Şeriat, Laisizm ve Demokrasi

Türkiye’ye, 28 Şubat’tan sonra, bir kez daha “laikçi-şeriatçı” gerginliği yaşatıldı ve bu kez, bu gerginlik ve buradan yaratılan saflaşma üzerinden erkene alınmış bir genel seçime gidiliyor.

“Laikçi-şeriatçı” çekişmesi; oluşturulan gerginlikte argüman olarak kullanılan okullarda çocuk ve gençlere dini eğitim yaptırılması, İmam-hatipler ve Kur’an kursları, ortaöğretimde zorunlu kılınmış din dersi, “helal et” örneğinde olduğu gibi gündelik yaşamda İslami standartların dayatılması girişimi, yine bu standartlarla çeliştiği için AKP’li belediyelerin içki yasağı girişimleri, hatta “tesettür özgürlüğü” istenirken mayo reklamlarına izin verilmemesi, devlette dini kadrolaşma, tarikatlar ve Hizbullah tarzı domuz bağları, cinayetleri ve kontra ilişkileri belirgin şeriatçı yer altı örgütlenmelerinin önünün ardına kadar açılması ve hepsinin ötesinde devletin dine müdahale aracı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bu başkanlığın yüz binlik ordu oluşturan kadroları, çoğu bakanlıktan büyük bütçesi ve dini uygulamalarına ilişkin bir tartışma dolayısıyla patlak vermedi. Hesaplaşmaya dönüşen ve darbeyle tehdit eden muhtıraya kadar varan çekişme, Cumhurbaşkanlığı seçimini dayanak edindi.

Doğal ki (özellikle polis teşkilatı gibi devletin temel kurumlarından olan silahlı organları ve üst bürokrasi içindeki) İslami kadrolaşma da “iktidar ipi”nin hangi ellerde olacağına ilişkin tartışma ve sürtüşmenin kaygıyla izlenen önemli bir yönüydü. Ancak devlet iktidarının kullanılmasında Cumhurbaşkanının vazgeçilmez bir yapılandırıcı/yönlendirici gücü ve etkisi olduğu açıktı. Siyasal sistem içindeki konumu sembolik olarak tanımlanırdı, siyasal sorumluluğu yoktu. Ancak sivil ve askeri bütün atamalarda Cumhurbaşkanının imzası gerekti, onay vermedikleri atanmıyordu. Bu atamalar yalnızca vali, büyükelçi, genelkurmay başkanı başta olmak üzere general vb. atamalarından ibaret değildi. Yüksek yargı organları, YÖK atamaları, rektör atamaları vb. yanında Meclis kararları ve yasalarla Anayasa değişikliklerinin onay/veto ve Anayasa Mahkemesi’ne, referanduma götürme yetkisiyle, Başkomutanlık pozisyonuyla Cumhurbaşkanı, hükümet, Meclis ve uygulamaları üzerinde denetleyici/yönlendirici konumdaydı.

Ve AKP, Cumhurbaşkanlığını ele geçirmeye yönelince çatışma kaçınılmaz oldu. Çatışma, ne laikliğin savunulması ne de bir şeriat devletinin kurulmaya girişilmesi üzerinden şekillendi. Ama dini istismar etmekte olan AKP’nin, Cumhurbaşkanlığını da ele geçirdiğinde iktidar basamaklarında tırmanacak olması, geleneksel olarak “iktidar ipi”ni elinde tutmakta ve iktidarın yönünü belirlemekte olan laikçi-askeri kastın sonunun başlangıcı olabilirdi.

Kuşkusuz “iktidar ipi”nin el değiştirmesi, ne bir hükümet değişikliği sorunudur ne de Cumhurbaşkanlığının elde edilmesiyle bir çırpıda kararlaştırılacak bir sorun. İktidar sorununun öncelikle kararlaştırıcısı iktisadi egemenliktir; iktidarın sınıf iktidarı olduğu kesindir. İktisadi egemenliğin, fabrikaları, toprakları, bankaları vb. elinde tutan, yer altı ve yerüstünün tüm zenginliklerini özel mülkiyetine dönüştürmüş (küçük özel mülkiyeti de kendine bağlamış) burjuvazinin elinde olduğu ortadadır ki devlet iktidarı, siyasal iktidar da buradan yansıyarak şekillenir. Devlet, “iktidar ipi”ni ağırlıkla laikçi, dinci, milliyetçi vb. burjuva gerici akım ve grupların elinde tutup tutmamasından önce, iktisaden egemen olan sınıfın devletidir. İktisaden egemen olanın siyaseten de egemen olmasından doğalı yoktur ve günümüz Türkiye’sinde de, tıpkı başka kapitalist ülkelerde olduğu gibi, iktisadi egemenliğe sahip burjuvazi siyasi egemenliğe de sahiptir. Devlet bir burjuva devletidir. Burjuvazinin sömürülen yığınlara söz ve hayat hakkı tanımadığı, onları siyasal yaşamın (devlet işlerinin) dışına ittiği sömürücü azınlığın sömürülen çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüdür. Tekellerin egemenliği ve emperyalizm ile birlikte devletin sınıf niteliği değişmemiş, ama tekeller burjuva devletin dizginlerini ele geçirmişlerdir. Artık tekellerin en ileri gelen temsilcileriyle asker ve sivil bürokrasinin en iri kıyımlarının içli dışlılığıyla oluşmuş bir avuç oligark, karar alıcı, yönetici işlevleriyle iktidar doruğuna kurulmuştur.

Ordu ve polis gibi silahlı örgütlenmeler, burjuva devletin temel kurumlarıdır. Bunların yanı sıra iki önemli devlet kurumundan biri, azınlığın iktidarının asıl dayanağı olan ve kamu gücü olarak görünen ama halktan kopmuş ve halka karşı “özel silahlı birlikler”in eklentileridir. Bu eklentiler, silahla boyun eğdirilen ya da ezilenlerin konulması için hapishaneler, hapishanelere koymak için mahkemeler türünden ceza kurumlarıdır. Ve ikincisi, halkın sırtında bir ur gibi duran devletin (ve silahlı ve ceza dağıtan yönetici, bastırıcı zorbalık kurumlarının) finansmanını sağlayan ve başlıca işlevi iktidar gücüne dayanarak vergi toplama (ve maliyeyi yönetme) olan maliye-hazine kurumudur. Dolayısıyla militarizm ve bürokrasi devletin iki asli işlevi ve bu nitelikli kurumlar devletin asli organlarıdır. Devlet işleri buralardan yürür, kurmay odaları ve bürokrasi koridorlarında kararlaştırılır.

Öte yandan kapitalizmin iki eğiminden birinin ulusal, diğerinin de uluslararası eğilim olduğu bilinir ve bunlardan birincisi kapitalizmin başlangıcına, yükseliş dönemine özgüyken, ikincisi olgun kapitalizm dönemine özgüdür. Günümüzde tekelci kapitalizmin, uluslararası tekeller üzerinden ve üretim ve sermayenin uluslararasılaşmasında görmezden gelinemeyecek bir mesafe kat ettiği ortadadır. Emperyalizm, başlı başına, sermaye ihracı ve dünyanın ekonomik ve siyasal bakımdan paylaşılması, ilhak ve sömürgeleştirme demekken, tek tek kapitalist ülkeler ekonomilerinin tek bir zincirinin halkaları olarak dünya kapitalist ekonomisine entegrasyonunda atılmış olan ileri adımların, büyük emperyalist devletler ile bağımlı, sömürge, yeni sömürge ülkelerin siyasal ilişkilenmelerinde bir dizi yeniliklere götürdüğü de görmezden gelinemez. Devlet işleri yine kurmay odaları ve bürokrasi koridorlarında yürümektedir; ancak, artık bu oda ve koridorlar yalnızca ulusal renklerle boyalı değillerdir. Örneğin Amerikan ve Avrupa dışişlerinin kendilerini dayattıkları Türk dışişleri koridorlarında başlıca Amerikan dış politikasının uzantısı bir politikanın Türk dış politikası olarak tartışılıp hayata geçirilmek üzere geliştirildiğini ve “karara bağlandığını” görmek şaşırtıcı olmamaktadır. Aynı şekilde genelkurmay ve savunma bakanlığının kurmay odalarının Pentagon koridor ve dehlizlerinden ne kadar ayrı ve “kendine özel” olduğu tartışmalı bile değildir. TSK, kuşku yok ki, yalnızca Türk genelkurmayı ve MSB kurmay odalarından Afganistan’dan Kosova’ya kadar yurtdışı görevlere yönlendirilmemekte; bunlara ilişkin ve ötesinde salt TSK’ya özgü olduğu düşünülebilecek kararlar bakımından, Pentagon ve NATO koridorları ve kurmay odalarındaki yoğun ve kararlaştırıcı görüşme ve politika ve pozisyon oluşturma trafiği önem kazanmakta ve hatta çoğunlukla belirleyici olmaktadır. Hazine ve Maliye’ye ilişkin kararlar, oluşturulmaları ve uygulanmaları açısından durum farklı değildir, üstelik daha ileri olduğu söylenmelidir. IMF’ye rağmen asgari ücret bile saptanamamakta, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, tarım, sanayi, borçlar ve faizler vb., akla gelebilecek ekonomi ve maliye ile ilgili tüm kararlar IMF ve Dünya Bankası vesayetinde “oluşturulmakta”dır. Üstelik Merkez Bankası özerklik adına IMF’ye bağlanmış, hemen her sektör, oluşturulmuş “üst kurullar”la dolaysızca hükümete ve politikalarına bağlı olmaktan “kurtarılarak” IMF türü emperyalist finans kurumlarının yönetim ve denetimine verilmiştir. Hatta hukuki işleyiş bakımından, Danıştay, çoktan yatırımlar ve sermaye süreçlerinde kararlaştırıcı merci olmaktan çıkmış ve işlevini Uluslararası Tahkim Kurulları’na terk etmiştir. Artık, Türkiye de dahil, emperyalizm ve ulusal köleleşme sürecinde zaten emperyalizmle birleşmiş –işbirlikçi– ve ulus ve ulusallıkla bağını koparmış tekelci burjuvazinin egemenliğindeki tek tek “ulusal devletler”in görünüşteki “yerlilik” anlamında bile ulusallıktan “kurtuluş” sürecine girmiş oldukları göz önünde tutulmalıdır. Kapitalist devletler, özellikle emperyalist bağımlılık ilişkilerinin ağına takılmış olanlar, artık siyasal bakımdan, yalnızca bir kapitalist ulusal (siyasal) komite değillerdir ve hem iktisadi hem de siyasi yönüyle uluslararası bağlantıları dikkate alınmadan ne kendileri ne de politika ve kararları kavranabilir durumdadır. Bugünkü kapitalist uluslararasılaşma koşullarında devlet işlerinin yürütüldüğü ve karara bağlandığı kurmay odaları ve koridorlar içinde artık “yabancı” oda ve koridorlar da vardır.***

Hükümetlerse, bu belli başlı kurumların işleyişine yön veren bir komiteden başka bir şey değildir. Sadece burjuva azınlık için demokrasi olan bir diktatörlükten başkası olmayan burjuva demokrasileri ve hukuk karşısında eşitlikten ibaret siyasal (biçimsel) demokrasi bile olmayan görünüşte demokrasi ya da demokrasi taklitlerinde, hükümetler, başka siyasal rejimlerden farklı olarak, bileşimi, 4 veya 5 yılda bir yapılan seçimlerle belirlenen parlamentolarda oluşan çoğunluk tarafından yetkilendirilir. Ancak burjuva demokrasisi ya da taklitlerinde parlamentolar, devlet iktidarının asli organı olmadığı gibi, devlet işlerinin yürütülmesinde de asli bir rol oynamaz. Parlamentolarda gevezelik yapılır, burjuvazinin iktisadi ve siyasal egemenliğinden zarar gören, işsiz kalan, sefalete düşen, sözünü söylemesi engellenen ve muhalefeti dağıtılıp bastırılma konusu olan halkın –sınıf iktidarı ve asıl iktidar güçlerini gizlemek üzere– aldatılması için bol bol konuşulur. Sanki kararlar parlamentoda alınıyormuş ve devlet buradan yönetiliyormuş gibi eller kaldırılıp indirilir. Ama halkın yaşamını ve geleceğini ilgilendiren en ayrıntılı kararlar, bırakalım oluşturulmasına katılımı, üçer-beşer dakika bile düşünülmeden oylanır. Kurmay odaları ve bürokrasi koridorlarında haftalar ve aylar harcanarak oluşturulan kararlar ve yasalar, çoğu kez, üzerinde tartışma bile yapılmadan oylanmıştır.

Parlamentonun hemen biricik işlevi, milletvekili sayısal çoğunluğuna dayalı olarak hükümeti oluşturmasıdır. Ancak bu oluşuma gelinceye kadar, parlamentonun kendi oluşumu da dahil, devletin asli organlarının tutum ve uygulamaları ve doğrudan sınıf olarak burjuvazinin, TÜSİAD’ın, TOBB’un vb. politika ve uygulamalarıyla şu ya da bu yönde verdikleri siyasal, mali vb. destekler tayin edicidir. Devletin ideoloji aygıtlarının, artık doğrudan tekeller tarafından ele geçirilmiş basın (medya) organlarının yönlendirme ve şu ya da bu yönde sağladığı destekler, gerek parlamento gerekse onun üzerinden belirlenen hükümetin oluşumu bakımından basitçe bir etken olmanın ötesinde yön vericidir.

Ancak her halükarda sapmalar, öngörülmemiş gelişmeler olanaksız değildir.

Öncelikle siyaset iktisattan görece özerktir ve siyaset iktisadı yansıtmasına yansıtır; ancak bu yansıma, bire bir, siyaset alanını şekillendiren faktörlerin hiçbir özgünlüğe yol açmadığı dolayımsız bir yansıma değildir. Uç bir örnektir, ama tarihte burjuvazinin iktisadi egemenlik koşullarında imparatorluk kuran N. Bonaparte türü özerklik örnekleri bile vardır. Bu tür örnekler bir yana, burjuvazinin iktisadi egemenlik koşullarında, burjuvazinin çıkarlarını savunan, ama bu sınıf iktidarının siyasal ihtiyaçlarından az-çok farklı ya da bu ihtiyaçlarla en uyumlu olandan daha az uyumlu siyasal yönelim, motif ve programlarıyla belirli hükümetler, bu özerklik koşullarının ürünü olarak, işbaşına gelebilirler. Uyum ve uyumsuzluklarıyla, bu durumda, belirli bir sürtüşme yaşanacak demektir.

Öte yandan, parlamento seçimlerinde, iktisadi egemenliği elinde tutan tekelci burjuvazinin iktisadi ve siyasal çıkarlarını en ileriden temsil ederek ortaya çıkan ve desteğe mazhar olarak seçimleri kazanan bir parti, uygulama ve ülkeyi yönetme sürecinde, gerek kuşkusuz durmaksızın farklılaşan nesnel koşullara, gerek burjuvazinin buradan farklılaşan çıkarlarına uyum ve temsiliyet bakımından, gerekse ülkedeki gelişmelerle birlikte parti içindeki gelişme ve değişimlerle bağlantılı olarak eski temsili konumundan uzaklaşıp hükümet krizi vb.’ye de yol açabilmek üzere, sermayeyi (kuşkusuz gericiliği de) yeni arayışlara yöneltebilir ve hatta atılması gereken “safra” konumuna da gelebilir. Bu noktada parti içindeki gelişme ve değişmeler ona dayatılan gelişme ve değişimlerle iç içe girip birbirine karışabilir. Genellikle oluşan temsiliyet sorunuyla ilişkisi içinde dayatılan ve örnekleri bilinen vekil satın alma (367’ye ulaşmak üzere DYP’den iki vekilin rakip partiyle birlikte oy kullanması ya da Ecevit’in Demirel’in partisinden 11 vekilin desteğiyle azınlık hükümeti kurması), transferler (son aday transferleri: E. Günay, İstemihan Talay vb.), yeni parti oluşturmak üzere parti bölmeler (DSP’den YTP’nin oluşturulması, 28 Şubat sonrası Fazilet Partisi’nin bölünerek AKP’nin kurulması) vb. bu koşullarda en fazla tanık olunan değişiklik araç ve yöntemleri olarak gündeme gelir. Buradan oluşan “yenilikler”le ya “yeni” bir hükümet kurulur ya da genellikle “erken seçim”e gidilir ve yine “yeni” bir hükümete ulaşılır. Süreç, aynı zamanda milletvekillerinin “terbiye” ve “iktidar”ı ve muhalefetiyle tekellerin partilerinin “hizaya getirilmesi” süreci olarak şekillenir. Şimdi örneğin AKP, böyle bir hizaya getirilme ve “ehlileştirilme”yi yaşamaktadır. Zaten ehlileşmiş bir din istismarcısı partidir; ancak cumhurbaşkanlığını ele geçirme atağı dolayısıyla pişman edilmesi ve tam ehlileştirilmesi için baskı altına alınmıştır.

YAKIN BAKIŞ

Peki, somut pozisyonları itibarıyla, başrol oyuncularından biri generaller ve askeriye olan mevcut siyasal güçlerin laisizm ve şeriatçılık karşısındaki konumları nedir? Kökleri kuşkusuz öncesine de dayanan, ama cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yeniden güncelleşen ve yeni bir muhtıraya ihtiyaç gösterecek kadar sertleşen “laik-şeriatçı” çekişmesinin gerçek içeriği nedir?

AKP şeriatçı bir parti mi?

İlk sorulardan biri budur. AKP ile şeriat ve şeriatçılığın ilişkisi nedir?

İran mollalarının partisi ile Suudi Kraliyet örgütlenmesinin gerek ideolojik ve politik yaklaşım ve tutumları gerekse örgütsel bakımdan şeriatı eksen edindikleri ve şeriatçı oldukları kuşku götürmez. Taliban da böyledir. Taliban ve Afganistan bir yana bırakılırsa, gerek İran gerekse Suudi Arabistan, ileri derecede gelişmiş olmasalar ve hala ciddi feodal kalıntılara sahip olsalar bile kapitalist ülkelerdir ve hem mollaların partisi hem de Suudi Krallığı kapitalist bir zemine oturmaktadırlar. Öte yandan her ikisi de kapitalist moderniteden nasiplerini almış olmalarına karşın, feodal geçmişleriyle kopuşmadıkları gibi, bu geçmişi günümüzde de politik yaklaşım ve tutumlarında olsun örgütsel şekillenmelerinde olsun, önemli ölçüde yaşatmakta ve ondan beslenmektedirler. İkisinde de aşiret ve kabile örgütlenmesi önemlerini, kuşkusuz kapitalizm koşullarında olabildiğince korumakta, geçmişten kalıntı ticari “esnaf-çarşı” yapılanması, dev petrol tesisleri ve rafinerilerinin yanı başında, küçümsenmez bir toplumsal dayanak olarak varlığını sürdürmektedir.

Yaşayan bu geçmişten yadigar dayanakları üzerinde din, İslam, her iki ülkenin, siyasal bakımdan yönetici kurallarını vermekte, kutsallığı yalnızca “öteki dünya”yı değil, ama iki ülkenin bugününü de yönetmektedir. Kral ve Ayetullah, “Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri olarak”, iki ülkenin en üst siyasal-dinsel otoritesi durumundadır.

Kapitalizmin egemenliği ile birlikte, dinin kapitalizme bağlandığı ve sermayenin egemenliğinin dinsel egemenliğinin yerini aldığı kuşkusuzdur. Ancak kapitalizmin görece gelişmemişliği ve toplumun en ücra köşelerine kadar ağlarını yaymasının geriliği koşullarında, feodalizmin kalıntılarıyla birlikte, asıl olarak kapitalizm-öncesi ilişkilerin ürünü olan dinin, İslam’ın, inananların beyninde yer edinmiş bir önyargı ve hatta alışkanlık düzeyine yükselmiş bir ideolojik şekilleniş olarak, beslendiği feodal kalıntıların nesnelliğinin de ötesinde bir yaşam ve etki gücüne sahip olmasında şaşılacak şey olamaz. Henüz –petrol ve türevlerinin üretimine rağmen– birer sanayi toplumuna dönüşmemiş, dolayısıyla modern sermaye ilişkilerinin önyargılara varıncaya kadar tüm geçmişin kalıntısı kurum ve düşünüş-inanış tarzlarını kendisine bağlayarak kendisine göre yeniden kurup şekillendirmeye güç yetiremediği İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde dinin bu etkisi olağan sayılmak gerektir.

Bush’un da ABD’de Hıristiyanlığı ve özellikle Evangelist mezhebi dayanak edindiği; hem gelişmelerini teşvik ettiği, hem de ondan güç aldığı bilinir. Üç ülkede de kullanılan, biri Hıristiyanlık diğeri İslam olsa da, aynı dindir. Ancak ABD’de kullanımın zemini gelişmiş kapitalizmdir ve burada din, Hıristiyanlık bütünüyle kapitalizme, sermaye egemenliğine bağlanmıştır; etkisini bu çerçevede sürdürmektedir. Ve örneğin ABD’de bir şeriat devletinin sözünün bile edilmesi düşünülemez. Ancak “Medeniyetler Çatışması” türünden bir konseptin, –başka halkların yanı sıra– Amerikan halkının da yedeklenmesi amacıyla, dünya egemenliği stratejisinin üzerine oturtulduğu hareket ettirici bir dayanak olarak öne sürülmesi bile, tek başına, bu ülkedeki –ve kuşkusuz dünyadaki– dinin etkisi hakkında fikir vericidir. Ama, her şeye rağmen, burada din, İncil ya da Kur’an’da yazılı “göksel” kurallarıyla toplumsal-siyasal yöneticilik durumunda değil, ama “kullanılan” durumundadır.

İran ve Suudi Arabistan’da da din kullanılmaktadır; ancak burada ABD’deki kullanımından farklı bir kullanım geçerlidir; iki ülkenin egemenleri, ülkelerini dinin kuralları üzerinden yönetmektedirler. İki ülkede, İslam, ideolojik olduğu kadar siyasal bir unsur olarak, siyasal İslam olarak, toplumsal-siyasal yönetimin de birincil verisi ve yön vericisidir; iki devlet de, İslami kuralların geçerli olduğu şeriat devletleridir.

AKP’nin pozisyonu nedir? AKP “geçiş durumunda” bir partidir. Sadece Amerikan Cumhuriyetçi Partisi gibi “muhafazakar” bir parti olarak kalmamaktadır. Daha çok ona benzese de, dinci, şeriatçı bir damarı vardır. Partinin lideri ve yakın yönetici çevresinin daha birkaç yıl öncesine kadar açık şeriatçı söylemleri hatırlardadır. Bugünlerde yana yakıla tümünün tersini savunduğunu ve değiştiğini kanıtlamaya uğraştığı T. Erdoğan’ın bu söylemlerinden birkaç örnek vermek gerekirse:

–         “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye! Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek.”

–         “Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik.”

–         “Ben Müslüman’ım diyenlerin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslüman’ın yaratıcısı Allah kesin hakimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır!”

–         “Bu milletin bütünlüğü ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliğiyle tutacağız.”

–         “Doğumevlerinde yalnız kadın doktorlar çalışacak. Öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız, anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek.”

–         “Türkiye Cezayir olur mu diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz.”

–         “Bir buçuk milyar nüfuslu İslam alemi, Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Işıkları göründü. Allah’ın izniyle kıyam başlayacak!” (21.08.2001 tarihli tüm gazeteler)

Bu sözlerde dinci, şeriatçı bir içerik olduğu kesindir. Ancak bu sözler Refah Partisi dönemine, on yıl öncesine aittir. O zamandan bugüne köprülerin altından çok su aktığı anlaşılmaktadır.

Cumhuriyet’in öncesi Osmanlı’dır ve din devletidir; geçerli olan şeriattır. Padişah, aynı zamanda Halife’dir. Tarikat ve tekkeler, dini eğitim devletin dayanaklarındandır. Cumhuriyet ile birlikte Halifeliğin, tekke ve zaviyelerin vb. kaldırılması ve eğitimin birliği yasasıyla dini eğitime son verilmesinin ardından, siyasallaştırılmış dini ve şeriatı dayanak edinen akım ve örgütlenmelerle devleti dinin etkisinden çıkarma çabasındaki genç burjuvazi ve Kemalistler arasındaki çatışma –koşullarının ve taraflarının değişime uğraması ve içeriğinin de bundan etkilenmesiyle beraber– bugüne kadar sürmüş ve çeşitli güncel biçimlere bürünmüştür.

Demokrat Parti (Bayar-Menderes) döneminde önü açılan din siyaseti ve siyasal İslam, ’60-’70 arası “Komünizmle Mücadele Dernekleri” türü örgütlenmeler etrafında toplanarak “yeşil kuşakçı” yaklaşımlarla beslenmiş ve gelişmesi teşvik edilmiştir. 6. Filo protestocularının Kanlı Pazar’la kırılması bu dönemdedir. Erbakan, bu dönemde Milli Nizam Partisi ile ortaya çıkmış ve şeriatçı dayanakları ile aynı içerikli bir program savunmuştur. 12 Mart darbesi sonrası, aynı Erbakan, askerler tarafından, kaçtığı yurtdışından davet edilmiş ve Milli Selamet Partisi’ni kurmuştur. Biraz yumuşatsa bile, programı yine şeriatçıdır. Kendisiyle koalisyon kuran Ecevit tarafından meşrulaştırılmış, siyasal İslam’ın örgütlenmesini –halk ve “Akıncılar” adıyla özellikle gençlik içinde– bu meşruluktan yararlanarak yaymış, bu dönemde tarikatlar iyice su yüzüne çıkmıştır. Siyasal İslam’ın bu örgütlenmesi, 12 Eylül sonrasında, başta K. Evren ve darbecilerden, onların “yeşil kuşak”çı Türk-İslam sentezi ideoloji ve politikalarından aldığı güçle, değişen parti isimleri altında devam etmiş, artık Nakşibendiler, Nurcular vb. hem toplumsal hem de siyasal yaşamın belirgin ve ayrılmaz parçaları olmuşlardır. Erdoğan ve AKP önde gelenlerinin yetiştiği zemin, bu zemindir ve aktarılan söylemlerine hiç şaşmamak gerektir.

AKP, 28 Şubat’ın ürünüdür. Onun kılıcının biçtiği şeriatın “kanlı mı kansız mı geleceği” propagandif tartışmayı sürdüren Refah Partisi’nden gelmedir. Buradan gelen damar, örneğin hala “dindar cumhurbaşkanı seçme” iddiasındaki Meclis Başkanı B. Arınç’ın ya da “Cumhuriyet Mitingleri” karşısında kendini tutamayıp “3-5 slogan ezberleyip meydanlara çıkıp ulusalcılıktan söz eden yarasalar, aydınlıkta dolaşmak istemezler, gerçek milliyetçi biziz* diyen MEB H. Çelik’in konuşma ve tutumlarında yansımaktadır.

Söylemin ötesinde, bürokrasinin dinci kadrolaşmaya tabi tutulması bir gerçektir ki, AKP’den aday olan Başbakanlık Müsteşarı siyasal İslamcılığıyla ünlü Ö. Dinçer bu açıdan iyi bir örnektir. Yine hastanelerin, demiryollarının vb. başına imamların atanması, “Emniyet” kadrolarının Fethullahçılarla doldurulması, AKP döneminde sıradanlaşmıştır. Öyle ki, “zinde güçler”de yol açacağı tepkiler bilinmesine karşın, güvenle tümü göze alınarak, sonunda cumhurbaşkanlığına göz dikilmesine kadar gelinmiştir.

Kur’an kurslarının her yere yayılması, ortaöğretimde yarı-legal mescitler ve eğitim zamanı namazları, girişimin ötesinde eğitim birliğini bozucu tutumlar, meslek liselerinin arkasına gizleyerek İmam-Hatipleri olağan-düz lise olarak kabul ettirme çabaları ortadadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevileri, inanç ve ibadetlerini aşağılayan açıklamaları bilinmektedir. İş, tesettür özgürlüğünü savunurken mayo reklamlarını yasaklamaya, yine içki yasaklarına kadar vardırılmıştır. Gıda endüstrisinde İslami standartlar, örneğin “helal et” çoktan gündeme getirilmiştir. Söylemin ötesindeki somut uygulamalar açısından siyasal İslam normlarının dayatılmasının daha pek çok örneği sayılabilir, ancak yeterlidir.

Tarikat bağlantılarıysa kuşkusuz önemlidir ki, başta Nurculuğun kolu Fethullahçılık gelmektedir. Onun kadar önemli bir başka sorunsa, başta Hizbullah olmak üzere şeriatçı örgütlerin önünün açılmasıdır. Bir dönem özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde örgütlenmesi teşvik edilerek Kürt hareketine karşı kullanıldıktan sonra yasadışı ilan edilmiş ve bir kısım yöneticileri öldürülmüş ve tutuklanmış olan Hizbullah, tarikat ilişkilerine dayandırılmış örgütlenmesine yeniden hız vermiş durumdadır; bu örgütenme, AKP ve hükümeti tarafından hiç engellenmediği gibi teşvik de edilmektedir.

Sonuç olarak dayanakları, ittifak ilişkisiyle tanımlanamayacak kadar yakın ve “içten” açık ve örtülü bağlantılarıyla AKP’nin şeriatçı bir damarının olduğundan kuşku duyulamaz.

Öte yandan, AKP, bilinen özellikleriyle bir şeriatçı parti de değildir. Ne İranlı mollaların partisi ne de Taliban türündendir. Orta gelişmişlik düzeyinde kapitalist bir ülke olan, yaygın bir sanayie ve dünyanın en büyük ilk yirmi ekonomisinden birine sahip, modern sermaye ilişkileriyle mali sermaye ağlarının toplumun en ücra köşelerine kadar yayıldığı ve kayıtsız egemenliği elinde tuttuğu bugünün Türkiye’sinde, hele az-çok olağan iktisadi/siyasal koşullarda, belirli şeriatçı yönelim, tutumlara, bir dizi ön açıcı ve teşvik edici yaklaşım ve uygulamalara sahip olsa bile, bir hükümet partisinin şeriatçı bir parti olma olasılığı hemen hemen yoktur. Türkiye’de “şeriat tehlikesi”nin hiç olmadığı ileri sürülemese bile, AKP bir yana, onun içinden çıkıp geldiği ve şeriatçı dayanak ve bağlantıları, yönelim ve tutumları, ön açıcılığı daha belirgin RP, FP ve SP gibi Erbakan partilerini bile şeriatçı partiler olarak nitelemek zordur. AKP de, şeriatçı bir damarının varlığına karşın, bu özelliğinin damgasını vurduğu bir parti olmaktan uzaktır. Nedir peki AKP?

AKP kendisini muhafazakar demokrat bir parti olarak tanımlamaktadır. Muhafazakarlığı kuşkusuzdur, ancak demokratlığı soytarılıktan ibarettir.

FP’yi ele geçiremeyip ayrı parti olarak örgütlenmeye yönelen AKP’nin başını çekenler ve kadroları, 28 Şubat operasyonu ile gerçeklerle yüzleştirilmiş ve ehlileşme sürecine itilmişlerdir ve “değiştik” propagandaları, en azından bir yönüyle doğrudur. Değiştirmedikleri –yukarıda değinilen şeriatçı damara ilişkin– yönler yok değildir, ancak kimini söz düzeyinde kiminiyse hem sözde hem özde değiştirdikleri yönler de epeycedir.

Değişikliklerin; 28 Şubat’ın “laikçi-şeriatçı” karşıtlığını körükleyip, bir dizi siyasal kazanımla mevziler elde eden Erbakan ekibini püskürterek askeri iktidar kastının pozisyonunu tahkim etmeye yönelik laikçi dayatmalara bağlı oluştuğu ortadadır. “Millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek”, “Hem laik hem Müslüman olunmaz” türü söylemlerle formüle edilen eski pozisyondan, artık, laikliğe karşı –en azından duyulur biçimde– laf edilmeyen, “kişi değil, devlet laik olur”, en olumsuzuyla “laiklik yeniden tanımlanmalıdır” türü söylemlerle tanımlanan pozisyona geçilmiştir. Geri adım atılmış, “şeriat devleti” imalarından vazgeçilmiş, yeni bir uzlaşma zeminine gelinmiştir. Bu değişiklikle, din siyaseti yapmaktan, din istismarından vazgeçilmediği biliniyor. Sadece “milli görüş” döneminin fazla ileri gidilmiş ve sorun oluşturmuş yönleri törpülenmiş; örneğin hala “türban”ın bir siyasal dayanak olarak kullanılması tutumu sürdürülürken, konu zamana yayılarak sürüncemeye bırakılmış, buradan bir alevlenme ve çatışma doğması tercih edilmemiş ve AKP ve hükümetinin meşruiyeti peşine düşülmüştür.

Ancak her şeye rağmen din siyaseti sürdürülürken, asıl değişiklik, “milli görüş” olarak formüle edilmiş ve belirli bir sosyal/iktisadi temele sahip genel ve programatik yaklaşım ve tutumlarda gerçekleşmiştir. AKP din siyaseti yapmaktan laikçiliğe geçmemiş, ama neo-liberal politikalarıyla uluslararası tekellere, emperyalizm ve işbirlikçilerine “sığınmış” ya da doğru deyişle, emperyalizm ve işbirlikçilerinin çıkar ve ihtiyaçlarıyla, ifadesini bu çıkar ve ihtiyaçlarda bulan neo-liberal politikalarla çelişen ne varsa terk ederek, onların savunuculuğuna geçmiştir. AKP, asıl “milli görüş” “takıntıları”ndan kopmuştur; onun için, artık, ne Batı kapitalizmi eleştirisiyle “milli ekonomi”nin, ne örneğin “faiz haramdır” suçlamasıyla “faizsiz bankacılık” ya da “kâr ortaklığı”na dayalı “sistem”in ne de genel olarak Batı ve emperyalizm “karşıtı” söylemlerin önemi kalmıştır.

“Milli görüş”ün son partisini (FP) bölerek siyaset sahnesine atılan ve daha kuruluşu öncesindeki –siyasal ve istihbari– Washington görüşmeleri belirleyici ve şekillendirici olan AKP, “milli görüş”ten gelenlere eklenen bir kısmı sermaye ve devlet tarafından sınavdan geçirilmiş “yeni” kadrolarıyla “toplama” bir örgüt olarak, bir yandan yolsuzluk vb. ile palazlanacak nemalandırıcı bir “hisse senetli şirket” gibi örgütlenirken, bir yandan da –K. Derviş’le dayatılan, ama DSP-MHP-ANAP hükümeti aracılığıyla uygulanmasına devam edilemeyeceği anlaşılan– neo-liberal politikalarla IMF-TÜSİAD programının ve Amerikan dış politikasıyla siyasal-stratejik bakımdan GOP’un dayanağı olacak işbirlikçi bir parti olarak örgütlendi. Nitekim AKP, uluslararası burjuvazinin, özellikle Amerikan emperyalizminin bu iki başlıca ihtiyacını elinden geldiğince karşıladı. Yalnızca 1 Mart Tezkeresi’nde ABD’nin beklentisini karşılayamayan AKP, “gelen gideni aratır” örneği, Türkiye’nin gördüğü uluslararası ve yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin ihtiyaçlarını en ileri noktadan karşılayan (emeğin en azılı düşmanı), en işbirlikçi, en Amerikancı parti oldu.

Bu yeni zeminde, AKP, din siyasetini ilgilendiren iki başlıca adımı atmaktan da kaçınamamış, kaçınmamıştır. Bu adımlar, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği yönelim ve tutumlarındaki konsept değişikliğiyle doğrudan ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılmasıyla Amerikan dünya egemenliği stratejisinin aracı “Yeşil kuşak”çılığın da sonu görünmüş ve 11 Eylül ile birlikte yerini “uluslararası terörizme karşı savaş” ve tamamlayıcısı “Medeniyetler Çatışması” konseptlerine bırakmıştır ki, bunlara göre İslam’a düşen rol yeniden tanımlanmıştır. “Radikal İslam” düşman ilan edilmiş, ama “Ilımlı İslam” dünya egemenliği stratejisinin dayanaklarından sayılmıştır. “Ilımlı İslam”, Amerikancı İslam’dır; İslam’ın Amerikan dünya egemenliği stratejisinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanılmasının adı ve biçimidir. Türkiye ile bağlantısı içinde, bu rol, ideolojik-örgütsel kapsamıyla başlıca Fethullahçılığa, siyasal-örgütsel kapsamıyla AKP’ye uygun görülmüş ve rol, rolü üstlenmesi istenenlerce de benimsenmiştir. Bu atılan birinci adımdır. Artık İslam, “Ilımlı”, yani bütünüyle kapitalist emperyalizmin hizmetine koşulmuş ve meşruluğu da en başta ABD’ye, yabancı ve yerli işbirlikçi tekellere emanet edilmiş biçimiyle ve asıl buradan ehlileştirilmiş haliyle, AKP’nin istismar alanı durumundadır. Ancak anlaşılacağı gibi, artık asıl istismarcı güç AKP değil, ama (yerli ve yabancı) uluslararası burjuvazi ve emperyalizmdir*, AKP’ye düşense aracılık rolüdür.

AKP, sürdürdüğü din istismarı kapsamında, siyasal İslam’ı böylelikle yeniden tanımlamış olmaktadır: AKP, herhangi bir İslami parti değildir, kapitalizm koşullarının zorunlu kıldığı kadarıyla İslam’la kapitalizm arasında kurulmuş genel bir bağın, İslam’ın kapitalizme şöyle bir bağlanmasının partisi değildir; İslam’ın, uluslararası sermaye en ileri noktadan bağlanmasının, emperyalizm hizmetine en ileri noktadan sokulmasının, Amerikan emperyalizminin en başta Ortadoğu’da egemenliğinin emrine koşulmasının aracı ve dayanağıdır, “Amerikancı İslam’ın” partisidir. (Dolayısıyla örneğin işbirlikçi tekellerin örgütü TÜSİAD’ın A. Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkmayıp desteklemesi, ne “laikçi-şeriatçı” tartışması ne de çiğnenen “demokrasi” sakızı üzerinden, ama ancak buradan anlaşılabilir. Amerikan emperyalizminin sözcülerinin aynı türden tutum açıklamaları da, aynı şekilde, “laiklik” ya da “demokrasi” tartışmalarıyla bağlantılandırılarak değil, ama eğer seçilecek olsaydı, Gül’ün “GOP’un Türkiye şube başkanlığı”na gelecek olmasıyla açıklanır.)

AKP’nin girdiği, İslam’ın “Ilımlı İslam” olarak tanımlandığı “yeni yol”da atmaktan kaçınamadığı, ama yüzünü en fazla açığa çıkaran ikinci adım ise, Siyonist İsrail ve İsrail’le ilişkilere dairdir ve birinci adımın bir sonucu olarak atılmıştır. Ortak zemin, neo-liberal politikalarıyla, entegre olunan dünya kapitalist zinciridir. Ancak bu genellikle sınırlı kalınmadığı kesindir. Siyonist İsrail, “Doğu”da olmakla birlikte “Batılı”dır; Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin stratejik ortağıdır. Üstelik “Medeniyetler Çatışması”nın bir “tarafı” ya da “kutbu” içinde yer almaktadır: “Hıristiyan-Yahudi Medeniyeti” çatışmanın bir tarafıdır, geri kalanlar ve ilk adımda İslam Medeniyeti bir taraf! Ve “Ilımlı İslamcı” GOP’çu, Amerikancı AKP, İsrail’le sadece “yakınlık”tan değil, ama “Stratejik ortaklık”tan kaçınabilme özgürlüğüne sahip değildir. Kaç kez Washington ziyaretlerinin yolu Telaviv’den geçmiş, Washington kapıları ancak Telaviv’le oluşabilen pürüzlerin halli ve alınan “olur”u ile açılabilmiştir.

Ama İsrail adı, tarihsel çağrışımları bir yana, yakın tarih ve Filistin halkına yönelik insanlık dışı zulmü dolayısıyla, bir Müslüman için küfürle eş anlamlıdır. “Milli Görüş” kültü, bu tavrı pekiştirmiştir. Şimdi Siyonizmle ortaklık, üstelik bunun Filistin’e kan kusturma ortaklığı oluşu, din istismarcısı AKP’nin “yumuşak karnı” durumundadır. “Şeriatçılık” tartışması bir yana, İsrail’le ilişkisi, AKP’nin din istismarcılığını bile zora sokmaktadır. Özelleştirilen iki önemli limanın, hem de ilahesiz gece-yarısı pazarlıklarıyla İsrail gizli servisi MOSSAD’ın kasası Ofer’e peşkeş çekilmesi, tank modernizasyon ihalesinin İsrail’e verilmesi vb. yollardan Siyonizmin bölge halklarına karşı savaşının finansmanına katılması, AKP liderlerinin İsrail ziyaretlerinde Siyonist yöneticilerle düşer-kalkar ve Yahudi kutsal mekanlarından “Ağlama Duvarı”nı başlarına “kippa” takıp tavaf ederken dönüp Filistin yöneticilerine 5 dakika bile ayırmaması, inanç sahibi Müslümanlarca Müslümanlığının sorgulanmasına bile götürmektedir. Ancak kuşkusuz AKP hâlâ türban ve örtünme “özgürlüğü”, imam-hatiplerin eşitliği vb. sorunları üzerinden din istismarcılığı yaparak pirim sağlamakta ve laikçi baskısını “dinsizlik” olarak gösterip inananların inançlarını sömürebilmektedir. Saflaşmayı tahrik eden ve en önemli nedenlerinden bu olan “laikçi-şeriatçı” tartışması ve çekişmesinin başlıca ürünlerinden biri budur.

Ya laikçiler?

Laikçilerin durumu, en az AKP’ninki kadar zordur.

Laikçiler laik midir? Türkiye’de sık sık ve “iktidar ipi”ni sağlama bağlanması her gerektirdiğinde “şeriat tehlikesi” ve “irticaya karşı mücadele” gündeme getirilmiştir. Bu yönüyle, 28 Şubat’tan sonra yeni bir hamleyle karşı karşıya olduğumuz biliniyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla gündem, yeniden “laikçi-şeriatçı” tartışma ve saflaşması üzerinden kurulmuş, bir yandan geniş katılımların harekete ettirici başlıca unsuru dinci akımdan gelen tehdide karşı modern yaşam tarzının, laik özlem ve alışkanlıkların savunulması olan “Cumhuriyet Mitingleri” örgütlenmiş, diğer yandan 27 Nisan Muhtırası ve darbe tehdidiyle ortam gerilmiştir.

Mitinglere katılan geniş kitlelerin laik özlem ve duygularla harekete geçtikleri ve dini bir yaşam tarzı ihtimaline karşı tepki verdikleri doğrudur. Ancak bu tepkiyi iktidar çekişmelerine yedeklemeye yönelen örgütçü ve düzen kurucuların, darbeci Muhtıracılardan CHP ve Kızılelmacılara, laisizm tutkunu oldukları ileri sürülebilir mi?

Modern kapitalist ilişkilerin ve bu ilişkilerin temsilci ve bekçilerinin laisizme ihtiyaç duyduğu düşünülebilir. Öyle midir? Kapitalizmin devrimci yükseliş döneminde böyledir. Feodalizmin ketlerinden kurtulmayı hedef edinmezlik edemeyecek kapitalist gelişme, başlangıcında, evet, feodal üst yapının bütününü, tüm egemenlik ilişkileri ve kurumlarını, bu arada geniş topraklara sahip Kilise’yi karşısına almış, din ve devlet işlerini ayırarak, sermayenin egemenliğini ilan etmişti. Üstün siyasal-yönetsel irade, sosyal-ekonomik alanda olduğu gibi, sermayenin iradesi olacaktı. Ekonomik egemenlik siyasal alanda, devlet işlerinin yürütülmesinde ve bizzat devletin örgütlenmesinde yansımalıydı, yansıdı. Siyasal egemenlik papa ve papazlara bırakılamaz, onlarla paylaşılamazdı. Fransa laisizmin de anayurdu oldu.

Proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıktığı kıtaya yayılan 1848 Devrimleri, burjuvaziye saldığı korkuyla, onu feodalizmle, aristokratlar ve din de içinde eski üst yapının kurum ve temsilcileriyle uzlaşmaya yöneltti. Bundan böyle burjuvazi, burjuva devrimlerin başını çekmekten geri durduğu (feodalizmin başkalaşımı türünden Prusya örneği yukarıdan devrimler görüldü) gibi, feodal üst yapıyı kökten dönüştürmeye değil, ama kendi hizmetine koşmaya yöneldi. Bu, henüz gelişme dönemindeki kapitalizmin feodalizmi çözüp tasfiye etmeyeceği/etmediği, onun üstyapı kurumlarını olduğu gibi alıp kullandığı anlamına gelmiyordu, gelmedi. Uzun ve sancılı yoldan bir kapitalistleşme, toprak beylerinin başkalaşım yoluyla kapitalistlere dönüşümüne paralel üstyapıda bir dizi değişiklikler (örneğin monarşiden meşruti monarşiye geçiş gibi..) yaşandı. Kuşkusuz bir dizi ülkede Çarlık örneği despotluklar, yukarıdan burjuva devrimlere ve üstyapıda bir dizi farklılaşmalara karşı direndiler. Kimi ülkelerde yukarıdan devrimlerle kimi ülkelerde dirençle karşılaşarak gelişen kapitalizm, sonunda tekellerin egemenliğine ve emperyalizme götürdü. Gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalist ülkeler haline gelirken, kapitalizmin gelişmesinin yolu kesilen ülkeler, Osmanlı ve Çarlık Rusya’sı gibi feodal emperyalist ülkeler olsalar bile, aynı zamanda kapitalist emperyalizme bağımlı ülkeler haline gelmeye itildiler.

Bir kez tekellerin egemenliği ve emperyalizm ortaya çıktıktan sonra, ’848’le başlayan burjuvazinin gericileşmesi eğilimi genelleşti; kapitalizm tarihsel yükselişini tamamlamış, üretici güçlerin önünde bir engele dönüşmüş ve artık dikte ve gericilik eğiliminden başka şey olmayan her yere ve her şeye tahakkümünü dayatan tekeller, kapitalizm-öncesi de dahil tüm dünya gericiliğinin kalesi ve asıl dayanağı haline gelmişti.

Kapitalizmin yükselişi boyunca aşağıdan ve yukarıdan burjuva devrimleri aracılığıyla feodal üstyapıda, siyasal yaşam, hukuk, din vb. dahil ideolojik ve kültürel alanda gerçekleşen değişimlerin artık sonuna gelinmişti. Zaten yukarıdan değişiklikler sınırlı ve dinsel vb. feodal gericiliği kökten darbelemeyen, ama kapitalizmin gelişme ihtiyaçlarına bağlayan türdendi. Artık her türden tarihsel bakımdan ilerici burjuva değişiklikler dönemi kapanmış; ama proleter devrimler (ve ancak ona bağlanmış demokratik devrimci dönüşümler) dönemi açılmıştı. Kapitalizmin feodalizmin iç başkalaşımı yoluyla üstten gelişimi koşullarında zaten burjuvazinin hizmetine koşulan siyasi, ahlaki, hukuki, dinsel, kültürel vb. tüm kapitalizm-öncesi gericilik; artık modern tekelci kapitalist zeminde başlıca koruyucu ve besleyicisini bulmuş, Kralı ve Papası-Papazıyla, Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin işgali koşullarında görüldüğü gibi Padişahı ve Halifesiyle, önyargı ve alışkanlıklarıyla emperyalizme bağlanmış, emrine girmişti.

Artık ne Hıristiyan ya da Müslüman, emperyalizme bağlanmamış din devletleri olanaklıydı, ne emperyalizmin hizmetine koşulmamış dini gericilik ve ne de dini gericiliği karşısına alarak din ve devlet işlerinin ayrılması demek olan laisizmi ilke edinip hayata geçirecek burjuvazi ve burjuva devrimleri. Çeşitli burjuva tabakalar, özellikle küçük burjuvazi hiçbir şekilde laisizmi ilke edinemez değildi; ama dolaysızca demokratik devrimin bir bileşeni durumundaki din ve devlet işlerinin ayrılmasını fiili olarak gerçekleştirmek, demokratik devrimi net bir zafere ulaştırmak ve gerçek bir laik devlet kurmak, artık burjuvazinin başarıya ulaştırabileceği işler olmaktan çıkmıştı. Girişilemez değildi; ama yarım-yamalak kalması kaçınılmazdı. Zayıf bir anti-emperyalist devrim olarak gerçekleşen Türk Kurtuluş Savaşı sonrası Hilafetin kaldırılıp Cumhuriyet ilan edilmesiyle başlayan laisizm macerası bunun bir kanıtı olmuştur. Milli devrim demokratik bir devrim olarak gelişmemiş, alınan bir dizi –şapka ve harf “devrimi” türünden– demokratik içerikli önlem “üstten” önlemler olmanın ötesine gidememiş, bir din devleti (şeriat devleti) olan Osmanlı’nın yerine inşa edilen cumhuriyet, burjuva-feodal bir kurum olarak şekillenmenin ötesinde, dinle devlet işlerinin ayrıldığı bir laik yapı değil, ama tekke ve zaviyeler yasaklanırken dinin yeni kurulan Diyanet İşleri ile kontrol altına alındığı/tutulduğu bir yapı olarak şekillenmiştir. M. Kemal din devletine, onun dayanağı dini örgütlenmelerin etkinliğine karşı küçümsenemeyecek bir mücadele içine girmiş; ancak kapitalizmin yeterince gelişmemiş oluşunun ürünü dayanak eksikliğinin de etkisiyle devletin dini alandan bütünüyle çekilmesini ve tam bir din ve vicdan özgürlüğü tanınmasını göze alamamış, bu, demokratik olmayan tutum ve yönetme eğilimiyle beslenmiş ve dini alana devlet müdahalesi ve bu müdahalenin örgütlenmesinden kaçınılamamıştır. Sonuç müdahale edilmiş, kontrol altında, öyleyse siyaseten yapaylaştırılmış bir devlet dini olmuştur. Yerine konanın savunulamazlığına karşın, din devletinden kopulup uzaklaşıldığı da kesindir. Ancak halkın aşağıdan dinselliği de içinde feodalizme ve feodal devlete karşı ayağa kalkmamış (ve tefeci tüccarların, ticaret burjuvazisinin toprak ağalarıyla ittifakı dolayısıyla, buna çağrılmamış) oluşu, din siyaseti ve dinin siyasete alet edilmesinin etkisini sürdürmesine, halk içinde dayanaklar bulup önemli kesimlerini yedeklemesine olanak sağlamış ve buradan türeyen laikçilerle din siyaseti yapan dinsel örgütlenmeler arasında bir çatışma tüm Cumhuriyet tarihine yayılmıştır. Din siyaseti yasaklanmış, ancak yerine yeni bir din siyaseti konarak ve halk kazınılmadan, ama dışlanarak dine ancak kontrollü bir kanal açılması, hem din siyasetinin etkisinin kırılmasını önlemiş, hem de laikçi-dinci çatışmasını koşullamıştır.

Bugüne dünden gelinmiştir. Değişen tek şey ise, tekellerin Türkiye’de de egemenliğini sağlaması ve tekelci burjuvazinin emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi karakteriyle oluşup yerli gericiliğin asıl gücü haline gelmesidir. Bu, 30’larda başlayan bir süreç içinde gelişerek bugüne gelen bir olgudur. Ve kuşkusuz Cumhuriyet’in ilk yıllarının koşullarıyla birlikte, laikçiliğin somut şekillenişi de değişmiştir. Artık emperyalizm ve onun dine ve dinciliğe biçtiği rolle, dinin tekelci kapitalizme bağlanması dikkate alınmadan, ne “irtica”, ne “irticaya karşı mücadele”, ne “şeriat tehlikesi” vb. anlaşılabilir. Bugün “irtica” ya da Türkçesiyle gericiliğin asıl unsurunun dinci gericilik değil, ama tekelci gericilik olduğu anlaşılıp kabullenilmeden “irtica” ve “irticaya karşı mücadele” saptama ve çağrılarının içi bomboş olacaktır. Tekelci gericiliğin temsilci ve bekçilerinin irticaya, şeriata ve “şeriat tehlikesi”ne ilişkin söylemleri, ancak halkı aldatmaya ve bölünmeye sürüklemeye yönelik bir edebiyattan ibarettir. Yine kesindir ki, dinsel irticaya karşı mücadele, ancak tekelci irtica ya da gericiliğe karşı mücadele temelinde, bu mücadeleye bağlanarak anlamlanabilir.

Olanca laikçi iddia ve söyleme karşın, dini irticanın, din istismarının yakın tarihi geçmişte önü emperyalistler ve işbirlikçi tekeller ve adamlarınca açılmıştır. 24 Ocak Kararları’nın uygulanması olanağını sağlayarak aynı zamanda Türkiye’de neo-liberal politikaların programatik bir düzeye yükseltilmesinin hareket ettirici dişlisi olan uluslararası tekeller ve emperyalizmin “bizim çocukları”nın 12 Eylül faşist darbesi, din siyaseti bakımından da çığır açıcı olmuştur.

Bu dönemde, tekeller ve emperyalizmin çıkar ve dünya egemenliği stratejilerine bağlanmış din siyaseti ve inanç istismarının bağlantı kurucu ve hareket ettirici unsuru “yeşil kuşak” konseptiydi. Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere Batı’lı emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ni kuşatmaya ve çökertmeye yönelik stratejisinde İslami akım ve hareketler, şeriatçı özlem ve örgütlenmeler önemli bir yer bulmuş, hatta kuşatmanın güney kanadının ağırlığını üstlenmiştir. Bu yönüyle Suudi vb. İslami sermaye ve devletlerin desteğini alan Afganistan’daki Rus işgaline karşı direniş ve Çeçenistan-Dağıstan’dan Kırgızistan’a yayılan şeriatçı mayalanma önemliydi ve CIA’nın dolaysız ve dışarıdan olmakla kalmayan desteği ile besleniyordu. (Bin Ladin, bu dönemden yadigardır.) Anti-komünizm bağ kurucu ortak zemin olarak rol oynamış; din siyaseti, şeriatçı hareketler, “Allahsız-kitapsız komünizme karşı” “din savunuculuğu” olarak, dünyanın tek egemeni olmak için S.B ile hegemonya rekabeti içinde onu kuşatıp yalnızlaştırmaya ve çökertmeye yönelmiş Amerikan ve Batılı emperyalistlerin çıkar ve egemenlik stratejisi içinde küçümsenmez bir yer edinmiş, amaç, yaklaşım ve pratiğiyle ona bağlanmıştı.

Laiklik iddialarına rağmen, Türkiye de bu “yeşil kuşak” kuşatmasının unsurlarındandı; NATO üyesi ve “nüfusunun yüzde 99’u Müslüman bir ülke olarak” aynı anti-komünist cephe içinde yer alıyordu. Ve 12 Eylül, “yeşil kuşak”çı zeminde, hem ülke içine hem de sonradan T. Özal tarafından “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” yayılan Ortaasya Türki Cumhuriyetleri’ne yönelik olarak, “Türk-İslam sentezi”ni “milli” ideolojik-siyasal-örgütsel doktrini bildi. Bu arka plan, 12 Eylül karanlığının yol gösterici ve tutum belirleyicisi oldu. 12 Eylül’ün hem kendisinin din siyasetine yönelmesi ve hem de dini akım ve örgütlenmelerin önünü açmasının nedenleri başka yerde değil, ama burada aranmalıdır. K. Evren’in hemen her nutkuna Kur’an’dan ayetlerle başlaması, Kur’an kurslarını yurt çapında pıtrak gibi yayarak sayılarını kat be kat artırması, zorunlu din dersi dönemini başlatması, “düşük yoğunluklu savaş”ta dini bildiriler kullanması bu nedenledir. Ardından, adı “takunyacılar”a çıkmış dinci ekipten, eski dinci parti milletvekili adayı Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminin teşvikleri gelmiştir. Giderek, S.B’nin çöküşü ve nedeni ortadan kalkan “yeşil kuşak”çı yaklaşımının geçersizleşmesi sonrasında bile bir süre devam eden –işbirlikçi olanları da içinde– uluslararası tekeller ve emperyalizmle dinci gericilik ve inanç istismarı siyasetinin bu ilişkisi, şeriatçı yeraltı örgütü Hizbullah’ın Kotrgerilla’nın bir kolu olarak beslenip Kürt Savaşı’nın önemli bir yükünü üstlenerek kullanılmasına kadar uzanmıştır. Kalıntı nitelikli uygulamaları 11 Eylül’e kadar süren “yeşil kuşak” dönemi bu tarihle birlikte tarihe karışmış, bu kez ise yerini, önceden üzerinde durulan “medeniyetler çatışması” ve “uluslararası terörizme karşı savaş”la birlikte “Ilımlı İslam”ın desteklenip beslenmesine bırakmıştır. Burada yine din siyaseti olduğu, dinin siyasetin aracı kılınarak istismar edildiğinden şüphe duyulamaz. Bush ve neocon ekibi, örneğin, hem ABD’de Hıristiyanlığı (özellikle Evangelizmi öne çıkararak) hem Avrasya’nın İslam ülkelerinde bir yandan “radikal İslam”ı hedef gösterirken, bir yandan da “Ilımlı İslam”ı dayanak edinirken, tekeller ve emperyalizmin çıkar ve politikalarına bağlanmış bir din siyaseti ve istismarcılığı yapmaktadır. Türkiye’ye ilişkin olarak din siyaseti ve istismarı da, bu emperyalist yaklaşıma bağlanmıştır ve başlıca desteğini Amerikan emperyalizmi ve güncel dünya egemenliği stratejisinde bulmaktadır. (Türkiye’nin laikçi iktidar kastının Türkiye’ye biçilmiş “ılımlı İslami” role bir noktanın ötesinde uyum sağlayamaması ise, Kürt sorununun yanı sıra, çıkarlarının Amerikan emperyalizmiyle çıkarlarıyla çakışıp örtüşmediği ikinci uyumsuzluk etkeni durumundadır. Bu nedenle, bu iki sorun, Türkiye halklarıyla gericilik arasındaki demokrasi mücadelesinin iki başlıca sorunu olmasının yanında emperyalistlerle işbirlikçileri arasında da bir anlaşmazlık ve sürtüşme konusudur.)

Peki, bu somut olgular karşısında, işbirlikçi tekeller ve “koruyucu-kollayıcıları”nın laiklik iddialarının ne anlamı olabilir? Bu iddialar ciddiye alınabilir mi? “Türk-İslam sentezci” laisizm olanaklı mıdır? Ya da din dersi zorunluluğunu kendisini güçlendirici bir dayanak olarak gören bir laisizm ne türden laisizmdir? Ya da “yeşil kuşak” döneminden sonra, bugün, “şehit cenazeleri” başta olmak üzere tüm dini törenlerde, camilerde resmi üniformalarıyla yüksek askeri erkanın resmi geçit yapması ne tür bir laiklik olabilir?

Din ve mezhepler karşısında tarafsız olmayan, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Alevi inancını dışlayıp Sünni İslam’ı esas alarak dini kontrol altında tutmaya ve kullanmaya (bu amaçla Eğitim ve Sağlık bakanlıklarından büyük bütçeye sahip Diyanet kadrosundan yüz binlik İmam ordusunu finanse eden), ama başkalarının kendilerine karşı kullanmaya kalkışmalarını teşhire ve engellemeye yönelmiş, din ile eğitimi de ayırmamış, MEB tarafından kontrol edilen Kur’an kursları ve din dersi zorunluluğunda dayanağını bulan ve din ve inanç özgürlüğünün garantörü olmak yerine türban yasağı ve Cemevi engellemeleriyle ayakta durmaya çalışan vb. bir laisizm iddiası sahtekarlıktan ibarettir. Dolayısıyla, bu tür “laiklik”, ancak üzerinden çıkar elde edilmek ve politika yapılmakta olan, tekeller ve onların “koruyucu-kollayıcı” iktidar kastının çıkar ve egemenliği elde tutma hesaplarına bağlanmış bir “devlet dini” dayatması olarak, “laikçilik” kavramıyla tanımlanabilir.

***

Son olarak, şu soru sorulmalıdır: Laisizm tartışması ve “şeriatçı-laikçi” çatışması tamamen bir safsatadan mı ibarettir, bir gerçekliğe sahip değil midir? Olmayan bir sorun üzerinden mi tartışılıp çatışılmaktadır? Kuşkusuz bu doğru değildir. “Şeriat tehlikesi”nin bulunup bulunmaması bir yana (konuyu tartışmıştık), Türkiye’de belirli şeriatçı akım ve örgütlenmelerin varlığının yanı sıra bir dizi parti tarafından (AKP, SP, BBP vb.) din siyaseti yapıldığı, dinin istismar edildiği kesindir. Ve Türkiye’nin din siyaseti yapılan bir ülke olmaktan kurtulması ihtiyacı yadsınamaz. Öte yandan, bu ihtiyacın laikçiler tarafından karşılanması ihtimalinin bulunmadığı, “şeriat tehlikesine karşı” olduğu iddia edilen laikçi mücadelenin gerçek bir laikliği hedefleyen içerikte olmadığı da ortadadır.

Ancak yine kesindir ki, hem biri din siyaseti yapan diğeri kontrollü din peşinde olan gericiliğin iki iktidar odağı kesimi, dinin bir politika dayanağı olarak nasıl kullanılacağı üzerinden çatışmaktadır. Çatışmaları bir iktidar çatışmasıdır. Bu çatışmanın gerçek bir çatışma olduğundan kuşku duyulamaz.

Öte yandan, bu çatışmanın “gerici dinciler”le “ilerici demokrat laikler” arasında cereyan eden bir demokrasi mücadelesi olmadığı gibi, “laikçi demokrasi düşmanı, darbeci laikçiler”le az-çok da olsa ilerici demokrat dini inanca sahip kesimler arasında bir demokrasi mücadelesi olmadığı da net olmalıdır.

Süregiden çatışmanın demokrasi mücadelesiyle bir ilgisi yoktur; ama (Kürt sorunu ve siyasal özgürlükler vb. gibi) başka hareket ettirici ve çözüm bekleyen sorunların yanı sıra, başta tekeller ve egemenliği olan gericilik kaynaklarından birini oluşturan dinciliğin, din siyaseti ve istismarının koşullarıyla birlikte giderilmesi ihtiyacı da, demokrasi mücadelesinin hareket ettirici ve çözüm bekleyen önemli bir sorunu durumundadır. Öyleyse laisizmin, laikçilerin oyun alanı olmaktan çıkarılıp ayakları üzerine dikilmek üzere demokrasi mücadelesinin bir alanı olarak ele alınıp pratik siyasal mücadelenin bir dayanağı kılınması, halkın yaşamsal ihtiyaçları arasındadır.

Tersi durumda, demokrasi mücadelesi ve onun temel dinamiği olarak halkın birliği en büyük zararı görecektir, bugün olduğu gibi görmektedir. Laisizmin gerçek temellerine oturtulup demokrasi mücadelesinin bir itici gücüne dönüştürülememesi halinde, bir yandan din istismarcıları bir yandan devlet dini savunucusu laikçiler, dini inançların sahiplenilmesi ya da laiklik uğruna olduğunu iddia ettikleri “şeriatçı-laikçi” tartışma ve çatışması ekseninde oluşturulup derinleştirilen bir dayatma olarak “dinci” ve “laikçi” saflaşmasını halkı bölüp yedeklemek ve gerçek bir laikliğe olan ihtiyacın ötesindeki tüm diğer gerçek sorun ve taleplerinin üzerini örtüp gündemden düşürmek amacıyla kullanmakta ve başarılı da olmaktadırlar.



* Milliyet, 21.05.07

* AKP, İslam’ı Batı’ya yamayan bu yönelimi ve pozisyonuyla, İdris Küçükömer’in son günlerde atıfta bulunulan “sol”la sağın tanımını “yenilediği” başlıca tezini de pratikte tamamen geçersizleştirmiştir. Küçükömer’e göre, tayin edici ve tanımlayıcı olan emperyalizmle ilişki ve Batılılaşma ya da “Doğucu-İslamcı halkçılık”tı. Küçükömer’in zamanında, evet, İslamcı akım ve örgütler Doğucuydu; şimdiyse AKP İslam’ı Batı’ya, emperyalizme çoktan peşkeş çekmiş ve kendi şahsında Küçükömer’i dayanaksız bırakmıştır.

Seçimler, Gençlik ve Sorunlar

Ülke cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, “dinci bir cumhurbaşkanı” seçtirmemek amacı ile genelkurmay tarafından verilen muhtıranın ardından genel seçim sürecine girdi. Bu sürece damgasını vuran, başlangıçta “laik-dinci” çatışma ve bölünmesi oldu. Genelkurmay ve onun politikası peşine takılan parti ve örgütlerin, modern yaşamın tehlikeye girdiğine inandırılan kitleleri peşlerine takarak yaptıkları mitingler, seçim süreci ile birlikte noktalandı. Ancak sonrasında, “laik-dinci” bölünmesine, “tırmanan terör” bahanesi ile kışkırtılmasına hız verilen “terörizme karşı mücadele” de eklendi ve milliyetçilik dalgası zaman zaman olduğu gibi yeniden tırmandırıldı. Milliyetçilik dalgasının yakın geçmişte gerici parti ve akımları güçlendirmede, devleti “toparlamada” sağladığı imkanın görülmüş olması, denenmiş bu yolun yeniden ve etkin bir biçimde kullanılmasını gündeme getirdi.

Bu kargaşa ve gerilimin içinde aşağı yukarı tüm partiler seçim bildirgelerini peşpeşe açıkladılar. Sermayeyi, devleti ve düzeni savunan partiler, bu bildirgelerde halka ve gençliğe bol bol vaadlerde bulundular. Ancak sermaye ve düzen partilerinin seçimler öncesinde halkın taleplerini istismar etmesi, sonrasında tüm söylediklerini yalayıp yutması, seçim dönemlerinin alışıldık manzaraları arasındadır. İşçi sınıfı ve emekçi hareketini temsil eden Emek Partisi de bu seçimlere katılıyor ve ayrıca demokrasi ve barış davasını savunan partilerle birlikte halka bağlı bağımsız adayları destekliyor.

Kuşkusuz bu seçim sürecinde, partilerin kazanmak için gözlerini diktikleri toplumsal kesimlerin başında gençlik gelmektedir. Bu seçimlerde, yaklaşık üç milyon genç ilk defa oy kullanacak. Ancak gerici akımlar, özellikle bunlardan bazıları tarafından, gençlik, sadece seçmen olarak değil, bu akımların aktif militan gücü olarak da kazanılmak ve yedeklenmek istenmektedir. Bu akımlar gençliğin gücünü ve dinamizmini bilmekte, sadece bu dinamizmi pasifize etmek için değil, gençliği gerici akımların aktif militan gücü ve militanları olarak kazanmak için de hamle yapmaktadırlar.

Ülkenin politik tablosuna bir göz attığımızda, gençliğin başlıca iki akım tarafından kazanılmak ve yedeklenmek istendiğini görmekteyiz. Bu akımlar “dincilik” ve “milliyetçilik”tir. Bu akımların gençlik içerisinde aldıkları mesafe oldukça fazladır. Bu akımların gençlik içerisindeki etkisi ile kıyaslanınca, ilerici düşünce ve akımların gençlik içerisinde sözü edilebilecek ciddi bir etkiye sahip olduğundan ne yazık ki söz edilmeyeceği gibi, bununla ilişki içerisinde, gençlik kitlelerinin kendi talep ve özlemleri ile harekete geçmesinden, bağımsız bir gençlik hareketinin varlığından söz de edilemez.

Gençlik içerisinde “etkili” olduğunu iddia eden ilerici parti ve akımların gençlik içerisindeki etkileri, “marjinal” denebilecek pozisyondadır ve ortada “kendilerinin çalıp, kendilerinin oynadıkları” bir durum bulunmaktadır. Kuşkusuz bunun nedeni gençlik yığınları değil, bu kesimlerin gençliğe yaklaşımlarındaki yeteneksizlik, cesaret ve inisiyatif eksikliği, gençlik kitlelerine gitme ve onları kazanma konusunda gösterdikleri anlayışsızlıktır.

Oysa bugün gençlik, geleceksizliğin kendisine kader olarak dayatılığı, işsizliğin kemirdiği, kaliteli bir eğitim olanağından yoksun, insanca bir yaşam sürdüremeyen, umutsuzluk içerisinde olan bir kesim durumundadır. Açıkçası, gençlik toplumsal yozlaşma ve çürümeden nasibini bol bol almaktadır. Gençlik eşit olmayan koşullara, geleceksizliğe, horlanmaya, insanca olmayan yaşam koşullarına öfke duymakta, bir kısmı isyanını ve enerjisini boşaltanalanlara–uyuşturucu, çeteleşme vb.– yönelmekte, önemli bir kısmı da kendisine alternatif olarak sunulan dinci-milliyetçi ideolojilere kapılmaktadır. Gençlik, duyarlılığı ve onuru ile bağımsız ve gururlu bir ülke istemekte, ancak bu isteği suistimal edilerek, kendisine, Kürtlere ve diğer uluslara düşmanlık temelinde gerici bir milliyetçilik dayatılmaktadır.

Oysa devrimci çalışma ve dünyayı dönüştürmenin temel koşullarından birisininin gençliği kazanmak olduğunu devrimci ve ileri çevreler çok iyi bilmektedirler. Ancak bugün sorunu doğrudan ortaya koymak gerekirse, gençliğin dinamik kesimleri, bugün, devrimci çalışmanın, işçi ve emekçi halkın yedek gücü değil, gerici, milliyetçi çevrelerin yedek gücü durumundadır. Kitlesi küçümsenemeyecek bir gençlik kesimi de yozlaşmanın, uyuşturulmanın girdabına sürüklenmiş durumdadır.

Bugün şu gerçek açık seçik teslim edilmek durumundadır ki; parti, gençlik içerisinde onu kazanacak ve örgütleyecek, kitlesel bağımsız bir gençlik hareketinin yolunu açacak bir çalışma ve eylem içerisine girmeden, ülkenin hiçbir temel sorununda sözü edilmeye değer bir rol oynayamaz, hele devrim ve sosyalizm gibi amaçları gerçekleştirmeyi hayal bile edemez. İşçi, öğrenci ve işsiz gençliğin ana kitlesini kazanmak için harekete geçmeyen, çalışmasını ve eylemini buraya oturtmayan, kendisini sürekli olarak genç ve taze güçlerle beslemeyen bir partinin, bu konularda söz etmeye değer bir iddia sahibi olamayacağı anlaşılmak zorundadır.

Şunları hatırlamak bile yeterince uyarıcı olmalıdır; Hrant Dink’i öldürmek için bulunan tetikçi henüz 18’ine bile basmamıştır. İtalyan rahibi vuran gencin durumu daha farklı değildir. Malatya’da misyonerlik faaliyetleri nedeniyle katledilenleri öldürenler de gençlik arasından devşirilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama işin önemini anlamak için sanırız yeterlidir. Dini ve milliyetçiliği kullanan akım ve partiler, gizli-açık çeteler, gençliğin dinamizmini, atılganlığını, kendini feda edebilmesini sonuna kadar kullanmakta; bu gençleri, gençliğin eşit, sömürüsüz, özgür bir gelecek idealine karşı savaşan militanlar olarak, yani gençliğin geleceğini karartan savaşçılar olarak gençliğe karşı örgütlemektedirler.

Bu zeminin oldukça kaygan bir zemin olduğu, gerici, faşist hareketleri güçlendirdiği, böylesi bir gelişmenin ivme kazanması durumunda, işçi ve emekçi halkın önüne kapkara bir gelecek konulması tehlikesinin büyüdüğü görülmek zorundadır. Gençlik kendi geleceğinin celladı mı olacak, yoksa kendi geleceği de dahil olmak üzere işçi ve emekçi halkın, yani kendi ana ve babalarının kurtuluşunda, ülkesinin dönüşümünde sorumluluk üstlenerek, dev bir rol mü oynacaktır? Bugünün kilit sorunu budur ve bu sorun, olumsuz değil, olumlu yönü ile bir çözüme kavuşturulmak durumundadır.

Tarihsel bir iyimserlikle bu sorulara peşinen olumlu bir yanıt verilebilir, gençliğin geçmişte yaptıkları sayılıp, dökülebilir. Muhtemelen söylenen herşey de doğru olur. Ancak bugünün gerçekleri ve yakın tehlikeler söz konusu olduğunda, bu soruna ciddiyetle yaklaşılması, durumu değiştirecek bir sorumluluk ve bilinçle hareket edilmesi gerektiği ortadadır. Hitler’in SS’leri, Mussolini’nin kara gömleklileri, Başbuğ’un komandoları da gençlik içerisinden devşirilmiş; ilk iki örnekte, gençlik faşizmin kitle desteği, militan vurucu gücü olmuş, militarizme kapılarak, ömrünü ve geleceğini savaşlar içinde tüketmiştir. Son örnekte ise,
küçümsenmeyecek bir gençlik kesimi, ülkedeki bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veren gençliğin ve emekçi halkın önüne dikilmiş, 12 Eylül askeri faşizminin yolunu açan süreçte gerici, halk karşıtı faşist bir rol üstlenmiştir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

Gerici, faşist, dinci akımlar gençliğe her şeyi vadetmekte, ama sonuçta geriye hayal kırıklığına uğramış, gençliğini ve geleceğini yitirmiş bir harabe bırakmaktadırlar. Oysa gençliğin bugün içinde bulunduğu duruma bakıldığında, onun, işçi sınıfı ve emekçi halkın evlatları olarak hareket etmek, sömürü ve baskıya, yoksulluğa ve işsizliğe, geleceksizliğe karşı çıkmak için tüm nesnel koşullara sahip olduğu görülmektedir. Bu koşulları anlamak için öyle derin araştırma ve incelemelere gerek de yoktur. Aklı başında, sorumluluk duyan her genç, çevresine irdeleyici bir gözle baktığında bu çıplak gerçeği görebilir.

Bu çıplak gerçek ana hatları ile kısaca çizilecek olursa, ortaya çıkan tablo şudur.

İŞSİZLİK VE GENÇLİK

Bugün ülkede işsiz kitleler içerisinde en büyük kesimi gençlik oluşturmaktadır. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Mart ayında açıklanan işsizlik rakamlarına bir göz atmak bile durumu yeterince ortaya koymaktadır. Mart ayında genel olarak açıklanan resmi işsizlik rakamı yüzde 10.4’tür. Tarım dışı işsizlik oranı yüzde 13.1 olmuş, genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki döneme göre 0.3 puan artarak, yüzde 19.5’e yükselmiştir. Kentlerde bu oran daha da yüksektir. Kentlerde genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 21.3’tür.

Bu işsizlik oranının daha yakından incelenmesi durumunda, lise ve yüksek öğrenim yapmış gençler arasında işsizlik oranının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Yani iş bulmak, bir geleceğe sahip olma güvencesine kavuşmak için yüksek öğrenim yapmak da yetmemektedir. Mevcut düzen, eğitimsiz gençlerin yanına eğitimlileri de koyarak, gençliğin geleceğini karatmakta, umutlarını yıkmaktadır.

İşbirlikçi sermaye partilerinin ayrımsız hepsinin, “serbest piyasa ekonomisi”ni daha iyi çalıştırmayı vadederek, gençliğin önüne “iş umudu” olarak koydukları program, yeni isdihdam olanakları açacaklarını, böylece gençliğin işsizlikten kurtulacağını savunan bir programdır. Bu “program”, Nasrettin Hoca’nın “peşin para”sı kadar gerçekçi ve uygulanabilirdir!

Oysa, gençliğe iş olanaklarının açılması, genç nüfusun istihdam edilebilmesi için “piyasa dışı” önlem ve programlara ihtiyaç vardır ve ülke bağımsız bir ekonomik yapıya kavuşmadan bunu gerçekleştirme olanağı bulunmamaktadır. Bu durumda, gençlerin önüne sosyalizm alternatifinin kestirmeden konulması, belki propaganda olarak bir değer taşıyan, ama politik gerçekler ve çalışma için fazlaca yararı olmayan bir “çözüm”dür.

Yapılması gereken, işsiz gençlik kitleleri içerisinde iş talebini yükselten, meslek öğretmeye yönelik yatırımların yapılamasını isteyen, 18 yaşını doldurmuş, iş bulamamış her gence işsizlik ödeneği verilmesi talep eden bir çalışma içine girilmesi, gençliği mahallelerde, sokaklarda kitlesel olarak harekete geçiren ve kazanan bir çaba içerisinde olunmasıdır. Seçim dönemi çalışması iyi değerlendirildiğinde geniş olanaklar sunmaktadır. İşsiz gençlik içerisinde çalışma, mahalle ve sokaklarda gençlik örgütünün gruplarını kurmak, onları kazanmakla olanaklıdır. Mahallelere ve sokaklara kadar örgütlenmeyen bir gençlik örgütünün işsiz gençlk ve semt gençliği içerisinde ciddi bir çalışma yürütmesi düşünülemez bile.

Türkiye genç nüfusunun fazlalığı, dinamik bir ülke olmakla övünmektedir, ama görüldüğü gibi, bu genç nüfusa verilen, işsizlik ve geleceksizliktir.

EĞİTİM VE GENÇLİK

Üniversite sınavlarının (ÖSS) yapılmasının üzerinden çok fazla zaman geçmedi. 1 milyon 639 bin genç, 195 dakikaya sığdırılan bir sınavla geleceğini belirlemeye mahkum edildi. Sınava giren bu gençlerden 356 bin 512’si devlet üniversitelerine, 35 bin 271’si vakıf üniversitelerine, 10 bin 745’i Kıbrıs’taki üniversitelere, 15 bin 880’i özel yetenek programlarına olmak üzere, toplam 418 bin 408’i üniversitelere girmeye hak kazanacak. Bunun anlamın, 1 milyon 200 bin gencin sokağa bırakılması, geleceğinin karartılmasıdır. Üniversiteye girebilen gençlerin istedikleri dallarda eğitim yapıp yapamadıkları, nasıl bir eğitim aldıkları ise ayrı bir sorundur.

Eğitimin her kademesinde olduğu gibi, yüksek öğrenim de giderek paralı ve pahalı hale getirilmekte, üniversiteyi kazanan bir emekçi çocuğunun önüne yüksek harç duvarları çıkmakta, beslenme ve barınma büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. Eğitim müfredatı sürekli gericileştirilmekte, bilim dışı karanlık düşünce ve safsatalar sürekli müfredatın içine yerleştirilmektedir. İşbirlikçi egemen sınıfların öğrenci gençliği mahkum ettiği koşullar bunlardır. Gençler, pek çok durumda, tarikatların, diğer gerici örgüt ve akımlann kucağına itilmekte, onların “yurt” vb. olanakları, dışarıda kalmış gençler için kurtuluş olarak görülmektedir.

Partiler seçim bildirgelerinde bu sorunlara “el atmakta”, gençliğe daha da pahalıya  patlayacak çözüm ve programlar öne sürmektedirler. Örneğin CHP üniversite sınavının kaldırılacağını vadetmekte, çözümü, eleme sisteminin orta öğrenime doğru yayılmasında bulmaktadır! Yani yüz binlerce gence, daha baştan, “siz yüksek öğrenime gidemezsiniz” demektir bu. Bir diğer parti, MHP, dershanelerin paralı üniversitelere dönüştürülmesi vadetmekte, yaraya adeta tuz sürmektedir. Hükümet partisi AKP’nin pratiği ise zaten ortadadır. Hükümet dönemi boyunca, üniversitelere eğitim kalitesinin yükseltilmesi için hiçbir yatırım yapılmamış, YÖK sistemi korunmuş, üniversite kapılarında yığılma artmış, eğitimin her kademede paralı hale getirilmesi uygulaması sürmüştür.

Devlet üniversitelerinin merkezi bütçeden aldıkları pay her geçen yıl biraz daha kırpılırken, özel üniversiteler teşvikler ve vergi indirimleri ile beslenmektedir.

Buraya aldığımız bazı rakamlar, ülkede eğitim sisteminin durumu hakkında net bir fikir vermektedir. İlköğretimde devletin öğrenci başına yaptığı masraf (2002 rakamlarına göre) 730 YTL iken, özelde bu rakam 2492 YTL’dir. Mesleki ve teknik liselerde bu rakam, devlet olullarında 2234 YTL, özelde ise 4024 YTL’dir. Genel liselere ilişkin net veriler bulunmamaktadır. Ama durum farklı değildir ve üstelik bunların üzerine özel dershanelere verilen paralar eklenmektedir. Üniversitelerde öğrenci başına düşen harcama 5212 YTL olup, özel üniversitelere ilşkin bir veri bulunmamaktadır. Ancak bunların öğrenci başına teşvik aldıkları, çeşitli vergi indirimlerinden yararlandıkları, devlet bütçesinden pay aldıklan bilinmektedir. Eğitim harcamalarının GSYİH (gayrı safi yurt içi hasıla) içindeki payı, 2002 yılında 4.02 gibi çok düşük bir yüzdedir. Bu rakam, 1983 yılından beri yüzde 2 ile 4 arasında değişmektedir. Eğitim yatırımlarının konsolide bütçe içindeki payı ise 2002’de yüzde 1.3, 2003’te ise 1.1 olmuştur.

Genel olarak eğitimde, yörelere ve illere göre eğitimin kalitesi değişmekte, ekonomik olarak geri olan bölgelerde eğitimin kalitesi dibe vurmaktadır. Bu temel üzerinde yapılan üniversite sınavlarının, fırsat eşitliğinin olmadığı bir temelde yükseldiği açıkça görülmekte, üniversite sınavlarını kaldıracaklarını vaat edenler ise, bu yapıyı korumak ve geliştirmek dışında hiçbir şey vadetmemektedirler.

Okullar seçim döneminde kapalıdır. Ancak genel olarak öğrenci gençlik içerisinde yapılacak çalışma son derece önemli bir çalışmadır. Eğitimin her kademede giderek paralı hale gelmesine, üniversite sınavlarının kaldırılmasına, fırsat eşitliğinin sağlanmasına, eğitimin demokratikleştirilmesine, üniversitelerin özerkleştirilmesine vb. yönelik bir çalışma zorunlu ve gereklidir. Ayrıca vurgulamaya gerek yoktur ki, yüksek öğrenimli emek gençleri seçim çalışmalarına en ileriden katılmak, emek gençliği örgütlerinin yaygınlaşmasına, gençliğin kazanılmasına yardım etmek görevi ile karşı karşıyadırlar.

İŞÇİ GENÇLİK

İşçi gençliğin, emek gençliğinin ana gövdesini oluşturması gereken temel bir çalışma alanı olması nedeniyle, ayrı bir önemi bulunmaktadır. Genç işçiler, sınıfın en dinamik kesimlerini oluşturmaktadır. Ülkede organize sanayi bölgelerinin yaygınlaşması genç işçilerin sayısını fazla miktarda artırmış, bu siteler, adeta genç işçi cehennemleri olarak, ülkede gelişen kapitalizme genç işçilerin kanı ve canı ile hayat verir hale gelmişlerdir. Sendikasız, sigortasız, uzun çalışma günleri ile bu bölgeler, sınıf mücadelesinde önemli roller oynamaya aday durumdadır.

İşçi gençliğin yaklaşık yüzde 9O’ı sendikasız, sigortasız ve günde sekiz saatten fazla çalıştırılmaktadır. Asgari ücret, 16 yaşını doldurmayan işçiler için –çocuk demek daha doğru olur– aylık net 352.09 YTL, brüt 491.40 YTL’dir. 16 yaşından büyükler içinse, net 403.03 YTL’dir. (1 Temmuz’dan itibaren 419.15 YTL olacak.) Bunun adı sefalet ücretidir. İşbirlikçi sermaye, tüm işçi sınıfını ve emekçi halkı yoksulluğa ve açlığa mahkum ettiği gibi, genç işçileri de sefalet ücretine, kötü çalışma koşullarına, sosyal hak yoksunluğuna mahkum etmektedir. Oysa, son yapılan araştırmalar, dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 2000 YTL’nin üzerine çıktığını göstermektedir. Bilindiği gibi, asgari ücret, dört kişilik bir işçi ailesinin aylık asgari yaşam standardı üzerinden tespit edilmesi gereken bir ücrettir.

Sermaye düzeni, genç işçileri bu yaşam ve çalışma koşullarına mahkum ederek, onları tatlı kârları için sadece bir “üretim faktörü” –tıpkı makinalar, binalar vb. gibi– olarak görmekte, onların insan olduğunu, karşılanacak sosyal ihtiyaçları, maddi ve manevi –sportif, kültürel, eğlence vb.– ihtiyaçları olduğunu hiç düşünmek istememektedir. Genç işçiler günümüzün modern köleleridir ve onları antik çağın kölelerinden ayıran temel şey, ücretli köleler olarak, iş güçlerini satmaya ve sermayenin kârını artırmaya mahkum edilmiş olmalarıdır.

Bütün bu koşulları dikkate aldığımızda, işçi gençliğin sonsuz bir mücadele potansiyeli taşıdığını anlamakta pek zorlanmayız. Genç işçiler de, bu potansiyeli ortaya koymakta, mücadele etmekte, ancak bunu esas olarak “kendi tarzlarında”–işyerinden ayrılmak, patronu dövmek, iyi örgütlenmemiş direnişlere baş vurmak vb.– yapmaktadırlar. Az sayıda genç işçi, sendika ve sigorta, sekiz saatlik işgünü için daha örgütlü bir mücadeleye atılmakta, ancak bu mücadeleler diğer işyerlerini kapsamadığından, çoğu durumda yenilgiye uğramakta, ama başka bir işyerinde aynı mücadele uç vermektedir.

Genç işçiler arasında düzenli ve sistemli, talepleri net belirlenmiş, hedefi açık olan sabırlı bir çalışmanın yürütülmesi zorunludur. Vurgulamak gerekir ki, genç işçi çalışması zaman zaman akla gelecek, zorlukları karşısında havlu atılacak bir çalışma değildir. Eğer devrim ve sosyalizm diye bir hadef varsa, işçi sınıfını kazanmak ve örgütlemek gibi bir sorun varsa, genç işçi çalışması, bu amacın temel ayaklarından birisidir ve mutlaka çalışmanın ilk gündemleri arasında yer almak zorundadır.

Seçimler ve tatil dönemi, belli başlı önemli alanlarda genç işçi çalışmasını yeniden örgütlemek, sürdürüldüğü yerlerde güçlendirmek için bir fırsat olarak değerlendirilmek durumundadır.

SEÇİM ÇALIŞMASI, GENÇLİK ÇALIŞMASINA YENİ BİR İVME KAZANDIRMAK İÇİN İYİ BİR FIRSATTIR

Bugün gençlikte durumumuz nedir? Açıklıkla ve dürüstçe yanıtlanması gereken soru budur. Bugün görünen şudur ki, işçi gençlik içerisinde az çok istikrarlı, sürekli gelişip güçlenen bir çalışmamız yoktur. Dönem dönem bu alana dikkat çekilip yönelinmekte, zayıf bir çalışma sürdürülmektedir. Yüksek öğrenim gençliğinde zayıfız ve özellikle yüksek öğrenim açısından belirleyici önemi olan illerde ve alanlarda bu zayıflık daha da belirgindir. Orta öğrenimde ise, zaman zaman parlayan atılımlar yapıyoruz, sonra herşey eskiye dönüyor. Gençlik çalışmasının ve gençlik örgütünün içinde bulunduğu durumun kalın hatları ile özeti budur. Bunun, gençlik kitlelerini kazanacak, onları işçi sınıfı ve emekçi halkın yedeği yapacak bir gençlik çalışması olarak adlandırılamayacağı, bu “çalışma” üzerinde yükselen bir gençlik örgütünün aslında tepeden tırnağa yeniden örgütlenmesi gerektiği açıktır.

Burada çizilen tabloyu bir umutsuzluk tablosu olarak anlamak, herhalde daha baştan durumu değiştirme kararlılığından ve atılımından kendimizi ve örgütümüzü yoksun bırakmak anlamına gelecektir. Durumu açıklıkla ortaya koymak, anlamak, cesaretle ve atılganlıkla onu değiştirecek enerjik bir çalışma ve eylem içerisine girmek: İşçi sınıfına ve emekçi halka, davasına bağlı bir genç militanın, gençlik karşısında sorumluluk duyan parti yöneticisinin yapması gereken budur.

Partinin olanakları ve izlediği çizgi, abartısız her alanda istikrarlı asgari bir yıllık çalışma ile koca bir gençlik örgütünün kurulabileceğini ortaya  koymaktadır. Zorluklara boyun eğmeyen bir karakter yapısı, işi nerelerden geliştirebileceğimizi öngörebilen bir yaklaşım ve sağduyulu bir mücadele hattı, zorlukları aşmamıza yardımcı olacaktır.

Seçim çalışması ve seçim ortamı, gençlik çalışmasında güçlü bir atılım yapmak için geniş olanaklar sunmaktadır. Bu dönemde yapılacak güçlü bir çalışma, ardından gelen dönemde tüm çalışma ve eylemimizin gelişip dönüşmesinde sonsuz olanaklar sunacaktır.

Kürt Sorunu, Sınır Ötesi Operasyon, Tampon Bölge ve Seçimler

Kürt sorunu egemen güçler nezdinde, terör ve bölücülük sorunu olarak tarif edilmeye ve buna uygun karşı duruş sergilenmeye devam ediyor. Ancak hayat ve gelişmeler de inkar ve şiddeti tek yol olarak görenleri mahkum etmeye devam ediyor. Kürt ulusal sorunu, halkın mücadelesi ile çözümlenecek bir sorun olarak yol kat ediyor.

Kürt halkının kararlı ve kitlesel mücadelesi, hayatın akışı ve gelişmeler bu yöndedir. Halkın dilinden, kültüründen, siyasal haklarından yoksun olmayı kabul etmeyerek sürdürdükleri mücadele inkar ve şiddeti mahkum ederek büyüyor. Sorunu çözmek yerine kör düğüm haline getirme çabası içinde olanlar, halkın gücü karşısında zayıflıyor, güç kaybediyorlar. Türk halkının bilincinde mayalanan gelişme de bu yöndedir. Kürt sorunu, giderek dünya kamuoyu, bölgedeki halklar ve Türkiye halkları bakımından bir halkın kendi geleceği üzerinde söz ve karar sahibi olma sorunu, bir demokrasi ve özgürlükler sorunu olarak daha fazla kabul görüyor. Genelkurmay tarafından yürütülen psikolojik ve askeri savaşa rağmen gelişme halk lehine çözüm yönündedir.

2007 yılı tüm baskı ve şiddete rağmen Kürt sorunun demokratik yolla çözümü konusunda daha fazla birikim yaptığı bir yıl oldu. İçinden geçtiğimiz günler, seçim süreci ve her türlü entrikaya rağmen seçimlerden sonra ortaya çıkacak olan halk iradesi, yerel yönetimlerdeki temsiliyetten sonra, TBMM’de de Kürt halkı için yeni bir safhaya erişim olarak gerçekleşecektir.

2007 yılı başında Ankara’da gerçekleşen bir konferansla siyasal bir sorun olarak gündemleşen Kürt sorunu, egemen güç odaklarını ve Özel Harp Daires’ni telaşa boğdu. Kürt sorununu Türkiye’nin demokrasi sorunu değil de, bölücülük ve terörizm sorunu olarak gösteren güç odakları Genelkurmay başkanlığının yönetiminde adeta taarruza geçtiler. Ankara’da 13-14 Ocak’ta gerçekleştirilen Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’nda hukuki, siyasi, kültürel ve ekonomik boyutları ile bir barış programının ortaya konması, bu konferansın hemen her düşünceden çevreler tarafından ilgi bulması, geçmişin MİT müsteşar yardımcılarından, darbeci generallere varan bir çevreden yükselen “sorunu diyalog yolu ile çözmek gerek” “kan ve şiddetle bir yere varılamıyor” yönlü açıklamalar, ırkçı ve şoven ortamdan beslenen güçleri telaşlandırarak harekete, geçirmeye yetti.

Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olarak görevi devralmasından sonra işleyen süreç 2007 yılında dozu artmış bir savaş ve şiddet durumu olarak devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı krizi, 27 Nisan Muhtırası, Cumhuriyet Mitingleri, emekli astsubay ve üst rütbeli subayların ev ve himayesindeki yerlerde ortaya çıkan cephanelikler ve diğer gelişmelerin hemen tümü, Kürt sorunu ile bağlantılı sorunlar olarak gündeme oturdu. Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’nın gerçekleşmesinden sonraki sürece bakıldığında görülecektir ki, Türkiye birkaç aylık süre boyunca, başka bir ülkede eşine rastlanamayacak derecede ilginç olaylara sahne oldu.

Yılın ilk altı aylık diliminde yaşananlar Türkiye’nin hem iç koşullar, hem bölge hem de ABD ve AB ile ilişkiler bakımından durumun vahametini ortaya koymaktadır. Hrant Dink’in öldürülmesi ve bu kaynağı belli cinayet karşısında milyonların gösterdiği tepki, ayağa kalkan ve yüz binlerle ifade edilen gösterilerin ve cenaze töreninin gerçekleşmiş olması, yine yüz binlerce insanın bir ağızdan, Ermeni bir aydın olan Dink’in hedef gösterilmesi ve katledilmesinden dolayı “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Hrant’ız” tepkileri, başta Genelkurmay olmak üzere tüm militarist ve şoven güçlerin tahammül sınırlarını zorladı. Bu tarihten sonraki gelişmeler adeta bir merkezden koordine edilen ve bir biri ile bağlantılı gelişmeler olarak cereyan etti.

Sadece sınır ötesine operasyon, Kandil Dağ’na saldırı değil, Tampon Bölge, Irak Kürdistan’ına saldırı, Kerkük’te gündemde olan referanduma ilişkin hesaplar, El Maliki Hükümeti’ne yönelik komplo, Cumhurbaşkanı seçimi ve krizi, genel seçimin öne alınması, Şeriat tehlikesi üzerinden yaratılan fırtına, PKK’li yöneticilerinden bir bölümüne düzenlenmek istenen suikast değil, bir dizi başkaca gelişme de Kürt sorununda şovenizmin ve saldırıların artığı gelişmeler olarak yaşandı. İstanbul Ümraniye’de bir evde ortaya çıkan küçük çaplı cephane ile ilişkisi tespit edilen Kuvvayi Milliye Derneği İstanbul İl Başkanı emekli Astsubay Oktay Yıldırım ve ardından Hrant Dink cinayeti ile bir kez daha gündeme gelen M. Tekin’in ve ardından Ankara’da bir cephaneliğin açığa çıkması, Türkiye’nin dört bir yanında adına STK denilen kontra örgütlenmelerin sürece müdahale etmesi ve JİTEM’e dayanan ilişki ağının açığa çıkması, östü örtülemez hale gelince gerçekleşen tutuklamalar vb gelişmeler Kürt sorunu ile direkt ilişkili gelişmeler olarak anlam buldu.

Susurluk, Şemdinli, Ümraniye, Ankara bağlantıları ile gelip JİTEM kurucularından Veli Küçük’e ve giderek Özel Harp Dairesi’ne ve en üst düzey askeri yetkililere dayanan ağ, bu dönem hepten deşifre olmuş oldu. Kürt sorunu karşısındaki şovenizmin dayanak edilirek tüm pisliklerin üzerini örtme gayesi de artık gelip bir yere dayanmış bulunuyor. İrtica kaynağı olarak gösterilen AKP hükümetine karşı gelişen tepkiler, aynı zamanda AKP’nin açığa çıkmış bazı olayların üzerine gitmesini de bir zorunluluk haline getirmiş oldu. Ancak emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesi ve kararlı tutum geliştirmemeleri halinde, Kürt sorunu üzerinden yaratılacak şoven ve ırkçı yeni bir dalga ile ortaya çıkan bu ‘derin’ ilişkilerin unutturulmaya bırakılacağı da beklenmedik bir gelişme olmayacaktır.

Sınır ötesi operasyon ve Tampon Bölge hazırlıkları

Türkiye aylardın sınır ötesi operasyon hazırlıkları ve tartışmaları ile çalkalanmaktadır. TSK ile AKP hükümeti arasında süren gerilim, “siyasi irade yetki versin, gereğini yapalım”, ya da “yetki istendi de vermedik mi” açıklamaları ile devam etti. “Terörle mücadele koordinatörü” emekli general Edip Başer’in görevden alınması ile doruğa çıkan tartışma sürerken, bir yandan da, Bölge’ye yönelik asker, silah ve teçhizat sevkıyatı devam etmekteydi. Hazırlıkların sürdüğü günlerde tartışma, başbakan Erdoğan’ın, “sınır içindeki teröristleri hal edildi mi ki, sınır ötesi operasyon yapılsın” yönlü açıklaması ile yeni bir boyut kazandı. “İçerde ve dışarıda operasyon” hazırlıkları biçiminde yaşanan gelişmeler, ABD’nin bekle işareti ile Kürt halkına yönelik saldırının artarak sürmesiyle devam ediyor.

Genelkurmayın ‘bölücü teröre karşı kitlesel refleks” çağrısı ile birlikte sınır boylarında yapılan tatbikat ve gösteri amaçlı bombalamalar bir yana, sınır boylarında Tampon Bölge oluşturmaya yönelik hesaplar PKK’ye karşı süren savaşın güçlendirilmesine olduğu kadar, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelere karşı bir tutumu olarak da geliştiriliyor. Haziran ayı sonlarında Isparta Eğirdir’de yaptığı konuşmada bir kez daha “kitlesel reflekse” dikkat çeken Org. Büyükanıt “sadece bir teröristin dağda gezebilmesi için kentte 10 işbirlikçisi olması gerekir” diyerek bölge halkına hangi gözle baktığını ve bölgedeki askeri yığınağın ne amaçlı olduğunu açıklamış oldu. Büyükanıt devamla, “muhtar, imam patlayıcı yerleştiriyor” diyerek, “terörle mücadele konusunda ön önemli etken, işbirlikçi ile teröristin ilişkisini kesmektir. Terörist ne yiyecek, ne içecek, işbirlikçi sayesinde oluyor” diyerek, Tampon Bölge ve süren operasyonlar konusundaki yaklaşımını ve Kürt sorununu terör sorunu olarak görmeye devam edeceğini “tek terörist kalmayıncaya kadar” yaklaşımı ile bir halka karşı süren toyekün savaşı daha da boyutlandırmak istediğini de ilan etmiş oldu.

İçeride ve dışarıda savaş isteği

Hatırlanacağı gibi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, Harp Akademileri’nde 16 Mart’ta 2007 tarihinde basına kapalı toplantıda yaptığı konuşmada “1991 yılında Irak’ta 36’ncı paraleli çizip ona destek vererek, Kuzey Irak’ta bugünü yarattığımız bir gerçektir. Kendi yaptığımız hataları da başkasına yükleme şansımız yoktur” diyerek bir anlamda özeleştiride bulunarak, ama bundan sonra daha aktif ve bu durum karşısında sessiz kalmayacaklarını ilan ettiği akıllardadır. Büyükanıt, 1991 Körfez Savaşı sonrasında bölgedeki gelişmeler karşısında gerekli tutumu alamadıklarını ifade etmiştir. Basiretsiz davrandıklarını, gelişmeleri iyi okuyamadıklarını, 36. Paralel’in ve gelişmelerin bu gün Kürdistan Bölge Hükümeti’nin kuruluşuna gelip dayandığını belirterek iç geçirerek, atağa geçilmesi gerektiğini beyan etmiştir.

Bilindiği gibi, 36. paralel modeli, ABD’nin 1991’de Saddam Hüseyin’in Kuveyt’e saldırması üzerine başlayan Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın Kuzeyinde 36. paraleli sınır kabul edip, Baas rejiminin askeri güçlerinin bu sınırın Kuzeyine geçmesini yasaklayan uygulamanın adıdır. 36. paralel uygulaması sonucunda Irak Kürdistanı, önce Irak’ın bütünlüğünden özerkleşebildi, sonra da bağımsızlaşma yolunda önemli aşamalar geçirmiş oldu.

2005 Kasım’ında Şemdinli’de ortaya çıkan çete ve sonraki gelişmelerde o dönem Kara Kuvvetleri Komutanı olan Büyükanıt’ın müdahalesi de akıllardadır. Bölge üzerinde oynanan oyunun boyutu, bu gün Genelkurmay Başkanı olan Büyükanıt’ın Şemdinli’yi’de kapsayan Siirt, Şırnak ve Hakkarı’yi kapsayan Geçici Güvenlik Bölgesi ilanı ve gider Tampon Bölge yaratma girişimi ile daha da anlam kazanmış oldu.

TSK Tampon Bölge uygulaması ile sınırın Irak bölümünde 20 km’lik bir alanı da denetiminde bulundurmayı amaçlamaktadır. Böylece, hem sınır ötesi operasyonu gerçekleştirerek, PKK’nin ezilmesi, bu bölgedeki Kürt halkının sürülerek buranın insansızlaştırılması, hem de Kürdistan Bölge Hükümeti’nin üzerinde sürekli bir taciz durumu yaratılmak istenmektedir. Tampon Bölge ile başta Şırnak, Hakkari ve Siirt illeri olmak üzere giderek daha da genişleyecek bir alan tamamen insansızlaştırılmak, boşaltılarak askeri bir alana dönüştürülmek istenmektedir. Ve geçici değil, kalıcı bir saldırı üssü yaratılmak istenmektedir. On binlerce askerin savaş hali alarak karargah kurduğu sınırın sıfır kilometresindeki konumlanışın, giderek İran, Irak ve Suriye ile ilişkileri de gündeme getireceği beklenmelidir. Sınırın bu tarafının Tampon bölge olarak ilanı için gerekli hazırlıklar sürdürülürken, diğer taraf için girişim ve görüşmeler devam ediyor. İran yönetimi ile bu konuda mutabakat içinde olan ırkçı ve şoven Türkiye yönetimi, ABD üzerinden Irak hükümetini de ikna etme çabasındadır. Irak hükümetinin ikna edilmesi ABD ile direkt bağlantılı olsa da, bu konuda ortak bir karara varmak oldukça sorunlu görünmektedir. Giderek bölgesel düzeyde bir Kürt ulusal duygusunun gelişmesi, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin diğer Kürt parti ve gurupları ile iyi ilişkiler geliştirmek istemesi, ABD’nin de bu yönlü planları düşünülünce, oldukça zor bir sorun olmakla beraber, ele alınan bir sorun olduğu da bir gerçek.

ABD, Tampon bölge sorununu hala değerlendirmekte, bu gelişmeden kendi lehine nasıl yararlanabileceğinin hesabını yapmaktadır. Geçmiş deneylerini de gözden geçirerek, Türkiye yönetimini de ‘rahatlatacak’ yeni bir çıkış yolu bulacağı beklenmektedir. Türkiye’yi, Irak yönetimini, Kürdistan Bölge Hükümeti’ni rahatlatacak ve hem de Türkiye Kürtlerini ve PKK’yi karşısına almayacak bir karar vermek zor ve çetin bir iş olsa da, ABD’nin halkların birbirlerine girmesine neden olabilecek pragmatik bir ‘çıkış’ yolu bulacağından kuşku duyulamaz.

Unutmamak gerekir ki; 36. paralel modeli’de bir nevi tampon bölge modeliydi. 36. Paralel,“Kürt sorunu”nu Irak’ın iç işi olmaktan çıkarak, bölgesel ve giderek uluslar arası bir sorun düzeyine çıkardı. Kuşkusuz, Irak’ın işgali hazırlıkları burada asıl nedendi. Ancak, Türkiye’nin Tampon Bölge hesabının giderek uluslar arası bir boyut kazanması da beklenmedik bir gelişme olmayacaktır. ABD, bu gelişmeyi ve Türkiye yönetiminin bu isteğini kendi çıkarlarına denk bir yola sokarak değerlendirmeyi özellikle isteyecektir.

Zira ABD’nin, Türkiye’nin bu vesile ile sınıra ve giderek Ortadoğu’ya çekilmesi gibi bir hesabı da var. ABD bunu yıllardır yapmak istiyordu. 1 Mart Tezkeresi ile gerçekleştiremediğini, bazı değişikler uygulayarak ve Türkiye’deki işbirlikçilerini de ikna ederek gerçekleştirmesi beklenmedik bir durum olmayacaktır. Türkiye’nin kendince “gizli” emellerinin farkında olan ABD bunu da gözeterek, bir ‘çıkış yolu’ önerecektir.

Türkiye’nin, ABD’ye ve onun isteklerine boyun eğmiş, Kürdistan Bölge Hükümeti karşısında makul bir çizgiye çekilmiş ve PKK konusunda da bir mutakabata varılmış olması halinde sorun pek ala yoluna sokulmuş olacaktır. ABD yöneticileri, dışişleri bakan ve sözcülerinin bu güne kadar yaptıkları açıklamalar, Tampon Bölge sorununa sıcak bakmamakla beraber, üzerinde düşündüklerini ve Türkiye’ye ‘ancak biz istersek böyle bir şey yapabilirsin’ mesajları vermek istediklerini gösteriyor.

Kürt sorununda hükümet askere teslim oldu

Kürt sorunu kapsamlı gelişmelerin hükümet ve siyasi temsilciler üzerinden değil, Genelkurmay üzerinden yürütüldüğü artık bir sır değil. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yönettiği bir süreç yaşıyoruz. Son gelişmeler üzerine Başbakan Erdoğan, Irak Başbakanı El Maliki’yi davet etmiş olsa da, sorunların tartışıldığı ve çözüme bağlandığı yer Genelkurmay Karargahı’dır. Özel Harp Dairesi’nin ve bağlı birimlerin, JİTEM’den diğer kontra örgütlenmelere kadar bir çok organizasyonun faal hale getirilerek seferber edildiği ‘olağanüstü’ bir dönemden geçtiğimiz ortaya çıkan bir çok gelişmeden de anlaşılmaktadır.

AKP hükümetinin, TSK’nın tampon bölge oluşturma ve Geçici Güvenlik Bölgesi ilan etmesinden sonradan haberdar olduğu herkes tarafından görüldü ve izlendi. Başbakan Erdoğan’ın bir televizyon kanalında gelişmeyi öğrendiği ve kızarıp bozararak, eveleyip geveleyerek bir şeyler söylemeye çalıştığı kamuoyunca tartışıldı.

Ancak haftalar sonra Genelkurmay Başkanı Başbakan ve Dışişleri bakanını çağırarak, Tampon Bölge, Geçici Güvenlik Bölgesi ve diğer gelişmeler hakkında brifing vererek, hükümeti gelişmelere dahil ettiği biliniyor. MGK toplantısından sonra Erdoğan ve Gül Genelkurmay başkanlığına çağrılarak iki saat kadar süren bir görüşme yapıldı. Yine Aynı gün A. Şener’in ABD Büyük Elçiliğinde ve ardından Cumhurbaşkanı Sezer ile yaptığı görüşme de bu konuların görüşüldüğü toplantılar olarak ilgi merkezi oldu. Daha sonra açığa çıktığı üzere bu görüşmelerin esas konusu Kürt sorunu, sınır ötesi operasyon ve Tampon Bölge hazırlıklarıydı. Dolayısıyla, Tampon Bölge hesapları PKK’ye karşı güçlü bir mevzilenme, büyük güç yığma ve gerektiğinde harekete geçmek üzere yapılan bir hazırlık olmakla beraber, aynı zamanda Kürdistan Bölge Hükümeti’ne karşı bir mevzi alma hazırlığı olarak düşünülmektedir. Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelerin, “Kürt yoktur, bölücü terör örgütü var” safsatasını yerle bir ettiğini bilen inkarcı güçler, Güney ile Kuzey Kürtleri arasındaki diyalog ve ilişkiyi hepten kesmek için böylesi bir Tampon Bölge’ye ihtiyaç duyduklarını göstermektedirler.

Ancak, bu konuda da Türkiye ABD, İngiltere ve bölgedeki işbirlikçileri tarafından tezgaha getirilmek istenmektedir. Türkiye’nin bölge sorunlarının, daha anlaşılır ifadeyle bataklığın içine çekilmesi çabası adeta kılı kırk yararcasına devam etmektedir. Türkiye’nin bir türlü hazmedemediği Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeleri akamete uğratmak için sürekli bir çaba ve komplo hazırlığı içinde olduğunu bilen, Kürt sorununu demokratik yolla çözmekten kaçınan Türkiye’nin zaafının farkında olan ABD emperyalizmi ve bölgenin işbirlikçi Arap yönetimleri, Türkiye’nin Kürt sorunu karşısındaki ‘hassasiyeti’ni kullanmak istemektedirler.

TSK’nın, Irak ve Kürdistan bölgesinde gerçekleştirmeye çalıştığı birkaç provokasyon ve kapsamlı komplonun açığa çıktığı da sır değil. Irak’ta Kürtler ve Şiiler arasında gelişen ilişkileri de dikkatle izleyen Türkiye’nin, Sünnilerle birlikte hareket ederek, ve bölge Arap hükümetlerinin yanında yer alarak yeni entrikalar içinde olduğu da birkaç olayla ortaya çıktı.

Türkiye’nin Nuri El Maliki Hükümeti’ne karşı düzenlenen bir komplonun içinde yer aldığı uluslar arası siyasi gündemin konusu oldu. Hoşyar Zebari, Newsweek Dergisi’ndeki bir röportajında konuya ilişkin açıklamada bulundu. Irak Başbakanı El Maliki ve Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari yaptıkları açıklamada, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 8 ülkenin istihbarat başkanlarından oluşan “6+2” gurubundan bazı ülkelerin Irak’ta komplo çabası içinde olduklarını belirttiler. Zebari, başını Mısır, S. Arabistan ve Türkiye’nin çektiği bu gurup için “Kürt ve Şiileri dışlayıp Sünnilerin hakim olması için planlar kurulduğunu” açıkladı.

Bilindiği gibi, Kuveyt, S. Arabistan, Mısır, Türkiye, BAE ve Ürdün artı ABD ve İngiltere istihbarat yöneticilerinin başında bulunduğu “6+2 gurubu” Irak’taki seçimlerden önce oldukça faal bir guruptu. Bu gurubun çalışmaları Irak’ın bilgisi dahilindeydi. Bu gurubun amacı, Sünnilerin seçime katılması ve yönetimde yer almasını sağlamaktı. Bu çaba aynı zamanda İran’a karşı bir atak anlamı da taşıyordu. İstihbarat ve dolar gücüne dayanan bu gurup Allavi hükümetinden sonra kurulan El Maliki hükümetine karşı çalışmalarını gizli olarak sürdürmeye devam etti. Zebari, bu durumdan duyduğu rahatsızlığı tüm dünyaya ilan etti. Seçimlerden sonra “6+2 gurubu”nun Irak’ın katılımı olmadan çalışmalarına devam ettiğini belirten Zebari, ilgililere, “Irak içinde bulunmadan Irak’ı görüşüyorsunuz” uyarısında bulunduğunu da açıklayarak şöyle diyor; “Bu rahatsızlık yarattı. Şiiler bunu Şii karşıtı bir girişim olarak algıladılar. Kürtler ise, “Türkiye’nin burada ne işi var, “tuhaf bir durum olmalı” diye düşündüler” açıklamasında bulundu.

Türkiye’nin Kürtdistan Bölge Hükümeti’ne karşı yeni arayışlar ve komplolar içinde olduğu, bu gelişmeyi hazmetmeyeceği, bunu hazmetmesinin, Türkiye Kürtleri açısından giderek bir dikkat ve sempati merkezi olacağı korkusu ve hesapları içinde bulunuyor. Buradan hareketle, Irak Kürdistanı sınırları içinde yaratılmak istenen Tampon Bölge hesabı, PKK’ye karşı bir hazırlık olmakla birlikte, bölgedeki Kürt oluşuma karşı bir gelişme olarak da değerlendirilmektedir. Bunun bilincinde olan ABD ise, adeta, oltanın ucuna taktiği bir yemi arada bir balığa yaklaştırarak çekmeye devam ediyor!

Hakkari, Siirt ve Şırnak illerini kapsayan “Güvenlik Bölgesi” uygulaması Tampon Bölge amacının arka planı olarak hesaplanmaktadır. Nisan 2007-Mayıs 2008 tarihleri arasında geçerli olan bu uygulama ile bölgede her türlü askeri tahkimat yapılacaktır. Burası bir nevi “Özel Üs” işlevi görecektir. TSK, GGB olarak ilan edilen ve koordinatları verilen alanlara üç aylık geçiş yasağı da koyarak her türlü yığınağı yapacaktır. İsrail’in Güney Lübnan sınırında uyguladığına benzer bir güvenlik alanını hatırlatan bir uygulama. Bir ucundan başlayarak OHAL’i getirmektir. Bölgede fiili olarak süren OHAL Bölgesi, yerine (Geçici Güvenlik Bölgesi) uygulaması getirilmiştir. Üstelik bu uygulama erken seçim kararının alınmasından hemen sonra devreye sokulmuştur.

Tüm bu gelişmeler AKP’nin hükümet olduğu bir dönemde olmaktadır. Ancak AKP, generallerin tehditleri ve muhtıra karşısında daha fazla teslim olarak ve siyasi iradesi bulunmayan bir hükümet olarak yeni dönemde de görev almaya talip olduğunu ilan etmiş bulunuyor.

Hudson Institute ve vahşet senaryosu

Bu gelişmelerin yaşandığı günlerde ABD’de bir Think thank kuruluşu olan Huston Enstitute’de konuşulan senaryo ise gelişmeleri hepten ilginç ve bir o kadar da endişe verici kıldı.

Ankara, İstanbul ve Diyarbakır’da patlayan bombalar, “Cumhuriyete sahip çıkma mitingleri”, Genelkurmay tarafından yapılan ‘kitlesel refleks” çağrıları, sınır ötesi operasyon hazırlıkları, Cumhurbaşkanı seçimi vesilesiyle öne çıkan Anayasa Mahkemesi eski başkanı Tuğcu’nun hedef gösterilmesi ve diğer bir çok gelişmeyle paralellik gösteren Hudson Institute’da tartışma tüyleri ürpertmeye yetti.

Açığa çıktığı andan itibaren Türkiye’de yankı uyandıran Hudson Institute’un tartıştığı “senaryo”nun ana unsurları şöyleydi;

1- Beyoğlu’nda çok sayıda insanın hayatına mal olan bir terörist saldırı gerçekleştirilecek ve bu PKK’ye mal edilecektir,

2- Anayasa Mahkemesi Başkanı’na Tüley Tuğcu’ya suikast düzenlenecektir,

3- Türkiye’nin 50 bin kişilik bir kuvvetle Kuzey Irak’a müdahalesi gerçekleşecektir,

4- ABD’nin Kuzey Irak’ta önde gelen PKK liderlerini yakalayıp Türkiye’ye teslim etmesi son anda, seçimlerde AKP’ye puan kazandıracağı için engellenecektir.

Bu senaryonun tartışıldığı toplantı Genelkurmay başkanlığı’nın bilgisi dahilinde, ancak hükümetten habersiz yapılmıştır. Washington’daki askeri ataşe Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu, TSK yetkilileri ile birlikte, Irak Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda Kürt lider Talabani’nin oğlu Kubat Talabani’nin de bu toplantıya katıldığını Genelkurmay Başkanlığı’da yaptığı açıklama ile ayrıntı denebilecek ve hiç de inandırıcı olmayan bazı itirazlar dışında kabul edildi. Dahası, bu senaryonun açığa çıkması ile, ABD, Türkiye ve Irak işbirlikçiler ile birlikte Türkiye ve bölgede oynanan oyunlar bir kez daha somutluk kazanmış oldu. Terör olaylarının, kitlesel katliamların, bombalama olaylarının, Cumhuriyete sahip çıkma mitinglerinin ve daha bir dizi gelişmenin nerelerde kotarıldığı, hangi birimlerde tezgahlanıp, hangi taşeronlarla nasıl gerçekleştirildiği de açığa çıkmış oldu. Emekli askerlerin kurduğu dernekler üzerinden meşruiyet kazanarak aslında ne denli karanlık işlerde kullanıldıkları ve aslında tüm gelişmelerin JİTEM ve onun üzerindeki birimler tarafından organize edildiğini kanıtlamış olmaktadır.

22 Temmuz Genel Seçimleri ve gelişmelerin gösterdiği

22 Temmuz 2007 seçimleri, tıkanan Cumhurbaşkanı seçimi ile öne alındı. Ancak bu sürecin ciddi operasyonlar ve reorganizasyonlarla geçtiği bir gerçek. 4,5 yıldan bu yana hükümette olan ancak egemen güçler için her alanda başarılı bir sınav veren emek ve demokrasi düşmanı AKP hükümeti, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ‘mağdur’ edildiğini ilan ederek, daha fazla örselenmeden ve güç kaybetmeden seçimlere gitmenin uygun olacağını düşünerek erken seçim kararı almış oldu. Laiklik savunucusu geçinenlerin, Cumhuriyet Mitingleri düzenleyenlerin boy hedefi haline getirdikleri AKP, irticacı yönlü okları bertaraf etmek için, ‘bölücü’ kozunu kullanarak, hedef daraltmaya ve ‘düşmanları’ ile diyalog yolu bulmakta gecikmedi. Kürt sorunun generallere ve onlarla can ciğer kuzu sarması olan CHP, MHP ve diğer partilere teslim eden AKP, IMF ve DB’nın ekonomik yaptırımlarına bağlı, AB ve ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri tahakkümüne sadakatli bir işbirlikçi olarak yol almak üzere yeniden birinci parti olmak üzere seçim çalışmalarına koyulmuş bulunuyor.

Başta AKP olmak üzere tümü de ırkçı ve şoven olan burjuva partiler, seçim kararının alınmasından hemen sonra ilk iş olarak bağımsız adayların önünü kesmeye yönelik yasal ve fiili engelleri el birliği ile inşa etmek oldu. Genelkurmay tarafından uyarılan ve ona uygun hareket eden tüm partiler, Kürt sorunu, inanç ve vicdan özgürlüğü sorunu, emek ve demokrasi talepleri karşısında, ‘sağlam devlet partileri’ ve askeri vesayete evet dedikleri bir yarış içinde bulunuyorlar.

Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin iradesinin TBMM’deki temsiliyetinden korkan AKP ve diğer gerici, ırkçı ve şoven partiler, DTP, EMEP ve diğer demokrasi güçlerinin ortak hareket ederek, milletvekili çıkarma olanağı bulunan illerde seçimlere bağımsız adaylarla girecekleri yönlü gelişmeleri fark ettikleri andan itibaren, TSK ile kafa kafaya vererek, yeni engellemeler, anti demokratik uygulamalar ve fiili saldırılar için atağa geçtiler. Bölgede sürün çatışmalar, devam eden askeri yığınak, sınır ötesi operasyon hazırlıkları, Tampon Bölge hesapları, boşaltılan yerleşim birimleri, ablukaya alınan alanlar ve diğer askeri tedbirlere paralel olarak, AKP, CHP, DP, MHP, GP ve benzeri tüm partiler de Kürt halkını, Bin Umut adaylarını, eşitlik ve kardeşlik isteyen demokrasi güçlerini hedefe koymuş bulunuyorlar.

TBMM’nin kısa sürede toplanarak ve tüm partilerin bileşimi ile, bağımsız adayların ortak oy pusulasında yer almalarını sağlaması ve diğer bir dizi gelişmenin tüm burjuva gerici partilerin mutabakatı ile gerçekleşmesi ne denli güçlü bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Kürt halkına yönelik saldırıların bununla da sınırlı kalınmayacağı takip eden saldırı ve gelişmelerle ortaya çıkmış bulunuyor. Bölgeye sevk edilen askerlerin, silah, tank ve top sevkıyatının, F-16 uçuşları ve bombalamaların, Şırnak, Siirt ve Hakkari bölgesinin askeri abluka altına alınmış olması, sınır ötesi operasyon hazırlıklarının sürmesi, içeride giderek şiddeti artan çatışma ve operasyonların sürmesi, DTP’ye ve Bin Umut adaylarına yönelik saldırgan ve hakaret yüklü açıklamalar, Tunceli’de yaşandığı gibi tankerle karakola “faili mechul” saldırıların gerçekleşmesi ve diğer bir dizi felaket, 22 temmuz yaklaştıkça saldırıların daha da artacağını gösteriyor.

Kürt halkının Bölge’de göstereceği ulusal uyanış ve ortak tutum ile, Türkiye’nin dört bir yanında bağımsız adaylar ve EMEP’in seçimlere girdiği yerlerde ortaklaştırılarak yükseltilecek mücadelenin güç kazandıkça saldırılar artarak devam edeceği tahmin edilebilir. Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin güçlü bir gurup ve bileşimle TBMM’ye girecek olması daha şimdiden egemen güçleri, inkarcı ve şoven çevreleri rahatsız ediyor.

Gelişmeler karşısında partilerin ve özellikle AKP’nin duruşunun açıklama ve tutumunun “gevşek” bulunduğu,Genelkurmayın Başkanı Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül’ü Karargaha çağırarak yaptığı görüşmeden de anlaşılmaktadır. Bu görüşmeden sonra başbakan Erdoğan’ın bağımsız adaylara karşı ve DTP’ye karşı daha saldırgan bir tutum sergilemesi dikkatlerden kaçmadı.

Genelkurmay Karargahı’nda yapılan görüşmeden önce, bağımsız adaylarla bir koalisyon kurup kurmayacağı yönlü soruya, “Bulgaristan’daki Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin gelmiş olduğu bir çizgiye gelmiş bir partiyle bizim koalisyon kurmamızdan daha tabii bir şey olamaz” diyerek koalisyon tartışması başlatan başbakan Erdoğan’ın Genelkurmay Karargahındaki görüşmeden sonra, “bağımsızlara oy vermeyin” çağrısı yapması, DTP’yi ‘ırkçı parti” olarak nitelendirmesi ve hemen tüm mitinglerde hakaret içiren bir üslup kullanması, Baykal ve Bahçeli ile Kürt halkına karşı saldırıda yarışa girmesi, önümüzdeki günlerde dozu artarak devam edecek saldırı ve provokasyonların habercisidir.

Ancak gelişmeler ve hayat gerçeğin galebe çalacağını gösteriyor. Tüm gelişmeler bu yöndedir. Emek ve demokrasi güçlerinin seçimlerden güçlenerek çıkacağı şimdiden görülüyor. Türkiye tarihinde yaşanan TİP ve DEP dönemindeki TBMM temsiliyeti, bu defa daha farklı koşullarda ve farklı boyutlarda yaşanacaktır. Hem sınıfın devrimci partisinin sürece daha aktif müdahalesi, hem Kürt demokratik hareketinin göstereceği kararlı ve kapsayıcı tutum önümüzdeki süreçte belirleyici önemde olacaktır.

Uluslararası Konferans

Ortadoğu’da Emperyalist Saldırılara Karşı Halkların Mücadelesi

 

İstanbul’da, 9-10 Haziran günleri “Ortadoğu’da Emperyalist Saldırılara Karşı Halkların Mücadelesi” başlıklı bir konferans toplandı. Konferans’ın organizasyonu Emek Partisi ve Tunus İşçileri Komünist Partisi tarafından gerçekleştirildi. Organizasyona Lübnan Komünist Partisi de yardımcı oldu. Konferans’ın ev sahipliğini ise Emek Partisi üstlendi.

Konferans’ın amacı, başlığından da anlaşılacağı gibi, Ortadoğu’da başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalistlerin saldırıları, Afganistan ve Irak’ın işgali, Suriye ve İran’ın tehdit edilmesi, Lübnan’ın yeniden emperyalistler lehine yapılandırılması girişimleri ve Filistin direnişinin bastırılması vb. emperyalist saldırılar ve halkların bu saldırılara karşı mücadelesi üzerine katılımcı parti, örgüt ve kişilerin görüşlerini sunması, tartışması ve ortak bir sonuç bildirisinin açıklanması idi.

Konferans’a Türkiye’den Aydın Çubukçu (Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni, Doğu Konferansı Sözcüsü ve Emek Partisi GYK Üyesi), Prof. Mehmet Bekaroğlu (Doğu Konferansı Sözcüsü, eski milletvekili), Doç. Dr. Nuray Mert (Doğu Konferansı Sözcüsü, İ.Ü.İktisat Fakültesi öğretim üyesi), Nedim Köroğlu (EMEP Genel Başkan Yardımcısı) katıldı. Daha önce katılacağını bildiren Mete Çubukçu ani seçimler nedeniyle aynı tarihlerde Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’nde görevlendirildiği, Tuncay Bakırhan ve Faik Bulut yurt dışında bulunacakları için katılamadılar. Yurt dışından ise; Hamma Hammami (Tunus İşçileri Komünist Partisi), Jelloul Azzouna (Tunus Özgür Yazarlar Örgütü Başkanı), Fateh Muhammad Jamous, Haitham Al-Jindi ve Nisan Hassan (Suriye Komünist Emek Partisi), Muhammad Sayed Rassas, Ghassan İbrahim ve Nashat Altaimeh (Suriye Komünist Partisi – Polit Büro), Mansour Attasi (Suriyeli Komünistler Örgütü), Sallameh Keileh (Suriyeli Bağımsız Marksist), Sahar Mahdi (Irak Özgürlük Kongresi), Abu Ahmed Fuad (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi), Abdallah Elharif (Demokratik Yol-Fas), Prof. Georges Labica (Ortadoğu’da Gerçek Barış Komitesi Onursal Başkanı-Fransa), Javier Perez (Kolombiya Komünist Partisi M-L) Konferans’a katıldı. Konferansa katılacak Lübnan Komünist Partisi temsilcisi Saadallah Mazraani geleceği gün bir yakını vefat ettiği, Irak Komünist Partisi-Halkın Birliği temsilcisi Muhammed Jawad Faris ise havaalanında güvenlik nedeniyle engellendiği için gelemedi. Mısır’dan gelecek olan Mustafa El Lebbad ise, son anda mazeret bildirmeden gelemeyeceğini iletti. İran’dan davet edilenler ise, güvenlik nedeniyle katılamadı.

Konferansın sonuç bildirisini ve Konferans’ta sunulan tebliğlerden üçünü dergimizin bu sayısında yayınlıyoruz. Tebliğlerin tümü ise, Konferans Komitesi tarafından Türkçe-İngilizce ve Arapça olarak yayınlanacak.

Konferans katılımcıları, Ortadoğu’da bir ilk olan ve çok yararlı olduğu konusunda hemfikir oldukları Konferans’ın her yıl toplanması kararını aldı.

Konferans Komitesi, bu ilk toplantıda Ortadoğu’nun ulaşılabilen ilerici ve anti-emperyalist parti, örgüt ve aydınlarını buluşturmaya çalıştığını, bir sonraki konferansta katılımcılarının sayısını artırmak, sadece Ortadoğu değil Akdeniz ülkelerinden de katılımcılar çağırmak ve deney aktarımı için Latin Amerika’dan da parti temsilcilerini katılımını sağlamak istediğini açıkladı.

Ayrıca, Konferans Komitesi tarafından çağrılan birkaç temsilcinin gelememesi nedeniyle Kürt parti ve aydın temsilcilerinin Konferans’ta bulunamamalarının önemli bir eksiklik oluşturduğu ve gelecek konferansta bu durumun telafi edilerek, Kürt parti, örgüt ve aydın temsilcilerinin de konferansa mutlaka katılımının sağlanmasına çalışılacağı bildirildi.

Emperyalizmin Ortadoğu Stratejileri ve Halkların Mücadelesi

Siz dostlarımızı ülkemizde görmek bizim için büyük mutluluktur. Bizlerin dostluğu, işbirliği, dayanışması halklarımız arasındaki dostluğu ve dayanışmayı da geliştirecektir. Dostluk ve dayanışmamızın devamlı olmasını diliyoruz.

 

Yoldaşlar,

Bütün dünyada olduğu gibi, bölgemizde de halkların düşmanı başta ABD olmak üzere emperyalizm ve işbirlikçileridir. Yılladır faşist ve gerici diktatörlüklerin halklarımızı baskı ve sömürüye maruz bırakmasının müsebbibi de emperyalistlerdir.

ABD ve diğer emperyalist güçler Soğuk savaş döneminde SSCB’ye karşı bölgelerimizdeki faşist ve gerici rejimleri kurdular ve korudular. SSCB’nin dağılmasından sonra ise bölgedeki petrol ve diğer doğal kaynaklara el konulması, bölgede tam egemenlik ve Rusya ile Çin’in yolunu kesmek için yeni bir hamle başlattı. ABD emperyalistleri bu hamlelerini önce Büyük Ortadoğu Projesi, daha sonra Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Kuzey Afrika ismi ile ilan etmişlerdir.

ABD ve müttefiklerinin bu projesi çerçevesinde Afganistan ve Irak işgal edilmiş; İran ve Suriye tehdit edilmiş ve bu ülkelerde ABD yanlısı iktidarlar kurulması için girişimler başlatılmıştır. Filistin ve Lübnan ise emperyalistlere tamamen teslim olmaya zorlanmaktadır. Türkiye, Mısır ve Tunus’ta ise ABD yanlısı, İslamcı görünüşlü “Ilımlı İslam” ismi verilen iktidarlar işbaşına getirilerek İslam Dünyası tümden ABD’ye bağlanmak istenmektedir.

ABD ve müttefikleri, bölgede emperyalizmin klasik yöntemi “böl yönet” politikasını da sürdürmektedir. Dini ve etnik farklılıkları kullanarak GOP’a direnmeye çalışan iktidarları yıkmaya çalışmaktadırlar.

Değerli Arkadaşlar, Yoldaşlar

Emperyalistlerin emelleri ve politikaları böyledir ve hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Fakat, bölgede sadece emperyalistler, işbirlikçiler ve gericiler yoktur. Komünist, ilerici ve yurtsever güçler emperyalistlerin politikalarına karşı mücadele etmektedir. Halklar emperyalist saldırılara direnmektedir. Afganistan ve Irak halklarının emperyalist işgalciler ve işbirlikçilerine karşı direnişi hala sürmektedir. İnanıyoruz ki, Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı direnişi yükselerek devam edecektir.

Bize bugün gerekli olan, tek tek ülkemizde farklı boyutlarda süren mücadele ve direnişlerin birleştirilmesi, örgütlerimiz ve halklarımız arasında işbirliği, dayanışma ve koordinasyonun sağlanmasıdır. Bunu başardığımızda zafere giden yol daha da kısalacaktır.

Bölgede yaşanan savaşların ve iç çatışmaların baş sorumlusu olan ADB ve İngiltere gibi işgal güçleri başta Afganistan ve Irak olmak üzere bölgeyi tamamen terk etmelidir. Öte yandan, Siyonist İsrail işgal ettiği bütün toprakları derhal terk etmelidir. Emperyalistler Lübnan üzerindeki oyunlara son vermelidir. İşgal güçleri Irak ve Afganistan’ı terk etmeli; Irak ve Afganistan halkları kendi kaderlerini belirlemelidir. Filistin göçmenleri özgürce topraklarına dönmeli ve Filistin toprakları birleştirilerek egemen Filistin Devleti dünya ulusları içinde yerini almalıdır.

Emperyalistlerin işgali sonucu Afganistan ve Irak’ın altyapısı çökmüş bulunmaktadır. Çökertilen altyapının yeniden inşaası için işgalci güçler tazminat ödemeli, yeniden inşa faaliyeti, bölge halklarının inisiyatifinde gerçekleşmelidir.

Sevgili Dostlar, Yoldaşlar,

Ortadoğu’da dört ülkeye yayılmış ve nüfusu 30 bin dolayında bir halk olarak Kürtler, bölgenin demokratikleşmesinde en çok yararlanacak halklardan biri olduğu kadar, aynı zamanda bölgenin demokratikleşmesinde önemli rol oynayacak halklardan biridir. Özellikle de Türkiye’de son aylarda sınır ötesi operasyonlarla da gündeme gelen ve Türkiye’nin Irak’taki savaşa bulaştırılmasını gündeme getiren Kürt sorununun çözülmemiş olması; tüm bölge için son derece önemlidir.

Çünkü; bırakalım başka şeyleri, ABD ve AB bölgeye müdahalelerinde Kürt sorununun çözülmemişliğini dayanak yapmakta; Kürt halkını yedekleyerek kendilerinin bölgedeki askeri müdahalelerini meşrulaştırmayı amaçlamaktadırlar. Bu yüzden de; Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadelede halkları birleştirmede en önemli dayanaklardan biri de Kürt sorununun demokratik çözümü için bölge ülkelerinde adım atılması olacaktır.

Türkiye’de biz; Türkiye’nin diğer demokratik güçleri; Kürt sorununun çözümü için, Türkiye’yi yönetenlerin kendi Kürtleriyle konuşmasını, onların isteklerini gözeten bir çözüme yönelmesini savunuyoruz. Ancak egemen güçlerin, sorunu ABD ve AB ile konuşarak, onların Ortadoğu stratejisine bağlanarak statükonun devamını sağlamaya çalışmaları bugün sorunun böylesi kanlı bir çatışmaya dönüşmesinin de ana nedenidir.

Sorunun halkların kardeşliği, Kürtlerle Türklerin tam hak eşitliği üstünden çözümü zor değildir. Türkiye‘de sorunun demokratik bir biçimde çözümü de kolaylaştıracaktır!!!!. Dolayısıyla bölgede demokrasinin yerleştirilmesiyle bölge halkları arasında kendi kaderini tayin hakkına saygıyı esas alan bir demokrasinin yerleşmesinde önemli rol oynayacaktır. Partimiz böyle bir çözüm için mücadele etmektedir.

Sevgili yoldaşlar;

Bu konferansı periyodik olarak sürdürebilir miyiz?

Konferansları organize edecek ve koordinasyonu sağlayacak bir komite kurabilir miyiz? Konuşmalarda yer alan yoldaşların önerilerini destekliyor ve konferansların yılda 1 defa periyodik olarak yapılmasını öneriyoruz. Bugün, hemen bazı adımlar atmak objektif olarak mümkün olmasa bile bu konuda istekli olmak bile bir ilerleme olacaktır.

Bu duygularımla konferansa başarılar diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

 

Nedim Köroğlu

Emek Partisi

Genel Başkan Yardımcısı

Emperyalizm, Ortadoğu Halklarının Yeminli Düşmanı

Geçen yüzyılın sonunda, 90’lı yıllardan itibaren SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın yıkılmasından beri Ortadoğu, dünyanın en sıcak gelişmelerinin yaşandığı noktalardan biri haline geldi. Bu bölge bir yandan, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülke ve blokların saldırı odağı, diğer yandan da emperyalizme karşı güçlü mücadelelerin yürütüldüğü bir alandır. Bu mücadelenin gidişatı ve yaratacağı sonuçlar, sadece bölgedeki halkları, devrimci güçleri ve anti-emperyalistleri değil, bütün dünya halklarını, devrimci güçleri ve özgürlük isteyenleri ilgilendirmektedir. Bu uluslararası toplantımız, bu bakımdan da büyük bir önem taşımaktadır.

ETKİ ALANLARININ PAYLAŞIMI İÇİN MÜCADELE

SSCB’nin yıkılması, Ortadoğu’daki askeri üslerinin sökülmesi ve onun devamcısı olan Rusya’nın bölgede kayda değer bir varlığının olmaması, bölgede denetimi ele geçirmek üzere süren emperyalistler arası mücadeleyi hafifletmedi. Aksine, mücadeleler daha da keskinleşti. Bu mücadeleler, eski bir süper gücün yıkılmasıyla değişen dengeler ortamında, hem bölgede hem de dünyanın başka bölgelerinde yeni bir etki alanları paylaşımı mücadelesinin unsurlarıdır.

Ortadoğu, veya ABD yönetiminin kullandığı terimle “büyük Ortadoğu”, yani Fas’tan Afganistan’a kadar olan bölgeyi kapsayan alan, bugün dünya petrol üretiminin üçte birini, petrol rezervlerinin ise üçte ikisini barındırdığı için, bu denli ilgi odağıdır. Önümüzdeki yirmi yılda, Çin ve Hindistan gibi yeni endüstriyel güçlerin eklenmesiyle birlikte, petrole olan ihtiyacın %40 oranında artacağı hesaplanıyor. Ortadoğu dışındaki bölgelerde petrol arayışı veya alternatif enerji kaynakları arayışının sonuçsuz kalması, bölgenin büyük güçler için önemini artırmıştır.

Önümüzdeki on yıllarda Ortadoğu’nun petrol üretimindeki payının üçte birden üçte ikiye çıkacağı tahmin ediliyor. Ticari ve stratejik önemi de dikkate alındığında, bu bölgeyi kontrol etmek, neredeyse dünyayı kontrol etmek demektir.

 

ABD EMPERYALİZMİ YARIŞIN ÖNÜNDE

ABD emperyalizmi, tüm askeri, ekonomik ve politik ağırlığıyla, Ortadoğu bölgesinin yeniden paylaşımına girişmiştir. On yılı aşkın süredir başlamış olan ve oğul Bush ile neo-con ekibinin işbaşına gelmesiyle hızlanan bu sürece, 11 Eylül olayları gerekçe teşkil etmiştir. İsmi (Middle East Partnership Initiative, MEPI, Büyük Ortadoğu Projesi 2002, Yeni Ortadoğu Projesi 2006) ne olursa olsun, açıklanan amacı (Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, nükleer silahların ve kitle imha silahlarının sınırlandırılması, terörizme karşı mücadele) ne olursa olsun, ABD emperyalizminin bölge için hazırladığı projelerin tek bir hedefi vardır: Bölge üzerinde egemenlik kurmak, dünya hegemonyasını sağlamlaştırmak, Ortadoğu petrolüne tamamen veya kısmen bağımlı öteki büyük emperyalist ülke ve grupları, yani Avrupa Birliği’ni, Japonya, Çin ve Hindistan’ı köşeye sıkıştırmaktır. Dolayısıyla, bu bölgenin petrolü üzerinde denetim kurmak, bu büyük ülkelerin endüstriyel büyüme hızını da kontrol etmek anlamına gelmektedir.

ABD emperyalizmi amaçlarına ulaşabilmek için, başta askeri gücü olmak üzere, elindeki tüm imkanları kullanmaktadır. Bölgede kalıcı askeri varlığını garantilemek için 1991’de Irak’ın Kuveyt işgalini bahane eden ABD, 11 Eylül 2001’den sonra ise, daha saldırgan, daha küstah ve hiçbir uluslararası kuralı tanımaz oldu. “Önleyici savaş”, “nükleer silahın önleyici amaçlarla kullanılması hakkı”, “haydut devletler”, “şer ekseni” gibi adlar altında, kendisine istediği yerde ve zamanda, tercih ettiği tarzda müdahalede bulunma imkanı tanıyan faşizan yeni askeri doktrinler geliştirdi. Birleşmiş Milletler’in muhalefetine rağmen, İngiltere ile suç ortaklığı içinde Irak’a yönelik saldırıyı böylece gerçekleştirdi.

 

KONTROL ALTINDA BİR ORTADOĞU

Bugün bütün Ortadoğu, daha doğrusu hemen hemen tüm “Büyük Ortadoğu”, Amerikan emperyalizminin askeri kontrolü altında bulunmaktadır. Afganistan ve Irak işgal altındadır. Bu ülkelerin halkları, insanlık tarihinin en barbar savaşlarından biriyle yüz yüze bulunuyorlar. Filistin’de, ABD emperyalizminin bölgedeki koçbaşı olan Siyonist İsrail devleti, Filistin halkına karşı soykırımcı bir savaş yürütüyor, topraklarını yağmalayıp Yahudileştiriyor. Oslo Anlaşması, bölge halklarına ne barış, ne de güvenlik getirmiştir. 2006 yazında Nazi tipindeki bu devlet, ABD’nin askeri ve diplomatik desteğine yaslanarak Lübnan’a saldırdı. Lübnan hâlâ, Amerikan, Fransız, Siyonist emperyalizmin ve Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi gerici Arap rejimlerinin kışkırttıkları yeni bir iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.

Körfez bölgesinin hemen yanı başında ABD’nin desteklediği Etiyopya, Somali işgaline taşeronluk yapıyor. İç savaştan daha yeni çıkmış olan Sudan, şimdi de Amerika ve Çin’in, petrolünü ele geçirmek için aracılar vasıtasıyla savaş yürüttükleri Darfur sorunu ile karşı karşıyadır. Körfez ülkelerinin hemen hepsinde, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’da büyük ölçekli Amerikan askeri üsleri var. Bu üsler, kurulu bulundukları ülkeleri ayak altında ezmekle yetinmemekte, tüm bölge ülkeleri için tehdit teşkil etmektedir. Irak ile Afganistan arasında ve Körfez ülkelerinde 5 büyük askeri üs ile 63 daimi askeri karargahta, toplam 200 bin Amerikan askeri bulunmaktadır. Ürdün, Mısır, Yemen, Cibuti gibi ülkeler, ABD’ye askeri kolaylıklar sağlıyorlar. NATO üyesi Türkiye’de ise ABD’nin İncirlik askeri üssü var. Kuzey Afrika’da da giderek artan bir Amerikan varlığına şahit oluyoruz. Fas, şimdiden ABD’ye askeri kolaylık sağlamayı kabul etmiş bulunuyor. Sahra-altı bölgesini kontrol etmek maksadıyla bölgede bir kumanda merkezi oluşturulacağı belirtiliyor.

Suriye ve Iran, giderek daha tehdit edici bir hal alan baskıya maruz kalıyorlar. Suriye, “terörizme destek vermekle” suçlanırken, İran, nükleer silah edinme çabaları nedeniyle suçlanıyor. ABD, tüm BM Güvenlik Konseyi’ni İran’a karşı seferber ederken, ittifaklarını sağlamlaştırıyor ve bu ülkeye komşu bölgelere silah yığınağı yapıyor. Suriye’de muhtemel bir rejim değişikliği, İsrail’in güvenliği ve Irak sınırlarının kontrolü için önem taşıyorken, İran rejiminin düşmesi, başta petrol olmak üzere doğal enerji kaynaklarının denetlenmesine fırsat sağlayacaktır.

 

MUAZZAM TEKELCİ ÇIKARLAR

Bu askeri saldırganlıktan ve barbarlıktan gerçekte çıkar elde edenler, kârları artan büyük Amerikan tekelleri ve öteki kapitalist ülkelerdir. Bazı verileri sıralamak yararlı olacaktır: Geçmişte devlet mülkiyetinde olan Irak petrolüne, 30 yıllık bir süre için Amerikan petrol tekelleri el koymuştur. 2003 yılında, bölgede faaliyet yürüten petrol tekellerinin kârları %12 civarında iken, petrol fiyatındaki artışla birlikte 2006 yılında %160’a yükseldi. Exon-Mobil tekelinin kârları 2003-2006 yılları arasında iki kat artarak 21.5 milyar dolardan, 40 milyar dolara çıktı. Shell-Chevron’un karları ise aynı dönemde 15’den 30 milyar dolara çıktı. İlgili ülkelerin hazinesine petrol rantı olarak giren miktarların önemli bir kısmının, ya yatırım olarak, ya da satın alınan malların karşılığı olarak yeniden ABD’ye döndüğünü ise, eklemeye bile gerek yoktur. 2003-2006 yılları arasında ABD ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler ikiye katlandı. Avrupa Birliği ülkeleri ve Japonya’nın yanı sıra Çin ve Rusya da bu bölgede pay elde edebilmek veya payını artırmak için mücadele ediyorlar. Ama ABD, son on beş senede giderek artan hakimiyetini korumaktadır.

 

HALKLARIN EZİLMESİ

Bölgenin tüm halkları emperyalist ve Siyonist egemenliğin kurbanı olmaktadırlar. Hedefe konan şey, halkların bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal zenginlikleri üzerindeki egemenlikleri, kültürleri, uygarlıkları, ulusal kimlikleri, barış ve yaşam haklarıdır. Emperyalistler son yıllarda, bu bölgenin halklarına karşı en ırkçı teorileri ileri sürdüler. Bunlar içinden en çok bilineni, İslam dinini ve Müslümanları günah keçisi ilan ederek terörizmle ve barbarlıkla itham eden, böylece kendi katliam ve egemenliğini meşru göstermeye çalışan “uygarlıklar çatışması” tezidir. Lenin’in belirttiği gibi emperyalizm, halklar için köleleştirme ve yağma demektir.

“Büyük Ortadoğu”nun fizyonomisi birkaç senede değişti, bölgeyi oluşturan ülkeler, sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelere dönüştüler. Belirli bir bağımsızlığı hâlâ korumak isteyenler ise, hedefe konmakta ve tehdit edilmektedirler. Bu durum, bölgede ulusal sorunu, öteki tüm sorunların kendisine bağlandığı acil bir mesele haline getirmiştir. Çok daha şiddetle oralarda hissedilmekle birlikte, ulusal sorun sadece işgal edilen ülkelerde değil, bütün ülkelerde gündeme gelmektedir. Bu ülkelerin kendi kaderlerini tayini gerçekleşmedikçe, hiçbir ilerlemenin mümkün olmayacağı açıktır.

Bu arada, Ortadoğu halkları sadece emperyalist baskıya maruz kalmıyorlar, kendilerini yöneten köksüz rejimlerin politik tiranlığının da muhatabı oluyorlar. Bunların bazıları hâlâ feodal mutlakiyetçi bir özellik taşıyorlar ve halklarını, en temel politik haklardan mahrum bırakıyorlar. Monarşik ya da cumhuriyetçi olsun, hepsini birleştiren ortak özellik, otokratizmdir. Kendisine cumhuriyet diyen rejimlerde bile, ömür boyu başkanlık veya iktidarın aile fertlerine aktarılması, yaygın görülen bir pratiktir. Sözde bir el değiştirmenin olduğu Türkiye gibi ülkelerde ise, ipler generallerin elindedir. Irak, Filistin, Afganistan gibi işgal altındaki ülkelerdeki Siyonist ya da Amerikan “demokrasisi”, sivil halkın her gün katledilmesi, kitlesel hapis, işkence ve barbarlık anlamına gelmektedir. Guantanamo ve Ebu Garip, bu demokrasinin iki sembolüdür.

Bu ulusal ve politik baskıya, sosyal bir baskı eşlik etmektedir. Ortadoğu ülkelerinin zenginlikleri, bir yanda yabancı tekellerin, diğer yanda da yerel mafyacı azınlıkların elinde toplanmıştır. Uluslararası kuruluşların tüm raporları (örneğin 2003 Birleşmiş Milletler insani kalkınma raporu-PNUD) eğitim, iş, kültür, kadın ve azınlık hakları vb. bakımından Arap ülkelerinin, dünyanın en gerileri arasında kaldığını gösteriyor. İşgal altındaki Irak, Afganistan, Filistin, Somali gibi ülkelerde insanlar, tam bir sefalet koşullarında yaşıyorlar. Mısır, Ürdün, Fas, Tunus, Yemen ve Türkiye gibi bağımlı ülkelerde ise, büyük emperyalist ülkeler ve (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi) uluslararası kuruluşları vasıtasıyla uygulanması dayatılan neoliberal politikalar; işsizliği, dışlanmayı, sefaleti ve cehaleti teşvik etmektedir. Emperyalizm hiçbir dönemde halklar için refah ve ilerleme anlamına gelmedi ve gelmeyecektir de. O ancak yağma ve sefalet demektir.

Ortadoğu ülkelerinde ulusal sorun, ulusal, etnik, kültürel ve dini azınlıklar meselesi olarak da gündeme gelmektedir. Bu azınlıklar, emperyalist baskıların yanı sıra, iktidardaki rejimlerin de baskısına hedef olmaktadırlar. Emperyalizm, topluluklar arası savaş ve katliamı provoke edebilmek ve onları bölmek için, azınlıklar meselesini kullanıyor. Irak’ta işgalciler tarafından işbaşına getirilen yönetim, bu amaca uygun bir yönetimdir. Böylece Ortadoğu’da ulusal sorun, demokratik ve sosyal sorun ile iç içe geçmekte, ama yine de azınlıklar meselesi ile birlikte en yakıcı mesele olmaya devam etmektedir. Emperyalizme ve uşaklarına karşı, dolayısıyla Siyonizme de karşı mücadele, bölgedeki tüm özgürlük mücadelesine yön vermelidir.

 

ONURLARI İÇİN MÜCADELE EDEN HALKLAR

Bölge halklarının ve azınlıkların maruz kaldıkları emperyalist baskı, ister istemez direnişi de doğuruyor. Bugün Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Somali’de giderek büyüyen ve gelişen bir silahlı direniş hareketi var. Lübnan’da direniş, geçen yaz döneminde Siyonist saldırgana umulmadık bir yenilgi tattırdı. Türkiye’de Kürt halkı, ulusal hakları için mücadeleyi terk etmedi.

Bu silahlı direnişin yanı sıra, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde politik ve sosyal içerikli bir muhalefet hareketi de gelişiyor. Kabil halkının son yıllarda kültürel ve sosyal hakları için güçlü kitlesel bir hareket geliştirmiş olduğu Cezayir gibi bazı ülkelerde, politik baskı, ekonomik ve sosyal sefalet, ulusal aşağılama gibi faktörler, halkları isyana sürükleyen bir rol oynamışlardır.

Ama bu direniş hareketleri ve sosyal politik muhalefet akımları, önemli zayıflıklar ve yetersizlikler de taşımaktadır. Irak, Lübnan ve Filistin hariç tutulursa, bu hareketler, emperyalist egemenliğe karşı mücadelenin zorunlu kıldığı seviyeden yoksundur. Birçok ülkede işçi ve halk hareketi, hâlâ oldukça geridir.

İkinci olarak, çoğu durumda, silahlı direniş hareketinde olsun, sosyal ve politik harekette olsun, egemen unsur dindir. Yani Müslüman Kardeşler’den cihatçı Salafistlere kadar kökten dinci akımlar. Bu hareketlerin bazıları emperyalist ve siyonist işgalciyi ve işbirlikçilerini zayıflatsalar bile, bazı kaygılarımızı belirtmek gerekir.

Dinci-politik akımın direniş hareketleri üzerindeki egemenliği, ulusal anki-emperyalist hareketin, etnik ve dini klişeleri aşarak ulusal bir program etrafında birleşmesini baltalıyor. Bu akımlar dini bir temel üzerine oturuyorlar. Üstelik, anti-emperyalist mücadeleye dini bir karakter vererek (İslamın Hristiyanlığa veya Yahudiliğe karşı savaşı) onu zayıflatıyor ve içini boşaltıyorlar. Böyle bir tutum, uluslararası dayanışmanın alanını daraltıp, ağırlığını ortadan kaldırıyor.

Öte yandan bu akımların, halkın istemlerine yanıt olabilecek, çağdaş ve elle tutulur bir toplum projeleri yoktur. Bunlar özgürlük, demokrasi, sosyal ve bilimsel ilerleme gibi insanlığın kazanımlarıyla işgal arasında bağlantı kurarak kafa karışıklığına yol açıyorlar. Bölge halklarının ulusal bağımsızlık özlemi ile bütün bu kazanımlardan faydalanma özlemi birbirinin karşısına konamaz. Teokratik ve dine dayalı devlet, miadını doldurmuş bir devlettir.

Bağımlı ülkelerdeki dinci-politik hareketler, genellikle kurulu düzenin bir parçasıdırlar. Politik meselelerde bazı farklar olsa bile, aynı sosyo-ekonomik düzeni savunuyorlar. Programları, neoliberalizmin programıdır. Emperyalist sömürüye ve bağımlılığa karşı çıkmıyorlar, emperyalizmin değişik yeni sömürgeci stratejilerine yamanmaya çalışıyorlar.

Ulusal ve sosyal kurtuluş stratejisi izleyen, yurttaşlık prensibine, yani laikliğe dayalı bir ulusal devlet inşa etmeyi programına alan, anki-emperyalist devrimci sol hareketlerin zayıflığı, dramatik bir biçimde hissedilmektedir.

Bu arada, anki-emperyalist güçler Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Somali’de ve emperyalizme karşı mücadele ettiği müddetçe her yerdeki direniş hareketlerini desteklemelidirler. Şu veya bu direniş hareketinin liderliği, her halkın kendi iç meselesidir ve ilgili ülkenin tarihi, ulusal toplumsal özellikleri ve gelişim düzeyi ile bağlantılıdır

 

ORTAK BİR DÜŞMAN, ORTAK BİR KADER

Bölge halklarının düşmanı ortaktır: Başta ABD olmak üzere emperyalizm, Siyonizm ve kendilerini yöneten gerici rejimler. Kurtuluş, bu düşmanlara karşı ortak mücadeleden geçmektedir. Ulusalcı, etnik ve dini faktörler, olsa olsa birliği bozucu bir rol oynarlar. Halbuki, ortak çıkarlar ön plana çıkarılmalıdır. Anti-emperyalist, ilerici ve devrimci güçler, kendilerine düşen görevi yerine getirmek için, canla başla çalışmalıdırlar. Mücadelenin ön cephesinde yer almak, ulusal birliğin bir faktörü olmak, ilerici modern ve halkçı bir politik ve sosyal projenin savunucusu olmak, bu güçlerin önündeki tayin edici görevlerdir.

İşgal altındaki Irak, Afganistan, Filistin, Somali’ye Lübnan’ı da eklersek, tüm bu ülkelerde mücadele, elde silahla veriliyor. İşgalcinin anladığı tek dil silahlardır, anki-emperyalist, ilerici ve devrimci güçler asla düşmanla uzlaşmamalı ya da onun yedeğine düşmemelidir. Halk onlara, ancak mücadele içerisinde örnek olurlarsa güven duyacaktır. Gecikmeyi kapatmak için hâlâ zaman vardır. Bu bakımdan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FPLP)’nden yoldaşların, Lübnan Komünist Partisi’nin deneyimleri öğreticidir

Irak’ta, Anglo-Amerikan işgal güçlerinin defolması dışında, hiçbir adil çözümün mümkün olmadığı görülüyor. Ancak ondan sonra, ülkedeki ulusal, kültürel, etnik ve dini temsil kabiliyeti olan tüm politik güçler, bir masa etrafında buluşabilir ve işgalcinin sebep olduğu kaostan, ülkelerini kurtarabilirler. O zaman ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü, ulusal birliği ve yurttaşlık ilkesine dayanan, dini, cinsel, etnik hiçbir ayırım yapmadan herkese eşit haklar sunan, modern demokratik bir devlet temelinde ulusal bir konsensüs mümkün olabilir.

Eğer uluslararası ya da Araplardan kurulu bir gözlemciler heyetinin geçici bir süre için ülkede bulunması zorunlu olursa, bu heyete, Irak’a saldıran veya saldıranlarla işbirliği yapan hiçbir güç dahil olmamalıdır.

Filistin’de bugünkü durumun, Oslo Anlaşması imzalanmadan önceki dönemdekine göre çok daha kötü olduğunu kimse inkar edemez. Filistinli yoldaşlarımız buna tanıklık etmek için burada bulunuyorlar. Siyonistler daha fazla toprağı işgal edip Yahudileştirdiler, daha çok evi ve altyapıyı tahrip ettiler, daha çok yerleşim bölgesi (koloni) ve bir de utanç duvarı inşa ettiler, daha çok sayıda Filistinliyi öldürdü, hapsetti ve topraklarından sürdüler. Yaşam, ırkçı savaşçı ve yayılmacı Siyonizmin, kendi yanı başında, 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde kurulacak bir bağımsız Filistin devleti ile birlikte yaşamayı kabul etmeyeceğini gösterdi. Amerikan emperyalizmi, Rus ve Avrupalı emperyalistler ise, ne Filistin halkının dostu, ne de adil aracılar olabilirler. Özellikle amerikan emperyalizmi, Filistin halkının ezilmesinin bizzat tarafıdır. Siyonist devletin kendisi, kuruluşundan beri, emperyalist stratejinin bölge egemenliğinde temel bir taştır. Dolayısıyla Filistin sorunu bizce daha gerçekçi bir bakışla çözüme kavuşturulmalıdır: Tarihi Filistin topraklarının tümü üzerinde laik, demokratik ve egemen bir Filistin devletinin kurulması öngörülmelidir. İsrail Siyonizmden arındırılmadıkça, bölgede barış, güvenlik ve refahtan söz edilemez Bu, uzun vadeli, ama Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan olsun, tüm Filistinliler için en emin ve adil olan stratejidir. Bu çözüm yolunun başarısı, Filistin halkının ve anti-Siyonist Yahudilerin mücadelesine, tüm bölge halklarının çabasıyla emperyalizme karşı yeni bir güç ilişkisi dengesinin oluşturulmasına ve dünyadaki tüm özgürlük savaşçısı anti-emperyalistlerin vereceği desteğe bağlı olacaktır. Bugün Filistinli yurtsever ve ilerici güçlerin önünde, sadece Siyonist işgalciye karşı koymak için değil, kendi içinde El Fetih ile Hamas arasında cılız ve etkisiz bir iktidar üzerinde sürmekte olan fraksiyon çatışmalarını aşmaya da yardım edecek ve halkı seferberliğe davet edecek bir ulusal birlik programını oluşturmak ve hayata geçirmek gibi ağır bir görev durmaktadır.

Afganistan’da da, Somali’de de gerçek ve adil bir çözüm için öncelikle işgal güçlerinin geri çekilmesi, bu ülkelerin emperyalistler ve uşakları tarafından yaratılan kaos, düzensizlik ve güvensizlikten çıkabilmeleri ve kendi kaderini kendi ellerine alabilmeleri için birinci ön koşuldur.

Anti-emperyalist güçler, İran ve Suriye üzerindeki baskı ve tehditleri mahkum etmektedirler. Suriye rejiminin demokratik bir rejim olmadığı doğrudur, ama Suriye halkına demokrasiyi ve özgürlüğü Amerika’nın ve diğerlerinin getirmeyeceği de kesindir. Irak, bu bakımdan öğretici bir örnektir. Ancak Suriye halkının kendisi değişimi gerçekleştirebilir. İçeride bir eğitim ve örgütlenme çalışması yaparken, her türlü dış müdahaleye kesinlikle karşı çıkılmalıdır.

İran’ın da bir demokrasi ve sosyal adalet modeli olmadığı açıktır. Mollaların milliyetçi ve şovenist eğilimli bazı fraksiyonlarının Orta Asya’ya doğru, ya da Şiiliğe dayanarak Ortadoğu’ya doğru genişlemeyi hayal ettikleri kimse için sır değildir. Ama meseleyi çözecek olan Amerikan emperyalizmi değildir. İran halkı bunu, Şah zamanında yaşayıp gördü. Amerika’nın İran’a muhtemel bir müdahalesi, bölgeyi daha fazla kaosa sürükleyecektir. İranlı ilericiler kendi gücüne ve bölge ve dünya halklarının dayanışmasına güvenmelidirler.

Bağımlı ülkelerde, anti-emperyalist ve ilerici güçler, emperyalist tahakküme ve diktatörlüklere karşı mücadelenin başına geçmelidirler. Halkçı platformlar oluşturmalı, buralarda en geniş birliği sağlamak için çaba sarf etmelidirler. Bu ülkelerde gündeme gelen önemli bir konu, İslamcılar meselesidir. Bu sorun asla, İslamizm korkuluğu sallayarak, kadınları, entelektüelleri, orta kesimleri ve Batılı ülkelerin kamuoyunu panikletmeye çalışan işbaşındaki baskıcı, yozlaşmış rejimlerle işbirliğini meşrulaştıramaz. Biz Tunus’taki deneyimimizden bazı dersler çıkardık: Birincisi, teokratik bir diktatörlüğün önünü kesmek için, ilerici güçlerin, mevcut rejime karşı mücadelenin başında olması ve hareketin önderliğini teokratik diktatörlük heveslilerine terk etmemesi gerekir. İkincisi, özgürlükler ve demokrasi için mücadele sonuna kadar ve kararlıca yürütülmelidir. Zira, İslamcılar da faydalanıyor olsa bile, özgürlüklerin tanındığı bir ortam, işçilerin ve halkın örgütlenme ve bilinç düzeyini yükseltmek bakımından, özgürlüklerin “terörizme ve entegrizme karşı mücadele” adı altında çiğnendiği bir ortamdan daha yeğdir. Üçüncüsü, ilerici güçler, kimlik meselesine sahip çıkmalıdırlar. Emperyalizm bölge halklarının kültürüne, dinine ve kimliğine karşı bir savaş yürütmektedir ve halklar bu aşağılanmaya karşı kendi kimliklerini savunmak istiyorlar.

Modernite, ilerleme, demokrasi gibi kavramlar, ancak bir halkın kendi eseri ise, yani kendi tarihini, ulusal, sosyal, kültürel özgünlüklerini insanlığın ortak kazanımları ile birlikte harmanlayabiliyorsa, o halkın kimliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelebilirler. Emperyalist kozmopolitizm, ulusal boyun eğmenin bir unsurudur, özgürlük ve ilerleme faktörü olamaz. Bölge halklarının kimliğinin savunusu, ulusal sorunun ve emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olmalıdır.

 

PERİYODİK BİR BULUŞMA

Sonuç olarak, bölgemizin anti-emperyalist güçleri birbirini karşılıklı olarak desteklemeli, durum değerlendirmelerini uyumlulaştırmalı, sloganlarını ortaklaştırmalı ve eylemlerini koordine etmelidir. Bu, bölge halklarının emperyalist ve Siyonist saldırganlık ve egemenliğe karşı birliğini ilerletmenin ön koşuludur.

Bizce bu toplantı, bölgemizdeki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek, görüş alış verişinde bulunmak ve ortak görevler belirlemek maksadıyla yılda bir kere olacak şekilde düzenlenebilir. Bu buluşmadan itibaren düzenli bir koordinasyonun sağlanması ise, zorunludur.

Konferans Sonuç Bildirgesi

Ortadoğu’daki emperyalist saldırılara karşı halkların direnişi konferansı sonuç bildirgesi

 

Türkiye’deki Emek Partisi ile Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin çağrısıyla bölgenin en ileri partileri, 9-10 Haziran’da İstanbul’da ilk defa bir araya gelerek, “Ortadoğu’daki Emperyalist Saldırılara Karşı Halkların Direnişi” adlı bu konferansı düzenlemiştir. Bu sempozyuma çeşitli partiler ve kuruluşlardan kişiler, akademisyenler ve fikir insanları katıldı. Türkiye’den, Suriye’den, Filistin’den, Irak’tan, Fransa’dan, Kolombiya’dan, Tunus’tan katılımcılar, bölgemizdeki durumu inceleyerek bu sonuç bildirgesini hazırladılar.
***

Ortadoğu ve Kuzey Afrika, emperyalistlerin ve Siyonistlerin askeri, siyasi ve kültürel saldırısı altındadır. Özellikle 11 Eylül 2001’deki olaylardan sonra bu saldırılar daha da artmıştır. Bu saldırıların hedefi, bölgedeki yer altı kaynaklarına, petrol yataklarına hakim olmak ve stratejik noktaları ele geçirmektir.

Emperyalistler, bölgede Siyonistler aracılığıyla kendi hedeflerine ulaşma arzusu taşıyor. Emperyalistler ve onların müttefikleri, bu hedeflerine ulaşmak için bütün araçları kullanıyor. Askeri düşmanlığa girişiyor, dolaysız işgale başvuruyor, siyasi ve diplomatik baskı kuruyor, ekonomik ambargolarla halkları açlığa ve sefalete mahkum ediyor. Halkları, en insani ve basit haklardan bile mahrum ediyorlar.

Mezhep çatışmaları, milliyetçilik ve dini duyguları istismar etmek gibi yollarla halkları bölerek, Sünnilerle Şiileri, Kürtlerle Arapları birbirine düşürmekten de geri kalmıyorlar. Onların amacı, stratejik hedefleri doğrultusunda bölgeyi yeniden yapılandırmak ve şekillendirmektir. Uluslararası arenada emperyalizme karşı yürütülen mücadeleleri ve direnişleri ise “terörizm” adı altında karalamak istiyorlar. İslamı ve Müslümanları; ya yeni ideolojik yapılanmalarla baskı altına alıyor ya da doğrudan “düşman” olarak adlandırarak hedeflerine ulaşmak istiyorlar.

Şu anda bölge tamamıyla ABD’nin askeri gözetimi altına alınmıştır. Kendilerinin sömürgeleri durumunda olan ülkelerin hepsini zaten kontrol altında tutuyorlar. Diğer bir kısmında ise topraklarının bir bölümünü onların kontrolünden çıkarıyor, askeri üsler kuruyorlar. Kendilerine bölgede yer açıyorlar. Bunun için bütün ekonomik ve politik ölçüleri de dengeleri de bozuyorlar. Bölgedeki bu hedeflere ulaşmak ve dünyadaki sultalarını ve hakimiyetlerini pekiştirmek için bütün hükümetleri ve halkları tehdit etmekten geri kalmıyorlar.

Bölgemizdeki antidemokratik rejimler ve siyasi hükümetlerin zorbalığı da bu konuda halklara büyük zorluklar çıkarmaktadır. Bölge; ya krallıklarla ya da adı “cumhuriyet” olan krallıklarla yönetiliyor.

İşgal altındaki topraklardaki halklar büyük bir sıkıntı içindedir. Neoliberal politikalar çerçevesinde fakirlik, işsizlik, salgın ve cehalet devasa boyutlara ulaşmıştır. Buna paralel olarak, büyük devletlerin kârları, emperyalistlerin zenginlikleri ve onların hegemonyası gittikçe artmaktadır.

Halklarımız, ekonomik, siyasi ve askeri baskının yanında, büyük bir kültürel baskı altındadır. Kültürleri, inançları ve milli duyguları yok edilmek istenmektedir. Müzeleri ve kütüphaneleri yağmalayan emperyalist güçler, okulları, araştırma merkezlerini ve üniversiteleri yıkıyorlar, bilim adamlarını ve aydınları ise ya öldürülüyorlar ya da zindana atılıyorlar. Dini ve medeni bütün kuruluşlar yok edilmeye çalışılıyor, yakılıp yıkılıyor. Halkların eğitim programları baştan düzenleniyor. Ayrıca Ortadoğu ülkelerindeki bütün medya kuruluşları zalim hükümdarların kontrolü altındadır.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, Ortadoğu halkları elleri kolları bağlı asla oturmayacaklardır. Onlar direniş için ayağa kalkacaklardır. Siyasi, toplumsal ve ekonomik haklarını korumak için savunmaya geçeceklerdir. Irak’taki silahlı mücadele, ABD planlarını bozguna uğratmıştır. Direniş, Lübnan’da da Siyonizm karşısında zafere ulaşmıştır. Filistin’de direniş gelişmekte ve işgalcilere karşı isyan büyümektedir. Afganistan ve Somali’de de direniş hareketleri gittikçe daha disiplinli bir hale gelmektedir ve işgalcilere ağır zayiat verdirmektedir. Bölgenin tüm ülkelerinde de emperyalist zorbalığa karşı hareketler gittikçe gelişmektedir. Bu direniş hareketleri halkların siyasi desteğini kazanmaya adaydır. Bölgedeki azınlıklar da, emperyalistlerin ve zalim yöneticilerin çifte baskısı altındadır. Halklara düşen görev, demokratik ve toplumsal çerçevede sorunların ortadan kaldırılmasıdır. Bir vatan özgür olmadıkça, demokratik de olamaz. Bütün aşamalarda, halklar kendi yerli kaynaklarına ve zenginliklerine sahip olamadığı sürece istiklal ve özgürlüğün manası olmayacaktır. Emperyalizmin yarattığı, oluşturduğu ve beslediği milliyetçilik ve mezhepçilik, dincilik gibi kavramlar bir yana bırakılarak emperyalistler ve Siyonistler karşısında halklarımızı birleştirmeliyiz.

Gericilik-Siyonizm-emperyalizm üçgenine karşı mücadele, geniş bir cephe açılarak sürdürülmelidir. Emperyalizme, Siyonizme ve gericiliğe karşı mücadele eden bazı İslami güçler de vardır. Bu noktada biz, kendi programlarımızdan vazgeçmeksizin, onlarla olan farklılıklarımızı unutmamak kaydıyla aynı hedefe doğru yönelmeliyiz. Bu mücadelede, bütün devrimci güçlere düşen temel görev, bütün işçi ve emekçileri sağlam siyasi ve ideolojik temeller üzerinde birleştirmektir. Bu, başarıya ulaşmanın yegane dayanağıdır.

İstanbul’daki bu sempozyumun katılımcıları, Irak, Filistin, Afganistan, Lübnan ve Somali’deki direniş hareketlerini desteklemektedir. İşgale karşı direnenlerin “terörizm” ile asla bir ilgisi olmadığını kuvvetle vurgulamaktadırlar.

Asıl terör işgaldir, ekonomilerin ve kültürlerin yok edilmesidir. Bu çerçevede katılımcılar, bölgedeki en önemli sorunun Filistin sorunu olduğu ve bu sorun çözülmeden güvenlik ve istikrarın asla söz konusu olamayacağı konusunda hemfikirdir. Filistin halkı kendi kaderini kendisi belirlemelidir. Filistin’in tarihi toprakları üzerinde demokratik Filistin Devleti’nin kurulması katılımcıların da hedefidir.

Bu sebeple katılımcılar şu noktaları vurgulamaktadır:

–         Filistinlilerin Siyonistlere karşı mücadelesi bölgedeki ve dünyadaki emperyalizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Milliyetçi ve gaspçı Siyonistlere karşı Filistin halkının bütün mücadele üsluplarını ve tarzlarını, silahlı mücadele de dahil olmak üzere destekliyoruz. Bu hareket içindeki güçleri birbirinden ayırmamak gerekir. Filistin halkı adına mücadele eden bütün gruplara, milliyetçi, solcu, İslami kesimlere ulusal birliklerini sağlamaları, iç sorunlarını demokratik diyalog çerçevesinde bir an önce çözmeleri için çağrıda bulunuyoruz.

–         Katılımcılar, ABD ve AB tarafından Filistin halkına yapılan ekonomik ve siyasi kuşatmayı da protesto etmekte ve bir an önce kaldırılması çağrısı yapmaktadırlar.

–         Irak’taki direnişi de onaylıyoruz. Irak halkının sorunlarının çözülmesi için işgalcilerin bir an önce çekilmesi ilk şarttır. Katılımcılar aynı şekilde Irak’taki bütün direnişçi güçlerin birleşmesini ve mezhep, milliyet, din sorunlarını bir yana bırakmalarını istemekte ve direniş adına sivillerin öldürülmesini protesto etmektedir. Sivilleri hedef alan eylemler, direnişin haklı ve meşru görüntüsünü bozmaktadır. Eğer birlik gerçekleşirse zafer de çabucak gerçekleşecektir. Bu zafer, ABD emperyalizminin bölgedeki planlarına büyük bir darbe olacaktır.

–         Bölgedeki diğer direniş merkezlerini; Afganistan, Somali ve Lübnan’daki direnişleri destekliyor ve direnişin bu bölgedeki halkların bir hakkı olduğunu vurguluyoruz. Özellikle Siyonist İsrail’e karşı Lübnan direnişinin geçen yaz kazandığı zaferden dolayı da Lübnan halkını yürekten kutluyoruz.

–         Konferans, ABD’nin, Suriye ve İran’a yönelik tehditlerini de protesto etmektedir. Bu tehditler hangi isim altında olursa olsun şiddetle kınanmaktadır. Kendi rejimlerinin değişmesi öncelikli olarak İran ve Suriye halkının kendi sorunudur. Hiçbir şekilde dışarıdan müdahale edilmemesi gerekir.

–         Sudan’ın doğal zenginliklerini elde etmek için yapılan saldırıları ve işgali kınıyoruz. Ve bölge halklarını birbirlerini tanımaya ve birbirleriyle sıkı bir ilişki kurmaya davet ediyoruz. Ortak düşman karşısında birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Biz bölge halklarının kültürel, toplumsal ve siyasi haklarını elde etmek için verdikleri bütün mücadeleleri destekliyoruz.

–        Konferans katılımcıları, bölgedeki bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımaktadır.

–         Bölgedeki yönetimlerin sivil ve siyasi muhaliflere karşı yaptıkları zorba hareketleri kınıyoruz. Fas’taki siyasi mahkemelerin bir an önce durdurulmasını istiyoruz. Tunus’ta, Mısır’da, Suriye’de, İran’da, Türkiye’de ve Körfez ülkelerindeki benzer mahkemelerin derhal kapatılmasını istiyoruz. Siyasi görüşlerinden dolayı ülkesini terk etmeye zorlananların, kendi ülkelerine bir an önce geri dönmelerini ve hapiste olanların da serbest bırakılmasını talep ediyoruz.

–         Son olarak katılımcılar, bu gibi seminerlerin önemine vurgu yaparak, bu konferansın, daha geniş katılımla ve daha derin içerikle her yıl düzenlenmesini dilemektedir.

“Küresel Isınma” Olgusu, Yeni Bir Yanılsama Kaynağı Mı?

Öyle görünüyor: Bu, “aklın kilitlendiği” dönemlerde çokça görülebilen bir durum gerçekte. Çünkü böylesi dönemlerde düşünme eyleminin tarihsellik, soyutlama, boyutlandırma, etkileşim, neden-sonuç sorgulaması vb. temel gereklerinin yerine getirilmesi çoğunlukla tavsatılıyor. Böyle olunca da, en yalın gelişmeler karşısında bile çeşitli yanılsamaların yaşanması, bir bakıma kaçınılmaz oluyor. “Küresel ısınma” olgusuyla ilgili tartışmaların yöntemi ve üretilen belgelerde yapılan saptamalar ile yer verilen önermelerin içeriği de bu kaçınılmazlığa çarpıcı bir örnek.

YENİ BİR OLGU MU?

Değil. Değil, ama, özellikle ülkemizde yepyeni bir olgu gibi anlaşılıyor ve açıklanıyor: Oysa, konuyla ilgili pek çok kaynakta da açıklıkla belirtiliyor; gezegenimiz, neredeyse belirli aralıklarla iklim değişiklikleri yaşıyor. Tamam, şimdilerdeki, en azından nedenleri yönünden farklı bir değişim süreci. Ancak, bu farklılıklar da biliniyor. Böyle iken, hem Dünyada hem de ülkemizde, evet, daha çok da ülkemizde, daha önce görülmedik yoğunlukta ve yaygınlıkta tartışılıyor. Öyle ki, gündelik yaşamda, söz gelimi yerel yönetimlerin akıl almaz boyutlardaki aymazlıklarının, beceriksizliklerinin ürünü olan kimi sıkıntılar bile “küresel ısınmayla” açıklanıp, sözcüğün tam anlamıyla geçiştiriliyor. Ne var ki, bu “muhabbeti” bir “tartışma” olarak nitelendirmek doğru bir değerlendirme değil. Çünkü, bu süreçte de, yine kitle iletişim araçlarının ilgisine “mazhar olan” konu uzmanları, deyim yerindeyse “adam yerine konulmanın” erinci ve coşkusuyla dağarcıklarında ne varsa açıklıyor. Ne güzel, kitle iletişim araçları da bu türden “parasız muhabirliklerin” getirisinden bol bol yararlanabiliyor. Kısacası, alanın da satanın da hoşnut olduğu bir durum söz konusu olan. Gerçekte, bu, Türkiye’de hiç de şaşırtıcı bir durum değil: Örneğin, Marmara Depremi sonrasında yaşananları anımsayalım: Nerelerde olabileceği, olası boyutları ve yol açabileceği yıkımlar bilinmiyor muydu; şimdi de bilinmiyor mu. Peki, bu bilgi ne işe yaradı; bundan sonra olsun, gereğinin yapılmasını sağlayabilecek mi?

“Küresel ısınma” olgusunun da bir “dününün” olduğuna gerektiğince, kimi çevrelerce de hiç önem verilmemesi, yaşamsal önemde sonuçlara yol açabilecek bir yanılsamadır. Çünkü, en azından bir “yarınının” da olacağının ayırdına varılmasını güçleştiriyor.

PEKİ NEDEN ŞİMDİ?

Yalnızca hava sıcaklıklarının elle tutulup gözle görülebilecek biçimde artmış olmasından; özellikle ketsel yerleşmelerde su sıkıntısının yaşanacak olmasından mı? Görünüşe bakılırsa, evet !.. Ancak, bu yaklaşım, kentsel yerleşmelerde yaşama koşullarının ve kültürünün gerektiğince oluşturulmamış, tarımsal üretimin ekolojik koşullarının gerektirdiği doğrultuda planlanıp gerçekleştirilmemiş, başka olanakların varlığı onlarca yıldır bilinir ve bu olanakların kullanılmasına yönelik bilgi, teknik ve teknolojiler üretilmişken “küresel ısınma” sürecine etkileri ortada olan taşıma, enerji üretim ve tüketim sistemlerinden vazgeçilmemiş olmasının gerçek sorumlularının kolaylıkla gözlerden kaçırılmasına yol açmıyor mu?

Bilindiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin ve artık dünya genelinde ulaşamadığı hiçbir yer, yöre, toplumsal sınıf ve katman ile yaşama alanı kalmamış emperyalizmin temel dinamiği emeğin ve doğanın sömürüsüdür. Bu “dün” öyleydi şimdi de öyle. Ancak, bu gerçek, şimdi çok daha yaygın ve yakıcı sonuçlar vermeye başladı. “Küresel ısınma” olgusunun şimdilerde geçmişte görülmedik ölçüde “konuşuluyor” olmasının temel amacı, sakın, bu gerçeğin gizlenmesi olmasın? Yoksa bunca kuru gürültü; sulak alanları “bataklık” diye kurutan, akarsuların devamlılığını sağlayabilecek önlemleri gerektiğince almayan, otlakları, bozkırları, ormanları, yaylaları, dağları, gölleri vb. kamusal varlıkları, toplumun doğayla barışık değer yargılarını ve tüketim kalıplarını, kentsel yerleşmelerde alt yapı yatırımlarını sermaye birikiminin temel olanakları olarak sınırsızca kullanan dışa bağımlı Türkiye kapitalizminin artık dayanılamayacak boyutlara ulaşan “gündelik” sıkıntıların yaşanmasındaki sorumluluğunu gözlerden kaçırma çabasının bir ürünü müdür?

NEDENİ VE ÖNLEME OLANAKLARI BİLİNMİYOR MU?

Bilinmez olur mu hiç, biliniyor kuşkusuz: Sorun da burada ya; bile bile neden bu aşamaya gelindi? Daha kestirme bir soru da şu: “Küresel ısınmaya” yol açan süreçlere katkısı bilinen ABD, neden Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamakta direniyor ya da bu sözleşmeyi imzalayan ülkelerin de çoğunluğu yükümlülüklerini gerektiğince yerine getirmiyor yahut “gelişmiş” sayılan ülkeler, IMF ve Dünya Bankası, GATT vb. ülkeler arası örgütler ve oluşumlar “gelişmemiş” sayılan ülkelere bu doğrultuda neden gerektiğince destek sağlamıyor? Gerçekte, bu sorulara verilebilecek gerçekçi yanıtlar bile “küresel ısınma” olgusuna yol açan temel dinamikleri açıklamaya, yetiyor. Yetiyor yetmesine ama ne Birleşmiş Milletler ne Avrupa Birliği ne de OECD, böylesi açıklamaları dikkate alıp gereğini yapabiliyor. Neden acaba ? “Küresel ısınma muhabbetleri” sırasında yanıtlanması gereken bir soru da bu değil mi?

HER YERDE, HERKES, HER VARLIK AYNI DÜZEYDE VE BİÇİMDE Mİ ETKİLENİYOR, ETKİLENECEK ?

“Küresel ısınma” olgusuna rahatlıkla “küresel” sıfatı yakıştırıldığına göre çoğunluk bu soruya olumlu yanıt veriyor. Eğer anlatılmak istenen, “küresel ısınmanın” ve bu kapsamda da iklim değişikliklerinin ülkesel sınırları “tanımadığını” anlatmak ise, buna kimseler karşı çıkamaz kuşkusuz. Ne var ki, tüm karşıtı çabalara karşın sorun bu denli yalın değil, son derece karmaşık. Bu karmaşıklık temelde iki boyuta indirgenebilir:

i)                    Ülkelerin, bir ülke içinde de tüm toplumsal sınıf ve katmanların, üretim biçimlerinin “küresel ısınmaya” yol açan süreçlere “katkısı” aynı biçim ve düzeyde değildir. Dolayısıyla, ülkelerin, toplumsal sınıf ve katmanların “küresel ısınmaya” yol açan süreçler üzerindeki etkilerinin, başka bir söyleyişle “küresel ısınmadan” yana sorumluluklarının tüm boyutlarıyla ortaya konulması gerekmektedir. Bu gereğin, yalnızca söz konusu olguya yol açan salınımların sayısal boyutlarının ve sektörel paylarının ortaya konulmasıyla yerine getirilmiş olmayacağı açıktır. Ne var ki, yapılan tam da budur.

ii)                   “Küresel ısınma” olgusu her ülkede, dahası her bölgede ve havzada farklı zamanlarda, farklı nitelik, yoğunluk ve yaygınlıkta ekolojik sonuçlara yol açabilecek, dolayısıyla da her canlıyı, her üretim biçimini, toplumsal sınıf ve katmanı farklı biçim ve düzeylerde etkileyebilecektir. Bu etkilenme tüm boyutlarıyla ortaya konulmalıdır ki gerçekçi direnme önlemleri geliştirilebilsin ve gerektiğince yaşama geçirilebilsin . Ne var ki bu gerek de çoğunlukla yerine getirilmemekte; olası etkilerin sektörel düzeyde yol açabileceği olumsuzlukların sergilenmesiyle yetinilmektedir.

Öte yandan, çoğunlukla, “küresel ısınmanın” ve özellikle de “iklim değişikliğinin” yalnızca olası olumsuz sonuçları üzerinde duruluyor. Oysa, çeşitli araştırmalara göre, söz konusu olgudan çeşitli amaçlarla yararlanabilme olanakları da var: Çünkü, öteden beri kurak ve/veya yarı kurak olan yörelerde yağışların artması, sıcaklığın artabileceği yörelerde de vejetasyon (yeşerim) dönemlerinin uzaması da söz konusu. Bu nedenle, “körün değneğini bellemesi” deyimini anımsatacak yaklaşımlardan kaçınılması gerekiyor. Peki, kaçınılıyor mu; hayır, kaçınılmıyor.

İŞTE KANIT !

Buraya değin dikkat çekmeye çalışılan yaklaşım biçim ve tartışma olumsuzluklarına kanıt isteniyorsa, işte Türkiye İklim Değişikliği Birinci Ulusal Bildirimi (TİDBUB). Bilindiği gibi, Bildirim, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin bir gereği olarak hazırlanmıştır. Hazırlanmasıyla ilgili Projenin yürütücüsü Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’dır (UNDP) ve hazırlık çalışmaları da UNDP’nin Küresel Çevre Fonu (GEF) tarafından parasal olarak desteklenmiştir. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın ancak “koordinatörlük” yapabildiği Belge (Rapor);

“…Türkiye’deki sera gazlarının 1990-2004 dönemine ait envanterini hazırlamayı, sera gazı emisyonlarındaki artışı hafifletmek için alınacak tedbirleri analiz etmek ve iklim değişikliğinin Türkiye’de yaratabileceği olası etkileri değerlendirerek alınacak tedbirleri ortaya koymayı, enerji politikası alternatiflerinin iklim değişikliği üzerinde yaratacağı maliyet ve faydaları değerlendirmeyi, sahip olunan bilimsel ve teknik potansiyel ile kurumsal alt yapıyı geliştirmek ve sürekli bilgi ağı akışı sağlayabilmek için Türkiye’de bir bilgi ve veri ağı oluşturma kapasitesini geliştirmeyi amaçlamaktadır.

Çok sayıda bilimci, araştırmacı, ilgili görülen kurum ve kuruluş temsilcisinin katılımı ve katkısıyla hazırlanan Belge, bugüne değin çeşitli kişi, kurum ve kuruluşlar tarafından üretilmiş veri ve bilgilerin son derece sığ ve parçacı bir yaklaşımla rastgele bir araya getirildiği, somut politika ve stratejilerden yoksun bir “rapordan” öteye geçememiştir. Ancak, “…ulusal planlama ve politika oluşturma sürecinde…”, Raporda yer verilen konuların da “…dikkate alınmasının sağlanması beklenmektedir.” Deyim yerindeyse, “isteyenin bir yüzü, vermeyenin ise iki yüzü kara”!.. Peki, “verilmediğinde”, vermeyenin “iki yüzünün kara olması” neyi değiştirecek ?

Böylesine önemli beklentilerin ürünü olan TİDBUB’da, yukarıda yalnızca kimileri örneklenen soruların da sorulması ve yanıtlanması gerekirdi. Ancak, bu gerek hiçbir düzeyde yerine getirilmemiştir. Dahası, Anayasanın 56. Maddesine göre “… sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına...” sahip olan ve “…Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek(le)…” görevli bulunan yurttaşlarımız ve/veya temsil edildikleri demokratik kitle örgütleri, “ulusal” olduğu söylenen, ancak, TC Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yalnızca “koordinatörlüğünü” üstlenebildiği, harcamalarını UNDP-GEF’in karşıladığı TİDBUB’la hemen hemen hiç ilgilenmemiştir. Oysa, şimdilerde hazırlanmakta olan İklim Değişikliği Eylem Planı da bu Rapordaki saptamalardan hareketle biçimlendiriliyor. Açıktır ki, bu sürecin sonucunda da, yine “olmayacak duaya amin” niteliğinde bir “ulusal” belge daha üretilmiş; ülkemizde giderek yaygınlaşan “ulusal belge kirliliğine” bir katkı daha yapılmış olacak.

“- Olsun, ne çıkar ?” denebilir mi?

OLACAĞI BUYDU…

Anımsanacağı gibi, Çevre ödüllü Çevre ve Orman Bakanı, “kürsel ısınma” ile ilgili olarak “ev hanımı Ayşe Teyzesine, ilkokul sekizinci sınıfa giden Hasan Kardeşine ve kamyon şoförü arkadaşı Mehmet’e…” sorumluluk yüklemişti; hem de “İklim Değişikliği, Kuraklık ve Su Yönetimi” konulu “Üçlü Zirve” sonrasında ilgili iki bakanla birlikte yaptıkları ortak basın toplantısında. Kimseler tepki göstermedi bu aymazlığa. Bu durum, büyük bir olasılıkla, yurttaşlarımızın Çevre ve Orman Bakanı’nın bu türden kuru sıkı açıklamalarını artık önemsememesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu, o denli önemli değil. Önemli olan, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın “küresel ısınma” olgusuyla ilgili somut politikalarının ve stratejilerinin neler olduğuydu ama ne yazık ki bu soruyu soran da çıkmadı bugüne değin. Olacağı da buydu; her yaşamsal sorunda olduğu gibi, durumun sulandırılması ve giderek de gündemden çıkarılması…

NE YAPILMAMALI?

Çok açık: Türkiye’nin “küresel ısınma” olgusu karşısında öncelikli stratejisi, olguya yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması ve/veya en aza indirilmesi olmamalıdır. Türkiye’de de “küresel ısınma” olgusuna katkıda bulunan süreçlerin durdurulmasına yönelik önlemler alınmalı, kuşkusuz. Ancak, öncelik, “küresel ısınmanın” ekolojik koşullarda yol açabileceği olumsuz değişimlere karşı olabildiğince direnebilme olanaklarının artırılmasına, bu değişimlerin yol açabileceği toplumsal yıkımların önlenebilmesine, yeni ekolojik koşullardan yararlanabilme olanaklarının artırılmasına yönelik önlemlerin geliştirilmesine ve yaşama geçirilmesine verilmelidir. Bu, Türkiye özelinde ve belki de tüm az gelişmiş ülkelerde yerine getirilmesi çok daha büyük yaşamsal önem taşıyan ve bir o denli de zor olan bir zorunluluktur. Açıktır ki, bu zorunluluğun gerektiğince yerine getirilmesinde, ağırlıkla kamunun yatırımcı, düzenleyici ve yönlendirici, izleyici ve denetleyici etkinlikleriyle işlev üstlenmesi gerekecektir. Peki, dışa bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin, emperyalizmin neredeyse sınırsızca belirleyici olabildiği ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullarda bu gerek ne denli yerine getirilebilir; daha doğrusu, gerektiğince yerine getirilebilir mi?

İşte, yanıtlanması gereken bir temel soru da budur bence.

TARTIŞMAK GEREK !

“Küresel ısınma” olgusu söz konusu olduğunda da, başta en sonuncusu olmak üzere yukarıda yalnızca önde gelenleri örneklenen türden pek çok sorunun yanıtlanması gerekiyor. Ancak, bu türden soruları kimlerin, nasıl yanıtlayabileceğini, doğrusu bilemiyorum. Bu bağlamda aklıma, üretim süreçlerini durdurabilme gücüne sahip olanların, söz gelimi emekçi sınıfların demokratik kitle örgütleri ve siyasal partileri geliyor. Geliyor ama bakıyorum da ne DİSK’in, TÜRK-İŞ’in, HAK-İŞ’in, KESK’in, TESK’in ne de Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB), Türkiye Ormancılık Kooperatifleri Merkez Birliği’nin (ORKOOP) vb. emekçi örgütlerinin gündemlerinde bu konuya en küçük bir gönderme var. “Çevreciler” ise, çoğunlukla, Kyoto Sözleşmesi’ni Türkiye’nin imzalamasını sağlamaya takılıp kalmış.

Bu aşamada bilebildiğim, yalnızca, “küresel ısınma” olgusuyla ilgili tartışmaların da yeni “veri, bilgi, öneri kirliliklerine” yol açmamasının ne denli gerekli olduğudur. Çünkü, bu türden kirliliklerin bir yandan toplumun bilgiye, bilgiliye olan güveninin sarsılmasına; bir yandan gündemdeki ve yakın gelecekte de gündeme gelebilecek ekolojik ve toplumsal yıkımların, şu günlerde sıkça dile getirilen “suyu yavaş yavaş ısıtılan kurbağa” örneği kanıksanmasına; çaresizliklerin çare olarak algılanmasına; yaşamsal önem taşıyan zaman yitimlerine ve daha da önemlisi, söz konusu olguya herkesten ve her şeyden çok katkıda bulunanların, deyim yerindeyse çarklarını istedikleri gibi döndürebilmelerine yol açtığını düşünüyorum.

Haksız mıyım Sizce? Tartışalım.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑