Bir İşçi Aydını: Mehmet Kılınçaslan

 

Ne ağıtlar söylendi.

Ne şelaleler gibi çağıldayan gözyaşları döküldü. Son yolculuğuna arkadaşları, yoldaşlarıyla kol kola, işçilerin elleri üzerinde yürüdü.

Ama yaptıkları, geride bıraktıklarıyla işçi sınıfı davasının tarihine ve emekçilerin yüreklerine kazındı.

Deniz Gezmiş, idamından önce babasına yazdığı mektupta; “Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içersinde fazla şeyler yapabilmektir” demişti. Ne kadar yaşadığından çok, nasıl yaşadığın sorusuydu önemli olan. Ya da kimin için, kimler için, ne için yaşandığı yanıtlanmalıydı.

Adıyaman’ın Besni ilçesinde başlayan hayat yolculuğu İstanbul’a taşımıştı onu. Ülkedeki milyonlarca insan gibi, ona da, ekmek peşinde dolanmak düşmüştü. Deri işçiliğinden sendikacılığa giden yola bir yandan çalışarak, mekruh imalathanelerin basık tavanlı, bol sigara dumanlı odalarından yürümüştü. Fabrikalarda çalışmak… Hep emek gücünü satarak yaşamak… Ve kendi sınıfının gerçeklerini gördükçe, derinlikte yatan nedenleri anlamak, öğrenmek için çabalamak. Öğrendikçe, daha fazla öğrenmek için yanıp tutuşmak ve de ileri atılmak…

Ama neydi onu bu kadar içimizde ve bu kadar ayrı özellikli kılan? Neydi onu sıradan işçiden ve aydından ayıran?

O, sınıfının gerçekleriyle, sınıfsal çatışmalarla hayatın içinden tanışmış, çelişkilerin nedenleri üzerine keşfe çıkmıştı. Ve bunu, sınıfının özellikleriyle, kolektif yaşamın içinden, örgütlü olarak yapacaktı.

İşçi aydınını genel olarak küçük burjuva aydından ayıran en temel özelliklerden birisi buydu zaten. Diğerinin aksine, işçi aydını, kendi yaşamsal, çalışma, mücadele deneylerinden bilirdi ki, tek başına davranmak bir şeyi çözmezdi; Tıpkı fabrikada tek bir işçinin makinesini durdurması veya işi bırakması gibi…İşçi, ancak diğer sınıf arkadaşlarıyla birleşebildiğinde, birlikte davranma güdüsünü elde edebildiğinde ve davranabildiğinde bir güç hale gelebilirdi. Ve işçi, pratik mücadelede gördükleriyle kafasında oluşan kendiliğinden bilinci, Marksist bir parti içersinde güce dönüştürebilir, öğrenir ve öğretirdi. Soyuttan somuta, “ne oluyor”dan, “neden, niçin oluyor”a ve nasıl çözümleneceğine geçiş böyle sağlanırdı.

İşçi bilinci, yalnız örgütlü mücadelenin başarıya ulaşacağını öngörürdü ve işçi, üretim içersinde kendi yaşadıkları ve deneyleriyle bu bilincin kapısını aralardı. Bu bakımdan işçi aydını, küçük burjuva aydından farklı olarak, hep örgütü, hep örgütlü mücadeleyi, sınıf arkadaşlarıyla kol kola yürümeyi bilir ve isterdi. Kendi deneylerini diğer sınıf kardeşlerinin deneyleriyle birleştirir; ona bu olanağı, bilinci sağlayan ve ileriyi gösteren partisinin bir neferi olarak çalışmayı her şeyden fazla önemserdi.

İşçi aydını olmanın temel dürtülerinden birisi, salt pratik yaşamda gördükleriyle, duyduklarıyla, deneyleriyle sınırlı kalmamak, “neden, niçin ve nasıl olacak”a kafa yormak, sınıf çelişkilerinin, sınıfsal ilişkilerin kökenine inmek, bunun için de teorik silaha sahip olmaktı.

İşçi aydını olmaya giden yol, pratikçilikten teoriye, Marksist öğretiye, bilim ve düşünceye kapıları aralamak, öğrenmek ve anlamak için var gücüyle çalışmaktan geçiyordu

Ki, yaşadığımız dönemin temel özelliklerinden birisi, teorinin, özel olarak burjuva kalemşorları tarafından tu kaka edilmesiydi. Elbette bunda dünyada son dönemde yaşanan gelişmelerin, sosyalizmin yenilgisinin büyük rolü olmuş; burjuva ideologlar, bunu sosyalist teoriye karşı bir kampanyaya dönüştürmüş, teoriyle uğraşmak, teorik çalışma, okuma-öğrenme “dinozorluk”la özdeşleştirilmeye kalkılmıştı. Ve şüphesiz bu mevzie, “ekonomizm”i tek mücadele yöntemi olarak görenler gerekli cephaneyi taşımıştı.

Oysa, klasikti, “devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz”dı. İşçi sınıfı, kendini bağlayan zincirlerden, ancak Marksist teorinin aydınlatıcılığında ve ona sımsıkı bağlı kalarak, güncel gelişmelere yaratıcı bir etkinlikle katarak kurtulabilirdi.

Bunu da, bir işçi ancak, küçük burjuva aydından farklı olarak, sızlanmadan, habire şikayet etmeden, mızmızlanmadan, yalnızlıktan yakınmadan, ama kesinlikle örgütlü mücadelede, örgütle birlikte başarabilirdi.

Bilinçli işçi bilirdi ki, o asla yalnız değildi; emek gücünü satarak yaşayan milyonlarca işçi onun sınıf ve dava arkadaşlarıydı ve bugün milyonlarca işçi burjuva politikasının bir uzantısı olmuşsa, gerçeklerin farkında değilse, eksiklik onlarda değildi; bunda, onları yeterince aydınlatamayan, o ortamı yaratmak için yeterince çalışmayan, çalışsa bile gerçekçi taktikler geliştiremeyen, günü gününe, anında ajitasyon propaganda yapıp aydınlatma faaliyeti örgütleyemeyen kendilerinin de payı çoktu.

Elbette bilinçli işçi, her şeyin mutlak iradeye bağlı olmadığını bilir ve bütün her şeyi sübjektivizmden ibaret görmez… Yaşananları, gelişmeleri, tek tek kişilerin yetersizliğine, ilgisizliğine, vurdumduymazlığına yormaz… Dertlenmez, sızlanmaz…Kitaplardan öğrendiğini papağan gibi tekrarlamak yerine, özgün koşullara uyarlamak için kafa yorar ve buna yaratıcılık katar… Zenginleştirir, geliştirirdi. Bu, aynı zamanda kendisinin de gelişimidir.

İşçi aydını bilir ki, her şeyi bilen, her şeye vakıf olan tek kendisi değildir. Hatta, onun en iyi bildiği şey, çok az şey bildiği ve her gün yeni şeyler öğreneceğidir. İşçi aydını, yığınları sürü gözüyle bakmaz. Her şeyi kendisinin bildiğini, kitlelerin ise hiçbir şey bilmeyen saf sürü olduğunu aklına bile getirmez. Tersine yığınların birikiminden, bilgisinden, deneylerinden öğrenmek en önemli yaşam ilkesidir. Çünkü, işçi aydını, işçi sınıfıyla, emekçi kitlelerle, yoksullarla iç içedir; bütündür. Diğer aydından farklı olarak, kendisine özel abartılı misyonlar yüklemez, kendisinin derya deniz, kitlelerin ise damla olduğu kuruntularına girmez; kitleleri derya deniz, kendisini emekçi denizinde bir damla olarak görür. Bıkmadan usanmadan öğrenir, öğretir ve gittikçe çok yönlü, entelektüel bir bilgeliğe erişir. Ve genel olarak da ondaki bilgi ve bilgelik, yaşamın içinde sınanmış bir birikimin ürünüdür.

 

ÖRNEK BİR SINIF SAVAŞÇISI

Genel olarak ölenlerin ardından benzer sözler edilir, ölenin örnek yaşamından, kişiliğinden bahsedilir. Şüphesiz işçi sınıfı davası için çalışmak, yaşamını adamak örnek bir tutumdur. Ama Memet Kılınçaslan gerçekten örnek alınacak bir yaşam çizgisine, gelişime, farklılaşma ve kendi kabuğunu kırarak ilerleme sürecine sahiptir. Bütün bu özellikler, onu, “örnek” olarak farklı kılmaktadır.

O, lafla “günde birkaç devrim nutku atan” sonra bürosuna koşup “kredi-kâr hesapları yapan”, o arada “işçilerin, emekçilerin, yoksulların aymazlığından” dert yanan ya da mor ışıklı barlarda “Oidipus kompleksini” tartışanlardan değildir kuşkusuz. Bugün bir işçi direnişinde, öğlen bir yoksul evinde, akşam bir işçi kahvesinde ya da kenar mahallede emekçilerle bir meyhanededir. Ya da bir dostun, bir komşunun, bir tanıdığın, bir hemşehrinin hasta ziyaretine gidilecek, cenazelerde saf tutulacaktır. Ama her koşulda, mutlaka, günlük gelişmeler izlenecek, emekçilerle konuşulacak, teorik kitap, dergi, makaleler okunacak, günlük işçi gazetesi ve diğer gazeteler taranacaktır. Bir işçi aydını olarak, o, teorinin kıymetini çok, ama çok iyi bilmektedir.

Eğer örnek bir bilinçli işçiden, işçi aydınından söz edilecekse, bunun en iyi örneklerinden birisi, Memet Kılınçaslan’dır.

Ne yazık ki, erken bir zamanda ve aniden aramızdan ayrılmıştır.

Gerisinde ise, gerçekten örnek ve incelenecek bir yaşam bırakmıştır.

Yoldaşların Ardından…

15 Ocak Şeref Aydın yoldaşın doğum günüdür. Onu elli altıncı doğum gününde, özlem ve sevgiyle anarken diyoruz ki; iyi ki doğdun Şeref yoldaş, iyi ki bizler seni tanıdık ve seninle el ele, omuz omuza mücadeleyi, sevgiyi ve saygıyı, iyi kötü, acı tatlı ne varsa paylaşarak, arkadaşlığı, dostluğu ve yoldaşlığı yaşadık.

Yüreği, ülkesine ve halkına derin bir sevgiyle bağlı, işçi sınıfı ve emekçilerin baskı, sömürü, ezilmişlik ve sefalet koşullarına öfkeyle dolu bir dava adamını; yarının baskısız, sömürüsüz, sınıfsız dünyasını, insanlığın altın çağını kurma yolunda bir ömür mücadele etmiş, gerçek bir insanı, bir halk adamını, arkadaşımızı, dostumuz ve yoldaşımız Şeref Aydın’ı birkaç ay önce, 24 Eylül 2006’da yitirdik.

Şeref yoldaşı yitirmenin acısı ve hüznünü yaşarken, işçi sınıfı içinden yetişmiş yetkin bir devrimciyi, yaşamı boyunca işçi, mücadeleci bir sendikacı olan, işçi davasının, kurtuluş mücadelesinin yiğit bir önderini, partimizin merkez yöneticilerinden Memet Kılınçaslan yoldaşı 1 Aralık’ta yitirmek, tüm arkadaşlarını, dost ve yoldaşlarını,hepimizi bir kez daha acı ve hüzne boğdu.

Memet ve Şeref yoldaşları böyle erkenden yitirmemiz, işçi hareketi için, partimiz için, arkadaşları  ve yoldaşları olarak hepimiz için büyük kayıp ve bizler, parti çalışmamızda mücadelemizde, yokluklarını omuz başlarımızda her zaman hissedeceğiz, unutmayacak, mücadelemizde yaşatacağız.

İnsanın, insanlığın tarihinde ilerletici, geliştirici ve değiştirici önemli rol oynamış büyük insanlar; büyük akıllar ve büyük kahramanlar vardır. Her biri tarihsel gelişim ve değişime önemli katkılarda bulunarak, değişimin asıl gücü olan halkların ve sınıfların mücadelesine büyük katkılarda bulunmuş, bu mücadeleler içinde yer almış ve öncülük etmiş insanlardır.

İnsanlığın dünden bugüne, olumlu, ilerletici, değiştirici ve devrimci tüm değerlerinin bugünkü mirasçısı ve temsilcisi işçi sınıfı ve işçi sınıfının mücadele tarihi açısından da, bu böyledir. Dünya proletaryası, baskı, sömürü ve eşitsizliğe karşı mücadeleye girdiği ilk günden bu yana, bütün ülkelerde hem kendi içinden böyle gelişkin öncüler yetiştirmiş, hem de diğer sınıflardan işçi sınıfı mücadelesine katılan namuslu aydınlar ve emekçiler arasından sınıf mücadelesine teorik, politik ve örgütsel tayin edici katkılar sunan öncüler, ustalar ve öğretmenler yetiştirmiştir.

Brecht, bir şiirinde, “… En güçlüleri ama, ömür boyu / savaşanlardır / Onlarsız olmaz” diyerek, yaşamını mücadeleye adayanları ve böyleleri olmaksızın işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun, insanlığın kurtuluşunun olanaksızlığına çarpıcı bir biçimde işaret eder.

Şeref ve Memet yoldaşlar, mücadeleye ve partiye katılmaları, farklı alanlardan ve başka biçimlerde olsa da, bir insanlık mücadelesinde, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş davasında, sosyalizm mücadelesinde, sınıf partisinde bir araya gelmiş; Brecht’in dediği “Onlarsız olmaz” “soy”undan, ömür boyu mücadele eden devrimciler, işçi sınıfı devrimcileri ve halk adamlarıdır.

Şeref Aydın, yaşamının her döneminde, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin ve koşulların partisine ve kadrolarına, dolayısıyla kendisine yüklediği görev ve sorumlulukları, olumsuzluklara ve olanakların yetersizliğine bakmaksızın (işkencede, cezaevinde ve dışarıda, yurtiçinde, yurtdışında ve hastalığının ilerlediği koşullarda dahi), en ileriden yerine getirme tutumuyla öne atılmış bir militan, bir parti yöneticisidir.

Sadelik, tevazu ve içtenlik, hata ve zaaflarla uzlaşmazlık ama, dostça, yoldaşça, ilerletici eleştiriden ve özeleştiriden kaçınmazlık, arkadaşlarına ve yoldaşlarına yardım etme, destek olma ve paylaşma; karamsarlık ve umutsuzluk karşısında proleterce iyimserlik, her durumda soğukkanlılığını koruyarak çözümler bulma ve parti çalışmasında önemli önemsiz, küçük büyük ayrımı yapmaksızın işe sarılma, işçi sınıfı ve halka yakınlık, işçi ve emekçi kitleler içinde yaşamaya ve çalışmaya verdiği özel önem; Şeref Aydın’ın kişilik ve karakter özellikleridir.

’70’lerin başında katıldığı THKO’nun partileşme sürecinde yaşadığı bütün ideolojik ve örgütsel dönemeçlerde, yüz yüze kalınan saldırılar ve yaşanılan zorluklarda sarsılmadan, sağlam bir tutumla, partiyle olmuş, 1975’de öğretmenliği bırakıp, profesyonel bir devrimci olarak, mücadeleler içinde sağlam ve yetkin bir devrimci, işçi sınıfı devrimcisi olarak gelişmiş; çalışmanın hemen tüm alanlarında görevler, sorumluluklar üstlenmiş ve yaşamının sonuna kadar sürdürmüştür.

Öncesi bir yana, yirmi yıl öncesinin gerçekten olumsuz koşullarında; Marksizmden ve sosyalizmden kaçış, güvensizlik ve örgütten kaçış ve tasfiyeci saldırıların egemen olduğu koşullarda dahi, yakınma ve şikayetlenmeye değil; tüm enerjisiyle, varolan sınırlı güç ve olanaklarla, dağılmış, kopmuş ilişkileri yeniden kurma ve toparlama, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde, fabrikalarda ve işyerlerinde gündelik bir çalışmayı örgütleme, merkez yayın organı Devrimin Sesi’nin yayınlanması, basım ve dağıtımının örgütlenmesi, güvensizlik ve örgütten kaçış eğilimlerinin kırılması ve tersine çevrilmesi, tasfiyeci saldırıların püskürtülmesi işine girişmiştir.

Şeref yoldaş, örgütsel dağınıklık ve tasfiyecilik döneminde, tasfiyeci saldırılar karşısında, örgütsel toparlanma ve çalışmayı örgütlemedeki kararlı tutum ve çalışmasıyla parti ve mücadele açısından tayin edici bir yer tutmuştur. Onu tanıyanlar açısından, cezaevinden çıkmış olması ve tasfiyecilik karşısındaki tutumu; güvensizliklerin kırılması ve çalışmaya katılma açısından bir güven kaynağı olmuştur.

Sorunlardan, yetersizlik ve olanaksızlıklardan yakındığı, şikayetlendiği duyulmamış, umutsuzluk ve karamsarlığı görülmemiştir. Olması gerektiği yerde, yapması gerekeni yapacak tarzda işinin başında olmayı; “Türkmen göçü yolda düzelir, biz de örgütümüzü mücadele içinde, işçi sınıfının ve  emekçilerin günlük mücadelesi içinde, günlük çalışma içinde ve daha çok günlük iş yaparak kuracak ve geliştireceğiz. Sorunlarımızı böyle çözebilir, olanaklarımızı böyle geliştirebiliriz”  diyerek, kendine ilke edinmiştir.

O, mücadeleye katıldığı günden itibaren, gençlik içerisinde, maden ve tarım işçileri arasında, tütün ve pancar üreticisi köylüler içinde, demir çelik ve demiryolu işçileri arasında sabırla ve enerjik bir çalışma yürütmüş, bilgi ve birikimini bu çalışmalar içinde geliştirmiştir. Değişik yayın organlarında yayınlaşmış yazılarının içeriğinden de anlaşılabileceği gibi; işçi sınıfı hareketinin sorunları ve hareketin geliştirilmesi ve ilerletilmesinde ileri işçiler ve partinin görev ve sorumlulukları en temel meselesi olmuştur.

Şeref Aydın’ın işçi sınıfı içinde yürüttüğü çalışmanın niteliğinin anlaşılması açısından; Onun kurduğu ve yönettiği fabrika, işyeri hücrelerinin bir kısmının, darbe yılları boyunca varlığını sürdürdükleri, sınırlı da olsa çalışma içinde kaldıkları ve yıllar sonra yeniden bağ kurulduğunda, yıllarca aidatlarını toplamış ve biriktirmiş (altın) olarak teslim etmeleri, yine bir madendeki parti hücresi çevresinin sendikal çalışma içinde önemli bir yer edinmeleri ve diğer işyerleri ile ilişkiler içinde olmaları, dikkat çekici örneklerdir.

Şeref yoldaş, gelişkin, kararlı ve öncü bir Marksist-Leninisttir. Ve onun, hem ülkesinde hem de uluslararası planda, sapmalara, çarpıtmalara ve saldırılara karşı kararlı bir savunucusudur.

Ama Onun için, Marksizm Leninizmin savunusu; bir fikrin, bir ideolojinin “aydınca” bir “bağlılıkla” savunulmasından öte bir şeydir. Ülkesine ve halkına, derin bir sevgiyle bağlılıktır. İnsanın ve halkların baskı sömürü ve ezilmişlik koşullarının değiştirilmesidir.

İşçi sınıfı ve emekçilerin aydınlatılması, sınıfın, kendi değiştirici, yaratıcı ve yeniden kurucu gücünün bilinciyle harekete geçirilmesi, örgütlenmesidir. İşçi sınıfına, sosyalizm davasına, tüm yaşamıyla somut, capcanlı, mücadele ve eylemle bağlılığıdır.

Uluslararası hareketin küllendirilmiş ve üstü örtülmüş bilimsel, kültürel, tarihi ve politik birçok bilgi, belge ve eserin Türkçeye kazandırılmasında ve bu alanlarda da sürmekte olan mücadelenin araçları, yetişmekte olan genç aydın ve devrimci kuşaklarının ideolojik ve kültürel gelişmelerinde, değerli kaynaklar haline gelmelerinde, arayıp bulmaktan çevirisi ve basımının sağlanmasına, bazılarının da çevirisine kadar özel bir katkısının olduğu da vurgulanması gereken bir gerçektir.

Bu açıdan, Evrensel Kültür dergisinin bir dönem yayınladığı Bilim Eki’ne, yaptığı çevirilerle ve birçok makaleyi arayıp bularak, Bilim ve Düşünce kitap dizisine, planlanması ve yine çevirileriyle katılmıştır. Maurice Pianzola’nın Lenin İsviçre’de adlı eseri, Andre Bonard’ın Sovyet Edebiyatı Üzerine (çevirmenlerinden biridir), İnsan ve Trajedi, Antik Yunan Uygarlığı eserlerinin Türkçeye kazandırılmasında katkı ve çabaları önemlidir.

Memet Kılınçaslan, genç yaşta kundura işçisi olarak başladığı işçilik yaşamını, Ülker ve Alboy fabrikalarında sürdüren, çalıştığı tüm fabrikalarda önder özellikleriyle öne çıkan bir işçi önderi, sınıfının öncü ve gerçek temsilcisidir. Onun tüm işçilik yaşamı mücadeleler, işten atılmalar, grevler ve direnişlerle ve bu mücadelelerin, direnişler ve grevlerin örgütlenmesi ve başarıya ulaşması için canla başla çalışmayla geçmiştir.

O işten atıldığında, Ülker işçilerinin temsilcilerine sahip çıkması ve işe geri alınması için eylemler yaparak patronu püskürtmeleri ve başarmaları boşuna değildir. Onun mücadeleci ve öncü bir işçi olarak, işçi arkadaşlarına ve sınıf kardeşlerine verdiği güven ve kararlılıktan dolayıdır.

12 Eylül’ü grevde, grev çadırlarında karşılayan on binlerce işçiden biri, öncü işçilerden biridir. 1 Mayıs’ın yasaklı olduğu yıllarda, “bütün fabrikalar, her yer 1 Mayıs alanı” şiarıyla İstanbul proletaryasını 1 Mayıs’a çağıranlardandır. Gözaltına alınır, tutuklanır, ceza alır ve hapis yatar, sendikacılık yapması yasaklanır, ama, Onun için bunlar, işçi sınıfının burjuvaziye ve sermayeye karşı mücadelesinde karşılaşılabilir olağan işlerdendir, yaşama ve mücadeleye devam eder, mücadeleye daha bir hınçla ve daha ileriden sarılır.

Memet Kılınçaslan, çalıştığı fabrikalarda hakları ve talepleri için gündeme gelen mücadelelere katılan, yalnızca mücadeleci bir işçi değil, önder ve örgütleyici özellik ve yetenekleriyle de öne çıkan kararlı, öncü ve örgütçü bir işçidir. Bu özellikleriyle sendikal mücadelede işyeri temsilciliğinden şube yöneticiliğine ve genel örgütlenme sekreterliğine kadar görevler almış ve bu görevleri hakkıyla ve sendikal bürokrasinin çarklarına kapılmadan, namuslu, mücadeleci ve güvenilir bir sendikacı olarak sürdürmüştür.

Sendikacılık Onun için ekmek kapısı, geçim kapısı değildir. İşçiden, sınıftan, sınıfın sorunları ve mücadeleden kopmak, koltuğunu koruma kaygısıyla hareket etmek hiç değildir. Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde ’89 Baharı, Kılınçaslan gibi namuslu, mücadeleci ve öncü işçilerin, sendikacıların omuzlarında yaşanmıştır.

Kılınçaslan’ın sendikacılık yılları da, bu karakterine uygun olarak, grevlerle, mücadele ve direnişlerle ve bunların örgütlenmesi içinde yaşanmıştır. O, Kazlıçeşme deri işçilerinin grevlerinde, direnişlerinde, Maga Deri işçilerinin direnişlerinde hep ve her zaman yanlarında ve en öndedir.

Memet yoldaş, işte böylesi bir işçilik, sendikacılık; mücadele, grev ve direnişlerle geçen yaşamı içinde yetişmiş, kendini ve sınıf bilincini, siyasal bilincini geliştirmiş, okuma ve öğrenme azmini, isteğini hiç yitirmemiş ve yetkinleşmiş bir örgütçü ve önder bir işçi sınıfı devrimcisidir.

Kılınçaslan, içinden geldiği, gücünü ve eksik ve ihtiyaçlarını bildiği, kanında ve canında hissettiği işçi sınıfı ve mücadelesi açısından, politik örgütlenmenin, sınıfın kendi partisinde örgütlenmesi ve kendi partisinde, işçi ve emekçi iktidarı için, sosyalizm için mücadele etmesi gereğini en ileriden kavrayan bir işçi önderi olarak, sınıf partisin kurulmasında ve örgütlenmesinde de tüm varlığı, enerjisi ve yetenekleriyle yerini almış, işçi sınıfı devrimcilerindendir.

O, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesine ve parti çalışmasına, günlük bir işçi gazetesinin katacaklarını, ileri işçilerin, parti örgütü ve partililerin gazeteyi nasıl ele alması gerektiğini, sınıf sezilerinden hareketle kavramış ve çalışmada gazetenin yerinin ilerlemesi için sürekli bir çaba içinde olmuştur.

Memet yoldaş, partisinin genel başkan yardımcısıdır, il başkanıdır, tüm ülkede sürdürülen parti çalışmasının içindedir, nerede bir işçi, emekçi mücadelesi varsa, nerede bir grev, direniş varsa orada, işçi ve emekçilerin yanında ve onlarla omuz omuzadır.

O, partimizde işçi sınıfı içinden gelen, sınıf tutumunu ve sınıf ruhunu en ileriden temsil eden işçi devrimcilerinden biridir. Parti çalışmasının şu veya bu alanında Onunla birlikte çalışmış tüm yoldaşlar bileceklerdir ki; işçi hareketi ve hareketin ilerletilmesi, fabrika ve işyerlerinde sürdürülen çalışmanın sorunları ve bir bütün parti çalışması ve geliştirilmesi konularında işçi tutumu ve sınıf sezgisiyle, yaman proleter bilinciyle partimize, parti çalışmasına katkıları büyüktür.

Kılınçaslan, parti yöneticisi olarak, partimizin genç kuşaklarının yetişme ve gelişmesine, hesapsız içtenliği ve sıcaklığıyla, çalışmasıyla, işçi tutumuyla, açık sözlülüğüyle, eleştiri ve önerileriyle, genç parti yöneticileri ve gençleri, çalışma içinde teşvik edişiyle de örnek bir parti yöneticisidir.

Parti kurullarının, parti çalışmasına ve mücadeleye ilişkin aldığı, parti örgütlerinin, partililerin önüne yeni görevler koyan yeni kararları heyecanla ve şevkle benimseyen, hayata geçirmek üzere aynı heyecanla çalışmaya atılan, parti örgütlerinin de aynı heyecan ve aynı tutumla çalışmasını örgütlemek için sınıf tecrübesi ve sınıf tutumuyla, sorumlulukla çalışan, gerçek bir sınıf partisi yöneticisidir.

Kılınçaslan, birçok platformda partisinin temsilcisidir. O, katıldığı platformlarda, sınıfının ve partisinin haklılığından ve ideolojik politik netliğinden aldığı güçle, partisini onur ve kararlılıkla temsil etmiştir.

Memet yoldaş, işçi ve halk toplantılarının, mitinglerin yetkin bir propagandacısı ve ajitatörüdür. Esip savuran, kuru ajitasyon yapan ya da ne dediği anlaşılmayan değil, kime seslendiğini bilen, gerçeklere dayalı, sorunları açık seçik ortaya koyan, somut çağrılar yapan bir propagandacı ve ajitatör.

Şeref ve Memet yoldaşları, işçi sınıfı davasının, sosyalizm mücadelesinin  kararlı ve yılmaz mücadelecilerini bu kadar erken ve birbiri ardına yitirmenin acısını ve derin hüznünü yaşadık, yaşıyoruz. Ancak, şimdi bize düşen, yoldaşların kararlıca savunucusu ve savaşçısı oldukları işçi sınıfı davasını, devrim ve sosyalizm mücadelesini daha ileriden savunmak ve bu uğurda mücadeleyi her günkü çalışmamızda bütün yönlerden geliştirmek, güçlendirmek ve bu davayı; onlara verdiğimiz anda sadık olarak zafere ulaştırmak için, daha bir öfke ve mücadele azmi ve enerjiyle çalışmak, mücadeleye atılmaktır.

Memet ve Şeref yoldaşların da yaşam ve çalışmalarında büyük önem verdikleri parti çalışmamızın çok yönlü ilerletilmesi, işçi sınıfı içinde çalışma, fabrika ve işyeri örgütlenmesi,  günlük işçi basınını parti çalışmasının temeli olarak daha ileriye taşıma, işçi hareketi ve partinin, burjuvazi ve sermayenin yalan, demagoji ve aldatmaya dayalı propagandasına karşı mücadelesini yeni araçlarla güçlendirme, parti çalışmasını tüm bu yönlerde geliştirmek üzere açılmış kampanyayı başarıyla sürdürme ve hedeflerine ulaştırma görevleri bütün somutluğuyla ortada ve gündemimizdedir.

Gazetenin, parti çalışmasındaki, çalışmanın ve örgütün ilerletilmesi, geliştirilmesindeki yeri, onu günlük çalışmamızın, işyeri, fabrikalar başta olmak üzere, tüm alan ve birimlerde süren çalışmanın temeli haline getirme çabamız, hem düne göre daha açık ve belirgin olarak önümüzdedir, hem de günlük dağıtımını daha genişletme, çalışmanın içinden, işçiler, emekçiler arasından ve onların yaşam ve mücadelelerinden canlı haberler ve röportajlarla daha etkin bir gazete haline getirme, birim ve alanlarda buna dayanarak güçlü örgütler kurma görevini savsaklanamaz ve ertelenemez bir biçimde yürütme sorumluluğu ile yüz yüzeyiz.

İşyeri ve fabrikalarda çalışmamızı, gazete temelinde, işçiler arasına, onların günlük yaşamlarına boylu boyunca girerek, yaşamımızı onlar arasında yeniden kurarak, nitelik olarak değiştirebilir ve geliştirebiliriz.

Şeref ve Memet yoldaşların da büyük bir heyecan ve coşkuyla benimsedikleri işçi sınıfı ve hareketinin ve partimizin burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelenin araçlarını çok yönlü geliştirme, ilerletme ve mücadelenin gerekleri haline gelmiş yeni araçları kurma kampanyamızı en güçlü tarzda sürdürme ve başarma görevi omuzlarımızdadır.

İşçi sınıfı davası, devrim ve sosyalizm davası haklılığından ve büyüklüğünden gelen gücüyle, ölümsüz savaşçılar ve önderler yetiştirmiştir. Memet ve Şeref yoldaşlar, yaşamları ve mücadeleleriyle bunların en ileri örneklerindendir.

Onların davası ve mücadelesinin sürdürücüleri olarak bize düşen; işçi hareketini, çalışmayı ve mücadeleyi hedeflerimize doğru geliştirmek ve güçlendirmek; bunun için onlardan ve mücadelelerinden öğrenerek, örnek alarak, militan ve savaşçı bir ruh ve tutumla görevlere sarılmak, ileri atılmaktır.

Şeref ve Memet yoldaşlar,

Bir ömür mücadeleniz mücadelemiz; davanız davamızdır.

Söz veriyoruz.

2007’ye Girerken

 

2006’da yaşanan sosyal-politik ve iktisadi olay ve gelişmeler, kuşkusuz yalnızca son bir yılın olgu ve olaylarıyla açıklanamaz. Bu, kapitalist emperyalizmin ürünü gelişme, çelişki ve çatışmaların temel etken ve nedenlerinin “belli bir zaman dilimi” içindeki gelişmelerin sınırlılığı içine çekilmesi ve kapsam ve içerikleriyle sonraki sürece etkilerinin daraltılması olurdu. Son bir yılın gelişmelerinin, bu zaman süresinde ortaya çıkma, çelişki ve ilişkilere yeni unsurlar katma, çelişki, çatışma ve gerici güçlerin açmazını daha belirgin biçimde açığa çıkarma gibi bir özelliği kuşkusuz vardır ve burada yapılacak olan da bir bakıma “olay ve gelişmelerin dökümü” üzerinden bunların neye işaret ettiklerini ortaya koymak olacaktır.

Ancak, Latin Amerika’dan Avrupa, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya’ya; dünyanın hemen her bölge ve ülkesindeki gelişmelerin emek-sermaye ilişkilerinin; emperyalist-kapitalist rekabet ve pazar ve etki alanı mücadelesinin ürünü olarak ortaya çıkma özelliği göz önünde tutulmadan da, bu “döküm” ve anlamı yerli yerine oturtulamaz. 2006’nın gelişmeleri 2005 ve son yılların sahne olduğu gerginlik ve çatışmaların basit bir devamı değildirler ama onların daha karmaşık ve keskin biçimlerle sürmesi ve yeni unsurlarla zenginleşmesi dışında da ele alınamazlar. 2005’te Batı Avrupa’nın başlıca ülkelerinde, tekelci burjuvazi ve partilerinin uyguladıkları sosyal-politik ve iktisadi saldırılara karşı ortaya çıkan kitle eylemlerinin etkisi 2006’ya da uzanmıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin işsizlik, yoksulluk, açlık ve siyasal baskıyla “terbiye edilmesi” politikalarına duyulan tepki ve sermaye partileriyle hükümetlerine duyulan güvensizlik başlıca İspanya, İtalya, Almanya, Yunanistan, Fransa, İngiltere, Hollanda olmak üzere bu ülkelerin hemen hepsinde emekçileri yeni arayışlara yöneltirken, sermayenin “geleneksel” büyük partilerinden uzaklaşma eğilimi 2005’in en önemli olgularından biriydi. Bu eğilim 2006’da da devam etti ve örneğin Hollanda’da “Sosyalist Parti”ye güçlü bir yöneliş oldu. 2006, emperyalist sömürgecilerin halklara karşı saldırılarının artarak ve Irak-Afganistan gibi bazı ülkelerde yoğunlaşarak devam ettiği bir yıl oldu. Tekelci burjuvazi askeri politikaları sürdürdü. Ekonominin askerileştirilmesi devam etti, vb.

KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER, ARTAN SALDIRILAR

2006’ya girerken, dünyamız önceki yıllara göre, çatışma ve savaş koşullarıyla daha fazla yüklüydü. Olgular ve gelişmeler, 2006’nın zor bir yıl olarak yaşanacağına işaret ediyor; kapitalizmin büyük güçlerinin izledikleri politika bu yöndeki gelişmelerin ivme kazanarak devam edeceğini gösteriyordu. Bunun en önemli etkeni, ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin pazar ve etki alanı mücadelesinin kızışması ve ona bağlı olarak izledikleri saldırgan yayılmacı politikalardı. Emperyalist rekabet ve çıkar gerginlik ve çatışmaları doğuruyor, bu da halklara artan sömürü, baskı ve saldırı olarak yansıyordu. Irak, Afganistan, Ortadoğu-Kafkasya’daki gelişmeler, ABD-AB üyesi ülkelerin ve ABD-Rusya; ABD-Çin ilişkilerinin seyri dünyanın daha fazla güvensiz hale geldiğini ve geleceğini gösteriyordu.

Gelişmeler bu yönde oldu ve bugün emekçilerle ezilen halklar açısından tehlike büyümeye devam ediyor. İktisadi-sosyal ve politik gelişmelerin son bir yıla ait kesiti, burjuvazi ve emperyalist büyük güçlerin dünyayı sürükledikleri gerginlik ve çatışma ortamının yeni çatışma, saldırı ve işgalleri kışkırtıcı işlev gördüğünü ve yoksulluk, işsizlik ve hak yoksunluklarını artırdığını gösterdi. Emperyalistlerle işbirlikçileri halkları birbirine karşı kışkırtma, milliyetçiliği ve şovenizmi yükselterek halkların kurtuluş mücadelesini sabote etme çabalarını yoğunlaştırdılar.

ABD’nin saldırgan yayılmacı politikaları, rakip emperyalistlerin silahlanmaya daha fazla sarılmalarının, işbirlikçi rejimlerin, halkın yoksulluğu ve daha fazla baskı altına alınması pahasına kaynakları silahlanmaya ve militarist örgütlenmeyi sağlamlaştırmaya ayırmalarının en önemli etkenlerinden biri oldu. Bush çetesi, insan ve canlı yaşamını tehdit eden ve doğayı kirleterek yaşanmaz hale getirme tehlikesi taşıyan zehirli atıkların etkisiz kılınmasıyla biyolojik-kimyasal-nükleer kitle imha silahlarının sınırlandırılması yönündeki uluslararası anlaşmalara karşı çıkmayı sürdürdü. Kitle imha silahlarını ve buna hizmet eden teknolojiyi geliştirme programları yenilendi. Uzayın silahlandırılması ve yeryüzündeki hakimiyet kavgası için kullanılması amaçlı “uydu yarışı” devam etti.

Uluslararası terörizme karşı mücadele” adına hemen tüm ülkelerde halk kitlelerine yönelik baskı yoğunlaştırıldı. ABD’nin Irak işgalini sürdürmek üzere harcadığı para 400 milyar dolara yükseldi.[1] Almanya, 2007 bütçesinde, orduya 30 milyar Euro ayrılmasını ve bunun‚ tedricen artırılmasını kararlaştırdı. Emekçilerin yaşamı ve ilişkilerinin burjuvazi ve militarist aygıtının denetimi altına alınması yönündeki çalışmalar hız kazandı. Tüm ülkelerde siyasal şiddet ve gericiliğin yoğunlaştırılması yönünde yasal düzenlemeler devam etti. İstihbarat örgütleri, ordular ve polis teşkilatları emekçilere ve sistem muhalifi güçlere karşı savaş koşulları yasalarıyla hareket ettiler. Orduların “iç güvenlik gücü olarak kullanılması” yönünde yasal düzenlemeler sürdürüldü. İletişim, ulaşım, yerleşim ve çalışma alanları ve araçlarının istihbari ve polisiye denetimi yönünde yeni adımlar atıldı. Kameralı denetim sokaklardan ve işyerlerinden evlerin içine kadar genişletildi. CIA’nın uluslararası operasyon ve işkencelerinde AB ülkeleriyle Türkiye gibi taşeron ülkelerin yönetimleri ve gizli servisleri aktif rol oynayarak işkenceli cezaevlerine sahiplik yaptılar ve göz yumdular.[2] Batı Avrupa ve ABD’de “göçmenler”e yönelik baskılar arttırıldı. Burjuva emperyalist politikalar şoven milliyetçiliğe güç verdi. Bağımlı ülkelerde faşist, gerici ve ırkçı parti ve akımlar emperyalist baskı ve dayatmaları da istismar ederek güç topladılar. Avrupa ülkeleri yöneticileri ve ABD‘deki en gerici, şoven ve faşist kesimler, yabancı düşmanı, ırkçı ve inanç farklılıklarını istismara dayanan politikalarıyla emekçiler arasında güvensizlik yaymaya ve onları “yerli-yabancı” “Müslüman-Hıristiyan” olarak birbirlerinden ayrı durarak sermayeye karşı mücadelede birliği gerçekleştirmekten alıkoymaya çalıştılar.

Dünyaya barış ve demokrasi getirme” iddiasındaki Amerikan emperyalizmi ve işbaşındaki yönetiminin izlediği politikanın dünyayı ateşe verme politikası olduğu daha da belirginlik kazandı. Amerikan haydut yönetimi, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi”ne yönelik saldırı ve entrikalarını ve Orta Asya-Kafkasya’da etki alanını genişletme çabalarını sürdürdü. ABD, emperyalizmin en keskin kılıcı olarak Ortadoğu‘da, Orta Asya‘da ve Latin Amerika’da askeri müdahalelere girişerek, sabotajlara başvurarak ve iç karışıklıklar çıkararak yayılma ve yerleşme çabalarını sürdürürken, Rusya başta olmak üzere rakip emperyalistlerle ilişkileri daha da gerginleşti. Bu politikanın bölgemiz halkları açısından en önemli sonucu baskının ağırlaşmasıydı. Amerikan yönetiminin izlediği politika, işgal ve savaşların bölge düzeyinde daha geniş bir alana yayılmasına hizmet ediyordu. Girişim ve hazırlıkları da bu yöndeydi. Irak’ta sürdürülen katliama, İran, Suriye, Lübnan ve Filistin’e yönelik tehdit, baskı, kuşatma ve saldırılar eşlik etti. Gürcistan ve Ukrayna’da örgütlenen “turuncu”, “kadife”(!) vb darbelerden esinlenen işbirlikçiler Londra, Washington, Paris gibi emperyalist merkezlerde üslenerek Suriye, Lübnan gibi ülkelerde benzer girişimler için hazırlıklarını artırdılar. Lübnan‘da üst üste meydana gelen sabotaj ve suikastlar ABD-İsrail politikasının unsurları olarak kullanıldılar. ABD ve Fransa; her biri kendi çıkarları yönünde Suriye‘yi Lübnan üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalıştılar. Lübnan, artan biçimde, İsrail, ABD ve Fransa tarafından karışıklıklara sürüklendi. İsrail’in Lübnan’ı işgali, ABD-İsrail politikalarının sömürgeci politikalar olduğunu bir kez daha kanıtladı. Casusluk örgütleri, Lübnanlı yandaş üst düzey politikacılara düzenledikleri suikastlarla direnişçi güçleri zor duruma düşürme ve anti Amerikan güç birliğini yıkma politikasını yoğunlaştırdılar. İran’a yönelik kuşatma sürdü. Irak’ta batağa saplanmış ve ilan ettiği hedeflerine ulaşamamış -bu olanaklı da görünmüyor- Amerikan emperyalistleri mezhep çatışmalarını kışkırtan provokasyon ve sabotajlara daha fazla sarıldılar. İsrail, Filistin topraklarını işgali sürdürürken, Lübnan ve Suriye‘ye karşı provokasyonlarını artırdı ve İran’a karşı savaş kışkırtıcılığını sürdürdü. Amerikan emperyalistleri, Kürt ve Filistin sorunlarını istismarı devam ettirdiler. ABD, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar, Emirlikler ve Mısır’ı daha sağlamca yedeklemek; Irak’taki direniş karşısında içine düştüğü açmazdan çıkmak, İran ve Suriye’yi tecrit ederek darbelere açık duruma getirmek, “PKK’ya karşı mücadelede işbirliği” adına, Türkiye’yi Kürt sorunu üzerinden işbirlikçiliğe daha fazla mahkum etmek vb. için diplomatik -istihbari- ekonomik ve politik trafiği yoğunlaştırdı; Türkiye ve bölge ülkelerinin daha büyük kargaşayla yüz yüze gelmesi için her yolu denedi. Hammadde kaynakları ve onların Batı pazarlarına iletim yol ve hatlarının denetimi kavgası Ortadoğu’yu daha fazla istikrarsızlaştırdı. Bölge ülkelerinin ilişkileri daha fazla gerildi.

İşleyen, emperyalist kapitalizmin yasalarıydı. Pazarlar ve hammadde kaynakları üzerine rekabet kızışırken, silahlanmaya ve şiddet mekanizmasının güçlendirilmesine daha fazla kaynak ayrıldı; üretimdeki artışa ve ekonomik büyümeye rağmen işçi ve emekçilerin yaşamı ve çalışma koşulları daha fazla kötüleşti, işsizlik yoksulluk ve açlık arttı.

ABD’NİN VE EMPERYALİSTLERİN AÇMAZI

ABD’nin içine düştüğü açmaz ve NATO’nun Afganistan’da “düzen tutturamaması”, emperyalistlerin, muazzam şiddet makineleri ve saldırı güçlerinin üstünlüğüne karşın, yenilebilir olduklarının da kanıtıdır. Irak‘ta süren direnişin, onca katliamlara ve mezhep-milliyet çatışmalarını körükleyen emperyalist provokasyonlara karşın giderek güç kazanmasını sağlayan halk desteği ve Filistin ve Lübnan’daki anti Amerikan -anti Siyonist direnişin gösterdiği yükseliş emperyalistlerin ve en başta da ABD emperyalizminin er geç yenilgiye uğratılacağının somut dayanak ve göstergeleri oldular.

Somut göstergelerinin başlıca Irak, Ortadoğu, Afganistan ve Latin Amerika’da görüldüğü üzere emperyalist büyük güçlerin sınıflar, devletler ve ülkeler arası ilişkileri değişmez-değiştirilemez biçimde belirleme gücüne sahip oldukları yönündeki burjuva propagandanın dayanaksızlığı yeniden kanıtladı. Çelişkilerin keskinleşmesi ve halkların antiemperyalist anti Amerikan öfkesinin kabarmasının da etkisi altında, Amerikan suç makinesi geri düğmesine basma zorunluluğuyla karşı karşıya geldi. Suriye ve İran’ın suçlanması için imal edilen “terörist eylemler” üzerinden sürdürülen propaganda inandırıcılığını daha fazla yitirdi: Lübnan’da üst üste düzenlenen bombalı suikastların CIA-MOSSAD imalatı olduğu yönündeki kuşkular güçlendi; Suriye’yi köşeye sıkıştırmak, İran’dan “eski ve ‘yarım kalmış’ kapışma”nın hesabını sormak, İsrail’in bölgedeki korsanlığı için ortam oluşturmak ve halklara karşı hainlikte sınır tanımayan işbirlikçileri işbaşına getirmek için başvurulan yol, yöntem ve araçlar ABD haydutluğunun hedeflerini deşifre ederken, onun açmazlarını daha da belirgin biçimde ortaya çıkarıyordu.

ABD ve NATO üyesi güçler bağımsızlık isteyen halkların eylemleri karşısında “geri basmak” zorunda kaldılar. Amerikan emperyalistleri, üç yıllık işgal ve sekiz yüz bine yaklaşan kitlesel kırıma karşın kazanamayacaklarını görmüş olmanın “şoku”nu yaşıyorlar. Bush ve çetesi, “Irak‘ta işlerin iyi gitmediğini, hatalı değerlendirmeler yaptıklarını” açıklayarak “Irak politikasının değişimi”ni gündeme getirmek zorunda kaldılar. Bush yönetiminin Ortadoğu ve Irak politikasını sorgulayan ABD halkı, Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde “Cumhuriyetçiler”e hayır diyerek bu politikanın değiştirilmesini istedi. İzlediği saldırgan-yayılmacı politikanın içerde halk kitlelerine getirdiği külfetlere duyulan tepkilerin açık sonuçlarıyla karşı karşıya gelen ve Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerde açık biçimde yenilgiye uğrayan Bush yönetimi, D. Rumsfield gibi, işgal ve yayılmacı politikanın bağnaz savunucusu bir bakanı görevden almak zorunda kaldı. Amerikan saldırganlığının pervasız temsilcilerinden R. Perle, Irak‘ı işgal etmenin “yanlış olduğunu” açıkladı; bir diğeri –“beton kafa” J. Bolton- BM Amerikan Temsilciliği görevinden istifa etti. Bush çetesinin suç ortağı ve İngiliz sömürgeciliğinin günümüzdeki temsilcisi Blair, Irak‘a müdahaleninbir felakete yol açtığı”kabul etti. Irak’taki durumu ve izlenecek politika değişikliğini görüşen “Irak Çalışma Grubu”na destek olduğu belirtilen eski Dışişleri Bakanı ve ABD’nin uluslararası politikalarının inşasında önemli sorumluluğu olan Henry Kissinger, ABD’nin bugünkü durumda Irak‘ta bir askeri zaferinin “imkansız olduğunu”” belirterek uluslararası konferans önerisinde bulundu. Amerikan yönetimi, “terörist politikanın ve terör örgütlerinin destekçisi” göstererek saldırı hedefine koyduğu Suriye ve İran ile “işbirliği yapılması”nı gündeme getirdi. ABD ve İran yönetimlerinin karışlıklı tehditlerini Talabani-Ahmedinejad- Esad görüşmelerinin planlanması izledi. Ahmedinejad ve Talabani, “işbirliğinden duyacakları memnuniyeti” dile getirdiler ve “eski dostlukları”nı yad ederek, “bölge istikrarı” üzerine “yeni politikalara olan ihtiyaç”tan söz ettiler. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD’nin “bir şekilde Irak’ta kapana kısıldığı”nı; “ne kalabiliyor, ne gidebiliyor” duruma düştüğünü belirtti.[3]

Talabani Irakta güvenliğin sağlanması için İran yönetiminden açık yardım talebinde bulunurken, Ahmedinejad ile -karşılıklı olarak- “her türlü işbirliğine hazır olduklarını” açıklamasıyla da Amerikan politikasına güven yitimi içinde olduklarını göstermiş oldu. Bunu, Barzani ve öteki Kürt yöneticilerin ABD’nin “Irak politikasını yenileme taktiği”ne itirazları izledi.[4] ABD, İran ile ilişkilerin geliştirilmesini bir tek koşulla; Irak’taki direnişin kırılmasına İran’ın yardımcı olması koşuluyla kabul edebilirdi, ama Talabani’nin Ahmedinejad ile görüşmesi ardından yapılan açıklamalar ise bu kalıba sığmıyordu! İran ile “ilişki”nin bu tarzı ABD politikalarını zaafa uğratan ve İran lehine bir gelişmeye işaret ediyordu.

“Yeni Ortadoğu’nun oluşturulması zamanının geldiği” ve bunun askeri-politik, sosyal ve ekonomik-kültürel her yol ve araç kullanılarak ABD tarafından oluşturulacağı yönündeki ABD dayatmasının Amerikan-İngiliz ve İsrail açmazını derinleştirdiği bu son gelişmeler üzerinden daha açık biçimde belirginleşti. ABD yönetiminin önündeki en önemli sorunlardan biri, bugün Irak’ta içine düştüğü açmazı nasıl aşacağı ya da bataklıktan nasıl çıkacağıdır. Irak’taki işgal kuvvetlerini takviye etmesi ya da belirli bölgelere güç yığması, bataklıktan çıkış yolunu açar görünmemektedir. İran ve Suriye’yi kuşatma, “hatta vurma”dan geriye basarak onlarla işbirliği içinde Irak’taki açmazdan kurtulmaya çalışması, adı nasıl konursa konsun Ortadoğu ve uluslararası politikalarının ciddi bir darbe yediğinin göstergesidir ve “ricat”ı, sabotajlar ve yalan üzerine kurulu saldırgan politikasının kesin yenilgisini önlemek için yeni manevralara zorunlu kaldığını göstermektedir

Irak‘tan asker çekmenin ya da Irak dışında veya K. Irakta yoğunlaştırmanın tartışılması, Rumsfield‘in istifa zorunda kalması ve yerine İran ile işbirliğini savunan eski CIA şefi Bob Gates‘in getirilmesi, İran ve Suriye ile “masaya oturulması” ve “uluslararası bir konferans toplanması” önerisinin Bush tarafından da kabul edilebilir görülmesi, başarısızlığın açık itirafı vb, sadece açmazın kabullenilmesi bakımından değil, bölgede istikrar ve refahın sağlanması amacıyla değil, ama kaynakların zaptı, ulaşım yolları ve hatlarıyla pazarların denetimi için ve istikrarsızlık ve çatışma gücü olarak bulunulduğunun da kabullenilmesi demektir. Amerikan emperyalist şefleri “uluslararası camia” önünde bunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.

Bu gelişmeler, emperyalist rekabeti kışkırtıcı; emperyalistler arası güvensizliği ve kamplaşmayı geliştirici bir işlev de görmektedirler. Almanya ve Fransa, AB ordusu oluşturma politikası doğrultusunda ve “tehdit alanlarına müdahale” adı altında çeşitli ülkelere askeri operasyonlar düzenleyebilmektedirler. Başlıca emperyalist güçlerin her biri İran ile ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda yenilemeye çalışmaktadır. ABD-Rusya ‘mesafesi’ daha fazla açıldı. Emperyalist güçler önümüzdeki süreçte daha büyük sorunlarla karşı karşıya gelmeleri için yeterince ‘stok’ birikmiş durumdadır.

 

2007; İSTİKRARSIZLIK, GERGİNLİK VE ÇATIŞMALAR YILI

Uluslararası ve bölgesel gelişmeler, pazar ve etki alanları mücadelesinin daha sert çatışmaları gündeme getirecek biçimde keskinleşmeye yol aldığını gösteriyor. ABD, Latin Amerika’yı -orada önemli darbeler yemesine karşın-, “arka bahçe” olarak kullanma politikasından vazgeçmiş değil. Küba, Venezüella, Bolivya halklarının antiemperyalist mücadelesinin, Chavez ve Morales’in halkçı-ulusal politikalarının önünü kesmek için darbeci-sabotajcı çizgisini sürdürüyor. Meksika, Brezilya, Arjantin, Şili ve Uruguay halklarının aynı doğrultudaki muhalefeti, ABD’nin en önemli handikaplarından birini oluşturuyor ve O’nun “kıta”daki hegemonyasını zaafa uğratacak gelişmeleri engellemek için önümüzdeki dönemde daha fazla saldırganlaşması sürpriz olmayacaktır.

Bugün kapitalist dünyanın zenginlik sıralamasında başı çeken tüm ülkelerinde milyonlarca insan yoksulluk koşullarında yaşıyor; işsizler ve barınaksızlar on milyonları buluyor. Emperyalist ülkeler başta olmak üzere kapitalist dünyada “zengin-yoksul ayrımı” tekelci işletmelerin ve devlet gelirlerinin artışına karşın derinleşmeye devam ediyor. Düşük ücret ve maaş dayatması, burjuvazinin “dünya politikası”nın ana başlıklarından birini oluşturuyor. İşçi ve emekçilerin zorlu mücadelelerle elde ettikleri hakların yok edilmesi yönündeki iktisadi/sosyal uygulamaların ağırlaştırılarak sürdürüleceğini burjuvazi ve hükümetleri ilan etmekte sakınca görmüyor, aksine bunu, “rekabette geri kalmamak” adına zorunluluk olarak gösteriyorlar. “İşçilik maliyetinin yüksekliği”, saldırıları maskeleyen burjuva yalanlarının başında geliyor. Tekelci şirketlere vergi indirimi ve devlet eliyle teşvikler yapılırken, ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi en ileri kapitalist ülkelerde dahi emekçilerin vergi yükü artırılıyor; emeklilik yaşının yükseltilmesi, ikramiyelerin ve fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi veya tümüyle iptali, çalışma süresinin uzatılması, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının yasalardan çıkarılması yönündeki sermaye baskısı ve hükümet uygulamaları yoğunlaşarak sürüyor. Bütün bunlar, dünya ekonomisinin “ortalama %2 civarında büyüdüğü” açıklamalarının yapıldığı bir dönemin uygulamaları. IMF sözcüleri dünya ekonomisinin 2004’te %5 büyüme gösterdiğini, bu oranın 2005 ve 2006 için de beklendiğini açıkladılar.[5] IMF Başkanı Rodrigo de Rato, ‘Dünya Ekonomi Forumu İstanbul Zirvesi’nde “küresel ekonomik büyümenin hem 2006’da hem de 2007’de yüzde beş civarında olmasının beklendiği”ni açıkladı. Rato, Çin ve Hindistan’ın ekonomik büyüme için “önemli motorlar haline geldikleri”nden söz ediyor, “yaşadığımız an”ın, “tüm uluslar için büyük bir fırsat anı olduğunu” belirtiyor ve “küresel ekonomik ve mali piyasa koşullarından yararlanma”nın önemini vurguluyordu.[6] Bu gelişme ve açıklamalar, açlık, yoksulluk ve işsizliğin; düşük ücret ve sosyal hak gaspının ekonomik küçülme, kaynak azlığı ya da yokluğu nedenli olmayıp daha fazla kar sağlama ve artı değer sömürüsünü artırma amacıyla ilişkili olduğunu gösteriyor.

Aksine, bunlar, tekellerin karlarını daha da artırdıkları, büyük tekellerin küçükleri yuttukları ve tekel dışı kesimler üzerindeki baskıların arttığı, bağımlı ülkelerden kaynak akışının büyüdüğü bir dönemdeki kapitalist işleyiş ve ilişkilerin sonuçları olarak ortaya çıkıyorlar. Ve zaten daha az işçiyle daha fazla kazanmak için işçileri kapı dışarı etmeyi sürdüren kapitalistler, daha fazlasını işten atmayı “rasyonel planlama” adına gündemlerinin ön sıralarına aldılar. Uluslararası faaliyet yürüten otomotiv, iletişim, ulaşım, demir çelik ve kimya tekelleri gelecek yıl ve yıllarda da binlerce işçiyi işten atmayı sürdüreceklerini ilan ettiler.[7] Sosyal hak yoksunluğu dayatması; sosyal giderlerin emekçilerin kendilerine yüklenmesi politikası hemen tüm kapitalist ülkelerde, önemli ölçüde ve denebilir ki “başarıyla” uygulamaya geçirildi. Ekonomik büyüme başlıca kapitalist ülkelerde ve bağımlı kapitalist ülkelerin en önemlileri arasında olan Arjantin, Brezilya, Türkiye, İspanya, Yunanistan, Meksika, G. Kore vs ülkelerde devam etmesine rağmen, işçi ve emekçilerin gelirlerinde ve yaşam koşullarında bir iyileşme esas olarak gerçekleşmedi. 1.1 milyar dünyalının günde ancak bir dolar ve 2,7 milyar kişinin ancak iki dolar (Ayda 60, yılda 720) harcama yapacak gelire sahip olması durumu değişmedi. Ücretler, maaşlar ve küçük-orta kesimlerin gelirleri ya geriledi ya da yerinde saydı, issizlik büyüdü.

ABD’de kırk milyon kişi yoksulluk sınırları altında yaşıyor. Buna karşın silahlanmaya harcanan kaynak 2005 yılı itibariyle 850 milyar dolardı ve Irak işgali savaş sanayi ve iletişim-ulaşım sektörlerinde üretim artışına yol açan etkisine karşın, işgal güçlerinin yıkım için harcadıkları kaynağın muazzam büyüklüğü karşısında (yaklaşık 400 milyar dolar) bu artış “devede kulak” kalıyor ve savaşın yükü de emekçilere yıkılıyor.[8] Ekonomik büyüklük bakımından dünyanın ilk üç ülkesinden biri olan Almanya’da halkın %13’ü yoksulluk koşullarında yaşıyor. 1998’de %12 olan yoksulluk oranının 2005’te % 13’e çıktığı açıklandı. Ücretler ise, ekonomideki iyileşmeye, üretimde ve dış ticaret fazlalığındaki artışa rağmen 1991 yılı seviyesinde bulunuyor.[9] Fransa, İngiltere ve Japonya’da zengin-yoksul uçurumu giderek büyüyor ve çalışabilir nüfusun %5 ile 8’i işsiz durumda.

Pazarlar üzerindeki rekabetin kızışmasına bağlı olarak büyük güçler arasındaki “ticaret savaşları” hız kazandı. ABD, parasının değerini düşük tutarak rakiplerin pazar paylarını daraltma politikası izlerken, Çin ve Japonya ihracat pazarlarını koruyabilmek amacıyla ve ABD’nin ‘dolar oyunu’na karşı kendi paralarının değerlenmesini önlemeye çalışıyorlar. Asya merkez bankalarının, 3 trilyon dolara yaklaşan döviz rezervlerinin yüzde 80-90’ını ABD tahvil piyasasına yatırdıkları tahmin ediliyor. Bu, 646 milyar doları bulmuş olan ABD ödemeler dengesi açığı ve federal bütçe açığının finanse edilmesi anlamına geliyor. Ancak bu “işleyiş”, ABD için “patlamaya hazır bir bomba” tehdidi de oluşturuyor. Yabancı fonların geri çekilmesi, ABD için en azından büyük bir mali krize yol açabilecektir. ABD ekonomisinin (dünya ekonomisinde yüzde 30’dan fazla bir paya sahip), büyümeye devam eden cari açıklar, dış ticaret açığı ve artan borç miktarıyla, daha ne kadar “kazaya uğramadan ilerleyeceği” sorusu artık daha fazla sorulmaktadır. Amerikan ekonomisinde ortaya çıkacak bir kriz ise dünya ekonomisinde yeni bir kriz ve çalkantının nedeni olabilecektir.

Uluslararası tekellerle emperyalist ülkelerin bağımlı ülkelerin kaynaklarını yağmalamaları ‘devasa boyutlar’a ulaşmıştır. “Gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılanları da içinde olmak üzere, bağımlı ülkelerin borç yığınağı, büyük meblağlı faiz ve borç geri ödemelerine karşın giderek büyüyor. Bağımlı ülkelerin halkları daha ağır sömürü koşullarına çekiliyor ve bu ülkelerin kaynakları daha fazla yağmalanıyor.

2007’nin ‘kapısı aralanırken’, eşikte görünen, işçi ve emekçilere yönelik sömürüyle halklarının daha fazla yoksulluğa sürüklenmesi pahasına, bağımlı ülkelerin yağmalanmasının artış göstereceğidir. Ekonomik-sosyal olgularla politik-askeri gelişmeler, Pentagon ve Beyaz Saray propagandacılarıyla CIA tezgahından geçmiş her türden Amerikan misyonerinin göstermek istediğinin aksine, ABD veya diğer herhangi emperyalist ülkelerle bağımlı kapitalist ülkelerin egemen sınıfları ve devletlerinin halkların refahı ve mutluluğuyla ilgili olmadıklarını; kapitalist emperyalizmin işsizlik, yoksulluk, hak yoksunluğu, militarist baskı, işkence, açlık, savaş ve cinayetleri ortadan kaldırma işlevi ve hedefinin bulunmadığını yeniden ve yeniden kanıtlıyor. Olay, olgu ve gelişmeler, her yönüyle daha çetin bir döneme doğru yol alındığını gösteriyor ve yaşananlar, ne kadar güçlü aygıtlara sahip olurlarsa olsunlar emperyalist şeflerin gelişmeleri iradi kararlarla yönlendirme olanağına sahip olmadıklarını ve olamayacaklarını; ezilenlerin antiemperyalist, antikapitalist mücadelesini engelleme olanaklarının giderek daraldığını göstermektedir.

HALKLARIN MÜCADELESİ

2006’da işçi sınıfı, emekçiler ve halklar uluslararası tekellerle emperyalist büyük güçlerin ve işbirlikçi tekelci gericiliklerin ekonomik-sosyal ve politik saldırılarına tepkisiz kalmadılar; yer yer ve bazı ülkelerde (Fransa, Almanya, Hollanda, ABD, Yunanistan, İtalya ve Türkiye gibi) çeşitli kitlesel protesto, direniş ve eylemleri gerçekleştirdiler. Ancak, uluslararası tekellere, hükümetlere ve kapitalistlere geri adım attıracak, izledikleri politikaları terke zorlayacak büyük, etkili ve yaygın işçi-emekçi eylemleri gerçekleştirilemedi. Bunun çok çeşitli etkenleri olmakla birlikte, hareketin örgütlenme ve mücadele alanındaki önemli zayıflıklarını aşamaması, dağınıklığın hala sürüyor olması, sermaye partilerine güvensizliğin artmasına ve devam etmesine ve bunun sonucu olarak emekçiler içinde yeni bir arayışın güçlü göstergelerinin ortaya çıkmasına karşın, bu arayışa uygun toparlayıcı ve birleştirici örgütlenmenin gerçekleştirilememesi, burjuva sendikal bürokrasisi barikatının yıkılamaması vb, önemli nedenler arasındaydı.

Buna karşın, işçi ve emekçiler hemen tüm ülkelerde saldırılara çeşitli biçimlerde karşı koymaya çalıştılar ve sessiz kalmadılar. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Hollanda gibi ülkelerde emekçi kitlelerin, hükümetlerin izledikleri iktisadi sosyal ve askeri politikalara gösterdikleri güvensizlik bu ülkelerdeki yerel ve ulusal ölçekli seçimlere yansıdı. Halkın asgari yaşam standartlarında gerilemeye, ücretlerin düşük tutulmasına, işsizlik yardımı, Noel ikramiyesi, fazla mesai karşılığı gelirlerin kaldırılması ya da kısıtlanmasına yol açan politikalarda ısrar eden hükümet ve partilere artan tepkisi, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele edeceğini söyleyen “sol” ya da “sosyalist” partilerin seçim başarılarının en önemli etkeniydi. Kitlelerin taleplerini sahiplenenler destek görürlerken, sermayenin büyük partileri önemli oranda oy kaybına uğradılar. Fransa’da CPE yasasını (gençlerin kapitalistler yararına ve “deneme süresi” adı altında iki yıl çalıştırılıp işten atılmasına olanak sağlayan tasarı) protesto eden yüz binlerce gencin kent yoksulları ve işçiler desteğindeki büyük protestosu Sarkozy hükümetine geri adım attırdı. Irkçı söylemlerle gençleri aşağılayan hükümetin polis-jandarma gücüyle protestoları bastırma tutumu sonuçsuz kaldı. Yunanistan’da birkaç kez büyük gösteriler ve genel grev düzenlendi. İngiltere‘de ulaşım ve temizlik emekçileri hükümet politikalarını protesto ettiler. İsveç’te işçi, memur ve öğrenciler işsizlik kasasında yapılmak istenen değişiklikleri protesto gösterileri düzenlediler ve bunları “pazartesi ayaklanması” olarak adlandırdılar. Almanya’da sosyal politikalara ve işten atmalara karşı çeşitli protesto eylemleri yapıldı.

Amerikan ve öteki emperyalist ülkelerin dayattıkları politikalara karşı ezilen halkların direnişi ve protestoları, Latin Amerika‘da, Afrika ve Asya‘da yeni biçimler alarak sürdü ve bazı ülkelerde yükseliş gösterdi. Venezüella, Ekvador, Bolivya ve Meksika dikkat çeken eylemlere sahne oldular ve Amerikan yönlendirmesindeki darbelerle gerici sabotaj politikalarının yenilgiye uğratıldıkları ülkeler oldular. Chavez, ABD’nin tüm provokasyon ve darbeyle işbaşından uzaklaştırma girişimlerini boşa çıkararak ve onun Venezüella halkını baskıyla yönettiğine dair kara propagandayı etkisizleştirerek %61 halkoyu desteğiyle bir kez daha devlet başkanlığı görevine getirildi. Bu, uluslararası suç örgütü olarak örgütlenmiş Amerikan devlet gücü ve politikasına indirilmiş bir darbe işlevi gördü ve uluslararası alanda ezilen-bağımlı halklarla işçi ve emekçilere moral-manevi destek sağladı.[10] Hugo Chavez’e ya da Evo Morales‘e verilen halk desteği, onların toprakları topraksız ve az topraklı köylülerin yararına yeniden düzenlemeleri, petrol üretimini ülke ve halk çıkarları yönünde kullanma çabaları ve ulusallaştırma politikalarıyla Amerikan dayatmalarına karşı açık ve kararlı direnç göstermeleri dolaysız olarak rol oynadı. Venezüellalı, Bolivyalı, Ekvatorlu, Meksikalı, Brezilyalı ve Uruguaylı işçi ve emekçiler, emperyalist dayatmalara ve sömürgeci politikalara kararlılıkla karşı çıkan ve halkın talepleriyle birleşip o doğrultuda uygulamalar gerçekleştiren halkçı-demokratik yönetimleri ve politikacıları yalnız bırakmayacaklarını ortaya koydular.

Lübnan, Suriye, İran, Irak ve Filistin‘de ABD-İngiliz emperyalizminin sömürge politikalarına halkların direnişi yükseliş gösterdi. Kiminde yüz binler, kiminde milyonlar sokaklarda ve silahlı eylemlere girişerek emperyalist-Siyonist saldırganlığa direndiler.

Amerikan emperyalizmi ve korumasındaki İsrail Siyonizm’inin Lübnan‘a karşı giriştiği işgal, Arap-İsrail Savaşları tarihinde ilk kez Lübnan halkının Hizbullah ve öteki Lübnanlı örgütlerin birleşik direnişi ve yurtsever savaşıyla püskürtüldü. İsrail-Amerikan politik-askeri stratejisi önemli bir darbe yedi. Hizbullah yöneticileri ve öteki direniş güçleri, İsrail saldırılarıyla Amerikan planları arasındaki ilişkiye işaret ederekBush politikalarının defedilmesizorunluluğunu vurguladılar ve mücadeleyi sürdüreceklerini açıkladılar. İsrail yönetimi, Lübnan’da halkın direnişi sonucu püskürtülmesi ve Suriye ve İran’a yönelik provokatif politikalarının başarısızlığa uğraması sonucuhatalarını irdeleme gereksinimi duyduğunuaçıkladı ve askeri üst bürokraside tasfiyeleri gündeme getirdi. İsrail’de yüz bin kişi, Siyonist politik yayılmacılığı ve Amerikan piyonluğunu protesto ederekArap-Filistin İsrail çelişkilerinin dostane çözümüisteklerini yineledi.

TÜRKİYE; BOYUTLANAN İŞBİRLİKÇİLİK, SALDIRI VE AÇMAZ

Türkiye, işbirlikçi gericilik tarafından emperyalistlerin, özellikle de Amerikan emperyalizminin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya stratejilerinin içine çekilmesinin; bölgede komşularına karşı gerginlik politikaları izlemesinin ve içeride halk kitlelerine karşı saldırı ve baskıyı yoğunlaştırmasının sorunlarını 2006’da daha da ağırlaşmış biçimde yaşadı.

AKP hükümeti, uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarının ifadesi olan politik ve iktisadi-sosyal uygulamaları sürdürdü. Sosyal iktisadi hemen tüm alanlarda burjuvazi yararına düzenlemeler gerçekleştirildi. Özelleştirmeler hızlandı. En büyük “kamusal” işletmelerin satışa çıkarılması hükümetin “övünç kaynağı” oldu. Sosyal harcamalar kısıtlandı, tarımsal üretim için sübvansiyonlar, küçük ve orta boy işletmelere sağlanan destek, tekellerin çıkarları yönünde kaldırıldı. Düşük ücret dayatması, işten atmaların kolaylaştırılması, zenginlere vergi indirimi, özelleştirmede son darbeleri vurma vb, hükümetin gündemini oluşturdu. Eğitim ve sağlık kapitalist işletme kurallarına daha fazla bağlandı. Emekçilerin eğitim ve sağlık “hizmeti”nden yararlanmalarının yolunu kapatan yasa tasarıları hazırlandı ve bunların 2007 başında yürürlüğe girmeleri için hazırlıklar tamamlandı. Ekonomide, 2001’deki krizin ardından ve halkın gereksinmelerini karşılama olanaklarının daha fazla kısıtlanması pahasına sağlanan ortalama %5-6 civarındaki büyüme ve enflasyonun %10 civarlarına düşürülmesi, kitleler içinde ekonominin iyiye doğru gittiği görüşünün güç bulmasını sağlarken, tekelci sermaye ve kapitalistler artı değer sömürüsünü yoğunlaştırdılar, kaynakların yağması pervasız biçimde sürdürüldü.[11] İzlenen faiz ve döviz politikalarıyla ve vergi indirimi ve teşviklerle karlarını artırdılar ve küçük ve orta boy işletmelerdeki kapanma ve iflas artışı pahasına ve onları da yutarak faaliyet sahalarını genişlettiler.[12] Kapasite kullanımı ve verimlilik artışını sürdürdüler ama daha fazla sayıda işçiyi de kapı dışarı ettiler.[13] Düşük ücret dayattılar ve asgari ücretin düşük tutulması için hükümeti baskı altına almayı sürdürdüler. TÜSİAD ve TOBB yöneticileri, IMF-Dünya Bankası sözcülerinin açıklamaları doğrultusunda “asgari ücretin yüksekliği” demagojisini sürdürerek “bölgesel asgari ücret uygulamasına geçmenin yararları” üzerine demagojik açıklamaları yoğunlaştırdılar. TÜRK-İŞ araştırmaları 652 YTL’yi açlık sınırı ve 1971 YTL’yi yoksulluk sınırı olarak belirlerken, 260 dolara denk gelen 380 YTL’lik asgari ücretin yüksekliği tartışmalarını yürütebildiler. İzlenen iktisadi politikalar ve tarım ve sanayinin uluslararası tekellere açılması ya da onların “serbestçe faaliyeti” için yeniden düzenlenmesi sonucu tarımsal üretim bir yılda, önceki 25 yıllık dönemin toplamından da fazla olarak geriledi. AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın, “satın alma gücünüz düştüyse partime sakın oy vermeyin” meydan okumasına karşın, Türkiye’nin, açlık sınırı koşullarında yaşam mücadelesi veren en yoksul 14 milyon kişinin günlük ortalama bir dolar ancak harcayabildiği bir ülke olması durumu değişmedi. Bu yoksullaştırma politikaları pahasına tekellerin karları büyüdü: Doğan Holding, yılın ilk 9 ayı itibarıyla net karını 874 milyon YTL (690 milyon dolar)’a; Sabancı Holding ise aynı dönem için net karını 419 milyon YTL’ ye çıkardı. Tarımsal nüfus, büyük sosyal ve ekonomik problemlerle yüz yüze geldi.[14]

Siyasal baskı yoğunlaştırıldı. Demokratik haklar için mücadele eden yurttaşlara, ulusal hak eşitliği isteyen Kürtlere, devlet ve hükümet politikalarını eleştiren yazar ve politikacılara, ekonomik-sosyal haklar için mücadeleden yana sendika ve diğer kitle örgütlerine yönelik saldırılar arttı. ABD’nin Ortadoğu politikasına karşı tepkinin yükselişine yaslanan ve Kürt sorununda çözümü geleneksel inkarcı politikanın sürdürülmesinde ve şiddet ve Türk milliyetçiliğinin güçlendirilmesinde arayan şoven gerici kesimler birbirleriyle “kim daha fazla milliyetçi” yarışına da girerek demokratik haklar mücadelesine karşı saldırıları yoğunlaştırdılar. “Özgürlüklerin sınırlarını genişletme” adına ceza yasaları ağırlaştırılarak kapsam ve etki alanları genişletildi. Generallerin, “teröre karşı etkin mücadelede eli kolu bağlı kalmamak” iddiasıyla olağanüstü hal yasalarına geçiş istekleri doğrultusunda TCK, Adalet Bakanı’nın açıklamasıyla “Askeri kanat, polis ve MİT’in terörle mücadele konusundaki istek ve talepleri” doğrultusunda değiştirildi. “Türklüğe hakaret”i ceza konusu edinen ve “dünyanın neresinde yaşarsa yaşasınlar Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık” olarak ve “Türk milleti kavramından geniş… Türkiye dışında ve aynı kültürün iştirakçileri olan toplumları da kapsamak” üzere, ırkçı bir tarifle gerekçelendirilen 301. madde Demokles’in Kılıcı gibi, emekçilerin ve aydınların başı üzerinde hazır bekler duruma getirildi.

Türkiye’nin işbirlikçi egemen güçleri, ABD’nin Irak‘ta başarı sağlaması için toprakları, üsleri ve limanları Pentagon’un hizmetine vermekle kalmadılar, Irak’taki direniş güçlerinin etkisizleştirilmesi ve işbirlikçiliğin güç kazanması için de yoğun çaba içinde oldular. AKP hükümetinin yöneticileri, en başta Başbakan olmak üzere Irak’taki “Sünni aşiretleri”ni direnişten vazgeçirmek, İran ve Suriye‘yi de ABD planlarına razı etmek için mekik dokudular. Bush yönetimi adına bu ülkelerde ve genel olarak Arap ülkeleri yönetici çevreleri içinde diplomatik faaliyet yürüttüler, tehditler savurup Amerikan emir erliğine soyundular. ABD’nin Irak‘ı işgaline “çanak tutup” toprak ve üsleri ABD saldırı güçlerine açanlar, Kürt sorununu onun “koordinatörlüğü”ne vermeyi kabullendiler. Amerikan planı ve politikasının “milli politika”larıyla tüm aykırı yönlerine karşın, ona yedeklendiler.

Sermayenin işbirlikçi-gerici, şoven milliyetçi ve sosyal demokrat temsilcileri (partiler, kurumlar, basın vs) arasındaki “it dalaşı”nın en önemli konularını, Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin Irak- Ortadoğu ve Orta Asya politikaları “içindeki” yeri ve üstleneceği rol, Kürt sorunu ve “laiklik-şeriatçılık çelişkisi” oluşturuyordu. AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Ege sorunu, Ermeni katliamı üzerine süren-sürdürülen tartışma, ABD’nin stratejik çıkarlarıyla “uyum”un “sınırları” ve “koşulları”, ilişkileri gerginleştiren sorunlar arasındaydı. Kürtlerin kendi kaderlerini ellerine alma, Türk ulusuyla ulusal tam hak eşitliğine sahip olma; kaynakları üzerinde söz sahibi olma ve nasıl kullanılacağına karar verme; kültürel gelişmeleri önündeki engellerin kaldırılması ve uğradıkları büyük mağduriyetlerin tazmin edilmesi istemlerine karşı şovenist saldırgan ve ayrılıkçı politika devam etti. Hükümet adına yapılan “iyileştirme ve çözme” vaatleri doğrultusunda sözü edilebilir bir adım atılmazken, generaller ve aşırı şoven kesimlerin temsil ettikleri “askeri çözüm”cü politika sürdürüldü. Ancak bu politikanın açmazları da daha fazla belirginlik kazandı. Askeri saldırılar ve tehditler sürerken, inkar ve imhanın çözüm olamadığı ve olamayacağı daha fazla açıklık kazandı; “ya bölünecek ya çözülecek” kavşağına gelindi! Diyarbakır’daki, Hakkari’deki askeri-polisiye saldırılara ve Fantomlu tehditlere rağmen kitlesel protestoların ortaya çıkışı, “kitlesel siyasal mücadelenin yükselmesi”nin önemli göstergelerinden biriydi.

Bölgedeki gelişmeler, Irak Kürtlerinin “Federe Devlet” oluşumu, ABD ve AB’nin sorunu kendi çıkarları yönünde kullanma politikalarının oluşturduğu baskı ve Türkiye Kürtlerinin ulusal hak eşitliği taleplerini ısrarla sürdürmeleri, “klasik” inkarcı ve saldırgan politikaların eski tarz sürdürülmesini zorlaştırırken, sorunun “tek ulus, tek devlet, tek dil” anlayışı çerçevesinde ele alınması ve “çözümü”nü olanaksız kılan gelişmeler (nesnel ve öznel) işbirlikçi gericiliği; devlet ve hükümetin açmazını derinleştiriyor. Türk şoveni en gerici kesimler hala “Kürt sorunu”ndan söz edilmesini “bölücülük” ve “ihanet” saymaya devam etseler ve “son terörist ortadan kaldırılıncaya kadar” askeri harekatın sürdürülmesini savunsalar da, “Kürt siyasallaşmasının kitlesel boyutu” ve çözümsüzlüğün “pahalı” sonuçlarını görmektedirler. Kürt dili ve kültürü alanındaki küçük iyileşmelerin kabullenilmesi ve “ekonomik-sosyal önlemler” demagojisi, sorunu‚ en az zararla çözme çabalarından bağımsız değildir ve Türk burjuvazisi, Kürt toprağındaki politik-iktisadi, kültürel ve askeri hakimiyetini kaybettirmeyecek bir “çözüm” arayışındadır. Aralarındaki gerginlik ve bölünmenin nedenlerinden biri de bu soruna yaklaşımdaki farklılıklarıdır.

İşbirlikçi gericiliğin çeşitli kesimleri arasındaki güç ve iktidar kavgasında, AKP yönetimi, ABD ve AB’nin desteğini arkasına alarak ve halkın dini inançlarıyla geleneksel önyargılarını istismarı elden bırakmayarak ve “sivil temsil ve irade” üzerine demagojik istismarcı propagandayla generaller “cephesi”ni püskürtmeye ve devlet bürokrasisindeki “kadrolaşma girişimlerini sürdürerek” mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor. Başını Genelkurmay, Cumhurbaşkanı ve CHP’nin çektiği kesim ise, AKP ve hükümetini “ülke çıkarlarını ve cumhuriyetin değerlerini ihlal etmek”le suçlayarak onu zayıf düşürme çabasında. Bu iki başlıca kesim arasındaki gerginlik ve mevzi kazanma mücadelesinin daha da sertleştiği bir döneme girilmesi, halk kitlelerine yönelik sermaye baskılarıyla entrikalarının artması anlamına da geliyor. Genelkurmay ve generallerin, CHP ve “Kemalist aydınlar”ın yürüttükleri propagandanın, İslami gericiliğin gelişmesi ve ülkenin ortaçağ karanlığına çekilmesinden çekinen ve esas gövdesini geniş küçük burjuva kesimlerin oluşturduğu kitleler içinde küçümsenemez bir etki yaratması ve politik alana “asker müdahalesi”nin, bazı tepkilere karşın kabullenebilir görülmesi, bu yöndeki tehditlerden birini oluşturuyor. Halk kitleleri karşısındaki konumlanışlarıyla burjuva partileri arasındaki farklar giderek silikleşti. ANAP ve DSP ‘tabela partisi’ne dönüşürken, DYP, MHP ve CHP milliyetçilik ve şovenizm üzerinden; CHP ve MHP laiklik istismarıyla güç toplamaya çalıştılar. CHP yönetimi “sağa açılma”yı sürdürdü ve MHP’ye daha fazla yaklaştı. İki partinin üst yönetimi karşılıklı övgü dolu açıklamalarla birbirlerinin “ulusalcı özellikleri”ne atıfta bulundular ve “bir koalisyon hükümetinde bir araya gelmelerinin mümkün olabileceği”ni açıkladılar.[15]

Son seçimlerde parlamentoya giremeyen MHP geleneksel çizgisini sürdürmesine; Bahçeli’nin “sorumlu politikacı” ve “meşru hat” taktiğine karşın, “ülkücüler” yeniden “işbaşı yapma”larına ve sokaklarda ve okullarda provokatif saldırıları yeniden yoğunlaştırmalarına rağmen, bu “yakınlaşma”, CHP’nin geldiği yeri göstermesi bakımından özellikle dikkat çekicidir.

CHP’nin yöneticileri, şovenizm ve gericilik savunusunda MHP’yi geride bıraktıracak kadar, demokratik özgürlüklere ve halkın taleplerine karşıt bir mevziiye yerleştiler. DYP ve bir ölçüde MHP dışındaki sermaye partileri ciddi bir varlık gösteremediler. DYP, ötekilerden farklı olarak Mehmet Ağar’ın “devlet için yaptıkları”nı “rüşt ispatı”nın kanıtı sayarak Kürt sorununa ilişkin olarak yaptığı “çıkışları”yla beklenti yaratan bir diğer burjuva partisi durumuna geldi. Ağar, ABD’nin Kürt politikasıyla önemli oranda “çakışan” “çözüm planı” ve demokratikleşme üzerine söylemiyle Kürt burjuva, küçük burjuva çevreler dahil çeşitli kesimler içinde partisi lehine beklentiyi güçlendirdi. DYP’nin ve diğer sermaye partilerinin yöneticileri AKP hükümetinin kitleler içinde yol açtığı umutsuzluk ve güvensizliği, taleplerin karşılanacağı beklentisi yaratarak desteğe dönüştürmeye çalışıyorlar. Tüm bu sorunlar önümüzdeki yıl ve yılların gelişmelerini etkileme özelliği taşıyorlar. 2007 baharında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve aynı yıl içinde yapılması beklenen “genel seçimler”, burjuva laisizminin sözde savunucuları gericiler cephesiyle takkiyeci şeriatçılar arasındaki en önemli gerginlik konularından birini oluşturuyor. Bu sorun üzerinden darbe tartışmaları yeniden yoğunlaştırıldı. Amerikan Newsweek Dergisi’nde, Türkiye’nin üst düzey generalleri kaynak gösterilerek 2007’de darbe olasılıkları tartışması açıldı ve “bu ihtimalin %50 olduğu” ileri sürüldü.

TALEPLER ÜZERİNDEN MÜCADELENİN ÖNEMİ

Uluslararası güçlerin ve ezen-ezilen sınıfların ilişki ve çelişkilerinin önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceği bugünden ve “birebir” belirlenemez. Ancak önümüzde “suların durulduğu” bir dönem bulunmuyor. Emperyalistlerle işbirlikçileri şiddet politikalarını sürdüreceklerdir. Amerikan emperyalistlerinin bölgede bir istikrarsızlık ve işgal gücü olarak bulunması ve bölge ülkelerine yönelik askeri politikasında esaslı bir değişikliğe gitmemesi, baskı ve gerici şiddetin başlıca etkenlerinden biri olacaktır. Amerikancı hükümetin uygulamakta ısrarlı olduğu politikalar gerginlik ve çatışma üretici ve artırıcı özelliktedir. Bölgedeki ve Irak’taki gelişmelerin de etkisiyle Kürt sorununda eski politika sürdürülemez duruma gelmesine karşın, “Asker mührü basılmış” geleneksel gerici-şoven politikada ısrar devam etmektedir.

Olgular ve gelişmeler, işbirlikçi gerici kesimler içindeki güç ve iktidar kavgasının önümüzdeki dönemlerde daha da derinleşerek süreceğini gösteriyor. Bunu, halk kitlelerine yönelik baskı ve saldırıların yoğunlaşması; kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaştırılması izleyecektir. Uluslararası sorunların “uzlaşmayla çözülmesi” ve ezen ve ezilenlerin “ülke ve ulus çıkarları için işbirliği yapması” propagandasına karşın, önümüzdeki dönem gerginlik, çatışma ve çelişkiler daha sert biçimler alacak bir mücadeleye gebedir!

Sermaye ve hükümetinin izlediği iktisadi-sosyal politikalar toplumsal çöküntü ve kargaşayı büyütmesine ve işsizlik, yoksulluk ve açlığı artırmasına karşın, egemen sınıf ve partilerinin bu politikayı sürdürme dışında bir programları yoktur. AKP hükümetinin hazırladığı yeni bütçe, halk kitlelerine saldırı ve soygun bütçesidir. Bütçenin en önemli kalemi 50 milyar YTL ile borç faizlerine ayrılmıştır. Daha baştan 16 milyar YTL açık bulunmaktadır. Cari açığın 2006’da 32-35 milyar dolara yükselmiş olması, sermaye partileri ve ekonomistleri için dahi “yeni bir krizi tetikleyici etken” sayılmaktadır. Sermaye partilerinden hiçbiri uygulanmakta olan dışında bir ekonomik programa sahip değildir ve hiçbirinin IMF-Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin dayatmalarına itirazları yoktur. Yük ise yine emekçilerin sırtına yıkılacaktır.

Halk kitlelerine yönelik baskı ve saldırıların artmasına yol açabilecek bir diğer gelişme, başlıca taraflarını AKP’nin ve genelkurmay, CHP, “laik aydınlar” ve MHP, SHP gibi bazı diğer sistem partilerinin oluşturduğu iki gerici kesim arasındaki güç ve iktidar kavgasının “laisizm-şeriatçılık”; cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler çerçevesinde gelişmesinin önümüzdeki süreçte daha gergin ve keskin biçimler alma olasılığının hayli güçlü olmasıdır. Bu çekişmenin emekçilerin çeşitli kesimlerini etkilememesi düşünülemez.

AKP hükümeti halkın taleplerine karşı baskıcı politikalarına ve Amerikan çıkarlarına bağlanan en pervasız güçlerden biri olmasına rağmen, “ianeci” uygulamaları ve “bir şeyler yapıp durumu düzeltebileceği” yönünde yarattığı beklenti nedeniyle hala küçümsenemeyecek bir desteğe sahiptir. Sözde millici güçleri oluşturdukları iddiasındaki işbirlikçi politik-askeri kesimlerin şovenizm ve “devlet dini” çizgisindeki politikaları ilerici aydınlar, geniş küçük burjuva kesimler ve ortaçağ karanlığına sürüklenmekten ürken emekçiler içinde etkili olabilmektedir. Kitlelerin sermaye partilerinden beklentilerinin henüz sona ermemesi, kitle hareketinin diğer zayıflıklarıyla birlikte etkili birleşik bir emekçi mücadelesinin ortaya henüz çıkmaması, bu etkiyi ve gerici kesimlere yedeklenme tehlikesini büyütmektedir. İşçi hareketiyle sosyalizm mücadelesinin uluslararası alanda içine düştüğü/düşürüldüğü gerilemenin henüz aşılamamış olması, sermaye ve güçlerinin emekçi kitleler üzerindeki etkilerini sürdürmelerini kolaylaştırmaktadır. Kitleler, burjuva partilerine ya da onların bir bölümüne duydukları güvensizlik sonucu çeşitli arayışlara girmişler, bu arayış içinde aralarından bir kesimi kapitalist parti fraksiyonlarından uzaklaşmışlar; ancak kendi kurtuluşları doğrultusunda ve sermayeye karşı kitlesel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeyi henüz esas olarak başaramamışlardır.

Ancak, işçilerin, emekçilerin, Kürt kitlelerinin, gençliğin küçümsenemez kesiminin, küçük üreticilerin ve orta kesimlerin bir bölümünün işbirlikçi tekelci baskı ve uygulamalara tepkisi devam etmekte; kitleler içindeki arayış eğilimi güç kazanmaktadır. Ekonomideki iyileşmeye[16] rağmen emekçilerin yaşam koşullarının kötüleşmeye devam etmesi, IMF-DB, DTÖ’ nün istekleri ve TÜSİAD-TOBB gibi sermaye örgütlerinin düşük ücret ve maaş dayatması, işten atmaların kolaylaştırılması, kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesi, sağlık ve eğitimin kapitalist işletmelere dönüştürülmesi vb, sermaye ve hükümetinin gündeminde olacaktır. Bu ise, antiemperyalist demokratik taleplerle iktisadi-sosyal taleplerin birleştirilmesi üzerinden sürdürülecek politik teşhir ve ajitasyonun önemini artırmaktadır. Dönemin bugünkü en önemli görev ve sorumluluğu, halkın taleplerinin karşılanmasını esas alan bir mücadele hattında emekçilerin politik örgütlenmesini gerçekleştirme ve geliştirme, bağımsızlık ve demokrasiyi savunan ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği için yasal-Anayasal, politik-askeri engellerin ortadan kaldırılmasını esas alan demokratik bir düzenlemeden yana olan tüm güçlerin birliğini gerçekleştirerek halkın birleşik kitlesel hareketini geliştirmeye çalışmaktır. Somut gelişmelerin, olgu ve olayların, aralarındaki ilişkileri açığa çıkaracak ve hakim sınıflarla ezilenlerin çelişkilerini, baskının her türünün teşhirini öne çıkaran siyasal teşhir, ajitasyon ve propaganda daha fazla önem kazanmıştır. İşçi ve emekçilerin taleplerinin savunulması temelinde ve halkın sermaye partileri ve güçlerinin (“laik” ya da şeriatçı) etkisinden kurtularak siyasal özgürlükler ve bağımsızlık mücadelesi etrafında birleşmesi için devrimci politik çalışmanın önemi artmıştır. Kitlelerin acil talepleri üzerinden günlük mücadeleyi örgütleme, bu mücadele içinde ve koşullardaki değişmeyi gözeterek tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri devletinin, burjuvazinin bu egemenlik aygıtının işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen ulus üzerinde baskı ve ezme gücü olarak işlev gördüğü gerçeğinin en geniş kesimler içinde açıklık kazanmasını sağlayacak kesintisiz aydınlatma, siyasal teşhir ve ajitasyon daha fazla önem kazanmıştır. Sınıf örgütleri ve partisinin günlük faaliyetinin koşullardaki ve güç ilişkilerindeki değişimlerin dikkate alınmasıyla kesintisiz-canlı ve çeşitlenen araç ve yöntemlerle genişletilip güçlendirilmesi, hareketin merkezi ve birleşik örgütlenmesine güç verecek ve sermaye ve hükümetlerinin saldırılarına ve emperyalist dayatmalara karşı halk eyleminin güçlenmesine devrimci örgütün sağlamlaştırılması ve kitleler içindeki etkisinin güçlendirilmesi faaliyetinin stratejik amaç ve hedeflere bağlanan dönemsel politik-ekonomik talepler etrafında daha yaygın biçimde ve kesintisiz sürdürülmesi; ülkedeki ve uluslararası alandaki gelişmelerin her durumda somut olarak irdelenmesi ve sonuçlar çıkarılarak faaliyetin düzeyinin yükseltilmesi için çalışma tarz ve anlayışının devrimci yenilenmesi, egemen sınıflara, sermaye partileri ve hükümet(ler)ine karşı mücadelenin başarıya ulaşma olanağını genişletecektir. Bu mücadele üzerinden elde edilecek başarılar işçi ve emekçilerin öz güvenlerinin artmasına; onların partili mücadelenin önemini kavramalarına, sınıf bilinciyle kendi partilerinde örgütlenmelerine ve partinin kitlesel güç ve yaygınlığının güç kazanmasına hizmet edecektir.

İşçi sınıfı partisi, tüm bu gelişmeleri ve toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin seyrini gözeterek kitleler içindeki faaliyetini yenilemeyi ve yeniden düzenlemeyi; koşullardaki değişmelere bağlanan güncel talepleri yeniden formüle ederek sürece en ileriden müdahale etmeyi başardığı oranda önümüzdeki sürecin getireceği yeni sorunları çözme gücü gösterecek ve artmış bir güvenle mücadelenin önünde yürüyebilecektir.

 

 



[1] Riga‘da toplanan NATO 19. Zirvesi, NATO güçlerinin uluslararası müdahale gücü olarak kullanılmasını ABD’nin çıkar ve istekleri -bu, Rusya ve Çin dışındaki öteki büyük güçlerin taleplerine de uygun düşmektedir- doğrultusunda daha fazla esnekleştirme/kolaylaştırmayı içeren bir “sonuç bildirgesi”yle sona erdi. Buna göre, NATO Acil Mukabele Gücü (NRF) “tam operasyonel” hale getirilerek askeri, iktisadi ve “insani” müdahalelerin yolu bir miktar daha açıldı. 25 bin asker olarak belirlenen bu “acil mukabele gücü”nün dünyanın, büyük güçler tarafından uygun görülen bölge ve ülkelerine müdahale için daha etkin biçimde kullanılması, böylece yeni NATO üyelerinin de katılımıyla daha geniş alanda uygulama olanağına kavuşturuldu. NATO’nun dünyanın her tarafına ve “uzun süreler için” daha büyük kuvvet göndermesinin yolunu açmak için “terör ve kitle imha silahlarının yayılması tehlikesi”ne dikkat çekildi ve “NATO “savunma sisteminin buna göre yeniden düzenlenmesi” kararlaştırıldı.

[2] ABD ve CIA’nın, Almanya’daki Komuta Merkezi’nden (Eucom) Türkiye ve İncirlik üssünü kullanarak Guantanamo’ya esir insanları taşıdığı, bizzat ABD gizli belgelerine dayanılarak açığa çıkarıldı. ABD’nin bu amaçlı 336 sefer düzenlediği ve bunlardan Almanya başta olmak üzere 11 AB üyesi ülke ile Türkiye’nin yöneticilerinin haberdar oldukları, aynı belgeler kaynak gösterilerek gazete ve televizyon kanalları tarafından ortaya kondu (30 Kasım tarihli gazete ve ajans haberleri).

[3] 22 Kasım 2006, Milliyet-Hürriyet ve öteki gazeteler.

 

[4] Bu gelişme, emperyalistlere güvenerek yol alınmayacağının tarihi bir ders olarak yeniden ortaya çıkması anlamına da pekala gelebilir.

[5] Başlıca büyük emperyalist ülkelerle Türkiye gibi ülkelerde, son yıllarda görülen ekonomik büyüme hızı ve oranında yeni bir yavaşlama eğiliminin görüldüğü; bunun önümüzdeki dönemde yeni bir durgunluğun göstergesi sayılabileceği yönündeki yorumlar 2006 sonlarına doğru bir hayli artış gösterdi.

[6] 24 Kasım 2006 tarihli gazeteler

[7] Büyük ve uluslararası tekellerin yalnızca işçilere karşı politikaları başarıyla uygulamak için işyeri temsilcilikleri görevindekileri ve hükümetleri satın almaya değil, devlet ve hükümet yetkililerini satın alarak çeşitli ülkelerde pazar payını artırmak için de rüşvet ve satın alma amaçlı büyük kaynaklar ayırdığı örneğin Siemens’in bu amaçlı olarak 400 milyon Euro ayırdığı açıklandı. (25 Kasım-16 Aralık tarihli Evrensel)

[8] ABD ekonomisinde 2005’te %3,5, 2006’da %3,4 büyüme öngörülüyordu. Bu ülkede ekonomi 2006’nın “üçüncü çeyreği”nde (Temmuz-Eylül) %2,2 büyüme gösterdi. Bazı burjuva iktisat yazarları bunu yeni bir küçülme ve durgunluğun işareti sayıyorlar.

[9] 28 Kasım 2006 – Evrensel

[10] Chavez, seçim sonuçları üzerine yaptığı konuşmada, “Yeni dönem başlamıştır. Yeni dönemin temel fikri, Bolivarcı devrim üzerinden genişleyip derinleşerek sosyalizme ulaşmaktır. Yaşasın Venezüella, Yaşasın Venezüella halkı. Yaşasın sosyalist devrim” diyordu. – 5 Aralık tarihli gazeteler.

[11] Erdoğan, milli gelirin 400 milyar dolar, ihracatın 84 milyar dolar, dış sermaye yatırımının 20 milyar dolara ulaştığını ileri sürerek, “ekonomik atılım içinde olunduğunu” iddia etmektedir.

[12] Tekellere vergi indiriminin yanı sıra ödenen vergilerin geri iadesi için yollar açıldı. Sadece AKBANK bu yolla 485 milyon YTL kazanç sağladı.

[13] Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre işsizlik resmi açıklamalara göre %9,1’e, gerçekte ise %18,9’a (5,2 milyon) yükseldi. TÜİK, işsiz olduğu halde umutsuzlukla iş aramaktan vazgeçen, bir işte kısa süreli çalışan ve fakat işsiz olan, mevsimlik işçi ve “aile işçisi” durumundaki milyonlarca kişiyi “işsiz” saymıyor ve böylece oranı düşük tutabiliyor.

[14] Örneğin şekerpancarı üreticisi 2002 yılında 12,6 kg şekerpancarı satarak 1 kg ekmek alabiliyorken 2006 Kasım’ında bir ekmek için 14,2 kg şekerpancarı satmak zorunda. 12 kg’lık tüp gaz için 2002 de 235 kg şekerpancarına ihtiyaç varken bugün 365 kg şekerpancarı gerekiyor.

[15] MHP MYK’sına seçilen eski İçişleri Bakanı Meral Akşener; “Eski gerginlikler kalmadı. Cumhuriyet’e yönelik tehditlere karşı ortak paydalar artıyor“ ve Genel Başkan Yardımcısı M. Şandır, “Baykal’ın takdirlerine saygı duyuyoruz, AKP’nin milli yapıyı tahrip eden siyasetine itirazda CHP gibi partilerle aynı noktada buluşuyoruz” diyerek bu yönde mesajlar verdiler.

[16] 2001 krizinden sonra içine girilen krizden çıkış ve üretimde ve “milli hasıla”da büyüme son iki-üç yıl bakımından ortalama %5-5,5 civarında olmak üzere devam etti. Tarımsal üretimdeki çöküntüye karşın, sanayi ve hizmet üretimi arttı.

Bir Sömürgecilik İdeolojisi: Oryantalizm

 

 

Esrar!

Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan
Şadırvan!
Gümüş, tepsilerde rakseden sultan!
Mihrace, padişah,
bin bir yaşında bir şah.
Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sakallı imamlar ezan okuyor!’
İşte frenk şairinin gördüğü şark!
İşte
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
şarkı!
Lakin
ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir şark
yoktu,
olmayacak!
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan öldüğü diyar!
Ağzına kadar
buğdayla dolu ambar!
Avrupa’nın ambarı!…
…..
yutmayacak
artık.
Bıktık be bıktık.
İçinizden biri
can verebilse bile
açlıktan ölen öküzümüze,
burjuvaysa eğer
gözükmesin gözümüze…
Size verdik biz elimizi
kucaklayın bizi
Avrupa’nın san-külotları”
DİPNOTLAR

 

Şark

Şark

Ben elimi size verdim

Nazım Hikmet

Oryantalizm, dünyanın Doğu ve Batı olarak iki yöne, dünya halklarının da esas olarak Doğulular ve Batılılar olarak birbirine karşıt ve indirgenemez bütünlüklere bölündüğünü iddia eden ideolojik bir kategoridir. İçeriği, 15. yüzyıldan bu yana adım adım inşa edilen, ana çerçevesi, 19. yüzyılda az çok tamamlanmış olan oryantalizm; başlangıçta, ilk kez Avrupa’da ortaya çıkan kapitalist sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu genişleme için yeni pazarlar bulmak amacıyla yapılan deniz aşırı seferler ve fetihler sırasında edinilmiş bilgilerin hem sistemleştirilmiş haliydi, hem de bu pazarlar için yapılan sömürgeleştirmelerin meşrulaştırıcı gücü oldu. Oryantalizm, başlangıçta esas olarak, kapitalistleşmeyi dünyanın diğer bölgelerine göre çok önce başarmış Batı Avrupa burjuvazisinin dünyaya bakış açısıydı ve Asya’daki muhtemel pazarlarda yaşayan halkların kültür, yaşayış biçimi ve mentalitelerinin küçümsenmesi ve aşağılanması, bunun yanı sıra da, kapitalizmin ortaya çıktığı bölgedeki her şeyin yüceltilmesini içeriyordu. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sömürgecilik pratiğinde ortaya çıkan diğer halkların aşağılanması ile kendini yüceltme eğilimi, sonraki emperyalizm döneminde de, değişen biçim ve söylemlerle sürdürülmeye devam etti.

Oryantalizmin başlıca içeriği, en yüksek gelişmişlik düzeyinde bulunan Batı Avrupa ülkelerine göre (20. yüzyılda buna ABD de eklendi), kapitalizmden daha önceki bir evreye ait  sosyal ve iktisadi ilişkileri sürdüren Asya topraklarındaki geriliğin, sermaye sahibi sınıf adına istismarına dayanır. Gerçekten de, kapitalizmin ilk ortaya çıktığı coğrafyada giderek geliştiği dönemde, Doğu halkları, tarihsel evrimleri bakımından geride kalmışlardı. Kapitalist pazarın denizaşırı topraklara genişletilmesi sürecinde, sömürgeci burjuvazi bu geriliği, bölgede yaşayan halklara uygulanacak her türlü müdahaleyi mazur göstermek için birçok biçimde kullandı. Daha da önemlisi, Doğu hakkında oluşturulan bütün yazın, sanat ve Batı Avrupa halklarının Doğu hakkında ürettiği bütün düşünsel ürünler, bu bakış açısını içselleştirdi. Böylece sömürgeci burjuvazi, Doğu’nun belirli bir tarihsel dönemdeki geri iktisadi ve sosyal koşullarını bütün zamanlar için mutlaklaştırarak dondurdu ve geriliği ebedileştirdi. Gerçekte ise, Doğu’nun gelişmiş kapitalist ülkelere göre çok gerilerde kalmasının en önemli nedeni, bizzat bu ülkelerin Doğuyla kurduğu sömürgecilik ilişkisi olmuştur. Gerek klasik sömürgecilik döneminde, gerekse de emperyalizm döneminde, işleyen bir uluslararası pazar oluşturabilmek, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin önündeki arkaik iktisadi ve sosyal engelleri ortadan kaldırabilmek için, dünya burjuvazisi, bu bölgelerde belirli kapitalist ilişkilerin oluşturulması için çaba harcadı. Ama aynı nedenlerle de, bu topraklarda oluşabilecek ilerletici iç dinamiklerin körelmesi için elinden geleni yaptı.

O halde oryantalizm, bir gerçekliğin, yani Doğu’nun Batı’ya göre belirli tarihsel koşullar altındaki “gerilik”inin tarihsel olmayan mutlak bir yazgı olarak algılanması esasına dayanır. Doğal olarak bunun karşıtında bulunan da, Batı’nın tarihsel olmayan ebedi ileriliğine vurgu yapılmasıdır. Bu ideolojik söylemin, tarih dışılık imasıyla gizlediği ise, kendisinin, kapitalist güç ilişkilerinin doğrudan bir ürünü olmasıdır. Dolayısıyla oryantalizm, gerçekte, Batı ile Doğu arasındaki farktan değil, bu farklılığı hem donduran, hem de derin bir eşitsizlik ile birlikte çoğaltan ve farka, kendi sınıf çıkarları açısından bakan kapitalizmin sömürgeci eyleminden doğmuştur.

Oryantalizm, eski toplumlardaki hakim feodal ideolojilerin yerle bir olmasını sağlayarak dünyanın ileri doğru gidişinin önündeki bütün düşünsel donanımları yerle bir eden demokratik fikirlerin ortaya çıktığı, ama aynı zamanda, bir dünya sistemi kurarken, burjuvazinin ihtiyaç duyabileceği bütün gerici fikirlerin de rüşeym halinde oluştuğu devrimci bir dönemde ortaya çıkmıştı. Bu dönem, yeni sınıfın ve bağlaşığı olan sınıfların yolunu açan ilerici ve tarihin gelişiminde insan etkeninin önemini ortaya koyan devrimci fikirlerin yanı sıra, bunlardan insanlığın bir bölümünü muaf tutan biyolojik ırkçılık, sosyal Darwinizm, toplumlar için doğrusal ilerleme modelinden başka seçenek tanımayan pozitivizm esinli sosyolojiler vb. gibi gerici düşünceleri de üretmişti. Oryantalizm, içeriğini az çok tamamladığı bu dönemin bütün izlerini üstünde taşır. Hem kendi kaderi üstündeki tanrısal bir iradenin belirleyici etkisini reddederek, insanın yeteneklerinin ve tarih yapabilme gücünün altını çizen laik demokratik fikirlerin; hem de bazı halkların, sadece siyah, Doğulu veya başka bir şey olmaları yüzünden bir “kader”e mahkum olduklarını iddia edecek kadar eski mutlakıyetçi düşüncelerden kopulamadığını gösteren teolojik geriliğin soyutlanmış ortak ürünüdür. Hepsi de, ortaya çıktığı kıtadan uzak diyarlara kadar, bütün dünyayı, kendi sisteminin bir parçası yapmak hevesindeki genç burjuvazinin, attığı her adımı güçlendirecek biçimde, cephaneliğinde bulunur.

Kuşkusuz kapitalist sınıfın ihtiyaçları, kendi gelişiminin ve dünya emekçi sınıflarının bu gelişime karşı verdikleri yanıtların düzeyine bağlı olarak, süreç içinde değişti. Dünya çapında sınıf ilişkileri, emperyalist ülkelerle sömürülen halklar arasındaki ilişkilerin değişimini de gösterdiği için, oryantalizm ideolojisindeki değişimleri vurgulamak önemlidir.

Bu yazının başlıca vurgusunu, mutlaklaştırıcı bir ideoloji olmasına karşın, oryantalizmin, hem kendisinin kapitalizmle birlikte doğması bakımından bir tarihselliğe sahip olduğu, hem de zaman içinde geçirdiği evrelerin tarihsel olduğu oluşturuyor. Oryantalizmin başlıca özellikleri hakkında ise, özetle şunlar söylenebilir:

Birincisi, oryantalizm, Doğu ve Batı’nın ezelden beri farklı iki uygarlık seviyesini temsil ettiğini iddia etmesine ve buna göre, Doğu’nun geriliğini, bazen neredeyse bir ilahi tecelli olarak, bazen Doğu halklarının rasyonel düşünmeyi Batılılar gibi becerememeleri sonucunda ortaya çıkan bir kültürel durum olarak, bazı durumlarda da, İslam dininin tutuculuğunun kaçınılmaz sonucu olarak mutlaklaştırsa da; bu, aslında, tarihsel bir ideolojik kategoridir. Doğu’nun ve Batı’nın tarifinin ortaya çıkmasının bir tarihi vardır. Ve oryantalizm, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar sınıf mücadeleleri, ırkçılık karşıtı hareketler, “Üçüncü Dünya” ve Arap Birliği hareketi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, anti emperyalist mücadeleler ve bağımsızlık hareketleri vb. bir dizi etken tarafından da eleştiriye tabi tutulmuş ve içeriğindeki sabitlik vurgusu, söylemi ve kapsamı değişmek zorunda kalmıştır. Bugünkü oryantalizm de, 18. yüzyıldaki oryantalizmden özünde değil, ama söylemde farklıdır.

İkincisi, bugün Avrupa’nın doğusunda, ama ABD’nin batısında yer alan Doğu’nun sınırları, iddia edildiği gibi, bilinmez bir tarihten beri net değildir ve bu da tarih içinde değişmiştir. Bugün Doğu’nun en doğusundaki Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz Commonwealth (ortak zenginlik) ülkeleri ile İsrail gibi ülkeleri Batı’ya (Filistin’i Doğu’ya) dahil eden oryantalist zihniyet, Doğu’nun sınırlarını da son derece bulanık çizmiş; mutlak bir Batı coğrafyasının yerini de tarihin bir döneminde, Batılılaşan, (yani emperyalist tahakküme itaat eden) ülkeler kategorisi almıştır. Bugün Doğu’nun sınırları, ABD emperyalizminin yeni tahakküm politikalarından birinin ifadesi olan Büyük (ya da Genişletilmiş) Ortadoğu Projesiyle bir kez daha çizilmiştir. Bu sınırları, Cebelitarık’tan Kuzey Afrika’yı kapsayarak Doğu Akdeniz’e, oradan Hindistan’a kadar uzanan Ortadoğu bölgesi ile dağılan Sovyetler Birliği’nin güneyindeki cumhuriyetleri içine alarak, Karadeniz’den Ortaasya’ya, neredeyse Çin sınırına kadar uzanan bölge oluşturmaktadır. Bir zamanlar esas olarak Sami dillerini konuşan halkları içeren oryantal çerçeve bugün oldukça genişletilmiştir.

Üçüncüsü, oryantalizm, Doğu ve Batı’nın ulusal özellikler ve sınıf farklılıklarıyla ayrıştığı ve yekpare bir bütün olmadığı fikrini genel olarak reddeder. İki yüzyıllık bir tarih içinde, oryantalist ideolojinin bu varsayımını çürüten her gelişmede, emperyalist ideologlar, bütünleştirici kalkış noktasını yeniden kurgulamak, bazen bir konuyu bir başkasının önüne geçirmek zorunda kaldılar. En gerici biçiminde kaba bir ırkçılığa yaslanan kuram, bütünleştirici nirengi noktasını kimi zaman kültürel benzerlikler, kimi zaman da İslam dini üzerinden kurdu.

Oryantalizm, burada, öne çıkan bu üç özelliği kapsamında ele alınacaktır. Anılan her bir özellik, oryantalizm ile ilgili kategorileştirmeleri belirgin kılmak için ayrı ayrı ele alınabilse de, konunun unsurlarının çoğu kere, birbirinden ara başlıklarla ayrılamayacak kadar içiçe geçtiğini hatırlamakta kuşkusuz yarar var. Ayrıca bu yazının kapsamı dışında kalan, oryantalizmin içselleştirilmesi ve popülerleştirilmesinde çok önemli işlevleri olan kültür, sanat ve medya analizleri yapılmaksızın oryantalizmin anlaşılmasının daima eksik kalacağına dikkat çekmek de önemli görünüyor.

 

ORYANTALİZMİN BİR TARİHİ VAR

Oryantalizmi, Batı’nın Doğu’ya karşı çok eski çağlardan bu yana duyduğu korkunun ve nefretin bir devamı olarak görenler, oryantalizmin tarihini Antik Yunan ile Pers savaşlarından başlatarak, Haçlı seferlerine kadar uzatıyorlar. Ne bunların, ne de 7. yüzyıldan itibaren İspanya’ya kadar ulaşan Müslüman akınlarına maruz kalan, Osmanlı ordularının İstanbul’u ve Balkanları ele geçirerek Avusturya kapılarına kadar dayanmasına ve Akdeniz’in bir Türk gölü haline getirilerek, Avrupa’nın güneyden ve doğudan kuşatılmasına karşı köklü bir korkunun ve “barbar Osmanlı”ya karşı duyulan nefretin henüz oryantalizm olarak adlandırılması için bir neden yoktur. Ama oryantalizm, bu korku ve nefretten de beslenmiştir. İstanbul’un fethedildiği yüzyıl, yani Osmanlı’nın yükselme döneminin doruk noktası, aynı zamanda, Avrupa’da ticari sermaye birikiminin belirli bir düzeye geldiği ve Akdeniz kuşatılmışken, Afrika’nın güneyini dolanarak “hep doğuya gidildiğinde” Osmanlı toprakları dışında kalan, zengin bir pazar ve hammadde yatağı olarak görülen Hindistan’a ulaşılabileceği fikrinin güçlü bir motivasyon haline geldiği yüzyıldır. Amerika kıtası da, Avrupalılar tarafından, İstanbul fethedildikten tam kırk yıl sonra keşfedildi. Tarihsel kayıtlar bu kıtanın daha önce defalarca Çinliler ve Vikingler tarafından keşfedildiğini belirtmesine karşın, Hindistan’a giderken tesadüfen bu karaya ayak basan Colomb ve fatihlerinin isimleri, bu keşfin, adına hareket ettikleri yeni sınıfın, yani burjuvazinin sonraki başarılarına bir zemin olması ve Çinlilerden farklı olarak, kıtada açılan kapının münferit sonuçlar değil, genel sonuçlar doğurması bakımından en üste yazıldı. “Keşif” yılı olan 1492, İspanya’nın Müslümanlardan ve Yahudilerden arındırılmaya başlandığı yıl da oldu, aynı zamanda. Böylece, Avrupa arınma ve fetih ile başladığı bir çağa adım attı.

15. yüzyılda, Osmanlı topraklarının doğu bölgeleri ile (Doğu Akdeniz ve Mezopotamya bölgeleri) Osmanlı topraklarının daha doğusundaki bölgeler, ulaşım ve iletişimin güçlükle sağlandığı o koşullarda çok ilgi çekiyordu. Doğuya giden tüccarlar ve seyyahlar, o sıralarda en önemli liman ve ticaret kenti, Avrupanın giriş kapısı Venedik’e Doğu’dan gelen bilgileri yığmaktaydılar. Seyyahların anlatımlarına dayanarak haritalar, anı kitapları, seyahatnameler yazıldı, çizildi. Fakat bunların içinde öyle ilginç anlatımlar vardı ki, Doğu’da insana benzemeyen, “hayvan başlı insan vücutlu”1 yaratıkların dolaştığı anlatılıyor; Doğu’nun tekinsiz bir masal diyarı gibi algılanması, o sıralarda fetih için Doğu bilgisinin sistematize edilmesine şiddetle ihtiyaç duyan yeni sınıfın ve halkın merakını kamçılıyordu. Zaman içinde bu masalsı, Avrupalılara benzemeyen ucube yaratıklar hakkındaki bilgiler ayıklandı. En işlevsel olanlar sistemli bir bilginin parçaları olarak birbirine eklendiler. Fakat, bu sistematikleşen bilgi, Doğu’da “başı hayvan, vücudu insan” gibi olan yaratıklar gören yalancı hayalperestlerin iddialarından çok da farklı olmamak üzere, Doğu’daki ucube yaratıkları insanileştirmekteydi. Bunların başları da, vücutları da insan gibiydi artık, ama pek de insan sayılmazlardı! Kolomb ve fatihleri, Amerika’da kendilerinden sonra da yüzyıllarca sürecek, kıtayı yerlilerden arındırma işlemine, oradaki insanların insan olmadığına inanarak başlamışlar; sonradan Afrika siyahlarının köleleştirilmesi de, “zencinin insan olmadığı” gerekçesiyle meşru görülmüştü.

Avrupa’nın doğusu hakkında işe yarar bilginin toplanması, 18. yüzyıldan itibaren, bilimlerin gelişmesine bağlı olarak bir disipline bağlandı. Bazı ülkelerde Doğu Araştırmaları enstitüleri kuruldu ve oryantalizm giderek bir akademik disiplin haline geldi. Fransız Devrimi’nden çok kısa bir süre sonra iktidara gelen Napolyon, Mısır seferine giderken, yanında antropologlar, arkeologlar, dilbilimciler, folklör araştırmacıları vb.’nden oluşan ikinci bir ordu daha vardı. O sıralar, İngiltere’den sonra ikinci büyük sömürgeci devlet olan Fransa, hakimiyet kurmak istediği topraklarda yaşayan halkların kültürleri, gelenekleri, yaşam biçimleri ve tarihsel değerleri konusunda etraflıca araştırma yapacak bir “bilginler ordusunu” da sömürge ordusuna iliştirivermişti. Bu yönüyle, Napolyon’un Mısır seferi, sömürgecinin, sömürgeleştireceği toprakların bütün ruhuna hakim olma isteğinin de simgesidir. Ama hem bu sefer sırasında kullanılan, hem de daha önce ve sonraki, oryantalizm üzerine çalışan “bilginler ordusu”, Doğu topraklarının arkeolojik ve sosyolojik kazısından nesnel ve önyargısız sonuçlarla dönmediler. Onlar, Doğu’da neye baktılarsa, onları, hizmetinde çalıştıkları sömürgecilerin prizmasından gördüler.

Sömürgecilerin prizması ise, Avrupa’nın biçimlenmesinde burjuvazinin oynadığı rol ve beklentileriyle şekillenmişti hiç kuşkusuz. Edward Said’in deyimiyle, “Doğu’nun Doğululaştırılması”, her şeyden önce, burjuvazinin Avrupa’yı “Batılılaştırmasıyla” ilgilidir, bu yüzden. Batı denen coğrafyanın ve bu coğrafya üzerinde yaşayan halkların yaşayışları ve zihniyetlerinin düzenlenmesi, daha çok 18. ve 19. yüzyılda oluştu. Geçmişin büyük imparatorlukları içindeki toplulukların cemaat ilişkileri dışına çıkarak ulusa dönüşmesi, ulus devletlerin ve ulusal dil birliğinin kurulması, bu toplulukların siyasi yönetimi için “demokrasi fikrinin ortaya çıkması, dinin devlet işlerinden uzak tutulmaya başlanması, anayasal rejimin doğuşu, yeni sınıfın mülkiyete dayalı hukukunun kurumlaşması vb. bir dizi düzenleyici kurum, ilke ve fikir, Avrupa’nın siyasi ve toplumsal haritasını oluşturdu. Kapitalizmin kıtadaki muazzam gelişimiyle birlikte söz konusu olabilen bu köklü değişiklikler, aynı zamanda, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kapitalizminin uzaktaki, muhtemel ve gerçek sömürgelerinin de Avrupadaki gelişmeler ışığında işlemden geçirilmesini gerektirdi. Elbette ilk dikkat çeken, Avrupa yeniden inşa edilirken el altında bulunanların Doğu’daki yokluğuydu.

Napolyon’un bilim orduları, oryantalizm ve Türkoloji enstitüleri, Batı’da olanların neden Doğu’da olmadığını, Doğu’nun özgünlüğünün nereden kaynaklandığını; daha doğrusu, doğrudan doğruya Doğu mefhumunun ne olduğunu araştırmaya koyulmuşlardı. Bütün araştırmalar gibi, Doğu’nun incelenmesi de ideolojik bir bakış açısından muaf olamayacağı için, araştırma sonuçları, Doğu’nun geriliğini bir kez daha tespit etmekten öteye geçemedi. Dilbilim çalışmalarının, arkeolojik kazılar ve kültür araştırmalarının sonuçları (bu konuda büyük bir bilgi yığınağı oluşmasına karşın), Doğu’nun bugünkü geriliğinin kaynakları olarak anlam kazandı. Doğu halklarının kültürel tarihleri, bugünkü geriliği tescil etmek üzere sınıflandırıldı. Kapitalistler, kendi tarihlerini ise, Doğu’ya yaklaşımlarını tamamlayan bir biçimde, sahip oldukları üstünlüğe bir de tarihten onay almak için yazmışlardı. Kısacası, Doğu’nun geriliği ve Batı’nın üstünlüğüne gerekçeler bulmak çok zor olmadı; Batı Batıydı Doğu da Doğu. Bir araya gelemeyecek kadar birbirinden ayrı, Batı’nın sahip olduğu bütün yetkin ve olgunlaşmış özelliklerin karşıtı olarak, tamamlanmamışlığın ve tarihsizliğin simgesi Doğu. Böylece Doğu’nun eksiklikleri de, eksikliklerini açıklayan gerekçeler de, Batı’nın tamamen negatif imgesinden oluştu. Sonuçta Doğu, Batı’ya benzemeyendi.

Oryantalizmin babası olarak kabul edilen Ernest Renan, Sami dilleri üzerine yaptığı filolojik çalışmalarını “aşağı dillere ait araştırmalar” olarak görüyordu. Onca zahmetinin hedefi ise, örneğin uluslaşma sürecinde pek çok Avrupa dilinin Hint-Avrupa dil grubuna ait olduğunu ileri süren burjuva ideologlarının iddialarını, Doğu dillerinin “gelişimi kesintiye uğramış bir görüngü; şark dillerinin inorganik, kesintiye uğramış, tümden kemikleşmiş, kendini yeniden üretmeye muktedir olmayan diller olduğunu” göstererek “başka deyişle, Sami dilinin yaşayan bir dil olmadığını, bundan ötürü de Samilerin canlı yaratıklar olmadığını…2 kanıtlayarak  desteklemekti. Aslında Renan ve onun dışındaki oryantalistlerin hepsinin amacı buydu. Doğu halklarının yaşayış biçimlerinden toplanan seçmece ayrıntılar aracılığıyla, bu halkların aşağılıklarını ve hareketsizliklerini, daha doğrusu, tarih yazan Avrupa’nın tersine, tarihsizliklerini kanıtlamaya çalışıyorlardı.

Onlara göre, tarihsiz, yani varolmaya nasıl başlamışlarsa hala öyle yaşayan; toplumların daima ileri doğru gitmeleri gerektiğini idrak etmekten yoksun; insan toplumlarının çocukluk aşamasında takılmış ilkel topluluklardı, Doğu toplumları. Onlara bir toplum bile denilemezdi. Böylece, Fransa’yı alt üst etmiş devrim dönemini yaşamış kibirli burjuvanın bilim adamları, tüccarları, seyyahları, zamanın derinlerine ve mekanın ötelerine kadar uzanan sessiz bir Doğu imgesinden, bu halkların kolaylıkla yönetilebileceği, hatta yönetilmeleri gerektiği sonucunu çıkardılar. Çünkü mevcut yöneticileri, dünyaya demokrasi fikrini getirmiş olan 1789 Fransız devriminin idealleriyle tanışmamış despotlardı. Bu halklar, ne despotlarını kendi kendilerine devirebilirler, ne de herhangi bir değişim için gerekli mecale sahip olabilirlerdi. Fakat Avrupa’daki demokrasinin kazanılmasında halkın tüm katmanları yer alsa da, burjuvazinin onları dışlayarak, süreç içinde, sadece kendisi için bir demokrasi inşa etmeye başladığı; işçi sınıfını, kadınları, farklı ırktan olanları demokratik işleyişe, karar süreçlerine dahil etmediği gibi “küçük ayrıntılar” çok bilmiş burjuvanın raporlarında yer almıyordu.

Daha henüz bir sistemden bir diğerine devrimle geçilmiş olmasına karşın, burjuva ideologlar, 18. ve 19. yüzyıl boyunca, ağırlıklı olarak toplumların doğrusal olarak ilerlediğini öne sürdüler. Toplumların gelişme hedefi olarak sahip olacakları tek noktanın kapitalizm olduğunu düşünüyorlardı. Kapitalizmden sonra gidilebilecek bir başka nokta daha olmadığı için de, bu ilerleme sosyolojisinde sıçramalara, nicel birikimlerin bir devrimle patlamaya dönüşebileceğine veya farklı gelişme çizgilerinin olabileceği gibi bir bakış açısına yer yoktu. Kapitalistleşmiş bir toplum, bilim ve teknikteki gelişmelere bağlı olarak, kendiliğinden ileri doğru evriliyordu, o kadar. İnsan tarihinin itici gücünün sınıf mücadeleleri olduğu, ilerlemenin doğrusal olmadığı, çoğu kere mevcut iktidarlar bu ilerlemeye engel teşkil ettikleri için bir devrimi gerektirdiği, bütün toplumların bir gelişmişlik hiyerarşisi kapsamında art arda dizildiği iddiasının doğru olmadığı, ancak Marx tarafından dile getirilecekti. Burjuva ideologlar, bu bilgiye rağmen, pozitivist ilerleme paradigmasının açtığı yolda ilerlemeyi sürdürdüler. Çünkü bu paradigma, birincisi; burjuvazinin ve ona ait her şeyin (Avrupasının, kapitalizminin, dininin, ırkının, dilinin ve kültürünün…) dünyanın geri kalan insanlarından daha üstün olduğunu, kendi siyasi ve iktisadi düzeninin hiyerarşinin en tepesinde yer aldığını iddia etme olanağını veriyordu. İkincisi, kapitalizmi en üst gelişme noktası olarak mutlaklaştırmayı kolaylaştırıyor, toplumların, örneğin sosyalizm gibi bir seçeneği olabileceği ihtimalini zihnen bertaraf etmeyi sağlayabiliyor, kimi toplumların kapitalistleşmek zorunda olmaksızın başka bir gelişim aşamasına geçebileceği ihtimalini bütünüyle dışta bırakıyordu.

Üçüncüsü, burjuvazinin bütün bu üstünlüklere kendi aklı ve becerisi sayesinde ulaşabildiğini; dolayısıyla toplumsal değişimlerin sınıf mücadelelerinin değil de, hakim sınıfın rasyonal düşünme sürecinin bir ürünü olduğunu kanıtlamasını sağlıyordu. Doğulu topluluklar, işte bu ilerleme yetenek ve becerisinden yoksun oldukları için, onlardan kendiliğinden bir gelişme atılımı beklemek olanaksızdı. Fakat gelişme nosyonuna sahip, bunun yolunu yöntemini bilen Batılı kapitalist sınıf aracılığıyla, bu, kısmen mümkün olabilirdi.

 

Doğulu halkların kendi dinamikleriyle mevcut durumlarını değiştiremeyeceklerine ilişkin iddia, çeşitli kuramlarla da desteklendi. Bunlar, bu topraklarda yaşayan insanların farklı ırk özelliklerine sahip olmasından dolayı beyaz ırkın başarılarına ulaşmasının mümkün olmadığı biçimindeki biyolojik ırkçılık teorilerinden, dilbilim teorilerine, sosyalbilim ve siyasetbilimi kuramlarına kadar uzanır. Hatta Marx’tan alınan Asya Tipi Üretim Tarzı kavramı da, tarihin motor gücünün sınıf mücadeleleri olduğunu söyleyen Marx’a rağmen, Doğu toplumlarının sınıf çelişkilerinden, hatta sınıfların varlığından azade olduğunu kanıtlamanın aracı haline getirilmiştir.3 Böylece, farklı sınıflar olarak ayrışmamış, kültürel olarak birbirinin aynı, aralarında ulusal farklılıklar bulunmayan, tarihleri gibi gelecekleri de aynı olacağa benzeyen; daha doğrusu, nasıl bir tarihleri yoksa, kendi hallerine bırakıldıklarında bir gelecekleri de olmayacak olan insanlar topluluğudur, Doğu coğrafyasında yaşayanlar.

Oryantalizm, sonuçta, kapitalist sömürgecilik döneminin ürünüydü. İçeriğindeki bazı söylemler kapitalizm öncesi dönemlerden alıntılanmış olsa da, asıl olarak, iki büyük emperyalist ülkenin (ve diğerlerinin) Avrupa’nın doğusundaki sömürgeci yayılmalarını meşrulaştıracak bir ideolojiye ihtiyaç duydukları bir zamanda ortaya çıkmıştır. Temel olarak, oryantalizm, Batı’nın üstünlüğünü/Doğu’nun geriliğini vurgular. Fakat Batı’nın üstünlüğü tarihsel bir ilerleme ve gelişime bağlıyken, Doğu, isteğe bağlı ve keyfi olarak, kendi tarihinin mümkün olan en geri noktasında dondurulur. Avrupa burjuvazisi, kendi tarihsel köklerini antik Yunan uygarlığı ve Roma imparatorluğuna dayandırarak, kendine, kesintisiz bir iyileşme ve gelişmenin mirasçısı olma onurunu bahşederken, Milattan önceki zamanların Doğusu ile 19. yüzyıl Doğusu arasında hiçbir fark yokmuş, bu topraklarda hiçbir gelişme olmamış gibi davranır. Böylece Doğu’ya, geleceksizlik kadar, bir geçmişsizlik de bahşedilir. Mezopotamya’daki Sümer, Asur, Akad uygarlıklarının, Anadolu’daki Hitit medeniyetinin, Çin ve Hint uygarlığının, Mısır mirasının, Asya’da 12. yüzyıla kadar İslam bölgelerinde Batı’dakinden daha gelişkin bir medeniyetin sahibi Abbasi devrinin anıları, tarihsizlik imgesinin parlayabilmesi için, tarihin karanlıklarına gömülür. Artık elde, kendini fethetmek için yola çıkacaklara tevekkül bulacaklarını temin eden, kurtarılmak ve medenileştirilmek için kollarını açmış, kımıldamadan bekleyen, donmuş bir Doğu vardır! O Doğu ki, Viktoryan ahlakın zapturapt altına aldığı İngiliz maceraperestlerini kolonyal orduya nefer yazılmaya heveslendirmek için, büyük ve sınırsız bir harem gibi gösterildiği ahlaksız ve şehevi bir imgeyle özdeşleştirilmiştir. Bu imge, gerçeği çarpıtarak, sömürgeciyi baştan çıkaran, çağıran, bir Harem kadını edasıyla topraklarını tacize açan Doğu’nun davetkarlığının altını çizer, Batı’nın açgözlülüğünün değil. Ne yazık ki, bu imge, dönemin Flaubert’ten Balzac’a ve  Chateaubriand’a, Lamartine’dan Fransız Devrimi’nin ressamı Delacroix’ya, İngiliz özgürlükçü şair Byron’a kadar bir dizi sanatçısı ve edebiyatçının, üzerine bir şeyler eklemek istedikleri çekici bir imge olmuş; hemen istisnasız tümü, Doğu’nun bir harem gibi algılanmasına katkıda bulunmuşlardır. Ancak hareme hiçbirinin girebilmesi mümkün değildi; harem gibi, Doğu’nun kendisi de onlar için muhayyel kalmıştır.

SÖMÜRGEYİ FETHETMEK…

Sömürgeciler, 17. yüzyıldan itibaren, Avrupa’nın doğusundaki toprakları adım adım işgal ettiler ve orada yaşayan halkları kendilerine tabi kılmaya başladılar. Bu, elbette sadece silah zoruyla yapılan, korkutarak boyun eğdirme işlemi değildi. Kapitalist fatihler, girip yerleştikleri her toplumu kapitalist ülkelerin suretine büründürmeye, onları kapitalistleşmeye zorladılar. Bunun gerekçesini de bu halkları “uygarlaştırmak” olarak gösterdiler.4 Sömürgeleştirme, bu ülkeleri kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline getirmeyi az çok başardı. Hem bu topraklar üzerinde kapitalist sermaye dolaşımını kolaylaştıracak siyasi, iktisadi ve sosyal kurumların oluşumunda, hem de değişimi kalıcılaştıracak işbirlikçi sınıfların oluşturulmasında, bu, dışarıdan zorlayıcılığın epey bir rolü olmuştur. Doğu, bu nedenle, kendi iç dinamikleriyle bu yola girmemiş olsa da, gerçekten de, kapitalist bir “uygarlık”ın kısmen inşa edildiği bir coğrafya haline gelmiştir.

Örneğin şöyle düşünüyordu sömürgeciler: “Hintlilerin kendi kendilerini yönetmekten aciz olduklarını, Hindistan’ı yönetmekle ilgili her Britanyalı bir olgu olarak kabul ediyordu. Britanyalılar arasında meydana gelen tartışmalar, bu acziyetin doğal ve kalıcı olduğuyla ya da Hintliler’in uygun bir himaye ve eğitimle kendilerini yönetecek düzeye gelebilecekleriyle ilgiliydi…. Hindistan’ın bugünü Britanya’nın geçmişi sayılabilirdi. Hindistan’ın bugünkü feodal toplumu uzak bir gelecekte modern şekline evrilebilirdi5

Sömürgecilerin, kendi despotlarından kurtulamayacaklarına inandıkları sömürge halklarına yaptıkları en büyük kötülük, belki de, başlangıçta bu despotların büyük çoğunluğuyla uzlaşmak olmuştur. Çünkü sömürgecilerin öncelikleri arasında, kendileriyle işbirliği yapan eşraftan ve yerel feodal beylerden bir yerli burjuva sınıfını oluşturmak vardı. Hindistan deneyimi, bu uzlaşmanın niteliğini oldukça net gösterir. İngilizler, kastlara bölünmüş Hint toplumunun hiyerarşik yapısını korudular. Üst kastların önde gelen mensuplarının Babür krallığından kalma bütün iktidar geleneklerini, sömürgecilere bağlı kalarak sürdürmelerine izin verdiler. Daha sonraki dönemlerde de, Babür ileri gelenlerine, Britanya kraliçesinin şovalye ünvanları dağıtıldı. Ama alt kastları dolduran yoksul Hindistan halkını sürekli aşağıladılar. Sömürgelerini sözde medenileştirmek isteyen işgalciler, “İngilizlere ait alan”da ayakkabı giymek bir eşitlik iması içerdiğinden, yerlilerin kendi yakınlarında ayakkabı ile dolaşmalarını yasakladılar. Fakat Müslüman halkı rencide edecek şekilde, kendileri, camilerde ayakkabılarını çıkarmayı reddettiler.6

Sömürgeciler, işgal ettikleri ülkelerin kültürlerini ve tarihsel zenginliklerini araştırmaya devam ediyorlardı. Bütün insanların tanrı tarafından yaratıldığı feodal dönemlerin teolojik bilgisinin yerini, insanların kendi tarihlerini yaparken etkin olduğu bilgisi aldığından beri, Avrupa burjuvazisi, bugünkü başarılarına geçmişten bir açıklama getirecek olan kendi tarihsel kökenlerini araştırmaya başlamıştı. Aynı şey, sömürgelere bir tarih bahşetmek için de yapıldı. Hindistan’ın ve Ortadoğu’nun geçmişinden nelerin saklanmaya ve öne çıkarılmaya değer olduğuna sömürgeciler karar verdiler. “Yerliler”in kültürel ve demografik haritalarının çıkarılmasından arkeolojik sınıflandırmalara kadar, her şeyi üstlenmişlerdi. Böylece sömürge halkları, kendi tarihlerini sömürgecilerin dolayımıyla öğrendiler. Onlara “bu sizin kültürel geçmişinizdir” diye bahşedilen kültürel varlıkların üstüne, Batılı tarzda davranmayı, resim yapmayı, müzik dinlemeyi eklediler. Avrupalı kapitalistler, rasyonel olmadıklarını düşündükleri, kendi kültürlerini bile tanımaktan yoksun gördükleri sömürge topraklarının “ilkel”lerini kendi dillerini öğrenmeye zorladılar; sömürge valilerinin elindeki kırbaca beyin yıkama operasyonu da dahil oldu. Ve sonuçta halklar, günlük hayatın her anında, soludukları her nefeste, o ülkenin gerçek efendilerinin kimler olduğunu iliklerine kadar hissettiler. “Ortadoğu kültürünün zengin Batı kültürü dağarından neleri isteyerek benimseyeceği konusunda doğru bir değerlendirme yapabilmek için, daha iyi, daha sağlam bir Ortadoğu kültürü anlayışı edinmek gerekir önce… Ortadoğu’da Batılılaşmaya karşı gösterilen bu direnci, bu Gordion düğümünü çözebilmenin tek yolu Ortadoğuyu incelemek, geleneksel kültürün tam bir resmini edinmek, Ortadoğu’da bugün yaşanan değişim süreçlerini  daha iyi anlamak, Ortadoğu kültüründe yetişen insan topluluklarının ruh hali konusunda daha derin bir kavrayışa  ulaşmaktır. Külfetli bir görevdir bu, ama ödül, yani hayati önem taşıyan bir komşu bölge ile Batı arısında uyum sağlamak, bu külfete katlanmaya değer.7

Sömürgeciler, aslında, Doğu’yu kapitalistleştirme sürecinin, eninde sonunda kendi mezar kazıcılarını da üreteceğini biliyor ve bundan hep korkuyorlardı. Sömürgenin tarihi ve kültürünü öğrenmek, bu korkuyla başetmeyi öğrenebilme ve onların ruhlarını da fethetmenin bir yolu gibi görünüyordu. Demek ki, kendini teslim etmek için bir harem kadını gibi hazır ve kımıltısız bekleyen; dansözlerin, rakkaselerin, sürmenin, gül suyunun, şerbetlerin, rehavetin ve amber kokularının yurdu Doğu, aslında, isyankar, direnen ve kolay teslim olmayan insanların yurduydu. Bütün sömürgeciler için son derece açıktı bu. Bu isyankar halkları yatıştırabilmenin, onları kapitalizm ile uyumlu kılabilmenin yolu, sömürüye yerlilerin kendi tarihlerinden gerekçeler bulmaktan geçiyordu. Daha doğrusu, tarihin büyük bir boşluk olduğu kanıtlanırsa, Doğu’nun boyun eğmesinin tarihsel zorunluluğu da kanıtlanmış, özgüven yıkımı gerçekleşmiş olacaktı.

Halklar, yine de, sömürgecilere karşı zaman zaman baş kaldırdılar. Örneğin Hindistanlılar, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılda Britanya sömürgeciliğine karşı ayaklandılar. Bundan galip çıkamadılar, ama bağımsızlık için gerekli birikimi bu ayaklanmalardan edindiler. Diğer sömürgelerin de deneyiminden yararlanabileceği bir ayaklanmaydı bu. Sömürgeci, sömürmek için tarihten ve güncelden deney biriktirdikçe, sömürgeler, kendi deneylerini, aşağılanmışlıklarından biriktiriyorlardı. Ancak bu birikimin bir sonuç vermesi için henüz erkendi. 20. yüzyılı beklemek gerekiyordu.

 

DOĞU’YU KALKINDIRMAK!..

20. yüzyıl sömürgeciliği önceki yüzyıldakinden farklıdır, oryantalizmi de. Çünkü yüzyılın başından itibaren dünyanın girdiği devrimci süreç, Doğu ülkelerinde de bağımsızlık bilincini yükseltti. Emperyalizm çağında, İngiliz ve Fransız sömürgecileri giderek zayıflarken, dünyanın yeniden paylaşılmasını talep eden ABD emperyalizminin yıldızı yükseldi. Yüzyılın başlarında ABD başkanı Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunan bildirgesi ile -ki bunu, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin, ABD’nin rahatlıkla at koşturmasını sağlamak üzere, sömürgelerinden barışçıl bir biçimde geri çekilmeleri talebi olarak anlamak gerekiyor- 1917 Ekim Devrimi, sömürgelerdeki işlerin eskisi gibi gitmeyeceğini gösteriyordu. Yirminci yüzyıl boyunca, kimi görece barışçıl, kimi de oldukça kanlı yollardan geçerek, neredeyse bütün eski tip sömürgeler siyasi bağımsızlıklarına kavuştular ve sömürge valilerini topraklarından kovdular. SSCB’deki Doğu Halkları Kurultayı’ndan (1920) sonra Doğulu halklar, anti emperyalist bir yönelime girdiler ve zaman zaman çeşitli örgütlenme girişimlerinde bulundular. Hindistan, yüzyılın ortasında, Gandhi’nin önderliğinde İngiliz emperyalizminden bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlık talepleri daha sonra birbirini kovaladı. Mısır’ın 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirerek İngilizleri ülkeden kovmasından sonra, siyasal bağımsızlıklarını kazanmış halkların oluşturduğu “Üçüncü Dünya”, dikkate alınması gereken bir mihver olarak ortaya çıktı. Sovyetlerden etkilenerek İslami bir sosyalizm anlayışını güden ve Arapların birliğini öngören Baas hareketi, başarılı olmasa da, bu türden girişimler arasında sayılabilir. “Durgun ve beceriksiz” Doğu’nun kendi dinamiklerinin, kendi kaderine sahip çıkmaya elverdiğinin kanıtıdır bunlar.

20. yüzyıl devrimler yüzyılıdır; dünya coğrafyasının altıda birini sosyalizm ve halk demokrasilerinin oluşturduğu, Avrupa ve ABD’deki sınıf mücadelelerinin, güçlenen emek örgütleri ve partilerinin refah toplumu uygulamalarıyla ödünlendiği, faşizmin bozguna uğratıldığı, sömürgelerde de bağımsızlık hareketlerinin arttığı bir dönemdir bu. Burjuva ideolojisinin bütün diğer varyantları gibi, oryantalizm de, sınıfların yeni mevzilenmelerindeki bu gerçekliği gözetmek ve yeni ve güncel duruma uyarlanmak durumunda kalmıştır bu yüzden. Dünyada egemen olan özgürlükçü atmosfer, sömürge halklarına, aşağılanmaya karşı baş kaldırmayı ve boyunduruktan kurtulmak için yapmaları gerekenlerin ne olduğunu öğretti. Bu halklar, sömürgeci pratikle birlikte toplumsal hayatlarına giren ilerleme söyleminin gerektirdiği biçimde, sömürge valilerinin ellerini tutarak bir adım daha atamayacaklarını, biraz teknik biraz montaj ile dosdoğru bayındırlığa ulaşamayacaklarını; medeniyet için de aşağılanmaya rıza göstermenin gerekmediğini öğrenmişlerdi. İlerleme denilen şeyin, dünyanın o gün geldiği nokta bakımından gerçek bir ilerleme değil, tersine, son derece geri bir düzeyde kalmak olduğunu fark ediyorlardı.

Kapitalizmden daha ileri bir sistem için mücadele etme bilinci, sömürgecilikten kurtulmanın sosyalizm için mücadele etmekten geçtiği fikri giderek daha çok yandaş buluyordu.  İlerleme mitini kendilerine bayrak edinen sömürgeciler, şimdi, aslında, en geriyi, olabilecek en gerici mercii temsil etmekteydiler. Böylece, sömürge halkları arasında, kendi tarihlerinin kesin kopuşlarla, devrimlerle yazılabileceği fikri yaygınlaştı. Fakat oryantalist akıl, sonuna kadar,  Doğu halklarının uyanışıyla alay etmeyi, bunu küçümsemeyi sürdürdü. Öncekilerden hiç farklı olmayan bir üsluptu bu. Edward Said alıntılıyor: “Araplar şimdiye değin, disiplinli ve kalıcı bir birlik kurma becerisine sahip olmadıklarını kanıtladılar. Ortak heyecan patlamaları yaşarlar, ama sabır gösterip çoğunlukla gönülsüz katıldıkları ortak girişimleri sürdürmezler. Örgütlenme ile işleyişte eşgüdüm ve uyum eksikliği sergilerler. Ortak yarar ya da karşılıklı çıkar sağlayacak ortaklaşa hareketler yabancıdır Araplara … (Edward Said, Şarkiyatçılık, s. 324) veya, “Arapların devrimci emellere ulaşmak bir yana talip bile olamayacak kadar aciz olduklarını anlarız … Araplar arasındaki devrimci faaliyetler olsa olsa deve yekinmesi kadar önemlidir, olsa olsa hödük hezeyanları kadar dikkate değerdir… (Edward Said, Şarkiyatçılık, s. 329-330)

Bu türden laflar, anti-emperyalist uyanış zamanının toz dumanının arasında kulaklara ulaşamayan cılız sesler olarak kaldı. Fakat eski tip sömürgeciliğin ölüm çanlarının çaldığı sıralarda, oryantalist söylem de kendisini güncelliğe uyarlamaya başladı. Kendi despotlarını, işbirlikçilerini ve sömürge efendilerini kovmuş ve siyasal bağımsızlıklarını kazanmış Doğu halklarının kendi kendilerini yönetemez olduklarına, ne Doğu halkları, ne Batı’nın kendi hükümetlerinin emperyalist politikalarını sorgulamaya başlayan duyarlı halkları inandırılabilirdi artık. O halde, Doğuluların, sömürgecilerin el vermesiyle değil de, bu kez, “çok çalışarak” makus talihlerini yenebilecekleri iddia edilmeliydi. Nitekim, “Batılılaşarak” “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” ilkesi, bütün sömürge ülkelerin miti haline getirilmiştir bu süreçte. Şimdi, Batı ailesine sonradan yetişerek katılan ve 20. yüzyılın ortasından itibaren, artık, Batı değerlerini neredeyse tek başına temsil etmeye aday ABD emperyalizminin oryantalizme katkısı, “Doğu ülkelerinin, emperyalizmin önlerine koyduğu ev ödevlerini yapmakla mükellef olduğu” bilgisinin genel geçer kılınmasıdır. ABD’nin bulunduğu düzeyin en üst düzey olduğu varsayılarak, azgelişmiş ülkelerin, bu ev ödevlerini yapmak kaydıyla, bu seviyeye ulaşmalarının mümkün olduğu dikte ediliyordu. Bu hiyerarşiyi tescil eden iktisadi kuruluşlar da oluşturuldu. IMF ve Dünya Bankası, sözde, kalkınmalarına yardımcı olmak için bu ülkeleri kredilendirip borçlandırdılar. Kuşkusuz kredilendirme, bu ülkelerin, kalkınmalarını sağlamaktan ziyade, emperyalist çembere dahil edilerek bağımlılaştırılmalarını hedefliyordu. “Kalkınma” pratiğinin hiçbir ülkeyi kalkındırmadığı ve tersine iliklerine kadar emperyalizme bağlı kıldığı, zaten çok kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Fakat emperyalizm ile girilen ekonomik ilişkiler, Doğu ülkelerini (G. Amerika’daki ve Afrika’daki sömürgeleri de), siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarından bir süre sonra yeni sömürgeler haline getirdiği için, “Batılılaşarak kalkınma” miti sürdü. 20. yüzyılın, önceki döneme göre daha incelikli görünen oryantalizm yazınının öteki yüzünde, emperyalizminin her istediğini yapmayan hükümetlerin veya emperyalist politikalara direnç gösteren halkların 19. yüzyılı aratmayan bir şiddetle cezalandırılması vardır. Askeri darbeler, ilhaklar ve işgaller kalkınma ideolojisinin yanıbaşında boy gösterdi daima. Emperyalizm, halkları tehdit ettiği kırbacını bir an olsun elinden bırakmadı.

Emperyalizm döneminde, Doğu, artık tamamen yekpare bir bütün olarak görülmüyordu. Emperyalizm öncesi sömürgecilik dönemi, bu halkları, aynı Sami ırkının türevleri olarak görmenin pek de işlevsel olmadığını kanıtlamıştı. Öte yandan, uluslaşma sürecini 19. yüzılda yaşayan Avrupa’nın tersine, Doğu’nun uluslaşması 20. yüzyılda olmuş; Eski Osmanlı toprakları olan ülkelerin sınırları 1. Dünya savaşından sonra gelişigüzel çizilerek, benzer kökenli halklar farklı topraklara bölünmüştü (örneğin, Kürtler). Sami ırkından halklar ve bağlı bulundukları devletler aynı refleksleri göstermiyorlardı. Emperyalizm bu farklılıkları hem yarattı, hem kendi lehine değerlendirdi. Sömürgeleri, kalkınmadaki düzeylerine ve Batılılaşmada geldikleri noktaya göre hizalandırdı. Aslında bu, itaate göre bir hiyerarşiydi. En gönüllü işbirlikçi devletlere sahip ülkeler, coğrafi olarak doğuda yer alsalar da, ideolojik olarak Batı’da sayılıyorlardı. İsrail bunlardan biridir. 1980’den sonraki İran Doğulu, önceki İran az-çok Batılıdır. Lübnan ve Ürdün Batıya yakın, Suriye ve Irak değildir vb. Böylece Ortadoğu ülkeleri, yüzyılın önemli bir bölümünde, ABD ve Avrupa emperyalistlerinin düzeyiyle özdeşleştirilen çağdaş uygarlık düzeyine yetişmenin mümkün olduğu yalanıyla oyalandılar. Oysa ki emperyalist ülkelerin en üstteki konumunu, onların “muasır medeniyet”i temsil eder göründüğü noktayı işgal edebilmeleri için, sömürülen ülkelerin en altta bulunduğu bir hiyerarşik skala zorunludur. Oryantalizmin önerdiği bu gelişme çizgisinin takibiyle, aradaki farkın kapanması asla mümkün olmayacaktır. Emperyalizm varlığını, emperyalist ülkeler de gelişmişliklerini, kapitalizme erken adım atmaları ve yoğun emek sömürüsünün ötesinde ve yanı sıra, Doğulu halkların az gelişmişliklerine ve yeterince kalkınmış olmamalarına borçludur. Bütün bir 20. yüzyıl tarihinin pratik bilgisi, emperyalizmle girilen ilişkiler çerçevesinde iktisadi kalkınma bir yana, yalnızca Doğulu halkların zenginliklerinin talanının gerçekleştiğini, genellikle kıyı bölgelerdeki bir dizi istisnanın ötesinde, örneğin koca bir Afrika kıtasının açlığa mahkum kılındığını göstermektedir.

20. yüzyıldaki yeni tipte sömürgeciliğin “kalkınma” söylemi, sadece “üçüncü dünya ülkeleri” yöneticilerinin benimsemesi gereken iktisadi bir kategori olmamıştır. Kalkınma iktisadının ideolojik, siyasi ve kültürel sonuçları da oldu. Ülkelerini emperyalist politikalarla uzlaşarak yöneten hükümetleriyle sürekli bir çelişki halinde bulunan halklara bir seçenek olarak sunulan “kalkınma yoluyla Batılılaşma” şeklinde bir özgürleşme modeli, yöneticilerle ülke emekçileri, muhalif talepler ile emperyalizmin beklentileri arasındaki uçurumu kısmen kapatılabileceği umularak teşvik edildi. Batı Avrupa emekçilerinin uzun süren mücadelelerin sonucunda edindikleri demokratik kazanımların, sanki bunlar, emperyalist ülkelerin doğasında kendiliğinden varmış ve bunlar Batılı olmanın bir kazanımıymış gibi gösterilmek suretiyle, içinin de boşaltılması anlamına geliyordu, bu. Kuşkusuz insan hakları, demokratik düzenlemeler, düşünceyi ifade, örgütlenme özgürlüğü gibi temel demokratik kategorilere sahip olmak bakımından, Batı’daki emekçiler Doğudakilere göre daha iyi bir düzeydeydiler. Bunların edinilmesinin yollarını ve edinilen demokratik hakların nasıl koruncağını, Doğulu halkların, Batıdaki kardeşlerinden öğrenmeleri de son derece doğaldır. Ancak bu hakların, emperyalizme teslim oldukça zaten elde edilebileceklerini düşünmek ile bu öğrenme arasında dağlar kadar fark vardır.

Özgürlüklerin ve demokrasinin Batılılaştıkça geleceğine ilişkin beklenti, bizim ülkemizde olduğu gibi, diğer Ortadoğu ülkelerinde de sürekli körüklendi. Doğal olarak, bu, kendi hak ve özgürlükleri için gerçekte mücadele etmekten başka bir yolu bulunmayan ve asla bir lütuf olarak bunlara sahip olması mümkün olmayan halkları eylemsizliğe mahkum etmek anlamına geliyordu kuşkusuz. Çünkü pratik, emperyalizmle girilen ilişkilerde, demokrasinin değil gericiliğin kışkırtıldığı siyasal ortamın pekiştiğini defalarca kanıtlamıştır. IMF reçeteleri, Avrupa Birliği müktesebatı, yapısal uyum projeleri vb. gibi sözde reform paketleri, söylemde en keskin insan hakları ve demokrasi koruyuculuğunu içerseler de, öteki “reform” maddeleri aracılığıyla bunlar gerçekleşemez kılınmışlardır.

Bugün Avrupa (AB)’dan ve ABD’den özgürlüklerin geldiğine ilişkin beklentilerde önemli gerilemeden söz edilebilir. 21. yüzyılın başından itibaren yaşanan siyasal gelişmeler, Doğulu halklara özgürlük ve demokrasi taşınabileceğini, hatta taşıdıkları iddiaları, bu iddiaları ileri süren emperyalistlere rağmen, önemli ölçüde aşınmıştır. 21. yüzyıldaki bu çok kısa tarih kapsamında, oryantalizmin geçen yüzyıldaki kısmen barışçıl, görünüşteki kalkınmacı içeriği çoktan iflas etti. Dolayısıyla ideolojinin içeriği de, yeni döneme uygun olarak, yeni bir inşa sürecine girdi.

 

21. YÜZYIL ORYANTALİZMİ

Görüldüğü gibi, oryantalizm ideolojisinin başlıca söylemleri, sömürgecilik tarihi boyunca, her dönemin ihtiyaçlarına göre değişmiştir. 19. yüzyılda, Doğu halkları üzerindeki tahakkümün gerekçesi olarak, bu halkların kendi kendilerini yönetecek bir iradeye sahip olamamalarını gösteren emperyalizm için 20. yüzyılın temel sorunu, – artık, o iradeye sahip olduklarını kanıtlamış bulunan halkların- bağımsızlaşma hareketlerini kazasız belasız atlatarak, yeni sömürgeci politikaları hayata geçirmek ve Doğu devrimini önlemekti. 21. yüzyılın eşiğinde ise, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, söylemler ve pratikler üzerinde denetleyici hiçbir devlet gücünün kalmadığı, emekçi hareketlerinin zayıfladığı koşullarda, oryantalizmi besleyen sömürgeci politikalar, dünyanın yeniden ve tamamiyle egemenlik altına alınması doğrultusunda şekillendirildi.

Bu dönemde, oryantalizm ideolojisinin, başlangıcındaki misyonundan çok farklı olmayan iki işlevi vardır. Birincisi, Doğu’nun ideolojik tanımını yeniden yapmak; ikincisi de, bunu yaparken, “bildiğimiz Batı”yı da yeniden düzenlemektir. Bunun için, çoktan beri pek itibar görmeyen eski gerici tezler yeniden tozlu sandıklardan çıkarıldı, ve buluna buluna, Doğu ve Batı’yı kendi açılarından türdeşleştirdiğine inanılan dini referanslar güçlendirilmeye başlandı. Doğu halklarının çoğunun Müslüman Batı’nın ise Hıristiyan olması, ABD emperyalizminin yağma ve talan için gereksindiği kutuplaşmaya kuşkusuz uygun bir malzeme sağlamış oluyordu.

11 Eylül’den itibaren, Ortadoğu’ya yönelik saldırılar, beklenebileceği gibi, Müslüman toplumların geriliği, anti-demokratikliği; diktatörler tarafından yönetildikleri, ve elbette, kurtarılmaları gerektiği saptamaları ile açıklandı yine.

Emperyalist medya, eskinin, fethedilmek için kollarını açmış bekleyen ipek şalvarlı harem kadınının yerine, burkasının deliklerinden görülmeyen gözleriyle kurtarılmak için yalvaran bir acuzenin reklamını yapıyordu. Elbette oryantalizm söyleminin ikili yönü, şimdiki versiyonu için de geçerlidir. Doğu’yu bir haz yuvası olarak yüceltip çekici kılan eski oryantalizm nasıl hemen aynı anda Doğuluları haz düşkünlüğü ile aşağılıyorsa, şimdi de, despotundan kurtulmayı beceremeyen Doğulu’nun yüzünde aczin ve tehdidin aynı anda bulunduğunu varsaymaktadır. Tembel, herhangi bir toplumsal kalkışması “deve yekinmesi” kadar ağır aksak olan Doğulu hakkındaki imge, artık bütün dünyayı terör eylemleriyle tehdit eden bir teröristle yer değiştirmiştir. Fakat Müslüman terörist nezdinde, medenileşme yolunda yürümek için tembel, ama medeniyeti yıkmak için gözü kara olmak, çok da çelişkili görünmemektedir!

Emperyalizm ideologları, Doğu’nun farklılaşmamış bir bütün olarak gösterilmesiyle aralarında farklılıklar olan parçalardan oluştuğu gerçeğini faydacı bir biçimde kullanmak arasında gidip geldiler. Huntington’un “İslamın kanlı sınırları” tabiriyle andığı bütün İslam aleminin Hıristiyan komşularıyla eninde sonunda kapışacağı teziyle, Graham Fuller’in İslam ülkeleri arasında ayrım yapmanın yararlı olacağı (ılımlılıklarına göre sınıflandırılmaları) önerisi, değişik vesilelerle, sırası geldikçe ve çoğunlukla aynı anda, üstelik birleştirilerek kullanıldı. Yine de, bütünleştirici bir Doğu söylemindense, İslam ülkelerini lime lime eden bir oryantalizm çoğunlukla elverişliydi. Önce emperyalizme biat eden ülkeler “haydutlar”dan ayrıldı; sonra mezhepler kendi aralarında aynı ölçüte göre sınıflandırıldı; fundamentalist/radikal İslam örgütleri zararlı ve az zararlı olarak bölündü; sonuçta İslam alemi işbirliği yapanlar ve yapmayanlar; işbirliği tesis edilinceye kadar inatçı öteki kesimleri dize getirmek için kullanılabilecekler veya kullanılamayacaklar olarak ayrıma tabi tutuldu. Üstelik bir kaç yıllık “Medeniyetler Savaşı” tarihi, bu ittifakların ve karşıtlıkların sürekli olarak bozulup yeniden kurulduğunu göstermektedir. Tabii ki, bunların üstünde, soyutlanmış bir imge olarak, terörist imgesi bulunmasaydı, bu parçalanmalar mümkün olmayacaktı.

İkinci işlevinde oryantalizm, başlangıcındaki özünde de olduğu gibi, sadece Doğu’yu tasavvur etmez, o, aynı zamanda, Batı’da da düzenleyici bir ilke olarak işlev görür. Yeni yüzyılın yeni “evrensel değerler”i, şimdi, odağına tamamen Doğu’yu alarak, onun etrafında şekillendirilmektedir. Geçmişte ise, bunun tersinin doğru olduğu söylenebilir. Evrensel değerlerin inşası Batı Avrupa’dan başlamış ve Doğunun gerçekliği, bu ilkelere göre işlemden geçirilmişti. Bugün emperyalizmin yeni değerlerinin, eski değerlerin adım adım yıkılmasıyla,  bunun için de, Doğu tarif edilip, Batı’nın buna göre inşa edilmesiyle kurulduğunu söylemek daha mümkün görünüyor. Doğulu halklara yakıştırılan terörist sıfatı, böylece, hem Doğuya yönelik saldırgan politikaların gerekçesi, hem de Batı’nın neoliberal iktisadi ve sosyal düzenlemesini kolaylaştırıcı bir kalkış noktası olmuştur.

Avrupa ve ABD’nin, daha genel olarak emperyalizmin İslam terörizmi tehdidi altında bulunduğu söylemi, bu ülke halklarının, kendi can güvenliklerinin korunması adına, kazanılmış demokratik haklarından vazgeçmelerini kolaylaştırmak için yaygınlaştırılan korkunun başlıca motifidir. Böylece bu korku, birlikte yaşayan halklar arasında varolan sempatiyi, başka kültürlere karşı duyulan iyimser merakı ortadan kaldırarak, düşmanlıkları körükler. Batı’da yaşayan Müslümanlara karşı ırkçı önyargıların çoğalmasına zemin hazırlar. Aslında, bu şekilde, Batılı emekçilerin yüzyıldır edindikleri yaşam prensiplerini yerinden eder. Zira ırkçılık, Nazilerin yenilgisinden sonra tarihe gömülmüş görünüyordu. Batı’daki emekçiler, ülkelerine gelen göçmen emekçiler ile barış içinde birarada yaşamayı tercih etmişler, kültürel çeşitliliğin bir arada bulunmasının bir zenginlik olacağına (eski göçmen politikaları kapsamında) inanmışlardı. İnsanların din ve vicdan özgürlüğüne karışılamayacağına, özel hayatın dokunulmazlığına, ülkelerinde düşünce özgürlüğünün var olduğuna ikna edilmişlerdi. Burjuva demokrasisi, emekçi örgütlerinin, sendikalarının da denetimi altında, olabilecek en geniş sınırlarına varmıştı. Yeni oryantalist söylem ise, Batılı emekçiyi, sahip oldukları ile, onları tehdit eden teröristin (yani içerde potansiyel bir tehdit oluşturduğu söylenen Müslümanların) yaşam alanını daraltmak adına, özgürlüklerin tasfiyesine rıza gösterme seçenekleri arasında sıkıştırdı. Bugün oryantalizmin yeniden hortlamasının sonuçlarını, sadece Doğu’daki Müslüman halklar değil, Batı’daki; Avrupa’da ve Amerika’daki emekçiler de yaşıyor.

Öte yandan, kendi tarihsel gelişim yönlerini belirlerken, geçen yüzyılda, sosyalizmin dünya çapındaki prestijinden oldukça etkilenen Doğulu haklar, bugün böyle bir esin kaynağından yoksun olmanın sonuçlarını yaşıyorlar. Doğulu halkların bütün kötülüklerin ve gericiliğin kaynağı emperyalizme duydukları tepki, dinsel bir biçim kazandı. Bu da, bu topraklarda giderek büyüyen bir Batı karşıtlığı ile paralel gelişiyor. Zaman zaman oryantalizm, geçmişte de, Doğu’nun her bakımdan yüceltilmesi anlamına gelen oksidentalizm gibi bir tepkisel ideolojiyle karşılanmıştı. Bugün Ortadoğudaki Müslüman halkların emperyalizm tarafından aşağılanmasına bağlı olarak, oryantalizm kadar gerici bu ideoloji, yeniden canlanma imkanı bulabildi. Doğu’ya ait her şeyin, esas olarak İslam dininin üstün bir yaşam prensibinin ögelerini oluşturduğuna inanılan oksidentalizm, halkların kendi içlerine kapanmasına ve Batı’da gelişen ırkçılığın benzeri bir duygunun bu topraklarda da yeşermesine zemin hazırlıyor. Oryantalizm nasıl Doğu’nun bir bütün olarak gerilik kaynağı olarak algılanmasına dayanıyorsa, oksidentalizm de, Batı’nın bir kötülük yuvası olarak algılanması anlamına gelir. Batı’nın çelişkili karakterini hesap dışı bırakır. Batılı halklar ile yönetici pozisyondaki egemen burjuvazi arasında bir fark ve uzlaşmaz karşıtlık bulunduğu gerçeğini tartışmaz. Böylece oryantalizmin tersine çevrilmiş hali olarak, aslında, sadece oryantalizmi güçlendirir. Halbuki hem Batılı hem de Doğulu halkların bugün yaşadığı sorunların kaynağı ortaktır.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ortaya çıkan yeni el değmemiş pazar alanları üzerinde tam bir kontrol kurabilmek, güçlenen diğer rakipleri saf dışı bırakabilmek için Ortadoğu operasyonlarına girişen ABD emperyalizmi ve destekçileri, Doğu’yu bombalayarak kendi yurdunda da terör estirerek neoliberal politikaları hayata geçiriyor. Bu kapsamda, Doğu’nun emperyalizm tarafından çizilen sınırları da genişletilerek, Sovyetler Birliği’nin güneyindeki cumhuriyetlere kadar uzatıldı. Eski Doğu Bloku ülkeleri ise, Batı’nın sınırlarına adım adım dahil ediliyor. Böylece küreselleşmenin ihtiyaç duyduğu Doğu ile Batı, coğrafi olarak da tanzim ediliyor. Bu sınırların düzenlenmesinin Batı’da da çok kansız bir yolla olmadığı, çok yakın bir tarihte, eski Yugoslavya’nın parçalanması sırasında görüldü. Huntington’un gördüğü “kanlı sınırlar”, İslam ülkelerininkinden değil, emperyalizmin çizdiklerinden oluşuyor. Ve bundan ne Doğu ne de Batı muaf kalabiliyor.

Dünya halklarını birbirine düşüren, onları birden bire düşmanlaştıran; toplumlar arasındaki hiyerarşiyi, eskisi gibi, sadece Doğu ve Batı arasında değil; hem Doğu’da hem de Batı’da kuran, birbirinden farklı dini inanışları ve mezhepleri olan birbirine komşu veya birlikte yaşayan halkları bölen yeni oryantalist söylem, günümüzde emperyalizmin pervasızca açığa çıkarabildiği en saldırgan, en gerici özellikleri temsil ediyor. Dünya burjuvazisi, tüm dünyayı yeniden Ortaçağ karanlığına sürüklemeye kararlı görünüyor. Bir zamanlar “kendiliklerinden ilerlemeyi beceremeyen” halkları “ilerletme” adına sömüren, topraklarını işgal eden emperyalizm, şimdilerde, ideolojik Ortaçağa kendiliklerinden dönmeyi istemeyecekleri için halkları bombalıyor. O halde, emperyalist ideolojik söylemin, halkları küçük düşüren, onların kültürlerini aşağılayan oryantalist özünün eleştirisi, emperyalist saldırganlığın ulaşmak istediği sonuçlara varmasını engelleme çabalarının bir parçası olacaktır. Bu, hem Doğulu hem de Batılı halkların geleceği için gereklidir.

1- Bu türden iddialar, 18. ve 19. yüzyılda da, kısmen bilimsel bir kılıf kazanarak, rağbet görmeye devam etti. 1760’larda Carolus Linnaeus, Afrika ve Amerika yerlileri arasında henüz kuyrukları olan insanların da bulunduğunu öne sürdü; bu kuyruklu insanları, maymun ile kusursuz insan arasında geçiş formu olarak görüyordu. Linnaeus’un tezlerinden heyecana kapılan ve ari ırk üzerine yazıları bulunan Fransız diplomat ve yazar Joseph Arthur Kont Gobineau, 1850’lerde, sözü edilen kuyruklu insan kabilelerini bulmak için gemi seferi düzenlemeye uğraştı.

2- Şarkiyatçılık, Edward Said, Çeviren: Berna Ülner, Metis yayınları, s.156

3- Burjuva aydınlanma filozoflarının sivil toplum kavramı, 18. yüzyıl oryantalizminde, Doğu’nun eksikliklerinin betimlenmesinde bir kalkış noktası olarak kullanıldı. Doğu’da bir sivil toplum olanaksızdı, kentleşme yoktu; dolayısıyla, bu toplumların gelişmesi mümkün değildi. (Oryantalizm, Postmodernizm ve Globalizm, Bryan Turner, Çeviren: İbrahim Kapaklıkaya, Anka yayınları) 20. yüzyılın liberal solcuları ise, Asya Tipi Üretim Tarzı kavramını, Gramsci’den alınan Sivil Toplum kavramıyla zenginleştirerek; birinci olarak, Asyagil toplumların gelişme dinamiklerine sahip olmadıkları, ve ikinci olarak, Doğu toplumlarının, iktidardaki despot ile birey arasında bir sivil toplum yokluğu nedeniyle sorunlu bir gelişme içinde olduklarını kanıtlamaya çalıştılar. Bizde bu tür teoriler, 12 Eylül sonrasında rağbet gördü. Bunlara göre, Türkiye de Asyagil bir toplumdu.

4- 19. yüzyılda dünya yüzündeki bütün elmas üretiminin yüzde 90’ına, bugün ise yüzde 60’ına sahip De Beers elmas şirketinin kurucusu, Britanya sömürgecisi Cecil John Rhodes, “Biz İngilizler, büyük olasılıkla dünyada ilk ırkız; eğer biz dünyaya egemen olursak, bütün diğer ırklar da bizim gibi gelişip uygarlaşırlar. Bunun için ekilebilecek, kullanılabilecek bütün alanları egemenliğimiz altında toplamalıyız” demiş ve Güney Afrika’nın geniş topraklarını sömürgeleştirip, zengin elmas yataklarını ele geçirmişti. Daha da ileri giderek, Zambia ve Zimbabwe gibi iki ülkenin adını değiştirerek, bunlara kendi adından türettiği Kuzey ve Güney Rodezya adlarını vermişti. Bu ülkeler, sömürgecilik sonrasında kendi adlarını tekrar almıştır.

5- Victoria Dönemi Hindistan’ında Otoritenin Temsili, Robert S. Cohn, “Geleneğin İcadı-Derleyen: Eric Hobsbawm, Terence Ranger” içinde, çeviren: Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, s. 195

6- agy, s. 207

7- Raphael Patai’nin “Altın Nehirden Altın Yola” adlı kitabından alıntılayan Edward Said, Şarkiyatçılık, s. 323

 

Gülün Adı ya da Papa Bilmecesi

20. yüzyılın din siyaseti bakımından en gerici Papası XII. Pius 9 Ekim 1958’de öldü. Dünya politikası olarak komünizme karşı haçlı seferi fikri onda saplantı halindeydi. Kariyerinin zirvesindeyken, insanların komünizme geçecekleri yerde, bir atom savaşı sonucu telef olup ruhlarını kurtarmalarının daha iyi olacağı görüşünü ilan etmiş, tahammülsüzlüğü ile Katolik kilisesini derin bir krize sürüklemişti.

Şaşırtıcı bir biçimde 28 Ekim 1958’de favori olmayan biri, Venedik Patriği Giuseppe Roncalli, yeni Papa seçildi – papazlığında popüler, kilisenin diplomatik çalışmalarında deneyimli biriydi ve aynı zamanda okumuş bir kilise tarihçisiydi. XXIII. Johannes adını seçti.

Bir skandal! Bu isim tam 500 yıldır tabu sayılmıştı. Daha önce bir XXIII. Johannes vardı (1410-1415); bu Papa ahlaksızlık nedeniyle Konstanz-Konsülü* (*Konstanz-Konsülü – 5 Kasım 1414’ten 22 Nisan 1418’e kadar Almanya’nın Konstanz kentinde toplanan Konsül. Büyük Batı ayrılığından (Schisma) sonra, Hıristiyanlık üç papa arasında bölüşülmüştü: Gregorius XII, Benedikt XIII., Johannes XXIII. Bölünmenin ve İmparator Sigismund’un baskılarına dayanamayan Johannes XXIII, serbest şehir Konstanz’da ökümenik bir Konsül topladı (Aralık 1413). Konsülün, Schisma’ya son vermek, Wicliff’in ve Hus taraftarlarının sapkınlıklarını yok etmek ve kilisede reform yapmak gibi üç görevi vardı. Konsül, XXIII. Johannes’e görevinden ayrılmasını bildirdi. Papa, uzun bir süre direndikten sonra bu isteğe boyun eğdi. Ardından XXII. Gregorius ve XIII. Benedikt’e de görevden el çektirildi. Sonunda, 1417 Kasımında V. Martinus unvanını alan yeni papayı seçti. Daha önce, Schisma sırasında, bundan böyle çağrılmadan bir Konsül toplanması ve dış baskılar sonucu yapılacak her papa seçiminin hükümsüz sayılacağı kararlaştırılmıştı. Papanın yetkileri kesin olarak sınırlandırılmış ve belirli sürelerde Konsül toplantıları yapılması öngörülmüştü.

Konsül – Yerel, ulusal ya da genel düzeyde faaliyet yürüten kilise doktrini ve disiplini konusunda karar veren piskopos ve ilahiyatçılar kurullarına verilen ad.- O.G) tarafından görevinden azledilmişti. Uğursuz bir karşıt-papa olarak anısı Kilise kayıtlarından silindi; sıra sayısı listesinde adı geçmediğinden, Roncalli onun ismini sanki hiç varolmamış gibi alabildi.

Bilindiği üzere, Papalar isimlerini program niteliğinde seçerler. Bağ kurdukları öncellere çekilen dikkat, bir tür yönetim bildirgesidir. Peki, Roncalli neden sakınılan bu isimde karar kılmıştı?

ZORUNLU ANIMSATMA

Çok gerilere gitmemiz gerekecek. 1277’de Paris Piskoposu Stephan Tempier, Papa’nın açık bir biçimde dile getirdiği arzusu üzerine, sapkınlık olarak ilan edilen felsefi öğretilere karşı bir mahkumiyet kararnamesi yayımladı. Bu kararname, yükselmekte olan dünyevi bir bilimin eksen aldığı Aristoteles, Avicenna, Averroes’in etkisine karşı yöneltilmişti. Mahkum edilen tezlerin önemli teoremleri, Paris Üniversitesi’nin bir Dominikan-Doçentinin yazılarına aitti. “Varlık ve Öz Üzerine”, “Maddenin Doğası Üzerine” ve “Doğanın İlkeleri Üzerine” isimli üç tartışmada (modern tabirle) teolojiyi ontolojiye aktarmış, dünyanın maddiliğini tespit etmiş ve doğayı, hareket biçimlerini esas alarak açıklamıştı. Bu yolla inancı felsefeyle uyumlu hale getirmeye çalışmıştı.

Üniversite görevinden alınan söz konusu din adamı, sonraki yazılarında daha ılımlı bir çizgi izledi. Daha radikal olan mücadele arkadaşı, Brabant Fatihi –ki sonraları onunla yolunu ayırdı–, 1284’te sekreteri tarafından, muhtemelen Papa’nın emri üzerine, bıçaklanarak öldürüldü.

1277’de suçlanan düşünür Aquino’lu Thomas’tı.* (*Aquino’lu Thomas (Saint Thomas d’Aquino) (1225-1274) – İtalyan düşünür ve Katolik kilisesinin başta gelen teologlarından. Aristo’nun teorisini destekliyor, ruh vücudun bir “formu”dur inancını besliyordu. – O.G) Mahkum edilişine bizzat tanık olmadı; üç yıl öncesinde yaşamını yitirmişti. Yarım yüzyıl sonra, 1323’te aziz ilan edildi. Doctor Angelicus olarak, bugüne dek Katolik inanç öğretisinin dünya görüşsel omurgasını oluşturur. Onun azizliğe yükseltilmesi, 13. yüzyıl toplumunun modernleşme atılımını yakalayıp yeniden muhafazakar kanallara akıtmaya olanak tanıdı. Onu aziz ilan eden kişi ise, Papa XXII. Johannes’ti.


REFORM VE GERİCİLİK

Şimdi, 1958’deki isim seçimi anlaşılır hale gelmeye başladı. Mevzuu bahis olan, 1410’daki ahlaksız Papa değil, 1323’deki ideologdu. Reform gereksinimleri karşısında tavizler vererek kriz atlatmak ve sistemin temellerini sağlamlaştırmak – yirmi üçüncü Johannes’in programı buydu; tıpkı yirmi ikincisinin de olduğu gibi. Roncalli, halefi VI. Paul’un eski yapıları yeniden sağlamlaştırabilmesi için zemini hazırlayan Konsül-Papası oldu. Bunlar, çabucak yeniden dizginlenen “ilerlemelerin” değil, Konsül’ün uzun vadeli fonksiyonunun bir sonucuydu. Katolik kilisesi, sistemi koruyarak reformlar göze alabilir, ne var ki iktidar biçimini temelden etkileyecek her türlü reforma mutlak olarak direnir. Bu durum, daha Waldenciler’in* (*Waldenciler – 12. yy’da Petrus Waldus tarafından kurulan, Hıristiyan kaidelere uygun olmayan bir topluluk yaşamı amaçlayan bir tarikat. Engizisyon tarafından neredeyse tamamen yok edildi, ama 16. yüzyılda yeniden ortaya çıktı.- O.G) yok edildiği, Fransiskan mezhebinin ehlileştirildiği ve Johannes Hus’un yakıldığı zamanlar için geçerliydi. Wiclif’ten Luther’e dek reformcuların, ellili yıllardaki Fransız işçi papazlarının, Güney Amerikan kurtuluş teolojisinin karşılaştığı buydu. Bir Papa’nın “ilerici” olabileceğini uman biri varsa, kilise kurumunun anayasası konusunda yanılıyor demektir.

Bugüne değin, Katolikler arasında olduğu kadar, Protestan reformcu teologlar arasında da, Roncalli ve İkinci Vatikan-Konsülü’nün rolü hakkında bir yanılgı söz konusudur. Tüm kilise tarihi boyunca değişen çağın koşullarına uyum düzenlemeleri olagelmiştir; ancak bunlar, daima, en kısa zamanda yeniden geleneksel çizgilere geri dönmek niyetiyle yapılmışlardır. XXII. Johannes’in dengelemeye çalıştığı 13. yüzyıldaki sarsıntıları, kilise hiyerarşisinin merkezileşmesini ve güçlenmesini amaçlayan Kurien*-reformu (*Kurie – Papa’nın ve Katolik kilisesinin yönetim ve idaresinin merkez organı.- O.G) takip etti. Muhalif Fransiskanlar, imparator sarayına sığınan Occam’lı William ve Padua’lı Marsilius, tıpkı günümüzde Leonardo Boff ve Piskopos Heider Camara gibi etkisiz kılındı. Papa ismi olarak XXIII. Johannes, yalnızca Konsül’ün reform programının değil, aynı zamanda bunu takip edecek gericiliğin bakış açılarının da bir ifadesiydi.

Ve şimdi de Benedikt. Yine kimsenin beklemediği bir isim. Joseph Ratzinger’in geçmişle kurduğu bağ nedir? Ratzinger, Wojtyla’nın [II. Jean-Paul –çev.] Papa olmasını sağlayan ve Alman doğu politikasıyla Ortodoks doğu Hıristiyanlık coğrafyasında Roma kilisesinin yayılmacı misyonunu birleştiren kişiydi. Hıristiyanlık İnançları Kongresi’nin başkanı olarak, II. Jean-Paul’ün deklare ettiği kilise ve din politikasına ilişkin kararlarla fermanların arkasındaki isimdi; Vatikan’da bir gölge Kardinal.

Komünist İşçi Gazetesi (KAZ), Haziran sayısında, Ratzinger’in kökenindeki çizginin ayrıntılı bir arka plan analizine yer verdi. Kariyerinde yükselişi, Nazilerle içli dışlı Münihli Kardinal Faulhaber’in astı olması dolayısıyla da Pacelli-Papalık elçiliği geleneğine uygun olarak gerçekleşti; yani, bir sonraki Papa XII. Pius’un geleneği doğrultusunda. Ratzinger, son Habsburg Kralı Karl’ın Wojtyla tarafından aziz ilan edilmesine önayak oldu, şimdiyse, kilise hukuku mevzuatlarına aykırı olarak, olağandışı bir biçimde Wojtyla’nın azizliğe yüceltilmesini planlıyor. KAZ’ın çıkarsamasına göre, bütün bunlar, XV. Benedikt’e dayanak yapıldığına işaret ediyor ve isim seçimini karakterize ediyor.

Kimdi XV. Benedikt? Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında seçilmiş ve 1922 yılına değin görevde bulunmuştu. 1915’te kurdurduğu yarım gönüllü bir barış inisiyatifi etkili olmadı; Doğu Avrupa’daki, özellikle Polonya ve Avusturya-Macaristan’daki nüfuz alanlarını güvenceye alma endişesiyle 1917’de kurulan ikincisiyse, büyük güçlerin direnişi karşısında başarısızlığa uğradı. XV. Benedikt, şanssız bir politikacı, önemsiz bir kilise-efendisiydi. Doğrusu, Ratzinger gibi hırslı ve başarılı bir stratejistin yönünü tayin etmek üzere örnek alacağı türden bir tip çizmiyor. XV. Benedikt’in Kilise faşizminin ön-tarihinin –Macaristan’ın Horthy’sinden İspanya’nın Franco’suna değin– bir parçası ve ayrıca daima Opus Dei’nin* (*Opus Dei (Latince): Tanrının Eseri – 2 Ekim 1928’de Madrid’te sıradan bir papaz olan Jose Maria Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulan, Roma Katolik Kilisesi içerisinde muhafazakar bir örgüt. Katolikliğe sadık laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek, Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturma amacı ile kurulan örgüt, günümüzde, Vatikan’da en etkili kurumdur. Gizli bir örgüt olan Opus Dei’nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta, fakat her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır. Onlara göre, Papanın kimliği, Kilisenin de, Papalık Makamı’nın da üstündedir. Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal önderidir. Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette olağanüstü bir kişidir. Bu nedenle Opus Dei, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir ve kiliseyi ikinci planda görür. Opus Dei, “Da Vinci’nin Şifresi”yle yeniden gündeme gelmekle birlikte, geçmişten beri sağcı diktatörlükleri desteklemekle, tarikat benzeri kontrol mekanizmalarıyla, şeffaf olmayan mali ve örgütsel yapılanmaları, son derece muhafazakar bir teolojiye sahip olmakla ve saldırgan üye ve nüfuz kazanma yöntemleri kullanmakla itham edilmiştir.- O.G) bir destekçisi olması ve dolayısıyla kendini bu çizgiye dahil etmesi bile, Ratzinger’in programatiğini karakterize edecek isim seçimi için yeterli değil. Zira bu, açığa çıkarılacağı yerde üzeri örtülecek türden bir niteliktir. Böylece KAZ’in sunduğu malzeme, fikir vermekle birlikte, asıl olarak yalnızca güncel açıdan bir ışık tutuyor. Bunun altında, Benedikt isminin yükseldiği bir ikinci anlam katmanı bulunmaktadır.

Dolayısıyla izimizi biraz daha gerilerde sürelim; 18. yüzyılda! XIV. Benedikt (1675-1758), program ismi sağlayacak bir aday olmasa gerek. Aydınlanmanın Papasıydı; hep baskıyla karşılaşmış Jansencilere* (*Jansencilik –Ypres piskoposu Jansen’in ve taraftarlarının öğretisi. Fransız Katolik kilisesinde ortaya çıkan ve özellikle 17. ile 18. yüzyılda etkisi görülen bu hareket, Cizvitlilerden farklı bir Augustinus öğretisi savunmasıyla bilinir.- O.G) karşı hoşgörülü, o zamanlar saldırgan bir Katolik politikanın yürütücüleri olan ve çoğunlukla krallarla prenslerin günah çıkartma pederlerini çıkaran Cizvitlere karşı eleştirel bir tutum alan bir papaydı. XIV. Benedikt, ilgisiz bir dindar olan Protestan Prusya kralı II. Friedrich tarafından, işte tam da Aydınlanma karşısında aldığı ılımlı tutum nedeniyle itibar görüyordu. Böyle bir Papa, “Hıristiyan inancına göre şeytan, mistik ama gerçek, şahsi ve sembolik olmayan bir figürdür” türünden sözler sarf eden Ratzinger için bir öncül oluşturmaz. Bu türden cümleler söyleyip yazan birisi, bir zamanlar gençlik yıllarında olduğu o modern rasyonel teoloji profesörü haline dönmez.; onun için mesele, daha çok, modern sanayi devletlerinde kilisenin etkisini yitirdiği bir dönemde, Hıristiyanlar arasında halen animist* [*canlıcılık (animizm)–Canlı ve cansız bütün doğanın ruhlu olduğu ve ruhlarla yönetildiği inancı.- O.G] ve şeytanlı cinli tasavvurların yaygın olduğu ülkelerde kendine daha sağlam dayanaklar kurmak amacındaki kilise politikasıdır.

Kuşkusuz Ratzinger, tartışmacı-filozof Jürgen Habermas ile bir tartışmaya girmeyi göze almaya yetecek kadar esnekliğe de sahipti. Ne var ki ikisinin us kavramları, yine de birbirinin çok uzağında kaldı. Kilise, eskiden beridir gerçeği, insanın sınamacı düşünmesiyle değil, tanrısal meşruluğu olan bir sözcüğe –ister vahiy olsun isterse de Papalık fermanlarının yanılmazlığı olsun– bağımlı olarak benimsemiştir. 13. yüzyılın çaresizliğe düşmüş filozofları, bilimsel doğruluk ve vahiy inancını birbiriyle çelişen, ama aynı zamanda yan yana varolmalarına göz yuman çifte gerçek paradoksuna sığındılar. Ne var ki bu, ne felsefi ne de teolojik olarak kabul edilebilir bir çözümdür.

Anlaşılan Benedikt’in kodunu çözmek XXII. Johannes’teki kadar kolay olmayacak. Bu ismin ilk altı taşıyıcısına yalnızca son derece kısa görev süreleri nail olmuştur. Hepsi de, seçilmelerinden kısa bir süre sonra hayata veda ettiler; bu durum, yetmiş sekiz yaşındaki Ratzinger’in isim seçiminin alameti-farikası olmasa gerek. Altıncısından on birinci Benedikt’e kadar olanların her biriyse, kilise içindeki karışıklıklar ve çekişmelerle anıldı, hatta dokuzuncu ve onuncusu görevden alındılar. Joseph Ratzinger kendine gerçekten de tuhaf bir atalar serisi seçmiş!

Ancak işimiz daha da karmaşıklaşıyor. XIII. ve XIV. Benedikt ismi, Papalık sicilinde tam ikişer kez geçiyor. İsimleri ilk kez 1378’den sonra Avignon ve Roma arasındaki kilise bölünmesi (Schisma) sırasında, Avignoncu tarafın temsilcileri olarak ortaya çıkar, bu nedenle de, Roma geleneğinde gayrı meşru karşıt-papalar olarak sayılırlar. Diğer on üçüncüsü ise, göreve geldiğinde artık elden ayaktan düşmüş, dünyadan haberi olmayan ve zafiyet derecesinde uzlaşmaya meyilli birisiydi. İşlerin büyük bölümünü vicdansız Kardinal Nicola Coscia’ya bırakmış durumdaydı.

NİHAYET İZ ÜZERİNDE MİYİZ?

Papalar tarihinde yaptığımız bu hızlı sürek avından sonra yalnızca çerçeveye almakla yetindiğimiz bir dönem kalıyor geriye: 1309 ile Konstanz-Konsülü (1414-1418) yılları arası. Bu, Papaların yönetim merkezinin önce Avignon’da bulunduğu ve 1378’den sonra Avignon ve Roma olmak üzere iki ayrı Papanın seçimiyle kilisenin bölündüğü bir dönemdi. Schisma’dan önceki XII. Benedikt (1334-1342) ve Schisma sırasındaki XIII. Benedikt (1394-1417) işte bu zaman dilimine denk düşer.

Şimdi öykü bir biçim almaya başlıyor! XII. Benedikt, stratejisinin Roncalli’yle sürdürüldüğünü gördüğümüz XXII. Johannes’in halefiydi. Aquino’lu Tohmas gibi 13. yüzyıl Modernistleri ile göstermelik denge politikasını yeniden eski dönemdeki engizisyon katılığına geri döndüren şahsiyetti. Onun idaresinde, din sapkınlarının takibatı ve sapkın öğretileri bastırma yöntemleri yeniden sertleştirildi. Johannes’in başlattığı, papalık devletini bürokratikleştirilmiş bir yönetim aygıtına dönüştüren Kurie-reformunu sürdürdü. Bu, ilk kez 1302’de “Unam Sanctam” papalık fermanıyla ilan edilen, Papanın global iktidar iddiasına kudret sağlayacak merkezileştirilmiş bir kilise idari yapısının önkoşulunu oluşturuyordu. Aynı zamanda, Kurie’nin kilisenin yerel gelir kaynakları üzerinde genişletilmiş bir müdahalesi anlamına geliyordu. Papalık onun yönetimi altında büyük bir finans gücü durumuna geldi. Aynı zamanda entelektüel bir teolog ve politik olarak acımasız bir otokrattı.

İşte burada, XXII. Johannes’ten XIII. Benedikt’e değin Avignoncu Papalar serisinde Joseph Ratzinger’in asıl bağlantı noktasını buluyoruz. XII. Benedikt’in, XXII. Johannes’in doğrudan halefi olması ve onun Kurie’nin güç kazanmasına hizmet eden iktidar politikasını güden programını sürdürmüş olması, deyim yerindeyse günümüz açısından örnek durumu oluşturmaktadır. Ratzinger, İkinci Vatikan-Konsülü (1962-1965) ile Avignon-Konsülü’nün (1323-1326) fonksiyonlarını karşılaştırmakla Roncalli’nin halefi sayabilir kendisini. Ne var ki, tam da bu, 2. Vaticanum’un zihnine yerleştirilen beklentilerin aldatıcı olduklarının ortaya çıktığı ve ökümenik idealistlerin hala korudukları son illüzyonlarının da paramparça edildiği anlamına gelir.

Ratzinger, altmışlı yıllarda, Konsül’ün reform çabalarına sınırlı pozitif bir yaklaşımda bulunan bir teolog sayılıyordu. Biyografisini yazan John L. Allen, Vatikan’da Amerikan National Catholic Reporter’in muhabiri olarak, Roma kilisesinin içini dışını bilen biridir. Allen, Ratzinger’de daha sonraları gerçekleşen bir değişimden bahsetmekte ve bu iddiasını gerekçelendirmek için, Ratzinger’in Konsül’de veya liberal teolog Vorgrimler’in Konsül değerlendirmesinde sarf ettiği ifadeleri öne sürmektedir. Burada, sanırım bir yanlış anlaşılma var.

Hıristiyanlık İnançları Kongresi’nin başkanıyken olduğu gibi, bugün de, Papa olarak Ratzinger, Katolik ruhbanın kilisedeki üstüne karşı ve son tahlilde Papaya karşı itaat mecburiyetini daima inanç sağlamlığının odağına yerleştirmiştir. Köln Başpiskoposu Kardinal Fring’in genç (o zamanlar otuz beş yaşındaki) danışmanı olarak, Konsül’ün izlediği çizgiyi resmi olarak temsil etmek, onun açısından olması gereken doğal tutumdu; bu sırada kendi içinde bu çizgiden sapıp sapmadığını doğal anlayışına göre belli etmesi yasaktı. Resmi beyanlarını itaat mecburiyeti belirlemiştir ve kendi düşüncesine dair güvenilir bir gösterge değildir.

Ne var ki, belgelerin hazırlanmasında görev aldığı Konsül değerlendirmeleri sırasında, daha katı bir muhafazakarlık eğilimi pekala fark edilebilmektedir. Misyon şemasında, yabancı din ve kültür alanlarında yayılmacı, saldırgan bir etki kurma politikasından yana tutum almıştır. Din özgürlüğü ilanında, bunun, yalnızca devlet tarafından bir zorlama karşısında politik bir güvence sayılması gerektiğinin (ki bu, birçok yerde Katolik kilisenin lehinedir), ancak Katolik kilisesinin kurtuluşa giden tek yol olma yönündeki kurumsal iddiasına halel getirmeyeceğinin altının çizilmesini sağladı. Bu yaklaşım, neredeyse otuz sene sonra, Hongkong’taki Asya Piskoposları Konferansı’nda (1993) yapılan, insanlığın gerçek yoksulluğunu, gerçeğin üzerine çökmüş karanlığın oluşturduğu; yegane ve biricik gerçeğin ise, Hıristiyan dininin sarsılmazlığına olan inanç olduğuna dair otoriter saptamayla örtüşmektedir. Asya’da açlık çeken yüz milyonlarca yoksul insan, iman etmenin karınlarını nasıl doyuracağını sormuş olsa gerek. Bu bağlamda, Kurtuluş teologu Leonardo Boff, İsa’nın insanların yalnızca manevi değil cismani mutluluğuyla/refahıyla da ilgilendiğini söylemekle onlara daha yakın durmuştur. Ne var ki Boff, Ratzinger için otuz yıldır, öğreti otoritesi ve kilise disiplini aracılığıyla mücadele ettiği azılı bir düşmandır.

GERİYE KALAN, İSİMLERDİR

Ratzinger’in, Hıristiyanlık İnançları Kongresinin başkanı olarak, Wojtyla’nın arkasında dümeni elinde tutan ve uzun bir süredir Vatikan’ın rotasını belirleyen kişi olarak etkinliği bilinmektedir. İster geniş gönüllü teoloji profesörleri olsunlar, ister sosyal çalışmalarda aktif piskoposlar, isterse de Cizvit mezhebinin başı; bağımsız düşünen kafaların karşısındaki fanatiktir o. Dışa yönelik sevecen ve uzlaşmacı, mesleki kararlarda katı ve acımasızdır. (Daha ziyade saf olan Wojtyla’nın aksine) Teorik tutarlılığa ve kesin zekâya sahiptir; buna karşın âlimliği, dini politikaya dönüştüren bir iktidar hırsının hizmetindedir. Bu uğurda disipline edilmiş bir örgüte ihtiyaç vardır ve Ratzinger, inanların Katolik birliğinin örgütsel disiplinine titizlikle ihtimam gösteren biridir. Babacan görünümü aldatıcıdır; bir Velasquez, bu büyük soruşturmacıyı (engizisti), televizyon kameralarının sunduğundan çok farklı çizerdi.

Benedikt isminin ardındaki şaşırtmalı bulmaca aydınlandı. 700 yıl önce, kilise tarihinde olağandışı bir istisnai durum meydana geldi. Papalık iktidarının yanında ve zaman zaman da üstünde bulunan imparatorluk iktidarı, ayyaş II. Friedrich’in ölümünden sonra 1250’de yıkıldı. Yeni oluşan ulus devletler, hepsinden önce de Fransa, henüz sağlamlaşmış değillerdi. Feodal toplum yıkılmaya yüz tutmuştu. Kentler erken kapitalist üretimin ve ticaret sermayesi birikiminin merkezleri haline geliyordu. Yaşam koşullarının yeni düzeni henüz mayalanma aşamasındaydı. “Ortaçağın Sonbaharı” (Huizinga) yeni başlamıştı.

Papalar, bu anı, kilisenin gücünü artırmak için fırsat bildiler. Onların modernliği, kiliseye sağladıkları merkezi idari yapıydı ve de mali yönetim –iktidara ve paraya uzanan bir hamle. Gelenekçiliklerini, saçma irrasyonelliklere de başvuran dini açıdan meşru bir iktidar ideolojisine bağlılık oluşturuyordu. Ratzinger’in şeytanın şahsi figürüne ilişkin sarf ettiği sözler o tarihte de söylenmiş olabilirdi.

Kilisenin erken yeni çağa attığı bu politik iktidar adımını, katı bir muhafazakarlığın emareleri eşliğinde gerçekleştiren Papalar, XXII. Johannes ve XII. ile XIII. Benedikt’ti. Ne var ki, isimlerinin devamlılığı, haleflerinin yoldan sapmaları nedeniyle kesintiye uğramış, bunların sıkıntılarını taşımaktaydı. Bu isimlerin günümüz tarihsel krizde tazelenmeleri sinyal niteliği taşır. Johannes’in anlamı şudur: Kiliseden kopuş durdurulmalıdır. Benedikt’in anlamı da şudur: Restorasyon gerçekleştirilmektedir.

Umberto Eco, Avignon-Konsülü arifesinde geçen romanını nasıl bitirir?”Bir zamanların gülü şimdi yalnızca isimden ibaret, geriye kalan isimlerden başka bir şey değil.” Johannes, Benedikt geri dönüşte.

 

Belge: Karl Marx’ın İşçi Anketi

Marx’ın Mirası Üzerinde Sınıf Savaşı

“Sosyalist blok”un yıkılmasının ardından kapitalist dünyada işçi sınıfının ekonomik ve sosyal kazanımlarına yönelik süregelen saldırı, ideolojik alanı da kapsayacak şekilde genişletildi. İşçi sınıfının dünya görüşü bilimsel sosyalizmin her türlü değer ve ilkesi büyük bir karalama kampanyası eşliğinde “otopsi” masasına yatırıldı. Ne de olsa Marksizm ölmüştü! Örgüt, parti, mücadele, devrim, sınıf kavramları ve bunların çağrıştırdığı her türlü değer ve ilke “parti diktatörlüğü”, “Stalinizm” söylemleriyle rafa kaldırıldı. Madem ki Marksizm değişimden söz ediyordu; işte burjuvazi tüm dünyayı devrimci bir şekilde dönüştürüyordu! Üstelik “küreselleşme süreci”, Marx’ın vaadi olan sınırların ortadan kalktığı bir dünyayı kendiliğinden yaratıyordu!

Ne var ki rüya kısa sürdü. Kapitalizmin yaydığı ideolojik balonlar kısa sürede bizzat kendisi tarafından patlatıldı. Savaşlar, işgaller, vahşi kapitalizm koşullarına dönüş, dini ve etnik boğazlaşmalar, derinleşen kültürel ve ahlaki yıkım, kapitalizmin insanlığa barbarlıktan başka vaat edeceği bir şey olmadığını ortaya koydu. Ama yerine ne konulacağı konusunda da bir fikir yoktu. İşte bu koşullar altında Marx yeniden hatırlandı. Ancak hatırlanan Marx, yalnızca, insanlığın geleceği üzerine etkileyici kehanetlerde bulunmuş bir 19. yüzyıl düşünürüydü. Onun teorisinin devrimci yönü ve devrimci yaşam pratiği, genel doğrultudan bir sapma idi. Marx, gerçek yaşamın sorunlarını sadece bir inceleme nesnesi olarak gören eleştirel bir filozof olarak takdim edildi.

Marx’ın devrimci yönü ile teorisyen yönü arasındaki sözde ayrılık, ilk kez 19. yüzyıl sonlarına doğru, işçi hareketi içinde reformizmin öncülüğünü yapan Eduard Bernstein ve ardından ünlü “dönek” Karl Kautsky tarafından gündeme getirilmişti. Bernstein ve Kautsky, kendi revizyonist ve reformcu görüşlerinin önünü açmak için, “devrimci Marx”ı “bilim adamı Marx”tan ayırarak, Marx’ın çeşitli dönemde yazdığı eserler arasında çelişkiler keşfetmeyi başlıca etkinlik sahası olarak benimseyen ve Marksizmin devrimci özünü akademik soyutlamalar içerisinde gözlerden kaybeden “akademik Marksizm”in ya da başka bir deyişle “marksoloji”nin önünü açtılar.[1]

Böylece işçi sınıfı hareketi içine sızan burjuva reformizmi, bilimsel sosyalizmin saygınlığı ve otoritesi karşısında kendisine sığınabileceği bir alan yarattı. Bu alan, öteden beri örgütlü mücadeleyi kendi özgürlüklerinin cendere altına alınması olarak gören burjuva aydınlar için bir cazibe merkezi oldu.

Öte yandan Marx’ın teorik mirası, akademik çevreler için, toplumsal bilimler alanında hakim olan burjuva pozitivist akımın bunalımına karşı ciddi bir alternatif sunuyordu. Marx’ın insan toplumlarının tarihsel evrimini bütünsel bir teorik sistem içerisinde ele alan inceleme yöntemi (diyalektik ve tarihi maddecilik), bilimsel çalışmanın olmazsa olmazı olan tutarlı bir yöntem arayışına da yanıt oluşturuyordu. Ancak yukarıda da vurguladığımız gibi, devrimci içeriğinden özenle ayıklanmış olan bu Marksizm anlayışı, asıl sorun olan “dünyayı değiştirme” amacından uzaklaşmış, burjuva reformizminin teorik argümanlarına malzeme oluşturmak için üzerinde spekülasyon yapılan bir araştırma alanına dönüşmüştü.

Bugün, Marksist kavramsal çerçeveyi kullanarak işçi sınıfının ortadan kalktığını, sınıfların yaşadığı dönüşümlerin farklı “direniş sanatları”nı gündeme getirdiğini, piyasa hakimiyetinin demokratik katılımcı bir ekonomiyle insanileştirilebileceğini vb. öne süren “küreselleşme karşıtı” liberal solcuların teorik gıdasını, işte bu Batıdaki ve ülkemizdeki üniversitelerde ve aydın çevrelerinde üretilen “marksoloji” oluşturmaktadır.[2]

Marx’ın hayatı ve eserler dikkatle incelendiğinde onun devrimci yönüyle teorisyen yönünün birbirinden ayrılamayacağı görülür. “Marksologlar” da bu gerçeğin farkında oldukları için, bundan duydukları rahatsızlığı sürekli dile getirirler.[3] “Marksologlar” burjuva eğitiminden edindikleri alışkanlıklarla Marx’ın teorik mirasındaki zengin unsurları, kendi reformcu görüşlerine dayanak oluşturmak üzere parçalara ayırma alışkanlığındadır. Ne var ki, Marx’daki sosyoloğu siyaset bilimciden, iktisatçıyı antropologdan ayırmak mümkün değildir. Bu tür disipliner ayrımlar, burjuva bilim dünyasının ürettiği yapay ayrımlardır. Marx, tarihsel değişimin teorisini kurmuştur. Bu değişimin motoru sınıf mücadelesidir. İnsanlık tarihinin kapitalizm uğrağı, işçi sınıfının tarihsel eylemiyle geçilecektir. Bu nedenle, Marx’daki devrimciyi, teorisyenden ayırmak olanaksızdır. Marx, deyim yerindeyse bir devrim teorisyenidir. Ancak O, yaşadığı dönemde oldukça yaygın bir tip olan, ihtiraslı, devrim davasına adanmış ütopik ve anarşist devrimcilerden farklı olarak, kendi eylemini, kapitalizmin bilimsel çözümlemesine ve bu çözümlemeden hareketle ortaya koyduğu modern proletaryanın devrimci potansiyeline dayandırmıştır. Kendi ifadesiyle “tüm toplumu kurtarmadan kendisini de kurtaramayacak olan bir sınıfın” tarihsel eylemine bağlanmıştır.

Ekte sunduğumuz işçi anketi[4] de bu gerçeğin kanıtlarından yalnızca bir tanesidir. Onun yaşamı dikkatle incelendiğinde, böyle bir kanıta gerek olmadığı açıkça görülür. Tüm yaşamı boyunca, yoldaşı Engels’le birlikte uluslararası işçi sınıfı hareketinin partileşmesi için etkin bir çaba göstermiştir. Burada sunulan anket, aynı zamanda, Marx’ın, işçi sınıfı için masa başında plan ve projeler üreten ve sınıfı (bizde örnekleri bolca bulunan) kafasında tasarladığı planlara uymaya çağıran bir komünist olmadığını da göstermektedir. O, yaşamının ağır hastalıklarla geçen son yıllarında bile, işçi sınıfının devrimci bir parti olarak örgütlenmesinin gerektirdiği sınıf içindeki günlük çalışmanın pratik sorunlarıyla yakından ilgilenmiştir.

ANKET ÜZERİNE BİRKAÇ NOT

Marx’ın, kendisinden bu konuda yardım isteyen Fransız yoldaşları için hazırladığı işçi anketi, 20 Nisan 1880 tarihinde Fransız sosyalistlerinin yayın organı Revue Socialiste’de yayınlandı. Daha sonra, “işçi kuruluşlarına, sosyalist ve demokratik grup ve çevrelere, Fransız gazetelerine ve isteyen herkese” dağıtılmak üzere 25 bin soru kağıdı da fazladan bastırıldı.

Anketin orijinal metninde, anket kısa bir önsözle tanıtılmakta ve işçi sınıfının yüz yüze olduğu şartların anlaşılması için İngiliz hükümetince yürütülen araştırmalara değinerek benzeri bir yolun Fransız hükümetince de izlenmesi tavsiye edilmektedir. “Katlanmak zorunda oldukları sıkıntıları tam bir kavrayışla dile getirebilmek ve “karşılaştıkları toplumsal hastalıkların tedavisini herhangi bir ilahi kurtarıcı değil de, yalnızca kendileri en enerjik bir şekilde uygulamak durumunda bulundukları için, şehir ve köy proletaryasının soru kağıdını mutlaka cevaplandırması istenmektedir. Benzeri bir çağrı, “toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemeleri sebebiyle, işçi sınıfının, yani geleceğin sahibi bulunan sınıfın, içinde yaşadığı ve çalıştığı şartlar hakkında da kesin ve somut bilgiler edinmeyi istemek durumunda olan ‘her okul’dan sosyaliste yöneltilmiştir.[5]

Anket, 4 temel bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, işçi sınıfının nicel özelliklerini (sayı, yaş, cinsiyet ve istihdam şartları bakımından) anlamaya dönük soruların ardından, işyerinin coğrafi konumundan işin örgütlenişine ve işyerindeki fiziki şartlara kadar emek sürecinin temel özellikleri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Marx, burada Fransız sosyalistlerini sınıf içerisinde günlük çalışma yapmaya yönlendirmek üzere, öncelikle işçi sınıfının çalışma koşullarının bilgisine sahip olmalarını sağlayacak sorular hazırlamıştır. İkinci bölüm esas itibariyle çalışma saatleri, mesailer, ulaşım gibi kapitalist sömürünün o dönem için en önemli unsuru olan mutlak artı değer üretiminin koşullarını sergilemeye dönük sorulardan oluşmaktadır. Üçüncü bölüm ağırlıklı olarak sözleşme koşulları ve ücretlerle ilgili sorulardan oluşmaktadır. Dördüncü bölümde ise, işçilerin yüz yüze bulundukları koşulların düzeltilmesi için yürüttükleri mücadele ile ilgili sorular yer almaktadır. Bu bölümde ayrıca, patron örgütleri, devlet ve sınıf dışı sol akımlar karşısındaki tutum ve algıları geliştirmeye dönük sorular da bulunmaktadır.

Marx’ın anketinde dikkati çeken temel unsur, soruların hepsinin işçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu temel koşulları bir bütün olarak anlamaya dönük olarak hazırlanmış olmasıdır. Ancak, burada uluslararası işçi sınıfının öğretmeni olarak Marx’ın asıl katkısı kendisinden yardım isteyen Fransız sosyalistlerine, örgütlemeye çalıştıkları sınıfın temel sorunlarına hakim olmalarını sağlayacak bir materyal sunmuş olmasıdır. Daha da önemlisi, anketin, işçileri kendi çalışma koşulları hakkında düşünmeye yönelttiği, kapitalist sınıf karşısında tek tek değil bir sınıf olarak bulundukları fikrini aşıladığı da açıkça görülmektedir.

Anket konusunda dikkat çekmek istediğimiz bir diğer husus, anketin dönemin ihtiyaçlarına göre hazırlanmış olduğudur. Sorular, 1880 yılının Fransa’sının koşullarını yansıtmaktadır. Doğal olarak o günün teknolojik düzeyini, sosyal yapısını, bürokratik örgütlenişini ve sınıfsal özelliklerini içermektedir.

Bugün Türkiye’de büyük fabrikalarda, organize sanayi bölgelerinde işçi sınıfı acımasız sömürü koşulları altında çalışmaktadır. Son 20 yılda yoğunlaşan kapitalist saldırı ile geçmişte kazanılan sosyal haklar birer birer geri alınmıştır. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, iş yasasının değiştirilmesi, SSK’nın tasfiyesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi, esnek çalışma, insanlık dışı çalışma saatleri, neredeyse bir insan öğütme makinası olarak işleyen kötü çalışma koşulları, günlük olaylar haline gelen iş kazaları, işçi sınıfının en geniş kesimlerini sermayeye karşı birleştirmek için işçi sınıfının partisinin önüne büyük bir sorumluluk yüklemektedir.

İşçi sınıfı partisi, başta günlük gazete olmak üzere elindeki bütün imkanları ve araçları kullanarak, işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar içerisinde günlük çalışma yapmaktadır. Bugün bu içerikte bir işçi anketi hazırlamanın işlevsel olup olmayacağına mücadelenin ihtiyaçları gözetilerek karar verilecektir. Ancak bu anket, başta fabrikalar olmak üzere tüm alanlarda yürütülen faaliyetin karşı karşıya bulunduğu, istikrarsızlık, dar pratikçilik, amatörlük vb. gibi sorunların üzerine gitmek için söz konusu mücadele alanının bütün bilgisine sahip olmanın taşıdığı önemi bir kez daha hatırlatmaktadır. Mücadele alanının tüm bilgisine sahip olmak, aynı zamanda, sınıfın günlük sorunları ile ülkedeki güncel politik ve ekonomik gelişmeleri yaratıcı bir biçimde ilişkilendiren bir aydınlatma çalışmasının da önkoşuludur.

İşçi sınıfının bilge öğretmeninin yaşamının son yıllarında, kendisine dayanılmaz acılar yaşatan hastalığına karşın, geleceği yaratacak sınıfın sorunlarına gösterdiği bu özen ve dikkat, tüm çalışmalarımızda rehberimiz olmalıdır.

1-       Mesleğiniz ne?

2-       Çalıştığınız işyeri bir kapitaliste mi, yoksa, bir anonim ortaklığa mı ait? Kapitalist işverenlerin veya ortaklık yöneticilerinin adlarını verin.

3-       Çalışanların sayısını bildirin.

4-       Çalışanların yaşlarını, erkek mi kadın mı olduklarını belirtin.

5-       İşyerinizde en küçük kaç yaşında çocuklar (erkek veya kız) çalıştırılmaktadır?

6-       Vasıfsız işçilerin dışında kalan nezaretçi ve diğer çalışanların sayısını bildirin.

7-       Çırak var mı? Kaç kişiler?

8-       Genellikle ve düzenli çalışanlar yanında belli dönemlerde istihdam edilen başka kimseler var mı?

9-       İşvereninizin sınai faaliyeti yalnızca ya da öncelikle mahalli piyasa, milli piyasa veya ihracat için midir?

10-   İşyeriniz şehir içinde mi, şehir dışında mı? Bulunduğu yerin adını verin.

11-   İşiniz şehir dışındaysa, sanayi kesimindeki çalışmanız geçiminize yetiyor mu, yetmiyorsa buna bir de tarım kesiminde bir çalışma katıyor musunuz?

12-   İşiniz elle mi yapılır, makine yardımıyla mı?

13-   Çalıştığınız sanayideki iş bölümünü kısım kısım belirtin.

14-   Çalıştığınız sanayide buhar enerjisi kullanılıyor mu?

15-   Çalıştığınız sanayinin çeşitli dallarında faaliyet gösteren işyerlerinin sayısını belirtin. Çalıştığınız özel dalı, sadece teknik dallarıyla değil, aynı zamanda, gerektirdiği kol ve sinir gücü ve işin, işçilerin sağlığı üzerindeki genel etkileri hakkında bilgi vererek anlatın.

16-   İş yerinizdeki sağlık şartlarını, odaların büyüklüğü, işçi başına düşen alan, havalandırma durumu, duvarların badanası, helalar, genel temizlik, makinelerin gürültüsü, metal tozu, rutubet, vs. hakkında bilgi vererek anlatın.

17-   İş yerindeki sağlık şartlarıyla ilgili olarak bir belediye veya hükümet kontrolü var mı?

18-   Çalıştığınız işte, işçiler arasında özel hastalıklar yaratan zararlı dumanlar var mı?

19-   İş yerinizdeki makineler fazla kalabalık ediyor mu?

20-   Makineler, enerji nakleden mil sistemi, enerji üreten makineler herhangi bir kazayı bertaraf edecek şekilde muhafazalı mı?

21-   Bizzat başınızdan geçen kazaları sayın.

22-   Madende çalışıyorsanız, işvereninizin, yeterli havalandırmayı sağlamak ve patlamaları ve diğer tehlikeli kazaları önlemek için aldığı önleyici tedbirleri sayın.

23-   Bir kimya işinde, bir fabrikada, madeni eşya sanayiinde ve özellikle tehlikeli olan herhangi bir işte çalışıyorsanız işvereninizce alınmış bulunan güvenlik tedbirlerini sayın.

24-   İşleriniz nasıl aydınlatılır?

25-   Yangın halinde yeterli çıkış kapısı var mı?

26-   Kaza hallerinde, işveren, işçiye veya ailesine tazminat ödemeye KANUNEN zorunlu mu?

27-   Değil ise, kendisini zengin etmek için çalışırken kazaya uğramış kimselere hiç tazminat verdiği olmuş mudur?

28-   İşyerinizde bir sağlık servisi var mı?

29-   Evinizde çalışıyorsanız, çalışma koşullarınızı anlatın. Yalnızca el aletleri mi kullanırsınız, yoksa, ufak çapta makineler de kullanır mısınız? Çocuklarınız veya başka herhangi bir kimse (yetişkin veya çocuk, kadın veya erkek) size yardım eder mi? Tek tek müşterilere mi, yoksa, bir müteahhide mi çalışırsınız? Müteahhitle doğrudan doğruya mı iş görürsünüz, yoksa bir aracı var mı?

İKİ

30-   Günde kaç saat, haftada kaç gün çalıştığınızı belirtin.

31-   Yıl içindeki tatil günlerini bildirin.

32-   İş günü içinde verilen aralar neler?

33-   Yemek saatleri düzenli mi, düzensiz mi? Yemekler iş yerinde mi yenir, başka bir yerde mi?

34-   Yemek aralarında çalışır mısınız?

35-   İş yerinizde buhar enerjisi kullanılıyorsa, istim ne zaman verilir, ne zaman kesilir?

36-   Hiç gece çalışması var mıdır?

37-   Çocukların ve 16 yaşından küçük kimselerin kaç saat çalıştıklarını bildirin.

38-   İş saatleri içinde, çocuklarla gençlerin yer değiştirdiği vardiyalar var mı?

39-   Çocukların istihdamı ile ilgili kanunlar hükümetçe mi, yoksa, belediyece mi uygulanır? İşveren bu kanunlara uyar mı?

40-   İş kolunuzda istihdam edilmiş çocuklar ve gençler için okullar var mı? Varsa okul saatleri kaçtan kaça? Bu okullarda neler öğretilir?

41-   İş geceli gündüzlü sürdüğü zaman vardiyalar nasıl ayarlanır?

42-   İş hacminin hızla arttığı dönemlerde, iş saatlerindeki ortalama artış ne kadar olur?

43-   Makineler, özel olarak bu iş için istihdam edilmiş işçiler tarafından mı temizlenir, yoksa, iş günü içinde, bu makinelerde çalışan işçiler tarafından ücretsiz olarak mı temizlenir?

44-   İşe gecikme ile ilgili esaslar ve cezalar nelerdir? İş kaçta başlar, yemeklerden sonra kaçta iş başı yapılır?

45-   İşe gidiş ve dönüşte ne kadar zaman harcarsınız?

46-   İşvereninizle aranızda ne çeşit bir sözleşme var? Gündelikçi misiniz haftalıkçı mısınız, aylıkçı mısınız, vs.?

47-   İşten çıkış ihbarı vermek veya çıkarılma ihbarı almak için konulmuş şartlar nelerdir?

48-   Sözleşmenin ihlal edildiği durumda, kusur işverende ise, kendisine ne ceza uygulanır?

49-   Kusur işçide ise ne ceza uygulanır?

50-   Çıraklar varsa, onların sözleşmelerindeki şartlar neler?

51-   İşiniz devamlı mı devamsız mı?

52-   İşinizde çalışma mevsimlik midir, yoksa normal zamanlarda, bütün yıla aşağı yukarı aynı yoğunlukta mı dağılır? İşiniz mevsimlikse, aradaki zamanda nasıl geçiniriniz?

53-   Size parça başına mı ödeme yapılır, zaman hesabıyla mı?

54-   Zaman hesabıyla ödeme yapılmaktaysa, çalıştığınız saat başına mı, gün başına mı para alırsınız?

55-   Fazla mesai için ödeme yapılır mı? Ne kadar?

56-   Parça başına ödeme yapılmaktaysa, ücret hadleri nasıl tespit edilir? Yapılan çalışmanın, madenlerde olduğu gibi, parça adedi veya tartı ile ölçüldüğü bir işte çalışıyorsanız, işvereniniz veya temsilcisi hakkınızı yemek için hileye başvurur mu?

57-   Parça başına ödeme yapılmaktaysa, ürettiğiniz maddenin kalitesi ücretlerinizden hile-dolan kesinti yapmak için bahane edilir mi?

58-   İster parça başına, ister zaman hesabı ödeme yapılıyor olsun, size ne vakit ödeme yapılır, yahut başka bir deyişle yapılıp bitirilen bir işin karşılığını alana kadar patronunuza ne kadar süre tanırsınız? Hafta sonu mu, ay sonu mu, ne zaman ödeme yapılır?

59-   Ücretlerinizin ödenmesindeki gecikmenin, sizi sık sık tefecilere avuç açtırıp, yüksek bir faiz ödemenize ve ihtiyaçlarınızdan mahrum kalmanıza sebep olduğunu; veya sizi dükkan sahiplerine borçlu düşürerek, onların elinde kurbanlık koyun haline getirdiğini fark ettiniz mi? İşverenin iflası yüzünden işçilerin ücretlerini alamadığı durumlar biliyor musunuz?

60-   Ücretler doğrudan doğruya işveren tarafından mı, yoksa, (müteahhitler, vs. gibi) aracılar eliyle mi ödenir?

61-   Ücretler müteahhitler veya başka aracılar eliyle ödenmekteyse, sözleşmenizin şartları nelerdir?

62-   Nakit olarak, gündelik veya haftalık ücretiniz ne kadar?

63-   Sizinle aynı iş yerinde çalışan kadınlar ve çocukların ücretleri ne kadar?

64-   Geçen ay iş yerinizdeki en yüksek gündelik ücret ne kadardı?

65-   En yüksek parça hesabı ücret ne kadardı?

66-   Aynı ay içinde sizin ücretiniz ne kadardı ve eğer aileniz varsa, karınızın ve çocuklarınızın ücreti ne kadardı?

67-   Ücretler tamamen nakit olarak mı ödenir, yoksa, başka bir şekilde mi?

68-   Oturduğunuz yeri işverenden kiralamışsanız, kira şartları neler? Kirayı ücretinizden mi keserler?

69-   Aşağıda sayılan ihtiyaçların fiyatları neler:

a)       EV KİRASI: Kira koşulları; oda sayısı, oturanların sayısı, onarım ve sigorta; mobilya, ısınma, elektrik, su alım ve bakım masrafı.

b)      GIDA MADDELERİ: Ekmek, et, sebzeler, patates vs., süt, yumurta, balık, tereyağı, zeytinyağı, yemek yağı, tuz, baharat, kahve, meyve suyu, sigara, vs.

c)       Ana baba ve çocukların giyim kuşamı, temizlik malzemeleri vb.

d)      Çeşitli masraflar: Posta, borçlar ve tefeci faizleri, çocukların okul veya çıraklık masrafları, gazete ve kitaplar, yardım derneklerine veya grevlere, kooperatiflere ve işçi haklarını koruyan örgütlere yardım, bağış veya aidatlar;

e)       Varsa işinizin neden olduğu masraflar;

f)        Vergiler.

70-   Kendinizin ve ailenizin haftalık ve yıllık gelir ve gider bütçesini çıkarmaya çalışın.

71-   Yiyecek ve konut gibi hayati ihtiyaçların fiyatında ücretlerdekinden daha yüksek bir artış olduğunu fark ettiniz mi?

72-   Bilebildiğiniz kadarıyla, ücret hadlerindeki dalgalanmaları belirtin.

73-   İktisadi durgunluk ve sınai buhran dönemlerinde yapılan ücret indirimlerini belirtin.

74-   Refah diye adlandırılan dönemlerdeki ücret artışlarını belirtin.

75-   Üretim tarzının değişmesinden, özel ve genel buhranlardan meydana gelen iş kesilmelerini belirtin. İstemeyerek işsiz kaldığınız durumları anlatın.

76-   ÜRETTİĞİNİZ MADDENİN veya arz ettiğiniz hizmetin FİYATINI emeğinizin fiyatı ile kıyaslayın.

77-   Makinelerin girmesi veya başka gelişmeler sonucu işçilerin işten çıkarılmasıyla ilgili olarak bildiğiniz bir durumu anlatın.

78-   Makinelerin gelişmesi ve emeğin verimliliğinin artmasıyla, çalışmanın yoğunluğu ve süresi artmış mıdır, azalmış mıdır?

79-   Üretimin artması sonucu ücretlerin arttığı bir durum biliyor musunuz?

80-   Hiç, elli yaşında emekli olup da, kendi ücretli çalışmasından edindikleriyle geçinen vasıfsız işçiler biliyor musunuz?

81-   Sağlık durumu normal bir işçi, mesleğinizde kaç yıl çalışmaya devam edebilir?

82-   İş kolunuzda, işçi haklarını koruyan örgütler var mı, bunlar nasıl yönetilirler? Tüzük ve yönetmeliklerini gönderin.

83-   Çalışma hayatınız boyunca iş kolunuzda kaç grev oldu?

84-   Bu grevler ne kadar sürdü?

85-   Bu grevler genel miydi, kısmi miydi?

86-   Amaçları ücret artışı mıydı, yoksa, bir ücret indirimine karşı koymak için mi düzenlenmişti? Yoksa, çalışma gününün uzunluğu ile mi ilgiliydi, yahut da, başka faktörlerden mi doğmuştu?

87-   Bu grevler sonucunda neler elde edildi?

88-   Proudhommesler’in kararları hakkında ne düşündüğünüzü söyleyin[6]

89-   İş kolunuz başka iş kolunda çalışan işçilerin grevlerini desteklemiş midir?

90-   Ücretlileri yönetmek için işvereniniz tarafından konulan kural ve cezaları anlatın.

91-   İşverenlerin, ücret indirimleri yapmak, çalışma saatlerini arttırmak veya grevleri önlemek yahut da, genel olarak, istediklerini elde etmek amacıyla birleştikleri olmuş mudur?

92-   Hükümetin, işçilere karşı kullanılmak üzere, devletin güçlerini, işverenlerin tasarrufuna vermek amacıyla kötüye kullandığı durumlar biliyor musunuz?

93-   Devletin, işçileri, işverenlerin cebri tasarruflarına ve gayri meşru birleşmelerine karşı korumak üzere araya girdiği durumlar biliyor musunuz?

94-   Hükümet, işverenlere karşı, mevcut iş kanunlarını uyguluyor mu? Müfettişleri görevlerini vicdani olarak yapıyorlar mı?

95-   İş yerinizde veya iş kolunuzda, kaza, hastalık, ölüm, geçici iş göremezlik, yaşlılık halleri, vesair haller için yardım dernekleri var mı? Tüzük ve yönetmeliklerini gönderin.

96-   Bu derneklere üyelik ihtiyari mi, mecburi mi? Örgüt fonları yalnızca işçiler tarafından mı kontrol edilir?

97-   Aidatlar mecburi ve işverenlerin kontrolü altında ise, ücretlerden mi kesilir? Bu aidatlara faiz ödenir mi? İşten çıktığı veya çıkarıldığı zaman işçiye geri verilir mi? Sermayesi işçilerin ücretlerinden gelip de işverenlerce kontrol edilen, emekli sandığı dedikleri fonlardan işçilerin fayda gördükleri bir durum biliyor musunuz?

98-   İş kolunuzda kooperatif kurumları var mı? Nasıl işletilirler? Aynen kapitalistlerin yaptığı gibi, dışardan işçi mi istihdam ederler? Tüzük ve yönetmeliklerini gönderin.

99-   İş kolunuzda, işçilerin emeklerinin karşılığının kısmen de kâra iştirak usulünün olmadığı yerlerdeki işçilerin aldıklarını karşılaştırın. Bu sistem altında çalışan işçilerin yükümlülüklerini belirtin. Grev yapabilirler mi? Yoksa, ancak efendilerinin gözü tok uşakları olmalarına mı izin verilir?

100-           İş kolunuzda çalışan kadın ve erkek işçilerin genel bedeni, zihni ve ahlaki durumları

nedir?

101-           Genel düşünceler.

[1] Marx ve Engels’in mirasını Rusya koşullarına yaratıcı bir biçimde uygulayan Lenin ve Bolşevikler, bu isimlere karşı çok ciddi bir ideolojik ve siyasi mücadele yürüttüler. Öyle ki, bir zamanlar Bernstein’a karşı Marksizmin safında yer alan Kautsky, Lenin’in kendisine taktığı “dönek” lakabının ağırlığını hayatı boyunca taşıyacaktı.

[2] Bu literatürün somutlaşmış halini ÖDP’nin 9 Nisan 2006’da “yenilenen” programından okumak mümkün. (www.odp.org.tr). Şöyle diyor program; “…ÖDP, bu yaklaşımını özgürlükçü bir sosyalizm tahayyülüne dayandırır… Toplumun maddi kaynaklarının paylaşımında, istihdam olanaklarına erişimde….tam bir eşitlikten yanadır”…. Tahayyül etmek, hayal etmek fiilinin sol liberal ifadesidir. Maddi hayatın içerisinde herhangi bir nesnel dayanağı bulunmayan, bunun yerine “özgüveni gelişmiş, inisiyatif kullanabilen….bireylerle” el ele verilip hayal edilen bu “toplum tasarımı”, 19. yüzyılın ilk yarısındaki ütopik sosyalistlerini anımsatsa da vizyonu onlardan bile geridedir. Özgürlükçü sosyalizmde, hala “istihdam olanaklarına erişmek” sorunu orta yerde durmaktadır. Çünkü cafcaflı lafların arkasına sığınılarak özel mülkiyete dayalı kapitalist düzen ebedileştirilmektedir. Hem de Marx’ın adı kullanılarak.

[3] Son yıllarda bu literatürde bir derinleşme ve genişleme eğilimi de gözlenmekle birlikte ülkemizde bu akımın yaygınlaştırılmasının öncülüğünü öteden beri Birikim çevresi  (Birikim Dergisi, İletişim Yayınları, Toplum ve Bilim Dergisi) üstleniyor. Birikim’in Nisan 1996 tarihli “Marx’ın bir çift sözü var” temalı özel Marx sayısında, Marx, bir kez olsun sınıf mücadelesinden bahsetmez. Dahası bu sayıda yazısı yer alan yerli-yabancı istisnasız tüm yazarlar, devrimci Marx’tan duyduğu rahatsızlığı bir biçimde dile getirir.

[4] Bu anket David Riazanov’un Belge Yayınları tarafından yayınlanan “Karl Marx ve Friedrich Engels; Hayatı ve Eserlerine Giriş”, (Çev. Ragıp Zarakolu, İstanbul, Belge Yayınları, 1997, s.224-232.) adlı eserinde yer almaktadır. Anket, Türkçe’de ilk kez 1970 yılında Genç Sinema dergisinde yayınlanmıştır (Belge Yayınları’nın notu).

[5] David Riazanov, adı geçen eser, s.224.

[6] Fransız ütopik, küçük burjuva sosyalisti Pierre Joseph Proudhon (1809-1865) izleyicileri kastediliyor.

Bütçe Felsefesi ve 2007 Bütçesi Üzerine


GİRİŞ

Tüm ekonomi ve tarihsel süreç dikkate alınmadan salt bir dönem bütçesinin incelenmesi, ekonomik işleyişi ve bu işleyişin, politikaya, bütçe kalemlerine yansımasını net olarak göstermediği için fazla anlamlı görülemez. Bunun nedeni, genel yargının aksine, bütçenin, boşlukta hazırlanmış bir siyasal belge olmayıp, ekonomik işleyiş ve süreçlerin siyasal yansıması olmasıdır. Bu ifadenin ve görüşün arkasında ise, siyasetin ekonomiyi değil, ekonominin siyaseti yönettiği gerçeği yatmaktadır. Hal böyle olunca, ekonomi fakültelerinde okutulan bütçe derslerindeki formel yaklaşımın gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu anlaşılır. Bu nedenle de, pratikteki bütçe uygulaması ile teorik açıklamaların fazla uyuşmadığı görülür. Bu uyuşmazlığın nedeni, kapitalist toplumlarda, kamu kesimi de dahil olarak, ekonominin hemen tüm alanlarına özel kesimdeki güç ilişkilerinin hakim olmasıdır. Başka bir ifade ile, teorik bütçe açıklamaları bir ideal olarak verilmekle beraber, özel kesimin gücü ve baskıcı tavrı bu ideali ortadan kaldırmakta ve tüm siyasal süreçleri olduğu gibi, kamu bütçesini de kendi çıkar ve manevraları doğrultusunda oluşturmaktadır. Bu çelişkiyi birkaç örnekle açıklamak olasıdır.

Birincisi, teorik yaklaşımda bütçenin bir hükümet programı olduğu görüşüdür. Bu görüşe göre, bütçenin ekonomideki büyüklüğüne göre, hükümet ve siyasal erk toplumsal kaynakları toplumun refahını yükseltecek biçimde yönlendirmeyi ve böylece kullanmayı amaçlar.

Bu görüşü tamamlayan ve devlet erkine dayanan ikinci özellik ise, kamu bütçesinde, aile bütçesinden farklı olarak, önce harcamaların saptanması, böylece belirlenen harcamaları karşılayacak olan kaynakların ise, devlet erki ile cebri olarak temin ediliyor olmasıdır. Nitekim, bütçelerin birinci cetveli harcama tahminlerini, ikinci cetveli ise gelir tahminlerini içerir.

Aynı bağlamda üçüncü konu ise, bütçenin hazırlanışında samimiyet ilkesine uyulmasıdır. Zira, bir yıllık hükümet icra programının mali tablosu niteliğindeki bütçe, aynı zamanda Meclis’ten hükümete verilen icra yetkisi olduğundan, bütçenin hazırlanmasında Meclis’e de, topluma da doğru ve sağlıklı bilgi vermek temel kuraldır.

Son yıllar bütçelerini ve görüşülmekte olan 2007 Bütçesini yukarıdaki konular açısından gözden geçirdiğimizde, uygulama ile teorinin birbiri ile hiç alakası olamadığını görmekteyiz. Önce, bütçenin bir hükümet programı olduğu konusunu irdeleyelim. Bu sav doğrultusunda, son yıllar bütçelerine ve 2007 bütçesine baktığımızda, hükümetin kamu çalışanlarının özlük haklarını olduğu kadar, topluma sunduğu hizmetleri de kalite ve kantite olarak baskılamasını ve böylece siyasal oy tabanını eritmesini açıklamak olası değildir. Nitekim, uygulanan politikalar sonucunda, son seçimlerde geçmişin partileri hemen hemen siyasal yaşamdan silinmiş, yeni bir partiye şans tanıma görüşü hakim olmuştur. Görülüyor ki, böylesi bir siyasal davranışın akılla açıklanacak bir yönü yoktur.

Teori ile pratiğin uyuşmadığı ikinci konu olan, aile bütçesi ile kamu bütçesi arasındaki  farkı ele aldığımızda da, giderek kamu bütçesinin aile bütçesine dönüştürüldüğünü görüyoruz. Aile bütçesinde hakim olan “gelire göre harcama plânlaması” görüşünün, giderek kamu bütçesinde de hakim olduğuna tanık oluyoruz. Örneğin, ele alınan bir hizmet için “devletin kaynağı yok” ifadesi, bunun en açık bir kanıtıdır. Devlet, belirli kesimlerden vergi alıp topluma hizmet sunan bir siyasal örgüt olduğuna göre, teorik olarak, toplumun kaynağının yeterli olup olmadığı tartışılabilir, ama devletin kaynağı tartışılamaz. Çünkü devlet, ne kadar vergi alırsa o kadar kaynağa sahip demektir. Kaldı ki, bu durumda da kaynak devletin değil, milletindir. Görülüyor ki, “mülk devlet” niteliğinde olmayan kapitalist toplum devletleri, siyasal kararlarda ve uygulamalarda tam bağımsızlığa sahip değildir.

Üçüncü konumuz ise, bütçenin hazırlanmasında samimiyet ilkesine uyulması gerekliliğidir. Bütçede samimiyet ilkesi ile, plânlanan yıl için enflâsyon oranının doğru tahmin edilmesi yanında, çeşitli harcama kalemlerine yapılan tahsislerin gerçek toplumsal gereksinimi karşılayabilecek düzeyde olması ilkesine riayet edilmesi gibi çok geniş bir alanı kapsar. Her yıl Bütçe Gerekçesi, uygulanacak bütçe ile ekonomik sorunların hafifleyeceği vurgulandığı halde, hemen hiçbir bütçe döneminde böylesi olumlu bir sonucun oluşmaması, tahmin ve dileklerin samimi olarak ifade edilmediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Niçin bu sakatlıklar ortaya çıkmaktadır? Belki de soruyu böyle dillendirmek yanlıştır. Zira, bir sonucu “aksaklık” olarak değerlendirebilmek için, önce hedefi gerçekçi ve doğru olacak şekilde saptamak ve bu saptamaya uymayan çıktıyı sorgulamak gerekir. Bütçeyi, siyasal erkin mutlak serbesti ve bağımsızlık ortamında ve toplumun genel yararı doğrultusunda hazırladığı görüşü doğru ve geçerli kabul edilirse, ortaya çıkan sonucu bir tür aksaklık olarak nitelemek doğru olur. Buna karşın, ekonomik sistemlerde devletin işlevinin tanımlanması sistem mantığı doğrultusunda yapılırsa, sonuçlarda bir aksaklık görülmez. Klâsik maliye öğretisinde devletin görevinin kaynak dağılımının sağlanması, gelir dağılımının düzeltilmesi ve ekonomik istikrarın sağlanması olarak belirlendiğinde, kamu bütçesinin bu amaçları sağlamadığı, bu amaçları sağlamaya gücü yetmediği görülür. Buna karşın, radikal görüşe göre, devletin böyle bir görevi yoktur. Radikal görüşe göre, devletin aslî görevi bütçe ve sair kamusal kaynaklarla özel sermaye birikimine katkı yaparak, bu kesimin yükünü hafifletmek ve bu amaçla kamu harcamalarını olduğu kadar, kamu gelir ve vergi sistemlerini de düzenlemektir. Hal böyle olunca, bütçeyi tüm kamuya hizmet götüren bir araç olmaktan çok, genellikle sermaye kesimine hizmet sağlayan bir araç olarak görmek ve böylece şekillenen harcama ve gelir kalemlerinin sistem gereği olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bütçeye, doğal olarak, doğrudan sermaye kesimine yarar sağlamayan harcama kalemlerinin de koyulduğu bir gerçektir. Söz konusu “sapmaları” ise, sistemi meşrulaştırma ve topluma kabul ettirme olarak görmek gerekmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, bütçede sosyal harcamaların baskılanmasını ve vergi yapısının vasıtalı vergilere kaydırılmasını sistem gereği ve olağan olarak görmek gerekmektedir.

Bu kısa açıklama çerçevesinde, kamu bütçesinin soyut ortamda incelenmesi söz konusu olamaz. Zira bütçe, farklı ekonomik sistemlerde, devletin yüklendiği işlevlere paralel olarak, farklı niteliklere sahiptir. Kapitalist sistemde devletin temel görevi, özel sermaye birikimine katkı yaparken, aynı zamanda sistemi yumuşatıp, meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda, bütçenin işlevi de, kamu hizmetleri maliyetini baskılamak ve baskılanmış maliyetleri de, olabildiğince sermayeyi rahatsız etmeyecek şekilde tüm topluma yaymaktır. Meclis, böyle bir işlev ve felsefeyle hazırlanan bütçe tasarısını yasaya dönüştürürken, teorik şemada verilenin aksine, toplumsal güç dengeleri (dengesizlikleri) ile oluşan sosyal pazarlığın sonuçlarını yasa gücüne bağlamış ve güçlünün çıkarlarını kamu korumasına almış olur.

Bu nedenle, salt bütçeyi eleştirmenin, demokratik bir görüntü oluşturma ve yanıltıcı etki yaratması dışında, hiçbir önemi yoktur. 2007 bütçesi de dahil, tüm bütçeler sistemle tutarlı ve geçerlidir. Bütçeler üzerine samimi eleştiriler, doğrudan bütçeye değil, daha derinde, sistemik ilişkilere yönelmek durumundadır. Ancak, böyle derin çözümleme yöntemleri ile bütçelerin ana felsefeleri açıklanabilir ve bütçe kalemlerinin işlevi anlaşılır.

TARİHSEL PERSPEKTİF
Çeşitli Bütçe Büyüklüklerinin GSMH Oranları
Genel Hizmetler                                  5,0         4,5         8,3         8,1        11,3
Faiz Dışı Büyüklük                    18,7         18,5     20,2       19,7         20,6
Konsolide Bütçe Büyüklüğü    18,9         23,3     31,0       34,9           30,0
BÜTÇE KISITLARI

Bu açıklamalar doğrultusunda, uzun bir zaman dilimi içinde hem ekonomiyi hem de bütçe uygulamalarını irdelersek, çok farklı iktidar dönemlerine rağmen, bütçe değerlerinde önemli bir değişikliğin olmadığını görürüz, çünkü ekonomik alt-yapı değişmemiştir. Önce ekonomik alt-yapı ile ilgili değerlere aşağıdaki Tablo-1’de bir göz atalım.

 

Tablo – 1

Dönemler İtibariyle Gayrisafi Milli Hasıla Serilerinde Belirlenen Hedefler ve Gerçekleşmeler

Dönemler                                                    Hedef                      Gerçekleşme

Birinci Plân Dönemi (1963-1967)                %  7,0                             % 6,6

İkinci Plân Dönemi (1968-1972)                  %  7,0                             % 6,3

Üçüncü Plân Dönemi (1973-1978)               %  7,9                             % 5,2

1978  Programı                                              %  6,1                             % 1,2

Dördüncü Plân Dönemi (1979-1983)            %  8,0                             % 1,7

1984 Programı                                               %  6,1                             % 7,1

Beşinci Plân Dönemi (1985-1989)                %  6,3                             % 4,7

Altıncı Plân Dönemi (1990-1994)                 % 7,0                              % 3,5

1995 Yılı                                                           —                                  % 8,0

1996 Yılı                                                        % 7,5                              % 7,1

1997 Yılı                                                        % 6,0                              % 6,0

1998 Yılı                                                        % 4,5                              %  4,5

1999 Yılı                                                        % 2,0                        (-)  %  2,0

2000 Yılı                                                        % 6,0                              %  6,1

2001 Yılı                                                        % 4,5                        (-)  %  9,4

2002 Yılı                                                        % 4,0                              % 7,9

2003 Yılı                                                        % 5,9                              % 5,0

2004 Yılı                                                        % 5,0                               % 9,9

2005 Yılı                                                        % 5,0                               % 7,6

2006 Yılı                                                        % 6,0                               % 5,0

Kaynak: Muhtelif yıllara ait “Yıllık Ekonomik Rapor”lar

Bu tablo, salt Türkiye’nin gelişme çizgisi hakkında bir fikir vermenin ötesinde, iki noktayı açığa çıkarmaktadır. Bir defa, plânlı dönemlerdeki tüm çabalara rağmen, gerçek durum, birçok yerde plânlamadan ciddî sapmalar göstermiştir. Aynı durum, plânla ilişkinin oldukça zayıflatıldığı 1990’lı yıllarda da, hedeflerle gerçekleşmeler arasındaki farkta izlenmektedir. Tablonun gösterdiği ikinci önemli özellik ise, ele alınan uzun süre içinde çeşitli iktidar değişikliği yaşanmış olmasına rağmen, gerçekleşmeler söz konusu siyasal değişiklikleri yansıtmaktan uzaktır. Şu hale göre, ekonomi, kendi iç dinamiklerine göre salınmakta, siyasal karar ve yönetim ekonomik yürüyüşte fazla etkili olmamaktadır. Siyasal karar süreçleri, doğal olarak, ekonomiyi izlemekle kalmayıp, bazı kararlar almaya yönelmektedir. Ancak, söz konusu kararlar ekonomiyi yönlendirme biçiminde değil, oluşumları arkadan izleyerek, oluşan olumsuzlukları hafifletmeye ve kısmen gidermeye yönelik olmaktadır. Bütçe ve Merkez Bankası politikaları veya sair kamusal politikalar isabetsiz kararlarla ekonomiyi rahatlıkla tahrip edebilir, ancak ekonomiyi olumlu yönde aynı rahatlıkla yönlendiremez.

Ekonomik alt-yapı üzerinde yükselen bütçe göstergeleri de, siyasî kararlardan çok, somut ekonomik alt-yapıdan etkilenir. Bu durum da aşağıda, Tablo-2 ve 3’de izlenebilmektedir.

Tablo – 2

Kons. Bütçe Reel    Kons. Bütçe     Birincil                          Faiz Dahil           Nihaî

Yıllar Harcamaları. Gelirleri Denge Faiz Harcamalar Denge

1975-79         18.76                     17.10           – 1.66           0.49              19.25                – 2.15

1980-84         16.86                     15.50           – 1.36           1.17              18.03                – 2.53

1985-89         13.40                     13.60              0.20           3.00              16.40                – 2.80

1990-94         16.46                     16.70              0.24           5.00              21.46                – 4.76

1995-99         18.10                     20.44              2.34          10.04             28.14                – 7.70

2000          20.90                     26.60              5.70           16.30            37.20                -10.30

2001          22.40                     29.20              6.80           23.30           45.70                -16.50

2002          23.40                     28.10              4.70           19.10           42.50                -14.40

2003           22.97                     28.42             5.45           18.45            41.42                 -13.00

2004           20.12                     28.00             7.88           15.73            35.85                  – 7.85

2005          20.59                      28.86             8.27           11.73            32.32                  – 6.06

2006          23.30                      30.60             7.7               8.20            31.20                  – 0.50

Kaynak: Çeşitli Yıllar Bütçe Gerekçeleri ve Ekonomik Raporlar.

Tablodan şu sonuçları üretmek olasıdır:

–            Yaklaşık otuz yıllık uzun bir süre boyunca konsolide bütçe reel harcamalarının GSMH içindeki oranı, yaklaşık 4 puana yakın bir artış kaydetmiştir.

–            Buna karşın, aynı süre içinde gelirlerde önemli artış kaydedilmiştir.

–            Böylece, birincil bütçe dengesi, iki dönem dışında, pozitif olarak sağlanabilmiştir.

–            1980 politikaları çerçevesinde, Hazine ile Merkez Bankası’nın ilişkisinin kesilmesi sonucunda, faiz haddi yükselmiş ve bütçenin faiz yükü artmıştır.

–            Bütçenin faiz yükü artışına paralel olarak, nihaî bütçe dengesi ciddî olarak sarsılmış, bu durum bütçe açığı, yüksek faiz sarmalını oluşturmuştur.

–            Ekonomi içi faiz haddinin yükselişi dış kaynak girişini hızlandırmış ve ekonomi sıcak para patolojisine sürüklenmiştir.

Bütçenin ekonomi üzerindeki etkisini netleştirebilmek için, çeşitli yıllar itibariyle harcamaların GSMH oranlarına bir göz atmak gerekmektedir. Aşağıda, Tablo-3 bu konuda bir fikir vermektedir.

Tablo – 3

İşlevsel Bütçe Büyüklerinin GSMH’ya Oranı

1981     1990     2001     2002       2005

Savunma                                             3,9         3,1         3,8         3,5           2,1

Adalet-Emniyet                                   1,0         1,2         1,0         1,2          1,8

Tarım-Orman-Köy İşlr.                       1,4         1,3         0,8         0,8          …..

Su İşleri                                               1,6         1,3         0,8         0,7          …..

Karayolları                                          1,2         0,7         0,6         0,6          …..

Bayındırlık                                          0,3         0,3         0,1         0,1          0,1

Ulaştırma                                             0,2         0,1         0,1         0,1          ……

Madencilik                                          0,1          0,1         0,1        0,1          ……

Eğitim                                                 3,0          4,4         3,5        3,5          3,8

Sağlık                                                  0,8          1,1        0,8         0,8          1,5

Kültür-Turizm                                    0,2           0,2        0,1        0,1           ……

Sosyal Hizmetler                                 0,1           0,2        0,1        0,1          ……

Faiz                                                    0,2           4,8      10,8       15,2            9,4

Kaynak: ilgili yıllar Bütçe Gerekçeleri.

(Not: Bütçe harcama tasnifindeki değişiklikler nedeni ile, 2005 yılı bazı harcama kalemleri, eski tasnif düzeninde verilmemektedir.)

 

Konsolide bütçe/GSMH oranı yıllar itibariyle düşme eğilimindedir. Hele 2005-2009 öngörüleri % 32.7, % 31,2, % 30.5, % 28,6 ve % 26,7’dır. Kamu kesimi milli gelirden giderek daha düşük oranda pay alacak ve halkın payına nicelik ve nitelik olarak daha düşük hizmet düşecektir.

Böylesi küçülen bütçede, faiz giderleri de, gerileyen orana sahip olmakla beraber, hâlâ milli gelirin önemli oranını oluşturmaktadır. Faizlerin ödenebilmesi için, IMF’nin milli gelirin % 6’sı olarak dayattığı faiz dışı fazla oranı da, 2007 için, % 5.7 olarak plânlanmış bulunmaktadır. 2007 yılı için, milli gelirin % 1.5’u kadar vergi geliri sadece faiz ödemesine gidecektir. Bu, neredeyse kamu bütçesi yatırım harcamalarına eşittir. Aynı yıllarda personel harcamalarının GSMH içindeki payı; % 7,7’den % 6,2’ye düşmektedir. Büyüyen ve geliştiği ileri sürülen toplum için kamu personeli payındaki gerileme ile aynı yıllar için % 2,1 ile % 1,9 arasında oynayan kamu yatırımının milli gelir içindeki payının düşüklüğü düşündürücüdür.

Konsolide bütçenin gelir bölümüne baktığımızda, aynı yıllar için bütçe vergi gelirleri/GSMH oranı bir puanlık azalma göstermektedir; dolaylı vergilerin dolaysız vergiler karşısındaki 2.28 kat büyüklüğü değiştirilmemiştir.

Bu genel verilerin ışığında şunu söylemek olasıdır:

–            Kamunun özel sektörden kaynak çekme ve hizmet sunma arterlerinin genişletilmesi bir yana, aynı düzey dahî korunmamakta, hatta daraltılmaktadır.

– Kamu hizmetleri nicel ve nitel olarak geriletilmektedir. Bu durum, kamu harcamalarından yararlanmak durumunda olan orta ve dar gelirli vatandaşların yaşam standardının geriletilmesi anlamına gelmektedir. İki hizmetten örnek vermek gerekirse, nüfusu artan ve gelir dağılımı bozuk toplumumuzda sağlık harcamalarının GSMH içindeki payı, son beş yıl içinde, % 1,5 ile % 2,5 arasında değişmektedir. Aynı dönemde, eğitim harcamalarının milli gelire oranı ise, % 3,5 ile % 4,5 arasında seyretmiştir. Küreselleşme ve teknoloji çağında eğitilmiş insan gücüne ve devamlı eğitime olan gereksinim artarken, her iki hizmet için ayrılan pay, çağdaş bir topluma verilmesi gereken hizmet düzeyi için yeterli olmayıp, fevkalâde düşüktür. Söz konusu iki hizmet alanında da OECD ülkeleri ortalaması, bu değerlerin iki katı dolayında, bazılarında daha da yüksektir. Sağlıkta dönüşüm politikası ile sağlık harcamalarında daha da kısıntı yapılması öngörülmekte, halkın sağlığı, piyasada alınıp satılır meta konumuna indirgenmektedir. Aynı politika, maalesef, eğitim harcamaları için de geçerlidir. Orta eğitim hizmetleri kademe kademe imam-hatipleştirilmeye yüz tutarken, YÖK’ün hazırlamış olduğu “Yükseköğretim Strateji Plânı”nda da, yüksek eğitim kurumlarının bütçeden daha az pay alma hedefi öngörülmektedir.

– Vergi politikaları açısından da durum halkın lehine değildir. Zira, bir defa, kamu kesimine giderek daha az miktarda kaynak girmek durumundadır. Giderek daralan kamu kaynaklarının önemli bir bölümü de faiz ödemesine ayrılmakta, bunun neticesinde reel kamu hizmetleri için kullanıma hazır kaynak daralmış olmaktadır. Öngörülen enflâsyon rakamı düşük tutularak, kamu personeli özlük hakları geriletilip, memur maaşları enflâsyonun altında tutulmaktadır.

-Vergilerin toplam miktarının düşük olması yanında, dolaylı/dolaysız bölünümü de adaletsizliğe yol açacak şekilde patolojik gelişme göstermiştir. Genellikle dolaysız vergilerin adil olduğu kabul ediliyor olmakla beraber, Türkiye’deki yasalar ve özellikle de uygulamalar çerçevesinde dolaysız vergiler de adaletsizleştirilmiş bulunmaktadır. Şöyle ki, asgarî ücretten alınan yüksek vergi, yabancı yatırımcıların kazançları üzerindeki % 15 stopajın kaldırılması, artan oranlı tarifenin gereği kadar uygulanmaması, kayıt dışılık ve vergi kayıpları, dolaysız vergileri de adaletsiz konuma çekmektedir.

-Vergi denetim araçlarından olan harcama denetimi olumludur. Ancak, bu denetimin özellikle yüksek gelir ve servet sahiplerine yöneltilmesi anlamlı olur. Aksi halde, olumlu olarak uygulanabilecek olan bir yöntem, vergi yükünün dar ve orta gelirli kesimlerin üzerine kaydırma işlevine dönüştürülmüş olur.

-Bütçe açığının daraltılması olumlu bir gelişmedir. Ancak, bu olumlu gelişmenin, vergi gelirlerini artırmadan ve faiz giderlerini kısmadan, halka hizmet sunan kamu personeli özlük hakları üzerine yük yıkarak ve/veya kamu yatırım ve hizmetlerini nitelik ve nicelik olarak eritilerek yapılması, haksızlığın ötesinde, kamu bütçesi eli ile sermaye kesiminin halk üzerinde oluşturduğu zulüm anlamına gelir.

-Bütçeyi yıllardır sıkıştıran iki konudan biri vergi gelirlerinin artırılamaması, diğeri ise, faiz ve borç ana-para ödemelerinin bütçe üzerinde oluşturduğu yüktür. Bu sorunu, siyasiler, söz konusu yükü halkın üzerine yıkarak çözmeye çalışmaktadır. Bu konuda halkımızın siyasilerden talebi, kamunun yüklendiği borçları, “kamu borcu” adı altında tüm topluma yıkmak yerine, bu borçlardan kimler yararlanmış ise (örneğin yüksek döviz tevdiat hesabı sahibi kişiler vb..), yükü onlar üzerine yıkarak, borç ana-para ve faiz ödemeleri ile bütçenin ilişkisinin kesilmesidir.

-Kamu bütçesi, siyasilerin siyasal tercihlerinin değil, siyasal tercih olarak topluma yansıyan, ama aslında arka plândaki güçlü kesimlerin tercihlerinin görüntüsüdür. Bu tercihi değiştirmek için, arkadaki güç odaklarının parçalanması ve büyük bölümü ile kamulaştırılması gerekmektedir. Örneğin özelleştirmeler, sadece halkın üzerinde yük olduğu yalanı ile kamu kuruluşlarının mülkiyetinin değişimi değil, aynı zamanda, belki de ondan da önemli olarak, siyasal kararlarda halkın aleyhine sermayenin alan kazanması manevrasıdır. Bunun kesin olarak anlaşılması gerekmektedir. Halkımızın özelleştirmelere bu gözle bakması çok önemlidir. Halkımız, bütçeyi ekonomiyi yöneten bir araç olarak değil, tam tersine, ekonomiyi bütçeyi oluşturan ve yöneten temel belirleyici olarak görmeli ve kısa dönemli siyasal mücadelesi yanında, uzun dönemli ekonomik mücadelesini ona göre plânlamalı ve yürütmelidir.

Yukarıdaki açıklamalar şunu göstermektedir ki, kapitalist sistemlerin işleyiş dinamikleri, hem plânlamaya hem de bütçeye kendi koşul ve sonuçlarını dayatmaktadır. Diğer bir deyişle, kapitalist sistemlerde, sermayenin başat olduğu durumda, ne plânlama ne de bütçe sermayenin iradesi dışına çıkmaya muktedirdir. Ekonomi ile siyaset arasında olduğu kadar, sistem ile bütçe arasındaki ilişki de, toplumsal güç olgusundan kaynaklanmaktadır. Siyasî irade adı verilen mekanizma da, aslında, ekonomik bakımdan güçlünün iradesinin örtülü şekilde siyasî süreçlerle topluma yansıtılmasından başka bir şey değildir..

Toplumsal güç olgusu üzerinde durmakta yarar vardır. Kapitalist toplumlarda toplumsal güç, sadece ve sadece ekonomik güç ile temsil edilir. Ekonomik güç ise, parasal olarak ifade edilmiş şekliyle, üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkı eliyle kullanılır. Ekonomik gücün kudreti, üretime hakim olarak, topluma ürün sunmasının yanında, emekçilere iş olanağı sağlaması ve yaratılan katma değerden devlete de pay (vergi) vermesinden gelir. Klâsik kapitalist model ve ulus-devlet sınırları içinde söz konusu gücü elinde tutan sermaye kesimi, günümüzün küreselleşme ve finansal açılım koşullarında, bu gücünü daha da ileri düzeyde pekiştirmiş bulunmaktadır. Şöyle ki, günümüz koşullarında, sermaye sahipleri, reel üretimden uzaklaşıp finansal alana geçerek aynı kârı elde ederken, binlerce emekçiyi sokağa dökebilir. İkinci olarak, siyasî kararlardan mutlu olmayan sermaye çevreleri, ülke dışına çıkabilir ve yine binlerce emekçiyi üretim dışında tutabilir. Bunların dışında da, şimdiye dek yapmış oldukları birikimle, sermaye sahipleri üretime ara verebilir ve bir süre bekleyebilir. Kısacası, günümüzün sermaye-yoğun üretim teknolojisi koşulunda, artık emekçilerin üretimden uzaklaşması ve bunun yerini sermayenin kaplaması yanında, sermayenin hem reel üretim hem de finansal alanlarda uluslararası düzeyde geçişlilik kazanması, emek ve siyasal erk karşısında sermayeye büyük bir güç sağlar. Böyle olunca, sermaye, bir yandan toplumu ideolojilerle aldatırken, diğer yandan da doğrudan siyasîleri etkileyerek, bütçenin gelir kaynaklarına olduğu kadar, harcama kanallarına da müdahale etme şansını eline geçirmiş olur. Toplumsal ideoloji olarak dillendirilen “bireyselci devlet görüşü”, halklara “organik devlet görüşü”nün aksine, özgürlükçü bir yaklaşım olarak sunulurken, geri plânda, toplumsalcı görüş geriletilerek, bütçe veya sosyal güvenlik kurumları yoluyla bireyler arasında kaynak aktarımı engellenmeye çalışılmıştır. Organik devlet görüşünün aksine, bireyselci devlet görüşünde, bütçenin sosyal niteliği, varsıl kesimlerden yoksul kesimlere kaynak aktarımı anlamına gelir ki, böyle bir aktarımın yapılabilmesi için varsıl kesimin rızası şarttır. Burada siyasal irade söz konusu olamaz! Zira, aksi halde, sermaye tüm birikimini üretim alanından çekmek ya da yurt dışına aktarmak gibi tehdit ve şantajla devletin karşısına çıktığında, bu sorunu çözemeyecek olan siyasîler, geri adım atar.

Böyle bir yaklaşımla son yıllar ve 2007 yılı bütçesine baktığımızda, şu bulgularda, siyasal erke karşı sermayenin gücünü rahatlıkla görebiliyoruz. Sözü edilen güç ilişkisi bağlamında, maalesef, bu bulgularda da fazla bir yanlışlık olduğu ileri sürülemez.

2007 yılı Konsolide bütçeyi, milli gelirden kamulaştırma ve topluma hizmet harcamaları oranı olarak algılarsak, yıllar itibariyle bu oranın gerilediğini görürüz. Nitekim, 2005 – 2009 yılları itibariyle (konsolide bütçe/GSMH) oranı şöyle verilmektedir: % 32.7, % 31,2, % 30.5, % 28,6 ve % 26,7. Bunun anlamı, kamu kesimi milli gelirden giderek daha düşük oranda pay alacak ve onun neticesi olarak da, halka nicelik ve nitelik olarak daha düşük hizmet götürecektir. Bütçe hacmindeki bu gerileme, Yeni Dünya Düzeni’nin “devletin küçültülmesi” felsefesinin malî görüntüsüdür. Bu felsefenin temelinde de, ekonomik faaliyet alanlarının özel kesime terk edilmesi ve milli gelirden giderek büyük bölümünün piyasa işlemleri yoluyla sermaye kesimine transfer edilmesi hedefi yatmaktadır. Bilindiği gibi, devletin küçültülmesi, emekçilerin ve genel olarak halkımızın değil, çok dar bir topluluk oluşturan sermaye kesiminin tezidir. Sermaye kesimi, çok çeşitli ideolojilerle halkımızı aldatarak, devletin verimsiz ve halkın üzerinde yük olduğunu ileri sürmüş, maalesef, bu iddia birçok çevrede de tasvip görmüştür. Devletin küçültülmesi ve özelleştirme politikaları ile, kriz yaşayan iç ve dış sermayeye yeni faaliyet ve kâr alanları açılmış olmaktadır. Bu yönde halkı kandırma işlevini de, sermayenin mülkiyetinde ve hizmetindeki medya ve kimi akademik çevreler görmüştür.

Giderek küçültülen bütçede faiz giderleri de milli gelirin önemli oranını oluşturmaktadır. (Faiz giderleri / GSMH) oranı aynı yıllar için şöyle bir seyir göstermektedir: % 9,4, % 8,2, % 7,1, % 6,0, % 5,0. 2008 ve 2009 yılları için yapılmış olan öngörüyü kuşku ile karşılamak olasıdır. Faizlerin ödenebilmesi için IMF’nin milli gelirin % 6’sı olarak dayattığı faiz dışı fazla oranı da 2007 için % 5,7 olarak plânlanmış bulunmaktadır. Bunun anlamı, 2007 yılı için milli gelirin % 1.5 oranına denk gelen vergi geliri sadece faiz ödemesine gidecek. Bu oran, kamu bütçesi eliyle yapılan yatırım harcamalarına neredeyse eşit bir değeri ifade etmektedir. Personel harcamalarının aynı yıllar için GSMH payları ise şöyle gelişmiştir: % 7,7, %7,6, % 6,5, % 6,2, % 6,2. Büyüyen ve geliştiği ileri sürülen toplum için kamu personeli payındaki gerileme düşündürücüdür. Yatırımlara baktığımızda, aynı yıllar için gelişme trendini şöyle saptarız: % 2,1, % 1,9, % 2,1, % 2,0, % 1,9. Kamu kesimi gelişen toplumda milli gelirin ancak % 2 dolayında bir bölümünü yatırıma ayırmaktadır. Bu oranın faiz giderleri oranı ile karşılaştırdığımızda, bütçenin yönelişi ve kime hizmet ettiği açıkça görülmektedir.

Ekonomide yaşanan büyük işsizlik karşısında yatırımlara ihtiyaç varken, yatırımlardan daha fazla miktarı faiz ödemesine ayırmak, rant sahiplerinin dayatmasından kaynaklanmaktadır. Bu aktarımın yapılmadığı durumda toplumu daha yüksek faiz yükü ile karşı karşıya bırakma gücünü eline geçirmiş olan rantiye kesimi, dayatmalarından geri adım atmaz.

Konsolide bütçenin gelir bölümüne baktığımızda, aynı yıllar için bütçe vergi gelirlerinin GSMH oranının şöyle seyrettiğini görürüz: % 24,6, % 24,5, % 24,9, % 24,3, % 23,6. Vergiyi bir kamulaştırma aracı olarak görürsek, bunun sınırının % 25’lerden geriletildiğini görmekteyiz. Sermaye vergi ödemek istememektedir. Yüksek vergi yükü karşısında üretimden çekilmekle ya da yurt dışına kaçmakla devleti tehdit eden sermaye bu gücünü vergileri baskılama yönünde kullanmaktadır. Diğer yandan, vergi gelirlerinin dolaylı ve dolaysız vergilere dağılımında (dolaylı vergiler / dolaysız vergiler) katsayısı olan 2.28 değerinin değiştirilmemiş olması da, kamulaştırma yükünün sabit ve dar gelirli kesimler üzerine atılmasının da sermaye kesiminin komutu olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle, bütçeyi besleyen vergilerden dolaylı vergiler gelirleri, dolaysız vergiler gelirlerinin 2.28 katıdır. Bütçe açığı karşısında bu oranın daha da artırılacağı düşünülebilir. Genellikle dolaysız vergilerin adil olduğu kabul ediliyor olmakla beraber, sermayenin baskıları altında, Türkiye’deki yasalar ve özellikle de uygulamalar çerçevesinde, dolaysız vergiler de adaletsizleştirilmiş bulunmaktadır. Vergi denetim araçlarından olan harcama denetimi olumlu olmakla beraber, bu denetimin özellikle yüksek gelir ve servet sahiplerine yöneltilmemesi sermayenin gücünün önemli bir göstergesi olduğu kadar, vergi adaletsizliğinin de çok ciddi kaynağıdır.

Eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetleri nicel ve nitel olarak geriletilmektedir.

SONUÇLANDIRICI DÜŞÜNCELER

Özetlemek gerekirse; bütçe, toplumsal güç dengelerine –ya da dengesizliklerine– göre oluşan sosyo-ekonomik durumun saptanması ve bu durumun siyasal ve idarî teminat altına alınmasıdır. O nedenle, bütçe ekonominin bir yansımasıdır; bütçe ekonomiye yön vermez, ekonomi bütçeyi belirler. Bütçenin genel felsefesi ise şöylece özetlenebilir: Toplumun güçlü kesimleri maliyet paylaşımında “toplumsalcı, kaynakların paylaşımında ise “bireyselci” yaklaşımı yeğlemekte ve bütçe politika ve felsefesinin böyle oluşturulması yönünde siyasîleri baskı altına almaktadır. Vergi vermek istemeyen varsıl kesimler, tüm batık maliyetlerini veya zararlarını kamuya yüklemeye çalışmakta; batık bankaların sahipleri ortada yokken, ortadan kaybolan servetler “kamu borcu” olarak topluma yansıtılmaktadır. Oysa, bu borçların çok büyük bölümü kamunun değil, özel firmaların ve/veya ailelerindir. Bu durumda, borçlardan sorumlu olması gerekenler de söz konusu ilgili kişi, özel kurum ya da ailelerdir.

 

 

Tarımdaki Yüzyılların Dönüşümünü Hemen Beklemenin Sonuçları

Toprak mülkiyeti ilişkilerinin kapitalist dönüşümü ve tarımda kapitalizmin gelişimi nasıl bir süreç izler? Aslında süreç, biçimine ve zaman içindeki akışına göre, her ülkede birbirinden farklı bir şekilde tamamlanır. Ülkelerdeki somut gelişme koşullarına uygun düşen biçimlerin çeşitliliğine karşın, tarımda kapitalizmin gelişiminin belirli tipik yolları görülebilmektedir.

Lenin’e göre, angarya iktisadının kalıntıları hem çiftliklerin dönüştürülmesi (yani reform) yoluyla, hem de feodal latifundiaların (özel büyük topraklar) yok edilmesi (yani devrim) yoluyla ortadan kaldırılabilir. Burjuva gelişmenin nesnel olarak olası bu iki yolu, “Prusya yolu” ve “Amerikan yolu” olarak adlandırılır.(1)

Amerikan tipi geçiş, feodal beylerin topraklarına el konulması ve bu toprakların serflere (temel üreticiler olan bağımlı köylüler) dağıtılması şeklindedir. Serfliğin kaldırılması biçiminde özetlenebilir. Böylece birbiriyle rekabet halinde çok sayıda küçük köylü işletmesi ortaya çıkar ve zamanla bu küçük üretici köylülerin bir bölümü kapitalist çiftçi haline gelirken, bir bölümü de elindekileri kaybederek işçileşir. Bu geçiş modelinin en belirgin örnekleri, öncelikle Birleşik Amerika’nın kuzeydoğu eyaletleri ile 18. yüzyıl Fransa’sıdır. Anlaşılacağı gibi, bu geçiş tipi, burjuvazinin serbest rekabetçi, yani henüz devrimci bir sınıf olduğu dönemlerle ilgilidir. O dönemlerde burjuvazi, feodallere karşı mücadelesinde köylülerin geniş desteğini sağlamış ve bu sayede burjuva demokratik devrimleri yapabilmiştir.

Diğer bir geçiş modeli ise, özellikle Elbe nehrinin doğusunda, Prusya’da en belirgin özellikleriyle görüldüğü için bu adı almıştır. Burada Junker diye adlandırılan büyük toprak sahipleri, süreç içinde kapitalist çiftçiler haline gelmişlerdir. Bunda, bir büyük çiftçi azınlığın oluşmasıyla, köylüler, yıllarca sürecek en eziyetli mülksüzleşmeye ve köleliğe mahkum edilirler. Junker ekonomisinde toprak sahipliği ve toprağın işlenmesi aynı elde muhafaza edilmiştir. Junkerler hem toprak sahibi, hem de kapitalist olan tek bir kişiyi temsil ederler. Prusya’da kapitalizmin gelişmesi, toprak beyleri olan Junkerlerin “iç başkalaşımı”na dayandığından, uzun bir süre feodal sömürü yöntemleriyle kapitalist sömürü yöntemleri iç içe gelişti. Bu durum üreticiler için özellikle eziyetli ve bunaltıcı oldu. Artık tam bir toprak kölesi olmamakla birlikte, malikanelerde çalışan köylüler ve tarım işçileri özgür de değillerdi. Ancak uzun bir süreç içinde bu çiftlik işletmelerinin kapitalist niteliği belirginleşti ve feodal sömürü yöntemleri geriye itildi.

Prusya yolundan kapitalist tarım gelişmesinin başka dikkate değer örnekleri Çarlık Rusya’sı, İtalya, İspanya, Japonya ve Latin Amerika ülkeleridir. (2)

Kapitalist tarımın gelişme tiplerinin bilinmesi, yalnızca günümüz kapitalist ülkelerinde tarım ve rant ilişkilerinin çözümlenmesi için önemli değildir. Bu, azgelişmiş ülkelerdeki tarımsal evrimin değerlendirilmesi için de büyük önem taşır. Toplumsal değişimlerin sosyo-ekonomik karakterine ve sınıf güç ilişkilerine uygun olarak, kapitalist tarım ilişkilerinin ortaya çıkışı, kısmen Prusya yolundan, kısmen de Amerikan yolundan olur. Prusya yolundan gelişme ve kapitalist ekonomi biçimlerine geçiş, bir anti-feodal devrim olmadan (evrimci yoldan) gerçekleştiğinde söz konusudur. Kimi ülkelerde bu gelişme ‘yeşil devrim’ denen olayla güçlendirilir. Amerikan yolunda, feodal tarım ilişkileri, tarımsal bir dizi “reform”la ortadan kaldırılır.

Kapitalist tarım ilişkilerinin ortaya çıkış biçimlerinin kapitalist tarımın gelişmesi üzerinde esaslı etkileri vardır. Üretim güçleri ve ilişkilerinin gelişimi bu iki yol tarafından farklı biçimde etkilenir. Prusya yolunda üretim güçlerinin gelişimi feodal kalıntılarca engellenir. Ucuz işgücü olan tarım işçileri ile küçük çiftçilerin vahşice sömürülüşü nedeniyle, tarım kapitalisti yüksek kâr sağlamak için makine kullanma zorunluluğundan kurtulur. Buna karşılık, Amerikan yolunda üretim güçlerinin gelişmesi teşvik görür. Farklılaşma süreciyle ortaya çıkan büyük tarım kapitalistleri, yüksek bir sermaye değerlendirmesine ulaşmak için gittikçe artan sayıda tarım makineleri kullanırlar. Genel olarak feodal bağların bulunmayışı nedeniyle öyle pek ucuz işgücü bulamazlar.

Farklılıklarına bakılmadan, hem Prusya, hem de Amerikan yolu, kapitalist bir sınıfsal sosyal yapının oluşumuna yol açarlar. Kapitalist toplumda olduğu üzere, iki temel sınıf ortaya çıkar: burjuvazi ve proletarya. Bu iki temel sınıf arasında, sayıca büyük bir tabaka oluşturan köylülük bulunur.

Tarım kesiminde burjuvaziyi oluşturanlar, her şeyden önce tarım kapitalistleridir. Bunlar, hem toprağın sahibi, hem de kapitalist kiracı olarak ortaya çıkarlar. Tarım kapitalistlerinin arasında sayıca oldukça büyük bir grup da büyük çiftçilerdir. Tarımın Prusya yolundan geliştiği ülkelerde, feodalizmden gelme bir sınıfı oluşturan büyük toprak sahipleri varlıklarını sürdürürler. Kapitalist gelişme sürecinde, bu sınıf, bağımsız varlığını yitirerek büyük burjuvazinin içinde erir.

Kapitalist sınıf karşıtlığının öteki kutbunda kır proletaryası yer alır. Kır işçileri, meta olan işgüçlerini kapitalistlere satarlar ve hiçbir üretim aracına sahip değildirler. Küçük bir toprak parçasını işliyor olsalar bile, bu bir şey değiştirmez.

Köylülük, feodal toplumun temel sınıflarından biriyken, kapitalizmde bütünlüğe sahip bir sınıf olmaktan çıkar. Kapitalist toplumda köylülük, daha çok, farklı sosyal grupları kapsayan bir tabakadır. Genel olarak köylülükte üç toplumsal tabaka ayırt edilebilir: Küçük köylüler, orta köylüler, büyük (zengin) köylüler.

Küçük köylüler, kural olarak, ailesiyle işleyebileceği kadarından daha büyük olmayan bir parça toprağın sahibi ya da bunun kiracısı durumunda olan kişilerdir. Ama bu toprak parçası aileyi doyuracak kadardan da küçük olmayacaktır. Küçük köylüyü çağdaş proletaryadan ayıran, henüz iş araçlarına sahip olmasıdır. Yani geçmiş bir üretim biçiminin kalıntısıdır.

Bundan farklı olarak, orta köylüler, arada bir ücretli emek kullanırlar ve elverişli yıllarda bir artık ürün sağlayabilirler. Buna karşılık, ücretli emek kullanımı, büyük köylüler için zaten ayırt edici bir özelliktir.

Büyük köylüler özünde kapitalist üreticilerdir. Yalnızca yaşama biçimi ve çiftliklerinde kendi bedeni çalışmalarıyla bağlantılı olduklarından dolayı köylülükten sayılırlar.

Kapitalist gelişmenin akışı içinde, köylülük, çok çeşitli toplumsal değişim süreçleri geçirir. Özünde iki temel süreç söz konusudur. Bir yandan köylülüğün karakteri değişir (doğal ekonomiden pazar için üretime geçiş), öte yandan derinlere inen bir toplumsal farklılaşma süreci yaşanır. Köylülüğün büyük kitlesi yıkıma uğrar ve farklı tempoda görece uzun bir süreç içinde proleterleşir. Günümüzde bu farklılaşma süreci, bu süreci yaşamış olan günümüzün emperyalist-kapitalist ülkelerinde şimdiye dek görülmemiş bir yoğunluk ve hızlılıkta gerçekleşmektedir.

OLTAYA GELMEK

TÜRKİYE’NİN ALT YAPISINA UYMUYOR
BAŞARISIZLIĞI DB’DE KABUL EDİYOR
* 1999-2002 döneminde, tarım sübvansiyonları 6 milyar dolar azalarak 1,1 milyar dolara inmiştir. Başka bir deyişle, tarımsal sübvansiyonların GSMH’ye oranı yüzde 3,2’den yüzde 0,5’e düşmüştür.
* Aynı dönemde, tarımsal GSMH 27 milyar dolardan 22 milyar dolara gerilemiştir.
* Çiftçiler üzerindeki net etki, yaklaşık 4 milyar dolar tutarında yıllık zarar olmuştur.
* 2002-2003 reform döneminde gübre ve ilaç kullanımı yüzde 25-30 azalmıştır.
* Tarım kredisi faiz oranları negatiften pozitife dönmüştür.
* Kredi alan çiftçiler, borçlarını, tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz oranları nedeniyle ödeyememişlerdir.
* 1999-2001 arasında, Türkiye’de üretilen başlıca tarım ürünlerinin brüt değeri, reel olarak yüzde 16 oranında azalmıştır.
* 1997-2002 döneminde, ihracat ve ithalat tüm ürün çeşitlerinde artış gösterirken, tarım ve gıda ürünlerinin toplam ihracat ve ithalattaki payı düşmüştür.
* 1999-2001 arasında, hektar başına üretimin dolar eşdeğeri, 864 dolardan 621 dolara olmak üzere, yüzde 28 oranında düşmüştür. Bu azalış, yüzde -13 ile bakliyatta en az oranda, yüzde -38 ile tütün, şeker pancarı ve pamuğu da içeren kategori olan “öteki tarla ürünlerinde” en yüksek oranda gerçekleşmiştir. Hektar başına meyve değeri yüzde 29 azalırken, hububat ve sebze değeri sırası ile yüzde 22 ve yüzde 23 düşmüştür. Bu dönemde, hektar başına katma değer, dolar bazında yaklaşık yüzde 40’lık bir düşüş kaydetmiştir.
* Çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten vazgeçmiştir. Bu alanın 300 bin hektarı, Orta Anadolu Bölgesinde bulunmaktadır.
* 1999-2001 arasında tarım ürünleri fiyatları yüzde 40 oranında gerilemiştir.
* Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük destekleme oranlarına sahip olan ülke haline gelmiştir.
* Doğrudan Gelir Desteği (DGD) programı, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz konusu değildir.
GELİR DAĞILIMINI BOZULUYOR ÇİFTÇİ YOKSULLAŞIYOR
Hayvan varlığındaki erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında, koyun sayısı 40,6 milyon baştan 25,3 milyon başa, sığır sayısı 11,4 milyon baştan 10,5 milyon başa gerilemiştir. Süt üretimi, yalnızca yüzde 13 dolayında artmıştır. Denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda kesilen toplam sığır, koyun ve keçi sayısı, 9 milyondan 6,5 milyon başa gerilemiştir. Böylelikle kırmızı et üretimi, yüzde 19’luk bir gerilemeyle, 507 bin tondan 409 bin tona düşmüştür.
EMEKÇİLER ÇÖZÜMÜ KENDİNDE ARAMALIDIR

200 yıllık sanayileşme sürecinde, tarımda teknolojik gelişmeyi ve verimlilik artışını sağlayan merkez kapitalist ülkeler, köylülüğü yıkıma uğratırken, aynı zamanda istihdam etmeyi de başardı. Tarım nüfusunu yüzde 10’ların altına düşürürken, büyük sosyal yaralar açılmasını engelledi. Fakat şimdi, kendisinin 200 yıllık bir zaman diliminde yumuşak geçiş yaparak geldiği tarımsal nüfus ve gelişmişlik düzeyini, Türkiye gibi ülkelere dayatıyor. Aynı gelişmişlik düzeyine sahip olmayan Türkiye gibi ülkelerde, dayatma, ülke tarımının, üretimden pazarlamaya değin, uluslararası  tarım-gıda tekellerinin denetimi altına girmesini sağlıyor. Ülkeleri emperyalist metropollerin açık pazarı haline getiriyor. Yerli üreticileri, ya “sözleşmeli çiftçi” adı altında bu şirketlerin “taşeronu” haline düşürüyor ya da göç etmek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor. “Türkiye’de tarım nüfusu yüzde 10’un altına düşürülmelidir” sözü çok çarpıcı gelmeyebilir, birçok insana… Rakamların duygusuzluğu, 20 milyon insanın tarımdan kopması anlamına gelen gelişmelerin can acıtıcılığının anlaşılmasını engelleyebilir. Oysa rakamların anlatamadığı madalyonun diğer yanında acı gerçekler var: İşsizlik sorununun çözülmediği ülkemizde, işsizler ordusuna, yenilerin, milyon milyon katılması gibi… Kap kaç, soygun, uyuşturucu batağı, sokakta yatanlar gibi sosyal sorunların daha da derinleşmesi gibi… Kent altyapısının göçleri kaldırmadığı bir ülkede yeni göçlerin olması gibi… Açlık, yoksulluk, cinnet, insanlık dışı koşullarda yaşamak…

Cumhuriyetin kuruluşundan beri, ülke tarımı da dönüşüme tabi tutuluyor. Egemen sınıfların hiç değinmedikleri ya da göz ardı etmek istedikleri arasında, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana tarımda “en az değişenlerin” de bulunmasıdır. Bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:

* Tarım topraklarının işletmelere ve mülkiyete göre dağılımında süregelen büyük eşitsizlik,

* Makineleşme, kredi ve destekleme politikalarının egemen sınıfların yararına göre biçimlenmesi,

* 80 yıllık süreçte 3.5 kat artan topraksızlık ve toprakların belli ellerde toplanma olgusuna koşut olarak kırsal kesimde ivme kazanan işsizlik ve göç…

Bu dönemin “en çok değişeni” ise, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin yukarıdan aşağıya inşası sürecinde, emek-rant sömürüsünün yerini büyük ölçüde emek-ücret sömürüsünün alışı, yani geleneksel sömürü mekanizmalarının yerinin başka sömürü mekanizmaları ile dolduruluşu oldu.

Bilindiği gibi, uluslararası mali sermayenin resmi örgütlenmeleri olan IMF ve Dünya Bankası, 1980’lere dek köylülüğü (küçük üreticiliği) destekleme yönünde ekonomi-politikalar oluştururken, amacı, kırsal alanlarda egemen sınıfların denetimini artırmak ve böylelikle ortaya çıkabilecek bir toplumsal muhalefetin devrimci hareketle bütünleşmesini engellemek ya da düzenin sınırları içerisindeki kanallara yönlendirmek olmuştur. Emperyalizm “küçük üreticiliği destekleme” politikasıyla köylülüğün gelir düzeyini belirli bir düzeyde tutmayı esas almıştır. Tarım sübvansiyonlarıyla yürütülen bu politika, feodal ilişkilerin devrimci bir tarzda tasfiye edilemediği -Türkiye gibi- ülkelerde, aynı zamanda feodal sınıflarla sürdürülen bir işbirliğini ifade etmektedir.

1980 sonrasında dünya çapında ortaya çıkan ekonomik gelişmeler ve sosyalist sistemin dağıtılmışlığı koşullarında, kendisi için uygun bir ortam oluştuğunu düşünen emperyalizm, küçük üreticiliği destekleme politikasını terk ederek, köylülüğün mülksüzleştirilmesine ve bu yolla kırsal nüfusun azaltılmasına yönelik politikalara dönmüştür.

Türkiye gibi emperyalizmin boyunduruğu altındaki yeni-sömürge ülkelerde hiçbir ekonomik ve siyasi politika emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız değildir. Dolayısıyla 24 Ocak Kararlarının Türkiye tarımına yönelik temel politikası, tarımda üretimden pazarlamaya değin tüm sürecin emperyalizm tarafından denetimini sağlamak olmuştur. Bu denetimin gerçekleştirilebilmesi için 1980 sonrası uygulanan politikalara bakıldığında, tüm uygulamaların küçük üreticiliğin ve küçük ölçekli tarımsal üretimin tasfiye edilmesine yönelik olduğu görülecektir.

Öte yandan 1970’li yıllara dek tarım ürünleri ithalatçısı konumunda olan emperyalist metropoller, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilere ek olarak her türlü destekleme aracını sonuna dek kullanarak, gereksinimlerinin çok üstünde bir tarımsal üretim kapasitesine ulaştılar. Ancak üretim fazlası için pazar gerekiyordu. Bu noktada, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerini devreye soktular ve azgelişmiş ülkelerin tarımlarını çökerterek bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek için bir saldırı programı başlattılar. 1980’li yılların başında borç krizine giren ülkelerde “yapısal uyum programları” şeklinde dayatılan bu saldırı sonucu, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok azgelişmiş ülke, iç piyasalarını gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını uluslararası tarım-gıda tekellerine açtılar. Bu ülkelerde temel gıda üreticiliğine dayalı üretim deseni terk edilerek, tekellerin gereksinimlerine göre ve onların belirlediği koşullarda ihraç malları üretimine geçildi. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulandığı azgelişmiş ülkeler, sonuçta, kendi kendilerini besleyemeyen bir konuma gelerek, net gıda maddeleri ithalatçısı oldular. Buna karşılık, dünyada gıda üretimi ve dağıtımını birkaç şirket kontrol etmeye başladı. GATT Uruguay Görüşmeleri de tarım-gıda tekellerinin gücüne güç kattı.

“Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” (Dünya ekonomisinin, ABD hegemonyası altında neo-liberal bir düzenleme sistemiyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin kullanımına sunulması süreci) koşullarında, tüm siyasi ve ekonomik politikalarda olduğu gibi, tarımsal politikalarda da artık içsel dinamikler değil, dış dinamiklerin belirleme gücü baskındır. Bu sürecin tarım için yıkım, üretici için ise yoksullaşma ve tasfiye eğilimlerini içinde barındırdığı da bir gerçektir.

Uluslararası mali sermayenin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası, bağımlı kıldığı diğer azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Türkiye tarımında da aynı reçeteyi uygulamak istiyor. Dünya Bankası’nca hazırlanan Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) adı altında dayatılan bu program, tarımda fiyat, kredi ve girdi desteklerinin ortadan kaldırılarak -dünyanın hiçbir ülkesinde tek başına uygulanmayan- doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesini, tarım birliklerinin işlevsiz hale getirilmesini, bazı ürünlerde kota uygulamasına geçilmesini, kimilerinde ise üretim alanlarının daraltılmasını, tarımdaki tüm dağıtım, pazarlama ve AR-GE etkinliklerinin yerli ve yabancı tekellere devredilmesini içeriyor.

IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ve hükümetin uygulamaları, Türkiye tarımını -özellikle de küçük ölçekli tarımı- dünyanın acımasız piyasa ekonomisi karşısında korumasız bırakarak, birkaç temel ürün dışında tasfiye etmeyi amaçlıyor.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler, tarımda özelleştirme, bağımlılaştırma, yabancılaştırma ve tasfiye şeklinde ilerleyen sürecin anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Siyasi iktidarlar tarafından 6,5 yıldır taviz verilmeksizin uygulanan IMF/Dünya Bankası programının tarımdaki sonuçları, çiftçilerin yoksullaşması, gelir bölüşümündeki eşitsizliğin artması ve istihdamdaki hızlı azalma olarak ortaya çıkıyor.

2000’lerin başlarından bu yana, tarımda -tüm destek sistemlerini kaldırmaya ve çiftçi örgütlerini adım adım tahrip etmeye dayanan- liberalleştirme politikası ağırlık kazandı. Uluslararası tarım şirketlerinin çıkarına olan bu politikaları teşvik etme konusunda IMF/Dünya Bankası odaklı programlar kritik bir rol oynadı. TEKEL, TİGEM, gübre ve şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, bu gündemin ayrılmaz bir parçasıdır.

Türkiye, 2000’lerin başlarından bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda Tarımsal Reform Programı (ARIP) uygulamaktadır. Bu programın amacı; ürün ve girdiye dayalı desteklerin kaldırılarak, yerine sahip olunan arazi büyüklüğüne dayalı bir gelir destek programının uygulanmasıdır. Ancak, tarımda yapısal sorunlarını aşamamış, devlet desteğine gereksinim duymayacak aşamaya ulaşamamış bir ülke olan Türkiye’nin ARIP bağlamında geliştirilmesi hedeflenmiş olan liberalleştirme politikası, ülkenin tarımsal altyapısına uygun değildir.

Dünya Bankası tarafından verilen tarımsal uyum kredileriyle de desteklenen bu program, tarım sektöründe kapitalist paylaşım ilişkilerinin kurulmasına dönüktür. Bu krediler, tarım sübvansiyonlarının kaldırılması, kamuya ait tarım işletmelerinin özelleştirilmesi, tarım satış kooperatiflerinin işlevsiz hale getirilmesi ya da tasfiyesi ve kırsal nüfusun azaltılması gibi alanlarda kullanılmaktadır.

Özelleştirme ile tarımsal KİT’lerin tasfiyesinin edilmesinin ardından, tarım kesimi liberalleştirme adı altında uluslararası tekellere açılmaktadır. Tarım kesiminin GSMH’den aldığı pay gittikçe düşmekte ve özellikle küçük tarım üreticileri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Hayvancılık neredeyse tümüyle tasfiye edilmiş durumdadır. Her kriz döneminin faturası ücretlilere, kent yoksullarına ve köylülere çıkartılmaktadır.

2000 yılı başından bu yana uygulanan IMF/Dünya Bankası dayatmalı programların etki ve sonuçları, belki de en açık biçimde, tarım kesimindeki değişimde ortaya çıkmıştır. Bu politikaların ülkemizin tarımsal yapısı üzerinde yarattığı sonuçlar, Dünya Bankası tarafından 9 Mart 2004 tarihinde yayımlanan “Türkiye’de Tarım Sektörü Destekleme Reformunun Etkilerine Bir Bakış” başlıklı raporda şöyle ortaya konulmaktadır:

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, Doğrudan Gelir Desteği uygulamasının sonuçları:

* DGD ödemelerinin yüzde 51’i, çiftçilerin yüzde 17’sini oluşturan 100 dekardan daha büyük arazi sahiplerine gitmektedir.

* 2004 yılı için ödenen 2 katrilyon 670 trilyon liralık DGD’nin yüzde 51’i, yani 1 katrilyon 361,7 trilyon lirası 476 bin çiftçiye giderken, kalan yüzde 49’luk miktar, çiftçilerin yüzde 83’ünü oluşturan 2 milyon 324 bin çiftçiye dağıtılmıştır.

* Arazi varlığı 100 dekarın üzerindeki çiftçilere ortalama 2 milyar 750 milyon TL düşerken, küçük arazi sahiplerine ortalama 586 bin TL ödenmiştir. Aradaki fark tam 3,5 kattır.

* Bu adaletsizliği önlemek için, DGD’nin desteklemeler içinde 2002-04 döneminde ortalama yüzde 78 olan payı, 2005 itibarıyla yüzde 55’ler seviyesine çekilmiştir. 2006’da, bu rakamın yüzde 45’lere düşürülmesi öngörülmüştür. Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı 2,8 milyon çiftçi bulunuyor. Çiftçilerin yüzde 83’ünün arazisi 100 dekarın altında. Bu kesimin yüzde 16’lık kısmının arazi varlığı, 10 dekardan küçük. Geriye kalan yüzde 17’lik kesimin ise, arazi büyüklüğü 100 dekarın üstünde. Bu kapsamda, DGD ödemelerinin yarısı yüzde 83’lik kesime giderken, diğer yarısı yüzde 17’lik kesime gitmektedir. Kısacası DGD ödemeleri arazi sahipliğine göre yapıldığından, kırsal kesimde gelir dağılımını ciddi ölçüde bozmaktadır.

2000-04 döneminde tarımsal ürün alım fiyatları sürekli olarak enflasyonun altında tutulmuştur. 2000-04 ortalaması olarak TEFE’deki değişmenin yüzde 40’ı bulmasına karşın; aynı dönemde, tarımsal ürün ortalama alım fiyatları artışı yüzde 28 düzeyinde tutulmuştur. Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemelerin tarımsal katma değer içindeki payı sürekli olarak geriletilmiştir. Destekleme alımlarının tarım sektörünün toplam katma değerine oranı, 1990-99 dönemi ortalaması olarak yüzde 9,7 iken, 2000-04 döneminde yüzde 7,1’e, 2004 yılına gelindiğinde ise yüzde 5,4’e düşmüştür.

Fiyat destekleme ve girdi (gübre, kredi, vb.) sübvansiyonlarından yoksun bırakılan çiftçi, toprağını ekemez, gübre ve kredi kullanamaz hale gelmiştir. Örneğin 1990 yılında yaklaşık 24,2 milyon hektar olan işlenen tarla alanları, günümüzde 23 milyon hektara düşmüştür. 2000-2004 yılları arasında, yalnızca 8 ürünün (buğday, ayçiçeği, soya, pamuk, tütün, şekerpancarı, nohut, mercimek) ekim alanlarındaki gerileme 312 bin hektar olmuştur.

“Çiftçiye yapılan destekler ülkeyi batırıyor” denilerek üreticiye kredi verilmemeye, azaltılmaya başlanmıştır. Ziraat Bankası tarımdan kopartılmış, Tarişbank’a el konularak başka bir bankaya devredilmiştir. Tarımsal kredi faiz oranlarına uygulanan sübvansiyon Mart 2000, kimyasal gübre desteği Ekim 2001, tohum ve tarımsal ilaç destekleri ise Aralık 2001 sonundan itibaren kaldırılmıştır. Bu çerçevede tarım kredilerinin toplam krediler içindeki payı 2000 yılında yüzde 9,6 iken, 2005 yılında yüzde 3,5’e değin gerilmiştir.

2000 yılında 18,8 milyon ton olan şekerpancarı üretimi, IMF’ye verilen ekim alanlarının daraltılması taahhüdü ve 4 Nisan 2001’de çıkarılan 4364 sayılı Şeker Kanunu hükümleri doğrultusunda, 2004 yılında 13,5 milyon tona gerilemiştir. Şeker Kanunu ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesi öngörülmüş, şeker üretimi kısıtlanarak suni tatlandırıcılara geniş kota tanınması gündeme gelmiştir. Öte yandan şekerpancarı ekim alanlarının daraltılması, 450 bin üretici aile ve şekerpancarı tarımında çalışan 100 bini aşkın işçinin gelir olanaklarını kısıtlamakta ve yaşamını zorlaştırmaktadır.

9 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4733 sayılı Tütün Kanunu ile tütünde destekleme alımları kaldırılarak sözleşmeli üretim sistemine geçilmiştir. Tütün üreticisinin örgütsüz olması nedeniyle bu sistemde fiyatlar alıcı firmalar tarafından belirlenmekte; üretici bu durumda sektörden kopmak zorunda kalmaktadır. Bu koşullarda, yakın bir gelecekte tütün üreticisi bulmak zorlaşacaktır. 1999 yılında 251 bin ton olan tütün üretimi, 2004 yılında 129 bin tona; 578 bin olan ekici sayısı ise, 274 bin kişiye düşmüştür. Aynı şekilde, TEKEL’in destekleme alımlarının toplam üretimdeki payı 1999’da yüzde 72 iken, 2004’te sözleşmeli alımdaki payı yüzde 28’e inmiştir.

1990’lı yılların başında 56 milyon olan nüfus, 2004 yılında 71 milyona yükselmiş, yani 14 yılda yüzde 25 dolayında artmıştır. Oysa tarım ve hayvancılık üretimi ya yerinde saymakta ya da gerilemektedir. IMF/Dünya Bankası patentli reform projesi bu sürece ivme kazandırmıştır. 1990 yılında 20 milyon ton olan buğday üretimi 2004 yılında 21 milyon tona çıkabilmiştir. 1990’da 860 bin ton olan nohut üretimi 2004’te 620 bin tona; 846 bin ton mercimek üretimi ise 540 bin tona düşmüştür. Soya fasulyesi üretimi dramatik bir şekilde 162 bin tondan 50 bin tonlara gerilemiştir. Ayçiçeği üretimindeki artış, yalnızca yüzde 10’lar seviyesindedir. Buna karşılık, yıllık bitkisel yağ açığı yaklaşık 1 milyon ton ham yağ ya da karşılığı yağlı tohumdur; her yıl yağlı tohum ve ürünleri ithalatı için ödenen bedel 1 milyar doların üstündedir. Önemli sayılabilecek üretim artışı sağlanan tek ürün pamuktur. Ancak aynı dönemde pamuk kullanımı 540 bin tondan 1,4 milyon tona yükselmiştir. Böylece Türkiye 1990’da 50 bin ton dolayında pamuk ithal ederken, 2002-04 döneminde 650 bin ton pamuk ithal eder hale gelmiştir.

Türkiye’nin üretimi azaldıkça, bundan ithalat ve ihracatı da etkilenmektedir. Tarımsal dış ticaret dengesi, 1980-89 döneminde yıllık ortalama 1,5 milyar dolar fazla verirken, 1990-99 döneminde bu fazla 866 milyon dolara düşmüş; IMF/Dünya Bankası politikalarının izlendiği 2000 sonrası dönemde yalnızca 227 milyon dolar olmuştur. 1990-99 döneminde tarım ürünleri ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı yüzde 12,8 iken, 2000-04 döneminde yüzde 6’ya gerilemiştir.

Yoksulluk, ülke kırsal yaşamının kendini yeniden üretme kapasitesini tehdit eder bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye köylüsü, yaşamını sürdürebilmek için, kendine özgü “beka stratejileri” oluşturmaktadır. Köylülüğün geliştirdiği “beka stratejileri”, tarımda küçük köylü yapısının sürmesine uygun bir zemin yaratmaktadır. “Beka stratejisi” olarak tanımlanan, Türkiye köylüsünün, giderek artan zorluklara karşın kendini yeniden üretme koşullarına yönelik değişimi, başka bir deyişle yaşamını sürdürebilmek için aradığı ve bulduğu yollardır. Bunları (i) yeni gelir olanakları yaratmaya yönelik, (ii) birikeni tüketme ve borçlanmaya yönelik ve (iii) tüketimi sınırlama ve kadın emeği sömürüsünü derinleştirmeye yönelik olmak üzere gruplandırmak mümkündür. Ancak bunun sürdürülebilir olmadığı ortadadır.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması’na göre; Türkiye’de en yüksek yoksulluk kırsal kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor. 2002 yılında yüzde 35,5 olarak hesaplanan kırsal kesimde yaşayanlar arasındaki yoksulluk oranı, 2003 yılında yüzde 37,1’e, 2004 yılında ise yüzde 40’a ulaştı.

İktisadi faaliyet koluna göre en yüksek yoksulluğun yaşandığı tarım sektöründe, 2002 yılında yüzde 36,4 düzeyinde bulunan yoksulluk oranı, 2003 yılında yüzde 39,9’a, 2004 yılında ise yüzde 40,9’a çıktı.

Öte yandan, kırsal kesimde tarımla uğraşanların 2002 yılında yüzde 36,8’i yoksul iken, bu rakam, 2003 yılında yüzde 40,9’a, 2004 yılında ise yüzde 42,3’e yükseldi. 2000-2005 yılları arasında tarımdan kopanların sayısı 1,3 milyona ulaştı.

Tarımda ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor. Beş yıldan beri IMF/Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla siyasi iktidarlar tarafından kararlı bir şekilde uygulanan sözde tarım reformunun getirdikleri bunlar.

Bu gidişe dur diyebilmenin olmazsa olmaz koşulu, demokratik bir halk hareketinin sürece ağırlığını koymasıdır. Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine, halkın demokratik ilişkilerle ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Söz ve kararın çiftçilerde olduğu yapılar, sendikalar, kooperatifler, demokratik yollarla oluşmalıdır.

Türkiye tarımının girdiği bu sarmaldan kurtulabilmesi, uluslararası tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan sözde reform programlarını terk edip, kendi insanımızın ihtiyaçlarına ve ülkemizin özgül -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesine bağlıdır.

Emekten yana bir politik/ekonomik dönüşümün gerçekleştirilmesini, emekçi sınıfların aktif olarak yer almadığı bir iktidar yapısından beklemek, herhalde söz konusu olamaz. Tarih, burjuvazinin denetimindeki ilerici görünüşlü iktidarlardan çok şey bekleyenlerin uğradığı hayal kırıklıkları ve çoğu hallerde bozgunlarla doludur. Çünkü emperyalist metropollere bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu azgelişmiş ülkelerde, ilerici görünüşlü tüm hareketler; sistemin içinde kalındığı sürece, başında ya da sonunda, egemen sınıflar ittifakının çıkarlarına dönük bir raya oturur. Ancak Türkiye’de emekçi sınıflar (özellikle kır emekçileri), çıkarlarının korunmasını hala kendilerinin oluşturacakları öz örgütlerinden değil, tekelci sermayenin yönlendirici güç olduğu egemen ittifaktan beklemeyi sürdürmektedirler.

1) Bkz: LENİN, V. İ. 1988. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi. 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.

LENİN, V. İ. 1990. “Tarım Sorunuyla İlgili Tezlerin İlk Taslağı”. İşçi Sınıfı ve Köylülük içinde, Sol

2) Bkz: HOELL, G. 1975. Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi ve Toprak Rantı. Bilim Yayınları, İstanbul.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑