Esrar!
Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan
Şadırvan!
Gümüş, tepsilerde rakseden sultan!
Mihrace, padişah,
bin bir yaşında bir şah.
Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sakallı imamlar ezan okuyor!’
İşte frenk şairinin gördüğü şark!
İşte
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
şarkı!
Lakin
ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir şark
yoktu,
olmayacak!
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan öldüğü diyar!
Ağzına kadar
buğdayla dolu ambar!
Avrupa’nın ambarı!…
…..
yutmayacak
artık.
Bıktık be bıktık.
İçinizden biri
can verebilse bile
açlıktan ölen öküzümüze,
burjuvaysa eğer
gözükmesin gözümüze…
Size verdik biz elimizi
kucaklayın bizi
Avrupa’nın san-külotları”
DİPNOTLAR
Şark
Şark
Ben elimi size verdim
Nazım Hikmet
Oryantalizm, dünyanın Doğu ve Batı olarak iki yöne, dünya halklarının da esas olarak Doğulular ve Batılılar olarak birbirine karşıt ve indirgenemez bütünlüklere bölündüğünü iddia eden ideolojik bir kategoridir. İçeriği, 15. yüzyıldan bu yana adım adım inşa edilen, ana çerçevesi, 19. yüzyılda az çok tamamlanmış olan oryantalizm; başlangıçta, ilk kez Avrupa’da ortaya çıkan kapitalist sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu genişleme için yeni pazarlar bulmak amacıyla yapılan deniz aşırı seferler ve fetihler sırasında edinilmiş bilgilerin hem sistemleştirilmiş haliydi, hem de bu pazarlar için yapılan sömürgeleştirmelerin meşrulaştırıcı gücü oldu. Oryantalizm, başlangıçta esas olarak, kapitalistleşmeyi dünyanın diğer bölgelerine göre çok önce başarmış Batı Avrupa burjuvazisinin dünyaya bakış açısıydı ve Asya’daki muhtemel pazarlarda yaşayan halkların kültür, yaşayış biçimi ve mentalitelerinin küçümsenmesi ve aşağılanması, bunun yanı sıra da, kapitalizmin ortaya çıktığı bölgedeki her şeyin yüceltilmesini içeriyordu. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sömürgecilik pratiğinde ortaya çıkan diğer halkların aşağılanması ile kendini yüceltme eğilimi, sonraki emperyalizm döneminde de, değişen biçim ve söylemlerle sürdürülmeye devam etti.
Oryantalizmin başlıca içeriği, en yüksek gelişmişlik düzeyinde bulunan Batı Avrupa ülkelerine göre (20. yüzyılda buna ABD de eklendi), kapitalizmden daha önceki bir evreye ait sosyal ve iktisadi ilişkileri sürdüren Asya topraklarındaki geriliğin, sermaye sahibi sınıf adına istismarına dayanır. Gerçekten de, kapitalizmin ilk ortaya çıktığı coğrafyada giderek geliştiği dönemde, Doğu halkları, tarihsel evrimleri bakımından geride kalmışlardı. Kapitalist pazarın denizaşırı topraklara genişletilmesi sürecinde, sömürgeci burjuvazi bu geriliği, bölgede yaşayan halklara uygulanacak her türlü müdahaleyi mazur göstermek için birçok biçimde kullandı. Daha da önemlisi, Doğu hakkında oluşturulan bütün yazın, sanat ve Batı Avrupa halklarının Doğu hakkında ürettiği bütün düşünsel ürünler, bu bakış açısını içselleştirdi. Böylece sömürgeci burjuvazi, Doğu’nun belirli bir tarihsel dönemdeki geri iktisadi ve sosyal koşullarını bütün zamanlar için mutlaklaştırarak dondurdu ve geriliği ebedileştirdi. Gerçekte ise, Doğu’nun gelişmiş kapitalist ülkelere göre çok gerilerde kalmasının en önemli nedeni, bizzat bu ülkelerin Doğuyla kurduğu sömürgecilik ilişkisi olmuştur. Gerek klasik sömürgecilik döneminde, gerekse de emperyalizm döneminde, işleyen bir uluslararası pazar oluşturabilmek, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin önündeki arkaik iktisadi ve sosyal engelleri ortadan kaldırabilmek için, dünya burjuvazisi, bu bölgelerde belirli kapitalist ilişkilerin oluşturulması için çaba harcadı. Ama aynı nedenlerle de, bu topraklarda oluşabilecek ilerletici iç dinamiklerin körelmesi için elinden geleni yaptı.
O halde oryantalizm, bir gerçekliğin, yani Doğu’nun Batı’ya göre belirli tarihsel koşullar altındaki “gerilik”inin tarihsel olmayan mutlak bir yazgı olarak algılanması esasına dayanır. Doğal olarak bunun karşıtında bulunan da, Batı’nın tarihsel olmayan ebedi ileriliğine vurgu yapılmasıdır. Bu ideolojik söylemin, tarih dışılık imasıyla gizlediği ise, kendisinin, kapitalist güç ilişkilerinin doğrudan bir ürünü olmasıdır. Dolayısıyla oryantalizm, gerçekte, Batı ile Doğu arasındaki farktan değil, bu farklılığı hem donduran, hem de derin bir eşitsizlik ile birlikte çoğaltan ve farka, kendi sınıf çıkarları açısından bakan kapitalizmin sömürgeci eyleminden doğmuştur.
Oryantalizm, eski toplumlardaki hakim feodal ideolojilerin yerle bir olmasını sağlayarak dünyanın ileri doğru gidişinin önündeki bütün düşünsel donanımları yerle bir eden demokratik fikirlerin ortaya çıktığı, ama aynı zamanda, bir dünya sistemi kurarken, burjuvazinin ihtiyaç duyabileceği bütün gerici fikirlerin de rüşeym halinde oluştuğu devrimci bir dönemde ortaya çıkmıştı. Bu dönem, yeni sınıfın ve bağlaşığı olan sınıfların yolunu açan ilerici ve tarihin gelişiminde insan etkeninin önemini ortaya koyan devrimci fikirlerin yanı sıra, bunlardan insanlığın bir bölümünü muaf tutan biyolojik ırkçılık, sosyal Darwinizm, toplumlar için doğrusal ilerleme modelinden başka seçenek tanımayan pozitivizm esinli sosyolojiler vb. gibi gerici düşünceleri de üretmişti. Oryantalizm, içeriğini az çok tamamladığı bu dönemin bütün izlerini üstünde taşır. Hem kendi kaderi üstündeki tanrısal bir iradenin belirleyici etkisini reddederek, insanın yeteneklerinin ve tarih yapabilme gücünün altını çizen laik demokratik fikirlerin; hem de bazı halkların, sadece siyah, Doğulu veya başka bir şey olmaları yüzünden bir “kader”e mahkum olduklarını iddia edecek kadar eski mutlakıyetçi düşüncelerden kopulamadığını gösteren teolojik geriliğin soyutlanmış ortak ürünüdür. Hepsi de, ortaya çıktığı kıtadan uzak diyarlara kadar, bütün dünyayı, kendi sisteminin bir parçası yapmak hevesindeki genç burjuvazinin, attığı her adımı güçlendirecek biçimde, cephaneliğinde bulunur.
Kuşkusuz kapitalist sınıfın ihtiyaçları, kendi gelişiminin ve dünya emekçi sınıflarının bu gelişime karşı verdikleri yanıtların düzeyine bağlı olarak, süreç içinde değişti. Dünya çapında sınıf ilişkileri, emperyalist ülkelerle sömürülen halklar arasındaki ilişkilerin değişimini de gösterdiği için, oryantalizm ideolojisindeki değişimleri vurgulamak önemlidir.
Bu yazının başlıca vurgusunu, mutlaklaştırıcı bir ideoloji olmasına karşın, oryantalizmin, hem kendisinin kapitalizmle birlikte doğması bakımından bir tarihselliğe sahip olduğu, hem de zaman içinde geçirdiği evrelerin tarihsel olduğu oluşturuyor. Oryantalizmin başlıca özellikleri hakkında ise, özetle şunlar söylenebilir:
Birincisi, oryantalizm, Doğu ve Batı’nın ezelden beri farklı iki uygarlık seviyesini temsil ettiğini iddia etmesine ve buna göre, Doğu’nun geriliğini, bazen neredeyse bir ilahi tecelli olarak, bazen Doğu halklarının rasyonel düşünmeyi Batılılar gibi becerememeleri sonucunda ortaya çıkan bir kültürel durum olarak, bazı durumlarda da, İslam dininin tutuculuğunun kaçınılmaz sonucu olarak mutlaklaştırsa da; bu, aslında, tarihsel bir ideolojik kategoridir. Doğu’nun ve Batı’nın tarifinin ortaya çıkmasının bir tarihi vardır. Ve oryantalizm, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar sınıf mücadeleleri, ırkçılık karşıtı hareketler, “Üçüncü Dünya” ve Arap Birliği hareketi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, anti emperyalist mücadeleler ve bağımsızlık hareketleri vb. bir dizi etken tarafından da eleştiriye tabi tutulmuş ve içeriğindeki sabitlik vurgusu, söylemi ve kapsamı değişmek zorunda kalmıştır. Bugünkü oryantalizm de, 18. yüzyıldaki oryantalizmden özünde değil, ama söylemde farklıdır.
İkincisi, bugün Avrupa’nın doğusunda, ama ABD’nin batısında yer alan Doğu’nun sınırları, iddia edildiği gibi, bilinmez bir tarihten beri net değildir ve bu da tarih içinde değişmiştir. Bugün Doğu’nun en doğusundaki Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz Commonwealth (ortak zenginlik) ülkeleri ile İsrail gibi ülkeleri Batı’ya (Filistin’i Doğu’ya) dahil eden oryantalist zihniyet, Doğu’nun sınırlarını da son derece bulanık çizmiş; mutlak bir Batı coğrafyasının yerini de tarihin bir döneminde, Batılılaşan, (yani emperyalist tahakküme itaat eden) ülkeler kategorisi almıştır. Bugün Doğu’nun sınırları, ABD emperyalizminin yeni tahakküm politikalarından birinin ifadesi olan Büyük (ya da Genişletilmiş) Ortadoğu Projesiyle bir kez daha çizilmiştir. Bu sınırları, Cebelitarık’tan Kuzey Afrika’yı kapsayarak Doğu Akdeniz’e, oradan Hindistan’a kadar uzanan Ortadoğu bölgesi ile dağılan Sovyetler Birliği’nin güneyindeki cumhuriyetleri içine alarak, Karadeniz’den Ortaasya’ya, neredeyse Çin sınırına kadar uzanan bölge oluşturmaktadır. Bir zamanlar esas olarak Sami dillerini konuşan halkları içeren oryantal çerçeve bugün oldukça genişletilmiştir.
Üçüncüsü, oryantalizm, Doğu ve Batı’nın ulusal özellikler ve sınıf farklılıklarıyla ayrıştığı ve yekpare bir bütün olmadığı fikrini genel olarak reddeder. İki yüzyıllık bir tarih içinde, oryantalist ideolojinin bu varsayımını çürüten her gelişmede, emperyalist ideologlar, bütünleştirici kalkış noktasını yeniden kurgulamak, bazen bir konuyu bir başkasının önüne geçirmek zorunda kaldılar. En gerici biçiminde kaba bir ırkçılığa yaslanan kuram, bütünleştirici nirengi noktasını kimi zaman kültürel benzerlikler, kimi zaman da İslam dini üzerinden kurdu.
Oryantalizm, burada, öne çıkan bu üç özelliği kapsamında ele alınacaktır. Anılan her bir özellik, oryantalizm ile ilgili kategorileştirmeleri belirgin kılmak için ayrı ayrı ele alınabilse de, konunun unsurlarının çoğu kere, birbirinden ara başlıklarla ayrılamayacak kadar içiçe geçtiğini hatırlamakta kuşkusuz yarar var. Ayrıca bu yazının kapsamı dışında kalan, oryantalizmin içselleştirilmesi ve popülerleştirilmesinde çok önemli işlevleri olan kültür, sanat ve medya analizleri yapılmaksızın oryantalizmin anlaşılmasının daima eksik kalacağına dikkat çekmek de önemli görünüyor.
ORYANTALİZMİN BİR TARİHİ VAR
Oryantalizmi, Batı’nın Doğu’ya karşı çok eski çağlardan bu yana duyduğu korkunun ve nefretin bir devamı olarak görenler, oryantalizmin tarihini Antik Yunan ile Pers savaşlarından başlatarak, Haçlı seferlerine kadar uzatıyorlar. Ne bunların, ne de 7. yüzyıldan itibaren İspanya’ya kadar ulaşan Müslüman akınlarına maruz kalan, Osmanlı ordularının İstanbul’u ve Balkanları ele geçirerek Avusturya kapılarına kadar dayanmasına ve Akdeniz’in bir Türk gölü haline getirilerek, Avrupa’nın güneyden ve doğudan kuşatılmasına karşı köklü bir korkunun ve “barbar Osmanlı”ya karşı duyulan nefretin henüz oryantalizm olarak adlandırılması için bir neden yoktur. Ama oryantalizm, bu korku ve nefretten de beslenmiştir. İstanbul’un fethedildiği yüzyıl, yani Osmanlı’nın yükselme döneminin doruk noktası, aynı zamanda, Avrupa’da ticari sermaye birikiminin belirli bir düzeye geldiği ve Akdeniz kuşatılmışken, Afrika’nın güneyini dolanarak “hep doğuya gidildiğinde” Osmanlı toprakları dışında kalan, zengin bir pazar ve hammadde yatağı olarak görülen Hindistan’a ulaşılabileceği fikrinin güçlü bir motivasyon haline geldiği yüzyıldır. Amerika kıtası da, Avrupalılar tarafından, İstanbul fethedildikten tam kırk yıl sonra keşfedildi. Tarihsel kayıtlar bu kıtanın daha önce defalarca Çinliler ve Vikingler tarafından keşfedildiğini belirtmesine karşın, Hindistan’a giderken tesadüfen bu karaya ayak basan Colomb ve fatihlerinin isimleri, bu keşfin, adına hareket ettikleri yeni sınıfın, yani burjuvazinin sonraki başarılarına bir zemin olması ve Çinlilerden farklı olarak, kıtada açılan kapının münferit sonuçlar değil, genel sonuçlar doğurması bakımından en üste yazıldı. “Keşif” yılı olan 1492, İspanya’nın Müslümanlardan ve Yahudilerden arındırılmaya başlandığı yıl da oldu, aynı zamanda. Böylece, Avrupa arınma ve fetih ile başladığı bir çağa adım attı.
15. yüzyılda, Osmanlı topraklarının doğu bölgeleri ile (Doğu Akdeniz ve Mezopotamya bölgeleri) Osmanlı topraklarının daha doğusundaki bölgeler, ulaşım ve iletişimin güçlükle sağlandığı o koşullarda çok ilgi çekiyordu. Doğuya giden tüccarlar ve seyyahlar, o sıralarda en önemli liman ve ticaret kenti, Avrupanın giriş kapısı Venedik’e Doğu’dan gelen bilgileri yığmaktaydılar. Seyyahların anlatımlarına dayanarak haritalar, anı kitapları, seyahatnameler yazıldı, çizildi. Fakat bunların içinde öyle ilginç anlatımlar vardı ki, Doğu’da insana benzemeyen, “hayvan başlı insan vücutlu”1 yaratıkların dolaştığı anlatılıyor; Doğu’nun tekinsiz bir masal diyarı gibi algılanması, o sıralarda fetih için Doğu bilgisinin sistematize edilmesine şiddetle ihtiyaç duyan yeni sınıfın ve halkın merakını kamçılıyordu. Zaman içinde bu masalsı, Avrupalılara benzemeyen ucube yaratıklar hakkındaki bilgiler ayıklandı. En işlevsel olanlar sistemli bir bilginin parçaları olarak birbirine eklendiler. Fakat, bu sistematikleşen bilgi, Doğu’da “başı hayvan, vücudu insan” gibi olan yaratıklar gören yalancı hayalperestlerin iddialarından çok da farklı olmamak üzere, Doğu’daki ucube yaratıkları insanileştirmekteydi. Bunların başları da, vücutları da insan gibiydi artık, ama pek de insan sayılmazlardı! Kolomb ve fatihleri, Amerika’da kendilerinden sonra da yüzyıllarca sürecek, kıtayı yerlilerden arındırma işlemine, oradaki insanların insan olmadığına inanarak başlamışlar; sonradan Afrika siyahlarının köleleştirilmesi de, “zencinin insan olmadığı” gerekçesiyle meşru görülmüştü.
Avrupa’nın doğusu hakkında işe yarar bilginin toplanması, 18. yüzyıldan itibaren, bilimlerin gelişmesine bağlı olarak bir disipline bağlandı. Bazı ülkelerde Doğu Araştırmaları enstitüleri kuruldu ve oryantalizm giderek bir akademik disiplin haline geldi. Fransız Devrimi’nden çok kısa bir süre sonra iktidara gelen Napolyon, Mısır seferine giderken, yanında antropologlar, arkeologlar, dilbilimciler, folklör araştırmacıları vb.’nden oluşan ikinci bir ordu daha vardı. O sıralar, İngiltere’den sonra ikinci büyük sömürgeci devlet olan Fransa, hakimiyet kurmak istediği topraklarda yaşayan halkların kültürleri, gelenekleri, yaşam biçimleri ve tarihsel değerleri konusunda etraflıca araştırma yapacak bir “bilginler ordusunu” da sömürge ordusuna iliştirivermişti. Bu yönüyle, Napolyon’un Mısır seferi, sömürgecinin, sömürgeleştireceği toprakların bütün ruhuna hakim olma isteğinin de simgesidir. Ama hem bu sefer sırasında kullanılan, hem de daha önce ve sonraki, oryantalizm üzerine çalışan “bilginler ordusu”, Doğu topraklarının arkeolojik ve sosyolojik kazısından nesnel ve önyargısız sonuçlarla dönmediler. Onlar, Doğu’da neye baktılarsa, onları, hizmetinde çalıştıkları sömürgecilerin prizmasından gördüler.
Sömürgecilerin prizması ise, Avrupa’nın biçimlenmesinde burjuvazinin oynadığı rol ve beklentileriyle şekillenmişti hiç kuşkusuz. Edward Said’in deyimiyle, “Doğu’nun Doğululaştırılması”, her şeyden önce, burjuvazinin Avrupa’yı “Batılılaştırmasıyla” ilgilidir, bu yüzden. Batı denen coğrafyanın ve bu coğrafya üzerinde yaşayan halkların yaşayışları ve zihniyetlerinin düzenlenmesi, daha çok 18. ve 19. yüzyılda oluştu. Geçmişin büyük imparatorlukları içindeki toplulukların cemaat ilişkileri dışına çıkarak ulusa dönüşmesi, ulus devletlerin ve ulusal dil birliğinin kurulması, bu toplulukların siyasi yönetimi için “demokrasi fikrinin ortaya çıkması, dinin devlet işlerinden uzak tutulmaya başlanması, anayasal rejimin doğuşu, yeni sınıfın mülkiyete dayalı hukukunun kurumlaşması vb. bir dizi düzenleyici kurum, ilke ve fikir, Avrupa’nın siyasi ve toplumsal haritasını oluşturdu. Kapitalizmin kıtadaki muazzam gelişimiyle birlikte söz konusu olabilen bu köklü değişiklikler, aynı zamanda, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kapitalizminin uzaktaki, muhtemel ve gerçek sömürgelerinin de Avrupadaki gelişmeler ışığında işlemden geçirilmesini gerektirdi. Elbette ilk dikkat çeken, Avrupa yeniden inşa edilirken el altında bulunanların Doğu’daki yokluğuydu.
Napolyon’un bilim orduları, oryantalizm ve Türkoloji enstitüleri, Batı’da olanların neden Doğu’da olmadığını, Doğu’nun özgünlüğünün nereden kaynaklandığını; daha doğrusu, doğrudan doğruya Doğu mefhumunun ne olduğunu araştırmaya koyulmuşlardı. Bütün araştırmalar gibi, Doğu’nun incelenmesi de ideolojik bir bakış açısından muaf olamayacağı için, araştırma sonuçları, Doğu’nun geriliğini bir kez daha tespit etmekten öteye geçemedi. Dilbilim çalışmalarının, arkeolojik kazılar ve kültür araştırmalarının sonuçları (bu konuda büyük bir bilgi yığınağı oluşmasına karşın), Doğu’nun bugünkü geriliğinin kaynakları olarak anlam kazandı. Doğu halklarının kültürel tarihleri, bugünkü geriliği tescil etmek üzere sınıflandırıldı. Kapitalistler, kendi tarihlerini ise, Doğu’ya yaklaşımlarını tamamlayan bir biçimde, sahip oldukları üstünlüğe bir de tarihten onay almak için yazmışlardı. Kısacası, Doğu’nun geriliği ve Batı’nın üstünlüğüne gerekçeler bulmak çok zor olmadı; Batı Batıydı Doğu da Doğu. Bir araya gelemeyecek kadar birbirinden ayrı, Batı’nın sahip olduğu bütün yetkin ve olgunlaşmış özelliklerin karşıtı olarak, tamamlanmamışlığın ve tarihsizliğin simgesi Doğu. Böylece Doğu’nun eksiklikleri de, eksikliklerini açıklayan gerekçeler de, Batı’nın tamamen negatif imgesinden oluştu. Sonuçta Doğu, Batı’ya benzemeyendi.
Oryantalizmin babası olarak kabul edilen Ernest Renan, Sami dilleri üzerine yaptığı filolojik çalışmalarını “aşağı dillere ait araştırmalar” olarak görüyordu. Onca zahmetinin hedefi ise, örneğin uluslaşma sürecinde pek çok Avrupa dilinin Hint-Avrupa dil grubuna ait olduğunu ileri süren burjuva ideologlarının iddialarını, Doğu dillerinin “gelişimi kesintiye uğramış bir görüngü; şark dillerinin inorganik, kesintiye uğramış, tümden kemikleşmiş, kendini yeniden üretmeye muktedir olmayan diller olduğunu” göstererek “başka deyişle, Sami dilinin yaşayan bir dil olmadığını, bundan ötürü de Samilerin canlı yaratıklar olmadığını…”2 kanıtlayarak desteklemekti. Aslında Renan ve onun dışındaki oryantalistlerin hepsinin amacı buydu. Doğu halklarının yaşayış biçimlerinden toplanan seçmece ayrıntılar aracılığıyla, bu halkların aşağılıklarını ve hareketsizliklerini, daha doğrusu, tarih yazan Avrupa’nın tersine, tarihsizliklerini kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Onlara göre, tarihsiz, yani varolmaya nasıl başlamışlarsa hala öyle yaşayan; toplumların daima ileri doğru gitmeleri gerektiğini idrak etmekten yoksun; insan toplumlarının çocukluk aşamasında takılmış ilkel topluluklardı, Doğu toplumları. Onlara bir toplum bile denilemezdi. Böylece, Fransa’yı alt üst etmiş devrim dönemini yaşamış kibirli burjuvanın bilim adamları, tüccarları, seyyahları, zamanın derinlerine ve mekanın ötelerine kadar uzanan sessiz bir Doğu imgesinden, bu halkların kolaylıkla yönetilebileceği, hatta yönetilmeleri gerektiği sonucunu çıkardılar. Çünkü mevcut yöneticileri, dünyaya demokrasi fikrini getirmiş olan 1789 Fransız devriminin idealleriyle tanışmamış despotlardı. Bu halklar, ne despotlarını kendi kendilerine devirebilirler, ne de herhangi bir değişim için gerekli mecale sahip olabilirlerdi. Fakat Avrupa’daki demokrasinin kazanılmasında halkın tüm katmanları yer alsa da, burjuvazinin onları dışlayarak, süreç içinde, sadece kendisi için bir demokrasi inşa etmeye başladığı; işçi sınıfını, kadınları, farklı ırktan olanları demokratik işleyişe, karar süreçlerine dahil etmediği gibi “küçük ayrıntılar” çok bilmiş burjuvanın raporlarında yer almıyordu.
Daha henüz bir sistemden bir diğerine devrimle geçilmiş olmasına karşın, burjuva ideologlar, 18. ve 19. yüzyıl boyunca, ağırlıklı olarak toplumların doğrusal olarak ilerlediğini öne sürdüler. Toplumların gelişme hedefi olarak sahip olacakları tek noktanın kapitalizm olduğunu düşünüyorlardı. Kapitalizmden sonra gidilebilecek bir başka nokta daha olmadığı için de, bu ilerleme sosyolojisinde sıçramalara, nicel birikimlerin bir devrimle patlamaya dönüşebileceğine veya farklı gelişme çizgilerinin olabileceği gibi bir bakış açısına yer yoktu. Kapitalistleşmiş bir toplum, bilim ve teknikteki gelişmelere bağlı olarak, kendiliğinden ileri doğru evriliyordu, o kadar. İnsan tarihinin itici gücünün sınıf mücadeleleri olduğu, ilerlemenin doğrusal olmadığı, çoğu kere mevcut iktidarlar bu ilerlemeye engel teşkil ettikleri için bir devrimi gerektirdiği, bütün toplumların bir gelişmişlik hiyerarşisi kapsamında art arda dizildiği iddiasının doğru olmadığı, ancak Marx tarafından dile getirilecekti. Burjuva ideologlar, bu bilgiye rağmen, pozitivist ilerleme paradigmasının açtığı yolda ilerlemeyi sürdürdüler. Çünkü bu paradigma, birincisi; burjuvazinin ve ona ait her şeyin (Avrupasının, kapitalizminin, dininin, ırkının, dilinin ve kültürünün…) dünyanın geri kalan insanlarından daha üstün olduğunu, kendi siyasi ve iktisadi düzeninin hiyerarşinin en tepesinde yer aldığını iddia etme olanağını veriyordu. İkincisi, kapitalizmi en üst gelişme noktası olarak mutlaklaştırmayı kolaylaştırıyor, toplumların, örneğin sosyalizm gibi bir seçeneği olabileceği ihtimalini zihnen bertaraf etmeyi sağlayabiliyor, kimi toplumların kapitalistleşmek zorunda olmaksızın başka bir gelişim aşamasına geçebileceği ihtimalini bütünüyle dışta bırakıyordu.
Üçüncüsü, burjuvazinin bütün bu üstünlüklere kendi aklı ve becerisi sayesinde ulaşabildiğini; dolayısıyla toplumsal değişimlerin sınıf mücadelelerinin değil de, hakim sınıfın rasyonal düşünme sürecinin bir ürünü olduğunu kanıtlamasını sağlıyordu. Doğulu topluluklar, işte bu ilerleme yetenek ve becerisinden yoksun oldukları için, onlardan kendiliğinden bir gelişme atılımı beklemek olanaksızdı. Fakat gelişme nosyonuna sahip, bunun yolunu yöntemini bilen Batılı kapitalist sınıf aracılığıyla, bu, kısmen mümkün olabilirdi.
Doğulu halkların kendi dinamikleriyle mevcut durumlarını değiştiremeyeceklerine ilişkin iddia, çeşitli kuramlarla da desteklendi. Bunlar, bu topraklarda yaşayan insanların farklı ırk özelliklerine sahip olmasından dolayı beyaz ırkın başarılarına ulaşmasının mümkün olmadığı biçimindeki biyolojik ırkçılık teorilerinden, dilbilim teorilerine, sosyalbilim ve siyasetbilimi kuramlarına kadar uzanır. Hatta Marx’tan alınan Asya Tipi Üretim Tarzı kavramı da, tarihin motor gücünün sınıf mücadeleleri olduğunu söyleyen Marx’a rağmen, Doğu toplumlarının sınıf çelişkilerinden, hatta sınıfların varlığından azade olduğunu kanıtlamanın aracı haline getirilmiştir.3 Böylece, farklı sınıflar olarak ayrışmamış, kültürel olarak birbirinin aynı, aralarında ulusal farklılıklar bulunmayan, tarihleri gibi gelecekleri de aynı olacağa benzeyen; daha doğrusu, nasıl bir tarihleri yoksa, kendi hallerine bırakıldıklarında bir gelecekleri de olmayacak olan insanlar topluluğudur, Doğu coğrafyasında yaşayanlar.
Oryantalizm, sonuçta, kapitalist sömürgecilik döneminin ürünüydü. İçeriğindeki bazı söylemler kapitalizm öncesi dönemlerden alıntılanmış olsa da, asıl olarak, iki büyük emperyalist ülkenin (ve diğerlerinin) Avrupa’nın doğusundaki sömürgeci yayılmalarını meşrulaştıracak bir ideolojiye ihtiyaç duydukları bir zamanda ortaya çıkmıştır. Temel olarak, oryantalizm, Batı’nın üstünlüğünü/Doğu’nun geriliğini vurgular. Fakat Batı’nın üstünlüğü tarihsel bir ilerleme ve gelişime bağlıyken, Doğu, isteğe bağlı ve keyfi olarak, kendi tarihinin mümkün olan en geri noktasında dondurulur. Avrupa burjuvazisi, kendi tarihsel köklerini antik Yunan uygarlığı ve Roma imparatorluğuna dayandırarak, kendine, kesintisiz bir iyileşme ve gelişmenin mirasçısı olma onurunu bahşederken, Milattan önceki zamanların Doğusu ile 19. yüzyıl Doğusu arasında hiçbir fark yokmuş, bu topraklarda hiçbir gelişme olmamış gibi davranır. Böylece Doğu’ya, geleceksizlik kadar, bir geçmişsizlik de bahşedilir. Mezopotamya’daki Sümer, Asur, Akad uygarlıklarının, Anadolu’daki Hitit medeniyetinin, Çin ve Hint uygarlığının, Mısır mirasının, Asya’da 12. yüzyıla kadar İslam bölgelerinde Batı’dakinden daha gelişkin bir medeniyetin sahibi Abbasi devrinin anıları, tarihsizlik imgesinin parlayabilmesi için, tarihin karanlıklarına gömülür. Artık elde, kendini fethetmek için yola çıkacaklara tevekkül bulacaklarını temin eden, kurtarılmak ve medenileştirilmek için kollarını açmış, kımıldamadan bekleyen, donmuş bir Doğu vardır! O Doğu ki, Viktoryan ahlakın zapturapt altına aldığı İngiliz maceraperestlerini kolonyal orduya nefer yazılmaya heveslendirmek için, büyük ve sınırsız bir harem gibi gösterildiği ahlaksız ve şehevi bir imgeyle özdeşleştirilmiştir. Bu imge, gerçeği çarpıtarak, sömürgeciyi baştan çıkaran, çağıran, bir Harem kadını edasıyla topraklarını tacize açan Doğu’nun davetkarlığının altını çizer, Batı’nın açgözlülüğünün değil. Ne yazık ki, bu imge, dönemin Flaubert’ten Balzac’a ve Chateaubriand’a, Lamartine’dan Fransız Devrimi’nin ressamı Delacroix’ya, İngiliz özgürlükçü şair Byron’a kadar bir dizi sanatçısı ve edebiyatçının, üzerine bir şeyler eklemek istedikleri çekici bir imge olmuş; hemen istisnasız tümü, Doğu’nun bir harem gibi algılanmasına katkıda bulunmuşlardır. Ancak hareme hiçbirinin girebilmesi mümkün değildi; harem gibi, Doğu’nun kendisi de onlar için muhayyel kalmıştır.
SÖMÜRGEYİ FETHETMEK…
Sömürgeciler, 17. yüzyıldan itibaren, Avrupa’nın doğusundaki toprakları adım adım işgal ettiler ve orada yaşayan halkları kendilerine tabi kılmaya başladılar. Bu, elbette sadece silah zoruyla yapılan, korkutarak boyun eğdirme işlemi değildi. Kapitalist fatihler, girip yerleştikleri her toplumu kapitalist ülkelerin suretine büründürmeye, onları kapitalistleşmeye zorladılar. Bunun gerekçesini de bu halkları “uygarlaştırmak” olarak gösterdiler.4 Sömürgeleştirme, bu ülkeleri kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline getirmeyi az çok başardı. Hem bu topraklar üzerinde kapitalist sermaye dolaşımını kolaylaştıracak siyasi, iktisadi ve sosyal kurumların oluşumunda, hem de değişimi kalıcılaştıracak işbirlikçi sınıfların oluşturulmasında, bu, dışarıdan zorlayıcılığın epey bir rolü olmuştur. Doğu, bu nedenle, kendi iç dinamikleriyle bu yola girmemiş olsa da, gerçekten de, kapitalist bir “uygarlık”ın kısmen inşa edildiği bir coğrafya haline gelmiştir.
Örneğin şöyle düşünüyordu sömürgeciler: “Hintlilerin kendi kendilerini yönetmekten aciz olduklarını, Hindistan’ı yönetmekle ilgili her Britanyalı bir olgu olarak kabul ediyordu. Britanyalılar arasında meydana gelen tartışmalar, bu acziyetin doğal ve kalıcı olduğuyla ya da Hintliler’in uygun bir himaye ve eğitimle kendilerini yönetecek düzeye gelebilecekleriyle ilgiliydi…. Hindistan’ın bugünü Britanya’nın geçmişi sayılabilirdi. Hindistan’ın bugünkü feodal toplumu uzak bir gelecekte modern şekline evrilebilirdi”5
Sömürgecilerin, kendi despotlarından kurtulamayacaklarına inandıkları sömürge halklarına yaptıkları en büyük kötülük, belki de, başlangıçta bu despotların büyük çoğunluğuyla uzlaşmak olmuştur. Çünkü sömürgecilerin öncelikleri arasında, kendileriyle işbirliği yapan eşraftan ve yerel feodal beylerden bir yerli burjuva sınıfını oluşturmak vardı. Hindistan deneyimi, bu uzlaşmanın niteliğini oldukça net gösterir. İngilizler, kastlara bölünmüş Hint toplumunun hiyerarşik yapısını korudular. Üst kastların önde gelen mensuplarının Babür krallığından kalma bütün iktidar geleneklerini, sömürgecilere bağlı kalarak sürdürmelerine izin verdiler. Daha sonraki dönemlerde de, Babür ileri gelenlerine, Britanya kraliçesinin şovalye ünvanları dağıtıldı. Ama alt kastları dolduran yoksul Hindistan halkını sürekli aşağıladılar. Sömürgelerini sözde medenileştirmek isteyen işgalciler, “İngilizlere ait alan”da ayakkabı giymek bir eşitlik iması içerdiğinden, yerlilerin kendi yakınlarında ayakkabı ile dolaşmalarını yasakladılar. Fakat Müslüman halkı rencide edecek şekilde, kendileri, camilerde ayakkabılarını çıkarmayı reddettiler.6
Sömürgeciler, işgal ettikleri ülkelerin kültürlerini ve tarihsel zenginliklerini araştırmaya devam ediyorlardı. Bütün insanların tanrı tarafından yaratıldığı feodal dönemlerin teolojik bilgisinin yerini, insanların kendi tarihlerini yaparken etkin olduğu bilgisi aldığından beri, Avrupa burjuvazisi, bugünkü başarılarına geçmişten bir açıklama getirecek olan kendi tarihsel kökenlerini araştırmaya başlamıştı. Aynı şey, sömürgelere bir tarih bahşetmek için de yapıldı. Hindistan’ın ve Ortadoğu’nun geçmişinden nelerin saklanmaya ve öne çıkarılmaya değer olduğuna sömürgeciler karar verdiler. “Yerliler”in kültürel ve demografik haritalarının çıkarılmasından arkeolojik sınıflandırmalara kadar, her şeyi üstlenmişlerdi. Böylece sömürge halkları, kendi tarihlerini sömürgecilerin dolayımıyla öğrendiler. Onlara “bu sizin kültürel geçmişinizdir” diye bahşedilen kültürel varlıkların üstüne, Batılı tarzda davranmayı, resim yapmayı, müzik dinlemeyi eklediler. Avrupalı kapitalistler, rasyonel olmadıklarını düşündükleri, kendi kültürlerini bile tanımaktan yoksun gördükleri sömürge topraklarının “ilkel”lerini kendi dillerini öğrenmeye zorladılar; sömürge valilerinin elindeki kırbaca beyin yıkama operasyonu da dahil oldu. Ve sonuçta halklar, günlük hayatın her anında, soludukları her nefeste, o ülkenin gerçek efendilerinin kimler olduğunu iliklerine kadar hissettiler. “Ortadoğu kültürünün zengin Batı kültürü dağarından neleri isteyerek benimseyeceği konusunda doğru bir değerlendirme yapabilmek için, daha iyi, daha sağlam bir Ortadoğu kültürü anlayışı edinmek gerekir önce… Ortadoğu’da Batılılaşmaya karşı gösterilen bu direnci, bu Gordion düğümünü çözebilmenin tek yolu Ortadoğuyu incelemek, geleneksel kültürün tam bir resmini edinmek, Ortadoğu’da bugün yaşanan değişim süreçlerini daha iyi anlamak, Ortadoğu kültüründe yetişen insan topluluklarının ruh hali konusunda daha derin bir kavrayışa ulaşmaktır. Külfetli bir görevdir bu, ama ödül, yani hayati önem taşıyan bir komşu bölge ile Batı arısında uyum sağlamak, bu külfete katlanmaya değer.”7
Sömürgeciler, aslında, Doğu’yu kapitalistleştirme sürecinin, eninde sonunda kendi mezar kazıcılarını da üreteceğini biliyor ve bundan hep korkuyorlardı. Sömürgenin tarihi ve kültürünü öğrenmek, bu korkuyla başetmeyi öğrenebilme ve onların ruhlarını da fethetmenin bir yolu gibi görünüyordu. Demek ki, kendini teslim etmek için bir harem kadını gibi hazır ve kımıltısız bekleyen; dansözlerin, rakkaselerin, sürmenin, gül suyunun, şerbetlerin, rehavetin ve amber kokularının yurdu Doğu, aslında, isyankar, direnen ve kolay teslim olmayan insanların yurduydu. Bütün sömürgeciler için son derece açıktı bu. Bu isyankar halkları yatıştırabilmenin, onları kapitalizm ile uyumlu kılabilmenin yolu, sömürüye yerlilerin kendi tarihlerinden gerekçeler bulmaktan geçiyordu. Daha doğrusu, tarihin büyük bir boşluk olduğu kanıtlanırsa, Doğu’nun boyun eğmesinin tarihsel zorunluluğu da kanıtlanmış, özgüven yıkımı gerçekleşmiş olacaktı.
Halklar, yine de, sömürgecilere karşı zaman zaman baş kaldırdılar. Örneğin Hindistanlılar, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılda Britanya sömürgeciliğine karşı ayaklandılar. Bundan galip çıkamadılar, ama bağımsızlık için gerekli birikimi bu ayaklanmalardan edindiler. Diğer sömürgelerin de deneyiminden yararlanabileceği bir ayaklanmaydı bu. Sömürgeci, sömürmek için tarihten ve güncelden deney biriktirdikçe, sömürgeler, kendi deneylerini, aşağılanmışlıklarından biriktiriyorlardı. Ancak bu birikimin bir sonuç vermesi için henüz erkendi. 20. yüzyılı beklemek gerekiyordu.
DOĞU’YU KALKINDIRMAK!..
20. yüzyıl sömürgeciliği önceki yüzyıldakinden farklıdır, oryantalizmi de. Çünkü yüzyılın başından itibaren dünyanın girdiği devrimci süreç, Doğu ülkelerinde de bağımsızlık bilincini yükseltti. Emperyalizm çağında, İngiliz ve Fransız sömürgecileri giderek zayıflarken, dünyanın yeniden paylaşılmasını talep eden ABD emperyalizminin yıldızı yükseldi. Yüzyılın başlarında ABD başkanı Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunan bildirgesi ile -ki bunu, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin, ABD’nin rahatlıkla at koşturmasını sağlamak üzere, sömürgelerinden barışçıl bir biçimde geri çekilmeleri talebi olarak anlamak gerekiyor- 1917 Ekim Devrimi, sömürgelerdeki işlerin eskisi gibi gitmeyeceğini gösteriyordu. Yirminci yüzyıl boyunca, kimi görece barışçıl, kimi de oldukça kanlı yollardan geçerek, neredeyse bütün eski tip sömürgeler siyasi bağımsızlıklarına kavuştular ve sömürge valilerini topraklarından kovdular. SSCB’deki Doğu Halkları Kurultayı’ndan (1920) sonra Doğulu halklar, anti emperyalist bir yönelime girdiler ve zaman zaman çeşitli örgütlenme girişimlerinde bulundular. Hindistan, yüzyılın ortasında, Gandhi’nin önderliğinde İngiliz emperyalizminden bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlık talepleri daha sonra birbirini kovaladı. Mısır’ın 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirerek İngilizleri ülkeden kovmasından sonra, siyasal bağımsızlıklarını kazanmış halkların oluşturduğu “Üçüncü Dünya”, dikkate alınması gereken bir mihver olarak ortaya çıktı. Sovyetlerden etkilenerek İslami bir sosyalizm anlayışını güden ve Arapların birliğini öngören Baas hareketi, başarılı olmasa da, bu türden girişimler arasında sayılabilir. “Durgun ve beceriksiz” Doğu’nun kendi dinamiklerinin, kendi kaderine sahip çıkmaya elverdiğinin kanıtıdır bunlar.
20. yüzyıl devrimler yüzyılıdır; dünya coğrafyasının altıda birini sosyalizm ve halk demokrasilerinin oluşturduğu, Avrupa ve ABD’deki sınıf mücadelelerinin, güçlenen emek örgütleri ve partilerinin refah toplumu uygulamalarıyla ödünlendiği, faşizmin bozguna uğratıldığı, sömürgelerde de bağımsızlık hareketlerinin arttığı bir dönemdir bu. Burjuva ideolojisinin bütün diğer varyantları gibi, oryantalizm de, sınıfların yeni mevzilenmelerindeki bu gerçekliği gözetmek ve yeni ve güncel duruma uyarlanmak durumunda kalmıştır bu yüzden. Dünyada egemen olan özgürlükçü atmosfer, sömürge halklarına, aşağılanmaya karşı baş kaldırmayı ve boyunduruktan kurtulmak için yapmaları gerekenlerin ne olduğunu öğretti. Bu halklar, sömürgeci pratikle birlikte toplumsal hayatlarına giren ilerleme söyleminin gerektirdiği biçimde, sömürge valilerinin ellerini tutarak bir adım daha atamayacaklarını, biraz teknik biraz montaj ile dosdoğru bayındırlığa ulaşamayacaklarını; medeniyet için de aşağılanmaya rıza göstermenin gerekmediğini öğrenmişlerdi. İlerleme denilen şeyin, dünyanın o gün geldiği nokta bakımından gerçek bir ilerleme değil, tersine, son derece geri bir düzeyde kalmak olduğunu fark ediyorlardı.
Kapitalizmden daha ileri bir sistem için mücadele etme bilinci, sömürgecilikten kurtulmanın sosyalizm için mücadele etmekten geçtiği fikri giderek daha çok yandaş buluyordu. İlerleme mitini kendilerine bayrak edinen sömürgeciler, şimdi, aslında, en geriyi, olabilecek en gerici mercii temsil etmekteydiler. Böylece, sömürge halkları arasında, kendi tarihlerinin kesin kopuşlarla, devrimlerle yazılabileceği fikri yaygınlaştı. Fakat oryantalist akıl, sonuna kadar, Doğu halklarının uyanışıyla alay etmeyi, bunu küçümsemeyi sürdürdü. Öncekilerden hiç farklı olmayan bir üsluptu bu. Edward Said alıntılıyor: “Araplar şimdiye değin, disiplinli ve kalıcı bir birlik kurma becerisine sahip olmadıklarını kanıtladılar. Ortak heyecan patlamaları yaşarlar, ama sabır gösterip çoğunlukla gönülsüz katıldıkları ortak girişimleri sürdürmezler. Örgütlenme ile işleyişte eşgüdüm ve uyum eksikliği sergilerler. Ortak yarar ya da karşılıklı çıkar sağlayacak ortaklaşa hareketler yabancıdır Araplara …” (Edward Said, Şarkiyatçılık, s. 324) veya, “Arapların devrimci emellere ulaşmak bir yana talip bile olamayacak kadar aciz olduklarını anlarız … Araplar arasındaki devrimci faaliyetler olsa olsa deve yekinmesi kadar önemlidir, olsa olsa hödük hezeyanları kadar dikkate değerdir…” (Edward Said, Şarkiyatçılık, s. 329-330)
Bu türden laflar, anti-emperyalist uyanış zamanının toz dumanının arasında kulaklara ulaşamayan cılız sesler olarak kaldı. Fakat eski tip sömürgeciliğin ölüm çanlarının çaldığı sıralarda, oryantalist söylem de kendisini güncelliğe uyarlamaya başladı. Kendi despotlarını, işbirlikçilerini ve sömürge efendilerini kovmuş ve siyasal bağımsızlıklarını kazanmış Doğu halklarının kendi kendilerini yönetemez olduklarına, ne Doğu halkları, ne Batı’nın kendi hükümetlerinin emperyalist politikalarını sorgulamaya başlayan duyarlı halkları inandırılabilirdi artık. O halde, Doğuluların, sömürgecilerin el vermesiyle değil de, bu kez, “çok çalışarak” makus talihlerini yenebilecekleri iddia edilmeliydi. Nitekim, “Batılılaşarak” “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” ilkesi, bütün sömürge ülkelerin miti haline getirilmiştir bu süreçte. Şimdi, Batı ailesine sonradan yetişerek katılan ve 20. yüzyılın ortasından itibaren, artık, Batı değerlerini neredeyse tek başına temsil etmeye aday ABD emperyalizminin oryantalizme katkısı, “Doğu ülkelerinin, emperyalizmin önlerine koyduğu ev ödevlerini yapmakla mükellef olduğu” bilgisinin genel geçer kılınmasıdır. ABD’nin bulunduğu düzeyin en üst düzey olduğu varsayılarak, azgelişmiş ülkelerin, bu ev ödevlerini yapmak kaydıyla, bu seviyeye ulaşmalarının mümkün olduğu dikte ediliyordu. Bu hiyerarşiyi tescil eden iktisadi kuruluşlar da oluşturuldu. IMF ve Dünya Bankası, sözde, kalkınmalarına yardımcı olmak için bu ülkeleri kredilendirip borçlandırdılar. Kuşkusuz kredilendirme, bu ülkelerin, kalkınmalarını sağlamaktan ziyade, emperyalist çembere dahil edilerek bağımlılaştırılmalarını hedefliyordu. “Kalkınma” pratiğinin hiçbir ülkeyi kalkındırmadığı ve tersine iliklerine kadar emperyalizme bağlı kıldığı, zaten çok kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Fakat emperyalizm ile girilen ekonomik ilişkiler, Doğu ülkelerini (G. Amerika’daki ve Afrika’daki sömürgeleri de), siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarından bir süre sonra yeni sömürgeler haline getirdiği için, “Batılılaşarak kalkınma” miti sürdü. 20. yüzyılın, önceki döneme göre daha incelikli görünen oryantalizm yazınının öteki yüzünde, emperyalizminin her istediğini yapmayan hükümetlerin veya emperyalist politikalara direnç gösteren halkların 19. yüzyılı aratmayan bir şiddetle cezalandırılması vardır. Askeri darbeler, ilhaklar ve işgaller kalkınma ideolojisinin yanıbaşında boy gösterdi daima. Emperyalizm, halkları tehdit ettiği kırbacını bir an olsun elinden bırakmadı.
Emperyalizm döneminde, Doğu, artık tamamen yekpare bir bütün olarak görülmüyordu. Emperyalizm öncesi sömürgecilik dönemi, bu halkları, aynı Sami ırkının türevleri olarak görmenin pek de işlevsel olmadığını kanıtlamıştı. Öte yandan, uluslaşma sürecini 19. yüzılda yaşayan Avrupa’nın tersine, Doğu’nun uluslaşması 20. yüzyılda olmuş; Eski Osmanlı toprakları olan ülkelerin sınırları 1. Dünya savaşından sonra gelişigüzel çizilerek, benzer kökenli halklar farklı topraklara bölünmüştü (örneğin, Kürtler). Sami ırkından halklar ve bağlı bulundukları devletler aynı refleksleri göstermiyorlardı. Emperyalizm bu farklılıkları hem yarattı, hem kendi lehine değerlendirdi. Sömürgeleri, kalkınmadaki düzeylerine ve Batılılaşmada geldikleri noktaya göre hizalandırdı. Aslında bu, itaate göre bir hiyerarşiydi. En gönüllü işbirlikçi devletlere sahip ülkeler, coğrafi olarak doğuda yer alsalar da, ideolojik olarak Batı’da sayılıyorlardı. İsrail bunlardan biridir. 1980’den sonraki İran Doğulu, önceki İran az-çok Batılıdır. Lübnan ve Ürdün Batıya yakın, Suriye ve Irak değildir vb. Böylece Ortadoğu ülkeleri, yüzyılın önemli bir bölümünde, ABD ve Avrupa emperyalistlerinin düzeyiyle özdeşleştirilen çağdaş uygarlık düzeyine yetişmenin mümkün olduğu yalanıyla oyalandılar. Oysa ki emperyalist ülkelerin en üstteki konumunu, onların “muasır medeniyet”i temsil eder göründüğü noktayı işgal edebilmeleri için, sömürülen ülkelerin en altta bulunduğu bir hiyerarşik skala zorunludur. Oryantalizmin önerdiği bu gelişme çizgisinin takibiyle, aradaki farkın kapanması asla mümkün olmayacaktır. Emperyalizm varlığını, emperyalist ülkeler de gelişmişliklerini, kapitalizme erken adım atmaları ve yoğun emek sömürüsünün ötesinde ve yanı sıra, Doğulu halkların az gelişmişliklerine ve yeterince kalkınmış olmamalarına borçludur. Bütün bir 20. yüzyıl tarihinin pratik bilgisi, emperyalizmle girilen ilişkiler çerçevesinde iktisadi kalkınma bir yana, yalnızca Doğulu halkların zenginliklerinin talanının gerçekleştiğini, genellikle kıyı bölgelerdeki bir dizi istisnanın ötesinde, örneğin koca bir Afrika kıtasının açlığa mahkum kılındığını göstermektedir.
20. yüzyıldaki yeni tipte sömürgeciliğin “kalkınma” söylemi, sadece “üçüncü dünya ülkeleri” yöneticilerinin benimsemesi gereken iktisadi bir kategori olmamıştır. Kalkınma iktisadının ideolojik, siyasi ve kültürel sonuçları da oldu. Ülkelerini emperyalist politikalarla uzlaşarak yöneten hükümetleriyle sürekli bir çelişki halinde bulunan halklara bir seçenek olarak sunulan “kalkınma yoluyla Batılılaşma” şeklinde bir özgürleşme modeli, yöneticilerle ülke emekçileri, muhalif talepler ile emperyalizmin beklentileri arasındaki uçurumu kısmen kapatılabileceği umularak teşvik edildi. Batı Avrupa emekçilerinin uzun süren mücadelelerin sonucunda edindikleri demokratik kazanımların, sanki bunlar, emperyalist ülkelerin doğasında kendiliğinden varmış ve bunlar Batılı olmanın bir kazanımıymış gibi gösterilmek suretiyle, içinin de boşaltılması anlamına geliyordu, bu. Kuşkusuz insan hakları, demokratik düzenlemeler, düşünceyi ifade, örgütlenme özgürlüğü gibi temel demokratik kategorilere sahip olmak bakımından, Batı’daki emekçiler Doğudakilere göre daha iyi bir düzeydeydiler. Bunların edinilmesinin yollarını ve edinilen demokratik hakların nasıl koruncağını, Doğulu halkların, Batıdaki kardeşlerinden öğrenmeleri de son derece doğaldır. Ancak bu hakların, emperyalizme teslim oldukça zaten elde edilebileceklerini düşünmek ile bu öğrenme arasında dağlar kadar fark vardır.
Özgürlüklerin ve demokrasinin Batılılaştıkça geleceğine ilişkin beklenti, bizim ülkemizde olduğu gibi, diğer Ortadoğu ülkelerinde de sürekli körüklendi. Doğal olarak, bu, kendi hak ve özgürlükleri için gerçekte mücadele etmekten başka bir yolu bulunmayan ve asla bir lütuf olarak bunlara sahip olması mümkün olmayan halkları eylemsizliğe mahkum etmek anlamına geliyordu kuşkusuz. Çünkü pratik, emperyalizmle girilen ilişkilerde, demokrasinin değil gericiliğin kışkırtıldığı siyasal ortamın pekiştiğini defalarca kanıtlamıştır. IMF reçeteleri, Avrupa Birliği müktesebatı, yapısal uyum projeleri vb. gibi sözde reform paketleri, söylemde en keskin insan hakları ve demokrasi koruyuculuğunu içerseler de, öteki “reform” maddeleri aracılığıyla bunlar gerçekleşemez kılınmışlardır.
Bugün Avrupa (AB)’dan ve ABD’den özgürlüklerin geldiğine ilişkin beklentilerde önemli gerilemeden söz edilebilir. 21. yüzyılın başından itibaren yaşanan siyasal gelişmeler, Doğulu halklara özgürlük ve demokrasi taşınabileceğini, hatta taşıdıkları iddiaları, bu iddiaları ileri süren emperyalistlere rağmen, önemli ölçüde aşınmıştır. 21. yüzyıldaki bu çok kısa tarih kapsamında, oryantalizmin geçen yüzyıldaki kısmen barışçıl, görünüşteki kalkınmacı içeriği çoktan iflas etti. Dolayısıyla ideolojinin içeriği de, yeni döneme uygun olarak, yeni bir inşa sürecine girdi.
21. YÜZYIL ORYANTALİZMİ
Görüldüğü gibi, oryantalizm ideolojisinin başlıca söylemleri, sömürgecilik tarihi boyunca, her dönemin ihtiyaçlarına göre değişmiştir. 19. yüzyılda, Doğu halkları üzerindeki tahakkümün gerekçesi olarak, bu halkların kendi kendilerini yönetecek bir iradeye sahip olamamalarını gösteren emperyalizm için 20. yüzyılın temel sorunu, – artık, o iradeye sahip olduklarını kanıtlamış bulunan halkların- bağımsızlaşma hareketlerini kazasız belasız atlatarak, yeni sömürgeci politikaları hayata geçirmek ve Doğu devrimini önlemekti. 21. yüzyılın eşiğinde ise, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, söylemler ve pratikler üzerinde denetleyici hiçbir devlet gücünün kalmadığı, emekçi hareketlerinin zayıfladığı koşullarda, oryantalizmi besleyen sömürgeci politikalar, dünyanın yeniden ve tamamiyle egemenlik altına alınması doğrultusunda şekillendirildi.
Bu dönemde, oryantalizm ideolojisinin, başlangıcındaki misyonundan çok farklı olmayan iki işlevi vardır. Birincisi, Doğu’nun ideolojik tanımını yeniden yapmak; ikincisi de, bunu yaparken, “bildiğimiz Batı”yı da yeniden düzenlemektir. Bunun için, çoktan beri pek itibar görmeyen eski gerici tezler yeniden tozlu sandıklardan çıkarıldı, ve buluna buluna, Doğu ve Batı’yı kendi açılarından türdeşleştirdiğine inanılan dini referanslar güçlendirilmeye başlandı. Doğu halklarının çoğunun Müslüman Batı’nın ise Hıristiyan olması, ABD emperyalizminin yağma ve talan için gereksindiği kutuplaşmaya kuşkusuz uygun bir malzeme sağlamış oluyordu.
11 Eylül’den itibaren, Ortadoğu’ya yönelik saldırılar, beklenebileceği gibi, Müslüman toplumların geriliği, anti-demokratikliği; diktatörler tarafından yönetildikleri, ve elbette, kurtarılmaları gerektiği saptamaları ile açıklandı yine.
Emperyalist medya, eskinin, fethedilmek için kollarını açmış bekleyen ipek şalvarlı harem kadınının yerine, burkasının deliklerinden görülmeyen gözleriyle kurtarılmak için yalvaran bir acuzenin reklamını yapıyordu. Elbette oryantalizm söyleminin ikili yönü, şimdiki versiyonu için de geçerlidir. Doğu’yu bir haz yuvası olarak yüceltip çekici kılan eski oryantalizm nasıl hemen aynı anda Doğuluları haz düşkünlüğü ile aşağılıyorsa, şimdi de, despotundan kurtulmayı beceremeyen Doğulu’nun yüzünde aczin ve tehdidin aynı anda bulunduğunu varsaymaktadır. Tembel, herhangi bir toplumsal kalkışması “deve yekinmesi” kadar ağır aksak olan Doğulu hakkındaki imge, artık bütün dünyayı terör eylemleriyle tehdit eden bir teröristle yer değiştirmiştir. Fakat Müslüman terörist nezdinde, medenileşme yolunda yürümek için tembel, ama medeniyeti yıkmak için gözü kara olmak, çok da çelişkili görünmemektedir!
Emperyalizm ideologları, Doğu’nun farklılaşmamış bir bütün olarak gösterilmesiyle aralarında farklılıklar olan parçalardan oluştuğu gerçeğini faydacı bir biçimde kullanmak arasında gidip geldiler. Huntington’un “İslamın kanlı sınırları” tabiriyle andığı bütün İslam aleminin Hıristiyan komşularıyla eninde sonunda kapışacağı teziyle, Graham Fuller’in İslam ülkeleri arasında ayrım yapmanın yararlı olacağı (ılımlılıklarına göre sınıflandırılmaları) önerisi, değişik vesilelerle, sırası geldikçe ve çoğunlukla aynı anda, üstelik birleştirilerek kullanıldı. Yine de, bütünleştirici bir Doğu söylemindense, İslam ülkelerini lime lime eden bir oryantalizm çoğunlukla elverişliydi. Önce emperyalizme biat eden ülkeler “haydutlar”dan ayrıldı; sonra mezhepler kendi aralarında aynı ölçüte göre sınıflandırıldı; fundamentalist/radikal İslam örgütleri zararlı ve az zararlı olarak bölündü; sonuçta İslam alemi işbirliği yapanlar ve yapmayanlar; işbirliği tesis edilinceye kadar inatçı öteki kesimleri dize getirmek için kullanılabilecekler veya kullanılamayacaklar olarak ayrıma tabi tutuldu. Üstelik bir kaç yıllık “Medeniyetler Savaşı” tarihi, bu ittifakların ve karşıtlıkların sürekli olarak bozulup yeniden kurulduğunu göstermektedir. Tabii ki, bunların üstünde, soyutlanmış bir imge olarak, terörist imgesi bulunmasaydı, bu parçalanmalar mümkün olmayacaktı.
İkinci işlevinde oryantalizm, başlangıcındaki özünde de olduğu gibi, sadece Doğu’yu tasavvur etmez, o, aynı zamanda, Batı’da da düzenleyici bir ilke olarak işlev görür. Yeni yüzyılın yeni “evrensel değerler”i, şimdi, odağına tamamen Doğu’yu alarak, onun etrafında şekillendirilmektedir. Geçmişte ise, bunun tersinin doğru olduğu söylenebilir. Evrensel değerlerin inşası Batı Avrupa’dan başlamış ve Doğunun gerçekliği, bu ilkelere göre işlemden geçirilmişti. Bugün emperyalizmin yeni değerlerinin, eski değerlerin adım adım yıkılmasıyla, bunun için de, Doğu tarif edilip, Batı’nın buna göre inşa edilmesiyle kurulduğunu söylemek daha mümkün görünüyor. Doğulu halklara yakıştırılan terörist sıfatı, böylece, hem Doğuya yönelik saldırgan politikaların gerekçesi, hem de Batı’nın neoliberal iktisadi ve sosyal düzenlemesini kolaylaştırıcı bir kalkış noktası olmuştur.
Avrupa ve ABD’nin, daha genel olarak emperyalizmin İslam terörizmi tehdidi altında bulunduğu söylemi, bu ülke halklarının, kendi can güvenliklerinin korunması adına, kazanılmış demokratik haklarından vazgeçmelerini kolaylaştırmak için yaygınlaştırılan korkunun başlıca motifidir. Böylece bu korku, birlikte yaşayan halklar arasında varolan sempatiyi, başka kültürlere karşı duyulan iyimser merakı ortadan kaldırarak, düşmanlıkları körükler. Batı’da yaşayan Müslümanlara karşı ırkçı önyargıların çoğalmasına zemin hazırlar. Aslında, bu şekilde, Batılı emekçilerin yüzyıldır edindikleri yaşam prensiplerini yerinden eder. Zira ırkçılık, Nazilerin yenilgisinden sonra tarihe gömülmüş görünüyordu. Batı’daki emekçiler, ülkelerine gelen göçmen emekçiler ile barış içinde birarada yaşamayı tercih etmişler, kültürel çeşitliliğin bir arada bulunmasının bir zenginlik olacağına (eski göçmen politikaları kapsamında) inanmışlardı. İnsanların din ve vicdan özgürlüğüne karışılamayacağına, özel hayatın dokunulmazlığına, ülkelerinde düşünce özgürlüğünün var olduğuna ikna edilmişlerdi. Burjuva demokrasisi, emekçi örgütlerinin, sendikalarının da denetimi altında, olabilecek en geniş sınırlarına varmıştı. Yeni oryantalist söylem ise, Batılı emekçiyi, sahip oldukları ile, onları tehdit eden teröristin (yani içerde potansiyel bir tehdit oluşturduğu söylenen Müslümanların) yaşam alanını daraltmak adına, özgürlüklerin tasfiyesine rıza gösterme seçenekleri arasında sıkıştırdı. Bugün oryantalizmin yeniden hortlamasının sonuçlarını, sadece Doğu’daki Müslüman halklar değil, Batı’daki; Avrupa’da ve Amerika’daki emekçiler de yaşıyor.
Öte yandan, kendi tarihsel gelişim yönlerini belirlerken, geçen yüzyılda, sosyalizmin dünya çapındaki prestijinden oldukça etkilenen Doğulu haklar, bugün böyle bir esin kaynağından yoksun olmanın sonuçlarını yaşıyorlar. Doğulu halkların bütün kötülüklerin ve gericiliğin kaynağı emperyalizme duydukları tepki, dinsel bir biçim kazandı. Bu da, bu topraklarda giderek büyüyen bir Batı karşıtlığı ile paralel gelişiyor. Zaman zaman oryantalizm, geçmişte de, Doğu’nun her bakımdan yüceltilmesi anlamına gelen oksidentalizm gibi bir tepkisel ideolojiyle karşılanmıştı. Bugün Ortadoğudaki Müslüman halkların emperyalizm tarafından aşağılanmasına bağlı olarak, oryantalizm kadar gerici bu ideoloji, yeniden canlanma imkanı bulabildi. Doğu’ya ait her şeyin, esas olarak İslam dininin üstün bir yaşam prensibinin ögelerini oluşturduğuna inanılan oksidentalizm, halkların kendi içlerine kapanmasına ve Batı’da gelişen ırkçılığın benzeri bir duygunun bu topraklarda da yeşermesine zemin hazırlıyor. Oryantalizm nasıl Doğu’nun bir bütün olarak gerilik kaynağı olarak algılanmasına dayanıyorsa, oksidentalizm de, Batı’nın bir kötülük yuvası olarak algılanması anlamına gelir. Batı’nın çelişkili karakterini hesap dışı bırakır. Batılı halklar ile yönetici pozisyondaki egemen burjuvazi arasında bir fark ve uzlaşmaz karşıtlık bulunduğu gerçeğini tartışmaz. Böylece oryantalizmin tersine çevrilmiş hali olarak, aslında, sadece oryantalizmi güçlendirir. Halbuki hem Batılı hem de Doğulu halkların bugün yaşadığı sorunların kaynağı ortaktır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ortaya çıkan yeni el değmemiş pazar alanları üzerinde tam bir kontrol kurabilmek, güçlenen diğer rakipleri saf dışı bırakabilmek için Ortadoğu operasyonlarına girişen ABD emperyalizmi ve destekçileri, Doğu’yu bombalayarak kendi yurdunda da terör estirerek neoliberal politikaları hayata geçiriyor. Bu kapsamda, Doğu’nun emperyalizm tarafından çizilen sınırları da genişletilerek, Sovyetler Birliği’nin güneyindeki cumhuriyetlere kadar uzatıldı. Eski Doğu Bloku ülkeleri ise, Batı’nın sınırlarına adım adım dahil ediliyor. Böylece küreselleşmenin ihtiyaç duyduğu Doğu ile Batı, coğrafi olarak da tanzim ediliyor. Bu sınırların düzenlenmesinin Batı’da da çok kansız bir yolla olmadığı, çok yakın bir tarihte, eski Yugoslavya’nın parçalanması sırasında görüldü. Huntington’un gördüğü “kanlı sınırlar”, İslam ülkelerininkinden değil, emperyalizmin çizdiklerinden oluşuyor. Ve bundan ne Doğu ne de Batı muaf kalabiliyor.
Dünya halklarını birbirine düşüren, onları birden bire düşmanlaştıran; toplumlar arasındaki hiyerarşiyi, eskisi gibi, sadece Doğu ve Batı arasında değil; hem Doğu’da hem de Batı’da kuran, birbirinden farklı dini inanışları ve mezhepleri olan birbirine komşu veya birlikte yaşayan halkları bölen yeni oryantalist söylem, günümüzde emperyalizmin pervasızca açığa çıkarabildiği en saldırgan, en gerici özellikleri temsil ediyor. Dünya burjuvazisi, tüm dünyayı yeniden Ortaçağ karanlığına sürüklemeye kararlı görünüyor. Bir zamanlar “kendiliklerinden ilerlemeyi beceremeyen” halkları “ilerletme” adına sömüren, topraklarını işgal eden emperyalizm, şimdilerde, ideolojik Ortaçağa kendiliklerinden dönmeyi istemeyecekleri için halkları bombalıyor. O halde, emperyalist ideolojik söylemin, halkları küçük düşüren, onların kültürlerini aşağılayan oryantalist özünün eleştirisi, emperyalist saldırganlığın ulaşmak istediği sonuçlara varmasını engelleme çabalarının bir parçası olacaktır. Bu, hem Doğulu hem de Batılı halkların geleceği için gereklidir.
1- Bu türden iddialar, 18. ve 19. yüzyılda da, kısmen bilimsel bir kılıf kazanarak, rağbet görmeye devam etti. 1760’larda Carolus Linnaeus, Afrika ve Amerika yerlileri arasında henüz kuyrukları olan insanların da bulunduğunu öne sürdü; bu kuyruklu insanları, maymun ile kusursuz insan arasında geçiş formu olarak görüyordu. Linnaeus’un tezlerinden heyecana kapılan ve ari ırk üzerine yazıları bulunan Fransız diplomat ve yazar Joseph Arthur Kont Gobineau, 1850’lerde, sözü edilen kuyruklu insan kabilelerini bulmak için gemi seferi düzenlemeye uğraştı.
2- Şarkiyatçılık, Edward Said, Çeviren: Berna Ülner, Metis yayınları, s.156
3- Burjuva aydınlanma filozoflarının sivil toplum kavramı, 18. yüzyıl oryantalizminde, Doğu’nun eksikliklerinin betimlenmesinde bir kalkış noktası olarak kullanıldı. Doğu’da bir sivil toplum olanaksızdı, kentleşme yoktu; dolayısıyla, bu toplumların gelişmesi mümkün değildi. (Oryantalizm, Postmodernizm ve Globalizm, Bryan Turner, Çeviren: İbrahim Kapaklıkaya, Anka yayınları) 20. yüzyılın liberal solcuları ise, Asya Tipi Üretim Tarzı kavramını, Gramsci’den alınan Sivil Toplum kavramıyla zenginleştirerek; birinci olarak, Asyagil toplumların gelişme dinamiklerine sahip olmadıkları, ve ikinci olarak, Doğu toplumlarının, iktidardaki despot ile birey arasında bir sivil toplum yokluğu nedeniyle sorunlu bir gelişme içinde olduklarını kanıtlamaya çalıştılar. Bizde bu tür teoriler, 12 Eylül sonrasında rağbet gördü. Bunlara göre, Türkiye de Asyagil bir toplumdu.
4- 19. yüzyılda dünya yüzündeki bütün elmas üretiminin yüzde 90’ına, bugün ise yüzde 60’ına sahip De Beers elmas şirketinin kurucusu, Britanya sömürgecisi Cecil John Rhodes, “Biz İngilizler, büyük olasılıkla dünyada ilk ırkız; eğer biz dünyaya egemen olursak, bütün diğer ırklar da bizim gibi gelişip uygarlaşırlar. Bunun için ekilebilecek, kullanılabilecek bütün alanları egemenliğimiz altında toplamalıyız” demiş ve Güney Afrika’nın geniş topraklarını sömürgeleştirip, zengin elmas yataklarını ele geçirmişti. Daha da ileri giderek, Zambia ve Zimbabwe gibi iki ülkenin adını değiştirerek, bunlara kendi adından türettiği Kuzey ve Güney Rodezya adlarını vermişti. Bu ülkeler, sömürgecilik sonrasında kendi adlarını tekrar almıştır.
5- Victoria Dönemi Hindistan’ında Otoritenin Temsili, Robert S. Cohn, “Geleneğin İcadı-Derleyen: Eric Hobsbawm, Terence Ranger” içinde, çeviren: Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, s. 195
6- agy, s. 207
7- Raphael Patai’nin “Altın Nehirden Altın Yola” adlı kitabından alıntılayan Edward Said, Şarkiyatçılık, s. 323