Seçime Doğru Birlik ve İttifak Girişimleri
Tırmandırılan Gericilik, İşçi Sınıfı ve 1 Mayıs
Tırmandırılan Gericilik, İşçi Sınıfı ve 1 Mayıs
Güçler Yeniden Mevzileniyor
Rusya’nın çıkışı
Geçtiğimiz Şubat ayında uluslararası politikaya damgasını vuran gelişme, Almanya’da yapılan “Münih Güvenlik Konferansı”nda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in yaptığı konuşma oldu. Putin’in yaptığı konuşma; duvarların yıkılmasından sonra, ABD’nin uluslararası politikada, bütün uluslararası kuralları ayaklar altına alarak, ama tek başına, ama BM veya Nato’yu yanına alarak, tek süper güç olarak her söylediğini yaptığı bir dönemin yaşandığını, artık böyle gitmemesi gerektiğini ilan etmesi bakımından son derece önemliydi. Bu konuşma, yarattığı büyük etkiyle, hem konferansta hem de uluslararası politikada ciddi dalgalanmalar yarattı. Konferansın ardından gelen haftalarda Rusya tarafından yapılan açıklamalar -ABD’nin Doğu Avrupa’ya füze sistemleri yerleştirmek istemesine karşı ve Rusya’nın güvenlik doktrininin değiştirilmesine ilişkin-, Putin’in çıkışının anlık, fevri bir çıkış olmadığını açıkça ortaya koydu.
Putin’in söyledikleri üzerine özellikle ABD’den açıklama ve değerlendirmeler –yeni soğuk savaş gibi yanlış adlandırmalar içeren değerlendirmeler vb.– gelirken, etkin diğer büyük devletler tepkilerini pek belli etmediler, daha sonra sessizliği Almanya bozdu. Ancak uluslararası politikada genel olarak, bu konuşma, “Putin’in tarihi çıkışı” olarak yorumlandı. Gerçekten de konuşmanın içeriğine bakıldığında, bu çıkışın, zaman zaman hoşnutsuzluğunu çeşitli biçimlerde ortaya koyan Rusya’nın son yıllardaki en net tavrı ve çıkışı olduğu görülmektedir. Putin çok net ve açık ifadelerle ABD’nin izlediği politikalara karşı çıkmış, ABD’nin tek kutuplu dünya özlemi içerisinde olduğunu söylemiş, onu uluslararası politikada keyfi davranmakla suçlamıştır.
Putin’in söylediklerinin tam anlaşılması için konuşmayı ve Konferas’ta alınan tutumları satırbaşları ile de olsa özetlemek gerekiyor. Putin şunları üzerine basarak söyledi: “Tek kutuplu dünya düzeni ve ABD öncülüğündeki Batı politikalarını uygun bulmuyorum. Tek merkezli bir gücün dünyayı yönetmesi çabası doğru olamaz. Tek merkezli bir dünya demokrasi için de doğru bir algılama değildir. Demokrasi, çoğunluğun isteklerinin azınlığın hakları ihlal edilmeden yerine getirilmesi olmalıdır. Biz silahsızlanma konusunda şeffafız, ama ABD ve birçok ülkede bu şeffaflığı göremiyoruz. Bize sürekli demokrasiyi öğretmeye çalışanlar, demokrasinin gereğini yerine getirmiyorlar. ABD her şeyin üzerinde davranıyor. ABD, ulusal güvenliği gerekçe göstererek ulusal sınırları tanımıyor. Bu büyük bir çatışma yaratıyor. Tek yönlü eylemler çatışmaları çözmüyor, aksine kötüleştiriyor. Hiç kimse uluslararası hukuka saygı göstermiyor. (Putin yeni bir uluslararası hukuk istiyor.) NATO bir dünya kurumu değildir. Hükümet dışı kuruluşlar (NGO) başka ülkelerin güdümünde faaliyet gösteriyorlar. Bu kabul edilemez. Rusya’da NGO’ları sıkı biçimde izletiyorum. Eğer İran’ın nükleer çalışmaları sorunsa, bu, İsrail, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore ile birlikte ele alınmalıdır. Kuzey Kore nükleer denemeyi yaptı bile. ABD’nin, ‘önleyici müdahale’ yaklaşımı ve uygulamasının doğru olmadığı ve çatışma alanlarını daha da artırdığı ortaya çıkmıştır.” Ayrıca Putin, Amerikalı senatörlerin sorularına karşı, “İran’a nükleer materyallerin Batı tarafından verildiği” yanıtını da verdi.
Putin, konuşmasında ayrıca, NATO’nun genişlemesinden duyduğu rahatsızlığın da altını çizdi. Varşova Paktı lağvedilirken, Rusya’ya kendi güvenliği açısından sözler verildiğini, ancak NATO’nun genişlemesi ile Batı’nın Rusya sınırına askeri güç yığdığının görüldüğünü vurguladı. “NATO’nun, ülkelerin çoğunluğunun üye olduğu bir dünya kurumu olmadığını, bu nedenle bütün dünyayı temsil eden bir güç gibi davranamayacağını, uluslararası sorunların çözüleceği zeminin BM olduğunu” belirtti. Putin, ABD’nin BM’yi dikkate almadığını anımsatarak, Rusya’nın da gerekli gördüğünde –özellikle nükleer silah kullanımı konusunda– aynı yöntemi kullanabileceğini de ima etti.
Açıkçası, Rusya devlet Başkanı olarak Putin, ABD politikalarını a’dan z’ye köklü bir eleştiriye tabi tutmuş, ABD’nin tek süper güç olarak dünyaya hükmetmesine, onu kendi çıkarları temelinde şekillendirmesine, çıkarlarını ebedileştirmek için attığı adımlara kesin bir dille karşı çıkmıştır. Ardından, geçtiğimiz günlerde –Mart sonuna doğru– Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, açıkça ABD’yi hedefleyerek, Moskova’da düzenlenen Rusya Dış Politika ve Savunma Konsey toplantısında, Putin’in sözlerini farklı perdeden tekrarladı. Lavrov, “ABD artık dünyanın efendisi olamaz. Tek kutuplu dünya projesi yürümedi, ama ABD bunu kabul etme cesaretini gösteremiyor.. ABD’nin yaratmak istediği tek efendili dünya politikaları artık iflas etmiştir. Günümüzde uluslararası siyasete baktığımızda tek kutuplu dünya fikrinin, ABD’nin hegemonya projesinin gerçekleşmesi mümkün olmayan hayaller kategorisine geçiş yaptığını görüyoruz… Günümüzde ABD’nin dünyadaki etkisi, Rusya’nın giderek artan ağırlığı karşısında cılız kalmaya başladı.. ABD’nin tek kutuplu dünya planlarının tasarlandığı gibi yürümediği artık bariz biçimde gözleniyor, ancak Amerika yutkunup bu gerçeği kabul etme cesaretini de hala gösteremiyor” dedi. Rusya bu açıklamalarla kalmadı, ulusal güvenlik doktirinini de buna uygun olarak değiştirdi. “Uluslararası terörizm” baş tehlike olmaktan çıkarıldı, “Batı ve NATO’dan gelen tehdit”, ilk sıraya kondu.
Bütün bu açıklamalar alt alta konduğunda ve Rusya’nın attığı pratik adımlar dikkate alındığında, Rusya’nın ABD’ye karşı politikasında ciddi bir dönüşümü gerçekleştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Rusya çözülüş ve dağılma döneminin ardından katlanmak, sineye çekmek, cılız karşı koyuşlarla yetinmek zorunda olduğu ABD politikalarının artık tam karşısında durmanın zamanının geldiğine inanmaktadır. Rusya bunu yaparken, kuşkusuz akıllıca bir politika izlemekte, örneğin AB’nin etkin ülkelerine uluslararası durumun değişmekte olduğunu hatırlatmakta, onların önüne faklı bir platform açmaktadır.
Rusya’nın çıkışının altında yatan nedeni nasıl açıklayabiliriz? Rusya, kendi yayılmacı emelleri olan, bunun için gerekli kaynaklara sahip emperyalist bir ülkedir. Eski devlet biçiminin (bu yanlış olarak sosyalizmin yıkılması olarak adlandırılıyor. Oysa sosyalizm ellili yılların ortasından itibaren tasfiye edilmiş, içerde devlet kapitalizmini, dışarıda emperyalist iddiaları takip eden bir yönetim biçimi oluşmuştu) dağılmasından sonra Rusya uzun süre bunun etkilerini yaşamış, ancak daha sonraları yavaş yavaş toparlanmaya başlamış, potansiyelini yeniden kullanır olmuştur. Hatırlatmak gerekir ki, Rusya’nın sosyalizm döneminde edindiği çok ciddi bir sanayi, bilim ve teknoloji birikimi vardır ve ülke zengin doğal kaynaklara ve enerji potansiyeline sahiptir. Doğalgaz ve petrol gibi enerji kaynaklarına sahip olması, bunlara sahip ülkelerle olan tarihsel ve ekonomik bağları ve bunların enerji kaynaklarının da ihraç edilmesinde kilit pozisyonda olması, Rusya’nın toparlanmasına hizmet etmiştir. Köklü devlet geleneğinin olmasıysa bu toparlanmayı kolaylaştırmıştır. Toparlanan Rusya, ABD’nin Rusya’yı kuşatma ve “ayıyı ininde boğma” politikasına artık karşılık verebilir, kendi çıkarlarını daha iyi savunabilir bir durumdadır. Putin’in çıkışı, ABD’nin dizginsiz emperyalist yayılmasına karşı, emperyalist emelleri olan başka bir büyük gücün açıkça açtığı ilk bayraktır. Bir süreden beri kutuplaşma eğilimlerinin güçlendiğini dikkate aldığımızda, Rusya’nın bu tutumunun, diğer bazı büyük devletleri de daha net tutum belirlemeye zorlayacağı açıktır. Ayrıca bu çıkışın zamanlaması da önemlidir. Rusya, ABD’nin uluslararası planda prestij yitirdiği, Irak’ta yeterince dayak yediği, Afganistan’daki olayların farklı gelişmeye başladığı, ABD ekonomisinin zorlanmaya başladığı bir dönemde bu çıkışı gerçekleştirmiştir.
İŞLER NEREYE DOĞRU GİDECEK? BÜYÜK DEVLETLER NASIL MEVZİLENECEK?
Rusya’nın bu tutumu uluslararası arenada güç ve egemenlik peşinde koşan büyük emperyalist devletler arasındaki ilişkileri ve dünya çapında uluslararası mevzilenmelerin oluşumunu nasıl etkileyebilir?
Putin’le aynı Konferans’ta konuşan Almanya Başbakanı Merkel, “AB’nin bir savunma politikasının olmadığından ve uluslararası platformda ortak politika izleyememesinden” yakınmış, son zamanlarda da bunun gerçekleşmesi gerektiğini söylemişti. Putin’in konuşmasına asıl yankıyı ise, Almanya, Dış İşleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in ağzından verdi. Steinmeier, Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung gazetesine yazdığı makalede (Mart sonuna doğru), Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze sistemleri kurmayı planlayan Bush yönetimini kastederek, özetle şöyle demektedir: “Avrupa’da yeni bir silahlanma yarışı istemiyoruz. Bu Avrupa’yı böler… Hiç kimse kısa dönem çıkarları için Avrupa’yı ‘eski’ ve ‘yeni’ diye bölmeye kalkmasın… Füze sistemi, yeni bir silahlanma yarışı için gerekçe olmamalı. Soğuk Savaş’ın üzerinden 20 yıla yakın zaman geçmişken, ABD’nin silahlanma yarışı başlatmasına kimse izin vermemelidir…” Yazısında füze savunma sistemiyle ilgili tartışmaların Avrupa’yı bölmemesini isteyen Steinmeier, “Bu konularının tartışılacağı platform NATO’dur. Amaçsa kimseyi rahatsız etmeyecek ortak bir karar almak olmalı” demektedir. ABD, savunma sistemini, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurmayı hedefliyor. Rusya’ya göreyse, bu plan, ABD’nin Moskova’ya karşı bölgede güçlenmek istemesi anlamına geliyor ve Rusya buna kesinlikle karşı.
Almanya, Steinmeier’in kaleminden, ABD’yi, Avrupa’da at oynatmaması için uyarmaktadır. Almanya, Avrupa Birliği’nin en etkin ülkesidir ve Doğu Avrupa’yı da kendi nüfuz alanı olarak görmektedir. Almanya, özellikle Fransa’yı da yanına alarak, AB’yi dünya çapında bir güç merkezi yapma politikası izlemektedir. Oysa ABD’nin Avrupa’nın etkin ve büyük devletlerine biçtiği rol, dünya çapında ABD stratejilerine bağlanmaları, burada ikincil önemde bir rol oynamaya razı olmalarıdır. Almanya ve Fransa, birkaç yıl öncesine kadar, kendi ayrı çıkarlarını merkeze alan daha kararlı bir politika izleme yönünde sinyaller verirken, son bir iki yılda, özellikle de Almanya seçimlerinden sonra, bu sinyaller oldukça –bu ülkeler kendi iç sorunları ile uğraşmış, Almanya Afganistan’a birlik göndermiş, ama güçlü bir politika izleyememişlerdir– zayıflamıştı. Öyle anlaşılıyor ki, büyük Alman patronları ve holdingler hükümeti eski politikayı güçlendirme ve ilerletme yönünde yeniden topuklamışlardır. Aslında Almanya’nın bağımsız emperyalist çıkarları da bunu gerektirmektedir.
Seçim dönemine giren Fransa’nın, şu sıralar bu konularda güçlü ses vermesi beklenemez. Ancak seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Fransa’nın ABD çıkarlarına hizmet edecek bir politika izlemesi olanaklı değildir. Fransa, Afrika’daki eski sömürgelerinde ABD ile karşı karşıya gelmekte, bu iki emperyalist devletin çıkarları çatışmaktadır. Fransa İran konusunda da daha aktif olmak istemektedir. Fransa’nın kendi bağımsız emperyalist çıkarları olmakla birlikte, Almanya ile birlikte hareket etmesi hemen hemen kesin gibidir.
Eski güçlü sömürgeci ve emperyalist güç İngiltere, baştan beri ABD ile birlikte davranmakta, AB üyesi olmakla birlikte, Anglo-Sakson politikalar izlemektedir. Olayların gelişmesinde büyük sürprizler olmazsa, İngiltere –şu sıralar İngiltere’de, son dönemlerde izlenen politikalar ciddi bir biçimde tartışılmaktadır– kendi bağımsız çıkarlarını gözeterek, ABD ile birlikte davranacaktır.
Üzerinde çok fazla demagoji yapılan diğer büyük bir devlet de Çin’dir. Çin hızla büyüyen bir ekonomiye, ciddi bir dış ticaret fazlasına sahiptir. Askeri yatırımlara ve silahlanmaya ayırdığı parayı sürekli artırmaktadır. Ancak tüm bunlara karşın, Çin, henüz dünya çapında rol oynayabilecek emperyalist bir büyük devlet olarak rüştünü ispatlamış değildir. Ekonomisi ilerleyip güçlenmeye de, yağmalanıp çökertilmeye de açıktır. Dünya ekonomisinin zincirleme biribirine bağlılığı, Çin’e karşı spekülatif ekonomik eylemleri engellemektedir. Ancak ilişkilerin sertleşmesi durumunda işlerin nasıl bir yön alacağı, büyük bir soru işaretini de bağrında taşımaktadır. Ama Çin, kendi bölgesinde büyük bir güçtür ve dünya egemenliği için mücadele veren güçlerin dikkate almadan edemeyeceği bir ağırlık taşımaktadır. Çin, ABD tarafından da stratejik ilişki geliştirilecek bir ülkedir ve Çin, ABD devlet tahvillerine yatırdığı ticaret fazlası dolarlarla, ABD ekonomisine kaynak aktaran –diğer büyük finansörler, petro-dolarlarıyla Araplar ve Japonlar vb.’dir– güçlerden biridir.
Rusya, Çin’i ve Hindistan’ı kendi safına kazanmak istemekte, bu devletlerle stratejik ilişkiler geliştirmeye çalışmaktadır. Bu ülkeler kendi aralarında özel anlaşmalar yapmakta, enerji hatları inşa etmekte, bu ülkelerin bölgesel çıkarları ABD çıkarları ile çelişmektedir. Kuşkusuz bu devletlerin kendi çıkarları, tarihsel geçmişi bulunan anlaşmazlıkları bulunmaktadır. Ama dışarıdan gelen güç –ABD-, bunları birlikte davranmaya zorlamaktadır.
Dikkate değer diğer büyük güç Japonya’dır. Japonya şimdilik, bölgede ABD’ye en yakın güç olarak durmaktadır. Ancak Japon ekonomisi ciddi birikimi olan, kendi bağımsız çıkarları olan güçlü emperyalist bir ekonomidir. Japonya, ikinci dünya savaşından sonra, ilk defa askeri alanda ciddi adımlar atmaya başlamış, silahlanmaya yönelmiştir. Farklı bir gelişme olmazsa, ABD ile ortak hareket etme eğilimi daha güçlü basmaktadır.
Kuşkusuz bütün bu kamplaşma eğilimleri, daha çok bugünkü gelişmeleri yansıtmaktadır. Büyük devletlerin şu ya da bu biçimde kendi çıkarlarını gütme politikası, kuşkusuz hayli eskidir. Vurgulanmak istenen şudur ki; ortada henüz şekillenmiş kamplaşmalar, bu kampların belirlenmiş devletleri yoktur. Köprülerin altından çok sular geçecektir. Ama bugünden ileri sürülebilir ki, ABD ile Rusya aynı kamp içinde yer almayacaktır. AB’nin Rusya ile mi yoksa ABD ile mi birlikte davranacağı, yoksa bağımsız bir güç odağı olarak mı –AB’nin kendi iç birliğini koruma, Almanya ve Fransa’nin liderliğini kabullenme, İngiltere’nin durumu, Doğu Avrupa gibi pek çok sorunu bulunuyor, henüz homojen bir görüntü vermiyor– yükseleceği ve olası kamplaşmanın şeklini bütünüyle değiştireceğini kestirmek güçtür. Bunun için olayların biraz daha gelişmesini beklemek gerekecektir.
Ama altını çizmek gerekir ki, bugün ABD hala dünyanın tek süper gücü ve dünyanın en büyük ekonomisidir. Ama gerilemekte ve özellikle Irak’da, Afganistan’da sürekli dayak yemekte ve yıpranmaktadır. Diğer iddialı güçler bunu görmekte, ABD’nin daha fazla yıpranmasını, güç ve prestij kaybetmesini ellerini ovuşturarak izlemektedirler. Rusya’ysa, artık sadece izlemeyelim, karşı ataklar da geliştirelim demektedir.
Bu bölümün sonunda kısaca vurgulamak gerekir ki, iddialı büyük devletler arasındaki ilişkiler, yumuşamaya doğru değil, karşı karşıya gelmeye, sertleşmeye, kol bükmeye doğru gitmektedir. Bir dönem bu sürecin böyle devam edeceğini beklemek, ancak yeni gelişmelerin hızlı ve sert dönüşümleri beraberinde getirebileceğini gözardı etmemek gerekir.
TÜRKİYE NE YAPIYOR, NE YAPACAK?
Putin’in açıklamalarını büyük bir dikkatle takip eden ülkelerden birisi de Türkiye oldu. Bu konuda herhangi bir resmi açıklama yapılmadı, ancak bazı çevreler bunun Türkiye’nin önüne açılmış yeni bir olanak olduğunu ilan ettiler. Daha önce de, özellikle bazı emekli generaller, Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşması, hatta “Şanhkay Beşlisi” –Rusya, Çin, Hindistan, Kazakistan,….– ile birlikte davranması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Bu konuda dikkati çeken ‘resmi’ bir gelişme, Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesinin, Putin’in konuşmasının orjinal metnine link vermesi oldu!
Devleti yöneten kesimlerden bazılarının sessizce onayladıkları Rusya’nın bu çıkışı, Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Sessiz onay verenler, bunun Türkiye’nin manevra alanını genişleteceğini, ABD ve AB’den gelen baskılar karşısında nefes aldıracağını düşünmektedirler. Yani, bir nevi Tanzimat Politikası. Türkiye, büyük devletler karşısında bir ‘denge politikası’ izleyebilir mi? Türkiye böyle bir olanağa sahip mi?
Bu sorunun yanıtı, ülkenin bugün içinde bulunduğu uluslararası ilişkiler sistemi içinde bulunmaktadır. Türkiye, asıl olarak ABD’ye bağımlı, ABD’ye bağımlılık politikalarını terketmeden AB’ye girmeye çalışan bir ülkedir. Bağımlılığın anlamı, ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik vb.. bağımlılıktır. Sıkça dile getirilen “ekonomisini IMF’ye, iç politikasını AB’ye, dış politikasını ABD’ye teslim etmiş bir ülke” tablosu, genel hatları ile ve kabaca bu bağımlılığı tarif etmektedir.
Ancak Türkiye’nin, bir süredir ABD ve AB ile, her birinin farklı boyutları olan anlaşmazlıklarının olduğu gizlenemez durumdadır. Türkiye’nin asıl efendisi ABD’dir ve onunla ilişkileri, özellikle ilk Irak’a yönelik ABD saldırısı ve ardından gelen işgal dönemi süresince, gerilimli bir zeminde yürümektedir. ABD ile bazı politikalarda anlaşmakta, bazılarında ise çelişmektedir. ABD, generaller içinde tayin edici konumda olanlar aracılığı ile, Türkiye’yi ABD’nin bölge politikalarına sıkıca bağlamak istemektedir. ABD’nin hükümetle de yakın ilişkileri bulunmakta, Erdoğan ve Gül gibi isimlerle, söz konusu generaller kliğini ortak davranmaya zorlamaktadır. Bu durumun iç politikadan kaynaklanan bazı zorlukları olsa da –laiklik vb-, bunun aşılabileceği düşünülmektedir. Gerçek durum da bu yöne doğru gelişmektedir.
Türkiye’de egemen sınıfları son dönemde karakterize eden özelliklerden birisi, bu sınıfın farklı kliklere bölünmüş olduğu –bu elbette yeni bir şey değil, ancak bölünme derinleşmiştir– gerçeğidir. Bu klikler, zaman zaman bazı iç politik olaylar üzerinden, zaman zaman dış politik gelişmeler üzerinden hesaplaşmalara girişmektedirler. Türkiye üzerinde büyük emperyalist devletlerin baskısı artıkça ve belli politika uygulamaları gündeme geldikçe, bu hesaplaşmaların sertleşeceği de bir gerçektir.
Egemen sınıfları bu dönemde karakterize eden ikinci özellik; bir taraftan emperyalizme bağımlılıktan kaynaklanan çaresizlik ve boyun eğme, büyük devletler karşısında zayıflık ve teslimiyet, onlarsız ayakta duramama ihtimali, diğer taraftan halk karşısındaki zayıflıklarıdır. Türkiye ABD karşıtlığının çok yüksek olduğu bir ülkedir ve özelikle Müslüman komşularına karşı ABD yanında girişilecek her eylem, güçlü bir anti-Amerikan, anti-emperyalist bir hareket doğurmaya adaydır. Halk hareketinin bu dönemde nispeten düşük ve durgun olması, böyle bir hareketlenmenin olmayacağının garantisi değildir. Egemen sınıflar, halkın duygu ve düşünceleri, bunların oluşturduğu atmosfer ile emperyalistlere daha fazla bağlanma arasında büyük zorluklar yaşamaktadırlar ve yaşayacaklardır. Bu, egemen sınıflarla halk kitleleri arasındaki ilişkinin özellikle bu dönemde gerilimli ve patlamalara açık bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Egemen sınıflar, emperyalizm karşısında bir “tercih” yapacak durumda değildirler. Onlar, emperyalist destekteki azalmanın kendilerini halk karşısında iktidarlarını sürdüremeyecek duruma getireceğini çok iyi görmektedirler.
Bütün bu nedenleri dikkate aldığımızda, egemen sınıfların bir bağımlılık ilişkisini kesip atmasının olanaklı olmadığını görürüz. Rusya’nın çıkışı onları bir miktar rahatlatmakla birlikte, farklı bir şey yapabilecek durumda değildirler. Onlar daha çok “idare etme ve gelişmeleri gözleme”, açıkça ABD’ye karşı koyamayacakları durumlarda boyun eğerek kendilerine dayatılan politikaları uygulama durumundadırlar. İçeride Kürt sorunu ve bu sorunun uluslararası düzeyde aldığı biçim, emperyalist parlamentolarda Ermeni meselesinin ülkeyi belirli politikalara boyun eğdirmek için sürekli ısıtılması, Kıbrıs sorunu egemen sınıfları sıkıştırmaktadır. Bölgedeki gelişmeler de sürekli tırmanma eğilimindedir ve bütün dünyada yaşanmaya başladığı gibi, ülkeyi de gerginliklerin ve güç denemelerinin artarak devam edeceği bir süreç beklemektedir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar için yaşam zorlaşırken, mücadele zemini genişlemekte ve güçlenmektedir. Gelişmeler önümüzdeki dönem için, ülkenin emperyalizmden bağımsızlığı sorununu daha yakıcı bir sorun haline getirmektedir. Türkiye, ABD tarafından Ortadoğu batağına çekilmek, İran’ın üzerine sürülmek istenmektedir. Halk kitleleri bu politikalara kesinlikle karşıdır ve süreç onları halkın ve ülkenin bağımsız çıkarlarını izleme konusunda daha fazla rol almaya zorlamaktadır. Sorun ülkenin kaderi sorunuysa, bu kaderi kimin belirleyeceği kilit bir meseledir ve işçi ve emekçi yığınlar, ülkenin kaderini ellerine almak için öne doğru hamle yapmak zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar.
Beşikçi Tarihi Nasıl Okuyor?
I. EMPERYALİZMİN BÖLGE POLİTİKASI VE KÜRT SORUNU
Kürt sorununun bugünkü karakterini kazanması ve bölge gericiliklerinin Kürt sorunu karşısındaki tutumlarının belirlenmesi bakımından, son on yıllardaki gelişmeler saklı tutulmak kaydıyla, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde geliştirilen politikalar önemli bir rol oynamıştır. Emperyalist savaştan sonra, bu paylaşım savaşından galip çıkan Britanya ve Fransa emperyalist devletleri, Ortadoğu ve egemenlikleri altına aldıkları yerlerde, çıkarlarına hizmet edecek yönetimler oluşturmuşlardı. Dünyanın en büyük petrol kaynaklarının bulunduğu, dolayısıyla emperyalistlerin enerji ihtiyaçları bakımından büyük önem taşıyan Ortadoğu’nun haritası, bu emperyalist paylaşım sonucu çizilmiş; bölgede ülke ve devlet sınırları bu paylaşım tarafından belirlenmiş ve İngiliz ve Fransız mandası altında Arap devletleri kurulmuştu. Bu paylaşım sürecinde Kürdistan coğrafyası, Türkiye ve İran’ın yanı sıra İngiliz mandası altındaki Irak ve Fransız mandası altındaki Suriye sınırları arasında bölünmüştü. Bu döneme ait İngiliz belgeleri, sınırların nasıl oluşturulduğu konusunda açıklayıcı bilgiler içermektedir. İngilizlerin ‘Irak Yüksek Komiserliği Vekili’nin, Kürtlerin varlığının reddi üzerinden ulus-devlet oluşturma politikasını izleyen Türkiye yönetimi ile yapılan sınır görüşmeleri konusunda söyledikleri bu bakımdan dikkat çekicidir: “Türklerin Güney Kürdistan kararlılığı bizim Irak’taki Kürt bölgelerine özerklik vereceğimiz inancına dayanmaktadır. Bu, Türk idaresine bırakılan Kürtlerin tepkisine yol açacak ve bunları özerklik istemeye zorlayacaktır.(…) Türkiye’ye değişen bu koşullarda Sevr anlaşmasında yer alan Kürtlere özerklik fikrinden vazgeçtiğimizi ve amacımızın Musul tarafındaki sınıra kadar olan tüm Kürt bölgelerini Mezopotamya’da birleştirmek olduğunu resmi olarak taahhüt edersek, sınır görüşmelerinin önemli ölçüde rahatlayacağını düşünmekteyim.”(1) Bu politika doğrultusunda Türkiye-Irak sınırı, Türkiye’nin Kürtlere özerklik verileceği konusundaki kaygılarının giderilmesi ve önemli petrol yatakları olan Musul-Kerkük üzerinde hak iddia etmesinin önüne geçilmesi amacıyla, Güney Kürdistan’ın Irak topraklarına dahil edilmesi temelinde belirlenmişti.
Kürt sorunu konusundaki çalışmalarıyla bilinen ve bu konuda söyledikleri birçok çevre tarafından takip edilen İsmail Beşikçi, Tîroj Dergisi’nin 23. sayısının dosyasında yer alan yazısında, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde “Kürdistan’ın ve Kürtlerin ülke olarak bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması”nı Ortadoğu tarihini ilgilendiren “en önemli olay”(2) olarak değerlendirirken, ‘Ortadoğu’da Devlet Terörü’ adlı kitabında da “Ortadoğu’da emperyalizmin kendini nasıl ürettiği” sorusuna verdiği yanıtta, Tîroj Dergisi’ndeki görüşünü tekrar ederek:“Ortadoğu’da emperyalizm etkenini esas olarak Kürdistan’ın bölünmesinde, parçalanmasında ve paylaşılmasında aramak gerekir” (3) demektedir.
Beşikçi’nin sorduğu “emperyalizmin Ortadoğu’da kendini nasıl ürettiği” sorusuna yanıtın başka bileşimler ve gelişmeler üzerinden değil de Kürdistan merkezli olarak verilmesi, yirminci yüzyılın başlarından itibaren Kürt sorununun tüm Ortadoğu ve bölge politikalarını ve buraya yönelik emperyalist stratejiyi belirleyici “esas unsur” sayılması anlamına gelir. Bu ise, nasıl ifade edilmeye çalışılırsa çalışılsın, emperyalizmin karakteri, politikaları, iç çelişkileri ve bölgeye ilişkin planlarının birbirleriyle ilişkili olarak irdelenmesinin yerine, tüm bunların “Kürdistan’ın bölünmesi” ile izaha kalkışılması olacaktır ki, bunun sakatlığı daha baştan bellidir. Fakat Beşikçi tam da bunu yapmıştır, yapmaya devam etmektedir. Oysa Ortadoğu’daki gelişmelerin doğru kavranması her şeyden önce bölge halklarının çıkarları bakımından gereklidir ve Kürt sorununun ve Kürtlerin ulusal özgürlüğünün bölge halklarının anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri bakımından teşkil ettiği muazzam önemin anlaşılması yönünden de önem taşımaktadır. Ama Beşikçi, emperyalistlerin Kürt sorunu konusunda uyguladıkları politikaları değerlendirirken, sonucu nedenin yerine koyarak, süreci tersinden tarif etmeye çalışmakta; bölgenin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan galip çıkan İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında paylaşılması ve sınırlarının bu emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda belirlenmesinin neden olduğu gelişmeleri bağlantıları içinde ele almamakta ve emperyalizmin bölgedeki varlığını “esas olarak” Kürt topraklarının bölünüp parçalanmasıyla izaha çalışmaktadır. Emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesini, emperyalizmin bölgedeki varlığını, güç ve ilişkilerini “Kürdistan’ın parçalanması” ile izah etmek; olay ve gelişmelerin merkezine Kürdistan’ı koymak ve uygulanan politikaları sadece bu temel üzerinden değerlendirip açıklamak, ilk bakışta Kürt halkının çıkarlarının ‘ilerden’ bir savunusu olarak görülmeye uygundur. Ancak bu ilk bakış, “tüm”ü; ilişki ve çelişkilerin bütününü görmeye yetmemektedir ve Beşikçi’nin en hafif deyişle yanılgısı da, bu “bütün”e bakamamasından kaynaklanmaktadır. Ancak biliyoruz ki, sorun, Beşikçi açısından basit bir yanılgı sorunu değildir. O, bu konuda ısrarlıdır ve suçlamalarını sadece gerçeğin bir yönü üzerinden sürdürmektedir. Gerçeğin öteki yanlarında nelerin durduğu ise onu ilgilendirmemektedir.
Oysa hiç değilse bugün, Kürt sorununa doğru bir yaklaşım için, öncesini bir yana bıraksak bile, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bu yana emperyalist güçlerin bölge politikalarını ve bu temelde bölge gericilikleri ile ilişkilerini doğru olarak ortaya koymak gerekmektedir. Yazımızın başında yer verdiğimiz, İngilizlerin Irak Yüksek Komiserliği Vekilliği’nin Türkiye sınırının belirlenmesi/Kürt coğrafyasının parçalanması ile ilgili olarak raporunda, İngiliz yetkili, Musul-Kerkük’ün kendi bölgelerinde kalması için, “değişen koşullarda Kürtlere özerklik fikrinden vazgeçtiklerini açıklamaları”nın yeterli olacağını belirtmektedir. Bu rapor, İngilizlerin Kürtler konusundaki tutum ve politikasının emperyalist çıkarlarının korunmasını esas aldığını; başka bir söyleyişle, Ortadoğu ve Kürt topraklarının parçalanmasının İngilizler başta olmak üzere emperyalistlerin bölgedeki çıkarları tarafından belirlenen politikaların ürünü olarak ortaya çıktığını ve bölge ülkeleriyle ilişkilerin de yine bu çıkarlara göre ve kuşkusuz Kürt halkının da esaret altına alınması pahasına şekillendirildiğini bir biçimde ortaya koymaktadır. Beşikçi’nin hatalarından biri, nedenleri ya görmemek ya da işine geleni görüp ötekileri bir yana atarak, ilişki ve gelişmeleri, sonuçlardan sadece biri ya da birkaçıyla izaha çalışmaktır. Bu tutum ve anlayışın, Kürt halkının ulusal-demokratik mücadelesinin gerçekten bağımsızlıkçı anti-emperyalist bir çizgide gelişmesine hizmet etmediği açıktır. Emperyalistlerin bölgedeki politika ve stratejilerini dünya toprakları, pazarları ve kaynakları üzerindeki paylaşım kavgalarından soyutlayarak, sadece Kürt sorunuyla bağlantılı izaha çalışmak bilimsel bir yaklaşım olmadığı gibi, Kürtlerin bölgenin öteki “mazlum milletleri”yle ilişkilerinin tam hak eşitliği temelinde ve bağımsızlıkçı bir çizgide belirlenmesine de hizmet etmemektedir.
ABD emperyalizminin 2003’te Irak’ı işgal etmesinden sonra Güney Kürtlerinin Irak Kürdistanı’nda Federe Kürt Hükümetini kurmaları tek veri alınarak, ABD işgali ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak da tarif edilmiş bulunan emperyalist bölge politikası kapsamındaki yer ve ilişkileri ne olursa olsun, Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme yönünde attıkları bu adım esas alınarak ve sadece bu temelde Amerikan politikalarının değerlendirilemeyeceği; ABD-İngiliz politikaları ve stratejisinin, bölge ve Kafkasya, Ön Asya ve Kuzey Afrika dahil çok geniş alana ilişkin paylaşım kavgaları kapsamındaki politikalardan arındırılarak ele alınamayacağı açıktır. Beşikçi’nin sözcüklerini kullanırsak, emperyalist işgalin “emperyalizmi ve bölge üzerinde egemenlik politikasını üretmediği” söylenemez. ABD emperyalizmi, Kürtlerin kazandığı ‘statü’yü kendi gerici emelleri için kullanmaya çalışmış ve çalışmakta; Kürt, Türk, Arap, Fars halklarını düşmanlaştırarak bölgedeki varlığını kalıcılaştırma hesapları yapmaktadır.
ABD emperyalizmi, Irak Kürtlerinin ‘federe devlet’ oluşturmalarını diğer ülkelerde yaşayan Kürtleri etki altına almak için de kullanmak istemekte, yanı sıra Kürt sorunuyla ilişkili-muhatap bölge ülkeleri yönetimlerini köşeye sıkıştırmak amacıyla bu durumu istismar etmekte; öte yandan kendi işbirlikçisi olan ve Kürt sorununda gerici şoven politikalar uygulayan Türkiye egemenleri ile “teröre karşı ortak mücadele” gibi söylemlerle oluşturulan ‘koordinatörlük’ gibi araçlarla, Kürt sorununu, Türkiye egemenlerinin kendi emperyalist bölge planları içerisinde daha ileriden rol üstlenmelerini sağlamak için kullanmaktadır. ABD politikası, Kürt sorununun, çözülmesine değil, bölgeye yönelik emperyalist planlarının uygulanmasında kullanılacak bir araç olarak çözümsüz kalmasına dayanmaktadır. Bu bakımdan Kürt halkının geleceğini özgürce belirleyebilmesi ve Ortadoğu’da halklar arasında barış ve kardeşliğin sağlanması için, bölge gericiliklerine karşı mücadelenin, aynı zamanda, ABD emperyalizminin bölgedeki varlığına karşı bir mücadele olması zorunludur.
Tarihsel gelişmelerin Beşikçi tarafından geliştirilen dar ve çarpık yorumu, bugünkü gelişmelerin kavranmasına hizmet etmek bir yana, ABD’nin bölge politikası konusunda kafa karışıklığı yaratmaktadır. Dün emperyalizm etkenini “Kürdistan’ın parçalanması”nda arayan Beşikçi, bugün Kürt halkının “kurtuluşunu” ABD emperyalizminin uyguladığı politikalarda aramaktadır. Beşikçi, ABD emperyalizminin işgal ederek Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ‘merkez ülkesi’ haline getirdiği Irak’ta, işgal sonrasında, Kürtlerin geleceklerini belirlemeleri yönünde oluşan uygun ortam ve bu temelde Güney Kürtlerinin kazandığı statü üzerinden, “Kürtlere karşı soykırım yapan Saddam rejimiyle ancak ABD gibi bir süper güç baş edebilirdi”(4) sonucuna varmaktadır. ‘Ağaca bakıp ormanı görememek’, bu değilse nedir? Beşikçi bu söylemiyle, tam da “Ortadoğu’da emperyalizmi üreten”, emperyalizme demokratik misyonlar biçen bir konumda bulunmaktadır. Tarihsel gelişmeleri burjuva milliyetçi bir anlayışla ele alıp değerlendirmesi, yazarımızın bakış açısını, dün sorunun nedeni olarak gördüklerini bugün kurtarıcı olarak görecek kadar bulanıklaştırmaktadır.
II. SB’NİN BÖLGEDE EMPERYALİZMLE MÜCADELESİ VE KÜRTLERİN DURUMU
Beşikçi’nin “Kürt davasını savunmak” adına tarihsel gelişmelere bu dar çerçeveden bakması, aslında sosyalizmin halkların kurtuluş mücadelesine sunduğu olanak ve birikimlere yabancılığından, sosyalizmle arasına koyduğu mesafeden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, Ortadoğu coğrafyasının İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından bölünüp paylaşıldığı dönemde, dünya emekçileri ve ezilen halkları tarafından coşkuyla karşılanan Ekim Devrimi gerçekleşmiş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştu. Lenin ve Stalin’in önderliğindeki SSCB, hem onlarca halkın özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temelinde bir arada yaşamasının yolunu göstermiş, hem de emperyalist kapitalist saldırganlık karşısında, “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halklar birleşin!” şiarıyla dünya emekçilerinin ve ezilen halklarının kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi olmuştur. Sovyetler Birliği, bu politikasından dolayı emperyalizmin fiili saldırılarına maruz kalmasına ve kuşatma altına alınmasına rağmen, emekçilere ve ezilen halklara verdiği desteği kararlıca sürdürmüştü.
Kendi sınırları içindeki halkların geleceklerini özgürce belirlediği bir ülke olmanın ötesinde, dünyanın her tarafındaki halkların kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi olan SSCB’nin, emperyalist güçlerle arasındaki karşıtlık ve mücadelenin bu kadar açık olmasına rağmen, İ. Beşikçi, Kürdistan’ın emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda parçalanmasının sorumluluğuna, emperyalist ülkelerle birlikte, çatışma halinde oldukları SSCB’yi de ortak etmektedir: “Kürt sorunu, Kürtlerin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, daha doğrusu I. Dünya Savaşı’ndan sonra, ülkesiyle ve halkıyla bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesidir. Bu, Kürtlerin iskeletinin parçalanması ve beyninin dağılması anlamına gelir. Süreç, Kürtlerde böyle bir etki, böyle bir sonuç yaratmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, bu sürecin yaratılmasında, politikanın saptanmasında ve uygulanmasında rol alan başlıca iki emperyal devlet, Büyük Britanya ve Fransa’dır. Bu devletler, bu sürecin gelişmesinde Arap ve Fars yönetimleriyle, Kemalist yönetimle işbirliği yapmışlardır. 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda Büyük Britanya ve Fransa, daha sonraki dönemlerde de Irak ve Suriye, Kürt isteklerine karşı her zaman Türkiye ve İran’la birlikte hareket etmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin Kürt politikası ise Büyük Britanya ve Fransa’nın politikalarından büyük bir farklılık içermemektedir. Kürt sorunu konusunda Moskova’nın politikası da fiilen Kürt karşıtı bir politikadır. Moskova’nın politikası, Londra’nın ve Paris’in politikalarından farklı değildir.”(5)
Beşikçi, onlarca halkın kendi kaderlerini belirlemesi; ulusal, kültürel, demokratik haklarını kullanması, ama aynı zamanda burjuva sınıfın baskısının tasfiye edilerek halklar arasında eşitliğin, sömürüsüz bir yaşamın kurulması konusunda insanlık tarihinin en ileri deneyim ve birikimini yaratan SSCB’yi, “Kürt sorunu konusunda Britanya ve Fransa’dan farklı olmamak” ile eleştirmektedir. Sovyetler’in bölgede, emperyalizm ve gericiliğe karşı verdiği mücadeleyi ve Kürt sorununun kazandığı boyutun bu mücadele içinde oluşan dengeler tarafından belirlendiğini göz ardı eden Beşikçi, sosyalizmin mücadele ve birikimini reddederek, Kürt halkına kurtuluş yolunu gösterme adına “cehenneme giden yolun taşlarını” döşemektedir. Beşikçi’nin Tîroj’da ve başka yazı ve röportajlarında Kürt sorunu üzerinden Sovyet eleştirisini sürdürmesi, sorunun çarpık kavrandığını ve çözüm adına gündeme getirilen yaklaşımların da aynı hastalığı üzerinde taşıdığını göstermektedir. Ulusal hak eşitliği, halkların barış ve kardeşlik içinde yaşaması bakımından bütün dünyaya örnek olan Sovyetler Birliği’nin bölge politikasını peşinen ‘Kürt karşıtlığı’ ile izah etmek, tarihsel gerçeklikten uzak olduğu kadar, sorunun çözümü bakımından da tehlikeli, emperyalizmin karasularında gezinen burjuva milliyetçi yaklaşımı aşamayan bir eğilime işaret etmektedir.
Beşikçi, Sovyet eleştirisini 11 -12 Mart 2006 tarihinde yapılan Kürt Konferansı’nda bir adım daha ileriye taşıyarak “Sovyetlerde yaşayan Kürtlerin geleceklerini belirleme hakkının yaşama geçmediği” noktasına vardırmıştır: “1923 yılında, Ermenistan’la Yukarı Karabağ arasında kalan Laçin, Qelbejer, Kubatlı, Zengilan gibi yörelerde Kızıl Kürdistan adında bir özerk bölge kurulmuştu. Bu yapı 1928’e kadar yaşamını sürdürdü. 1928’de bu özerk yapı dağıtıldı. Kafkasya’dan Orta Asya’ya doğru Kürt sürgünleri başladı. Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile siyasal ilişkileri ister iyi olsun, ister kötü olsun Kafkasya’dan Orta Asya’ya Kürt sürgünlerinin devamlı olarak yapıldığını görüyoruz. 1937’de, 1944’de sürgünler devam etti. Kızıl Kürdistan özerk yapısının neden kurulduğu, neden yıkıldığı incelemeye değer bir konudur.”(6)
Kürt halkının savunuculuğu adına, tarihsel süreç ve gerçeklikten kopartılmış ve bugün Kürt halkının kurtuluş mücadelesine en önemli deneyin ve birikimleri sağlayan sosyalizme yöneltilmiş böylesi bir eleştiricilik, Kürt ulusal mücadelesinin ilerletilmesi ve sorunun demokratik temelde çözümüne yarardan çok zarar vermektedir. Bu bakımdan, söz konusu “eleştirilerin” gerçeklikle ilişkisini açığa çıkarmaya yardımcı olacak olay ve gelişmelerin bir bölümünü hatırlamak/hatırlatmak yararlı olacaktır.
İ. Beşikçi, özellikle 1919 Mayıs’ında Irak Kürdistanı’nda başlayan Şeyh Mahmud Berzenci ayaklanmasının desteklenmediğine dikkat çekerek “1920’lerde Sovyetler Birliği’nin Kürt politikası, Büyük Britanya ve Fransa’nın Kürt politikalarından farklı değildir.” (7) değerlendirmesi yapmaktadır. Berzenci ayaklanmasının başladığı dönemde, Sovyetler Birliği de bir yandan Almanya ile Lenin’in “koşulları dayanılamayacak kadar ağır” olarak nitelediği Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamak zorunda kalırken, öte yandan aynı dönemde Kürdistan’ın dörde bölünmesi konusunda anlaşan Fransa ve B. Britanya emperyalistlerinin saldırı ve işgaline (Fransa ve B. Britanya, destekledikleri Beyaz Muhafızlarla birlikte “Kuzey Rusya Hükümeti” kurmuşlardı. Bkz. Bolşevik Parti Tarihi, sf. 287-288) karşı mücadele ediyordu. Sovyetlerin emperyalist kuşatma ve iç savaş koşulları altında oldukları bu dönemde, ‘Milliyetler Komiseri’ olan Stalin şöyle diyordu: “Emperyalizmin Avrupa’da dövülmüş olan ve bütün dünyayı sıkan zincirleri ilk önce orada, Doğu’da kırılmalıdır…Doğu’yu unutma eğilimi var. Oysa unutulmamalı, çünkü dünya emperyalizminin en büyük yedeği ve en sağlam dayanaklarını temsil ediyor…Komünizmin görevi, Doğu’nun ezilen halklarının yüzyıllık uykusuna son vermek, onları emperyalizme ile savaşmaya itmek ve dünya emperyalizmini en sağlam dayanaklarından ve büyük yedeklerinden yoksun bırakmaktır. Bu olmaksızın sosyalizmin kesin zaferi, emperyalizm üstünde tam bir yengi düşünülemez.”(8)
Stalin’in “Doğu’nun yüzyıllık uykusuna son vermek ve onları emperyalizm ile savaşmaya itmek” olarak tarif ettiği politika doğrultusunda, 1920’de, Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı düzenlenmiştir. (Bu kurultaya, Kemalistlerin engellemeleri ve diğer parçalardaki Kürtlerin dağınıklığı, anti komünist kampanyanın etkisi altında Sovyetlere yönelimin zayıflığı vb nedenlerle Kürt delegelerin katılamamış olması, Kürt ulusal davasının anlatılması ve dünyaya duyurulması bakımından önemli bir kayıp olmuştur.)
Bugünden “dün”e dönerek yöneltilen eleştirilerden biri de, o dönem Sovyetler Birliği dış politikasının, emperyalist kuşatma ve işgale karşı mücadele eden diğer uluslarla ilişkilerde yetersiz kaldığı ya da yanlış bir tutum alınarak yürütüldüğü şeklindedir. Büyük oranda dönemin somut koşullarından soyutlanarak geliştirilen bu anlayış, her şeyden önce, Sovyetlerin henüz yeni kurulmakta ve hala çok sayıdaki dış ve iç düşmanlarla çeşitli türden savaşlar içinde olduğu bir zamanda, sosyalizmin inşası ve yaşatılması gibi hayati önemdeki bir sorunu başarmaya verdiği önceliğin anlaşılamamasına dayanmaktadır. Bundan ötesi ise, açık anti-sosyalizm ve Sovyet düşmanlığı temelinde geliştirilen kapitalist-emperyalist propagandanın yansımalarıdır. Sorun, sosyalist S. B’nin “hataları” sorunu değildir. Öncesi bir yana, altmış yıla yakın bir süredir hemen tüm kapitalist ülkelerde güçlü bir burjuva propaganda ordusu bu “minval üzre” çalışmakta, suçlamalarda bulunmakta ve bu konuda kitaplar çıkarmaktadır. Ama buna karşın, bu “ordu”, karşı karşıya bulunduğu zorluklar ve saldırılara göğüs germenin yanı sıra Anadolu’daki işgale karşı mücadele eden Kemalistlere yaptığı yardımlar başta olmak üzere ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerine verdikleri desteği büsbütün inkar edemeyecek kadar da “gerçekçi olmak” zorunda kalmaktadır. Beşikçi gibileri ise, Anadolu-Mezopotamya halklarının emperyalistlere karşı mücadelesinin desteklenmesini, Cumhuriyet hükümetlerinin Kürtlerin ulusal hak eşitliği taleplerine karşı giriştikleri saldırıları gerekçe göstererek, Kürtlere karşı uygulanan gerici politikalara ve katliamlara verilmiş bir destek olarak sunmaktadırlar. Bu tarihin de, tarihi gelişmelerin de çarpıtılması demektir. Bu çarpıtmadır; çünkü Sovyetler Birliği’nin, Kemalist harekete, onun sınıf karakterini bilerek, ama emperyalizmin bölgedeki güç ve hakimiyetini kırmak amacıyla destek olduğu biliniyor. Bu çok açıktır: Stalin 1920’lerde Kemalist hareketi şöyle değerlendiriyordu: “Kemalist devrim bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet, toprak devrimi imkânlarına karşı yöneliyor.” (9) Bununla birlikte sürekli göz ardı edilen bir diğer önemli nokta, Sovyet yardımının koşulsuz yapılmadığı, Anadolu’da yaşayan halkların çıkarlarının gözetilmesi talebine dayandırıldığıdır. M. Kemal’in yardım talebiyle ilgili olarak, Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in 3 Haziran 1920’de yanıtı, bu bakımdan dikkat çekicidir. Mektupta, ilişki ve yardım konusunda 8 maddelik prensip gündeme getirilmiştir. Bu prensiplerin 4. maddesinde “Türk hakimiyeti altında yaşayan Kürdistan, Ermenistan, Lazistan, Doğu Trakya gibi yerlerde yaşayan bütün milletlerin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkının tanınması gerektiği” (10) belirtilmektedir. M. Kemal de, Lenin’e gönderdiği ikinci mektubunda “Bu prensipler bizim de samimi ve ciddi prensiplerimizdir. Garp devletleriyle olan mücadelemizin esas amacı da budur. Koşulları oluştuğunda ve fırsat bulunduğunda bu kurallar uygulanacaktır”(11) diyerek, bu prensipleri benimsediklerini söylemiştir. Bu dönemde, Amasya Protokolü ve diğer başkaca metinlerde Kürtlerin Türklerle eşit olarak tanındığının belirtildiği, ama Cumhuriyetin ilanından sonra, ulus-devlet oluşturma politikalarına bağlı olarak verilen bu sözlerin tutulmadığı biliniyor.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, Şeyh Sait isyanı ile başlayan Kürt ayaklanmaları sürecinde, Kürt isyan ve kalkışmalarının lokal, çoğu zaman aşiretsel düzeyde kalması, Kürtlerin birbirine karşı kullanılması ve Bakü Kurultayı örneğinde olduğu gibi Kürtler ile Sovyetler arasında doğrudan bir ilişkinin kurulamamış olması gibi etkenler Sovyetlerin “tutumu” ile ilgili olarak gözetilmeden, doğru bir yargıya ulaşılamaz. Bağlı olarak, mesela Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci’nin Sovyetlerden yardım istediği ve 23 Haziran 1923 tarihli Pravda gazetesinde yayımlanan mektubuna gereken yanıt ve desteğin verilmesi meselesi, sadece bu talebin haklı olmasıyla izah edilebilecek bir durum değildir. Söz konusu “mektup”un Pravda’da yayımlanmasını, talebin anlamlı bulunup sahiplenildiğinin göstergesi olarak değil ama “görmezden gelinmesi”nin göstergesi sayanların “niyeti”nin de anlayışının da sakat olduğu ortadadır. Beşikçi de, “Kürtler Üzerinde Hegemonya Nasıl Kuruldu?” adlı makalesinde, Kürt coğrafyasının emperyalist müdahale ve paylaşım sonucunda bölünmesinin halk üzerinde farklı biçim ve boyutlarda ‘yeni’ bölünme ve parçalanmalara yol açtığını belirtirken (12), bunun, Fransız ve İngiliz emperyalizminin bölge politikalarıyla ilişkisini ve onların Sovyetler Birliği’ne karşı izledikleri saldırgan ve yalnızlaştırıcı politik-askeri taktiklerle ilişkisini gözardı etmektedir. Onun, bir yandan emperyalizmin Kürt halkının sadece “coğrafyası”nı değil, aynı zamanda mücadele ve bilincini de parçaladığını söylerken, öbür yandan, Kürt halkı da içinde olmak üzere ezilen ulusların kendi kaderlerini belirlemeleri için çaba gösteren, ancak kendisini kuşatan koşullar nedeniyle bu konuda ancak sınırlı adımlar atabilen Sovyetler Birliği’nin politikasını “Büyük Britanya ve Fransa’nın Kürt politikalarından farklı olmamak” ile eleştirmesi tarihsel gerçeklere dayanmadığı gibi ‘objektif’ bir yaklaşımın ürünü de değildir.
Sovyetlerin, emperyalist müdahale ve kuşatma nedeniyle, bölgede Kürt sorunuyla ilgili gelişmelere müdahalesinin zorunlu olarak sınırlı kalmasının “Kürt karşıtlığı” ile izah edilmesinin somut bir dayanağı yoktur. Bu dayanaksızlık, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde Sovyetlerin geliştirdiği tutum ve politikalara bakılarak da görülebilir. İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde, Sovyetler, bölgede yürüttükleri mücadeleye bağlı olarak Kürt halkıyla doğrudan ilişki geliştirebilmiş; bu ilişki ve Sovyetlerin Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme çabalarını aktif olarak desteklemelerinin de etkisiyle, Ocak 1946’da Mehabad Kürt Cumhuriyeti kurulmuştur. Kürt Cumhuriyetinin, bir yıl sonra ABD ve İngiliz emperyalistlerinin dayatmaları ve onların desteğindeki İran yönetimi tarafından yıkılmasını ise, Sovyetler’in politikasıyla birebir ilişkilendirmek, en hafif deyişle insafsızlık olacaktır. Belgeler ve Batılı büyük emperyalistlerin, aksi tutum alınıp Kürt Cumhuriyeti’ni savunma politikası izlendiğinde savaşı sürdürerek S. B’ni yıkmaya yöneleceği tehditleri savurduğu ve İran yönetimini de bu yönde provoke ettiği göz önüne alınmadan, bu durum doğru olarak değerlendirilemez. S. B’nin içinde olduğu zorluk ve sınırlılıklar görülmek zorundadır. Mehabad Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılması bazı Kürt milliyetçi çevreleri tarafından “Sovyetlerin Kürtlere ihaneti” olarak değerlendirilse de, tarihi belgeler ,Sovyetlerin “İran’da oluşan yeni cumhuriyetlerin savunulmaya ihtiyacı olduğu için” İran’dan çıkmama kararı aldığını, ama bu kararın emperyalistlerin baskı ve dayatması nedeniyle sürdürülemediğini (bazı kaynakların, ABD’nin Sovyetlere, “İran’dan çıkmazsanız sizi atom bombasıyla çıkarırız” tehdidinde bulunduğunu yazması bu bakımdan dikkat çekicidir. Bkz. Turan Yavuz, ABD’nin Kürt Kartı sf. 29,30,31) göstermektedir.
III. SOVYETLERDE KÜRT RÖNESANSI VE KARARTILMAYA ÇALIŞILAN GERÇEKLER
SSCB’nin kuruluş dönemlerinde yaklaşık 60 bin Kürt, Azerbaycan’da Kelbadzhar, Laçin, Kubatlı, Zangelen ve Ermenistan’da Aparan, Basageçar, Talin, Aştarak, Verdin, Kotaik, Achmiadzin gibi bölgelerde yaşamaktaydı. Beşikçi’nin “incelemeye değer bir konu” olarak belirttiği Sovyetlerdeki Kürtlerin durumu, çeşitli burjuva-milliyetçi Kürt çevreleri tarafından, Sovyetlerin ‘Kızıl Kürdistan’ı yıktığı, Kürtleri baskı ve sürgünlere tabi tuttuğu vb. açıklamalarla Sovyetlerin ve sosyalizmin ulusal sorunla ilgili tutum ve politikasının başarısızlığının bir delili olarak gösterilerek, Sovyet deneyiminin bu alandaki büyük başarı ve birikimi karartılmaya çalışılmaktadır.
Sovyet halklarının kendi geleceklerini belirleme haklarını kullanması sonucu oluşan SSCB’de, 150’ye yakın dilin konuşulup geliştirilmesi önündeki engeller kaldırılarak, o güne kadar hiçbir alfabe ve yazı diline sahip olmayan halklar için dilbilgisi kitapları, sözlükler hazırlanmış ve kendi dillerinde ders kitapları yayımlanmıştır. Bu dönemde kendi edebi dillerini geliştirerek anadillerinde eğitim uygulamaya başlayan halklardan biri de, Kürt halkıydı. 1921 yılında ‘Şems’ adıyla hazırlanan Kürtçe alfabe, okuma-yazmanın ve Kürt dili ve edebiyatının geliştirilmesi bakımından önemli bir adım olmuş; devamında Kürdoloji çalışmaları başlatılmıştır. “Sovyet Kürtlerinin oturduğu bölgelerde okuma yazma olayı genellik kazanınca, hayvan yetiştirme ve tarımın kolektifleştirilmesi sonucu sömürücü sınıflar tasfiye edilince, Kürtlerde kültür rönesansının ardından bir ekonomik yükselmenin başladığı görüldü.” (13)
SSCB’nin ilk dönemlerinde kendi dil ve kültürlerini özgürce geliştirmeleri için Sovyet nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturan halklara da özerklik verilmişti. Bu kapsamda, Kürt yerleşim bölgelerinde, 1923’te, Kurdistana Sor (Kızıl Kürdistan) kurulmuştu. Anadilde eğitim, kendi dil ve kültürlerini özgürce geliştirme yönünde sağlanan gelişmelerden sonra, SSCB 15 cumhuriyet ve 16 özerk (muhtar) bölgeye ayrılarak, küçük özerk bölgelerin bu yapıya bağlanarak dağıtılması kararı uygulanmıştır. Bu politikaya bağlı olarak, diğer bazı küçük özerk bölgelerle birlikte, 1928’de, Kızıl Kürdistan’ın da özerkliğine son verilmişti. Sosyalist inşanın geliştirilmesi için diğer bazı kararlarla birlikte atılan bu adıma, halkların kendi dil ve kültürlerinin ve politik yaşama katılımının geliştirilmesi eşlik etmiştir. 1928’den sonra, Kürtler üzerinde baskı uygulanması bir tarafa, Kürt halkı için tarihi değer taşıyan birçok önemli gelişme sağlanmıştır. Sovyet Kürtleri, özellikle 1930’dan sonra politik yaşama aktif olarak katılmaya başlamış; yerel ve ulusal Sovyetler’e temsilciler göndermiştir. Kürt dilinin politik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişmesine önemli katkılar sağlayan Riya Teze (Yeni Yol) gazetesi 1929-1930’da yayımlanmaya başlamış; Kürt öğretmenler yetiştirmek için Erivan’da Kafkas Ötesi Pedagoji Okulu açılmış, 1932-1933 yılında eğitim veren Kürt okulların sayısı 40’a çıkmıştır. Yine 1934’te, Erivan’da I. Kürdoloji Kongresi toplanmıştır. Kongreye Qanete Kurdo, Ereb Şemo, Heciyê Cındi, Eminê Evdal, Casımê Celil, Ahmedê Mırazi, Çerkez Bakayev gibi önemli Kürt bilgin ve aydınlar katılmıştır. “ I. Kürdoloji Kongresi’nden 1960 yıllarına kadar çeşitli araştırma kurumlarında Kürt Dili ve Edebiyatı, Kürt Tarihi, Etnografya ve Kürt Bibliyografyası alanında birçok araştırma ve inceleme yapıldı.” (14)
Sovyetler Birliği’nde Kürtçe alfabenin oluşturulduğu 1921 yılından 1980’e kadar 400 Kürtçe kitap yayımlanmıştır. Kürt dili ve kültürünün geliştirilmesi için atılan diğer adımlar gibi, bu kitapların da çoğu, Kürtlerin göçebe, yarı göçebe olarak yaşadığı bölgelerin sosyalizasyonunun Kürtlerin sürgünü olarak gösterildiği, Kürt aydın ve yazarların baskı altına alındığı iddialarının öne sürüldüğü Stalin döneminde yayımlanmıştır. Sovyetler’de sadece 1930-1938 yılları arasında yayımlanan kitap sayısı 180 olmasına rağmen, “özgürlüklerin genişlediği dönem” olarak gösterilen 25 yılda (1956-1980) yayımlanan Kürtçe kitap sayısı 172’dir.(15)
Kürtlerin yüzde birinden azının yaşadığı SSCB’de, Kürtlerin dil, kültür, sosyal ve siyasal alanlarda tarihlerinin en önemli adımlarının atılmış olduğu bir dönemin, “Kürtlere baskı dönemi” olarak gösterilmeye çalışılması, burjuva milliyetçiliğin sınırlarını aşamayan bir yaklaşımın ürünüdür. Tarihin böylesi bir yorumu, Beşikçi ve kimi Kürt çevrelerini, örneğin mücadele içinde de oldukları Türk milliyetçileriyle ‘aynı nokta’ya sürüklemektedir. Türk milliyetçileri de, sosyalizmin inşasının sürdüğü dönemle, onun tasfiye edilerek, SSCB’nin revizyonist burjuvazi eliyle emperyalist politikalara yöneltildiği dönem arasındaki uygulamaları bilinçlice birbirine karıştırarak, Sovyetler Birliği’ni, “Türk Cumhuriyetleri’nde yaşayan Türk kökenli halklara karşı baskı ve sürgün politikası uygulamak”la suçlamaktadırlar. Gerçekleri karartmaya çalışan bu yaklaşımların irdelenmesi ve teşhiri, bu bakımdan da önem taşımaktadır.
IV. GEÇMİŞTEN DOĞRU SONUÇLAR ÇIKARARAK GELECEĞE BAKMAK!
İsmail Beşikçi, 1960’lardan sonra Sovyet revizyonizminin etki alanlarının geliştirilmesi amacıyla gerici rejimlerle ilişki geliştirmesi ve bu temelde Irak’ta Saddam diktatörlüğüne destek vermesini “anlaşılmaz” bulmaktadır. Sovyet revizyonizminin sosyalizm maskesi altında gerici rejimleri desteklemesi politikası, elbette kabul edilemez; ama Beşikçi’nin sosyalizme mal ederek eleştirdiği bu gerici politikaların iç yüzü, Marksist-Leninist hareket tarafından zaten çok önceden açığa çıkarılıp teşhir edilmiştir. Bu bakımdan Kürt Marksistleri için, ortada “anlaşılmaz” bir durum bulunmamaktadır; dün olduğu gibi bugün de, Ortadoğu’da işbirlikçi güç ve devletler üzerinden bölgede kendi gerici politikalarını egemen kılmak isteyen yayılmacı, emperyalist güçler karşısında, bölge halklarının gerçek kurtuluşu, eşitlik ve kardeşlik temelinde birliğini sağlayarak mücadele etmekten geçmektedir. Emperyalizmin halkları bölme, düşmanlaştırma ve halklar arasında çelişkileri kışkırtma politikası karşısında, toprakları dörde bölünüp parçalanmış Kürtler başta olmak üzere, bölge halklarının geleceklerini özgürce belirlemeleri için sosyalizmin mücadele ve birikiminin bize gösterdiği yol budur.
20 yüzyılın en büyük kıyımlarından birinin halkımız ve coğrafyamız üzerinde gerçekleştirildiği elbette doğrudur. Bu kıyımın arkasında İngiliz, Fransız v ABD emperyalistleri ile onların bölgedeki işbirlikçileri olan gerici rejimler bulunmaktadır. Beşikçi, “Ortadoğu’da emperyalizm etkenini Kürdistan’ın bölünüp parçalanmasında aramak gerekir” diyor, ama öte yandan, ABD emperyalizminin Irak’a müdahalesi konusunda “Emperyalizm Irak’ı işgal etti, deniyor. Ama Saddam Hüseyin rejiminin Kürdistan’ı silahlı güçleriyle baskı altında tutmasını hatta Kürtlere karşı soykırım, Enfal Operasyonları gerçekleştirmesini çok doğal karşılıyorlar. Tepeden tırnağa, en son teknolojik silahlarla, zehirli gazlarla, biyolojik silahlarla, kitle imha silahlarıyla donanmış bu rejimle ancak ABD gibi süper bir güç baş edebilirdi.”(16) belirlemesini yapıyor. Burada iki şey birbirine karıştırılıyor: ABD’nin Irak’a müdahalesinin, Güney Kürtlerinin Irak Kürdistanı’nda federe bir yönetim oluşturmalarında etken olarak rol oynaması ve buna Kürtler tarafından verilen anlam, bu tür gelişmelerin “ancak ABD gibi bir süper güç” eliyle gerçekleştirilebileceği söylenerek, emperyalizmin bölgedeki politikaları ve varlığı aklanmakta ve bu varlık ve politika ezilen halklar için umut olarak gösterilmektedir. Oysa, öteki tüm belirtiler ve sonuçlar bir yana, ABD’nin hem Türkiye egemenleri ile PKK ve Kürt sorunu üzerinden pazarlıklar yapması, hem de Irak Kürdistanı’ndaki durum üzerinden kendini diğer ülkelerdeki Kürtler için “kurtarıcı” olarak göstermesi yeterince uyarıcı olmalıydı!
Beşikçi, sorunun çözümü ile ilgili görüşlerini de, “Toprağa dayalı coğrafi federasyon olabilir veya benzeri başka bir şey olabilir Güneyde bir yerde bu oluyor. Sen de geri durmayacaksın. Benzeri şeyler isteyeceksin.” sözleriyle ortaya koymaktadır. (17) Onun bu görüşünü, “emperyalizmin bölgede kendini üretmesine hizmet edip etmemesi” bakımından nereye koyduğunu tam olarak bilmemekle birlikte, “toprağa dayalı federasyon” ya da ayrı devlet kurma talebinin gündeme gelmesinin de pekala bir olasılık olduğunu; ancak bundan hareketle, Kürt halkından, bir tür koşul dayatma anlamına gelecek olan “Güney modeli”ni kabullenmesinin istenemeyeceğini de bilmek gerekir. Aksine bir tutum ve anlayış –hangi niyetle ortaya konulmuş olursa olsun–, ABD’nin, bölge halklarını düşmanlaştırma ve Kürt sorununu gerici politikalarına yaşam alanı oluşturma amacıyla kullanmasına hizmet etmektedir.
Bugün, bir yandan ilan edilen ateşkes ve ardından Türkiye egemenlerinin içine düştükleri açmaz nedeniyle ve bir çıkış arayışının da ifadesi olarak soruna yaklaşım farklılıklarının daha fazla su yüzüne çıkması, öte yandan Güney’de oluşan Federe Kürt Yönetimi ve Kerkük üzerinde süren tartışmalar, uluslararası bir sorun olarak Kürt sorununu, bölgenin geleceğinin belirlenmesi mücadelesinde önemli bir yere oturtmaktadır. Kürt halkının ve bölgenin geleceğinin belirlenmesi mücadelesi, aslında, ya emperyalizmin halklar için daha fazla baskı ve sömürüden başka bir şey getirmeyen yüz yıllık egemenliğinin yeni dayanaklar bularak varlığına devam etmesi ya da demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin birikimiyle halkların özgürlük, eşitlik ve barış içinde kardeşçe yaşaması mücadelesine bağlanacaktır. Bu da, Kürtlerin hem kendi mücadelelerinin hem de Kürtleri devlet sınırları içinde baskıyla tutan ilgili devletlerin hakim sınıflarının politikalarının doğru değerlendirilmesini gerektiriyor. Çünkü geleceği doğru kurmak için tarihi doğru okumak gerekmektedir. Beşikçi gibi dostlarımız da, eğer yararlı bir şeyler yapmak istiyorlarsa, halkımızın yönelimini iyi anlamalı ve mücadelenin ihtiyaçlarına uygun düşen bir tutum içinde olmaya çalışmalıdırlar.
Dipnotlar:
1. Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan. Doz Yayınları, Sf.141
2. İsmail Beşikçi, Tîroj Dergisi, Sayı 23, sf.36
3. İ. Beşikçi, Ortadoğu’da Devlet Terörü, sf. 32, Yurt Yayınları
4. Dara cibran, İ.Beşikçi ile Röportaj. www.peyamaazadi.com
5. İ. Beşikçi ile Röportaj, www.mizgin.net
6. İ. Beşikçi, Kürt Konferansı Konuşması, 11-12 Mart 2006
7. İ.Beşikçi, Tîroj Dergisi, Sayı 23, sf.37
8. Stalin, Akt. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.664. İletişim Yayınları.
9. Stalin, A.Şemsutdinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye Sovyetler Birliği İlişkileri, sf.140
10. Çiçerin. Akt. German.rizgari.com
11. age
12. İ.Beşikçi. Kürtler Üzerinde Hegemonya Nasıl Kuruldu?- Humanite Dergisi Sayı: 9, Eylül-Ekim 2005
13. B. Nikitin, Kürtler. Sf.485, Deng Yayınları.
14. Rohat, Kürdoloji Biliminin 200 Yıllık Geçmişi. Sf.108, Deng Yayınları
15. Herman Taels, Eski Sovyetler Birliği’nde Kürtler.sf.77, Peri Yayınları
16. Dara cibran, İ.Beşikçi ile Röportaj. www.peyamaazadi.com
17. Nimet Tanrıkulu, İ.Beşikçi ile Söyleşi. www.gelawej.org
Bağımsız İktisat Kongresi
Bağımsız İktisat Kongresi
Lunapark Aynalarında Büyüme
Siyasi iktidarların en çok övündükleri ekonomik gösterge büyümedir. Büyüme, üretimin bir önceki zaman dilimine göre artışını, üretimin içeriğini ve sosyal yansımalarını dikkate almadan ifade eden bir oran olduğu halde, ülkemizde mutlak bir başarı ölçütü olarak algılanmaktadır. Halk, büyümeyi yeni iş sahalarının açılması ve daha çok değer yaratılması olarak algılıyor. “Usta” iktisatçılarımızın “kaçan treni yakalama” edebiyatlarında ise, “küreselleşen dünyada ülkemizin rekabet gücü artışının hem bir göstergesi hem de kamçılayıcısı” olarak, beklentiler -aynanın öbür tarafından bakıldığında spekülâsyonlar; öz Türkçesiyle üfürmeler- üzerine kurulmaya çalışılan yeni ekonominin önemli bir göstergesi olarak sunuluyor. Gelişmekte olan bir ülkenin büyümesi ne kadar hızlı olursa, yabancı yatırımın o ülkeye o kadar yoğun geldiği ve ekonominin az gelişmişliğine neden olan “kurumsal ve yapısal sorunların” o kadar hızlı aşıldığı anlaşılıyor.
Gerçekten böyle midir? Ülkenin sosyal yapısı, tarihsel şartları, sanayi özellikleri ve sermaye birikiminin niteliği dikkate alınmaksızın, büyümeyi yukarıda açıklanan şekillerde algılamak ve kullanmak doğru mudur? Yoksa ülkemizin sosyal, tarihsel ve ekonomik şartları, böylesi bir büyüme anlayışını kullanmaya engel değil midir? Halkın siyasetten ekonomik taleplerinin oluşmasında, ekonomik göstergelerin tanımlanması, sunulması ve kullanılması çok önemlidir. Hatalı tanımlarla ve algılarla siyaseti başlatan bir talep, sonunda beklediği arzı karşısında bulamazsa, hatalı siyasetten hesap sorma gücü azalır. Gidişatının sağlığını ölçemez duruma gelir. Gidişatı üzerine görüş sahibi olmayan bir halk ise, bunu gördüğünü iddia edenlere bu sorumluluğunu devreder. Gidişatı görmekle yükümlü olanlar, doğal olarak, bu en büyük gücü halkın işlerine müdahalede kullanacaktırlar. 10 yıldan beri ekonomik ve sosyal üst-yönetimi IMF’ye devretmiş olmamız, bu söylediklerimin güncel bir sürümüdür. Öyleyse toplumun kendini ifade etme, hareket ettirme ve ilerletme vesilesi olarak da kullanılabilecek siyaseti oluşturmanın ilk basamağı, nesnel gerçeklerle sözler arasındaki tutarsızlığı elden geldiğince yok etmeye çalışmaktır.
Kaldı ki, durum bu kadar içsel değildir. Yani toplum durup dururken bu yanlış algıları üretmiyor. Toplum, açıkça söylenen bir şeyi yanlış da anlamıyor. Kaldı ki, ekonomik göstergeler toplumsal ürünler değil, “bilimsel” kavramlardır. Yani oturup düşünen birileri bunları ürettiği için vardırlar. Siyasette, yani yönetimle halkın iletişiminde her kavramın bilimsel tanımı içinde kullanılacağı beklenemez; fakat vicdanlı bir bakış, ülkemizde bu göstergelerin heyecanlı siyasetten dolayı yanlışlaştığını değil; menfaatler uğruna çarpıtıldığını – deforme edildiğini görür.
Bu bir bilgi kirliliğidir. Özgür düşünmenin önünde en önemli engeldir. Maddeten vicdanları rahatsız eden kirlerle mücadele etmeden önce, akıllarımızda güvenilir bir düşünce düzlemi oluşturabilmeliyiz. Yine bu noktada, kavramların yeniden sorgulanması önem kazanıyor. Şimdi Türkiye’de güncel büyümeyi tartışmaya başlayabiliriz. Sesli düşünmeye, “büyümenin kaynakları nelerdir?” sorusuyla başlıyorum.
BÜYÜMENİN KAYNAKLARI
2001 sonrası verilere bakıldığında, GSYİH büyüme hızları yüzde altı ile on arasında değişmektedir. İstatistikî tartışmaları bir kenara bırakır ve verileri olduğu gibi kabul edersek, bu dönem, Türkiye ekonomisinin büyümesi, tarihsel (potansiyel) büyüme hızı olan yüzde dörtlerin oldukça üzerinde seyretmiş görünüyor. Her ne kadar IMF güdümündeki son on yılın büyüme ortalaması, 2001 kriziyle birlikte, bu potansiyele yakın olsa da, ardı ardına yüksek büyümeyle geçen yıllar ilk bakışta insanı umutlandırmıyor değil; bu sebeple de, politika malzemesi olmaya oldukça yatkınlar. Fakat büyümenin niceliğine bakıldığında oluşan bu olumlu hava, büyümenin niteliğiyle ilgili ufak çapta bir zihinsel sorgulamayla dağılmaya başlıyor. Karşımıza yine tarihsel-yapısal sorunlarıyla Türkiye gerçeği çıkıyor.
GSYİH ARTIŞINDA PAY
|
2002 % |
2003 % |
2004 % |
2005 % |
2002-2005 % |
Özel harcama |
17,76 |
72,48 |
70,90 |
76,28 |
73,21 |
Devlet harcama |
5,88 |
-3,54 |
0,45 |
2,35 |
0,16 |
Sabit sermaye |
-2,90 |
32,82 |
70,78 |
78,10 |
64,19 |
Kamu |
6,84 |
-12,30 |
-2,66 |
15,84 |
1,60 |
Özel |
-9,74 |
45,12 |
73,44 |
62,26 |
62,59 |
Stok |
90,34 |
52,42 |
12,63 |
-33,45 |
5,83 |
İhracat |
54,18 |
109,07 |
59,74 |
51,55 |
68,78 |
İthalat |
-65,27 |
-163,24 |
-114,50 |
-74,83 |
-112,16 |
GSYİH |
100,00 |
100,00 |
100,00 |
100,00 |
100,00 |
Kaynak: TÜİK
Tabloda 2002–2005 seneleri boyunca GSYİH artışlarında çeşitli kalemlerin payları görülüyor. Bu kalemler; özel sektör harcama, devlet sektörü harcama, sabit sermaye yatırımları, stok değişimleri, ihracat ve ithalat. 2002 senesindeki büyüme artışının açık ara önde kaynağı stoklardaki artışlardır. Bu durum, krizden yeni çıkılmış olmasının doğal bir sonucu olarak düşünülebilir. İç talebin canlılığının bir göstergesi olan özel tüketim değeri yüzde on sekiz gibi oldukça düşük bir değere sahiptir. 2003 senesindeki GSYİH artışında sabit sermaye yatırımlarının ve özel sektör harcamalarının artması olumlu gelişmeler olarak dikkatimizi çekiyor. Yani iç talep bir önceki yıla göre oldukça canlanırken, sabit sermaye yatırımları da büyümeye daha çok katkı vermiş. Sadece bu iki rakamdaki artışa bakılırsa olumlu bir tablo oluşacakken, tablodaki bir başka kalemin yüzde yüzün üzerinde artmasına dikkatimiz çevriliyor. İthalat bir önceki yılda büyüme artışına -%65 katkı sağlarken, 2003 yılında -%163 katkı sağlamış. Döviz kurunun oldukça düşük seyrettiği bu dönemde ithalatın patlama yapması, Türkiye’nin ithalatının büyük bölümünün ara mallarından oluştuğu düşünülünce, özel sektördeki üretimin ve canlanmanın kaynağını belli ediyor. Bunlarla beraber, ithal ürünlerin üretim süreçlerine oldukça dâhil olduğu ihracat da 2003 yılında önemli bir gelişme kaydediyor.
Krizden toparlanılan 2002 yılıyla birlikte ekonomimizin büyüme artışlarını yöneten faktörler kendini mevcut şartlarla çelişmeyen bir şekilde belli ediyor. Düşük döviz kuru ve yüksek reel faizlerin yol verdiği yüksek ithalat ve buna bağlı bir biçimde canlanan bir iç piyasa. Düşüklüğü devam eden kur seviyesinin üretimimizdeki ve dolayısıyla ihracatımızdaki olumlu etkisi, 2004 yılıyla fiyat etkisinin altında kalmışa benziyor. İhracatın büyüme artışındaki payı oldukça azalıyor, ihracatın rekabet gücü düşüyor. Stok artışlarındaki düşme eğilimi devam ederken, özel tüketim kalemi payını muhafaza ediyor. 2004 yılının büyümenin kaynakları açısından ilgi çekici özelliği ise, sabit sermaye yatırımlarının artış içindeki payının oldukça artması. 2005 yılında büyümeye katkı veren faktörlerin yerlerini sağlamlaştırdığını görüyoruz. Stoklardaki düşme akımı devam ediyor ve stok değişimleri 2005’te negatif.
Kriz sonrasındaki büyümenin temel itici gücü, özel tüketim harcamaları ve sabit sermaye yatırımlarıdır. İthalatın GSYİH hesaplarında negatif bir kalem olduğu düşünülürse, ithalatın yüksekliğiyle yukarıdaki iki verinin yüksekliği arasındaki ilişki açık gözüküyor. Düşük kur-yüksek reel faiz ikilisinin ülkedeki yatırımların ve üretimin temelinde olması, bunların yokluğunda üretimin azalması ve yatırımların durmasıyla sonuçlanıyor. Bu ilişkinin özelliklerini daha fazla sorgulamadan önce, daha bütünsel bir bakış açısı sunmak için, IMF denetiminde geçen sekiz yıla kaynaklar açısından bakmakta yarar görüyorum.
BÜYÜMENİN KAYNAKLARI 1997–2005
|
YÜZDE % |
GSYİH |
100 |
SABİT SERMAYE YATIRIMLARI |
16,2 |
KAMU |
2,5 |
ÖZEL |
13,7 |
STOK DEĞİŞMELERİ |
26,8 |
TÜKETİM |
57,1 |
KAMU |
4,7 |
ÖZEL |
52,4 |
NET MAL VE HİZMET İHRACATI |
— |
KAYNAK: BSB 2006 YILI RAPORU
1997–2005 yılları boyunca büyüme artışlarında göze çarpan paylar özel tüketime (%52) ve stok değişimlerine (%27) sahip. Kriz sonrası dönemde önemli bir paya sahip olan sabit sermaye yatırımlarının payı ise oldukça düşük (%16). Kriz öncesi 4 yıllık döneme baktığımızda ise, azalan sermaye yatırımları ve özel tüketimle karşı karşıyayız. Bu dönemde iyi seyreden tek gösterge ihracat olmasına rağmen, devamlı yükselen döviz kuru karşısında ihracat, üretim noktasındaki verimsizlikleri ve bağımlılıkları nedeniyle olması beklenenin altında seyretmiş.
SABİT SERMAYE YATIRIMLARININ DURUMU
Ülkemizde özel tüketimin ve sabit sermaye yatırımının ithalata bağımlılığını çok defa belirtmiştim. Bunlardan sabit sermaye yatırımları, üretimin uzun vadede sürdürebilirliğini sağlaması ve yeni üretimin genişliğini arttırarak istihdam olanakları açması açısından önemlidir. Büyümede sürdürebilirlik ve istihdam olanaklarının artması ile sabit sermaye yatırımları arasındaki nedensellik yüzde yüz geçerli değildir. Sabit sermaye yatırımları gereksiz bir sermaye yenilemesi olabilir, ya da üretim verimliliğini arttırırken istihdamı baltalayabilir. Sözü edilen nedenselliğin var olabilmesi için üretim kapasitesini genişletici ve üretkenliği arttırıcı yatırımların bir arada olması gerekir. Bu konunun incelenmesi sunumun kapsamının dışındadır.
Sabit yatırımların son yıllardaki mutlak miktar ve oransal payları da incelemeye değer.
SABİT SERMAYE YATIRIMLARI MİKTAR ENDEKSİ
SABİT YATIRIM ENDEKSİ |
1998 |
1999 |
2000 |
2001 |
2002 |
2003 |
2004 |
2005 |
TOPLAM |
97 |
83 |
96 |
66 |
63 |
70 |
91 |
104 |
KAMU |
103 |
101 |
132 |
93 |
103 |
97 |
100 |
123 |
ÖZEL |
95 |
78 |
85 |
58 |
52 |
62 |
88 |
99 |
KAYNAK: BSB 2006 RAPORU
Tabloda 1997 sonrası sabit sermaye yatırım endeksi gözükmektedir. 1997 senesindeki sabit sermaye yatırımı 100 kabul edilirse, özel sektör, sabit sermaye yatırımları açısından yaşadığı düşüşü ancak telafi edebilmiş ve 2005’te endeks 99 olmuştur. GSYİH artışı göz önünde tutulursa, yatırımların yurtiçi hâsılaya oranının da ne kadar düştüğü anlaşılabilir. Burada gözetilmesi gereken temel nokta, daha çok dışa açılan ve sermayenin daha başına buyruk olduğu bir ekonomide sabit sermaye yatırımlarının yerinin sağlamlaşamamasıdır.
SONUÇ
Türkiye’de hükümetlerin ve IMF’nin iddiasına göre, büyümenin kaynağı, istikrar ve güven ortamı sayesinde canlanan tüketim talebi ve artan kredi olanaklarıdır. İstikrar ve güven ortamını sağlamak içinse, ulusal ve uluslararası sermayenin tüm talepleri yerine getiriliyor. IMF denetiminde hazırlanan hükümet programlarının temelde yaptığı şey budur. Yukarıdaki incelemede ortaya çıkan ise, büyümenin kaynağının bu söylenenler olmadığı yönündedir. İstikrar ve güven ortamı büyük sermayenin kârlılığını garanti etmekse, Türkiye, gayet istikrarlı ve güvenli bir ekonomik yapıya sahiptir. Fakat istikrar ve güveni, sürdürülebilir, iç dinamiklerin beklentileri doğrultusunda yararlı bir büyüme ve dışarıdaki olumsuzluklardan mümkün olduğunca az etkilenen ve hak sahiplerinin iktisadi anlamda istismar edilmediği bir ekonominin özellikleri olarak algılarsak, Türkiye, negatif anlamda istikrarlı ve oldukça güvensiz bir yapıya sahiptir.
1990’ların ortalarında, Türk sermayesi, büyüyebilmek ve ayakta kalabilmek için uluslararası sermayeyle daha yoğun ve sürekli bağlar kurma baskısı hissetti. Bunun nedeni, 1980 sonrasında ekonomide artan plansızlık ve bunun yol açtığı dışa bağımlı bir üretim yapısı oldu. IMF programlarıyla beraber bu baskı siyasi açıdan belirleyici bir konuma geçti. IMF programları 2001 yılına kadar oldukça başarısız oldu ve kriz patlak verdi. Krizden sonra ayakta kalan “en büyükler”, eski hatalarından kısmen arındırılmış ve amaç olarak değişmemiş IMF programlarıyla, ekonomi yönetiminin istedikleri yörüngede durmasını sağladılar. Bu programlar sonucunda içinde bulunulan durumun özelliklerini sıralayalım:
1- Düşük kur, iç talebin canlı tutulmasını sağladı; çünkü üretimimiz büyük oranda ithal girdilere bağlıdır. Düşük kurun ihracat üzerindeki etkisi ise çift taraflı. Üretimin bağımlı olduğu ithal girdiler ucuzluyor, böylece maliyetler görece azalıyor; fakat uluslararası piyasada paramızın aşırı değerli olması fiyat dezavantajı yaratıyor. İhracatçı, özellikle imalat sanayisinde reel ücretleri düşürme ve daha az işçiyi daha çok sure çalıştırma yoluyla bu ikilemin üstesinden gelmeye çalışıyor. İhracatçının mevcut durumdan memnun olmamasının altında bu çelişki yatıyor.
2- Yüksek reel faizler, ülkeye sıcak para girişinin oldukça artmasını sağlıyor. Bu, hem ihtiyaç duyulan kur düşüklüğüne yardımcı olurken, hem de bankacılık sektörünün ve “milli” sermayenin ihtiyaç duyduğu kredi olanaklarını arttırıyor. Yüksek reel faizin tabiri caizse kaymağını, büyük yatırımcı, uluslararası sermaye ve bankacılık sektörü yiyor. Yüksek faizin finansmanı ise, başka bir övünme kaynağı olan sıkı maliye politikalarıyla kamu tasarruflarından sağlanıyor.
3- Gitgide artan oranlarda yabancı sermaye Türkiye’ye akarken, önünde hiçbir düzenleyici ve şekillendirici devlet mekanizması olmadığı için, doğası gereği en çok kâr getiren işlere yöneliyor. Yani gelen yabancı sermaye, ya finansal sistem içinde dönüyor ya da özelleştirmeler yoluyla pazar payı ve kârlılıkları yüksek kamusal değerlerin satılmasıyla değerleniyor. Bu bağlamda, bankacılık sektörü, çok hızlı bir biçimde yabancı sermayenin sahipliğine giriyor. Mevcut sistemin kârlılığının yönetilmesi açısından, bu, yabancı sermaye için oldukça rasyonel bir tercih. Pazar payı yüksek kurumlarımızın özelleştirilmesinde ise, ihale süreçlerinin yürütülmesindeki adalet, sosyal anlamda yapılan adaletsizliği örtmeye yetmiyor. Bankacılığa akan bu sıcak paranın oldukça az bir kısmı küçük üreticinin yatırımlarına kalıyor, bu krediler, yapısal özellikler nedeniyle bağımlılığı arttırıcı şekilde harcanıyor.
Mevcut politikalar Türkiye’nin yapısal bağımlılık sorununu doğrudan hedef almaz ve ekonominin kendi birikimlerine dayanarak dönmesini sağlamaz ise, bugünkü programların devamı olmak zorundadırlar. Arada kalan tüm programlar krizle sonuçlanacaktır, çünkü “milli” büyük sermayemiz uluslararası bütünleşme sürecine çoktan başlamıştır ve hızını kesecek tavizlere karşı hırçınlığını her yeni gelişmeyle göstermektedir. Mevcut programların devamı ise, halkın mutlak kayıplarıyla sonuçlanmaktadır. Toplumun büyük kısmının reel ücretleri gerilemektedir. Büyük şehirler, büyük sermaye açısından birer toplumsal dönüşüm merkezi konumundadırlar. Büyük varoşlar işsiz orduları yaratmakta ve ücretleri baskılamakta, reel üretim yapan sektörler gittikçe ücret açısından avantajını kaybetmekte ve nitelikli işgücü giderek bu sahalardan uzaklaşmaktadır. Halkın geneline istihdam ve refah sağlayacak iktisadi politikaların amacı, bağımlılık ilişkisini birincil sorun olarak çözmeye çalışmak olmalıdır. Bu sorun, ancak daha plânlı bir ekonomi dâhilinde çözülebilir.
Sonuç olarak, bugün Türkiye’de böylesi bir büyüme, ancak bu teslimiyet derecesiyle var olabilir ve sürdürülebilir. Bu noktada IMF programları ve hükümetler başarılı kabul edilmelidir. Fakat sağlıklı ve toplumu güçlendirici bir büyüme, şu anki büyümenin çoğu özelliklerini taşımamalıdır. Türkiye ekonomisi bu şartlarda büyüyor demek, en kârlı sektörlerin yabancılar eline geçmesi demektir. Dışa bağımlı üretim yapısının, finansal sistemin yabancılaşmasıyla, daha da derinleşmesi demektir. Reel ücret gerilemeleri ve sıkı maliye politikalarıyla halk kazanım ve tasarruflarının azalması ve tüketilmesi demektir. Her şeyin metalaşması uyarınca sağlık ve eğitim gibi toplumsal sektörlerin halka gerekli kazanımlar sağlanmadan acımasızlaştırılması demektir. Toplumsal duyarlılığın azalmasının pozitif olarak ivmelenmesi demektir.
KAYNAKLAR
· YELDAN, ERİNÇ, 1998 SONRASINDA SABİT SERMAYE YATIRIMLARI. 12 NİSAN 2006
· YELDAN, ERİNÇ, BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, İKTİSAT VE TOPLUM KÖŞE YAZISI, BÜYÜMENİN KAYNAKLARI ÜZERİNE
· BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER 2006 YILI RAPORU; IMF GÖZETİMİNDE ON UZUN YIL 1998 – 2008
· SÖNMEZ, MUSTAFA, BU BÜYÜME SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ?
Sağlıkta Özelleştirme:Sağlıkta Dönüşüm Programı
Sağlıkta dönüşüm programı ülkenin gündemin son birkaç yıldır gelmiş olsa da, aslında neredeyse yirmi yıllık bir geçmişi vardır. 80’li yıllarla beraber neoliberal politikalar Türkiye’de de kendini göstermeye başlamıştır. Bu politikaların bir sonucu olarak, birçok alanda özelleştirmeler yavaş yavaş başlamıştır. Elbette birçok alanda başlamış olan özelleştirmelerden sağlık alanı da payını alacaktır. 1986 yılında bunun çalışmalarına kısmen de olsa başlanılmıştır. Son on yılda özellikle hızlanmış olan özelleştirme politikalarında, sağlık ve eğitim özellikle daha uzun bir zamana yayılmış ve sonlara bırakılmıştır. Çünkü sosyal devlet olmanın en büyük gereklerinden birisi sağlık ve eğitim hizmetlerinin devlet eliyle bir kamu hizmeti olarak verilmesi ve sosyal güvenliktir. Oldukça büyük bütçelere sahip sosyal güvenlik kurumları ve kâr amacı güdülerek bakıldığında, çok büyük miktarların döneceği sağlık ve eğitim alanları özelleştirme politikaları için vazgeçilmezdi.
Sağlık alanında özelleştirme anlamına gelen sağlıkta dönüşüm programının temelini aile hekimliği, genel sağlık sigortası ve sosyal güvenlik kurumlarının tek elde birleştirilmesi oluşturuyor. Bu sebeple, bu programın temelini oluşturan bu üç unsuru açıklamakta fayda var.
AİLE HEKİMLİĞİ
Sağlıkta dönüşüm programının ilk aşaması, birinci basamak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, yani aile hekimliğidir. Aile hekimliğinin tam olarak karşılığı, özü itibari ile bugünkü özel muayenehanelerdir. Bu durumda birinci basamak sağlık hizmetleri tamamen aile hekimlerinin insafına bırakılacak. İsmi aile hekimliği olsa da verilen hizmet aileye değil bireye dönüktür. Ancak burada gözden kaçmaması gereken noktalardan birisi, koruyucu hizmetlerde kişiye ya da topluma yönelik şeklinde bir ayırım yapılamaz olmasıdır. Eğer aile hekimliği bireye dönük bir hizmet veriyorsa bu durumda koruyucu hizmetleri, yani bebek-gebe takibi ya da aşılama vb. faaliyetler kim tarafından yürütülecek?
Sağlık hizmetlerinin en önemli basamağı olan koruyucu sağlık hizmetleri bu durumda yürütülemeyecektir.
Bir başka durum ise, aile hekimliği sistemi rekabet üzerine kurulu bir sistemdir. Bu durumda hasta artık hasta değil “müşteri” olacaktır. Bu sebeple hekim hastasını salt para olarak görecektir, verdiği hizmet de para ile alınan-satılan bir hizmet olacaktır. Oysa sağlık hizmetinin kamusal bir hizmet olması anayasal bir haktır. Böylesi bir tablo hem toplumsal hem de etik açısından kabul edilemez.
Başka bir yönü, aile hekimliği sisteminde sevk mecburiyeti vardır; bununla birlikte hekimin sevk edeceği hasta sayısının da bir sınırı vardır. Sevk sınırı aşıldığı durumda hekimin ücretinde kesintiler olacaktır. Böylesi bir zorunlulukta hekim ne yapacak? Ya sınırını aşarak ücret kesintisini göze alıp hastasını sevk edecek ya da gerçekten ihtiyacı olan bir hastayı sevk etmeyecek. Yani bütün inisiyatif hekimde olacak.
Özetle aile hekimliği toplumsal gereksinimler ya da bilimsel gelişmeler sonucu ortaya çıkmış bir disiplin değil, sağlıktan daha fazla kazanç elde etmeyi amaçlayan ekonomik sistemler tarafından yapay olarak oluşturulmuş bir daldır.
GENEL SAĞLIK SİGORTASI
Genel sağlık sigortası propagandası hükümet tarafından “herkes sigortalı olacak, toplumda sigortasız kimse kalmayacak” şeklinde yapıldı. Oysa gerçekler böyle değildi. Genel sağlık sigortası ile görünürde herkes sigortalı olacak. Fakat nasıl bir sigorta? Bu sorunun aslında en açık ve öz cevabı, özel sigortacılık mantığı ile yapılan sigortalar gibi olacak. Yani herkese temel bir sigorta yapılacak, ancak tedavisi maliyetli hastalıklar için kişi ek pirim ödemek zorunda kalacak. Hatta ilerleyen dönemlerde kanser, kalp, tansiyon gibi maliyeti yüksek ve çağımızın hastalıkları dediğimiz bu hastalıklar sigorta kapsamına hiç alınmayacak. Bunun anlamı da, eğer kişi maliyeti yüksek bir hastalığa yakalanmışsa, bunun maliyetini kendi cebinden ödemek zorunda ve en kötüsü de bu hastalıkların maliyetleri bugün Türkiye koşulları göze alındığında herhangi bir çalışanın karşılayamayacağı yüksekliktedir. Devlet burada açıkça şunu söylemektedir; “paran varsa yaşarsın, paran yoksa ölürsün.” Özünde bu anlatılanlar işin vahametini göstermektedir.
Bunlarla birlikte sigorta primlerinin yaklaşık olarak yarısı işverence diğer yarısı çalışan kişi tarafından ödenecektir. Eğer kişi genel sağlık sigortası kapsamına girmiyorsa primi devletçe ödenecektir. Burada cevabı belirsiz olan kritik sorular vardır. Primin yarısı işverence ödenmek zorunda, ancak işveren bu payı ödemediği durumda kişi sağlık hizmetlerinden faydalanabilecek midir, bu pay ödenmediği durumda işverene uygulanacak bir yaptırım var mıdır? Bu soruların cevapları belirsizdir. Üstelik Türkiye’de birçok işverenin sigortasız işçi çalıştırdığı ya da eksik prim yatırdığı düşünüldüğünde, durumun nereye gideceği bilinmemektedir. Genel sağlık sigortası kapsamı dışında kalan bir kişinin primi devlet tarafından ödenecek deniliyor. Peki devlet ekonomisinin bugünkü durumu göz önüne alındığında, devlet bu primleri nasıl ödeyecek ya da kim bu haktan faydalanacak, kim faydalanamayacak? Bu soruların da cevapları şu anda belirsizdir.
Genel sağlık sigortası ile yapılmak istenen oldukça açıktır. Devlet böylelikle kendi üzerindeki sorumlulukları üzerinden atmış olacak ve kendi deyimiyle devletin sırtındaki kamburu atacak. Toplumu da kendi kaderine terk edecek.
SOSYAL GÜVENLİK KURUMLARININ BİRLEŞTİRİLMESİ
5502 Sayılı Yasa ile Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü, Bağ Kur ve SSK, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı olarak tek çatı altında birleştirilmiştir. SSK’da sağlık ve sigorta işlerinin ayrışması, SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ve 3 sosyal güvenlik kurumunun tek çatı altında birleştirilmesinden sonra, 4’ncü adım olarak, 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası çıkarılmıştır.
Sosyal sigortalar konusunda esasen neyin hedeflendiğini görmek için 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı Yasası’nın amacına bakmak gerekiyor. Sosyal Sigortalar Kurumu Teşkilat Yasası’nda Kanunun amacı, Kanunda yazılı şartlarda sosyal sigorta yardımları verileceği açık olarak hükme bağlanmışken, SGK ve SSGSS kanunlarının amaç kısmına bakıldığında Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nda felsefesini bulan tüm kamu kurumlarının yeniden yapılandırma çalışmalarına yansıyan standart oluşturma, strateji geliştirme, mevzuat düzenleme, veri toplama gibi “Düzenleyici Devlet” kavramının temel işlevleri burada da görülmektedir.
Standart ve veri tabanı oluşturulup, strateji geliştirilip, mevzuat düzenlenirken, bu mevzuat çerçevesinde sosyal güvenlik hizmetinin sunumunun kimlere teslim edileceği sorusu, konunun değerlendirilmesinde anahtar sorudur.
Uzun vadede hedeflenen, en temel kamu hizmeti olan sosyal güvenlik hizmetlerinin, esasen özel sigorta kurumlarına, bireysel emeklilik şirketlerine teslim edilmesidir. Bu yorumun önemli anahtarlarından birisi de sosyal güvenlik kurumlarının fon miktarıdır. Bugün SGK, devlet bütçesinden sonra en büyük fona ve bütçeye sahip kurumdur.
Bununla birlikte, sosyal güvenlik sistemine dair DB ve IMF raporları ve yaklaşımlarına damgasını vuran prim ödeme gün sayısı ve emeklilik yaşının düşüklüğü, aylık bağlama oranlarının yüksekliği sosyal güvenlik alanındaki yasal düzenlemelerde karşılığını bulmuş, 1999 yılında prim ödeme gün sayısı ve emeklilik yaşı yükseltilmiş, son olarak SSGSS Yasası ile tekrar emeklilik yaşı ve prim ödeme gün sayısı yükseltilmiş, aylık bağlama oranları ise düşürülmüştür. Tabii ki yeni düzenleme, aynı zamanda sosyal sigortalar fonlarının devasa artışını da beraberinde getirecektir.
2004 SONRASI SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMININ SEYRİ NE OLMUŞTUR?
Gündeme geldiği ilk günden bugüne kadar üzerine çok tartışılan ve büyük tepkilere yol açan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın temelleri ’80’li yılların ortasında atıldı. Özel sağlık kurumlarının açılması ve aynı zamanda mantar gibi çoğalması, özel sigorta kurumlarının açılması, sonrasında sigortalı hastaların özel sağlık kurumlarından ücretsiz ya da çok az bir ücretle faydalanması bu programın ön koşullarını hazırladı. Bunların hepsi bu programın ön hazırlıklarıydı. Amaç; “Özelleşti, Güzelleşti” mantığı ile çok tepki çekmeden toplumu bu duruma alıştırmaktı. Ama asıl hazırlıklar 2004’te başladı. Bu program çerçevesinde yasa tasarıları hazırlandı. Artık niyet oldukça açıktı; sağlık hizmetlerini bir kamu hizmeti olmaktan çıkararak tamamen özel sektöre devretmekti.
2005 yılı ile birlikte sağlıkta dönüşüm programı tamamen uygulamaya geçti. 2005’in eylül ayında Düzce’de 2006’nın temmuz ayında Eskişehir’de Aile Hekimliği pilot uygulamaları başlatıldı. Programın gerçekte neler getirdiğini ya da getireceğini anlamak için Eskişehir ve Düzce Örneklerini incelemekte fayda var.
DÜZCE AİLE HEKİMLİĞİ PİLOT UYGULAMASINDA NELER YAŞANDI/YAŞANIYOR?
Düzce’de uygulamanın başlangıcında ciddi bir plansızlık yaşanmıştır. Aile sağlığı elemanlarının yerlerinin belirsizliği, mahalle sınırlarının net olarak çizilmemiş olması, toplum sağlığı merkezlerinin geç kurulması vb. bu plansızlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Uygulama başlatıldığında 3000 nüfusa bir aile hekimi üzerinden 104 aile hekimliği kurulmuş, ancak 80’ine hekim bulunabilmiştir. Bazı hekimler kendilerine bağlanmış mahallelere gittiklerinde, göçler ve belediye yıkımları sebebiyle kendilerine bağlanan nüfusunun bazen 1/3’ünü, bazen yarısını bulabilmişlerdir.
İlk 6 ay içinde hekimlere bağlanan nüfus 3000’den 3500’e çıkmış ve iş yoğunluğu artmıştır. Bu durumda birinci basamak sağlık hizmetleri içerisinde yapılması gereken gebe-bebek takibi, gezici sağlık hizmetleri ve aşılama hizmetleri neredeyse yapılmaz duruma gelmiştir. Haziran 2006’da sevk zorunluluğunun gelmesi ile birlikte sıkıntılar daha da artmıştır. Poliklinik sayılarında ciddi bir artış yaşanmıştır. Burada başka bir konu ise hekimin sevk edeceği hasta sayısının sınırlı olmasıdır. Hasta sevk oranlarının yüksek olması halinde hekime yapılacak ödemelerde kesinti olacaktır. Üstelik aile hekimlerinin önemli bir çoğunluğu pratisyen hekimdir. Bilindiği gibi bazı ilaçların pratisyen hekimlerce yazılması yasal düzenlemelerle engellenmiştir. Bu durumda hekim kendisine başvuran hastaya ilaç yazamadığı durumda, hastasını sevk etmek durumunda kalacaktır. Bu durum ciddi bir çelişki yaratmaktadır ve aynı zamanda hem hasta açısından hem de aile hekimi açısından önemli sorunları da beraberinde getirecektir.
Düzce’de bulunan 104 aile hekimliği istifa, emeklilik gibi nedenlerle 100’e düşmüş, yerine yeni hekim alınmamaktadır. Buralara bağlı nüfus da diğer hekimlere paylaştırılmaktadır. Bunun nedeni, her bir aile hekimine bağlı nüfusun 3500-4000 çıkarılarak sayının 85’e düşürülmek istenmesidir.
Aynı zamanda bu sistemle sağlık çalışanlarının da tamamen sözleşmeli yapılması istenmektedir. Bunun için ücretlerde yapılan değişikliklerle sözleşmeli personellik özendirilmektedir. Ancak birçok sağlık çalışanı bunu kabul etmeyerek ücret kaybı ile çalışmayı kabul etmiştir.
ESKİŞEHİR AİLE HEKİMLİĞİ PİLOT UYGULAMASINDA NELER YAŞANDI/YAŞANIYOR?
Eskişehir’de uygulama yeni başlamasına karşın Düzce örneğinde gördüğümüz sıkıntılar yaşanmaya başlamıştır. Kimin nerede çalışacağı, aile hekimlerine bağlanacak nüfusun belirsizliği sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Her 100.000 nüfusa bir toplum sağlığı merkezi düşmesi gerekirken, her 220.000 nüfusa bir toplum sağlığı merkezi verilmiştir. 220 olan aile hekimliği sayısına karşın 60 aile hekimi gönüllü olarak başvurmuştur (Ağustos 2005 sayıları). Aile hekimlerinin alanına düşen nüfus henüz belirlenmemiştir ve her aile hekimi için belirlenen mahallerde beklenenden fazla nüfus çıkıyor. Sağlık ocaklarının aile hekimlerine devir işlemleri sürüyor, personel nerede çalışacağını bilmiyor. 112 istasyonlarının sayısının azalması ile de 24 saat içinde 6 vakaya gidilmesi gerekirken, ortalama vaka sayısı 20’yi buluyor. Bu durumda sistem şu anda felç olmuş dersek yanlış tabir etmiş olmayız.
Düzce ve Eskişehir örneklerine baktığımızda, sistem başlamadan çökmüştür diyebiliriz. Ancak buna rağmen hükümet bunu uygulamada diretmektedir. Aynı zamanda Düzce ve Eskişehir’de her şeyin yolunda olduğunu söylemekte ve kendilerinin sağlık alanında çok başarılı olduklarından bahsetmektedirler.
Varolan rakamlara baktığımızda, AKP hükümetinin başarılı olduğu söylenebilir. 2002 yılında sağlık alanına aktarılan toplam para miktarı 11 milyar dolar iken, 2004’te bu rakam 19 milyar dolara yükselmiştir. Toplam sağlık harcamalarının ulusal gelir içindeki payı, 2002-2004 yılları arasında yüzde 5.6’dan 6.3’e yükselmiştir. Aynı süre içinde kamu sağlık harcamaları 8.7 milyar dolardan 16.3 milyar dolara yükselmiştir. 2000 yılı Ulusal Sağlık Hesaplarına göre, sağlığa akan paranın % 62’si kamusal kaynaklardan gelmekte, kamusal kaynaklar içinde de aslan payını % 36 ile sosyal güvenlik kurumları elinde tutmaktadır. DPT’nin verileri doğru kabul edildiğinde, kamu sağlık harcamalarının, toplam sağlık harcamaları içindeki payı %62’den, önce %76’ya sonra %86’ya çıkmıştır. Buradan çıkaracağımız sonuç, AKP hükümetinin kamu sağlık payını önemli ölçüde artırdığı yolundadır. -Ata SOYER’in “Sağlıkta Dönüşüm Öyküsünün Son Üç Yılı” isimli makalesinden alınmıştır.-
Ancak burada önemli olan soru şudur: kamu sağlık kaynakları nasıl artmıştır? Burada aslan payını elinde tutan sosyal güvenlik kurumlarına daha fazla yüklenilerek oranlar artırılmıştır. Bu artışın en önemli unsurlarında biri de, devlet bütçesinden sonra en büyük bütçeye sahip SSK’nın Sağlık Bakanlı’ğa devredilmesidir. Bu devir işleminden sonra, Sağlık Bakanlığı’nın genel bütçe içindeki payı 2.4 ‘ten 4.4’e yükselmiştir. Bunlarla beraber yeşil kart sahiplerine tanınan yeni olanakların, yeşil kart ödemelerinin bekleneni % 132 oranında aşması da bir faktör olarak değerlendirilmelidir.
AKP hükümeti Sosyal Güvenlik kurumlarına yüklenerek, SSK’ya el koyarak ve yeşil kartta hesapsız bir uygulamaya giderek, kamu sağlık harcamalarını yükselmiştir.
Burada bir başka önemli soru da şudur: sağlık alanındaki kamusal para artmış, ancak bu para nerede kullanılmıştır? 2000 yılında sağlığa akan toplam paranın % 24’ü kamudan özele aktarılmıştır. 2003 yılında bu pay % 37, 2004 yılında ise % 47 olmuştur. Kamudan özele aktarılan payların yükseltilmesi sadece sağlık alanında da değildir. 2005 yılında genel bütçeden özele aktarılan para miktarı 14.4 milyar YTL dir.
Aynı zamanda sağlığa ayrılan kamusal paranın ne kadarı kamusal sağlık yatırımları olarak kullanılmıştır? 2001-2004 yılları arasında, bu pay yaklaşık % 2 oranında yükselmiştir. Yani neredeyse sağlık alanında hiçbir yatırım yapılmamıştır.
Bu verilerin anlamı, devlet sağlık hizmetlerini bir kamu hizmeti olmaktan çıkararak, sağlık alanının tamamen özel sektörün insafına bırakılmak istenmesidir.
“Peki bu neden yapılıyor?” İşte asıl kritik soru budur. Sağlıkta Dönüşüm Programı, salt AKP hükümeti üzerinden değerlendirebileceğimiz bir konu değildir. Bilindiği gibi, Türkiye uzun yıllardır IMF’den kredi alarak yaşıyor. Bunun anlamı da IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası tekelci kuruluşların sadece ülkeye kredi sağlaması değil, bununla birlikte ülke olarak yürüteceğiniz politikayı da belirliyor olmasıdır. Bu program, tamamen Dünya Bankası tarafından hazırlanmış ve uygulanması için Türkiye’ye dayatılmıştır. Çok çarpıcı bir rakam olarak vermekte fayda olacağını düşünüyorum. Dünya Bankası’nın bu proje için Türkiye’ye vereceği kredi tutarı 49.42 milyon Avrodur. Elbette şunu da belirtmeliyim ki, “bu proje Dünya Bankasının projesidir, AKP hükümeti ne yapsın” demek de yanlış olacaktır. Çünkü AKP Hükümeti IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’de uygulamak istedikleri politikaların hem en büyük savunucusu olmuş, hem de bu politikaları uygulayabilmek adına sonsuz bir çaba ile gece gündüz çalışmıştır.
SONUÇ
Son 20 yılda sağlık alanında özelleştirme faaliyetleri yoğunlaşmış, ancak sağlık göstergeleri ne yazık ki düzelmemiş, sürekli gerilemiştir. Ülkemizde sağlık hizmeti alabilmek bir eziyet haline gelmiştir ve bundan sonraki süreçte de sağlık hizmeti alabilmek ayrıcalıklı bir hak olacaktır. Bu, hem hastalar hem de sağlık çalışanları açısından kabul edilemez bir durumdur. Bunun için sağlık hizmeti ayrım gözetmeksizin herkese verilmelidir ilkesi benimsenerek ve herkese sağlık-güvenli gelecek talebi yaygınlaştırılarak aşağıda sıraladığım öneriler uygulanmalıdır.
ÖNERİLER
– Sağlık hizmetleri tek elden ve devlet tarafından yürütmeli ve en az maliyetli ve toplumun sağlık göstergeleri yükseltecek olan koruyucu sağlık hizmetlerine önem verilmeli ve bu alana yatırım yapılmalıdır.
– Nüfus artışına oranla sağlık kurumları yaygınlaştırılmalıdır.
– Hastane ve sağlık kurumlarında yeterli sayıda personel istihdam edilmelidir.
– Özel sektörden mal ve hizmet alımlarına son verilmelidir.
– Döner sermaye uygulamaları kaldırılmalı, genel bütçeden sağlığa yeter miktarda pay ayrılmalıdır.
KAYNAKÇA
Aile Hekimliğinde Son Durum, Eylül 2006, TTB Yayınları
Düzce İli Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Değerlendirme Raporu, Mayıs 2006, TTB Yayınları
Genel Sağlık Sigortası-Türk Tabipleri Birliği Görüşleri, Ekim 2005, TTB Yayınları
SOYER Ata, “Sağlıkta Dönüşüm Öyküsünün Son Üç Yılı”
TOPAK Oğuz, “Dünya Bankası ve Sosyal Güvenlik Sistemine İlişkin ‘Yeni’ Hedefler”, Sendikal Notlar, Ağustos 2004, Sayı-23
Türkiye Sağlık İstatistikleri 2006, TTB Yayınları
YELDAN Erinç, “Sağlıkta Dönüşüm Programı ve Gerçekler”/ www.cumok.org
Kemalizm Nedir Ne Değildir?
Kemalizm Nedir Ne Değildir?
Felsefenin Ortadan Kaldırılması ve Gerçekleşmesi
1843 sonu ile 1844 başı arasında yazılan “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Üzerine. Giriş”in yirmi beş yaşındaki Karl Marx’ın bir tür programı olduğunu söylemek için geçerli nedenler var. Ruge ile birlikte planlanan ve yayınlanan Alman-Fransız Yıllıkları’nın ilk cildi için yazılan bu makale, 1844’deki (yani daha sonraları “Mart öncesi” olarak anılacak olan gerilimli durumdaki) güncel felsefe politika ilişkisinin mercek altına alınmasıyla felsefe politika ilişkisinin bir tespitini içerir. Bu makalede Marx, Hegel ve Feuerbach’ı inceleyip sindirmiş ve ikisine yönelik eleştiriyi onlardan kopabilecek kadar gelişkin bir düzeye getirmiş, tamamıyla bağımsız bir düşünür olarak karşımıza çıkar. Yaklaşık iki ay kadar öncesinde titizlikle tamamlanmış “Hegel’in Devlet Hukukunun Eleştirisi”, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Üzerine. Giriş”in içeriksel önkoşuludur; ne var ki, iki çalışmanın bir karşılaştırılması, Marx’ın felsefenin yeni biçimine doğru atmış olduğu hızlı ve kararlı adımı da gözler önüne serer.[1]
ORTADAN KALDIRMA – GERÇEKLEŞTİRME BİNOMU**
Konu açıkça felsefenin yadsınmasıymış gibi gözüküyorken, burada felsefenin yeni bir biçimi hakkında söz ediliyor olması şaşırtıcı gelebilir. “Almanya’da pratik politik parti bu nedenle haklı olarak felsefenin yadsınmasını talep ediyor. Haksızlığını oluşturan bu talep değildir; tersine onu oluşturan, ne ciddi anlamda gerçekleştirdiği ne de gerçekleştirebileceği bu talebi öne sürerken yerinde saymasıdır.” Gerçi bu sözlerin yer aldığı paragrafın başında söylenenler, onların, “resmi, çağdaş günümüzle atbaşı giden yegane Alman tarihi” olarak çağdaş felsefeyi, yani “Alman hukuk ve devlet felsefesini” dayanak aldıklarını açıklığa kavuşturuyor; ne var ki, buradan, genel olarak felsefe açısından durumu kurtaran bir argüman çıkarmak mümkün değil. Marx, Hegel’in, her felsefenin kendi çağının düşünceler halindeki biçimi olduğu görüşünün gerisine düşmez. Bu, felsefenin her zaman aktüel, şimdiki zamandaki biçimiyle felsefe olduğunu ve geçmiş veya “ebedi” niteliğiyle yalnızca tarihçiyi ilgilendirdiği anlamına gelir. (Başka bir bağlamda, Marx bu düşünceyi, felsefenin kendisine ait bağımsız bir tarihe sahip olmadığı; her defasında kendi çağının, temel motifini Komünist Manifesto’nun çizdiği genel tarihin teorisi ve ifadesi olarak formüle eder.) Eğer ki bir “philosophia perennis”*** var ise, yalnızca sorunların ve sorunları çözme girişimlerinin güncellenmelerinin (bu, aynı zamanda yeniden yorumlamalar, yeniden formülasyonlar anlamına da gelir) akımı olarak, şimdi ve burada ortaya çıkan sorunlar karşısında felsefe tarihinin göz önüne getirilmesi olarak vardır. Her felsefe, kendi çağında, felsefe tarihinin mirasına konar; fakat bu mirasa konması, onunla çalışmasını gerektirir. Bu, onu kendi sistematik sorularına kazandırması gerektiği anlamına gelir.
Günümüz felsefesinin yadsınması, demek ki, teorik olarak yorumlayan ve dünya görüşsel olarak örgütleyen insan davranışının gücü olarak felsefenin genel anlamıyla yadsınmasıdır. Alman hukuk ve devlet felsefesine yapılan vurgu –ki bu bağlamda, yalnızca Hegel’in ve onun devamcılarınınki söz konusu olabilir–, aynı zamanda talebin hedefinde neyin bulunduğunu da açıkça gösterir: Yadsınması istenen, tarihsel dönemin felsefi refleksiyonu****, toplumsal gerçekliğin teorik modelidir. Bununla amaçlanan da, bu gerçekliği sağlamlaştıran dünya görüşsel belirleyeni elemine etmektir. Çünkü teori, gerçekliğin kendini gösterdiği görünümü formüle eder. Hegel’in Devlet Hukukunun Eleştirisi’nde Marx, bu görünümün felsefi biçimini açıklamıştı; Kapital’in fetişizm teorisinde de onun toplumsal kökenlerini açığa çıkaracaktır. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi şu sonucu çıkarır: Felsefi görünümün politik eylem yoluyla kaldırılması, “şimdiye kadarki dünya düzeninin” proletarya tarafından dağıtılması.
Yani artık felsefe olmayacak mı? Ya da felsefe bundan böyle, yalnızca özeleştiri, kendisinin yarattığı ideolojik görünümün eleştirisi olarak mı varolacak?[2] Tez bu kadar basit değildir; Marx, felsefe ve felsefe-olmayan biçiminde bir ikili bölü***** ortaya koymaz. Yaptığı daha çok, “ona sırt ve yüz çevirerek, hakkında söylenip, sıradan safsatalar geveleyerek felsefeyi yadsıdığını zanneden” “pratik politik parti”yi alaya almaktır. Gerçek davranışımızın refleksiyon biçimi olan felsefe, gerçek insan ilişkilerinin kopmaz bir unsurudur; zira insan düşünerek eylemde bulunur ve davranır. Varlık/edim ve bilinç/refleksiyon bir bütünü oluşturur ve bu nedenle felsefenin dolaysız ortadan kaldırılmasının kendisi, davranışı yönlendiren bilinçte, kötü ve mantıksız da olsa, yine bir felsefe olacaktı. Felsefede bir sistem biçimini kazanan görünüm, felsefenin yadsınmasıyla ortadan kaybolmaz; çünkü felsefe olarak görünüm, gerçekliğin bize göründüğü çarpıtmalar ve çapraşıklıkların teorik rekonstrüksiyonudur yalnızca. Görünümü idrak etmek, ortaya çıkma koşullarını kavramak demektir; görünümü ortadan kaldırmak için bu koşulları ortadan kaldırmak gerekir. Görünüm, gerçekliğe yapıştırılmış bir şey değildir; gerçekliğin kendisinin bir momentidir, “reel görünüm”dür”[3].
Demek ki, felsefe, ancak varolan gerçeklikle, “şimdiye kadarki dünya düzeni”yle birlikte ortadan kaldırılabilir. Ne var ki, felsefenin bu ortadan kaldırılışı –ve böylelikle görünüşte yadsınan [felsefe] yeniden hakkıyla yerini bulacak– onun gerçekleşmesidir: “Felsefeyi onu gerçekleştirmeden ortadan kaldıramazsınız.” Felsefenin ürettiği ve yeniden ürettiği görünümün gerçekleştirileceği anlamına gelemez –o zaten gerçek görünümdür. Felsefeye zaman zaman teorideki reel görünümün yapısını aşan bir nitelik atfedilmektedir. Yine diğer yandan, burada söz konusu olan Hegelci felsefedir; bütün bunları düşünen odur. Ve bunları, her defasında belirli yadsıma halindeki pozitif belirlenmiş olanın gelişimi, ortadan kaldırılışı olarak ve böylelikle devrimci süreç[4] olarak bir yenisinin yerleştirilmesi olarak düşünür. Bu süreci, kavramın bundan böyleki belirlenimi ve usun açığa çıkmasındaki bir ilerleme olarak düşünür. Böylelikle de tarihi, insanın yabancı belirlenimlerden kurtuluşu, ussal nedenlerden hareketle kendi kendini belirleme [otonomi] mücadelesi, bağımsızlaşma olarak düşünür. Hegel, Fransız Devrimi tarihsel olayının refleksiyonunda, onun kahramanca illüzyonunu, burjuva toplumunu, bireysel iradenin genel irade haline geldiği, yani ussal genelin[5] isteği haline geldiği özgür insanların toplumu olarak felsefi bir sistem haline getirmesiyle, görünüşün yeniden üretimini aşar ve özgürlük kavramının geliştirir. Ne var ki, hakiki gerçeklik olma iddiasında olan bir kavram olarak geliştirir; öyle ki, devrimci bir biçimde varolanın karşısına, us ve gerçeklik özdeşliğini düzgüsel [normatif] olarak yerleştirmek mümkün olur.[6] Yani eğer mesele, “insan varlığının tüm koşullarının toplumsal özgürlük önkoşuluyla örgütlenmesi” gerektiği ise, o halde özgürlüğün toplumsal sisteminin, felsefenin ussal ilkesinin gerçekleşmesi olarak kurulması gerekir.
Felsefi teori, demek ki, “bağımsızlığın başı” haline geliyor; ne var ki baş üzerinde yürünmez, bağımsızlaşma sürecinin ayaklarının üzerine dikilmesi gerekmektedir.[7] Yani, eleştirel felsefede, şimdiden bağımsızlaşmanın gerçeklenişini gören “teorik parti” de haklı olmuyor, çünkü, “şimdiye kadarki felsefenin kendisinin bu dünyaya ait olduğunu ve düşünsel de olsa, onun tamamlayıcısı olduğunu göz önünde bulundurmadı.” Bağımsızlaşmanın politik gerekliliklerine felsefede değinilmekte, ama bu, asıl gerçeklik olduğu söylenen kavram biçiminde yapılmaktadır. Tam da gerçeklik ile kavramın refleksiyon ilişkisinin düşünsel yönünün bu hipostaslaştırmasında* felsefe yalnızca ideolojidir ve böylesi olarak mevcut gerçekliğin pekiştirilmesidir; Hegel’in idealizmi, kendi us sisteminin gerçekleşmesinin önündeki bir bariyer haline gelir. Hegel’in hukuk felsefesinin “kurgusal [spekülatif]” kalması, onun sınırını oluşturur; ne var ki bu sınırın ortadan kalkışını diyalektik olarak içerir: “Hegel tarafından en tutarlı, en zengin nihai biçimini alan Alman Hukuk ve Devlet Felsefesinin eleştirisi her ikisidir; yani, hem modern devletin ve onunla bağlantılı gerçekliğin analizi hem de şimdiye kadarki Alman politik ve hukuksal bilinç tarzının tamamının kesin olarak yadsınmasıdır; ki bunun en zarif, en evrensel, bilim haline gelmiş ifadesi, kurgusal hukuk felsefesinin ta kendisidir.” Hegelci felsefenin daha temelinde, onun kurgusal biçiminin eleştirisi barınmaktadır. Ama bu eleştiri, yine kurgusal felsefe tarzında gerçekleştirilemez; yani kendisi yine bir felsefe olamaz. Felsefenin gerçekleşmesi olarak, o, felsefenin toplumsal pratik tarafından ortadan kaldırılmasıdır. Bunun politik sonuçları, “tam tersine, şimdiye kadarki felsefenin yadsınmasıyla, felsefenin felsefe olarak yadsınmasıyla elde edilebilir.”[8] Genç Hegelcilerin filozoflar partisi bu yüzden yanılmıştı: “Felsefeyi, onu ortadan kaldırmadan gerçekleştirebileceğini sanıyordu.”
Politik gerçekleşmesi yoluyla felsefenin ortadan kaldırılması, felsefenin tasfiyesi değildir; aksine onun en yüksek gerçeklik statüsüne bilinçli olarak yerleştirilmesidir. Bu, kendi kendini de yansıtan bir gerçeklik, yani yalnızca evrensel aracılık bağlamı biçiminde, refleksiyonda gerçek olan bir gerçekliktir. Bu statü, felsefenin, pratik içindeki her tür yönlendirmesi için zorunlu olan, ama dolaysız pratikte yalnızca saklı bir biçimde verili olan bütünün yansıması statüsüdür.[9] Kendinde pratik, ancak felsefe aracılığıyla kendi için pratik haline gelir.
FELSEFE VE GENEL SINIF
Bireylerin beraberliğinin genelliğe aktarımını, bireysel iradelerin volonté de tous’da [herkesin iradesi] birikip volonté générale’e [genel irade] aktarımını yerine getirmiş olmak, felsefenin görevi ve başarısıydı. Fakat bu aracılık, ancak, devlet fonksiyonları ve devlet erki, özel bir toplumsal sınıf eliyle, kendi özel çıkarlarını egemen kılması yoluyla yürütüldüğü sürece gerçek anlamıyla söz konusudur. Fransız devriminin meydana getirdiği durum, baş aktörleri kendi özel çıkarlarının genelin çıkarlarıyla özdeş olduğu naif önyargısıyla hareket etmelerine karşın –veya daha çok da bu yüzden– tam da böyle bir durumdur.[10] Bu türden bir devrim yalnızca “politik” bir devrimdir. Yani, usu, dolaysıyla da insanı, (Kant’ın dediği gibi) “insanlığı”yla veya “insaniyeti”yle (W. v. Humboldt) her yönüyle gerçekleyecek genel bir devrim değildir. Daha ziyade, politik olarak devrimci sınıfın özel konumu norm haline yükseltilmektedir. “Kısmi ya da yalnızca politik bir devrim neye dayanır? Burjuva toplumunun bir kısmının bağımsızlaşıp genel egemenliğe ulaşmasına; belirli bir sınıfın özel durumundan hareketle toplumun genel bağımsızlaşmasını yerine getirmesine dayanır. Bu sınıf tüm toplumu kurtarır, ne var ki tüm toplumun bu sınıfın durumunda olması önkoşuluyla kurtarır; yani, örneğin paraya ve eğitime sahip olması ya da bunları serbest bir biçimde elde edebilmesi durumunda olması halinde.”
Özel bir sınıfın çıkarlarını ve değer yargılarını toplumun temel ilkeleri haline getirebilmesi için, farklı özel çıkarlara sahip olanların da onayına ve desteğine ihtiyacı vardır.[11] Özelliğin, genellik görünümünü uyandırması gerekir. “Burjuva toplumunun hiçbir sınıfı, kendinde ve kitle içinde bir coşkunluk momenti, toplumla genel anlamda kardeşleştiği ve kaynaştığı, toplumla karıştırıldığı ve onun genel temsilcisi olarak duyumsandığı ve tanındığı bir momenti, onun talepleri ve hakları gerçekten toplumun kendisinin hak ve taleplerini oluşturduğu, sosyal başı ve sosyal yüreği gerçekten kendisinin oluşturduğu bir momenti uyandırmadan bu rolü oynayamaz. Özel bir sınıf yalnızca toplumun genel hakları adına genel egemenlik iddiasında olabilir.” Özel ile genel olanın bu yer değişiminin eleştirisini Hegel, Hukuk Felsefesi’nde, burjuva toplumunu ele aldığı 182-256 arası maddelerde yapmıştır. Genellik “işte böylece özgürlükten değil, tersine, özelin genellik biçimine yükselmesi, varoluşunu bu biçimde araması ve bulması zorunluluğundan oluşur” (186). Bu genellik ilkesi “bencil amaçtır” (183), varlık biçimi “akıl-devleti”dir, yani özellikle us değildir.
Hegel’in bu ilkesel değerlendirmesiyle Marx bağ kurabilir; üstelik tam da, Hegel’in devlet hukukuna dair kendi eleştirisini şart koşmak suretiyle. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin 297’ye ilişkin dipnotları, bunun anahtarını sunmaktadır: “Hegel ‘devlet’ ile ‘burjuva’ toplumun, ‘özel çıkarlar’ ile ‘kendi için ve kendinde genellik’in birbirinden ayrılmasından hareket eder; ama ne var ki bürokrasi bu ‘ayrılık’ üzerine kuruludur.” Ancak genelin özel ile, devletin kurumları ve onun fonksiyonerleri (bürokrasi) aracılığıyla uzlaşması görünüşte kalır; çünkü kavramın konstrüksiyonuyla sınırlıdır. “Bürokrasinin ortadan kaldırılması, ancak genel çıkarın, Hegel’de olduğu gibi yalnızca düşüncede, soyutlamada değil, gerçekten özel çıkar haline gelmesiyle mümkün olabilir; ki bu da yalnızca, özel çıkarın gerçekten genel çıkar haline gelmesiyle olanaklıdır… ‘Genel meselenin’ özneleşmesi, ki mesele bu şekilde kendi başına bağımsız olur, burada ‘genel meselenin’ yaşam sürecinin bir momenti olarak gösterilir. Öznelerin ‘genel meselede’ nesnelleşecekleri yerde Hegel, ‘genel mesele’nin ‘özne’ olmasına izin verir.” Hegel tarih etkenini, genel kavramına yerleştirmesiyle, eylemde bulunan özneleri gözden kaçırmaktadır. “Öznelerin, gerçek meseleleri olarak ‘genel mesele’ye gereksinmeleri yoktur; tersine genel mesele, biçimsel varoluşu için öznelere gereksinim duyar. Onun özne olarak da var olması ‘genel mesele’nin sorunudur.”
Hegel, burjuva toplumun, zenginliği ve yoksulluğu, lüksü ve sefaleti aynı anda üreten mekanizmasındaki çelişkinin iç yüzünü anlamıştır. “Toplumsal durumun, ihtiyaçlar, araçlar ve zevklerin belirsizce çoğalması ve özgülleşmesi doğrultusundaki, tıpkı doğal ve doğal olmayan gereksinimler arasındaki farkın sınırsız oluşu gibi sınırı olmayan yönü, –lüks– bağımlılık ve sefaletin de aynı şekilde sonsuzca artışıdır…” (195) Burada genelin, aralarından yalnızca birinin genellik geçerliliğini kendine atfettiği özellerin karşıtına çözünmesi doğru tanımlanmakta ve kesinlikle bireysel iradeye ve onun özel mülkiyette nesnelleşmesine dayanan toplumsal biçimin bir sonucu olarak tespit edilmektedir.[12] Bu arada, burjuva toplumunun ve onun sınıf ilişkilerinin sağlamlaştırılması döneminde, Hegel, bu çelişkinin ortadan kaldırılmasını yalnıza, en üst dereceyi aracılayan ve böylece genel geçerliğe ulaşan devlet faaliyetinde görüyordu.
25 yıl sonra Marx, bu ilişkinin köküne iner: “Doğallığıyla ortaya çıkmış olanı değil, yapay olarak üretilmiş yoksulluk; toplumun ağırlığıyla mekanik olarak ezilmiş olanı değil, toplumun akut çözülmesinden doğan, her şeyden önce de orta tabakanın çözülmesinden doğan insan kitlesi proletaryayı oluşturur.” Burjuva toplumunun parçalanmış durumu, demek ki, insanların kendi aralarındaki doğal ilişkisinden değil, üretim ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Bu üretim ilişkisinde, toplumsal amaç olarak commune bonum’un –mutlak öncelik ve anayasal ayrıcalığı[13] elde eden– özel çıkarlara çözülmesi gerçekleşmektedir. Bununla eş zamanlı olarak da, “burjuva toplumunda burjuva toplumunun bir sınıfı olmayan bir sınıfın, tüm zümrelerin çözülmesini oluşturan bir zümrenin” oluşumu gerçekleşir. Bu sınıf, “toplumun özel bir zümre olarak çözülmesidir”, yani “proletarya” olarak. Yegane çıkarı, mülksüzlerin çıkarı olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır, ve dolayısıyla commune bonum’un üzerini örten tüm özel çıkarların tamamının ortadan kaldırılmasıdır. “Proletarya, bugüne dek var olan dünya düzenin çözülmesini ilan etmekle, yalnızca kendi öz varlığının sırrını açıklamaktadır; çünkü o, bu dünya düzeninin fiili çözülmesidir. Proletarya, özel mülkiyetin yadsınmasını talep etmekle, toplumun onun ilkesi haline getirdiği, kendisinde toplumun negatif sonucu olarak kendi katkısı olmaksızın da cisimleşmiş olan şeyi toplumun ilkesi haline getirir yalnızca.”
Böylece toplumun çelişkisi proletaryayı genel sınıf olarak yaratır; yani, burjuvazinin karşıtı olan özel sınıf olarak, özel çıkarı genel toplumsal amacı cisimleştiren sınıf olarak. Böylelikle özü itibarıyla proletarya, devrimci burjuvazinin feodal mutlakıyetçiliğe karşı mücadelesinde görünüşte –ve kendi kahramanca illüzyonuna göre– olduğu şeyi karşılamaktadır. “Bir halkın devrimi ve burjuva toplumunun özel bir sınıfının bağımsızlaşmasının çakışması için, bir zümrenin tüm toplumun zümresi olarak geçerlik kazanabilmesi için, tersinden toplumun tüm eksikliklerinin bir başka sınıfta toplanmış olması gerekir; bunun için, belirli bir zümrenin, yani genel itilimin zümresi genel bariyerin ilhakı olması gerekir; bunun için, tüm insan topluluğunun herkesçe bilinen suçu için özel bir sosyal alanın geçerli olması gerekir ki bu alandan kurtuluş genel özkurtuluş olarak görünsün. Bir zümre, nihai olarak kurtuluşun zümresi olması için, tersinden bir başka zümrenin açıkça boyundurukçuluğun zümresi olması gerekir. Fransız soyluluğunun ve Fransız ruhbanlarının negatif-genel anlamı, önceleri ona sınır ve karşıt sınıf olan burjuvazinin pozitif-genel anlamını koşulladı.” Ancak proletarya, bu tarifi gerçek anlamda karşılar.[14]
Genel sınıf olarak proletarya, felsefeyi çelişkisiz benimseyebilen ilk sınıftır da. Ussal nedenleri teorik olarak geliştirdiği için, insanın kendi kendinin kaderini ussal nedenlerle belirlemesinin önkoşullarını yaratan felsefe, genelin bilinç biçimidir. Proletaryanın sınıf olarak gerçekte olduğu şey, yani özel, sömürülen, ezilen sınıf olarak ayağa kalkar kalmaz, insanın insan varlığı olarak –asıl, özgür us yoluyla kendi kaderini belirleyen insan olarak– ortaya çıkabildiği reel genel zemin; işte bu, politik iktidar haline geldiğinde kendisini gerçekleştiren düşünceler halindeki felsefedir. Politik iktidar haline ise, kitleleri kucaklayıp bunların eylemini, onun özel sınıf durumunun ortadan kaldırılmasına, yani potansiyel genelliğini aktüel olarak politik yürürlüğe konulmasına yönelttiğinde gelir. (Bu düşünce daha sonra sınıf bilinci teorisinde somutlandırılacak.) Proletarya, kendisini özel bir sınıf halinde tutan zincirlerini koparmasıyla ve genel sınıf haline gelmesiyle felsefeyi gerçekleştirir. Ama onu ancak, kendi çıkarlarını genel çıkarlar olarak benimsediğinde, yani felsefeyi kendi amaçlarının teorik formülasyonu olarak benimseyip eylemine dahil ettiğinde gerçekleştirecektir. Felsefenin ussal genelliği çelişkisiz olarak proletaryanın volonté générale’i olabilir, çünkü sınıflı toplumu ve dolaysıyla da özel refahın genel refah üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırmaktan oluşan proletaryanın çıkarları, genel çıkarlarla, yani felsefenin programıyla özdeştir.
Öte yandan proletarya, aynı zamanda, felsefeyi çelişkisiz olarak benimsemek zorunda olan ilk ve yegane sınıftır. Çünkü yalnızca bütün kavramında proletarya, kendisini ortadan kaldırarak kendisini genel sınıf olarak gerçekleştiren özel bir sınıf olarak, kendine dair bir bilinç kazanır. Genel sınıf olarak proletaryanın gerçekliği, onun isteğinin felsefenin ussal genelliğiyle özdeşliğinden oluşur – ve bu, aynı zamanda felsefenin, (salt) felsefe olarak ortadan kaldırılması ve insan ilişkilerinin genel ussallığının kurulması suretiyle gerçekleşmesinden oluştuğu anlamına da gelir. “Felsefe nasıl ki maddi silahlarını proletaryada buluyorsa, proletarya da felsefede düşünsel silahlarını bulur.” Ancak bu, karşılıklı bir “beğenip de seçme” olayı değildir; proletarya ile felsefenin ilişkisi daha çok, insanlığın tarihsel durumunun ifadesidir. Sermayenin egemenliği altında insansal çıkarların tüm türlerinin yalnızca sermayenin değerlenmesi çıkarına altlanmış olması ve tam da sermaye değerlendirme çıkarı bulunmayan sınıfın, işte bu özelliğiyle, tam da gerçek genel çıkarı savunuyor olmasının ilişkisidir bu. Tüm özellikleri aşmak[15] ve kendi sınıf çıkarına uygun olarak “insanın tümüyle geri kazanılmasını” (hatta karşıtının, insan olarak kapitalistlerin çıkarları da dahil) gerçekleştirmek, bu genel sınıfın felsefi statüsüdür. Böylece sınıflı toplumu, onunla birlikte de kendisini sınıf olarak ortadan kaldıran genel sınıf, ussal genelliğin gerçekleştirilmesinin taşıyıcısı haline gelir. Metaforik bir ifadeyle: “Bağımsızlaşmanın başı felsefe, onun yüreği proletaryadır”. Ve kavramsal katılıkla: “Felsefe, proletaryanın ortadan kaldırılması olmadan kendini gerçekleştiremez; proletarya, felsefenin gerçekleşmesi olmadan kendini ortadan kaldıramaz.”
DOLAYSIZ OLANIN HİÇLİĞİ VE FELSEFENİN GERÇEKLİĞİ
Ne var ki, kavramını felsefede ve maddi dayanağını genel sınıfta bulan ussal genellik, her bir tekil tutumun dolaysızlığı içinde, “bu”nunla (Aristoteles: tode ti) ilişkisi içinde idrak edilmemekte ve güncelleştirilmemektedir. Arzu ve hazda, görüş ve duyguda görüngünün ardında gizli kalmaktadır. Durumun aslı, kendisini prima vista [ilk bakışta] gösterdiği şey değildir: Çiçek, bize tüm bitkinin yaşamını göstermez, hele biyolojik tipin tüm türsel olaylarını veya ekolojik çevre koşullarını hiç göstermez; sermaye ilişkisi, patronla işçi arasındaki ilişkide açığa çıkmaz. Doğrudan deneyimlenen gerçekliği, onu olduğu şey yapan, tam da dolaysız deneyimde görünüre çıkmaz. Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi, inancın yıkımını adım adım gerçekleştirip dolaysız gerçekliklere ulaşır ve gerçeğin kavramını, kendisini koşullarıyla birlikte aracılanmış gösteren soyutlamanın gelişiminde açımlar. Bunlar, aracılıkların açığa çıkarılmasında, kavramın biçimindeki asıl somutluk olarak ortaya çıkan soyutlamalardır. Düşünmenin yerine getirdiği şey, dünyanın bağlamlarıyla birlikte öğrenilmesidir. Bağlamların keşfi ve yinelenmesi ve –bağıntılar tekrar edilebilir olduğundan– yeni bağlamları ve onların kurulmasının olanağının keşfi düşünmenin işidir, kavramlar onun ürünüdür. Kafadaki bu emek, maddi nesneler üzerindeki emeğin düşünsel eşidir. Dünyanın bize dolaysız bakım aracılığıyla değil, tersine emeğin aracılık faaliyeti aracılığıyla verili oluşu, Tin’in Fenomenolojisi’nde, bilincin, oluşmakta olan bilginin tarihi olarak anlatılmaktadır. “Hegel’in Fenomenoloji’sinin ve onun nihai sonucunun önemini –harekete geçen ve yaratan ilke olarak yadsımanın diyalektiği–, öncelikle Hegel’in, insanın kendi kendini yaratmasını bir süreç olarak ele alması, nesnelleştirmeyi nesnelleştirmeden arınma olarak, vazgeçmeyi ve bu vazgeçmenin ortadan kaldırılması olarak ele alması; yani emeğin özünü yakalaması ve nesnel insanı, gerçek olduğu için hakiki insanı onun kendi emeğinin bir sonucu olarak kavraması oluşturur.”[16]
Kavramdaki biçiminden farklı olarak, tek tek çalışma nesnesine ya da bakım nesnesine sirayet etmiş ve onu belirlemiş momentlerin karmaşıklığını kavramak mümkün değildir. Ve maddi-pratik emek nesnesinin yalnızca görsel yüzeyine uygun olarak değil, ayrıca, yapısal, süreçsel, yasalı, tipik belirlenimlerine göre ele alınması ve işlem yapılması gerektiğinden, emek süreciyle bilgi süreci birbirine sıkı sıkıya bağlıdır; karşılıklı refleksiyon (yansıma mı, yönlendirme mi?) ilişkisi içindedirler. Evet, evrensel bağlamın, bir bütün olarak dünyanın tasarımında (Engels buna daha sonra, Doğanın Diyalektiği’nde “genel bağlam” adını verecektir), bilgi mutlak hale gelir; çünkü bir bütün olarak dünya, maddi etkinliğin bir nesnesi değil de, yalnızca bilgide oluşturmanın nesnesidir. İnsan nesnel etkinlikte tamamlayamadığı şeyi kurgusal kavramda tamamlamaktadır. Bu nedenle “kafa emeği” Hegel’de ontolojik öncelik kazanır: “Hegel’in tanıdığı ve kabul ettiği tek emek, soyut zihinsel olanıdır…. Doğanın insanlığı ve tarihin yarattığı doğa, insanın ürünleri, burada, soyut zihnin ürünleri olmalarıyla görünür ve bu bakımdan demek ki zihinsel momentler, düşünce özleri olarak.” Gerçi, nesnelerin bilgisinin düşünmenin emeği olarak gelişimi, emek ve bilginin çifte refleksiyon ilişkisinin yalnızca bir yönüdür, ne var ki, nesnelerin gerçek niteliğinin yalnızca bu şekilde üretilmiş kavram biçiminde ve onun süren belirlenimi biçiminde açığa çıkması bakımından gerçekliğe sahiptir. Böylece Marx’n da şunu tespit etmesi mümkün olabildi: “Hegel’in burada –kendi kurgusal mantığında– gerçekleştirdiği olumlu şey”, “…belirli kavramların, genel sabit düşünce biçimlerinin kendi bağımsızlıkları içinde, doğa ve tin karşısında insan varlığının genel yabancılaşmasının, yani insan düşüncesinin de zorunlu bir sonucu olmasıdır ve Hegel’in bunları soyutlama sürecinin momentleri olarak anlatması ve özetlemiş olmasıdır. Örneğin, ortadan kaldırılmış varlık özdür, ortadan kaldırılmış öz kavramdır, ortadan kaldırılmış kavram… mutlak fikirdir”. Bu soyutlamalar “yabancılaşmış”tır, çünkü onlarda insan, tekil, duyusal olarak verili nesne üzerindeki kendi duyusal, pratik-nesnelleşmiş etkinliğinde varlığını gösteren özden vazgeçer. Bu türden soyutlamaların sistemi olarak felsefe, yalnızca “imge” (yansıma) olarak görünen gerçeklik olduğu için yabancılaşmış gerçekliktir. Bu nedenle felsefenin gerçekleşmesi –yani imgenin gerçekliğe geri tercüme edilmesi ya da yansıma görüntüsünün “geri dönüştürülmesi”– aynı zamanda felsefenin felsefe olarak ortadan kaldırılması, yani yabancılaşmış gerçeklik olması gerekir. Bu ortadan kaldırma –dönüştürme– süreci, felsefenin kendisinde başlar ve Hegel, Marx’ın dikkat çektiği gibi, bu dönüşüm noktasının kendisini de açık hale getirir: “Peki mutlak fikir nedir şimdi? Bütün soyutlama sürecini, en başından itibaren yeniden tekrarlamak ve bir soyutlamalar bütünü veya kendisini kapsayan soyutlama olmakla yetinmek istemiyorsa, kendisini yeniden ortadan kaldırır. Ne var ki, kendisini soyutlama olarak kapsayan soyutlama kendisini hiç olarak bilir; kendini, soyutlamayı terk etmesi gerekir ve böylece bir öze, tam da kendi zıttı olan bir öze, doğaya ulaşır. Demek ki bütün mantık, soyut düşünmenin kendi için hiçbir şey, mutlak fikrin kendi için hiçbir şey, ancak doğanın bir şey olduğunun kanıtıdır.”[17] Doğa ilişkisi burada genel, emek ilişkisinin temelinde bulunan ve emek ilişkisiyle belirlenmiş ilişki olarak kavranmaktadır. Felsefenin, soyut bilimin yabancılaşmasının ortadan kaldırılması olarak gerçekleştirilmesi, bu nedenle “insanın natüralizmi ve doğanın hümanizmi”dir.
Ne var ki dolaysız bakım bunu sağlamadığı için, ancak bütünün bilgisi ve yaratımının aracıladığı bakım, kurgusal fikre geçiş yaptığından, felsefe, insanoğlunun evveliyatında gereksiz hale gelmiş bir aşama değil; tersine, somutun soyut üzerinden somuta yöntemli yükselişinin hep yeniden gerçekleşmek zorunda olduğu sürekli ortamdır. Yalnızca bu süreç, felsefenin kendisinin ortadan kaldırılışı olarak gerçekleşmesidir, yalnızca bu süreçte (kurgusal) bilginin ussal genelliği commune bonum’un toplumsal emeği haline gelir. Ancak artık bu, herkesin ve her bir bireyin faaliyeti değil, aksine bu faaliyetin tür faaliyetine aracılanmasıdır: “İnsanın türsel özelliği olarak kendisine gerçekten faal yaklaşımı veya kendisinin gerçek türsel özelliği olarak faaliyetidir; yani insan varlığı olarak, yalnızca, gerçekten bütün türsel güçlerini –ki bu da yine ancak insanların bir bütün halinde etkin olmasıyla yalnız tarihin bir sonucu olarak mümkündür– kendinden çıkarması, onlara nesneler olarak davranmasıyla mümkündür, ve yine bu, yalnızca yabancılaşma biçiminde olanaklıdır.” Yabancılaşma, çağını düşünceler halinde kavrayan –yani insanın faaliyetinin görünümünü, soyut (ve tarihsel olarak göreli) kavramın genelliğine tercüme eden felsefede vücut bulur. Hegel bunu görmüş ve Marx da bunu büyük bir başarı olarak kabul etmiştir: “Demek ki felsefenin başlı başına tözünü oluşturan, kendini bilen insanın vazgeçişi ya da kendisini düşünen vazgeçmiş bilimdir; Hegel bunu, onun tözü olarak kavrar ve bu nedenle daha önceki felsefe karşısında, tek tek momentlerini özetleyip kendi felsefesini felsefe olarak tarif edebilir. Diğer filozofların yapmış olduklarını –doğanın ve insan yaşamının tek tek momentlerini, insanın kendi öz bilincinin, hem de soyut öz bilincin momentleri olarak ele aldıklarını– Hegel felsefenin ediminden bilir, bu nedenle onun bilimi mutlaktır.” Asıl gerçekliğin kendisi olduğu iddiasındaki mutlak bilgi ise, kavram ve gerçeklik ilişkisinin ters yüz edilmesi olarak teşhir edilir, yani baş aşağı durumdayken ayaklarının üstüne dikilmesi gereken bir bilgi olarak. Baş aşağı durumdayken ayaklarının üstüne dikmek ise şu anlama gelir: Onu “saf” bilgi (Hegelci üçlü anlamda) olarak tutup, maddi güç olarak gerçekleştirmek üzere ayağa kaldırmak.
[1] Takip eden açıklamalar, Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Üzerine. Giriş”indeki felsefenin ortadan kaldırılması ve gerçekleşmesi teoreminin bir yorumuyla sınırlıdır. (Ayrıca belirtilen alıntılar dışındaki tüm alıntılar bu metinden yapılmıştır.) Burada açıklanan felsefe anlayışının daha önceki “Hegel’in Devlet Hukuku’nun Eleştirisi” üzerine kurulu olduğunu ve bu eleştirinin kökenini daha derinlemesine anlamak için Feuerbach’ın Hegel-eleştirisinin de açıklanması gerekeceği açıktır.
** Binom –İki terimden oluşan bir bütünü ifade eden matematik terimi- Ç.N
*** Philosophia perennis – Kesiksiz süre giden felsefe. Alman düşünürü Nicolai Hartmann’a (1882-1950) göre insan düşüncesinin felsefesel zincirinde çeşitli ve sayısız yanılgıların temelinde doğruya ve gerçeğe her an biraz daha yaklaşan bir philosophia perennis sürüp gitmektedir.- Ç.N
**** (Refleksiyon (Alm. Reflexion) – Düşünmek eyleminden ziyade, usun kendisini incelemesi anlamında kullanılmaktadır. Düşünmenin düşünmesi anlamıyla Osmanlıcadaki teemmül kavramına denk düşmektedir. Ayrıca bkz. O. Hançerlioğlu, Felsefe Anskilopedisi.- Ç.N
[2] Nietzsche bu sonucu çıkarıp radikal olarak uygulamıştır. Gerçeğin tamamı çözünerek görünüş olur ve ölçüt olarak geriye kalan iktidar isteği ve isteğini hayata geçirebilen güçlü olanın haklılığıdır. İdeolojik teşhirin rasyonelliği, keyfiyetin irrasyonalliğine dönüşür.
***** (*İkili bölü (Fr., Alm. Dichtonomie) – Bir kavramı kapsamını yitirmeden ikiye bölme. Yani bir üst kavramı, içerdiği bir kavrama ve onun karşıtına bölme.- Ç.N
[3] Karşılaştırınız: Anton M. Fischer, “Der reale Schein und die Theorie des Kapitals” (Karl Marx’ta sermayenin reel görünüşü ve teorisi), Zürih 1978, ve bu kitap için yazdığım önsöz, age., sf. 7 vd.
[4] Karşılaştırınız: Joachim Ritter, “Hegel und die französische Revolution” (Hegel ve Fransız Devrimi): Methaphysik und Politik (Metafizik ve Politika), Frankfurt/M., 1977, sf. 183 vd. – Hans Heinz Holz, “Recht, Kritik und Revolution” (Hukuk, Eleştiri ve Devrim), Deutsche Zeitschrift für Philsophie (Alman Felsefe Dergisi), sayı 8/1989. – Hans Heinz Holz, “Hegels Metaphysik – Kritik als Reflex der fransözischen Revolution” (Hegel’in Metafiziği – Fransız Devriminin Refleksi Olarak Eleştiri), Jena Klasik Semineri’nde Sunum 1987.
[5] Hegel’in hukuk felsefesi volonté de tous ve volonté générale vasıtasını gerçekleştirir ve bunu yaparak Rousseau’nun programını yerine getirir.
[6] Karşılaştırınız: Hermann Klenner, “Alternativeinschätzungen Hegelscher Rechtsphilosophie” (Hegelci Hukuk Felsefesine Dair Alternatif Yorumlar), Manfred Buhr/Jacques d’Hondt/Hermann Klenner, “Aktuelle Vernunft” (Güncel Us), Berlin 1985, sf. 67 vd. Engels’in Hegel’in devlet felsefesi hakkında söylediği espirili bir sözü hatırlatalım! Köylüler Savaşı üzerine yazdığı ve Wilhelm Liebknecht tarafından imzasız dipnotların yerleştirildiği çalışmanın baskı provası vesilesiyle Engels Marx’a şunları yazmıştır: “Bu adam, Hegel ile ilgili olarak dipnotlar düştü: Halk arasında daha çok kaşif (!) ve Prusya krallığının devlet fikrinin (!!) methedicisi (!!!) olarak bilinen [Hegel] … Gülünç hukuk ve iktitar karşıtlığı üzerinde, hipodroma kapatılmış beyni sulanmış bir at üzerindeki bir süvari gibi yıllarca nal koşturup durmuş bu kendini bilmez – bu karacahil, Hegel gibi bir adamın “Prusyalı” sözcüğüyle hesabını kesmeye kalkma yüzsüzlüğünü gösteriyor…”. Engels’ten Marx’a mektup, 8 Mayıs 1870.
[7] Kapital’in önsözünden alınma mecazlar, karşılığını Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ndeki baş ve yürek mecazında buluyor. Mecaz dilinin sürekliliğinde felsefi anlayışın da bir sürekliliği kendini göstermektedir.
* Hipostaslaştırmak – Soyut kavramları bağımsız bir gerçeklik haline getirmek.- Ç.N
[8] Burada Marx, apozisyon biçiminde “şimdiye kadarki felsefe” altında ne anladığını söylemektedir: Felsefe olarak felsefe.
[9] Varlık biçimi olarak refleksiyon ve refleksiyonun refleksiyonu’na ilişkin karşılaştırınız: Hans Heinz Holz, “Dialektik und Widerspiegelung” (Diyalektik ve Yansıma), 1. Bölüm, Köln 1983.
[10] John Locke’un anayasa teorisi, Adam Smith’in iktisat öğretisi, ABD ve Fransa’nın anayasa metinleri, insan hakları bildirgesinin formülasyonları bu önyargının bir ifadesiydi ve onun felsefi yücelmelerini sağladı.
[11] Antonio Gramsci, hegemonya teorisinde özelin bu [genele] sirayetini geliştirmiştir.
[12] Bireysel irade ve özel mülkiyet, burjuva toplumunun ana bileşenleridir. Karşılaştırınız: Hegel, “Rechtsphilosophie” (Hukuk Felsefesi), Werke (Eserler) ed. Moldenhauer und Michel, Frankfurt/M. 1970, cilt 7, sf. 92 vd. (32 vd.) Bu şekilde daha Thomas Hobbes tarafından modern devlet teorisinin temeline yerleştirilmişlerdi: “Her insan DOĞAL olarak her şeye hakkı vardır; yani, her insan dilediğini yapabilir, elde edebileceği ve elde etmeyi istediği her şeye sahip olabilir, kullanabilir ve zevkini çıkarabilir.” Thomas Hobbes, “Naturrecht und allgemeines Staatsrecht in den Anfangsgründen” (Doğa hukuku ve genel devlet hukukunun başlangıç temelleri), Almancaya çeviren F. Tönnies, Essen 1926, sf. 98. Bireysel iradelerin karşıtlığının bir sonucu olan bellum omnium contra omnes’in karşısına Hobbes, mutlak egemen’in düzen ve barış fonksiyonunu koyar. Hegel de halen devlete aynı rolü yükler ve böylelikle devletin partiler üzerinde yer aldığı görüşünün illüzyonuna kapılmaktadır. Bu, devlet kavramıyla, onun politik eylemde bulunan öznelerce belirlenen gerçekliğinin birbiriyle karıştırılmasıyla teorik olarak temellenen bir illüzyondur. Marx, Hegel’in Devlet hukuku’nun Eleştirisi’nde bu illüzyonu açığa çıkarıp ortadan kaldırmıştır.
[13] Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’yle eş zamanlı olarak yayınlanan “Yahudi Sorunu Üzerine” makalesinde keskin bir biçimde dile getirilmiş insan hakları anlayışının eleştirisi, bu bakış açısını geliştirmiştir. Karşılaştırınız. Hermann Klenner, “Marxismus und Menschenrechte” (Marksizm ve İnsan Hakları), Berlin 1982
[14] Proletarya “genel sınıf” olduğundan ve proletaryanın volonté générale’inde, commune bonum’un gerçekleştirilmesi uğruna politik mücadelesi ifadesini bulduğundan, özel bir sınıf olarak proletaryanın, “proletarya diktatörlüğü” ara aşamasında sınıf olarak ortadan kaldırılmasına geçiş gerçekleşebilir.
[15] Bu ilişkinin, genelin sirayet etmesi ilişkisinin mantıksal biçimi, Hegel’in kavram mantığında açıklanmaktadır: Hegel, Eserler, cilt 6, sf. 273 vd. Hegelci biçimin materyalist biçimiyle olan ilişkisini Uluslararası Diyalektik Felsefe Topluluğu’nun –Societas Hegeliana– Yıllıkları’nda, Cilt 1, Köln 1983, “Spekulative und materialistische Philosophie” (Kurgusal ve materyalist felsefe), sf. 22 vd. ele aldım. Daha ayrıntılı olarak bakınız: Filosofia speculativa e filosofia materialistica. Nuovi Annli della Facoltà de Magistero dell’ Università di Messina, Roma 1983, sf. 27 vd.
[16] Bu ve bundan sonraki alıntılar “Ekonomik-felsefi el yazmaları, Hegelci diyalektik ve felsefenin genel olarak eleştirisi”, Marx-Engels-Eserler (MEW), Ek Cilt, Bölüm 1, sf. 568 vd.
[17] Lenin, Marx’ın elyazmasından habersiz bir biçimde, fikirden doğaya tam da bu geçişi materyalist bir Hegel yorumunun anahtarı olarak ele almıştır. V. İ. Lenin, Werke (Eserler) , Cilt 38, sf. 225 vd.