Bir ulusta ya da bir insanda inanç egemen olunca, esneyip uyumaya başlayan yaşam silkinerek ayağa kalkar ve tüm gücünü toparlar. Mucize, işte bu an önüne geçilemez olan sabırsızlığın ve isteğin, yaşamın ihtiyaçları karşısında verdiği direktifler olarak ortaya çıkar. İnançsız, tıka basa yemezse acıkır. İnançsız, kışın kalın ve yünlü giymemişse üşür. İnançsız, kendinden daha güçlü düşmanı önünde görünce korkar ve kaçar. İnançlı olan acıkmaz, üşümez ve kaçmaz. Kendinden emindir.

Birileri kendi içinde ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın, küçük mantıklı mutlaklıkları aşarak, bugün günümüzün gerçeği denen ve daha dün çağlayarak akan sellerin doruğuna çıkıyor. Sovyetler Birliği’nin sırrı budur işte.

5- Kararlılık içinde çağlayarak akmak, Rusya’nın bugünkü ritmidir. Stahanov, bu inşa ruhunun sadece bir alanında bütünleştiği bir kişiliktir. Bu ruh, bugünkü dünyanın yıkıldığını –Tarihsel bir kaçınılmazlık diyelim– ve insanın daha iyi yaşayacak bir ortamdan mağdur kalmaması gerektiğini, kalamayacağını hissetmektedir. Manevi olarak geniş, maddi ve zihinsel üretimi adaletlice paylaşan ve yüksek bir umudu içinde taşıyan bir toplum kurmanın sevinç ve inancı,, ruhu büyüyen insanın içinin içine sığmamasını sağlar.

Bu nedenle, Rusya’nın sorumlu önderleri, bu kadar aceleyle ve büyük bir çalışkanlık örneğiyle, kitleleri aydınlatma savaşı vermektedirler. Çünkü kurtuluşun yalnızca halkın aydınlanmasına bağlı olduğunu biliyorlar. Her fabrikada, kışlada, hastanede, gemide, okulda, köyde sönmeyen bir ateş, bir kuruluş, eğitim yuvası, kitaplardan, dergiler ve gazetelerden oluşan kızıl bir köşe, sık sık gidilen bir sinema, orkestra ve tiyatro bulunuyor. Dinlenme zamanlarında oralarda toplanıp okuyor tüm yoldaşlar. Bir yoldaş okuyup anlatıyor ya da tartışıyorlar, işçi ve köylülerin kendilerinin yazıp kendilerinin oynadığı tiyatro oyunlarını seyrediyorlar veya konserlere gidiyorlar. Veya okuma yazması olmayanlar okumayı öğreniyor. Politik toplumsal ve sanatsal eğitim evleri var. Kadınlar, erkekler orada haklarının ve yükümlülüklerinin ne olduğunu öğreniyorlar. Körler bile, kitlelerin yenilmez  patlayıcı gücünün saçtığı ışığı seziyor. İstesen de, istemesen de, bu güç patladığında, senin evini de, komşunun evini de aydınlatıyor. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde seni en çok etkileyen ve umutlandıran nedir diye sorsalardı, hiç düşünmeden: önderlerin kitleleri aydınlatmak için verdikleri kutsal ve kararlı çaba derdim. Aydınlanma. Aydınlanma. Sovyetler Birliği’nin en büyük silahı budur işte. Pastör Karl fogkl Sovyetler Birliği’ne yaptığı yolculuktan döndüğünde, gördüklerini haklı olarak şöyle ifade etmişti: Sovyetler Birliği’nde gördüklerim ve yaşadıklarım, benim için, yitik olan insanlara yeniden güven duymamı sağladı.

Dalgalanan Piyasalar Değil Programdır

Bugünlerde yaşanan ekonomik dalganın köklerini,öncesi bir yana Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 1998’de başlatılan Yakın İzleme Anlaşması sonrası Türkiye ekonomisinin gelişim dinamiklerinde aramak gerekir.

IMF’nin iktisadi tarihimizde oldukça uzun geçmişe dayalı bir yeri olmasına karşın, iktisat politikası içindeki konumu özellikle 1998 Yakın İzleme Anlaşması’ndan bu yana daha da belirginleşmiştir. IMF, 1997 Asya Krizi’nden çıkardığı derslere de dayanarak, Türkiye ekonomisi üzerindeki denetimini bu tarihten sonra daha da derinleştirmek ve bunu daha kurumsal bir niteliğe kavuşturma ihtiyacı duymuştur. Benzer şekilde yerli burjuvazi de, 1989 sonrasında, Türkiye’nin içinde bulunduğu dışa açık makroekonomik yapının rastgele (yaygın medyatik söylemi ile ‘popülist’) politikalar içinde biçimlendirilmesinden rahatsızlık duymuş ve uluslararası yeni işbölümünde Türkiye’nin ‘yeni yükselen piyasalar’ arasında yer almasını garantiye alacak dönüşümlerin bir an önce sonuçlandırılmasını açıkça (ve acilen) arzular hale gelmiştir.

26 Haziran 1998 tarihinde IMF ile bir buçuk yıllık bir Yakın İzleme Anlaşması imzaladığını açıkladı. Yakın İzleme Anlaşması bir buçuk yıl sonra bittiğinde, 2000 yılından başlayarak IMF ve DB kaynakları ile desteklenecek orta vadeli bir Enflasyonla Mücadele Programı ile ilişki devam edecekti. Temmuz 1998 tarihinde uygulamaya başlanan Yakın İzleme Anlaşması, Eylül, Aralık 1998 ve Aralık 1999 tarihleri itibariyle, malî, parasal ve enflasyona yönelik hedefler belirlemekte idi. Enflasyon 1999 Aralık sonunda yüzde 20 düzeyine inecek ve faiz dışı fazla 1998 ve 1999 yıllarında GSMH’nin yüzde 4’ü olarak gerçekleştirilecekti. Yakın İzleme Anlaşmalarının standart taleplerinin yanı sıra, anlaşmaya ek olarak hazırlanan Ekonomik Politikalar Bildirgesinde beş alanda (bankacılık, sosyal güvenlik, tahkim, özelleştirme ve tarımsal destekleme alanlarında) 55. hükûmetin taahhüt ettiği siyasî nitelikler taşıyan kararlar yer alıyordu.

Ekonomik Politikalar Bildirgesinde yer alan kararlara göre hükûmet, bankacılık ve sosyal güvenlik alanlarında yapısal değişiklikler getiren yeni yasal düzenlemeler yapacak, tahkim ile ilgili Anayasal değişiklikler gerçekleştirecek, özelleştirmede POAŞ, THY, ERDEMİR hisselerini satacak, TEDAŞ dağıtım işletmelerinin işletme haklarını devredecek, TELEKOM’da yüzde 49 hissesini satacaktı. Hükûmet idarî kararlar ile 1999 sonuna kadar mevcut tarımsal destekleme araçlarının tümünü yürürlükten kaldıracaktı.

1999 erken genel seçimi sonrasında Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyon hükûmeti programında, IMF ile sürdürülen Yakın İzleme Anlaşmasına ve anlaşmanın sona ermesiyle yürürlüğe girecek IMF ve DB’nin malî kaynaklarıyla destekleyeceği orta vadeli Enflasyonla Mücadele Programına aynen devam edileceği kaydedildi.

22 Aralık 1999’da IMF İcra Direktörleri Kurulunca onaylanarak uygulamaya giren 2000-2002 Programı, istikrar ve yapısal reformlar olmak üzere iki kısımdan oluştu. Ancak bu iki yapı arasında uygulama sürecinde yüksek derecede bağımlılık gözlendi.

Programın işleyişi üç temel unsura dayandı: “Programın başlangıcında kamu sektörü birincil fazlasının mümkün olduğunca yüksek tutulması, yapısal reformlar ve tutarlı gelir politikaları ile desteklenmiş sıkı döviz kuru taahhütleri.”

1997 Kasım ayında başlatılan bir süreç iki yıl sonra orta vadeli bir istikrar ve yapısal reform programına dönüştü. Programın 2000 uygulaması 2000 Kasım/2001 Şubat krizlerine yol açtı. Program, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP)  çerçevesinde yenilenen stand-by anlaşması ile ve araya giren 2002 Kasım erken genel seçimlerine  karşın kesintiye uğratılmadan Şubat 2005’e kadar uzatıldı ve sürdürüldü. 2005 Mayıs ayından başlayarak AKP Hükûmetince yeniden üç yıllık bir anlaşmanın imzalanması ile 2008 Mayıs ayına kadar uzayan, Yakın İzleme Anlaşmasının imzalanmasından itibaren 10 yıla ulaşacak IMF denetiminde kesintisiz bir dönem yaşanmış olacaktır.

Türkiye Yakın İzleme Anlaşması ile başlayan süreçte, kesintisiz yaklaşık sekiz yıldır IMF’in denetim ve gözetiminde istikrar ve yapısal reform programını sürdürmektedir. İki yıl daha bu program içinde kalacaktır. Sonuç olarak 10 yıllık bir uzun dönemli program yaşanmaktadır.

Uygulanmakta olan IMF Programını önceki koalisyon hükûmetinden devir almış, hiçbir değişikliğe uğratmadan izlemeye devam etmiş ve yeni bir üç yıllık dönemle uzatmıştır. Türkiye 2001 yılında AB için hazırladığı AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’nda uygulanmakta olan IMF programının iktisat politikası tercihlerinin aynen sürdürüleceğini taahhüt etmektedir.

Enflasyonla Mücadele Programı’nın uygulama sonuçları, 2005 sonu itibariyle, “öncelikle önem verilen kamu borcunun azaltılması ve kamu finansmanının sürdürülebilirliğinin sağlanması” konusunda, program öncesi dönemden farklı bir noktada olmadığımızı göstermektedir. Bunca uzun süreli ve yüksek oranlı faiz dışı fazla gerçekleşmesine ve hedeflenenin üzerinde özelleştirme geliri elde edilmesine karşılık, 2005 sonunda gelinen noktada iç borç faiz ödemeleri bütçe harcamalarının yaklaşık yüzde 32’si dolayındadır. İç borç faiz harcamaları yıllık vergi gelirleri toplamının yaklaşık yüzde 43’ünü tek başına alıp götürmektedir.

Ayrıntıya girmeden belirtmek gerekirse sekiz yılın sonunda bütçede hâlâ temel harcama kalemi iç borç faiz harcamalarıdır ve bu harcamayı yapabilmek için bütçeler son sekiz yıldır temel kamu hizmetlerine harcamaları ve yatırımları sürekli azaltmaktadır.

Türkiye’nin borç faiz ödemeleri için GSMH’den ayırdığı pay ile yurt içi tasarruflarının payı birbirine çok yakın bir düzeyde seyretmeye devam etmektedir. Diğer bir ifadeyle, toplam yurt içi tasarruflar kadar bir meblağ faiz ödemelerine gitmektedir. Öte yandan yatırımların finansmanı için tümüyle yabancı sermayeden ve dış borçlanmadan medet umulmaktadır. Özel kesimin yatırım payı dönemler itibariyle düşmeye devam ederken, kamunun yatırım payı yüzde 3.5 düzeyine kadar geriletilmiştir. Geçen sekiz yıllık dönem içinde bu programın iktisat politikası tercihleri konusunda TBMM’nde temsil edilebilen siyasî partilerden hiçbiri farklı bir tavır  göstermemiştir.

ENFLASYON HEDEFLMESİ VE MERKEZ BANKASININ BAĞIMSIZLIĞI

1998 sonrasındaki istikrar politikası uygulamasına atfedilen en büyük başarı, enflasyon hızının orta dönemde tek haneli rakamlara düşürülebilmiş olmasıdır. GSMH deflatörü ile ölçülelen enflasyon hızı 1999’da yüzde 55.8 iken, 2000’de yüzde 50.9’a gerilemiş, 2000-2001 bunalımında yüksek düzeyini korumuştur (2000 ve 2001’deki değerler sırasıyle yüzde 55.3 ve yüzde 44.4’tür). 2003’ten sonra enflasyon hızı ciddî ölçüde gerilemiştir (2003’te yüzde 22.5, 2004’ye yüzde 9.5, 2005’te yüzde 7.7). 2001’den bu yana ısrarla uygulanan daraltıcı para ve maliye politikaları yanında, 2003 sonrasında TL’nin yabancı paralar karşısında reel olarak değerlenmesi ve önemli ölçülerdeki dış kaynak girişleri bu sonucu doğuran başlıca faktörler arasındadır. Enflasyon hızının tek haneli rakamlara indirilmesi, iktisat politikası yapıcılarına 2006’da yüzde 5.0’lik bir yıllık enflasyon hedefi saptamak ve bu hedefi daha sonraki yıllarda yüzde 3-4 çevresine düşürmek için cesaret vermiş, ancak Mayıs 2006’da döviz ve para piyasalarındaki çalkantı, bu hedeflerin gerçekçiliğini sorgulanır hale getirmiştir.

Kronik yüksek enflasyonun giderek iktisadî gündemdeki yerini yitirmekte olduğu bugünlerde kamuoyunda yeterince tartışılmayan bazı hususları sorgulamak gerekmektedir: (i) neoliberal anlayışın benimsediği yüzde 3-4 çevresindeki düşük enflasyon gerçekten optimal bir hedef midir? Bu hedef hangi toplum kesimlerinin çıkarını kollamaktadır? (ii) Antienflasyonist istikrar politikaları ile enflasyon hedeflemesi (EH) arasındaki ilişki nedir? (iii) EH tercihi ile Merkez Bankasının bağımsızlığı arasında bir bağlantı var mıdır?

Bildiğimiz kadariyle, yıllık 3-4’lük enflasyon hedefinin Türkiye için optimal olup olmadığı konusunda analitik bir inceleme yoktur. Öte yandan, Pollin ve Zhu’nun ( 2005) 1961-2000 aralığında ve 80 ülke verilerini içeren bir uluslararası örnek üzerindeki ekonometrik sınamaları, gelişmekte olan ülkeler için yüzde 8-12 aralığındaki mutedil enflasyon ile gerçekleşen büyüme hızı arasında pozitif yönlü bir korelasyonun varlığına işaret etmektedir.  Yüzde 15-20 aralığı üzerindeki yüksek enflasyonun da, yüzde 3-5 aralığındaki düşük enflasyonun da büyüme (ve dolayısiyle istihdam) üzerindeki etkileri olumsuzdur.

Oran ne kadar düşük olursa olsun, finansal varlıkların reel değerini aşındıran bir süreç olarak enflasyon her şeyden önce finans sermayesinin baş düşmanıdır. Dolayısiyle Türkiye’de düşük (hatta sıfıra yakın) enflasyon, bu kesimin tutku ile savunduğu bir amaçtır. Toplumun diğer kesimleri (örneğin sanayi sermayesi ve emekçiler) için sınaî kârlılığı koruyan ve istihdamın artmasına yardımcı olan mutedil bir enflasyon oranı, sıfıra yakın enflasyon oranlarına yeğlenebilir. Bu konudaki politika tercihinin sayısal veriler ışığında ve Türkiye’nin özgün koşulları hesaba katılarak belirlenebilmesi yerinde olur.

Bir para politikası yaklaşımı olarak EH, şu öncüllerden hareket eder: sermaye hareketlerinin tümüyle serbestleştirildiği ortamlarda merkez bankalarının aktif para politikası uygulama imkânı kalmamıştır; çünkü böyle bir ortamda genişletici para politikası aracılığı ile faiz hadlerini düşürmeye çalışmak, ülkeden sermaye çıkışlarını harekete geçirerek bu politikayı işlemez duruma getirecektir. Benzer olarak, döviz kurunu yükseltip net ihracat artışı sağlamak ve ekonomiyi bu yolla genişletme çabası da yine uluslararası sermaye hareketleri ile etkisizleştirilecektir. Dolayısiyle merkez bankaları fiyat istikrarı dışında herhangi bir amaç değişkenine yönelmemeli; enflasyon öngörülerini piyasa aktörleri ile paylaşmalı ve bu öngörülere bağlı kalmalıdır. ‘Güven verici’ merkez bankacılığı ancak böyle mümkün olabilecektir. Hâlen Türkiye’de başta Merkez Bankası olmak üzere, tüm para politikası sorumlularının bu görüşleri ve bunların paralelinde EH’yi savunduğunu söylemek abartma sayılmaz.

Son onbeş yılda Yeni Zelanda örneğini izleyerek EH’yi seçen çeşitli ülkelerle ilgili değerlendirmeler henüz yeterli bir çokluğa ve muhkem sonuçlara ulaşmamış olmakla birlikte, sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliği ve esnek kur rejimi altında EH’nin öncelikle finans sermayesinin ihtiyaçlarına cevap verdiği ve yukarıda söz konusu olan ‘güven’ ile her şeyden önce uluslararası finans çevrelerinin ‘güveninin’ kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Böylece toplum ve ekonominin kesimlerinin ihtiyaçları ikinci plâna itilebilmekte ve seçilen enflasyon hedefi altında merkez bankaları aşırı daraltıcı politikalar izlemek zorunda bırakılmaktadır. Oysa, antienflasyonist bir para politikasının mutlaka EH’ye bağla kalması bir zorunluluk değil, çeşitli politika seçeneklerinden sadece biridir. Finans sermayesinin dokunulmaz saydığı sermaye hareketleri serbestliğine toplum yararı için bazı kısıtlar konulabildiğinde, EH’nin dayandığı argümanlar ve dolayısiyle EH’nin vazgeçilmezliği iddiası geçerliğini yitirecektir.

Merkez bankasının bağımsızlığı ile EH tercihi arasında birebir karşılıklılık da söz konusu değildir. Merkez bankasının para politikası araçlarını kullanmaktaki ‘operasyonel’ bağımsızlığı günümüzde genel kabul gören bir olgudur. Merkez bankası operasyonel olarak bağımsız kalmakla birlikte enflasyon dışındaki değişkenleri de hedefleri arasına katabilir ve bu hedefleri gerçekleştirebilmek için sermaye hareketleri ve döviz kuru üzerinde gerekli gördükleri müdahalelerde bulunabilir. Üzüntüyle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de merkez bankacılığı ilkelerin ve sağduyu önünde sınanması gereken çeşitli önermelerin tartışıldığı bir alan olmaktan çıkmış; dogmalar ve kişiler etrafında dönen bir tartışma alanına dönüşmüştür.

BÜYÜME BAŞARILI MI?

Uygulanan program tarımdan milyonları söküp attı. Tarımdan ayrılan işgücünün “istikrarlı büyüme”, “sanayileşme” ve “yapısal dönüşüm” altında sanayi sektörü tarafından istihdam edilip edilmediği gözlemlenince ortaya sorgulanması gereken bir sonuç çıkıyor. Tarımdan ayrılan işgücünün sanayi sektöründen çok hizmetler sektörüne kaydığını DİE verileri ortaya koyuyor. 2004-2005 döneminde tarımdaki istihdamda 814 bin kişi azalmaya karşılık sanayi istihdamı 318 bin kişi, hizmetler sektörü istihdamı ise 869 bin kişilik bir artış göstermiştir.

2002-2005 dönemi için tarım sektörünü terk eden toplam 1,028 bin kişiye karşılık sanayi sektörü istihdamı ancak toplam 385 bin kişi artmış, dahası, örneğin 2003 yılındaki yüzde 5.9’luk büyümeye rağmen sanayi sektörü istihdamı bu yılda 93 bin kişi azalmıştır. 2002-2005 döneminde hizmetler sektöründeki istihdam artışı ise toplam 1,283 bin kişi olarak kaydedilmektedir. Türkiye’de son dönemde yaşanan “dönüşüm”, ithalata bağımlılığı hızla derinleşen, artan ihracat baskısı altında maliyetleri bastırma politikaları izlemek durumunda kalan sanayi sektörünün sağlıklı büyüyen bir ekonomide görülmesi beklenen/gerekli istihdam artışlarını sağlayamamış olmasıdır.

Dikkat çekici bir başka nokta, 2004-2005 döneminde 15+ yaş nüfusundaki 981 bin kişilik artışın ancak 404 bin’inin işgücüne katılması, bu 404 bin kişinin de 374 bin’ine istihdam yaratılabilmesidir. 2000-2005 döneminde sanayinin istihdam payı yüzde 17.6’dan yüzde 19.3’e, sadece 1.7 puanlık bir artış gösterirken, hizmetler sektörünün istihdam payı ise yüzde 46.0’dan yüzde 50.8’e çıkmıştır. “İhracata dayalı sanayileşme” stratejisi altında Türkiye ekonomisi sanayi sektöründe son dönem üretim artışlarına paralel bir istihdam artışı yaratabilmiş değildir.

TÜİK verileri 2001 krizi döneminde sanayi sektörünün üretim açısından hızlı bir gelişme içinde olmasına karşın, istihdam yaratamadığını ortaya koymaktadır. 2002, 2003, 2004 ve 2005 yılları için sırasıyla yüzde 11.0, yüzde 9.3, yüzde 10.4 ve yüzde 4.8 oranlarında gerçekleşen yılık üretim artışları ilk üç yıl için sırası ile ancak yüzde 0.5, yüzde 1.9 ve yüzde 1.9 oranlarında istihdam artışı yaratabilmiştir. 2005 yılı için toplam sanayi sektöründe istihdam yüzde 0.4 oranında azalmıştır.

DALGALANMADAN ÖNCEKİ SERMAYE HAREKETLERİ

2005 yılında Türkiye ekonomisine dış kaynak girişi yüksek oranlı bir artış göstermiş ve ödemeler dengesinin yapısında önemli değişikliklere neden olmuştur.

Önceki yıllarla ve özellikle 2004 ile karşılaştırıldığında, 2005’te sermaye hareketlerinin ana öğelerinde ve yabancı kökenli sermaye girişlerinin bileşiminde şu değişiklikler gözleniyor:

·     Son iki yılda yabancı sermayenin cari işlem açığı (başka bir ifadeyle ekonominin büyümeden kaynaklanan dış kaynak gereksinimi) için tahsis edilen oranı yüzde 67’den yüzde 57’ye düşmüştür. Aradaki farkın büyük bir bölümü rezerv birikimindeki dramatik yükselişe bağlıdır. Merkez Bankası’nın aksi doğrultudaki resmi söylemine rağmen, döviz kurlarının daha da fazla düşmesi böylece önlenmiştir.

·     2003’ten bu yana gözlenen büyük boyutlu kayıt dışı net sermaye girişleri (pozitif değerli net hata/noksan kalemi) 2005’te de biraz azalarak süregelmiştir. 1984-2000 döneminde birikimli değeri negatif olan kayıt dışı sermaye hareketlerinin, tekrar ‘net çıkışa’ dönüşme olasılığı gündemdedir ve bu durumun ekonominin dış dengelerine önemli bir istikrarsızlık öğesi getirebileceği dikkate alınmalıdır. Öte yandan hata/noksan kalemindeki ılımlı aşınma, yerleşik kökenli sermaye çıkışlarındaki büyük boyutlu (-9.2’den -1.5 milyar dolara) düşme nedeniyle fazlasıyla telafi edilmiştir. Bu olgunun ardında, yurt dışına açılan ticarî kredilerin net geri ödemeye (eksiden, pozitif değerlere dönüşmesi) ve bankaların dış dünyadaki döviz varlıklarındaki artışın yavaşlaması vardır.

·     2002-2004 yıllarında Türkiye’ye giren yabancı kökenli sermayenin ortalama yüzde 82’si dış borç yaratan öğelerden oluşmaktaydı. 2005’te bu oranın yüzde 62’ye düşmesi, dış açığın finansmanında niteliksel bir düzelmenin gerçekleşmesi olarak yorumlanmıştır. Bu değerlendirmeyi mercek altına almak gerekmektedir. Bir kere, toplam içindeki oranının düşmüş olmasıyla birlikte, dış borç yaratan sermaye girişlerinin 2004’te 19.1 milyar dolar iken 5.8 milyar dolarlık bir artışla 2005’te 25 milyar dolar eşiğine ulaşmış olması çok ciddî bir tehlike işareti olarak görülmelidir. Bu rakam, geri ödemeler ve yeni borçlanmalar toplamından oluşan ‘net’ bir büyüklüktür ve dolayısıyla, dış borç stokunu oluşturan yabancı paraların 2004 sonu pariteleriyle hesaplandığında 2005 sonunda dış borçların 25 milyar dolar artmış olması sonucunu doğurmalıdır. Bu tarihler arasında  avro, dolar karşısında yüzde 13,3 oranında değer yitirdiği için,  avro cinsinden borçlardaki artışların bir bölümü dolarlı toplamlarda izlenememektedir. Nitekim, 2004 sonunda 161.9 milyar dolarlık dış borç stokunun avro’lu bölümünü, 2005 sonu pariteleri üzerinden hesapladığımızda  toplam borçlar 151.2 milyar dolara inmektedir. Dış borç stoku, 2005 sonunda 170.1 milyar dolara yükseldiğine göre, dış borç artışı 18.9 milyar dolarla sınırlı kalmaktadır. Oysa 2005 ödemeler dengesi verilerine göre beklenen dış borç artışı Tablo V.1’de 24.9 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Buna göre, dış borç stokuna katılmamış görünen 6 milyar dolarlık bir belirsizlik söz konusudur. Hesaplanma sorunları bir yana, Türkiye’nin dış borçları fünyesi ateşlenmiş bir dinamit fitili gibidir ve önümüzdeki yıllarda potansiyel bir kriz öğesi olarak görülmelidir .

·     Öte yandan ‘borç yaratmayan’ sermaye hareketlerinde gözlenen artışın, 4.2 milyar dolarlık bölümü hisse senetlerine dönük sıcak para yatırımlarından oluşmaktadır ve bu öğenin ödemeler dengesi finansmanına istikrar getirmesi söz konusu olamaz. 6.8 milyar dolarlık bir artışla 9.7 milyar dolara ulaşan doğrudan yabancı yatırımların (DYY’nin) ise, göreli olarak istikrarlı bir dış kaynak öğesi olduğu açıktır. Ancak, bu özellik, sözü geçen sermaye hareketinin etkileri üzerinde eleştirel bir değerlendirme yapılmasına engel olmamalıdır. Adındaki “yatırım” sözcüğüne rağmen, DYY’nin büyük bölümü, ekonominin sabit sermaye stokunun genişlemesi anlamında “yatırım” değildir; “edinimler ve birleşmeler” kalemi altında sınıflanan ve ulusal mülkiyetin yabancılara aktarılması anlamına gelen bir el değiştirmeden ibarettir. Gayrimenkul (bina, arsa, arazi) satışları (Anayasa Mahkemesi’nin geçici durdurma kararına rağmen) 1.8 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’yi yöneten siyasî kadroların ve burjuvazinin kendi kontrollarındaki mal ve varlıkları yönetme beceri, niyet ve güçlerinin zaafa uğradığı anlamına gelen özelleştirmeler ve banka/şirket satışları, giderek artan boyutlarda ticarete konu olmayan (dolayısıyla döviz kazancı sağlamayacak) sektörlerde yoğunlaşmaktadır.

Gelecek yıllarda döviz kazandırmayan dolaysız yatırımların kâr transferlerinin ödemeler dengesi üzerinde ciddî baskılar oluşturabileceği vurgulanmalıdır. Nitekim 2005’te kâr transferleri, 1.1 milyar dolara ulaşmıştır. 2001’e kadar gerçekleşen DYY girişleri hiçbir yıl bu düzeyin üstüne çıkmamıştı. Latin Amerika’da gözlendiği gibi, yıllık kâr transferlerinin DYY girişlerini aşabileceği koşullar Türkiye’de de hızla gündeme gelebilecektir.

2004-2005 arasında DYY girişlerindeki 6.8 milyar dolarlık artış, yabancı kökenli sermaye hareketleri içinde sıcak para payını yüzde 51’den yüzde 40’a indirmiştir. Ancak, son iki yılda yerli ve kayıt dışı öğeleri de içeren sıcak para hareketlerinin net dengesinin sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payına bakıldığında bu durum değişmektedir: Sıcak para hareketlerinin net bilançosu 2004-2005 arasında 6.9 milyar dolardan 16.7 milyar dolara çıkmakta ve sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payı yüzde 42’den sadece yüzde 41’e gerilemektedir.

Sıcak para girişlerindeki süregelen artış Türkiye ekonomisi içindeki sıcak para stokunun da çarpıcı boyutlara ulaşması sonucunu doğurmuştur. Türkiye ekonomisinin büyüme/gelişme dinamikleri, artık, artan ölçülerde dış kaynak hareketlerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ekonomisinin kaderi, böylece, uluslararası sermaye hareketlerini belirleyen ortamdaki eğilim ve dalgalanmalara sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bugün piyabsalarda yaşananlar bu durumun göstergisidir.

2005 yılında Türkiye ekonomisine dış kaynak girişi yüksek oranlı bir artış göstermiş ve ödemeler dengesinin yapısında önemli değişikliklere neden olmuştur.

Önceki yıllarla ve özellikle 2004 ile karşılaştırıldığında, 2005’te sermaye hareketlerinin ana öğelerinde ve yabancı kökenli sermaye girişlerinin bileşiminde şu değişiklikler gözleniyor:

·     Son iki yılda yabancı sermayenin cari işlem açığı (başka bir ifadeyle ekonominin büyümeden kaynaklanan dış kaynak gereksinimi) için tahsis edilen oranı yüzde 67’den yüzde 57’ye düşmüştür. Aradaki farkın büyük bir bölümü rezerv birikimindeki dramatik yükselişe bağlıdır. Merkez Bankası’nın aksi doğrultudaki resmi söylemine rağmen, döviz kurlarının daha da fazla düşmesi böylece önlenmiştir.

·     2003’ten bu yana gözlenen büyük boyutlu kayıt dışı net sermaye girişleri (pozitif değerli net hata/noksan kalemi) 2005’te de biraz azalarak süregelmiştir. 1984-2000 döneminde birikimli değeri negatif olan kayıt dışı sermaye hareketlerinin, tekrar ‘net çıkışa’ dönüşme olasılığı gündemdedir ve bu durumun ekonominin dış dengelerine önemli bir istikrarsızlık öğesi getirebileceği dikkate alınmalıdır. Öte yandan hata/noksan kalemindeki ılımlı aşınma, yerleşik kökenli sermaye çıkışlarındaki büyük boyutlu (-9.2’den -1.5 milyar dolara) düşme nedeniyle fazlasıyla telafi edilmiştir. Bu olgunun ardında, yurt dışına açılan ticarî kredilerin net geri ödemeye (eksiden, pozitif değerlere dönüşmesi) ve bankaların dış dünyadaki döviz varlıklarındaki artışın yavaşlaması vardır.

·     2002-2004 yıllarında Türkiye’ye giren yabancı kökenli sermayenin ortalama yüzde 82’si dış borç yaratan öğelerden oluşmaktaydı. 2005’te bu oranın yüzde 62’ye düşmesi, dış açığın finansmanında niteliksel bir düzelmenin gerçekleşmesi olarak yorumlanmıştır. Bu değerlendirmeyi mercek altına almak gerekmektedir. Bir kere, toplam içindeki oranının düşmüş olmasıyla birlikte, dış borç yaratan sermaye girişlerinin 2004’te 19.1 milyar dolar iken 5.8 milyar dolarlık bir artışla 2005’te 25 milyar dolar eşiğine ulaşmış olması çok ciddî bir tehlike işareti olarak görülmelidir. Bu rakam, geri ödemeler ve yeni borçlanmalar toplamından oluşan ‘net’ bir büyüklüktür ve dolayısıyla, dış borç stokunu oluşturan yabancı paraların 2004 sonu pariteleriyle hesaplandığında 2005 sonunda dış borçların 25 milyar dolar artmış olması sonucunu doğurmalıdır. Bu tarihler arasında  avro, dolar karşısında yüzde 13,3 oranında değer yitirdiği için,  avro cinsinden borçlardaki artışların bir bölümü dolarlı toplamlarda izlenememektedir. Nitekim, 2004 sonunda 161.9 milyar dolarlık dış borç stokunun avro’lu bölümünü, 2005 sonu pariteleri üzerinden hesapladığımızda  toplam borçlar 151.2 milyar dolara inmektedir. Dış borç stoku, 2005 sonunda 170.1 milyar dolara yükseldiğine göre, dış borç artışı 18.9 milyar dolarla sınırlı kalmaktadır. Oysa 2005 ödemeler dengesi verilerine göre beklenen dış borç artışı Tablo V.1’de 24.9 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Buna göre, dış borç stokuna katılmamış görünen 6 milyar dolarlık bir belirsizlik söz konusudur. Hesaplanma sorunları bir yana, Türkiye’nin dış borçları fünyesi ateşlenmiş bir dinamit fitili gibidir ve önümüzdeki yıllarda potansiyel bir kriz öğesi olarak görülmelidir .

·     Öte yandan ‘borç yaratmayan’ sermaye hareketlerinde gözlenen artışın, 4.2 milyar dolarlık bölümü hisse senetlerine dönük sıcak para yatırımlarından oluşmaktadır ve bu öğenin ödemeler dengesi finansmanına istikrar getirmesi söz konusu olamaz. 6.8 milyar dolarlık bir artışla 9.7 milyar dolara ulaşan doğrudan yabancı yatırımların (DYY’nin) ise, göreli olarak istikrarlı bir dış kaynak öğesi olduğu açıktır. Ancak, bu özellik, sözü geçen sermaye hareketinin etkileri üzerinde eleştirel bir değerlendirme yapılmasına engel olmamalıdır. Adındaki “yatırım” sözcüğüne rağmen, DYY’nin büyük bölümü, ekonominin sabit sermaye stokunun genişlemesi anlamında “yatırım” değildir; “edinimler ve birleşmeler” kalemi altında sınıflanan ve ulusal mülkiyetin yabancılara aktarılması anlamına gelen bir el değiştirmeden ibarettir. Gayrimenkul (bina, arsa, arazi) satışları (Anayasa Mahkemesi’nin geçici durdurma kararına rağmen) 1.8 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’yi yöneten siyasî kadroların ve burjuvazinin kendi kontrollerindeki mal ve varlıkları yönetme beceri, niyet ve güçlerinin zaafa uğradığı anlamına gelen özelleştirmeler ve banka/şirket satışları, giderek artan boyutlarda ticarete konu olmayan (dolayısıyla döviz kazancı sağlamayacak) sektörlerde yoğunlaşmaktadır.

Gelecek yıllarda döviz kazandırmayan dolaysız yatırımların kâr transferlerinin ödemeler dengesi üzerinde ciddî baskılar oluşturabileceği vurgulanmalıdır. Nitekim 2005’te kâr transferleri, 1.1 milyar dolara ulaşmıştır. 2001’e kadar gerçekleşen DYY girişleri hiçbir yıl bu düzeyin üstüne çıkmamıştı. Latin Amerika’da gözlendiği gibi, yıllık kâr transferlerinin DYY girişlerini aşabileceği koşullar Türkiye’de de hızla gündeme gelebilecektir.

2004-2005 arasında DYY girişlerindeki 6.8 milyar dolarlık artış, yabancı kökenli sermaye hareketleri içinde sıcak para payını yüzde 51’den yüzde 40’a indirmiştir. Ancak, son iki yılda yerli ve kayıt dışı öğeleri de içeren sıcak para hareketlerinin net dengesinin sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payına bakıldığında bu durum değişmektedir: Sıcak para hareketlerinin net bilançosu 2004-2005 arasında 6.9 milyar dolardan 16.7 milyar dolara çıkmakta ve sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payı yüzde 42’den sadece yüzde 41’e gerilemektedir.

Sıcak para girişlerindeki süregelen artış Türkiye ekonomisi içindeki sıcak para stokunun da çarpıcı boyutlara ulaşması sonucunu doğurmuştur. Türkiye ekonomisinin büyüme/gelişme dinamikleri, artık, artan ölçülerde dış kaynak hareketlerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ekonomisinin kaderi, böylece, uluslararası sermaye hareketlerini belirleyen ortamdaki eğilim ve dalgalanmalara sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bugün piyasalarda yaşananlar bu durumun göstergesidir.

SONUÇ YERİNE

Tüm bunların yanı sıra Türkiye imalat sanayinin ihracata dönük sektörlerinin giderek artan oranlarda ithal girdilere bağımlı hale geldiği gözlenmektedir.

Türkiye, bu çarpık, ithalata bağımlı ve büyümeye , istihdama katkısı olmayan politikanın yerine konacak bir iktisat politikası ile bir kopuşu yaşamalıdır ve öncelikle, Türkiye’de ücret maliyetlerini, Asya ihracatçıları düzeyine indirme saplantısından  uzaklaşmalıdır. Türkiye, Çin’i, Hindistan’ı taklit etmemelidir.

Türkiye 70 milyon nüfusu ve azımsanmayacak bir harcama gücünün, dolayısıyla iç pazarının farkında olarak yeni bir sanayileşme, büyüme yönelimine girmeli, kur, faiz, gelir, dış ticaret, sermaye hareketleri politikalarını da bu eksen üzerinden inşa etmeli, dolayısıyla, dışa dönük ekonomik bağlantılarını da tümüyle yeni baştan oluşturmalı, yeni bir paradigma yaratmalıdır.

Fiyatları düşen sektörlerde uzmanlaşarak ihracata yönelen ekonomiler, bir yoksullaştırıcı büyüme tuzağına mahkûm olmuşlardır. Türkiye, girdilerde artan dış bağımlılık nedeniyle, daha fazla ihracatın yoksullaşmaya yol açtığı farklı bir batağa daha fazla saplanmadan yolunu değiştirmelidir.

*Bu yazı Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB) İktisat Grubu’nun, IMF ile 1998’de başlatılan Yakın İzleme Anlaşması sonrası Türkiye ekonomisinin gelişim dinamiklerinin ve sorunlarını irdeleyen raporun özetidir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑