Newroz 2007: Halklar ve Egemenler Arasında Mücadelenin Düğümü

Newroz, hükümdar Dehak ile Demirci Ustası Kawa arasında 2617 önce geçtiği varsayılan toplumsal mücadeleye dair bir efsaneye dayanıyor. Kürtler ulusal bayramları olarak kabul ediyorlar. Bölge halkları ve birçok halk ‘yenigün’ü baharın müjdecisi olarak selamlamakta, kutlamalar gerçekleştirmektedir. Günümüzde bu efsanenin kazandığı anlam Kürt halkının özgürlüğüdür. Newroz kutlamaları, birçok düğümün çözülmek istendiği bir bayram, bir mücadele ve demokratik direniş günü olarak ele alınmaktadır. Kürt halkı sürdüregeldiği tam hak eşitliği mücadelesinde Newroz’u özel bir yere oturtmakta, kutlamaları coşku içinde gerçekleştirmektedir. Haftalar öncesinden başlayan Newroz hazırlıkları, Kürt halkını birçok yönden etkisi altına almakta, sarıp sarmalamaktadır.

Yakın tarih bakımından söylenecek olursa, Newroz, yaşanan acıların, kaybedilen on binlerce insanın, ‘faili meçhul’ listelerine kaydedilen binlerce cinayetin, 4 bine yakın yerleşim biriminin boşaltılmasının, milyonlarca insanın yerinden toprağından ve toplumsal dokusundan sürülmesinin muhasebesi ve mücadelesidir. Tüm bunlara duyulan öfkenin dışa vurumu, demokrasi ve özgürlüğe özlemdir.

Newroz kutlamaları direniş yılları içinde gelişti, kitleselleşti ve onlarca Kürdün ölümü pahasına meşrulaştı. Kürt yoktu ve dolayısıyla Kürt’ün kendisine has bayramı, kültürü, tarihi, gelenek ve görenekleri de olamazdı! Kürt halkı inkarı ve asimilasyonu direnerek hükümsüz kıldı. Ancak egemen güçler cephesinde bunun hazmedildiği söylenemez. Meşruiyetin, aynı zamanda Kürtlerin ulusal demokratik hakları için atılması gereken adımlara denk düşeceğinin bilincinde olan egemen güçler, bu günü yasadışı saymakta, her yıl Newroz kutlamalarına provokasyon bulaştırmak için adeta kılı kırk yarmakta, saldırı üzerine saldırı düzenlemektedirler. Bu yıl da, bu yönlü hazırlıklar daha Şubat ayı ortalarından itibaren baskı ve tutuklamalarla başlatıldı.

Ancak bu yıl Newroz kutlamaları, yakın dönemde yaşanan üç önemli gelişmenin sunduğu olanaklar üzerinden gerçekleşecektir. Bu, birbirini güçlendiren ve adeta iç içe geçen gelişmelerin sunduğu olanaklar, tüm saldırıları püskürtme dinamiklerini içinde taşıyor. Bu dinamiklerin dikkatle değerlendirilmesi, Newroz’un bu olanaklar heba edilmeden kutlanması, önemli bir dönemeç olacaktır. Kürt sorununda barışçı ve demokratik mücadelede daha güçlü adımların atılmasında olduğu kadar, demokratik Türkiye mücadelesinde de emek, barış ve demokrasi güçlerinin elini daha da güçlendirecek gelişmelere dayanak oluşturacaktır. 1 Mayıs kutlamaları ve sonraki gelişmelerin de bu durumdan olumlu ve olumsuz etkileneceği söylenebilir. Sınıf talepleri ile birleşen bu yönlü bir hareketlenmenin, Türkiye egemen sınıfları için taşıdığı tehlike tahmin edilebilir. Egemen güçler bu gelişmelerin farkındadır ve durumu tersine çevirmek için taktik savaşına daha şimdiden girişmiş bulunmaktadır. Newroz’un, emek, barış ve demokrasi güçleri ile ırkçı ve şoven güçlerin taktik mücadele alanı olacağını söylemek abartı olmayacaktır.

Bu olanaklardan birincisi; PKK’nin 1 Ekim 2006 tarihinde açıkladığı ateşkes kararıdır. PKK’nin 1 Ekim 2006’da açıkladığı, ancak tüm provokasyon, saldırı, operasyon ve ölümlere rağmen kararlıca sürdürdüğü ateşkes kararı, Kürt ve Türk halkının kardeşleşme mücadelesinde, önceki dört ateşkes kararı ile kıyaslandığında daha ileri kazanımlara olanak sunmuştur. Ateşkes süreci, barış, kardeşlik ve demokrasi güçlerinin elini güçlendirmiş, Kürt sorununun demokratik çözümü için süren mücadeleye yeni güçlerin, değişik çevrelerin katılımı ve desteğini sağlamıştır. Dahası, egemen güçler içinde farklı eğilim ve tutumların su yüzüne çıkmasını daha da hızlandırmıştır. Kürt sorununun ‘terör sorunu’ değil, bir halkın ulusal tam hak eşitliği sorunu olduğu yönlü mücadele, bu süre içinde daha çok destek ve güç bulmuştur. Şemdinli’de yaşanan gelişmeler, o dönem Org. Büyükanıt’ın sorumluluk üstlenmesi ve buna duyulan tepki, Bölge’de yaşananların doğru algılanmasında ciddi bir kırılma yarattı. Arkasından yaşanan gelişmeler, ‘derin devlet’ olarak tarif edilen, ama devleti işaret eden kuşku ve güvensizliği daha da arttırdı.

Bilindiği gibi, 2006 yılının ilk ayları ve yıl ortasında süren operasyon ve çıkan çatışmalarda ölen askerlerin taşınan cenazeleri gerilimi oldukça arttırmıştı. Bir yandan cenazeler üzerinden kahramanlık destanları yaratma, siyasi parsa toplama, ‘vatan millet’ edebiyatı yaparak halkların birbirini boğazlamasına giden süreci körükleme tutumu, diğer yandan asker anne, baba, eş ve yakınlarının tepkileri artarak devam etti. Irkçı ve şoven güçler, asker yakınlarının tepkilerinden oldukça rahatsız oldular. Bir dönemin sarsıldığının işaretleri anlamına gelecek tepkiler TSK’yı da tedirgin etti.

Asker aileleri çocuklarının cenazeleri üzerinden ırkçı ve şoven propaganda yapan güçlerden rahatsız olduklarını dile getirmekle kalmamış, çatışmaların son bulması ve akan kanın durmasını istediklerini yüksek sesle dile getirmişlerdi. Yine, “vatan sağ olsun diyemeyeceğim” tepkilerinin dile getirildiği bu dönemde, Başbakan Erdoğan’ın “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” açıklaması da büyük tepki toplamıştı. TSK’nın üst düzey yetkililerinin cenazelere katılarak, yükselen tepkiyi AKP hükümetine yöneltme çabaları da bu dönem dikkat çekti. Askerler ve hükümet, ölen Türk ve Kürt gençlerinin cenazeleri üzerinden politika yapmayı, milliyetçilik yarışına girmeyi bu dönem ayyuka çıkardılar.

PKK’nin, bu gelişmelerin yaşandığı bir süreçte ilan ettiği ateşkes kararı, hem Türk hem de Kürt halkı tarafından olumlu karşılandı. Ölümlerin olmayacağına dair beklenti küçük bir beklenti değildi. Bu dönemden sonra, Türkiyeli aydın, sanatçı ve akademisyenler daha rahat hareket ettiler. Kürt sorununun demokratik çözümü için daha yoğun bir çaba içine girdiler, sorumluluk yüklendiler. Açıklamalarda bulundular, seslerini yükselttiler ve girişimlerde bulundular. “Yeniden çatışmalar olmasın, gençler ölmesin” sesleri daha yüksek çıkmaya başladı. Başta tüm uluslardan işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele örgütü EMEP olmak üzere, tüm emek ve demokrasi güçleri Kürt sorunun demokratik çözümü için yoğun bir çalışma içine girdiler. Ateşkesi devam ettirmek, operasyonların durmasını ve devletin adım atmasını sağlamak için verilen mücadele, çatışmaların sürdüğü günlerdekinden farklı bir destek bularak, içten içe büyüdü. Bu sürecinin önemli olduğu, Türk ve Kürt halkının demokrasi mücadelesinde birleşmesinde bu ateşkesin iyi değerlendirilmesi gereği üzerinde hassasiyetle duruldu ve toplumsal dayanaklar güçlendi.

Ateşkes kararından sonraki süreçte, halkların kardeşliğinden, Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana olan güçler birbirlerine daha çok yakınlaştılar. Irkçı ve şoven güçlerin, askeri yöntemi ve şiddeti tek yol sayanların karşısına çıkmakta tereddüt eden liberal burjuva çevreler de dahil, değişik çevre, sınıf ve katmanlardan tepkiler yükselmeye başladı. Yine, Kürt sorununda ikircikli bir tutum içinde olan, Türk milliyetçiliği karşısında açık tutum alamayan küçük burjuva demokrat örgüt ve partilerin cesaret kazandığı, Kürt ulusal güçleri ile yan yana gelmemeye özen gösteren bu çevrelerin ortak platformlar içinde yer alması için sürdürülen çabaların da bu süre içinde sonuç vermeye başladığı görülüyor. Bunlar önemsenmesi gereken gelişmelerdir.

Değişik illerde ve farklı zamanlarda açıklama ve girişimlerde bulunan tüm güçlerin ortak hareketi konusunda süren çabalar giderek bir merkezde birleştirildi. 324 aydın ve akademisyenin açıkladığı deklarasyon ile bu gelişmeler doğru ve birleştirici bir rotaya yönelmiş oldu. İşçi sendikaları konfederasyonlarının bazıları, aydın ve akademisyenlerin çağrı ve girişimlerinden sonra daha ileri adımlar atmaya başladılar. Liberal burjuva çevreler, aydın ve akademisyenlerden önemli bir kesim, hatta çeşitli sanayici ve işadamı dernek ve örgütleri ırkçı ve şoven tutum karşısında tavır alıcı açıklamalarda bulundular. İktidar devirip, iktidar kuran ekonomideki hakimiyeti elinde bulunduran TÜSİAD, ırkçı-milliyetçi, linççi saldırgan gelişmelerden tedirgin olduğunu dile getirmek zorunda kaldı. TOBB, yıllar önce Prof. Bülent Tanör’e hazırlattığı ‘rapor’unu Prof. Zafer Üskül’e güncelleştirerek, kamuoyuna sunma ihtiyacı duydu.

Ateşkes kararının uygulandığı aylar boyunca ırkçı ve şoven güçlerin sürdürdükleri saldırganlık, aynı zamanda güçlü bir karşı koyuşu da beraberinde getirdi. Linç hareketleri, çeteleşmeler, işlenen cinayetler, 301 yargılamaları, yazar, sanatçı ve aydınlara yönelik saldırı ve davaların artması gibi gelişmeler, çeşitli sınıf ve tabakalardan tepkilerin yükselmesine neden oldu.

İşçi ve emekçilerin, emek, barış demokrasi güçlerinin cephesini güçlendiren ve daha da genişleten bu gelişmeler, demokratik Türkiye mücadelesi bakımından önemli olanaklar yaratmaktadır. İslamcı kesim içinde önemli bir bölüm, ırkçı, şoven ve saldırgan kesimlerle arasına çizgi çekme ihtiyacı duyarak, tutum almaya başladı. Bu alanda yayın yapan gazete ve dergiler, çetelerin Danıştay saldırısı ve diğer çete eylemleri karşısında, Kerinçsiz’in başın çektiği provokasyonlar, emekli asker ve polislerin yönettiği faşist örgütlenmeler karşısında açık tutum almaya başladılar. Bu mevzide konumlanan birçok yazar, sendikacı ve akademisyen, yazar Orhan Pamuk davası, 301 yargılamaları ve Hrant Dink cinayeti karşısında tutum alarak, milliyetçi-faşist cephe ile aynılaşmamak, ayrı olarak değerlendirilmek için özel bir tutum sergilediler. RTÜK tarafından ‘Kurtlar Vadisi Terör” dizisinin yayından kaldırılması da, bu çevrelerin söz konusu tutumuna denk düşmektedir. Kerkük’te referandum sorunu üzerinden yeni bir bölünmenin yaratılmak istendiği, örneğin Mazlum-Der çevresinde bu sorundan kaynaklı farklı eğilimlerin ortaya çıktığı, yine Kürt ulusal hareketi çevrelerinde sorunun ele alınışındaki farklılıkların ayrışmaları derinleştirmede olanak olarak kullanılmak isteneceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Kerkük sorununun, İslamcı çevrelerden barış ve demokratikleşme cephesine yaklaşan kesimlerin provoke edilmesi için bir olanak olarak kaşınacağı görülmektedir.

Yine ‘ulusalcı sol’ olarak bilinen, geniş bir yelpaze olarak ortak paydalarda birleşen ve ‘kızılelmacı’ olarak tarif  edilen cephede yarılmalar başladı. İlhan Selçuk, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demenin anlamı üzerine bolca zorlama sözler etse de, Cumhuriyet’teki köşesinde ‘hepimiz Ermeniyiz’ diye yazmakla uzun zamandan beri ilk kez farklı bir tavır sergilemiş oldu. ‘TÜRK SOLU’ dergisi çevresi ve Perinçek’in İP’i gibi dar bir çevre dışındaki diğer kesimler, ‘ulusalcı-milliyetçi’ duruşlarını yeniden tarif etmek, ‘karıştırılmamak’ zorunluluğu hissetmeye başladılar. Anıl Çeçen ile Toktamış Ateş arasında süren polemik ve daha birçok ‘ulusal solcu’ arasında süren tartışma ve polemikler bu gelişmelerden bağımsız düşünülemez.

CHP’nin, milletçi tutumuna rağmen, Hrant Dink cinayetinin arkasındaki güçlerden bahsetmesi, Okan Samast’ın Samsun Emniyet Müdürlüğü’nde asker ve polis görevliler tarafından kahraman gibi karşılanmasına tepki göstermesi de, milliyetçi ve ırkçı güçlere karşı gelişen halk tepkisini göze alamamaktan kaynaklıdır. Ateşkesin kalıcılaşması, giderek operasyonların durması, şiddete son vermek ve Kürt sorununu Kürt halkı ile ulusların tam hak eşitliği temelinde çözmenin güçlenen koşullarından ürkenler, süreci proveke etmek ve çatışmaları başlatarak nemalanmaya devam etmek istemektedirler.

İkinci önemli gelişme; 13-14 Ocak 2007 tarihlerinde gerçekleştiren ve büyük yankı uyandıran “Türkiye Barışını Arıyor” konferansıdır. Bu konferans, 2006 yılı ortalarından itibaren iller düzeyinde süren –eksiklerine ve zaaflarına rağmen– kolektif bir çalışmanın ürünüdür.

Yukarıda da işaret edildiği gibi, 324 aydın ve akademisyenin imzalayarak yayımladığı barış deklarasyonu bu çalışmayla birleştirilmiş ve mücadeleyi daha da güçlendirmiştir. İki gün süren, Türkiye’de ve yurtdışında önemli yankı uyandıran ‘Türkiye Barışını Arıyor’ konferansı, üzerinde yürünebilecek geniş bir yol açmış bulunuyor. Kürt sorununu birçok boyutu ile ele alan konferansın, hem çok geniş bir çevrenin mutabakatına dayalı olması, hem de sorunları ve mücadele taleplerini formüle eden bir sonuç bildirgesi çıkarması oldukça önemli ve güçlü yeni bir adımdır. Konferans, egemen güçler cephesindeki Kürt sorunu çatlağını daha da arttırmıştır. Hükümeti daha çok zora sokmuştur. Irkçı ve şoven güçlerin manevra alanını daraltmış, toplumsal desteğini azaltmıştır. Emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in konferansa katılımı ve sonrasında yazdığı yazılar, verdiği röportajlar ve yaptığı açıklamalar ve bunun etrafında dile getirilen birçok düşünce, egemen güç odakları içinde yaşanan tartışmayı göstermek bakımından öğreticidir. Bu bakımdan önemli ip uçlarına işaret etmektedir. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın ABD dönüşü bu konferansı işaret ederek, bir tehlikeden söz etmesi, konferansın ABD’deki etkisini de göstermektedir. Yine AKP hükümeti Dışişleri Bakanı Gül’ün Avrupa’daki Türkiye kökenli milletvekillerini davet edip yaptığı görüşmelerde, milletvekilleri bu konferansa işaret etmiş ve hükümeti Kürt sorununda adım atmamakla eleştirmişlerdir.

Bu gelişmeleri tersine çevirmek, egemen güç odakları cephesindeki farklı eğilim ve dağılmaları toparlamak, demokratik güçleri dağıtmak için bir saldırı hareketi başlatılmış bulunuyor.

Üçüncü gelişme ise; Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de İstanbul’da ırkçı ve şoven güçler tarafından katledilmesi ve bu cinayete karşı gelişen güçlü barış ve halkların kardeşliği isteği ve tutumudur. İşgünü olmasından dolayı işçi ve kamu emekçisi katılımı az olan, ancak 200 bine yakın kişinin katılımıyla dev bir gösteriye dönüşen Hrant Dink’in cenazesi, demokratik Türkiye mücadelesinin güçlü potansiyeline işaret etmektedir. Hrant Dink’in cenazesi yukarıda sözünü ettiğimiz ayrışmaları daha da arttırmıştır. 8-10 km’lik yürüyüş güzergahı boyunca atılan “Hepimiz Hrant’ız”, “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı üzerinden koparılan fırtına, tepkinin ‘zayıf karnı’ olarak değerlendirilip saldırı vesilesi edilse de, buraya saldıranlar halk indinde itibar yitirmişlerdir.

Bu üç faktör, Kürt sorununun demokratik çözümü ve demokratik Türkiye mücadelesi için birbirini tamamlayan önemli gelişmelerdir. Newroz kutlamalarının bu gelişmelerden güç alarak ve bu birikim üzerinden gerçekleşmesi hassasiyetle gözetilmelidir. Newroz kutlamaları, bu zemin üzerinde ve birbirine yaklaşan demokratik güçlerin ortak eylemi olarak hayat bulmalıdır. Egemen güçlerin Kürt ulusal hareketini tecrit etme ve yalnızlaştırma hesaplarını boşa çıkaracak ve kazanımları heba etmeyecek tek tutum buradan geçmektedir. Newroz’un özgünlüğü, ulusal karakteri ve Kürt ulusal hareketinin temsilcileri üzerinde yaratacağı heyecan anlaşılır bir şeydir. Ancak sorun, sadece bir kutlama sorunu değildir. Egemen güçler de soruna böyle bakmamaktadırlar. Artan gerilim ve Kürt ulusal hareketine yönelik çok yönlü saldırı da bunu göstermektedir.

NEWROZ ‘TÜRKİYE BARIŞINI ARIYOR’ KONFERANS BİLEŞİMİ TARAFINDAN SAHİPLENİLMELİ VE KUTLANMALIDIR

Newroz yaklaştıkça gerilim de arttırılıyor. Geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu yıl da, Newroz Bayramı olağanüstü bir gün olarak gündemde tutulmak, halklar arasında düşmanlık yaratmanın vesilesi edilmek isteniyor. Irkçı ve şoven güçler, Newroz üzerinden ‘bölücülük’ ve ‘terörizm’ propagandasını arttırarak, barış ve kardeşlik temelinde güçlenen halklar arasındaki güveni tahrip etmeyi amaçlıyorlar. Bu saldırgan tutuma karşı bu dönemin politik sorumluluk ve hassasiyetle değerlendirilmesi ihtiyacı, sorumluluklarımızı daha da arttırmaktadır.

Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt ve Dışişleri Bakanı Gül’ün ABD ziyaretlerinden sonra Kürt halkına yönelik saldırıların dozu daha da artmış bulunuyor. ABD’den sınır ötesi operasyon konusunda zımni destek aldığı anlaşılan, en azından bir süreliğine bunu iç politikada kullanma imkanı bulan egemen güçlerin, Newroz’u gerekçe ederek, Kürt halkına ve tüm demokrasi güçlerine karşı saldırı harekatı başlatacakları görülüyor. Türkiye’nin emek, barış ve demokrasi güçlerini hedefe koyan ırkçı ve şoven güçler, Kürt sorunu üzerinden yeni bir ‘bölücülük’ kampanyası başlatmış bulunuyorlar. Yukarıda sözü edilen gelişmeleri tersine çevirmek için Newroz bir ‘olanak’ olarak ele alınmak isteniyor.

Her yıl olduğu gibi, bu yıl da, Newroz’da yaşanacak provokasyonlar üzerine çeşitli senaryolar yazılıyor. Türkiye tarihinde yaşanan provokasyon, kitlesel katliam ve ‘faili meçhul’ cinayetler ve bunların arkasındaki gerçek güçler, JİTEM, MİT ve bunların uzantıları bilinmiyormuşçasına, bu yıl da Newroz kutlamalarında yaşanacak olası provokasyonlardan söz ediliyor. Devlet ve hükümet yetkilileri, provokasyonlara izin vermeyeceklerinden söz ederek, Kürt halkı, Kürt ulusal hareketi ve Türkiye’nin demokrasi güçlerini hedef haline getiriyorlar.

Newroz Bayramı’nın Kürt halkının kültürü ve gelenekleri doğrultusunda kutlamasını demokratik bir hak olarak değerlendirmek ve hiçbir sınırlama tanımadan kutlamaların gerçekleşmesi için gereğini yapmak yerine, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, ırkçı ve şoven güçler  ellerini güçlendireceğini düşündükleri politikalar açıklamakta, mesajlar vermekte ve saldırı hazırlıklarına girişmektedirler.

Bu yılki saldırıların startı, sivil ve asker yetkililerin gerçekleştirdiği ABD gezisinden hemen sonra verildi. İçişleri Bakanlığı genelgeleri ile Newroz kutlamalarında olası provokasyonlardan söz edilmeye başlandı. Diyarbakır’da gerçekleştirilen Emniyet Müdürleri Zirvesi’ne katılan İçişleri Bakanı A. Aksu, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve 21 Mart Newroz Bayramı kutlamalarını provoke etmek isteyenler olabileceğini belirterek, halka tehditler savurdu. İçişleri Bakanı Aksu, toplantıda emniyet müdürlerini uyararak, onları tüm yetkilerle donattığını, yasa falan dinlemeden harekete geçmeleri anlamına gelecek açıklamalarda bulundu. “Bu konuda asla müsamaha göstermeyeceğiz. Halkımızın sevinç ve mutluluğuna gölge düşürmek isteyenlerin heveslerini  kursaklarında bırakacak tüm tedbirleri almanızı istiyorum” diyen Aksu, hem Kürt halkına, hem de tüm Türkiye halkına gözdağı vererek, AKP hükümetinin Newroz kutlamaları karşısındaki tahammülsüzlüğünü de açıklamış oldu.

Newroz Bayramı kutlamalarının Kürt halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesindeki yeri ve önemini, kutlamaların Kürt ve Türk halkının barış ve kardeşlik mücadelesindeki etkisini bilen hükümet, askerler ve egemen sınıflar, seçimleri de hesaba katarak, halka karşı saldırıya girişmiş bulunuyorlar.

23 Şubatta toplanan MGK’de de Kürt sorunu ve Newroz kutlamaları ele alındı. Günlerce öncesinden, MGK toplantısında Newroz kutlamalarının, Kürt sorununun, Kerkük meselesinin, Barzani ve Talabani ile görüşme sorunu, sınır ötesi ve Kandil Dağı’na operasyon gibi sorunların ele alınacağı ilan edilerek, Türkiye halkının dikkatleri ‘terörizm’ ve bölücülük’ sorununa yönlendirilmiş oldu. Böylece, Newroz kutlamalarına yönelik her türlü yasaklama ve saldırı, toplumsal meşruiyete kavuşturulmuş sayılıyor.

Irak devlet başkanı Talabani ve Kürdistan Federal Hükümeti başkanı Barzani ile görüşme yapılıp yapılmaması tartışması üzerinden Kürt halkı akıl almaz hakaretlere hedef haline getirildi. ABD uşaklığında sınır tanımayan, ABD’nin bölge politikalarına ses çıkaramayan, buna boyun eğen ve ABD’nin Irak hükümeti ve Kürt yönetimi ile görüşmeyi dayatmasına boyun eğerek kabul eden, ama içeride ırkçı ve şoven propagandayı elden bırakmayan bu güçler, halka saldırıda gemi azıya almış bulunuyorlar. AKP hükümeti, CHP ve diğer ırkçı ve şoven parti ve güçler ile TSK, Newroz kutlamaları karşısında aynı ‘hassasiyetleri’ paylaştıklarını ve aynı tutumu sergileyeceklerini yaptıkları açıklamalar ve verdikleri demeçlerle göstermiş bulunuyorlar. DTP hedef tahtasına oturtulmuş bulunuyor. AKP hükümeti, Kürt sorununda diyalog, Talabani ve Barzani ile görüşmek  istediği için TSK ile çatışıyormuş gibi gözükür ve yukarıda saydığımız üç faktörü göz önünde bulundurma ihtiyacı ile taktik uygularken, içeride, Kürt halkına ve onların seçilmiş belediye başkanlarına ve temsilcilerine karşı saldırı üstüne saldırı gerçekleştirmeyi sürdürmektedir.

18 Şubat günü DTP Van İl Örgütü binasına baskın düzenlendi 20 kişi gözaltına alındı. İl Başkanı ile gençlik meclisi üyesi tutuklandı. Birçok il ve ilçede parti yöneticilerine yönelik baskı ve tutuklamalar sürüyor. DTP Diyarbakır İl Başkanı H. Aydoğdu, bir İnternet sitesine yaptığı açıklamada “Kerkük’e yapılacak saldırı Diyarbakır’a yapılmış sayılır” dediği için burjuva medya tarafından hedefe konuldu, ardından 23 Şubat 2007’de göz altına alındı ve tutuklandı. Bunlarla da yetinilmeyeceği görülüyor. DTP genel başkanı A. Türk ve eş başkanı A. Tuğluk hakkında süren bir dava sonuçlandırıldı ve başkanlar 1 yıl 6 ay cezaya çarptırıldılar. Bu saldırıların boyutlanacağı ve sınır ötesi operasyon hazırlıkları eşliğinde süren bir propaganda ile artacağı görülmektedir. Bölgede asker sevkiyatı arttırılıyor. Sınıra yığınak yapılıyor. Sınır boylarında savaş uçakları inip-kalkıyor. Bu saldırılar karşısına dikilmek, emek, barış ve demokrasi güçleri olarak güçlü bir karşı koyuşu örgütlemek gerekli ve zorunludur.

Bu gelişmelerin de gösterdiği, Newroz üzerinden bir hesaplaşmanın zorlanacağı ve yakın dönemde yaşananların faturasını ödetmeye yönelik saldırıların gerçekleştirileceğidir. Ancak her şeye rağmen, bunun başarılması olasılığı zayıftır. Halk güçlerinin örgütlü ve kararlı tutumu bu hesabı bozacaktır.

Newroz kutlamaları DTP’nin tek başına gerçekleştireceği kutlamalar olmamalıdır. Yukarıda ifade ettiğimiz üç faktörün ortaya çıkardığı güçler Newrozu sahiplenmeli ve ortak kutlanması için sorumluluk almalıdır. Demokrasi güçlerine dayandırılarak gerçekleştirilen kutlamalar saldırıları kıracak, DTP’nin tecrit edilmesine yönelik hesapları bozacaktır. “Türkiye Barışını Arıyor” konferansı sekretaryası, Newroz kutlamalarını, konferansın çizdiği çerçevenin kapsamında ele alarak sahiplenebilir. Demokrasi güçlerinin, kitle örgütlerinin, sendikalar ve yöneticilerinin, aydın ve akademisyenlerin, sanatçı ve yazarların düzenleyici, konuşmacı ve katılımcı olarak sorumluluk yüklenmeleri için gecikmeden adım atılmalıdır. Bunun için yoğun bir çaba sarf edilmelidir.Yine, konferansın illerdeki örgütleyicileri, Newroz Tertip Komiteleri olarak hareket edebilirler. Türk işçi ve emekçi halkının, Türk aydınlarının, Newroz kutlamaları gerekçesi ile artan saldırılar karşısında tutum almalarını istemek ve bunu sağlamak, saldırıları boşa çıkarmada önemli bir adım ve karşı hamle olacaktır. Ateşkesin kalıcılaşması, bugünün Türkiye’sinde birçok sorunun düğümlendiği sorun olmuştur. Kapışma buradan sürdürülmek ve yeniden ‘bölücülük’ propagandası yapılarak mesafe alınmak istenmektedir. PKK’nin “Ateşkes Mayıs’a kadar devam edecek, adım atılmaması ve üzerimize, üzerimize gelinmesi halinde ateşkes bozulur” açıklaması üzerinden süreç provoke edilmek istenmektedir. Bunu bozmanın yolu; Kürt halkının kitlesel direnişi, emek, barış ve demokrasi güçlerinin güçlü hareketidir.

Newroz, barış, demokrasi, özgürlük ve kardeşlik için, mümkün olan en geniş birlikle kutlanmalıdır.

 

 

Emekçi Kadınların Yaşamı; Yoksulluk, İşsizlik, Sosyal Çöküntü

8 Mart; yoksulluk, işsizlik, savaş, şiddet ve eşitsizlikle yüz yüze kadınların bir kez daha ekmek ve gül için mücadelesini yenilemenin, geçmiş mücadele deneyimlerini gözden geçirip yeni mücadelelere hazırlanmanın vesilesi olacak.

Emperyalist küreselleşme politikasının koç başı “özelleştirmeler”, Sümerbank ve TEKEL gibi işletmelerde çalışanlar başta olmak üzere, binlerce kadını işsiz bıraktı. Ülkemizde, kadınların istihdamı 1990 yılında üçte bir oranında iken, 2006 yılında, bu oran %23 seviyesine düşmüştür ve OECD ülkelerinde en düşük kadın istihdam oranı Türkiye’dedir. Oysa bu oran, AB ülkelerinde ½ düzeyindedir.

Kadınların işgücüne katılım oranı, kentlerde %18,9’u ancak buluyor. Kentte çalışan kadınların %12,9’u sanayi sektöründe, %28,6’sı ise, hizmet sektöründe çalışıyor. En büyük istihdam alanlarından biri de kayıt dışı sektör. Yani kadın işçilerin sigortasız, iş güvencesi ve iş güvenliğinden uzakta, sağlıksız koşullarda, uzun ve esnek işgünlerinde yoğun emek sömürüsü içinde çalışması demek.

KİT’lerin kapatılması ve özelleştirme politikaları; ücretlerin düşürülmesi, Organize Sanayi Bölgelerinde güvencesiz işlerde çalışma, uzun iş saatleri, sendikasız ve sigortasız çalışma, işyerinde hakaret ve cinsel taciz karşısında da, işçi kadını büyük ölçüde savunmasız bıraktı.

Patron örgütü TİSK, kadın istihdamının düşük olmasını, “yasaların işverene kadınları koruyucu aşırı yükümlülükler getirmesi, esneklikleri yeterince içermemesi, istihdam vergilerinin yüksek oluşu, mesleki eğitimin yetersizliği, keskin rekabet koşullarında işyerlerinin kadın çalıştırmaktan kaçınması”yla izah ediyor. Kapitalist sınıf örgütü, bu vahim tablodan yine kendi lehine sonuçlar çıkarıyor, kadınların çalışma koşullarının daha da kötü hale getirilmesi özgürlüğünü talep ediyor.

Ancak; işçi kadınlar, organize sanayi bölgelerinde büyük ve küçük işletmelerde yeni bir mücadele eğilimi içerisinde. Sendika, sigorta ve 8 saatlik işgünü mücadelesi, iş güvencesi talebi ile daha çok öfke biriktiriyor genç işçi kadınlar. Bursa’da 5 işçi kadının yaşamını yitirdiği yangınla herkes için görünür hale gelen işçi kadınların içinde bulunduğu insanlık dışı koşullar, yoğun emek sömürüsü, emekçi kadın hareketine yeni bir mücadele ve örgütlenme ihtiyacını hatırlattı.

Hizmet sektöründe çalışanların çoğunluğunu oluşturan kamu emekçisi kadınlar, iş güvenceleri ve ücretlerini tehdit eden yeni saldırılarla karşı karşıya. Yabancı doktor çalıştırmayı içeren yasal düzenlemeler, sosyal güvenlik kurumları ile sağlık kurumlarını birleştiren düzenlemeler, pek çok eğitimcinin sözleşmeli statüde çalıştırılması gibi saldırılar, kamu emekçisi kadınlar arasında 14 Aralık eyleminde görüldüğü gibi mücadele eğilimini artırdı ve Mart ayı içinde sağlık emekçilerinin kitlesel mücadele için hazırlık yaptıkları biliniyor.

Emperyalist “küreselleşme” politikalarının diğer ucu köylü kadını vurdu. Tarımda uygulanan IMF ve AB programları büyük bir yoksullaşmaya neden oldu. İthal ürün ve Gümrük Birliği politikaları nedeniyle, tarım üreticisi kadın, ürün rekabeti karşısında ezildi. Bir yandan üretim girdileri artarken, diğer yandan kendi ürünü ucuzladı. Şekerpancarı ve tütün kotaları nedeniyle üretim alanları sürekli daraldı.

Ülkemizde kadınların en çok çalıştığı sektörler, kırsal kesim ve kayıt dışı sektör olarak tespit ediliyor. Çalışan kadınların %58,5’i tarım sektöründe, kırsal alanda çalışan kadınların %89’u ise, tarım kesiminde ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor.

Kırsal alanda çalışan diğer kadınlar ise, tarım işçileri. Tarım işçisi kadınlar, düşük ücretlerle, her türlü hak güvencesinden yoksun, sigortasız çalışıyor. Doğu ve Güneydoğu’nun yoksulları, kadın-kız, çoluk-çocuk; yazın Güneyin pamuk tarlalarına, fındık-kayısı bahçelerine,  kışın portakal bahçelerine ucuz işgücü akıtıyor. Çoğu çocuk yaştaki genç kızlar okul yerine ekmek parası kazanmaya gidince, “haydi kızlar okula” kampanyalarının soluğu uzun ömürlü olmuyor. Bütün yoksullar arasında, yaz tatili zili erken çalıyor, çocuklar okuldan erken alınıyor ve tarlalara gönderiliyor.

Tarım işçisi kadınlar ve çocuk yaştaki genç kızlar, çalıştıkları yerde, ne başlarını sokabilecekleri düzgün bir barınağa, ne temiz suya ve ne de doğru-dürüst gıdaya sahip olabiliyor. İşe, balık istifi kamyon ve traktör kasalarında, toz-toprak içinde, hayvan pazarına taşınır gibi taşınıyorlar.

Bunun sonucunda pek çok iş kazası ve iş cinayeti yaşandı. 2002’de 4 tarım işçisinin ölümü ile sonuçlanan Konya’daki kamyon kazası, aynı yıl Hatay Kırıkhan’da 1 tarım işçisinin canına mal olan traktör kazası, Eylül 2003’te Batman’da 53 pamuk işçisini taşıyan kamyon uçuruma yuvarlandığında üç kişinin ölümü, Kasım 2005’te Mersin’de tarım işçilerini taşıyan kamyonun trenle çarpışmasında 10 kişinin ölümü geride bıraktıklarımızdan bazıları idi.

Son olarak Ceylanpınar TİGEM işçilerinin kamyon kasasında taşınırken yaşadığı kaza sonucu 11 işçinin ölmesi, bu alanda çalışan kır işçilerinin, kadın ve genç kızların içinde yaşadığı insanlık dışı koşulları bir kez daha gözler önüne getirdi.

2005’te Adana’da düzenlenen Tarım İşçileri Kurultayı’nda, işçiler; sendika, 8 saatlik iş günü, yaşamlarını sağlayabilecek kadar ücret, barınabilecek yer talep ettiler. Tarım ilaçları kaynaklı zehirlenmelere, çifte sömürü kurumu olarak “elciliğe” dikkat çektiler. Hatta bu yıl içinde yaptıkları fiili grevle, bir tür fiili toplusözleşme ile ücretleri belirlemeleri, tarım işçilerinin örgütlenme ve mücadele potansiyellerini açığa çıkardı. KESK, bu yılın 8 Mart etkinliklerini tarım işçisi kadınlara adadı.

Aç ve yoksul, işsiz kadın kitlelerinin temel talebi, evinin kapısından içeri girecek bir parça ekmek, kendisinin ve çocuğunun insanca yaşamasını mümkün kılacak onurlu bir iş.

İşsizlik ve yoksulluk ortamında, toplumun tortusu haline gelen lümpen kalabalıkların, fuhuş mafyasının ağına düşen çocuk yaştaki genç kızlar ve çaresiz kadınlar, uyuşturucu ile köleleştirilip, insanlık dışı bir fuhuş sömürüsüne tabi tutuluyor. Öte yandan IMF politikaları ile ekonomik kaynakları tahrip edilen Türkiye, uluslararası uyuşturucu ticaretinin yanı sıra, uluslararası kadın ticaretinin de önemli merkezlerinden biri haline geliyor. Okullarda genç kızlar, şiddet ve uyuşturucuya dayalı yoz kültürün hedefi oluyor.

Ekonomik ve siyasi göçlerle kent kıyılarında biriken yoksulluk, işsizlikle birleşince, derin bir sosyal çöküntü üretti. Bu sosyal çöküntünün en büyük mağduru, emekçi ailesinin en proleteri kadın.

SİYASAL TEMSİLDE EŞİTLİK

Nüfusunun yarısından fazlasının kadın olduğu Türkiye’de kadınlar, siyasal temsilde yokluk seviyesindeler. 550 milletvekilinin yalnızca 24’ü, 3234 belediye başkanının yalnızca 18’i kadın. İl Genel Meclislerinde kadın temsil oranı yüzde 1.7,  Belediye Meclis üyeliklerinde kadınların temsil oranı yüzde 2,5 civarında.

2007’nin seçim yılı olması; kadınların siyasal temsilde eşitlik mücadelesinin büyümesine, seçimler vesilesiyle yeni saflaşmalara kaynaklık edecektir. Ancak, sağda ve solda her türden burjuva-gerici partide kadın adayların desteklenmesi yönündeki sınıf ve siyaset dışı bir kadın hakçılığı platformunun; iş, ekmek, demokrasi, barış ve kardeşlik talebini yükselten ezilen-emekçi kadın hareketinin güçlenmesine hizmet etmeyeceği ortadadır.

Her türlü baskıya ve eşitsizliğe karşı mücadele eden dünyanın ilk işçi sınıfı iktidarı Sosyalist Sovyetler Birliği, kadınların siyasal kazanımları için de önemli bir model olarak, tarihte ve kadınların ortak hafızasında yerini aldı. Avrupa’nın en geri ülkesi, eskinin Çarlık Rusya’sı toprakları üzerinde, 17 Ekim Devrimi’nden hemen sonra, dünyanın ilk kadın bakanı, Sosyal Hizmetler Halk Komiseri Aleksandra Kollontai oldu. Sovyetler Birliği’nden önce, kadınların seçme ve seçilme haklarını kazandığı yalnızca iki Avrupa ülkesi vardı: Finlandiya ve İngiltere. 1949’da ise, Sovyetler Birliği’nde 10 kadın bakan vardı. 1950’de, yerel Sovyetlerde 1/3, Yüksek Sovyet’te yüzde 25,8, Milliyetler Yüksek Sovyeti’nde yüzde 27,9 oranında kadın temsili sağlandı. 1939’da, Komsomol’un yüzde 31’i genç kızlardan oluşuyordu. 1949’da, bölge sendika yöneticilerinin yarıdan fazlası, fabrika sendika yöneticilerinin yaklaşık yarısı kadındı.

Yarım yüzyıl önce, cinsiyet eşitliği politikasında dev adımlar atan sosyalizm, bugün de demokratik-emekçi kadın hareketinin asıl yönelimini oluşturacaktır.

Öte yandan bugünün somut siyasal saflaşmasında, kadınların yeri, siyasette eşit temsil talebini de kapsamak üzere, sınıf partisi ile emek, demokrasi ve barış etrafında odaklanan demokrasi güçlerinin saflarıdır.

MİLLİYETÇİLİK, KÜRT SORUNUNUN DEMOKRATİK ÇÖZÜMÜ VE KADINLAR

Bu 8 Mart’ın en öne çıkacak taleplerinden biri, barış talebidir. Bir yandan dünyanın ve özellikle Ortadoğu’nun ABD jandarmalığında kana bulanması, öte yandan dünyanın çeşitli yerlerinde süren dinsel ve etnik savaşlar, dünya çapında barış talebinin yükseltilmesini gerektiriyor.

Milliyetçi kışkırtmalar ve özellikle büyük ulus şovenizmi, halklar arası barış ve kardeşlik duygularını tahrip ediyor. Hrant Dink cinayeti, arkasında hangi karanlık güçler olursa olsun, temel bulduğu ırkçı-faşist milliyetçi kaynağı sorgulamayı ve buna karşı demokratik, evrensel insani değerleri yükseltmeyi gerektiriyor. Rakel Dink’in duygusal ve bir o kadar da nesnel, unutulmaz konuşmasında değindiği gibi, kadınlar olarak, “bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamayı” 8 Mart’ın temel şiarlarından kılmalıyız.

Amerikan Barış annesi Cindy Sheean’ın da vurguladığı ve ülkemizde Barış Anaları İnisiyatifi üyelerinin yıllardır süren mücadeleleriyle gösterdikleri gibi, barış ve kardeşlik mücadelesi içinde kadınlar el ele vermeli ve anneliğin gücüyle savaşa, ölüme karşı durmalıdır.

Kürt sorununda, egemen sınıf cephesinin izlediği 80 yıllık baskı ve inkar politikası, Kürt kadınlarının da büyük bedeller ödediği mücadele sonunda, belli ölçüde geriletilmiş durumdadır. Ancak atılan, Kürtçe kurs serbestisi ve Kürtçe yayın gibi adımlar, henüz sorunun çözümünden çok uzaktır. Kürt kimliği, Kürt dili ve Kürt kültürü için tam hak eşitliğini sağlayacak Anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılması ve çatışmaların nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekiyor. Kürt kadınlarının eğitim yoksulluğunun da başlıca nedenlerinden biri olan anadilde eğitim talebi, güncel ve yakıcı bir talep olarak varlığını sürdürüyor.

Öte yandan, tek taraflı ateşkesin kalıcı barışa dönüştürülmesi için devlet katında henüz hiçbir adım atılmamış olması, 20 yıllık çatışmalı dönemin tüm acı anılarını canlı tutmakta ve savaş tehdidi sürmektedir. Faili meçhul cinayetler, 30 binin üzerinde genç ölüm, köylerin boşaltılması, yargısız infazlar, Uğur Kaymaz ve Enes gibi çocukların dahi ölümü gibi bir dizi insan hakları ihlali ve kadına yönelik cinsel-ekonomik-sosyal şiddeti üreten  çatışmalı ortamın yeniden başlaması tehdidi sürmektedir.

13-14 Ocak tarihlerinde Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını arıyor” konferansına katılan, aralarında kadın temsilcilerin de bulunduğu geniş yelpazeli toplumsal, siyasal, mesleki örgütler ve aydınlar, akademisyenler, Kürt sorununun demokratik çözümü  için operasyon ve çatışmalara son verilmesi, ateşkes sürecinin kalıcı olmasını talep ettiler.

Çatışmalarda ölen ya da ölenin arkasında kalan kadınlar, genç ölüleri ana rahminde taşıyan ve her ölümle bir kez daha ölen analar, barış mücadelesinin usanmaz emekçileri olacaktır. Geçmiş mücadele ve örgütlenme deneyimlerini sırtlanarak, kazanımların üzerine basarak, Barış konferansı ve Hrant Dink cinayetine gösterilen tepkilerin ortaya koyduğu yeni zeminde demokrasi, eşitlik, kardeşlik ve barış mücadelesinin olanaklarını yeni araçlarla zenginleştirmenin yollarını bulmalıyız.

EŞİTSİZLİK VE KADINA YÖNELİK ŞİDDET

8 Mart’ın, henüz çözümlenememiş mücadele konularından biri de, kadına yönelik her türlü ayrımcılık ve şiddetin sona erdirilmesidir. Anayasa’nın eşitliğe ilişkin 10. maddesinin yeni düzenlemesi, kadın örgütlerinin talep ettiği, kadınlara olumlu destek politikalarını içerecek bir formülasyondan uzak kaldı. Önceki yıllarda, kadınların yoğun mücadelesinin sonucunda, Yeni Türk Ceza Kanunu’nda, kısmi kazanımlar elde edildi. Ancak, halen kadınlara yönelik şiddeti caydırıcı yeterli önlemler olmadığı gibi, uygulamanın da çok yetersiz olduğu görüldü. Sadece yasal düzenlemenin yetmediği, kadının şiddetten korunması için konut ve iş temini gibi diğer sosyal çözümlerin üretilmesi gerektiği, yani bir yanıyla sorunun, düzen ve devletin sınıf karakteri sorunu olduğu da her geçen gün daha çok anlaşılıyor.

Geçtiğimiz yıl içinde, kadına yönelik şiddetin çeşitli boyutlarına tanıklık ettik. Töre cinayetleri yanında, başlık karşılığı ya da berdel olarak zorla evlendirmeler, kadına yönelik baba, kardeş, eş ve sevgili şiddeti ile ölüm tehditleri karşısında polislerin, savcıların, yargı makamlarının duyarsızlığı ve göz göre göre gelen kadın katliamlarına karşı mücadele, toplumsal duyarlılığı ve sorgulamayı da artırdı. Bir kısım medya şövalyesinin töre cinayetlerini yalnız Kürt’lere özgü bir alt-sosyal grup sorunu gibi gösterme çabasına rağmen, kadına yönelik şiddetin her yerde olduğu görüldü.

Medya; müzikten-magazine, sabah ve gece kuşağı programları, kadın programları, hatta haber programları ile kadının cinsel bir meta olarak sunulması, kadın ve çocuk pornosu ve kadına yönelik şiddetin her biçiminin yeniden üretilmesinde ciddi bir rol oynuyor. Bu nedenle, kadınların gerçek sorunlarının, iğdiş etmek için değil, çözüm üretmek için ortaya konulduğu, egemen erkek kalıp ve zihniyetinin, kadınların ve erkeklerin eşit ve gelişkin, özgür dünyasını oluşturmak için sorgulandığı, kadını ezen burjuva-feodal-ataerkil-gerici tüm sosyal yapı ve artıklarla modern bir hesaplaşma, kadının üretici-yaratıcı-sanatsal-bilimsel etkinliklerinin ve saygınlığının yansıtıldığı bir medya mevzisinin kuruluşuna katılım; kadına yönelik ayrımcılık ve şiddete karşı mücadelenin de bir mevzisi olacaktır. Bu medya mevzisinin yeni adımı Hayat Televizyonu’dur.

ÖRGÜTLENME

Kadınların birleşik, kitlesel örgütünün kurulması ve çözüm için bir umut olması henüz başarılmamıştır. Kadın örgütlerine baktığımızda, çok sayıda, dağınık ve küçük kadın dernekleri, kooperatifler olduğunu görüyoruz. Bu örgütlerin bir kısmının kitle çalışması, finansı çeşitli uluslararası kuruluşlardan sağlanmış proje çalışmalarından ibarettir.

Kadın dernekleri ve kooperatiflerinin asıl sorunu; temelde küçük-burjuva sınıfsal alt yapının ürettiği parçalı, dar ufuklu durum ve kitle karşısında sekter ve kadın-seçkinci tavırla yer alıştır. Bu durum, var olan kadın örgütlerinin, kitlelerin özverisi ve mücadelesinin yerine, seçkinci bir aydın-kadın kitlenin “basın açıklamaları, renkli-medyatik eylemi ile kendinden söz ettirmesini” geçiriyor. İçerik ve biçim el-ele yürüyor.

Kadın hareketinin, kent ve kırın kadın işçilerinin iş talebiyle, milyonlarca yoksul-emekçi kadının ekmek talebiyle, Kürt kadınları başta olmak üzere tüm kadınların barış, eşitlik ve demokrasi talebiyle birleşen ve bütün bu dinamikleri kapsayan kitlesel, emekçi ve demokratik bir karakter kazanması gerekiyor.

Ancak bununla birlikte kitlesel kadın örgütü yaratılabilir.

Ekonomi Tıkırında(!)

Başbakan Tayip Erdoğan son günlerde –seçim yılına girilmesinin de etkisiyle– AKP iktidarı döneminde uygulanan ekonomi politikalarının başarıları(?) hakkında propaganda yapmaktadır. Yapılan açıklamalar neresinden tutarsanız elinizde kalacak cinsten. Gerçek durumu görebilmek için, ekonomik veriler ve uygulanan ekonomi politikalarına dikkatlice bakmak gerekmektedir.

AKP hükümetinin iktidara geldiği 2002 yılında cari açık 1,5 milyar dolarken, 2006 sonu itibariyle 31 milyar 316 milyon dolara çıkmıştır. 2005 yılında 22,8 milyar dolar olan cari açık, 2006 yılı sonu itibariyle, yıllık yüzde 37,2 artış göstermiştir.

Cari işlemler hesabı, reel sektörün dış dünya ile döviz işlemlerinin dengesini vermektedir. Kabaca, mal ve hizmet ticareti ile işçi dövizleri, dış borç faiz ödemeleri gibi faktör gelir-gider kalemlerinden oluşmaktadır. Bu dönemde cari işlemler hesabında ortaya çıkan açık büyük ölçüde finansal sermaye girişi ile karşılanmıştır. Finansal sermaye girişlerinin önemli bölümünü yabancıların menkul kıymet alımları oluşturmaktadır

Merkezi Kayıt Kuruluşu’nun (MKK), BDDK ve Hazine Müsteşarlığı verilerinden yaptığı hesap, Ocak 2007 sonu itibariyle sıcak para stokunun 71 milyar 616 milyon dolar seviyesine ulaştığını göstermektedir. Yabancı kaynaklı sıcak para olarak, ülkedeki yüksek reel faiz ve ucuz döviz kuruna dayalı finansal arbitraj[1] olanaklarından yararlanmak için gelen sıcak para (finansal sermaye) akımları ithalat talebini artırırken, cari açık sorununu ve bağımlılığı kronikleştirmektedir. Cari açığı finanse etmek için reel faiz oranları yüksek seviyede tutulmakta, diğer yandan da düşük döviz kuru politikası uygulanmaktadır. Bu, ekonomideki reel büyümeyi ve dolayısıyla açığın gerçek finansman olanağını da engellemektedir. Yüksek reel faiz, yatırımcıların borçlanarak yatırımda bulunma kararlarından vazgeçmeleri anlamına gelmektedir. Yatırımın pahalandığı bir ortamda bir yandan da YTL’nin aşırı değerli tutulması, para sermaye sahiplerini finansal araçlardan faydalanmaya veyahut ithalata yönelmeye teşvik etmektedir. Böylelikle de söz konusu açık yıldan yıla katlanarak artmakta, açık arttıkça, söz konusu yüksek reel faiz ve ucuz döviz kuru politikası sürekli hale gelmektedir. AKP hükümeti, ülke ekonomisini bu şekilde tam bir kısır döngü içerisine sokmuştur. Elbette bu noktada, iktidar veya iktidara yakın çevrelerin mevcut rant ekonomisinden ne ölçüde yararlandığının da araştırılması gerekmektedir.

2002 yılında 130 milyar dolar düzeyindeki dış borç stoku, 2006 Haziran ayı itibariyle 194 milyar dolara dayanmıştır. Bunun yaklaşık 50 milyar dolarlık kısmı da kısa vadeli borçlardan oluşmaktadır. Kısa vadeli borçların en önemli bölümü ticari bankalar ve özel kesime aittir. Dış borçların GSMH’ya (Gayri Safi Milli Hasıla) oranı yüzde 50’yi aşmıştır. Maliye Bakanlığı’nın “Ekonomik Durum Raporu”na göre, toplam borç stoku ise (iç ve dış), 2002’de 280 milyar dolarken, 2006 sonunda 445 milyar dolara çıkmıştır. Bu, ülkede işçi ve emekçilerin emeğiyle yaratılan pastanın yarısından fazlasının, sofraya gelmeden kesilip borç verenlere gönderildiği anlamına gelmektedir. Sözde büyüyen ekonominin işçi ve emekçilerin gelirine neden yansımadığı ve dahası gün geçtikçe yoksulluğun neden arttığının cevabıdır,  borçlar. Borçlanma gelirin yeniden ve daha eşitsiz dağıtılması anlamına gelmektedir. Devlet borçlanmak için menkul kıymet (hazine bonosu, devlet tahvili gibi) çıkardığında, bu menkul kıymeti alabilen göreli zenginliği elinde bulunduran ticari bankalar ve sermaye gruplarıdır. Dolayısıyla bu borçlanma kağıtlarının faizinden nemalanıp gelir dağılımını kendi lehine değiştiren de bu gruplardır. Böylelikle aslında “fakirden alıp zengine ver” ilkesi çalışmaktadır. Çünkü devletin hazine bonosu, devlet tahvili gibi borçlanma senetlerine ödediği faiz de işçi ve emekçilerin vergilerinden finanse edilmektedir. Başbakan, kamu kesiminin borçlanma gereğini azalttıklarını söylemektedir. Öncelikle borçlanma gereğinde azalış yoktur, borçlanma gereği artış hızında azalış vardır. Kaldı ki, halkı için harcama yapmayan hükümetin borçlanma gereği azalacaktır. Ancak, başbakan, özel kesimin ve ticari bankaların borçlanma gereğinin gün geçtikçe arttığını ve ülkenin adeta uçuruma yuvarlandığını gizlemektedir. Bu, düpedüz illüzyondur. Sermayenin organik iktisatçıları da bu illüzyona ortak olmakta, ortak olmakla da kalmayıp, her gün halkın karşısına yeni yalanlarla çıkmaktadırlar. Bilim ahlakı açısından da akademik unvanlarını tartışılır kılmaktadırlar. Krallık dönemlerindeki soytarılık kurumu ne ise, bunların yaptığı da odur.

Başbakan geçtiğimiz günlerde Aliağa’da yaptığı konuşmada, “Bizim dönemimizde Fona devredilen bir banka var mı?” diye sormaktadır. Başbakanın iktidarı süresince fona devredilen banka yoktur, evet. Çünkü, yerli bankalar içerisinde yabancı sermaye oranı hızla büyümektedir. AKP iktidarı döneminde, Türk bankacılık sisteminin yaklaşık yüzde 45’i yabancıların eline geçmiştir. Sayın başbakan bir dönem daha iktidar olursa, muhtemelen fona devredilebilecek bir tane bile banka kalmayacaktır. Bu durum, yerli fonların tamamen yabancı tekellerin kontrolüne geçmesidir ve yeni bir “Duyun-u Umumiye” uygulamasıdır.

AKP hükümetinin ekonomide “gurur duyduğu” bir diğer konu da büyümedir. AKP hükümeti, Derviş programı olarak bilinen, GEGP (Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı) çerçevesinde, düşük yatırım artışı ve hızlı verimlilik artışına dayalı bir büyüme stratejisi izlemiştir. Kapasite kullanım oranlarındaki artışla işgücü verimliliğindeki (sömürüsündeki) artışa dayalı büyüme stratejisi, büyük emekçi yığınlarını gün geçtikçe açlık ve yoksulluğa itmektedir.

İmalât sanayiinde kapasite kullanım oranı yüzde 81’e dayanmıştır. Bunun anlamı; yeni yatırım olmaksızın mevcut işlerde üretimin artırılmasıdır. Yeni işçi alınmasını bir yana bırakalım. İşsizliğin hızla arttığı bir ekonomide daha fazla üretim, mevcut işçilerin daha uzun süre çalıştırılmaları veya aynı sürede daha çok iş yapmaya zorlanmalarıyla mümkündür ve böyle olmaktadır Aşağıdaki tabloda bu durumu daha net biçimde görmekteyiz. Sadece son bir yılda imalât sanayiinde verimlilikte ortaya çıkan değişim bile, aslında nasıl bir büyümeden bahsedildiğini göstermektedir.

2006 Yılı İmalât Sanayiinde Verimlilik Endeksi

(Bir Önceki Yıla Göre Değişim)

Çalışanlar Endeksi

– 1,2

Çalışılan Saat Endeksi

– 1,5

Kişi Başına Kısmi Verimlilik

7,6

Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik

7,9

Kaynak: TÜİK

Çalışanlar endeksindeki değerlere bakınca, ikinci yolun, yani aynı sürede daha çok iş yaptırılmasının seçildiğini görmekteyiz. Bir yandan çalıştırılan sayısı azalırken, diğer yandan önceki yıla göre halihazırda çalışanların verimliliğinin (birim başına üretim hızları) artışı yüzde 8’e yaklaşmaktadır. Bu durum, işçilerin, aynı işyerinde, aynı ücretle, aynı sürede daha fazla üretmeye zorlanmasıdır. Bu, bize, göreli artı-değer kavramını hatırlatmaktadır. İş gününün uzatılmasıyla elde edilen artı-değer, mutlak artı-değerdir. İş için gerekli emek zamanının kısaltılmasıyla elde edilen artı-değer ise, göreli artı-değerdir. Göreli artı-değer yaratabilmek için, yani aynı işi daha kısa emek-zamanında gerçekleştirebilmek için, kapitalistler sürekli yeni üretim teknikleri ( yalın üretim[2], kalite kontrol çemberleri, toplam kalite yönetimi gibi) ve yeni teknolojileri üretim alanına dahil etmektedirler. Bu durum, bir yandan iş içerisinde işçiyi adeta robotlaştıran bir çalışma temposunu getirirken, diğer yandan da işsizlik korkusu yaratmaktadır. Bugün işini kaybetmemek veya iş bulabilmek için, milyonlarca emekçi düşük ücret ve ağır çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. Bu, tam anlamıyla kölelik sistemidir.

Birleşik Metal-İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği araştırmaya göre; Türkiye, birim işgücü maliyetlerinin en fazla gerilediği ülke olmuştur. Araştırmada, Türkiye’nin, 2000 yılından bu yana işgücü maliyetlerindeki yüzde 12,6’lık azalma ile işçilerin en fazla yoksullaştığı ülke olduğu gözler önüne seriliyor.

TÜİK verilerine göre, 2005 yılında, açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 623 bin, yoksulluk sınırının altındaki nüfus ise 14 milyon 681 bin kişidir.

Yine TÜİK verilerinin işaret ettiği tablo şudur:

– Günde (satın alma paritesiyle) kişi başına 1 doların altında harcama yapabilenler 10 bin kişi.

– Günde 2.15 doların altında harcama yapabilenlerin sayısı 11 milyon 109 bin kişi.

– Günde 4.30 doların altında harcama yapabilenlerin sayısı 11 milyon 712 bin kişi.

TÜİK’e göre, 4 kişilik bir ailenin aylık açlık sınırı 190 YTL, yoksulluk sınırı ise 487 YTL’dir. Bunu söylemek tam anlamıyla komedidir. Bu rakamlara inanmak ise, iyi niyetli olunduğu varsayılırsa, ahmaklıktır. 190 YTL ile bırakın bir ailenin, 2 çocuğun doyması bile imkânsızdır. Anlaşılan TÜİK, başbakanın “simit hesabı”na göre standartlar belirlemektedir. Türk-İş, TÜİK’in yayımladığı sınırlara karşı çıkarak, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 2006 Aralık ayı itibariyle 615 YTL’ye, yoksulluk sınırının ise 2 bin 4 YTL’ye çıktığını açıkladı. Asgari ücretin 403 YTL olduğu düşünüldüğünde, 3 buçuk milyon emekçinin açlık sınırının altında yaşadığı görülecektir.

Peki nereden geliyor bu 1 dolarlık açlık sınırı? Dünya Bankası’nın 1993 sabit fiyatlarıyla hesapladığı bir rakamdır bu. Aynı süreçte, Dünya Bankası (IBRD) raporlarında, “yoksulluğun giderilmesi” yerine “yoksulluğun yönetilmesi” kavramının kullanılmaya başladığını görüyoruz. Peki, ne demek “yoksulluğun yönetilmesi”? “Yoksulluğun yönetilmesi”, artık hükümetlerin, yoksulluğu ortadan kaldıracak sosyal harcamalar yerine yoksulluğu metalaştırıp piyasa aracına dönüştürecek politikalar uygulamasıdır.

“Yoksulluğun yönetilmesi”ne en iyi örnek “mikro kredi” uygulamasıdır. Bangladeşli Muhammed Yunus’un geliştirdiği yöntem ile kadınlara “piyasaya dönük” iş yapmaları karşılığında kredi sağlanıyor ve bu kredi ilişkisiyle bağımlılık sürekli hale getiriliyor. Geliştirdiği yöntemle Nobel ödülüne layık görülen Yunus’un “mikro kredi”si, Türkiye’de de, pilot bölge olarak seçilen Diyarbakır’da uygulanmaktadır. “Mikro kredi” mağdurları, artık aile ve komşuluk ilişkilerinin bozulduğunu ve eskiden yoksul ama paylaşımcı iken, şimdi haciz korkusuyla yaşadıklarını söylemekteler. Türkiye’deki bu uygulamanın en önemli foncularından biri meşhur George Soros, diğeri de AKP Milletvekili Nevzat Yalçıntaş’tır.

Aslında yoksulluğun birinci derecede sorumlusu işsizliktir. Bir yandan yeni üretim yöntemi ve teknikleri nedeniyle işsizlikle burun buruna kalan emekçi yığınlar, işsizliklerinden de sorumlu tutulmaktadır. Sermaye gruplarının yaygın söylemiyle: “İşsiz kalıyorsan bunun sebebi kendini yeterince eğitmediğindir”; haydi öyleyse, meslek liselerini sermayeye açalım! Bu, düpedüz işsizliğin de metalaştırılmasından başka bir şey değildir. Yeni üretim yöntem ve teknikleri, işgücünün niteliğine duyulan ihtiyacı en düşük seviyeye indirmektedir. Dolayısıyla çalışan bir işçiye, gün boyu aynı “basit” işi tekrarlamak kalmaktadır. Robotlaştıran bu çalışma temposu, işçinin kendisine, “acaba yeterince nitelikli değil miyim?” sorusunu sormasına yol açmaktadır. Tam da bu noktada, sermaye grupları, “evet, niteliğin yetersiz, yaşam boyu eğitime tabi olmalısın” diyerek, kendi yarattıkları işsizlik ve yoksulluğu, kâr yaratacakları bir piyasa alanına dönüştürmektedirler. Geçmişten beri kol emeğine dayalı ağır işlerde ise, artan biçimde zorluklar, işçilerin sakatlanması pahasına sürdürülmektedir.

AKP hükümeti, “işsizliği çözeceğiz” vaadine karşın, işsizler ordusunu artıran politikalara imza atmıştır. Resmi işsiz ve “işgücüne dahil olmayan ama işbaşı yapmaya hazır” nüfus hızla artarak, 2002 yılında 3 milyon 607 bin kişiden, 2006 yılında 4 milyon 500 bine dayanmıştır. Bu rakamların üzerine kayıt dışı ve parça başı işlerde çalışanları eklediğimizde, milyonlarca emekçinin ya işsizlik yaşadığı ya da sosyal haklardan yoksun ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığını görüyoruz. Yani milyonlar –bir üretim ve istihdam politikası olarak– açlık ve yoksulluğa itilmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde de durum bundan farklı değildir. AB komisyonunun son yaptığı araştırmaya göre, AB ülkelerinde yaşayan her 6 kişiden biri açlık ve yoksulluk ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla bu durum, kapitalizmin gelişim dinamiklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Merkez kapitalist ülkelerde de sermaye grupları, kendi emekçilerini fakirleştirerek zenginliklerini artırmaktadırlar. Günümüzde, ABD’de, “homeless” (evsizler) olarak adlandırılan ve sokakta yaşamını sürdürmek durumunda kalanların sayısı 30 milyona yaklaşmıştır.

Başbakanın anlattığı Türkiye ile işçi ve emekçilerin yaşadığı Türkiye kesinlikle aynı yer değil. Ya başbakanın hayal gücü çok geniş ya da gün geçtikçe açlığa mahkûm edilen geniş halk yığınlarını “acı yok, acı yok” diyerek, içinde yaşadıkları açlık ve yoksulluk yerine refah içinde olduklarına inandıracağını düşünüyor. Öyle ya, başbakan geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir konuşmada, “..insanımız, dün, akşamdan sabaha yatarken ‘yarın ne olacak’ ve ‘cebimden ne kadar eksilecek’ diyordu. Bugün ise ‘cebime ne kadar girecek’ diye düşünüyor” diyordu. Emekçiler, başbakanın dediği gibi, “cebime ne kadar girecek”mi diyor, yoksa başka bir şey mi? Bunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Asgari ücreti simit hesabıyla savunan başbakanın son dönemde ekonomik gelişmelerle ilgili yaptığı açıklamalara karşı gerçekleri dillendirmeyen ve olmayan bir ekonomik örüntünün hayali resmini köşelerinde çizen sermayenin organik iktisatçıları da bu totolojinin ortağıdır.



[1] En yüksek getiriyi elde etmek amacıyla, kısa dönemli fonların, yatırıldığı alandan alınıp başka bir alana kaydırılmasıdır. Yabancı finansal sermaye (sıcak para,) reel faiz oranı  yüksek olan ülkeye doğru hareket eder. Amaç yüksek getiridir. Ama faiz dışında, dönemsel istikrar ve o ülkenin sağladığı vergi kolaylık ve istisnaları da önemlidir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler cari açıklarını “yamayabilmek” için sıcak paraya ihtiyaç duyarlar ve birçok taviz verirler. Finansal sermaye/sıcak para, kurşun gibidir; ülkeden çıkarken yaratacağı tahribat, girerken yarattığı etkiden çok daha büyüktür. Özellikle neoliberal politikaların yoğun biçimde uygulanmaya başladığı ve “finansal serbestlik” adımlarının atıldığı dönemlerden itibaren ekonomik krizlerin karakteri de finansal niteliğe bürünmüştür. 1994, 2000 ve 2001 krizleri bu durumun en çarpıcı örnekleridir. Ayrıca Mayıs-Haziran 2006’daki dalgalanma da finansal niteliklidir.

[2] Post-Fordist esnek üretim sistemlerinden biri, Japon üretim tekniği olarak da bilinen “yalın üretim” sistemidir. Kitle üretimine dayanan ve üretim sürecinde hantallık yaratan gereksiz tüm ögelerden kurtulma anlamında yalın üretim, esnek üretimin büyük firma versiyonunu oluşturmaktadır. Büyük firmaların üretimde desantralizasyona (merkez kaç) giderek, ana firma içinde “toplam kalite”, “tam zamanında üretim” ve “kalite çemberleri” gibi hem kaliteyi, hem de verimliliği artıran bazı üretim ve yönetim tekniklerini içeren bir organizasyon modelidir. Yalın üretim sistemini oluşturan üretim/imalat teknikleri, 1940’lı ve 50’li yıllarda Eiji Toyoda ve Taiichi Ohno tarafından Toyota Motor Fabrikasında geliştirilmiştir.

Demokratik Bir Ülke İçin Emekçlerin Demokrasi Cephesi

Ankara’da düzenlenen ve çok sayıda kitle örgütü, siyasal parti, sendika temsilcileriyle bilim insanı, aydın, yazar ve sanatçıların (yaklaşık 400 kişi) katılımıyla düzenlenenTürkiye Barışını Arıyor Konferansı*, çeşitli “barış inisiyatifleri” tarafından daha önce “barışçıl çözüm”, “operasyonların sona erdirilmesi ve silahların susması” talebiyle sürdürülen “barış toplantıları”nın daha ileriden ve daha geniş katılımlı bir “üst birleşimi” olarak gerçekleşti. Bu durum, konferansın, Kürt sorunu, “barış” ya da “barışçıl çözüm” üzerine geliştirilmiş öneri ve düşüncelerin tartışma platformu olarak kalmayıp, tüm emekçi ve ezilenlerin bağımsızlık ve demokrasi; sosyal, iktisadi ve politik haklarda iyileştirme mücadelesine bağlanan bir “eylem kılavuzu” olarak da değerlendirilebilecek bir “sonuç bildirgesi”nin ortaya çıkmasını da sağladı.

Kısa sayılamayacak bir süreden beri devam eden ve özellikle de son aylarda –ülke gündemine sermaye güçleri tarafından provokatif biçimlerle sokulan hedef saptırıcı tartışmalar saklı tutulursa– giderek yoğunluk kazanan “barış” çabalarının ve Türkiye’nin demokratik hak ve özgürlüklerin kazanıldığı ve kullanıldığı bir ülkeye dönüştürülmesi için yürütülen mücadelelerin ürünü olarak gerçekleşen Ankara Konferansı, uzun süredir Kürtler ve Türk kökenli ileri emekçilerle aydınlar tarafından gündemde tutulan “barış”, “barışçıl çözüm” taleplerinin daha geniş kesimler tarafından da kabul edildiğini ortaya koydu. Gerek ele aldığı konuların tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin sosyal-iktisadi, politik ve kültürel ilgi alanı içinde ve bugünkü ve gelecekteki durumlarıyla dolaysız bağlantılı olması; gerekse Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerinin bağımsız-demokratik bir Türkiye; “demokratikleşme ve Kürt sorununun demokratik çözümü” talebiyle bugüne kadar yürüttükleri mücadelenin bir “unsuru” olarak Konferans platformu, işbirlikçi gericilik ve politik-askeri temsilcisi çeşitli kurum ve partilerin sermaye “medya”sıyla birlikte yürüttükleri “bölücülük ve terörizm” propagandasına ve bu propaganda eşliğinde ve onun da hazırlayıcılığında sürdürülen saldırılara yanıt olma özelliği de taşımaktadır. Bu özelliği, konferansın çeşitli “belagatlı konuşmaların yapıldığı” ve bitimiyle de sonuçlanan bir platform olarak kalmamasını sağlamış; katılımcılarının ve temsil ettikleri kesimlerin büyük çoğunluğunun, Kürt sorununun çözümüne hizmet edecek; Türk-Kürt ve öteki tüm milliyetlerden işçi, emekçi, genç ve aydınların düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, bağımsızlık, sosyal haklar ve insanca yaşanabilir gelir, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi vb. taleplerinin savunulması hedefiyle etrafında birleşebilecekleri bir “acil mücadele programı”na bağlanabilecek bir sonuç bildirgesinin yayınlanmasını olanaklı kılmıştır.

Bu “metin” ya da “Sonuç Bildirgesi”ne göre; Kürt sorununun “şiddet ve terörizm sorunu” olarak adlandırılmasından “vazgeçilmeli”; tüm Türkiye’nin sorunu olduğu “görülmeli”; “silahlı çatışmaların karşılıklı olarak acilen durdurulması”yla “Ateşkes’in kalıcılaşması, şiddetsizlik ortamının sürekli hale getirilmesi” için “barış çalışmalarının başarı kazanması”na olanak tanınmalıydı. Bunun için “ötekileştirici, yabancılaştırıcı ve düşmanlaştırıcı tüm söylemler terk edilmeli”; siyaset “şiddete yol açan ayrımcılıktan ve milliyetçilikten arınmalı”; “Kürtlerin siyasal alanın aktif özneleri olabilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı”; “siyasi partilerin faaliyetlerini kısıtlayıcı ve yasaklayıcı tüm yasal engeller kaldırılmalı”; “yüksek seçim barajı, adil temsilin önünde bir engel olmaktan çıkarılmalı” ve yeni bir siyasal partiler yasası çıkarılmalıydı.

Konferans katılımcılarının üzerinde “genellikle” birleştikleri bu bildirgede, Kürtlerin siyasal temsilci ve partilerinin “meşru ve gerçek muhataplar olarak” alınmaları; “yerinden yönetim” yolunun açılması; “toplumun tüm unsurları”nın “müzakerelere” katılabilmeleri için “özgürlükçü ve barışçıl siyasal iklimin” oluşturulması; “yurttaşların hukuksal eşitliği ve özgürlüğünü güvence altına alan ve onları eşit haklar ve sorumluluklar ile donatan” yeni bir Anayasa hazırlanması; kadınların “her düzeyde sivil, resmi ve siyasi kurum ve kurullarda yer almaları” önündeki engellerin kaldırılması; “bir siyasi af veya demokratik katılım programı”nın yürürlüğe konması istenmekte; Olağanüstü hal rejiminin “tüm izlerinin silinmesi” için “faili meçhul cinayetler”in aydınlatılması ve suçlu resmi görevlilerin yargılanıp cezalandırılmaları, koruculuk sisteminin kaldırılması, “zorunlu göç”ün yol açtığı yıkımların etkilerini giderecek önlemlerin alınması ve “bölge”nin mayınlardan temizlenmesi acil talepler olarak öne çıkarılmaktadır.

Konferans katılımcılarının üzerinde “genellikle birleştikleri”ni açıkladıkları ekonomik, sosyal, kültürel alanlara ilişkin talepler arasında, “bölge”de öncelikleri olan “kalkınma plan ve projeleri”nin gerçekleştirilmesi; “doğal kaynaklardan ve enerji işletmelerinden sağlanan üretim değerlerinin bir bölümü”nün bölge kalkınması ve yoksullukla mücadeleye ayrılması; tarım arazilerinin verimli hale getirilmesi için acil yatırımlar yapılması; “inkarın ve yasakların yol açtığı kültür yıkımına son verilmesi”; Kürtçe’nin “kamusal alanda serbestçe kullanılabilmesi için” yasal-hukuki düzenlemelere gidilmesi, “Kürt dili ve edebiyatının araştırılması, geliştirilmesi ve eğitimi önündeki engeller”in kaldırılması ve “çok dilli resmi hizmet ve siyasi faaliyet”in serbest hale getirilmesi vb. yer almaktadır.

Bu “ortak platform” üzerinden hareketle, halka, halk gençliğine ve halkın çıkarlarına bağlı aydınlara yönelik saldırıları gerçekleştiren suç örgütlerinin –özellikle Kontrgerilla, Jitem, korucular– dağıtılması, sorumlularının halka açık biçimde sorgulanmaları ve cezalandırılmaları; işsizlik, yoksulluk ve açlığa karşı önlemlerin alınması, istihdamın artırılması, işçi ücretleri ve “memur” maaşlarının yükseltilmesi, tarımsal alanda yol açılan tahribatın giderilmesi için üreticiye faizsiz ve düşük faizli krediler verilmesi, küçük üreticinin bankalara borcunun silinmesi vb. talepler için mücadelenin yükseltilmesi, artık daha fazla olanaklı hale gelmiştir. “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”nın öncelikli ve ana konu olarak ele aldığı Kürt sorununun çözümüne ilişkin taleplerin sonuç bildirgesinin ‘ruhu’nu oluşturması; bu taleplerin bağımsız-demokratik bir Türkiye için mücadele eden kitle örgütü, sendika, parti, örgüt ve çevrelerin üzerinde birleşecekleri bir demokrasi ve bağımsızlık için dönemsel mücadele programına genişletilmesini olanaklı kılmaktadır. Kürt sorununun sadece Kürtlerin özgürleşmesi sorunu olmayıp, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olarak da görülmesi gereği, sosyal-siyasal gelişmeler sonucu, artık daha geniş kesimler tarafından kabul edilmektedir.

Bu Konferans’ın değişik kesimlerden ve farklı politik görüşlere sahip parti, örgüt ve kişilerden meydana gelen “bileşimi”, sonuç bildirgesinde “genellikle” üzerinde birleşilen görüş ve önerilerin yer almasını kaçınılmaz kılmış; Bildirge metninin içeriğinden kolayca anlaşılabileceği gibi, talep ve önerilerin kapsam ve içerik bakımından önemli eksiklikleri buradan kaynaklanmıştır. Ancak bu anlaşılır bir durumdur. “İslamcı olanı”ndan ‘liberal-solcu’ olarak adlandırılanlara; hümanist aydınlardan Marksist devrimcilere kadar geniş bir kesimin görüşlerinin bir tür “uzlaşı belgesi” olarak, bu metin, dönemsel bir mücadele platformuna yine de dönüştürülebilecek özelliktedir ve bunun yapılması, mücadelenin ve hareketin geliştirilmesi için zorunludur. Bu ‘belge’de yer alan taleplerin gerçekleştirilmesi için yürütülecek mücadelenin başarıyla sonuçlanması, bugün hâlâ emekçilerin önemli bir kesiminin endişeyle yaklaştığı sorunların daha açık, daha doğrudan ele alınmalarını sağlayabilecek; sonuç bildirgesinde dile getirilen talepler için mücadelenin siyasal demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık, ulusal tam hak eşitliği, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve insanca yaşanabilir ekonomik-sosyal koşulların hazırlanması için mücadeleyle birleştirilmesiyle, sermaye ve gericiliğe karşı önemli mevziler kazanılabilecektir.

KONFERANSI VE TALEPLERİ ‘İLERİYE TAŞIMAK’

“Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı, onlarca yıldır ağır baskı ve saldırı koşullarında tutulan emekçilerin ileri kesimleriyle şoven milliyetçi-ırkçı faşist politikalardan rahatsızlık duyan aydın sanatçı, bilim insanı ve politik kesimlerin mevcut antidemokratik siyasal sistem ve çözümsüzlük durumuna, değiştirilmesi isteğiyle müdahalelerinin biçimlerinden biriydi. Bu konferansı gerçekleştirenler, Türkiye’nin demokratik bir ülke haline getirilmesiyle Kürt sorununun çözümü arasındaki bağa, bir kez daha ve daha ileriden işaret ettiler. “Barış”ı Kürt sorunun çözümü ile bağlantısı içinde ele alırken, bu konferans, katılımcılarının daha geniş ve farklı kesimlerden gelmeleri, katılımın sayısal artışı, tartışmaların kapsam ve içeriği, gördüğü ilgi ve yarattığı beklentiyle, ele aldığı sorun üzerine daha önce düzenlenmiş toplantılarla çeşitli girişimlerden önemli farklılıklara sahipti.

Konferans’ın gerçekleştiği sürecin bölgesel-uluslararası gelişmelerle bağlantılı olarak en önemli özelliklerinden biri, ülkede şoven milliyetçiliğin ve demokratik haklar karşıtlığının yoğunluk kazanmasıydı. ABD’nin bölgede sürdürdüğü saldırı, işgal ve yayılmacı politikası kapsamında Türkiye yöneticilerinin üstlendikleri taşeroncu rol, Irak Kürdistanı’ndaki “devletleşme”nin Kürtlerin ulusal kendi kaderlerini tayin mücadelesinde “sınır aşan teşvik edici tehdit” olarak algılanmasıyla Kerkük-Musul üzerinde (toprak, enerji ve su kaynakları kavgası) hak iddialarıyla izlenen politikanın ve “bölünme” üzerine kesintisiz propagandanın şovenizme güç vermesi ve seçim yılına girilmesiyle birlikte burjuva kurum ve partilerinin geliştirdikleri “milliyetçilik” yarışının neden olduğu gerginlik artışı, kontra bağlantılı saldırıların açık provokasyonlarla birlikte artış göstermesi, bu özelliklerden biriydi.

Buna karşılık olarak ise, henüz içine itildiği/çekildiği dağınıklık, örgütsüzlük ve geri düşüş durumunu aşamasa da, hakim sınıf ve hükümetinin uluslararası sermaye yedeğinde sürdürdüğü iktisadi-sosyal ve politik saldırılara karşı ezilenlerin tepkisindeki artış; bunun çeşitli biçimlerde dışa vuruluşu ve bunun da bir yanı olarak ülkenin içine çekildiği tehlikeleri fark eden ilerici aydınlarla bilim insanları ve sanatçı-yazar kesimlerinin demokrasi ve bağımsızlık mücadelesiyle bağını kurarak, Kürt sorununun çözümü için “barış” talebini daha fazla seslendirmeleri söz konusuydu.

Ankara’daki “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı, bu politik-sosyal “ortam”da ve öncesindeki gelişmeler üzerinden toplandı. Bu konferans; Mersin, Bozüyük provokasyonları üzerinden geliştirilmek istenen şovenist linçci politikaya karşı aydınlar ve emekçilerin ileri kesimleri içinde geliştiren tepkilerin bir aydın bildirgesinin ortaya çıkmasını sağlaması, 324 aydının bunu bir deklarasyon olarak açıklamaları ve çeşitli yerel platformlarda sorunun ele alınması gibi girişim ve gelişmelerin ardından gerçekleşti. Konferans’a katılımın değişik politik kesimlerle yazar, aydın, sanatçı ve bilim çevreleri bakımından önceki toplantılara göre daha yoğun olması; tartışmalara ilginin artması ve konferans sonrası çeşitli çevrelerden yapılan açıklamaların bu ilgi artışını ortaya koymasında, ülkede son yirmi-otuz yıldır yaşanan gelişmelerde Kürt sorununun tuttuğu yer ya da çözümsüzlüğüyle yol açtığı sonuçların daha geniş emekçi ve aydın çevreleri tarafından görülmesinin rolü vardı. Uzun süredir her tür demokratik talebin “bölücülük” gerekçeli reddedişle karşılandığını gören ileri emekçilerle aydın-bilim insanı çevreleri, demokratik bir ülkenin kuruluşu ile Kürt sorununun çözümü arasındaki ilişkiyi daha iyi görüyor ve şoven-ırkçılığın yükseltilmesine, CHP-MHP başta olmak üzere, sermaye partileri yönetimlerinin şoven milliyetçi yarışa girişerek sorunu istismarı sürdürmelerine, sermayenin emrindeki yazar-bilimci ve sosyologların işbirlikçi gericiliğe daha güçlü bağlarla bağlanarak ırkçı-şoven propagandayı yoğunlaştırmaları ve bütün bunların kaynağı ve nedeni olarak Kürt sorununu –“terör ve bölücülük sorunu” söylemi sürdürülüyor– göstermelerine ve özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin ihanetle eş sayıldığı bir anlayışın egemen kılınmasına karşı mücadele ihtiyacı duyuyorlardı. Bu konferans, ısrarla sürdürülen şoven milliyetçiliğin ve inkarcı baskı politikasının emperyalist istismarla birlikte taşlarını döşediği bir Kürt-Türk çatışması tehlikesine; halkların birbirlerine kırdırılması olasılığına karşı, hak eşitliği ve demokratik bir siyasal sistem isteğiyle verilmiş “halkçı” bir yanıt özelliği de taşımaktadır. “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’na, öncesinde ve değişik illerde yapılan toplantı, panel vb. etkinliklere göre daha büyük bir ilginin gösterilmesi; bu konferansın ve sonuç bildirgesinin daha geniş kesimler tarafından önemsenmesi, bu gelişmelerle doğrudan bağlantılıdır.

Konferans katılımcılarının gerçekleşmeleri için mücadele etmek üzere anlaştıkları talepler, açıktır ki, daha da geliştirilebilir/genişletilebilir özelliktedirler. Eksiklik ve zayıflıklarından hareketle böyle bir ihtiyaçtan da söz edilmelidir. Ama yapılması gereken, öncelikle bu taleplerin sahiplenilmesi üzerinden bir demokratik mücadele platformu etrafında tüm işçi, emekçi örgütleriyle ilerici-halktan yana aydın bilim insanı, yazar ve politik çevrelerin mücadele ve eylem birliğini sağlamak; bu birliği, bağımsızlık ve demokrasi cephesi olarak örgütlenmeye genişletmeyi başarmaktır. Bu özellikteki bir mücadele cephesinin fabrika, işyeri, okul ve birim, kurum ve yerleşim alanı, semt, mahalle ve kentlerde en geniş katılımla örgütlenmesi emekçi hareketini ileriye götürecektir.

Böylesine bir mücadele platformu, Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler yılına girmiş olmasıyla bağlantılı olarak bir “seçim ittifakı”na indirgenemez ve onunla sınırlı tutulamaz. Seçimlerde işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenlerin talep ve tutumlarının en ileriden ve gerçek temsiline hizmet edecek, Kürtlerin siyasal iradesine ambargo konmasını önlemeyi hedeflerinden biri olarak alacak bir güç birliğine gereksinim olduğu kuşkusuzdur. Ankara “Barış Konferansı”nda bir araya gelen kitle örgütü, parti temsilcileriyle aydın-bilim insanı çevrelerini ve bunların temsil ettikleri kesimleri de kapsayan daha geniş bir “seçim bloğu”nun oluşturulması dahil, emekçilerin ve ilerici güçlerin demokratik-bağımsız bir ülkenin kuruluşuna hizmet eden daha ileri birliğine ihtiyaç elbette artmıştır. İşçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, kent ve kır yoksullarının, işsizlerin, gençlerin ve aydınların ilerici-demokratik, anti-emperyalist hareketinin bir toplumsal devrimci değişim yönünde geliştirilmesi, önümüzdeki zorunlu görevdir. Mevcut siyasal-sosyal ve iktisadi sistemde, işçi ve emekçiler başta olmak üzere ezilenlerin yararına hak kazanımı, haklarda iyileştirme ve durum değişikliği, çünkü, ancak güçlü birlikler aracıyla sağlanabilecektir. Demokratik bir platform üzerinde ve dönemsel taktik bir mücadele programı etrafında bir araya gelme başarılamazsa eğer, “güç, zaman ve maddiyat”ın “çar çur edilmesi” kaçınılmazlaşacak; “ayrı ayrı kulvarlarda” yürüyenlerin eylem ve mücadelelerinin “toplamı”, sermaye ve hükümetiyle öteki kurumları üzerinde, onları geri püskürtecek etkiyi sağlayamayacaktır. Sınıflı ve çok uluslu toplumlarda “ayrı ayrı kulvarlarda” yürüyen parti, örgüt, kuruluş, çevre ve kişilerin varlığı “işin doğası gereği” olmakla birlikte, “ayrı ayrılar”ın her birinin önemsediği ve kazanılması için mücadele ettiği talep ve hakların önemli bir kesiminin aynı oluşu, birlikte hareket etmeyi hem zorunlu hem de olanaklı kılmaktadır.

Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”nda bir araya gelenlerin çok büyük çoğunluğunun “ortak iradesi”nin, bir “çekim merkezi” arayışındaki emekçilerin isteklerine uygun olarak yararlı sonuçlar doğurması da, ancak ezilenlerin bu güçlü cephe birliğine hizmet edecek bir çalışmanın örgütlenmesiyle mümkün olacaktır. Halk kitleleri, sermaye partileri ve kurumları, güçleri karşısında, “umut olarak görebilecekleri” ilerici-demokrat-devrimci parti, örgüt, sendika ve öteki kitle örgütleriyle gençlik ve aydın kesimlerinin oluşturacağı “gözle görülür-elle tutulur” bir “güç merkezi”ni önemseyecekler; bu “merkez”i, etrafında bir araya gelmeye değer göreceklerdir. Halkın ve ülkenin çıkarlarına karşı sorumluluk, bir mücadele cephesinde bir araya gelme “fikri”nin ötesine geçip, bunu gerçekleştirme eylem ve çalışmasını öne almayı gerektirmektedir. Ülkenin durumu ve emekçi hareketinin ihtiyaçları bunu zorunlu kılmaktadır. İleri işçi ve emekçilerin, ilerici aydınların, bilim insanlarının ve emekçi örgütlerinin daha aktif bir rol üstlenmeleri zorunludur. Kürt sorununun aslında bir Türk sorunu, Türkiye sorunu olduğu gerçeğini tüm ezilenlerin daha iyi kavramalarına yardım edecek aydınlatma faaliyeti genişletilmeli, bu amaçla düzenlenecek panel, toplantı, sempozyum vb. gibi çalışmalar yoğunlaştırılmalıdır.

İzlenen politikalarla “kangrenleşmiş bir sorun” haline getirilmiş Kürt sorununun, bir konferans platformundaki tartışmalar üzerinden belirlenen talepler listesinin ilanıyla çözülmesinin beklenemeyeceği açık olmakla birlikte, bu talepler için mücadelenin başarıyla sonuçlanması, sorunun çözümü için yolu da açacaktır. Şoven milliyetçilik, bugün özellikle Türk kökenli emekçilerin sermayenin halk düşmanı politikalarına yedeklenmelerini sağlamak için kışkırtılmakta ve esas olarak “Kürtlerin ve ulusal haklarının yok sayılması” düşüncesi üzerinden geliştirilmektedir. Bu politik akım ve hareket, emekçilerin dil, din, milliyet kökeni ayrımı üstünden parçalanıp bölünmesine hizmet etmekte; işçi-emekçi mücadelesinin etkisizleşmesine yol açmaktadır. Şoven milliyetçiliğin güç kazanmasıyla Kürt sorununun çözümüne dair girişimler baskı altına alınmakta; demokratik siyasal hakların kazanılması ve kullanılması için yürütülen mücadele “bölücülük” suçlamasıyla zayıf düşürülmektedir. Bu etkiyi kırmak ve emekçiler yararına demokratik bir değişimin yolunu açmak için her olanağı değerlendirmek zorunludur. Sadece şoven gericilik güç kazanmıyor. Onunla karşıtlık içinde, emekçilerin yurtsever, anti-emperyalist ve demokratik mücadelesi de gelişme ve güçlenme eğilimi gösteriyordu. Büyük sermayenin çeşitli politik-askeri kurumlarıyla tekelci ve burjuva basın-yayın organ ve aygıtlarının sürdürdükleri şovenist Kürt ve Ermeni düşmanı politika ve propagandanın ürünü olan ve “milliyetçi duygularla işlendiği” söylenen cinayetler”in –Hırant Dink’in kontra organizasyonuyla katli– yüz binlerce emekçi, genç ve aydının katılmasıyla protesto edilmesi, bunun göstergelerinden biridir. Bu, daha da ilerletilebilir.

Sonuç bildirgesinde yer alan ve diğer demokratik taleplerin yasal-Anayasal güvenceye bağlanması ve emekçilerin koruyucu-geliştirici gücünün teminatına alınması; bunun bir yanı olarak, işçi ve emekçilerin ve Kürtlerin iradelerini serbestçe ortaya koymalarını sağlayacak yeni bir Anayasa ve seçim-siyasi partiler yasasının çıkarılması için mücadele zorunludur.

“Türkiye Barışı Arıyor” Konferansı sonuç bildirgesiyle açıklanan taleplerin, çeşitli platformlarda, semtlerde ve yerleşim alanlarında, fabrika ve işyerlerinde, okullarda ve kurumlarda geniş emekçi, aydın ve gençlik çevrelerinde tartışılması ve bir mücadele programının talepleri kapsamında değerlendirilmesi, bugün, öncesine göre daha fazla önem kazanmıştır. Sonuç Bildirgesi’nde yer alan taleplerin daha geniş aydın kesimleri, ilerici demokrat çevreler, emekçi örgütleri ve sendikalar içinde daha büyük bir destekle savunulması ve böylece ilerici, demokrat yurtsever aydınlarla bilim insanlarının, yazar ve sanatçıların, yerel düzeydeki sendikacılarla emekçi örgütleri yöneticilerinin “demokrasi mücadelesinin yerel güçlerini oluşturmak” üzere mücadeleye çekilmeleri ve işçilerin, emekçilerin, halk yığınlarının en geniş kesimlerinin bu taleplerin savunulmasıyla birlikte demokrasi ve bağımsızlık programı etrafında birleştirilmesi için yürütülecek çalışma belirleyici öneme sahiptir. İleri işçi ve emekçilerle sınıf partisi ve öteki tüm demokratik güçler, bu taleplerin savunulması için “kürsü”yü doğrudan fabrikalara, hizmet kurumlarına, semtlere, mahallelere, sendikalar ve öteki emekçi örgütlerine kurarak, ezilenlerin yerel ve merkezi düzeylerde birliği için mücadele etmelidirler. Emekçi kitlelerinin birleştirilmesi ve ortak talepler etrafında harekete geçirilmesi için yeni ve uygun örgüt biçimlerinin geliştirilmesine ihtiyaç artmıştır.

————

(*) “Barış” olarak tarif edilen, Kürt sorunu kaynaklı askeri-polisiye baskı ve saldırılarla operasyonların; bunların neden olduğu çatışmaların durdurulması; asker-polis ve PKK’lı çatışmasının yol açtığı moral-manevi ve maddi tahribatların giderilmesi için gereken koşulların sağlanmasıdır. Bunun halkın talebi olarak şekillenmesi  ve öne çıkmasında, son 20-30 yılın ağır baskı ve saldırı koşularının; sermayenin ve onun yönetici kurumları olarak çalışan politik-askeri vb. güçlerin “bölücü terör” gerekçeli olarak yürüttükleri baskı politikasının yol açtığı “moral-manevi yorgunluk” önemli rol oynamıştır.

“21. yy. Sosyalizmi”nin Felsefesi ve Ekonomi Politiği

Dünyadaki politik gelişmeleri az çok izleyen herkesin de bildiği gibi, son birkaç yılda, özellikle Latin Amerika kıtasında bazı dikkat çekici gelişmeler yaşanmaktadır. Nitekim ABD’nin kendi “arka bahçesi” olarak gördüğü ve sık sık kanlı darbe ve faşist cuntalara sahne olan bu kıtanın çeşitli ülkelerinde, birkaç yıldan beri adeta peş peşe; “halkçı”, “sol demokrat” ve “sol liberal” hükümetler ve devlet başkanları iktidara gelmektedirler. Bunların arasında, özellikle de Venezüella’daki politik-sosyal gelişmeler ve bu çerçevede kendisinden söz ettiren “21. yüzyıl sosyalizmi projesi” öne çıkmaktadır.

Latin Amerika’daki politik gelişmeler ve bunların anlamıyla ilgili dergimizde yayınlanan çeşitli makaleleri[1] gözeterek, biz, bu yazımızda, esas olarak “21. yüzyıl sosyalizmi” ve bu “proje”nin teorisyenlerinden Heinz Dieterich’in tezleri üzerinde duracağız. Ama bu konuya geçmeden önce, sosyalizmin yeniden tartışma konusu olmasıyla ilgili bir iki noktaya işaret etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

YENİDEN KONUŞULAN SOSYALİZM

Bugün görüyoruz ki, Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği’nin 1989-91 yıllarında çökmesi ve bunun üzerine zafer naraları atan uluslararası sermayenin kendi ideologlarına örgütlettiği “sosyalizmin nihai çöküşü” propagandasının ardından 15 yıl gibi çok kısa bir süre geçmesine karşın; bir ülkenin devlet başkanı (Chavez), kazandığı seçimleri kutlamak üzere toplanan kitlelere “Yaşasın sosyalist devrim!” diyerek sesleniyor. Aynı şekilde bugün, Avrupa’nın birçok burjuva gazetesinde “neoliberalizmin artık out – sosyal olanın in” olduğuna dair tespitler yapılıyor. Veya örneğin, uluslararası sermayenin borazanlığını yapan Financial Times gazetesinin editörlerinden John Thornhill, gazetenin 28 Aralık sayısında yayınlanan 2006 değerlendirmesinde, son politik gelişmelerden yola çıkarak ve geçmişte “Marx bir daha hiç gülümseyemeyecek” diyenleri de anımsatarak, şunları söylüyor: “Öyle görünuyor ki, Avrupa’da, Marx’ın düşüncelerinin yeniden canlandırılmasına yönelik yeni girişimler karşısında, Marx yeniden tebessüme başlıyor.

Uluslararası sermayenin pervasız saldırganlığının neden olduğu toplumsal tahribatın artması oranında artan hoşnutsuzluğun yanı sıra; başta Fransa’daki 1995 genel grev ve direniş olmak üzere, 90’lı yılların ortalarından itibaren özellikle de Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan işçi eylemleri ve mücadelelerinin yarattığı genel politik etkinin düşünce dünyasında önünü açtığı “kapitalizmin eleştirisi” eğilimi, bugün yerini, “kapitalizmin dönüştürülmesi” (“transformasyon”) veya “aşılması” (“kapitalizmin ötesi”) eksenli teori ve konseptlere bırakmıştır. Dahası, gelinen yerde, artık giderek daha geniş bir coğrafyada; “Alternatif Küreselleşme”, “Dayanışmacı Ekonomi”, “Dünya Demokrasisi”, “Sosyal Avrupa”, “Bolivarcı Devrim”, “21. Yüzyıl Sosyalizmi”, “Demokratik Sosyalizm”, Özgürlükçü Sosyalizm” vb. türden tez ve teoriler ileri sürülüp savunulmaktadır.

Bütün bu eğilim, teori ve tezler; uluslararası sermayenin saldırganlığının son 15 yılda neden olduğu ekonomik ve sosyal sarsıntılarının, artan sosyal kutuplaşmalarının ve bu gelişmelerin kışkırttığı sınıf mücadelelerinin ideolojik ve politik plandaki yansımalarını oluşturmaktadırlar. Buradan da anlaşılabileceği gibi, bunlar, biten bir dönemin ideolojik yansımaları değildir. Tersine, ileriki yıllarda daha da güçlenecek olan bir eğilimin ilk belirtileridir. Dolayısıyla, bu başlangıç belirtilerinin çarpık olması, bir önceki dönemin koşulladığı ufuk sınırlılığını yeni yeni zorlaması ve haliyle bu sınırlılığın izlerini taşıması doğaldır.

Öte yandan, denilebilir ki, bu son 15 yıl zarfında, sosyalizm konusu, çeşitli sol muhalif kesim ve politik hareketler içerisinde ikinci kez gündeme gelmektedir. Birincisinde (yani 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başı), konunun kaynağını ve doğrultusunu “sosyalizmin yenilgisi” olgusu belirlerken, ikincisinde (günümüzde), tekelci kapitalizmin açmaz ve çelişkilerinin artması oranında “kapitalizme alternatif bulma” arayışları yön vermektedir. Kuşkusuz, önemsiz olmayan bu neden ve yön farklılığını saptamak gerekir, ancak bundan, “yenilgi olgusu”nun genel olarak oluşturduğu ufuk darlığının aşıldığı sonucu da çıkarılmamalıdır. Bu darlığın aşılmasının ise, öncelikle pratik bir sorun olduğu açık olsa gerek.

Ancak bu haliyle bile, yani sınıf mücadeleleri alanındaki gelişmelerle birlikte özellikle de sosyalizmin yeniden tartışılır olması, tekelci burjuvazi açısından, önemli bir ideolojik mevzinin aşınması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı açısından ise, sosyalizmin yeniden tartışma konusu olması, tersine, kesin ele geçirilmiş bir ideolojik mevzi aşamasında olmasa da, anlamını karşı tarafın ideolojik barajının çatlamasında bulan bir açılma, sıyrılmayı ifade etmektedir.

Fakat, nasıl ki burjuvazi kendi açısından sonuçlar çıkartmaktaysa, işçi sınıfının partisi ve temsilcileri de kendi sonuçlarını çıkarmak durumundadır: Bugün dile getirilen sosyalizm sıfatlı teori ve tezler, büyük oranda burjuva, küçük burjuva ve dinsel[2] sosyalizme tekabül etmektedirler. Dolayısıyla, politik planda bugün işçi sınıfının ittifak olanaklarını artıran gelişmelerin ideolojik plandaki bu yansımaları, proletaryanın, Marksist-Leninistler tarafından sürekli korunup geliştirilmeye çalışılan ideolojik ve politik bağımsızlığı sorununu daha da yakıcı hale getirmektedir. Bu görev; gerek işçi sınıfının ittifak olanaklarının heder edilmemesi, gerekse de özellikle genç işçi ve aydın kuşağının sağlam bir proleter sosyalizmi formasyonuna kavuşması bakımından hayati bir anlam taşımaktadır.

Elbette ki, idealistler gibi, gerçek hadiselerin teorik soyutlamalarını –“düşünsel işaretleri”ni– gerçekliğin kendisi olarak ele alma hatasına düşmemek gerekir. Başka bir deyişle; bugünkü koşullardaki gerçek hareketin verili şekliyle bu teorik soyutlamaların arasında bir ilişkinin olduğunu reddetmeksizin (bu ilişki var, açıklanması da tarihsel bir yaklaşımla yapılabilir); bu teorik soyutlamalarla gerçek hareketi aynı kefeye koymamak gerekir. Aksine ve daha önemlisi, gerçeklikte olup bitene bakıldığı ölçüde, hem olup bitenin gerçek niteliği ve önemi görülebilir ve hem de bu yolla bu soyutlamaların eleştirisinin zorunluluğu ve yakıcılığı. Bu görevin ise diyalektik bir ele alışı gerektirdiği ortadadır, sanırız.

Bir hususa daha dikkat çektikten sonra, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin teorisyenlerinden Heinz Dieterich’in birbirinden “orijinal” tezlerine geçebiliriz nihayet: Bugün hangi ad altında çıkarsa çıksın, proleter sosyalizmi dışındaki hemen tüm sosyalizm teori ve tezlerinin ortak özelliği, tamamıyla “yeni” ya da “farklı” (olmuş olanın tahrif edilmiş biçiminin yadsınması itibariyle “farklı”) bir sosyalizmin tasarımlanmasıdır. Bu ortak özelliğin önsel teorik dayanağı, “sosyalizmin çökmüş olması”dır. Oldukça yaygın olan bu pozitivist, sonuçtan hareket etme mantığı, sahiplerini baştan bir çıkmazla yüz yüze getirmektedir: “Yeni” ve “farklı” bir sosyalizme koşullanmışlığa rağmen, “yeni” ve “farklı” bir sosyalizm teorisini üretememe! Görülmektedir ki, sonuçtan hareket etme mantığının beraberinde getirdiği ufuk darlığıyla malul olup, kapitalist sistemin temel çelişkilerinin değişmemesi gerçeğiyle yüz yüze gelindikçe, sosyalist hareketin 150 yıllık tarihinde ortaya çıkmış teori ve tezlerin etrafında dolanılmaktan başka bir yere varılamamaktadır. Teorisyenlerinin hangi sınıfın, tabaka ve sosyal grubun pozisyonundan baktığına göre, değişim her defasında, sadece bu külliyattan yapılan ayıklanmalar veya faydalanmalarda görülmektedir.

Öte yandan ama, sözcülerinin sınıfsal perspektiflerine baktığımızda, “tasarımlanan” sosyalizmin “yeni” ve “farklı” olması koşullanmışlığının gerisinde, aynı zamanda, “proletaryanın başarısızlığı”nın cesaretlendirdiği bir küçük burjuva böbürleniciliğinin de sırıttığını görmekteyiz. Evet; küçük burjuvazi “tarihin arenası”nı boş görmektedir. Ve proletaryanın “ilkel sosyalizmi” yerine; “modern”, adı üstünde, “21. yüzyılın sosyalizmi”ni kuracaktır! Ve bu sosyalizmde; “hem eşitlik, hem özgürlük”[3], “hem katılımcı demokrasi, hem eşdeğer ekonomi”, “hem adalet, hem barış”, kısacası işçi sınıfının iktidarı ve komünizme ulaşma amacı dışında her şey olacaktır!

Bilinebileceği gibi, uluslararası planda etkisi olan ve burjuvazi açısından açıktan bir tehdit oluşturan devrimci bir işçi hareketi ortaya çıkmadığı sürece, bu mantığın ve tavrın cazibesi ve toz kaldırıcılığı tamamen kırılamayacaktır; bununla birlikte, buna karşı bugünden verilmesi gereken ideolojik ve politik mücadele, bu hareketin ortaya çıkması açısından da şüphesiz tartışmasız bir gerekliliktir.

“YENİ BİR TARİHSEL PROJE” GEREK!

Önce muhatabımızı tanıyalım. Heinz Dieterich, Türkçesi henüz yayınlanmayan “21. Yüzyılın Sosyalizmi – Küresel Kapitalizmden Sonraki Ekonomi, Toplum ve Demokrasi” adlı kitabın[4] yazarı. Kendisi, Adorno, Horkheimer ve Habermas’ın yanında sosyoloji öğrenimini görmüş bir 68’li. Almanya’nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ve namlı diğer bir 68’li olan Daniel Cohn-Bendit ile “sokak barikatlarında” omuz omuza mücadele etmiş bir “eski tüfek”. “Latin dünyası”nı yakından tanıyan Dieterich, 1977’den beri Meksika’nın başkentinde öğretim üyeliği yapıyor. Diğer bir özelliği de, Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in danışmanlarından biri olması. “Berlin Duvarı’nın yıkılmasından yaklaşık 10 yıl sonra” kaleme alıp ilkin Latin Amerika’da yayınladığını[5] söylediği kitabında, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin teorik temellerini açıklamaktadır…

Pek adetten olmayan bir şekilde biyografik bilgilerle yazarımız hakkında söz etmeye başlamamız garipsenebilir, ama görüleceği gibi, mazeretimiz var! Zira bu biyografide, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin baş teorisyenlerinden birisi olan Dieterich’in dikkatimizi çeken bir özelliğinin kaynağını görebiliyoruz. Bu özelliği şöyle özetleyebiliriz: Alman tarzı derin ve serinkanlı tahlil yeteneğiyle Latin tarzı tumturaklı ajitasyon ve belagatin bileşimi! Bu bileşimin ne denli bir ihtişama kaynaklık ettiğini tahmin edemeyenlerimiz için, yazarımızın kitabının hemen girişinde sarf ettiği şu sözlerini aktaralım:

Modern toplumun birinci yaşam devresi, sonuna doğru yaklaşıyor. İnsan türü, iki yüzyılı aşkın bir süreden beri, yani Fransız Devrimi’nden günümüze kadar, yüz yüze geldiği evrimin şu iki büyük yolunu aşıp geçti: sınai kapitalizm ile tarihsel (reel varolan) sosyalizm.

Her ikisi de insanlığın; yoksulluk, açlık, sömürü; ekonomik, cinsel ve ırkçı baskı, doğal yaşam temelinin tahribatı ve reel katılımcı demokrasinin yoksunluğu gibi acil sorunlarını çözmeyi başaramadı.

Çağımız bu nedenledir ki, iki dünya-tarihsel emarenin kendisini ortaya koymasıyla yüz yüzedir: burjuvazinin ve tarihsel proletaryanın toplumsal projelerinin tükenişi ile, mevcut burjuva uygarlığının kapitalist olmayan bir dünya toplumuna –evrensel taban demokrasisine– geçişi. (…)

İki sosyal öznenin bir buçuk yüzyıl boyunca kendi tasarımları, ütopyaları ve ordularıyla karşı karşıya geldiği tarihin arenası, bugün, dünya-tarihsel ve bilgi teorisi boyutları itibariyle boşalmıştır. Enkaz ve yığıntıların ötesinde, geleceğin büyük konturları yeniden ufukta görülmekte ve çoktandır oluş halindeki yeni uygarlık günümüzün öznel güç faktörü olarak kendisini açığa vurmaktadır.[6]

Sanırız, mazeretimiz anlaşılmıştır! Aslında doğru ve sağlıklı bir temele oturtulduğunda, bu bileşim, gayet nitelikli bir sonuç doğurabilirdi. Mesela yüzeyde olanın derinleştirilmesi, derinde olanın yüzeye çıkartılması gibi. Ancak, yukarıdaki satırlar, biyografisinin bizde doğurduğu kaygıyı haklı çıkartmış ve maalesef bu ilginç bileşimden, belirtilenin aksine bir sonuç doğmuş: Yüzeyselliğin derinleştirilmesi ve derinliğin yüzeyselleştirilmesi…

Demek öyle; “burjuvazinin ve tarihsel (!) proletaryanın toplumsal projelerinin tükenişi ile” yüz yüzeyiz. Ve onların “tarihsel projeleri”nin tükenişi nedeniyle, bize artık “yeni bir tarihsel proje” gerekmektedir. “Modernitenin ikinci aşaması”nın “tarihsel projesi”ne, yani Dieterich’in “21. yüzyıl sosyalizmi”ne gelmeden önce, ihtişamıyla ikide bir gözümüzü alan şu “toplumsal proje” veya “tarihsel proje” kavramının sırrını çözmeliyiz.

Bu husus, ilk bakışta göründüğünden daha önemlidir ve üstelik “projeciliğin” memleketimizdeki düşünce dünyasına yaygın sirayet edişi nedeniyle ayrı bir önem daha kazanmaktadır. Denilebilir ki, günümüz küçük burjuva sosyalizmi tezlerinin adeta felsefesi bu kavramda billurlaşmaktadır. Kaldı ki, Dieterich’in kendisi bizzat bunu vurgulamakta; demektedir ki: “Bu çalışmanın en önemli teorik kavramı Tarihsel Proje konseptidir.[7]

Dieterich “tarihsel proje”lerden söz ettiğinde, bazıları gibi, öyle bilir bilmez konuşmuyor; dahası, kendisinin de çok önemsediği bu kavramla, Marksizmi soyut kaldığı bir yerde somutlaştırdığını düşünüyor: “İnsanlığın gelişimindeki niteliksel sıçramalar her zaman, büyük sosyal aktörler ve sınıfların çıkarları ve bunları yaşama geçirme tarzlarının ürünü olan Tarihsel Projeler tarafından tetiklenmektedir. Tarihin seyrini, diyalektik hareketi içerisinde sürekli belirlemiş olan ve sınıflı toplumlar oldukça da sürekli belirleyecek olan birbirine karşıt Tarihsel Projelerin mücadelesidir. Bu cümle, Marx’ın, tarihin her zaman sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu doğrultusundaki dahiyane saptamasına karşı durmamakta. Tersine, onu içine almakta ve soyut olmayan bir biçimde somutlaştırmaktadır.[8]

Kuşkusuz, Marx’ın formülasyonuyla Dieterich’ınki arasında “küçük” bir fark var! Ama buna rağmen, bu “somutlaştırmayı” biraz daha somutlaştırmamız lazım.

O halde lafı dolandırmadan soralım: “Tarihsel Projeler” nelerdir? Sınıfların ideolojik ve politik programları, gelecek tasarımları, kurmak istedikleri toplumsal düzen hakkındaki fikirleri. (Dieterich şöyle formüle ediyor: “Tarihsel Projenin oluşturucu belgelerinin genel politik ve ideolojik fonksiyonu, çeşitli sınıflar ve sosyal aktörlere yeni bir dünya konseptinin bilgisini sunmak; onları ‘şimdiye kadar hiç yapılmayan’, ‘gerçekten istenilen’ hakkında, gelecek üzerine bilgilendirmektir.”)[9] Program, tasarım, fikir..; yani teorik belirleme ve öngörüler. Teori ama, kendi başına ele alındığında, somut şeylerin soyut ifadesidir. Somutun sistematik soyutlanmasıdır. Marx, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söylerken, besbelli ki, soyut kavranılanı (örneğin dinsel savaşları, daha doğrusu savaşların “dinsel nedenlerle” sürdürülmesi iddiasını) somutlamış, somut ve asıl temellerine oturtmuş oluyor. Dieterich ise, “katkısı”yla, somutlananı yeniden soyutlamış oluyor. Marx, “felsefeyi dünyasallaştırırken”, o, dünyayı yeniden “felsefeselleştiriyor”!

Dieterich’in somut sınıf mücadelesini soyut “projelerin” mücadelesine dönüştürmesi, bize Marx ve Engels’in “Kutsal Aile”de Hegelci spekülatif konstrüksiyonu (kurguyu) açıklarken verdikleri meyve ve elma, armut, çilek vb. örneğini hatırlatmakta. Bu hoş örneği birlikte okuyalım:

Gerçeklikler üzerinde, elmalar, armutlar, çilekler, bademler üzerinde durarak, genel ‘meyve’ fikrini kurduğum zaman; daha da ileri giderek, gerçek meyvelerden çıkarılmış benim soyut ‘meyve’ fikrimin, benim dışımda varolan bir varlık olduğunu ve üstüne üstlük armudun, elmanın vb. gerçek özünü oluşturduğunu imgelediğim zaman –kurgusal dilde- ‘meyve’nin, gerçeklikte armudun, elmanın, bademin vb. ‘töz’ü olduğunu bildiririm. Öyleyse armut ya da elmada özsel olanın, armut ya da elma olmak olmadığını söylerim. Bu şeyler içinde özsel olan, onların gerçek, duyularca algılanabilir varlıkları değil ama benim onlardan soyutlamış ve onlara yüklemiş bulunduğum özdür, benim tasarımımın özüdür: ‘meyve’. O zaman elmanın, armudun, bademin vb., yalın varoluş biçimleri, ‘meyveninkipleri olduklarını bildiririm. Gerçi benim duyularım tarafından desteklenmiş sınırlı anlığım, bir elmayı bir armuttan ve bir armudu da bir bademden ayırdeder; ama kurgusal usum, bu duyulur ayrımın özsel olmayan ve önemsiz bir ayrım olduğunu bildirir. O elmada, armutta gördüğümün tıpkısını ve armutta da bademdekinin tıpkısını, yani ‘meyveyi’ görür. Gerçek tikel meyveler, gerçek özü ‘töz’, ‘meyve’ olan görünürdeki meyvelerden başka bir şey değildirler.[10]

Eğer Dieterich’in tezlerinin asıl özünü kavramak istiyorsak, bu alıntımızdaki konstrüksiyon örneğini yazımız boyunca göz önünde tutmamızda fayda vardır. Şimdilik, “meyve” örneğimizden yola çıkarak, Dieterich’in “katkı”sını ele alalım.

Evet; sınıflar karşı karşıya geldiklerinde, bu mücadelelerini belirli ideolojik görüş ve biçimler altında sürdürürler. Ama açıktır ki, bu doğru saptamadan, sınıfların gerçekte ideolojik nedenlerle karşı karşıya geldikleri sonucunu çıkartamayız. Çıkarttığımız vakit, ideolojilerin, bu durumda “tarihsel projelerin”, sınıfların “dışında varolan bir varlık olduğunu” söylemiş oluruz ve sınıfların tek tek mücadelelerinde esasta “projelerin” “yalın varoluş biçimleri”ni görmeye başlarız. Başka bir deyişle, Dieterich, “projelerin mücadele”sinde sınıfların mücadelesini görmek yerine, sınıfların mücadelesinde “projelerin mücadelesi”ni görüyor! Denebilir ki, ne fark eder, neticede Dieterich, sınıfları ve mücadelelerini reddetmiyor. Doğrudur, ayaklarımın üstünde durmamla, kafamın üstünde durmam arasında, “durup durmadığım” bakımından bir fark yok, ancak dünyaya nasıl baktığım açısından “küçük” bir fark olsa gerek!

Ama yazarımız burada kalmıyor, gerçekte somut şeyleri soyutladıktan ve kurgusuyla yarattığı fikrine (“tarihsel proje”) ayrı bir varlık verdikten sonra, bir de gerçek “töz”ün bu fikrinin olduğunu iddia ediyor: “tarihin seyrini”, soyut düşüncelerin, tasarımların, yani “projelerin” mücadeleleri “belirlemiş” ve “belirleyecek”tir diyor! Yani, “projeci kafa”, insanların tepe üstü yürüdüğünü iddia ediyor!

“Projeci kafa”nın dünyaya, tarihe, toplumlara genel bakış açısının sırrına az çok erdikten sonra, şimdi onun bu bakış açısından birçok şeyin nasıl göründüğü üzerinde durabiliriz. Meselelere tepe üstü bakış ister istemez bir “terslik”le maluldür ve haliyle bu durum, bu bakış açısı sahiplerinin işlerini, “meyve” örneğimizde de belirtildiği gibi, zorlaştırmaktadır.: “… gerçek meyvelerden yola çıkarak soyut ‘meyve’ tasarımını yaratmak ne kadar kolaysa, soyut ‘meyve’ fikrinden yola çıkarak gerçek meyveler yaratmak o kadar güçtür.[11]

“SOSYALİST PROJE” VEYA PROJE KONUSU YAPILAN “SOSYALİZM”

Dieterich’in Marksizme yaptığı “katkı”sının bir önceki saptamasıyla çelişmekte olduğunu, zira bir önceki alıntıda burjuvazinin ve proletaryanın “toplumsal projeleri”nin “tükenişi”nden söz ettiğini iddia edebiliriz. Öyle ya, eğer “projeler”; sınıfların, sınıf çıkarlarının ve bu çıkarları yaşama geçirme tarzlarının ürünüyse; o zaman bu sınıflar ve çıkarları var oldukça, “projeler”in de sürekli yenilenerek var olabilmesinin önündeki engel nedir? Yalandan kim ölmüş ki?! Bir “proje” eskimişse, yenisini masaya koyarsın olur biter! Nitekim projeciliğin gerçek tarihine baktığımızda, 18. yüzyılda, kont ve dükleri, şahane ama bir o kadar da olmadık projeleriyle kandıran “proje dolandırıcıları”nın da[12] peydahlandığını görürüz. Demek ki, sınıflar var oldukça “projeciler” de olacak, dolayısıyla bunların –üstelik toplumsal ve tarihsel!– “projeleri” de tükenmeyecektir. Her iki sınıfın da “toplumsal” ve “tarihsel projeleri”nin tükenebilmesi için, bunların kendilerinin ortadan kalkması lazımdır. Ki bu durumda dahi, kendileri olmamalarına rağmen “projeleri”; yankının veya uzaydaki ışığın, kaynağının kesilmesine karşın algılanıyor olması misali, bir süreliğine zihinlerde, gelenek ve kültürde varlığını devam ettirebilir.

Acaba, soruna böyle yaklaşmakla Dieterich’e bir haksızlık etmiş olmuyor muyuz? O, biraz önce, burjuvazinin ve proletaryanın “tarihsel projeleri”nin “tükenişi”nden söz ederken, bu sınıfların salt program ve tasarımlarından mı bahsediyordu? Program ve gelecek tasarımları yenilenebilir olduğuna göre, o, “tükeniş”le, esasta kapitalist ve sosyalist toplumları, sistemlerin kendisini kastetmiş olmalıdır. Yani; kapitalist düzenin bariz çelişkileri, kriz ve çıkmazları ve öte yandan “sosyalist sistemler”in çökmüş olması gerçeğidir, Dieterich’e bu “tükeniş” saptamasını yaptıran. Evet, bu nesnel gerçekliği kastetmemiş olsaydı, nasıl “tarihin arenası”nın “boşaldığı”ndan dem vurabilirdi ki?

Öyleyse o, “toplumsal proje”yi, proje olmaktan çıkarmış, gerçekliğe geri götürmüş demektir. “Toplumsal proje”, proje değildir artık, kapitalist ve sosyalist toplumdur, bu düzenlerin kendisi ve gerçekliğidir bizzat. Bu durumda da ama, o, “tarihsel projelerin mücadelesi”nin, tarihin seyrini “belirlediği” teziyle ters düşmektedir! Zira, belirtilen nesnel gerçeklikteki gelişmeler, “projelerin” “tükenişi”ni belirlemektedir.

Hangisi şimdi?

Dieterich, Marksizme yaptığı “katkı”sından vazgeçmeyecekse eğer (ki ileride işleyeceğimiz tezleri vazgeçmediğini gösteriyor), o zaman geriye şu seçenek kalıyor: Mücadeleleri tarihin seyrini belirleyen “tarihsel projelerin” “tükenişi”nin nedenleri, dışsal değil, içseldir. O zaman, yanlışlık veya terslik de, “tarihsel proje konsept”lerinin kendisindedir! Bu durumda yapılması gereken şey ortadadır: “Tarihsel proje konsept”lerinin (“tükenişi” ışığında) temelden eleştirisi ve “yeni bir tarihsel proje”nin ortaya konulması! Zaten, Dieterich’in ve bilumum küçük burjuva “sosyalistleri”nin yaptığı da, “yeni” ve “farklı” bir “sosyalizm projesi” ortaya koymak değil midir?!

Ve haliyle; sosyalizm; gerekliliği ve kaçınılmazlığının belirlenimleriyle, somut tarihsel şartlarca koşullanmışlığıyla, varolanı ortadan kaldıran “gerçek hareket”, “zorunlu uğrak” olarak kavranılmadığında; ona bir “proje” olarak bakılacaktır; ve yine haliyle; tarihsel ve nesnel olabilirliğiyle değil de “proje”deki tahayyülde olması gerektiğiyle değerlendirilecektir![13]

Sosyalizmin bir “proje” olarak kavranılması, onun, salt teorik olarak öncelenmesi değil, aynı zamanda nesnel gerçeklik, ilişki ve çelişkilerin dışında ayrı bir ülküsel varlık olarak kavranılması demektir. Marx ve Engels, hiçbir yerde, sosyalizmi veya komünizmi (sosyalizm, komünizmin birinci zorunlu aşamasıdır) bir “proje” olarak ele almamışlardır. Tam tersine, onu; olandan (kapitalizmden) zorunlu olarak çıkan; “insanın kurtuluş ve kendini onarımının gerçek uğrağı, tarihin gelecekteki gelişmesi için zorunlu uğrak[14] olarak görmüşlerdir: “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar.[15]

Dieterich, her ne kadar bilimsel sosyalizmin kurucularının, “gelecekteki sosyalizmin ekonomik sisteminin, yeni devlet yapısının ve bunun taşıyıcısı kitlenin örgütüne ilişkin somut öneriyi geliştirmemeleri”ni “zamansızlık” ve “bilimsel bilgi”yle “üretici güçlerdeki ilerleme”nin o yıllardaki “gelişme düzeyinin yetersizliği”yle[16] açıklamaya çalışsa da, asıl meselenin, onun gibi “projeciler”le tam bir tezat oluşturan bir dünyaya bakış ve dünyayı görüş sorunu olduğu son derece açıktır. Nitekim Marx, daha işin başındayken, bu konudaki anlayışını Ruge’ye yazdığı mektupta şu sözlerle dile getirmiştir:

… her birimizin, yarın olacak şey üzerine hiçbir kesin düşüncesi olmadığını yakında kendi kendine itiraf etmesi gerekecek. Öyle de olsa yeni yönelimin değerini işte bu oluşturuyor: Şöyle ki, yarının dünyasını dogmatik düşünce ile öncelemiyoruz, ama tersine yeni dünyayı ancak, eskinin eleştirisi sonunda bulmak istiyoruz. Şimdiye kadar filozoflar bütün sorunların çözümünü çekmecelerinde saklıyorlardı… Eğer geleceği kurmak ve sonsuzluk için kesin planlar düzenlemek bizim işimiz değilse, bu, bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz şey her zamankinden daha açık olduğu için böyle… Us her zaman vardı, ama her zaman usayatkın biçiminde değil. Öyleyse eleştiriyi her türlü teorik ve pratik bilinç biçimine bağlamak ve gerçekliğin özel biçimlerinden kendi Olması-Gerekeni ve son varılacak yeri olarak varolan gerçekliği, gerçek gerçekliği çıkarmak olanaklı bir nitelik taşıyor…

Biz ortaya, doktrinerler olarak, işte hakikat, onun karşısında diz çök! diyen yeni bir ilkeyle çıkmıyoruz. Biz dünyaya, dünyanın kendi bağrında geliştirdiği ilkeleri getiriyoruz. Biz ona, savaşımlarını orada bırak, bunlar zırvadır, biz sana savaşımın gerçek belgisini haykıracağız demiyoruz. Biz ona yalnızca tam olarak niçin savaştığını gösteriyoruz, ve özbilinç, istensin istenmesin, kazanılması gerekecek bir şeydir.[17]

Marx’tan yaptığımız alıntıyı bu kadar uzun tutmamızın nedeni, Dieterich’in bilimsel sosyalizm tanımının da bir nevi eleştirisini içeriyor olmasıdır. Sosyalizmden bir “proje” olarak söz eden Dieterich, bilimsel sosyalizmden de bir sibernetik bilim teorisi[18] olarak söz etmektedir. Bilimsel sosyalizm, bilimsel olmasına karşın, “bilim teorisi” değildir. Bilimsel sosyalizmin bir “bilim teorisi”, yani bilim hakkında teorisi olduğu söylenebilir, diyalektik materyalist bir bilgi teorisinin de olduğu gibi. Ancak bilimsel sosyalizmi “bilim teorisi” olarak tanımlamak, onu, Kantçı bilgi teorisi derekesine indirgemektir ki, bu, bilimsel sosyalizmin kısırlaştırılmasından, en hafif deyimle tahrif edilmesinden başka bir şey değildir.

Bilimsel sosyalizm, bir eylem kılavuzudur. Dolayısıyla, eylemin kılavuzdan, kılavuzun eylemden ayrıldığı yerde, bilimsel sosyalizmden söz edilemez. Bilimsel sosyalizm, dünyayı salt anlamanın, salt yorumlamanın bilimi değildir; değiştirmenin bilimidir. Teorisi ve varlık biçimi tümüyle değiştirmeye bağlandığından, “gerçek gerçeklik”ten azade ve kopuk olmayı, işlevi ve varoluşuyla bağdaştıramaz. Bağdaştırıldığında, tüm canlılığını yitirir, kendisi olmaktan çıkar. Dahası; gerçeklik, onun hareketi, çelişkileri ve öznelerinin karşısında aklı sıra özgürleşmiş sorumsuz aydının ahkam külliyatına dönüşür; ölü bir teori, salt teori haline gelir. Burada anlatılmaya çalışılan ilişkinin en yalın ifadesini, Engels’in, sosyalizmin ütopyadan bilime dönüşünü açıkladığı kitabında, bilimsel sosyalizmi “proletarya hareketinin teorik ifadesi” olarak tanımlamasında da görmekteyiz.

Ayrıca, “sibernetik” (güdüm bilimi) sıfatı da, Dieterich’in bilimsel sosyalizmi “bilim teorisi” olarak tanımlama mantığının yanlışlığını değiştirmiyor. Dahası, özürü (sibernetik) kabahatinden büyük! Zira bu sıfat, burada, sıfatı olduğu “bilim teorisi”nin; toplumun (sınıfların) güdülme veya yönlendirilmesine dayanan “bilim teorisi” olduğu anlamına geliyor sadece. Buradaki ilişki, bu “bilim teorisi”nin; anlamını, yönlendirmenin gerekliliğinde ve yönlendirilmesi gerekenin varlığının sürmesinde bulduğuna işaret ediyor. Bu anlamın, bilimsel sosyalizm açısından kabul edilemezliği ortada. Fakat doğru saydığımızda dahi, bilimsel sosyalizmin pratikten ayrı bir teori olarak varlığının mutlaklaştırılmasını öngörür. Oysa, bilimsel sosyalizm, bu bakımdan, tam da “yönlendirme”nin gereksizleştirilmesini, somut söyleyecek olursak, işçi sınıfının kendisi için bir sınıf, işçinin de sınıf bilinçli işçi haline gelmesini amaçlar. Çünkü ona göre, işçi sınıfının kurtuluşu kendi kollarının eseri olabilir ancak…

Kısacası; Marx ve Engels, “sosyalist projeler” tasarlamadıkları gibi, bu tür doktrinciliğe de bizzat karşı çıkmışlardır. Zamanları olmadığı veya hayal güçleri yetmediğinden değil, komünizmi (sosyalizmi) mevcut kapitalist sisteme son verecek “gerçek hareket olarak gördükleri için asla doktrinciliğe düşmemişlerdir.

Bununla birlikte, Marx ve Engels, komünizmin (sosyalizmin) temel ilkeleri ve niteliklerini çok açık ve net ortaya koymayı da ihmal etmemişlerdir (Dieterich’in harikulade “eşdeğer ekonomisi” tezini ele alacağımız yerde, bu ilkelerden bazılarına değineceğiz.). Ancak bu ilkeleri de, “hazırlop bir sistem çıkarmak” üzere ortaya koymamışlardır. Bu tür bir davranış, hiç şüphesiz, en başta, onların değiştirmek için uğraştıkları dünyaya, hayata, “gerçek gerçekliğe” bakışlarına ters düşerdi.

VE İŞTE HAKİKAT!

Gelgelelim Dieterich, hayata, tarihe, toplumlara tepe üstü bakmakta ısrarlı. “Projenin teorik durgunluğa” girmesi nedeniyle, bugüne, 21. yüzyıla, yönlendirici bir şeyin geriye bırakılmamış olmasından yola çıkarak, “serinkanlılıkla tasarlanmış teorik gelecek”ten[19] dem vuruyor!

Serinkanlılıkla okuyalım o zaman, 21. yüzyılımızın yeni hakikatini:

Geçmiş zamanların savunucuları bugün artık kendi büyük tarihsel deneylerinin enkazı karşısında durduklarından, tarih, modernitenin ikinci aşamasına yeşil ışık yakıyor. Bu aşamaya, öncellerinin üstesinden gelemedikleri görevleri çözmek düşüyor: Postkapitalist uygarlığın yeni gerçekliğinin dört temel kurumunun inşasını:

1. kullanım değeri ve değer teorisine dayanan, piyasa ekonomisi olmayan ve dolaysız değer yaratıcıları tarafından demokratik şekilde biçimlendirilen eşdeğer ekonomisini;

2. temel toplam toplumsal sorunlarda halk oylamasına dayanan çokluk-demokrasisini;

3. azınlıkların koruyuculuğunu yeterli düzeyde içeren ve genel çıkarların temsilcisi olarak taban demokrasisine dayalı devleti ve

4. eleştirel-sorumlu özneyi; rasyonel, etik ve estetik bakımdan bağımsız yurttaşı.

Eşdeğer ekonomi”, “katılımcı demokrasi”, “sınıf devleti olmayan devlet” ve “eleştirel-rasyonel, etik ve estetik özne”; “Yeni Tarihsel Proje”mizin, “teorik geleceği”mizin köşe taşları işte bunlar…

Şimdi, “teorik gelecek” serinkanlılıkla tasarlandığında, bunun, mutlaka dün ve bugünle ilgili belirli öncülleri vardır. Ancak, tepe üstü duruşun en azından bizim açımızdan oluşturduğu terslik, bunlara ihtiyatlı yaklaşmamızı salık vermektedir. Dolayısıyla, “eşdeğer ekonomisi”ne gelmeden önce, ilk işimiz bu öncülleri gözden geçirmek olmalıdır.[20]

Bu öncüllerden bazıları, Dieterich’in ve onun övgüyle bahsettiği ve sık sık alıntılar yaptığı “eşdeğer ekonomisi” teorisyenlerinden Arno Peters’in ekonominin tarihini altüst eden keşiflerinden meydana geliyor. Özetleyelim bunları: Yerleşik topluma geçilmesiyle birlikte ürünlerin takasından ticaretine geçiliyor, bununla birlikte de, tüccarlar ve meslekten savaşçılar çıkıyor. 5.000 yıl öncesinde, “eşdeğerlerin değişimi”ne dayanan ekonominin yerine “ulusal pazar ekonomisi” geçiyor. Bu ekonomi, ekonomiyi Chrematistike (krematistik), yani para kazanmanın iş edinilmesine dönüştürerek “bozuşması”na yol açıyor. Ticaret ve toprağın özel ellere geçmesi; insanın insan hizmetine sokulmasını, eşitlerin arasındaki eski dayanışmanın yıkılıp, yerine, efendi ile hizmetçi arasındaki emir ve itaatin geçmesine neden oluyor.

Başka bir deyişle, ekonominin tarihi iki “ilkel tip”e bölünüyor: “İnsanlığın ekonomi tarihinin başından beri 800 bin yıl boyunca yaşadığı eşdeğer ekonomi ve yaklaşık 6 bin yıldan beri süregelen eşdeğer olmayan ekonomi. Yazarlarımız; “ekonominin ilk teorisyeni” Aristoteles’e başvurarak, onun ekonomiye dahil etmeyip kınadığı; Sokrates’in de “ticaret ve borç para vermeye” dayandığını söyleyip yegane amacının para kazanmak olduğunu belirttiği Chrematistiki bütün kötülük ve adaletsizliklerin ana kaynağı olarak ileri sürüyorlar. Beş bin yıllık tarihin temel çizgisi diyorlar, “lokal ekonominin ulusal ekonomiye dönüşmesinin” beraberinde getirdiği servet ve iktidar hırsıdır.[21]

Dieterich burada kalmıyor, içeriği gerçi yine de farklı olmayan daha teorik bir gerekçelendirmeyle “taçlandırıyor” tezini: Mücadeleleri tarihin seyrini “belirleyen” her bir “Tarihsel Proje”nin “tayin edici varlık nedeni” diyor dostumuz, “son tahlilde, ekonomik artı-ürüne el koyma mücadelesi”dir. “Neolitik dönemden beri, insanal toplumun evrim dinamiği, artı-emeğe veya onun cisimleşmiş biçimleri olan artı-ürüne ya da artı-değere el koyma, daha doğrusu onun bölüşümü uğruna verilen sosyal mücadeleler tarafından belirlenmiştir. Bu çelişki, denilebilir ki, sınıflı toplumun enerji merkezidir, güneşteki hidrojenin helyuma dönüşmesinin toplumsal benzeşimidir.” Türkçesi: Sınıflar mücadele ediyorlar, ama ne için mücadele ediyorlar, “mücadelelerinin nesnesi” veya “ganimeti” ne diye soruyor yazarımız, ve yanıtlıyor: “artı-emek, artı-ürün, artı-değer”.[22]

Peki, soruna böylesine sonuçtan bakarak doğruyu yanlışa bağlayan birisi, ne sonuç çıkarabilir bu saptamasından? “Sınıflı toplumun enerji merkezi” buysa, “bu çelişki”yse, o zaman, çözümünün de ne olduğu bellidir: emekteki, üründeki, değerdeki “artı”yı kaldıralım ve yerine bu “artı”nın artık olamayacağı bir ekonomi, tüm ürün ve değerlerin eşdeğerleriyle değiştirildiği bir “eşdeğer ekonomisi”ni geçirelim!

Üretim tarzı, üretim ilişkisi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet … bütün bunların bir önemi yok! Mesele artı-ürünün/artı-değerin paylaşımı sorunuysa, “artı”nın olamayacağı bir paylaşım sağlayarak, sınıflı toplumun bütün “adaletsizlik”lerine bir son verebiliriz! Nitekim Dieterich’in teorisyeni Peters, kendisiyle yapılan bir röportajda, “öyle görünüyor ki, eşdeğerlilik ilkesinin gerçekleşmesi bakımından üretim araçlarının mülkiyet biçiminin pek büyük bir önemi bulunmuyor. Doğru mu bu?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Bu doğrudur. Eşdeğer ekonomisi pazar ekonomisini aştığı oranda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kârın yok olmasıyla kendi temelini kaybediyor; kendi kendini ortadan kaldırıyor.[23]

Önce, karşımızdaki bu yaklaşımın “mantığını” anlamaya çalışalım. Sonuçtan hareket etme neye tekabül etmektedir? Görünür hale geleni görmekle yetinmeye. Bununla yetinen, neyin nasıl o şeyi oluşturup görünür hale getirdiğini bilmez henüz, Dieterich gibi, öyle bir şeyi sorun da etmiyorsa, bilemez de. Neyin, nasıl oluştuğunu bilmemek, o şeyin ilişkilerini ve hareketini bilmemektir. Bir şeyin kendi ilişkilerini ve hareketini bilmemek ise, aslında o şeyi bilmemektir. Dolayısıyla, salt sonucu gören; o şeyin neyin sonucu ve nasıl sonucu olduğunu bilmediği gibi, sonuç olduğunu dahi bilmez. Oysa, Hegel’in de dediği gibi, sonuç, gerçekliğin, arkasında bıraktığı leştir! Sonuç, ancak “oluşumuyla birlikte” “gerçek bütündür”. Sonucu, oluşumundan ayırma ve onun neyin sonucu olduğunu görmeme yaklaşımı, insanı, bırakalım teorik sorunları, gündelik hayatta bile çok hazin durumlarla yüz yüze bırakabilir! Örneğin insanlar sevinçten de ağlar, hüzünden de; demek ki, ağlanıyor olunmasının bilgisi, tek başına pek bir şey ifade etmez!

O zaman burada sorulması gereken ve yaptığımız alıntılarda da yanıtlanmayan soru şudur: Bu “artı” neden kavga ve paylaşım konusu oluyor? Nasıl oluyor da, paylaşım öyle değil de böyle oluyor? Öyle ya, “insanal toplumun” “neolitik dönemden” çıkıp artı-ürün elde etme aşamasına gelmesi, büyük bir gelişme olmasına karşın, neden kavgalara yol açıyor? Teorisyen diyor ki, tüccarlar çıktı ve bunlar işi para kazanmaya döktüler! İyi de; tüccarı, tüccarlık yapmakla eleştirmek, “insanal toplumun” “teorik geleceği”ni ne derece ileri götürebilir?

Üretim, paylaşımdan önce gelmiyor mu? Veya tersinden: Ürünün “adaletsiz” ve “eşdeğer olmayan” paylaşımından önce, üretim araçlarının paylaşımının “adaletsizliği” gelmesi gerekmez mi? Bölüşüm tarzı üretim tarzından ayrılabilir mi? Ayrılamazsa, ki ayrılamaz, her üretim tarzının kendine özgün bölüşüm tarzı var demektir. Hayır, üretim tarzı bölüşüm tarzına tekabül eder demek ise, ya bölüşümün üretimden önce geldiği saçmalığını iddia etmek olur, ya da bu gerçek reddedilmeyecekse, üretim araçlarının belirli bir paylaşımından belirli bir üretim tarzının çıktığını söylemeye varır ki, başlangıç sorumuza geri dönmekten başka bir şey elde etmiş olmayız. Kısacası, eğer bölüşümün üretimden sonra geldiği, tersinin de mümkün olmadığı açık ise, o zaman, her bölüşüm tarzının, belirli bir üretim tarzına tekabül ettiği; ki bu durumda da tayin edici olanın –ve elbette bir toplumda bölüşüm tarzının oynayabileceği rolün mutlak sınırlarını da belirleyenin– üretim tarzı ve bu tarzın kendisine has üretim ilişkilerinin olduğu kabullenilmek zorundadır.

Öte yandan; “adalet”ten yalnızca “adalet” ve “adaletsizlik”ten de yalnızca “adaletsizlik” mi doğar? Öyleyse eğer, nasıl oluyor da, “adaletli” “eşdeğer ekonomisi”nden “adaletsiz” “eşdeğer olmayan ekonomi” çıkıyor? Demek ki, paylaşımı “adaletli” bir ekonomiden paylaşımı “adaletsiz” bir ekonomi çıkabilmişse, “adaletin” (adil paylaşımının) ötesinde aranması ve sorgulanması gereken şeyler var!

Diyor ki Dieterich: “İkiyüz yıldan beri Chrematistik, sınai ve daha sonraları sibernetik kapitalizm biçimi altında, durmaksızın üretici güçleri ve sosyal ilişkileri devrimcileştirdi.[24] “Meyve” örneğimizi hatırlamamak mümkün değil, “Chrematistik” (meyve), şimdi gerçek “elma, armut ve bademleri” yaratmaya yelteniyor! Ama daha önceleri neden “Chrematistik”ten “sınai ve sibernetik kapitalizm” çıkmamış? “Para kazanmak”sa (yani nasıl üretildiğinden bağımsız artı-ürün ve onun “adaletsiz” paylaşımıysa) bütün mesele, tüccar ve tefeci için “üretici güçlerin” altüst edilmesi, geliştirilmesi neden (bir kapitalist açısından olduğu gibi) bir zorunluluk, “ölüm kalım meselesi” haline gelsin?

Şu kesin ki, “Chrematistik”i esas alarak ekonominin gerçek tarihini açıklayamıyoruz. Açıklayamayız da, çünkü, adeta, “gerçekliğin arkasında bıraktığı leş”ten bilgi edinmeye çalışıyoruz!

“Chrematistik”in esas alınması, artı-ürünün adil paylaşılmamasının asıl sorun olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa, artı-ürünün paylaşım şeklini de belirleyen onun nasıl ve hangi ilişkiler içerisinde üretildiğidir. Köleci toplumda da, feodal toplumda da, kapitalist toplumda da artı-ürün vardır, ama kabul edilir ki, bunun üretiliş şekli ve ilişkileri birbirleriyle adamakıllı farklıdır.

Öte yandan, artı-ürünün üretiliş şekli ve ilişkileri, sadece paylaşımını değiştirmez, toplumsal ilişkileri de değiştirir; toplumlar, üretimin tarzı ve ilişkileri itibariyle birbirinden ayırdedilebilirler. Demek oluyor ki, artı-ürünün “adaletsiz” paylaşımından yola çıktığımızda, bu toplumları birbirinden ayırdedemeyiz. Bunu yapamadığımız gibi, artı-ürünün, ona el koyanlarca, bir toplumda neden büyük oranda tüketildiğini, diğerinde bir kısmının neden yeniden üretimin sermayesi haline getirildiğini de anlayamayız.

Bütün çağlarda, tüketim maddelerinin dağıtımı, bizzat üretim koşullarının dağıtılış tarzının bir sonucundan başka bir şey değildir. Ama bu dağıtılış, üretim tarzının kendisinin bir niteliğidir.” (Marx)[25] Dolayısıyla, üretim ilişkileri ve tarzını değiştirmeksizin, salt paylaşımı sorun görüp bunu “adil” kılarak, pek bir şey değiştirmiş olmayız. Veya tersinden: asıl sorunu paylaşım sorunu olarak gördüğümüzde dahi, yani mevcut paylaşım ilişkilerini gerçekten niteliksel olarak değiştirmek istediğimizde dahi, üretim tarzını ve ilişkilerini değiştirmemiz gerekmektedir. Zira paylaşım ilişkileri, üretim ilişkilerinin başka bir görüngü biçiminden farklı bir şey değildir. Ama gördük ki, Dieterich, ne mevcut paylaşım ilişkilerini değiştirmek için kapitalist üretim ilişkilerini değiştirmeyi gerekli görmekte, ne de mevcut kapitalist üretim ilişkilerini değiştirerek paylaşım ilişkilerini değiştirmeyi amaçlamaktadır. Kapitalist üretim tarzını “Chrematistik”e indirgemenin, ekonomi politiği bayağılaştırmak olduğu ortadadır sanırız.

Bir de, bu “Chrematistik”in ekonomi politik öncüllerine bakalım. “Eşdeğer ekonominin” üzerinde yükseldiği postulat, günümüz kapitalizminin de “eşdeğer olmayan ekonomi”ye dayanmasıdır. İddia şudur: metaların, gerçek değerleriyle değişimi gerçekleşmemektedir. Metalar, fiyatları temelinde değişilmekte; fakat fiyatlar, metaların içerdiği gerçek değeri yansıtmamakta, aksine fiyatlar, iddia edildiği gibi, arz ve talep üzerinden değil, adeta keyfiyetle, güç ile belirlenmektedir!

Chrematistikte” diyor Dieterich, “bir metanın fiyatı esas olarak, fiyat oluşumuna katılan ekonomik unsurların gücü üzerinden belirlenmektedir.[26] Başka bir yerde de, “burjuva ekonomisindeki fiyatların”, “anti-demokratik bir tarzda güç üstünlüğüyle, çoğu kez keyfi bir biçimde koyulduğu”ndan söz etmektedir.[27]

“Eşdeğer ekonomi”, değer yasasına, daha somut söyleyecek olursak, Ricardo’nun emek değer teorisine dayandırılmaktadır. Bilindiği gibi, bu teoriye göre, metaların değerini belirleyen içerdikleri emek zamanıdır. Dieterich’e göre, “Chrematistik” derekesine düşürdüğü kapitalizmde, bu yasa, her gün ve her adım başı ihlal edilmekte, zira metaların fiyatlarıyla gerçek değerleri birbirine tekabül etmemekte, fiyatlar “çoğu kez keyfi biçimde” ve ekonomik “güç üzerinden belirlenmekte”dir. Sonuç olarak, metalar gerçek değerlerinin üzerinde satılmakta; bu ekonomik “gerçeklik”, bölüşüm “adaletsizliği”ni ve “para kazanmayı iş edinme”yi ayakta tutmaktadır!

Bu tez insana, “deveye sormuşlar …” hikayesini hatırlatıyor. Üstelik Marx gibi bir dahinin “Kapital” gibi eşsiz bir eseri bizlere bırakmasından sonra, hâlâ birilerin bu denli saçmalıkları savunması gerçekten şaşılacak bir durum. Uzatmanın bir gereği yok, sadece şu kadarını belirtelim: Tek tek metaların gerçek değerleriyle, tek tek fiyatları birbirine tekabül etmeyebilir. Ancak bu tekabüliyetsizlikten birilerinin kazançlı çıkabilmesi için, genelde birbirine tekabül etmesi bir zorunluluk değil midir? Zira, tersi durumda, yani genelde tekabül etmediğinde, gücüyle tekil metaya koyduğu değerinin üstündeki fiyattan elde ettiği artıyı başka bir yerde zorunlu olarak kaybedecektir. Bu demektir ki, artı yapanlar, yani metaları değerlerinin üstünde fiyatlandıranlar açısından, değer yasası fiiliyatta işliyor olmalıdır ki, artı kazançlarının bir anlamı olsun. Kaldı ki, değer ile fiyat arasındaki tekil tekabüliyetsizlik sadece mümkün değil, bilinmeyen bir pazar ve rekabet koşullarında gerçekleşen bir üretim tarzında en doğal olanıdır da zaten. Elbette, burada tekil tekabüliyetsizlikten genel tekabüliyetsizliği çıkarsamak kolaydır, ama bir o kadar da yanlıştır. Zira, “fiyatların meta değerlerinden bu sürekli sapması, meta değerlerinin varolmasını sağlayan biricik gerekli koşuldur. Ancak rekabetteki dalgalanmalar ve bunun sonucu meta fiyatlarındaki dalgalanmalar sayesindedir ki, meta üretiminin değer yasası kendisini ortaya kor ve meta değerinin toplumsal olarak gerekli emek-zamanı ile belirlenmesi bir gerçek haline gelir. Böylece, değerin kendini ortaya koyma biçimi olan fiyatın, kural olarak, ortaya koyduğu değerden farklı bir yön taşıması, değerin, birçok toplumsal ilişki ile birlikte paylaştığı bir yazgıdır.[28]

Açıktır ki, tekelci kapitalizmde, tekel olgusunun mümkün kıldığı tekel fiyatları gerçeği de, değer yasasının yukarda özetlenen işleyişini özünde değiştirmemektedir. Tekel fiyatları, tekel olgusunun verdiği güce dayanır. Ancak tekel, rekabeti tümden ortadan kaldıramaz, tersine tekel, bir anlamıyla rekabetin yoğunlaşması demektir. Tekel fiyatları, her ne kadar fiyatların meta değerlerinden sapmasının büyümesini ifade etse de (tekel fiyatı, açıktan değerin üstünde fiyatlandırmadır), verili toplam toplumsal değerin mutlak sınırlarını değiştiremez; zira birilerinin pastadan daha büyük pay kapması o pastanın hacmini değiştirmez. Tekel de olsa, verili üretim ilişkileri içerisinde değer yasasını ortadan kaldıramaz; başka bir deyişle, ekonomik “gücün ve “keyfiyetin” de, burada, değer yasasınca konulan mutlak sınırları vardır. Zaten, kapitalizmin emperyalist aşamasının da esprisi bu ya: Örneğin serbest rekabetten tekel doğar, bu tekel dönüp rekabeti daha da yoğunlaştırır; oysa tekel, rekabetin karşıtıdır; tekelci rekabet aslında birbirini dışlayanın birleşmesidir; tekelci kapitalizm, bu yönüyle, kapitalizmin tüm temel çelişkilerinin özel ve daha ileri bir düzeyde keskinleşmesi, daha da ağırlaşması demektir. Lenin boşuna, tekelci kapitalizmi “can çekişen kapitalizm” olarak tanımlamamıştı…

“21. YÜZYIL SOSYALİZMİ”NİN EKONOMİ POLİTİĞİ: “EŞDEĞER EKONOMİSİ”

Bu son bölümde, yazarımız açısından bir açmazla karşı karşıyayız: “Eşdeğer ekonomisi”, gerekliliğini “eşdeğer olmayan ekonomi”den çıkarsamaktaydı. Ancak, Dieterich’in bu gayeyle teorisini üzerine inşa ettiği öncülleri yanlış çıktı. Dahası, “eşdeğer olmayan ekonominin” aslında “eşdeğer ekonomi” olduğu anlaşıldı. “21. yüzyılın sosyalizmi”ni bu çürük çıkan temeller üzerinde nasıl inşa edeceğiz?

Ama abartmanın bir gereği yok. Neticede, tartıştığımız, salt bir “proje”dir! Ve tasarım üzerinde oynanabilir. O zaman, şimdiye kadar belirttiklerimizi, bir süreliğine bir tarafa bırakalım ve Dieterich’in “Tarihsel Projesi”ni gerçekleştirmesi durumunda ne tür bir şeyin ortaya çıkacağına bakalım…

Postulat: sosyalistler olarak “adil bir ekonomi”; burjuva ekonomisinden “daha adil, daha demokratik ve daha ahlaki bir ekonomi” inşa etmek istiyormuşuz![29] Çünkü, “sosyalizmin temel talepleri, a) sosyal adalet ve b) reel katılımcı demokrasi” imiş![30]

Bu postulattan sosyalizmin ekonomisiyle ilgili çıkan sonuç: “Ürünlerin nesnel değerini saptama zorunluluğu sosyalizmin olmazsa olmazıdır.[31]

Denilmekte ki, sosyalizmin ekonomisi “adil paylaşıma” dayanan ekonomidir, “adil ekonomiyi” gerçekleştirebilmek için, yaratılan değerlerin “eşdeğer değişimi”ni sağlamamız gerekir, bunu yapabilmek için de “ürünlerin nesnel değerini saptama”lıyız! Bu teknik saptamayı mümkün kılarak, “katılımcı demokrasi”nin denetleyici ve biçimlendirici rolüyle birlikte “eşdeğer ekonomiye” geçmiş olacağız!

Şöyle ki: tüm ürün ve değerler, kesin bir şekilde eşdeğeriyle değiştirilecek! Böylelikle, her bir emekçi, emeğiyle ürünlere kattığı değer oranında ücret alabilecek. Ne kadar değer katmışsa, o kadar, yaratılan toplam üründen kendi payını alacak. Sömürü de bu şekilde ortadan kalkacak; zira, her şey eşdeğeriyle değiştirildiğinden, kâr yapmak, artı-kazanç elde etmek olanaksızlaşacak. Bu durumda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin de bir anlamı kalmayacak, özel mülkiyet kendi kendisini ortadan kaldıracak!

Fakat öyle görünüyor ki, bay Dieterich, 20. yüzyılda işçi sınıfının kurduğu sosyalist toplumları kitabı boyunca karalamaktan, 21. yüzyılın “sosyalist projesi” üzerine yeterince düşünme fırsatı bulamamış! Diyebilirdik ki, bu “sosyalizmin” bizim bildiğimiz sosyalizmle hiçbir ilgisi ve alakası yok. Ama biliyoruz ki, bu argümanın Dieterich gibileri için bir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira onlar, zaten “farklı” ve “yeni” bir “sosyalizm” tasarlıyorlar. O halde, buradaki sorun, ancak, ileri sürülenin sosyalizm adını hak edip etmediği temelinde tartışılabilir…

Gördük ki, bu “yeni sosyalizm”in, temelleri çürük de olsa, iki ana postulatı var: 1. “eşitlik”; 2. “eşdeğer değişim”.

“Eşitlik” meselesini ele alacak olursak. Bir kere; “eşitlik”, “adil paylaşım” meselesi, sosyalist bir toplumun amaçladığı değil, kapitalizmin bağrından çıkıp gelmiş bir toplum olması gerçekliği itibariyle mecburen, zorunlu olarak dikkate alınması gereken; dahası, ütopik bir konstrüksiyon olmayacaksa eğer, kaçınılmaz olarak hesaba katılması gereken bir meseledir. İnsanlar gibi, toplumlar da somuttur. Komünizme ulaşmayı amaçlasa da, bu yoluna, kapitalist toplumdan çıkarak, yani “bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan” (Marx) bir toplum olarak, mecburen ilkin “herkesin emeğine göre” ilkesini uygulamak durumundadır (ki bunu da, aşağıda göreceğimiz gibi, “gerekli indirimleri” yaptıktan sonra uygulamaktadır). Marx, sosyalizmdeki bu “eşit hak”tan, bu nedenle, “kusurlar” olarak söz eder ve vurgular: “Ama bu gibi kusurlar uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun birinci aşamasında kaçınılmaz şeylerdir.[32] Ve bu toplum, burada tanıdığı tam eşitlik sağlayamayan eşitliği (bireyler fiziki ve zihinsel yetenekleri ve ihtiyaçları bakımından farklıdırlar çünkü), ancak tanımasını gerektirmeyeceği koşulları (örneğin “bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırdığı” koşulları) yaratarak ve böylece bu “eşitliği” aşmış olarak komünizme ulaşabilecektir.

Marx’ın vurguladığı gibi, “dağıtımı üretim tarzından bağımsız bir şey sayma ve bu yüzden de sosyalizmin özünde dağıtım çevresinde dönüp dolaştığını hayal etme adeti”, “vülger sosyalizm”in “burjuva iktisatçılarından” “miras almış” olduğu bir şeydir.[33] Ancak göründüğü gibi, gerek Dieterich’te ve gerekse sol piyasada bu “miras”a yeniden yaslanma eğilimi belirmiş bulunmaktadır. (Örneğin, “ÖDP 21. yüzyıl sosyalizminin partisidir[34] diyen ÖDP eski Genel Başkanı Kozanoğlu’na göre; “eşitlikle özgürlüğün solun iki temel değeri olduğunun vurgulanması bugün her zamankinden fazla önem taşıyor.)[35]

Burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin tezlerinde merkezi bir anlam taşıyan “eşitlik”, “eşit paylaşım” ve “eşdeğer değerlerin değişimi” mevzusunun gerisindeki zihniyeti anlamak bakımından, Marx’ın, Alman İşçi Partisi’nin program taslağındaki “emeğin ürünü, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir” önermesine getirdiği sert eleştiriyi burada hatırlatmakta fayda var. Nitekim bilindiği gibi, Marx orada, “emeğin ürünü” ve onun tümünün “adil paylaşımı”yla ilgili Lassalle’ci görüşleri yerden yere vurmuş; üretim araçlarının ortak mülkiyet olduğu ve kolektif emeğin topluluk tarafından düzenlendiği bir toplumda, burjuva hukukuna dayanan Lassale’ci ‘emeğin tüm ürününü’ ve “adil paylaşım” deyiminin “içi kof” olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan, sosyalist bir toplumda, yaratılan toplumsal üründen belli başlı çıkarmaların zorunlu olduğuna dikkat çekmiştir:

Eğer biz ‘emeğin ürünü’nü (Arbeitsertrag), emek tarafından yaratılan nesne anlamında (Produkt der Arbeit) alırsak, o halde, topluluğun emeğinin ürünü, ‘toplumsal ürünü’nün tamamıdır (das gesellschaftliche Gesamtprodukt).

Bundan şunlar çıkarılmalıdır:

Birincisi: yıpranan üretim araçlarının yenilenmesine ayrılan bir fon;

İkincisi: üretimi artırmak için bir ek bölüm;

Üçüncüsü: kazalara karşı, doğal olaylardan vb. ileri gelen aksamalara karşı güvence ya da yedek bir fon.

Büyüklüğü, “kısmen, söz konusu araçların ve güçlerin durumundan, olasılıklar hesabı yardımıyla belirlenecek olan payın, ‘emeğin tüm ürünü’ üzerinden çıkarılması, ekonomik bir zorunluluktur; her ne olursa olsun, bunlar hiçbir biçimde eşitlik ve adalet temeli üzerinde hesaplanamaz.

Geriye toplam ürünün tüketime sunulacak olan öteki kısmı kalıyor.

Ama bireyler arasında paylaşmaya gidilmeden önce, başka çıkarmalar da yapılmalıdır:

Birincisi: üretimden bağımsız olan yönetimin genel giderleri...

İkincisi: topluluğun gereksinimlerini karşılamaya ayrılanlar: okul, sağlık kurumları vb…

Üçüncüsü: çalışmayanların vb. geçimi için gerekli fonlar, yani bugün resmi kamu yardımı olarak adlandırılanların kapsamına girenler.

Ancak, o zaman, Lassale’ın etkisindeki programın sınırlı bir tarzda gözönünde tuttuğu ‘paylaşmaya’ varmış oluruz, yani tüketim nesnelerinin ortaklığın üreticileri arasında bireysel olarak üleşilecek olan kısmına varmış oluruz.

Her ne kadar üreticiden birey olarak alınan, toplumun üyesi olarak doğrudan ya da dolaylı bir biçimde kendisine geri veriliyorsa da, ‘emeğin tüm ürünü’ daha şimdiden gizlice ‘ürünün bir kısmına’ dönüşmüş bulunmaktadır.

Tıpkı ‘emeğin tüm ürünü’ terimi dağılıp yok olduğu gibi, aynı biçimde, genel olarak ‘emeğin ürünü’ terimi de dağılıp yok olacaktır.

Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa bir toplumsal düzen içinde, üreticiler ürünlerini değişmezler; aynı biçimde, ürünlerin içerdiği emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı gerçek bir nitelik olarak görünmez, çünkü artık, .. bireyin emekleri, dolambaçlı bir yol izleyerek değil, doğrudan, topluluğun emeğinin bir parçası haline gelmektedir. Tuhaflığından ötürü bugün bile yersiz bulunabilen ‘emeğin ürünü’ deyimi, böylelikle bütün anlamını yitirmiş olmaktadır.[36]

Görülüyor ki, “adil paylaşım”, sosyalizmin olmazsa olmazı değildir. “Adil paylaşım” talebinin aynen uygulanması, toplumun ve ihtiyaçlarının yadsınmasını zorunlu kılar. Burjuva eşitlik hukukunu aynen devraldığı için; toplumu bireyin, bireyi de toplumun karşısına diker. “Adil paylaşım” talebi; ya aynen uygulanarak, üretim araçlarının kolektif nitelikleri ve bununla birlikte üretimin toplumsal karakteri yadsınacak (burjuva “eşitlik” ilkesinin mutlaklaştırılması, yani “eski toplumun damgasının” bizzat bayraklaştırılması ve toplumun “herkesin gereksinimine göre” ilkesine doğru ilerleyişine baştan kapanması) ya da aynen uygulanmamak suretiyle, ister istemez, “emeğin tüm ürünü”nün kaçınılmaz bir biçimde “ürünün bir kısmına” dönüşmesi kabullenilecek (ve tekil “emeğin ürünü” kıstasının, üretimin toplumsal karakterinin reddine vardığı teslim edilecek); ama bu durumda da, “eşdeğer ekonomisi” lafta kalacak!

Dieterich’in “sosyalizmi”ndeki “eşdeğer ekonomi” üretici ile ürünü arasındaki ilişki (“emeğin ürünü”) bakımından; bırakalım üretim araçlarının ortak mülkiyet olduğu gerçek bir sosyalist toplumu, üretim araçlarının kolektif üretimi şart kıldığı ve üretimin toplumsal karakterinin ileri boyutlar kazandığı kapitalist topluma göre bile daha geri olan bir ilişkiyi öngörmektedir. Bu ilişki; üretici ile üretim araçlarının henüz ayrışmadığı bireysel üretimin ilişkilerini geri istemekte; yani üretimin toplumsal karakterinin pratikte yadsınmasını, atlanılmasını şart koşmaktadır. Dahası; toplumsal üretimin artık üretim araçlarının bir zorunluluğu haline geldiği büyük ölçekli sınai üretim koşullarında, bu üretimin ürününün paylaşımının, bireysel üretimin ilke ve ilişkileri temelinde gerçekleştirilmesini öngörmektedir! Bunun ne denli gerçekçi bir ekonomi olduğunu bir tarafa bırakalım. Ama bundan bağımsız olarak; üretim araçlarının gelişmesi temelinde üretimin çoktandır toplumsal nitelik kazandığı ve bu araçları ortak mülkiyet haline getirerek gelişmesinin önündeki ayak bağlarını atma konumunu da yakalayabilecek bir toplum, neden “emeğin ürünü” konusunda üretici ile üretim aracının ayrışmadığı bireysel üretimin geri ilişkilerini benimsesin ki? Bırakalım bu “proje”nin sosyalizm olup olmadığını ve gerçekleşme olanaklarını; böylesi bir toplumun, tarihsel bakımdan ilerlemeye değil de, gerilemeye tekabül ettiği ortada değil mi?

Ne var ki, bize ne kadar anlamsız gelse de, Dieterich’in teorisi açısından bu geriye gidiş anlamlıdır: O, çünkü, tekellerin aşırı baskısı altında inleyen, emeğin değerinin önemli bir kısmından edilen küçük burjuvazinin sözcülüğünü yapmaktadır. Bunun için üretim araçlarının mülkiyet sorununu teğet geçmekte, bu sorunun tayin edici olmadığı saçmalığını iddia etmektedir.

Ancak, ekonomik tezinin açmazları da tam da burada yatmaktadır. Denilebilir ki, son iki yüz yılın politik iktisat tarihi, metaların “emek değerine göre değişimi”ni gerçekleştirmeyi amaçlayan çeşitli “toplumsal kurumlar”ın ve “önlemler”in icadıyla doludur. Dieterich’in referans gösterdiği John Gray’den Proudhon ve Rodbertus’a kadar birçok küçük burjuva teorisyen, bu türden ütopik icatlarla; yani değer yasasının pürüzsüz ve böylelikle onun işlemesini mümkün kılan zorunlu toplumsal koşul ve ilişkilerden azade, adeta bir boşlukta geçerli olacağı “projeler” üretmekle zaman öldürmüşlerdir. Bu bakımdan, ekonomisi; hem kullanım değeri ve değer teorisine dayanan” ve hem de “piyasa ekonomisi olmayan “21. yüzyıl sosyalizmi”, adının telkin ettiği bir orijinalliğe bile sahip değildir. Engels’in şu sözleri sanki Dieterich ve onun gibi düşünenler için söylenmiştir:

Haklarda adalet ve eşitlik, 18. ve 19. yüzyıl burjuvasının, feodal adaletsizliğin, eşitsizliğin ve ayrıcalığın yıkıntıları üzerinde kendi toplumsal yapısını yükseltmeyi arzuladığı temel direklerdir. Ve meta değerlerinin emek ile belirlenmesi ve eşit haklara sahip meta sahipleri arasında bu değer ölçüsüne göre yer alan emek ürünlerinin özgür değişimi, daha önce Marx’ın kanıtladığı gibi, çağdaş burjuvazinin tüm politik, yasal ve felsefi ideolojisinin üzerine oturtulduğu gerçek temellerdir. Bir metanın değer ölçüsünün emek olduğu bir kez kabullenildi mi, adaletin bu temel yasasını sözüm ona kabul eder görünüp de, gerçekte bu yasayı her an vicdan azabı çekmeksizin kenara iten bir dünyanın bu günahkarlığı karşısında, iyi burjuvanın daha da iyi olan duyguları, derinden yaralanmaktan kendini kurtaramaz. Büyük üretim ve makinelerin rekabeti karşısında namuslu emeğinin değeri –bu emek çalıştırdığı işçilerin ve çırakların emeğinden ibaret olsa bile– her geçen gün biraz daha düşen küçük burjuvanın, özellikle bu küçük üreticinin, ürün değişiminin emek değerlerine göre yapıldığı bir toplumu özlemek zorunda olduğu, değişmez bir gerçektir. Bir başka deyişle, yalnızca bir meta üretimi yasasının tek başına ve tam anlamıyla geçerli olduğu, ama bu yasayı etkin kılacak koşulların, yani meta üretiminin ve giderek kapitalist üretimin öteki yasalarının ortadan kaldırılmış bulunduğu bir topluma özlem duymaya mahkumdur.[37]

Diğer bir deyişle; “hem kullanım değeri ve değer teorisine dayanan” ve hem de “piyasa ekonomisi olmayan” bir ekonomi öngörmek; adeta eşyanın tabiatına aykırı olmasını istemektir; değer yasasının, ancak var olabileceği kendi doğal koşullarından ve kaçınılmaz sonuçlarından arındırılmış şekliyle işlemesini arzulamaktır. Değer yasası, değer temelinde değişimi öngörür; bunun söz konusu olması için, değişimi gerçekleşecek metalar, yani meta üretimi olması gerekir; meta üretiminin olduğu yerde de bir piyasa olması gerekir. Dieterich, üretim araçlarının ortak mülkiyetini de savunmadığına göre, onun “eşdeğer ekonomisi”, bölüşümü nispeten daha “adil” düzenlenen bir “piyasa ekonomisi”nden başka bir ekonomi olmayacaktır demektir.

Dieterich’in buradaki ahmaklığı o kadar ileri boyutlardadır ki, o, Kruşçev revizyonizmi dönemi öncesine kadarki Sovyetler Birliği’ni, değer yasasını tam ve tüm alanları kapsayarak uygulamamakla eleştirmektedir! Yenilginin nedenlerini de burada görmektedir! Oysa, başta Kruşçev olmak üzere, tüm modern revizyonistler, değer yasasının etki alanlarını giderek genişletmeyi bizzat kendilerine görev biçmişlerdi ve bu konuda adım attıkça sosyalist ekonomiyi de tahrip etmişlerdi. Sonun başlangıcının da, başka şeylerin yanı sıra, sosyalizmin doğasına aykırı bu “reform süreci”yle geliştiği, bugün, düne göre çok daha geniş bir siyasi çevre tarafından kabul edilmektedir.

Fakat konumuz bu değil, dolayısıyla “eşdeğer ekonomi” tezinin bir yönüne daha dikkat çekerek, bu konuyu kapatalım: Tabiatıyla, ülke içi “adil paylaşım”, ülkeler arası “adil paylaşımı” şart koşmakta, dahası, Dieterich’in de kitabında dile getirdiği gibi, bunu bizzat talep de etmektedir. Sadece değer yasasıyla sınırlı bir açıdan bakıldığında, özellikle son 25 yılda, bu yasanın ilkelerini adeta kaale almayan, “vicdan azabı çekmeksizin kenara iten bir dünyanın” söz konusu olduğu, “günahkarlığı”nın (“neoliberalizm”!) çekilmez boyutlar kazandığı bir gerçektir. Başka tarihsel özgünlük ve nedenlerle birleşerek; bu “günahkarlığa” karşı haklı öfke ve tepkinin, derin toplumsal tahribatla orantılı olarak ve tekel ve işbirlikçilerinin dışında tüm sınıf ve tabakaları kapsayarak (bu olgu, “çokluk” öznesi teorisinin ekonomik temeline de işaret etmektedir), özellikle Latin Amerika kıtasında olağanüstü artması; kıtanın tarihindeki bağımsızlık savaşlarının liderlerinin (Simon Bolivar, Zapata vb.) yeniden hatırlanması, ulusal ekonomiye vurgu ve özlemin büyümesi ve haliyle, “dünya ticaretinin adil” olmasını da talep eden “21. yüzyıl sosyalizmi”nin tam da bu çelişki ve eğilimlerin ortasında yankı bulması bir tesadüf değildir.[38]

*

Dieterich’in “sosyalizmi”, insanlığın evrimi açısından yüzü geriye dönük olan, toplumu ileriye götürmeyen, burjuva bireyciliğin kutsanıp temel ilke haline getirildiği bir “sosyalizm”dir. Gerçekleşebilirliğini söz konusu etmeksizin; projesini çizdiği bu toplumda, toplumun temel ilkesi haline getirdiği “eşdeğerlik ilkesi” bizzat; toplumsal üretimin genişletilerek ilerletilmesi, dolayısıyla toplumsal gelişmenin daha üst bir aşamaya çıkarılmasının temel engelini oluşturmaktadır. Her bireyinin kendi emeğinin tam karşılığını almaya endekslendiği (“ücret, harcanan emek-zamanına tam tekabül eder; her insan, kendisinin ürünlere kattığı değerin tümünü alır[39]), amacının ve ufkunun burada başlayıp burada bittiği bir toplum; temel ilkesi haline getirdiği “eşitliği” sağlayıp koruyabilmesi bir tarafa, toplumsal gelişmeyi amaçlamayan bir toplumdur. Burjuva toplumunun üretim ilişkilerine dokunmadan var olma saçmalığına dayanması yetmediği gibi, burjuvazinin eşitlik ideolojisini de bayrağına yazan bir toplumdur. İnsanlık açısından “eşdeğer”liliği değersiz, ilkesi ilkel bir toplumdur. Ve böylesi bir toplumu, sosyalizm ya da “dünya tarihinin yeni çağı” olarak lanse etmek bayağı bir bayağılık olsa gerek!

“Eşdeğer ekonomisi”, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin; sosyalizmin; komünizmin zorunlu birinci aşaması olarak bir geçiş toplumu olduğunu doğrudan yadsıdığını kanıtlamaktadır. “21. yüzyıl sosyalizmi”, kapitalist üretim ilişkilerinin değiştirilmeksizin sömürünün ortadan kaldırılacağını iddia etmekle, sömürüyü salt “adaletsiz bir paylaşım” sorunu olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Sosyalizmin; “emek ürününün tam karşılığı”nı almaya, “kendisinin ürünlere kattığı değerin tümünü” talep etmeye indirgenmesi, tasarımlanan sosyalizmin, tekellerin aşırı baskısı altında ezilmiş, emeğinin değerinden edilmiş küçük burjuvazinin sosyalizmi olduğunu göstermektedir.

Bay Dieterich ile hemfikir olduğumuz iki hususu belirterek bu yazımızı noktalamak istiyoruz.

Birincisi: Onun, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin asıl “tarihsel özne”sinin işçi sınıfı olmadığı doğrultusundaki fikri[40] doğrudur (Kozanoğlu’na göre de; “toplumsal değişimin tek itici gücünün, ayrıcalıklı öznesinin işçi sınıfı olmadığını da söyleyebiliriz.”).[41] Bu “sosyalizmin” öznesi değildir işçi sınıfı ve olamaz da! İşçi sınıfının tarihsel ufku ve rolü bu denli dar ve bencil amaçlara sığdırılamaz çünkü!

İkincisiyse: Dieterich, saygıdeğer dostu Peters’in “21. yüzyılın sosyalizmi”ni bilgisayar sosyalizmi[42] olarak adlandırdığına dikkat çekmektedir. Yerden göğe kadar haklıdır! Ve, sosyalizmin bu “mimarları”nın, “sosyalist projeleri”ni sanal alemde gerçekleştirebileceklerinden zerre kadar şüphemiz yoktur!



[1] Latin Amerika’daki politik gelişmelerle ilgili çıkan en son yazı dergimizin 171. sayısında yayınlanmıştır (“Latin Amerika; olaylar, gelişmeler ve anlamları”).

[2] Latin Amerika’daki Hıristiyan “Kurtuluş Teolojisi”, “halkın kiliseleri” vb., bugün oradaki mevcut halk hareketleri içerisinde oldukça önemli bir unsurdur. Yemin töreninde, İsa’yı “tarihin en büyük sosyalisti” olarak tanımlayan Chavez, zaman zaman da “Hıristiyan Sosyalizmi”nden söz etmektedir. Türkiye’deki yeni “10 Aralık Hareketi”, “Müslüman Sol” girişimlerinin yanı sıra, Ortadoğu’daki çeşitli dini anti-ABD, yer yer anti-emperyalist hareketlerin içinden veya yanı sıra, dünya çapındaki işçi hareketinin gelişmesiyle birlikte, bir süreliğine de olsa, “Müslüman sosyalizmi”nin doğması büyük bir sürpriz olmayacaktır.

[3] ÖDP eski Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu’nun yeni kitabının adı: “21. yüzyılın sosyalizmi için: Hem Eşitlik, Hem Özgürlük”; İthaki Yay.

[4] Heinz Dieterich, “Der Sozialismus des 21. Jahrhunderts – Wirtschaft, Gesellschaft und Demokratie nach dem globalen Kapitalismus/21. Yüzyılın Sosyalizmi – Küresel Kapitalizmden Sonraki Ekonomi, Toplum ve Demokrasi”, Kai Homilius Verlag, 2006

[5] Kitabının tanıtımında belirtildiğine göre, Dieterich, Küba’da, kitap ve makaleleri en çok yayınlanan “çağdaş politik yazar”dır.

[6] Dieterich, age, sf. 15

[7] age, sf. 65

[8] age, sf. 20

[9] age, sf.68

[10] Marx-Engels, “Felsefe Metinleri”, sf. 41, Sol Yay.

[11] age, sf. 42

[12] Projecilik, Rönesans döneminde, zanaatın bölünmesiyle birlikte ortaya çıkıyor. Zanaatçıların büyük bir bölümü proleterleşmeye başlarken, küçük bir bölümü sanatçı ve bilim adamı (özellikle de matematikçi) oluyor. Yükselenlerin büyük bir kısmı, yetenekleri sayesinde serbest mesleğe geçip, geçimlerini, çizdikleri/yaptıkları projeleri satmakla sağlıyorlardı. Sanatçı olanları, projelerini aristokrasiye, bilim adamı olanları da kale inşaatçılarına satıyorlardı. Açıktır ki, bu yazıda eleştiri konusu yaptığımız, “toplum mühendisliğine tekabül eden projeciliktir, yoksa mühendisliğin ve başka bilim dallarının zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu proje; tasarım, plan, önceleme vb. değildir.

[13] Burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin sosyalist toplumların tarihine soyut hukuki ve ahlaki kriterlerle yaklaşmasının bir nedeni de, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.

[14] K. Marx, “1844 El Yazmaları”, sf. 205, Sol Yay.

[15] Marx-Engels, “Felsefe Metinleri”, sf. 62, Sol Yay., altı çizilen yerler bize ait.

[16] Dieterich, age., sf. 77

[17] Marx-Engels, age, sf. 22, abç; sadece altı çizilen yerler Marx’a ait.

[18] Dieterich, age, sf. 86

[19] agy

[20] Yazımızı gereksiz yere uzatmamak için, eleştirimizi burada “eşdeğer ekonomisi” konusuyla sınırlıyoruz. Zaten “21. yüzyıl sosyalizmi”nin felsefesiyle ekonomi politiği ortaya konulduktan sonra, ötesi kendiliğinden hal olmaktadır.

[21] age, sf. 36-42, abç

[22] age, sf. 75

[23] age, sf. 107

[24] age, sf. 58, abç

[25] Marx, Engels: “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”, Sol Yay., sf. 32

[26] Dieterich, age, sf. 145, abç

[27] age, sf. 149, abç

[28] Friedrich Engels’in Marx’ın “Felsefenin Sefaleti”ne yazdığı önsözden. Sol Yay., sf. 17

[29] Dieterich, age, sf. 149

[30] age, sf. 145

[31] agy

[32] Marx-Engels, “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi”, Sol Yay., sf. 31

[33] age, sf. 32

[34] Hayri Kozanoğlu, age, sf. 19 ve 22. Yuvarlayarak konuşmayı özel bir maharet düzeyine çıkartmış bulunan ÖDP’lilerin, partilerinden söz ederken, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mi, yoksa 21. yüzyılının sosyalizminin partisi oldukları burada tam net anlaşılmamaktadır.

[35] Peki işçi ve emekçilerin günlük mücadelelerinde çeşitli sorunlarla ilgili gündeme gelen “eşitlik”, “eşit paylaşım” vb. talepleri bu durumda yanlış mıdır? Günlük mücadelede bu tür talepler ileri sürülemez mi? Belirtelim ki, kendiliğinden işçi hareketinde bu türden taleplerin dile getirilmesi oldukça doğaldır. Nedeni açıktır: Eşitlik talebi, burjuva devriminin temel taleplerinden birisiydi. Ancak çok kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, burjuvazi bu talebi, aslında sadece kendisi için ileri sürmekteydi. Bu gerçeklik, burjuva eşitlik ilkesi ile kapitalist pratik arasında giderek  büyük bir çelişkinin doğmasına yol açtı. Zaten kapitalist pratik ile ilkesi çelişmeseydi, işçi ve emekçilerin bu türden talepler ileri sürmesinin de koşulları bulunmazdı. Denilebilir ki, sermayeye karşı mücadele eden işçi ve emekçiler, “eşitlik” talep ettiklerinde, bir yerde, bu kapitalist pratiğin burjuvazinin ilkesiyle örtüşmemesini kınamış, burjuvazinin kendisine tanıdığını işçi ve emekçilere tanımadığını dile getirip eleştirmiş olmaktadırlar. Kendisi için bir sınıf haline gelmeden, işçi ve emekçilerin bu yoksunluğa dikkat çekmeleri ve eşitlik talep etmeleri, bu bakımdan doğaldır. Olandan yola çıkmaları ve olmayanı talep etmeleri anlaşılır bir durum olduğu gibi, burjuva ufkunu, bu türden talepleri de içeren somut sınıf mücadelelerinin içinden geçmeden aşmalarının da olanağı yoktur. Bilinir ki, kendiliğinden bir işçi hareketi gelişmeden devrimci işçi hareketi asla ortaya çıkamaz. Elbette bu gerçek, bu türden taleplerin, özünde burjuva ufku ve hukukuna tekabül etmeleri gerçeğini de değiştirmez. Dolayısıyla, kendisine Marksist diyen, sosyalizmi hedeflediğini söyleyen bir akım ya da parti, buradaki bilinç düzeyini mutlaklaştırmaz; eşitliği “sosyalizmin bir ilkesi” düzeyine çıkartmaz veya eşitliği sosyalistlerin “temel değer”lerinden biri olarak açıklamaz. Öte yandan şu da söylenmelidir kuşkusuz: Sosyalist bir toplumda, özü burjuva hukukuna dayanan bu ilkeyle toplumsal pratik arasındaki çelişki ortadan kalkacaktır. Ama çelişkinin bu çözümü, “eşit hak” ilkesini burjuva hukuku olmaktan çıkarmayacaktır. Ve bu hukukun sınırlarına hapsolan bir toplum da komünizme doğru ilerleyemeyecektir.

[36] Marx, Engels; “Gotha ve Erfurt…”, age, sf. 26-29

[37] Friedrich Engels’in Marx’ın “Felsefenin Sefaleti”ne yazdığı önsözden. Sol Yay., sf. 13, abç.

[38] Bu bakımdan, işçi sınıfının, “yenilgi”nin onun mücadele cesareti ve özgüveni üzerinde yaptığı sarsıntıları henüz aşmadığı koşullarda, bu geniş tepkinin politik ve ideolojik önderliğine burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin temsilcilerinin soyunması da bir sürpriz değildir. Kuşkusuz, nedenleri ve çözümü üzerine olan ideolojik görüş ayrılığı, bu olgunun kendisine (emperyalizmin ve uluslararası tekellerin sınır tanımayan ekonomik ve sosyal taarruzu) ve sonuçlarına karşı mücadelenin gerekliliğini ortadan kaldıramaz. Burada ideolojik mücadeleyi gerekli kılan ise; emperyalizme, uluslararası tekellere ve onların işbirlikçilerine karşı kitlesel mücadelenin politik hegemonyasının hangi sınıfta; küçük burjuvazide mi yoksa işçi sınıfında mı olacağı sorunudur. Yazımızın başında da belirttiğimiz nedenlerle, küçük burjuvazi, bu bakımdan, “tarihin arenası”nın boş olduğuna inanıyor ve özünde yeni olmayan “projeleri”yle bu mücadelenin somut ve tarihsel sınırlarını belirlemeye çalışıyor. İşçi sınıfının cephesinden “işte orada dur!” demenin gerekliliği de, küçük burjuvazinin “meydanı boş görmek”ten kaynaklı bu girişiminden ileri gelmektedir.

[39] age, sf. 99

[40] Dieterich, age, sf. 136

[41] Kozanoğlu, age, sf. 26

[42] Dieterich, age, sf. 91

Kapitalizm Müslüman Halklar İçin Kurtuluş Olabilir Mi?

Sosyalizmin varlığı ile belirlenen dönemin son bulmasının, kapitalist dünyada “sosyal güvenlik”in tasfiyesinden, savaşların ve emperyalist işgallerin dizginsiz bir hale gelmesine kadar bir dizi önemli sonuca yol açtığı birçok kez vurgulandı. Bunlara, herhalde, sosyalizmin belirleyici bir güç olarak varolmadığı bir dünyada eleştiri kalitesinin düşüşünü ve polemik düzeyinin de bu durumdan etkilenmesini ekleyebiliriz. Elbette bu sözlerimiz, Marksizme dayalı yapılan eleştiri ve polemikleri değil, liberal dünya içinde seyreden düşünsel hayatı ilgilendiriyor.

Son dönemin siyasal arayışlarından biri olarak Ertuğrul Günay ve Mehmet Bekaroğlu etrafında şekillenen oluşuma yönelik kimi çevrelerce kullanılan “Müslüman Sol” –bu girişimin içinde olanlar, kendilerini bu biçimde ifade etmediklerini de açıklamış bulunuyorlar– tanımlaması, bazı polemiklere de kapı açtı.

Mustafa Akyol’un, Radikal gazetesinde yayınlanan “‘İslami sol’ kavramını düşünmek: Sosyalizm, İslam’a uyar mı?” başlıklı yazısı bu bakımdan tipik bir örnek oluşturuyor.

Akyol yazısında, “Merhum Prof. Sabri Ülgener’in eserlerinde detaylıca analiz ettiği gibi; özel mülkiyeti ve miras hakkını güvence altına alan, ticareti teşvik eden, fiyatlara narh koymayıp ‘serbest Pazar’ın önünü açan İslamiyet, sosyalizmle değil, ahlaki normlara sahip bir kapitalizmle uyumlu” diyor ve şöyle devam ediyor: “Ama bazı Müslümanlar bu ‘felsefi ayrılık’ bir kenara bırakılırsa, sosyalizmin aslında iyi bir şey olduğunu, çünkü sonuçta fakirlerin ve ezilmişlerin hakkını savunduğunu ve eşitlikçi bir toplum hedeflediğini, bu yönden İslam’ın toplumsal amaçlarına uyduğunu düşünürler. Oysa durum pek de öyle değildir. Çünkü fakirler ve ezilmişler konusunda İslam’ın ve sosyalizmin öngördüğü araçlar da taban tabana zıttır. ‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç, bunu bir cümleyle özetlemişti: ‘İslam vermeyi, sosyalizm el koymayı emreder.’[1]

Akyol, yazısı boyunca sosyalizmin “vicdansız”, kapitalizmin ise çok daha “vicdanlı” olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

KAPİTALİZM, “VİCDANINI” SOSYALİZME BORÇLUDUR

Öncelikle Akyol’un iddia ettiğinin tersine, kapitalizmin eğer “vicdanlı” bir döneminden söz edilecekse, bunun, sosyalizmin kapitalizmin karşısında ayrı bir “dünya” olarak var olduğu ve kapitalizmi baskı altında tuttuğu döneme tekabül ettiğini belirtelim. “Sosyal devlet” uygulamalarının, geniş halk yığınlarının günlük yaşamını doğrudan etkileyen eğitim ve sağlık hizmetlerinin parasız oluşunun, sosyal güvenliğin emekçiler açısından bir hak olarak varolduğu dönemin sosyalizmin bir dünya sistemi olarak ayakta olduğu döneme dair özellikler olduğu tarihsel bir gerçekliktir.

Sosyalizmin varlığı, kapitalist sömürü düzenini dışarıdan kuşatırken, bu sömürünün konusu olan işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelelerini de teşvik etmiştir. Bu, sadece pratik bakımdan değil, moral düzey açısından da böyledir. Kapitalizm de, hem kendi içinde emekçi sınıfların sisteme karşı yürüttüğü mücadelenin baskısını dengelemek, hem de sosyalizmin baskısından kurtulmak için “sosyal devlet uygulamaları” diye adlandırılan politikaları bir tavizler politikası olarak benimsemek durumunda kalmıştır.

Sosyalizmin bir bir dünya sistemi olarak varlığının son bulması süreci, Akyol’un “vicdan” diye nitelendirdiği şeylerden de kapitalizmin uzaklaşması sürecidir aynı zamanda. Sosyalizmin –kuşkusuz geçici– yenilgisinin ardından, kendi egemenlik alanlarındaki (kapitalist ülkelerdeki) işçi sınıfı mücadelelerini gerileten kapitalizm, “sosyal devlet” uygulamalarını da birer yük olarak görmeye başlamış ve az-çok yavaş ya da hızla bu “yüklerden” kurtulmaya yönelmiştir.

Eğer, Akyol’un dediği gibi, kapitalist sistemin insanlığa verdiklerinden, hediyelerinden bahsedilecekse, bunlar herhalde olumlanacak içeriklere sahip değildir; kapitalist sistem bugüne kadar dünya tarihine iki sıcak bir de “soğuk savaş” “hediye” etmiştir. Sosyalizmden sonraki her gelişmeyse Marksizmi ve Leninizmi sürekli doğrulayan ve sosyalizme ihtiyacı belirten gelişmelerle sürmektedir. Sosyalizmin baskısının olmadığı bir dünyada, “artı değer” sömürüsü daha da artarak, kapitalizm, “vahşi kapitalizm” dönemi uygularına geri dönerken, Lenin’in “Emperyalizm döneminde savaşlar kaçınılmazdır” tezi, içinde yaşadığımız coğrafyada artan işgaller ve süren savaşlarla her gün doğrulanmaktadır.

TARTIŞMAYA KATILANLARIN YORUMLARI

Mustafa Akyol, sosyalizmi suçlama ve kapitalizmi kutsama üzerine kurulu yazısında, Sol ile İslam’ın yakın durulabileceğini savunan isimlerden Nuray Mert’i de eleştirmişti. Nuray Mert de Akyol’a “Bir kez daha: İslam ve sol” başlıklı yazısında şu biçimde yanıt verdi: “İlk yazımda ben de, sol siyasi gelenekle Müslümanların siyasal geleneğinin kaçınılmaz çelişkilerinden bahsetmiştim. Ancak sevgili Mustafa Akyol, olayı bir adım daha ileri götürerek, sol adına ileri sürülen siyasal-toplumsal ilkeler ile İslam’ın bir din olarak temelden çeliştiğini iddia etmiş. Bu klasik sağcı Müslüman tezi veya tepkisidir. Daha doğrusu dinlerle, solun ileri sürdüğü eşitlik iddiasının temelden çelişik olduğunu ileri süren evrensel ve klasik ‘sağcı’ tepkisidir. Modern çağda, kapitalizmin dinsel öğretilerle örtüştüğünü ileri sürerek, kapitalizme dinsel kutsallık armağan eden klasik sağ siyasetin her türünden söz ediyoruz.

İslam’ın hangi siyasal ve ekonomik sistemle uyuşup uyuşmadığı sonuna kadar tartışma konusudur. Bugüne kadar, kapitalizme dini kılıf bulanlar, bir de sol siyasetin din karşıtlığını bahane edip, sağ siyaset geleneği beslediler diye İslam’ı (veya Hıristiyanlığı) kapitalizmi öngörüyorlar diye takdim edemeyiz. Batı’da, kapitalizmi Hıristiyan geleneğinin bir ürünü olarak takdim eden, Protestan geleneği ve bu geleneği belli şekilde yorumlayan ünlü düşünür Weber’dir. Dahası Weber, kapitalizmin temelini, tasarruf gibi dinsel ve ahlaki öğelere bağlayarak, emperyalizmi ve vahşi kapitalist sömürü ve talanı göz ardı etme ve temize çıkarma gayretinin en önde gelen temsilcisidir.[2]

Bu tartışmaya katılan isimlerden birisi olan Ali Bulaç da, “Kur’an’da sağ ve sol” başlıklı yazısında, İslam’ın sağa yakın olduğunu söyleyenleri de, sola yakın olduğunu dile getirenleri de eleştirdi. Görüşlerini Kuran’dan ayetlerle de desteklemeye çalışan Bulaç, yazısını şu paragrafla bağladı: Müslümanların kendilerine layık görebilecekleri tek isim ‘Müslüman’dan başkası değildir: ‘O (Allah), sizi ‘Müslüman’ olarak isimlendirdi (22/Hacc: 78).’ ‘Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?’ (41/Fussilet: 33)[3]

Tartışma ile ilgili görüşleri basına yansıyan isimlerden Abdurrahman Dilipak, “Sağcı İslamcı oluyorsa, solcu İslamcı da olur” derken, Avni Özgürel, “İslam sola yakındır demek yanlıştır” görüşünü dile getirdi. Mehmet Şevket Eygi, “Sola yakınlaşmadan rahatsızım” derken, İsmail Nacar, solcu aydınları kendisine daha yakın gördüğünü söyledi. Toktamış Ateş, “Solcu İslamcı kavramı doğrudur” görüşünü savunurken, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi şu yorumla tartışmaya katıldı: “Sağcılık ve solculuk terimleri kullananın verdiği anlama göre değişebilir ve üzerinde uzlaşma sağlanan terimlerden olmadığı için İslamcılık sola daha yakındır şeklindeki bir yargının da yine anlamı belirsiz olur. Bu sebeple muhtevası belirli terimlerle bir sonuca varmayı ve görüşümü belirtmeyi tercih ediyorum. Solculuktan amaç, sosyal devlet ve adalet taraftarı olmak ise hiç şüphesiz İslam bu anlamda bir solculuğu da ayrılmaz bir parça olarak içerir, sağcılıktan amaç sosyal devlet ve sosyal adalete karşı olmak ise sırf Ma’un suresinin okunmasından dahi İslam’ın bu anlamda bir sağcılığı reddettiği ve dışladığı anlaşılır.

Farklı kutuplarda olsalar da bu görüşleri dile getirenlerin birçoğu görüşlerini, Mustafa Akyol’un liberal klişelerinden daha ciddi dayanaklarla desteklemeye çalıştılar.

Ancak konunun, ayet ya da tefsir yorumu yönünü aşan politik yönünün birçok görüşün eksik tarafını oluşturduğunu da belirtmeliyiz.

İslam’ın kutsal sayılan metinlerinin “sosyalist” bir ekonomik düzenden ziyade, özel mülkiyetin kutsanmasına açık olduğu bir gerçektir. Ancak nihayetinde ortaya çıktığı koşulların da etkilerini taşıyan bu metinler, onları kutsal sayan milyarlarca kişinin bugünü ve geleceği bakımından nasıl ele alınacaktır?

Bu sorunun yanıtına geçmeden önce, şu gerçeği de vurgulamak gerekiyor. İslam’a inanan halkların ve İslami rejimler altında yönetilen ülkelerin tarihindeki dönemeçlere bile bakıldığında, sosyalizmin varlığı ile belirlenen dünyanın, sosyalizmin etkisinin, diğer dönemlerden ayrıştığı açık bir biçimde görülecektir.

Örneğin, “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm” diye Ziya Paşa, bu dizeleriyle, 19. yüzyıldaki duruma işaret etmektedir. O yüzyılda gerçekten İslam coğrafyasının durumu, dünyanın diğer bölümü ile kıyaslandığında Ziya Paşa’nın gözlemlerini doğrulayan özelliklerle doludur.

Oysa 1917 Ekim Devrimi’nin ardından şekillenen yeni dünyada, İslam coğrafyası da farklı bir tarihi yaşamıştır. İslam coğrafyasında Baasçı ve başka “İslami sosyalist” hareketlerin boy vermesi doğrudan bu etki tarafından belirlenmiştir. Kuşkusuz hiçbir dönem İslam coğrafyasında, işçi sınıfına dayanan Marksist iktidarlar dönemine tanıklık edilmemiştir. Ancak sosyalizmin varlığı, bu coğrafyayı, kapitalist emperyalist işgallere karşı koruyucu bir etki yaparken, bir rüzgâr olarak da etkilemiştir. İslam coğrafyasında sömürünün sorgulanması, emperyalist işgale karşı yurt savunması gibi fikirlerin filizlenmesinde ve güçlenmesinde yine bu etki belirleyici olmuştur.

MÜSLÜMAN HALKLAR, İŞGALE VE SÖMÜRÜYE TERK EDİLEBİLİR Mİ?

Sosyalizmin yıkılmasından sonra İslam coğrafyasında yaşananlar ise ortadadır. Mustafa Akyol’un pek sevdiği sistem, bu coğrafyanın insanlarına topraklarının işgali, camilerinin bombalanması, tarihi ve kültürel varlıklarının yağmalanması, çocuklarının katledilmesi ve kadınlarının tecavüze uğramasından başka hiçbir şey getirmemiştir. “Ahlaki bir kapitalizm”in İslam açısından uzlaşılabilir bir yapı olduğunu savunan Akyol, böyle bir kapitalizm için tek bir örnek de göstermemiş yazısında. Onu bulup gösterebilmek de gerçekten özel bir maharet olsa gerek.

Bu tartışmada göz ardı edilen politik yön açısından konuyu değerlendirdiğimizde ise, İslam coğrafyasındaki halklara ve Türkiye’de İslami inancın etkisindeki kesimlere ne söylediğiniz, ne önerdiğiniz önemli olmaktadır. Akyol’un, onlara, ABD’nin ve AB’nin başını çektiği sistemden daha ötesini önermediği açık. Bu güçlerin, şu an sömürünün derinleştiği ve işgallerin, savaşların arttığı bir düzeni kumanda ettikleri de inkar edilemez bir gerçek.

O zaman her türden dine inanış için geçerli olduğu gibi, İslami inanıştaki halk kesimleri bakımından da, sömürüden kurtuldukları, emeklerinin karşılıklarını alabildikleri, işgallerden kurtuldukları bir dünyanın inşası için mücadele etmekten başka bir şey önerilebilir mi? İslami ya da başka bir dinsel bağın yarattığı tabularla yüzleşmek de, emekçilerin bu mücadele süreci içindeki aydınlanmalarıyla gerçekleşecektir. Yani dinsel tabuları yaratan tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların son bulması, bu tabuların da yerini aklın ve bilimsel düşüncenin alacağı bir dünyanın önünü açacaktır.

Mustafa Akyol gibi liberal isimler yanında, “sol”da benzer etkilerle siyaset yapan kesimlerin de, dine, bu biçimde, politik olarak değil de, Kemalizmin pozitivist laiklik anlayışından kaynaklı ön yargılarla baktıkları görülmektedir. “Din-Toplum-Siyaset” ilişkileri konusunda bir dizi yazı yazan Oğuzhan Müftüoğlu bu açıdan olabilecek en uç noktalara savrulmuştur. Dine provokatif yaklaşımdan, “Peygamberin devrimci” olduğu iddiasına kadar gelen İP ve Perinçek çizgisinin oradan oraya savrulan tutumuna karşı, Oğuzhan Müftüoğlu da, “Siyasal İslamcı” kesimlerle emperyalist işgale karşı dahi yan yana durulamayacağını öne sürecek kadar, halkın ve bu toprakların ihtiyacına uzak bir noktaya düşmüştür.

Türkiye’li işçi sınıfı devrimcilerinin, İran örneğinden de, başka örneklerden de sonuçlar çıkarma konusunda nasihate ihtiyaçlarının olmadığını söylemeye gerek var mı? Peki bu gerçekler, emperyalizmin tehdidi altındaki ülkelere, örneğin İran halkına sırtını dönmeyi gerektirir mi? Böylesine “eleyici” ve “seçkinci” bir yaklaşım, İslami dogmaların etkisindeki emekçi yığınlarıyla nasıl yan yana gelebilir, onları özgür, sömürüsüz ve sosyalist bir dünya mücadelesine nasıl kazanabilir?

Bu sorulara inandırıcı yanıtları Oğuzhan Müftüoğlu’nda bulamazsınız. Onun politikalarındaki bu boşluklar ve sorunlu noktalar ÖDP içinde bile tartışma yaratmış olmalı ki, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş, bunu bir mektupla Müftüoğlu’na iletmiştir. Oğuzhan Müftüoğlu’nun kendi görüşlerine bir “katkı” gibi sunduğu Alper Taş’ın görüşlerinin aslında, önemli farklılıklar içerdiği görülmektedir.

Oğuzhan Müftüoğlu, “Kalpsiz bir dünya başlıklı köşe yazısında bunu şöyle aktarıyor:

Alper Taş’ın konuya ilişkin katkıları şöyle: Bu tartışmalarda üzerinde hemfikir olduğumuz en temel nokta, toplumsal sistemin dini referanslar üzerine kurulamayacağı, dini referansların toplumsal ve siyasal yaşamı belirlemesini savunan Siyasal İslamcılarla işimizin olmayacağıdır. Bizim derdimiz dini inancı olan, bunu yaşayan, üretim ilişkilerinde ezilen, sömürülen ama sermaye siyasetlerinin yanında saf tutan, kendi anamız, babamız, akrabalarımız, komşumuz yani halkımızla. Üzerinde asıl düşündüğümüz nokta ‘bu halkımızın’ nezdinde solun algılanışıdır. Sol bu kesimlere bakış açısını devletçi-laikçi, kaba pozitivist-aydınlanmacı bir tarzla mı kuracaktır, yoksa onların bu maneviyat dünyasını da dikkate alan bir yerden solu-sosyalizmi onlar için bir anlam dünyası haline getirebilecek yeni bir dil ve ilişki üzerinden mi kuracaktır? Ve bu yeni dil ve ilişki tarzı nasıl olacaktır? Şimdi yanıtını aradığımız soru budur.[4]

ABD emperyalizminin başını çektiği Ortadoğu’nun işgali sürecinde, bütün dinsel inanç ve mezheplerden, bütün uluslardan emekçilerin birliğini sağlamayı esas alan Emek Partisi’nin ortaya koyduğu ve yıllardır savunduğu siyasal platform, bu açıdan birleştirici temel halkayı oluşturmaktadır.

Ortadoğu’da ABD’nin işbirlikçiliğini yapan gerici rejimlerin baskısı altındaki halk kesimleri açısından umut olabilecek bir mücadele de anca



[1] Radikal, 29.12.2006

[2] Radikal, 04.01.2007

[3] Zaman, 18.12.2006

[4] Birgün, 06.01.07

Eğitim Sen Program Kurultayı Üzerine -1

Eğitim Sen 6. Olağan Genel Kurulu’nda, Türkiye’de ve dünyanın pek çok bölgesinde benzer şekilde yaşanan sendikal ve siyasal sorunlar dahil, Eğitim Sen’in mücadele hattına yön verecek konuları tartışmak ve temel politikaları belirlemek amacıyla Program Kurultayı yapılması kararlaştırıldı. Kurultay, 6-7-8-9 Şubat 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Program Kurultayı öncesinde 64 şubede komisyonlar kuruldu. Bu komisyonlarda 977 üye görev aldı ve önceden belirlenen konu başlıkları üzerinden tartışmalar yürütülerek hazırlanan şube raporları Genel Merkez’e iletildi. Genel Merkez’de kurulan Teknik Komisyon şubelerden gelen raporları birleştirerek bir “tartışma taslağı” hazırladı, şubelere gönderildi ve Program Kurultayı’na katılan herkese verildi.

Program Kurultayı konuları iki ana başlık altında ele alındı. Ülke Sorunlarına Yönelik Yaklaşımlar ve Politikalarımız birinci başlığı altında, Bağımsızlık, Demokratikleşme, Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Kadın Sorunu ve Çevre Sorunu gibi konular ele alındı ve tartışıldı. İkinci ana başlık ise, Eğitim Sen’i ve genel olarak sendikal hareketi yakından ilgilendiren Kapitalist Küreselleşme, Emek Süreci ve Sendikalar konusu oldu. Bu başlık altında, sırasıyla; Çalışma İlişkilerinde Yaşanan Değişimler ve Sendikalar; Sendikal Örgütlenmede Hedef, Strateji ve Mücadele Biçimleri; Sendikal Demokrasi Karar Alma Biçimleri ve Seçim Sistemi; Sendikal Örgütlenmede Yaşanan Sorunlar; Örgütlenme Modeli; Farklı Statüde Çalışanlar ve Eğitim Fakülteleri Öğrencilerine Yönelik Çalışmalar şeklinde belirlendi.

Program Kurultayı, konu başlıkları üzerinden akademisyen, gazeteci ve yazarların yaptıkları sunumlar ardından, delegelerin taslak rapor ve konular üzerinden konuşmalar yapması şeklinde gerçekleşti. Bu anlamda delegeler, hem taslak raporu eleştirdiler hem de konular ile ilgili görüşlerini paylaştılar.

Kurultay’ın konu başlıkları itibariyle bakıldığında, temel sorunun, işyerlerinden başlayarak örgüt faaliyetlerinin yeniden gözden geçirilmesi ve bunu gerçekleştirmek için hangi yol ve yöntemlerin izlenmesi olduğu tespiti yapılabilir. Eğitim Sen’in bu temel sorununa verilecek yanıtlara göre bir yönelim içine girmesi, örgüt ve örgütlenme yapısının bu soruna yanıt verecek şekilde ortaya konulması gerektiği açıktı.

 

PROGRAM KURULTAYI İHTİYACA NE KADAR YANIT VERDİ

Emperyalist-kapitalist sistemin son elli yılda yaşadığı dönüşüm, özellikle emek üzerindeki olumsuz etkileri ve bu etkinin sendikalara yansıyan yönüne bakıldığında, pek çok olumsuz gelişme sayılabilir. Ancak özellikle, emek sürecinde yaşanan değişimin, mevcut sendikal yapıları pek çok noktada tıkanma noktasına getirdiğini görmek mümkündür. Sendikal yapılarını koşullara göre yenilemeyen, örgütlenme ve bu doğrultuda program oluşturma yerine, gücünü korumaya çalışan ya da işverenle uzlaşmayı tercih eden sendikaların hızla eridikleri, sendikal bürokrasinin de etkisiyle güçlerini yitirdiklerini pek çoğumuz gözlemleyebiliyoruz.

Bugüne kadar bilinen tam zamanlı ve standart istihdam yapılarını değiştiren gelişmelerin, emeğin yapısını ve sendikal örgütlenme biçimlerini de doğrudan etkilediği uzun süredir tartışılmaktadır. Bu etkinin oluşmasında, öncelikle yaşanan dönüşüm sürecinin yapısal özellikleri, üretim biçimi ve teknolojik gelişmelerin emeğin yapısında meydana getirdiği farklılıklar belirleyici olmuştur. Bu anlamda, kapitalist üretim ilişkilerinde yaşanan dönüşüm ve krizler, emekçilerin sahip olduğu ve büyük ölçüde sınıf mücadelesinin gelişme dönemlerinde, sosyalizmin de doğrudan etkisiyle sağladığı kazanımları kaybetmeleri ya da kaybetmekle yüz yüze gelinmesi ile sonuçlanmaktadır. Bu tespitin yapılması noktasında hemen her kesim fikir birliği içinde olmasına karşın, çözüm ya da sorunlardan çıkış noktasında somut bir adımdan bahsetmek mümkün değildir. Oysa sendikaların içinden geçmekte olduğu sancılı süreç, aynı zamanda, emek hareketlerinin ilerlemesi, yaygınlaşması ve birleşik bir hatta ilerlenmesi için, bugünün koşullarına uygun yapılanma ve örgütlenme programlarının tartışılması ve geliştirilmesi için sayısız fırsatlar sunmaktadır. Bu noktayı görmeden atılacak adımlar, sorunun çözümünü değil, sadece geciktirilmesini sağlamaya yarayacaktır.

Uzunca bir süredir emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı yeniden yapılanma süreci, emeğin sömürüsünün yoğunlaştığı ve emek örgütlerinin etkisizleştirildiği, emeğin kendisine olan güveninin kırılmaya çalışıldığı bir olgu olarak, etkisini her geçen gün arttırmıştır. Türkiye de bu süreçten farklı boyutlarda etkilenmiş, tıpkı dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de emeğin örgütlenmesi ve istihdam yapısında gözle görülür değişimler meydana gelmiştir. Dün olduğu gibi bugün de, üretim ve emek süreçlerine bağlı olarak değişimler yaşanmaktadır.

Çalışma ve yaşama koşullarımızın gittikçe ağırlaştığı bir dönemde, bir taraftan işyerleri, işkolları ve çalışma biçimleri açısından istihdam çok katmanlı ve parçalı hale gelirken, diğer taraftan işyerlerinde farklı statüde çalışanların ortaklaşma ve bütünleşme imkanları da artmıştır. Dolayısıyla emekçiler arasında yaşanan parçalanma ve rekabet tehdidi ile ortak çıkarlar etrafında birleşme olanakları arasındaki diyalektik ilişki, aynı zamanda sendikaların işyerlerinden başlayarak yeniden inşa edilmesi açısından önemli olanaklar sunmaktadır.

Sendikal mücadelenin tek tek işyerleri temeline oturtulması ve eğitim emekçilerinin ana kitlesinin mücadeleye katılması sorunu, genel anlamda sendikal mücadelenin ayakları üstüne oturmasının temel sorunlarının başında gelmektedir. Bu noktada, genel olarak emek hareketinde, özelde ise sendikal harekette yaşanan sorunların aşılması için örgütsel yenilenmenin, başka bir ifade ile, Eğitim Sen’in mücadeleci, eğitim ve bilim emekçilerinin ana kitlesinin mücadeleye katıldığı bir sendikacılık tarzıyla, sendikal yapılanmanın yenilenmesi ihtiyacı, örgüt içinde uzunca bir süredir tartışılan bir konu olmuştur.

Söz konusu sendikal yenilenme sürecinde belirleyici olması gereken, elbette, sadece yasalar, teamüller, kişisel ya da grupsal niyetler değil; eğitim ve bilim emekçilerinin en geniş kesimlerinin kendi talepleri etrafında örgütlendiği ve mücadeleye çekildiği bir sendikacılık tarzı ve kültürünün geliştirilmesidir. Bu yenilenme ve değişimin, elbette her şeyden önce, sendika-üye ilişkisinin doğrudan kurulması, sendikal örgüt yapısının buna uygun olarak yeniden gözden geçirilmesi ve sendikal demokrasinin örgütün her aşamasında geliştirilmesi ile mümkün olduğu açıktır.

Program Kurultayı, içinden geçmekte olduğumuz koşulların hesaba katılarak, sendikal politikaların netleştirilmesi; Eğitim Sen ile üye kitlesi ve üye olmayanlar arasındaki ilişkilerin mümkün olduğunca doğrudan kurularak, sendikal çizginin örgütün ilke ve amaçları doğrultusunda yenilenmesi ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalmıştır. Güçlü bir sendika olabilmek için sendikal politikalarda ortaklaşmanın, ortak dil ve kültür oluşturmanın önemi ortada olmasına karşın, Kurultay sürecinin, Genel Merkez’den şubelere, şubelerden işyerlerine ulaşacak yaygınlıkta örgütlenememesi, yenilenme önerilerinin yeterince geliştirilememesine neden olmuştur. Bu da, Kurultayın amacı ve hedefleri açısından somut politikalar ortaya çıkmasını büyük ölçüde engellemiştir.

Program Kurultayı, sendikal politikalarda ortaklaşmanın, ortak mücadelenin örgütlenmesi ve tek tek işyerlerinden başlayarak büyüyen ve genişleyen bir mücadele programının oluşturulmasının aracı yapılabilecekken, Kurultay boyunca yürütülen tartışmaların içeriği ve ortaya atılan önerilere bakılacak olursa, bu amacın yeterince gerçekleşmediği söylenebilir.

KURULTAY İLE İLGİLİ BAZI TESPİTLER

Eğitim Sen’in bugüne kadar oluşturduğu mücadele geleneği ve örgüsel değerleri daha da somutlaştırması, sendikayı ve emek hareketini daha ileriye taşımak için gerekli adımları atmak, bu yönde politika belirlemek noktasında olanakları yeterince değerlendiremediği bilinmektedir. Bugüne kadar, gerek genel politik konularda, gerekse örgütsel süreçlerde gerçekleşen tartışmaların, Program Kurultayı çerçevesinde yeniden tartışmaya açılması, siyasal anlayışlar arasındaki fikri ve ideolojik ayrılıkların yeniden gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Kurultay sürecinde yürütülen tartışmalara genel olarak bakıldığında, örgüt içinde kimi konularda (özellikle AB) belli oranda netlik yaşanmasına karşın, örgüt içinde hala ne istediğini tam olarak bilmeyen, ideolojisi ve politikasıyla bunu her fırsatta gösteren kesimlerin bulunduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Program Kurultayı’nın ilk bölümündeki konuların daha çok bir siyasi parti programında bulunması gereken konulardan oluşmuş olması, bu konuların tartışılmasının sıkıntılarını kurultaya da yansıtmıştır. Örgüt içindeki siyasi yapıların birinci bölüm konu başlıklarına yönelik düşüncelerinin zaten belli olması, bu kesimlerin belli konulara yönelik (Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Bağımsızlık) ciddi görüş ayrılıkları içinde bulunmaları, karşı karşıya gelme ve bunun üzerinden ayrışma tehlikesini de içinde barındırıyordu. Ancak Kurultay süresince bu durumun birkaç tartışmadan öteye gitmemesini örgüt açısından bir olumluluk olarak görmek mümkündür.

Kurultay boyunca birinci bölüm ile ilgili olarak ortaya çıkan yaklaşımları ana hatlarıyla değerlendirmek gerekirse;

Program Kurultayı’nın açılış konuşmalarından birinde ifade edilen “kapitalizm mutasyona uğramıştır” tespiti, salonda tartışmalara neden oldu. Çünkü “mutasyon” köklü değişikliği ifade eden bir kavramdı ve bu ifade, kapitalizmin köklü biçimde değiştiği anlamına geliyordu. Bu tespitin, sınıfların ve sınıf mücadelesinin bittiği, “sanayi ötesi topluma”, “bilgi çağına” geçildiği vb söylemlere denk düşmesi oldukça düşündürücüydü.

Örgüt içinde Kürt sorununun çözümünde AB’den demokratik açılım bekleyen bir kesim olmasına karşın, bu yöndeki savunular geçmişe göre daha az yapılmıştır. Ancak geçmiş dönemlerden farklı olarak, bu yöndeki söylemler delegelerin çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir.

AB’ye karşı gibi görünen, ama aslında “Avrupalı emekçilerle dayanışma”, “emeğin Avrupa’sını yaratma” gibi düşünceler üzerinden geliştirilen ve tam olarak neyi savunduklarını muhtemelen kendileri de bilmeyen kesimler ise, bu yöndeki düşüncelerini kurultay süresince geçmişe göre daha çekingen bir şekilde ifade etmişlerdir.

Kurultay süresince ileri sürülen bir başka düşünce, her ne kadar sınırlı sayıda konuşmada dile getirilmiş olsa da, Marksizm gibi 150 yıllık “eski” düşüncelerle bir yere varılamayacağı yönünde olmuştur. Bu düşünceyi savunanlar, temel çelişkinin değiştiğini ileri sürerek, yeni toplumsal sistemler öne sürmüşler ve  sendikayı da bu toplumsal sistemler içinde bir yere oturtmaya çalışmışlardır.

Benzer pek çok etkinlikte olduğu gibi, genel anlamda örgütsel çalışmaların içinde olmayan, sendika toplantılarında ve etkinliklerde yaptıkları polemikler ve suçlamalarla varlıklarını sürdürmeye çalışan kimi çevreler ise, bazı noktalarda olumlu sayılabilecek önermeler ileri sürmekle birlikte; suçlayıcı, hatta bazen aşağılamaya varan (özellikle kerameti kendinden menkul bir çevre) tavırlarını Kurultay boyunca sürdürmüşlerdir. Dağıtılan bazı bildiri ve broşürlerde benimsenen olumsuz dil ve üslup ile niyetler açıkça ortaya konulmuştur. Bu çevrelerin yaptıkları değerlendirme ve tespitlere bakılacak olursa; bu çevrelerin bir bölümünün, pratikte ortaya koydukları tutumla birlikte değerlendirildiğinde,  eğitim emekçileri mücadelesinin dışına düştükleri söylenebilir.

Yukarıda belirtilen ve bütünü görmekten çok, parçaları öne çıkaran yaklaşımlardan farklı olarak, Emek Hareketi’nden eğitim emekçilerinin konuşmaları ve değerlendirmeleri, genel anlamda bütün-parça ilişkisini kuran ve kurultay boyunca yaşanan kafa karışıklıklarını eleştirip ideolojik sapmaları mahkum eden yönde olmuştur. Özellikle sendika-üye ilişkilerinin işyerlerine dayanarak yeniden kurulması, örgüt ile üye arasına ara organlar koyarak kitlelerden tamamen kopmak yerine, işyeri çalışmalarını ve yüz yüze ilişkiyi ön plana çıkaran öneriler ve tespitler yapılmıştır. Örgütün sorunlarının emek hareketinin ihtiyaçları ve sınıf sendikacılığının gerekleri çerçevesinde ele alınması gerektiği yönündeki değerlendirmelerin kurultay sürecini olumlu anlamda beslediğini söylemek mümkündür.

Birinci bölüme yönelik olarak yapılan tartışmalar, Eğitim Sen Genel Kurul kararlarının bir “program” için yeterli olduğunu gösterdi. Eğitim Sen’in sorununun bu alana yönelik tartışmaları yeniden yeniden yaşamak değil, bunları işyerlerinde cesaretle savunabilmek (AB tartışmaları, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü vb.) olduğunu görmek gerekiyor. Kimi Partilerde bile ayrışmalara yol açan bu konulara yönelik söylenenlerin yeterli olduğu, bugünün sorununun, bu kararları yaşama geçirmenin daha cesaretle ve kararlılıkla uygulama sorunu olduğu bir kez daha açığa çıktı.

 

*

İkinci bölümde, örgütün yapısına, çalışma ve hareket tarzına yönelik tartışmalarda, birinci bölümdeki tartışmaların etkisi hissedildi. Bu bölümdeki konuşmalarda sendikaların sınıf örgütü olduğu yönündeki vurgular yoğun olmasına karşın, sendikaları, “sivil toplum örgütü”, “demokratik kitle örgütü” vb. kavramlarla açıklayan delege konuşmaları da vardı. Bu tespitlerden yola çıkarak, eğitim fakültesi öğrencilerine yönelik yurt açma, burs verme vb. önermeler de dillendirildi.

Delege konuşmalarında sınıf sendikacılığı vurgusu etkisini hissettirmesine karşın, bazı delege konuşmaları ve akademisyenlerin tebliğlerinde görülen sınıf sendikacılığını revize etme anlamında “sınıf ve kitle sendikacılığı”, “toplumsal hareket sendikacılığı”, sendikayı parti yerine koyan “anarko sendikalist” vb. önermeler yanında, “eski tarz mücadele biçimleriyle sonuç alınamayacağı” vurgusu üzerinden sınıf mücadelesini ve mücadele biçimlerini inkara varan çeşitli delege konuşmaları da oldu. Bazen aynı konuşma içinde, sendikayı parti yerine koyma anlayışı ile sendikaların yapacaklarını partilere yükleyip mücadeleden kaçılması yönünde görüşlerin iç içe geçtiği de görüldü. Bu yaklaşımlar, sadece delege konuşmalarına değil, kurultay boyunca çeşitli siyasi çevreler tarafından dağıtılan bildiri ve broşürlere de yansıdı.

Kurultay’da, özellikle genç delegelerin, sınıf mücadelesi ile özdeşleşmiş kavramlara karşı son dönemde geliştirilen saldırıları ifade eden kavramları daha rahat kullanması dikkat çekti. Ancak Eğitim Sen içindeki fikri tartışmalarda kavramların yerli yerine oturması, liberalizmin etkilerinin geçmişe göre daha da azaltılmış olması ve sınıf, sınıf mücadelesi gibi kavramların tarihsel olarak ilerletici rolünün ve kazanım elde etmedeki belirleyiciliğinin önemi yine çok sayıda delege tarafından dillendirildi. Toplumda yaşanan temel çelişkilerin çözülmesi uğruna verilen mücadelelerin amacına ulaşması açısından,  Eğitim Sen’in ve sendikaların gerçek anlamda bir sınıf örgütü olması gerektiği, somut durumdan ve yaşamdan kopuk, sadece söyleme dayanan tartışmaların sınıf mücadelesini ilerletmeyeceği vurgusu da yapıldı. Sınıf mücadelesinin araçlarını değiştirmesi, eski araçları terk ederek kendisine  yeni araçlar geliştirmesi ihtiyacı üzerinden yapılan oportünist yaklaşımlar, yine çok sayıda delegenin tarihten ve sınıflar mücadelesinden verdiği örneklerle yanıtını aldı.

 

KURULTAYIN ORTAYA ÇIKARDIKLARI

Eğitim Sen Program Kurultayı’nın ortaya çıkardığı birkaç noktayı özetle ifade etmek gerekirse;

Program Kurultayı’nın, konuların işyerlerinde gündem haline getirilmesi ve işyerlerindeki üyelerin bu tartışmalara katılması bakımından başarılı olduğu söylenemez. Daha çok şubelerde oluşturulan komisyonlarda yapılan tartışmalarla sınırlı bir hazırlık dönemi yaşanmıştır. Hatta bazı şubelerde, komisyona katılan az sayıda üye, tartışmaktan öte, her biri ayrı raporlar yazarak ya da yazılan raporlara katılmadıklarını belirtip şerhler koyarak, raporlarını genel merkeze göndermişlerdir. Hazırlık çalışmalarında yaşanan sorunlar göstermiştir ki, üyelerin en geniş kesimi tarafından tartışılmasının sağlanamamasının, başka bir ifade ile işyerlerinde gündem haline getirilememesinin bir sonucu olarak, Program Kurultayı, hem örgütsel hem de siyasal beklentilere yanıt vermekte yetersiz kalmıştır.

Farklı statülerde çalışan eğitim ve bilim emekçileri ile ortak mücadele zeminleri yaratılmasının ve bunun üzerinden ortak örgütlenme sağlanmasının önemi ortadadır. Bugüne kadar bu konu (bugün de belli bir kesim tarafından aynı şekilde tartışılmasına karşın), “ortak çalışanlar yasası” çerçevesinde tarif edilmektedir. Ancak gelinen aşamada, bu konuda hala farklı düşünceler olmasına rağmen, ortak mücadele olmadan ortak örgütlenmenin mümkün olmayacağı, bu konuda bir yasa talep etmenin mücadeleyi ve ortak örgütlenmeyi daraltacağı ve yasa koyucuların bu durumu en olumsuz şekilde değerlendireceği kabul görmüştür.

“Eğitim Sen sözleşmeli, ücretli, vekil vb. statüde çalışan eğitim emekçilerini örgütlerse, bu statülerde istihdamı kabul etmiş olmaz mı?” tartışması ve bu konudaki tereddütler, kurultay ile birlikte netliğe kavuşmuştur. Eğitimde işgüvencesiz olarak, farklı statüde çalıştırmaya karşı mücadelenin bütünlüklü olarak verilmesi gerektiği, bu yapılırken, “işgüvencesi temel talebi etrafında farklı statüde çalışanları da sürece katarak, birleşik bir mücadelenin adımlarını atmış oluruz” fikri kurultayda daha da açıklık kazandı. Bu durumun ete kemiğe büründürülmesi için somut öneriler üzerinden adımlar atılması gerektiği yönünde belirlemeler yapıldı.

Eğitim fakültelerinde okuyan öğrencilerin Eğitim Sen’in gelecekteki üyeleri olacağı düşüncesinden hareketle, geleceği kazanmanın yolunun şimdiden bu alanlara örgütsel müdahale etmekten geçtiği fikri artık hiçbir kesim tarafından yadsınmamaktadır. Bu nedenle, örgütün kapılarını öğrencilere açma, onların sorunlarını sahiplenme ve öğretmen yetiştirme sürecine müdahale gibi pek çok fikir kurultay sürecinde ortaya konuldu.

Hak ve kazanımlar elde etmenin ancak güçlü bir örgüt ve örgütlülük ile mümkün olacağı, bunun da işyerinde güçlü olmaktan geçtiği sık sık vurgulandı. Bu noktada, Eğitim Sen’in, işyeri sayısının çokluğu ve yaygınlığı açısından bakıldığında, işyeri örgütlülüğünü sağlamlaştırması, bunu yaparken, örgütü bir anlamda yeniden inşa etmesi gerektiği düşüncesi, farklı cümlelerle olsa da, geniş bir kesim tarafından kabul gördü. Hatta bu noktada kalınmaması gerektiği, birleşik bir emek hareketi yaratmak için Eğitim Sen’e önemli görev ve sorumluluklar düştüğü tespitinin de burada yapılması gerekir.

Her ne kadar kurultayın açılış konuşmalarında KESK eski Genel Başkanı Sami Evren tarafından “kapitalizm mutasyona uğramıştır” gibi kafa karışıklığını ifade eden bir yorum yapılmış olsa da, emperyalist-kapitalist sistem açısından, başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere temel çelişkilerin değişmediği, aksine daha da şiddetlendiği yönünde tespitler yapılarak, bu tür ifadelerin doğru olmadığının altı çizildi. Bilimde, teknolojide, iletişim alanında meydana gelen hızlı değişimlerin kapitalizmin aşırı sömürü ve kâr hırsı üzerinden varlığını sürdürdüğü temel tezi henüz çürütülmüş değildir. Tersine kapitalizm, işi, işyerini ve emekçileri parçalayarak, esneklik uygulamalarını yaygınlaştırarak, işgüvencesiz ve sağlıksız çalışma şartlarını dayatarak, “TKY”, “yönetişim” vb. araçlarla kendini yeniden üretme ve kâr oranlarını daha da arttırmanın yollarını aramakta ve kendisini bu şekilde hızla yenilemektedir. Kapitalizmin bu yönelimini “mutasyona uğramak” olarak nitelendirmenin sadece somut durumun yanlış yorumlanması olmadığı, ama aynı zamanda, ciddi bir ideolojik sapmaya denk düştüğü özellikle vurgulanmalıdır.

Program kurultayı çerçevesinde ayrıca; “küreselleşme” ve “neoliberalizm” söyleminin yerini yavaş yavaş emperyalizm kavramına bıraktığı, AB’ye artık eskisi kadar sempati ile bakılmadığı, milliyetçilik özellikle sendikaları ve onların üye kitlesini etkilediği halde karşı koyuşun yeterince yapılamadığı, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümünde bir adım olması anlamında “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’nda ifade edilen düşüncelerin yaşama geçirilmesi açısından somut adımlar atılması gerektiği ifade edildi.

Eğitim Sen’in bugünkü örgüt modelinin ve işleyişinin çeşitli noktalarda sorunlar ortaya çıkardığı, bunu aşmak için öncelikle şube sayılarının arttırılması gerektiği, karar alma süreçlerinin tabana yayılması vb. önerileri de kabul gördü.

Program Kurultayı gerek içeriği, gerekse yapılan delege konuşmaları açısından pek çok noktadan değerlendirilebilir ve eleştirilebilir. Ama Eğitim Sen’in örgüte sendikayı ve sendikal politikaları ele alma bakımından bir tartışma zemini sunmuş olması, örgütsel belleğin tazelenmesi ve örgütün yeniden sorunlarına yoğunlaşması açısından olumlu bir işlev gördüğünü de belirtmek gerekir.

 

EĞİTİM SEN’İN SORUNU SENDİKAL ÇİZGİ VE ÖRGÜTÜN YENİLENMESİDİR

Eğitim Sen’in eğitim ve bilim işkolunda gerçek anlamda birleştirici bir rol oynaması ve bunun üzerinden eğitim işkolunda bulunan en geniş kesimleri birleştirerek mücadeleye sevk etmesi gerekmektedir. Birleşik mücadelenin yolu, “birlik ve dayanışma” duygusunun işyerlerinden başlayarak yaratılmasından, mücadelenin işyerlerinde statü farkı gözetmeksizin tüm emekçileri birleştirmenin olanaklarının zorlanmasından geçecektir.

Sendikal hareketin gelişim süreci içinde ortaya çıkan çeşitli mücadele araç ve biçimleri, sadece mücadele alanlarındaki farklılıktan değil, belirlenen hedeflerden ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılan araç ve biçimlerin çeşitliliğinden doğar. Bu anlamda, ister ekonomik ister siyasal nedenlerle olsun, oluşturulan her mücadele aracı ya da biçimi, emek hareketini birleştirmeyi ve sınıfın en geniş kesimlerini aynı çatı altında toplamayı önüne hedef olarak koyduğu ve bunu başarabildiği zaman gerçek anlamını kazanacaktır.

Sendikal politikalar belirlenirken, sendikaların, yapı, örgütlenme ve işleyiş olarak yeniden inşasının artık bir zorunluluk olduğu tespitinin gereklerini yerine getirmek gerektiği ortadadır. Bu çerçevede, Eğitim Sen’in, örgütlenmesini yaygınlaştıran, eğitim ve bilim emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye çekme kanallarını yaratan, tüm kademelerinde demokratik işleyişin egemen olduğu bir sendikal çizginin oluşturulması öncelikli hedef olarak görülmelidir. Bunu yaparken, kısır tartışma ve çekişmeler içine girmeden, her düzeyde örgütü ilerletecek, tüm eğitim emekçilerini birleştirecek bir sendika merkezi olmak için çalışılmalıdır.

Bugüne kadar fiili olarak benimsenen, özellikle son yıllarda sendikal politikalarda darlaşmayı beraberinde getiren ve Eğitim Sen’in kamuoyunda “solcu sendika” olarak anılmasına neden olan geleneksel “solcu” yaklaşımların ve kitlelere yönelik önyargıların öncelikli olarak sorgulanması gerekmektedir. Bu yapılmadıkça, kamu emekçileri sendikalarına egemen olan sendikal bakış açısı değiştirilmedikçe, ilerlenemeyeceği, eğitim emekçilerinin ana kitlesinin örgütlenmesi ve mücadelesinin başarılamayacağı açıktır.

Sendikal hareketin bugünkü dinamiklerini ve aynı zamanda zayıflıklarını görmeyen; bunların talep ettiği görevleri yerine getirme, güncel ihtiyaçlarını karşılama yeteneği göstermeyen bir politikanın işçi ve emekçi sınıflar tarafından benimsenmesi ve başarılı olması mümkün değildir­. Sendikal hareketin mevcut mevzilerini koruması ve iler­letmesine her gün yardım edecek görevler yerine getirilmediği; sendikaların önündeki olanaklar değerlendirilmediği ve zayıflıkları aşmaya yönelik çalışmalar bugünden yapılmadığı taktirde, emek hareketinin ilerlemesi, sendikal örgütlülüğün yaygınlaştırılması mümkün değildir.

Eğitim Sen’in içinde bulunduğu koşullardan daha güçlü çıkması için yapması gereken, güvenceli-güvencesiz tüm eğitim ve bilim emekçilerinin kendi talepleri etrafında mücadeleye çekildiği bir sendikal çizginin benimsenmesi ve tüm örgütsel mekanizmanın bu çerçevede yenilenmesi olmalıdır. Bu nedenle Eğitim Sen’in, hem sendikacılık anlayışı açısından, hem de örgütsel tutum olarak yenilenmesi için, başta Emek Hareketi’nden eğitim emekçileri olmak üzere, tüm eğitim ve bilim emekçilerine bugün düne göre daha fazla görev ve sorumluluk düşmektedir.

Bu yazıda, Eğitim Sen Program Kurultayı’na yönelik izlenim ve tespitlere yer verilmiştir. Emek Hareketi’nin Program Kurultayı’na yönelik çalışmaları ve somut önerileri bir sonraki yazımızda ele alınacaktır.

Küresel Isınma ve Su Sorunu

Bazı bilim insanlarının teorilerine göre; yerküre bundan milyonlarca yıl önce de bir takım iklimsel değişimlere uğramıştır. Fakat bu iklimsel değişimler basit bir meteorolojik olay olarak kalmamıştır. Yeryüzündeki canlıların topluca yok olmasına neden olmuştur. “En kitlesel yok oluşlar, iklimsel değişimle gerçekleşmiştir.”

Bilim insanlarının bulguları, bundan 251 milyon yıl önce yeryüzündeki yaşamın neredeyse sıfırlandığını göstermektedir. 251 milyon yıl önce, yeryüzündeki kara parçaları henüz birbirinden ayrılmamışlardı. Karalar Pengea adlı süper bir kıtada birleşik durumdaydılar. İşte bu dönemde ortaya çıkan iklimsel değişim, denizdeki canlıların yüzde 90’ını, karadaki canlılarınsa yüzde 75’ini yok etmiştir. Bilim insanları, bunu, fosil kayıtlara dayanarak ileri sürmektedirler.*

Aslında bu toplu yok oluşla ilgili olarak iki değişik teori bulunmaktadır. Bunlardan daha önceki teori, bundan 65 milyon yıl önce meydana gelen bir kitlesel yok oluştaki gibi, 10–20 km çapında meteorların dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan toplu yok oluş teorisidir. Diğer bir görüş ise, bu toplu yok oluşun birden değil, uzunca bir süre devam eden bir küresel ısınma sonucunda olduğudur. Gerek çarpma teorisiyle ilgilenenlerin, gerekse iklim değişimi sonucu kademeli yok oluşu savunanların görüşleri daha geniş şekilde değişik kaynaklardan incelenebilir. Ama dikkate değer konu şudur. Teoriler, toplu yok oluşun nedenini hava sıcaklığının aşırı artması ve oksijen yetersizliği olarak açıklamaktadır. Sonuçta, toplu yok oluşa neden olan en önemli etkenin iklimsel değişim olduğu ortaya çıkıyor.

Bundan milyonlarca yıl önce iklimsel değişimin nedeni neydi? Bu sorunun yanıtı, Sibirya Kapanı denen yerde çok uzun süren volkanik faaliyetler olarak verilmektedir. Ama neden sadece bu değildir. Bir taraftan volkanlar dünyayı ısıtıyor, diğer yandan ise okyanusun altında donmuş şekilde duran büyük metan rezervleri de açığa çıkarak “atmosferde dizginlerinden boşanmış bir ısınmaya” neden oluyor. Bu arada oksijen de azalmaya başlıyor. Atmosferdeki oksijen oranı yüzde 16 oranına düşüyor. (Günümüzde bu oran, yüzde 21’dir.) “Bu ise, 5000 metre yüksekliğindeki dağın tepesinde zorlukla alınan nefese eşittir.” Washington Üniversitesi Profesörlerinden Peter Ward, bu konuları araştıran ekibin başındaki kişi olarak, şu görüşü ileri sürmektedir. “Sıcaklık arttıkça arttı ve kritik noktaya geldiğinde her şey öldü. Yaşam türlerinin çoğu dayanılmaz sıcaklık ve oksijen yetersizliğinin oluşturduğu çifte felaketle baş edemedi.”**

Büyük çarpma teorisini öne sürenlerin ve küresel ısınma sonucu bu yok oluşun olduğunu savunanların teorilerinde; bu felakete insan etkinliklerinin neden olmamış olduğu ortak noktadır. Yani insanın dışında gelişen doğal olaylar sonucu bu yok oluşlar gerçekleşmiştir. İşin teknik yanını, bu farklı teorileri ileri süren bilim insanlarının tartışmalarına terk ederek günümüze dönecek olursak; bugünkü küresel ısınmanın baş sorumlusunun insan etkinlikleri olduğunu görürüz. Bunun başlangıcının da 1760’lara dayandığını görmekteyiz. Çünkü sanayi devrimini başlaması ve gereksinim duyulan enerjinin fosil yakıtlardan karşılanması, bugünkü duruma gelmenin ilk temellerini oluşturmuştur. Tabiî ki, sorun, sadece bu kadarla da kalmadı. Bir yandan fosil yakıtlar yakılırken, diğer yandan da ormanlar hızla yok edilerek, atmosferdeki bu fazla karbondioksiti yok ederek, biokütleye dönüştürecek organizmalar azaltılmaya başlandı. Böylece atmosferdeki karbondioksit miktarı giderek artmaya başladı. Bu artış, son 50 senede iyice katlanınca, günümüzde geri dönüşü olmayan noktaya ulaştı.

 

Bunun doğal sonucu olarak atmosfer ısınmaya başladı. Atmosferdeki bu ısı artışının “geçtiğimiz yüzyılda 0,6 derecelik bir değerde gerçekleştiği hesaplandı. Bulunduğumuz yüzyıldaysa ısınmanın 6 dereceyi bulması bekleniyor.”* Yani şu ana kadarki ısınmanın tam 10 katı bir ısınma öngörülmektedir. Bu konularla ilgili olarak birçok kaynakta teknik bilgiler sıralanmaktadır. Fakat bu nedenler öyle bir dille anlatılmaktadır ki; sanki küresel ısınma kendiliğinden olmuş ya da bunun sorumlusu herkesmiş gibi gösterilmektedir. Bu problemi başımıza açanlara değinildiği zaman da pek suya sabuna dokunulmamaktadır.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, bu seferki küresel ısınmanın sorumlusu insan etkinlikleridir. Fakat bu sorumluluk bütün insanlar için aynı oranda değildir. Bu sorumluluk, hem ülkeler, hem de bireyler açısından eşit değildir. Eldeki bulgular, en zengin ülkelerin en fazla sorumlu olduğunu göstermektedir. (Bunların başında da, dünyanın ürettiği CO2’nin dörtte birini üreten ABD gelmektedir.) Ülkelerdeki bireyler ölçeğinde ise; gene en zenginlerin en fazla karbondioksit ürettiklerini görmekteyiz. Yani şöyle diyebiliriz; dünyada toplu yok oluşların eşiğine gelmemizin baş sorumluları; fabrikaları, enerji ve maden kaynaklarını vb. elinde toplayan ve “gereksiz masraf” sayarak arıtma vb. önlemlerinden uzak durduğu kadar, hem yenilenebilir hem de doğa ve insana zararsız enerjiden uzak duran, iktisadi ve siyasi olarak egemen olduğu sömürü üzerine bir düzen kurarak, tüm üretimi ve ısınması, ulaşımı dahil tüm toplumsal yaşamı doğanın tahribatı üzerine kuran, dünya nimetlerinden en fazla yararlanan anamalcılardır. Bütün bunların nedeni, onların doymak bilmez açgözlülükleridir. Sonra diğer kesimlerin sorumlulukları gelmektedir. Eğer bir bedel ödenecekse, bu sorunda en fazla sorumluluğu olanların en fazla bedeli ödemesi gerekir. Ama gelin görün ki, gene bedeli mazlum halklara ve yoksullara ödetmek için bin bir türlü oyuna başvurulmaktadır, gelecekte de bu tarzda hareket edecekleri bellidir. Sorunun bu boyutuna, Ö.D. Kasım 2005 163. sayıda “Küresel ısınma, kasırgalar ve kapitalizm” başlıklı makalede değinmiştik. Ayrıca iklimsel değişimle ilgili olarak, Evrensel gazetesinin Şubat ayı içerisinde yayınlanan Hayat ekleri, değişik açılardan ve değişik bilim insanlarının, uzmanların görüşlerini geniş bir şekilde vermiştir. Diğer yandan, internette yapılacak küçük bir araştırma, onlarca makaleye ulaşılmasını sağlayacaktır. Bu bilgilere isteyen herkesin internetten ulaşması mümkün olduğu için, aynı bilgileri tekrar etmemekte yarar görmekteyiz. Ama gene de, atmosferdeki karbondioksitle sıcaklık değişimi arasındaki ilişkiyi gösteren aşağıdaki grafiği vermeden geçemeyeceğim.

Dünyadaki suyun, kimine göre yüzde 97’si, kimine göre ise yüzde 97,5’i tuzlu sulardan oluşmaktadır. Geriye klan yüzde 2,5–3 gibi bir kısım ise, tatlı sudur.

Bu tatlı suyun yüzde 68,3’ü buzullar ve buz dağlarından oluşmaktadır. Yeraltı sularıysa yüzde 31,4 tür. Yani yeryüzündeki su, tatlı suların sadece 0,3 gibi küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bunun da yüzde 87’si göllerde, yüzde 11’i bataklıklardadır. Nehirlerdeki suyun miktarı ise sadece yüzde 2’dir. Uzaydan bakınca suküre gibi görünen dünyamızın içilebilir ve kullanılabilir su konusundaki durumu budur.

Bugün dünyamızda suyla ilgili olarak şöyle bir tablo daha görmekteyiz.

·           Dünyanın yüzde 20’si yeterli su hizmeti alamıyor.

·           Bir milyardan fazla insan içecek yeterli temiz su bulamıyor.

·           2,5 milyardan fazla insan su kaynaklı hastalıklara karşı korunamadığı için, her gün 10 bin ila 20 bin çocuk ölüyor. Aslında bu ölümler önlenebilir durumda.

·           Latin Amerika, Afrika ve Asya’da kolera salgınları yaygın durumdadır. Hindistan’da ise, insanlar arsenik karışmış su içiyorlar.

·           Sulamada kullanılan su, dünyada kullanılan tatlı suyun yüzde 73’üdür.

·            2010 yılında sulanan tarım alanının 290 milyon hektar, 2050 yılında ise 330 milyon hektar olacağı hesaplanmaktadır. Dünyada işlenebilir toplam arazi ise, 3,2 milyar hektar civarındadır. Şu an kişi başına düşen tarım arazisi 0,23 hektar iken, bu miktar 2050 yılında nüfus artışından ötürü 0,15 hektar düşecektir.

Peki, dünyadaki su kaynakları insanların ve diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için yeterli midir?

Bu sorunun yanıtı; eğer kaynaklar kirletilmemiş olsaydı ve paylaşılabilseydi, evet olurdu. Ama karşımızda iki temel sorun var. Birincisi, su kaynaklarının yer kürenin her tarafında eşit bir şekilde dağılmış olmaması; ikincisi ise, var olan su kaynaklarının da hızla kirletiliyor olmasıdır. Tatlı su kaynaklarının yüzde 31,4’ünü oluşturan yeraltı sularıdır, demiştik. Deniz seviyesinin yükselmesi ve yeraltı sularının bilinçsiz tüketim sonucu azalması, yani seviyesinin düşmesi sonucu büyük oranda deniz suyu ile karışarak, yeraltı sularının önemli bir kısmının da kullanım dışı kalması tehlikesi bulunmaktadır. Diğer yandan, yüksek dağların başındaki buzulların erimesi ve ortadan kalkması sonucu, yerüstü sularının yanı sıra yeraltı sularını da besleyen ana kaynaklardan birinin ortadan kalmış olması, bu sıkıntıyı artırıcı bir özellik taşıyacaktır. Öngörülere göre, önümüzdeki yıllarda küresel iklim değişimine bağlı olarak; Fırat-Dicle nehirlerini besleyen bölgelere düşecek yağış miktarında önemli bir azalma söz konusu olacaktır. Bu nehirlerin suyunun azalması ve ülkemizin gereksinimi olan suyun karşılanması için daha fazla suya gereksinim duyacak olmamız, bölgemizde bulunan ve bu nehirlerin suyuna yaşamsal bağımlılığı olan ülkelerle karşı karşıya gelmemize neden olacaktır. Bu konuda şimdiden bir takım homurtular ortaya çıkmış durumdadır. Ama Türkiye, bugüne kadar barışçı ve dengeli bir politika izlemiştir. Örneğin, barajları yaparken sınır ülkelerin durumları da göz önüne alınmıştır. Ama Bulgaristan aynı şeyi Türkiye’ye yapmamıştır. Tatlı su ile ilgili çatışmalar eski çağlardan beri süregelmiştir aslına. “Örneğin Mezopotamya’daki yazılı kayıtlar, yaklaşık 4500 yıl önce, Ortadoğu’daki iki devletin; Umma ve Lagaş’ın sulama suyu kanallarının denetimi konusunda ciddi şekilde çatıştığını gösteriyor.”* Tabiî ki, bütün komşularımızla iyi ilişkiler ve karşılıklı halkların çıkarlarını gözeten bir ilişki içerisinde olmak herkesin yararınadır. Ama emperyalist güçlerin her durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanma alışkanlıklarını da göz ardı etmemek ve oyuna gelememek gerekir.

Suların kirletilmesi sorununu bizim ülkemizde de yaşanmaktadır. Bir zamanlar kirleri temizleyen bazı akarsularımızın kendisi kirlilik kaynağına dönüşmüştür. Yeraltı sularımızın bilinçsiz bir şekilde ve verimsiz bir şekilde tüketilmesi devam ediyor. Yeraltındaki suyun seviyesi, bu nedenle, her geçen gün düşüyor. Örneğin Konya ovasındaki yeraltı suyunun seviyesi, her yıl 1–2 metre düşmektedir. Ayrıca gene Konya ovasında, yeraltı galerilerindeki suların seviyesinin düşmesi sonucu ortaya çıkan boşluklar yüzünden oluşan çökmeler, televizyon programlarına bile haber kaynağı olmaktadır. Çünkü bu çöküklerle, adeta krater gölü gibi göletler ortaya çıkmaktadır.

Ama bundan daha beteri ise; yeraltı sularımızın hızla kirletilmesidir. Tarımda bilinçsiz kullanılan kimyasal gübreler ve kimyasal zehirler yeraltı sularını hızla kirletmeye devam ediyor. Diğer yandan, AB ve diğer emperyalist oluşumların, kendi ülkelerinin toprağını, suyunu kirletmemek için bizim gibi ülkelere kurdukları kimyasal ürün fabrikalarının atıklarının yaptığı kirlilik bulunmaktadır. Çevresel etkileri fazla olan veya enerjiyi fazla tüketen endüstri dallarını kendi ülkelerinin dışına çıkartmaktadırlar. Bu fabrikaları kendi ülkelerine kurmamalarının nedeni, kendi çevrelerini korumak içindir. Bizim çevre standardımız düşük olduğu için, bu fabrikaları bizim ülkemize kurmak, onların kârlılığını artırmaktadır. Çünkü Türkiye’de doğayı kirletmenin herhangi bir bedeli bulunmamaktadır. Aynı fabrikaları kendi ülkelerinde kuracak olsalar, arıtma tesisleri ve işlemleri nedeniyle aynı ürünü daha pahalıya mal edeceklerini biliyorlar. O nedenle bizim ülkemizde üretim yaparken, bir yandan da çevre standartlarımızın düşük kalması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bugün ülkemizde bir yılda üretilen zararlı atık, yaklaşık 1 milyon 600 bin ton civarındadır. Kocaeli’nde bulunan İzaydaş’ın yıllık atık yok etme kapasitesi ise, 100 bin tondur. Geriye kalan 1,5 milyon ton zehir ne oluyor dersiniz? Bu atıkların tamamı; havaya, yerüstü ve yeraltı sularına, denize ve toprağa karıştırılmaktadır. Bir bakıma vatan toprakları asıl bu şekilde kaderine terk edilmektedir.

Şimdi ülkemizde suyun durumuna kısaca bir göz atacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.

·           Ülkemizde kişi başına düşen yıllık su miktarı 1830 metre küptür. Bu miktarın, 20 yıl sonra, 980 metre küpe ineceği öngörülmektedir. Şu an dünya ortalamasıysa, 7600 metre küptür.

·           Yenilenebilir su potansiyelimiz 234 milyar m3 tür. Bunun 41 milyar m3 ü yeraltı suyu, 193 milyar m3’ü de yerüstü sularından oluşmaktadır. Ekonomik anlamda tüketilebilecek yer altı ve yerüstü suyumuzun miktarı ise, 110 milyar m3 olarak tahmin edilmektedir.

·           Suyun yüzde 72’si tarımda, yüzde 18’i konutlarda, yüzde 10’u ise sanayide kullanılmaktadır.

·           Tarımda uygulanan sulama sisteminin yüzde 88’i ilkel bir yöntem olan “salma” yöntemidir. Oysa damla yöntemiyle en az yüzde 70–80 arası tasarruf sağlanmaktadır.

·           Son 40 yılda, sulak alanlarımızın yarısını kurutmuş durumdayız. Bu kuruma ya da kurutma işi hâlâ devam etmektedir.

·           Nehirlerimiz, göllerimiz, su havzalarımız ve yeraltı sularımız hızla kirletilmektedir.

·           Topraklarımızın 25,8 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazilerden oluşmaktadır. Ekonomik olarak sulanabilir arazi ise, 8,5 milyon hektardır. Şu an, bunun da 4,9 milyon hektarlık kısmı sulamaya açılmış durumdadır.

·           Dünyada sulanabilir araziler tarım yapılan arazilerin yüzde 17’sini oluşturmasına karşın, bitkisel üretimin yüzde 40’ı bu alanlardan elde edilmektedir.

Yukarıdaki tabloya baktığımızda, asıl sorunun, “Ayşe teyze”nin banyo yapması ya da bulaşığını bol su ile durulaması olmadığı ve olamayacağı net olarak anlaşılacaktır. Asıl sorun, suyun kirletilmesidir. Öncelikle su havzalarının korunması gerekiyor. Bunun için su havzalarında eğer tarımsal faaliyetler yapılacaksa, bu uygulamaların kirletici olmamasına, özellikle bu havzalarda hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesine dikkat etmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde yeraltı ve yerüstü sularımızın kirletilmesinin önüne geçilmesi mümkün olacaktır. Tarımda kullanılan suyun daha etkin kullanımı için; sulama yöntemlerinin damla yöntemine dönüştürülmesi gerekmektedir. Şehir sularının şebeke kayıp ve kaçaklarının yüzde 40’lardan, olması gereken en az düzeye indirilmesi gerekmektedir. İşte bütün bunlar yapıldıktan sonra, sıra, dişlerimizi fırçalarken ne kadar su tüketeceğimize, ya da daha az su kullanmamızı sağlayan tuvaletler kullanmamız konusuna da gelecektir.

Diğer yandan, su bedelleri oldukça yüksek olduğu için, dar gelirli insanlar zaten tasarruf yapmaktadırlar. Nerede görülmüş halkımızın küvetleri sıcak suyla doldurup köpüklü banyo yaptığı? İnsanlarımızın çoğu bu tür sahneleri ancak filmlerde görmektedirler. Yani kimse merak etmesin, halkımız çok iyi tasarruf etmektedir. Aynı şekilde, elektriği, yakıtı ve telefonu da idareli kullanmaktadır halkımız. Zaten öyle olmasa, su, elektrik, telefon faturaları ödenemeyeceği için ilgili şirketlerce kesilir ve yüzde yüz ‘tasarruf’ sağlanmış olur.

Peki, hiç mi tasarruf yapmayalım?

Elbette ki, hem tasarruf yapma noktasında, hem de koruyucu önlem alma noktasında, hem kurumlara, hem de bireylere düşen önemli görevler vardır. Bir kere, suyun yaşamın kaynağı olduğunu hiçbir şekilde unutmamak lazımdır. “Akan su pislik tutmaz” deyip atıklarımızı akarsulara vermemek gerekir. Su havzalarının korunması için gerekli düzenlemelerin yeniden gözden geçirilmesi ve kirletici unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Böylece yerüstü sularımız korunmuş olacaktır. Özellikle sanayinin ve kentsel atıkların suları kirletmesine engel olunmalıdır. Bu arada, tabiî ki, “Ayşe teyze” de, kullandığı plastik poşetten, ömrünü tamamlamış bir pile kadar her türlü zararlı atıkları doğaya bırakmayıp, geri dönüşüme katmalıdır. Bunun devamı ise, bu tür atıkları alıp gerekli yerlere iletecek bir yerel yapılanmanın varlığıyla sağlanır.

Ülkemizde ve dünyada; gelen bu tehlikeye karşı önlem almak için, öncelikle, kirli teknolojilerden uzaklaşmak, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek zorunluluktur. Ve bu zorunluluğu, bu kirlilikte en fazla sorumluluğu olanlar da görmüşlerdir. Ama onların dertleri, bu durumu bile kendileri açısından bir kârlılığa dönüştürmek, en azından zararsız kapatabilmek veya bu zararın çoğunu diğer ülkelere ve “aşağı sınıflar”a, halka yıkabilmektir. Bunun için bir takım önlemleri aslında 1980’li yıllardan bu yana almaktadırlar. Özellikle enerjinin etkin kullanımı konusunda oldukça ileri adımlar atmış durumdadırlar. Gerek konutlarda, gerekse endüstride enerjinin etkin kullanımını sağlamış durumdalar. Bu durumda bile, daha da iyi duruma getirmek için çalışmalarına devam etmektedirler. Şimdi özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına yönelik çalışmalar bu ülkelerde hızla sürmektedir. Bugün Almanya’da, sırf rüzgâr enerjisi santrallerinin kurulu gücü 20 bin MW’ın üzerindedir. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisi, endüstrisi gelişmiş ülkelerin gözde enerji kaynaklarındandır. Yeni yapılan binaların çatıları ve dış yüzeylerinin enerji üreten güneş panellerinden oluşması olağan bir uygulama olmuştur. “Almanya’da yeni konutlar metre kare başına 40 kWh enerji tüketiyor. Bu değer bizim ülkemizde ortalama 300 kWh’tır.”* Bir yandan enerjiyi etkin kullanan bu ülkeler, diğer yandan kendi çevrelerini korumak adına kirli teknolojilerini ülkelerinin dışına çıkartmaktadırlar.

Yaklaşan bu küresel tehlikeden insanlığın kurtuluşu; enerjinin etkin kullanımı, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaştırılması, çevreyle uyumlu teknolojilerin kullanılması, çevreye zarar veren teknolojilerin ve fosil yakıtların kullanılmamasıyla mümkündür. Bu arada, elbette ki, atmosferdeki karbondioksiti azaltmak için ormanların geliştirilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar yapılsa bile, dünyanın dengesini bulabilmesi yüzlerce yıl sürecektir. Ama en azından canlıların ve bitkilerin, dolayısıyla insanların kitlesel yok oluşlarının önüne geçilmiş olunacaktır. Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi ise, bu felakete neden olanların ikna edilmesi veya etkisizleştirilmesiyle mümkündür.



* Bilim ve Teknik 2005 Şubat sayısı

** Agy.

* Bilim ve Teknik 2001 Haziran sayısı

* Bilim ve Teknik 2001 Nisan sayısı

* T.S. Uyar, 11 Şubat 2007 Evrensel Hayat

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑