Sendikal Hareket Yeni Bir Dönemin Eşiğinde

Türkiye’de sendikal hareket; bir yandan sendikal bürokrasinin sendikalarda yol açtığı kaos, öte yandan da uluslararası planda sermaye güçlerinin işçi sınıfı ve örgütlerine yönelttiği saldırının (içerdeki uzantılarıyla birleşen) baskısı altındadır. Bu iki yanlı kıskaç, sendikal hareketi ve sendikaları hızla güç ve itibar yitimine uğratıyor. Bu süreç uzunca bir zamandan beri işliyor. Ancak son yıllarda; sendikalı olmadıkları halde, sendikal hak ve talepler etrafında (bu arada sendikalaşmak için de) çeşitli mücadeleler içinde olan sınıfın genç kuşağı içinde, son 15 yıllık dönemin deneyimlerinin bir derse dönüşmeye başladığına, dolayısıyla bu deneyimler ışığında mücadele eden işçilerin artık işyeri düzeyinde başarılar kazanan bir örgütlenme ve mücadele aşamasına geldiklerine dair ipuçlarının ortaya çıkmasına tanık oluyoruz.

 

KAZANIMI OLMAYAN MÜCADELE YILLARI

Bugün olanları doğru anlamak için, geçen 10-15 yılın özelliklerine kısaca bir göz atmakta yarar var.

1990’lı yıllar ve sonrası, işçi sınıfı hareketinin güç ve itibar yitimi içine girdiği ve her yıl bir önceki yıla göre daha geri bir hat’a savrulduğu yıllardır.

Bu yıllar; sendikaların, gerek üye sayısı gerekse mücadelede tuttukları mevzi bakımından, geriye düştükleri, hem patronlar karşısında hem de işçiler arasında itibar yitimine uğradıkları  bir süreç olarak gelişmiştir.

Örneğin, Bahar Eylemleri’ni izleyen 10 yıl içinde işçi sayısı (kayıt içi ve kayıt dışı toplamı) iki kat artarken, sendikalı işçi sayası yarı yarıya azalmıştır.

Öte yandan, bu döneme biraz daha yakından bakıldığında;

–            Bu yıllar, bir yandan 100-200 bine varan mitingler ve gösterilerin art arda ortaya çıktığı, öte yandan özelleştirmeye karşı mücadelelerin zaman zaman ülke sathını saran bir heyecana da yol açarak sürdüğü; neredeyse bütün önemli işletmelerde taşeronlaştırma ve esnek çalışma uygulamalarına karşı mücadelenin sürdüğü yıllardır.

–            Yine aynı yıllar; bir “KOBİ patlaması”nın yaşandığı, Organize Sanayi Bölgeleri (OSB)’lerin yurt sathına yayıldığı; buna paralel olarak genç bir işçi kuşağının da mücadeleye atılmaya başladığı, yeni kurulan işetmelerde, işçilerin, ücretlerin zamanda ödenmesi, servis ve yemek,… vb. gibi basit taleplerden başlayarak, “sendikalaşma talebi”ne kadar, çeşitli taleplerle mücadeleye girdiği yıllardır.

Bu veriler ışığında bakıldığında; dönemin en önemli çelişkisi; işçilerin sendikalaşma eğilimi ile sendikalardaki üye sayısının azalması, sendikaların güç ve itibar yitimi arasındaki karşıtlıktır. Ancak biraz daha yakından bakıldığında, burada, bir akıldışı bir durum yoktur. Çünkü mevcut sendikal yapı ve anlayışla, artık ne sendikal mücadele verilebilir ne de var olan durum korunabilir. Çünkü; mevcut sendikal yapı; 20. yüzyılın ikinci yarısında, sermaye güçleri ile sendikal bürokrasi arasında varılan bir “toplumsal anlaşma” üstünde biçimlenmiş; patronlar ve devletin icazeti çerçevesinde bir sendikacılık olarak biçimlenmişti.

“Uzlaşmacılık!” kültürü, bu sendikacılığın her zerresini belirlemiştir. Burjuvazi ’80’lerin sonlarına doğru bu anlaşmaya son verince; mevcut sendikal yapı tümüyle işlevsizleşmekle kalmamış, patronlar tarafından ciddiye alınmayan, işçiler tarafından da güvenilmeyen, “çürümüş”, “bürokratik” karakteri herkes tarafından görülür hale gelen bir organizasyon olarak “ortada kalmış”tır.

Özelleştirmede atılan adımlar; taşeronlaştırmanın yayılması ve esnek çalışma uygulamalarının işçiler arasında rekabeti kışkırtması gibi etkenler, bu çürümüş sendikal yapıları hızla çöküşe sürükleyen etkenler olarak rol oynamışlardır. İşte son 15 yılda; işçilerin hak alma gayretleri ve sendikalaşma çabaları, bir yandan sendikaların çürümüşlüğü ve sendikal bürokrasinin ihaneti, öte yandan da işçiler arasına yayılmış eski uzlaşmacı sendikacılık kültürünün baskınlığı nedeniyle kolayca başarısızlığa uğramıştır.

Bu başarısızlıklar, soruna bir başarı ve başarısızlık olarak bakma kolaycılığı içindeki liberal aydınlar ve eski Marksist çevrelerin, işçi sınıfı ve tarihsel rolüne dair bütün eski kuşkuları, tarihsel gerçekler ve bu gerçeklerin kanıtlanması olarak ortaya atmalarına yol açmış; “tarihin sonuna gelinmek”ten, “robotların işçinin yerine geçtiği ve artık işçi sınıfına ihtiyaç kalmadığı”na kadar varan tezler ortalığı kaplamıştır. Ya da tersine, “fabrika sistemin sona erdiği”, “artık üretimin evlere ve 5-10 kişinin çalıştığı ‘merdiven altları’na kaydığı” iddiaları, yine aynı tezlerin kanıtı olarak öne sürülmüştür. Bu tezlerin doğal sonucu olarak da; “Eski fabrika sistemine dayanan sınıfın mücadele örgütleri olan büyük sendikalar döneminin bittiği”, bundan böyle, sendikaların da birer “sivil toplum örgütü” olması gerektiği, “sınıf sendikacılığı”nın yerine “sosyal hareket sendikacılığı nın (tüm diğer emekçileri kapsayan ve güç ve dayanaklarını başlıca üretim sürecinin dışında arayan bir sendikacılık)” geçmesi gerektiği öne sürülmüştür. Ve bu tezler sadece öne sürülmekle de kalmamış, geniş bir sendikal kesim içinde taraftar bulmuş; bir süre öncesine kadar sınıf, sınıf mücadelesi diyen çevrelerin önemli bir kesiminde kabul görmüştür. Bugün de, bu tezler, şu ya da bu ölçüde yine bu çevreler tarafından savunulmaktadır.

Bu uzun dönemin işçi sınıfı hareketi bakımından en önemli özellikleri de şunlar olmuştur:

1-) 1990’ların başına göre, Türkiye’de işçi sayısı, iki katından fazla artmıştır. Ama, bu artışın bir bölümü kayıt dışı statüsünde olurken, daha büyük çoğunluğu, Organize Sanayi Bölgeleri’nde toplanan KOBİ’lerde çalışan işçilerden oluşmuştur. Bu dönemde OSB’ler ülkenin birçok kentine yayılmıştır. Önceki dönemin üç-beş bin kişilik fabrikalarının sayısı azalmıştır, ama bu sefer de, birkaç kilometre karelik bir alana sıkışmış onlarca işletmede 30-50 bin kişinin çalıştığı OSB’ler ortaya çıkmıştır. Bu gelişme, sınıfın örgütlenmesinde yeni ve son derece önemli bir olanağı da birilikte getirmiştir.

2-) Geçtiğimiz 10-15 yıl içinde, genç işçilerin çalıştığı bu işletmelerde sayısız direnişler olmuş; başta köylerinden henüz kopmamış genç işçiler, hızla işçileşmiş; öyle ki, geçtiğimiz 10 yıl içinde, bu işletmelerin önemli bir çoğunluğu birkaç kez toplu işten çıkarmalarla karşılaşmış, direnişler ve çeşitli türden eylemler yaşamıştır.

3-) Bu dönem içinde, işçiler, çok az taleplerini elde etmişler, yüzlerce direnişten ancak birkaçı “başarıya” ulaşmıştır. Ama, bu kadar çok başarısızlık bile, mücadele eden işletme ve işçi sayısını azaltmamıştır. Tersine, önceki birkaç deneyiminde başarılı olamayan işletmelerde yeni bir mücadele başlayabilmiştir. Deyim yerindeyse; OSB’lerde çalışan genç işçiler; büyük bir hevesle, “Bir kez yenildiği alanda yeniden savaşma cesaretini sadece işçi sınıfı gösterir” diyen Marx’ı doğrulamayı ister gibi davranmışlar, Türkiye işçi sınıfının bu en genç ve en deneyimsiz kuşağı, yeniden yeniden mücadeleye girerek, bu mücadele içinde yarı proleterlikten proleterliğe giden süreci ilerletmiştir.

 

BAZI YENİ ÖZELLİKTLER

Bu dönemin tipik özelliği; “Mücadele var, eylem var, ama başarı yok” biçimindedir. Ancak son birkaç yılın gelişmelerine daha yakından bakıldığında, işçilerin birkaç konuda önemli bir birikim sağladığı görülmektedir:

1-) İşçiler; örgütlenmezlerse haklarını elde edemeyecekleri, patrona yalvararak ya da kendi iradelerini (vekaletlerini) sendikacılara devrederek bir yere varılamayacağı konusunda bir genel fikir edinmişlerdir.

2-) Sendikalı olmanın çok önemli olduğunu, ama sendikalı olmak için, “sendikalı olmak isteme”nin yetmediğini, bunun, mevcut koşullarda, sendikalı olmayı engelleyen koşulları ortadan kaldıracak kadar bir güç biriktirmeyi ve karşı güçlerin inadını kıracak kadar kararlı bir mücadele yürütecek düzeyde örgütlenmeyi gerçekleştirmeyi gerektirdiğini fark etmeye başlamışlardır. Onun içindir ki; son bir yıl içinde, sendikal mücadelelerde, önceki yıllara göre, çok daha fazla başarılı sonuçlar alınmaya başlanmıştır.

Örneğin geçtiğimiz ilkbaharda Gebze’de yapılan ve sendikal mücadelede başarı kazanan 6-7 işyerlerinden gelen ve o mücadelelere önderlik eden işçilerin bir toplantısında, işçiler; kendi başarılarının nedenlerini;

“a-) Her şeyden önce ırk, din, dil, milliyet, hemşehrilik filan farkı gözetmeksizin tüm işçileri birleştiren bir mücadele örgütlemeye yöneldik. İşyerinde çoğunluğun birleşeceği bir amacı açıkça konuşup tartıştık. İşçiler arasında bölünmeleri, rekabeti ortadan kaldırdık. Birleşemezsek hiçbirimizin kazanamayacağı fikrini egemen kıldık.

2-) Önceki mücadelelerde biz, sendikalar gelip bizi örgütlesin diye bekliyorduk. Sendikalar da bizi ya oyalıyor ya da gelip bir süre bizimle ilgileniyor, ama ilk bir iki güçlükle karşılaştıklarında ya da patron saldırdığında geri çekilip gidiyorlardı. Bu sefer öyle yapmadık: Önce örgütlendik; sonra gidip sendikaya, ‘Biz üye olmak istiyoruz’ dedik ve 1-2 günde üyeliğimiz tamamlandı.

3-) Daha önce mücadele etmiş, sendikalaşma mücadelelerinde başarısız olmuş ya da başarsalar bile sendikacılar tarafından hayal kırıklığına sürüklenmiş işçi çevrelerinden gelen; “sendikacılara güvenilmez, boşuna uğraşmayın” gibi olumsuz öğütlere kulak tıkadık, ama onların deneyimlerinden de; ‘Sendika biziz’, ‘Sendika biz olmalıyız’ diyebilirsek sendikal bürokrasi engelini aşacağımızı anladık.” diyerek özetliyorlar.

Yine aynı toplantıda yapılan konuşmalardan anlaşılmaktadır ki; Gebze-İzmit çevresinde, 2006 İlkbaharı’nda, çeşitli işkollarından (metal, tekstil, kimya) 14 işyerinde benzer, yukarıda sözü edilen çerçevede yürütülen bir mücadele vardır. Bu mücadelelerden bazıları başarılmış, bazıları “başarılma aşaması”nda, bazıları da “daha mücadelenin başında”dır. Ama, bu işyerlerinde, ileri işçi kesimleri, birkaç yıl öncesinden farklı olarak, birbirleriyle iletişim içindedirler. İşçiler arasında, işkolu farkı gözetmeksizin, deneyim aktarmadan açık ya da üstü örtülü biçimde birbirlerine destek sunmaya kadar değişik düzeyde dayanışma gelişmektedir.

Başka bir söyleyişle, Kocaeli sınırları içinde mücadele içindeki işyerleri, bir dayanışma ve mücadelede birleşme süreci yaşamaktadırlar. Aynı zamanda, bu işyerlerinde, mücadeleye önderlik eden işçilerin, sendikalarla ve birbirleriyle ilişkilerinde yeni bir anlayışı temsil ettiklerinin farkında oldukları da anlaşılmaktadır.

Sendikal mücadelenin seyrine yakından bakıldığında görülmektedir ki; bu gelişmeler, sadece Gebze-İzmit bölgesinde değil; Bursa, İzmir, İstanbul, Trakya, Manisa, Diyarbakır, Gaziantep gibi başlıca sanayi merkezlerinde çok sayıda işletmede de görülmekte ve mücadele, Gebze-İzmit bölgesindeki gelişmelerle birbirine çok benzer eğilimler ve bilinç parıltıları yayarak ilerlemektedir. Dolayısıyla Gebze-İzmit bölgesinde olanlar, bir rastlantı değil; işçi sınıfının sendikal mücadelesinde yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzun işaretidir.

Toplam olarak sendikalaşabilir 10 milyonu aşkın işçi göz önüne alındığında, mevcut, sendikalaşma girişimi yapan işyeri ve işçi sayısının* çok az olduğu düşünülebilir. Ancak bu bir yanılgıdır. Çünkü her yeni mücadele böyle başlar: Önce bir iki yerde ve bölgede uç verir, sonra öne çıkarak, geriye düşerek (düşe kalka) yayılmaya başlar, daha sonra da başka gelişmelerle de birleşerek, giderek artan bir hızla yayılarak; önceden hesaplanamayan bir çabuklukla tüm sınıfı etkisi altına alır. Bu yüzden de, ortaya çıkan örnekler asla küçümsenemez. Tersine, bu kadar geniş alanda (neredeyse bütün ülke sathına yayılmış) benzer mücadele eğiliminin ortaya çıkması; mücadele eğilimi ve mücadeleden çıkan derslerin yayılıp sınıfa mal olması için son derece elverişli imkanlar sunmaktadır.

 

ORTAYA ÇIKAN İPUÇLARI ÇOK ÖNEMLİDİR

Kuşkusuz ki, bu mücadelenin yaygınlaşması ve ortaya çıkmış olan ve eski “uzlaşmacı sendikacılık” anlayışından koparak yeni bir sendikacılık anlayışına temellik edecek eğilimlerin bilince dönüşmesi için;

– İşçilerin en geniş kesiminin sendikal mücadeleye dolaysız bir çekilmesi ve işçilerin birleşmesinin önündeki her tür ayırımın (hemşehrilik, bölgecilik, ırk, din, siyasi görüş farklılıkları) dışlanması, işyerindeki sendikal örgütlenmenin “sendika biziz” fikrini merkeze alması, mücadelenin deneylerinin bütün bir kitleye mal edilmesi, basın aracılığı ile bu deneylerin sınıfa yayılması,

– Mücadeleye önderlik eden işçilere sahip çıkılıp, onların patronlar ve sendikal bürokrasi tarafından tasfiye edilmesinin önlenmesi,

– İşletmeler arasındaki dayanışma eğiliminin geliştirilmesi, bu eğilimin ortak eylemler yapmaya, bir işletmedeki talepler için diğer işletmelerdeki işçilerin de eylem yapmasına kadar götürülmesi, uzlaşmacı sendikacılık eğilimleri ve kültürüne karşı yeni bir anlayışın yerleştirilmesi bakımından son derece önemlidir.

Kuşkusuz ki; mücadelenin gelişmesi ve bu aşamaya gelmesinde son 10-15 yılın mücadelesinin birikimleri önemlidir, ama burada, sınıf partisinin, sınıftan yana sendikacıların, gazetenin katkıları küçümsenmemelidir. Tersine mücadelenin sağlıklı ilerlemesinde; bir bölgedeki her olumlu gelişmenin diğer sanayi havzalarındaki işçilere aktarılmasında ve bu gelişmelerin işçi sınıfının ulusal ve uluslararası deneyimi ışığında yorumlanıp yaygınlaştırılmasında sınıf partisine, ileri işçilere, gazeteye ve mücadeleci sendikacılara düne göre çok daha önemli görevler düşmektedir.

Özellikle Türkiye işçi sınıfının geçmiş mücadelesinin deneyimleri ve dünya işçi sınıfının deneyimleri konusunda, bugün Türkiye’nin genç işçileri, çok az bilgiye sahiptir. Oysa mücadele geliştikçe ve sınıfsal bir karakter kazandıkça, bu deneyimlerin bilgisine daha çok ihtiyaç duyulacağı bir gerçektir. Bu nedenledir ki, sınıf partisinin sınıf içinde yürüteceği ajitasyon, ileri işçi kesimlerinin eğitimi ve gazetenin (ve yayınların) içeriğinin bu yeni ihtiyacı da gözeterek ilerletilmesi son derece önem kazanmıştır.

Evet; Türkiye işçi sınıfının genç kuşağının son 15 yıl içindeki birikimleri, artık meyvesini verecek bir aşamaya gelmiştir. Bu birikim, bir yandan uzlaşmacı sendikacılık pratiğine karşı yeni bir sendikal mücadele anlayışının, öte yandan da genç işçilerin mücadelenin önüne doğru yürümesinin bir dayanağı olarak şekillenmektedir.

Bu gelişmelerin; Türkiye işçi sınıfını sendikal mücadelede yeni bir dönemin eşiğine getirdiğini söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır. Ancak burada, daha da önemli olan, gelinen “eşik”in bizden beklediği yükümlülüklerin büyüklüğü ve öneminin farkında olmak ve bunları yerine getirmek için var gücümüzle çalışmaktır.



* Gebze-İzmit bölgesindeki 14 işyeriyle benzeşen düzeyde çabaların sürdüğü 100 işyeri ve bu işyerlerinde çalışan toplam 25-30 bin işçinin olduğu varsayılabilir.

Yunanistan’da Okul İşgalleri ve Bazı Dersler

 

Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da öğrenciler, ilahiyat fakülteleri dışında tüm yüksek okullarda işgaller gerçekleştirdiler. İşgaller bir anda hükümetin sessiz sedasız bitirmek istediği eğitim sorununu genişçe ve ayrıntılarıyla gündeme taşıyarak hükümeti zor durumda bırakmakla kalmadı; özellikle geniş gençlik yığınları içinde hareketin geleceği açısından olumlu tartışmalara da kaynaklık etti.

Gençlik hareketinin bitip dibe vurduğunu, geçmiş yıllarda var olan potansiyelin bugün kalmadığını, mücadeleyi ayakları üzerine dikecek ve canlandıracak nesnel olgu ve şartların geniş, kitlesel bir hareketi doğuracak özellikleri içinde barındırmadığını savunanlar bile yanıldıklarını itiraf etmek, hatta “yeni kuşak”ın olumlu özelliklerini genişçe vurgulamak zorunda kaldılar. Gençliğin yüz yüze bulunduğu ciddi sorunları, gelecek kaygısını ve diğer toplumsal sınıfsal sorunlarla kopmaz bağlar taşıyan –ve ortaya çıkan harekete de kaynaklık eden– nedenleri göremeyenler ise, hareketi, kendiliğindenci, “sahipsiz” ve  beklenmeyen bir gelişme olarak değerlendirdiler.

 

EĞİTİM VE GENÇLİĞİN TALEPLERİ

Her şeyden önce, uzun bir zamandan beri hareketin olumlu gidişatına, toparlanmasına ve kitleselliğine yönelik birçok göstergeler vardı ve izlenen eğitim politikalarına karşı oluşan bu muhalefetin giderek geniş öğrenci kesimlerini harekete geçirecek biçimde gelişebileceği son bir yıllık tepkilerden de ortaya çıkmaktaydı. Ancak sermaye yanlısı parti ve odaklar, hareketi toplumsal ve sınıfsal dayanaklarından soyutlamaya ve geniş öğrenci kesimlerinin görmekte zorlanmadığı değişiklik paketlerinin “eğitimde devrim” olduğu yönündeki demagojileri ön plana çıkarmaya çalışmaktaydılar.

Kuşku götürmez ki, eğitim sorunu, işçi ve emekçilerle beraber ezilen tüm kesimlerin sorunudur ve onların diğer talepleriyle kopmaz bağlara sahiptir. Dolayısıyla sağlık, iş yasaları, sosyal güvenlik, yoğun sömürü gibi işçi ve emekçilerin hayati talepleriyle birlikte ele alınmak ve sermayeye karşı verilen günlük mücadelenin bir parçası olmak zorundadır. Bu anlamda Yunanistan’da gelişen öğrenci hareketi, işçi emekçi ya da genel olarak halk hareketinin eğitime yönelik talep ve hedefleriyle birleşme olanaklarını içinde barındırırken, saldırıların boyutları da hareketin genişlemesi ve darlıktan çıkması olanaklarını artırıyordu.

Öğrenciler üç temel talep etrafında direnişlere başladılar: 1) Yasa tasarısının tümüyle geri çekilmesi, 2) Özel okullar açılmaması, 3) Geçen yıl kabul edilen ama henüz yürürlüğe girmemiş olan kararların geri alınması. Yani yüksek okullar arasına düzey farklılıkları koyan, diplomaları derecelendiren, örneğin aldığı diplomayla öğretmen olmaya hak kazanmış adayların mesleki göreve başlamadan yeniden sınava sokulması vb. türü kararların kaldırılması.

Özel okulların açılmasına olanak tanımayan anayasa maddesinin değiştirilmesine yönelik olarak hazırlanan yasa tasarısı, sadece sermayenin bu alanda pazar ekonomisi kapsamında büyük karlar vurmasına yol açmayacak, ama birer bilim yuvası olan okulların tepeden tırnağa bu pazarın ihtiyaç ve taleplerine göre yeniden biçimlenmesini de doğal olarak gündeme getirecektir. “Eğitimin, pazar üretimi ve işgücü satın alma” hedefine kilitlenerek toplumsal ihtiyaç ve çıkarlar karşıtı bir karakter kazanması isteği, sermayenin eğitime biçtiği rolü ortaya koymaktadır: Kapitalist sermayeye akacak, artı-değeri, dolayısıyla da aşırı sömürünün grafiğini en üst noktalara çıkaracak bir kalıp. Buna göre kesilip biçilerek yeniden “düzenlenmiş” bir eğitim!

Sınırları böyle çizilmiş bir eğitim, doğal olarak, iş bulma ve kapitalist üretimi aşırı kar bazında artırma kaygısını taşıma ötesinde bir amacı olmayan ve de bilim ve eğitimi bu çerçeveler içinde algılayarak toplumsal çıkarlardan bütünüyle uzaklaşmış insan tipinin   ideal olarak kabullenilmesini dayatacaktır. Bu ise, bugün ulaşılan üretiminin dolayısıyla da kültürünün toplumsal karakteriyle tam karşıt bir sistemin kabul edilmesi ve gençlerle birlikte eğitmenlerin onun dişlileri durumuna gelmeleri anlamını taşıyacaktır.

Oysa bilim ve teknoloji “ışık hızı”yla gelişirken, insanlığın ulaştığı nokta, eğitimin önemini bugün dünden daha çok ortaya koymaktadır. Eğitim toplumsal bir haktır ve kapitalist pazar ekonomisi ve onu temel edinen politikalarının sınırları içinde tutulamaz, tutsağı durumuna getirilemez.

Bilgisayarın evlere kadar girdiği ve insanın genetik yapısının çözüldüğü bir çağda yapılan istatistikler hala Darvin hakkında kuşkuların olduğunu gösteriyorsa ve hala Bush denen bir katil dünya halklarının kanını dökmeyi tanrının ilahi bir yazgısı olarak gösteriyorsa ya da uluslararası tekellerin karları için dünya büyük emperyalist güçlerin paylaşım politikalarının arenası olmaya devam ediyorsa, izlenen eğitim politikaları da bu sisteme uygun olarak şekillendiriliyor demektir. Dolayısıyla bilimi bu politikalardan bağımsızlaştırmaya çalışma ve toplumsal bir hak olarak talep etme, bugün, her işçinin, her emekçinin ve gencin temel taleplerinden biri olmak zorundadır.

Birer bilim kuruluşu olan üniversitelerin “bağımsız kuruluşlar” olamayacağını geçtiğimiz günlerde Atina’da yapılan toplantıda dile getiren OECD ülkeleri eğitim komisyonu başkanı, parasız eğitimin miadını doldurduğunu ve böyle bir modelin artık kabul edilemez olduğunu dile getirdi. Komisyon başkanı, aslında kapitalist sistemin nasıl bir eğitim modeli oluşturması gerektiğini formüle etmiş oldu.

Bu doğrultuda eğitime yeniden “çeki düzen vermek” için kolları sıvamış olan sermaye, başta parasız, demokratik, bilimsel ve özerk olan her şeyi hedefine koymuştur. Eğitim hakkı emekçi sınıflara yasaklanmakta, özeklik ortadan kaldırılmakta, demokratik eğitim yerine gerici sistemler getirilmekte ve bilim pazar ekonomisi ve politikalarının ihtiyaçlarına uygun bir kullanımın malzemesi yapılmaktadır.

Son dönemlerde Fransa, Almanya ve Yunanistan’da gelişen öğrenci hareketlerini bu bağlamda ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde gençliğin yükselttiği haykırış ve hareket, yıllar boyu eğitim gören, ama işverenin kapısında iki-büklüm karın tokluğuna iş istemeye mahkum kalan ve yaşamını garanti altına alma yönünde hiçbir güvencesi olmayan bir gençlik olmayı kabul etmemenin ses ve hareketleri olarak görülmek zorundadır.

 

YUNANİSTAN’DA DURUM

Diğer ülkelerde olduğu gibi, Yunanistan’da da, emekçi aileleri, gelirlerinin önemli bir kısmını çocuklarının eğitim giderlerine ayırmakta ve hiçbir güvencesi olmayan bir gelecek korkusunu yaşamaktadır. Her köşede bitmiş olan dershaneler zaten eğitimin büyük oranda özelleştirilmiş olduğunu ortaya koyuyor. Özel kolejler, dershaneler, alanında başarılı hocaların bu kolej ve dershanelere kayması, eğitime ayrılan bütçenin komik düzeyi, yoksulluktan dolayı üretime katılma ve diğer yandan eğitimini sürdürmeye çalışma, araç gereç sıkıntısı, olanaksızlık ve yoksulluktan kaynaklanan baskılar, kamu okullarındaki düşük eğitim seviyesi vb. eğitimde hak eşitliğini bütünüyle ortadan kaldırmaktadır. Bu olanağı yakalayanlar ise, güvencesiz bir geleceğin kollarına atıldıklarını görmektedirler.

Yunanistan’ın değişik bölgelerinde bulunan okulları kazanan birçok öğrenci maddi sorunlardan ötürü kayıt yaptıramamakta, yaptıranlar ise kelimenin tam anlamıyla ailesi için bir “kambur” haline gelmektedir. Bankalardan alınan yüksek faizli kredilerle çocuklarını okutmaya çalışanların sayısı az değildir.

 

 

YENİ YASA TASARISININ AMAÇLARI

Hal böyleyken, hazırlanan yasa tasarısı, aslında, emekçi çocuklarına eğitimi yasaklamanın son aşaması olarak gündeme gelmektedir. Ya da emekçi sınıflara karşı örülen sınıfsal engellerden birinin son tuğlası konmaya çalışılmaktadır demek bir abartı olmayacaktır.

Yeni yasa tasarısı özel okulların açılmasına olanak tanımakla kalmamakta, bu okulların kamu tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesini de sağlamaktadır.

Kaldı ki, kamu okullarının zaten düşürülmüş olan seviyesinin daha da düşürüleceği yönündeki kuşkular herkesten önce hocalar tarafından dile getirildi, ve hocalar, işgaller boyunca grev ilan ederek, harekete en üst düzeyden destek verdiler. Hocaların bu tutumu, olası birçok karşı propaganda ve hemen her gelişmede oluşturulan şer cephelerini de zor durumda bıraktı. Geçmiş yıllarda yapılan “muhalefet”, “sol örgüt kışkırtması” ya da “azınlık gruplar” gibi yalan ve karalamalar, bu defa taban bulamadı, ve tersine, sorunun, halkın gündemine taşınarak, taban bulması sağlandı. Hocaların taleplerinin öğrencilerin talepleriyle birebir örtüşecek bir karakterde olması ise, hareketin duruşunu kolaylaştıran önemli bir etken oldu. Bu örnek, aslında özerk ve demokratik yapının hala ayakta olduğunu ve yürütme kararlarının öyle kolay kolay bu hak ve geleneği kıramayacağını da gösteriyor.

Avrupa Birliği eğitim komisyonlarında hazırlanan yasa tasarılarının Yunanistan’daki versiyonu olarak gündeme getirilen tasarıda, ayrıca özerklik rafa kaldırılmaktadır. Tasarının kesinleşmesi durumunda, her şeyden önce, yılda bir yapılan ve okullarda öğrencilerin karar organları olarak çalışan yasal temsilcilikler bütünüyle göstermelik duruma getirilmektedir. Oysa bu organların yasallığı ve temsil yetkileri bugüne kadar tartışma konusu olmadığı gibi, bu cesareti ortaya koyanlar bile çıkmamıştır. Tersine, başta düzen partileri olmak üzere, örgüt ve gençlik kuruluşları seçimlerde üstünlük sağlamak için ellerinden geleni yapmış, okullarda bakanların, milletvekillerinin katıldığı kampanyalar düzenlenmiştir ve hala düzenlenmektedir. Güvenlik güçlerinin özerklik dolayısıyla bahçesine bile giremediği okullar*, bundan böyle, rektör ya da dekanın bir isteğiyle kolluk kuvvetlerinin yol geçen hanı olabilecektir. Üstelik tasarıyla, okular, eğitim, araştırma, harcama ve gelir, yönetim vb. alanlarda müdahalelere açık duruma getirilmektedir. Örneğin bugün okul organlarının aldığı kararlar doğrultusunda yasal bir konumda yapılan işgaller, yasa tasarısının resmileşmesi durumunda, rektör ya da dekanların, “okulda asayiş” veya bir başka gerekçesiyle yasadışı ilan edilip kırılabilecektir.

Özetlersek; 1) Özerklik, sadece okullarla sınırlı değil ve tüm halka ait. Yani okullara sığınan hiçbir kişi, ne güvenlik güçlerinin ne de diğer yürütme güçlerinin istek ve emri dahilinde okuldan çıkarılamıyor. Eğer güvenlik sorunu varsa, halkın kendisi bu soruna sahip çıkıyor. Örneğin, güvenlik sorunu olduğunda, genellikle bu görevi sıradan her emekçinin yanı sıra genellikle sendikalar üstleniyor. 2) Polisin okula müdahale edebilmesi için, rektör ya da dekanla beraber tüm hocalar ve öğrenciler baz olarak alınmaktadır ve seçilmiş olan öğrenci temsilcilerinin oy birliğiyle karar vermesi bir zorunluluktur. Bu da, rektörlükle öğrencilerin yaklaşık %50 civarında temsil hakkının bulunduğu anlamına gelmektedir. 3) Özerkliğin kaldırılmasına karar verecek birleşimin toplanamaması durumunda ise, bir öğrenci temsilcisinin, rektörün ve yardımcısının oybirliğiyle karar alması gerekiyor; yani oy çoğunluğuna göre karar verilemiyor.

Tasarı bütün bu yapıyı kaldırarak, dekana her türlü yetkiyi veriyor ve polis okullara müdahale edebiliyor. Bu yönüyle, son öğrenci gösterilerinde “özerklik halka aittir” sloganının temel sloganlardan biri durumuna gelmesinin nedeni kolaylıkla anlaşılmaktadır.

 

İŞGALLERE NASIL GELİNDİ

Eğitim alanında izlenen politikalara yönelik olarak uzun bir zamandan beri genel bir öğrenci muhalefeti bulunuyordu.* Daha çok sol gençlik örgütlerinin (ΚNΕ, NAR) yaklaşık bir yıldan beri okullarda biriken sorunlara ve hükümetin eğitim alanında atmak istediği adımlar ve değişiklik politikalarına ilişkin yoğun çalışmaları vardı. Bu yıl yapılan öğrenci seçimlerinin asıl hedefini, yasa tasarısı, özerklik, yüksek okulların seviyesinin düşürülmesi, parasız verilen ders kitaplarının paralı olacağına dair bakanlık açıklaması, öğrenci giderlerinin yükselmesi vb. oluşturuyordu. Bu sorun ve taleplere karşı yoğun bir faaliyetin sürdürüldüğünü belirtmek gerekiyor. Birçok okulda sorunlara ilişkin yoğun katılımlı genel kurul kararları alınmıştı.

Özellikle Fransız öğrenci gençlik hareketi ve Alman gençliğinin benzeri talepler etrafında verdiği mücadele, dikkatleri AB genelinde izlenen eğitim politikalarının yıkıcı sonuçlarına çekiyordu. Bu ülkelerde olup bitenler Yunanistan üniversitelerinde panel ve konuşmalara konu oluyor ve üniversitelerde biriken sorunlara karşı tek yolun direniş olduğu eğilimi tüm tepki ve faaliyetlerin bir özeti durumuna geliyordu.

Tıp, hukuk ve ekonomi fakültelerinde öğrencilerin yaptığı genel kurul çağrıları beklenenin üstünde bir katılımla gerçekleşince, birikmiş sorunlara karşı beklenen patlama gerçekleşti ve işgal kararları alındı. Aynı günlerde hazırlanan yasa tasarısının geri çekilmesini talep eden hocaların bu çağrılarına cevap alamamasından dolayı greve başlayacaklarını duyurmaları ve bu arada grevin sınavlar dönemine rastlaması, bir anda tüm atmosferi değiştirdi. Tüm okullarda arka arkaya yapılan öğrenci genel kurul toplantısı çağrıları genel çoğunluk kazandı ve işgal kararları alındı. Aynı toplantılarda, talepler tespit edilerek, koordinasyon komiteleri kuruldu ve okullarda, en üst organ kararı olarak uygulanmasına geçildi. İlahiyat fakülteleri dışında tüm okullarda başlayan işgallerle birlikte, okullar arası koordinasyon komitesi de kurularak, ilk açıklamalarını yaptı ve mücadele programını açıkladı.

Hareketin önemli bir diğer özelliği ise, hocaların gösterdiği duyarlı, devrimci, demokratik tutumdur. Öğrenciler, hocaların da grev yaparak katıldığı, son yılların en büyük gösterilerini örgütlediler. Öğrencilerin kararlı tutumu, hiç kuşkusuz, hocaların bir aylık grev boyunca ciddi bir sorun  yaşamadan greve devam etmelerini sağladı. Yani öğrenci-öğretmen işbirliği harekete her yönden güç kattı.

Hareketi üniversite sınırlarında çıkararak aynı zamanda tüm işçi emekçi ve halka mal etme bilinç ve kararlılığı sadece öğrencilerin ufkunu açma yönünde bir yarar sağlamakla kalmadı, yapılan geniş propaganda ve ajitasyon hareketin kendine güvenini de sağladı. Radyo istasyonu kurmak dahil yazılı, sözlü faaliyetler, karşı tutumları daha baştan geniş manevra yapamayacakları ölçüde sıkıştırdı. Koordinasyon komiteleriyle siyasi gençlik örgütlerinin dağıttığı bildiri ve afişler yüz binleri geçti. Bu faaliyetlerin sığ ve dar bir bakış açısıyla değil bütünüyle hareketin sorunları üzerinde yoğunlaşmış olarak yapılıyor olması ise, oluşturulan birliktelik ve kitleselliği güçlendirdi. Ana caddelerin kesiştiği noktalar, işçi ve emekçilerin toplandığı alanlar ve okul önleri propaganda merkezleri yapıldı. İçine bildiri atılmayan özel araba ve çıkılarak bildiri dağıtılmayan şehir içi taşıma aracı kalmadı demek bir abartı değildir.

Koordinasyon komiteleri daha başından işçi ve emekçi  sendikalarına yönelmeyi kararlaştırmış, sorunlar temelinde tutum almalarını ve taraf olmalarını sağlamıştır.

Haklı talepler uğruna direnişler örgütlenirken orta öğrenim gençliğini direnişlere katma ve desteğini kazanma doğrultusunda ciddi adımlar atılmış, orta okul ve liselere bağlı okul organlarıyla ilişkiler kurulmuştur. Geçmiş yıllardan kalan deney ve tecrübeler, orta öğrenime bağlı gençliğin beklenmeyen duyarlılıklar ve kitlesellikler sergilediğini ortaya koymaktadır. Sorunların önemli bir bölümü ortak ve hedefleri de aynıdır. Hatta geçmişte orta öğrenim okullarında 40 günü bulan işgal ve direnişler yapılmış ve geniş bir kitlesellik elde edilmiştir.

 

YUNANİSTAN’DAN TÜRKİYE’YE BAKILDIĞINDA

Hiç kuşku yok ki, bütün bu ayrıntılar üzerinden, Türkiye üniversiteleri açısından çıkarılması gereken önemli dersler ve tecrübeler bulunmaktadır.** Uzun yıllardan beri, artık kangrenleşmiş olan sorunlar karşısında, parasız, demokratik ve özerk üniversite talepleri, bazı cılız girişimler dışında, ciddi boyutlarda gençliğin gündemine oturamamış ve okullarda tüm öğrencileri kapsayacak platformlar oluşturulamamıştır. Biriken sorunlara, işçi ve emekçi kesimlerden gelen öğrencilerin ezici çoğunluğu oluşturmasına ve mücadele eğiliminin tüm öğrencilere mal edilebileceği şart ve olanaklar bulunmasına rağmen bu başarılamamıştır. Hatta hükümetler ve dünyadaki anti-demokratik uygulamalara açık bir örnek oluşturan YÖK, dönem dönem kendi gerici ve yıkıcı politikalarını gençliğin gündemi durumuna getirmeyi, ve suni gündemler etrafında olası hareketi daha başından bölmeyi başarabilmiştir. Tepeden tırnağa anti-demokratik olan ve bu yöndeki politikaları uygulama dışında bir görevi olmayan YÖK’ün, yıllardan beri, okullarda türban üzerinden gündem belirlemesi buna örnektir. Okulların kışlaya çevrilmesi, ülkenin pazarlanması ve birikerek bin başlı yumak durumuna gelmiş sorunların kaynağı olan hakim sınıflar, gençliğin duyarlılığını terör ve anarşi olarak gösterebilmiştir.

İleri gençlik kesimlerinin sorunlara yaklaşmadaki darlık ve sığlığı hakim sınıfların gençliği yedekleme taktikleri ve çabasıyla birleşince, atılan doğru adımlar da marjinal kalmıştır. Öğrencilerin ana gövdesini kendi sorunları etrafında toplayan ve bu kitleselliğe uygun bir öğrenci örgütlenmesine giden bir tutum yerine, kendini kitle yerine koyarak ve onların adına, dar, öğrencilerin temel taleplerinden uzak marjinal “komiteler”, “birimler” vb. kurulmuştur. Öğrenci kitlesini temsil etmeyen ve kitleden vekalet almamış olan bu tür yapılanmaların marjinal çıkışları, “mücadeleci örgüt” görüntüsü altında, ana kitleden kopukluğu tetiklemekten başka bir işe yaramamıştır.

Kumsalda çukur açarak su bulmaya çalışan ve hemen yanındaki koca denizi unutan  çocuk tutumuyla,  40-50 ya da 100 kişi adına organlar kurarak, binlerin, on binlerin adına hareket edenlerin tutumu arasında bir fark yoktur. Kaldı ki, öğrenci kitlesinin talepleri göz önünde bulundurularak gündeme getirilen örgütlenmeler olmadığından, bunlar, öğrenci kitlesinin ne ilgisini ne de dikkatini çekebilmişlerdir. Hatta “parti örgütlenmeleri” ve “parti çıkarları” göz önünde bulundurularak oluşturulmuş örgütlenmeler olarak, uzaktan seyredilmişlerdir. Çünkü bu yapılanmalar, bürolarda, dar öğrenci derneklerinde ya da genel öğrenci kitlesinin genişliği göz önünde bulundurulduğunda, marjinal toplantılarda kurulmuşlardır. Dolayısıyla öğrenciler, ne kuruluşunda ne de temsilcilerinin seçiminde yer almadıkları, iradelerini ortaya koymadıkları ve dışardan kendilerine dayatılan yapılanmaları “örgüt işi” saydıkları için, bu yapıları kendilerine yabancı görmektedirler. Mevcut sermaye partilerine duyulan antipati, güvensizlik ve diğer yandan bunların neden olduğu işçi emekçi ve halk karşıtı politikalara duyulan tepkilerle de birleşince, bu yabancılık, dolayısıyla da mesafe daha da büyümektedir.

Diğer yandan düzen partilerinden kopuşun kendiliğinden doğru bir yöne ya da düzenin çizdiği çerçevelerin dışında hareket eden yapılara kayacağı gibi bir anlayış ise, bütünüyle hayalcidir. Proletarya ve halk kitlelerinin bilinç ve örgütlenme düzeyi güçlü ve alternatif sağlama özelliği taşımadığı koşullarda, sistem kendine yedeklediği güçleri gene kendi politika ve örgütlenmeleri doğrultusunda eritir. Dolayısıyla sorunların katmerleşmiş olması tek başına hareketi ortaya çıkarmaya yetmemekte, buna uygun örgütlenmelere de ihtiyaç duymaktadır.

Hareketin ortaya çıkardığı organlar, mücadele organlarıdır. Hareketin politik organlarıdır. Dolayısıyla genel öğrenci kitlesinin önüne, hareketin doğurduğu değil, ama dışardan formüle edilmiş ve oluşturulmuş bir yapıyı dayatmak ve kabul ettirmeye çalışmak, daha başından harekete ve gelişmesine köstek olmak demektir. Hareketi kalıplara dökmek ya da “kavanoza koymak”, yani dışardan formüle edilmiş şekilleri almasında diretmek, politik uyanıklık değil, olsa olsa, körlüktür.

Emek Gençliği’nin bu gerçeklerden hareket ederek aldığı doğru tutumlar, bu körlüğün bir sonucu olarak eleştirilmiş, ekonomik mücadeleyle sınırlı tutumlar olduğu ileri sürülerek, doğru olan bu çizgi, saldırılarla ve hatta “reformizm” suçlamasıyla karalanmaya çalışılmıştır.

Bu körlük ve darlık, aynı zamanda, gençlik kitlelerinin talebi olarak işlenmesi gereken birçok sorunu, gerici, faşist yapı ve örgütlenmelerin istismar edip sömürdükleri sorunlar durumuna getirmiştir. İleri gençlik kesimleri, “politik mücadele” ya da “radikallik” adı altında, gençliği kucaklayıp sisteme muhalif bir hareket durumuna getirecek taleplere ya sırtlarını dönmüşler ya da hareketin içinde bulunduğu durumla örtüşmeyen sloganları ajitasyon ve propagandalarının merkezine koymuşlardır. Bağımsızlık, anti-emperyalizm, ülkenin yağmalanması, toplumsal adaletsizlik gibi gençliğin duyarlılık gösterdiği konu ve kavramlar gerici, şoven ve faşist demagojilerle karartılmış, içi boşaltılmıştır. Duyarlılık gösteren kesimler ise kolayca “aşırı uçlar” olarak tanıtılmış ve saldırıların hedefi yapılmışlardır.

 

YUNANİSTAN GERÇEĞİ

Fransa’daki hareket ve bu yazının konusu olan Yunanistan gençlik hareketi bu söylenenler ışığında değerlendirilecek olursa…

Her şeyden önce, işgal ve direnişler, bütünüyle geniş gençlik kesimlerinin taleplerini kendisine hareket noktası edinmiş, bu doğrultuda gelişme seyri izlemiştir. Okullarda seçimle işbaşına gelmiş olan organların çağrıları üzerine genel toplantılar yapılmış ve   kararlar yukardan indirilmemiş, bu toplantılarda alınmıştır. Öğrenci genel kurul toplantıları, ezici çoğunluğun iradesini yansıttığı için, en üst organ olarak kabul görmüş ve her aşamada genel kurulun aldığı kararlar uygulanmıştır. Genel kurulun kurduğu koordinasyon komitelerine katılım sınırlanmamış, bin kişinin katıldığı koordinasyon toplantıları bile yapılmıştır. Yani bin kişi koordinasyon komitesi olarak toplanmıştır. Her gün yapılan koordinasyon toplantıları, gene öğrencilerin doğrudan katılımı ve iradeleriyle, eylemin talepleri, sınırı, genişletilmesi, biçimleri vb. üzerine kararlar almıştır. Ayrıca, her öğrencinin, katıldığı sürece, koordinasyon komitelerinin doğal üyesi olduğunu belirtmek gerekiyor.

Dolayısıyla Yeni Sol Hareket’e ­(ΝΑR) bağlı gençlik örgütünün işgallere ilişkin yaptığı aşağıdaki değerlendirme birçok öğretici içeriğe sahiptir:

En geniş katılımla genel kurul toplantılarının yapılması hareket açısından önemliydi ve önemlidir. İşgaller ve diğer mücadele biçimleri süresince, kararlar tepeden anlaşmalı olarak alınmadı, koordinasyon komiteleri olarak alındı.

Hareketin dolaysız demokratik yöntemleri benimseyerek, bütün yetkileri hareketin içindeki öğrencilere vermesi ve marjinal tutumlara düşmemesi önemliydi ve önemlidir. Ayrıca öğrencileri ‘temsil’ ettiğini söyleyen güçler karşısında kararlılıkla durması, ve hareket olarak, kendi mücadele yöntemlerini geliştirmesi önemliydi ve önemlidir.

İşçi ve emekçilere yönelerek emek ve eğitim cephesini güçlendirmesi, eğitim alanındaki sorunları genel işçi-emekçi ve halkın sorunları ve dolayısıyla muhalefetiyle birleştirerek, hakim sınıfların azgın saldırılarının karşısına dikilmesi çok önemliydi ve önemlidir. Tam da bu nedenledir ki, hem öğrenciler, hem işçi ve emekçiler, ‘komünist örgütlerin işi’, ‘öğrencilerin her zaman yaptıkları’, ‘sorumsuz ve okumak istemeyen tembellerin kışkırtması’, ‘reformlara karşı çıkan muhalefet oyunu’ vb. karalama, yalan ve demagojilere kulaklarını kapattılar.

Öğrenci hareketi içinde sol, kapitalizm karşıtı güçlerin bulunması ve kıvılcım rolünü oynayarak, şartlar zor da olsa, kitlesel ve kapitalizme karşı mücadeleye duyulan ihtiyacı bir kez daha kanıtlamaları önemliydi ve önemlidir. Bu duyarlılıkla hareket eden sol, kapitalizm karşıtı güçler, yüksek öğrenim gençliğinin gazabını taşıyan nehirle birleşebildi ve bu büyük öğrenci hareketi doğdu.

NAR’ın gençlik örgütünün (ΕΑΑΚ) özellikle öğrenci gençlik içinde hatırı sayılır bir güç olduğunu, hareketin ortaya çıkmasında ve büyümesinde önemli roller üstlendiğini belirtmek gerekir.

Hiç kuşku yok ki, son günlerde patlayan öğrenci direnişlerinin en ayırt edici yanlarından biri, işçi ve emekçilerin desteğini kazanmak için ortaya konan ısrarlı tutumdur. Bunun sonucu olarak, kamu emekçileri sendikası bir günlük, Yunanistan işçi sendikaları ise 4 saatlik iş bırakma eylemi yapmış ve öğrencilerin haklı taleplerine sahip çıkma çağrıları çıkarmışlardır. Okullararası koordinasyon komitesi, tüm bildirilerinde, eğitim sorununun halkın sorunu olduğunu vurgulamış, bu temelde, işçi ve emekçilerle oluşturulacak ittifakın tayin edici olduğuna dikkat çekmiştir.

Bizim ülkemizle kıyaslandığında, dikkat çeken noktalardan biri de, Yunanistan’da, yüksek öğrenim gençliğinin sendikal bir örgütlenme geleneği oluşturmuş olmasıdır. Her öğrencinin doğal olarak üye sayıldığı bu örgütlenmenin her organı seçimlerle işbaşına gelmekte ve seçimler yılda bir tekrarlanmaktadır. Siyasi örgüt ve partiler de, bu sendikal örgütlenme içinde kendi gençlik örgütlerinin sendikal birimleri/fraksiyonlarıyla yer almaktadırlar.

Örneğin Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) gençlik örgütü Yunanistan Komünist Gençliği’dir (KNE). Üniversitelerdeki sendikal örgütlenme içinde ise, Tüm Öğrenciler İşbirliği Hareketi (PKS) adıyla yer almaktadırlar. Kuşkusuz bu örgütlenme biçimlerinin biri diğerine alternatif değildir. Her okulda siyasi gençlik örgütleri sendikal örgütlenme ve faaliyetler içinde sendikal birimler yada fraksiyonlar olarak yer alırken, bağımsız  örgütlenmelerine de devam etmektedir.

İşgaller sırasında, daha öncesinde de olduğu gibi, her siyasi gençlik örgütü, genel talepler için yapılan tüm etkinliklerde, koordinasyon komiteleri ve okul adları altında yürümüş ve bu doğrultuda genel etkinlikler içinde yer almışlardır. Genel kurul çağrıları ise, siyasi örgütlenmelerin okullardaki sendikal fraksiyonları adına yapılmıştır.

Yürüyüş, miting, kültürel vb. kitlesel faaliyetler, eğer özel bir kampanya kapsamında değil ve genel öğrenci kitlesine yönelikse, okul ya da fakülteler imzasıyla yapılmakta, bu pankartlar altında yürünmektedir. Yani hiçbir yürüyüş ya da mitingte parti ya da siyasal örgütlerin gençlik örgütlenmelerinin imzaları yoktur. Okulların ya da eğer koordinasyon komiteleri olarak örgütlenmemişse, okul örgütlenmelerinin imzası vardır.

Akla Yunanistan’da siyaset yapılmıyor mu, gençlik içinde, okullarda siyasal çalışma ve örgütlenme faaliyetleri yok mu sorusu gelebilir. Kuşkusuz var. Sendikal örgütlenmelere gelince, onlar, bu siyasal gençlik örgütlerinin, içinde fraksiyonlarıyla yer alarak, kitlesel faaliyetlerini yürüttükleri okullardaki dayanaklarıdır.

Tabii ki, sorun, sadece bir isimlendirme ve “imza” sorunu değil, ama mücadele ve örgütlenmenin, başlıca kitlesellik yönüyle içeriğine ilişkin yaklaşım sorunudur. Öğrenci gençlik kitleleri, acil talepleri etrafında ve genişliğiyle, mücadeleci her öğrenci genci içinde toplayabilecek sendika tür kitlesel örgütlerde mi örgütlenecektir, yoksa, üyelerinin, yalnızca gençliğin ileri unsurlarıyla sınırlanması kaçınılmaz olan dar siyasal örgütler ve onların siyasal faaliyetleriyle mi yetinilecektir? Bunların birbirinin alternatifi olmaması ayrı sorundur, ancak bu, geniş öğrenci kitlesine dar örgütler dayatmanın ayağı yerden kesikliğini ortadan kaldırmaz.

Türkiye’de öğrenci gençliğin sendikal örgütlenmelerinin örnekleri olarak, dünkü –hemen her üniversitede olan ve öğrencilerin doğal olarak üyesi oldukları– öğrenci birlikleri ve bugünkü Öğrenci Temsilcileri Konseyleri verilebilir. Bunlar kuşkusuz, gençliğin ileri unsurlarının siyasal içerikli örgütlenmelerinin alternatifleri olarak değil, ama, gençlik kitlelerinin örgüt ihtiyaçlarına yanıt olarak (ya da ÖTK’ların idarece gündeme getirilmesi örneğinde olduğu gibi, yine temelinde aynı ihtiyaç olmak üzere, ama bu kez –kuşkusuz gençliğin kendi temsilcilerini sahiplenerek tersine çevirebileceği– gençlik kitlelerini dayatılmış temsilcilerle denetim altına almak amacıyla) gündeme gelmiştir. İdarenin amaçlarının kırılması ve ÖTK’ların gençliğin gerçek kitlesel örgütlerine dönüşmeleri, yalnızca “iyiniyetli bir öngörü” değil, örnekleri az olmayan nesnel süreçlerdendir. 2000’lerin hemen başında İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere büyük kentlerdeki gençliğin formasyon hakkı talepli kitlesel eylemleri ile 2003 Irak işgaline karşı birçok üniversitedeki %80-90 katılımlı kitlesel boykotlar, ÖTK’lar tarafından örgütlenen eylemler olarak, onların öğrenci gençlik hareketinin kaldıraçları olarak oynadıkları/oynayabilecekleri rolün göstergeleri olmuşlardır. Hemen tüm dar siyasal gençlik örgütleri tarafından ÖTK’lara ilişkin yaklaşımı dolayısıyla “uzlaşmacılık” ve “roformculuk”la suçlanan Emek Gençliği, bu eylemlerde hem kendi üzerine düşeni gerçekleştirip hem de gençliğin bu kitlesel örgütlenmesiyle doğru bir ilişki kurup hareketlenmelerini sağlayarak ve içlerinde çalışarak, gençlik hareketinin önünü açan yaklaşım ve tutumun nasıl olması gerektiğinin örneğini vermiştir.

 

SONUÇ YERİNE

İşgaller, bakanın yaz aylarında kesin meclisten geçecek dediği yasa tasarısının şimdilik askıya alındığını söylemesinden dolayı bitirildi. Ancak koordinasyon komiteleri yeni öğretim yılını işgallerle açma kararı almış durumda. Sınav süreci olması ve öğrencilerin zor durumda kalmamaları düşüncesi de, bu kararın alınmasında etkili olmuşa benziyor.

Eylemlerin sonucuna ilişkin olarak ise, yaklaşık tüm kesimler şu noktalarda birleşmektedirler: Son beş yıldan bu yana bir durgunluk yaşayan hareket, bu eylemlerle yeniden toparlanmış ve öğrenci gençliğin sorunlarını, yeniden, hem de dinamik bir tarzda işçi ve emekçilerle tüm halkın gündemine taşıyabilmiştir. “Eğitimde reform” adı altında gündeme getirilen saldırılar, hükümeti zor durumda bırakan mücadelelerle şimdilik önlenmiştir. Gençlik muhalefeti, sokaklarda, sermayeye karşı verilen mücadelenin temel gücü olan işçi ve emekçi muhalefetiyle birleşmiş ve hareket, daha ileri bir noktadan mevzilenmenin olanaklarını yakalamıştır. Üniversitenin bir diğer bileşeni olan öğretim üyeleriyle yakalanan eylemli birlik, sürekli kılınması ve geliştirilmesi gereken önemli bir kazanım ve itici güçtür. Diğer bir önemli kazanım ise, geniş gençlik kitlesinin mücadele organları olan komitelerin yeniden ayakları üzerine dikilmiş olması ve on binlerce öğrencinin toplantılara katılarak, elini kaldırarak, önerilerde bulunarak, kısacası demokratik bir işleyişte aktif katılımcı olarak, hareket içinde yer almasıdır.

Yunanistan’daki son gençlik hareketi, sermayenin saldırıları ve eğitim sistemine ilişkin planlarının ertelenmesine neden olarak, en azından şimdilik püskürtmüş ve kolaylıkla gerçekleşebilir olmadığını göstermiştir.



 

* ’60’larda Türkiye’de de geçerli olan üniversitelerinin özerkliği, geçmiş demokrasi mücadelesinin kazanımlarındandır ve Yunanistan’la demokrasi olduğu ileri sürülen günümüz Türkiye’sinin bu yönüyle kıyaslanamaz durumunun göstergelerindendir. Mücadelenin düzeyiyle doğrudan ilişkili olarak, ’60’larda Türkiye’de de, polis, rektörün çağrısı olmadan üniversitenin bahçesine bile giremezdi, üniversiteler idari ve mali bakımdan özerkliklerine sahiplerdi ki, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle bu özerkliğe zorla son verilmiştir.

* Yazıda, Yunanistan öğrenci hareketinin geçmişten bu yana nesnel ve öznel tüm koşulları ve durumuna değil, ülkemiz bakımından önemi açısından, daha çok, güncel gençlik hareketinin örgütlenmesinin bazı özelliklerine değineceğiz.

** Diğerlerine geçmeden, bu derslerden önemli birisinin, Türkiyeli akademisyen ve aydınların, Yunanistanlı öğretim üyelerinin taleplerini sahiplenmeye yönelen öğrencilerle birleşen kitlesel grevlerinden öğrenmek üzere çıkarmaları gereken ders olduğu söylenmelidir.

 

Laisizm ve Türkiye

İki uluslararası bağlantılı sorun az-çok geriye itmiş görünse de, laisizm/laikçilik sorunu Türkiye gündeminin belli başlı maddelerinden biri olmayı sürdürüyor.

Laisizm ve egemen sınıf odaklarının bu sorun üzerinden saflaşma ve çatışma halinde oluşlarını şimdilik geriye itmekte olan iki sorundan biri, tüm Ortadoğu’yu derinden etkilemekte olan İsrail’in önce Filistin ve ardından Lübnan’a yönelik olarak başlattığı yoğun saldırıdır. İkincisiyse, Kürt sorunundaki tırmanma ve “İsrail’in hakkı varsa niye bizim olmasın!” açıklamalarıyla, Siyonist saldırganlık örnek alınarak, Kürtlere yönelik sınır-ötesi operasyon ilan ve hazırlığıdır.

Gerçi laisizm sorunu bu iki gelişme tarafından az-çok geriye itilmiş gibi görünse de, gerçekte, bu iki sorunun ele alınış yöntemi, çözüm önermeleri ve öneri sahiplerinin tutumlarıyla iç içe geçmiş durumdadır da. Örnekse, sınır-ötesi operasyonun tarihi olarak 30 Ağustos sonrası verilmektedir ve bunun belirli bir anlamı olduğu açıktır. Bu tarih, sınır-ötesi operasyon bakımından, yeni Genelkurmay Başkanı’nın göreve başlamasına gönderme yapmaktadır ki, bu zaman dilimi, uzun aylardır cumhurbaşkanlığı seçimi ve erken seçim tartışmalarıyla “çekişme masası”nda olan güç odakları arasındaki ilişki ve çelişkilerin düğümlerinden önemli birini oluşturmaktadır. Öte yandan başlıca AKP ve askeriye arasındaki ülke yönetimine ilişin saflaşma, İsrail ve saldırganlığıyla da doğrudan ilintilidir. Örneğin HAMAS lideri H. Meşal’in Türkiye’ye daveti dolayısıyla hem bu iki odak farklı tutumlar almışlardır, hem de İsrail’le ilişkileri farklıdır. İsrail ve ardındaki ABD’den Meşal’in davetine ilişkin homurdanmalar ve İsrail yetkililerinin “biz PKK ile ilişkilensek nasıl olur?” mealli sert suçlamalar, herhalde İslami tabanının hassasiyetlerini dikkate almakta olan AKP’yi hedeflemekte ve ama İsrail ziyaretinde HAMAS’la görüşmeyerek açık bir tutum ortaya koyan Cumhurbaşkanı Sezer’in tutumuyla belirgin biçimde birleşmekteydi.

Öyleyse son günlerin (haftaların) iki öne çıkan sorununun laisizm sorunu ve bu sorun üzerinden çekişmeyi geriye itmek ya da yatıştırmak bir yana hatta içten içe keskinleştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 

*

Bir tarafta AKP, ve ona, Amerikancılığı ve “değiştim” nidalarıyla, kendi dayanaklarını ihya etmek üzere de sarıldığı piyasacılık yüceltisiyle neoliberalizmin yanında asıl rengini verip başlıca dayanaklarını sağlayan şeriat özlemleriyle din siyaseti ve kuşkusuz dinci-Şeriatçı güçler… Diğer tarafta özel bir din siyaseti izlemekte olan güçler, siyasal parti olarak CHP, ama asıl olarak Cumhuriyet’ten bu yana iktidarın başlıca gücü durumundaki militarist kast… Yan yana ve karşı karşıyalar. Halka karşı yan yana, birbirleriyle karşı karşıya. Laisizmle ilgili olarak karşı karşıya geliyor görünüyorlar. Din sorunu üzerinden, dinin nasıl kullanılacağına ilişin olarak karşı karşıya geldikleri kesin. Türkiye nasıl yönetilecek? Yönetilirken, dinin kullanımı nasıl olacak? Tartışma konuları bu ya da ülke yönetimine ağırlık koyar ve “iktidar ipi”ni çekiştirirken, bunu, dinin nasıl kullanılacağı üzerinden yapıyorlar.

Karşılıklı olarak yeniden ve yeniden laikliği tanımlayarak, laisizm başlığı altında tartıştıkları din sorunu ve dinin siyasetle, en başta devletle ilişkisi, Türkiye’nin çekiştirile çekiştirile kangren olmuş sorunlarının başında geliyor. Tıpkı Kürt sorunu gibi, içinden çıkılmaz hal aldırılması, tarihsel olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gidiyor.

AKP ve geleneksel din siyaseti yapan güçlere göre, laisizm sorunu olarak, aslında özgürlükler sorunu tartışılıyor. Türban, imam hatipler gibi alanlarda özgürlüklerin sınırlandığını ileri sürerek, gerçekte dayanaklarını güçlendirmek üzere, din siyasetine özgürlük istiyorlar. Taleplerinin, gerçek özgürlük arayışıyla ilişkisi bulunmuyor. 3 Kasım’a gelirken “Camiler kışlamız, minareler süngümüz” mısralarıyla okuduğu şiir dolayısıyla hapse mahkum edilen Erdoğan’ın özgürlük haykırışlarının Terörle Mücadele Yasası’na vardığı gözlendiğinde, özgürlüğe ilişkin ajitasyonlarının yalnızca din siyaseti yapma ve yığınları aldatma özgürlüğüyle belirlendiği görülüyor. Örneğin 28 Şubat’ta ciddi zararını gördüklerinden, yüksek sesle olmasa bile, geleneksel tabanları durumundaki inançlı sömürülen yığınlara yönelik olarak alttan alta ama yoğun olarak işledikleri ve durmaksızın türban, imam hatipler, helal gıda vb. konularını öne sürerek, siyasal olarak sürekli kıldıkları propagandaları, dine saldırıldığı, inançlarla oynandığı ve dinin elden gitmekte olduğu içeriklidir.

CHP ve militarist kast başta olmak üzere, kendilerini Kemalist olarak tanımlayan ve görünüşte Laisizm üzerinde titreyen güçlere göreyse, Laisizm, Anayasa’nın değiştirilmesi bile önerilemeyecek olan Cumhuriyet’in başlıca dayanak ve ilkelerindendir ve doğrudan rejim sorunudur. Onlara göre, türbanla kamusal alana girilemez, imam hatiplere “düz” liselerle eşitlik tanınarak dinci kadro derleme merkezi olarak değerlendirilmelerine izin verilemez vb. vb.. Bunların özgürlüklerle ilişkisi bulunmamaktadır ve zaten bu çevre ve odakların özgürlükler sorunu diye bir sorunları da yoktur. Onlara göre, sorun, Cumhuriyet’in korunup kollanması ve güvenlik sorunudur. Buradan, yüksek perdeden –geleneksel– din siyasetiyle Cumhuriyet ve kazanımlarına saldırıldığı ve Cumhuriyet’in elden gitmekte olduğu propagandasını geliştirmektedirler.

Sınır-ötesi operasyon ve İsrail’in Ortadoğu’da genişletmekte olduğu savaş geriye iter gibi görünse de, gerek genel seçimler –ki erken seçim tartışmaları günceldir ve cumhurbaşkanlığı seçiminden önce bir erken seçim zorlanmaktadır– gerekse cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmakta oluşu, hele yeni Genelkurmay Başkanı’nın göreve başlamasına bir ay bile kalmaması iki taraf arasındaki çekişmeyi kuşkusuz sertleştirecektir.

Laisizm üzerinden bir çekişme ve bunun sertleşmesinin üstelik her iki tarafa temel bir yararı da vardır. Türkiye, giderek yönetilmesi iyice zorlaşan bir ülke durumundadır ve dört bir yandan sorunlarla kuşatılmıştır. İçinden çıkılmaz sorunlar yumağı halindedir. Kürt sorunu başta olmak üzere demokrasi sorunu ve henüz hoşnutsuzluklar bağımsız eyleme dökülmese de giderek yoksul yığınların eskisi gibi yönetilmek istememeye başlamaları ve tepkilerin şurada burada –örneğin T. Erdoğan’ın “fırçaları”na yol açarak– hızla ve sık sık ortaya çıkmaya başlaması bir sorundur. Büyüme iddialarına karşın, sömürülen yığınların hızla sefalete itilmesi ve işsizliğin duralamak bir yana tırmanması, çalışma şansı bulabilenlerin yoğun sömürü altında bulunmaları, devalüasyon ve faiz artırımlarıyla sömürülen yığınların sırtındaki kamburun büyümesi bir başka sorundur. Amerika’nın bölgeye ilişkin hesapları, İran’a yönelik baskı ve bu ülkeye ilişkin Türkiye’den emperyalist beklentiler Türkiye’yi iyiden iyiye sıkıştırmaktadır. Filistin sorunu karşısındaki vurdumduymazlık ve Siyonist zulme çanak tutan İsrail yandaşlığı, yine inançlı kesim başta olmak üzere sömürülen yığınları isyan ettirici bir durum almıştır. Fındıktaki soygun, benzerinin zeytinyağında tekrarlanma girişimleri, memurlara yönelik norm kadrolu vb. saldırganlık, sağlık başta olmak üzere sosyal güvenliğin sıfırlanmaya çalışılması, Fransa, Almanya ve Yunanistan’da yaygın öğrenci hareketlerine yol açan eğitimin özelleştirilmesine karşı Türkiye’de bir hareketlenmenin belki “eli kulağında” olması gibi diğerleri de eklendiğinde, Türkiye hızla yönetilemez bir ülke olmaya aday hale sürüklenmektedir.

Bu “karmaşa”da, bayrak ve vatan üzerine oynamanın yanı sıra din üzerinden oynamak en akıllıca tutum olmakta ve iktidar çekişmesi sürdüren iki taraf açısından da uygun düşmektedir. Din üzerinden oynamak ve dini siyasetin aracı kılarak, tartışmayı, görünüşte Laisizmin savunulması adı altında, dinsel sorun ve motifler üzerinden yürütmek, iktidar çekişmesini de buradan kurmak, sömürülen yığınları etki altında tutma ve yedeklemenin başlıca yollarından olagelmiştir. Türban, imam-hatip vb. malzemeli (birbiriyle çekişmekte olan her iki iktidar gücü de bunları kullanıyorlar) çekişme, inançlı insanların, yığınsal olarak, güçlü dinsel önyargıları ve “dini değerlerle oynanıyor”, “dine saldırılıyor” kaygılarına doğrudan bir sesleniş oluşturmakta ve onları geleneksel din siyaseti yapmakta olan AKP’nin ardında toplanmaya yöneltmektedir. Öte yandan aynı çekişme, geleneksel olarak, başta Aleviler olmak üzere, Şeriatçılıktan çekmiş yığınlar açısından, tarihsel deneylerle de beslenen “Şeriatçılar geliyor”, “Cumhuriyet elden gidiyor”, “İran mı oluyoruz?” kaygılarına sesleniş olmakta ve ikinci iktidar mihrakının ardında bir toplanmayı harekete geçirmektedir. Ezilenler tarafından kendi bağımsız nesnel çıkarlarıyla ilişkisizliğinin farkına varılarak, etkisi ve sonuçlarının üstesinden gelinemediği her durumda, din ve görünüşte laiklik konulu her çekişme ve itiş-kakış, sömürülen yığınların, üstelik bölünüp, kendi aralarında karşı karşıya gelerek, sömürücü ve baskıcı egemen sınıf kesimlerine yedeklenmeye götürmektedir. O nedenle, din ve sözde laiklik üzerinden çekişme, kim kazanacak olursa olsun, her halükarda emekçilerin kaybedeceği kesin olduğu için, egemenler bakımından en tercih edilir çekişme konusu durumundadır.

 

LAİSİZM NEDİR?

Laisizm, bir burjuva kavram olarak, burjuva devrimlerinin ürünüdür. Burjuvazinin, kapitalizmin gelişmesinin zorladığı, feodallerin iktisat-dışı zoruna, kişisel ve toprağa bağımlılık ilişkilerine karşı olduğu kadar, onun bir parçası ve bileşeni durumundaki dinsel bağımlılık ilişkilerine ve dinin siyasal süreçler ve en başta devlet üzerindeki düzenleyici etkisine karşı çıkışının bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. Batı’da Kilisenin devasa toprak mülkiyeti ve feodal ayrıcalıklardan olan ayrıcalıkları ve Cennet’i pazarlamaya varan belirleyici gücü, burjuvazinin güç almakta olduğu bilim yerine hurafelere dayanan ve feodal sistemi savunmaya adanmış, her tür gelişme ve ilerlemeye karşı tutumu, eğitimi ve okulları denetiminde tutuyor olması, engizisyonları vb.; sömürülen yığınları bıktırıp tepki ve düşmanlıklarını kazandığı kadar, tüm kutsallıkları paraya tahvil ederek, sermayenin çıplak gücü ve sınırlanmamış egemenliği, birleşik pazar ihtiyacı ve hiçbir maddi ve kutsal ketle engellenmemiş değişim özgürlüğü peşinde olan burjuvazinin hedefleri arasındaydı. Sonunda, kapitalizmin ihtiyaçları kendisini dayattı. “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı nakit ödemeden başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu.”* “Göksel İmparatorluk”un dünyevi-göksel temsilcisi, Kilise, egemenliği ele geçiren burjuvazi tarafından dünyevi imparatorlukların düzenleyiciliğinden kovuldu. Bu kovuluş, ya açık ve doğrudan biçimde, Fransa’da olduğu gibi, toprakları yağmalanarak, devletin ve eğitimin dışına atılarak, Kiliseye ve egemenliğine karşı zor uygulanması yoluyla ya da Kilisenin (kuşkusuz dinin) kendisini reformdan geçirip (Calvin, Luther ve Protestanlık hareketi) yenileyerek burjuvazinin egemenliğini kabullenmesi ve modern devletin hizmetine girmesi yoluyla gerçekleşti. Katoliklik de, dünyevi egemenliği burjuvaziye terk ederek ve onun hizmetinde, ancak kendisine tanınan alanda varlığını sürdürdü.

Jakoben Laisizm olarak tanınan ve burjuvazinin feodalizm ve soyluluğa karşı devrimci tutumunu yansıtan, Kilise ve dinin dünyevi egemenliğinin, aygıt ve dayanaklarıyla birlikte elinden açıkça ve zorla alınarak, siyaset alanının dışına sürüldüğü Fransız türü.. Ya da işçi sınıfı ve hareketinden duyduğu korkuyla burjuvazinin feodalizm ve soylulukla uzlaşmaya yönelerek iktidara tırmandığı  –gelişen kapitalizmin toprak soylularına iç başkalaşımı ve kapitalistleşmeyi dayattığı– ve kesip-atarak değil, ama uzunca bir süreç içinde, din siyaseti dahil, feodal kurum ve aygıtları hizmetine koşarak kendine bağladığı Alman vb. türü.. Hangisi olursa olsun, birinde hızla, diğerinde kalıntılarının sancılı giderilme hali bir yana, bir şey kesindir: Din ve Kilise, siyasal egemenliği burjuvaziye terk edip, çıkarlarının üstünlüğünü tanıyarak ve kuşkusuz karşıtlarının, işçi ve emekçilerin yatıştırılması rolünü üstlenip hizmetine girerek, “göğe” çekilmiştir. Burjuvazinin hizmetinde oynadığı rol, hiç kuşku yok, burjuvazinin ihtiyaçları tarafından belirlenmiş (Calvinizm ve Luthercilik tamamen bu içerikle biçimlenmiş), ama, bu, dinle siyaset (devlet işlerinin) ve eğitimin bütünüyle ayrılması olarak gündeme gelen Laisizmin daha başlangıcında ucundan tırtıklanması anlamına gelmiştir. Ama şu ya da bu yoldan, artık burjuva çıkarlar, siyaset ve egemenliğini karşıya alıp dışlayan bir din siyasetinden (ve egemenliğinden) ve dinin dünyaya dayatılmasından söz edilemez olmuştur. Laiklik diye tanımlanan genel olarak budur: Din kişinin özel sorunudur, kişi, özgür yurttaş, şu ya da bu din veya mezhebin akidelerine inanır ya da inanmaz, bu, dünyevi yaşantısını etkilemez, ve kuşkusuz devlet, tüm inançlar (ya da inançsızlık) karşısında, tarafsız pozisyonuyla, eşit mesafede durur.

Burjuvazinin başlangıçta feodal soyluluğun kollarına atılıp gericileşmesine bağlı olarak gündeme gelen Laisizmin ucundan tırtıklanması ve yarım-yamalaklığı ya da daha baştan burjuvazinin hizmetine koşulması, kuşkusuz, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasından ve din üzerinden siyaset yapılmasından başka bir şey değildir. Ve burjuvazinin “devrimci barutu”nu tümüyle tüketip tekelleşerek gericiliğin kalesi olmasıyla, dinin –kuşkusuz– burjuva çıkarlarla kullanılmasının, aynı anlama gelmek üzere dini inanç ve duyguların, önyargıların istismar edilerek üzerinden siyaset yapılmasının önü ardına kadar açılmıştır. Artık emperyalizm koşullarında, dinin siyaseten kullanılması, yalnızca burjuvazinin konjenktürel farklılıklar gösteren çıkarları ve burjuva kesimlerin birbirlerine ve halkı karşı izlediği taktiklerin ihtiyaçlarına bağlı olmuştur.

 

DİN SİYASETİNE DÖNÜŞ

Burjuvazinin henüz devrimci olduğu ya da soyluluğun kollarına atılarak gericileşmeye yönelmekle birlikte az-çok ilerlemeyi temsil ettiği, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği ve “tarihin tekerleği”nin dönüşüyle uyum içinde bulunduğu tekel-öncesi serbest rekabetçi dönemde, devlet işleriyle din işlerinin ayrılması ve dinin özel kişisel sorun kılınması olarak şekillenen Laisizm, şurada burada dinin siyaseten kullanılmasını bütünüyle dışlamasa bile, yine de genel bir uygulanma alanı buldu. Ancak tekelleşerek emperyalizme dönüşmesiyle birlikte üretici güçlerin gelişmesiyle karşıtlık içine düşen kapitalizm koşullarında, artık her tür gericiliği mubah sayan ve gericiliğin asıl gücü haline gelen burjuvazi, Kiliseyi ve doğuda örneğin camiyi ve Müslümanlığı da kendisine bağlayarak, dinin halkı yönetmek bakımından sunduğu olanaklardan yararlanmaya yöneldi. Artık tümüyle halka karşıydı ve politik zorun yanında dinsel yatıştırıcılık dahil, her türlü yöntemi kullanarak, halkın öfke ve isyanını denetim altına almak ve saptırarak çıkar ve politikalarına uygun kanallara akıtmak üzere davranmaktaydı.

İngiltere, 2. Emperyalist Savaş öncesine kadar gelen “güneş batmayan imparatorluk” döneminde, hemen tüm dinleri emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmanın sayısız örneklerini verdi. Türkiye ile ilişkisi bakımından, 1. Emperyalist Savaş’la Ortadoğu’nun “cetvelle çizilmiş” türden sınırlarla bölünmesinde, Arap aşiretlerini, milliyetçiliğin yanında dinciliği de kışkırtarak ve din üzerinden siyasetlerle yedeklemeye yöneldiği bilinir.

2. Emperyalist Savaş ertesinde, ABD’nin emperyalistler arasında “1. keman” rolüne soyunması ve kendini diğerlerine dayatması döneminde, özellikle İslam’ı kullanmaya giriştiği yine bilinir. Soğuk Savaş ile birlikte Sovyetler Birliği’nin kuşatılması ve çökertilmesi yöneliminde, İslam’ın ve İslamcı güçlerin harekete geçirilmesini içeren “Yeşil Kuşak Projesi”nin önemi hatırlanacaktır. Müslüman ve Müslüman kökenli halklar, bu dönemde Amerikan emperyalizminin göz bebeği durumunda olmuşlar, ideolojik aygıtların hedefi olmanın yanında rüşvetlere boğulmuşlar, aşiret reisleri, Sultanlar, dini liderler el üstünde tutularak, siyasi ve askeri yardımlarla Amerikan çıkarları ve stratejisine bağlanmışlardır. Şimdi “azılı terörist” ilan edilen El-Kaide ve Bin Laden, örneğin, bu Amerikan stratejisinin ürünü bir CIA beslemesidir. Zamanında, Sovyet sosyal emperyalizmi ve işbirlikçisi revizyonistlere karşı Bin Laden ve örgütü Afganistan’da her türlü araçla desteklenmiş, “terörizmi” ve “aşırı İslamcılığı” akla bile gelmemiştir.

İran Devrimi’yle Şahın devrilmesi ve bu ülkede Şeriatçı Şii iktidarının kurulması, kuşkusuz “yeşil kuşak” stratejisinde bir “kırılma” oluşturmuş, ancak bir süre, din siyasetinde mezhep ayrılıklarına kadar inilerek, Şiiler karşısında Sünnilere oynanarak, henüz hedefine ulaşmamış olan strateji sürdürülmüştür. Ancak yine de, İran İslam Devrimi, stratejinin bir “geçiş dönemi”ne girdiğinin işaretini vermiştir. Çünkü bu devrim, dinsel alanın, İslam’ın asli sahiplerinden birinin egemenlik ilanıyla, ABD’nin tek başına İslam’ı kullanamayacağını göstermiş; geleneksel din siyaseti ve bölgede buna bir çağrı olan İran’daki “atılımı”, ABD bakımından işlerin karışacağı ve –kendisine paha biçilmez olanaklar sunan dinsel alanı bütünüyle İslam’ın geleneksel güçlerine terk edemeyeceği için– dünya egemenliği stratejisine hizmet edecek yeni taktikler geliştirmek zorunda olduğu anlamına gelmiştir.

Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılması, “yeşil kuşak” ihtiyacını, en azından eski içeriğiyle gereksiz hale getirmiş; dünya egemenliği peşindeki ABD bakımından, İslam’ın kullanılması, eski çevre Sovyet Cumhuriyetlerinin ABD egemenliğine bağlanmasında İslam’ın oynayacağı “kaldıraç” rolüne indirgenmiştir.

Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşü, eski Sovyet Cumhuriyetleri ve egemenlik altına alınmalarıyla sınırlanamayacak sonuçlar oluşturmuş, “Sovyet İmparatorluğu”nun boşalttığı –Afrika’dan Asya’ya– geniş alanların yükselişteki yeni emperyalist talipleri boy gösterme eğilimine girerken, dünyanın yeniden ve genel olarak “parsellenmesi” gündeme oturmuştur.

Dönemin bir başka özelliği de, ABD ve Sovyetlere yönelik eski Batı stratejisi bakımından, stratejinin kendisiyle birlikte dinsel İslam’ın, akıtılan yardım ve desteklerin eski öneminden kaybetmesine bağlı olarak, geleneksel İslamcı güçlerin başıboş hissetmeye başlamalarıdır. İran devriminin yaydığı havanın da etkisiyle, dinsel İslam kendi içine dönme ve “bağımsız” hareket etme eğilimine girmiştir. CIA başta olmak üzere Amerikan beslemesi bu Ortaçağ karanlığının güçleri, bir yandan başıboşluk ve içe dönüş üzerinden, bir yandan da yeni strateji oluşturmakta olan ABD tarafından yönlendirilerek, dünyanın, hem kolay yönetilmesi için dinselleştirilmesinin dayanaklarına, hem de yeniden paylaşılması için yeni ABD satrancının “piyonları”na dönüşmüşlerdir.

ABD’yse, bu kez hem ülke içi ve hem de dışında, dinin yenilenmiş bir kullanım tarzına, üç belli başlı dini kapsayan din siyasetine geçmiş; geçişte, teröre yönelmiş başıbozuk dinci İslam’ın payının ölçüsüne ilişkin boş tartışma bir yana, 11 Eylül “İkiz kuleler” hadisesi, dinin yeni kullanım biçimine ilişkin taktikleri de kapsayan dünya egemenliğine yönelik yeni stratejinin görünüşte “düğmesine basılması” olarak yansıtılmıştır. Artık, eski “yeşil kuşak” güçleri de içinde radikal İslam ya da İslami terörizm, dünya ölçüsünde düşman durumundadır.

Sürecin bir yönü, yalnızca ABD’yi kapsamakla kalmayıp Avrupa’ya da yayılarak, Ortaçağ Hıristiyan gericiliğinin, başta Evangelizm olmak üzere, onun en sapkın mezheplerinin önünün açılması ve karanlık güçlerinin harekete geçirilmesi olmuştur. ABD ve “demokrasi beşiği” Avrupa sözde laiktir; ama, “yeşil kuşak” günlerini aratan bir din siyaseti, bu kez bu ülkelerin yığınlarına yönelik olarak, tekellerin dünya egemenliği amaçları, politika ve saldırganlığının hizmetinde, bu ülkelerden başlayarak, dünyayı kasıp kavurmaya başlamıştır. Bu alanda öyle ileri adımlar atılmıştır ki, Bush, Irak işgaliyle ilgili olarak “Tanrı” tarafından “görevlendirildiği”ni ileri sürmekte sakınca görmemiş, dünya ölçeğinde çatışma “Hristiyan-Yahudi medeniyeti ile İslam medeniyeti”nin çatışması olarak ilan edilmiş ve Amerikan saldırganlığı “Haçlı Seferi” olarak nitelenmiştir. Hıristiyanlık değerlerine atıflar, evrim kuramı düşmanlığı, dinsel dogmaların güncellenmesi vb. Amerikan ve Avrupa halklarına yönelik teslim alıcı bir saldırının unsurları olarak revaçtadır ve belli başlı büyük devletlerden başlayarak, dünya bir gericilik dönemine sürüklenmiştir.

Aynı şey, tekelci kapitalistlerin ağababalarının kurmay odalarında geliştirdikleri İslam’a yönelik yeni taktikler ve İslam’ın yeni kullanım biçimi açısından da geçerlidir. İslam, “radikal” ve “ılımlı” olarak ikiye ayrılmakta ve biri hedefe konurken, diğeri, çıkarlarına hizmet için tekellere, çıkar ve politikalarına bağlanmaktadır. Dergimizin 167. sayısında yayınlanan “Anti-emperyalist Mücadelenin Temelleri” başlıklı makalenin özellikle son bölümünde konuya ilişkin daha geniş bilgi bulunabilecek tekeller ve din ilişkisine ilişkin son yıllarda olup bitenlerin, burjuvazi açısından Laisizmden geriye bir şey kalmadığını ve “modern” amaçlarıyla din siyasetinin gemi azıya aldığını gösterdiği açıktır.

Kapitalist modernitede, bilisiz yığınlar, kendi dönüştürücü güçlerinin farkına varıncaya dek, doğa güçleri ve yasalarını açıklayamamalarının üzerine binen sermayenin kör egemenliğini açıklayıp üstesinden gelemedikçe, kendi gerilik ve korkularının ürünü olan dinsel dogmalar ve dünyada bulamadıkları huzuru “öte dünya”da arama zaafları dolayısıyla, kuşkusuz başta –dönemden döneme değişecek yönelimleriyle– kapitalist emperyalistler tarafından istismar edilecek, birbirlerine karşı safa sokulmak üzere bölünerek, kendi nesnel çıkarlarının tersine yedeklenmekten kurtulamayacaklardır. Bu, Amerika ya da Türkiye veya bir başka ülke, neresi olursa olsun, Ortaçağ gericiliğini de yardımına çağırıp dinci güçlerine sarılan tekelci burjuvazinin, Laisizm edebiyatına rağmen, tamamen, modernite kılıfı giydirilmiş oluşuyla geleneksel olanından ayrılan din siyaseti izlemesi anlamındadır ve gerici burjuvazinin, modern felsefi akımlar kadar, din üzerinden de varlığını korumaya ve önünü açmaya çalışmasında şaşılacak şey yoktur.

 

LAİSİZMİN TÜRKİYE MACERASI

Osmanlı bir din devletiydi ve Şeriatla yönetiliyordu. Sultan (ya da Padişah), Yavuz Selim’den bu yana, aynı zamanda Halife’ydi. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı ise, dinle iç içe olan devletin dine uygun yönetilip yönetilmediğini –günümüz MKG’sının uyulması zorunlu tavsiye kararları gibi– uyulması zorunlu fetvalarla Halife adına denetleyen ulemanın başı Şeyhülislamdı. Son zamanlarında Osmanlı’ya Batı mektepleri de girmişti; ancak eğitim, başlıca dinle iç içeydi, medreseleriyle vb. dini eğitim durumundaydı.

1. Emperyalist Savaş’ta yenilen ve emperyalistlerle Yunan vb. işbirlikçilerinin işgaline uğrayan Osmanlı, başta Halife-Padişah Vahdettin, işgalcilerle işbirliğine yönelip M. Kemal ve Kurtuluş Savaşçılarını din düşmanı ilan eden fetvalar çıkarıldığında, din devletinin artık yürümeyeceği anlaşılmıştı. Gerçi Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin milli fetvalarıyla Halife ve Şeyhülislamın fetvalarının etkisini kırılmaya çalışılıyordu; ama, dünyevi işlere ilişkin farklı çıkarlar, çözüm önerileri, politika ve tutumlar, başlıca ulusalcılık ve işbirlikçilik saflaşması üzerinden, din siyaseti ve devletiyle “vatan” ve “ya istiklal ya ölüm” vb. vurgularıyla belirginleşen Kemalist siyaset ve pozitivizmden beslenen ideolojisi, dinle dünyevi işler ilişkisi, eskisi gibi yürüyemeyecek türden bir çatışma içinde, karşı karşıya gelmişti. Ulusal uyanışa yol açarak, kapitalizm, Türkiye’de de, işgalin yol açtığı siyasal kargaşanın özel şartlarında ve daha gelişmesinin başlangıç dönemlerinde, kendisine uygun siyasal örgütsel biçimlere olan ihtiyacını ortaya koymuştu. Kemal, daha Kurtuluş Savaşı günlerinde, yakın çevresine Cumhuriyetçi fikirlerini açmış, Halifelik başta olmak üzere din siyaseti üzerine fikirlerini açıklamayı ise, bu çevre içindeki Karabekir, Rauf ve Fevzi paşalar gibi dinci yaklaşımları güçlü önemli unsurları dikkate alarak –gereksiz bir bölünmeye neden olmamak için– ileriye bırakmıştı.

Kurtuluş sonrasında, Cumhuriyet ilanının ardından Halifelik kaldırıldı. Bu, din devletinin sona erdirildiğinin ilanıydı. Tamamlayıcı adımlar olarak, 1923’te, 1925’te yeniden düzenlenecek olan “dinin siyasi maksatlarla suiistimal edilmesini önlemek” gerekçeli Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılırken, tekke ve zaviyeler kapatılır, Arap harfleri kaldırılıp Latin harfleri kabul edilir, tarikatlar, Şeyh vb. türü dinsel unvanlar, Şeyhlik-müritlik ilişkisiyle birlikte yasaklanır, medeni yasanın kabulüyle dini nikaha vb. son verilir, Kıyafet Kanunu ile fes vb. yasaklanır, Ezan Türkçe okunmaya başlanır, Tevhidi Tedrisat (eğitimin birliği) yasasıyla dinle eğitim ilişkisi koparılır ve dini eğitime son verilir ve laiklik ilkesi Anayasaya yazılır.

Ancak genç Türkiye geçmişten miras güçlü dinci eğilim ve örgütlenmelere sahiptir ve bu adımlar yoğun tepkilerle birlikte, biri diğerini koşullayarak atılır. Başında M. Kemal, genç Cumhuriyet burjuvazisi tüm iktidarı elinde toplayıp sağlamlaştırmak üzere, toplumsal dayanaklara sahip ve yüzyıllardır iktidar koltuğunda oturmuş dini örgütlenmenin gücünü kırmak ihtiyacındadır. Ama dinsellik “yakın çevre”nin belli başlı şahsiyetlerine varıncaya kadar güçlüdür ve iktidar mücadelesi sert geçer. Geleneksel dinci güçler ve örgütlenmeleri ağır darbelere maruz kalır; daha Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak (o dönemde Hilafet Ordusu olarak örgütlenen) dini unsurlara karşı sert önlemler alınır. Şapka dayatmasına karşı Of’ta ayaklanan İskilipli Atıf Hoca isyanı, ardından Menemen olayı, 33’te Bursa’da Arapça Ezan talebiyle Kozanlı İbrahim isyanı, 35’te Nakşibendi Şeyhi Halit isyanı, İskilip’te Şeyh Ahmet’in isyanı güçle bastırılır ve hemen tümünde darağaçları kurulur. Karabekir, İzmir Suikastı ile ilişkilendirilerek tasfiye edilir. Rauf Orbay devreden çıkarılır. Dinci muhalefeti içinde toplayıp yatıştırmak üzere “çevre”den Fethi Okyar’a kurdurulan Serbest Fırka, işlevsiz olur, amacını aşar ve kapatılır. Bir dönem, geleneksel dinciliğin dışlanmasına bağlanan iktidar çatışması neredeyse dine karşı savaş görüntüsü kazanır ve tehlikeli bir görünüme bürünür.

Bir yanda uğruna savaşılmış ulusal kurtuluş ve ulusal kazançlar, bir yanda gelenekselleşmiş olan, halkın yüzlerce yıllık inançları ve bundan güç alan toplumsal dinci örgütlenmeler vardır. Üstelik burjuvazi, ulusal kazançların bir toprak devrimi ve ciddi bir demokratikleşme ile derinleştirilmesinden yana değildir, tersine iktidarını sağlamlaştırma peşindedir. Dolayısıyla, ulusal kazançlar kuşkusuz anlamlıdır, ama hemen bütünüyle, anlamını, kendi pazarını sahiplenmiş burjuvazinin, siyasi egemenlikle pekiştirilmiş iktisadi egemenliğinde bulmakta; geriliğe mahkum bırakılan halk yığınları, yüz yüze kaldıkları sömürü koşullarının yanı sıra siyasetten dışlanmaktadır. Bu koşullarda geleneksel önyargı ve inançların, hele kaşınması durumunda, etkili olacakları ve oldukları kuşkusuzdur.

Çözüm, daha baştan beri, ilk başkanı eski Ankara Müftüsü Rıfat Efendi olan ve Mart 1924’te kurulan Diyanet İşleri üzerinden, dinin, devlete ve dolayısıyla genç burjuvazinin çıkar ve politikalarına bağlanması çabası olarak şekillenir. Yine de çatışma yaşanır. Geleneksel din siyasetinden kopulacak, dinin burjuva egemenliğini sınırlandırmasına ve dolayısıyla dinci güçlerin iktidarı paylaşmasına son verilecek ve doğacak boşluk, devlet kurumu olan Diyanet aracılığıyla, dinin, yeni burjuvazi ve devletinin ihtiyaçlarına uyumlandırılmasıyla doldurulacaktır. “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “medeniyetçilik”, “en hakiki mürşit ilimdir” parolasında ifadesini bulan “bilimcilik”, zor önlemlerinin yanı sıra, hurafelere dayalı geleneksel din siyasetinin karşısında ileri sürülen ve genç Cumhuriyetin inananlarının kullanımına sunulan reformdan gerilmekte olan din ve din-devlet ilişkisinin dayanakları edinilir. Dinden kopulmaz, devlet din karşısında tarafsız bir pozisyona çekilmez; bir yandan hurafeleri ve geleneksel örgütlenmeleriyle dinciliğe karşı “savaşılır” ve din kendi özerkliğiyle siyaset alanının dışına itilirken, bir yandan da bir İslam devlet güdümüne alınmaya ve yığınlar buradan etki altında tutulmaya yönelinir.

Kurtuluş Savaşı’nı yöneten burjuvazi tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynamıştır. Ancak Türkiye’nin orijinalitesi önemlidir. Savaşın önderliğini yapan burjuvazi, feodallerin, feodal gericiliğin  kollarına atılmamıştır, zaten kollarının arasındadır; ülkenin geri ve gelişmemiş kapitalizminin burjuvazisidir. Başlıca ticari kapitalizmin gelişmeye başladığı feodalizmin bağrından çıkmakta olan, yaygın biçimde toprağa bağlı olarak tefeciliğin yanında ticaretle uğraşan, yeni yeni tuğla-kiremit, un (daha çok değirmen), az-çok dokuma vb. imalatının yapılmakta olduğu Türkiye’nin tefeci-tüccar nitelikli feodal burjuvazisidir. Ve doğallıkla toprak ağalarıyla içli dışlıdır. Zaten Kurtuluş Savaşı, tefeci-ticaret burjuvazinin toprak ağalığıyla ittifakına dayanarak yürümüş; “alt” sınıflar, küçük işçi sınıfı ve geniş köylü nüfusundan oluşan emekçiler, savaşan ana gücü oluşturmalarına karşın, inisiyatifleri, önü açılmak yerine köreltilerek bastırılmış, asker olmuş, ama siyaset yapmalarının önü kapatılmış, yedeklenmişlerdir.

Egemenliği eline alan burjuvazinin karşısında, yalnızca iktidardan tümüyle dışlamaya uğraştığı Saray bürokrasisinin kalıntıları, Halifelik sistemi ve dayanakları bulunmakla kalmamaktadır. Burjuvazinin, kendisine ve egemenlik aygıtına bağlamak üzere, zorun yanında, halkın “gönüllü” rızasını da sağlayacağı aldatıcılıklar ve mekanizmalarına ihtiyacı vardır. Halk, zorla ya da “güzellikle”, kuşkusuz ikisiyle birden, yeni iktidarı benimsemeli, isyana ve şurada burada geleneksel din siyaseti taraftarlarının düzenlediği isyanlara katılmaya kalkışmamalıdır.

Burjuvazi, feodalizmle bağları –ve kuşkusuz bir devrimci gelişme ihtimali dolayısıyla halktan duyduğu korku– nedeniyle, toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerinin değiştirilmesine, örneğin bir toprak reformuna yönelmemektedir. Ama bu ilişkiler, feodal parçalanmanın, toprak beyliğinin, aşiretçiliğin ilişkileridir ve burjuvazinin merkezilenme ve merkezi iktidar ihtiyacını karşılamamaktadır. Ve öte yandan gelişen ticaret ve çoğu Sovyet yardımıyla kurulan dokuma, un, şeker, çimento, vb. fabrikalarıyla, ray ve cer atölyeleriyle sanayileşme yönelimi, feodal nitelikli toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerini de çözecektir, çözmeye başlamıştır. Egemenliğini sağlamlaştırma peşindeki burjuvazi için, sömürülen yığınları siyaset dışına itecek ve bağımlılaştıracak, feodal, iktisat-dışı zorun yanında siyasal zora ve aldatıcılıkla bağımlılaştırmaya olan ihtiyaç kesindir. Üstelik Kürt isyanlarının da birinin bitip birinin başladığı istikrarsızlık koşullarında, merkezi iktidarın güçlendirilmesi tam bir zorunluluk olmuştur. Fiziki zordan hiç kaçınılmamıştır. Ama aldatıcı bağımlılaştırıcılık da ihmal edilmemiştir. “Tek parti”, “tek adam” kültü, Kemalist burjuvazi dışında kalanların siyasetin dışına itilmesinin bir kaldıracı kılınmış ve anıları çok taze Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazançlarına dayandırılmıştır: “Sınıfsız kaynaşmış kitle” olarak millet ve milli duygular yüceltilerek, milliyetçilik iktidarın temel bir dayanağı kılınmıştır. Kuruluşundan beri –güç ilişkileri ve henüz iktidar hesaplaşmasının tamamlanmamış oluşu nedeniyle ilk Meclis’in belirli denge dönemleri ayrı tutularak– demokratik olmamış Cumhuriyet, giderek burjuvazinin emperyalizmle birleşmesi ve tekelleşmesine paralel olarak, Hitler’in yükselişinden de etkilenerek iyice gericileşmiş ve kapitalist nitelikli zorla siyaset-dışı tutuculuk olarak faşist zor, sözü edilen dayanaklar üzerinde yükselmiştir.

Milliyetçiliğin yanında geleneksel temel toplumsal bir boyun eğdiricilik yöntemi ise, din ve inançların kullanımı olabilirdi ve öyle olmuştur. Feodal nitelikli burjuvazi için Laisizmin adının anılması bile ileri bir durumdur ve din siyaseti ve örgütlenmesinin geleneksel köklerinin gücü ve yaygınlığına dayanarak, Kemalist iktidara yöneltilmiş tehdit ve giderilme ihtiyacının ürünüdür. Kuşkusuz, dünya ölçeğinde etkili olan ve zamanında dincilik eleştirisini de kapsayan pozitivist yaklaşımlar, Cumhuriyetçi ve Aydınlanmacı, laik eğilimler, M. Kemal başta olmak üzere, genç burjuvazinin yaklaşımlarının şekillenmesinde önem taşımış, “çağdaşlaşma”, “Batılılaşma” vb. şiarlar özellikle din devletinin kalıntılarını gidermenin hizmetine sokulmuş; ancak, başlıca, pekiştirilmesi uğraşı verilen Kemalist iktidara yönelik dinci tehdit Laisizmin öne çıkmasına götürmüştür.

Kemalizm ve Kemalist iktidar, kuşkusuz Laisizm ile ilgili olarak baştan aşağı bir samimiyetsizlik içinde de olmamıştır. Zaten toplumsal siyasal sorunlarda samimiyet/samimiyetsizlik yargılaması yapılması tamamıyla anlamsızdır. Dinin devlet üzerindeki baskısı ve din siyasetinin dayatmalarını etkisizleştirmek, milli çakarlardan kopmuş, aynı zamanda Halife de olan Sultan ve Sultanlık sistemiyle zorunluluk haline gelen çatışma ve tasfiyelerinin yine zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmış ve gereği yerine getirilmiştir. Dini kullanıp istismar eden ve edebilme yeteneğine sahip olan devletin dinsel örgütlenmesinin kalıntısı geleneksel dinci güçler, tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, dini eğitim/medreseler ve Arap harfleri, Arapça Ezan, fes, imam nikahı vb. gibi dinsel etkiyi güçlendirici biçimler yasaklanıp dışlanırken, geleneksel dinci güçlerle dincilik yarışına giremeyecek (girerse kaybedeceği kesin olan) genç burjuva iktidar için, modernleşme peşine düşmek tek yol olarak görünmüştür. Dolayısıyla M. Kemal, İ. İnönü ve onların ardından 27 Mayısçıların doğrudan siyasal faaliyetleri içinde dini açıkça kullanmamış olmaları şaşırtıcı değildir. Kimse, M. Kemal’in ağzından, K. Evren türü ayetlerle süslü konuşmalar duymamış, kimse örneğin İnönü’nün camiye gittiğine, namaz kılıp oruç tuttuğuna (ya da tersi: kılmayıp tutmadığına) tanık olmamıştır. Ne denli “iyi Müslüman” olduklarını göstererek siyasal çıkar sağlamak üzere, dini, “ayağa düşmüş” haliyle kullanıp istismar etmekten uzak durmuş ve dini kişisel ve özel bir sorun olarak kabul ettikleri görüntüsü içinde olmuşlardır. Bu dönemde okullarda zorunlu din dersi de yoktur. Bunların, Laisizme denk düştüğü açıktır.

Ancak ardılları tarafından da sürdürülmek üzere, din ve din işleri, M. Kemal tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakılmış; din siyaseti, sınırlandırılmış biçimiyle, bu kurum tarafından, kuşkusuz devlet adına yürütülmüş, bununla, geleneksel dinciliğe alanın bütünüyle boşaltılmaması sağlanmaya çalışılmıştır. Diyanet’in yaptığı, bugün de sürdürdüğü, İslam’ın az-çok reformdan geçirilerek burjuva iktidarın hizmetinde yatıştırıcı rolünü oynaması için, siyasal ihtiyaçların gereksindiği düzenlemelerle dinsel alanı yönetmek olmuştur.

Bu Laisizm midir ya da Laisizm, yalnızca siyasetçiler vb.’nin Cuma namazlarında gösteri yapmaması ve ayetlerle konuşmaması mıdır? Kuşkusuz değildir. Belki, devletin dine değil, ama dinin devlete bağlandığı bu tür, “Diyanet’le güçlendirilmiş Laisizm” olarak tanımlanabilir!* Ama feodalizmle cepheden çatışmaya girdiği ve “alt” sınıfların daha ötesine geçerek, burjuva devrimini en son sınırına kadar gitmeye zorladığı, burjuvazinin alt kesimlerinin (küçük burjuvazinin) önderliği ele geçirdiği Fransa türü gelişmelerin göründüğü yerler bir yana, burjuva Laisizminin olup olacağı budur. M. Kemal Türkiye’sinin Laisizmi, özel bir “devlet dini” oluşturmayı kapsamasına karşın, yine de, Laisizmin ileri örnekleri arasındadır. Hatta, Kemalist laiklik, zaman zaman aşırıya vararak “dine karşı savaş”ı içermiş, günümüze kadar gelen bir birikime neden olarak, geleneksel din siyaseti taraftarlarıyla Kemalizm ve adına hareket edenler arasında bir çatışma sürmüştür. Günümüzde, çekişme halindeki gerici burjuva kliklerin, üzerinden iktidar oyunu oynadıkları çatışma, M. Kemal dönemiyle bir ilgisi kalmamasına ve taraflarının tamamen din siyasetine sarılmalarına karşın, yine aynı çatışmadır.

 

12 EYLÜL’DEN GÜNÜMÜZE

Laisizm bakımından Bayar-Menderes diktatörlüğü, Kemalist Laisizmden kopuşu ifade eder. Sırtını Amerikan emperyalizmine dayayan DP hükümeti, Osmanlı döneminden gelen saflaşmaların (son olarak Serbest Fırka’da toplanmaya çalışan Tanzimatçı, ademi-merkeziyetçi liberal Prens Sabahattin ve Hürriyet İtilaf çizgisiyle, karşısında, merkeziyetçi Jön Türk, İttihatçı, Kemalist çizgi) Kemalizm tarafından temsil edilip sürdürülmekte olanının karşısında pozisyon almış, Diyanet’le güçlendirilmiş Laisizmi bir yana bırakarak, dinci güçlerin önünü açıp, dayanakları arasına katmıştır. İmam nikahı, dini kılık-kıyafet, tarikatlar vb. yeniden fiilen serbestleştirilmiş, Arapça Ezana geçilmiş, hava değişmiştir.

Bu kez Laisizm muhalefetin ana konuları arasına girmiş ve yatışmış görünen dinci-Kemalist çatışması yeniden başlıca siyasal çatışmalardan olmuştur.

27 Mayıs, Laisizm bakımından da eski Cumhuriyet günlerine dönüş olur. Ama din siyaseti de bir mesafe almış, taraflar arasında çatışma, çoğu kez diğer çatışma ögelerini geriye iterek belirleyici hal almıştır. Bu her iki tarafın işine gelmektedir; çünkü hangi tarafta yer alırsa alsın, her iki yönden de sömürülen kitleler, siyaset dışına itilmiş olmaktadır.

’65’te tek başına hükümet olan Demirel, dini siyasetin iyi bir sürdürücüsü olmuş; ilerici toplumsal güçleri hedefine koyan iki darbeyse, 12 Mart ve 12 Eylül, özellikle ikincisi, ikisi de “Atatürkçülük” iddiası taşımalarına karşın, din siyasetinin önünü iyice açmıştır. Demirel’le birlikte, Şeriatçı güçlerin gelişen gençlik ve halk hareketine karşı sürülmesi dönemine girilmiş; “Kanlı Pazar” vb. dinci saldırganlıklar, dünya ölçeğinde, ABD tarafından, “Yeşil Kuşak” stratejisi çerçevesinde desteklenip beslenen ve anti-komünist amaçlarla kullanılan güçlerce, iç gericiliğin yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Darbe dönemlerinde darbecilerle İslam’ı siyaset aracı kılan Şeriatçı güçler** “kayıkçı dövüşü”nü sürdürmüşler; ama örneğin siyasal parti olarak Erbakan ekibi, 12 Mart günlerinde palazlanmıştır.

12 Eylül’le, geleneksel dinci siyasetin yanına, “Atatürkçülük” adına yapılan ve kökleri kuşkusuz “Kemalist Laisizm”de olan, ama aşırıya vardırılmasıyla ondan neredeyse kopuşu da temsil eden yoğunlaştırılmış bir din siyasetine geçildi. Söylendiği gibi, darbenin lideri konuşmalarını ayetlerle açar ve Kürt isyancılara uçaklardan Kuran’dan ayetler atılır oldu. Cuma hutbeleri, devlet güdümlü açık politik içerik kazandı. Bu dönemde, DP ve Demirel döneminde açılan Kuran Kursları ve İmam Hatipler’in toplamından fazlası açıldı. 12 Eylülcüler, “Laiklik dinsizlik değildir” vecizesiyle açtıkları yolda ilerlediler. Din dersi, uzun yıllar sonra yeniden zorunlu kılındı ve zorunluluk Anayasa’ya konuldu. Şeriatçı akımlar gelişti. Erbakan’ı Başbakanlığa götürecek gelişmenin önü açılırken, tarikatlar, özellikle Fethullahçılık palazlandırıldı. Artık “laikler”in dilinden “din ve Allah” sözleri düşmüyor, “dinsizlik demek olmayan Laisizm” doğrudan din siyaseti yapmak anlamına geliyor, örneğin Fethullah Amerikancılığının yanında “Atatürkçü” bir tarikat kuruyordu. Amerikancı politikalar doğrultusunda komşu İran’daki “İslam Devrimi” karşısında önlem almayı da içeren yeni dinci siyaset, kuşkusuz geleneksel dinciliğe gerileme olmadı, ama din devleti olmayan devlet, tamamen din siyaseti yapar oldu. Geleneksel dinci güçler “Mollalar İran’a” dayatmasıyla sıkıştırılırken, din siyaseti bütünüyle Diyanet aracılığıyla devletin uhdesine alınmaya çalışıldı. Ancak olanca düzmece gerginlik ve provokasyona* karşın, din siyasetinin gemi azıya alması, geleneksel dinci güçlerin gelişmesi bakımından uygun koşullar yaratılması anlamına da geldi.

28 Şubat, önü açılan geleneksel dinciliğin güçsüzleştirilmesini, ama daha da çok sömürülen yığınları bölerek, “dinci-laik” çatışması üzerinden devlet yönetiminin kolaylaştırılmasını hedef edindi. Bu dönemde, toplumu bölmek üzere, “iyi dinci-kötü dinci” ya da laik olmakla bir ilişkisi kalmamış laikçi-Şeriatçı saflaşması ilerletildi. “Kötü”lerin örnekleri olarak, birkaç yıl sonra Amerikan stratejisinde “İslami terörizm” adıyla tanımlanacak denetim dışı “radikaller”, Aczimendiler, Müslim Gündüz, Adnan Hoca vb. gösterildi. Yoksa dine ve din siyasetine ihtiyaç vardı.

Son yılların, İslam Konferansı Örgütü toplantılarına kadar, yüksek sesle seslendirilmekte olan “dinde reform” girişimleri, “kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kılması”, ama “kamusal alanda türban takılmaması” vb., 12 Eylül’le başlatılan ve günümüzde Amerikan “Ilımlı İslamı”nda ifadesini bulan yeni din siyasetinin yönelimleri arasındadır.

Hala “Laisizm”den söz açılmaktadır; ancak artık, tam bir din siyaseti yapılmaktadır ve dinle devletin az-çok ayrılmasından söz etmek olanağı kalmamıştır. Artık laiklik iddiası, yeni tür bir din savunuculuğu ve reforme edilmekte olan “devlet dini” taraftarlığı olarak, Laisizmin yalnızca lafını etmeye, “Laikçilik”e dönüşmüştür. Laikçi, devlet diniyle sömürülen yığınları kontrol altında tutmaya yönelmiş bir “toplum mühendisi” durumundadır artık. Allah’a karşı çıkmadan (kuşkusuz çıkması gerekmemektedir, ama “Allah ile kul arasına” girmekte, taraf olmakta, dayatmada bulunmaktadır) ona bağlanmış dinin yerine kendi oluşturmakta olduğu dünyevi dini geçirmekte, Amerikan stratejisine de bağlanarak, yığınların önyargılarını istismara ve egemenliğini, inanç ve önyargılar üzerinden pekiştirmeye koyulmaktadır.

Dinle devletin ve eğitimin ayrılması olan sorunun özünden bütünüyle kopulmuş, biçimsellik peşine düşülmüştür: Türban takılsın mı takılmasın mı – Şeriatçıyla laikçiyi ayıran temel nokta, bu tür biçim tartışmalarına inmiştir. Ya da askeri ve sivil devlet ricali toplu namazlarda boy gösterecek, Diyanet “düğünlerde ‘magandalar’ın havaya ateş açmalarının dinen caiz olmadığını açıklamaya kadar toplumsal güdülemeye soyunacak, açıktan din siyaseti yapılacak, bu, laikliğe sığacak, ama kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kılması ya da kılamaması sorun edinilecektir!

Toplumun dincileştirilmesi, helal gıda, zorunlu din dersi, Cuma hutbeleri, askerlerin katıldığı toplu namazların yerleşik hal alması vb. ile ilerlerken, bu gidişat Laikçilere rahatsızlık vermemekte ve kuşkusuz dayanaklarını güçlendirerek geleneksel dinciliğin gelişmesinin de önünü açmakta, ama Şeriatçı-laikçi çatışması, başlıca “türban” ve kamusal alan tartışmasında düğümlenmektedir. Yine de çatışma, iktidar iplerinin hangi tarafın elinde duracağına ilişkindir.

 

ALEVİLİĞİN İSTİSMARI

Aleviler din devleti ve din siyasetinden, geleneksel dinci güçlerden çok çekmiştir. Din devleti Osmanlı’da sapkınlık olarak görülüp, “Kuyucu”ların hışmına uğramaktan “mum söndürme” aşağılamasına, Maraş, Çorum, Malatya ve en son Sivas katliamına kadar, reva görülmeyen melanet bırakılmayan Aleviler, Cumhuriyetin modern din dayatmalı Laisizminde az-çok huzur bulmuş, ona sadık dayanaklık etmiştir. Ancak Cemevlerine serbestiyet tanınması yenidir. Uzun yıllar Cemevleri, tıpkı tekke ve zaviyeler gibi yasaklama konusu olmuş, cami benzeri ibadethanelerden sayılmamıştır. Hala da sayılmamakta, Alevilerin “kültür merkezleri” olarak kabul görmektedir. Ama yine de geleneksel olarak Kemalizm’e ve CHP’ye bağlanmış Aleviler, “Şeriat tehlikesi”ne karşı bu bağlara sarılmaya dönük durmuşlardır. Oysa hem geleneksel din siyaseti yandaşları, Şeriatçılar ve hem de devlet dini ve Diyanet, baştan beri Alevileri dışlamış, yok saymış, örneğin bugüne dek Diyanet’te tek bir Alevi görevli görülmemiştir. Aleviler, yalnızca, “kardeşimiz” olarak kalma ve hor görülmeyip kırıma uğratılmadıklarına şükretmek durumunda bırakılmışlardır. Dayatılan “Devlet dini”, bir tür Sünni dindir.

Son yıllarda gerek Aleviler içinden gerekse Diyanet’ten Alevilere yönelik yeni yaklaşımlar görülmektedir. Bir Alevi grup (İ. Doğan ve Cem Vakfı) Alevilere Diyanet’te yer açılmasını talep eder ve din siyasetine katılma eğilimi gösterirken, yeni Diyanet İşleri Başkanı A. Bardakoğlu da, “kültürel anlayış” olarak tanımladığı Alevileri kastederek, “Müslüman üst kimliği altına girebilen kültürlere nasıl bir din sunabiliriz’in programını yapacağız” demekte ve açıkça yapay “din oluşturmak”tan söz açmaktadır. Önemlisi ise, Alevilere, istedikleri gibi yaşama ve inandıkları gibi davranma özgürlüğü tanınması yerine, bugüne kadarki dayatmalar yetmemiş gibi, dışlarında oluşturulacak bir dinin dayatılacak olmasıdır. Ama bu, Laikçiliğin temel tutumu olagelmiştir.

Nasıl ki Sünni inananın türban takıp takamayacağı koşullara bağlanıyor ve inanç özgürlüğüne olanak tanınmıyorsa, Alevilere de tanınmamaktadır ve toplumsal bir alt-üst oluş yaşanmadan, burjuva egemenliği sürdükçe tanınmayacaktır. Hor görülmelerine ve dayatmaların nesnesi kılınmalarına karşın, “Şeriat tehlikesi” korkuluğu ve Şeriatçı-laikçi bölünmesi dayatmasının, en başta Aleviler üzerinde etkili olduğu ve Alevilerin “Atatürkçülük” görüntüsü ve türban vb. dayatmalı din siyasetine dair saflaşma üzerinden askeriye ve CHP’nin yedeği olmaya sıkıştırıldıkları, ama taleplerinin karşılanmadığı, kısaca varlıklarının bile istismar edildiği söylenmelidir.

 

OYSA…

Oysa laisizm odur ki, dinsel inançları ya da inançsızlığı bakımından, isteyen istediği gibi yaşayıp davranabilmeli, bu, inanç özgürlüğü olarak, tamamen kişisel ve özel bir sorun olarak kabul edilmelidir. İsteyen Sünni mezhebinin akidelerine uygun, isteyen Alevi gelenekleriyle yaşar, ibadet eder ya da etmez, isteyen inanmaz. İsteyen Camiye, isteyen Kiliseye, isteyen Cemevi ya da Havraya gider ya da hiçbirine gitmez. Laik devlet dini inançları bakımından kimin nasıl davranacağına karışmadığı gibi, din ve mezhepler arasında taraf tutmaz, ama inanç özgürlüğünü garanti eder ve hiçbir din ya da mezhebin bir diğeri üzerinde baskı kurmasına izin vermez.

Laik devlet, din işlerini yönetmek ve dinsel alanı düzenlemek için kurumlara ihtiyaç duymaz, dinsel alanın bütünüyle dışında kalır. Laisizmde Diyanet türü kurumlara, maaşları devletçe ödenen din görevlilerine yer yoktur.

Laik devlet din siyaseti yapmadığı ve yapılmasına izin vermediği gibi, eğitimin de dinin dışında örgütlenmesini sağlar, dini, din dersleriyle birlikte okulların tamamen dışında tutar. Dini cemaatlerin kendi eğitsel faaliyetlerini kendilerinin örgütlemesinde ise bir sakınca görmez; ama dinsel eğitimin örgütlenmesini, dinsel alanın bütünü açısından geçerli olduğu üzere, finanse etmez. Cemaatler, cami ya da Kilise ve Cemevlerini de, gönüllü yürütücüleri yoksa, kendilerinin belirleyecekleri görevlileriyle birlikte kendileri finanse edecek, ama herhangi bir baskı altında kalmaksızın inançlarının gereği olan ibadetlerini istediklerince gerçekleştirebilecektir.

Laik devlet, dinler üzerinde baskıyı, bir dinin diğeri veya dinsizlik karşısında üstünlüğünü ve bu yöndeki propaganda ve örgütlenmeyi, din siyasetini –kendisi yapmadığı gibi– yasaklar ve tam bir inanç özgürlüğünü savunup uygular. Örnekse kimin nerede başını bağlayıp bağlamayacağıyla ilgilenmez, bu ve benzeri konularda katiyetle yasakçılığa yönelmez. Alevilerin yok sayılmaya karşı talepleri kadar, Sünnilerin yaşamları ve kılık-kıyafetlerini konu ederek kendilerine yöneltilmiş baskılara karşı talepleri desteklenmeye değerdir.

Laisizm, din-siyaset ilişkisinin koparılmasıyla, dinsel alanda üstünlüğün reddi ve eşitlik ve inanç özgürlüğü olarak, tamamen demokrasi sorunu ve demokrasinin bileşenlerindendir. Ancak tüm tarihsel ve güncel tecrübe göstermektedir ki, güdük burjuva demokrasisi, başka alanlar açısından olduğu gibi, laisizm açısından da son derece dar ve yetersiz kalmakta ve her türlü gericiliği hizmetine aldığı gibi, dini de hizmetine sokarak, din siyasetine yönelmiş burjuva gericiliğinden Laisizm beklemenin anlamı kalmamıştır. Burjuvazinin alt katmanları, küçük burjuvazi laisizmi savunabilecek olmakla birlikte, demokrasinin kendisi gibi, Laisizmin gerçekleşmesinin de, işçi ve emekçilere, dünyayı silkeleyecek ve alt-üst edecek bağımsız hareketlerine kaldığı, bu alanda söylenecek son söz olabilir.



* Marx-Engels, Komünist Manifesto

* Günümüzde birçok laik ülke, kuşkusuz laisizmden uzaklaşma anlamına gelerek, sömürülen yığınları din siyasetiyle kontrol etmeye yönelmişlerdir. “En laik” burjuva demokrasilerinin başında gelen Fransa, örneğin Müslüman göçmenleri kontrol etme ve radikal İslam türü yönelimlerden uzak tutma amacıyla, devlet denetiminde Fransız İslamı’nı oluşturma çabasındadır ve bunu, Fransa İslam Örgütleri Birliği (UOIF) aracılığıyla yapmaktadır.

** Artık bu güçler de gelişen kapitalizm koşullarında ona ileri düzeyde adapte olmuşlardır. “Şeriatçı tehdit”e işaret etmek üzere propaganda nesnesi olarak kullanılan Aczimendi vb. türü “baldırı çıplak takımı” bir yana, ana gövde, Nakşibendi, Nurcu, onun alt kategorilerden olan, ama özellikle ABD desteğinde ciddi gelişme gösteren Fetullahçılık vb. ciddi yatırımlara sahip büyük sermaye güçleri haline dönüşmüşlerdir.

* Bunlar arasında Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu suikastları vb sayılabilir.

KESK’te Yaşanan Gerilemenin Nedenleri ve Çıkış Yolları

Bu yazıda, 1989-1990 yıllarında, “Bahar Eylemlerinin açtığı çizgide yürüyen ilerici, devrimci önderliğin etkin gayretleriyle, bir yasayla sınırlı olmadan ve fiili mücadelenin yarattığı olanaklar üzerinde kurulmuş bir sendika merkezi” olan KESK’ teki gerilemenin nedenleri, zayıflıkları ve çıkış yolları ele alınacaktır.

Her şeyden önce, objektif ve doğru bir değerlendirme yapmak için gelinen aşamayı dikkate almak gerekir. Mevcut durumu, tümüyle örgüt içi sorunlar ve zaaflarla açıklamak eksik ve yanıltıcı olacağı gibi; sonuçlardan, eylemlere katılımdaki zayıflıktan hareketle, sadece dışsal etkilerle, sınıf mücadelesinin düzeyi ya da Kürt sorunu üzerinden geliştirilen şoven propagandanın etkisiyle açıklamak da yanıltıcı bir değerlendirme olacaktır. KESK’ te örgütlenme ve mücadele düzeyinin giderek düşmesinde dışsal faktörlerin etkisi olmakla birlikte, mücadele platformunun yenilen(e)memesi ve örgütsel işleyişteki zaafların da önemli rol oynadığını belirtmek gerekir.

Kan kaybının önlemek ve sermaye cephesinin saldırılarına karşı güçlü bir mücadele örgütleyebilmek için her zamankinden daha fazla irade ve eylem birliğine ihtiyaç vardır. Bunu sağlayacak olan örgütün iç dinamikleri ise, KESK’ in fiili meşru mücadele geleneğini yaratan her düzeydeki yöneticiler ile kadrolar ve sorumluluk sahibi çevrelerdir.

KESK; tüm zayıflıklarına rağmen, kamu emekçileri ve diğer emekçiler için mücadele ve örgütlenme merkezi olabilme potansiyeli taşımaya devam etmektedir. Bunun için, mücadele platformunu dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yenilemesi, demokratik örgütsel işleyişi  yaşama geçirmesi ve kitleleri talepleri etrafında birleştirerek işyerlerinden mücadeleye çekmesi ertelenemeyecek önemdedir.

Kamu emekçilerinin mücadele tarihi öğreticidir

Dernekler düzeyinde örgütlenen kamu emekçileri, bahar eylemlerinin de etkisiyle, 1990 Temmuz’unda ücretlerdeki erime ve %25 maaş zammına karşı gelişen öfkeyi eyleme dönüştürerek grevli-toplu sözleşmeli sendika talebini kitlelere mal etmiştir. Kısa süre içinde kamu emekçilerinin, “kapı kulu anlayışını” aşarak sendika, grev ve TİS hakkını sahiplenmeleri, sendikalarının mücadele çağrılarına fiilen ve kitlesel katılmaları kendiliğinden gelişmemiştir. Geçmişte politik mücadelenin unsurları olan ilerici kamu emekçilerinin önderliğinde gelişen hareket içindeki kadrolar, sendikal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ve kullanılmasında irade birliği sağlayarak, fiili ve meşru mücadele anlayışında birleşmişlerdir.

Talepler üzerinden oluşturulan eylem ve irade birliği; yasaklara rağmen kamu emekçileri sendikalarının peş peşe kurulmasını, ilerleyen süreçte de kapılarına vurulan mühürlerin sökülmesini sağlamıştır. 20 Aralık 1994’te kamu emekçilerinin büyük kitlesinin katıldığı grevin örgütlenmesi, kitlelerde “grev hakkı grev yapılarak kazanılır” anlayışının gelişmesinde etkili olmuştur. İrade ve eylem birliğini sağlayan ve güçlendiren ise; canlı bir iç tartışma zemininin olması, tabana dayalı işleyen demokratik karar mekanizmalarının varlığı ve en önemlisi de işyerlerini esas alan fiili ve meşru mücadele geleneğinin sürdürülmesidir.

Sonraki dönemlerde; kamu emekçileri hareketinde, sendikal anlayış farklılıklarının ön plana çıkartılması, işyeri çalışmalarının zayıflamasına bağlı olarak irade birliği zedelense de mücadeleci anlayış büyük ölçüde varlığını sürdürmüştür. İşçi sendikaları güç kaybederken, o dönemdeki kimi zaaflarına rağmen, kamu emekçileri sendikaları güçlenmiş, üye sayıları çoğalmış, eylemlere katılım ve coşku artmaya devam etmiştir.

Bu dönemde; Kürt halkının siyasal, demokratik hak ve özgürlükleri için mücadelesi, olağanüstü hal ve çatışmalarla bastırılmaya çalışılmaktaydı. Bu zor koşullarda ekonomik-özlük-sendikal talepler için mücadele ile demokrasi mücadelesi ayrılmaz bir bütünlük içinde sürdürülmüş, benimsenen bu hat şoven politikaların etkisizleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Şovenizmin gerici rüzgarıyla yelkenini doldurmak isteyen devlet; kendi eliyle kurduğu Kamu Sen ile kamu emekçileri arasında milliyetçilik ve gericilik temelinde bölünme yaratma girişimleri ve idari baskılarla  örgütlenme çabasında başarılı olamamıştır.

Ne var ki, sermaye uluslararası ve ulusal ölçekte saldırılarına devam ederken işbirlikçi yerli sermaye ve hükümetleri, daha büyük saldırılar için adeta pusuya yatmıştı. Artan saldırılar karşısında mücadelenin uzun soluklu bir sınıf mücadelesi olduğunun kavranmasındaki zayıflıklar; hedefi belli, planlı, işyerlerine dayanan kitle eylemlerinin yerini zamanla protestocu tarzın ve kadro eylemlerinin alması, kamu emekçilerinin ana kitlesinin, sendikalara ilgisini yitirmesine ve karar alma süreçlerinin dışında kalmasına yol açmaya başlamıştır. Bu durum, giderek üyelerin denetimini azaltılmasının, bürokratik örgüt çalışmasının ve dahası bürokratik örgüt anlayışının önünü açmıştır. Bugün; yönetimlerde siyasal çoğunluğu sağlayanların, örgütsel kararlarda belirleyici olmaları sorununa esas teşkil eden süreçler buralarda mayalanmıştır. Kamu emekçilerinin en geniş kesiminin talepleri üzerinden tartışma ve mücadele kararları alma tarzı, benimsenen tarz olmaktan çıkmıştır.

Mücadelenin Yasayla Sınırlandırılması  Süreci

Kamu emekçilerinin mücadelesini ehlileştirme operasyonu olarak 1998’de gündeme gelen ve 4-5 Mart Ankara direnişi ve belirli aralıklarla gerçekleştirilen iş bırakma eylemleri ile geri çektirilen “sahte sendika yasası” 2001 yılında tekrar gündeme getirildiğinde; kamuoyuna farklı mesajlar verilse de, “yasaya engel olunamayacağı” anlayışı KESK’ te egemen olmuş ve bu anlayış eylem programlarına da yansımıştır.

Sendika yasasına karşı 2001 yılında yapılan eylemler; işyerlerinden, dolayısıyla yığınlardan koparılarak, meclis gündemine endeksli olarak, yönetici kadroların sık sık Ankara’ya çağrıldığı eylemler olmuştur. Ankara merkezli eylemler bıktırıcı bir hal aldığı gibi, kadroları işyerlerinden ve kitlelerden; kitleleri de kendi talepleri için mücadeleden koparan “aktif yönetici-pasif üye” durumunu pekiştirmiştir. Diğer yandan, 4688 sayılı yasa sonrası sendikalar, tüzükleri değiştirerek girilen süreçle, idari-mali yasal formalitelerle baş etme çabasıyla, yasanın belirlediği rutin içinde faaliyet sürdürür hale gelmiştir. (Yetki dönemine yönelik   örgütlenme kampanyaları, Toplu Görüşme dönemi, Bütçe dönemi, Kurum İdari Kurulu görüşmeleri gibi.)

2001-2002 yıllarında; yasa gereği üyeliklerin yenilenmesi çalışmaları, yetki almak için örgütlenme kampanyasına dönüştürülmüş ve  sendikalarımızın tüm kadroları örgütlenme çalışmalarına seferber olmuştu. Toplu görüşmeden beklenti içinde olan kamu emekçilerinde de sendikalara üye olma eğilimi gelişmiş, sendikaların ve KESK’ in üye sayıları artmıştı.

Ne var ki; KESK Yönetim Kurulu, Sendika Merkez Yöneticileri, Şube başkanlarından oluşan ve KESK’ in en geniş bileşenli organı(Genel Kurul dışında) olan Danışma Kurulu’nun birinci toplantısında, ilk toplu görüşme sürecine ilişkin oy birliğiyle belirlenen talepleri ve grevi içeren taktik mücadele programı Yönetim Kurulunca dikkate alınmamıştır. Masaya, ciddi bir hazırlık yapılmadan oturulması, kadrolarda güvensizliğe neden olmuş ve kitlelerde ise “görüşmelerle hak kazanılabileceği” izlenimi yaratarak beklentiye yol açmıştır. Süreç içinde, “toplu görüşmeyi toplu sözleşmeye çevirme” iddiasına uygun mücadelenin örgütlenememesi, hak kazanımı elde edilememesi, fiili ve meşru mücadele hattından uzaklaşılması; pek çok kamu emekçisinin kafasında, “sendikaların bir işe yaramadığı” ve “KESK’ in de diğer sendikalardan farksız olduğu” düşüncesinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu nedenledir ki, ilk yetki sürecinde sağlanan örgütlenme düzeyi sonraki dönemlerde yakalanamamış ve giderek her yıl örgütlenme sayıları artan oranlarda düşmeye başlamıştır.

Bununla birlikte; 4688 sayılı Yasa sonrasında hak gaspları, eğitim, sağlık, enerji, alt yapı, iletişim vb. alanlar başta olmak üzere özelleştirmeler ve kamu hizmetlerinin tasfiyesi hız kazanmış; kamu emekçilerinin iş güvencesi gasp edilerek, sözleşmeli hale getirilmesini düzenleyen yasa tasarıları peş peşe gündeme getirilmiştir. Özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları ile işyerlerinde, esnek çalışma ve farklı istihdam politikaları uygulamaya konularak, çalışanlar kadrolu-taşeron-sözleşmeli-vakıf çalışanı vb. biçimde bölünmüş ve birbirlerine karşı rekabet eder duruma getirilmiştir.

Emperyalizmin, ülkemizin de içinde yer aldığı bölgedeki sömürü ve savaş politikaları, bu politikalarla ilişkili olarak Kürt sorununun çözümsüzlüğünde sürdürülen ısrar, ırkçı–şoven kışkırtmalarla halkların kardeşliğinin engellenmesine dönük girişimler ile; halkın dini inançları ve düşüncelerinin istismarı üzerinden toplumun laik, anti-laik ikileminde bölünmesi çabaları, kamu emekçilerini ve diğer emekçi sınıfları yaşamsal sorunlarından uzaklaştırıcı diğer saldırı politikaları artarak sürmektedir. Bunlarda, sendikal örgütlülüğü ve mücadeleyi olumsuz yönden etkilemiştir.

Böylesi saldırı bombardımanı karşısında kararlı duruşların gösterilmemesi, hatta kimi zaman bu saldırılara içten çanak tutulması ya da sol sekterlik gibi kimi eğilimler önemli içsel etkenlerdir.

KESK ve KESK’ e bağlı sendikalar; yasal süreçte, yapacakları diğer görevleri ile birlikte, kamuoyunda, kadrolarla etkili görünecek eylem çizgisi yerine; kuruluş sürecinin ilk yıllarında olduğu gibi fiili-meşru mücadele çizgisinde ısrar ederek, yığınlarla birlikte hak alıcı eylem planını istikrarlı ve sürekli bir biçimde sürdürebilseler; emekçilerin insanca yaşam taleplerinde kazanımlar olabileceği gibi, örgüt sürekli büyüyerek güçlenecek ve dernek olmaktan çıkıp, sendika olma özelliği kazanacaktır.

KESK’ i etkisizleştirme operasyonunda egemen güçlerin geçici zaferi

Sermayenin saldırılarını püskürtmeye dönük yığınlarla birleşen bir hareket geliştirilememiş olmakla birlikte; 1999 “Mezarda Emeklilik Yasası” sürecinde Emek Platformu (EP)’ nun oluşturulması, ABD emperyalizminin Irak işgaline karşı geliştirilen ve 1 MART Tezkeresinin geri çekilmesindeki birleştirici tutum, “ kamu reformu”na karşı 6 MART ve 20 KASIM eylemleri, Kürt sorununun barışçıl temelde, demokratik çözümü konusunda ikircikli de olsa aldığı demokratik tutum, emek ve demokrasi güçlerinin takdiri ile karşılanırken sermaye kesimlerinin de öfkesini kabartmaktaydı. Emperyalizmin bölge planları ile IMF ve DB programlarının en sadık uygulayıcısı AKP’nin, kamu hizmetlerinin ve kamu emekçilerinin tasfiyesine yönelik yasal düzenlemeleri gündeme getirdiği bir dönemde, devletin kurumları ve çeşitli kesimlerden destekçileriyle birlikte KESK’ i etkisizleştirme operasyonları yapıldı. Tüm eksiklerine rağmen toplumun en diri örgütü olan KESK, sermayenin kendi hedeflerine varabilmesi için etkisizleştirilmeliydi. Bunu; kimi dönem EP bileşeni sendikaları, siyasi iktidarın EP içindeki uzantısı haline getirerek yaptığı gibi, kimi zaman Eğitim Sen Tüzüğündeki “ana dilde öğrenim hakkı” üzerinden kapatma davasıyla ya da Kürt sorunu üzerinden bayrak provokasyonları yaratarak ve şovenizmi kışkırtarak, kimi zaman da yöneticilerin bireysel ve grup ihtiyaçlarını öne çıkaran açıklamalarını emekçilere karşı kullanarak yaptılar.

Böylesine kapsamlı saldırı yasalarına, sendikaları bölme ve etkisizleştirme saldırılarına karşı, öncelikle kamu emekçileri olmak üzere tüm emek ve demokrasi güçlerini birleştirici bir mücadele programı ortaya konulabilmiş ve saldırılar boşa çıkarılmış olsaydı; sendikalar güç ve itibar kazanacak, diğer taraftan ülke egemenlerinin Kürt sorunu üzerinden gerici politikalar geliştirmesinin önü alınabilecekti.

Ne yazık ki;  “ülkenin hassasiyetleri” , “sendikanın malı- mülkünü ve yöneticilerin kendi pozisyonlarını koruma güdüsü” birleşince; yönetimlerde çoğunluk olan anlayışlarca,  örgütün (Eğitim Sen) tüzüklerine yazdıklarını sonuna kadar savunmak, üyelerini ve emekçileri, şovenizme karşı halkların eşit gönüllü birliği ve sınıf bilinci temelinde “anadilde eğitimin” içeriğine uygun olarak eğitmek yerine, tüzükten bu maddenin çıkarılması tek seçenek haline getirilmiştir.

Bu çevreler, sendikanın birliğini korumak adına böylesi bir tutum geliştirdiklerini söylemektedirler. Oysa; egemenlerin dayattıkları noktada anlaşmaya çalışmanın, saldırıları durdurmak bir yana, bu saldırıları daha da derinleştirdiğini, yaşananlar göstermiştir. Gelinen noktada; bireysel kariyerizm  ve yaratılan şovenist kışkırtmaların etkisiyle eğitim ve büro işkolunda yeni sendikalar kurulmuş, yetkili olunan sendikalarda yetki kaybedilmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı; daha da ileri giderek, KESK ve üye sendikaların tüzüklerindeki “sınıf”, “grev”,”TİS” “emperyalizme ve özelleştirmeye karşı mücadele” “savaşa karşı barış” vb. kavramların çıkarılmasını istemektedir. Dolayısıyla çizilen bu hat üzerinden, örgüt içinde yeni tartışmalar ve müdahalelerin önü açılmıştır.

KESK’ i var eden anlayış ve çalışma tarzından hızla uzaklaşılmaktadır.

Diğer yandan; sermaye kendi ihtiyaçları temelinde sendikaları etkisizleştirmek, az sayıda örgütlü emekçiyi de sendikalardan uzaklaştırmak için tüm silahlarıyla saldırırken, buna karşı; emekçi yığınlarla KESK’ i buluşturacak, saldırıları püskürtecek mücadele taktikleri geliştirme kararlılığı ile çabasından ve KESK’İ var eden anlayış ve çalışma tarzından hızla uzaklaşılmaktadır.

Yöneticilerin ve kitlelerin hep birlikte katıldığı eylemlerin, aktif yönetici ve aktif taban ilişkisi üzerinde yükselen aktif sendikal yaşamın yerini; basın açıklamaları yapan, görüşmelere katılan ve işyerindeki emekçilerin gündeminden uzak “elit, aktif yöneticiler”in öne çıktığı, kimi zaman eylemlere mesaj ile çağrıldığında gerekçesini kavramadığından ve yöneticilere “güvensizlik / inançsızlıktan” dolayı çağrılara yanıt vermeyen üyeler, sendikasının gündeminden uzak, olup biteni izleyen “pasif kitleler” ve kitlesiz eylemler almaktadır.

Kamu emekçileri sendikalarının kuruluşundan beri mücadelenin önünde yer alan siyasi çevreler ve yöneticilerin önemli bölümü, mücadele geleneğinin gerektirdiği, sendikal demokrasi ve her kademede inisiyatifli bir mücadele tutumu almaktan uzaklaşmaktadır.

İşyeri Temsilcilikleri, kendi görev alanlarındaki kamu emekçileriyle ilişkilerini olması gerektiği gibi sürdür(e)memektedir. İşyerinde üyelerle kurulan ilişkiler gittikçe zayıflamıştır. Çalışmalara katılmaya yönelten bir tarzdan, bir fikre ya da bir eyleme ikna etmeye çalışma tutumundan hızla uzaklaşılmaktadır. Sorunlar ve sorunların çözümüne yönelik görüş ve öneriler işyerlerinde tartışılmamakta, işyerlerinin görüş ve önerileri şube organlarına taşınmamakta, çoğu zaman bireysel görüşler üst organlara iletmektedir. Üyelerin; kararların oluşmasına katılmaktan dışlanması, sendikal demokrasinin temelinin ortadan kaldırılması demektir. Oysa hareketin durumu, sadece sendika üyelerinin değil, sendikalı-sendikasız demeden tüm çalışanların karar süreçlerine katılmasını gerektirmektedir.

İllerde KESK’e bağlı sendikaların bir araya gelerek oluşturdukları Şubeler Platformları işle(tile)memektedir. Kimi zaman yukarıdan müdahaleler, kimi zaman da sendikal anlayışların grupçu tutumları, kamu emekçileri hareketinin başından beri mücadele çağrılarını örgütleyen bu platformları işlevsiz hale getirmiştir. Şubelerin ve şube yöneticilerinin üyeleriyle ilişki biçimi mekanik, (SMS-faks) ve bürokratik olmanın ötesine geçememektedir. Sendika merkezlerinde olduğu gibi, şubeler ya da sekreterlikler; “o koltuğa sahip olan anlayışın küçük iktidarcığı” haline dönüşmekte, çoğu zaman emekçilerin talep ve beklentilerinin yerini kendi bireysel-grupsal ihtiyaçları almaktadır. Dolayısıyla Şubeler Platformu, kamu emekçilerinin yerel ya da bölgesel mücadele merkezi olma özelliğini giderek kaybetmektedir. Emek ve demokrasi mücadelesinde ciddi iddiaları olan bir örgütün, kendi içinde dahi bütünlüğü sağlayamaması, kamu emekçileri nezninde çağrılarına yanıt bulamaması, hızla giderilmesi gereken bir sorundur.

Danışma Kurulu, Danışma Meclisi, Başkanlar Kurulu, Merkez Temsilciler Kurulu gibi, sendika içi demokrasinin vazgeçilmez organları, tüzüklerde belirtilen rollerine, genel kurullarda alınan kararlara uygun işletilmemektedir. Bu kurullara katılanların çoğu, böylesi kurullara, şubelerinin ya da sendikalarının tabandan oluşturulmuş görüşlerini götürmek yerine, siyasal anlayışının savunularını ya da bireysel görüşlerini sunmaktadır.

Diğer taraftan, Danışma Kurulunda açığa çıkan yönelim ve sonuçlar da örgüte iletilmemektedir. Sendikalar ve sendika merkez yönetimleri; konfederasyonla eşgüdüm içinde, kendi işkollarına ve ülke gündemine ilişkin mücadele kararları alıp uygulamak yerine, her şeyi konfederasyondan bekleyen veya havale eden duruma gerilemiştir. Yaşanan sorunlar, kimi zaman işyeri temsilciliğinden şubeye, şubeden Genel Merkeze, Genel Merkezden de Konfederasyona ya da tersinden, yukarıdan aşağıya havale edilmektedir.

Bu durum, kurulların demokratik işleyişini ortadan kaldırdığı gibi; sorunların ve çözümlerinin işyerlerinde, illerde tartışılmasını, sendika üyelerinin hatta sendikasız kamu emekçilerinin de kararların oluşmasına katılmasının önünü kesmektedir. Bu bürokratik tarzın sonucunda, kurulların aldığı kararların şubelere, temsilciliklere ve nihayet üyelere gitmesinin önü tıkanmakta, merkezden alınan kararlar, “şube yönetimlerine inip” orada kalmaktadır.  Alınan kararların anlamı, içeriğinin yığınlara kavratılması ve onların bilincinde değişim yaratma çabası, her düzeydeki sendikal kurulların gündeminden çıkmış bulunmaktadır. Karar mekanizmalarının işlevsizleştirilmesi, sendikalarda yabancılaşmaya, dolayısıyla kitlelerin ve alt organların sürece müdahaleden uzaklaştırılmasına neden olmaktadır.

Bürokratik eğilimler kadar, konformist ve grupçu eğilimler de sendikaların sınıfsal zeminlerinden uzaklaşmasında belirleyici rol oynamaktadır. İlk yıllarda işyerlerinden dayanışmalarla, fedakarlıklarla örgütlenen eylemlerin yerini, genel merkezlerin gönderdiği para kadar örgütlenen eylemler almaktadır. Dayanışma ile döşenmiş ortak binaların yerini, ayrı tutulan ve konforlu hale getirilen şube  ve sendika binaları almaktadır. Kimi sendikalarda profesyonellik veya şube başkanlığı, “avantajlı bir mevzi” haline gelmektedir.

KESK’ in bugün içinde bulunduğu “darlaşma”, “bir avuç yönetici dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi ve gündelik faaliyete katılmaması”- ki buna önemli oranda Emek Hareketi kadroları da dahildir-, “gruplar arası rekabetin/çekişmenin sendikal faaliyete zarar verir hale gelmesi”, kadrolarda “yorgunluk”, “bezginlik”, “adam sendecilik” gibi eğilimlerin gelişmesi, yöneticilerde görülmeye başlayan “kariyerist, konformist”  ve fraksiyoncu eğilimler; kamu emekçileri sendikalarının hızla aşması gereken sorunların  başında yer almaktadır.

Genel Kurul süreçlerinden büyüyerek, güçlenerek ve yenilenerek çıkma

İrade ve eylem birliğini güçlendirecek, emekçi yığınlarla KESK’i buluşturacak mücadele taktikleri ve fikri tartışmalar yerine, yönetimde olma kaygısıyla, kimi zaman gerici-şovenist kışkırtmaların etkisiyle örgütü zayıflatıcı sonuçlar doğuran tutumlar, giderek hakim hale gelmektedir.

2005 Genel Kurul dönemi ise, gruplar arası kapışmaların yanısıra, sendikal anlayışların kendi içinde iktidar çatışmalarına kadar ilerlemiş ve bu durum zaman zaman mücadelenin ve örgütün ihtiyaçlarının tartışılmasının, alınan eylem kararlarının uygulanmasının önüne geçmiştir. Emekçilerin ve mücadelenin ihtiyaçlarından uzak, seçime ve kimin yönetimde olacağına endekslenmiştir. 2005 Genel Kurullarının üzerinden henüz bir yıl geçmişken, şube yönetimlerinde de süreçten düşmeler/uzaklaşmalar olduğu görülmektedir.

Genel Kurullarda izlenen fraksiyoncu eğilimler, grup içi çatışmalar öyle bir hal almıştır ki; kendi ekibini oluşturma ya da “yönetimde temsil edileyim de, kiminle olursa olsun önemli değil” denilerek; sendika yönetimlerine, önemli oranda, yönetme yeteneği ve birikimine sahip olmayan kişiler getirilmektedir. Yöneticilerin önemli bir bölümü, sendikal mücadelenin gerektirdiği kararlılık, açıklık ve fedakarlık gibi özelliklerden yoksundur. Bir çok yönetici, genel kurul iradesini temsil eden, birlikte iş yapmayı, iş yaparken öğrenmeyi, yaşam biçimi haline getiren; kapsayıcı, kucaklayıcı olmaktan uzak; olaylar ve sendikal gelişmeler karşısında fraksiyoncu, kendi grubunun yönetimdeki temsilcisi gibi davranmaktadır.

Genel Kurul süreçlerinden; büyüyerek, güçlenerek, yenilenerek, irade ve eylem birliği yaratılarak değil, bölünerek ve zayıflayarak çıkılması, ilk yıl hariç, 4 yıllık yasal süreçte yaşanan üye kaybının ve mücadeledeki düşüşün aşılamamasında önemli rol oynamıştır. 2005 genel kurullarında, sendikal anlayışlar arasında ve grup içinde yaşanan çatışmaların etkisi hala devam etmektedir. İşyerlerinde farklı statüde istihdam biçimleri ve karşı sendikaların yarattığı rekabetin yanı sıra, yönetimde olma rekabeti ve kariyerist eğilimler de rekabetin başka bir boyutu olarak, işyerlerinde emekçileri bölmekte, onların birliğine zarar vermektedir.

Oysa, genel kurul süreçlerini, egemenlerce dayatılan saldırı yasalarını püskürtmenin aracı haline getirecek, işyeri seçimlerinden başlayarak örgüt içindeki birlik ve bütünlüğü geliştirecek bir perspektifle ele alınmalıdır. Genel Kurullar, KESK’ i yığınlarla buluşturmanın aracı haline getirildiğinde; KESK küçülmeyeceği, daralmayacağı gibi grupçuluk, bürokratizm,  konformizm vb. tutumlar aşılabilecek, siyasi gericiliğin şoven-ırkçı kışkırtmaları örgüt içinde zemin bulamayacaktır. Sendikalar bu zeminde büyüyüp, güçlenecektir.

KESK, yığınların mücadele ve örgütlenme merkezi olabilir

Sermaye güçleri sistemlerini yenilerken, sendikaları da kendi ihtiyaçlarına uygun hale getirmeyi, hatta ortadan kaldırmayı planlamaktadır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sözleşmeli personel, esnek çalıştırma, toplam kalite yönetimi, performans ücreti gibi uygulamaları ile sınıfın birliğini ve aralarında rekabeti kışkırtan eğilimler geliştirilerek, emekçilerin örgütsüz kalmaları ve hiçbir sosyal ve yasal güvence olmadan kölelik koşullarında çalıştırılmaları hedeflenmektedir.

Bugün işçi ve emekçiler sendikalarını, sermayenin saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak kullanamamaktadır. Mevcut sendikal örgütlenmelerin büyük bölümü, ‘sosyal diyalog’ adı altında sınıf uzlaşmacılığını esas almaktadır. Bu anlayışın egemen olduğu sendikalarda, emekçiler sendikalarına güvenlerini kaybetmekte, üye kayıpları yaşanmaktadır. Bu durum sendikaların işlevini yitirdiğini değil, gerçek işlevini yerine getirmediği takdirde güç kaybettiğini göstermektedir.

KESK’ in gelişim süreci bu durumu yalın bir biçimde açıklamaya yeterlidir. Kamu emekçilerinin acil ve somut talepleri üzerinden on binlerce kamu emekçisinin mücadeleye çekildiği ve siyasi iktidarla karşı karşıya gelindiği dönemde işçi sendikaları güç kaybederken, KESK kitlesel olarak büyümekteydi. Başlangıçta; siyasal farklılıklar ve grup ihtiyaçları çok öne çıkarılmadan, mücadele omuzdaşlığı içinde bulunuluyordu. Kamu emekçilerinin örgütlenmesi ve mücadelesinin ihtiyaçları önde tutulmakta ve kitlelerle bağlar canlıydı. Mücadele ve örgütlenme yasayla sınırlı değil, hakların ve elde edilmesinin meşruiyeti  üzerinden  fiili olarak sürdürülüyordu.

Dolayısıyla önümüzdeki dönemde de; kendi içinde bütün, yasalarla kendini sınırlamayan, işyeri esaslı, yenilenmiş örgütlenme ve mücadele programına sahip bir KESK, kamu emekçilerinin ve diğer emekçi kesimlerin ortak mücadele ve örgütlenme merkezi olabilir. Bunu başarmanın yolu ise, başta yönetici ve ileri kadrolar olmak üzere, KESK’ in yaratılmasında ve mücadelesinde emeği olan kamu emekçilerinin, var olan durumu doğru değerlendirip, sendikalarına sahip çıkmaları ve sendikalarını yeniden örgütlemeye yönelmelerinden geçmektedir. Yeniden örgütlenmede ilk yapılacak iş, işyerleriyle, üyelerle kopan bağların tekrar kurulması, işyeri örgütlerinin sağlamlaştırılması ve canlı bir örgütsel yaşamın tesisidir.

Bununla birlikte,  4688 sayılı yasa kapsamına sıkışmadan hizmet birimlerinde statü ve sendika farkı gözetmeksizin, tüm emekçileri ortak talepler etrafında mücadeleye çekecek gelişkinlikte ve her sorunu en geniş çevreler içinde tartışabilecek bir demokratik işleyişe sahip işyeri örgütlenmesi, yenilenmiş bir örgütlenme stratejisinin temeli olacaktır. Böylece işyerinde sermaye tarafından farklı ücret ve istihdam politikasıyla birbirlerine karşı kışkırtılan tüm çalışanlar, statü ve sendika farkı gözetmeksizin eşit ücret, kadrolu istihdam gibi eşit haklar için mücadelede birleştirilerek işyerinde birlik ve bütünlük sağlanacaktır.

Tüm bunların yanı sıra, emekçilerin ana kitlesini mücadeleye katan ve biri diğerini güçlendiren  eylemlerle talepleri kazanana kadar, kararlılıkla sürdürülecek mücadele hattının izlenmesi de son derece önemlidir. Kamu emekçilerinin mücadeleye katılmaları kadar, en geniş çevrelerin sendikal politikaların oluşturulmasında ya da işyeri örgütünün karar süreçlerine katılmaları da sendikaların yeniden inşasında belirleyici rol oynayacaktır.

Geçtiğimiz dönem, yükselen şoven milliyetçi dalga, KESK’ e bağlı sendikalarda önemli oranda yıpratıcı etkiler göstermiştir. Bu dalgadan etkilenen çevrelerde, sendikaların “bölücülüğe destek verdiği” vb gerekçelerle sendikalardan istifaya kadar varan tepkileri ortaya çıkarmıştır. Burada sorun; KESK’ in Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümünü savunması değil; savunulanların tabanda tartışılmaması, emekçilerin çoğunluğunun gerçeğin etrafında birleştirilmemesidir.

Sorunun tartışılmasının emekçilerden uzak tutulmuş, alınan kararların kamuoyunda ve işyerlerinde savunulmasında kararsızlıklar yaşanmış, her düzeydeki kimi yöneticilerde ikircikli  tutumlar ve farklılıklar görülmüştür.  Dolayısıyla, insanca yaşam, çalışma koşulları ve ekonomik taleplerin yanı sıra; Kürt sorunundan – Laisizme, ifade özgürlüğünden –anti emperyalist mücadeleye kadar pek çok siyasi ve demokratik içerikli konu işyerlerinde açık yüreklilikle tartışılmadı/tartışılmamaktadır. Her sorunun, emekçilerin yararına çözümünü içeren politikalar kitlelerle paylaşıldığında, kitle çoğunluğunun iradesine dayanan demokratik bir işleyişin sendikaların siyaset tarzı haline geldiği oranda; emekçiler de egemen ideolojinin, gericiliğin etkisinden koparak kendi sınıf siyasetlerinin bilincine kavuşacaklardır.

Diğer yandan, işçilerinin özelleştirme karşıtı direnişleri, organize sanayi bölgelerinde sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin direnişleri, üretici köylülüğün tepkileri, gençlik ve kadın mücadelesi, kentlerde ve kırlardaki yoksul halk ve diğer emekçiler ile kamu emekçilerinin mücadelesinin, birleşik bir güce ve birleşik bir mücadeleye dönüştürülmesi mümkündür. Böylesi bir mücadele içinde, illerde şubeler platformları yeniden ayakları üstüne dikilebileceği gibi, beraberinde yerel mücadele birlikleri de ihtiyaç olarak kendini dayatacaktır.

Açıktır ki; öncelikle kendi üyeleri başta olmak üzere emekçilerin talepleri için mücadele eden, bu mücadele sürecinde güven kazanan/kazandıran bir sendika ve dolayısıyla KESK, ortak mücadele ve örgütlenme için çekim merkezi olabilir. Böylesi bir örgütün serpilip gelişmesinde, emekçilerle kurulacak ilişkiler ile sınıf sendikacılığı anlayışının hareket üzerindeki etkisi ve geniş emekçi kesimlerin emekten yana politikalarla buluşturulması çabası belirleyici öneme sahiptir.

KESK ve bağlı sendikalar ile diğer emek ve meslek örgütleri, siyasi örgütlenmeler ile demokratik kitle örgütleri açısında, örgütlerini güçlendirme ve mücadeleyi ilerletmenin olanakları artmıştır. Yakın dönemde; döviz ve faiz alanında yaşanan artış ve paranın değer yitirmesi ile enflasyon artmış, dolayısıyla Hükümetin öngördüğü enflasyon hedefi üzerinden yaptığı ücret zamları ve asgari ücret açlık sınırının altına düşmüştür. Diğer yandan, hükümetin sağlık ve sosyal güvenlik alanında başlattığı saldırılar, sağlık hizmetlerinde yeni kısıtlamalara giderek, sağlığı tamamen paralı hale getirmektedir. Hükümet, IMF programını tavizsiz uygulamaya devam edeceğini her fırsatta belirtmektedir. Emekçiler ve onların örgütleri açısından bu dönem, ölü toprağını üzerinden atacağı bir dönem olabilir.

Böylesi bir süreçte, milyonlarca kamu emekçisinin gözü kulağı Toplu Görüşme masasında olacaktır. Bu dönem; kadrolu ve iş güvenceli istihdam, insanca yaşam ücreti, asgari ücretin en az 700 YTL’ye çekilmesi, geçen yılın kayıplarının giderilmesi, Grev ve TİS hakkı, gibi temel talepler birlikte ele alınmalıdır. Bu durumda;  bütün kamu emekçileri, güçlerini birleştirip, toplu görüşmeyi, toplu sözleşmeye çevirecek bir mücadeleye seferber edilirse, mücadele kazanımla sonuçlanacağı gibi, sendikalar yaşadığı kimi sorunları da aşabilecektir.

2006 Ağustos ve sonrasındaki döneme dair KESK tarafından planlanan mücadele programının;-eksikliklerine rağmen- ayrımsız olarak tüm emekçilere, işyerlerinde sahiplendirilmesi, programın gereklerinin yerine getirilmesi için kitle desteği sağlanacak etkinlikte/canlılıkta mücadelenin daha ileriye taşınması herkes için en yakın sınav olacaktır.

KESK ve bağlı sendikaların büyüyüp güçlenmesi, emek hareketini de büyütmüş ve güçlendirmiş olacaktır. Gerek her statüden kamu emekçisinin talepleri üzerinden sendikaların mücadeleci çizgide yeniden örgütlenmesi, gerekse işçi ve emekçilerin kendi sınıf siyasetine kazanılmasında, sınıf sendikacılığı anlayışı ile mücadele yürüten partili kamu emekçilerine, diğer siyasal/sendikal çevrelerden daha fazla sorumluluk düşmektedir.

Bu sorumluluk duygusuyla emek hareketi kadroları; her gün kendini yeniden donatarak sürecin ihtiyacına yanıt olmalıdırlar. İşçi ve emekçilerin, her türden rekabete karşı birliği ve dayanışmasını esas alan, ortak talepleriyle birleşik güçlü örgütlenmelerini yaratmak için daha fazla çaba içinde olmalıdır. Politikalar belirlendikten sonra gereğinin yapılması, kadroların çalışmasına bağlıdır. Emek hareketi kadrolarının, sendikalardaki diğer kesimlerden farklılığı pratik çalışmada belirginleşir. KESK içindeki sorumluluk sahibi kesimleri, işyerlerindeki tüm emekçileri, yenilenmiş örgütlenme ve mücadele platformunda birleştirerek sendikaları yeniden inşa görevi, başta emek hareketinin mensuplarındadır.

Yakınma dönemi bitmiştir artık. Her türlü olumsuzluğa, kötü gidişata seyirci kalınamaz. Önümüzdeki dönemin sıkıntılarını/zorluklarını aşmak elbette kolay değildir. Şimdi görev alma, görevlerin gereğini yerine getirme zamanıdır. Şimdi iş yapma zamanıdır.

Bilim ve Düşünce’nin Üçüncü Kitabı Günümüze Işık Tutuyor: Pozitivizme Karşı Mücadeleden Öğrenmek

Bilim ve Düşünce’nin 3. Kitap’ı “pozitivizmin eleştirisi”ne ayrılmış.

Bilim ve Düşünce okurlarının artık bildiği gibi, 3. kitabının en büyük bölümü; 20. yüzyılın ilk yarısında pozitivizme yönelik olarak yapılan eleştirilerin tarihsel belgelerini içeriyor. Sorunun güncel yanı, daha doğrusu Türkiye’deki yansıması ise Aydın Çubukçu tarafından kaleme alınmış.

Kuşkusuz ki; Bilim ve Düşünce’nin önceki iki kitabını biraz sistematik bir biçimde okuyanlar için, bu üçüncü kitabı okumak, hem daha kolay hem de güncel bağlantıların kurma ve Türkiye’deki yaşananları anlama bakımından “ilginç” bulunmuş olmalıdır.

Evet, bu kitapta da yer alan yazılar; 20. yüzyılın ilk yarısındaki tartışmalarla ilgili. Ama bu yazıları okurken şöyle bir etrafımıza göz atarak, Amerikan filmlerinden apartma “Denemeden bilemezsin ki!” ya da Atatürkçü ve laik görünme adına “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” vecizeleriyle kendi dünya görüşünü deklare edenlerin ya da “Aziz Nesin zaten bu milletin yüzde 60’ı aptaldır demişti” diye emekçilere tepeden bakan zamane aydınlarının, “Taksim meydanda üç kişiyi sallandıracaksın bak memlekette kapkaççı, tecavüzcü, uyuşturucu satıcısı… kalıyor mu?” diye kestirme çözümler üreten kahve politikacıları ya da onların daha modern biçimi olan ve masa başında sınıflardan, onların ilişkileri ve çatışmalarından bağımsız “toplumsal reform projeleri” geliştirenlerin sayısına bakıp, “Meğer etrafta ne çok pozitivist varmış!” demekten kendinizi alamayacak kadar da bu tartışmaların güncel olduğunu söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır.

Yukarda belirtildiği gibi; Bilim ve Düşünce’nin ilk iki sayısının dikkatli okurları açısından, Bilim ve Düşünce’nin 3. Kitabı olan “Pozitivizm” kitabını okumak için önerilerde bulunmak elbette yersizdir. Ama, biliyoruz ki; Bilim ve Düşünce, okurların büyük çoğunluğu için henüz bir alışkanlık oluşturmuş değildir. Bu yüzden, Bilim ve Düşünce’de yazılanlar üstüne güncel makaleler yazmak, yorumlarda bulunmak ve polemiklerle tartışmanın derinleştirilmesine katkı yapmak önemli olduğu kadar; belgesel mahiyetteki yazıların okunmasını kalaylaştıracak teşvik yazıları yazmaya ihtiyaç olduğu da bir gerçektir.

 

BİLİM VE DÜŞÜNCE’NİN 3. KİTABI’NI OKUMAK

Az çok felsefe eğitimi almamış ya da felsefeyle amatörce hevesle ilgilenmemiş olanlar için 3. kitaptaki makaleleri “sırayla okumak, sıkıcı ve “anlaşılma zorluğu” yaratacak mahiyettedir. Çünkü kitabı hazırlayanlar; yazıları, felsefe tarihinde pozitivizme yol açan düşüncelerin tarih sahnesine çıktığı sıraya göre el almışlardır.*

Sonuçta, I. S. Narski’nin “Pozitivizmin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi” başlıklı yazısı, “kitap”ın ilk yazısı olarak seçilmiş.

Narski ise; yazısına George Berkeley’in öznel idealizmi ile Hume’cu bilinemezciliğin eleştirisiyle başlıyor. Çünkü pozitivizm, son tahlilde “öznel idealizm” ve “bilinemezcilik” üstünde şekillenen bir düşünce olarak biçimlendiğine göre, mantısal bakımdan, Narski’nin yaptığı son derece doğrudur. Narski’nin yazısı “Pozitivizme giden yol” olarak ifade ettiği Berkeley ve Hume’nin görüşlerinden sonra, Auguste Comte’un pozitivizmi ve en son olarak da “İngiliz Pozitivizmi” olarak adlandırdığı J. Stuart Mill ve Spencer’in öğretisinin eleştirisiyle tamamlanıyor. Kitaptaki ikinci yazı, Lucy Pernant’ın “Marks ve Comte Felsefesi’nin Karşılaştırılması” adlı yazısı. Bu makaleyi, Paul Leberenne’nin “Marksizm ve Pozitivizmin Sosyal ve Politik Etkinlikleri” başlıklı makalesi izliyor; en sona ise, Frank E. Hartung’un “Pozitivizmin Sosyolojisi” adlı makalesi konmuş. Ancak Bilim ve Düşünce’nin okur profili bakımından, okumanın bu sıraya göre yapılmasının bazı güçlükler çıkarması söz konusu olabilir.

Mevcut sıralama içinde okuma güçlüğü hisseden okurlar için, aşağıda vereceğimiz türden bir sıralama izlenmesinde yarar olabilir.

 

JÖN TÜRKLER’DEN KEMALİZME POZİTVİZİMİN DERİN ETKİSİ

Hiç kuşkusuz ki, Aydın Çubukçu’nun yazısı, hem ağır bir felsefi tartışmaya hazırlanmak, hem de bu felsefi tartışmanın güncel ve Türkiye’ye yansımalarına dikkat çekmesi bakımından son derece önemlidir. 19. yüzyılın ikinci yarısında “Batılılaşma sevdasına” kapılan genç Osmanlı aydınlarının, Avrupa’nın kendi aydınlanmasını bile inkar etmeye yöneldiği bir zamanda, “kapitalizme hayran” bir çizgiden bakmaları; ve örneğin Rus ya da Doğu Avrupa’lı aydınların, aynı yıllarda, aynı Paris’te, kapitalizme çok temelli eleştiriler yönelten Marksist çevrelerle ilişki içine girip sosyalizme yöneldikleri bir çağda, kapitalizme sevdalanmaları, onları, gerici pozitivist çevrelere yakınlaştırmıştı.

Onun içindir ki; Osmanlı aydınları “ışığını”; yüzünü geriye dönmüş burjuvazinin işçi sınıfı ve devrim düşmanlığını kendisine ana tutum edinmiş, sınıf mücadelesini reddeden, “düzen ve ilerleme” yi slogan olarak benimsemiş pozitivizmden almıştır. Kemalistlerin de aynı çizgiden; Tanzimatçılık, Meşrutiyetçilik ve İttihat ve Terakki üstünden ilerleyerek; cumhuriyeti, “sınıfsız, zümresiz, yukardan yapılan projelerle inşa edilen bir pozitivist proje” olarak ele almasının bir tesadüf olmadığına dikkat çeken Çubukçu’nun yazısı, pozitivizm ve cumhuriyet tartışmalarıyla, cumhuriyetin bugün de sorunu olan milliyetçilik, laisizm ve Kemalizmin kaynakları üstüne tartışmaları yeniden başlatacak mahiyettedir. Dahası Çubukçu’nun yazısı, sadece dünün Kemalistlerine ve cumhuriyetin kuruluşundaki pozitivist ruha bir eleştiriden öte günümüzün neoliberalleri ve piyasacılarının iradeci tarih yazımlarına, sınıflar mücadelesi olmadan toplumda dönüşüm yaptırma “reformculuğu”na karşı da bir polemik olarak geliştirilecek dayanaklar sunmaktadır. Daha da ötesinde; Çubukçu’nu açtığı tartışma; “kaos” ve “bilinçli tasarım kuramı” gibi öznel idealist ve bilinemezcilik üstünden varolan günün aktüel tartışmalarının düşünsel dayanaklarının pozitivizmde olduğunun işaretlerini de taşımakta; dolayısıyla “insanlığın, sorunlarını, ileriye, kapitalizmi aşarak, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya doğru ilerlemesiyle mi, yoksa, kapitalizmin içinde kalarak ve onun sorunlarını ‘çözerek’ mi kurtulacağı” gibi felsefenin temel bir sorununu da günümüz tartışmalarının odağına çekecek dayanaklara işaret etmektedir. Çubukçu’nun yazısı; “Jön Türkler’den İttihat Terakkicilere, Kemalistlere, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, ‘Yeni Osmanlıcılık’tan Kemalizm’e ileriye gitme niyetleri ve hamleleri içinde ‘pozitivist zihniyet’in geri çekici bir rol oynadığına” işaret ederek, burjuvazinin gericiliğinin fikri dayanaklarına ve tarihsel köklerine dikkat çekmektedir.

Bu yüzden de, Aydın Çubukçu’nun yazısı ilk okunan yazı olmalıdır. Çünkü; diğer yazılardaki teorik tartışmalara ilgimizi artırıcı sorular ortaya atmaktadır. Ama Çubukçu’nun yazısını, diğer yazıları okuduktan sonra bir kez daha okursak, pozitivizmin, bugün de, güncel tartışmalar içinde gericilere nasıl silahlar sunduğunu ve bu nedenle pozitivizmin güncel biçimlerine karşı mücadelenin son derece önemli olduğunu daha yakından göreceğiz.

 

BERKELEYCİ İDEALİZM VE HOME’CU BİLİNEMEZCİLİK POZİTİVİZME GİDEN YOLU DÖŞEDİ

Kuşkusuz ki; Bilim ve Düşünce’nin bu kitabını okumak isteyen okur için, “Pozitivizm nedir; nereden ve neden ortaya çıkmış; etkileri nasıl olmuştur?…” gibi soruların yanıtını bulmak en dolaysız meraktır. Bu sorunu yanıtını, okur; I. S. Narski’nin yazısında bulmaktadır. Ama yukarıda sözü edilen okur profili nedeniyle, felsefe tartışmalarında yeterince birikimi olmayan okurlar, bu yazıya, 1. Bölüm’den değil, 3. Bölüm’den “Pozitivizmin Doğuşu, Auguste Comte’un Öğretisi” yazısıyla başlarlarsa; hem pozitivizmin babası sayılan Comnte’un görüşleri, hem de pozitivizmin oluştuğu tarihsel süreç hakkında diğer bölümleri okuduklarında; pozitivizmin düşünce tarihinde tuttuğu yeri anlamada kolaylık sağlayacak bir temel edineceklerdir.

Elbette ki, Narski’nin dört bölümden oluşan yazısı son derece kapsayıcı ve eğitici bir yazı.

Yazının 1. Bölümü’nde; George Berkeley’in (1684-1753) öznel idealizminin gelişmesine ve bilinemezciliğinin ortaya çıktığı koşullara, bilinemezciliğin, Antik Çağ’ın şüpheciliği (bu şüphecilik yöntemseldir ve doğruyu bulmak için olgulardan şüphe etmeyi öngörür) ile ilkesel karşıtlığına dikkat çekilmektedir.

Narski; Hume ve Berkeley’in fikirlerinin temelini; burjuvazinin soylulukla ittifakına, artık bir “egemen-gerici güç” olarak halkın karşısına dikilmesine bağlıyor. 1688 İngiliz 2. burjuva devriminin kapitalistler ve burjuvalaşma sürecine giren soyluluk arasında bir uzlaşmayla sonuçlanmasının, İngiliz egemen sınıfları arasında önemli değişikliklere yol açtığına dikkat çeken Narski; burjuvazinin, dün savaştığı soylular, bankerler, tüccarlarla ittifaka yönelmesinin yeni bir “fikri dönüşümü” de zorladığını belirtiyor. Daha doğrusu, burjuvazi artık; egemen soyluluğa ve aristokrasiye karşı mücadele eden bir sınıf olmaktan çıkarak, egemen sınıflardan birisi haline gelmiştir. Böylece, burjuvazi için, soyluluk, ana tehlike olmaktan çıkmıştı.

Bu durum, İngiliz burjuvazisinin dünya görüşünde de köklü bir dönüşüme karşılık geliyor, bunu zorluyordu.

Daha önce Hobbes ve Lock’un materyalizmi kılavuzluğunda dünyaya bakan ve bu dünya içinde kendi rolünü oynamaya çalışan, bu uğurda krallarını idam etmekten çekinmeyen burjuvazi için, artık; halkın yatıştırılması gerekmektedir. Çünkü artık soylulukla birleşen burjuvazinin çıkarlarını tehdit eden, eski feodal güçler değil, “halkın aşırı istekleri”dir.

İşte bu koşullarda, George Berkeley’in “ateizm ve şüpheciliğe karşı kesin ve açık bir tutum alan düşüncesi”, İngiliz büyük burjuvazisinin ve burjuvalaşan soyluluğun, düzenlerinin meşruiyeti için ihtiyaç duydukları dayanakları veren öğreti olmuştur.

I. S Narski, “George Berkeley’in öznel idealizmi” adlı bölümde; Berkeley’in, Locke’nin materyalist duyumculuğunu, nasıl öznel idealist bir duyumculuğa dönüştürerek, “tek bencilik” düzeyine yükselttiğini, böylece 19. ve 20. yüzyıl pozitivizmi için nasıl önemli bir“cephanelik” sunduğunu göstermektedir.

S. Narski, yazısının ikinci bölümünü, yine bir İngiliz düşünürü olan David Hume’un (1711-1776) görüşlerine ayırmış. Narski; Hume’un bilinemezciliğine, pozitivizme dayanaklık eden iki önemli düşünce kaynağından biri olarak işaret edip, bu düşüncenin İngiliz ve Fransız pozitivist düşünürlerine nasıl etkilediğini, “pozitivizme giden düşünsel yolu” nasıl kat ettiğini gösteriyor. Çünkü; pozitivizmin iki dayanağından birisi öznel idealizmse; öteki de bilinemezciliktir.

Hume’un görüşleri, idealist düşünürlerden çok, 18. yüzyılın Fransız materyalistlerinin dikkatini çekmiştir. Çünkü Hume’un Kiliseye ve “hurafeciliğe” yönelttiği eleştiriler, Fransız materyalistleri tarafından kendi ateizmlerine destek olarak görülmüş ve savunuluştur.

Narski, Hume’un dönemi ve onun fikirlerinin oluşumunu etkileyen tarihsel ortamı şöyle tanımlıyor:

Hume, burjuvazi ile soyluluk arasındaki sınıf uzlaşmasının ideologuydu. Locke ve Berkeley de bu uzlaşmanın ideologuydu. Ne var ki, 18. yüzyılın ortalarında bu uzlaşmanın niteliği, aynı yüzyılın başlarındaki bir öncekinin sonundakinden farklıydı. İngiltere kapitalist gelişme yolunda hızlı bir ilerleme gösteriyordu. Soylu toprak sahipleri burjuva girişimci ruhuna kapıldılar, tüccarlar, sanayiciler ve finansörlerse geçmişe göre daha muhafazakar bir yaklaşıma sahiptiler. Dar bir faydacılık, ortayı çıkan düzenin sağlamlaştırılması ve devrimin reddi; bunlar egemen sınıfın idealleriydi. Hume, Berkeley’den farklı olarak, batıl-kilise dogmacılığının avukatlığını yapmıyordu.; Wigh’lerin liberalizmi ve Fransız materyalistlerinin cesur ateizmiyle birleşti. ……Hume’un bilgi kuramsal görüşlerinin özü ise tutucudur…. (bu yüzden) Hume’cu bilinemezciliğin gösterdiği yolu takip edenler, ateizme değil pozitivizme varıyorlardı. (sf. 35)

Narski; Home’un bu yolu nasıl döşediğini açıklıyor yazısı boyunca.

 

POZİTİVİZMİN EN OLGUN BİÇİMİ: COMTE’CULUK

Narski’nin yazısının 3. Bölümü, “Pozitivizmin Doğuşu Auguste Comte’un Öğretisi” başlığını taşıyor.

Evet, İki İngiliz düşünürü, Berkeley ve Hume, öznel idealizm ve bilinemezciliği geliştirerek, pozitivizme giden yolu açmışlardır. Ancak pozitivizmin bir öğreti durumuna yükselmesinin “onuru” bir Fransız düşünürü olan Auguste Comte’un olmuştur.

Narski’nin pek haklı olarak belirttiği gibi, pozitivizm; Fransa’da 1830 ayaklanmalarının arkasından, bu ayaklanmaların taşıdığı tehdidi farkında olan burjuvazinin gericilikle uzlaşma girişimleri ve 1848 Devrimi’ni önceleyen yıllarda ortaya çıkan koşullarda, “burjuvazi ve burjuvalaşmış soyluluk arasındaki halka karşı ittifakının bir ihtiyacı” olarak doğmuş ve “restorasyon dönemindeki spiritüalizmin açıkça ‘karanlıkçı’ öğretilerin yerini almış”tır. Bu durumu, Narski; “Devrim sonrası dönemde (1789 Büyük Fransız Devrimi kastediliyor) artık iktidara gelmiş Fransız burjuvazisi için ise, materyalizm fazlasıyla aykırı ve ‘tehlikeli’ bir akım olmaya başlamıştı. Bu, pozitivizmin doğmasının ana sebebidir. İşçi hareketi geliştiği ölçüde, burjuvazi, proletaryanın ideolojisine karşı, doğan ve gelişmekte olan diyalektik materyalist felsefeye karşı giderek daha çok pozitivizmden yararlanmaya başlamıştır.” (sf. 58) biçiminde ifade ediyor.

Comte’culuğun 19. yüzyılda popülerleşip, bilim çevrelerinde itibar görmesinin en önemli nedeni; kuşkusuz, 19. yüzyılda doğa ve toplum bilimlerindeki büyük atılım ve pozitivizmin, zamanın entelektüelleri ve bilim çevreleri tarafından, “bilime büyük önem veren bir öğreti” gibi algılanmasıdır. Hatta öyle ki, pozitivizm, “bilinemezcilik dışındaki tüm felsefi eğilimleri reddeden ve felsefeyi tümüyle bilim içinde eriten bir tutum benimsemesine” karşın, bu tutumunu açıklarken bile, bilime çok değer veren bir öğreti havası takınmıştır. Comte ve Comte’cular, bir yandan bilime ve gelişmesine çok önem veriyor görünürken, öte yandan da “Birçok görünümün doğa bilimsel açıklamasını yalnızca kapitalist üretimin teknik yönden mükemmelleştirilmesinin çıkarlarına uygun düşmesi oranında benimsiyor ve ona bilinemezci bir hava” vererek, gerçekte bilimsel gelişmeyi sınırlamaya çalışıyor, önüne set çekiyorlardı.*

Böylece pozitivizm; felsefenin temel sorusu olan “Bu dünya ve onun üstündeki insan nereden gelip nereye gidiyor?” sorusunun hiçbir bilimsel anlama sahip olmadığını, dolayısıyla felsefeyi, tekil bilimlerin toplamıyla ifade edilebilecek bir “disiplin” olarak, bilgi sürecinin tek tek yönlerinin biçimci incelenmesine indirgeyerek; dine ve onun, dünyanın ve insanın nereden gelip nereye gittiğine verdiği yanıtlar için alan açmıştır.

S. Narski, yazısında, pozitivist öğretinin oluşumuna dikkat çekerken, Auguste Comte’un kişiliğine de dikkat çekmektedir. (Kitabın sonraki bölümlerinde Comte’culukla Marksizm arasındaki karşıtlıklara ve “benzerliklere” dikkat çeken yazılarda da buna önem verilmiştir.) Çünkü; Comte’u ve pozitivizmini bilim ve entelektüellerin dünyasında popüler yapan, onun yaşı ilerledikçe meczuplaşmaya varan “kişiliği”yle (kişilik bozukluğu demek daha doğru) biçimlenen “sosyolojisi”sidir.

Bir materyalist ve sosyalist olan Sait-Simon’un uzun yıllar yardımcılığın yapan Comte, Saint-Simon’dan aldıklarını “bozuşturarak”, pozitivizmi, bir tarikat, “yeni bir kilise öğretisi” olarak biçimlendirmeye kadar varır. Ona göre; “Yeni kilisenin papazları filozoflar”dır ve proletarya karşı devrimci “zihinsel bir yeniden eğitimden geçirilmeli”dirler.

Comte’a göre, bireyin gelişmesi üç aşamadan geçmiştir: “Teolojik aşama, metafizik aşama, pozitivist aşama; tıpkı birey gibi toplum da üç aşamadan geçmiştir: ‘1. Savaşçı aşama; usun teolojik gelişim aşamasına karşılık gelir. 2. Geçiş aşaması; metafizik aşamaya karşılık gelir. 3. Bilimsel-endüstriyel aşama; pozitivist aşamaya karşılık gelir.” (sf. 65)

“Kitap”ın okunması bakımından, I. S. Narski’nin yazısının 3. Bölümü’ünden başlanmasını önermemin nedeni, yukarıdaki aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, Narski’nin pozitivizmin en olgun biçimi olarak Auguste Comte’un pozitivizmini ele alması ve pozitivizmi, “pozitivizm olarak”, değişik yönleriyle bu yazı içinde eleştirmesi; tanımlarını, örneğin Comte’un öğretisinin temeli yaptığı “üç ilkesi”ni bu yazıda açıklıyor olmasıdır. Başka yazılarda da Comte’un üç ilkesi”nden söz edilmektedir, ama en açık ifade edildiği yer burasıdır.

 

İNGİLİZ POZİTİVİZMİ AMERİKAN PRAGMATİZMİNE KAYANAKLIK ETTİ

Fransa’yla eş zamanlı olarak İngiltere’de de pozitivist fikirler gelişti. Liberalizmin en ileri düzeyde geliştiği ortamda ortaya çıkan İngiliz pozitivizmi, bir yanda gelişen ve genişleyen İngiliz endüstrisinin pazarının “ilerleme” fikriyle daha yakın dururken, öte yandan da dine taviz vermede Comte’cu pozitivizme göre daha açık bir tutum alıyordu. Ama nihayetinde, İngiliz pozitivizmi de; Hume’un bilinemezciliğine ve Berkeley’in öznel idealizmine dayanmaktaydı.

I. S. Narski’ni yazısının 4. Bölümü, işte, bu, 19. yüzyıl İngiliz Pozitivizmi’ni, John Stuart Mill (1806-1873) ve Herbert Spencer’in (1820-1903) öğretileri temelinde ele almaktadır.

Bilim ve Düşünce’nin 2. Kitabı’nı oluşturan Amerikan Pragmatizmi üstüne yazıları okuyanlar için, İngiliz pozitivizmi yabancı değildir. Çünkü; Amerikan Pragmatizmi’nin kurucuları, John Stuart Mill’in öğretisinden kalkarak; onu, bir yandan liberalizm, öte yandan da faydacılık konusunda “ilerleterek”, Mill’in pozitivizmini “Amerikan Pragmatizmi”olarak “özgünleştirmişler”dir.

Mill’in öğretisi, ABD’de, Amerikan Pragmatizmi”, “Amerikan emperyalizminin ideolojisi” olarak biçimlenirken, İngiltere’de “Fabiancı sosyalistler”e ve “işçici eğilimler”e dayanak olan etkiler yaratmıştır.

S. Narski; bu dönemin özelliklerini şöyle belirtiyor:

19. yüzyılın ikinci yarısında, İngiliz burjuvazisi sömürgeciliğin meyvelerin topladı; devasa artı karlara dayanarak anavatanda sınıf çelişkilerinin keskinliğini belirli ölçülerde törpülemeye çalıştı. Bunu işçi sınıfının üst tabakasına rüşvet dağıtarak gerçekleştirdi. Bu pratiğin ideolojik temelini, böylelikle yeni bir içerik kazanan liberal ideoloji sağladı.

…….

Politik liberalizme, ağırlıklı olarak bilinemezcilik tondaki öğretilerde ifadesini bulan felsefi liberalizm denk düşmekteydi. Bu öğretiler, bir yandan bilime olan sempatilerini ve temelsiz idealist spekülasyonlara olan antipatilerini ilan ediyorlar, diğer yandan, bilimin nesnel gerçek gibi ‘aşırı taleplerine’, materyalizme karşı çıkıyorlar ve dine açılan yolu düzlüyorlardı. Bu bilinemezci öğretiler, dış görünüşleriyle son derece ilerici, ‘liberal’ bir tablo çiziyorlar, ama özleri itibariyle burjuva sınırlılığı ve dar pratikçiliği ifade ediyorlardı. Bu eğilim J. St. Mill ve H. Spencer’in pozitivizminde özellikle açık görülür.” (sf. 68)

Mill’in 1773’teki ölümünden Spencer’in 1903’teki ölümüne kadar geçen süre; tarihin, rekabetçi kapitalizmin tekellere, emperyalizme evrildiği dönemine karşılık gelir. Bu yüzden de, J. St. Mill’in reformculuğuna karşın, Spencer; emperyalizmin arifesindeki burjuvazinin filozofu olarak ortaya çıkar.

Narski, Spencer’in düşüncesinin özelliğini şöyle belirliyor:

Spencer felsefesinin çıkış noktası da bilimle din arasında bir uzlaşma noktası bulmaktır. Ve bu uzlaşmanın zeminini ise; tüm olgular arasındaki o en önemli, en genel ve en güvenilir, yani evrende bize görünen gücün tümüyle binemezliğinin oluşturması gerektiğini öne sürüyordu. Ayrıca, bilimin gelişiminin, bilim insanlarının kendilerini bile çözümsüz sırlarla karşı karşıya bıraktığını, böylece onları dine ulaştırdığını iddia ediyordu. Sır, bilimin son, dinin ise ilk adımını oluşturmaktadır diye açıklıyordu Spencer. (sf. 73)

I. S. Narski’nin yazısının 5. Bölümü (son bölümü), Alman-Avusturya ekolünün düşünürleri olan Richard Avenarius ve Ernst Mach’in düşüncelerinin eleştirisidir.

Ampriokritisizm ya da “ikinci pozitivizm” de denilen bu öğretiler, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın hemen başındaki, modern fizik başta olmak üzere, bilimdeki gelişmeler üzerinden, öznel idealizm ve bilinemezciliği, “yeni Kantçı” bir çizgide yeniden üretmişlerdir. Ve okunduğunda görüldüğü gibi, Narski bu bölümde, Bilim ve Düşünce okurlarının yabancısı olamadığı Lenin’in ünlü yapıtı “Materyalizm ve Ampriokritisizm”le sıkı bir bağlantı içinde konuyu ele almıştır.

 

MARKSİZM VE POZİTİVİZM KARŞILAŞTIRMALARI

Bilim ve Düşünce’nin bu sayısındaki yazılardan ikisi Marksizmle pozitivizmin karşılaştırılmasına ayrılmış. Bu yazılardan birincisi; “Marx ve Comte Felsefelerinin Karşılaştırılması” adını taşıyor. Yazı, bir akademisyen olan Lucy Prenant tarafından yazılmış.

İkinci yazının başlığı ise; “Marksizmin ve Pozitivizmin Sosyal ve Politik Etkinlikleri”

adını taşıyor ve yine, bir öğretim üyesi olan Paul Laberenne tarafından yazılmış.

Daha doğrusu, her iki yazı da; bir toplantıda konferans olarak sunulmuş olan, iki konuşmacının konuşmalarından oluşuyor. Konuşmalar arka arkaya yapıldığı için, ikinci konuşmayı yapan Paul Laberenne, konuşması içinde, sık sık Bayan Prenant’a “atıflar” yapıyor.

Lucy Prenant, yazısında Marx ve Comte’un birbirlerini hiç tanımadığına dikkat çekerek başlıyor yazısına (konuşmasına) ve Marx’ın Comte’dan 20 yıl daha genç olmasının ona tanıdığı üstünlüklere vurgu yapıyor haklı olarak. Çünkü; Marx’ın yaşadığı dönemin merkezinde; işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı, sınıfın kendi adına rol oynadığı ilk büyük eylemi olan 1848 Devrimi vardır. Marx ve Engels; kendi dünya görüşlerini, bu devrimin ortaya çıkardığı dersler üzerinden oluşturmuşlardır. Oysa, aynı tarihte Comte, artık “ununu eleyip eleğini asmış” burnu havada bir “pozitivizm Papası” olarak, dünyaya, öğrenmek için değil, öğretmek için bakar durumdadır.

Prenant, elbette, bu özelliklere dikkat çektikten sonra, “bilim karşısında tutum”dan başlayarak, çeşitli konularda, Marx’ın öğretisi ile Comte’un öğretisi arasındaki “benzerliklere” de dikkat çekiyor.

Yazının bütün açısından bakıldığında, Prenant’ın yazısını okurken; “Bu kadar ayrı dünyaların iki insanının, bu kadar karşıt iki ayrı dünya görüşünün birbiriyle ilişki ve benzerliklerine bu kadar çok dikkat çekilmesine ne gerek var?” düşüncesine kapılmıyor değil insan. Aslında, bu duyguya, Paul Leberenne’nin de kapıldığı anlaşılıyor. Çünkü, yazısı içinde Lucy Prenant’a yaptığı her atıfta; “birkaç ekleme daha yapmak” ihtiyacını hissediyor ve bunu söylemekten de çekinmiyor. Bu yüzden de, bu iki yazıyı, bir konunun iki yönünü ele alan, ama aynı zamanda, birbirini tamamlayan iki yazı olarak okumakta yarar var. Aksi halde okur; sadece Lucy Pernant’ın yazısına bakarak, Marx ve Comte’un öğretilerinde fazlaca yakınlık olduğu duygusuna kapılabilir.

Bilim ve Düşünce’nin 3. Kitabı’nın okunması açısından bakıldığında; bu iki yazının, okumayı kolaylaştırmak bakımından, İ. S. Narski’nin yazısının 3. bölümü olan “Auguste Comte’un Öğretisi” bölümünden hemen sonra, önce Lucy Prenant’ın, ardından da Paul Leberenne’nin yazılarının okunması yerinde olur. Çünkü, sonuçta; Bilim ve Düşünce’nin okurlarının çoğu, Marksizm ve onun ilkeleri açısından pozitivizmin tartışması olan bu yazıları daha rahat anlayacakları bir birikime sahiptir. Dahası, bu yazıları okuduktan sonra, diğer yazıları okuyup daha derinlemesine anlamaları için bir birikim de sağlamış olacaklardır.

 

*

Yazıların bütünü açısından ve pozitivizme yol açan bilinemezcilik ve öznel idealist düşüncelerin özgün biçimlerinin düşün dünyası içinde boy verdiği ya da doğrudan pozitivist fikirlerin şekillendirilip bir öğretiye dönüştüğü dönemlere bakıldığında; bu dönemlerin, burjuvazinin, genel olarak ya da ülkelerin özgülünde, bir önceki döneme göre, soylulukla, en gerici güçlerle uzlaşma arayışına girdiği ya da bu uzlaşmayı tamamlayarak, halka karşı saldırıya geçtiği dönemlere karşılık geldiği görülmektedir. Dolayısıyla pozitivizm; burjuvazinin bir gözünü değil (burjuvazinin, en devrimci çağında bile, bir gözü “geride” olmuştur), “iki gözünü de geriye döndürdüğü”, ama adımlarının arkasından iten toplumsal hareketin (tarihin tekerleğinin) onu ileriye doğru sürüklediği dönemlerde, burjuvazinin öğretisi olarak ortaya çıkmıştır.

Pozitivizm, kendisini, bilime çok önem veren, metafiziğe, bu nedenle idealizme de karşı olan bir öğreti olarak tanıtmış ve ne yazık ki, bilim dünyası ve entelektüel çevrelerce de böyle kabul görmüştür. Bu yüzden de, burjuva bilim çevrelerinde pozitivizm hep bir itibara sahip olmuştur. Oysa gerçekte, pozitivizm, İngiliz, Fransız, Alman,… versiyonlarıyla; eski ve yeni biçimleriyle, bilimsellik iddialarına karşın bilimdışı, bilime karşı; metafiziğe karşı olma iddialarına karşın metafizik, idealizme karşılık “havaları”na karşın idealist, tarafsızlık iddialarına karşın taraflı, “üçüncü yolcu” (ne idealist ne materyalist, ama pozitivist) olduğu iddiasına karşın “ikinci yolcu” (idealist) bir öğreti olagelmiştir.

Kendi iddiaları karşısındaki iki yüzlülüğünü örtmek için, pozitivizm, sadece olguculuğun yenisi, eskisi ve değişik eklerle ifade edilen biçimlerinin yanı sıra; görgücülük, eleştiricilik, duyumculuk, bilinemezcilik, olaycılık, ampriokritisizm, Machcılık, yararcılık (pragmatizm), yeni olguculuk, mantıkçı atomculuk, semantik gibi adlar altında kendini ortaya koymaktadır. Bu çeşitlilik, ona, her kalıba girme kolaylığı sağlamıştır.

Bugün de; Bilim ve Düşünce’nin 2. Kitabı’nın konusu olan “Amerikan Pragmatizmi” pozitivizmin doğrudan bir uzantısı olduğu gibi; postmodernizm, “kaosculuk”, “bilinçli tasarımcılık” gibi bir ayağı öznel idealizm ve dinde, öteki ayağı bilinemezcilikte olan öğretiler de, pozitivizmin 150 yıllık cephaneliğinden yararlanılarak biçimlendirilmektedir. Bu yüzdendir ki, pozitivizm tartışmaları; Berkeley, Comte, Mach, Spencer ya da benzerlerinin öğretilerine karşı dün verilen mücadeleleri günümüze taşımak, bu mücadeleden öğrenmek; sosyalizmin, materyalizmin kapitalizme ve idealizmin her türüne karşı mücadelede deneyimlerini bugüne aktararak, kendi cephaneliğimizi yenilemek anlamına gelmektedir. Aksi; Harp Okulu’nda Clausewitz’i, Napolyon’u, Kutuzov’u, Bismarc’ı, Jikov’u, Mustafa Kemal’i, Giap’ı,… okumanın yararsızlığını savunmak kadar abestir.



* Kitapta Paul Lengevin’in kısa ama pozitivizm üzerine özlü bir makalesi ile Henri Wallon’un “Marksizmin Işığında” serisinin ikinci cildinin ilk kitabına yazılan son derece derinlikli bir önsözü var.

* Günümüzdeki bilim ve teknoloji tartışmaları ve kapitalizmin üretici güçleri geliştirmeye devam ettiği iddialarına dayanak olarak öne sürülen, bilim ve teknolojiyi sınıflar-üstü görme tutumu ve aynı anlama gelmek üzere, bilim ve teknolojinin sunduğu olanakların sadece kapitalist karı artıracak biçimde geliştirilip kullanılması da tarihsel ve düşünsel kökleriyle bu yaklaşımdan beslenmektedir.

Fransa Komünist Aydınlar Konferansı Kapanış Konuşması

Yaklaşık onbeş yıl önce yayınlanan “SBKP (B) Tarihi” adlı eserden bu yana, yayınlanışı, uluslararası komünist hareketin ideolojik hayatındaki en önemli gelişme olan, ölümsüz önderimizin “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adlı eserinin ana çizgilerini ele aldığımız çalışmalarımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Şimdi önümüzdeki görev, çalışmalarımızdan çıkan, eylemimizi ve düşüncemizi besleyecek olan esas fikirlerin değerlendirmesini yaparak, buradan çıkan sonuçları olabildiğince çok sayıda aydına ve meslekdaşımıza ulaştırmaktır.

(….)

6.      EMPERYALİST BURJUVAZİNİN ENTELLEKTÜEL ÇÖKÜŞÜ

Sevgili yoldaşlar, Stalin yoldaşın son kitabının bizim için ortaya çıkan önemi bunlardır. Bunu en iyi şekilde anlamak için kitapta ele alınan aynı meselelerin eleştirel bir incelemesini kendi ülkemiz için yapmak gerekiyordu ve siz de bunu layıkıyla yerine getirdiniz.

1- Fizikçiler, bu kürsüden, idealist kampa yirmi beş yıllık hizmetinden sonra, Fransa’nın en tanınmış fizikçileri arasında yer alan bir fizikçinin, tiranlığı nasıl red ettiğini hatırlatarak, indeterminizm ile hesaplaştılar. Aynı şekilde, kimyacılar burada, idealist mesomer ve rezonans[1] teorilerine karşı mücadelelerinden  bahsettiler. Edebiyat tarihi uzmanları, yaratılışın sırrı, karakterbilim, estetik biçimcilik konusunda idealist tezleri teşhir ettiler. Bundan on beş gün kadar önce Claude Aveline, Emmanuel Berl ve hempalarının gözetimi altında “büyük yüzyılın” edebiyatını, 18. yy.’da üstyapıdaki gelişmeleri, son derece olumlu bir yıldız falına bağlayarak açıklamaktan çekinmeyen ve radyo tarafından yayılan batıl inançlar gibi gericiliğin ulaştığı boyutların niteliğine de pekala değinebilirlerdi. Felsefeci yoldaşlarımız, fenomenolojiye, yeni-hegelciliğe, yasaların inkarına dayanan bir özgürlük anlayışına derin eleştriler yönelttiler.

2- Yine edebiyat tarihi uzmanlarımız burada pozitivistlerin etkilerinden bahsettiler. Kimyacı dostlarımız, araştırmayı olayın sadece kendisiyle sınırlama inancının kökenleri ve bilimi bir olaylar kataloğu gibi ele alma anlayışına karşı eleştriel bir inceleme çabasına girdiler. Biyolojistlerimiz, Jean Rostand’ın, onbeş gün kadar önce Le Figaro Littéraire’de yayınlanan “biyoloji hakkında bir fikir sahibi olabilmek için, bir filozoftan çok bir çiftçiye güvenirim” şeklindeki çirkin özdeyişinden bahsedebilirlerdi. Bu cümle, teori ile pratiğin, “filozof” ile “çiftçinin” birliğini savunan Marksizmin aksine, bilimsel yöntemin inkarının mükemmel bir örneğidir.

3- Dilbilimcilerimiz, edebiyat tarihçileri ve diğer yoldaşlar, yapısalcı eğilimin gelişmenin önünde nasıl bir engel haline geldiğini göstererek, anti-diyalektik mekanizmanın maskesini düşürdüler. Aynı şekilde, maddenin belli bir biçiminden diğerine geçişte nitel bir sıçramaya yol açtığı şeklindeki diyalektik teoriye aykırı olarak, beynin çalışması bir makinanın çalışmasına benzetilerek, Amerikan sibernetiğinin yutturmacalarından bahsedildi. Olacak şey değil ama, özünden soyutlayabilirlerse, Marksizmin bazı değerlerini kabul etmek zorunda kalan burjuva uzmanlarının ödünü patlatan ve kurtulmak için çaba harcattıran diyalektik yöntem, Marksizmin ruhudur.

René Clemens, bu şekilde 1952 yılının Mayıs ayında yapılan Fransızca konuşan Ekonomistlerin Kongresi için yazdığı “Bir Ekonomik Yapı Teorisinin Geniş Önsözü” başlıklı giriş raporunda “onu belirleyen diyalektik anti-tezinden soyutlandıktan sonra Marksist ‘yapı’ olgusunu klasiklerin ekonomik fikirlerine yaklaştırmak, dahice bir öngörü gibi görünüyor” diye yazıyordu.

Başka bir deyişle, “anti-tezin diyalektiği”, zıtların mücadelesi, uzlaşmaz sınıfların mücadelesi olmaksızın Marksizm ne de güzel olurdu!

Bugünkü Fransa’da bilimin ve resmi felsefenin içinde bulunduğu durumun eleştriel tanımlaması yapıldıktan sonra, geriye, dünya gericiliğinin bugünkü merkezi olan ülke aracılığıyla, ülkemizde kurulan Amerikan etkisinin önem ve sorumluluğunun altının çizilmesi gerekliliği kalıyordu. Sizler de bu görevi yerine getirmeyi ihmal etmediniz. Sosyolojideki biyolojik ve psikolojik ekoller bunun en bariz örnekleridir.

Ekonomi-Politik dergisinin 1952 yılının Kasım-Aralık sayısında, Atlantik ötesi ekonomi yöneticilerinden birinin[2] ölümünden sonra basılan eseri konusunda yayınlanan raporda şunlar söyleniyordu. “… böylece yazar (J. R Commons), ekonomide insan iradesinin rolünü ön plana geçirerek, ‘iradi’ bir ekonomi geliştirmek için şimdiye kadar harcadığı çabalarını taçlandırıyor… …Olayları gözlemleyerek insan iradesinin bir değer teorisi ortaya çıkaracağına inanıyor… Ekonomi, insanın bireysel ve kollektif iradesinin eylemi, yargısı ve kararları ile ilerliyor. Her türlü demokratik kontrolün ortak temeli kurallardan oluşmuştur. Bu kurallar sayesinde, çıkarları farklı olanlar da dahil olmak üzere, katılanların tamamının iradesi yapay bir ortak kollektif irade şeklinde kaynaşmıştır.”

Ve rapor, “…insan, daha çok psikolojik planda bulunan, kendisini oluşturan bireylere göre, toplum ve sadece bir toplumda bütünüyle kendini oluşturabilen birey şeklinde düşünülebilen toplum ve birey bütünlüğüne dayanan A. Dandieu ve E. Mounier gibi tanınmış kişiliklerin içinde bulunduğu, çağdaş Fransız Ekonomik düşüncesi üzerinde derin bir etki yapan bir ekolün bakış açısına yaklaşmaktan kendini alamaz…, Sendikalar ve toplum… arasında bir iktidar dengesi kurma meselesidir” şeklinde devam ediyor.

Ekonomi politiğin psikolojik teorisinin, sınıfları ve sınıf baskısının varlığını inkar eden, toplumu bireylerden ibaret varsayan bir sonuca götürdüğünü, hatta burjuvazi tarafından, eşitlik adına, işçi sendikalarına ve büyük kapitalist işletmelere eşit haklar tanınması yanılgısına sürüklediğini görüyoruz.

Bu Amerikan etkisinin neticesinde, Fransız burjuva ideolojisinin, toplumsal bilimleri psikolojik sorunlara indirgeme şeklinde genel bir eğilimini gözlemliyoruz.

André Marchal, daha önce bahsettiğimiz “Bilimsel Yöntem ve Ekonomi Bilimi” adlı kitabının 110. sayfasında, “bazı ekonomik olaylar, nitel ve psikolojiktir” diye yazıyor. Yazar, ayrıca 9. sayfada “determinizmin krizi, yani “20. yy başından bu yana bütün bilimleri etkileyen kriz”, ekonomi bilimini de etkilemiştir iddiasında bulunuyor.

Burjuvazi için otorite olan başka bir ekonomist Jean Weiller de aynı eğilimdedir. 1949’da yayınlanan “Ulusal Yapısal, Tercihler ve Yapısal Dengesizlikler” adlı makalesinde, “…Bütün ekonomik araştırmalar, artık basit cebirsel ifadesini bulabilmiş olanlar da dahil, bireysel tutumlara, eğilimlere, tercih sıralamalarına yada psikolojik değişimlerin dikkate alınmasına dayanıyor” diye yazıyor.

Maurice Thorez, Ekonomi-Politik Dergisi’nin Kasım-Aralık 1952 tarihli sayısında, Michel Moret’in, ana fikri, emperyalizmin kapitalizmle, özellikle övgüler yağdırdığı Amerikan kapitalizmiyle ortak hiçbir yanının olmadığı şeklinde özetlenebilecek olan “Emperyalizm ve Egemenlik” adlı makalesine parmak bastı ve dikkatimize sundu. Emperyalizm, psikolojik ve biyolojik bir olaydır. “Her bireyin benliğinde bir tür emperyalizm tespit edebiliriz diyen Ernest Seillére, insan ya da karınca olsun, her canlı varlığın benliğinde yaşattığı yayılmacı eğilimi incelemeye kendini adadı.

François Perroux’un altını çizdiği gibi, gücünü ve canlılığını koruyan her yaşamın, kendi içinde belli bir emperyalizm eğilimi taşıdığına hiç şüphe yoktur.

Çok beceriksizce yazılan bu makale, gericiliğin, psikolojinin ve hatta biyolojinin yardımıyla, ekonomi biliminin içini boşaltmak için harcadığı çabaların tüm sırlarını gün ışığına çıkarıyor. Makalenin amacı; günümüzün kapitalizmini temize çıkarma, kapitalizmin azami kâr arayışı temel yasasını gizleme, özellikle Amerikan emperyalizmini aklama ve burjuva sistemin tüm günahlarını sosyalizme yüklemektir. Nihayet Michel Moret, “emperyalizmin ortaya çıkmasına sosyalist devletlerin ekonomik sistemlerinin neden olduğunu” yazmaya bile cesaret etti.

Burjuvaziyi kayırmak için nesnel yasaları tersine çevirme girişimi, sadece Michel Moret’ye has değildir. Bu tutum, René Clemens’ın daha önce bahsedilen raporunda genel bir tez olarak önerildi. Bu raporda özellikle, kapitalist sistemin, “dengelerin her an bireylerinin azami mutluluğu ile belirlendiği, mükemmel bir akıcılığın olduğu bir çevre” ile ifade edildiğini okuyoruz. Böylece sosyalizmin temel yasasının kapitalizme uygulandığını “görüyoruz”.

Moret’in makalesi ile burjuva ideolojisinin toplumsal bilimleri biyolojik bir disipline dönüştürme genel eğilimine de değinmiş oluyoruz. Bu, esas olarak Alman-Amerikan kökenli bir eğilimdir.

Temel eserleri[3], Fransa’da birer otorite olan Wagemann, Almanya’da ekonomik hareketlerin fizyolojik ve medikal örneksemeler ile dolu açıklamalarını yaptı.

Toplumsal bilimlerin biyoloji yoluyla deformasyonu, özellikle, daha ciddi şekilde mücadele etmemiz gereken, fazla nüfus konusundaki yeni-maltusçu teoriye götürüyor. Bu teorinin taşıdığı tehlikenin önemini anlamak için, yoldaşımız Jeannette Vermeersch’in incelememiz konusunda dikkatimizi çektiği Paul Reboux’nun, nüfus artışını azaltmak için bir atom bombasının gerekliliğinden bahsettiği “Fazla Çocuk” adlı kitabına göz atmak yeterlidir.

Bütün bunlar, aslında ne anlama geliyor?

Stalin’in gösterdigi gibi, emperyalist kampın çelişkilerinin giderek derinleşmesiyle kapitalizmin temelleri çatırdamaktadır. Savaşı, azami kârın kaynağı olarak gören emperyalistler, içinde bulundukları krizden çıkışın yolunu, savaşta bulmaktadır.

İşte bu nedenle, emperyalizmin entellektüel sözcüleri, emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmayı amaçlayan maltusçu ve ırkçı düşünceleri yayıyorlar. İşte bu nedenle, Amerikan emperyalistleri, dünya egemenliği kurmak için olağanüstü çaba harcıyorlar, kapitalizmin tüm kötülüklerinin, sıkıntılarının, kitlelerin yoksulluğunun nedenini nüfusun fazlalığında bulan sahte bir teorisyen ordusu besliyorlar. Bu sahtekarların amacı, sadece kapitalizmi aklamak değil, aynı zamanda halkın çektigi sıkıntıların sorumluluğunu doğanın üzerine yükleyerek, en barbar savaşları da meşrulaştırmaktır.

Gerçeklerin insanlık dışı yeni-maltusçu masalı alt ettiğini söyleyebilirmiyiz? Sosyalizmin ülkesinde nüfusun daha önce görülmemiş şekilde doğal artışı (üç yılda 9,5 milyondan fazla artış) işsizliğin artışına, nüfus fazlalığına neden olmuyor, tüm toplumun mutluluğunun artışı ile koşut gidiyor.

Yeni-maltusçu bütün cambazlıkların nedeni, kapitalistlerin bilimsel ve nesnel olarak savaşın nedenlerini açıklayamamalarıdır.

Burjuva sosyolojisinin ABD’deki temel direklerinden biri olan L. Bernard ve “Savaş ve Nedenleri” adlı kitabını ele alalım. Kitapta, savaşların, kurulu sistemin politikalarından, ekonomik ilişkilerinden ve sınıflar arası güç ilişkilerinden bağımsız olduğu teorisini buluruz. Yazar, savaşın dünyadaki güçlerin iradi faaliyetinin, haksız bir şiddetin, “insan ruhunun saldırgan doğasının” eseri olduğunu iddia ederek, savaşın nedeninin iradi olduğunu tarif ediyor. Tarihin tüm derslerine rağmen, haklı ve haksız savaşlar arasında bir fark olmadığı ve savaşlarda, “toplumsal sistemlerin bir suçunun olmadığı” sonucunu çıkarıyor.

Bu sahtekarca teorilerin ardındakilerin gerçek kimliğini anlamak için keskin bir öngörüye sahip olmaya gerek yok. Psikolojide çok tanınan “iktidar, insanı yoldan çıkarır” türündeki iddialar, (emperyalist) güçlerin intikam hevesinin savaşların kökeni olarak gösterilmesi şeklindeki teorilerle, sözde filozof Alain, birçok Fransız aydınına zararlı düşünceler aşıladı.

Toplumsal olaylara bir açıklama getirebilmenin resmen imkansızlığıyla karşı karşıyayız, açıklama getirmekten vazgeçiyoruz.

Dünyanın açıklanamazlığı teorisinin, katolik hiyerarşi de dahil olmak üzere, faşist maceracılardan sosyal-demokrasiye kadar tüm gerici güçlerin ortak noktası olduğunu gerçekten de herkes biliyor.

Bu gizemlilik, gericilik için en değerli gazetecilerinden olan “Figaro” gazetesinin “ermişlerinden” birisi Raymond Aron’un 1938 yılında yayınlanan “Tarihin Felsefesine Giriş” adlı eserinin ana konularından birisiydi. Kitapta “Tarihsel Nesnelliğin Sınırları” adını taşıyan altbaşlık, yazarın niyeti konusunda yeterince açıklayıcıdır. Yazarın bütün çabası, doğanın bilimleri ile tarih arasına aşılmaz bir duvar örmektir. Ona göre, tarihin belli bir döneminin yapısını ancak günümüzle karşılaştırabilen bizler için geçmişin bir anlamı yoktur. Geçmişin değerlendirmesi, şu ya da bu tarihçinin belirlediği subjektif amacına bağlıdır.

Buradan bize özellikle söylenmek istenen, tarihin, insanlığın ortak hafızası ile karşılaştırılacak hiçbir yanının olmadığıdır.[4]

Bu son tezin ardından, bu defa, oldukça pratik bir başka sonuç çıkarılıyor: Bütün grup hafızası kurgusal olduğuna göre, ulusal hafıza da, bir ulusu daimi kılmak amacını taşıyan bir kurgudur, daha doğrusunu söyleyecek olursak, “tehlikleli bir kurgu” dur.

Bilimsel tarihin inkarını ulusal tarihin inkarıyla, teorik idealizmi kozmopolitizm propagandası ve ulusal ihanet ile birleştiren mantıksal ilişki işte budur.

Bu konuları çok iyi bilen gerici Boisdeffre gibileri, Malraux konusunda, aslında övgü yaptığını sanarak, “‘vatansız, pasaportsuz maneviyatı ile saçmalıktan başka imanı olmamak düşüncesi arasında karamsarlık kardeşliği var” diyerek, bunu özellikle söyledi.

Kötümserler ve insanın güçsüzlüğünün teorisyenleri arasında, doğal olarak, Papa’yı ve kilisenin üst düzey yöneticilerini sayabiliriz. Bunun için, Vatikan’ın yayınladığı son Noel mesajına bakmak yeterlidir.

Bireyin yaratıcı güçlerini” yermekle kalmayan Papa, insanların umutlarının buna dayanmasının “düzenin yaratıcısı olan tanrının niyetine aykırı” olduğunu söylüyor. Yani buradan, tanrının kurulu düzenine aykırı olduğundan, dünyada hiçbir yeniliğin ve özellikle de sosyalizmin yaratılamayacağı sonucunu çıkarmamız gerekiyor. Her halükarda, “yoksulluktan arınmış bir dünya kurmak” başarılamayacaktır.

Ancak öte yandan Papa, bunlardan bahsederek, kurulu çıkarları savunuyor. Komünizmi, “iyileştirici etkisi kanıtlanmış bir ilaç gibi olması gereken sistem ya da soğuk teorik kurallarla yazılmış yeni bir toplumsal formül” diye eleştriyor ve “dünyayı kurtaracak bilimsel bir sistem henüz mevcut değil” diye ekliyor.

Daha yukarıda bahsettiğimiz ve sosyalizmi, teknokratların bir eseri, basit bir üretim ve örgütlenme sorunuymuş gibi göstermekten ibaret olan Marksizm-Leninizmin çarpıtılmasına, Papa da bilerek ve isteyerek katılıyor. Fakat bu çarpıtmalarda bizi ilgilendiren konu, bilimin iflasının, insanın dünyayı anlamakta ve müdahale etmedeki çaresizliğinin ilan edilmesidir.

Emperyalizmin ajanlarının merkezi tezleri bunlardır ve sağcı sosyalistlerin Papa ile aynı noktada olmalarına şaşırmamak gerekir.

Aslında sosyal-demokrasi, bilime, toplum ve doğa yasalarının nesnelliğine tamamen karşıdır.

1- Seine Felsefe Çevresi adına burada sunulan raporda, amprio-kritisizm ile sosyal-demokrasinin ideolojisi arasındaki yakınlığın altı haklı olarak çiziliyordu.

Daha önce başka bir yerde de bahsettiğimiz,[5] Haziran 1952 tarihli “Sosyalist” dergisinin 105. sayfasında yeralan, sadece, birtakım deneysel bağıntı (ki çoğunlukla hatalarla lekelenmiş bağıntılar) grubunu özetlemek ve koordine etmek için elverişli makul yapılar olduğunu varsayarak, mikrofiziğin parçacıklarının, “gözlemcinin bağımsız gerçeklerinden” sıyrılmış olarak ifade edildiği ibret verici cümleleri somut bir örnek olarak belirtmiştik. İnsan bu cümleleri okurken, “Bilim Hacıları Akademisi”nin tutanaklarından birini okuyormuş izlenimine kapılıyor.

2- Doğa bilimlerinden sonra toplumsal bilimlerde de, yasaların nesnelliği aynı şekilde inkar ediliyor. Bildiğiniz gibi, bizzat Leon Blum’un kendisi, “ekonomik olaylar diğer olaylardan daha maddi değildir” tezini ileri sürmüştü ve bu tez, Fransız sosyal-demokrasisinin Amerikan sosyolojisinin psikolojik ekolü ile kesişmesinin örneği olmasından dolayı oldukça öğreticidir.

Blum’un tezi, hâlâ, izleyicileri arasında önemli bir etkiye sahiptir. Emperyalizme özgü bütün objektif içeriği yok sayıp, ardından, özellikle ve esas olarak, sadece Kautsky ve Karl Renner gibi Alman ve Avusturya revizyonizminin kodamanlarından ya da Tito kliğinin yazılarından değil, ama özellikle Revue Socialiste’den destek alarak, günümüzün kapitalizmini aklamaya adanan Michel Moret’in, daha önce bahsedilen “Emperyalizm ve Egemenlik” adlı makalesi, bu açıdan belirleyicidir. Yazar, “Emperyalizmin ekonomik kavramı günümüzün gerçeklerine cevap vermiyor”, hele Amerikan politikasının gerçeklerine hiç denk düşmüyor ve Ekonomi-Politiğin bir verisi olarak bu kavram hayalidir diye yazarken, referans ve temel garanti olarak, Sosyalist Dergisi’nden faydalanıyordu.

Hatta, tarih bilimi açısından, bu kürsüde gösterildiği gibi, sosyal-demokrasi mekanik determinizmle olumsallık arasında dalgalanıp durmaktadır.

3- Gerçeğin bilimsel bir açıklamasının olmadığı kabul edildiği andan itibaren, saçma sapan açıklamalar, alçakça teoriler, zincirlerinden boşanırcasına ortaya dökülüyor. Örneğin, Hitleri, emperyalist savaşı ve ilerlemeyi birbirine bağlayabilme cesareti gösterebiliyorlar.

Londra’da 1952 yılında yayınlanan ve Marceau Pivert tarafından Fransız sosyalistlerine de heyecanla tavsiye edilen “Fabienci Yeni araştırmalar” adlı bir kitapta, sağcı sosyalistler, ekonomik ilerlemeye yolaçacağı ve işsizliğe son vereceği için silahlanma yarışına övgüler diziyor, göklere çıkarıyorlar. Emperyalizmin bu iki yüzlü uşakları, “Savaşın ihtiyaçları, ekonomik dinamiği düzenliyor ve teşvik ediyor”, “…barış, maalesef, toplumsal değişim makinasını savaştan daha kötü yağlayan...”[6] diye yazmaya çekinmiyorlar.

Bu tip satırları okurken, Leon Blum’un “İnsan ölçüsünde” adlı kitabında, faşizmi, insanlık tarihinin kaçınılmaz ve ilerici bir etabı olarak gördüğünü hatırlamamak elde değil.

Stalin, SBKP’nin 19 Kongresi’ndeki konuşmasında, günümüzün burjuvazisinin özellikle felsefe ve bilim alanındaki çöküşünü gözler önüne serdi. Burjuva felsefesinin, sağduyuyu, mantığı ve ilerlemeyi savunduğu günlerden bu yana, felsefe ve bilim değişimlere uğradı. Burjuva felsefesi, şimdi, sezgiciliğin, alogizmin[7], gerilemenin yayıcılığını yapıyor. Günümüzdeki varisi faşizm olan dini gericiliğe ve ortaçağ engizisyonuna övgüler diziyor. Burjuva ideolojisi artık her hattıyla gericileşmiştir.

6.      HER CEPHEDE MüCADELEYİ BAŞARMAK İÇİN OPORTÜNİZMİ YENMEK GEREKİR

Sevgili yoldaşlar, bilimin her alanında mücadele etmek zorundayız. Bu mücadelede Stalin’in eseri gibi evrensel değerde çok iyi bir silaha sahip olduğumuz için şanslıyız.

Bu eserin, sadece iktisatçılar için ya da felsefeciler, tarihçiler ve diğerleri için yazıldığının sanılmasının önüne geçmek gerekir. Tam tersine, bu eser, bütün uzmanlar için değerli ve doğrudan bir öğreti niteliği taşıyor. Marx’ın “Kapital”i gibi, ekonomik problemlere adanmış, tükenmeyecek zenginlikte ansiklopedik bir eserdir.


En iyi Marksistler olmaya çalışalım
Özeleştriye karşı direnişi, liberalizmi ve vurdumduymazlığı aşalım

Teori ve pratiğin yaratıcı yorumu için


Stalin’in eseri, herşeyden önce bizleri, eleştiri ve özeleştiride çaba harcamaya teşvik ediyor. Yayınlandığından bu yana, artık, eskiden olduğu gibi çalışamayacağımızı, artık köhnelikleri, derme çatmalıkları, rakibimizin verdikleriyle yetinmeyi bırakmamız ve işçi sınıfının mevzileri için korkusuzca mücadele etmemiz gerektiğini, ilkelere rağmen verilen tavizlerin, fikir dalavereciliğinin komünist bilince aykırı olduğunu daha iyi hissediyoruz. Marksizm-Leninizmin felsefesinin herbirimizin bütün entellektüel yaşamına nüfuz etmesi gerektiğini daha iyi kavrıyoruz.

Eleştiri ve özeleştiride çaba harcama mecburiyeti somut olarak ne anlama gelir?

Öncelikle, herkesin sistemli olarak bir Marksist kültür alması ve bu kültürü derinleştirmesinin gerekliliği anlamına gelir. Birçok uzmanlık alanı olmasına rağmen, bütün uzmanlara gerekli olan bilim dalı Marksizmdir.

Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in eserlerini ve Marksizm-Leninizmi Fransa’nın koşullarına canlı ve somut biçimde uyarlayan Maurice Thorez’in eserlerini dikkatle inceleyelim.

Mümkün olabilen her yerde, partinin tüzüğüne uygun örgütlerinin kontrolü altında, komünist aydın çevrelerini harekete geçirelim.

Mayakovski’nin, şu dizeleriyle bahsettiği sözde komünist gibi olmayalım.

kitaptan öğrendikleriyle komünist sınavını başarıyla geçmişti,

bütün izm’leri ezbere öğrenmişti,

ve sonunda komünizmi düşünmeye ebediyyen sonverdi.

Bizler, komünizmi, bilimsel ve mesleki faaliyetimizde olduğu gibi, halkın içinde, meslekdaşlarımızla ilişkilerimizde, büromuzun sessizliğinde dahi her zaman düşünmeliyiz.

Stalin’in toplu eserlerinin 1. cildinin Fransızcası yayınlanmak üzeredir. Bu, partimizin bütününün entellektüel hayatında tayin edici öneme sahip bir olay olacaktır.

Gücünüz elverdiğince, sempatizan aydın kitlesine, barış ve demokrasiden yana aydınlara ve partili yoldaşlara bu eserin zengin içeriğini hazmetmeleri için yardım etmeyi görev edinmelisiniz. Aragon yoldaş, 1. cildin temel konularından biri olan “Anarşizm mi, Sosyalizm mi?” üzerine yazdığı makale ile herkese örnek oldu. Sizler de, Stalin’in Toplu Eserleri’nin 1. Cildi hakkında incelemeler yazmalı, konferanslar düzenlemelisiniz.

İyi bir Marksist olabilmek demek, derinlemesine ciddi çalışmalar üretmek demektir. Bu tür çalışmalar, Fransız komünist aydınlarının yüzakı olabilecek, dışarıda okutulan, Sovyet yoldaşlarımız tarafından tartışılan ve takdir edilen makaleler ve eserler şimdiden mevcuttur. Bu şekilde elde edilen olumlu sonuçlar, daha fazla sayıda kadroyu yaratıcı çalışmaya çekmenin, özelllikle taşralı yoldaşların çabaları ile Paris’li yoldaşların çabalarını sistematik olarak birleştirmenin gerekliliğini daha iyi gün ışığına çıkardı.

Fransız komünist aydınlarının, halkına ve partisine karşı acil olarak ödemesi gereken bir borcu var. Felsefeci yoldaşlarımızın haklı olarak belirttikleri gibi, yaptığımız teorik çalışmalar kendi içimizde kalmamalıdır. Kamuoyu önünde yürütülen fikir mücadelesinde daha fazla dikkat ve ilgi çekmelidirler.

Ürettiğimiz eserlerin sayısını arttırırken, aynı zamanda kalitesini de iyileştireceğiz. İhtiyacımız olan, derleme ve sıradanlaştırma, burjuva yazarlardan aşırılmış metinler ya da fikirlerin, Marksizmin bazı klasik formülleriyle basitçe çeşnilendirilmiş birleşimi değildir. Buna rağmen, bazen bu “tarz”ı andıran kitapları yayınladığımız da oldu. Aslında, ele alınan meselenin, her durumda temeline kadar inerek, her yönüyle somut olarak yeniden inceleyerek, güçleri denemek gerekir.

Stalin eserinde, kadroları ve aydınları, gerçek karşısında yüzeysellik, olayların içeriğine nüfuz etmeyi denemeden sadece dış görüngüleriyle yetinme eğilimine karşı uyarıyor. Örneğin, olaylara yüzeysel bir biçimde yaklaşanlar, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkilerin kapitalist ülkeler arasındaki çelişkilerden daha keskin olduğuna inanabilirler. “Teorik olarak elbette doğrudur”. Ancak, somut tarihi koşullarda, net bir şekilde açıkladığı derin nedenlerden dolayı, kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiler giderek büyüyor ve pratikte kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkilerden daha da keskin bir hal alıyor, öyle ki, “kapitalist ülkeler arasında bir savaş olasılığı hâlâ oldukça kuvvetlidir” diyor Stalin.

Stalin, yazdığı her tezi, ancak en geniş belgeleri dikkatle inceledikten sonra formüle ediyordu. Bu nedenle, son eserinde yazdığı her bir açıklaması, yeni incelemelere konu olabilecek niteliktedir.

Yayınlarımıza, acil ihtiyacımız olan, sosyalizm ile demokrasi arasındaki ilişki, özgürlük ve Maltusçuluk gibi konularda eserlerinizle daha fazla yardım etmelisiniz. Sosyal Yayınları’nın çıkardığı “Sorunlar” gibi bir dizinin durgunluğundan hepimizin yüzü kızarmalıdır.

Bize, Amerikan gericiliğinin düşünsel etkilerinin Fransa’ya girişini cesurca teşhir eden ve tartışılmaz bir biçimde bunu gözler önüne seren, Amerika’daki egemen spirutuel yaşam biçimi hakkında gerçekleri söyleyen daha fazla sayıda kitap lazımdır. Bir dizi sorun konusunda gerçek bilimsel incelemelerin eksikliğini, hepimizin bildiği genel sonuçlara ulaşmakla yetinmeyen, ancak mücadeleci olduğu kadar, bilinçle sorunların kökenine inen incelemelerin eksikliğini duyuyoruz. Örneğin, Maurice Thorez’in 18. yüzyılın Fransız materyalistlerinin yayınlarının ve yorumlarının incelenmesi ve yayınlanması konusundaki ısrarlı tavsiyelerini fazla dikkate almıyoruz.

Dergilerimizde yayınladığımız makalelerin kalitesini yükseltmeli, titiz olmalı, özgün incelemeler sunmalıyız.

Aynı zamanda, dallarında uzman olan dergilere sistemli olarak yazmaya devam etmeliyiz. Ortadoğu konusunda uzman olan dergilere makaleler göndererek dikkate değer bir iş yapan tarihçi yoldaşımızın örneğinde olduğu gibi, fırsat buldukça bu dergilere yazacağız, yazabilmek için mücadele edeceğiz. Yine iktisatçı yoldaşların ve bazı diğer yoldaşların başarıyla yaptığı gibi, komünist olmayan bilimsel yayınevlerine ve genel olarak burjuva yayıncılara elyazmalarımızı göndereceğiz.

Paris’teki yoldaşların yanı sıra Nice ve Lyon gibi taşra merkezlerindeki yoldaşların deneyimlerinden gördüğümüz gibi, kamuoyuna açık konferanslar ya da açık dersler aracılığıyla, Marksist fikirlerin geniş ölçüde aydınlara tanıtılmasını örgütlemek mümkündür. Bazı istisnalar hariç, SBKP’nin 19. Kongre sonuçlarının ve derslerinin ilan edilmesi konusundaki çaba yeterli değildi. Gelecek eğitim yılı için, sistemli olarak her merkezde konferanslar düzenlemek gerekir. Yine bu yıl Nisan ayında ve Mayıs başında, sınav döneminden önce, öğrenciler ve aydınlar için, Marx’ın 70. ölüm yıldönümü ve Stalin’in onuruna konferanslar, sergiler ve başka gösteriler düzenlemek elbette mümkündür. Bizim bu çalışmalarımız, belediye seçimleri için yapılan politik kampanyayı engellemez, tam tersine faydası bile olur.

Komünist aydınlar, meslekdaşlarının ve iş arkadaşlarının toplandığı, çalıştığı her yerde bulunmalı ve aktif olmalılar. Hangi türde olursa olsun, tüm toplantılarda, tüm uzman kongrelerinde, mümkün olduğunca konuşmalar yapmalılar. Noel’de, Sèvres Pedagoji Merkezi’nde, bütün ülke tarihçileri ve felsefecileri arasında yapılan toplantı sırasındaki faaliyetlerin ne kadar etkili olduğu burada anlatıldı. Buna karşın, yoldaşlarımızın, sanat dalları uzmanları ve edebiyatçılar arasında daha sonra yapılan ve üniversite otoritelerinin  estetik formalizminin kendini hissettirdiği toplantıdaki sesizliği ise, üzüntü vericidir. Son dönemde, Paris’teki komünist mühendisler, dışarıya kapalı yaşamlarına son vermeye, kendi alanlarında partimizin bayrağını daha yükseğe taşımaya karar verdiler.

Komünistler, Marksist olmayan, ancak gerçeğin bilimsel anlayışına bağlı ya da sadece buna eğilimli olanlarla ortak çalışma fırsatlarını arttırmalılar.

Tıp alanında Claude Bernard çevresi bu konuda örnektir. Ayrıca geçen yıl Paris’te, tarihçilerle birlikte ulus meselesi üzerine güzel bir inceleme günü ve bir takım başka toplantılar düzenledik. Şimdi yoldaşlarımız, Marx’ın doğum yıldönümü anısına, Joliot-Curie yoldaşın inisiyatifiyle, La Pensée dergisi tarafından, 24 ve 25 Mayıs’ta Paris’te düzenlenecek olan üniversite toplantısına, mümkün olabildiğince fazla sayıda parti üyesi olmayan bilim adamını getirmeye çaba harcayacaklar.

Faaliyetlerimizin şekli hakkında söylenen bu cümlenin anlamı, felsefe ve bilimdeki burjuva bakış açısına ve içimizdeki oportünizme karşı çetin bir mücadeleyi hedeflemektedir.

SBKP’nin 19. Kongresi’ne sunduğu raporunda “liberalizme ve ideolojik yanlışlıklar ve bozulmalar karşısında vurdum duymazlığa karşı kararlı bir biçimde mücadele etmenin” gerekliliği üzerinde ısrar eden Malenkov yoldaşın söyledikleri, bizim için de, hatta ilk önce bizim için geçerlidir.

Düşmanlarımız, özeleştriyi karikatürize etmekte özgürdür. Ancak biz özeleştirinin, hem hata yapanların kendi hatalarını düzeltebilmesi ve diğer yoldaşlarının eğitimi için, hem de, bilinçli bir biçimde incelenen somut deneyimlerden elde edilen derslerle, gerçekten bilimsel bir politikanın oluşturulması için gerekli olduğunu unutmayacağız.

Stalin, Leninizm’in Sorunları adlı kitabında, bizlere, “bazı yoldaşların sapmalarını cesaretle eleştirmeli, gizlememeli” tavsiyesinde bulunuyor ve bunun ideolojik çalışmanın amaçlarından biri olduğunu söylüyor. Son olarak Pravda’da Souslov yoldaşın, “P.F. Fedosseyev’ in makalesi Hakkında” başlıklı bir yazısında, yaptığı teorik yanlışlıkları gizleyen bir komünistin davranışı şiddetle eleştriliyor.

Komünistler, üniversite gelenekleri içinde yanlış olanı –kendi kabuğuna çekilmek, bilincini ve kalbini açmaya korkmak, sınıf gururu vb. gibi– red ediyorlar.

Marksizmin düşmanlarının canını acıtmaktan da korkmamak gerekir. Onlara karşı liberal davranışlardan, sessiz suç ortaklığı anlamına gelen akademik tutumlardan kaçınılmalıdır. Burada yapılan tartışmalardan çıkan sonuç, birkaç ay önce, partimizin Seine Federasyonu adına formüle edilen gözlemlerin meyvelerini vermeye başladığı ve bu sonuçtan herkesin memnun kalacağıdır. Partimizin Seine federasyonunda, komünist sosyologlar, amacına ulaşmak için her yolu mübah sayan dönme ve ödlek Friedman ve suç ortağı Varagnac’ın[8], rahatsız edilmeden anti-Marksist ve anti-komünist zırvalarını anlatmasına uzun süre müsaade etmişlerdi. Bununla birlikte, bu taktik, söylenenlerin etkisini göstermesi, üniversitelerde tezlerin sunulması, dergi makaleleri ve Marksizmin bu iki düşmanının maskesini indirmek için eserlerin yazılması, Marksist sosyologların, Literaturnaya Gazeta’nın 1 Ocak sayısında sözünü ettigi opera bestecisi gibi davranmamaları şartıyla geçerlidir. Çok düşünüp iş yapmayan hayali opera bestekarının çalışma planı şudur: Birinci makale önceden hazırdır; “Hangi operayı yazmak gerekir”, “Operayı nasıl bestelemek gerekir” adlı ikinci makale de yakında yayınlanacaktır, takibeden makalenin başlığı şimdiden bellidir bile; “Halk bir opera bekliyor”, son olarak da opera sorunu üzerinde uzun bir seri yazılacaktır. Bir süre sonra “Ee hâlâ opera yok” başlığıyla önemli bir makale yazılması gerekir. Ardından “Şimdiye kadar opera yok” başlığıyla önemli bir eleştiri denemesi ve bu kadar çalışmadan sonra beklenen açıklama “derhal iki tane şarkı yazmaya başlayacağım.”

Birçok bilim dalında, doğrudan anti-Marksist “teori” ve görüşlerin yayılmasını dikkate değer bulmayan, düşmanın bize karşı harcadığı çabalara karşı tepkisiz kalan ve kaygısızca yaşamına devam eden komünistleri, maalesef, üzülerek görüyoruz.

Bu açıdan, doğa bilimlerinin bazı alanlarındaki durum, bize oldukça kaygı verici görünüyor. Dergilerimizin ve yayınevlerimizin yöneticileri, bu bilim dallarındaki komünist bilim adamlarının katkılarını zorlukla elde ediyorlar, hatta örneğin biyoloji alanında olduğu gibi bazı durumlarda red ediliyorlar. Birçok yoldaş, şimdiye kadar, kendi dallarında olup bitenler konusunda yeterince dikkatli değildi. Gerici Rezonans ve Mezomeri teorilerine karşı dergilerimizde yayınlanan yazılardan Fransız yazarlara ait olanları, komünist yoldaşlar tarafından kaleme alınmamıştı. Sibernetik bilimine gizemli bir görünüm verilmesine karşı yazılan ve yayınlanmak üzere olan makale, uzmanların, ilgili mühendislerin inisiyatifiyle yazılmadı.

Sanki bazı yoldaşların gerici “otoriteleri”, mevcut yöneticileri kollama ya da mesleki ortamlarının baskısı altında boyun eğme eğilimi varmış gibi görünüyor. O halde, buna oportünizm denir ve oportünizme karşı mücadelenin şiddetini katlamak gerekir.

Partimiz, saflarında bu kadar bilim adamı bulunmasından gurur duymaktadır. Bizzat kendi teorisi ve metodunun tamamen bilimsel bir temele sahip olduğunun, böylece, daha iyi farkına varıyor. Bu nedenle, partimiz, üyelerinin bilimsel çalışmaları ile ilgilenmek zorunda hissediyor kendini. Özellikle komünist bilginlerden ve aydınlardan güncel olan önemli meseleler üzerinde yoğunlaşmalarını ve yakıcı sorunlardan oportünistçe kaçmamalarını isteyerek, bunu ifade ediyor.

Partimizin komünist bilginlere, Marksist metodun temel unsurlarından birinin, teori ve pratik arasındaki ilişki ve onun yaratıcı yorumu olduğunu hatırlatma hakkı ve ödevi vardır. Stalin’in eserinde, ekonomi-politik ile ekonomi politikasının birbirine karıştırılmamasına dikkatleri çektiği tamamen doğrudur. Ancak eğer birisi, bu ayırımı metafizik bir farklılığa çevirmeye çalışırsa, Stalin’in söylediklerinden iktisatçıların ve diğer bilginlerin pratik uygulamalarla ilgilenmemesi gerektiği sonucunu çıkarırsa, ekonomi politikasının ekonomik bilimleri görmezlikten gelmesi gerektiğini ya da tarla çalışması ile laboratuvar biyolojisi arasında ilişki olmadığını söylerse, en hafifinden safsatacılık yapmış olur.

Michourine Dostları Hareketi’nin son kongresi vesilesiyle, Marcel Prenant ve başka bilim adamlarının yapmaya başladığı gibi, laboratuvarlarının dört duvarı arasına kapanmaktan kaçınmak ve teori ile pratiğin birliği, biyologlar için gereklidir.

Teori ve pratiğin birliği, buradaki toplantılarda, ulusal bağımsızlık açısından petrol aramaları ya da Amerikalıların Afrika’da yaptğı maden aramaları gibi pratik meselelerin öneminin ne kadar bilincinde olduklarını gösteren jeologlar için de gereklidir.

Teori ve pratiğin birliği, savaş ekonomisi nedeniyle nehirlerimiz üzerindeki elektrifikasyon çalışmalarının yavaşlamasına ilgisiz kalamayacak olan ya da sözde “sırf bilim” adına ve sömürgeciliğin suçlarını görmezlikten gelerek, Fransız emperyalizmine bağımlı ülkelerle ilgili kitapları imzalamayacak olan Coğrafyacılar için de gereklidir.

İşçi edebiyatının tarihi üzerine kitaplar yayınlamayı Proudhon’cu ekole, sosyal-demokrat ve anarşist Dolleans’ın talebelerine bırakmaması gereken Edebiyatçılarımız için de gereklidir.

Teori ve pratiğin birliği, her bilim dalındaki uzmanlarımız için gerklidir.

Dilbilim uzmanlarımız, buradaki kürsüden iki dillilik, “basit Fransızca” vb. hakkında konuştular, ancak şimdiye kadar bu konularda sistemli ve sürekli bir kampanya yürütmediler. Halbuki Stalin, dil ile ilgili bilimsel çalışmasını, başından sonuna kadar ulusların serbestçe gelişimi, ulusal kültürlerin ve dillerin korunması hakkı lehine, emperyalist gericiliğe karşı verilen mücadelenin ortaya çıkardığı güncel meselelere bağlayarak, bu daldaki bilimsel bir çalışmanın yolunu göstermişti. “Okul ve Ulus” gibi bir organda gramer konularını ele alan yoldaşlarımızın, hâlâ, Stalin’in bu konuda söylediklerinin farkına vardıklarını, hele bahsettiklerini hiç görmedik. Dil bilimcilerimizin, orta dereceli eğitimde öğretmenlerin protestolarına neden olan Fransızca ders saatlerinin azaltılmasına karşı beyanlarda bulunduklarını duymadım. Aynı dilbilimcilerin, sömürgelerdeki eğitimde yerli dillerin kullanılması için UNESCO’nun yürüttüğü yeni kampanya hakkında ne düşündüklerini de bilmiyorum.

Ekonomistlerimizin, hayatın nabızını, mücadelenin gerilim ve coşkularını hissettiklerini söyleyebilir miyiz? Burjuva yöneticilerin yayınlarını yeterli bir dikkatle izleyip, Maurice Thorez’in bıkmadan talep ettiği gibi, gerekli karşılığı derhal verdiklerini söyleyemeyiz.

Amerikan gericiliğinin entelektüel etkilerine karşı mücadele

Oportünizm, özellikle, çürümüş kozmopolitizme karşı, Amerikan propagandasının sersemleştirici etkisi altında eleştriel düşüncenin zayıflamasına karşı, bazen bilerek ve düşünerek, bazen bilmeden naifçe Amerikan biliminin idollerine tapınmacılığa karşı mücadelenin zorlukları içinde ortaya çıkar.

Komünist ideolojinin alfabesi, eski ile yeni arasında, doğmakta olan ile makyajlanmış ve süslenmiş bile olsa, ölmekte olan arasında ayırım yapabilme yeteneğidir. Amerika’nın resmi bilginlerinin ideolojisi, görünüşte doğru renklere bürünmüş bile olsa, ölmekte olan bir burjuvazinin ideolojisidir.

Bununla birlikte, pedagoji, biyoloji ve diğer alanlarda, bir kısım Fransız komünist aydınında, ya bir tereddüt ya da doğrudan idealist tipte yanlışlıklar olduğu hiçkimse için bir sır değildir. Çoğunlukla derindeki esas nedeni (aydınlar açıkça kabul etmeseler de), Amerikan aydınlarının, örneğin Dewey’in sahte pedagojisi ya da biyolojide kolay kolay yok olmayan, uyuşturucu gibi etki yapan Morganizmin ucuz etkilerine bağlanmalıdır. Parti tarafından, eğitim teorisinde zararlı hayalciliklere karşı mücadelede önemli bir pay sahibi olan Henri Wallon gibi tanınmış uzmanlar aracılığıyla, benzer şekilde sapmalara karşı kampanyalar düzenlendi.

Anti-Marksist düşüncelere karşı mücadelede, bazı yoldaşların çalışmalarındaki hatalarını tespit edip, eserlerini olumlu yönde geliştirmelerine olanak tanımayı hedefleyen bu eleştiri kampanyaları asla bireysel değildir.

Amerikan saldırganların yuvası olan Saint-Germain’de Anglo-Sakson metoduna göre çalışan kozmopolit okulun lehine raporlar yazan eğitim alanındaki bir yoldaşın yaptığı gibi, Amerikan kurumlarının ve etkilerinin nüfuz etmesi karşısında, bazı parti üyelerinin dostluk gösterisi, hatta aptallık yapmaya devam ettiği ölçüde, bu tarz kampanyalar devam ettirilmeli ve yoğunlaştırılmalıdır.

İlerici Fransız Hukuku Dergisi’nin ilk üç sayısında, ABD’de suç oranları ve Amerikan burjuva politikası tarafından haydutluğun kullanılması hakkında bir makaleyi gözlerimiz boşuna aradı.

Başka bir örneği ele alırsak, komünist aydınların, Fransa’daki şu ya da bu Amerikan profesörün mahkum edilmesi gereken girişimlerine karşı, ünlü Fullbright bursu alanlardan bazılarının tutumlarına karşı, her bilimsel kongreye, her faaliyete burnunu sokan ve buralardan istihbarat edinmeyi uman gizli servislerin esaslı bir av köpeği gibi hareket eden Paris’teki Amerikan bilim ataşesi Leonard Eyges’in herkesçe çok iyi bilinen dolaplarına karşı, çok cılız mücadeleler vermelerini nasıl açıklamalı? Aylarca gecikmeden sonra, şimdi, kendi dallarında uzman ve en biliçliler arasında sayılan yoldaşlarca, şimdiye kadar yeterince ihmal edilen bütün bu konularda bir çalışma kaleme alındı, ve bu çalışma, “Nouvelle Critique” tarafından yayınlanacaktır. Amerikan emperyalizmi, insanlığın ve barışın, demokrasi ve sosyalizmin büyük düşmanıdır. Bilimi tahrif ediyor, tarihi doğasından soyutluyor, bütün kültürün özünü değiştiriyor. Amerikan emperyalizmine karşı mücadele daha enerjik olmalıdır.

Sovyetler Birliği’ndeki biliminin üstünlüğü

Oportünizm, Sovyetler Birliği’nin bilimsel alandaki üstünlüğünün gösterilmesi ve savunulmasındaki yetersizlikte kendini hâlâ gösteriyor. Bu konuda şunları sıralayabiliriz:

1 – Sovyetler Birliği’nde bilim, bugün, esas olarak diyalektik materyalizm metodunu kullandığından dolayı, burjuva ülkelerindeki bilimin ulaşamayacağı bir noktaya ulaşmıştır. Komünist partisinin Marksist ve bu nedenle nitelik olarak diğer partilerden farklı ve üstün bir parti olduğuna inanarak, ona üye olan bir aydın, aynı Marksist yöntemin kullanılışının sonucu olan Sovyetler Birliği’ndeki biliminin üstünlüğünü anlamamazlık ve savunmamazlık edemez.

2 – Bu nedenle, sadece Sovyetler Birliği’nde biliminin elde ettiği sonuçları tanıtmayı değil, presiplerinin ve yöntemlerinin de tanıtımını yapmak gerekir. Bu konuyu biraz açıklamak yararlı olacaktır.

Doğal olarak, birçok bilimsel alanda Sovyetler Birliği’nin diğer ülkeleri sadece yakalamadığını, aynı zamanda öne geçtiğini de göstererek, bilimin kazanımlarını yayınlamanın önemi büyüktür. Örneğin Sovyet astronomları ve astrofizisyenlerinin yıldızların doğuşu ve güneş sistemimizin kökeni, S. I. Vavilov’un fizikte yeni bir dalın doğmasına neden olan ışığın mikro yapısı, V.L. Levchine’in ışıma, N.V. Belov’un kristallerin atom yapısı, Oparin’in yaşamın kökenleri, Lepeşinskaya’nın hücresiz maddelerde hücre gelişimi, Pavlov’un şartlı refleksler hakkındaki unutulmaz eseri, bitkilerin gelişimi ve büyümesi olgularının ilk kez Lyssenko tarafından bilimsel olarak açıklanması, Sovyetler Birliği’nde tıbbın elde ettiği olağanüstü sonuçlar ve daha sayamadığımız görkemli diğer eserlere ve çalışmalara daha fazla ilgi göstermek ve tanıtmak gereklidir. Sovyet biliminin, atom enerjisi alanındaki emperyalist tekeli yerle bir ettiğini de unutmamak gerekir.

Sovyet kökenli bilimsel çalışma derlemelerinin “Nouvelle Critique” tarafından yayınlanmasını alkışlamak gerekir. Ancak bu derlemeleri, mümkün olabildiğince geniş ölçüde yaymalıyız.

Daha önce bahsettiğimiz sibernetik konusundaki makalesinde, “Kuzey Denizi’ndeki Sovyet balıkçı gemileri, balık sürülerinin yerini tespit etmek için öyle mükemmel radarlarla donatılmıştır ki, bizim zavallı balıkçı gemilerimizin en önemli meselesi, Sovyet gemilerini gözden kaçırmamaktan ibarettir[9] diye yazarak, inandırıcı, somut ve anlaşılır bir örnek veren Andre Lentin, Sovyetler Birliği’nde tekniğin ileri düzeyi hakkındaki iddiamızda ısrarcı olmakta da haklı olduğumuzu gösteriyor.

Bu, gerçekleri anlatma kampanyası çok olumlu bir girişimdir. Ancak bana göre, bu alandaki çalışmalarımızın yanlış tarafı, bilimsel araştırmaların sonucunda elde edilen sonuçların bizzat kendisini, birçok Fransız aydınının, gerçekten bu buluşların ne anlama geldiğini, yani, herşeyden önce Marksist metodun akılcı koşuları ile sosyalist rejimin sağladığı maddi koşulların toplamı ile açıklanabilecek olan bilimin her alanda önceli olmayan bir ilerlemenin ifadesi gibi anlamak yerine, bunları sadece, insanlık için sevinç verici birer buluş olarak değerlendirmesine neden olacak şekilde maddi koşullarından ayırarak sunuyoruz.

Sovyet biliminin gelişkin durumunun nedenlerini daha iyi göstermeliyiz. Bu nedenler içinde, insan unsuru, maddi zenginlik, parasal kaynaklar konusunun üzerinde durmalı, ancak, elde edilen başarıların, kollektif çalışma, planlama, teori ve pratiğin sürekli birliği, bilimin “halktan izole olmayan, ancak ona hizmete etmeye hazır” (Stalin) karakteri, olumlu geleneklere saygılı, ancak fetişleşen fikirlere karşı mücadele, eleştri özgürlüğünün geniş alanlara yayılması ve genel olarak tek bilimsel yöntem olan diyalektik materyalizmin evrensel uygulanışı şeklinde özetlenebilecek olan felsefi, metodolojik nedenlerinin altını daha fazla çizmeye de tereddüt etmemeliyiz.

3 – Yukarıdaki paragraflarda söylenmek istenen, Sovyet biliminin tanıtımında, daha atılgan, yırtıcı ve parti ruhu ile hareket etmemiz gerektiğidir.

Maalesef, çoğunlukla eksikliğini hissettiğimiz de, bu parti ruhu ve yırtıcılıktır. Yeni yayınlanan bir makalede[10], Françis Cohen yoldaş, “Edition Sociales” yayınlarında yeni bir çevirisi yayınlanan “Doğanın Diyalektiği” adlı eserde, eklenen notlarda, biyoloji konusunda yanlışlıklar tespit ediyor. Yoldaşımıza göre, bu notlarda yazılanlar, Engels’in yaşam konusundaki tanımlamaları ve Sovyet bilim adamlarının araştırmaları ile çelişmektedir. Kitabın yayınlanması nedeniyle yazılan bazı makalelerde, buna benzer eğilimlerin olduğu daha önce bildirilmişti. Hiç şüphesiz, bu türden sorunlar tamamen aydınlatılmalı ve aydınlatılacaktır da. Her halûkârda, söz konusu notları okuyan ya da okuması gereken, yayınlarımızdan sorumlu yoldaşlar ve bu olayda, notların çerçevesi iyi belirlenmiş prensiplerle ortaklaşa olarak üretilmesinde haksız bir biçimde yeterince ısrar etmeyerek  sorumluluk üstlenen ben, belirsizliklere neden olan ve anlaşmazlıklara yolaçan bu olumsuz deneyimden dersler çıkaracağız.

Daha fazla uyanıklık

İlerici Fransız Hukuku dergisinden daha önce bahsetmiştik. Bu dergide, komünist hukukçular, barış ve ilerleme yanlısı başka ilerici hukukçularla birlikte çalışıyorlar. Bu hukukçuların hiçbiri, derginin, SBKP’nin 19. Kongresi’nin ertesinde, Kasım, Aralık ya da Ocak ayında, sosyalizmden komünizme geçişin ikinci önkoşulunun Stalinci analizine göre, SSCB’de mülkiyet ilişkilerinin gelişimi konusunda bir makale yayınlamasını ya da, Stalin’in konuşmalarından yararlanarak burjuva demokratik özgürlüklerin savunulması konusunda bir makaleyi şaşırtıcı bulmazlardı. İlerici dostlarımızdan hiçbirinin tersini iddia etmeyeceğini kesin olarak söyleyebilirim. Ancak buna rağmen, başka konularda oldukça olumlu bir tutum takınan dergide, tamamen lehine olabileceği halde bu tip makaleler yayınlanmadı.

Rus Çarı’nın dış politikası konusunda sosyal-demokrat Rubel’e karşı kendi basınımızda sürdürülen polemiği ve Engels’in konuyla ilgili olarak yazdıklarını[11] inceleyelim. Bu polemik, canlı ve oldukça bilgilendiricidir, ancak meselenin özünü ifade etmekten oldukça uzaktır.

Rusya’nın sınırlarının Çar tarafından batıya ve güneyde Karadeniz’e, Kafkasların da ötesine kadar genişletilmesi hakkındaki Engels’in fikirlerinden bahsedilmemesinin, dikkat ve sorumluluk gerektiren konuda yeterince sorumlu davranılmadığını gösterdiği kanısındayım. Bununla birlikte, çevre ülkelerinin Rusya’ya bağlanmasının, tarih tarafından teslim edilen ilerici niteliğinin gözler önüne serilmesinin, komünist bir organda sunulan analizin esasını oluşturmasını ummak doğaldır. Ancak makalelerde, meseleleri gerçekten bilimsel bir biçimde ele alarak, tarihsel süreçte çevre ülkelerinin Rusya’ya bağlanmasının, sosyalist toplumda, bu bölgelerin ekonomik ve toplumsal durumu ve düşünsel kültürünün düzeyi konusunda hangi nesnel sonuçlara yolaçtığını göstermeyi ise unuttuk.

Sosyal-demokrat Rubel, aslında, Kafkas Cumhuriyeti’nin, bugün NATO üyesi olan Türkiye yerine, SSCB’nin bir parçası olmasına üzülüyor, ve özünde, SSCB’nin sınırlarını “düzeltmek” için savaş çağrısında bulunuyor. İşte meselenin özü budur. Gün ışığına çıkarılması gereken alçaklık budur. Çevre ülkelerin Rusya’ya bağlanmasının, Stalin’in söylediği gibi, feodallerin, askerlerin ve tüccarların çıkarı doğrultusunda gerçekleştiği doğrudur. Ancak, 1917’den bu yana, bu topraklarda elde edilen objektif sonuçlara gözlerimizi korkuyla kapatmalı mıyız?. Bununla birlikte, bahsettiğimiz makalelerden biri, Malenkov yoldaşın raporundan sonra yayınlandı. Raporunda, “…kuzey-batı’da, ülkenin savunulmasımasını kolaylaştıracak ve daha adaletli yeni sınırlarımız var…”, “…şimdi, Sovyetler Birliği’nin sınırları, ülkemizin halklarının gelişmesinin tarihsel koşullarına daha iyi tekabül ediyor…” diye yazan Malenkov yoldaş, halkların tarihsel gelişimi için sınır meselesinin önemini bulanıklaştırmıyor.

Joliot-Curie yoldaşın, Sovyetler Birliği’nde bilim konusunda söylediği gibi, her alanda “son derece uyanık olmak gerekir”.

Kendini, Lenin ve Stalin’in dili olan, günümüzün kültüründe önemli bir rol oynayan, Sovyetler Birliği’nin bilimsel ve düşünsel hazinesine kısa yoldan ulaşmaya olanak tanıyan, bir yandan Avrupa ülkeleri arasında, diğer yandan Arupa ve Asya ülkeleri arasında gün geçtikçe, daha güçlü bir uluslararası iletişim aracı haline gelen Rus dilini öğrenmeye adayan yoldaşlarımızı tebrik etmek gerekir.

Bazen, bazı komünist aydınların bilincinin derinliklerinde mayalanan milliyetçi kalıntıların, şoven önyargı artıklarının, Fransa’nın bugün hâlâ örnek ülke olacağı ve Fransız biliminin Sovyet bilimine tepeden bakabileceği şeklindeki kuruntulu düşüncelere olan eğilimlerin kökünü kazımak için tavizsiz karar alacağımızı, bu konuda sonuç olarak ifade ediyoruz.

Uzmanlık alanlarına göre çalışma programı

Sevgili yoldaşlar, bu kararlılıkla ikiye katlanmış bir arzuyla çalışmaya koyulacağız.

Stalin’in eseri kendileri için bir fikir hazinesi olan felsefeci yoldaşları iş başına çağırıyoruz. Eserde, görüngülerin iç ilişkilerinde ve bunların karşılıklı etkileşimi meselesinde; yeninin eskiyle mücadelesi; çelişkiler meselesi, sosyalizmde çelişkilerin özel karakteri ile zıtlık ve çatışma; toplumsal patlamalara neden olmayan sıçramalarla tedricî gelişme meselesi, sosyalizm koşullarında biçim ve içerik ilişkisi, öz ve görüngü, nazariyet ve eylem, özgürlük ve gereklilik, olumsallık ve yasa vb. gibi diyalektik materyalizmin bütün kategorilerini ilgilendiren yeni bulgular bulmuyor musunuz ?

Bu sorunları ele alarak, Hegelcilik konusundaki fikirlerinizi kesin bir şekilde ifade etme fırsatına sahip olacaksınız. Sovyet felsefesi, şimdilik, eski Hegelci terminolojinin mirası olan bir kısım formüllerin düzeltilmesini gerçekleştiriyor. Sovyet yoldaşlarımız, bu kalıntıların, örneğin zıtların benzerliği şemasının kötüye kullanmasının, yani, zıtların mücadelesi yasasının, yeninin eskiye karşı mücadelesini bulanıklaştırabileceği ve gerici ve eskimiş unsurlara karşı mücadelelerinde öncü güçleri silahlarından yoksun bırakabileceğini belirtiyorlar. Yoldaşlarımız, eski ile yeni, savaş ve barış, devrim ve karşı-devrim, yaşam ile ölüm, sosyalizm ile kapitalizm arasında nasıl bir benzerlik olabilir diye soruyor. İlerleme, ancak birinin diğerine karşı amansız mücadelesi sonucu gerçekleşebilir.

Hiç şüphesiz, Fransa için Hegelcilikle hesaplaşmanın önemi büyüktür. Plotin ve Saint Augustin ile yeni-Platoncularla birlikte ülkemizde moda haline gelen Hegel’in eserlerinde, Emile Bréhier’in dediği gibi, “spirituel yaşamın ilkesi”, “deneyötesi ile bir iletişim ağı” aranıyor. Başka bir deyişle, Jean Wahl’ın kitabının adından da anlaşıldığı gibi, “Somut’a Doğru” adını sahtekarca kullanarak, Fransa’da, Hegelciliğin en gerici yanlarını yayıyorlar.

Felsefeci yoldaşlar, hiç şüphesiz, Youdine yoldaşın 31 Ocak tarihli raporunda ısrarla üzerinde durduğu başka bir bildiriyi de hesaba katmak istersiniz. Youdine yoldaş, raporunda, bilimin değişik dallarına; çeşitli doğa bilimlerine, ekonomi politiğe, tarihe vb. ait somut bilgilere dayanarak, felsefeyi geliştirmek Marksizmin temel gerekliliklerinden biridir diyor. Soyut çözümlemelerden, düşünce hokkabazlığı yapmaktan, araştırmaları yaşamdan koparmaktan vebadan kaçar gibi kaçınmak gerekir. Felsefeyi, bilginin somut alanlarından hareket ederek kurmak gerekir.

Biraz önce komisyon adına Caveing yoldaş tarafından sunulan çalışma planı da çok şükür bu doğrultudadır. Ahlak bilimi için sizlerin biraz daha ilgisini çekmek isteyen ikokul öğretmenlerinin sözcüsü Fournial yoldaşın tamamen meşru olan dileği de, yine aynı doğrultudadır. Ahlak meselesini inceleyerek, pratik olarak onlara yardımda bulunacaksınız ve bunu yaparken, aynı zamanda, Marksizmin gelişimine de katkıda bulunmuş olacaksınız.

Başka bir örneği ele alalım. Estetik konusunu yeterince inceleyip incelemediğinizi kendi kendinize sorabilirsiniz. Hangi gerekçeyle, bu dalın sadece birkaç felsefeci yoldaşın tekelinde olduğunu varsayıyorsunuz? Bu konudaki mücadelede sözü geçen komünist yoldaşlardan Aragon ve diğerleri, aslında felsefeci değildirler.

Öte yandan estetik konusu hâlâ zayıf olduğumuz bir konudur. Şu anda bizzat burada bulunmayan sanatçıların kendilerini hariç tutarak, sanat ve sanat tarihi üzerine yazılar yazan ve oldukça tanınan komünistler arasında bir kesimin, belli ölçülerde, formalizme, sanat için sanat anlayışına vb. bağlı kalarak, idealist yanılgılara kapıldıklarını kimse bilmiyor. Böylesi yanlışları düzeltmek, sanatçıların ve eleştirmenlerin eğitimine yardım etmek, bu alanlarda parti düşüncelerinin muzaffer olmasına katkıda bulunmak için, felsefecilerimizin burada müdahale etmesi gerekmez miydi?

Bir başka eksiklik; George Politzer Bergsonizmin, Henri Mougin ve diğer yoldaşlar varoluşçuluğun derin bir eleştrisini yaptılar. Ancak, ya ben yanılıyorum ya da buradan hala bir beklenti var ki, okullarda Durkheim’in gizemli toplum teorisi öğretilmeye devam ediliyor.

Vernant yoldaş, insan bilimleri komisyonu adına, psikologların, psiko-teknisyenlerin ve sosyologların çalışma planını sundu. İktisatçılara gelince, sizler de, kapitalizmin krizinin yeniden derinleşmesi, keskinleşmesi ve çelişkilerini, birleşik dünya pazarının parçalanmasını, kapitalist üretimin temelinin daralmasını, güncel kapitalizmin temel ekonomik yasasının Fransa’daki ifadelerini, Stalin’in fikirleri ışığında incelemeniz gerekir.

Tarihçiler, bize, içeriği burada Willard yoldaş tarafından tanıtılan dolgun bir program yapmayı vaad ettiler. Fransız burjuvazisinin çöküşü ve onu demokrasi ve ulusal bağımsızlıktan vazgeçmeye götüren yollar ve buna paralel olarak, işçi sınıfının gelişimi ve Fransa’da işçi harektinin tarihi konusunda parti için ciddi araştırmalar yapma borçları vardır.

Malgrange yoldaş tarafından sunulan çalışma planından sonra, fizikçilere, kimyacılara, astronomlara ve astrofizisyenlere, fizik biliminde idealizme karşı mücadeleyi sürdürmenin ve yoğunlaştırmanın gerekliliğini uzun uzadıya hatırlatmak, kesinlikle gereksizdir. Sadece bu konuda söyleyeceğim tek şey, kendi kapımızın önünü temizlemeden, yanlızca diğer ülkelerin gericilerinin eleştirisini yapmamalıyız. Ulusal Eğitim dergisinin 19 Mart tarihli sayısında yayınlanan Shatzman’ın makalesi, bilimin özünün saptırılmasında Destouche gibi bazı vatandaşlarımızın sorumluluğuna dikkatleri tam zamanında çekiyor.

Biyologların görevi son derece açıktır: Tamamen tesadüfler üzerine kurulu olan Mendelizm-Morganizm’den kurtulmak.

La Raison dergisi tarafından desteklenen ve yönelimlerini bizzat kendileri belirleyen doktorlar, çabalarını hangi doğrultuda sürdüreceklerini biliyorlar.

Matematikçilerin üzerine düşen; matematiği boş bir biçimcilik, basit bir fikir oyunu gibi ele alan matematik anlayışını ciddi ve derin biçimde eleştirmek, hem tehlikeli bir  mantıklaştırıcılığa, hem de açık Platoncu eğilime ve idealistlere karşı mücadele etmektir.

Aranızdakilerin bir kısmı, sadece araştırmacı değil, aynı zamanda eğitimcidir.

Pedagojide de, nesnel gerçeklik olgusuna daha fazla dikkatle yaklaşmamız gerekir. Bu konuda, size sadece, Temmuz 1952’de yapılan Yeni Eğitimin Fransız Grubu’nun kongresinde sunulan “ilgi” olgusu üzerine hazırlanan rapora ilişkin tartışmalarda, Henri Wallon’un konuşmasını hatırlatacağım. Henri Wallon, ilgiyi öznenin kendisine yerleştiren, yani, eğitimcinin görevini, çocuğun kendinde varolan ilgilerinin kendini göstermesini ve bunu kolaylaştıracak tam bir ifade özgürlüğünü sağlamakla sınırlayan yeni pedagoji eğilimini en uygun deyimlerle eleştirdi. Henri Wallon, ilginin, aynı zamanda objenin kendisine de yerleştirilmesi gerektiğinin altını çiziyor ve “bu yöntemle, farklı disiplinler aracılığıyla oluşan eğitimin dağılımı, değişik görünümleri ya da kullanımları altında objenin tanınması demek olan ortak kaynağına yöneltilebilir. Bilimler, ilkelerine geri döndürülen gerçeğin çözümleyici görüngüsünden başka birşey midir?” diye ekliyor. Bu metin aracılığıyla Henri Wallon, nesnel maddenin ve nesnel yasaların varlığı inancına dayanan bilimsel çalışmanın esasını ifade ediyor.

6.      GENİŞ BİR BİRLEŞİK CEPHE İÇİN

Sevgili yoldaşlar, şu günlerde, yoldaşımız Maurice Thorez’in aramıza dönmesini, bütün kalbimizle bekliyoruz. Thorez yoldaşın özellikle Strasbourg Kongresi’nde önümüze koyduğu düşünsel çürümeye karşı mücadele görevini, şimdi daha büyük bir motivasyonla düşüneceğiz.

Amerikan emperyalistleri, ülkemize, bilim adamı kılığındaki casuslarını göndererek, aydın çeverelerinde anti-Sovyet iftiralarını yayarak, kozmopolitizm ve birleşik bir Avrupa aldatmacasının propagandasını yaparak, ülkemizdeki yıkıcı çabalarını yoğunlaştırmaya çalışıyorlar. En güçlü emperyalistlerin gözünde, Fransa, tayin edici stratejik öneme sahip bir ülkedir. “Cahier du Communisme”in[12] Mayıs 1952 tarihli sayısında yayınlanan François Billoux’un makalesinde yazdığı gibi, “sınıf olarak ve kendi sınıf çıkarları için” Fransa’ da faşizmi inşâ etmeye, düşünce hayatına ve toplumsal hayatın tamamına en gerici fikirler, yöntemler ve kişilikleri dayatmaya çalışan bizim kendi burjuvazimiz de, emperyalist kampta yer alıyor.

Ama öte yandan Fransız aydınlarının, örneğin Alman aydınlarından ya da İtalyan aydınlarından tamamen farklı alışkanlıkları ve gelenekleri var. Bu geleneklerden oldukça olumlu olan birisi de, gericiliğe nefret ile birleşen ve son derece yaygın olan bir akademik özgürlük duygusudur.

Eisenhower, Fransızların bilinemezciliği (agnostizm) ya da ateizmine saldırınca, Öğretim Ligi Paris Çevresi gibi ağırbaşlı çevreler, derhal karşılık verdiler.

Aydınların çoğunluğunun içinde bulunduğu bu gericilik karşıtılığı hali, bize fiilî olarak demokratik özgürlükler ve barışı, ilerici değerleri ve ulusal değerleri savunmak için geniş bir birleşik cephe gerçekleştirme olanağı sağlıyor. Sekterlikten ve sağcı oportünizmden kaçınmayı bilirsek, gericiliğe karşı aydınların birliği yolunda önümüzde geniş ufuklar vardır.

Stalin, bütün ülkelerin komünistleri için kutsal bir vasiyetname değerinde olan 19. Kongre’deki konuşmasında, burjuvazinin ciddi olarak değiştiğini, daha da gericileştiğini gösterdi. Şimdi onun düşünsel cephanesi; Maltusçuluk, jeopolitik, ırkçılık, kozmopolitizm, edebi ve felsefi eserlerde kahraman olarak hainlerin seçilmesi, talan ve şiddete övgü gibi hümanizme aykırı, en ahlaksız, en gerici ve her şeyden önce yeni bir dünya savaşına hazırlık ideolojisinin fikirlerinden oluşmaktadır.

Bu durumun bilincinde olarak, ideolojik mücadelemizi esas olarak ilk sırada Amerikan emperyalizminin düşünsel etkilerine ve onun uşağı aydınlara karşı, ancak her defasında, Billoux yoldaşın dediği gibi “kendi burjuvazimizin bütün kötülüklerini” teşhir etmekten  kaçınmadan vermeliyiz. İnsanlığın kalesi ve yuvası olarak, mutlu ve özgür geleceği, barışı, sosyalist geleceği yürekten dileyen bütün insanların güçlü desteği olarak Sovyetler Birliği’nin rolünü giderek daha iyi anlatmaya ve kavratmaya çalışacağız.

Buradan, hem politik hem de ideolojik alanda canlı ve özverili çalışmanın, Stalin için dikebileceğimiz en iyi anıt olacağına ikna olmuş olarak ayrılmaktayız.

Komünist aydınlar, Fransa’nın bütün ilerici aydınları, Stalin’in “SSCB’de sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adlı kitabını ve SBKP’nin 19. Kongresi’nde yaptığı konuşmanın metnini barış, demokrasi ve sosyalizm için bir mücadele programı olarak giderek daha fazla ele alıyor ve alacaklardır.

[1] Kimyada, moleküller arasındaki elektromanyetik çekim

[2] J. R Commons’ un 1950 yılında New-York’ta yayınlanan “The Economics of Collective Action” adlı kitabı.

[3] Kojunkturlehre (1928), İş Hareketleri Teorisine Giriş (1929), Ekonomik Strateji (1938)

[4] Emile Bréhier, “Fransız Felsefesinin Dönüşümü” sf. 159

[5] G. Cogniot, Edition Social yayınevi tarafından 1953’te basılan “Friedrich Engels’in Dahice Eseri; Doğanın Diyalektiği, La Pansée dergisinin konferansları”, sf. 57

[6] Glaserman’ın Le Communiste dergisinin 1953’te yayınlanan 2. sayısının 44. sayfasındaki makale. Aynı kitapta, “İngiliz işçi hareketi için, ABD ile ittifakın temel bir ihtiyaç haline geldiği” yazılıyordu. Paris’teki Revue Sosyalist’i harekete geçiren de bu düşünceler oldu.

[7] Alogizm: Gerçeğe sezgi ya da inançla varılabileceğini ileri süren öğretiler, gerçeğe mantıksal uslamlamayla varılabileceğini yadsıdıkları için bu adla anılmışlardır. özellikle usaykırıcılar, inancılar ve sezgiciler, genellikle de gizemciler bu adla nitelenirler.

[8] 1926-1927 yıllarında devrimci işçi örgütlerinin elemanıydı

[9] La Pensée dergisi, Mart-Nisan 1953 sayısı, sf. 49

[10]Sovyetler Birliği’nde Biyoloji ve Bilimsel görevlerimiz” adlı makale; La Nouvelle Critique, 44. sayı.

[11] Nouvelle Critique’in 40. sayısına bakınız.

[12] Komünizmin Defterleri

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑