Yeni Bir Cinayetin Ardından

Uzun zamandır hedef haline getirilip infaz için altyapısı hazırlanan Hrant Dink cinayeti gündeme birkaç eksende damgasını vurdu.

Dink’in öldürülmesi.

Milliyetçilik.

Cinayet biçiminin Yargıtay baskınıyla benzerlikleri, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok vb. suikastlarından faklılığı.

Ve son dönemlerin en kalabalık yürüyüşünün gerçekleştirilip, yüz binlerce insanın sokaklara dökülmesi.

Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy suikastlarında da büyük kalabalıklar toplanmıştı, ancak bu kez söz konusu olan, kendisi bir Ermeni olan Hrant Dink’ti. Kitleler Hrant Dink’e sahip çıkmışlar, “Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeni’yiz” pankartlarını açmışlardı. Ülkenin özellikle son dönemlerde içine sürüklenmeye çalışıldığı aşırı şoven, ırkçı milliyetçilik ortamında… Dahası Ermeni soykırım tartışmaları üzerinden yürütülen iç ve dış kaynaklı kampanyalar, bunun üzerinden milliyetçilik bombardımanının başlatılması, mahkemelerin bile basılıp linç koşullarının hazırlanması göz önüne alındığında, Hrant Dink’in cenazesi vesilesiyle sahiplenilen pankart ve sloganların ne kadar ileri düzeyde olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Aslında cenazeyi sırtlayanlarca, halkın ortaya koyduğu erdemli tavırla, Türkiye’nin dünya nezdinde içine düşürüldüğü itibarsızlığı aşmada, Türkiye halkı hakkında kafalarda oluşan kötü imajı bir miktar düzeltmede de önemli bir adım atılmıştır.

Daha somut söylemek gerekirse, kendisine milliyetçiyim diyen, “milliyetçilik zırhı” altında ülkeyi karanlıklara sürükleyen iktidarların, derin güçlerin, egemen gücü arkasına almışların yarattığı kötü imaja halk el koymuştur.

Hatta halkın bu erdemli duruşu karşısında, ceplerine binlerce dolar maaşları koyup ahkam kesen ve ‘bu halktan bir şey olmaz’ diye işin içinden sıyrılıp, sistemin, ortamın ve de içinde yer aldıkları medyanın, basın yayın organlarının bütün suçunu halkın sırtına yüklemeye kalkanlar bile, “galiba umut var” demeye başlamışlardır!

Oysa burada sorulması gereken soru şudur: Halkın acaba bu türden yazar çizerlerden, köşelerinden ahkam kesip halkı suçlu ilan edenlerden, medyadan umudu var mıdır?

Demek ki, halk, barış ve kardeşlik, bir arada yaşama için onlardan ve siyasal otoriteden umudunu kesmiştir ki, sokaklara dökülmüştür.

Ama yine de soru şuradadır: Bundan sonra neler olacak, gelişmeler hangi istikamette sürecektir?

 

SUİKASTIN ARKA PLANI

En başta belirtilmeli ki, Hrant cinayeti göstere göstere gelmiştir. Öylesine göstere gösteredir ki, senaryolu film gibi, sahneler adım adım birbirini takip etmiş ve hedefteki kişi öldürülmüştür. Ancak film burada bitmemiş, bu kez, cinayetin yöntemi, örgüt bağlantısı olup olmadığı, dış güçler vb. göndermeleri türünden kafa karıştıracak bombardıman başlatılmıştır.

Oysa Hrant cinayeti, geçmişi gerilere dayanan sürecin noktalarından birisidir.

Kürt sorunu üzerinden sürdürülen ve ülkeye yayılan şovenizmin devamı olarak Ermeniler de işin içine katılmış, Ermeni milliyetçiliğinin katkıları ve bunu kullanma fırsatını kaçırmayan emperyalizmin çabaları, Türkiye siyasal iktidarının her zamanki her şeyi inkar eden tavrıyla mesele büyümüş; bunlara Kıbrıs eklenmiş, AB’nin kışkırtıcı tarzı da kullanılarak, dünyada herkesin Türk’e düşman olduğu fikri sürekli işlenmiş, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” noktasına gelinmiştir.

Bu slogan, yani Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı, dünyanın hep birlikte el ele vererek Türkiye’yi bölüp parçalama planları yaptığı paranoyası yıllardır vurgulanarak, halklar arasında zaten yıllardır biriken güvensizlik ve kuşku tohumları en üst düzeye çekilmiştir.

Hiç şüphesiz bu kışkırtma ve şovenizmin yayılmasında emperyalizmin payı ihmal edilemez. Emperyalizmin daha fazla köleleştirmek, kendi önünü açmak, kendi aralarındaki rekabeti başka ülkeler üzerinden sürdürme çabaları; ya da başka bir deyişle stratejik bakımdan nispeten önemli konumdaki ülkeleri emperyalist rekabette pazarlık alanı olarak seçmesinin, içteki şovenizmin kışkırtılmasında önemli rolü olmuştur.

Örneğin ABD ile AB arasındaki rekabetin alanlarından birisi de Türkiye’dir. Türkiye’nin stratejik konumu; Rusya’nın Akdeniz’e inen yolu üzerinde bulunması. Avrupa ile Asya’yı birleştiren köprü konumu…Petrol Körfezi’nin hemen dibinde olması… Ayrıca Rusya içlerinde Türk derin devleti aracılığıyla bazen Amerikan taşeronluğu kapsamında, bazen çıkarlar ortaklaşarak entrikalar çevirebilirliği ve elbette zaman zaman Türkiye egemenlerinin emperyal heveslerinin kabarması, Rusya içlerinden Ortadoğu’ya, Uygur Türkleri aracılığıyla Çin’e kadar boyundan büyük işlere kalkışması sivri okların kendisine çevrilme nedenlerinden bazılarıdır.

Elbette Türkiye egemenleri, bağımlı, kölece dış politikanın sonuçlarını içeriye böyle, gerçekte olduğu gibi değil, başka türlü, “herkes bize düşman, herkes bizi mahvetmek istiyor” biçiminde yansıtırlar. Buna, içteki ekonomik politikaların daha vahşileşmesinin yarattığı tepkinin oluşturacağı emekçilerin birleşme ve bu politikalara karşı çıkma tehdidi eklenir. Sermaye şovenizmi kışkırtır. Irkçı, şovenist, milliyetçi propagandayla birlikte içte düşmanlar yaratarak, halkın birlikteliğinin, sınıf çelişkileri etrafında birleşebilme ihtimalinin, birlik yönelimi ve bu yöndeki adımlarının önüne set çekmeye çalışır.

Gerçekten de, aslında “bölme”, “bölüp yönetme” ustası olan burjuvazinin kendi deneylerinden çok iyi bildiği üzere, ulusal sorunları öne çıkmış toplumlarda sınıf çelişkileri nispeten geriye düşebilir. Burjuva politikalarına yedeklenmiş emekçi yığınların kendi somut sınıfsal talepleri etrafında birleşmeleri güçleşir.

Bu, aynı zamanda, tüm dünyada burjuvazinin yönetiş biçimidir. İçte ve dışta düşmanlar yaratmak, korkutarak korkuluklarla yönetmek! Kendi korku ya da sınıfsal çıkarlarını ülkenin korkuları veya çıkarlarıymış gibi pazarlamak yakın örnekleriyle görülmüştür; uluslararası kapitalizm yıllarca halkları “komünizm korkusuyla” yönetmiş, aynı zamanda bu korkutmayı birbirlerine karşı kullanmışlardır.

Yine mesela, ABD, Irak’ın çok tehlikeli olduğu, Saddam’ın acayip bir top yaptığı, bu topu bir ateşlediğinde Amerika’nın çok fena olacağı gibi abuk bir şeyi bile korkutma aracı olarak kullanabilmiştir!

Hatta bu kadarla kalmamış, uzaylı garip ve zalim yaratıkların dünyayı mahvetmek için istila etmesi üzerine sayısız film çevrilmiştir. Böylece dünyasal düşmanlara uzay da eklenmiştir. Yani, insanlar havadan, karadan, uzaydan kuşatılmıştır!

Elbette emperyal (yayılmacı) veya emperyalizme bağlı politikalar burjuva politikalardır. Sonuçlarına da egemenlerin katlanması gerekir. Ama bu politikaların sonuçlarına halkın katlanmasını ister burjuvazi ve kendi çıkarlarını tüm ülkenin çıkarları gibi yansıtır. Örneğin Kerkük petrollerinde gözü vardır. Kerkük’ü “vatan” “millet” meselesi olarak öne sürer. Yığınları peşine takmaya çalışır.

Ya da Kerkük petrollerine ABD’nin, dünya petrol tröstlerinin el koymasına hiçbir itirazı yoktur, destekler; ama o petrollerden yerli halkın pay almasına bozulur! Yoksa, diyelim İzmir veya Ankara ya da İstanbul’da gecekonduda oturan, asgari ücrete talim eden hangi emekçinin aklına gelir ki, Kerkük’e el koymak? Hangi emekçinin Kerkük ve petrollerinde üç kuruş çıkarı olabilir? Hangi emekçinin karını gözeteceği petrol şirketi vardır?

Şüphesiz egemen politikalar, dünyadaki koşullara, daha büyük egemen ülkelerin ihtiyaçlarına, bağımlılık düzeyine, egemen sınıfların kendi arasındaki ilişkilere, günün gereksinmelerine vb. göre değişir. Dozu artar veya azalır.

Ama burjuvazi milliyetçilik oyunundan hiç vazgeçmez ve vazgeçmeyecektir.

Elbette bunun dozunu belirleyen tek şey, burjuvazinin ihtiyaçları, istemleri değildir. Çünkü egemen olmasına, elinde pek çok araç, aygıt bulunmasına karşın, her şey kayıtsız şartsız burjuvazinin elinde ve iradesinde değildir. Halkın, emekçi yığınların örgütlülük düzeyi, bilinç faktörü, saldırılar karşısında uyanık durma, güçleri birleştirme, burjuva politikasının emekçi yığınlarca reddi, milliyetçilik dalgasının ve oyunların püskürtülmesinde belirleyici noktalardan birisidir. Emekçi yığınlar, burjuva politikasının devamı olan milliyetçilik ve şoven duygulardan arındığı, buna karşı bilinç silahını geliştirdiği ve örgütlendiği oranda oyunlar bozulur. Bu, aynı zamanda barış, kardeşlik ortamının hakim olması demektir.

Nitekim Hrant Dink’in cenaze töreninde ortaya çıkan tablo bunun en güzel kanıtı olmuştur. Onca şoven kışkırtmaya, karşı karşıya getirme çabalarına, yıllardır kurgulanan ve işlenen ırkçı propagandaya karşın, kitleler Ermeni halkıyla bir sorunları olmadığını ortaya koymuş ve açıkça egemenlere, “bizim bir sorunumuz yok, sizin oyunlarınıza alet olmayacağız, kendi başınızın çaresine bakın” mesajını vermiştir.

Hatta öyle olmuştur ki, törene dışarıdan katılan, kendi çaplarında milliyetçi olan Ermeni temsilcileri bile bu tablodan etkilenip, barış mesajları vermişlerdir. Demek ki, barışın yolu halkların kendilerini ortaya koymasından geçmektedir. Peki, kalıcı barış ve kardeşlik için tek bir cenaze töreni, bir gösteriye çok sayıda insanın katılması yeterli midir?

Ya da bundan sonrasında neler olması beklenebilir?

Şüphesiz halkın bu tepkisi, –Gelibolu feribotunun kaçırılması türünden ve birkaç maçta görüldüğü türden daha “kitlesel” karşı tepkilere neden olsa da– milliyetçi, ırkçı, şoven politikalar ve çevrelerde nispi bir gerileme etkisi yaratacaktır. Ancakkk… Halkın tepkisi sürekli ve örgütlü hale gelemedikçe, bilinçlerde kalıcı birikim ve aydınlatma yaratılmadıkça, ırkçı, şoven çevreler yeniden kafalarını kaldırıp tezgahlarını sürdüreceklerdir.

Düşünün, Hrant Dink’in cenazesinde oluşan tablo, yüz binlerin bir araya gelmesi Kürt sorununa dönük de olabilse, Türk kökenli emekçiler, aydınlar şovenizmi kışkırtanlara karşı, barış, kardeşlik, herkes ve her kesim için eşit haklar temelinde özgürlük ve demokrasi taleplerini haykırsa, bunun yaratacağı kardeşleşme duygularını, bugüne kadar birikmiş önyargılarda kırıklık olmasını hangi güç engelleyebilir ki?

Bu yapılamadığı sürece bilinen güçler, bilinen oyunlarını yeniden sahnelemeye devam edecektir.

Ki, bunun niyeti şimdiden, halk tepkisinin en üst düzeyde olduğu zamanda bile açıkça görülmektedir.

Tipik olan yeniden sahnelenmekte, cinayetin “örgütsüz küçük çocukların”, “Milliyetçi duygulu birkaç gencin işi olduğu” tezi yükselen bir tempoyla piyasaya sürülmekte, Amerikan patentli “yalnız kurt” teorileri gazete sayfalarından şırınga edilmektedir.

Devletin resmi makamlarınca ısrarlı bir biçimde “cinayetin arkasında örgüt olmadığı” açıklamaları birbirini izlemektedir.

Tablo meydandadır: Trabzon’daki linç olayında, Rahibin öldürülmesi sırasında görevde olan, linci halk tepkisi olarak gören, Rahip cinayetinde örgüt bağlantısı bulmayan il yetkilileri halen görevdedir veya terfi etmişlerdir!

Ama o linç tezgahının da öncesi vardır. Mersin’deki Nevroz sonrasında ısrarla işlenen bir “bayrak yırtma” olayı olduğu yönündeki propaganda… Bozüyük olayları… Hep bütünün parçaları olarak vizyona konmuştur. Şovenizm adım adım kışkırtılarak Trabzon noktasına gelinmiş, Trabzon ve İstanbul’da resmi ağızlar “halk tepkisi”, “duyarlı vatandaş tepkisi” olarak nitelendirdikleri linci onaylamış ve bir anlamda teşvik etmişlerdir. Sonrasında, aynı kışkırtma ve örgütlü provokasyonlar 301. maddeden yargılananlara döndürülmüş, mahkemeler basılarak linç gösterileri yapılmış, bunlara en küçük bir müdahalede bulunulmamıştır! Ne de olsa “Bunlar halk tepkisidir. Anlayışla karşılamak, onların duygularını anlamak gerekir ve zaten bunlar örgütsüzdür!”

Oysa silahlı suikastların ardından yangından mal kaçırma telaşıyla “örgüt yok” açıklaması yapanlar, duvara tebeşirle, kurşun kalemle yazı yazdı diye liseli çocukları örgüt kurmaktan mahvetmişlerdi!

Burada linç, Rahip cinayeti, profesyonel suikast silahları, ormanda atış talimleri, mahkeme basmalar, Hrant Dink’in katli, örgütsel gösterge olmuyordu, ama örneğin Manisa’da kurşun kalem veya tebeşir örgüte delil olmaya yetiyordu! Bu ne yaman çelişkiydi!

Oysa ırkçı şoven ortamı hazırlayanlar, milliyetçilik gazını verenler, bunu uzun bir süreç olarak değerlendirip doz doz arttırıp eyleme dökenler, tetikçi bulabilecek en verimli toprakları belirleyip çalışmalarını burada yoğunlaştırıp, linççileri aklayanlar, örgüt yok diyenler toplam olarak düşünüldüğünde, ortada devasa, koordineli bir örgütün olduğu açık değil mi?

Onu en yakından tanıyan arkadaşlarının deyimiyle “Başbakanın adını bilemeyecek bir çocuğun” Hrant Dink’i bilmesi, iz sürmesi, hem de Hrant Dink gündemden düştükten birkaç ay sonra onu öldürmek için harekete geçmesi “duygulu bir çocuk işi” mi?

Hem bu işlerde ille de emir komuta zincirinin direkt devreye girmesi şart değil ki. Görünmeyen eller ortamı hazırlar, birileri arka tarafın güvenliğini sağlar, birileri maniplasyon yapar, birisi de tetiğe basar. Böyle olmuştur. Üstelik olay bazılarının dediği gibi amatörce değil, gayet profesyonelce yürütülmüş, tetikçi ortada bırakılıp en kısa zamanda yakalanması sağlanmıştır! Böylece olay kapanacak, derinlerde bir şey aranmayacaktır. Tetikçi ise, en fazla ortalıkta kovboyculuk oynayan mafya özentisi “abisinin” adını verecek, belki bir iki genç daha içeri alınacak, ötesine karışılmayacaktır! Bu, aynı zamanda derinlerin aklanmasıdır!

Peki bu çocukları bu ortama sürükleyenler… Onları “duygulu” hale getirenler… Linci “halk tepkisi olarak değerlendirip yol verenler…Mahkeme basanları kahraman gibi piyasaya sürenler… Onlar ne olacaktır?

Hatırlanmalıdır, Mersin’de mahkemede pankart açtıkları için gençler yıllarca ceza almıştır? Ya İstanbul’un göbeğinde mahkemelerde terör estirenlere ne yapılmıştır?

Eğer mesele salt “Komiser Colombo” yaklaşımıyla ele alınıp sonuca varılmaya kalkışılacaksa, bu, zaten işin başında olayı saptırmak, arkadaki asıl elleri saklamak olacaktır. Uğur Mumcu’da şöyle olmuştur, Bahriye Üçok’da böyle olmuştur, bunda ise böyledir, demek ki eller farklıdır demek, art niyetsiz olunsa bile, en hafif deyimiyle aptallıktan başka bir şey değildir. En azından şu soru sorulmalıdır: Burada ve diğerlerindeki amaç nedir? Bu cinayetler kime, neye hizmet etmektedir? Kim ki, siyasal cinayetleri yönteme, cinayetin işlenişindeki teknik ayrıntılara indirgiyor, elinde büyüteçle parmak izi arıyorsa, en iyi ihtimalle, o suçun ortaklarındandır; büyütecini küçük noktalara çevirip büyük hedefleri gizlemeye çalışmaktadır.

Yok, eğer bazılarının ısrarla söylediği gibi, bu cinayetten ülke zarar gördüyse, emperyalistler ellerine koz geçirdiyse ve dolayısıyla olayın tezgahı, tezgahın kilidi dış güçlerde aranacaksa, o zaman bunu söyleyenler el fenerlerini milliyetçiliğin üzerine tutsunlar ve milliyetçilik denen şeyin nasıl “dış güçlere hizmet ettiğinin”, ülkeye ve halklara nasıl zarar verdiğinin altını çizsinler!

Ya da, emperyalizmin ayrılıkçılık, bölme oyunlarını engellemek, onlara bu fırsatı vermemek, kozu ellerinden almak için içerdeki nedenselliklerin çözümüne gitsinler. Kürt sorununu Amerika’ya havale etmek yerine, inisiyatifi ele alıp kalıcı barış için çözümler üretsinler. Barış ve kardeşlik için egemen, egemen olmayan ayrımı yapmadan, eşit ve özgür koşullarda birlikteliğin yolunu açsınlar.

Çünkü “Kürt sorunu yoktur”, “Ermeni sorunu yoktur” demekle sorun yok olmuyor. Yok dedikçe, sorun başkalarının, “dış güçlerin” Türkiye’ye karşı kullandığı sorun haline dönüşüyor.

O zaman da, ikide bir Amerika kapısına gidip, “hadi benim Kürt sorunumu çöz”, “Ermeni meselemi hallet” diye yalvarmak zorunda kalınıyor. İyi ama, madem dış güçler Türkiye üzerinde oyunlar oynuyor, karanlık senaryolar üretip ülkeyi güçsüz düşürmeye, diz çöktürmeye çalışıyor, o zaman, o dış güçler neden o sorunu çözüp Türkiye’yi rahatlasınlar? Bölgede güçlü bir Türkiye istemeyen o dış güçler, neden sorunları çözülmüş güçlü Türkiye istesinler?

 

BUNDAN SONRASI

Türkiye halkı Hrant Dink suikastının ardından koyduğu tavırla büyük bir işe imza atmıştır. Ayrımcılığa, milliyetçilik etiketli karanlık oyunlara, halkların birbirine kırdırılmasına onay vermediğini, değişik etnik köken, ırk, mezhep, dinden halklarla bir arada kardeşçe yaşama isteğini, daha da ötesinde karanlıklara dur diyeceğini göstermiştir.

Şüphesiz bu, tüm ülke açısından büyük bir moral ve güven kaynağı olmuştur. Bu tavır, yazının başında da söylediğimiz gibi, aynı zamanda ülkemizin dış dünyada hızla sıfırlara doğru giden prestijini toparlamıştır.

Papa suikastı, Rahip suikastı, aydınların vurulması, Sinagog bombalanması, milli maçta rakip oyunculara saldırı görüntüleri. Hrant Dink Suikastı vb. Türkiye’nin dış dünyadaki itibarını sıfırlara indirdiği gibi, başka halklarda Türkiye insanının “vahşi”, “uygarlık dışı” vb. biçimde algılanmasına neden olmuştu. Hrant Dink’in ölümünde Türkiye halkının gösterdiği tutum, sokaklara dökülen insanlar, o dibe vuran itibara, kafalarda oluşan Türkiyeli profiline en azından “dur” deyip olumlu bir düşünce katmıştır.

Hiç şüphesiz herkesçe malum olan kirli eller, bu büyük tepki sonrasında, sürat kontrolü yapmak, en azından vites düşürmek zorunda kalacaklardır. Ama her şeyin tek yürüyüşle halledileceğini sanmak da fazla saflık olacaktır.

Öte yandan yüz binlerin aynı talepler ve sloganlar ardında birleşmesi, günümüz açısından demokrasi mücadelesinin nasıl önem kazandığını, demokrasi taleplerinin aciliyetini, halkın barış ve kardeşlik talepleri etrafında birleşebildiğinin görülmesi bakımından önemlidir.

Suikast ve sonrasında ortaya çıkan tutumların gösterdiği bir başka önemli şey de, 2007’nin oldukça sert, uç noktalarda kamplaşmalara zemin hazırlayan organizasyonlarla dolu geçeceğidir. Amerika’nın Ortadoğu planları, Irak’taki gelişmeler, K. Irak faktörü,  Ermeni Soykırım Yasası, Türkiye-AB, ABD-AB ilişkileri, Kıbrıs meselesi, egemen klikler arasında rekabet, Cumhurbaşkanlığı seçimleri vb. etkenler göz önüne alındığında, içerde daha fazla şovenizme sarılma, milliyetçiliğin kışkırtılması, buna uygun eylemlerin örgütlenmesi ihtimali büyüktür. Daha fazla siyasi cinayet, daha fazla provokasyon, etnik kökenli çatıştırma girişimleri kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bunu püskürtmenin tek yolu da, emekçi yığınların, işçilerin, gençlerin şovenizmin etkisinden arındırılıp, daha fazla demokrasi, özgürlük ve çetelerin ortaya çıkartılıp cezalandırılması talebiyle öne çıkmalarıdır.

Bu ise, daha geniş aydınlatma, gerçekleri ortaya koyma kampanyaları ve sürekli, sistemli ajitasyon, propaganda ve teşhir faaliyetiyle… Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi, yüz binlerce insanın sokaklara dökülmesi, arkalarında onları destekleyen milyonlarca yüreğin bulunması, daha da önemlisi, bunun fabrikalara yayılması ile mümkündür.

Aksi takdirde, hafızaların zayıflığına güvenen bu bilinen güçler tezgahlarına devam edecek, sokaklar, caddeler, üniversiteler daha fazla kana sahne olacaktır.

2007’ye Girerken Milliyetçilik ve İleri GüçlerinMevzilenişi

MİT’in –müsteşarının ağzından– “daha aktif dış politika” çağrısı ve Hrant Dink’in katliyle başlayan 2007; bir yandan “cumhurbaşkanlığı seçimi”, öte yandan da “genel seçim” yılı olmasıyla özel bir önem kazanmıştır. Dahası, bu seçimlerin, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçiminin yasalarda yazılı olan kurallar çerçevesinde geçmeyecek görünmesi de, bu seçimlere ve elbette “2007’nin getirecekleri”ne ayrıca önem kazandırmaktadır.

Her iki seçimin de “normal koşullarda” gerçekleşmeyeceği çoktan anlaşılmıştır. Çünkü Türkiye egemenlerinin, Kürt sorunu, laisizm, ifade ve basın özgürlüğü yokluğundan seçim koşullarının eşit ve adil olmamasına kadar pek çok sorunları vardır. Türkiye’nin artık kangrenleşmiş bu ve benzeri başlıca sorunlarına dair egemen güç odakları ve onların partilerinin çözümsüzlüğü göz önüne alındığında, seçimler, egemen güç odakları arasında kıyasıya bir hesaplaşmayı da gündeme getirmektedir. Üstelik Türkiye’nin egemenleri, içte ve dışta ABD ile ilişkilerinden AB’ye girme çabalarına, Kıbrıs’tan Irak politikalarına kadar sayısız “açmaz”la karşı karşıyadırlar.

AKP Hükümeti, en iddialı olduğu ekonomi politikaları alanında bile yolun sonuna geldiğini gösteren belirtilerle yüz yüzedir. Nitekim, bugün AKP Hükümeti; IMF’nin tam desteğine karşın cari açık, kronik işsizlik ve gelir bölüşümündeki uçurumun büyümesi, tarımın çökmesi, gerçek ücretlerdeki sürekli düşüş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sisteminin tıkanması gibi geniş emekçi yığınları ilgilendiren son derece önemli sorunlarla karşı karşıyadır.

Başka pek çok ekonomik, siyasi, sosyal sorundan da söz edilebilir. Ancak, toplam açısından bakıldığında, gerek bu sorunların, gerekse bunlara eklenebilecek ikinci dereceden sorunların “çözümü” için yapılacak girişimler, 2007’de yapılacak iki seçim ve bu seçimler üstünden hesaplaşacak güçlerin mevzilerini yenileme ve ellerindeki her araçla birbirleriyle mücadele etmelerinin unsuru olarak biçimlenecektir. Ancak şu bir gerçek ki; 2007’de yaşanacakların işaretleri daha 2006’nın ortalarından, hatta başlarından itibaren kendisini göstermeye başlamıştı.

Bu işaretlerin en başında da, egemen güç odaklarının, milliyetçilik dalgasını yükseltme çabaları vardı.

2006 BİTİP 2007 BAŞLARKEN

2006’nın son ayları; 2007’de yapılacak “iki seçim”in hesaplaşmaları doğrultusunda, kamplaşmaların bir hayli açık netleşmesine sahne olmakla kalmadı, ABD merkezli (*) olarak Türkiye’de bir “askeri müdahale ihtimalinin yükseldiği” tartışmalarına da sahne oldu.

2007 ise, “MİT’in açıklaması”yla başladı. Açıklamanın esası, “ulus devletin tehdit altında olduğu” ve Türkiye’yi yönetenlerin “bekle gör” politikasını terk ederek “aktif politik tutum alması”nı istemek biçimindeydi.

Türkiye’deki siyasi literatürde, “aktif dış politika” çağrıları, geleneksel olana başkaldırma, Türkiye’nin çıkarlarını, sınırların ötesinde bile, askeri güç de dahil, güç kullanarak savunma olarak anlaşıla gelmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’nin dış politikadaki “geleneksel” tutumu; “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” “özdeyişi”yle ifade edilmiştir. Bu “özdeyiş”in özeti de, “Türkiye’nin kimsenin toprağında gözünün olmadığı, ama kendi sınırları içinde de statükonun bozulmasına izin vermeyeceği” biçimindedir.

Bu politika, daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren; Osmanlıcılar tarafından “Üç kıtada at koşturan Osmanlı mirasının reddedilmesi”, ırkçı milliyetçi çevreler tarafından da Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türklük dünyası içinde lider ülke olmayı reddetme; pısırık, Türk’e yakışmayan politika” olarak eleştirilmiştir. Ama bu eleştiriler, yakın geçmişe kadar, devlet politikası olmamış, zaman zaman iç politikaya yönelik bir malzeme olarak kullanılsa bile, daha çok marjinal çevrelerin resmi politikaya eleştirisi olarak kalmıştır. Kıbrıs’ın işgali bile, “geçici” ve “zorunlu bir sapma” olarak görülmüştür. Bu yüzden de, işgalin adı bile “Barış Harekatı” olmuştur.

Ancak Özal’la birlikte, Türkiye’nin “misak-ı milli” sınırları, bu sınırların genişletilebileceği varsayımı üstünden tartışılmaya başlanmıştır. Örneğin Kuzey Irak’ın Kürtleriyle bir federasyon yapma, Musul-Kerkük’ün statüsünün değiştirilerek Türkiye’nin tarihsel haklarının elde edilmesi ya da SB’nin çökmesiyle “Türki cumhuriyetler”in “abi-kardeş” ilişkisi içinde sömürgeleştirilmesi, resmi olmasa bile  “gayri resmi devlet politikası” haline gelmiştir. En azından tartışma düzeyinde, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tutumunun geleneksel dış politikanın var olan çizgisinden çıkarılması için girişimler başlatılmıştır. Ancak, Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde; “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” edebiyatı, bir yandan Rusya’nın Kafkasya ve Orta Asya’daki karşı hamleleri, öte yandan da bu “yeni” cumhuriyetlerin yöneticilerinin Türkiye’nin “abilik” adına girişim ve niyetlerini anlamaya başlayıp karşı önlemler almaya yönelmesiyle terk edilmek zorunda kalınmıştır. Ve, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tutumu yeniden devletin resmi politikası olarak öne çıkarılmıştır.

Ancak CHP ve DSP’den Kızılelmacı sağ ve “sol” milliyetçiliğe kadar, milliyetçi odaklar, son birkaç yıldır, önce Kuzey Irak’ta bir etkinlik alanı, sonra da Kerkük-Musul üstünde “eski haklar” ve Kürtlerin Irak’ta bir Kürt devleti kurma ihtimaline karşı Türkiye’nin Irak’a müdahalesi ve Kerkük’e kadar sınırların genişletilmesi fikrini çeşitli platformlarda tartışmaya açmıştır.

MİT AÇIKLAMASININ AMACI NEYDİ?

MİT’in açıklaması; işte bu geleneksel “ana politika”dan sapmayı öneren ve son yıllarda çeşitli güç odaklarının çabalarıyla yükselen milliyetçi dalganın yönelimleriyle de birleşen, Özal döneminden beri ilk kez, (MİT’in 80 yıllık tarihinde, bu türden ilk resmi açıklamadır demek de yanlış olmaz) hükümete yapılan “aktif dış politika” çağrısıydı.

MİT Müsteşarı Emre Taner’in, 2007’nin ilk günlerinde, AKP Hükümeti’ne muhalefet eden milliyetçi odakların slogan haline getirdiği “ulus devletin tehdit altında” olduğu merkezli açıklaması elbette ki çok dikkat çekiciydi. Bu açıklama, öne çıkardığı “ulus devlet” kavramı nedeniyle de, milliyetçi “muhalif” odaklar tarafından büyük bir heyecanla karşılandı ve AKP Hükümeti’ne karşı, “Bakın başbakanın sorumluluğundaki MİT bile bizim gibi düşünüyor; bu hükümetin pasif, uzlaşmacı politikasına bir başkaldırıdır” denerek, AKP Hükümeti’ne yönelik yeni eleştirilere dayanak yapıldı. Kimi çevreler bir adım daha atarak, bu yorumu, MİT açıklamasının Genelkurmay’la anlaşarak yapıldığına ve Genelkurmay’ın AKP Hükümeti’ne karşı yeni bir hamlesi olarak görülmesi gerektiğine kadar götürdü.

Asker ve sivil geleneksel güç odaklarının, son yıllardaki “Türkiye tehdit altında”, Lozan’a karşı Sevr dayatması yapılıyor”, “Kerkük-Musul bizimdir türünden iddialarıyla MİT Müsteşarı Taner’in açıklamalarının uyumluluğuna bakıldığında, bu açıklamanın arkasında Genelkurmay’ın bulunduğunu söyleyenler haklı görülebilir. Ancak bu, çok kolaycı bir açıklamadır.

Gerçeğe yaklaşmak için 2006’nın son günlerindeki bir gelişmeyi daha dikkate almak gerekir. O da, Erdoğan’ın son aylarda adım adım milliyetçi bir çizgiye yöneldiği, 2006 biterken de, bu yönelişi artık bir propagandaya dönüştürmeye başladığı gerçeğidir. 2006’nın başlarında “Kürt sorunu vardır. Biz de yanlışlar yaptık. Bunları düzelteceğiz, sorunu demokrasi içinde çözeceğiz” dedikten sonra, Erdoğan, yılın sonuna doğru adım adım; “Kürt sorunu yok, terör sorunu var”, “Ben Rizeliyim karım Siirtli, iyi de geçiniyoruz” teranesine geri döndü. Bununla da yetinmedi; Kurban Bayramı’nı bahane ederek, sokakları, klasik ırkçı-şoven partilerin afişlerine bile rahmet okutacak bir fotoğraf ve “Kurban olam ayına yıldızına” sloganlarıyla donattı. Ve nihayet; Saddam’ın idamından sonra; “Artık öncelikli işimiz AB değil Irak’tır”a geldi. Daha Ocak ayı bitmeden, “Kerkük’e sefer” çığlıklarıyla Meclis’te “gizli görüşme” yapıldı. Bu, Başbakan’ın, “gizli görüşme” öncesinde, Kızılcahamam’daki “AKP kampı”nda milletvekillerine, “Mehmet Ağar, ‘dağdan inip ovada siyaset yapılması’ gibi çıkışlarla MHP’ye büyük imkan sağladı. DYP’den MHP’ye büyük kayış oldu. Bu konuda, geçmişte biz de hatalar yaptık. Ama artık yapmamalıyız” şeklinde konuşması ve bir AKP’li vekilin, AKP’nin özgürlük ve demokrasi vaat ederek iktidara geldiğini, ama “son zamanlarda milliyetçi bir çizgiye kaydığı” eleştirisini “terbiyesizlikle” suçlaması ile birlikte düşünüldüğünde, MİT açıklamasının anlamı değişir. Ve çeşitli çevrelerin iddialarının aksine, açıklamanın, “Genelkurmay’la danışıklı hazırlanmış bir açıklama” değil; ama hükümetin, CHP ve Genelkurmay’ın da içinde bulunduğu geleneksel ve milliyetçi güç odaklarıyla uzlaşma sağlaması öngörülerek, MİT tarafından, ama Erdoğan ve kurmaylarının bilgisi dahilinde, atılmış bir adım olduğunu söylemek daha doğru olur.

AKP NEDEN MİLLİYETÇİLİĞE SARILDI?

AKP’nin milliyetçi çizgiye yönelişinde iki etkenden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, milliyetçilik dalgasının yükselerek, AKP’yi de milliyetçiliğin baskısı altına almış olması ve Erdoğan’ın bu yükselişten “pay almak” üzere milliyetçi bir söylem ve tutuma sarılmasıdır. Ama bunun kadar önemli olan ikinci etken ise şudur ki, Genelkurmay ve çeşitli milliyetçi odakların, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, bir tür müdahale için, hükümeti milliyetçi bir söylem ve buna uygun tutumlar üstünden sıkıştıracağı var sayılırsa; hükümet, bu sıkıştırmadan kurtulmak için milliyetçi bir platforma geçmiştir.

Burada, hükümetin bu milliyetçi manevrasını, üstünde artırılan baskıların, dolayısıyla “28 Şubatvari baskılar”ın “etkileri” olarak yorumlamak doğru olur. Dolayısıyla AKP ve hükümeti, “müdahale”nin hedefi olmaktan çıkayım derken “müdahale yemiş” duruma gelmiştir. Nitekim hükümetin milliyetçiliğe yönelişinden sonraki adımı; CHP’den kızılelmacılara uzanan milliyetçi odakların isteği ile, Kerkük üstünden Irak’a müdahaleyi gündeme alarak, Meclis’in “gizli oturum”la toplanmasına kadar varmıştır.

Sürece daha genel bakıldığında; 2006’nın sonlarına kadar, kendisini diğer partilerden ayırarak; onları statükocu, kendisini “değişimci” gösteren ve “Türkiye’nin sorunlarının çözümü konusunda yaratıcı bir inisiyatif göstermek”le övünen AKP, şimdi; “Ayına yıldızına kurban olma”da ve Kerkük’te, Kuzey Irak’ta Osmanlıcılıkla birleştirilmiş bir milliyetçilikle öteki partilerle milliyetçilik yarışına girişmiştir.(**) MİT’in, “ulus devletin tehdit altında olduğu” tezi ve “ulus devletin korunması için ulusal birlik ve daha aktif dış politika” istemesi, “iki taraf” için de bir uzlaşma platformu olarak tarif edilmiş görünmektedir. MİT açıklamasında; kullanılan üslup, öne çıkarılan “hedefler”le, hem milliyetçi odakların, hem Genelkurmay’ın hem de hükümetin “hassasiyetleri”nin gözetildiği gözlenmektedir.

Gelişmelere MİT açıklaması boyutundan bakıldığında; bu açıklamanın zamanlaması itibariyle de; Irak’ta Amerikan stratejisinin yenilendiği, Türkiye’ye yeni yükümlülükler verilmesinin konuşulduğu ve ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacının arttığı bir döneme denk gelmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Aynı zamanda bu açıklamanın, Irak üstünden dış politika yenilemek isteyen Türkiye’nin Amerikancı egemen güç odaklarının ABD’nin stratejisine bağlanması için de yeni bir imkan yarattığı bir gerçektir. Dolayısıyla MİT açıklaması, egemen güç odaklarının Amerikan stratejisine bağlanmaları açısından da bir uzlaşma imkanı yaratacak dayanakları öne çıkarmıştır.

Kısacası, MİT Müsteşarı’nın açıklaması; bir yandan Irak’ta işgalin ilk döneminde sıkça sözü edilen “kırımızı çizgiler stratejisine geri dönüşle askeri cenahı, ama öte yandan da ABD’nin bölge stratejisine bağlanma imkanını yeniden gündeme getirerek, Türkiye’nin çıkarlarının ABD’nin stratejisine bağlanmaktan geçtiğini, 1 Mart Kararnamesi’nin reddiyle bu fırsatın kaçırıldığını savunan Amerikancı, işbirlikçi kesimleri yeniden umutlandırmıştır.

1 Mart Kararnamesi’nin aşılarak, Türkiye’nin Irak’ta ABD’nin pis işlerini üstleneceği bir kıvama ve pozisyona gelmesinde, ABD karşıtı sloganları öne çıkararak yükselen milliyetçiliğin ABD’nin stratejisine eklenmenin bir dayanağına dönüşmüş olması şaşırtıcı görünse de; ortaya çıkan bu durum, Özgürlük Dünyası’nda sıkça belirtildiği gibi, aşırıya götürülen milliyetçiliğin dönüp “emperyalizmin planlarına bağlanmasının kaçınılmazlığı” tespitiyle gayet uyumludur.

Bu yüzden de, MİT’in açıklamasını, hükümet ve Genelkurmay arasında yeni bir kapışmadan (bir kapışma boyutu olsa da) çok; hükümet-MİT-Genelkurmay üçlüsünün; birleştirici zamkı Türk milliyetçiliği olan ve yakın hedefi de ABD stratejisiyle uzlaşma ve ona uyum sağlama hamlesi olarak değerlendirmek daha gerçekçi olur. Ancak MİT’in girişiminin, egemen güç odakları arasındaki çatışma ve hesaplaşma yönünde ilerleyen süreci bir uzlaşma sürecine dönüştürmesi, dolayısıyla özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminin “kurallar dahilinde” kalan bir mücadeleye sahne olmasını başarması, elbette son derece güçtür. Ama bir girişim olarak, tümüyle etkisiz olacağı da söylenemez. Ancak, sürecin karakterini belirleyecek olan, halk güçlerinin ne yapacağı, ilerici demokrat güçlerin, emek güçlerinin nasıl bir mevzi tutacaklarıdır. Aslında MİT’in girişiminin kimin işine yarayacağını bile, bu mevzileniş, bu güçlerin seçim sürecine müdahalesinin boyutu ve etkisi belirleyecektir.

HRANT DİNK’İN ÖLDÜRÜLMESİ VE MİLLİYETÇİLİK

MİT’in girişimi üstünden tartışmalar ve AKP ve “muhalefet” arasındaki milliyetçilik yarışı sürerken, Ermeni Gazeteci Hrant Dink İstanbul’da 17 yaşında milliyetçi bir Trabzonlu genç tarafından öldürüldü.

Cinayet, ilerici, demokrat güçler tarafından tepkiyle karşılandı, cenazesi büyük bir gösteriye dönüştü. Ve sadece cinayet değil, “TCK’nın 301. maddesinin kaldırılması” ve Türkiye’nin halklarının kardeş olduğu bir ülke olması için demokratikleşme taleplerinin yinelendiği bir eyleme dönüştü. Cinayetin en azından manevi sorumluluğunu taşıyan milliyetçi ve milliyetçi kışkırtmalarla rant sağlama gayretindeki sermaye partileri ve güç odakları, bu büyük tepki karşısında bir adım geriye atarak, Trabzon üzerine ekonomik ve sosyal analizler yapmaya koyuldular. Cinayetin, kışkırtılan milliyetçi dalganın ve kontra güçlerin ürünü değil, artan işsizlik ve yoksulluğun, bozulan ahlakın sonucu olduğunu savunmaya koyuldular. Buna ikna olmayanlar için de, CIA ve MOSSAD’ın ya da kuzey sınırlardan sızan başka dış mihrakların bu cinayetin faili olduğu öne sürüldü.

Hrant Dink cinayetinin anatomisi; bu cinayetin tipik bir kontra cinayeti olduğunu, milliyetçi kışkırtmaların azdırdığı karanlık güç odaklarının, politik ortamın kendi faaliyetleri için uygun hale geldiğini düşünerek, harekete geçtiklerini gösteriyor. Ve yine beklendiği gibi, gerek İstanbul ve gerekse Trabzon emniyetinin; bu cinayetin gerçek faillerini değil, tetikçisini ve suç aletini yakalayarak örtbas etmeyi amaçladıkları ortaya çıkmıştır. Katilin “genç vatansever”, “kahraman” ilan edilerek, başka cinayetlerin özendirilmesi, yine bu “anatomi”nin bir parçası olarak, daha ilk günden itibaren gözetilmiştir.

Cinayetten 10 gün sonra, Hrant Dink’in katli için, “Türkiye’de politik ortamı provoke ederek, milliyetçi dalgayı daha da yükselterek, iktidar mücadelesini kazanmak isteyen güçlerin amaçlarıyla bağlantılı olarak sahneye konmuş bir cinayettir” demek gerçeği ifade etmek olur.

Ancak bu cinayete gösterilen tepkinin de açıkça gösterdiği gibi, cinayet, milliyetçi güç odaklarının amaçlarının aksine, onlara karşı bir hareketin açığa çıkmasını sağlamıştır. Dahası, egemen güç odakları arasında yeni kavgaların ve çatışmaların başlamasının da vesilesi olan cinayete büyük halk tepkisi, milliyetçi dalganın dalga kıranı olarak da kendisini ortaya koymuştur.

MİLLİYETÇİ DALGA YÜKSELİŞİNİ SÜRDÜRECEK Mİ?

Türkiye’de milliyetçilik, egemen güç odaklarının her sıkıştıklarında, her çözümsüzlüğe sürüklendiklerinde başvurdukları iki önemli etkenden birisi (diğeri de dindir) olmuştur. Son yıllarda, özelikle Kürt sorununda çözümsüzlüğe sürüklenen, daha doğrusu kendi çözümlerini dayatamayan egemen güç odakları, milliyetçi kışkırtmaya hız vermişlerdir.

2005 Newrozu’nda, Mersin’de gerçekleştirilen “Kürtler bayrak yırttılar” provokasyonuyla ve Kürtlerin “sözde vatandaş” ilan edilmesiyle başlatılan kampanya, çeşitli vesilelerle Kürtlere karşı girişilen linçlerle, Papaz Santoro’nun öldürülmesi ve bölgede savaşın yeniden başlatılmasıyla ilerletilmiş; nihayet, Kerkük’e sefer çığlıklarıyla Meclis’in “gizili oturum yapması” ve Hrant Dink’in katline kadar gelmiştir. Tabii ki; yükselen milliyetçilik dalgası politik arenayı da baskısı altına almış; bir yandan sağın ve solun milliyetçileri açıkça “Kızılelma İttifakı”nda birleşirken, CHP de milliyetçilikte kendisini “aşarak” tarihinde olmadığı kadar milliyetçi bir platforma kayıp, MHP ile işbirliğini, seçim ittifakını konuşur hale gelmiştir. Bütün diğer partilerden milliyetçi olmamakla ayrıştığını da söyleyen AKP ise, 2006’nın sonunda, MHP’yi bile geride bırakmak üzere, milliyetçi sloganlara sarılmış, bu yolda yürüyeceğini ilan etmiştir.

Ancak, gelişmeler, artık bu dalganın daha ileri götürülmesinin son derece güçleştiğini, tersine bu dalganın artık kırılmaya başladığını ve dalgayı ileriye taşımak isteyenlerin üstüne çöken bir yönelişe girdiğini göstermektedir.

Burada, elbette Hrant Dink’in katli üstüne sokaklara dökülen yüz binlerin Türkiye’nin tarihinde görülmedik bir “sertlik”le, “Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganıyla yürümesi, bu dalganın gelip çarptığı en somut “dalga kıran”(***) olarak görünse de, aslında dalganın kırıldığını gösteren belirtiler daha önce ortaya çıkmıştı.

Bu belirtileri şöyle sıralayabiliriz:

1-) Milliyetçilik temelindeki zorlamaların Kürt-Türk çatışmasını kışkırtarak, bir iç savaşı tetikleyecek ölçüde ilerlemiş olduğunu gösteren belirtilerin ortaya çıkması. Asker ve gerilla cenazelerinde atılan sloganlar ve cenazelerin kazandığı hassasiyet.

2-) AB’ye giriş ve Kıbrıs sorununun çözümü için atılacak adımlarda milliyetçiliğin egemen güçlerin ayağına dolanan bir etkene dönüşmüş olması; yine aynı biçimde, yükselen milliyetçiliğin, AKP ve CHP gibi partiler arasındaki milliyetçilik yarışını kışkırtarak, Irak’la ilgili politikaların “Kerkük’e sefer” gibi, ayakları yerden kesilmiş yönelişleri gündeme getirmesi. AB’ye giriş sürecinin, yükselen milliyetçiliğin kuşatması nedeniyle, Kıbrıs üstünden  kesintiye uğraması bile, egemen güç odaklarına, milliyetçilik üstünden halkı yedeklemenin faturasının ne kadar ağırlaştığını göstermektedir.

3-) Linççilik, Rahip Santoro cinayeti ve nihayet Hrant Dink’in katline gelen sürecin, vicdanını yaralayıp hareketlendirerek, geniş halk yığınlarının tepkisini çekmeye başlaması. Bunun Hrant Dink cinayetinde bir patlamaya dönüşmesi. Bunun da ötesinde, egemenlerin dış politikalarındaki açmazları da ortaya çıkarması.

4-) Son aylarda, Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’na bağlanan ve değişik illerde yapılan toplantı, aydın çağrıları, panel, sempozyum gibi etkinliklere önceki ay ve yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde bir ilginin gösterilmesi ve Ankara’da yapılan son konferansın ve sonuç bildirgesinin beklenenden çok daha geniş kesimleri etkileyen bir yankı uyandırması.

5-)  TÜSİAD’ın Kürt raporunu yeniden gündeme getirmesi ve TÜSİAD’ın eski başkanı (polemik başladığında hâlâ başkandı) Ömer Sabancı’nın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile kamuoyu önünde giriştiği oldukça sert (Kürt sorunu raporu üstünden) milliyetçilik tartışması gibi belirtiler göstermektedir ki, egemen güç odakları için milliyetçi kışkırtmalar, (yukarıdaki ilk üç maddedeki gelişmelerde de açıkça görüldüğü gibi) yığınları yedeklemenin en ucuz yolu olmaktan çıkmaya başlamıştır. Tersine, bu kışkırtmalar, ayaklarına dolanan bir yüke dönüşmektedir. Bu yüzden de bu gelişmelere paralel olarak, sermaye medyası ve başlıca sermaye partileri, milliyetçiliği kışkırtan körüğe verdiği enerjiyi en azında azaltmak zorunda kalmaktadır, kalacaktır da. Özellikle Hrant Dink cinayetinin bu konuda bir “milat” rolü oynaması da sürpriz olmayacaktır.

Kuşkusuz bundan, bir anda milliyetçi kışkırtmaların sona ereceği, CHP ve AKP gibi partilerin de bir anda bulundukları platformu terk edeceği anlamı çıkarılamaz. Tersine onlar, zaman zaman kim daha milliyetçi yarışı yapacaklardır, ama bu yarışın halk yığınları üstündeki etkisi eski boyutlarda olmayacağı gibi, onlar da olup biteni görerek, milliyetçilik dozu giderek azalan söyleme yönelmek zorunda kalacaklardır.

Bu söylenen, mantıksal açıdan böyledir. Ancak süreç içinde, gerileyen gücün, söylem ve tutumda milliyetçilik dozunu yükselterek etkisini artırmak isteme ihtimali de güçlüdür.

Bu gelişmeler, tek gıdası milliyetçilik olan sağ ve “sol”un kızılelmacı siyasi odaklarının kontra güçlerini daha çılgın bir milliyetçilik çizgisine çekmelerini, “ortaya çıkan boşluğu” daha yüksek tondan bir milliyetçilikle doldurmaya yönelmelerini ortadan kaldırmaz. Tersine, onların daha ipten kazıktan kopmuş bir milliyetçilik çizgisine yönelmelerini de kışkırtır. Yıkımları, kırılan milliyetçilik dalgasının altında kalmaları da, bu sürecin böyle işlemesiyle olacaktır. Bu nedenledir ki, milliyetçi dalganın kırılmasını zorlayan gelişmeler, Kürtlere, ilerici demokrat çevrelere, emekçi halk kesimlerine karşı milliyetçilik üstünden gelen saldırganlığın daha çok şiddet araçlarını kullanacağı, suikast, sabotaj, provokasyon gibi yöntemlere daha çok başvurulacağı anlamına gelmektedir.

Bu yüzden de sınıf partisi ve ilerici demokrat güçler bakımından ortaya çıkan gelişmenin anlamı; milliyetçiliğin gerçekte bölücülük, emekçileri, halkları bölen ve birbirine karşı kışkırtmaya yarayan bir etken olduğunu anlatmak için imkanların artacağı, ama aynı zamanda, daha çatışmalı bir döneme de girileceği anlamına gelmektedir. Başka bir söyleyişle, süreç; hem ilerici demokrat güçlerin mücadelesini kolaylaştıracak, çalışmalarının etkinliğini artıracak, hem de daha usta taktiklerin, daha yaratıcı yöntemlerin, yığınların birleştirilmesi ve ortak hedeflere yönlendirilmesi için yeni uygun örgüt biçimlerinin geliştirilmesinde daha inisiyatifli olmalarını gerektirecektir.

DEMOKRASİ CEPHESİNDE BİRLEŞMEK

Başka bir söyleyişle; “milliyetçi dalganın kırılması” demek; halk yığınları içindeki aydınlatma faaliyetinin öneminin ve etkisinin artması, bizim tarafımızdan söylenenlerin daha kolay anlatılması ve anlaşılır olması anlamına gelirken, karşı taraftan gelen milliyetçi kışkırtmaların daha az itibar gördüğü, onların kendi söylediklerini anlatmakta giderek daha çok zorluklarla karşılaşması demektir. Ancak bundan, milliyetçiliğe karşı mücadelenin önemini yitirdiğini değil, tersine milliyetçiliğin geri çekilmesinden doğacak her boşluğun ilerici demokrat güçlerin talepleri ve tutumlarıyla doldurulması gerektiğini anlamak gerekir. Bu yüzden de, gerçekleri açıklama faaliyetini daha büyük bir enerjiyle sürdürmek, ilerici demokrat güçleri birleştirmek ve ortak hedeflere yöneltmek için daha inisiyatifli bir çalışmayı hayata geçirmek gerekmektedir.

Evet, milliyetçilik, bugün egemen güçlerin şiddet ve baskı politikasını meşrulaştırmasının, halk düşmanı politikalarının halk yığınlarına kabul ettirmenin ideolojik zeminini oluşturmaktadır. Ama emekçi yığınlar arasında milliyetçiliğe karşı mücadele, soyut, sözlükte tarif edilen bir “genel milliyetçiliğe” karşı değil, milliyetçiliğin biçimlendirdiği; “Kürtlerin yok sayılması”, “demokrasi düşmanlığı”, “basın özgürlüğünün ayaklar altına alınması”, emekçilerin sermaye karşısında dil, din, milliyet ayrımı üstünden parçalanıp bölünmesi, ırkçı ve dinci cinayetler, emperyalizm karşısında halkları birbiriyle boğazlaşmaya iten politikalara karşı mücadele olarak somutlanmak durumundadır. Bu yüzden de; milliyetçi dalganın kırılması, linççilere, suikastçılara, baskı ve şiddete meşruiyet kazandıran zeminin çökmesi olarak görülmeli; ve milliyetçi dalganın boşaltacağı her alanın, emek ve demokrasi cephesinin güçlerince doldurulması biçiminde değerlendirilmelidir.

Son yıllardaki gelişmelere yakından bakıldığında, milliyetçiliğin böylesine öne çıkarılmasının nedeni, Kürt sorununun demokratik çözümüne dair girişimlerin baskı altına alınması, bu alanda demokratikleşme doğrultusunda atılan adımların “bölücülük”, “Türk ve Türkiye düşmanlığı” olarak gösterilmek istenmesiydi.

Ancak bütün karşı gayretlere rağmen, son 6 ay içinde yapılan girişimler ve önce başlıca iller sonra da Ankara’da yapılan konferanslarda, “Kürt sorununun demokratik çözümü” yoluna girilmesi için talepler üstünde epeyce ileri bir noktadan fikir birliği oluşmuş; “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’nın sonuç bildirgesiyle bu talepler dile getirilmiştir. Dolayısıyla, az çok demokrasi mücadelesi içinde olan halk güçlerinin birliğinin en önemli ayağı oluşmuştur. Bu, elbette demokrasi mücadelesi ve onun içinde yer alacak güçler bakımından son derece önemli bir adım, küçümsenmemesi gereken bir kazanımdır.

Şimdi atılması gereken adım ise; bir yandan bu sonuç bildirgesinin aydınlar, ilerici demokrat çevreler, emek örgütleri ve sendikalar içinde yaygınlaştırılmasıdır. Örneğin yurt çapında bütün üniversitelerdeki ilerici, demokrat öğretim üyelerinin imzalarını almak, yerel ilerici ve demokrat kişilerin, yerel sendikacıların ve emek örgütü yöneticilerinin bu bildiriyi imzalaması ve bütün bu kişi ve çevreleri demokrasi mücadelesinin yerel güçlerini oluşturacak biçimde mücadeleye çekilmesi adımı son derece önem kazanmıştır. Ancak bütün bu çabaların sonuç vermesi için, işçilerin, emekçilerin, halk yığınlarının bu talepler üstünde tartışıp birleştirilmesinin başarılması gerekmektedir. Onun için de, sınıfın ileri güçleri, sınıf partisi ve tüm öteki demokratik güçler, bu talepleri doğrudan fabrikalara, hizmet kurumlarına, semtlere, mahallelere, sendikalar ve emek örgütlerine yayarak, buralarda oluşacak birliklerin iller düzeyinde demokrasi ve emek güçlerinin birliği olarak vücut bulması için mücadele etmek zorundadırlar.

BİR ‘SEÇİM BİLDİRGESİ’ OLUŞTURMAK İÇİN

İçinde bulunduğumuz yılın iki önemli seçime sahne olacağı, egemen güç odaklarının, bu seçimleri, daha önce Özgürlük Dünyası’nın değişik sayılarında işaret edildiği gibi, bir “hesaplaşma, iktidardaki paylarını artırma hatta rakibini tümüyle tasfiye etme” vesilesi olarak kullanacakları düşünüldüğünde, emek ve demokrasi güçlerinin birleşmesinin, aynı zamanda bu iki seçimde, her iki sermaye fraksiyonuna karşı iktidar mücadelesi vermek (elbette ki seçimler, sınıflar mücadelesinin özel bir alanı olarak önem kazanmaktadır) üzere de sağlanması gerektiği apaçıktır. Dolayısıyla “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’nda belirlenen talepler; aynı zamanda, emek ve demokrasi güçlerinin seçim bildirgesinin de omurgasını oluşturacaktır.

Türkiye’deki sınıf ve güç ilişkileri üstünden demokrasi mücadelesinin bileşenleri ve onların talepleri göz önüne alındığında; “seçim bildirgesi”nin, “Türkiye Barışını Arıyor”un “sonuç bildirgesi” yanı sıra; 1-) İnanç ve vicdan özgürlüğünü savunan, 2-) IMF-TÜSİAD programlarına karşı “halkçı bir ekonomi” diye tarif edilebilecek, halkın yaşamını iyileştirecek, işçi sınıfının kazanılmış haklarının korunup geliştirilmesini içeren taleplerle tamamlanması gerekecektir ki; bunların ne olduğu da en azından Özgürlük Dünyası’nın okurları tarafından bilinmez değildir.

Dolayısıyla milliyetçi dalganın kırılma eğilimine girdiğini gösteren belirtilerin hızla ortaya çıkması; milliyetçiliğe karşı halkın aydınlatılmasını kolaylaştıracak, egemenlerin emekçileri kendi peşlerine takmak için kullandıkları ideolojik, siyasi, ekonomik hayatın her alanındaki argümanların arkasındaki zemini çökertecek, onların inandırıcılıklarını azaltacaktır. Tersine emekçi yığınların kulakları bizim söylediklerimize daha açık hale gelecektir. İçine girilen sürecin bu özelliği, iki seçimin egemen güç odakları için hesaplaşma vesilesi oluşuyla (dolayısıyla egemenlerin iç ve dış politikaları, ekonomik programları üstünde de bir hesaplaşma olacağı için) birleşince, emek ve demokrasi güçleri için birleşme ve ortak hedeflere yönelen bir mücadelenin (halk yığınlarını etkilemenin) zemini olağanüstü güçlenecektir.

Egemen sınıfların ve partilerinin Kürt sorunu, Irak, Kıbrıs, AB’ye katılım, ABD ile işbirliğinden kazançlı çıkma, demokratikleşme, işsizliği azaltma, halk yığınlarının refahını artırma gibi başlıca iç ve dış politika alanlarında açmaza sürüklenmiş olmasının ortaya çıkan belirtileri; 2007’nin egemenler açısından “kurtarılması zor bir yıl” olacağını, ama ilerici ve demokrat güçler, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olmasını isteyen güçler açısından da, bütün bu alanlardaki politikaların açıklanması ve halka mal edilmesi üstünden halk yığınlarıyla birleşmek için fırsatlarla dolu bir yıl olduğuna işaret etmektedir. Ancak bu fırsatlar, elbette, sınırsız bir fedakarlık ve cesaretle çalışmayı, halkı örgütlemeyi, yerel ve ulusal çapta gerçek bir emek ve demokrasi cephesinin  oluşturulması mücadelesi için üstümüze düşeni yapmayı başardığımız ölçüde gerçek olacaktır. 2007’de en çok unutmamamız gereken şey de budur. Çünkü; egemen güçlerin iç ve dış politikadaki yönelişlerini, Türkiye’nin bir kaosa mı yoksa demokratik bir Türkiye’ye doğru mu yöneleceğini belirleyecek olan bu müdahalenin etkinliği olacaktır.

(*) Türkiye’nin iç ve dış politikasını, ABD’nin dünya hegemonyasını yenileme, özellikle de Ortadoğu’ya müdahalesinden bağımsız düşünmek elbette anlamsızdır. Bu yüzden de, Türkiye’de 28 Şubatvari darbe tartışmalarından MİT’in girişimine, Irak’a yönelik politikalara ve milliyetçiliğin zemininin bileşimine kadar pek çok şeyin, ABD’de 2006 sonundaki seçimler ve Bush’çuların Irak’ta batağa saplanmış olmalarıyla karakterize olan kendi stratejilerini yenileme girişimleri ve bu girişimlerin Türkiye’nin egemenleri içindeki yeni saflaşmalarla bağlantıları elbette önemlidir. Ve bu yazıda sorun bu boyutuyla özel olarak ele alınmasa da (bu, ayrı bir yazı konusudur ve ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik plan ve yönelimleri bir diğer makalemizde ele alınmaktadır), arka planda bu gelişmelerin olduğu göz önüne alınmıştır.

(**) AKP elbette, milliyetçi platforma geçerken politik bir manevra yapmaktadır. Ve el altından Kürt siyasi çevreleriyle ilişkilerini sürdürmeye ya da Kürt sorunu ve TCK-301 gibi konularda daha liberal olduğunu ima etmeye devam edecektir. Dahası, milliyetçi dalganın gerilemesi ya da politik çıkarlarına uygun olması durumunda yeniden, Kürt sorunu var, demokratik çözüm için elimizden geleni yapacağıza dönmesi sürpriz olmaz. Bu yüzden de; daha önce Özgürlük Dünyası’nda yapılan AKP-DYP’nin dinci-muhafazakar çizgide milliyetçi-laik odaklar karşısında ayrı bir tutum almış olduğu tespiti bugün de geçerliliğini korumaktadır. MİT açıklaması, bu farklılıklarla birlikte bir uzlaşma çağrısı olarak algılandığı ölçüde doğru algılanmış olabilir.

(***) Şoven-milliyetçiliğe karşı en önemli ve gerçek engel yığınların tepkisidir. Hrant Dink cinayetine gösterilen tepki bu bakımdan öğreticidir ve ayrıca üstünde durulması gereken bir gelişmedir.

Ortadoğu Halklarını Birbirine Kırdırma Politikası

ABD Başkanı George W. Bush, geçtiğimiz ay içinde “yeni Irak planı”nı açıkladı. Plan, 6 Aralık 2006’da yayınlanan “Irak Çalışma Grubu” (ISG) raporundan sonra daha bir “hevesle” beklenmekteydi, çünkü ISG raporu, aslında hiç öyle olmamasına rağmen “gerginliğin azaltılması” için bir “realist reçete” olarak değerlendirilmiş, Beyaz Saray’ın bu reçeteyi uygulayarak Ortadoğu ve dünyada “frene basması” umulmuştu.

ISG raporuyla ilgili bir değerlendirme Evrensel Yeni Yıl Eki’nde yer aldığı için burada fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak söz konusu makalede “Raporun belli başlı noktaları ile son birkaç ayın gelişmelerini birlikte değerlendirmek, ‘realist’lerin neomuhafazakâr çılgınlardan hiç de farklı olmadığını, hatta Amerikan savaş aygıtının rotasını onlardan çok daha tehlikeli bir noktaya çevirmekte olduklarını gösteriyor” saptaması yapılmış ve raporun en vurucu niteliği şöyle sıralanmıştı:

ISG raporunda Türkiye’ye özel bir yer veriliyor. Dahası, ‘PKK terörü’ ve ‘Kerkük sorunu’ konularında Ankara’nın ‘gönlünü alan’ bir yaklaşım sergilenmekte. Ama bu arada Türkiye ‘önemli bir Sünni Müslüman ülke’ olarak tanımlanıyor. Bu tanımdan hareketle de Türkiye’ye ‘Sünni Arapların yönettiği direnişe karşı bir manivela olma’ rolü biçiliyor. Türkiye gerçekliğiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu tanım, kuşkusuz AKP Hükümeti’nin hoşuna gitmiştir. Böylece, iki yıl önce dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın kullandığı ‘Türkiye bir İslam Cumhuriyeti’dir’ ifadesi ‘bir sonraki aşamasına’ ulaşmış da oluyor!

Aktarıldığı gibi, ISG raporunun Türkiye açısından en önemli bölümü, ülkenin Irak iç savaşına bir “taraf” olarak müdahale edebileceğine –veya etmeye teşvik edileceğine– dair bu satırlardı. Ancak rapor bundan ibaret değildi elbette. Raporda yer alan –ve medyanın özellikle üzerinde durduğu– üç temel öneri; Irak’taki ABD birliklerinin tedrici olarak geri çekilmesi, buna mukabil ülkedeki güvenliğin “Irak güçleri”ne devredilmesi ve nihayet, İran ve Suriye ile, belli şartlar altında, “Irak ile ilgili yapıcı bir diyalog içine girilmesi” idi. Zaten raporun “realist manifesto” olarak selamlanmasının asıl nedeni de bu tavsiyeler olmuştu.

BUSH PLANI

ABD Başkanı’nın “yeni Irak politikası”nı açıklaması ise, birçok çevre açısından bir “soğuk duş” oldu. Çizilen tabloya göre, Bush tavsiyeleri elinin tersiyle itmiş ve “kendi bildiği yoldan” ilerleme kararı almıştı. Üstelik, Bush’un “yeni planı”nın arkasında da neomuhafazakârlar bulunmaktaydı.

Planı ana başlıklarıyla özetleyelim:

1. Başkent Bağdat ve “Sünni direnişi”nin kalbi El Anbar bölgesine 21 bin 500 ek ABD askeri –geçici olarak– gönderilecek. Bu askerler “Irak kuvvetleri”ni destekleyecek, ayrıca hem Sünni, hem Şii mahallelerinde “temizlik operasyonları” yapma yetkisine sahip olacaklar.

2. ABD’li asker ve sivil yetkililere “yeniden yapılanma” harcamaları için daha fazla mali kaynak sağlanacak. Irak hükümeti ise, bu plana 10 milyar dolarla “katkıda” bulunacak.

3. ABD, bir dizi “kriter” uygulayarak, Irak hükümetini “sorumlu” tutacak. Bunlar arasında petrol yasasının geçirilmesi, yerel seçimleri için tarih belirlenmesi, Bağdat’a daha fazla Irak askeri konuşlandırılması ve “Baas’tan temizlenme” politikasının gözden geçirilmesi de bulunuyor.

4. İran ve Suriye’den “Irak’taki milis gruplarına destek akışı” engellenecek. Özellikle İran’ın Irak’taki nüfuzu kırılacak. Bu amaçla, Körfez’e ek bir uçak gemisi grubu gönderilecek, bölgedeki ABD müttefiklerinin topraklarına Patriot füze bataryaları yerleştirilecek (Bu satırlar yazılırken, ikinci uçak gemisi grubunun da yola çıktığı haber alınmıştı.).

Eğer mesele, Henry Kissinger tarzı bir “realist politika” ile Donald Rumsfeld tarzı bir “neomuhafazakâr idealist politika”nın karşılaştırılması ise, özetlenen bu planın “Kissinger tarzı”na daha yakın olduğu görülecektir. Öncelikle, “realistler” başından beri Irak’a daha fazla asker gönderilmesinden yana tutum belirlemekteydiler ve bu açıdan, Savunma eski Bakanı Rumsfeld’i “yetersizlik” ile eleştiren neomuhafazakârlar ile birleşiyorlardı. ISG raporundaki “asker azaltma” önerisi, bu çevrelerin “Madem gereken yapılmıyor, o zaman Irak kendi kaderine terkedilsin” mealindeki “resti”nden ibaretti. Nitekim, 7 Kasım 2006 Kongre seçimlerini kazanan Demokrat Partili “realistlerin” neredeyse tamamı, Irak’a “geçici bir süre için de olsa” daha fazla asker gönderilmesinden yanadırlar ve Bush planı, tam da bunu söylemektedir. İki plan arasındaki “karşıtlık”, sadece yüzeyseldir.

Bush planındaki ikinci “realist hamle”, “Irak’ın yeniden yapılandırılması”nın mali yükünün büyük oranda “Irak bütçesine” yıkılmasıdır. Bu “yapılandırma”nın ne yakılıp yıkılan altyapının onarımı, ne de kamu hizmetlerinin iyileştirilmesiyle bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok: Kastedilen, “güvenlik harcamaları”dır ve büyük oranda askeri niteliktedir. Irak bütçesinden çıkacak söz konusu 10 milyar doların büyük bir kısmının ABD’den silah alımına gideceği öngörülmektedir. Nitekim, geçtiğimiz ay içinde iki Batı gazetesine özel demeçler veren Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, “ABD’den daha fazla silah talep ettiklerini” açıkça beyan etmiştir.

“Neomuhafazakâr idealizm”den pragmatizm lehine en önemli kopuş, üçüncü maddede gözlenmektedir. Irak hükümetinin ABD’ye karşı “sorumlu tutulması”, bu ülkeye “demokrasi getirileceği” vaadinin geri çekilmesi anlamına gelmektedir. Bugüne kadar “bağımsız” olduğu savunulan Irak hükümeti, artık resmen “büyük patron” tarafından sigaya çekilecektir.

DİKKAT ÇEKİCİ ZAMANLAMA

Planın kilit unsuru ise, İran ve Suriye. Bush hükümetinin bu iki ülkeye, özellikle İran’a yönelik tehditlerinin boş olmadığı, ABD Başkanı’nın konuşmasını yapmasından tam bir saat önce Irak’ın Erbil kentinde düzenlenen bir baskınla görüldü. “İran’ın başına çuval geçirilmesi” olarak nitelendirebileceğimiz bu baskını gerçekleştiren Amerikan kuvvetleri, Kürt bölgesel başkentinde yasal faaliyet yürüten 6 İranlı diplomatı gözaltına aldılar ve halen beşini gözaltında tutmaktalar. Bu baskından birkaç hafta sonra, benzer bir olayda, üç İranlı diplomat daha gözaltına alındı. Her iki grup, “Irak’taki Şii milislere destek vermek” ile suçlandılar. Basra Körfezi’ndeki ABD askeri yığınağının tahkim edilmesi de eklendiğinde, ABD’nin “Irak’taki İran’a” karşı fiilen savaş açtığı görülmektedir.

“Yeni Irak politikası” tartışmalarının arka planında ise, ciddi bir diplomatik atak bulunmaktaydı. 2006’nın son aylarından itibaren; ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, ABD Kongresi’nden heyetler ve son olarak Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Ortadoğu turuna çıktılar. Yine, ABD Başkanı Bush, Riga’daki NATO zirvesinden sonra Ürdün’e geçerek, burada Irak Başbakanı ile bir görüşme yaptı. Görüşmelerin ana ekseni, İran etkisine karşı Sünni Arap rejimlerini ABD’nin arkasında hizaya sokmaktı; nitekim bölgedeki hemen bütün Sünni Arap rejimleri, kısa bir süre içinde bu diplomatik atağa muhatap oldular (Ne Cheney, ne Rice, ne de Bush’un Ankara’ya uğramaması, ayrıca dikkat çekicidir.)

Bu atağın bir parçası olarak 10 günlük bir bölge turu yapan Demokrat Senatör Joseph Lieberman’ın Washington’a döndükten sonra kaleme aldığı bir makale, ABD’nin “yeni” Irak ve Ortadoğu politikasının zeminini anlamak açısından faydalı olacaktır. Şöyle yazıyor Lieberman:

Biz doğal olarak Irak’a odaklanmış durumdayız, ama ufukta daha büyük bir savaş beliriyor. Bir tarafta, İran’ın yönlendirdiği aşırılar ve teröristler, diğer yanda ise ABD’nin desteklediği ılımlılar ve demokratlar var. Irak, bu çatışmanın sürdürüldüğü en ölümcül muharebe alanı durumunda. Mücadelenin nasıl sona ereceği, sadece bölgeyi değil, 11 Eylül 2001’de bize saldıran aşırılara karşı yürütülen dünya çapındaki savaşı da etkileyecektir. İran ve Suriye’deki düşman rejimlerin iyi bildiği gibi, Irak’ta başarısızlık, ABD ve müttefikleri için stratejik ve ahlaki bir felaket olacaktır. Radikal İslamcı terörist gruplar, Sünnisi ve Şiisiyle, zaferin meyvesini toplayacaktır. Irak, onların askerlerini ve İran’ın terörist ajanlarını eğitip güçlendirmek için bir güvenli sığınak olacaktır. Hizbullah ve Hamas, ılımlı rakiplerine karşı güçlenecektir. Bir ılımlı Filistinli liderin söylediği gibi, ABD’nin Irak’tan erken çekilmesi, İran ve onun desteklediği grupların zaferi olacaktır.” (29 Aralık 2006, Washington Post)

“Demokrat” Lieberman’ın ISG tavsiyelerini hararetle destekleyen liderlerden biri olduğu düşünüldüğünde, Bush planı ile ISG planı arasında özde hiçbir fark olmadığı bir kez daha görülecektir. Ancak bu satırlardaki asıl önemli saptama, Ortadoğu’nun “yeni bir saflaşmaya” zorlanmasıdır. Onun ifadesiyle, bir tarafta İran, diğer tarafta “ABD’nin desteklediği ılımlılar ve demokratlar.” Tabii, bu “ılımlı ve demokratlar”ın, aslında hepsi kendine özgü birer baskıcı diktatörlük olan Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Mısır gibi ülkeler olduğunu söylemeye gerek yok.

ABD’nin tüm gücüyle dayattığı bu bölünmenin bölgedeki etkileri, kısa bir süre içinde hissedilir hale geldi. Son birkaç ay içinde meydana gelen, çoğu “stratejik” nitelikteki değişimler, bölgedeki bütün önemli ülkelerin, bu kanlı satranç tahtasında yeni mevziler aldığını gösteriyor. Kısaca özetleyelim…

LÜBNAN

Yaz aylarında İsrail terörüne maruz kalan Lübnan’da Hizbullah öncülüğündeki ulusal direnişin en önemli sonucu, Şii Hizbullah’ın bir “ulusal direniş gücü” olarak meşruiyetini pekiştirmesi olmuştu. Ancak 21 Kasım 2006’da, Batı yanlısı Hıristiyan bakan Pierre Gemayel’in öldürülmesiyle birlikte, dalga tersine dönmeye başladı. Gemayel’in ölümü, Batı yanlısı Fuad Sinyora hükümetine karşı Hizbullah öncülüğünde başlayan mücadeleyi derinden etkiledi. Hizbullah, pekişen moral otoritesini –haklı olarak– somut bir kazanıma dönüştürmek için harekete geçmiş, hükümetteki bakanlarını çekerek yeni bir hükümet kurulmasını dayatmaktaydı. Umulan, Lübnan’a emperyalistler tarafından dayatılan ve Şii Müslümanları “üçüncü sınıf vatandaş” yerine koyan siyasi sistemi değiştirebilmekti. Gemayel’in ölümüyle birlikte Hizbullah ve müttefiklerinin hükümete karşı mücadelesi “Şii-Sünni” çatışması mecrasına sokulmaya başlandı. Nitekim, iki ay süren ve büyük oranda etkisiz kalan barışçıl oturma eylemleri, bu satırlar yazıldığında, yerini çatışmalı bir genel eyleme bırakmış, “iç savaşın hortlayacağı” korkuları hiç olmadığı kadar güçlenmişti. Muhalefet karşısında köşeye sıkışan Sinyora hükümeti ise, bugüne kadar izlemeye çalıştığı “dengeli yaklaşım”ı bir kenara bırakmış, daha önce hiç olmadığı kadar ABD’nin kanatları altına girmiş bir görünüm veriyordu.

IRAK

Saddam Hüseyin ve Baas rejiminin iki kilit isminin tam bir vahşet içinde öldürülmeleri, Şii-Sünni gerilimini daha da tırmandırdı. Bağdat’taki Şii ağırlıklı hükümet son dönemde “Şii milislere” karşı göstermelik adımlar atsa da, başkent başta olmak üzere, ülkenin birçok bölgesinde tam bir “mezhepsel temizlik” kampanyası yürütüldüğü haberleri gündemden eksik olmuyor. Baas başta olmak üzere, direniş grupları, “esas düşmanın artık İran ve Şiiler olduğu” tespitinden hareketle, Şii nüfusa karşı intikam saldırıları düzenlerken, patlayan her bomba ülkeyi parçalanmaya daha fazla yaklaştırıyor. İngiliz ordusunun önümüzdeki dönemde Basra’dan çekilecek olması, “temizlik” kampanyasının ülkenin güneyinde hızlanacağını düşündürürken, yine kısa süre içinde parlamentodan geçmesi beklenen “yeni petrol yasası”, yeraltı kaynaklarının etnik ve mezhepsel bölüşümünün temellerini atacak görünüyor. Dolayısıyla, ulusal birliğin en önemli “maddi temeli” ortadan kaldırılmak üzere.

FİLİSTİN

Hamas hükümeti ile muhalefetteki El Fetih arasındaki çatışmalar, Aralık ayı içinde onlarca insanın ölümüne yol açtı. İran, Batı ambargosunu fırsat bilerek Hamas hükümeti ile ilişkilerini güçlendirirken, yozlaşmış El Fetih yönetimi hızla “Amerika’nın kucağına” ilerlemektedir. İsrail ve ABD’nin, Hamas’a karşı El Fetih güçlerine “silah ve para yardımı yaptığı” yönündeki haberler, iç savaşı kimlerin körüklediği hakkında yeterince fikir veriyor.

SUUDİ ARABİSTAN

Irak ve Lübnan’da Şiilere karşı Sünnilere “tam destek” açıklamaları yapan Suudi rejimi, hızla, ABD’nin Arap dünyasını parçalamak için kullanacağı “koçbaşı” olma yolunda ilerlemektedir. Geçtiğimiz aylarda Suud rejiminden, Iraklı Şiilere karşı ve sözde “Sünnilerin yanında” ardı ardına açıklamalar geldi. İlk açıklama, Washington’daki Suudi Büyükelçisi’nin danışmanı olan Nawaf Ubeyd’den geldi. Ubeyd, Washington Post gazetesine yazdığı makalede, “ABD’nin Irak’tan çekilmesi halinde, Suudi Arabistan’ın, İran destekli Şii milislerin Sünnileri katletmesini önlemek için büyük bir müdahalede bulunacağını” ilan etti. Hemen ardından, görevden alındı. Birkaç hafta sonra, 38 Suudi din adamı, “bütün dünya Sünnilerine” hitaben, Iraklı Sünnilere destek verilmesi yönünde çağrıda bulundu.

Ardından, rejime bağlı “Suudi Ulusal Güvenlik Değerlendirme Projesi”nin 40 sayfalık raporu geldi. Raporda, İran’ın Irak’ta bir “devlet içinde Şii devleti yarattığı” iddia ediliyor, “Suudi Arabistan, Iraklı Sünnilerin güvenliğini sağlamakta özel sorumluluk sahibidir” deniliyordu.

Bu arada, Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi Prens Türki el Faysal, 15 aylık görev süresinin ardından sürpriz bir biçimde istifa etti. El Faysal, Ubeyd’i görevden alan isimdi. Kendisinden önceki büyükelçinin 20 yıl kadar görevde kaldığı göz önüne alınacak olursa, bu istifanın kraliyet içinde hızlanan iktidar savaşlarının bir göstergesi olduğu anlaşılacaktır.

ABD’nin Irak’tan çekilmemesi yönünde neredeyse her hafta çağrı yapacak kadar düşkünleşen Suudi rejimi, çözemediği iç çelişkileriyle birlikte, geleceğini Amerikan politikalarına tamamen bağlamış, “çöküşe beş kala” bir tablo çizmektedir.

İRAN

ABD’nin esas olarak Suudi Arabistan’ı kullanarak Tahran’a karşı yürüttüğü baskı politikası, Mahmud Ahmedinecad yönetiminin hatalı ve provokatif politikalarıyla birleştiğinde, rejimde çatlakların meydana gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim, Evrensel gazetesinde Engin Esen’in işaret ettiği gibi, “reformcu-muhafazakâr” çekişmesi yeni bir düzleme taşınmış, iki eski cumhurbaşkanı (Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi) etrafında toplanan “reformcu” güçler, Ahmedinecad politikalarına karşı seslerini yükseltmeye başlamışlardır.

Bununla birlikte İran, askeri olarak “yaklaşan savaşa” hazır bir görüntü çizmektedir. Ardı ardına düzenlenen tatbikatlar ve Rusya ile sıkılaşan askeri ilişkiler, bu bağlamda dikkat çekicidir.

SURİYE

Geçtiğimiz ay ortaya çıkan “İsrail ile gizli görüşmeler”, Suriye’nin ABD ve müttefiklerine “sıcak davranma” politikasına, mümkün olduğu kadar devam edeceğini gösteriyor. Nitekim, Bush’un yeni politika açıklamasında İran ve Suriye’yi “eşit derecede tehdit” olarak göstermemesi, Washington’un en azından şimdilik, Suriye ile bir şekilde “görüşme” yolunu tercih edebileceğine işaret olabilir. Aralık ayı içinde bir grup Amerikalı senatörün Şam’a giderek Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir araya gelmesi, önemli bir açılım olmuştu. Buna rağmen Suriye, İran ve Rusya ile ilişkilerini de geliştirerek dengeli bir politika izlemeyi gerekli görüyor.

İSRAİL

“Yeniden mevzilenme”nin en dikkat çekici belirtileri, İsrail’de ortaya çıktı. İsrail’in son dönemde attığı adımları sıralayacak olursak:

Filistin’de Hamas-El Fetih çatışması çeşitli yöntemlerle körüklendi.

Başbakan Ehud Olmert’in 12 Aralık’ta “İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu” ima etmesinden kısa bir süre sonra, 21 Ocak’ta, İsrail Atom Enerjisi Komisyonu Başkan Yardımcısı Ariel Levite, ülkenin bir “nükleer eşik ülkesi” olduğunu ilan etti. Bu tanım, “nükleer silah geliştirme potansiyeline sahip olan, ama bunu resmen açıklamamış olan ülke” anlamına geliyor ve pratikte İsrail’i, her ikisi de nükleer birer güç olan Hindistan ve Pakistan’ın yanına yerleştiriyor. Dolayısıyla İsrail, on yıllardır sürdürdüğü “nükleer silahları konusunda belirsizliği bozmama” politikasına son vermiş oluyor.

23 Ocak tarihli Jerusalem Post gazetesine göre, İsrail Ulusal Güvenlik Komisyonu, ülkeyi “NATO’ya tam üye yapmak için” çalışmalara başlamıştır. Gazetede, İsrail’in bu hedefinin, Avrupa’daki ABD yanlısı politikacılar tarafından da desteklendiği ifade ediliyor. Kısa vadede mümkün görünmese de, İsrail’in NATO üyesi olması, NATO, İsrail, Türkiye, İran, Suriye ve Filistin başta olmak üzere bütün dünyada derin etkiler yaratacaktır.

Lübnan’da alınan “tarihi yenilgi”nin ardından, ülkenin havacı kökenli olan ilk Genelkurmay Başkanı Dan Halutz, istifa etti. Yerine, bir “emekli piyade komutanı” olan Gabi Ashkenazi’nin geçirilmesi kararlaştırıldı. Askeri kariyeri esas olarak Lübnan’a yönelik kara operasyonlarıyla şekillenen Ashkenazi’nin (hem de emeklilikten alınarak) genelkurmay başkanlığına getirilmesi, İsrail’in Lübnan yenilgisinden çıkardığı dersi de özetliyor: Bir ülkeye saldıracaksan, karadan saldır! Bu atama, “Lübnan’da yeni bir raundun yaklaştığını” söyleyen gözlemcileri haklı çıkarırken, ufukta yeni ve çok daha kanlı bir “Lübnan saldırısı” olduğu görüşünü kuvvetlendiriyor.

TÜRKİYE

Türkiye’nin “yeniden mevzilenişi”, Amerikan güdümlü 60 yıllık dış politikada meydana gelen çatlakları yansıtırcasına, karmaşık ve yönü belirsiz bir tablo çiziyor. Kuşkusuz bu tablo, egemen sınıfların parçalanmışlığını da sergilemektedir:

– 13 Aralık’ta İstanbul’da düzenlenen “Iraklı Sünniler konferansı” geleneksel dış politikanın değişmekte olduğunun en önemli göstergelerinden biri oldu. Konferansa katılan ve bir kısmı Iraklı direniş örgütleriyle yakından bağlantılı olan Sünni liderler “Şiilere ölüm!” çığlıkları atarken, Türkiye iç savaşta fiilen “taraf” haline gelmiş oluyordu. ISG raporunun ülkeye biçtiği rol de, tam olarak buydu zaten. Konferans nedeniyle, Türkiye, hem Bağdat hükümetini, hem Ortadoğu’daki Şiileri, hem de İran’ı karşısına almayı “başardı”. Misilleme olarak, 25 Aralık’ta Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde yapılan “Irak Halkı Konferansı”ndan dışlandı. Dolayısıyla, son üç yıldır öncülüğü yapılan “Irak’a komşu ülkelerin birlikte hareket etmesi” politikası esas olarak terkedilmiş oldu.

Benzer nitelikte bir başka konferans, Ocak ayının son günlerinde Ankara’da düzenlendi. “Kerkük konferansı”na çağrılmayan Iraklı Kürtler, Ankara’yı bir kez daha protesto ettiler.

Türkiye’nin Irak bataklığına –dolayısıyla İran ile karşı karşıya gelmeye– çekilmekte olduğuna dair en önemli emare ise, 23 Ocak’ta TBMM’de düzenlenen “gizli Kerkük oturumu” oldu. TBMM tarihinin bu beşinci “gizli oturumu”nda gündem, Türk ordusunun Irak’a müdahale edip etmeyeceği oldu.

Bu iki Konferans’a, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iki kilit demecini de eklemek gerekir. Erdoğan, geçtiğimiz ay içinde, ilk kez “Irak’ta iç savaş yaşandığını” ifade etti. Bu açıklamanın “mantıki sonucu”, Türkiye’nin bu iç savaşta “hangi tarafta olduğunu” deklare etmesi olmalıydı, çünkü Türkiye, Irak’ın komşusu olarak, bir iç savaş halinde “doğal olarak” taraf tutmak durumundaydı.

İkinci demeç, Saddam Hüseyin’in idamının ardından geldi. Erdoğan, idamın ardından, “Irak’ın Türkiye için artık Avrupa Birliği’nden bile önemli bir mesele olduğunu” söyleyerek, soru işaretlerini daha da artırdı. Aslında bu sözlerle, iç savaşta “kimin tarafında olunduğu” deklare edilmiş de oluyordu!

Bütün bu gelişmelerden en göze çarpanlarını bir kez daha özetleyelim:

1. Türkiye, Irak iç savaşına müdahale yolunda adım adım ilerlemekte, böylece İran ile giderek daha çok karşı karşıya gelmektedir.

2. Suudi Arabistan, kaderini ABD’ye bağlamış bir rejim olarak, İran’la karşı karşıya gelmeyi çoktan göze almış, “Ortadoğu Sünnilerinin hamisi” olmaya oynamakta, bölgedeki Şii-Sünni karşıtlığını körüklemektedir.

3. İsrail, nükleer deklarasyonları ve yeni genelkurmay başkanı ile, “nükleer silahların kullanılıp kullanılmayacağı” konusunda ucu açık yeni bir saldırıya hazırlanmaktadır. Hedef tahtasında İran ve Lübnan bulunmaktadır.

4. ABD, Irak’ta İran ve Suriye ile karşı karşıya gelmeyi göze almış, müttefiklerini de bu yola sürüklemekte, bir yandan da Körfez’deki askeri varlığını pekiştirerek, İran’a yönelik saldırı tehditlerini tırmandırmaktadır.

Bölgesel yeniden mevzilenme operasyonlarının kesişme noktası olan Irak, üç yıl gibi kısa bir süre içinde, bölgesel bir Ortadoğu savaşının yanmaya başlayan fitili haline geldi. Irak işgalinin gerçek etkisi, asıl önümüzdeki dönemde hissedilmeye başlanacaktır…

Bölge Örgütü Konferansı:Kürt Sorununda Yeni Dönem ve Hedeflerimiz

Bölge Örgütü, Kürt sorunundaki son siyasal gelişmeleri ve Bölge’deki örgütlenme sorunlarını merkezine alan Bölge Konferansı’nı, 12 Kasım 2006 tarihinde, Bölge Örgütü yöneticileri, il ve ilçe yönetim kurulu üyeleri, gençliğin Bölge Örgütü ve il gençlik örgütleri yöneticilerinin katılımıyla gerçekleştirmiştir.

Konferansımız, Kürt sorununu ve Bölge’deki yeni gelişmeleri, PKK tarafından ilan edilen 1 Ekim 2006 tarihli ‘ateşkes’ kararını, Irak işgalini, işgal edilmiş Irak’ta süren direnişi, Kürdistan Bölge Yönetimi’ni, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist planlarını, ABD, AB, Rusya ve diğer emperyalist odakların Kürdistan ve Ortadoğu bölgesi üzerindeki hesap, çelişki ve çatışmalarını, İran, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin ve diğer bölge ülke yönetimlerinin duruş ve tutumlarını; halkların emperyalizme karşı gelişen direniş eğilimlerini değerlendirmiştir.

Türkiye gericiliğinin, Kürt sorunu ve Kürt halkının demokratik talepleri karşısında sürdürdüğü inkarcı, şoven ve şiddet politikalarını, 85 yıldan bu yana süren kölelik koşullarını ve bu duruma tepki olarak ortaya çıkmış olan ve 25 yıldan bu yana süren çatışma sürecini, Türk halkının maddi ve manevi olarak ödediği ağır faturaya karşı yükselen tepkilerini, cenazeleri dönen asker anne ve babalarının ‘vatan sağ olsun diyemiyorum’ yönlü açıklamalarını, Kürt barış annelerinin çabalarını, aydınların barış ve demokratik çözüm amaçlı girişim ve çalışmalarını, Türkiye’nin emek ve demokrasi güçlerinin Kürt sorunu karşısındaki tutum ve yönelimlerini ve bu kapsamdaki yeni gelişmeleri gündemine alarak tartışmış olan konferansımız, bir dizi kararlar almış, hedefler belirlemiştir.

Konferans, Kürt sorununu, ulusların tam hak eşitliği ve kendi kaderini özgürce belirleme sorunu olarak ele almış, çalışmasını, örgütlenmesini ve hedeflerini bu perspektifle bir kez daha belirlemiştir. 20 milyon dolayında bir nüfusa sahip olan, ancak tüm demokratik hak ve özgürlüklerden yoksun olarak baskı altında yaşayan Kürt halkının sorunu demokrasi ve özgürlük sorunudur. Kürt proletaryası ve onun örgütü, bu sorunun ve taleplerin tutarlı savunucusu olarak, yeni dönemde daha büyük sorumluluklarla karşı karşıya bulunmaktadır.

Bölge işçi sınıfının, Kürt sorununun çözüm gücü olarak ileri çıkması, işçilerin Kürt sorununu ve halkın ulusal demokratik taleplerini kararlıca savunan güç olarak hamle yapması, aynı zamanda öteki milliyetlerden işçi ve emekçilerin dikkatini ve ilgisini de bu yöne çekecektir. İki ulustan işçi sınıfının sınıfın birliği ve dayanışması ve Kürt sorununun Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olarak ele alınmasında, Kürt proletaryasının tarihi sorumluluğuna dikkat çeken Konferans, Bölge Örgütünün çalışmasını bu ihtiyaçlar üzerinden değerlendirmiş ve daha da güçlendirmeyi kararlaştırmıştır. Başta sanayi proletaryası olmak üzere, kent ve kır proletaryasının, kent ve kır yoksullarının Kürt sorunu ve ulusal tam hak eşitliği mücadelesinde, sorunun demokratik çözümünde tayin edici olduğuna bir kez daha dikkat çeken Konferans, gençliğin ve kadınların örgütlenmesine olan ihtiyaç ve yönelimi yineleyerek, bu yönlü propaganda ve ajitasyon araçlarının zenginleştirilmesini hedef olarak belirlemiştir.

1- ULUSLARARASI MÜDAHALELERE AÇIK, ÇOK YÖNLÜ SİYASAL BİR SORUN OLARAK KÜRT SORUNU

Irak’ın işgalinden sonra, yakın bölgemizde ve Ortadoğu’da birçok gelişme yaşandı. Kürt sorununda yaşanan somut gelişmelere yenileri eklenerek sürüyor. 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte ‘Irak Kürdistanı’nda gündeme giren ‘Kürt Otonom Bölgesi’, artık ‘Kürdistan Bölge Hükümeti’ olarak yeni bir boyut kazandı. Bu gelişme, Kürt ulusal sorununda yeni bir durum yarattı. Hem Kürtler bakımından, hem bölge devletleri bakımından, hem de uluslararası güçler bakımından Kürt sorunu, artık yeni ve kapsamlı bir boyut kazanmış bulunuyor. Günümüzde artık eski ulusal inkarcı tutumu sürdürmenin olanakları kalmamıştır. On yıllardır Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de kölelik koşullarda yaşayan Kürt halkını, ulusal tam hak eşitliği mücadelesinden geriye düşürmenin koşulları, artık eskisi kadar kolay değil.

Kürt halkı, Ortadoğu’nun en büyük nüfusuna sahip halklarından biri olarak, eski durumu ve ulusal kölelik statüsünü kabul etmeyecektir. Irak’ın emperyalistler tarafından işgal edilmesinden sonra, ABD’nin kendi çıkarlarını gözeterek şekillendirmeye yöneldiği tablo, yeni bir durum yarattı. Süreç, Kürtlerin ulusal hükümetlerini oluşturmalarıyla sonuçlanmış bulunuyor. ABD ve diğer emperyalistlerin çok yönlü saldırı planlarına rağmen, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin kazanımlarını ve elde ettiği statüyü korumak için direneceği görülüyor.

‘Irak Kürdistanı’ndaki bu gelişme, Türkiye, İran ve Suriye sınırları içinde tüm ulusal hak ve özgürlüklerinden yoksun olarak yaşayan Kürtler için ‘heyecan verici’ olmuştur. Söz konusu ülkelerin gerici ve baskıcı yönetimleri ulusal zorbalığı sürdürmede ısrar eder ve yaşanan sorunu çözme doğrultusunda adım atmazlarsa, Kürt sorunu daha büyük bir sorun haline gelecektir. Bu ülkeler Kürt ulusal sorununu bölge için sorun olmaktan çıkaramazlarsa, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, uluslararası büyük güçler, Irak’ta olduğu gibi, sorunu ‘değerlendirmek’ten geri durmayacaklardır. Emperyalistler, Kürt ulusal sorununa müdahale ederek, bölgeye müdahaleyi onun üstünden yaptıkları gibi, Türkiye, İran ve Suriye üzerindeki kirli amaçlarını da, Kürt ulusal sorunu üzerinden yapacakları dayatmalarla ve Kürtlerin özlemlerini suiistimal ederek ve yedeklerine alarak gerçekleştirebilirler.

ABD, Ortadoğu’da her geçen gün daha fazla batağa batmaktadır. 650 bini aşkın kişinin ölümüne neden olan işgale rağmen, İngiltere’nin ve diğer emperyalist güçlerin desteğini alan ABD, Irak’ta direnişi durduramıyor. Bush yönetimi Kongre seçimlerinden yenilgiyle çıktı. Savunma Bakanı’nı kurban veren Bush, Irak’ta yenilgiyi telaffuz etmek zorunda kaldı. İran ve Suriye’nin “boyun eğmez” tutumunu sürdürüyor olması, Lübnan’daki gelişmeler, İsrail’in güçlü bir direnişle bozguna uğraması ve Lübnan halkının Hizbullah etrafında bir direniş odağı haline gelmesi, Arap halkları içinde gelişen moral ve direnme tutumu, Filistin’deki çıkmaz vb. birçok gelişme, ABD’yi Irak’ta ve Ortadoğu’da taktik değişiklilere zorlamaktadır. Ortadoğu’da her an her şeyin olabileceği, dengelerin değişebileceği bir gelişme yaşanmaktadır.

Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası bir sorun haline geldi

‘Irak Kürdistanı’nda Kürdistan Bölge Hükümeti’nin oluşması, ABD’nin Türkiye ve Kürt sorunu üzerindeki hesapları, PKK’nin demokratik açılımlar yapılmaması halinde sürdüreceğini belirttiği direniş, İran’a yönelik saldırı ve Suriye’nin sıkıştırılması çabaları ve Kürt sorununun bu ülkelere karşı bir koz olarak kullanılması, Avrupa Birliği’nin (AB’) planları, Rusya’nın Ortadoğu’ya ilişkin yönelim ve hesapları vb. birçok gelişme ve faktör, Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmiş bulunuyor. Hemen hiçbir emperyalist güç ve kukla Irak yönetimi, Türkiye, İran, Suriye gibi bölge gerici yönetimleri, Kürt sorununu hesaba katmadan adım atma ve taktik geliştirme şansına sahip değil.

Türk egemen sınıflarının inkarcı tutumunun yarattığı açmaz ve tüm bunların neden olduğu sorunlar da eklenince, Kürt sorunu, Türkiye halklarının, dolayısıyla partimizin ve Bölge Örgütümüzün sorunu olarak önümüzde bulunuyor. Tüm bu gelişmeler, Bölge Örgütümüze çok yönlü ideolojik, politik ve örgütsel bir dizi güncel ve uzun vadeli görevler yüklemiş bulunmaktadır.

Emperyalist işgalin, bölge halklarına yönelik saldırganlığın ve müdahalelerin karşısında süren direnişin güçlendirilmesini temel hedef olarak belirleyen Konferansımız,  Kürtlerin bölgedeki diğer uluslarla eşit haklara kavuşması, ulusal esaretten kurtulması ve tam hak eşitliğine dayalı bir yaşama ulaşması için mücadelenin daha da ilerletilmesi açısından olanakları değerlendirmiş, hedefler belirlemiştir.

“Kürt sorun var” demek bir şey ifade etmez oldu

Kürt sorunu, artık ‘terör ve asayiş’ sorunu olarak gösterilebilecek bir sorun olmaktan çıkmış bulunuyor. Kürt halkı ulusal uyanış ve özgürlük mücadelesinde önemli bir mesafe kat etmiş, Türkiye işçi sınıfı ve halkı, ilerici ve demokratik güçleriyse, yok sayma ve bu yönlü saldırılara karşı daha ileriden tutum alacak düzeye gelmiş bulunuyor. Türkiye, Kürt sorununda süregelen geleneksel inkar ve ona eşlik eden şiddet tutumunu sürdürmede oldukça zorlanacağı bir dönemde bulunuyor. Bölge Örgütümüz, bu gerçeği tarihsel bir avantaj olarak hassasiyetle değerlendirecektir. Kürt halkının inkardan ve ezilmişlikten kurtuluş ve tam hak eşitliğini kazanma ve dilerse ayrılma hakkını kullanma mücadelesi, haklı ve meşru bir mücadele olarak, her geçen gün daha da güçlenmektedir. Bunu şiddet yöntemleri kullanarak, sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirerek, ‘bölücü terör örgütü’ tanımıyla PKK’yi tasfiye amaçlı girişimlerde bulunarak bastırma olanakları, geçmiş yıllarla kıyaslanamayacak oranda tükenmiştir.

Artık dışarıda ve içeride ‘Kürt sorunu yoktur’ diyerek ortaya çıkacak güçlerin ve politik çevrelerin bir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Dünya ve Ortadoğu halkları ve Türkiye halkları, Kürt sorununda artık gerçeğin daha fazla ayırımındadır. Ve Kürt ulusal sorunu, ayrı bir devlet kurma veya ‘Ulusal Kürt Yönetimleri’ oluşturma sorunu olarak, hemen tüm güçler ve taraflarca kullanılmak istenmektedir. Kürt halkını esaret altında tutan gerici devletlerin direnci de, artık inkardan ve yok saymadan çok, statü sorununa direnme, tam hak eşitliğine karşı durma tutumu olarak belirginlik kazanmaktadır.

Kürt sorunu ve ABD’nin emperyalist hesapları

ABD, Kürt sorununu bölgenin en önemli sorunlarından biri olarak ele almakta ve kullanmak istemektedir. O, Irak Kürdistanı’nda oynadığı rolle, hangi amaçların peşinde olduğunu ve Kürt sorununu nasıl suiistimal ettiğini göstermiş bulunuyor. Kürdistan Bölge Yönetimi ve Kürt halkı, eğer demokratik bir yönelim içine girmez ise, büyük sorunlara bulaşmaktan kurtulamayacaktır. Kürt halkı, Sünni ve Şii olarak bölünmeye çalışılan Arap halklarıyla birlikte, emperyalizme ve işgale karşı ortak bir tutum geliştirerek ilerlemez ve karşılıklı güvene dayalı özgür bir gelecekten yana tutum sürdürmez ise, mevcut durumu sürdürmek ve ‘sağlama almak’ mümkün olmayacaktır. ABD’nin Ortadoğu’daki hakimiyeti ve halklar üzerindeki iradesi sürdükçe, halklar arasındaki sorunlar da büyüyerek sürecektir.

Avrupa Birliği (AB) de “Kürt sorunu yoktur” demiyor. Türkiye’nin AB aday üyelik müzakere süreci boyunca, Kürt sorunu, Kürtlerin kültürel hakları, Kürtlerin statüsü, azınlık mı ulus mu oldukları, anadilleri ve anadilde eğitim sorunları ve gelecekleri üzerine önemli tartışmalar oldu ve bu tartışmalar bazı yönleriyle yazılı kaynaklara da geçti. AB, AB aday üyelik müzakereleri sürecinde, Türkiye burjuvazisinden ekonomik ve siyasi ödünler koparmak için, Kürt sorununu olabildiğince kullandı, onu köşeye sıkıştırdı.

Türkiye egemen sınıfları ve onların hükümetleri ‘bölücü terör örgütü bitirilecektir’ diyerek açıklamalarda bulunsalar ve ‘PKK terörü’ diyerek Kürt sorununu gözden kaçırmaya ve gerçeği tersyüz etmeye çalışsalar da, uluslararası platformlarda, ‘Kürt sorunu’, on milyonlarla ifade edilen bir halkın sorunu, ulusal tam hak eşitliği sorunu olarak kendisini dayatmış durumda. Öyle ki, Türkiye egemen sınıfları, devlet ve hükümet temsilci ve sözcüleri, AB müzakereleri süreci ve diğer bazı uluslararası platformlarda, Kürt sorununun çözümü yolunda attıkları adımları, yaptıkları açılımları ve gerçekleştirdikleri ‘reformları’ övünç vesilesi etmekten geri durmadılar.

Artık hiçbir siyasi parti ve çevre, Kürt sorununu yok sayma olanağına sahip değil. Gelinen yerde; Türkiye egemenleri Kürt sorununun çözümünde ortak davranma kararlılığını da yitirmiş bulunuyor. Bölge Örgütü Konferansımız, bu gelişmeler ışığında, ideolojik, politik ve örgütsel olarak daha ileri hedefler belirleyerek, hareket etmeyi kararlaştırmıştır.

Kürt sorununda geleneksel inkarcı tutumda ayrışma artıyor

Günümüzde; AKP, DYP, TÜSİAD, TOBB’un bir kanadı, AB’ciler, liberal aydınlar ve çevreleri, Kürt sorununda geleneksel inkarcı tutumla uyuşmazlık içine girmiş bulunuyorlar. Generaller ve geleneksel Kürt politikasını savunan CHP, Kızılelmacılar, geleneksel faşist çevreler dışındaki geniş bir kesim; Kürt sorununun bir biçimde “çözülmesi”nden yanadır. Ancak bu çevreler, kendi aralarında birleşemediklerinden, “inkar ve çözümsüzlük mihrakı” karşısında bir güç oluşturamamakta, bir irade olamamaktadırlar. Bu yüzdendir ki, özellikle de generallerin karşısına bir ”dış mihrakla” birlikte çıkmayı tercih etmektedirler.

Nitekim; Kürt sorununda az-çok “çözüm olsun” diyenler, bunu, ya ABD’nin, ya AB’nin, daha çok da hepsinin birden arkasına saklanarak söylemektedirler. Ama bunu da, milliyetçiler, şovenizme sarılanlar, geniş Türk kökenli ve milliyetçiliğin etkisindeki halk kesimlerini hedefleyen “Kürt sorununu yabancılar dayatıyor” propagandasının dayanağı ve vesile yaparak, bir silaha dönüştürmektedirler.

Dolayısıyla gelinen yerde, “Kürt sorunu vardır” demek artık bir marifet değildir; giderek marjinalliğe sıkışmakta olan kimi güç odakları dışında, herkes, her çevre Kürt sorununun varlığını kabul etmektedir. Ancak burada; “çözelim” diyenler; Kürtleri muhatap almama ve nasıl çözüleceğini açıklamama konusunda hemfikirdirler. Çekingenlikle ve inkarcı milliyetçilikle kopuşmamış, halkçı olmayan konumlarından gelen “Önce teslim olsunlar sonra çözümün nasıl olacağını düşünürüz” yaklaşımıyla hareket etmekte, sorunu, çarpıtarak, PKK’nin ‘terörist’ eylemleri olarak göstermeye ve anlatmaya özen göstermektedirler.

Türkiye gericiliği daha çok sıkıştırılacak

Diğer yandan Türkiye, Kürt sorununu ‘terör’ sorunu olarak göstererek, ‘terörist örgüt’ saydığı PKK’ye karşı ABD, AB ve diğer emperyalist güçleri tutum almaya zorlamak isterken, sorunun uluslararası bir boyut kazanmasına da neden olmuş, bazı girişimlerin öne alınmasını hızlandırmıştır. Buradan, Türkiye, yeni bir sürece doğru sürüklenmiş, emperyalistlerin eline büyük kozlar vermiş ve aynı zamanda kendisini sıkıştırmış bulunuyor. Türkiye, son bir yıl içinde sürdürdüğü “Kandil Dağı’na operasyon” çabasıyla ABD’nin elini daha da güçlendirmiştir. Türkiye egemen sınıfları, onların hükümetteki ve diğer sözcüleri, emperyalistlerin Kürt sorununu her vesileyle ortaya atıp pazarlık konusu etmeyi sürdürmelerine yeni imkanlar yaratmışlardır. “PKK Koordinatörleri” fikri de bu çerçevede ortaya çıkmıştır. AKP hükümeti, askerleri ABD sopasıyla korkutmak için -altında kalma ihtimali fazla olmasına karşın- “koordinatörlük”e sarılmıştır. Koordinatörlük, bir pazarlık birimi olarak oluşturulmuştur ve önümüzdeki dönemin tartışılan sorunu olacaktır.

Parti ve Bölge Örgütümüz, Kürt sorununu Kürt halkının ulusal tam hak eşitliğini kazanma sorunu olarak görmek istemeyenlerin, sorun üzerinden demagoji yapmayı sürdürenlerin, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da karşısında duracaktır. Halkımızı yedeklemeye dönük çabalar ve girişimlerin önünü kesmek için, çok yönlü bir aydınlatma ve örgütleme çabası içine girecek olan partimiz ve Bölge Örgütümüz, AKP’nin ve diğer burjuva parti ve çevrelerin saptırıcı ve örtüleyici girişim ve manevraları karşısında halkı uyaracak ve demagojik çabaların deşifre edilmesi çabasını sürdürecektir.

En ileri gidenlerin bile; Kürt sorununu ‘PKK sorunu’, PKK’yi de ‘terörist örgüt’ ilan ederek, “Önce teslim olsunlar, sonra çözümün nasıl olacağını düşünürüz” demelerini boşa çıkarmanın ve Kürt sorununu söylenen birkaç boş söz üzerinden rant kapısına çevirmeye yönelik hesapları bozmanın yolu kitlesel halk hareketini geliştirmekten geçmektedir.

Konferansımız, PKK’nin 1 Ekim’de açıkladığı ve tüm provokasyonlara, süren operasyonlara, Kürt ve Türk gençlerinin öldürülmesine neden olan silahlı çatışmalara rağmen sürdürdüğü ‘ateşkes’ kararının ardından DYP Genel Başkanı Ağar tarafından yapılan açıklamaları da değerlendirmiştir. “Kürt sorununu ben çözerim” diye ortaya çıkanların fazlasıyla önemsenmesi, bunların büyük bir değişim içinde oldukları yönlü açıklamaların yapılması, geçmişi belli olan bu kişi, parti ve çevrelerin abartılarak gündemde tutulması kabul edilir değildir.

Bilindiği gibi, Özal’dan beri bu böyle devam etmektedir. Her dönem, bir burjuva gerici kişi ve mihrak bu rolü üstlenmekte ve halkımızın özlemlerini suiistimal ederek yedeklemek istemektedir. AKP’nin de bu yönlü propaganda ile Kürt halkı içinde küçümsenemez oranda etki sağladığı ve oy aldığı bilinmektedir. Onun ikiyüzlü politikasının içerdiği inkarcı esas göz ardı edilemez. Günümüzde yeni popüler “çözücü kişilik” Mehmet Ağar olmamalıdır. Kürt milliyetçi çevrelerin ve diğer bazı liberal çevrelerin bu yönlü övgüleri, burjuva kamptaki bazı farklı kişilerin bu kapsamdaki açıklamalarını abartarak öne çıkarmaları ve kitlelerin dikkatini bu sınırlı çerçeveye sıkıştırmaları kabul edilir değildir.

Kürt sorunu, ABD-Türkiye ilişkileri, AB ve Rusya’nın Ortadoğu’ya yönelik hesapları

ABD-Türkiye ilişkileri, bazı dönemsel sarsıntılar geçirmiş olmakla birlikte, süregelen çizgi üzerinden devam etmektedir. Kürt sorununun ilişkileri bozan bir sorun olmaktan çıkarılması da gündeme alınmış bulunuyor. AKP hükümeti eliyle Türkiye ve Ortadoğu’da rahatça at oynatacağını, GOP’u onun eliyle kolayca devreye sokacağını düşünen ABD, Türkiye halklarının güçlü tepkisini göğüslemekten korkan AKP hükümetinden umduğu gibi yararlanamasa da, AKP’yi ve Türkiye’yi değerlendirmek için yeni taktikler geliştirmeyi sürdürüyor.

Irak’ın işgali öncesinde Türkiye’nin bir savaş üssü olarak kullanılmasını, limanların, kara ve hava yolunun ABD ordusuna ve savaş aygıtına açık tutulmasını kapsayan ‘Tezkere’nin 1 Mart 2003’te TBMM’de ret edilmesinin ABD’de yarattığı ‘hayal kırıklığı’, AKP hükümeti ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin attığı yeni adımlar ve ödünlerle ‘telafi edilmiş’ görünüyor. Lübnan’a asker gönderilmesi, silah ve savaş uçağı alımları, tank ve uçakların bakım ve onarımı ve diğer birçok ekonomik, askeri ve siyasi anlaşma da bu kapsamda değerlendirilebilir. ABD’nin, Kürdistan’da bulunan karargahında Türk subay ve askerlerini gözaltına alarak tartaklaması ve başlarına çuval geçirerek sorgulaması operasyonu da hazmedilmiş, dahası tatlıya bağlanmış bulunuyor. Bir süre iç politikada kullanıldıktan, ırkçı ve şoven propagandaya ve Kürt düşmanlığına malzeme yapıldıktan ve kışkırtmaya vesile edildikten sonra, bu da unutulmuş bulunuyor.

Ancak, ABD, Irak işgalinin ardından genişleyerek süren direniş karşısında giderek daha da zorlanmaktadır. ABD Irak’ta 3 binden fazla asker kaybetmiş durumda ve kayıplar ve artış oranı yükseliyor. İran ve Suriye’ye yönelik saldırı hesaplarını kolaylaştırmak için bir avantaja dönüştürmek istediği İsrail’in Lübnan’a saldırısı da ters tepmiş bulunuyor. İsrail’in Hizbullah karşısında uğradığı yenilgi, İran’ın elini daha da güçlendirdi. 34 gün süren Lübnan direnişi Suriye’ye nefes aldırdı ve tüm Arap halklarında memnuniyet ve direniş heyecanı yarattı. Direniş, Arap halklarının ABD ve İsrail’e karşı mücadele azmini biledi. Irak’taki işgale karşı direnişi daha da güçlendiren bu gelişme karşısında, ABD, Kürt sorununu ve Türkiye ile ilişkilerini öne çekmek, İran ve Suriye’ye yönelik saldırı planını revize ederek, yeniden ele almak durumunda kaldı. Lübnan Direnişi, ardındaki olaylar ve Ortadoğu’daki bir dizi gelişme, ABD’nin stratejisi bakımından Türkiye’nin ve aynı zamanda Kürt sorununun önemini daha da arttırdı.

ABD, koordinatörlüğü bu koşullarda devreye soktu. PKK’yi gündemine almaya buradan ihtiyaç duydu. Ayrıca Türkiye’nin F-35 projesine ortak edilmesinde bu gelişmenin önemli rolü bulunmaktadır. Türkiye’nin elini güçlendiren ABD, İran’a yönelik planında Türkiye’yi devreye sokmayı fazlasıyla önemsemektedir. Ancak Türkiye’nin, ABD istiyor diye, hemen İran’la kapışmaya girmeyeceğini de görüyor. İran’ın Irak’a benzemediği, İran’a saldırının Irak kadar rahat olmayacağı da bilinmektedir. Bunlar, Türkiye’nin Ortadoğu’daki işbirlikçi rolünü arttıran etkenler.

Diğer yandan, ABD’nin GOP’u gerçekleştirmek için dayanmak istediği güçlerin her birinin bir diğeriyle problemli olduğu ve her güç odağının bu gelişmeyi kendi hasmına karşı kullanmak isteyeceği de bir gerçek. Bölgenin hiçbir devleti bir diğeriyle mutabakata varmış değil. Ancak, ABD, “koordinatörlük” aracılığı ile PKK liderleriyle “oturulacak masa” yaratmıştır! Şimdi, ‘Kuzey Irak Kürtleri’ni Türklere, Türkleri Kürtlere karşı kullanırken, ikisini birden kendi stratejisine bağlamak için de “koordinatörlük masası”nı kullanacaktır. Generaller, biraz da ABD’nin bu hesabını fark ettikleri için, “Koordinatörlük”e soğuk durduklarını belli etmektedirler. Ama ABD’den çekindikleri için söyleyemediklerini, CHP ve öteki milliyetçilerin, kızılelmacıların ağzından söylemektedirler.

AB ise, koordinatörlüğün ABD için son hamlelerden biri olduğunu ve başarısız olacağını düşünmekte ve başka alanlarda olduğu gibi onun başarısızlığına oynayarak sırasını beklemektedir. Çünkü; Irak’ta “yenilgi” ve “çekilmeyi” tartışan ABD’nin diğer alanlardaki sorunları da artacaktır. Çekilmeyi tartışmak başka çekilmek başka olsa ve ayrıca çekilmeye karar verse bile bunun yıllar alabileceği bilinse de, çekilmeyi tartışmanın bile bir karşılığı bulunmaktadır ve ABD’ye çıkarılacak bir faturası vardır.

Şu bir gerçek ki; AB, “koordinatörlük”e soğuk durarak, hem Türkiye Kürtlerine, hem Türkiye’ye, hem de bölge Kürtlerine ABD’nin çözümlerinin iflasa yaklaştığını söylemek isterken, aynı zamanda, ABD’den boşalacak her boşluğu doldurmak için hazır olduğunu belli etmektedir. Fransa ve Almanya başta olmak üzere, AB’nin güçlü emperyalist devletleri, ABD stratejisinin olası iflası üzerine inşa ettikleri bir strateji izliyorlar.

Rusya’nın da benzer bir beklentisi olduğunu belirtmek gerekir. Ama, Rusya’nın “atları” AB’nin “atları”ndan farklı: Arap milliyetçileri, eski SB işbirlikçileri ve bugünkü direniş içinde etkin olan güçler vb., AB ve ABD ile kanları uyuşmayacak İslamcı çevreler… Kısacası, AB ve Rusya, ABD’nin bölgede güç ve itibar yitimine oynamaya devam ediyorlar.

 

Ateşkes kararından sonra PKK’nin ‘silahsız muhatap’ kılınması hesabı

ABD, 1 Ekim 2006’da ateşkes kararı açıklayan PKK’den daha fazla ödün vermesini istiyor. ABD, AB, diğer emperyalistler, PKK’den, ateşkesten öte adımlar atmasını, giderek silah bırakmasını isterken, Türk egemen sınıflarından da, bu adımları kolaylaştıracak bazı açılımlar yapmasını istemektedirler.

Kürt sorununun artık eskisi gibi ele alınamayacağını bilen ve bu durumdan fazlasıyla yararlanmak isteyen ABD, PKK dışında Kürt muhataplar yaratmak için, hem Türkiye üzerinden, hem Kürt burjuva feodal çevreleri ve hem de Kürdistan Bölge Hükümeti üzerinden girişimlerde bulunmasına, PKK’den küçük bir parça kopararak PWD’yi yaratmış olmasına, HAK-PAR, PSK ve diğer bazı oluşumları öne çıkarmak istemesine rağmen, bu hedefine ulaşamamıştır. Şimdi artık, etkisini kıramadığı ve ‘terörist örgütler’ listesine aldığı PKK’yi ‘barışçı’ muhatap olarak kabul etme ve bunu müttefiklerine kabul ettirme tutumuna yönelmiş bulunuyor. Bu durum, her yeni gelişme ışığında yeni bir değerlendirmeye tabi tutulabilir olsa da, ABD’nin bu yönlü çabayı sürdürmek istediği anlaşılmaktadır.

Silahlı güçlerini muhafaza eden bir PKK’nin ABD için güvenilmez olduğu ifade ediliyor. Güvenilir bir hareket olarak kabul edilmiyor olmakla beraber, Türkiye’nin isteğine uygun hareket edip Kandil Dağı’na operasyonlar düzenleyerek PKK’ye müdahale etmenin, Kürdistan’da nelere yol açacağı da gözden uzak tutulmuyor. PKK’ye yönelik bir saldırının istikrarsızlık yaratacağı görülüyor, ama bunun hangi boyutlara ulaşacağı kestirilemiyor. Irak’ta büyüyerek devam eden direnişle başı belada olan, büyük kayıplar veren ve giderek daha fazla sıkışan ABD, İsrail’in Lübnan Direnişi karşısında uğradığı hüsrandan sonra, daha çok endişelenmekte ve PKK’ye “başka türlü” davranmaya daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

Kendi denetiminde olmayan silahlı direniş hareketlerine müsamaha göstermeyen ABD’nin yanı sıra, Kürt burjuvazisinin de PKK’nin silahsızlanmasını istediği, af çıkması halinde PKK’nin silahlarını ABD’ye teslim edeceği yönlü beklentileri sahip olduğu biliniyor. Bu, açıkça ifade ediliyor. ABD ve AB’nin ‘ateşkes yetmez, silahları bırakın’ yönlü açıklama ve demeçlerine sıcak bakan ve bunları benimsediğini ifade eden Kürdistan Bölge Hükümeti ile (Türkiye)Kürt burjuva-feodal güçleri, Türk devletinin henüz PKK’nin silah bırakmasını kolaylaştıracak bazı adımları atmaması nedeniyle kaygı taşısalar da, PKK’nin ateşkes kararıyla yetinmeyerek, silahları hepten bırakmasını istemekte, bunu dillendirmektedirler.

Kürt ulusal direniş örgütü çevresinde önemli bir güç durumundaki Kürt burjuva-feodal çevre de, bu eğilim içinde bulunuyor. 5-6 bin silahlı militanı olan PKK’yi Kürt burjuvazisi üzerinde de bir yaptırım unsuru olarak gören burjuva-feodal güçler, bazı kazanımlar ve kısmi temsiliyet elde ederek ilerlemek istemektedirler. PKK’nin Kürt burjuvazisiyle çelişkiye düşme ve kapışmaya girmekten uzak durduğunu bilen ve bunu değerlendirmek isteyen burjuva-feodal çevrelerin ateşkes sürecini birçok yönüyle, ama ‘hassasiyetle’ değerlendirmek istedikleri görülüyor. Kürt burjuva-feodal sınıfının, Kürt halkının ‘barış’ özlemini ve taleplerini bu amaçla ele aldığı, on yıllardan beri süren savaş koşullarının, çatışma ve ölümlerin son bulmasını isteyen Kürt halkının barış taleplerini istismar ederek kullanılmak istediği görülmektedir.

1 Ekim 2006’da ateşkes kararı açıklayan, bunu sürdürmek için çözüm yolu arayan ve barışı kalıcılaştırmak, Kürt sorununda demokratik açılımlar sağlayarak ilerlemek isteyen PKK ise oldukça ağır ve karmaşık bir sürecin içinde bulunuyor. Her yönden süren bir kuşatmadan, içerden ve dışardan süren bir baskıdan söz etmek abartı olmayacaktır. Kürt burjuvazisinin, Kürt halkının talepleri, ulusal tam hak eşitliği ve KKTH mücadelesi karşısındaki tutarsızlığı ve halkın talepleriyle oynadığı düşünüldüğünde, Kürt sorununu kültürel haklarla sınırlı bir düzeye çekerek ve atılan bazı küçük adımları başarı gibi göstererek, halk muhalefetini yedeklemek için çaba gösterecek olması şaşırtıcı değil. Silahlı direnişi sürdüren PKK’nin Kürt burjuvazisi için de bir tehlike olarak görüldüğü düşünüldüğünde, PKK’nin çok yönlü bir kuşatma ile karşı karşıya olduğu ve silahtan arındırılarak etkisizleştirilmek istendiği rahatlıkla görülebilir.

Halk hareketi, işçi ve emekçi halk direnişi

Ortadoğu’daki gelişmeler ve Kürt sorunu bağlantılı karmaşık bir sürecin içinde bulunuyoruz. Emperyalizmin ve işbirlikçi bölge devletlerinin ve diğer baskıcı devletlerin hesaplarını bozacak olan tek güç, halkların mücadelesi ve direnişidir. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin politikalarını işlemez kılacak ve onlara darbe vuracak olan, işçi sınıfının, gençliğin, kent ve kırın emekçi sınıflarının kitlesel eylemleri, halk hareketi ve halk direnişidir.

Türkiye egemen sınıflarını, kaderini ABD ve Avrupalı emperyalistlere bağlamış işbirlikçi burjuvazinin politikalarını işlemez kılmanın yolu buradan geçiyor. İşçi sınıfının ve halkların örgütlü gücü dışında bir çıkış yolu bulunmamaktadır. Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt gençliğinin –Türkiye işçi sınıfı ve halkıyla da– birleştirilmiş ve doğru bir hedefe yönelmiş gücü karşısında mevcut politikaları sürdürmek mümkün olmayacaktır. Egemen sınıfların kendi içlerinde yaşadıkları çelişki ve çatışmaların yarattığı olanaklar da hesaplandığında, bunun olanakları fazlasıyla mevcuttur. Ekonomik ve sosyal taleplerin ve siyasal özgürlüklerin kazanılması kararlı bir mücadele ile mümkündür.

Kürt sorunun demokratik çözümünde ileri adımların atılması da, Bölge halkının Bölge düzeyinde göstereceği kararlı duruş, kitlesel eylem ve direnişle başarılacaktır. Düne göre daha karmaşık ve zor bir süreçte bulunuyoruz. Ancak mücadele ve direnişin anlamı ve meşruiyeti daha çok algılanmış ve kavranmış durumda. Kürt halkının kuşatılmışlığını parçalamanın yolu, hiçbir beklenti içine girmeden, hükümetten ve hükümet dışı burjuva çevrelerden hiçbir samimi adımın atılmayacağını, atılacak adımların ancak halkın mücadelesiyle zorlanıp gerçekleşebileceğini bilerek hareket etmekten geçmektedir.

İnkar ve asimilasyonu, şiddet ve ezme politikalarını püskürtecek olan, Türkiye işçi sınıfı ve halkından da destek alacak Kürt halkı, Kürt işçi ve emekçileri, Kürt gençliği ve kadınlarının mücadelesidir. Sömürüye, ulusal inkara ve her türlü baskıya karşı, fabrikalarda, işyerlerinde, üniversitelerde, semtlerde ve mahallelerde mücadele organları kurarak, komiteler etrafında birleşerek, direnme örgütlerini güçlendirerek, halkın temsiliyetini sağlayan heyetler oluşturarak ve bunların çağrı ve eylemleri üzerinden hareket ederek ilerleyebiliriz. Emek ve demokrasi güçlerinin birliğini bu taban örgütleri üzerinden sağlayarak birleşik ve güçlü halk hareketini yaratabiliriz.

PKK’nin kuşatılmışlığını da kapsamak üzere, saldırıları ve oynanan oyunları parçalamanın yolu, başta Kürt halkı olmak üzere, tüm emek ve demokrasi güçlerinin birleşik mücadelesinden geçiyor. Partimiz, Bölge Örgütümüz ve demokrasi güçleri bunu başarabilecek birikim ve deneyime sahiptir. Partimiz, Bölge Örgütümüz ve Bölgedeki emek ve demokrasi güçleri arasında bunu gerçekleştirebilecek güven ve diyalog da mevcuttur.

PKK’nin süren kuşatma karşısında alacağı tutumu belirleyecek olan da halkın örgütlü gücü ve yükselen halk hareketi olacaktır. Üretim ve hizmet, eğitim ve sağlık alanlarında ortaya çıkacak olan ve giderek birleşik bir hareket olarak sokağa taşacak olan eylemler, Türkiye egemen sınıfları ve –işbirlikçi olanların yanında– uzlaşmacı Kürt burjuvazisi için de geriletici olacaktır. Bu durumun aşılmasında partimizin sorumlulukları daha da artmıştır.

Partimiz ve Bölge Örgütümüz, egemen sınıfın ve işbirlikçi kesimlerin taktikleri ve planlarının karşısında kararlıca duracak, Kürt ulusal hareketinin tecrit edilmesi politikalarının püskürtülmesi için daha fazla sorumluluk yüklenecektir. Kürt ulusal hareketiyle, sendika ve kitle örgütleriyle, ilerici ve demokrat güçlerle birlikte hareket etmede, bu güçlerin birleştirilmesinde, ateşkes kararının halkımızın barış ve demokratikleşme mücadelesinde ileri bir adım olabilmesini sağlamada tüm örgütlerimiz tam bir seferberlik hali içinde olacaktır.

Bölge Örgütümüz kitlesel halk eylemlerini geliştirmede kararlı davranır, mücadele araçlarını zenginleştirmede yetenek gösterirse, burjuva gericiliğini, ırkçı ve şoven güçleri geriletmek pek ala mümkün olacaktır.

Fabrikalar, işyerleri, hastaneler, üniversiteler, okullar, semtler, mahalle ve köyler vb. tüm yaşam alanlarında, üretim ve hizmet işkollarında yürüttüğümüz çalışma, Kürtlerin ulusal kurtuluş ve öteki uluslarla tam hak eşitliğine sahip olma mücadelesinin ihtiyaçları gözardı edilerek asla gerçek bir devrimci sınıf  çalışması niteliğine yükselemeyecektir. Çalışmamızı bu yönüyle de ilerletmeyi başarırsak, ateşkes kararının tüm Türkiye halkları için, demokratik Türkiye için, barış ve kardeşlik, eşitlik ve özgürlük için önemini geniş halk kitlelerine, tüm Türkiye halklarına anlatabilirsek, ‘terör ve bölücülük’ demagojisini boşa çıkarabilir ve ilerleyebiliriz. Bu durum, işçi ve halk  hareketinin yönünü ve rengini değiştirecek, demokratik Türkiye’nin önünü açacaktır.

Emekçi halk kitleleri içinde örgütlenmiş güçlü dayanakları, organları, işyeri ve mahalle komite ve grupları olmayan ve yaygın örgütlere dayanmayan bir mücadele örgütünün azgın saldırılar karşısında nasıl zorlanacağı, dahası amacına ulaşamayacağı bilinmez değildir. PKK bakımından da böylesi zorlu bir süreç yaşanıyor. Newroz kutlamaları, seçim dönemleri ve başka birçok benzer durumda bir araya gelerek, yüz binler olarak duruş gösteren, milyonu aşan kalabalıklara ulaşan Kürt halkının, eylem ve örgütlenme tarzı ve kültürünün ileriye doğru değişimi, yerel örgütlerin çoğalması ve yaygınlaşmasından geçiyor. Kürt işçi ve emekçileri, Kürt gençliği ve kadınları demokrasi, özgürlük ve barış için, siyasal talepler için yüz binlerle, milyonlarla alanlara çıkmayı gerçekleştiremezse, saldırıları püskürtmek mümkün olmayacaktır.

Ateşkes kararının üzerinden kısa denemeyecek bir süre geçmiş olmasına rağmen egemen sınıfları sarsacak kitlesellikte bir tutumun gösterilmemiş olması, hareketin zaafı olarak değerlendirilmelidir. Bunu aşmak için partimiz ve Bölge örgütümüz yoğun bir çaba içinde olacaktır. Bölge Örgütümüz, yeni dönemin mücadele ve eylem çizgisini buradan çıkarmaktadır.

Bölgede yeni dönemin çalışmasını düzenlerken, bunun tamamen Bölgeye özgü olması ve Kürt halkına yönelik bir çalışma olarak şekillenmesine özel önem vermeliyiz. Bölgenin ve Kürt halkının durumunu, duygu ve düşüncelerini ve sürmekte olan ulusal mücadeleyi göz önüne alarak çalışmamızı yeniden düzenlemeliyiz. Ulusal talepleri, sosyal ve siyasal gelişmeleri kapsayan, ulusal dili, kültürü ve ruh halini gözeten bir çalışma içinde olmalıyız.

Hedeflerimizi tazelerken, Bölgede yeni dönemi, tanımlar ve pozisyonumuzu belirlerken, temel kaygımız işçi ve halk hareketini ilerletmek, demokrasi mücadelesini kazanmak olacaktır. Her yeni gelişmeyi, somut olgular üzerinden ve kolay anlaşılır hale getirerek anlatmak, bunu daha çok Kürtçe seslenerek, Kürtçe materyal hazırlayarak, Kürtçe-Türkçe bildiri ve broşürler çıkararak, dağıtarak, ulusal renge bürünmüş devrimci çalışmayı olağan bir tutum haline getirerek ilerleyeceğiz. Partimizi ve Bölge Örgütümüzü Kürt işçi ve emekçilerinin örgütü olarak etkin kılmak temel kaygımız olacaktır.

Tam hak eşitliğinin savunulmasında gösterilen kararsızlık ve ‘sol’ ‘sosyalist’ görünümlü tutumun mahkum edilmesi

Yaşanan gelişmeler ve PKK’nin sürdürdüğü silahlı direniş, giderek, kendisini ‘solcu’ olarak gösteren, ama Türk milliyetçiliğinden kurtulamayan kesimleri daha çok tedirgin etmekte ve giderek karşı cephenin kıyısına sürüklemektedir.

Kürt sorununu Kürt halkının ile Türk halkıyla ulusal tam hak eşitliği ve geleceğini özgürce belirleme hakkı olarak görmeyen, göremeyen bu çevrelerin gösterdiği tutarsızlık, Türk aydınlarının önemli bir bölümünü de olumsuz yönde etkilemektedir. Kürt halkının demokratik haklarını kazanma uğruna sürdürdüğü kitlesel demokratik mücadele ve direniş karşısında gericileşen küçük burjuva liberal siyasi akım ve partiler, Kürt halkının dil, kültür, kimlik ve siyasal özgürlükler kapsamındaki mücadelesini desteklemek yerine etkisiz kılma çabası içindeler. Egemen propagandanın esiri olarak eğilip bükülen, savrulup saçılan bu ‘solcu’ ve ‘özgürlükçü sosyalist’ parti ve gruplar, İstanbul ve diğer bazı merkezlerde Kürt ulusalcı güçlerinin katıldığı eylem ve etkinliklere katılmama tutumu bile sergilediler.

1 Mayıs gibi uluslararası önemdeki günlerde bile, Kürt ulusal hareketini, onların simge ve sloganlarını sorun ettiler, rahatsız oldular ve giderek ayrıştılar. Kürt direnişinin simgesi olmuş isimler ve Kürt halkının ulusal simge ve renkleri, bayrak ve dövizlerine karşı gerici tutum alıyor ve tepki gösteriyor, hemen her vesileyle, kendilerini Kürt ulusal demokratik güçlerinden ayrıştırmaya çalışıyorlar. Dahası ayrı durduklarının bilinmesine, bunun duyulup öğrenilmesine özen gösteriyorlar. Şovenizmin etkisindeki Türk halk yığınlarına şirin gözükmek için bunu bazen daha yüksek sesle dile getiriyor ve duyurmaya çalışıyorlar.

CHP’nin inkarcı, şoven ve asimilasyoncu tutumu ve sürdürdüğü resmi politikaları biliniyor. İP gibi partiler ve çevrelerin şoven ve inkarcı tutumu Kızılelmacı duvara dayanmış bulunuyor. Emekli general, subay ve astsubaylar, emekli savcı, vali, emniyet müdürleri ve polisler, bu cephenin bileşenleri olarak, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin karşısında yer alıyorlar. İP, Türkiye’de özgürlüklerin çok fazla olduğunu söylüyor, “sol” adına 301 vb. savunuculuğu yapılıyor.

Ancak ÖDP gibi ‘özgürlükçü sosyalist’ ve TKP gibi ‘komünist’ etiketli partiler ve çeşitli ‘sol’ çevrelerin de yükselen şovenizm karşısında teslim oldukları bir süreç yaşandı. CHP dışındaki ‘sol’ kesimlerin Bölge’de bir güç oluşturamadığı bir gerçek. Bu tutumlarını sürdürmeleri halinde Kürt işçi ve emekçileri içinde yer edinmeleri mümkün görünmüyor. CHP’nin de Bölge halkı içinde süratle tecrit olduğu bir süreç yaşanıyor. Partimiz, ‘sol’ gelenekçi tutumdan dolayı CHP’ye güç ve destek veren Bölge halklarının (Kürt, Türk, Arap) buradan koparılması ve saflarımıza kazanılması için, hem Bölge düzeyinde, hem de illerin özgünlüklerini hesaplayarak, tek tek illerde çalışma yürütmeyi önüne hedef olarak koymuştur.

Konferansımız, Batı’daki başlıca kentlerde, DTP’nin katıldığı ve ulusal simgelerin görüldüğü miting ve gösterileri terk ederek şoven tutum sergileyen ÖDP, TKP, DİSK Merkez Yönetimi gibi çevrelerin Kürt sorunu karşısında gösterdikleri Kemalist, şoven tutumu, halkların eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğine tahammül göstermeyen inkarcı yaklaşımı mahkum etmiştir. Bu tutumu sergileyenlerin ‘Türk solu’, ‘Türk sosyalistleri ve çevreleri’ olarak anılmasının doğru olmadığı da bir gerçek. Bu bozuşmuş küçük burjuva tutum ve eylemin, Türkmilliyetinden işçilerin ve bazı “Türk sosyalistleri”nin tutumu olmadığı ve olamayacağının Kürt işçi sınıfı ve halkı tarafından anlaşılması, partimiz ve Bölge Örgütümüz bakımından önemlidir. Zira Türk-Kürt ve diğer tüm milliyetlerden işçi sınıfının ve Marksistlerinin doğru tutumu, başlıca iki ulustan işçi sınıfının partisi olarak örgütlenmiş olan partimizin tutumunda somutluk kazanmaktadır.

Diğer taraftan DİSK merkezi ve solda görünen birçok çevre ve sendika yönetimi ‘barış ve kardeşlik’ yönlü açıklamalarda bulunmakla ve ‘ateşkes’in sürmesini istemekle birlikte, Kürt sorununda egemen düşünce ve inkarcı yaklaşımın yanında tutum almakta, PKK’yi ‘sorunun müsebbibi’ olarak görüp izah etmeyi sürdürmektedir. Böyle olunca, ‘barış ve kardeşlik’ içi boş bir slogan olmaktan öte anlam ifade etmemektedir. Nasıl bir kardeşlik, ne üzerinden bir kardeşlik ve nasıl bir barış sorusunun yanıtları verilmeden, ‘barış ve kardeşlik’ üzerine söylenmiş bu sözler anlamsızdır. Kürt sorunu, ulusal sorun olarak tanımlanmadan, Kürt halkı ile Türk halkının ulusal tam hak eşitliği savunulmadan, bunun anayasal güvenceye kavuşturulması, garanti altına alınması mücadelesi desteklenmeden doğru tutum sergilemek mümkün olmayacaktır.

Buradan hareketle, DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KESK ve diğer konfederasyonlara bağlı Bölge’deki sendikaların açık tutum almalarını ve sorunu sendika genel merkezleri ve konfederasyonları ile tartışmalarını sağlamak için Bölge Örgütümüz yeni adımlar atacaktır.

PKK’nin açıkladığı ateşkes kararı, ırkçı şoven havayı kısmen de olsa kesmiş bulunuyor. Provokatif eylemlerin, kör terör eylemlerinin, çöp kutuları, toplu taşıma araçları vb. yerlerde patlatılan bombaların sayısında düşüş oldu, TAK’ın yaptığı söylenen ve halka zarar veren eylemler de son buldu. Bu gelişme geniş halk kesimlerince olumlanmaktadır. Ancak ırkçı ve şoven güçlerin, çetelerin, savaşın ve çatışmanın sürmesinden yana olan egemen güçlerin bu yönlü eylemleri yeniden gündeme sokmayacaklarını düşünmek yanlış olur. Yeni provokasyonlar karşısında uyanık olmak ve gündeme gelmeleri halinde halk tepkisiyle karşı durmak ve kaynağını göstermek, şimdi daha da önem kazanmış bulunuyor.

Ateşkes, Türkiye halkları tarafından henüz Kürt sorununun çözümü için bir olanak olarak değerlendirilememiş olsa da, bir beklenti ve umut yaratmıştır. Önceki ateşkes kararlarından daha olumlu bir rol oynayacağına dair beklenti ve yaklaşımlar var. Bu durumun tüm Türkiye’de değerlendirilmesi, aydınların dağınık olarak gösterdikleri ilgi ve desteğin birleştirilmesi ve güçlendirilmesi halkların kardeşliği ve ulusların tam hak eşitliğine dayalı bir çalışmanın yürütülmesi, GYK Kararlarımızdan sonra, Bölge Konferansımız tarafından da karar altına alınmıştır.

2- TAM HAK EŞİTLİĞİ MÜCADELESİNDE YENİ DÖNEM VE ÖRGÜTÜMÜZÜN TUTUMU

Kürt sorunu, geçmişte hiç olmadığı kadar ileri bir boyut kazanmış bulunuyor. Kürt halkının tam hak eşitliği, kendi kaderine yön verme mücadelesi her türlü askeri ve siyasi zorbalığa, inkar ve asimilasyon politikasına rağmen bastırılamamıştır. Kürt sorunu, ulusal düzeyde bir demokrasi sorunu olarak çözümünü dayatmıştır.

Kürt halkının demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma, ulusal tam hak eşitliğine erişme mücadelesi gelişip kitleselleştikçe, egemen sınıfların Kürt sorunu konusundaki resmi tutumu ve ortak davranma iradesi de darbe yemiş, tahrip olmuştur. Şimdi Kürt sorunu, Kürt halkının kendi geleceğini ve kaderini belirleme sorunu ve mücadelesi olarak gündemdedir. Partimiz ve Kürt halkının, Kürt işçi ve emekçilerinin örgütü olarak Bölge Örgütümüz, propaganda, ajitasyon ve örgütlenme mücadelesini bu perspektifle yeniden ele almış ve değerlendirmiştir.

Konferansımız, önceki kongre ve konferanslarımızın aldığı kararların isabetine dikkat çekerek, bu karar ve yönelimin ideolojik ve politik doğruluğundan güç alarak geçmiş tüm deneyimleri güncel gelişmeler ışığında yeniden değerlendirmiş ve yeni sonuçlara varmıştır. İşçi sınıfının örgütü olarak örgütlenmeyi temel alan Bölge Örgütümüz; işçi sınıfı içinde sürdürdüğümüz örgütlenme çalışması, Bölge’de sanayi ve hizmet sektöründe süren sendikal çalışmamız, gençlik çalışması, Kürt kadınları içindeki çalışma, tarım proletaryasına yönelik çalışma, üretici köylü çalışması, Bölge aydınları içindeki çalışma, günlük işçi ve emekçi gazetesinin Kürt halkının güncel ve genel talepleri üzerinden Bölge gazetesi olarak yeniden düzenlenmesi, gazete il eklerinin Bölge’de yarattığı etki ve daha verimli olabilecek biçimde yeniden tasarlanmasını ele almış ve değerlendirmiştir.

Kürt dili ve kültürü üzerinde süren yasakların kaldırılması, ana dilde eğitim hakkının sağlanması için sürdürdüğümüz çalışmanın zenginleştirilerek güçlendirilmesi, üniversite gençliğine yönelik örgütlenme çalışmasının daha da güçlendirilmesi, Bölge’de geniş gençlik yığınlarını kazanmaya yönelik çalışmamız, Kürt ulusal gençlik örgüt ve çevreleriyle ilişkilerimiz ve ortaklaştırılacak çalışmalarımız değerlendirildi.

Günlük gazete, Özgürlük Dünyası, Tîroj, Evrensel Kültür, Bilim ve Düşünce, Genç Hayat gibi yayınlarımız, yine yayınevi tarafından çıkarılan kitap ve broşürlerimizin, tüm çalışma ve etkinliğimizin değerlendirildiği konferansta, propaganda ve ajitasyonumuzun Kürt halkının dil, kültür, kimlik ve ulusal tam hak eşitliği mücadelesi üzerinden yeniden şekillenmesi ve düzenlenmesi doğrultusunda kararlar alındı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler sürecinde olmamızı da değerlendiren Konferansımız, burjuva gerici parti ve akımların teşhiri ve tecrit edilmesini, Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt gençliği ve kadınlarının mücadele birliğinin gerçekleştirilmesini temel hedef olarak belirledi. Kürt sorununda demokratik adımlar atılmadığı ve sorun çözüme kavuşturulmadığı koşullarda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin hiçbir zaman demokratik olmayacağını belirleyen konferans; tam hak eşitliğinin anayasal güvenceye kavuşturulduğu, Türkiye’nin demokratik bir anayasaya ve herkesin aday olma hakkına sahip olduğu ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceği koşullar için mücadeleyi hedef olarak belirledi.

Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden süren kapışmaya taraf olmayı ret eden Konferansımız, önümüzdeki dönemdeki görevin, Kürt, Türk ve tüm Türkiye halklarının, emek ve demokrasi güçlerinin birliğini hedefleyen bir cephenin açılması olarak belirlemiştir. Halkımızın ‘laik’ ve ‘şeriatçı’ kamplara bölünmesine ve yedeklenmesine olduğu kadar, milliyetçi ve ırkçı provokasyon ve ayrışmalara karşı durmanın da zorunlu olduğuna dikkat çeken Konferans, Kürt işçi ve emekçilerinin birliğine önemle dikkat çekmiş, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin birliği ve Türkiye halkalarının birleşik mücadelesini temel önemdeki hedef olarak saptamıştır.

Örgütleri ve parti organlarını güçlendirme ve yaygınlaştırma

Mevcut örgütlerimizi işçi örgütleri, işçi ve halk karakterli örgütler olarak güçlendirmenin yanı sıra, henüz örgüt ve parti organı oluşturamadığımız alanları örgütlemeyi gündemine alan konferansımız, koşulları ve olanakları bulunan her alanda örgütler kurmayı hedef olarak belirlemiştir. Parti çevresinin oluştuğu, gazete ve yayınlarımızın düzenli ya da düzensiz ulaştığı her alanın yeniden düzenlenmesi, örgüt ve organ düzeyine yükseltilmesi ve istikrara kavuşturulmasında yeni görevlendirmelerin yapılmasına duyulan ihtiyaç belirlendi.

İl, ilçe, köy, fabrika, işyeri, lise, üniversite gibi alanlarda parti örgütü ve organlarının kurulmasında, halk gençliğinin örgütlenmesinde daha hızlı davranma göreviyle karşı karşıyayız. Bölge’de her ilin özgünlüğü, Arap, Türk, Kürt halkının varlığı ve talepleri de göz önünde bulundurarak, propaganda ve ajitasyon araçlarımız çeşitlendirilip güçlendirilecek, örgütlenme çalışması hızlandırılacaktır. Bölge Örgütümüzün Kürt işçi ve emekçilerinin, kadınların ve gençlerin örgütü olarak güçlenmesinde rol oynayacak araçlarımızın tümünün yeniden şekillendirilmesinde giderek mesafe kat etmeyi hedefliyoruz. Yazılı materyallerimizin daha fazla Kürtçe olarak yayınlanması, Kürt halkının kültürü ile şekillenmesi, günlük çalışmada kullandığımız yazılı ve sözlü ajitasyon ve propagandamızın Bölge halkının ulusal özgünlükleri üzerinden şekillenmesi amacıyla hedefler saptandı.

Bölge Örgütümüz, Kürt işçi sınıfının ulusal talepleri omuzlayarak ileri çıkmada gösterilen çekingenliğin aşılmasında temel faktörün örgütümüzün çalışma tarzı olduğunu saptamış ve bunun aşılmasına yönelik görevler belirlemiştir. Kürt sorununun doğru temelde çözümünde işçilerin kavrayışı ve sahiplenmesinin önemi bilinmekle beraber, soruna buradan bakmakta yetersiz kalındığı, fabrika ve işyeri örgütlenmesi, sendikal çalışma, grev ve direnişler içinde gelişip güçlenen partimizin tüm sorunları Kürt sorunundan koparmadan ele almada daha özenli davranmasına olan ihtiyaç tespit edilmiştir.

Tam hak eşitliğinin tutarlı savunucusu olarak Kürt işçi sınıfı

Kürt işçi sınıfının ulusal özgürlük sorununu kendi sorunu olarak ele almasında parti örgütlerimizin ilerletici davranmaları günümüzde daha da önem kazanmıştır. Başta Antep olmak üzere, Bölge’nin sanayi merkezleri olan Urfa, Diyarbakır, Elazığ, Malatya, Adıyaman, Maraş ve diğer illerde, demokratik-ulusal ve sosyal taleplerin elde edilmesi ve Kürt sorununun çözümü için mücadeleyi öne çıkaran bir çalışma içinde olmak önümüzdeki dönemin öne çıkan çalışması olacak. Dersim bir sanayi merkezi olmamakla beraber Kürt sorununda ve toplumsal mücadelede önemli bir yer tutmaktadır. Kamu işyerleri işçileri, Belediye işçileri ve kamu emekçileri Kürt sorunun çözümünde ve halkın taleplerinin öne çıkarılmasında daha ileriden sorumlulukla karşı karşıya bulunuyorlar.

Bölge Örgütümüze niteliğini veren Kürt işçi ve emekçilerinin(ve diğer milliyetlerden emekçilerin) mücadele örgütü olmasıdır. Sınıfın kapitalizme karşı mücadelesinde yol göstericisi ve örgütleyicisi olarak, partimiz Bölge Örgütü, sanayisi gelişmekte olan illerde, gelişen her sınıf eksenli ve emekçi karakterli mücadelenin örgütleyicisidir. Bölge Örgütümüz, işçi sınıfı ve kamu emekçileri mücadelesinde, üretici köylü çalışmasında, üniversite gençliğinin örgütlenmesinde, hem genel devlet politikasından dolayı, hem de bölgede süren çatışma ve baskılardan kaynaklı olarak tarım ve hayvancılık alanındaki sorunlar üzerinden süren çalışma ve örgütlenmesinde önemli bir güce sahiptir. Bölge’nin belli sanayi merkezlerinde önemli güce ve ilişkilere sahiptir.

Yakın zamanda Antep Nurak işçilerinin direnişi ve sendikal hakkın kazanımıyla sonuçlanan çalışma, yine Diyarbakır Akyıl Fabrikası’nda birkaç yıldan bu yana süren örgütlenme mücadelesi ve burada işçilerin sendikal haklarını kazanmada kat ettikleri mesafe, Bölge örgütümüzün diğer tüm sanayi merkezlerinde süren mücadelesinin yakın tarihli iki örneğidir.

Ateşkes kararının kalıcılaşması, devletin Kürt sorununun çözümü yolunda adım atması, operasyonların durması ve diğer taleplerin elde edilmeleri amacıyla yapılması gerekenleri sendikalarda, fabrika ve işyerlerinde işçilerin gündemi haline getirmek önemlidir. Partimiz, bu çalışmalarını daha da kitlesel ve yaygın eylemlerle sürdürme kararı almıştır.

Kürt ulusal sorununu, ulusal tam hak eşitliği sorunu olarak sınıfa mal etmede ve sorunu sınıfın davası haline getirmede Bölge Örgütümüzün ne denli yeterli ve yetkin davrandığını, araç ve olanaklarımızı bu doğrultuda ne denli kullanabildiğimizi yeniden tartıştığımız Konferansımız, yeni dönemde kat edeceğimiz mesafede tayin edici olacaktır.

İşçi sınıfı içindeki çalışmamızda, fabrika ve işyeri örgütlenmesinde, henüz hem tek tek iller bakımından, hem de Bölge düzeyinde istikrar kazanmış bir tarza kavuşmuş değiliz. Genel olarak doğru bir perspektif ve yönelime sahip olmakla birlikte, örgütlerimizin pratikte bu tutumda ısrar etmemeleri bir zaaf olarak devam etmektedir. İl Örgütlerimiz, illerindeki organize sanayi bölgelerini, büyük fabrika ve işletmeleri örgütün temel hedefi haline getirebilmiş ve bu alanda bir istikrar kazanmış durumda değil. Antep örgütümüzün bir dönem zayıflayan bu yönlü çalışması, yeniden bir rotaya girmiş olmakla birlikte, bunun hassasiyetle korunmaya ve ilerletilmeye ihtiyacı bulunuyor.

Tam hak eşitliğinin tutarlı savunucusu olarak işçi örgütleri

Bölge Örgütümüz, her şeyden önce, yaşadığı topraklarda süren mücadelenin örgütü, Kürt sorununu çözmeyi önüne koymuş, kapitalizmden kaynaklı her türlü sömürü ve ezilme ilişkisini ret eden ve bunu değiştirmeyi hedefleyen devrimci bir örgüttür.

Parçası olduğu Kürt halkının başlıca sorununu çözmeyi çalışmasının tüm yönlerinde gözetmeyen ve Kürt işçi sınıfı ve halkının siyasi temsilcisi olarak hareket etmeyen bir anlayış ve tutumun problemli bir anlayış ve tutum olduğunu bir kez daha dile getiren Konferansımız, bu yönlü eksik ve yanlış eğilimlerin ve tutumların tamamen giderilmesi için süren eğitim ve aydınlatma çalışmasının devam etmesini benimsemiştir. Örgütlerimiz Kürtlerin ve Türklerin tam hak eşitliğini güvence altına alacak anayasal düzenlemenin gerekli ve zorunlu olduğu bilinciyle mücadele edecektir.

Bölge Örgütü, Kürt proletaryasının, Kürt halkının, Kürt gençliği ve kadınlarının örgütü olarak, Ortadoğu ve Bölge düzeyindeki gelişmeleri de göz önünde bulundurarak, hedeflerini yeniden belirlemiş, perspektifini yenilemiş, yeni pozisyonunu belirlemiştir. Parti örgütlerini, organlarını ve üyelerini buna uygun olarak eğitmeyi, araçlarını daha verimli kullanmayı, bu ihtiyacı karşılamak üzeren yeni yayınlar, radyo, dernek, kültür merkezi vb. araçlar yaratmayı amaçlamaktadır.

Kürt sorununun işçi sınıfı tarafından üstlenilmesinin koşulları günümüzde daha da güçlenmiştir. Sınıfın ileri çıkması büyük önem kazanmış, ihtiyaç haline gelmiştir. Bölge işçi sınıfı, Kürt tarım işçileri, yoksul köylüler ve öteki emekçi sınıflar içindeki çalışmamızda, kadın ve gençliğin örgütlenmesinde, aydınların partimiz saflarında yer almasında, bu gerçeği unutmadan hareket ederek ilerleyeceğiz. Kürt işçi sınıfı ve emekçi halkın siyasi temsilcisi olarak, bu yolda ilerleyerek güç kazanacağız. Kat edeceğimiz mesafe, Kürt halkının ve Bölgenin Türk, Arap ve diğer halklarının ortak mücadelesi bakımından olduğu kadar, ateşkes sürecinin doğru değerlendirilmesi, demokrasi, özgürlük ve barışın kazanılması bakımından da önemlidir.

Örgüt Çalışmamızın ve araçlarımızın Yeniden Düzenlenmesi

Konferans, başta günlük işçi gazetesi olmak üzere, tüm yayınlarımızı ve olanaklarımızı Kürt sorununun çözümünde ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinde ne denli verimli kullanabildiğimizi değerlendirerek, sonuçlara varmış, kararlar almış ve hedefler belirlemiştir.

Başta günlük gazetemiz olmak üzere, Özgürlük Dünyası, Evrensel Kültür, Tîroj, Bilim ve Düşünce, Genç Hayat ve diğer ideolojik, politik ve kültürel araçlarımızı, propaganda ve ajitasyon materyallerimizi, bunların içeriğini ve yönünü ele alan Konferansımız, Kürt sorunu ve son gelişmeler ışığında yayınlarımızın rolünü bir kez daha değerlendirmiştir. Basın yayın alanındaki faaliyetimiz, basılan 300’ü aşkın kitap, Kürt Tarih ve Kültür Dizisi olarak yayınladığımız 15 kitap ve önümüze hedef olarak koyduğumuz Kürtçe kitap yayınlama gibi sorunlar değerlendirdi.

Başta Günlük gazete olmak üzere, diğer tüm yayınlarımız Kürt ve Türk ulusundan işçi sınıfı ve emekçilerin aydınlanması ve örgütlenmesinde önemli ve temel araçlardır. Sınıfın ve emekçilerin ideolojik, politik, felsefi, kültürel çok yönlü eğitiminde ve örgütlenmesinde, ajitasyon ve propagandamızın güçlenmesinde yayınlarımızın daha etkin kullanımı, Kürt sorununun tüm yayınlarımızın konusu olması, dönemin temel görevleri olarak saptandı. Yayınlarımızın daha çok işçi, emekçi, genç, kadın ve Kürt aydınları tarafından okunması, yazı yazılması ile birlikte, Kürt halkının tam hak eşitliği ve kendi geleceğini özgürce belirleme hakkının savunulup sahiplenilmesini işçi sınıfının tutumu olarak güçlendirmede gazetenin ve diğer yayınlarımızın rolü önümüzdeki dönem daha da artmıştır.

Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını tanımak Marksistlerce ne anlama geliyorsa, Kürt ve Türk Marksistleri, sosyalistleri için de Kürt sorunu aynı anlamdadır. Partimiz ve Bölge Örgütümüz, bu doğru ve kararlı tutumuyla başta Kürt işçi sınıfı ve emekçileri olmak üzere, tüm Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri içinde haklı ve saygın bir yer edinmiştir. Günlük gazete ve diğer yayınlarımız, Kürt halkının tam hak eşitliğini, Türk ulusuyla eşit haklara sahip olarak isterse birlikte yaşama, isterse ayrılma hakkını kullanma hakkına sahip olduğunu kayıtsız ve koşulsuz olarak savunmaktadır ve günlük gazete ve diğer yayınlarımız bu sorunu daha fazla gündem ederek sorunun kavranmasında görev üstlenmişlerdir.

‘Bölünme’ umacısı olarak Türkiye halklarının karşısına getirilen ve olumsuzlamak için kullanılan Kürt halkının tüm sorunları tartışılmalıdır. Kürt halkının ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı da konuşulmalı ve tartışılmalıdır. Kürt halkı için ayrılma hakkı savunulmadan, iki halkın birlikte yaşamı sağlanamaz ve sağlam bir temele oturtulamaz. Ulusal tam hak eşitliğine dayalı demokratik bir siyasal sistem kurmanın yolu, ayrılma hakkı da içinde olmak üzere ezilen ulusun geleceğini serbestçe belirlemesini savunmaktan geçer. Türk, Kürt ve öteki milliyetlerden işçi ve emekçiler içinde bu düzeyde açık ve net bir aydınlatma çalışması yürütmek ve bir tartışma başlatmak için gazetemiz ve yayınlarımız daha ileri hamleler gerçekleştirecektir.

Bölge Konferansı, günlük gazetenin Bölgedeki durumu, tirajı, rolü, dağıtımı, içeriği ve işlevini gündemine alarak, yeni kararlar almıştır. Gazetenin Bölge sayfalarını artırmayı, il ve ilçe muhabir ağını güçlendirmeyi, sorumlular tayin etmeyi karar altına almıştır. Bölge’de, il ve ilçe ekleri çıkarmayı, Kürt kültürü, tarihi, edebiyatı, sanatını ve güncel gelişmeleri konu edinen özel sayıların, kitap ve broşürlerin çıkarılmasını, en önemlisi, önümüzdeki yılın ilk aylarında günlük gazeteyi Bölge gazetesi olarak çıkarmayı karar altına almıştır.

Tîroj ve Evrensel Kültür’ün rolü

Kürt kültür ve sanat dergisi Tîroj’un Bölge Örgütü’nün çalışmasında önemli bir araç olarak kullanılması tam olarak başarılmış değil. Bölge Örgütü ve yayın kurulu ilişkisi de dahil olmak üzere, Tîroj birçok yönüyle değerlendirildi ve sonuçlara varıldı. Tîroj’un Kürt işçi ve emekçilerinin yaşamını konu edinmesi, halkımızın yaşamına ve dünyasına giren, Kürt gençliği içinde daha çok takip edilen, makale, öykü, şiir, resim, karikatür vb. ürünlerin gönderildiği bir dergi olması hedeflenecektir. Derginin çıkması ile tarihi önemde bir iş başardığı sonucuna varan örgütümüz, alanında dikkat çeken, Kürt aydın ve entelektüel çevrelerinin takdirini toplayan, beğeniyle okunan ve yazı, röportaj ve materyal sunulan, istikrarlı bir yayın periyodu olan, Kürt, Türk ve diğer halklardan aydınlar tarafından ciddiye alınan Tîroj’un, iki aylık olan periyodunun, atılacak adımlar ve yeni gelişmeler ışığında yeniden değerlendirilmesini kararlaştırdı.

Konferansımız, Tîroj’un amacını bir kez daha güncelleyerek, yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun görev üstlenmesini, dönemin ihtiyaçları üzerinden belirlenmiş hedefine uygun bir yayın politikası, sayfa sayısı, içerik ve biçim kazanmasını tartışarak, hem Bölge Örgütü, hem de tüm partimiz bakımından iddia ve yaklaşımlarımızın ele alınmasında, Kürt kültür, tarih ve sanatının öğrenilmesinde, tartışmaların sürdürülmesinde derginin öneminin ve rolünün daha da arttığını tespit ederek, hedefler belirledi.

– Kürt kültürü ve tarihini konu edinen Kürtçe makale ve yazıların Türkçe’ye de çevrilmesi ve beraber yayınlanması,

– Tîroj’un bir dünya görüşü dergisi olduğu unutulmadan, güncel politik gelişmelerin tartışıldığı bir dergi olarak güçlenmesi, halkımızın tarihinden, birikim ve kültüründen kopmadan, günceli işleyen bir dergi olarak güçlendirilmesi,

– Değişik ulusların ve halkların kültürünün tanıtılması,

– Bütün bunların yanı sıra, Kürt aydınlarıyla Türk aydınlarını buluşturmada derginin işlevinin güçlendirilmesi amaçlanmaktadır.

Evrensel Kültür Dergisinin Kürt kültürü, dili, tarihi ve sanatı alanında etkin bir rol oynayabileceği, Evrensel Kültür’ün Kürt halkının dili, kültürü, sanatını, özgürlük mücadelesini ve sorunlarını konu edinmesi için, başta Bölge Örgütü Yönetimi olmak üzere, tüm Bölge İl Örgütlerinin daha fazla çaba göstermesi zorunluluğu, Türkiyeli aydınlar içerisinde olumlu etkisi bulunan Evrensel Kültür’ün Türk aydınları ve şovenizmin etkisinden kurtulamamış kesimler içinde Kürt kültünün tanıtılmasında daha fazla rol oynamasına duyulan ihtiyaç tespit edildi.

Bağış kampanyası, işçi ve halk televizyonunun kuruluşu

Bölge Örgütü Konferansı, Bağış Kampanyasını değerlendirmiş ve ileri hedefler saptamıştır. Bağış kampanyasını Kürt halk yığınları içinde, fabrika, işyeri, sendikalarda, aydınlar içinde yaygın biçimde sürdürmek, politikalarımızın güç bulduğu ve mali olarak güçlendiğimiz bir çalışma olarak sürdürme kararı alan konferansımızın yaklaşımlarından hareketle, daha önceki kampanyalarla kıyaslanmayacak derecede ileri hedefler belirleyen Bölge Örgütümüz, hedeflerini aşmayı amaçlamaktadır.

İşçi ve halk televizyonunun kuruluşuna duyulan ihtiyacı ele alan ve değerlendiren Konferans, yeni döneme dair büyük bir heyecan yaşamış ve halkımızın demokrasi ve özgürlük mücadelesinde önemli işlev görecek olan televizyonun kurulmasını destekleyerek karar altına almıştır. Burjuva gerici kampın karşısında, işçi ve emekçilerin sesi, barış ve demokrasi mücadelesinin destekçisi, tam hak eşitliğini kazanmanın aracı olarak televizyon, bağış kampanyasının, örgütlenme çalışmasının ve gazetenin yaygın dağıtımının daha da güçlenmesine vesile olacaktır.

KÜRT HALKININ ACİL TALEPLERİ

* Ateşkes yanıt bulmalı, Kürt sorununda tam hak eşitliğine dayalı barışçı ve demokratik çözüm için adım atılmalıdır.

* Bölgede operasyonlara ve çatışmalara son verilmeli, Bölge silahlardan arınmalı, mayınlardan temizlenmelidir.

* Kürt halkının varlığı, dili, kültürü, kimliği ve siyasal hakları tanınmalı, bu haklar anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.

* Anadilde eğitim hakkı sağlanmalı, Kürt dili ve kültürü için yapılacak araştırma ve bilimsel çalışmalar devlet tarafından desteklenmeli, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, Kürt dili ve kültürü ile ilgili, Kürt Enstitüsü gibi kurumları desteklemeli; üniversitelerde Kürt tarihi, dili ve kültürü ile ilgili bölümler açılmalıdır.

* Özel harekat timi, Jitem ve diğer askeri örgütlenmeler dağıtılmalı, koruculuk sistemi kaldırılmalı, halka karşı suç işleyenler yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.

* Kürt sorunundan kaynaklanan soruşturma ve kovuşturmalar son bulmalı, halka uygulanan cezalar kaldırılmalı, siyasi yasaklara son verilmeli, siyasi genel af ilan edilmelidir.

* Boşaltılan köylere geri dönmek isteyenlerin dönüşleri için koşullar hazırlanmalı, halkın her türlü kayıpları karşılanmalıdır.

* Düşünce, ifade, örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

* Siyasi partiler kanunu demokratikleştirilmeli, seçim barajı kaldırılmalı, Kürt halkının siyasi temsilcileriyle parlamentoda temsil edilmesinin önündeki engeller kaldırılmalı, yerel yönetimlerin üzerindeki baskıya son verilmelidir.

* Kürtçe isimlerin değiştirilmesine son verilmeli, herkes çocuğuna istediği ismi verebilmeli, Bölge’de köy, şehir, dağ, ova isimleri halkın isteği doğrultusunda yeniden verilmelidir.

* Kürtler, bir halk olarak, Türklerle tam hak eşitliğine kavuşmalıdır. Türkler ve Kürtlerin tam hak eşitliğine dayalı yeni bir anayasa düzenlenmelidir.

“Stalin ve Sovyetler Birliği Kriminalize Edildi”

Başkanı olduğunuz Karl Marx Topluluğu hakkında bilgi verebilir misiniz?

Karl Marx Topluluğu, 1989 yılında kuruldu. 1500 aşkın üyesi var. Ayrıca Dialektika adında bir dergi çıkartmaktadır.

Karl Marx Topluluğu’nun hedefleri neler?

Macaristan’da trajik koşullara sahibiz…

Macaristan Komünist İşçi Partisi ile İşçi Partisi 2006[1], Avrupa Sol Partisi’nin üyesi oldular. Eski İşçi Partisi, şimdiki Macaristan Komünist İşçi Partisi, sağa destek veriyor. İşçi Partisi 2006 ise, Macaristan’ın faşist bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu tespit ederek Macaristan Sosyalist Partisi’yle[2] işbirliği yapması gerektiği sonucuna vardı.

Ülkemizde oldukça az sayıda Marksist aydın bulunmaktadır. Bunların çoğunluğu da Karl Marx Topluluğu içinde yer alıyor. Karl Marx Topluluğu, programında, Macaristan’da yeni bir komünist parti kurulması gerektiği saptamasını yaparak, kendisini komünist olarak niteleyen veya böyle olduklarını iddia eden partilerle ilgili düşüncelerini açıklamış oldu. Karl Marx Topluluğu, görevinin, bilimsel çalışmalarla bir komünist partisi programını hazırlamak olduğunu düşünüyor. Bilimsel atölyelerimizde Marksist-Leninist bir parti programının hazırlık çalışmalarını başlatmış durumdayız.

Bu çalışmamızla, tabii ki, tüm komünistleri ve komünizme sempati duyan herkesi etkilemek, kucaklamak istiyoruz; özellikle de Karl Marx Topluluğu’nun da üyesi olan İşçi Partisi 2006’nın üyelerini. Karl Marx Topluluğu’nun ikinci başkanı olan Adam Wirth, İşçi Partisi 2006’nın baş ideologudur. Buradan da, Karl Marx Topluluğu içinde sert politik ve ideolojik tartışmaların yaşandığı sonucunu çıkartabilirsiniz. Bu sert tartışmalar, genellikle, SBKP 20. Kongresi’nin sonuçları, Kruşçev’in rolü vb. ile ilgili. Sovyetler Birliği’nde sosyalist geçmişin değerlendirilmesi, Sovyet tarihi ve Stalin’in rolü üzerine tartışıyoruz.

İki yıl boyunca Avrupa Sol Partisi’nin anlamı ya da anlamsızlığı üzerine gereksiz tartışmalar sürdürmek zorunda kaldığımız için, aklı başında bir iş yapamadık. Avrupa Sol  Partisi adındaki yeni oluşumla ilgili tartışma, bu oluşumun, Karl Marx Topluluğu gibi küçük bir topluluğu bile nasıl böldüğünü ortaya koydu. Ve sadece Macaristan’da değil; Avrupa Sol Partisi adındaki bu oluşum tarafından Avrupa çapındaki işçi hareketi bölünmektedir.

İster bu oluşumla ilgili, isterse değişik alanlardaki diğer tartışmalar göstermektedir ki, işçi hareketinin dağılmasının ana nedeni SBKP’nin 20. Kongresi’nde yatmaktadır. Stalin ve Sovyetler Birliği resmen kriminalize edildi. 20. Kongre kararlarının işçi hareketini nasıl parçaladığını, atomize ettiğini en azından Macaristan’da kendi deneylerimizle yaşadık.

Hiç şüphesiz, bu durum, bizim çalışma olanaklarımızı da darlaştırdı, darlaştırıyor. Paramız, alt yapımız ve kitlesel etkimiz yok. Zaten az olan enerjimizi nereye harcayacağımız konusunda çok dikkatli olmak, çok iyi düşünmek zorundayız. Yoğunlaşacağımız ana konuları doğru bir şekilde tespit etmek durumundayız.

Yayın organımız Dialektika’da Sovyetler Birliği’nin gerçek tarihi, Stalin’in gerçek anlamı gibi konulara yoğunlaşıyor ve işçi sınıfını bölen, atomize eden bu konuları ele alıp, aydınlığa kavuşturmaya çalışıyoruz.

Bir örnek vermek istersek: Ruslar, Sovyet tarihinin açıklığa kavuşturulması için yoğun bilimsel çalışma yapıyorlar. Marksistler arasında bile, Kızıl Ordu’nun başlangıçtaki başarısızlıklarının Stalin’in bu konuda uzmanların verdiği bilgileri dikkate almamasından kaynaklandığı düşüncesi yaygın durumda. Birkaç yıl önce bir Rus araştırmacının Sovyet askeri arşivleri ve orijinal belgelere dayalı araştırmasının sonuçları yayınlandı. Bu araştırmacı, uzmanların verdiği bilgilerin dikkate alınmadığı görüşünün doğru olmadığını tespit etti.

Sovyet Genelkurmayının kararlarını alırken hangi olanaklara sahip olduğunu, Alman ordusunun yanlış bilgilendirme ve propagandasını dikkate alarak karşılaştırdı ve Sovyet Genelkurmayının çalışma biçiminin alternatifi olmadığı sonucuna vardı. Rus araştırmacı bu konuda ilginç bir makaleyi de kaleme aldı. Biz de bu makaleyi dergimiz Dialektika’da yayınlamak istedik. Ancak Topluluğumuz içindeki Menşevikler, iki yıl boyunca bu yazıyı yayınlamamızı engellediler.

Elbette burada söz konusu olan, Stalin döneminin hiç eleştirel değerlendirilemeyeceği meselesi değildir. Ancak, 20. Kongre’nin bu dönemi kriminalize ettiği gerçeği ortaya konulmalıdır. Ve Sovyetler Birliği’nin, kendisini savunmaya zorlayan ve aslında toplumsal geri kalmışlıktan kaynaklanan koşulları dikkate alınmadan, Stalin döneminin mahkum edilmesinin yanlışlığı açıklığa kavuşturulmalıdır. Öte yandan, sosyalizmin çok önemli kazanımları göz ardı edildi. Baskıların rolü ve anlamı devasa ölçülerde abartıldı, dahası istatistikler çarpıtıldı. Şimdilerde, komünist olmayan tarihçiler de, Kruşçev’in Stalin döneminde tutuklu kamplarında bulunanların sayısını iki kat fazla yansıttığını söylemektedirler. Kısacası, tarihi gerçeklere geri dönmeliyiz; dolayısıyla bu sorunlara açıklık getirmeliyiz.

Günümüz Macaristan’ında toplumsal bilinç oldukça zayıf. Bu nedenle, ateşi söndürmemek, korunu korumak istiyoruz. Şimdikinden çok daha fazla sivil örgüt ve partiyle çalışmak zorundayız. Örneğin bazı üyelerimiz Macaristan’daki ATTAC topluluğunun bilimsel konseyi içinde de çalışmaktalar. Söz gelimi İlerici Güçler Forumu adında tüzel bir statüsü olmayan bir yapı var. Bunun içinde, önemli toplumsal konularda farklı düşüncelere sahip olduğumuz insanlarla tartışmalar sürdürüyoruz. Son olarak, liberalizme karşı tavır alan ekonomi uzmanlarıyla bir buluşma gerçekleştirdik. Bu arada daha  zayıf olan başka sivil örgütlerle de ortak çalışmalar yapıyoruz.

Bildiğiniz gibi, 15 Şubat 2003’te dünya çapında Irak ve Afganistan’a yönelik saldırılara, sürdürülen savaşlara karşı yapılan gösteriye 12 milyon kişi katıldı. Macaristan’da da 40 bin kişi savaşı protesto etti. Bu, ülkemizdeki ilerici güçler açısından önemli bir eylemdi.

İki cephede birden mücadele etmekteydik. Bir yandan savaşın toplumsal kaynağına dikkat çekerek Afganistan ve Irak’taki saldırıları protesto ederken, diğer yandan milliyetçi, faşist ve antisemit (Yahudi düşmanı) grupların aramıza sızmamasına dikkat etmek zorundaydık. Buna rağmen eyleme katılanlar arasında milliyetçiler oldukça fazlaydı. Mitingde önderliği ele geçirmeye, yönetimini üstlenmeye kalkıştılar.

Demek istiyorum ki, Macaristan’da Marksist, sol hareket oldukça zayıf. Hatta ciddi bir hareketten söz etmek bile olanaksız. Sayı o kadar küçük ki, insanlar, değişik örgütlerin toplantılarından toplantılarına koşuyorlar. Toplantılarda buluşanlar aşağı yukarı hep aynı insanlar. Karl Marx Topluluğu, Sosyalist Parti’nin sol kanadıyla birlikte Macaristan Antifaşist Birliği’ni oluşturmak için girişim başlattı. Sağın içinde de anti-faşistler olmasına rağmen (her sağcı faşist değil nitekim), başlattığımız hareket oldukça dar bir kesimi kapsıyor.

Macaristan’da gerçek bir komünist partisinin olmaması en büyük  trajedi. Olup biteni net gören, ileri ve geniş bakışlı bir örgüt olmadığı için güçlü ve en geniş kitleleri kucaklayan bir hareketin örgütlenmesi de oldukça zor.

Genç antifaşistlerinin çoğunluğunu ise anarşistler oluşturuyor. Onları Marksizm ve Marksist dünya görüşüne yaklaştırmak oldukça zor. Genç antifaşistler, anarşist oldukları için, kendilerini Macaristan’daki diğer antifaşist güçlerden yalıtıyorlar. Örneğin şimdiki faşist girişimlerde anarşistler de yer alıyor, destek veriyor. Hükümete yönelik protestolarda onlar için önemli olan, yalnızca hükümetin protesto edilmesi. Sağın egemen olduğu hükümet karşıtı bu hareketin kapitalist bir hareket olduğunu göremiyorlar. Bu hükümeti faşizme karşı korumaya hazır değiller. Faşizmin büyük bir tehlike olduğunu kavrayamıyorlar.

Macaristan’da faşizm tehlikesi ne boyutta, belirtileri neler?

Önce bu durumun nedenleri üzerine konuşmak zorundayız. Macaristan’daki sistem değişikliğinin, 1929’daki ekonomik krizden çok daha büyük yıkımlara yol açtığını belirtmek gerekir. En büyük farklardan birisi, örneğin, işlerini kaybedenlerin çoğunun tekrar iş bulamamış olmaları.

80’li yılların sonunda, yüksek gelirlerle düşük gelirler arasındaki oran dörtte birdi. 90’lı yılların sonunda, sekiz ya da onda bir oldu. Şimdilerde işsizlik oranı, resmi rakamlara göre yüzde 7. 1993 yılında yüzde 12’ye erişmişti.

Bugün kayıtlı işsizlerin sayısı resmi rakamlara göre 400 bin. Ne var ki, bizde kayıt dışı ekonomi oldukça büyüktür. Yaklaşık 800 bin kişinin kaçak çalıştığı tahmin ediliyor.

Kayıt dışı ekonomi Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 20-25’ini oluşturduğu için, gerçek durumu ve eğilimleri kesin bir şekilde saptamak pek mümkün olmuyor. Ekonomik bakımdan aktif olanların sayısı yaklaşık 4 milyon civarında. Kayıt dışı ekonomide istihdam edilenlerin sayısı da 2,5 milyon olarak tahmin ediliyor.

Macaristan’da faşizm tehlikesiyle ilgili sorunuza gelince, ilk neden, çoğunluğun yaşam koşullarının kötüleşmiş olması. İkinci neden, devlete ait üretim araçlarının büyük bir kısmının yabancı tekeller tarafından satın alınması, yani özelleştirme. Şimdilerde üretim araçlarının ezici çoğunluğu, yabancı tekellerin elinde bulunuyor. Macaristan’da güçlü bir kapitalistler sınıfı yok. (Tabii ki, bu, bizi üzen bir durum değil!) Bugün Macar kapitalistlerinin varlığı bile tehlikede. Onlar, uluslararası büyük sermayenin eline teslim edilmiş durumda. Bu, ülkedeki güçlü yabancı düşmanlığının nedenlerinden birisidir.

Bu iki olgu (çıkmaza sürüklenen Macar kapitalistleri tabakasıyla, lümpen proletaryanın saflarına itilen emekçiler) popülizmin temellerini oluşturuyor. Sağ parti (FIDESZ), bu iki tabakaya yaslanıyor politikasını oluştururken. Kitle tabanını burada buluyor.

Hükümete yönelik son eylemlerin ana örgütleyicisi olan FIDESZ faşist bir parti mi?

Başkanı Viktor Orban’ın birçok alanda Berlussconi’nin metodlarını taklit ettiği, tavsiyelerini yerine getirdiği, FIDESZ’in iliklerine kadar gerici bir parti olduğu çok açık. Birkaç yıl önce, koalisyon yaptığı şu iki partiyi ele geçirdi: dinci popülist Küçük Köylü Partisi ile açık faşist, antisemit ve ırkçı Macaristan Gerçeği ve Yaşamı Partisi (MİEP). Aleni veya gizli, bazılarını kendisinin kurduğu faşist ve aşırı milliyetçi örgütlerle ortak çalışıyor. Mali sermayeyle çok iyi bir ilişkisi var, ama aynı zamanda pervasız bir demagojiyle küçük burjuva ve lümpen tabakaları kendine çekiyor. Yöneticileri faşist ya da faşizme çok yakın olan kişiler. Üyelerinin önemli bir bölümünü de (hepsini değil) faşistler oluşturuyor. Nasıl bir politika sürdüreceğini, ulusal ve uluslararası güçler dengesi belirleyecek. Sloganları ve sosyal demagojilerine bakıldığında, kuşku götürmez bir şekilde faşist partileri hatırlatıyor.

Özelleştirmeye karşı tavrı nasıl?

FIDESZ, prensip olarak, özelleştirmeye karşı değil. Bir yandan özelleştirmeye destek verirken, diğer yandan, diğer partilerin özelleştirme kararlarını protesto ediyor. Halkın özelleştirmeyi reddeden tavrını parti politikası açısından kullanıyorlar yani. FİDESZ, hükümetteyken, kamu mülkiyetini kendi çıkarları için kullandı. Belli bir özelleştirmeye karşı çıktığı durumlarda da, özel ellere geçecek olan bu araçları artık eline geçiremeyeceği fikriyle aslında hareket ediyor.

Hükümetteyken hastaneleri özelleştirmek istedi. Muhalefete geçince, özelleştirilmiş hastanelere karşı, eski İşçi Partisi’nin de destek verdiği bir halk oylaması örgütledi!

FİDESZ hükümetteyken, yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için yabancı yatırımcılara o kadar olağanüstü ve aşırı imtiyazlar tanıdı ki, Avrupa Komisyonu tarafından bile ihtar aldı!

Kitleler ise, özelleştirmeyi yabancı sermayenin iktidarı ele geçirmesi olarak değerlendiriyorlar. Normal bir işçiyse işyerini kaybedeceği için özelleştirmeye karşı çıkıyor (özelleştirmeler sonrası hemen hemen her defasında işten atmalar olmuştur). Ama bu şekilde düşünen işçilerin sayısı oldukça az.

İşçiler, protestolarında, sol güçlere yaslanabileceklerini düşünmüyorlar. Ülkemizde güçlü bir antikomünist hava egemen olduğundan, işçiler, protestolarında sola dayanmayı akıllarına getirmiyorlar.

Anlaşılan Macaristan’da antikomünizm çok güçlü. Neden böyle?

Macaristan’da antikomünizmi yaymaya yetecek güçte bir parti var ve bu parti de bunu yapıyor. Macaristan Sosyalist İşçi Partisi’nin devamı olan Macaristan Sosyalist Partisi de komünizmle arasına sınır koyuyor. Bu partinin yöneticilerinin çoğunluğu; fabrika müdürleri, parti ve sendika yöneticileri vb., özelleştirmelerin en büyük destekçileridir, bunlar kapitalistleştiler.

Bir başka gerçek de, Macaristan’da, sistem değişmeden önce de güçlü bir antikomünizmin olmasıydı. Hatta bizde antikomünizmin köklerinin1919 yılına kadar gittiğini söyleyebiliriz. Sovyetler, Kızıl Ordu hiçbir zaman gerçekten kurtarıcı olarak görülmedi. Bunun bir nedeni şüphesiz, Macaristan’ın savaşta Nazi Almanya’sının yanında yer almasıydı. Bu durum belli korkulara neden oldu.

Ülkemizde demokrasi geleneği zayıf gelişti, ama bunun karşısında kilisenin etkisi çok güçlüydü. Özellikle kırsal kesimde yarı feodal ilişkiler egemendi. Bir örnek verecek olursak: toprak reformu komünistler tarafından gerçekleştirildi, ama kurtuluştan bir yıl sonra, 1946 yılında yani, açıkça anti-komünistlik, anti-sovyetlik yapan gerici Küçük Toprak Sahipleri Partisi oyların yüzde 57’sini aldı!

Köylüler kolhoz sisteminden korkuyorlardı, toprakla birlikte kadınların da ortak mal olacağı şeklindeki anti-komünist propagandadan etkilenmekteydiler. Bazı yerlerde komünistlere yönelik katliamlar dahi gerçekleştirildi. Bu katliamları gerçekleştirenler bugün kahraman ilan edildiler!

Komünist karşıtı bir ortamın hissedilmediği hiçbir dönemi hatırlamıyorum. Bu açıdan, 1956’daki olay, buz dağının tepesinden başka bir şey değildi. Olayların birinci gününde bir düzine Sovyet tankı tahrip edildiğinde, sokaklarda coşkulu kutlamalar yapıldı. Sanırdınız ki bir devrim oluyor! Ancak Kádár, yatırımlar için ayrılan parayı halka dağıttıktan sonra ortalık sakinleşti. Ülke borçlandı ve IMF’nin ağır mali koşulları sistem değişikliğini hazırladı.

Ülkenizin politik geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Macaristan bugün AB üyesi bir ülke. Maastricht ruhuyla Brüksel’den dayatılan ve olağanüstü yüksek bütçe açığını azaltmayı öngören kısıtlayıcı önlemler, politik koşulları destabilize ediyor, halkta geniş tepkilere yol açıyor. Faşist unsurlar bu durumu istismar ediyorlar, kesintisiz bir şekilde sosyalist-liberal hükümet koalisyonuna saldırıyorlar. Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz Ekim ayında tehlikeli, Vandalizm boyutuna erişen bir kalkışma örgütlediler. Sözüm ona “kitleler” televizyon binasını bastı; bu yığın her şeyi parçaladı, yollardaki arabaları yaktı. Şimdilerde ortalık sakin olmasına ve hazırlanan faşist darbe püskürtülmesine rağmen, yangın her an yeniden alevlenebilir. Fiyat artışları, hastanelerin kapatılması, her doktor muayenesi için zorunlu kılınan muayene ücreti vb., halkı öfkelendiriyor. Diğer yandan; futbolcu Ferenc Puskás’ın cenaze töreni için 180 milyon Forint harcandı (bunun 60 milyonunu devlet üstlendi), hırsızlık ve yolsuzluk inanılmayacak boyutlara ulaştı, giderek daha arsızca hareket eden kiliselere yeni servetlerin aktarılması kararlaştırıldı… İşte bütün bu gelişmelere baktığımda, geleceğin daha nelere gebe olduğunu bilemeyeceğim. Ama parti olmaksızın halimizin harap olacağı kesin.



[1] Ülkede iki “komünist” partisi bulunmaktadır; biri, eski revizyonist partinin (Macaristan İşçi Partisi) devamı olan Macaristan Komünist İşçi Partisi (Başkanı Gyula Thürmer), diğeri, bu partiden ayrılanların oluşturduğu Macaristanlı İşçi Partisi 2006. Sonuncu partiye üye olanların bir kısmı, “Karl Marx Topluluğu”nun da üyesidir. –Ö.D.

[2] Janos Kadar’ın başkanlık ettiği bu parti, 1989’a kadar varlığını sürdürüyor. 1990’dan itibaren, 1948’de Sosyal Demokrat Parti ile Komünist Parti’nin birleşmesinden meydana gelen bu partiden yine iki parti çıkıyor: Macaristan Sosyalist Partisi (Gyula Horn ve diğerleri; bu sosyal demokrat parti şimdi hükümette) ve Macaristan İşçi Partisi (Munkáspárt). Gyula Thürmer’in başkanlığında bu sonuncu parti sonradan adını değiştiriyor (1989 olayları üzerine tartışmalarının ardından) ve Macaristan Komünist İşçi Partisi adını alıyor. 2005’in sonlarına doğru ise, bu partide bir bölünme yaşanıyor. Sayıları 300 ila 400 diye belirtilen bir grup üye Macaristanlı İşçi Partisi 2006 adında bir parti kuruyor. –Ö.D.

 

Dinlerde Faizin Yeri ve Bankacılıkta İslami Alternatif Arayışları

Günümüz iktisat kuramında, biri geniş, diğeri ise daha dar olmak üzere iki temel faiz tanımı yapılmaktadır. Geniş olarak faiz, kullanıma sunulan üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanmaktadır. Dar tanımı itibariyle ise faiz, paranın kiralanması karşılığı talep edilen bedeldir. İki tanım arasındaki temel fark, ilk tanımın doğrudan üretime yönelen reel sermayeyi de kapsaması, dar tanımın ise, ödünç verilen fonlarla, diğer bir deyişle mali sermayeyle sınırlı olmasıdır. Bu yazıda üstüne duracağımız faiz türü, dar tanımda ifade edilen ve doğrudan üretime girmeyen parasal sermayenin karşılığı olan faizdir.

İlkçağ’dan bu yana, dinlerin, genel olarak faizi toplumsal eşitsizliği arttıran bir araç olarak algıladıkları ve faiz uygulamalarıyla, kısıtlamalar veya yasaklar aracılığıyla mücadele ettikleri bilinmektedir.Yazı içerisinde sık sık vurgulayacağımız gibi, bu yasakların temelinde ahlaki ve sosyal kaygılar bulunmakla birlikte, çoğu zaman, egemen sınıflar arasındaki çıkar savaşları dinin faiz karşısındaki tavrında belirleyici rol oynamıştır. Yine belirtmek gerekir ki, ilkçağlardan bugüne değin faiz her dönemde uygulana gelmiş, faiz üzerinde uygulanan yasaklar ise ancak kredinin risk primini, dolayısıyla da maliyetini yükselterek, faiz hadlerinin yükselmesine neden olmuştur. Özellikle parasallaşmanın (monetarizasyon) üst düzeyde olduğu ve yatırım finansmanının giderek daha büyük bir ihtiyaç halini aldığı kapitalist ekonominin gelişimiyle birlikte, dinler de, iktisadi yapıdaki dönüşümün ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenmiştir. Bu durum, Hıristiyanlıkta büyük bir kırılma yaratıp dinin ekonomi alanından dışlamasıyla sonuçlanırken, İslam dünyasında istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla kendini göstermiştir.

İLKÇAĞDA FAİZ

Eski çağlarda, halk, hemen tüketemediği ürününü veya para şeklindeki tasarrufunu, en güvenli yer olarak kabul ettiği hükümdar sarayları ile tapınaklara, saklanmak üzere verirdi. Mevduat şeklinde saray ve mabetlere götürülen bu değerler, buralarda atıl olarak tutulmamakta, ihtiyacı olanlara faiz karşılığında borç olarak verilmekteydi.[1] Örneğin, arkeologlar, İ.Ö. 3400 – 3200 yılları arasında Urug’taki Kızıl Mabedin banka gibi faaliyet gösterdiğini düşündüren levhalar bulmuşlardır. Bu tapınaklar, Hititlerin ve Asurluların işgali altında dahi bankacılık görevlerini sürdürmüşlerdir.[2] Mabetler, yüzyıllarca, Anadolu ve Mezopotamya’da da asıl görevleri yanında bankacılık işlerini yaparak, ihtiyaç sahiplerine faiz karşılığı borç vermişlerdir. İlk çağda, Yunanlılar, bankacılığı Babil ve Fenike’den öğrenmişler ve onlar da mabet bankacılığını esas alan bir bankacılık sistemi oluşturmuşlardı. Örneğin; Parthenon ve Apollon tapınakları o dönemde kredi veren dini kurumlardı.[3] İlk çağdaki mabet bankacılığı döneminde, rahipler kendilerine emanet edilen değerleri büyük bir dikkatle korumuşlar, çok sağlıklı kayıtlar tutmuşlar ve ihtiyaç sahiplerine normal faizler karşılığında borç olarak kullandırmışlardır. Bu kurumlardan kredi alanlar da, tanrıları aldatarak onlara karşı günah işlememek için, tüm taahhütlerini eksiksiz olarak yerine getirmişlerdir.

İlkçağda, kredi faaliyetleri sadece dini kurumların tekelinde kalmamış, zamanla, büyük ve nüfuzlu aileler de bankacılık faaliyetine ilgi duymaya başlamışlar, böylece bankacılık sistemi laikleşme sürecine girmiştir. Sistemin laikleşmesi ile birlikte, ekonomik yaşama tefecilik hakim olmuş; çocuklar ve eşler bile, verilen krediler karşılığı teminat olarak alınmaya başlanmıştır. Bu gelişme, toplumları birçok ekonomik, sosyal, hukuki sorunlarla karşı karşıya getirmiş ve hatta toplumda güç dengeleri de değişmeye, tefeciler toplumun en güçlü kişileri haline gelmeye başlamıştır. Toplum düzenini bozan bu değişim, faize karşı tepkilerin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepkilerin ahlaki nedenlerle oluştuğu ifade edilse de, aslında bu tepkiler, paranın ve dolayısıyla bankerlerin artan gücüne karşılık, toprak sahiplerinin kendi güçlerini devam ettirme çabasından kaynaklanmaktadır.[4] Bir başka deyişle, ilkçağda faize karşı yürütülen mücadele, aslında egemen sınıflar arası bir mücadeledir. Egemen sınıflar arasındaki bu çatışmanın, bazen bankacılık faaliyetlerinin yasaklanması, bazen de faizin üst sınırının yasalarla saptanması şeklinde sonuçlandığını görmekteyiz. Örneğin, ilk çağda İran’da faizle borç vermek kabul edilemez bir uygulama olarak görülürken, Babil’de Hammurabi döneminde faiz hadlerine yasalarla bir sınırlama getirilmiş, Mısır’da ise bileşik faiz yasaklanmıştır.[5]

 

MUSEVİLİK VE FAİZ

İbrahimi dinlerin tarım toplumlarını şekillendirdiği dönemde, bu dinlerin de faiz konusunda bir takım düzenlemeler yaptıklarını görmekteyiz. Kitabı Mukaddesin Hıristiyanlığın Musevilikle paylaştığı kutsal metinleri içeren Eski Ahit incelendiğinde, Musevi şeriatının faiz konusunda bir takım düzenlemeler yaptığı görülmektedir. Örneğin, Musa’nın 2. kitabı olan “Çıkış”ta, faizle ilgili olarak, “Eğer kavmime, yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, onlardan murabaha almayacaksın, onun üzerine faiz koymayacaksın” hükmü yer almaktadır.[6] Musa’nın 3. kitabı “Levililer”de ise, faiz hakkında, “Eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa ona yardım edeceksin, senin yanında garip ve misafir gibi yaşayacak. Ondan faiz ve kâr alma ve Allah’tan kork, ta ki senin yanında yaşasın. Ona gümüşü faizle vermeyeceksin ve zahireni kârla vermeyeceksin” buyruğu bulunmaktadır.[7] Musa’nın 5. kitabı “Tesmiye”de faizle ilgili düzenlemede şöyle denmektedir: “Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancılara faizle ödünç verebilirsin. Ta ki, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyarda elini atacağın her şeyde Allah seni mübarek kılsın”.[8] Davut’a gönderilmiş olan “Mezmurlar”da da faiz konusu şu buyrukla düzenlenmiştir: “Ya Rab, çadırında kim konacak? Mukaddes dağında kim oturacak? Parasını faize vermez”.[9] Eski Ahid’in bilgelik kitaplarından birisi olan Süleyman’ın “Meseller”inde de faiz konusunda, “Faiz ve kâr ile malını artıran adam, onu yoksullara acıyan için biriktirir” söylemi bulunmaktadır (14). Nihayet İsrailoğulları’nın peygamberlerinden birisi olan Hezekiel de, “Senin için de kan dökmek için rüşvet aldılar, faiz ve murabaha kârı aldın ve beni unuttun, Rab Yahuva’nın sözü” cümleleri ile faiz konusunda görüşünü belirtmektedir.[10]

Mezmurlar’da yer alan buyruk, Musevi şeriatının faizi yasakladığı ve para ticareti yapanların Tanrı katında makbul insanlar olmadığı gibi bir düşünceye sahip olmamıza neden oluyor. Ancak, bu hüküm Musa’nın faiz konusunda yukarıda belirtilen söylemleri, Süleyman’ın Meselleri, Hezekiel’in kitabında yer alan faizle ilgili açıklamalar ve Musevilerin çağlar boyu devam eden faiz uygulamaları ile birlikte değerlendirildiğinde, farklı bir sonuca ulaşmaktayız. Buna göre, Musevi şeriatı, para ticaretinin bir sonucu olan faizi yasaklamamıştır. Aksine serbest bırakmıştır ve hatta bu konuda bir sınırlama getirmediği gibi, teşvik de etmiştir. Şeriat, Musevilere, muhtaç durumda olan yakınları ile aynı durumda olan diğer Musevilere faizle yardım yapılmasını yasaklamıştır. Bu çifte standart, Museviliğin “ulusal” karakterini vurgulamakta ve Yahudilerin diğer toplumlar üzerinde ekonomik hakimiyet kurmalarını öğütleyen bir inanç sistemi olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.

 

HIRİSTİYANLIK VE FAİZ

Hıristiyanlar da, Eski Ahit’de yer alan hükümleri, Tanrı buyruğu olarak kabul etmektedirler. Bu nedenle, Hıristiyanlığın özünde de faizin yasak olmaması gerekmektedir. Nitekim, kilise tarafından kabul edilen Matta ve Luka İncillerinde de faizin yasaklanmadığını ve hatta sermayenin faiz geliri ile değerlendirilmesi izni verildiğine dair hükümler bulunmaktadır. Matta İncilinde faiz ile ilgili hüküm şöyle: “Paramı bankacılara vermem gerekti. Gelince malımı faizi ile birlikte geri alırım. Bundan böyle talantı ondan alın, on talantı olana verin”.[11] Luka İncilinde ise, “Öyle ise, paramı niçin bankaya vermedim? Geldiğim zaman onu faizi ile birlikte isterdim”.[12] Matta ve Luka İncillerinin her ikisinde de faizle ilgili söylemler bir olaya dayandırılmaktadır. Bu olaya göre, zengin birisi seyahate çıkarken, sermayesini üç bölüme ayırarak üç hizmetçisine verir. Hizmetçilerden ikisi paylarına isabet eden sermayeyi değerlendirerek, seyahat dönüşü efendilerine on misli ve beş misli olarak geri verirler. Üçüncü hizmetçi ise, parayı değerlendirmeyip, sıkı sıkıya saklayarak efendisine aynen iade eder. Her iki İncil’de, sermayeyi değerlendirmeyip atıl vaziyette tutarak efendisine aynen iade eden hizmetçiyi basiretsizlikle tanımlamakta, bu davranışı ile efendiyi faiz gelirinden mahrum kılmakla suçlamaktadır. Bu da, İsa’nın sermayenin getirisi olan faizi helal olarak kabul ettiği anlamına gelmektedir. Bu örnekler, bizi, Hıristiyanlığın özgün kaynaklarının faizi yasaklamadığı sonucuna götürmektedir. Ancak, Hıristiyanlıkta da, Musevilikte olduğu gibi, muhtaç kimselere, onların çaresizliğinden yararlanarak faizle borç vermek yasaklanmıştır. Hıristiyanlıktaki bu yasağın, Musevilikteki yasaktan farkı şudur: Musevilik “ulusal” bir din olduğu için, yasak sadece yoksul Museviler için geçerlidir. Hıristiyanlık evrensel bir din olduğundan, bu dinde yasak, tüm yoksulları kapsamaktadır.

Roma’nın yıkılmasından sonra, bu topraklar üzerinde bir siyasi otorite haline gelen kilise yönetimi, yeni sosyal yapıyı oluştururken, faiz ve boşanma hariç, diğer toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde, büyük ölçüde Roma yasalarından yararlanmıştır. Roma’da ve eski Yunan’da faiz yasak değildir. Ne var ki, bankerlik ve ticaret toplumca aşağı görülmüş ve genellikle Fenikeliler ve Yahudiler tarafından yapılmıştır.[13] Roma’da geniş tarım topraklarına sahip yönetici sınıf, tefecilerden yüksek faizle borç alımları nedeniyle ekonomik ve siyasi güünü yitirme tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Roma’nın dağılma sürecine rastlayan bu dönemde, toplumda faize karşı büyük tepkiler oluşmaya başladı. Roma topraklarında siyasal güç haline gelen kilise, bu tepkileri de arkasına alarak, faiz konusunda daha sert önlemler alma yoluna gitmiştir. Kutsal kitaplar kadar ilahi kaynaklar olarak kabul gören kilise konseyi kararları ve papalık kararları ile faiz, kutsal kitapların açık hükümlerine rağmen, ortaçağ boyunca, yaklaşık 1500 yıl kadar yasaklanmıştır. Bu dönemde, kilisenin geniş tarım topraklarına sahip olduğu ve büyük ölçüde çiftçilik yaptığı göz önünde tutulursa, bu yasaklamanın, ahlaki nedenlerden öte, egemenler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını görürüz.

Kilise’nin faiz konusundaki bu katı tutumuna rağmen, her dönemde olduğu gibi, ortaçağda da, faiz yasağının kimi uygulamalarla kısmen de olsa aşıldığı görülmektedir. Örneğin, kilise yasalarını uygulayan kimi yöneticiler, Yahudilerin faizle borç verebileceklerini savunmuşlar ve her halükarda cehenneme gidecek olan Yahudilerin bankerlik yapmasının Hıristiyanların günahlarını hafifleteceğini ileri sürmüşlerdir.[14] Bu dönemde, zaman zaman Yahudi bankerlerin de cezalandırılmasına rağmen, Avrupa’da tüm ortaçağ boyunca, sadece Yahudiler bankerlik yapabilmişlerdir.

12. yüzyıldan itibaren, ekonominin daha gelişkin olduğu ve daha üst seviyede parasallaştığı bir alanda hakimiyet süren Doğu kilisesi, faiz konusundaki tutumunu gevşetmeye başlarken, Batı kilisesinin tutumu daha da sertleşmiştir. Bu süreci etkileyenlerden St. Thomas Aquinos, hem kutsal kitapları ve hem de Aristo’yu kullanarak, faizin toplumsal yaşam için ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamıştır. Dante de, para istikraz edenlerin cehennemin en kötü yerine gidecekleri düşüncesinin kabulünde etkili olmuştur. Ancak, bu gelişme, giderek güçlenen ticari kapitalizm için engel teşkil etmeye başlamıştır. Bilhassa, büyük ölçüde yabancı kaynağa gereksinme duyan deniz aşırı tüccarlar, ciddi finansman sorunları ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu çelişki karşısında, ticari faaliyetlerin ve üretimin gelişimine paralel olarak faiz konusunda farklı sesler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Paris Üniversitesi Rektörü ve dini konulardaki bilgisi nedeniyle Constance Konseyi hatibi olan John Genson, fakirlere makul oranlarda faizle borç vermek, onların kişisel mallarını çok düşük fiyattan satmalarından, hırsızlık yapmalarından, sefalet içinde yaşamalarından daha iyidir diyerek, kilisenin faiz konusundaki tutumunu değiştirmesinin daha doğru olacağı tezini savunmuştur. Ne var ki, Genson ve onun gibi düşünen din adamları, bu söylemleri ile kilisenin faiz konusundaki tutumunu yumuşatmaya, ekonomik gelişmenin önünü açmaya çalışmışlarsa da, pek başarılı olamamışlardır. Ortaçağın sonlarına doğru, Katolik kilisesinin faiz ile ilgili katı tutumunun devam ettiğini görmekteyiz. Örneğin, Papa 10. Leo, kilisenin şartlandırdığı halkın hissiyatını da arkasına alarak, faiz konusunda sertlik yanlısı bir tavır içine girmiştir. Bu dönemde, Pianza halkının, devam etmekte olan bir tufanı önlemek üzere, bir tefecinin cesedini kutsal olarak kabul edilen kilise mezarlığından çıkarıp, sürükleyerek, Po nehrine attığı bilinmektedir.[15]

Dinde reform hareketinin öncüleri olan Luther ve Calvin’in Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanlık anlayışına karşı çıkışları ve onların geliştirdikleri Protestanlık mezhebinin yayılmaya başlaması, Avrupa’da Katolik kilisenin otoritesini ve etkinliğini sarmış ve kilisenin de faiz konusundaki tavrının değişmesine neden olmuştur. Diğer yandan, Reformasyon hareketinin liderleri, bilhassa Jean Calvin, aynı zamanda, Batıda kapitalizminin ahlaki temellerini de atmıştır. Calvin, faize önceki din adamlarının aksine sadece tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak, bu maksatla faizle para alınmasının kabul edilebilir olduğunu belirtmiştir. Hıristiyanlığın ekonomik hayata bakışındaki bu değişim, yeni gelişmeye başlayan ticari kapitalizmin bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda, sanayi kapitalizmine taşıyacak sürecin de başlıca dinamiklerindendir.

 

İSLAM’DA FAİZ

İslam’ın faize yaklaşımı konusunda başlıca iki görüş bulunmaktadır. Faiz karşıtı İslam iktisatçıları, Kuran’ın, oranına veya biçimine bakılmaksızın her türlü faiz işlemini yasakladığını öne sürerken; bir diğer görüş ise, Kuran’ın, belirli bir faiz işlemini belirten ribayı yasakladığını vurgulamakta ve bunun tüm faiz işlemlerini kapsayacak şekilde genellenemeyeceğini savunmaktadır.[16] Faiz karşıtı iktisatçılarının sıkça referans verdiği hadislerde geçen riba, İslam öncesi Arap toplumunda sıkça kullanılan ve geri ödenmemesi durumunda sermaye ve biriken faizle birlikte borcun ikiye katlanmasına dayalı bir uygulamadır. Bu uygulama, ödeme güçlüğü çeken borçluları köleliğe itecek yaptırımları içerdiği için, Arap toplumundaki toplumsal eşitsizliğin başlıca sorumlularından olarak nitelendirilmektedir. Diğer yandan ise, riba kontratlarının beraberinde getirdiği ağır yaptırım mekanizmalarının, kredi işlemlerini caydırarak ve risk faktörünün yüksek olduğu yeni sektörlere yatırımı engelleyerek, ekonominin derinleşmesine engel olduğu vurgulanmaktadır. Kuran yorumcularına göre, ribanın yasaklanma amacı, toplumsal dengesizliği şiddetlendiren bu kurumsal yapıyı ortadan kaldırmak ve borçlu-alacaklı ilişkisini daha hoşgörülü bir zemine taşımak olmuştur.

Kuran’da riba konusuna dört yerde değinilmektedir. Rûm suresi’nin 39. ayetinde şöyle denmektedir: “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz (riba), Allah katında artmaz; Allah’ın yüzünü dileyerek verdiğiniz zekât ise, katlayanlar (kat kat artıranlar) işte onlardır”. Nisa suresi’nin 160. ayetinde, “Yahudilerin zalimlikleri ve Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle onlara helal edilmiş olan bir çok temiz ve hoş nimetleri kendilerine yasakladık” şeklinde konuya değinilmektedir. Yine aynı sure’nin 161. ayetinde ise, “Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz (riba) almaları ve halkın mallarını haksızlıkla yemeleri sebebiyle. Onların kâfir olarak kalanlarına acı bir azap hazırladık” denmektedir. Âl-i İmrân suresi’nin 130. ayetinde de, “Ey iman edenler, öyle kat kat katlayarak faiz (riba) yemeyin ve Allah’tan korkun ki, arzunuza ulaşasınız” şeklinde riba yoluyla kazanç elde edenler uyarılmıştır. Bakara Sûresi’nin 275. ayetinde de, ribayla kazanç elde edenleri bekleyen son belirtilmiştir: “Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların ticaret tıpkı faiz gibidir demeleri yüzündendir. Oysa Allah ticareti helal, faizi haram etti. Bundan böyle her kim Rabbi tarafından kendisine bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, artık geçmişte aldığı onundur ve hakkında kararı Allah verecektir. Her kim de döner, yeniden faiz alırsa, işte onlar cehennemin sakinleridirler, hep orada kalacaklardır”. Bu Sure’nin 279. ayetinde de bezer bir vurgu yapılmaktadır: “Eğer böyle yapmazsanız, o halde Allah ve O’nun elçisi tarafından bir savaş açılacağını bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz”.

İslam dininin riba konusundaki kesin hükümlerine rağmen, önceki toplumlarda olduğu gibi, İslam toplumlarında da, dinin getirdiği yasak ve kısıtlamaların sık sık aşıldığı gözlemlenmektedir. 1453-1559 yılları arasındaki Osmanlı kadı sicillerini inceleyen bir araştırma, yaygın inancın aksine, Osmanlı ekonomisinde faiz uygulamalarının geniş yer tuttuğunu belirtmekte ve faize karşı toplumda “günah” yönünden en ufak bir tepkinin oluştuğuna dair belge bulunmadığına dikkat çekmektedir.[17] Aksine, Osmanlı toplumunda hile-i şeriyye uygulamalarıyla faiz kazancı dinen geçerli kılınmıştır ve ekonomik yaşamın hukuki yaptırımlarla desteklenen önemli bir parçası haline getirilmiştir. Faiz konusunda en sık rastlanan hile-i şeriyye uygulamalarından biri istiğlal yöntemidir. Bu uygulamada kredi talebinde bulunan kişi, evini borç alacağı kuruma (vakfa) bir bedel karşılığında satar. Hemen ardından, aynı evi, tekrar, vakıftan aylık bir bedel karşılığı kiralar. Belli bir süre sonunda ise, evi, sattığı bedel üzerinden tekrar geri alır ve işlem kapanır. Bu uygulamaya, on yedinci yüzyılın ilk yarısına ait İstanbul Kadılığı kayıtlarından bir örnek verelim.

Petro, Mütevelli Mehmet ile birlikte mahkemeye gelir. Petro, sahibi olduğu evini, Mehmet’in mütevellisi olduğu vakfa, istiğlal yoluyla, 5.000 dirhem karşılığında sattığını söyler. Petro, daha sonra aynı evi, 1 yıl için 500 dirhem karşılığında vakıftan kiraladığını sözlerine ekler. Petro, Seltan’e adlı kadını da kendisine kefil olarak atadığını belirtir. Mütevelli Mehmet’in doğrulamasıyla, mahkeme bu işlemleri onaylar.[18]

Açıkça görüldüğü gibi, bu işlem, ipotek karşılığı yapılan bir kredi işlemidir. Bu uygulama yoluyla, borçlu, evin mülkiyetini vakfa devredip, faizi ev kirası şeklinde ödemekte, vade dolunca da, anaparayı ödeyip evin mülkiyetini tekrar üzerine almaktadır. Böylece faiz işlemi, İslam hukukuna uydurulmaktadır. Aynı dönemde, sıkça görülen bir diğer hile-i şeriyye uygulaması ise, faizin çuha (kumaş) bedeli adı altında tahsil edilmesidir.

Mütevelli Mehmet, Patrik Fodaftoz’un vekili ile birlikte mahkemeye gelir. Mehmet, kendisinden önce mütevelli olan Mustafa’nın, adı geçen patrike, vakıf parasından 30.000 akçe borç verdiğini söyler. Mehmet, çuha bezi parası olan 3.000 Akçe ile birlikte, toplam 33.000 akçeyi patrikten aldığını sözlerine ekler. Patrik vekilinin doğrulamasıyla, işlem mahkemece onaylanır.[19]

Bu örnekte de, borçluya, 30,000 akçe nakit paranın yanı sıra 3,000 akçelik çuha bezi satılmış gibi gösterilmiş ve yüzde on faiz, çuha bezi bedeli olarak tahsil edilerek, mahkeme kaydına geçirilmiştir. Burada (sayısız benzerlerinde olduğu gibi) çuha satışının söz konusu olmadığı mahkeme heyetince de gayet iyi bilinmesine rağmen, kayıtlara bu şekilde düşülerek, faiz işlemi şeriat hükümlerine uydurulmuştur.

MODERN BANKALARA “İSLAMİ ALTERNATİF”: İSLAM BANKACILIĞI

İslam’ın faize yaklaşımı konusundaki bazı genel yanılgıları gidermek adına vurgulamalıyız ki, İslamcı literatürde tartışılan faiz kavramı, modern ekonomi kuramında üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanan faiz değildir. Bu anlamda faize karşı geliştirilen İslami karşı duruşun, emek harcamadan gelir elde etmek gibi bir ahlaki temeli yoktur. Tersine, sermaye-emek ortaklığı şeklinde tanımlanan mudaraba ortaklıkları, İslam ekonomisinin ve İslam bankacılığının temel yapı taşlarındandır. Burada, İslam etiği açısından ayırt edici unsur, sermaye sahibinin risk altına girip girmediğidir. İslam bankacılığının da temel çıkış noktası olan bu görüşe göre, risk almadan elde edilen kazanç haksız kazanç olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre, bir bankanın verdiği sanayi kredisi üzerinden faiz alması haksızlığa yol açacaktır. Çünkü banka her koşulda vade sonunda yatırımını önceden belirlenen faiziyle geri alırken, yatırımının batması durumunda dahi, sanayici, batık anaparayı faiziyle birlikte bankaya geri ödemek durumunda kalacaktır. Böylece bir taraf hiçbir risk almaksızın önceden belirlenmiş oranda kazanç elde ederken, diğer taraf, yatırımın tüm riskini göğüslemektedir.

İslam Bankacılığı, 1970’lerde yürütülen İslam ekonomisi tartışmaları üzerinden ortaya çıkmış ve Türkiye dahil birçok ülkenin ekonomisinde hızla payını arttırmıştır. 1980’li yıllarda, başta Al Baraka ve Dar al-Mal al-İslami grupları olmak üzere, Arap dünyası merkezli İslam bankalarının aktifleri yılda %18.8 oranında büyümüş ve 1980’lerin sonunda, 22.9 milyar dolara ulaşmıştır. 1990’larla birlikte İslam bankalarının büyüme hızında bir gerileme görülse de, diğer geleneksel bankalarla rekabet ettikleri Mısır ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde, toplam banka mevduatının %20’sini kendilerine çekmeyi başarmışlardır.[20]

Riskin alacaklı ve borçlu üzerindeki asimetrik dağılımı, bir diğer ifadeyle, alacaklının risksiz kazancı, İslami kâr-zarar bankacılığının modern bankacılığa yönelttiği eleştirinin temel çıkış noktasıdır. İslam bankacılığında temel düşünce, risksiz kazancın ortadan kaldırılması ve kazancın, hem riskin hem de kârın paylaşılmasına dayanmasıdır. Ne var ki, burada, çok önemli bir detay gözden kaçmaktadır, o da, riskin ne oranda paylaşılacağıdır. Bu noktada, genel adalet anlayışına uyulması gereğine dikkat çekilmesine rağmen, bu oranın nasıl belirleneceği detaylandırılmamaktadır. Elbette burada ilk akla gelen soru, tarafların asimetrik risk taşıma kapasitelerine rağmen, riskin, risk taşıma kapasitesi yüksek tarafa yüklenmesinin neden haksızlık olarak nitelendiğidir. Sözgelimi, bir bankanın on binlerce tasarrufçusundan biri olan ve tek geliri tasarruflarının getirisi olan bir dulu ele alalım. Bu dul, elinden geldiğince riskten kaçınacaktır, çünkü herhangi başka bir sürekli gelire sahip olmadığı için, eldeki birikiminden mahrum olması durumunda, yardıma muhtaç olması kaçınılmazdır.[21] Tasarrufçunun, bankaya önceden belirlenmiş bir faiz oranı üzerinden parasını yatırması ve bunun karşılığında risk taşıma kapasitesi yüksek olan ve riski dağıtabilecek bir portföye sahip olan büyük sermayeli bir kuruluşa riski devretmesi, bu dulun, banka üzerinden haksız kazanç elde etmesi şeklinde yorumlanabilir mi?

Bir diğer gerçek ise, sabit getirili her türlü yatırımın risksiz kazanç olduğu, bu yönden de İslam devletinde yasaklanması gerektiğini öne süren İslam iktisatçılarının iddialarının aksine, aktiflerinden faiz kazanan bankaların da belli oranda bir risk üstlendiği gerçeğidir. Şöyle ki, banka açtığı kredilerin bir bölümünü toplayamayabilir, hatta ekonomik kriz dönemlerinde, batık krediler, bankanın aktiflerinde büyük yer teşkil edebilir. Böylesi bir sürecin sonunda bankaların iflaslarının da olanaklar dahilinde olduğu düşünülürse, tasarruf sahipleri de kısmen risk almaktadırlar.

Kâr-zarar ortaklığı iddiasıyla ortaya çıkan İslam Bankalarına yöneltilen en temel eleştiri, bu bankaların, geleneksel rakiplerinden ancak söylemde farklı oldukları, pratikte ise aynı yolu izledikleri yönündedir. İlk İslam bankasının kurucusu ve İslam Bankaları Birliği’nin Genel Sekreteri Ahmed Al- Naggar tarafından da saptanan bu durumun başlıca göstergesi, İslam bankalarının tasarruf sahiplerine dağıttıkları “kâr payları”ndaki dalgalanmaların faiz hareketlerini izlemesi ve bu iki getiri aracı arasındaki marjın çoğu zaman göz ardı edilebilir derecede ufak olmasıdır.[22] Türkiye’de faaliyet gösteren geleneksel ve İslami Bankaların 1990-1993 yılları arasındaki 3 ay, 6 ay ve 1 yıl vadeli nominal getirilerini yansıtan aşağıdaki grafiklerde de gözler önüne serilmektedir ki, İslam Bankalarının sözde faizsiz getirileri, geleneksel bankaların faiz dayalı getirilerine hemen hemen denk düşmektedir.[23]

Müşterilerine faizsiz kazanç taahhüt eden İslam bankaları, aktiflerini, çoğunlukla hisse senetlerine ve faiz getiren araçlara yatırmaktadırlar. Bu durum, bu bankaların müşterilerine piyasa faiz oranlarının altında kalmayacak bir getiri vaat etmelerinin arkasındaki sırrı da açıklamaktadır. Buradaki temel soru, faizsiz kazanç sloganıyla piyasalarda boy gösteren kapitalizmin “ahlaklı bankerleri”nin, neden aktiflerini büyük oranda faiz getiren araçlarda değerlendirmekte olduğudur. Keza, bu bankaların aktiflerinin yalnızca küçük bir bölümü, genelde yüzde 5’ten azı, gerçek anlamda kâr-zarar ortaklığına dayalı kredilerden oluşmaktadır.[24]

Bu durum şöyle açıklanabilir. İslam bankalarının en yaygın kullandığı finans yöntemi murabahadır. Murabaha sözleşmelerinde, bankalar, makine teçhizat vs. ihtiyacı duyan işyerine kredi açmak yerine, bu makineyi işyeri adına doğrudan kendisi alır. Banka, daha sonra, bu makineyi, malın fiyatının belli bir kâr marjıyla işyeri sahibine devreder. İşyeri sahibi ise, makine karşılığı banka tarafından tespit edilen bedeli, kontratta belirtilen vade içerisinde bankaya ödemekle yükümlüdür. Buradan da anlaşılacağı gibi, eğer banka tarafından işveren adına alınan mala eklenen kâr marjı, aynı dönemdeki piyasa faiz oranına eşitse, murabaha sözleşmeleri, faize dayalı sözleşmelerle aynı sonucu doğuracaktır. İslam iktisatçıları ise, murabaha sözleşmeleriyle tipik faize dayalı sözleşmeler arasında önemli bir ayrım olduğunu vurgularlar. Şöyle ki, murabaha sözleşmesinde, öncelikli olarak makineyi mülkiyetine alan banka, makinenin mülkiyetini işyerine devrettiği süre zarfında makinenin uğrayabileceği herhangi bir zarara karşı riski tamamıyla kendisi yüklenmektedir. Dolayısıyla elde edilen kâr marjı, banka tarafından yüklenilen riskin karşılığı olarak görülmelidir. Tabii, pratikte, bankanın makineyi mülkiyetinde tuttuğu süre saniyelerle ölçülmektedir ve üstlenilen risk bu süre zarfında deprem, sel, yangın, hırsızlık v.s. olma olasılığı kadar düşük ve önemsizdir.

Tekrar İslami bankaların neden kâr-zarar ortaklığındansa faize endeksli yatırım araçlarına yöneldiği sorusuna dönersek; bu durum, aslında İslam bankalarının, kredi başvurusunda bulunanların (kredi kararına temel oluşturan) geçmiş performansını değerlendirmekte veya (kâr ya da zararı belirleyen) gelecek performansını tespit etmekte yetersiz kalacağı, dolayısıyla da kâr-zarar ortaklıklarından, kârdan çok zarar edeceği korkusuna dayanmaktadır. Bunun da ötesinde, bir ters seçim (adverse selection) sorunu bulunmaktadır. Yatırımlarından yüksek kâr etmeyi bekleyen işverenler, kârlarını bankayla paylaşmaktansa, önceden sabitlenmiş bir faiz ödemeyi tercih edecek ve bu yüzden geleneksel bankalara yönelecektir. Aksine, düşük kâr beklentisi içinde olan riskli yatırım sahipleri, faizle borçlanmak yerine, kâr-zarar ortaklığına, yani İslam bankalarına yönelecektir. Aynı durumun tekrarlanması halinde ise, İslam bankalarının aktifleri, geleneksel bankaların belirgin şekilde altında bir getiri oranına sahip olacaktır ki, bu takdirde de, mevduat sahiplerine söz verdikleri gibi, faiz oranları seviyesinde veya üzerinde “kâr payı” dağıtmaları imkansız olacaktır.

Tüm bu örnekler açıkça göstermektedir ki, İslam bankaları biçimsel bazı farklılıkların ötesinde, temelde, geleneksel rakiplerinden farklı araçlarla çalışmamaktadırlar. Bu biçimsel farklılıklarsa, Osmanlı döneminde sıkça başvurulan istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla aynı işlevi göstermekte, ve bu yolla elde edilen faiz kazancına “İslam kılıfı” giydirilmektedir. Ve yine vurgulamak gerekir ki, İslam bankacılığının dayandığı ahlaki modelin kapitalistin işgücüne karşılıksız el koymasından kaynaklanan artı-değer ile en ufak bir problemi bulunmamaktadır. İslam ekonomistlerinin bu noktadaki yegane sorunsalı, sermaye sahibinin yatırımı dolayısıyla elde ettiği kâr karşılığında her hangi bir riske girip girmediğidir. Bu anlamda İslami bankaların dayandığı retorik, karşılığı ödenmemiş emeğin üzerinden elde edilen faiz kazancını kâr-zarar ortaklığı ekseninde yeniden formüle edip kapitalist sömürü koşullarına kendi varsayımları uyarınca ahlaki bir zemin oluşturma çabasının ötesine geçmemektedir.


[1] Namık Zeki Aral, Bankacılık, Yayınlanmamış Ders Notları, s. 23 – 26

[2] Feridun Ergin, Para Siyaseti, İ. Ü. İktisat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1966, s. 18

[3] Feridun Ergin, a.g.e, s. 18

[4] Ana Britannica, Faiz Maddesi

[5] Namık Zeki Aral, a.g.e, s. 2

[6] Çıkış: 21-26

[7] Levililer : 25-36, 37-38

[8] Tesmiye : 15-5

[9] Mezmurlar : 15-5

[10] Hezekiel : 23-12

[11] Matta : 26-27

[12] Luca : 20-24

[13] Namık Zeki Aral, a.g.e, s. 24

[14] Andrew Dickson White, A History of The Warfare of Science With Theology, Dover Publications Inc., Cilt.2, New York, 1960, s. 264 – 287

[15] Andrew Dickson White, a.g.e, s. 264 – 287

[16] Kuran’ın hiçbir yerinde Arapça bir kelime olan faizden bahsedilmemektedir. Diğer yandan, yine Arapça bir kelime olan ‘riba’dan farklı ayetlerde bahsedilmekte ve kesin bir dille yasaklanmaktadır. Dilimize Arapça’dan girmiş olan faiz kelimesi, ödünç verilen paranın kârı olarak tanımlanırken, riba kelimesi ise, tefecilikte alınan faiz olarak tanımlanmaktadır. Burada dikkat çekici bir nokta, Kuran’ın İngilizce çevirilerinde riba kelimesinin karşılığı olarak, interest (faiz) kelimesi değil, usury (fahiş faiz) kelimesi kullanılırken, Türkçe çevrilerinde, riba kelimesi karşılığı olarak, aşırı faiz yerine, faiz kelimesinin kullanılmasıdır.

[17] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi (2) 1453-1559, Barış Yayınevi, Ankara, s. 179

[18] İstanbul Kadılığı 1 Numaralı Defter, Hüküm No. 14b/2

[19] İstanbul Kadılığı 1 Numaralı Defter, Hüküm No. 10a/2

[20] Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzler, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 82

[21] Timur Kuran, a.g.e, s. 77

[22] Al Naggar’ın İslam Bankalarının yaşadığı sorunlara dair görüşleri için bkz. Ahmed Al-Naggar, “Achievements and Problems of Islamic Banks”, Journal of Islamic Banking and Finance, vol. 1, issue 2, 1984

[23] Fehmi Köfteoğlu, “Kapitalist Sisteme Ahlaki Kılıf: İslam Ekonomisi”, İktisat Dergisi, 30 (Temmuz): 26-35

[24] Timur Kuran, a.g.e, s.84.

Anadolu Nükleer Cehennemine Dönüştürülmek İsteniyor

EMPERYALİZM VE UŞAKLARININ NÜKLEER OYUNU

Bu oyunu anlamak için Şek. 1’e bakmak yeterlidir. (1) ABD’de 1978’den bugüne tek santral kurulmadı. (2) 1963 yılından bugüne 23 santral kapatılmak için başvurmuş ve sadece 4’ü kapatılabilmiş. 19 tanesi yıllardır kapatılabilmek için (decommissioning) projeler üretiyorlar ancak, kabul edilmiyor. (3) Bir santralı zararsız olarak kapatabilmek kurmanın 8-12 katı daha pahalı.

Şekil 1. ABD’nin elinde gömülmeyi bekleyen 70 bin ton nükleer atık var

Şek. 1, ABD’nin en saygın süreli yayınlarından olup Mayıs-Haziran 2006 tarihli sayısının kapak sayfasıdır. En son çözüm olarak, 2002 yılında Yucca dağının tepesi seçildi. Ancak, kamuoyunun ve parlamenterlerin baskısıyla Yucca’ya da izin verilmedi. Şimdi köle bir ülke aranıyor. “Sinop ve Akkuyu bu amaçla mı kullanılacak” sorusu gündemdedir. Ancak, izin vermeyeceğiz…..!

Emperyalizmin uşağı bazı profesörler radyasyonlu fındığı halka yedirebilmek için türlü cambazlıklar yapan profesörler gibi davranmaktadırlar. Bunlar engerek ve çıyanlar olup insanımızın canına göz koyanlardır. Bunlar uşaklıklarını iki yolla yerine getirmeye çalışmaktadırlar. (1) Nükleer silah da yaparız diyorlar. Özürleri kabahatlerinden büyük. (2) Nükleer santral kurarsak nükleer teknolojiyi geliştiririz diyor. Yalan. Bin kere yalan. Çünkü nükleer teknolojiye geliştirmek için kurulmuş kurum ve kuruluşlarımız başta İstanbul ve Ankara’da olmak üzere yıllardır çalışmaktadır. İşleri sadece nükleer teknolojiyi geliştirmektir. (3) Kimisi de bu yolla yaşamını sürdürmek için aşağılık davranmayı meslek edinmiştir. Onun için de türlü yalanlara başvurmaktadırlar. Örneğin, eğer kurmazsak sanayiimiz durup karanlıkta kalacağız diyorlar. Bakalım öyle mi?

Anadolu, konumu gereği; Almanya’nın en az 4 katı daha fazla rüzgar enerjisi taşımaktadır. Ancak rüzgar kurulu gücümüz Almanya’nınkinin iki yüzde biri bile değil. Emperyalizmin sözcüsü uşak profesörlere duyurulur. Başka bir anlatımla; Almanya’nın rüzgar kurulu gücü 20000 MW’ı aşmışken Türkiye’ninki 100 MW’ın altındadır. Bizi bu kadar geri bırakan yöneticilerden, özellikle de 12 Eylül 1980 sonrası gelenlerden dolayı utanç duyuyoruz.

Şimdi oyunun daha iyi anlaşılabilmesi için Çiz. 1’e bakalım. İzin verirsek Sinop’a kuracakları nükleer santral (NR) ile bizim önerdiğimiz üç rüzgar çiftliği (RÇ I-III) karşılaştırılmıştır (Şek. 2-5). Tüm mühendislik projeleri; Maliyet, Emniyet, Zaman ve Estetik-Çevre (MEZE) açısından karşılaştırılır. Bu yapılmadığı sürece mühendislik projesi yapılabilir değildir.

Bu karşılaştırmada ulaşılan sonuç: Nükleer santralın yapılabilirliği rüzgar çiftliğine göre sıfırdır. Hatta sıfırın altındadır.

Bu bağlamda, mühendislik ekonomisi denklikleri kullanılarak, iki sistem Çiz 2 ve Çiz 3’te karşılaştırılmıştır.

Sonuç: Rüzgar çiftliklerinin faydalı ömrü sonrası kârı iken nükleerin zararı 74 milyar dolardır. Çevreye yapacağı kıyım ise parayla ölçülemez. Kazım Koyuncu’nun değerini parayla ölçecek olan bir insan yoktur. Sadece gözü dönmüş emperyalizmin uşağı profesörler bir değeri biçebilir.

Çizelge 1. Sinop’a kurmak istedikleri nükleer reaktör (NR) ve rüzgar çiftliğinin (RÇ) maliyet, emniyet, zaman ve estetik-çevre (MEZE) açısından karşılaştırılması

 

Şekil 2. Sinop nükleer santral ve öneri rüzgar çiftlikleri yerleşkesi

Şekil 3. Karaburun yarımadası ve ön adacığı rüzgar çiftliği

Şekil 4. Sinop yarımadasının anakara uzantısı rüzgar çiftliği.

Şekil 5. İnceburun yarımadası rüzgar çiftliği

Çizelge 2. Sinop’a nükleer santralın 8’i yapım aşaması olmak üzere 38 yıllık Gelir-Gideri

Çizelge 3. Sinop’a kurulmasını önerdiğimiz üç rüzgar çiftliğinin 38 yıllık Gelir-Gideri

 

Emperyalizmin uşağı yetkililer ülkemizi nükleer cehennemine çevirebilmek için ölümü gösterip hastalığa razı etme yolundalar. Bunun için hemen 12 milyon yıllık Hasankeyf’i katletmek için Ilısu barajının temelini atmadılar mı? Oysa bu dönekler iktidara gelirken Hasankeyf’i kurtaracağız dememişler miydi?

Yukarı Mezopotamya’ya yaşam kaynağı olmuş olan Dicle ve Fırat’ın suları altında boğulmaları uzak değil. Bu bağlamda konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Ek I’de sunulan yazı hazırlanmıştır.

Ülkemizin enerji sorununu iki yıl gibi kısa bir sürede yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızla çözmek olasıdır. Bunlarda bir tanesi EK II’de verilmiştir.

EK I

“HEM HASANKEYF, HEM DE DAHA FAZLA ENERJİ”

EDU ulusal çalışma grubumuz için son derece önemli bir uğraş alanı olan 12 bin yıllık Hasankeyf uygarlığını koruma ve kollama işleri onurlu dik duruşu gerektirmektedir. Bu bağlamda, tüm kapılar çalınmış ve çalınmaktadır. Çünkü, Hasankeyf’i katledecek Ilısu barajının %10 maliyetine 2 kat daha fazla hidrolik enerjiyi Dicle havzasından barajsız olarak sunabiliyoruz. Ayrıntı kim isterse sunulabilmektedir.

Ülkemizdeki birinci sınıf ovaları katleden, dünyada eşine ve benzerine rastlanmayan Zeugma gibi uluslararası miraslarımızı sonsuza dek katleden ve bunlara bağlı sosyal felaketleri ulusumuza dayatan DSİ, 1949 – 1953 yılları arasında ABD tarafından kurulmuştur.

Değerli aydınlık dostlar; hepiniz biliyorsunuz ki; birbirinden değerli yurtsever aydın insanlarımız bu kurumda çalışıyor. Onlar bizim canlarımız ve yoldaşlarımızdır. Ancak, sistem öyle kurulmuş ki; kararı Washington ve Londra veriyor. Başbakan ve genel müdür aracılığıyla da uygulamaya sokuluyor. İşte Hasankeyf katliamı da (izin verirsek) böyle bir gelişmenin ürünüdür.

GAP’ın barajları yapıldığında Türkiye’nin elektriğinin iki katı elde edilecek derlerken, %1500’ün üzerinde yalan söylediklerinin bilincindeydiler. Oysa, bu barajların birkaç on sene sonra ülke gereksiniminin %1’ini bile karşılamayacağı açıktır. Ülkemizin ömrü ise 40 yıl değil, “halkların kardeşliğinin halkların birliğinden geçtiği” ilkesine dayanarak sonsuz diye tanımlanabilir. Ülkemizi enerji açısından %90 bağımlı kılan uşaklar yönetimde her zaman yer almayı emperyalist efendileri sayesinde becerdiler. Almanya son on yılda ülkemizin gereksinimi olan elektriğin yarısından fazlasını rüzgar, güneş, deniz dalgası ve benzeri yöntemlerle elde ederken %15 de tasarruf sağlamıştır. Bizimkiler ise, 4 sente sattığı elektriği 11-15 sente dışarıdan satın aldıkları fosil yakıtla çalışan santrallere ödüyor. Utanç verici ve tiksindirici bir durumla karşı karşıyız. Çözüm, bilimin kılavuz edilmesinden geçmektedir.

Bu bağlamda, öneri projelerimiz daha düşük maliyette olup ömürleri de sonsuza dek uzanmaktadır. Daha da önemlisi, çevre dostu projeler olup doğayı ve kültürü kollayıp geliştiren projelerdir.

8 türbinli Keban’ı kurarken “doğunun Paris’i Keban’a zenginlik sağlayacağı” çığırtkanlığı uşaklar tarafından yapılıyordu. Oysa, faydalı ömrü, öngörüldüğü gibi 100 yılda değil, 20 yılda tamamladı.

1986 yılında sadece 2 türbini çalışıyordu. Şimdi durum daha da bir felaket. Ülkemizde elektrik parasını ödeyemedi diye ceza alan ilk belediye başkanı Keban belediye başkanıdır. Keban ilçesi de bir köye dönüşmüştür. Çünkü Keban’ı doğunun Paris’i yapan ve onu binlerce yıldır besleyen Fırat ovaları ve Keban ormanlarıydı.

Artık Keban ormanı da yok, dünyanın gözbebeği Fırat ovaları da yok…! Yazıklar olsun onlara….! Ayrıca Keban barajının maliyeti gelirinin birkaç kati olmuştur. Bunun bir felaket olacağını ileri süren yurtsever aydınlar ise sürgünlere gönderilmiştir.

Genel müdürler genellikle profesör olup bilimi ve tekniği kolayca ayaklar altına alacak birisi olmalıdır. Tayinler böyle yapılıyor. Bu müdürleri DSİ’nin çalışanları seçmiyor. Bunları lütfen tanıyalım.

Konumuz olan Hasankeyf’e geçmeden önce, barajların dünyada 1980 yılında neden yenilenebilir enerji kaynağı olmaktan çıkarıldığına göz atalım.

Barajların yapılması durumunda;

(1) Öncelikle su kaynaklarının önemli bir bölümü baraj gölü altında kalır.

(2) En verimli topraklar akarsu yataklarında ve yamaç eteklerinde olduğundan tamamı sular altında kalır.

(3) Çevre dostu olan projemizin faydalı ömrü sonsuza uzanırken, barajların ömrü 30-60 yıl gibi kısa bir süreyle sinirlıdır. Daha sonra da küresel ısınmayı artıracak şekilse sera gazı (ch ) üretirler. Kyoto sözleşmesine göre küresel ısınmaya neden olan bu gazların 4 vergisi ödenecek. Kim..? Şüphesiz ki Anadolu’muzun emekçileri ödeyecek.

(4) Nemli bir iklimin egemen olmasıyla birlikte yere özgü hayvan ve bitki toplulukları yaşam ortamlarını yitirirler. Virüs ve bakteriler nemli ortamlarda kolayca çeşitlenerek ürerler.

(5) Çevredeki dağlara yükselemeyen ağır bulutlar yamaçlara, yağmur olarak düşüp, aşın-taşını (erosion) arttırır. Böylece, bitki tohumlarının çimlenmesi için gerekli olan ve döşek görevi gören fizyolojik (canlı yetiştiren) toprak yıkanıp uzaklaştırılır.

(6) Bitki tohumlarının çimlenmesi için gerekli olan ve yorgan görevi gören kar örtüsü Keban ormanlarında olduğu gibi bir daha oluşmayacaktır. Hava sıcaklığının -50° olduğu bir yerde 40 cm kalınlığındaki bir kar örtüsünün altındaki sıcaklık 0° dolaylarındır. Bu da tohumların dondan korunması için yaşamsal önem taşımaktadır. İşte onun için kar örtüsü yorgandır. DSİ tam 53 senedir bu kıyımını sürdürmektedir. Anadolu’da yapılan bu bağlamdaki kıyımlar S. Demirel ile doruğa ulaşmıştır.

(7) Yer altı suyunu besleyen kar yağışıdır. Çünkü kar örtüsü alttan erime yapar. Buharlaşmayla kaybı yok denecek kadar azdır. Oysa; yağmur yağışları yamaçlarında yüzey akışına dönüşerek fizyolojik toprağı, yukarda değinildiği gibi, yıkayıp götürür. Böylece fırın sorunlarına da ortam hazırlanmış olur.

(8) Tarlasını, teveğini, bağını bahçesini ve yaşam ortamını kaybedenler zorunlu olarak göç ederler. Büyük kentler kısa sürede canlarını alırken, “aç kedi fırın yıkar” ilkesi gereği çevrelerinde istem dışı sosyal sorunlar yaratırlar.

(9) Son fakat en önemlisi, 30 yıllığına ülkenin %1 elektriğini sağlayacak diye 12 bin yıllık Hasankeyf, Zeugma ve benzeri uygarlıklar ile uluslararası kültürel miraslarımızı katleder. Hem de yatırım maliyeti gelirinin birkaç katı olduğu halde bu kıyımlara neden olunur.

Oysa ülkemizin elektrik gereksinimi, hiç baraj yapmadan ve düşük kalorili kömürle çalışan dev santraller kurmadan, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanabilir.

12 BİN YILLIK UYGARLIĞIN BEŞİĞİ HASANKEYF’E DOKUNULAMAZ ….!

Bu kıyımcı uşaklar aşağıdaki noktaları bilemezler ki…! Bunun için; yurt sevgisi, insan sevgi ve saygısı, bilim aşkı, halkların kardeşliğine inanma, ümmet toplumunun değil çağdaş cumhuriyetin bireyi olma ve benzeri özellikleri içine sindirmek gerekir.

(1) Katliamlarını yaşama geçirmeyi sürdürmek üzere izin verirsek kuracakları Ilısu barajını besleyen akarsuların ortalama düşüsünün 2000 m olduğunu nereden bilebilirler ki…!

Hakkari, Siirt, Van, Muş, Bingöl, Elazığ, Diyarbakır ve Batman illeri sınırları içerisinde kalan başı karlı bu yüce dağlardan doğudan batıya birkaç örnek sunalım. Narlı dağı (3267 m), Mevzi dağı (3446), Kepçe dağı (3634), Yassı dağ (2280), İhtiyar Şahap dağları (>3000), Sinidağ (>2800), Bulak dağı (2633), Aydınlık dağları (2973), Muş dağları (>2500), Bingöl Genç dağları (>2500), Akdağ (>2000) ve Maden dağları (>2000) bu sıradağların başında yer alır.

(2) Yeraltı depolama sisteminin dünyada yaygın olarak kullanıldığını bilemez ki…! Bunun için 5 temel bilime inanmak gerekir. Emperyalistlerin buyruklarına evet diyen kafalar bu aydınlığı göremez. Sadece Çatak, Bitlis çayı, Sason çayı, Batman çayı ve kolları, barajının iki katı elektrik sunabilecektir. Hem de çevre Garzan çayı ve kolları, Ilısu dostu yöntemle, birkaç on yıllığına değil, sonsuza dek bu enerji arttırılarak elde edilebilecektir (Çiz. 1).

(3) Kamuoyuna 400 milyon dolarlık elektrik alacağız diye, hiçbir bilimsel dayanağı olmadan, gerine gerine yalan söylüyorlar (Çiz. 2). Keban’da olduğu gibi; ilk yıldan başlayarak her yıl sıfıra doğru azalan bir enerji elde edilecektir. 30 yıl faydalı ömrü olan bu baraja 60 yıl diye direniyorlar. 100 yıl olsa ne olacak. Ülkemizin ömrünü yoksa 60 yıl diye mi düşünüyorlar? Bu ülkenin ömrünü belirlemek emperyalistlere ve uşaklarına kalmadı. Erinde geçinde, ulusal kurtuluş savaşı vermiş bu ulusun çocukları; içeriden ve dışarıdan gelen bu saldırıları püskürtecektir.

Çizelge 1. Sadece Hakkari – Van – Muş sınırından doğan ve karla beslenen akarsulardan barajsız olarak elde edilecek elektrik Ilısu barajınınkinden daha fazladır

Zapsuyu, Dicle, Keban havzalarında; seki, seldağınaklık, yeraltı depolama, tünel/boru hattı ve ilgili bileşenlerden oluşan çevre dostu projelerimizle 40 yıllığına değil, sonsuza dek elektrik sunmaya hazırız. Hem de onda bir maliyetine. Ayrıca ülkemizin gereksiniminin 5 katı enerjiyi barajsız hidrolik, rüzgar, güneş – ısı, güneş – FV, yerısı, biyodizel, güneş – hidrojen – bor ve benzeri yöntemlerle vermeye hazırız. Bunlarla ilgili konan gerici yasa ve tüzüklerin kaldırılması öncelikli hedeflerimiz arasındadır. Çeşitli meslek dallarından bilgili ve deneyimli uzmanlardan oluşan tek daire bu ulusal enerji kaynaklarımızın kullanımı için gerekli tüm imzaları atabilecek ve 20 günden daha kısa bir sürede ruhsatla ilgili görüşlerini sunabilecek bir yapılanmaya gidilecektir. Devletin 4 sente sattığı elektriği doğal gazla üretenden 11-15 sente aldığını biliyor muydunuz? Bu ilkelliğe hemen son verilmelidir. Tam tersine ulusal kaynaklarımızdan enerji üretenler ödüllendirilmelidir.

Çizelge 2. Ilısu barajının gelir – gider inceleme veri ve sonuçları

Bu hesaplamalar, karar vericilerin dürüst olduğu varsayımıyla yapılmıştır. Oysa açıklanan %8 faizin %20’lere ulaştığı, ülkemizdeki diğer uluslararası projelerde görülebilmektedir. Ayrıca imzalanan keşif bedelleri, otoyollarda olduğu gibi %1000 artırılırken, burada, açıklanan 1,2 milyar avro kullanılmıştır. Bunun katlanacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Çünkü, Hasankeyf’i RTE’nin emriyle katledecek olan bu firma, Karadeniz’i de katleden firma olup, Hopa – Sarp arasında aldığı artış %600’ü aşmıştır. Kamulaştırma bedelleri de hesaba katılmamıştır.

Ilısu barajı maliyetinin 40 yıl sonraki değeri: 40 milyar dolardır. Buna karşın, elektrik gelirinin 40 yıl sonraki değeri: 23 milyar dolardır.

Bu mühendislik hesaplamalarında, katledilen ovaların ve uluslararası miraslarımızın ederi hesaba alınmamıştır. Çünkü; bunların ederi sonsuz olup hiçbir karşılaştırmada hesaba katılamaz. Katacak olana da, uluslararası ölçütlere göre, insan denemez.

Konu gelmişken, tarihi eserler için kurtarma projesi yapan profesörler bilsinler ki; müzelere kaldırdıkları her parça yapılan katliamın ve soykırımın birer belgeleridir. Yapmaları gereken, Hasankeyf gönüllüleri gibi katliamcılara karşı onurlu dik duruş sergilemektir. İlgili bilim dallarındaki gelişmelere kulaklarını ve gözlerini kapamasınlar. Bütün bu olumsuzluklara karşın başaracağız.

Değerli kamuoyumuz, lütfen Şek. 1 ve Şek. 2’yi inceleyiniz. Bu kıyımlarda doğrudan yer alan firma Hasankeyf’i katletmek üzere yine devrededir.

Şekil 1. Hasankeyf’i RTE’nin emriyle katledecek olan firmanın Hopa – Sarp arasında aldığı artış %600’ü aşmıştır. Suç bu firmanın değil, buna olanak sağlayan RTE ve ekibinindir.

Şekil 2. RTE’nin emriyle Karadeniz’imizi katleden firmaların kıyımlarına örnek.

Anadolu’nun diğer cennet köşelerindeki otoyol kıyımlarında da aynı oyunlar geçerliydi. Çevreci diye yutturulan TMA’nın başının (sayın Karaca değil) başı çektiği Tarsus – Adana – Gaziantep otoyolunda fiyat artışı %1000’in üzerindeyken, Bolu dağı geçişinde, RTE’nin son iki düğünde onur konuğu Berlusconi için peşkeş çektiği kaynaklarla birlikte %1200’ü aşırılmaktadır. Berlusconi ülkesi için gerekeni yapmıştır. RTE’ye ise ne denebilir?

Bunun yorumu okuyucuya bırakılmıştır. Ancak uluslararası tanımı, burada anımsatmakta yarar olabilir: Mühendisler, insan olmaları nedeniyle, öngörülerinde %20 yanılabilirler. %50 yanılma, ehliyetsizlik ve yeteneksizliktendir. Diploması elinden alınmalıdır. %100 yanılmanın altında çalma – çırpma aranır. %200 yanılmada erdemlilikte çürüme vardır. %300 yanılma, ancak ve ancak, vatana ihanetten kaynaklanabilir. %500 yanılmanın nasıl tanımlanacağı okuyucuya bırakılmıştır. Uluslararası bilimsel etkinliklerimizde de bu soruya yanıt bulamadık. Uygun bir nitelendirme bulursanız, bildiriniz ki yayınlayabilelim.

EK II

GEREKSİNİMİN İKİ KATI RÜZGAR ENERJİMİZ VAR….!

Rüzgar enerji gizilgücümüz 80 bin MW’ın üzerindedir. Başka bir anlatımla, kurulu gücümüzün iki katından daha fazladır. Ne istiyorsunuz uşaklar Sinop’umuzdan ve Hasankeyf’imizden….?

Özellikle rüzgar enerjisi üretimi açısından Almanya ve İspanya’nın sırasıyla ilk iki sırayı paylaştığı ve her ikisinde de aşağıda çerçevesi çizilen yaklaşımı izlediği görülmektedir.

(1) Alım garantisi, hatların dağıtım firması tarafından çekilmesi, lisans almada özendirici kolaylıklar yasal çerçeve içerisine alınmıştır.

(2) Piyasa fiyatının üzerinde birim ücreti ile emisyon (sera gazı) etkisini azaltma ödülünün bu ücretin üzerine yansıtılması ve ilk 10 yıl için vergi indirimi gibi konular özendirici olarak yasalarla tanımlanmıştır. Doğal gaz ve diğer fosil yakıtlar için verilen ayrıcalıklar özellikle bu konu için verilmelidir. Oysa ülkemizde fosil yakıta dayalı enerji için yaklaşık 10 sent/kWs ödenmektedir.

Bağımsız ve bağlantısız enerji kurumunun oluşturulması, enerji sorununu kısa sürede çözeceği gibi, bilim ve sanatın da ödüllendirileceği bir ortam yaratacaktır. Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO)’nun bu bağlamda yürütücü (moderator: içimizdeki İngilizler için) görevini üstlenmesi de doğru bir yaklaşım olabilir.

1. Enerjide yeni ve yenilenebilir kaynaklara dönüş kaçınılmazdır. Hem ülkemiz hem de insanlık için zorunludur. Fosil yakıtlar fitili ağır ağır çekilen bir bomba olan küresel ısınmaya neden olmaktadır. ABD, dağlar gibi biriken Nükleer atıklarını koyacak yer bulamamaktadır (Bulletin of Nuclear Scientists, May-June 2006; kapak sayfası). Diğer ilgili ülkelerde de durum farklı değildir.

2. Bu onurlu uğraşta en büyük engel ilgili devlet kurumlarıdır. Örneğin EPDK ve TEİAŞ. Çünkü atanmışlar olup, atayanların çıkarlarını korumakla görevli olduklarını sanabiliyorlar. Bu makamlara gelebilmek için kesinlikle bilgi ve deneyimleri ölçüt olmalıdır.

3. Monarşiyle yönetilen bugünkü ortamda bilim ve sanat gelişemez ve insanlığın yararına kullanılamaz. Bu nedenledir ki; yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesindeki en büyük engel, sistemdir. Başka bir anlatımla, yasama, yargı ve yürütme, büyük ölçüde, tek kişinin (başbakanın) elindedir. Milletvekili adaylarının belirlenmesinden bakanlar kuruluna kadar her şey elinin altındadır. Bilim ve sanat ödüllendirilmediği yerden göç eder. Kamuoyu desteği alınarak bu çarpıklığa son verilmelidir. Dolayısıyla enerji sorununu çözmeye yönelik bağlantısız ve bağımsız kurum bilimi ve sanatı rehber ederek kamuoyunun da desteğini kolayca alacaktır.

ÇÖZÜM

Lisans İşleri, ilgili konuların uzmanlarından oluşan Bağımsız Enerji Kurumu tarafından verilir. Bilim kılavuz alınıp, uluslararası kabul gören ölçütler uygulanır. Kurumun adı: Yeni ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Özendirme Kurulu (YEKÖK). Burada görev alanlar, kesinlikle uzmanlık sınavlarından geçmek zorundadır. Hiçbir şekilde atama yapılamaz. Üretimden de paylandırılarak özerk ve katılımcı bir şekle sokulmalıdır. Sınavlar, hükümetler tarafından değil, ilgili uzmanlık dalının soru bankasını elinde tutan ve sürekli güncelleştiren merkezi bir kurum tarafından yazılı olarak yapılır.

İmar izni konusunda yürürlükte olan maden kanunu geçerli sayılabilir. Yeraltı ve yerüstü devletin olup işletme hakkını devlet kullanır. Mal sahibine bu işletmeden dolayı doğacak zararlar, yüzey hakkı olarak ilgili kurumun ilgili uzmanları tarafından belirlenecek bedel üzerinden her yıl ödenir.

1. Rüzgar konusunda son 10 yılda birinci sıraya oturan Almanya örneği, kamuoyuna gerçek yanlarıyla anlatılarak, enerjide de başbakan krallığı kırılmalıdır.

a) Almanya, ilk iş olarak dağıtım hatları, üretim ilişkileri ve yenilenebilir enerji kullanımını özendirici yasal düzenlemeleri, 1990 yılında yapar.

b) Biz de, bu bağlamda, aşağıda ana hatlarıyla verilen konuları öncelikli olarak ele almalıyız.

i. Bilimsel verilere dayalı ölçümleri hazırlayacak kişi, kurum ve kuruluşlar, istedikleri alanın sınırlarını kurumun vereceği 1/25000 ölçekli harita üzerinde koordinatlarıyla belirler. Bu alana daha önce başvuru yoksa; gerekli ölçüm izni [Araştırma Lisansı (AL)] verilir. Her izin sahası 4002 hektarla (4 km ile) sınırlandırılabilir. İzin alan da; ilgili yerde ölçüm ve gerekli çalışmaları 1.5 yılda tamamlar. Ölçümler; “The International Measuring Network of Wind Energy Institutes (MEASNET)” veya bir benzeri ölçütlere uygun olarak yapılacaktır.

ii. Ön İşletme Lisansı, Araştırma lisansının gereğini yerine getiren kişi ve/veya kuruluşa iki yıl süreyle verilir. Üretici, AL sonunda öngördüğü yıllık üretimin %20’si oranında uygulamaya geçer ve üretir. Bu aşama da, vergi dışı tutulmalıdır. Gerekli ölçüm, tasarım değişikliği ve sorunlu olan konuları da aydınlatarak, gerçeğe daha yakın kurulu güç ve üretim rakamları ortaya çıkarılır ve raporlandırılır. Bu ilk iki aşamada; harcamalar vergi dışı tutulur ve yatırımcı lisansın sonlandırılmasını isteyebilir.

iii. Son aşama İşletme Lisansı’dır. 20+20x yıl alınabilir. x= 0, 1, 2, …….. 10,11, … İşletme aşamasında, ön işletme lisansı çalışmaları sonunda öngörülen yıllık üretimin en az %60’ını vermelidir. 2 yıl üst üste bu rakamın altına düşülmemelidir. Düşmesi durumunda, söz konusu eksik miktar kadar bölümün ödemesi piyasa ederi üzerinden yapılır. Ödüllendirme yapılmaz.

Doğaldır ki; savaş anında saldırıya uğrayarak ve/veya hiç beklenmedik bir doğal afette zarar görmesi durumunda, uluslararası düzenlemeler göz önünde tutularak hazırlanan yasal düzenlemeler geçerli olacaktır.

Öngörülen yıllık üretimin %20 üzerinde bir fazla üretim kabul edilir. Ancak teknolojik gelişmelere göre güncelleştirilerek ve bu uygulamayı belgeleyerek ucu açık artırıma gidilebilir. Hatta araştırma-geliştirme birimlerinin ürettiği buluşlar ödüllendirilmelidir.

a. Alım garantisi ilk 10 yıl için piyasa ederinin iki katı olarak verilir. İkinci 10 yıl için piyasa ederinin 1.5 katı olarak alınır. Yeni dönemde (lisans uzatma 20’şer yıl) piyasa ederi üzerinden yapılır.

b. Dağıtımda; üretim ve tüketim noktaları arasında öncelik rüzgara verilir ve masraflar dağıtım kurumuna aittir.

Kamuoyuna duyurulması gereken ana noktalar şöyle özetlenebilir.

Kyoto (1997) sözleşmesine göre, başta CO olmak üzere sera gazı etkisi yapan kirlilikleri atmosfere gönderen işetmeler nedeniyle emisyon vergisi ödeyeceğiz. Bu kaynakların başında da fosil yakıtlarla (doğal gaz, kömür ve petrol ürünleriyle) çalışan santrallerdir. Hem de bu işletmelere ödenen ücret, imtiyazlı alımlar da göz önünde bulundurulduğunda; 10 sent/kWs dolaylarındadır. Bu bağlamda yapılan antlaşmaların tutarı 500 milyar dolara ulaşmak üzeredir.

Oysa, rüzgar için kilo.W.saatine 11 sent ödense; ülke gereksiniminin 2 katı yenilenebilir kaynaklardan iki yıl gibi kısa sürede sağlanabilecektir. Böylece, iktidarı ele geçirenin güdümünde ve keyfiyetinde yüksek maliyetli ve dış kaynaklı enerji tüketimine kısa bir sürede son verilebilecektir. Yeni ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları Özendirme Kurulu’nun (YEKÖK) oluşturulması için ileri….! Bu onurlu uğraşta yer alan siz aydınlık dostlara en derin saygılarımızı sunuyoruz.


* Van YYÜ EDU (eğitim-enerji-deprem-ulaşım) Ulusal Çalışma Grupları adına, Başkan.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑