Anayasa Taslağına Yaklaşımlar

AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağı, bu taslağa karşı TİSK ve TÜSİAD gibi patron örgütlerinin aldığı tutum, rektörlerin konuya yaklaşım biçimleri ve TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya organlarının anayasa gündemini ele alış biçimleri, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ve onun kurumlarının gerici karakterini bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiş bulunuyor.

Türkiye’de siyasal gelişmelere sınıf dışı bir pencereden bakmaya alışmış olan çevreler içinde kendisini “solda” tanımlayanlardan bazıları da dahil olmak üzere, azımsanmayacak bir kesimin, AKP’ye ilerici değerler atfettiği biliniyor. Örneğin, Murat Belge, “sol”un gündemi olması gereken değişimden yana olma misyonunu bugün AKP’nin üstlendiğini, çeşitli vesilelerle, hem köşe yazılarında, hem de açıklamalarında dile getirdi. Murat Belge gibi kendisini “sol-liberal” olarak tanımlayan isimlerin yanında, CHP’nin statükocu konumu ve milliyetçiliğin güçlenmesine karşı AKP’ye toleranslı davranan “özgürlükçü solcular”ın varlığı da sır değil.

Öte yandan, Yenişafak, Zaman, Vakit, Kanal 7 gibi, AKP Hükümeti’nin doğal destekçisi durumundaki basın yayın organlarının yanı sıra, TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki bütün holding gazeteleri ve televizyonları, AKP’nin anayasa girişimini destekledi ve bu konuda toplumda ciddi bir beklentinin yaygınlaştırılması için çalıştılar. Yani tek başına iktidar olan AKP, eğer niyeti olsa, seçimlerde kazanamadığı kesimlerden bazılarını da yedeklemesine olanak tanıyabilecek bir anayasa taslağı hazırlamak açısından, önünde geniş bir alanı hazır buldu.

Ancak, AKP’nin anayasa hazırlamakla görevlendirdiği bilim kurulunun çalışmalarının tamamlanmasının ardından ortaya çıkan tablo, büyük bir heyecanla AKP’ye umut bağlayan, ondan değişim bekleyen kimi “aydınları” ve politik yapıları boşa düşürürken, seçimlerde kendisine destek veren ve anayasa hazırlığı öncesinde de bu desteklerini yineleyen büyük patron örgütlerinin hiçbiri, AKP’nin generalleri kızdırabilecek kimi kısmi düzenlemelerinin bile yükünü taşımaya yanaşmadılar.

AKP’nin anayasa taslağı, deneyimli hukukçu ve İstanbul Barosu Eski Başkanı Yücel Sayman’ın dile getirdiği gibi, AKP’nin, devlet bürokrasisinde kendi mutlak iktidarı açısından engel olarak gördüğü generaller, YÖK, yüksek yargı organları karşısında elini güçlendirmek ve liberal ekonomiyi daha da özgürleştirmenin ötesine geçmiyordu. (Evrensel Gazetesi, 21-21 Eylül 2007)

Ancak rektörler “türbana” serbestlik getirilmesi noktasından, yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı laiklik açısından AKP’nin taslağına tepki gösterdiler.

Rektörler Komitesi’nin Anayasa çalışmasıyla ile ilgili bildirisine ilk destek, iş dünyasının en büyük örgütünden geldi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), AKP’nin yaptığı çalışmanın “hem yöntem hem de zamanlama açısından doğru olmadığını” belirterek, “ülke gündeminden çıkarılmasını” istedi. TİSK, bazı gazetelerin “TİSK’ten muhtıra gibi açıklama” biçiminde sundukları açıklamasında, şu noktalara özellikle vurgu yaptı:

– Türkiye, bu çalışmayla, gerginliklerin giderek tırmandığı son derece yıpratıcı bir sürece girmiştir.

– Anayasalar, toplumsal sözleşme belgesidir. Herhangi bir kanun gibi, parlamento çoğunluğuyla oluşturulması düşünülemez.

– İktidarı, muhalefeti, sivil toplum kuruluşları, üniversiteleri, özetle toplumun tümünce özümsenmesi ve paylaşılması gerekir.

– Anayasalar, iktidarın ömrüyle sınırlı olmayan, ülkenin geleceğini belirleyen temel belgedir.

– Bu tartışmayı gündemin ilk sırasına alarak tansiyonu yükseltmek, önemli riskler taşımaktadır.

– Sivil-askeri anayasa tartışması da anlamsızdır. Yeni Anayasa çalışmaları, Türkiye’nin gündeminden hemen çıkarılmalıdır.

– Zamanlama ne olursa olsun, Anayasanın vazgeçilmez temel felsefesi, Atatürk ilke ve devrimleriyle hedeflerine dayanmalıdır.

ÇATIŞAN VE BENZEŞEN İKİ GÜÇ: AKP VE TÜSİAD

Öte yandan, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ ve TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç, sivil anayasa konusunda hükümete yüklendi, endişeleri giderme çağrısı yaptı ve laiklik uyarısında bulundu.
Yalçındağ: “Laiklik konusunun ön plana çıkması tehlikeli. Bu, görev başındakilerin geçmiş dönemdeki eylem ve söylemlerinden kaynaklanıyor. Toplumun endişeleri giderilmezse, tartışmalar kaçınılmaz olarak tek bir noktaya odaklanacaktır.” TÜSİAD’ın anayasa sürecini, hükümet icraatlarını çok yakından takip edeceğini kaydeden Koç da, “Mevcut hükümet programının parti programının gerisinde olması, bu izleme faaliyetinin önemini daha da artırıyor” diye konuştu. Koç ayrıca, “Yeni laiklik tanımlarının peşinde koşulmamalı” ifadelerini kullandı.

Irak’ın parçalanmasını, bölge açısından tarifsiz sorunlar yaratacak, dünyayı ciddi krizlere sürükleyebilecek bir gelişme olarak değerlendiren Mustafa Koç, “Bu bağlamda ne yazık ki müttefikimiz ABD, Kuzey Irak’ın Türkiye açısından bir terör odağı olmasına son vermek için bir türlü somut bir adım atmamaktadır” dedi.

Ve TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısına onur konuğu olarak katılan Bakan Çiçek, konuşmasında, 1982 Anayasası’nın daha hazırlanış aşamasında bile tartışmalara konu olduğuna işaret ederek, zamanla eleştirilerin dozunun arttığına dikkat çekti. 1982 Anayasası’na sert eleştirilerde bulunan kurumlardan birisinin de TÜSİAD olduğunu hatırlatan Çiçek, 1997’de yayımlanan “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporundan bir bölüm okudu. “Toplumun tüm kesimlerinin hazırlanmasına katıldığı demokratik biçimde yapılacak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç olduğu açıktır, deniliyor. Biz de tam bunu söylemek istiyoruz.” diyen Çiçek, Bülent Tanör tarafından kaleme alınan çalışmadan oldukça yararlandıklarını dile getirdi.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, aynı toplantıda, hem TÜSİAD yönetimini, hem de Atatürkçülükle ilgili maddeler konusunda kendilerini eleştiren çevreleri rahatlatmaya yönelik olarak, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini belirleyen ilk üç madde dışındaki her maddeyi tartışabileceklerini belirterek, Bir anayasa yapılacaksa, toplumun ortak paydası olan hususları tartışma konusu yapmayız, yapamayız. O takdirde toplumun dikiş noktalarına jilet atmış oluruz. Bu nedenle ilk üç madde bizim siyasi amentümüzdür. Bunu hiçbir zaman tartışma konusu, yeni bir yazılım konusu yapmayız ve yapmamalıyız. dedi.

Aslında TÜSİAD’ın bu çıkışı ve Başbakan Yardımcısı Çiçek’in ortayı bulan tavrı, tam on yıl öncesinde gerçekleşen bir kareyi hatırlatıyor ve AKP ile TÜSİAD’ın, Türkiye burjuvazisinin kendi tutumunun bile arkasında duramayan kaypak karakterini gözler önüne seriyor.

Bugün AKP’ye Atatürkçülük ilkelerini hatırlatan TÜSİAD’ın kendisi de, 20 Ocak 1997 yılında “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” adıyla yayımladığı ve o dönem çok tartışılan raporunda benzer şeyler önermiş ve aldığı tepkiler karşısında da, tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi, ortayı bulan bir tavra doğru geri çekilmişti.

TÜSİAD, Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri başlığı ile yayımladığı raporun ardından gerçekleştirilen tartışmaları topladığı ve kendisine de bir balans ayarı yaptığı “Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler” adlı kitapta, bu konuda şunları dile getirmişti: “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri’nde (TDP) ‘Atatürk ilke ve inkilaplarının gayri ilmi olduğu’, laikliği kaldırmak için parti kurulmasına izin verilmesi fikrinin savunulduğu, Atatürk ilke ve inkilaplarından taviz verildiği ileri sürülmüştür.

TDP’de hiçbir yerde, ‘Atatürk ilke ve inkilaplarının gayri ilmi olduğu’ yolunda bir ifade yer almaz. Rapor’da vurgulanan husus, hukuki açıklık (vuzuh) ihtiyacıdır. Bununla ilgili olarak da dört eleştiri ve değişiklik önerisi grubu vardır. Bunlar, aynen tekrarlamak pahasına şöyledir:
(a) ‘Siyasi Partiler Kanunu (SPK) md. 3 bir başka düzenlemesiyle de tamamen fuzuli bir hüküm getirmiştir: Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacı gütmek.’

‘Bir kere, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacı gütmek siyasal parti olmanın niteliği ya da koşulu değildir (…)’

‘Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak ne siyasal parti olma niteliğiyle ne de bunların vazgeçilmezlik karakteriyle ilgilidir, hatta bunlara yabancıdır.’

‘Öte yandan, Atatürk ilke ve inkilapları hukuki içeriği zor tanımlanabilen, hatta tanımlanamayan bir olgudur. Değil hukuk dünyasında bunu tanımlamak, tarih bilimi açısından bile bu ilkelerin neler olduğu konusunda bir görüş birliği yoktur; olmaması da son derece doğaldır. Bu çeşitliliği görmek için ders kitaplarına bakmak bile yeterlidir.’

‘Eğer siyasal partiler Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak zorundaysalar ve bu ilke ve inkilaplar arasında, pek çok kitapta ya da ders kitabında da belirtildiği üzere, örneğin devletçilik ve devrimcilik ilkeleri de yer alıyorsa, o taktirde liberal ve muhafazakar partiler yasa dışına düşmüş olmayacaklar mıdır?’

‘Ayrıca, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak ideolojik ve siyasal bir tercih sorunudur, bunun bütün partilere dayatılması bir kez daha ideolojik, siyasal ve partisel çoğulculuk ilkelerine ters düşer (…)” (Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler, Aralık 1999, sayfa 53)

Aslında bu uzun alıntı, TÜSİAD’ın, o dönem, basında “TÜSİAD’ın anayasası” olarak sunulan raporda, bugünkü Anayasa tartışmaları öncesinde AKP Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’ün dile getirdiği vurguları çağrıştırmaktadır ve görüldüğü gibi, TÜSİAD, 1997 yılında yayımladığı rapora gelen tepkileri değerlendirdiği 1999 yılındaki raporunda da, hem bir toparlamaya giderken, hem de Atatürkçülük konusundaki önerilerini zımnen kabul etmiş olmaktadır. Bu arada, AKP’li Zafer Üskül’ün de, bugün benzer bir tavrı göstererek, Atatürkçülüğün anayasadan çıkarılması konusundaki görüşünde ısrarcı olmadığını vurgulayalım. Prof. Dr. Üskül, 23 Eylül 2007 akşamı TV 8’de, anayasanın tartışıldığı programda, taslağa bu konuda gelen eleştirilere tepki gösterirken, AKP olarak hazırladıkları taslakta Atatürkçülüğün korunduğunu özellikle vurgulamıştır.

Öte yandan, anayasa tartışmaları bakımından, “türban” tartışmalarının gölgesinde bırakılan diğer önemli bir konu olan Kürt sorunu konusunda da, yine, Türkiye burjuvazisinin kaypak tavrını bütün çıplaklığı ile gördük.

Başbakan Erdoğan’ın, Ankara’da, Başbakanlık’ta aydınları kabulünde ve Diyarbakır’da halka seslenirken, Kürt sorunu gerçeğini tanıdığını ve geçmişte bu konuda yapılmış olan yanlışlarla yüzleşeceklerini dile getirmiş olmasına karşın, AKP’nin hazırladığı anayasa taslağında, Kürtlere karşı geleneksel yaklaşım sürmüştür. Resmi dil olarak tanımlanan Türkçe’nin dışındaki dillerde de eğitime olanak tanınmasına gönderme yapılan maddenin bile, “kamu yararı” ve “devletin bölünmez bütünlüğü” gibi genel hükümlerin baskısı altında eritildiği çok açıktır. Bu da, Türkiye burjuvazisinin tipik tutumudur ve TÜSİAD da, 1997 yılında yayımladığı raporda Kürt sorunu ile ilgili geleneksel tutumun esnemesi gerektiğine vurgu yapan önerilerine gelen tepkiler sonrasında, tıpkı bugün Erdoğan ve AKP’nin takındığı tutumu takınmıştı. TÜSİAD’ın 1999 yılında yayımladığı raporun “Kürt sorunu” başlıklı bölümünde, bu konuda şunlar söyleniyordu: “Bu başlık altında getirilen tahlil ve öneriler bazı çevrelerce, ‘Tek Millet Tek Devlet siyasetini yadsıyan görüş ve öneriler’, ‘üniter yapıyı değiştirecek teklifler’, TDP’de ‘Kürtlere federasyon öneren rapor’ olarak algılanıp yansıtılmıştır. Raporun bu konuya ayrılan bölümü şöyle yola çıkmaktadır: “Bu çerçeve içinde ve hukuki planda kalarak, soruyu şöyle formüle etmek mümkündür: Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında tek egemenlikli (üniter) devlet ve bölünmezlik ilkeleri kapsamında kalmak kaydıyla, Kürt kimliğini yok sayan ve düzeltilmesi gereken hükümler var mıdır? Varsa nelerdir? Hemen belirtmek yerinde olur ki, ülke anayasa ve yasalarında bu konuda doğrudan doğruya ayrımcı ve dışlayıcı düzenlemelere rastlamak pek kolay değildir. Fakat, dolaylı ifadelerle de olsa, sonuçta ayrımcılık ve dışlayıcılık özellikleri gösteren hüküm ve düzenlemeler de bulunabilir’ (s.152)

Bundan sonra önerilenler şu şekilde sıralanmıştır: Özel adlar, dil yasakları, ana dil, düşünce özgürlüğü, basın, yayın ve sanat ürünleri, dernek faaliyetleri, radyo-tv yayınları, siyasi partiler konularında bazı liberalleştirmeler (s.153-159). Bunların da hepsi üniter devlet yapısı içindedir. (Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler, Aralık 1999, sayfa 60)

TÜSİAD, bugün, bu görüşlerinin bile gerisine düşmüş bulunuyor ve Kürt sorununa, ağırlıklı olarak “terörle mücadele” sorunu olarak yaklaşıyor. Onun tavrındaki bu değişimi, AKP’nin yaklaşımında da benzer biçimde izlemek mümkündür. Erdoğan da, Kürt sorunu ile yüzleşme sözünden, Kürtlere tamamen yüz çevirme konumuna gelmiş bulunuyor. Generaller ve onlara dayanan kesimlerin bu konuya “terörle mücadele” yöntemi dışında yaklaşılmasına baştan karşı çıktıkları da dikkate alındığında, Türkiye burjuvazisinin, bugün küçük nüanslar dışında, Kürt sorununa yaklaşımda ortaklaştığı açıktır.

Bu noktada etkili olan diğer bir faktörün de, daha önce, Türkiye burjuvazisinin geleneksel noktalarda esnemeye gitmesini dayatan AB’nin, 11 Eylül’ün ardından “güvenlik devleti” kriterlerini benimseyerek, aslında Türkiye’deki rejimin kriterlerine yaklaşmış olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisi, bir üyesi olmak için çırpındığı AB’den bu konuda gelen baskıların hafiflemiş olmasını da, bu konuyu ağırdan almak, geçiştirmek bakımından bir olanak olarak görmekte ve değerlendirmektedir.

AKP’nin taslağında Kürt sorunundaki nüansların neler olduğunu ise, taslağı hazırlayan heyette yer alan öğretim üyelerinden Prof. Levent Köker’in şu açıklamalarında görmek mümkün: “Değiştirilemez maddelerden ilkinde ‘Türkiye devleti bir cumhuriyettir’ deniyor. Bunda zaten değiştirilecek, tartışılacak bir şey yok. 2.’nci madde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dır, dili Türkçedir’ diyor. ‘Dili Türkçedir’ ifadesi, 1982 anayasasının yaptığı düzenleme. Türkiye Cumhuriyeti’nin bundan önceki anayasaları hep ‘devletin resmi dili’nden bahseder; yani ‘Resmi dili Türkçedir’der. Devletin zaten dili olmaz. Devlet tüzel bir kişiliktir, hukuki bir varlıktır; dolayısıyla hukuki varlığın insan gibi dili olmaz, hukuki dili olur, onun da adı ‘resmi dil’dir. Biz de buna açıklık getirmek istedik. 1924, yani Atatürk döneminin anayasasına ve 1961 anayasasına uygun olarak… Zaten hukuk mantığı da onu gerektiriyor. Türkiye’de bir sürü insanın ana dili farklı. Kürtçe, Lazca, Çerkezce konuşan var. Bir sürü hiç Türkçe bilmeyen vatandaşımız var.

Köker’in dikkat çektiği ve “değiştirilirse, ben de, heyetteki diğer arkadaşlarımız da üzülürüz” diyerek anlattığı diğer değişiklik ise, 12 Eylül anayasasının en çok tartışılan maddelerinden olan “vatandaşlık” maddesiyle ilgili. Prof. Köker, bu maddenin yazımındaki kendileri açısından hassaslığı şöyle anlatıyor: “Mevcut anayasamız diyor ki; Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. Bu hüküm 1961 anayasasının da kabulü. Fakat bu hüküm günümüzdeki çağdaş eğilimler hesaba katıldığında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaşadığı Kürt sorunu göz önüne alındığında, demokratik açılımlara izin vermeye müsait bir hüküm değil. Buradaki tanımın hukuki olduğu söyleniyor ama, pek hukuki durmuyor aslında. Biraz daha geriye dönersek, 1924 anayasasındaki hükme bakarsak; orada deniyor ki: Türkiye ahalisine vatandaşlık bakımından din ve dil farkı gözetilmeksizin Türk denir. Çok önemli farklar var iki ifade arasında. Birincisi ‘Türk devleti’ diye bir devletten bahsedilmiyor, ‘Türkiye ahalisi’nden bahsediliyor.” (NTVMSNBC, 21:16 TSİ 19 Eylül 2007)

Başbakan Erdoğan’ın, bilim heyetine hazırlattığı taslağı kamuoyuna açıklarken, üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasına ağırlık vermesi ve taslağa gelen eleştiriler konusunda ise, “Henüz ortada bizim diyerek açıkladığımız bir taslak da yok” biçimindeki sözleri, Erdoğan’ın ve partisinin sıkıştıkları noktada, bilim heyetini üzmekte bir sakınca görmeyeceklerinin bir işareti sayılabilir. Bir dönem Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Prof. İbrahim Kaboğlu ile aynı ekipte yer alan Prof. Dr. Baskın Oran’ın hazırladıkları “Azınlıklar Raporu” nedeniyle görevlerinden oldukları, başlarına gelmeyen kalmadığı, Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları tarafından kolaylıkla ortada bırakıldıkları hatırlandığında, bugün daha farklı olması için bir gerekçe de bulunmuyor.

AKP, bu kısmi düzenlemeleri bile kaldıramayan çevrelerin baskısı altında, kolaylıkla onlardan da vaz geçebilir ve hatta baskıların yoğunluğuna göre, “Bu bizim değil, bir bilim heyetinin taslağı” deyip, taslağın siyasi sorumluğunu da, tamamen onu hazırlayan bilim heyeti üyelerinin üzerine atabilir.

SENDİKAL HAKLAR KONUSUNDA 12 EYLÜL RUHU KORUNUYOR

AKP’nin anayasa taslağında, sendikal haklar konusunda da 12 Eylül ruhunun korunduğu dikkati çekiyor. Sendika hakkına “milli güvenlik ve kamu düzeni” tehdidi yeni taslakta da sürerken, kamu çalışanlarının toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmıyor. Anayasa taslağındaki sendikal haklar, 1982 Anayasası’nın biraz ilerisinde, ancak 1961 Anayasası’nın çok gerisinde.

Taslağın 47. maddesi, 1961 Anayasası’na benzer biçimde, “çalışanlar ve işverenler, önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten çekilme haklarına sahiptir” ifadesine yer veriyor. Ancak taslak, 1961 Anayasası’nda yer almayan iki önemli sınırlamaya yer veriyor. Bunlardan birincisi, “aynı zamanda ve aynı iş veya hizmet kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz” şeklindeki yasak. Diğeri de, sendika kurma hakkının, milli güvenlik, kamu düzeni, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması ile suç işlenmesinin önlenmesi sebepleriyle sınırlanmasına imkan tanınmasıdır.

Geçtiğimiz yıllar boyunca, grev hakkının “milli güvenlik” gerekçesiyle sık sık ihlal edilmiş olduğu, hatta bu ihlalin genelleştiği dikkate alındığında, bunca sınırlamaya yer veren yeni taslağın gerici niteliği hakkında kolaylıkla bir fikir edinilebilecektir.

Taslağın toplu iş sözleşmesi ve grev haklarıyla ilgili hükümleri, 1982 Anayasası’na göre kimi ilerlemeleri içeriyor görünmesine karşın, bu maddede de önemli kısıtlamalara yer veriliyor. Madde, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını sadece işçiler için güvence altına alırken, kamu çalışanlarının toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına yer vermiyor. Taslak, halen 1982 Anayasası’nda yer alan ve kamu emekçileri tarafından haklı olarak tepkiyle karşılanan “toplu görüşme” hakkına da yer veriyor. Taslak, mevcut Anayasa’da yer alan siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme gibi grev yasaklarını anayasadan çıkarmakla birlikte, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının milli güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık gibi nedenlerle sınırlanabileceğini ön görüyor.

Ayrıca, 1961 Anayasası’nda ve hiçbir uluslararası sözleşmede yer almayan ve bir hak olarak kabul görmeyen lokavt, AKP’nin taslağında korunuyor.

TKP, ANAYASA TARTIŞMASINA KEMALİZM AÇISINDAN KATILDI

Kürt sorunu konusunda kısmi rötuşlarla sınırlı tutulan ve sendikal hak ve özgürlükler açısından da 12 Eylül’ün ruhunu koruyan düzenlemeler içeren AKP’nin taslağı, tüm bu özelliklerine rağmen, kendisini ‘sol’da tarif eden kimi kesimler tarafından bile, “Kemalizm’e” karşı tutumu açısından değerlendiriliyor. Örneğin, sanal gazete ‘Sol’da, TKP Genel Başkanı Aydemir Güler, “Kemalizm’in dramı” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Anayasanın değiştirilemez maddelerine dokunulamayacağı gibi, kimse bunlarla çelişen madde de ortaya atamayacaktır. Bu değerli akademi ve hukuk adamları, 12 Eylül Anayasasının kaç maddesinin ‘sosyal hukuk devleti’ ilkesiyle uyum içinde olduğunu bugüne kadar hiç düşünmüş veya söylemişler midir?

Bu argümanlar AKP’ye yönelik kemalist bir muhalefeti olanaklı olmaktan çıkarmakta, aşılmaz iç çelişkilere gömmektedir.

Ve bitmemektedir! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türban konusunda daha önce karar almış ve Anayasamız uluslararası hukuk niteliği kazanan böyle bir kararla çelişemezmiş. Bunu akıl edene yıldızlı bir bravo hediye edilmelidir. Farkında mısınız; bağımsızlıkçı kemalizm, türbana direnmek adına dış dinamiklere yaslanmaktan başka çare bulamamaktadır!

İsteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar uluslararası hukuku kaç kere ihlal ettiğini araştırsın, isteyen de uluslararası hukukun emperyalizmin en ahlaksız suçlarının hizmetine kaç kez koşulduğunu…

Türkiye emperyalizm tarafından tasfiye yoluna sokulmuşken, buna direnmesi beklenen düzen içi akım ve kurumların emperyalizmden yardım dilenmesi pek hoş bir manzara oluşturmaktadır!

12 Eylül kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak adına atılmış bir adımdı. Mührü ilk teslim ettiği Turgut Özal ise, Türkiye’nin devrini doldurmuş olduğunu düşünmesiyle bir öncü, piyasa ve emperyalizm hayranlığıyla bir rekortmendi.

28 Şubat laisizmi koruyacaktı. Türkiye ilericiliğini gerici kanserin yayılması karşısında tamamen korunmasız hale getirdi.” (20 Eylül 2007, Perşembe)

Aslında son cümle, TKP açısından da bir “drama” işaret ediyor. Çünkü, TKP’nin 28 Şubat’tan bu yana izlediği siyaseti bilenler, laiklik adına 28 Şubat’a karşı hayırhah bir tutum izlediğini hatırlayacaklardır. Ayrıca Güler’i, Kemalistlerin dramı kadar, Kürtlerin ya da emekçi sınıfların durumu, belli ki, eşit düzeyde ilgilendirmiyor. Elbette ki, TKP çevresinin anayasa sorununa, sadece, AKP’nin Kemalizm’e karşı tutumunun eleştirisiyle sınırlı baktığını iddia etmiyoruz. Ancak, bu bakış açısı, “ismi” geçmişten devralınan TKP’nin cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kürt sorunu ve İslami gelişim karşısındaki tutumunun izlerini taşıyor. “Bölücü ve irticai terör” paranoyasının izini içeren bir bakış açısının, bugünkü anayasa tartışmalarında demokrasi ihtiyacını öne alan bir tutum takınamamasında yadırganacak bir durum da bulunmuyor. Siyasal İslamcı gericilikle açıktan hesaplaşmakla, diğer temel demokratikleşme sorunlarını gölgeleyecek biçimde “laiklik” tartışmasına kilitlenmek arasında derin bir fark bulunuyor. İkincisi, aslında statükocu, darbeci geleneğe bir ucundan eklemlenmek anlamını içeriyor. Herhalde bu gelenek kast edilerek söylenen “Türkiye emperyalizm tarafından tasfiye yoluna sokulmuşken buna direnmesi” beklentisi, bu eklemlenmeyi açıklamaktadır!

YENİ ANAYASA ESKİ ANAYASALARA DAYANARAK YAPILABİLİR Mİ?

AKP’nin taslağı konusundaki tartışmalardaki en ciddi sorunlardan birisini de, referans olarak, sürekli daha önceki anayasalara gidilmesi, tartışmanın, böylelikle, Türkiye’nin zaten antidemokratik olan şu ana kadarki anayasal geleneğinin içine hapsedilmesi oluşturuyor. Örneğin Cumhuriyet’ten bu yana, hiçbir anayasanın çözüm yeteneği gösteremediği Kürt sorunu konusunda, geçmiş anayasal deneyimler arasında tercihler yaparak bir sonuç alınamayacağı son derece açıktır.

Bugün yürürlükte olan 12 Eylül cunta anayasası, elbette 1961 Anayasası’na göre daha geridir, ancak Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kabul edilen ilk anayasadan bu yana değişmez olarak benimsenen maddeler de, bugünkü sorunların kaynağındaki anlayışa işaret etmektedir. TKP’nin de dokundurmaya yanaşmadığı bu resmi anayasacılık anlayışı terk edilmeden, demokratik bir anayasanın inşası da mümkün olmayacaktır.

Bugün Türkiye’nin birikmiş sorunlarına çözüm üretebilecek bir anayasa, Kürt sorununun demokratik çözümünün önünü açacak düzenlemeleri içermek zorundadır.

Öte yandan, laiklikle ilgili tartışmalar, inanç ve vicdan özgürlüğü açısından ele alınarak, bu alanda bir çözüm yoluna girilebilir. Bu tartışmalar içinde pek gündeme getirilmek istenmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar da, bu tartışmaya dahil edilmelidir. Laik bir devlette, bir mezhebi desteklemek üzere kurumsallaştırılan Diyanet İşleri gibi bir kurumunun olamayacağı açıktır. Öte yandan sınırlama ve yasakların korunması ve fiiliyatta uygulanmasa da eski anayasada yer alan tüm sosyal güvence ve haklara ilişkin maddelerin kaldırılıp atılarak neo-liberal yeni taslakta bunlara yer verilmemesi bir yana; grev hakkının önündeki bütün engellerin yanı sıra, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki yasakların kaldırılması, sosyal hakları korunması ve geliştirilmesiyse, demokratik olduğu az-çok ileri sürülebilecek bir anayasa açısından olmazsa olmazlardandır ve “demokrasi” lafı edilecekse, benimsenmeden edilemez.

Ayrıca kültür, bilim ve çevre konularındaki neo-liberal yağmacı ve ideolojik olarak da denetleyici yaklaşımların terk edilmesi, bu konudaki düzenlemelerin konunun muhatabı olan odalar ve kurumların talepleri, görüşleri alınarak gerçekleştirilmesi zorunluluğu ise ortadadır.

AKP’nin ilerici bir anayasa yapamayacağı, hem siyasal geleneği, hem sınıf karakteri bakımından açıktır ve şu ana kadarki pratiği de bunu doğrulamaktadır. TÜSİAD ve TİSK gibi büyük sermaye örgütleri de, neo-liberal ekonominin önündeki sınırları tamamen kaldıran düzenlemeler dışında, halkın ihtiyaç duyduğu özgürlükleri “güvenlik” kaygılarına feda etmeye açıktırlar ve bunu ilan etmiş bulunmaktadırlar.

İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü güçleri, demokrasiden yana olan kesimler ve resmi şablonlarla değil, halkın ihtiyaç duyduğu demokratik bir anlayışla hareket eden aydınlar, bu açıdan zorlayıcı ve değiştirme yeteneği olan güçlerdir.

 

Ekim Devrimini Savunmak

İçinde bulunduğumuz yıl, büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 90. yıldönümü. Bundan tam 90 yıl önce, başında Lenin’in bulunduğu Bolşevik partisinin önderliğinde, çeşitli ulus ve milliyetlerden Rusya işçi sınıfı, burjuvaziyi alt ederek, politik iktidarı ele aldı. Kısa süren Paris Komünü deneyimi bir yana bırakıldığında, ilk defa, mülk sahibi ve sömürücü olmayan bir sınıf iktidar olmuştu. Böylece, 1789 Fransız Burjuva Devrimi’yle önü bütünüyle açılıp bir dünya egemenliği halini alan burjuva kapitalist (emperyalist) sistem yarılmış ve onun yanında bir başka sistem; sosyalist sistem yeryüzünün 1/6’sında egemen hale gelmişti.

*

İnsan toplumunun tarihsel ilerleyişinde, Fransız Burjuva Devrimi “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” biçiminde formüle ettiği ilkeleriyle ilerici, devrimci bir rol oynamış; bilim ve düşünce yaşamıyla kültürel alan ondan pek çok bakımdan esinlenmiştir. Ancak, insanlığın ilerleyişinde çığır açan bu özelliklerine karşın, burjuvazinin politik iktidarı ele geçirmesiyle birlikte devrim sonlanmış; deyim yerindeyse, burjuvazinin politik iktidarı aldığı an, paradoksal biçimde, bütün devrimci barutunu tükettiği ve gericileşmeye başladığı an olmuştur. Devrim sırasında temel bildirgesi eşitlik, kardeşlik, özgürlük olan burjuvazi, o andan itibaren, işçilerin ve ezilenlerin bütün sosyal hak ve siyasal özgürlük taleplerine -1830 Lyon dokuma işçilerinin ayaklanması, 1848 devrimleri ve 1871 Paris Kömünü- kulak tıkayıp, şiddetle bastırma yoluna gitmiştir.

Burjuva devrimle, sömürücü bir sınıf olan feodal aristokrasinin yerine, bir başka sömürücü sınıf olan burjuvazi politik iktidarı ele almış oluyordu. Artık burjuvazi için, sınıf iktidarını pekiştirmek ve iktidarını başka sınıflara karşı korumak tek amaç haline gelmişti. Bunun içindir ki, yaptığı ilk iş, devraldığı devlet aygıtını, kendi ihtiyaçları temelinde tahkim edip güçlendirmek olmuştur.

*

Ekim Devrimi’ni, 1789 Fransız Büyük Burjuva Devrimi dahil, kendisinden önceki bütün devrimlerden ayırt eden özelliği, devrimin politik iktidarın el değiştirmesiyle son bulmayışı; tersine, işçi sınıfı dahil, tüm sınıfları ortadan kaldırmaya yönelik sonal amacına doğru ilerleyişidir. Önceki devrimlerde politik iktidarı ele geçiren sınıf, mevcut devlet aygıtını küçük değişikliklerle muhafaza ederken, Ekim Devrimi, mevcut devlet aygıtını tümüyle dağıtarak, yerine, yeni tipte bir devlet biçimi olan proletarya diktatörlüğünü geçirmiştir. Başlangıçta, burjuvazi ve gericiliğin devrimi yıkma girişimleri karşısında ve sosyalizmin inşasında devlete ihtiyaç duyulmuştur. Ne var ki, proletaryanın devrimci diktatörlüğü asla önceki devlet biçimleriyle bir tutulamaz. Çünkü, klasik anlamda bir sınıfın başka sınıfları baskı altında tutmasının aracı olan devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğü biçimine büründüğünde, işlevi tümüyle değişmiştir. Proletarya diktatörlüğü, devrimi yıkmak isteyen burjuvazi ve gericilik üzerinde hala zorunlu olarak bir baskı aracı vazifesi görürken, asıl olarak, proletarya da aralarında olmak üzere, tüm sınıfları ortadan kaldırarak insanlığı özgürlükler dünyasına götürecek bir araç durumundadır. Paris Komünü deneyimi dışta tutulduğunda, Ekim Devrimi’yle birlikte sovyetler temelinde örgütlenen devlet aygıtı, insanlığın o güne kadar gördüğü en demokratik devlet biçimini oluşturmuştur. Burjuva cumhuriyetleri, 4 ya da 5 yılda bir yapılan seçimler yoluyla, halk yığınlarının politik yaşama ve devlet yönetimine temsili katılımı yanılsaması üzerine kurulmuşlardır; gerçekte, halkın devlet yönetimine ve toplumu ilgilendiren kararlara katılımı söz konusu değildir. Oysa sovyet tipi örgütlenmeyle, emekçi milyonlar devlet yönetimine ve kararlara doğrudan katılmakta, gerekli gördüğünde, en demokratik burjuva cumhuriyetinde olmayan bir hakkı kullanarak, seçtiği temsilcileri görevden geri alabilmektedir.

Burjuvazinin ve hizmetindeki ideologların sosyalizme kara çalarken speküle ettikleri konuların başında, sosyalizmin bireyi yok ettiği, bireye özgürlük tanımadığı teranesi gelmektedir. Gerçekte, ekonomik, sosyal haklar ve siyasal özgürlükler alanında olduğu kadar, bununla dolaysız bağ içinde, bireye tanınan hak ve özgürlükler bakımından da, 1936 Anayasası, insanlığın bugüne kadar gördüğü en demokratik anayasadır. AKP’nin gündeme getirdiği yeni anayasa tartışmalarının sürdüğü günümüzde, bu olgunun üzerinde önemle durulması gerektir.

*

Son 25 yıldır, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar dünya ölçeğinde neo-liberal politikaların acımasız uygulamalarının yol açtığı yıkımı yaşıyor; herkes sosyal devletin tahrip edildiğinden, kazanılmış hakların geri alındığından söz ediyor. Bu, günümüzün somut bir gerçekliği. Ancak, bir o kadar gerçek olan şey de, bütün bu sosyal ve demokratik haklar ve siyasal özgürlükler cephesinden elde tutulanlar dahil, tüm kazanımların büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin ürünü olduklarıdır. Ekim Devrimi’yle birlikte, emeğin ve üretimin toplumsal niteliğiyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki çözülmüş; mülkiyetin de toplumsallaşmasıyla birlikte, üretimin yanı sıra toplumsal ürünün bölüşümü de toplumsal bir karakter kazanmıştır. Üretimin yönlendirici güdüsü, artık kâr değil, toplumsal ihtiyaçlar olmuştur. Bunun sonucu, milyonlarca emekçinin ve halkın yaşamında, kapitalist bir sistemde asla başarılamayacak düzeyde iyileşmeler olmuştur. Ezilen milyonlar, yalnızca ekonomik (ücret) olarak değil, çalışma koşulları, çalışma süreleri, haftalık, yıllık izin ve tatil hakkı vb. sosyal hakların yanında, bilim, sanat, kültür, eğitim, sağlık alanında da kapitalist sitemde hayal dahi edilemeyecek haklara kavuşmuştur. Sosyalizmin, bu somut uygulamalarıyla, dünya ölçeğinde işçiler, emekçiler ve ezilen halklar nezdinde kazandığı prestij, emperyalist burjuvaziyi taviz siyaseti uygulamaya mahkum hale getirmiş; bugün sosyalizm somut bir tehdit oluşturmadığı için bir bir geri almaya yöneldikleri sosyal devlete konu olan uygulamalar, bu koşullarda gündeme gelmiştir.

*

Ekim Devrimi, ulusal soruna köklü bir çözüm bularak, halklar arası kardeşliğin ve dünya barışının temellerini atmıştır. Devrim öncesi, Çarlık Rusya’sı bir “halklar hapishanesi”dir. Büyük Rus şovenizmi başka ulus ve halklara hayat hakkı tanımamaktadır. Sık sık Yahudi kıyımları yapılmaktadır. Çarlık otokrasisi, halkları birbirlerine karşı kışkırtarak güçten düşürmekte ve iktidarının ömrünü bu yolla uzatmaktadır. Lenin’in önderliğinde Bolşevik partisi, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesi temelinde ulusal soruna getirdiği çözümle, çarlık otokrasisine karşı ulus ve halkları birleştirmeyi başarmıştır.Uluslar ve halklar, devrimden sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği halinde örgütlenerek, tam bir hak eşitliğine kavuşmuşlar, kendi dillerini, kültürlerini sınırsızca geliştirmişlerdir. Sayıları binlerle ifade edilen etnisiteler bile, kendi alfabelerini ve eğitim kurumlarını oluşturabilmişlerdir.

Bu dönemde, emperyalizm tarafından köleleştirilen halklar, ulusal bağımsızlık mücadelelerinde en büyük desteği, Sovyet sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nden (SSCB) görmüşlerdir.

SSCB’nin çözülüp dağılmasından sonra ise, kapitalizmin ulusal sorundaki çözümsüzlüğü bir kere daha kendini göstermiş ve Balkanlar ve Kafkaslardan başlayarak, halklar kendilerini yeniden bir boğazlaşmanın içinde bulmuşlardır. Çok uluslu kapitalist bir ülke olan Türkiye de, Kürt sorunundaki çözümsüzlük nedeniyle, tüm dinamikleri kötürümleşen, emperyalizm karşısında diz çöken bir ülke konumunda bulunmaktadır.

*

Kuşkusuz ki, büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin –yalnızca işçilere, emekçilere değil, bir bütün olarak– insanlığa kazandırdıkları, kısa özetler halinde belirtilenlerle sınırlı değildir. Ekim Devrimi ve onun bir ürünü olan sosyalizm; siyasal özgürlüklerden sosyal haklara, demokratik haklardan ulusal soruna, kadın sorunundan çevre sorunlarına getirdiği devrimci çözüm ve yeniliklerle; bilim, sanat alanında açtığı yeni ufuklarla, insanının kendini bütün yetenekleriyle gerçekleştireceği koşulları ortaya çıkarmasıyla, kendisinden önceki bütün toplumsal/siyasal sistem, ideoloji ve siyasi akımlardan ayrılmaktadır.

Ekim Devrimi, burjuva kapitalist sistemde sömürülen, horlanan, cahil bıraktırılarak tüm yetenekleri köreltilen ve kendisine yabancılaştırılan “baldırı çıplaklar”ın, ayağa dikildiklerinde neler yapabileceklerini; kendi kaderlerini ellerine alabileceklerini, toplumsal bir sitemi tepeden tırnağa yeniden örgütleyebileceklerini, devlet yönetebileceklerini göstermiştir.

Emperyalist burjuvazinin, işçi sınıfı ve emekçilere unutturmak istediği somut gerçeklik budur. Bunun içindir ki, ellerinde bulundurdukları devasa propaganda aygıtlarıyla, satın alınmış bilim insanı kılıklı ideologlarıyla, kesintisiz biçimde Ekim Devrimi’ne, sosyalizme ve bilimsel sosyalizmin kurucu önderlerine karşı “haçlı seferi”ni sürdürüyorlar; kapitalizmin insan aklına ve doğasına uygun tek rasyonel sistem, sosyalizmin “akla ve insan doğasına aykırı irrasyonel bir sistem”, Ekim Devrimi’nin ise “tarihten bir sapma” olduğunu söylüyorlar. Revizyonist dönek Andre Gortz, bunun için “elveda proletarya” derken, CIA beslemesi Fukayama, “tarih bitti” diyor.

*

Ne var ki, Ekim Devrimi’nin tarihten bir sapma olduğunu öne süren kapitalist emperyalizmin, Ekim Devrimi’nden 90 yıl sonra, insanlığa sunduğu bir gelecek olmadığı, yaşanan olay ve olgularla ortadadır.

Sosyalizmin aldığı geçici yenilgiden de güç alan kapitalist emperyalizm tarafından devreye sokulan ve son 25 yıldır acımasızca uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda, işçi sınıfı, emekçiler ellerinde bulundurdukları kazanımları bir bir yitirir, işsizlik ve beraberinde getirdiği yoksullukla boğuşurken, Afrika, Asya gibi dünyanın çeşitli bölgelerinde açlık bölgeleri oluşmaktadır. Dizginsiz kâr hırsı, yalnızca insan toplumunu değil, çevreyi de felakete sürüklemekte, her geçen gün dünyadaki yaşam alanları ve olanakları daha da daralmaktadır. Emperyalistler arası hegemonya mücadelesi, son örnekleri Afganistan ve Irak’ta olduğu üzere emperyalist işgal ve ilhakları doğururken, halklar birbirlerine karşı kışkırtılarak, kanlı boğazlaşmaların içine itilmektedir.

İşte kapitalizmin rasyonalitesi bunlardır. Fakat, bu koşullar, kaçınılmaz biçimde yeni Ekim’leri davet etmektedir. Uluslararası işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların, kendilerine dayatılan bu kapitalist barbarlığa karşı, yeniden ayağa dikilmekten başka bir kurtuluş yolu yoktur. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya ulaşmak, insanlığı altın çağına götürmek için yeni Ekim’ler zorunluluktur. Bu yüzdendir ki, Ekim Devrimi’ni ve onun insanlığa kazandırdığı değerleri bugün yeniden hatırlamak, yalnızca yaşanmış, geçmişe ait bir tarihi hatırlamak değil, asıl olarak bugünümüzü ve geleceğimizi yeniden kurma mücadelesini örgütlemektir.

Uluslararası devrimci hareket, bu yalın gerçekten hareketle, Ekim Devrimi’nin 90. yılını, dünya ölçeğinde etkinliklerle kutlama kararı almıştır. Uluslararası işçi hareketinin ayrılmaz bir parçası olan Türkiye işçi sınıfı ve onun devrimci partisi için de, Ekim Devrimi’ni ve onun işçi sınıfına ve bir bütün olarak insanlığa kattığı değerleri hatırlamak ve savunmak, günün devrimci görevlerinin başında gelmektedir.

Sovyet Devriminin Kültürel Etkisi

Yüzlerce yıllık çarlık iktidarını yerle bir eden ve süreç içinde dünya coğrafyasının altıda birini oluşturan topraklarda yaşayan halkların çoğunu, bulundukları geri tarihsel koşullardan çok ilerilere taşıyan, bu topraklar dışındaki yerlerde yaşayan emekçilerin  de her türlü bağımlılık ilişkilerinden, arkaik iktisadi koşullardan kurtulma isteği duyarak harekete geçmelerini sağlayan ve böylece yeryüzünün siyasi çehresini kısa zamanda değiştiren Sovyet Devrimi, bütün bunları, her şeyden önce dünya emekçilerinin kendi tarihlerini yapabilecek güce sahip olduklarına inançlarını artırarak başarmıştı. Dünya işçi sınıfının ileri unsurları, hiç kuşkusuz bir önceki yüzyılda gerçekleşen Paris Komünü deneyinden ve kapitalizmin kendi mezar kazıcılarını kendi bağrında beslediğini kanıtlayarak onlara eşsiz bir külliyat bırakan Marx ve Engels’in yapıtlarından, daha da önemlisi, zaten içinde bulundukları sınıf mücadelesinin gündelik deneyimlerinden bu bilgiyi ve inancı edinmişlerdi. Sovyet Devrimi’nin bu bilgiye katkısı, işçi sınıfına, Paris Komünü’nde yarım kalıp yenilgiye uğramış bir girişimin muzaffer olabileceğini, sosyalizmin bir ütopya olmadığını somut olarak göstermesiydi. Tanrının yansımaları olduklarını iddia eden, sınırsız yetki ve ayrıcalıklarla donanmış, kaleleri yıkılmaz sanılan kadim saltanatların temellerinin, birlik olmuş sıradan emekçilerin gücüyle çatırdayacağı giderek yaygınlaşan bir kesinlik haline geldi.

Ekim Devrimi’yle kurulan Sovyetler Birliği, bir yandan kapitalizmin en güçlü ülkelerine meydan okuyarak dünyanın iktisadi bakımdan en güçlü, politik bakımdan en belirleyici ülkelerinden biri haline gelirken, gücünü yoksul ülkeleri yağmalamasından alan kapitalist ülkelerde yaşayan halkları da etkiledi. Emperyalizmin tahakkümündeki Asya, Latin Amerika, Afrika ülkelerindeki halkların kurtuluş mücadeleleri büyük ülkelerin halklarından da destek buldu. Ama asıl önemlisi, emperyalist ülke yöneticileri Sovyetler Birliği’ni tarih sahnesinden silmek isterken, bu ülkelerin emekçilerinin, kendi ülkelerinde Sovyetler Birliği’ndeki düzen gibi bir düzeni, sosyalizmi kurmak istemeleriydi. Bütün bir yirminci yüzyıl, bu fikirlerin çatışmasıyla geçti. Eski sömürgelerin kayda değer çoğunluğu siyasal bağımsızlıklarına kavuştular, birçok ülkede sosyal devrimler yaşandı, ardından demokratik iktidarlar kuruldu. Emperyalist metropol ülkelerde ise, burjuvazi, kendi ülke emekçilerinin SB’ye duydukları yakınlığı, bazı ödünler vererek yatıştırmaya çalıştı.

Sovyetler Birliği, dünya emekçilerine, açlık ve yoksulluk çekmeyecekleri, gelecek kaygısı duymayacakları, işsiz kalmayacakları ve kendilerine insanca muamele edilecek bir sistem modeli sunmuştu. Ama sadece bu değil, insanı yoksulluktan kurtaracak bir iktisadi temel üzerinde insan ruhunun ve zihninin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, “kendisinde insanlığın yitirildiği proletarya”nın nasıl “insanlığın kendisinde cisimlendiği bir sınıf” haline geldiğini bütün dünya işçi sınıfı gördü.

Bu dönüşümün koşulları ve unsurları hakkında pek çok şey söylenebilir. Sovyet kaynaklarının çoğu, sadece sosyalizmin iktisadi ve politik başarılarını değil, insani dönüşümü de konu edinir. Zaten sosyalist bir ülkede böyle bir dönüşüm sağlanamadığı sürece iktisadi ve politik başarıların da bir anlamı olmayacaktır. Öte yandan sosyalist bir ülkedeki zihniyet değişimi, Sovyetler Birliği’ne ilginin en yoğun olduğu Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’de de (bütün muhalefet ve işçi hareketi McChartism tarafından çökertilinceye kadar) ilgiyle izlendi. Sovyetler Birliği’ndeki zihniyet dönüşümünün etkileri birçok ülkede sınıf mücadelesinin düzeyine bağlı olarak değişen ölçüde hissedildi. Dünya yüzünde hegemonik bir işlevi olduğu kadar, bu, bazı ülkelerde yine sınıf mücadelesinin düzeyine bağlı olarak maddi bir etki de kazandı; örgütlü emekçilerin yasama süreçleri üzerinde kısmi bir kontrolünün olabilmesi durumunda yasal mevzuata da dahil oldu.

Burada, politik iktisat kitaplarında makinalar, hammaddeler vb. ile birlikte “üretici güçler” kategorisinde anılmasından; siyaset literatüründe ise, daha çok, kitle, halk, kolektif, toplum kavramlarının kullanılması nedeniyle, sosyalizmin bireyi dışladığını iddia eden sosyalizm ve SB düşmanı eleştirmenlere rağmen, Sovyetler Birliği’nde insanın nasıl sahiden insan haline geldiğini, eskiden hiç farkına varmadığı yetenek ve güçlerinin nasıl ortaya çıkarıldığını; dünyanın bir coğrafyasında, bu dönüşüm yaşanırken Batı Avrupalı emekçinin bu gelişimi nasıl hayranlıkla izleyip edindiği izlenimlerle kendisinde yeni insanı inşa etmeye çalıştığına dair tarihte öne çıkan bazı ögelere değineceğiz. Kolaylaştırıcı bir sınıflandırma olması bakımından; öncelikle, Batı’nın birey kavramının yerine Sovyetler Birliği’nde kolektif insanın oluşumunun ögeleri, sonra da, Stalin’in “insan ruhunun mühendisleri” dediği sanatçıların bu dönüşüm sürecine ve daha önemlisi, dönüşmüş insanın, sıradan bir seyirci olmaktan çıkarak, genel olarak sanata katkıda bulunur hale gelmesine değineceğiz.

1. KENDİ TARİHİNİ YAPARAK VE YAPARKEN İNSANLAŞAN SINIF

Engels, insanların, “… dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini bizzat bilinçle yaptıklarını” yazar ve devam eder: “Umulmayan etkenlerin, denetlenmeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi o ölçüde azalır, tarihsel başarı önceden saptanmış amaca o ölçüde tam olarak uygun düşer. Ancak bu ölçüyü…günümüzün en gelişmiş topluluklarının tarihine uygularsak, burada hâlâ daha tasarlanmış amaçlarla varılan sonuçlar arasında çok büyük bir oransızlık bulunduğunu, önceden görünmeyen etkilerin üstün çıktığını, denetlenmeyen kuvvetlerin planlı olarak harekete getirilmiş kuvvetlerden çok daha güçlü olduğunu görürüz. (Engels, Doğanın Diyalektiği, Çeviren Arif Gelen, Sol yay. S.52)

Engels iki önemli kavramın üzerinde durmuştur. Bunlardan biri bilinç, diğeri de insanın tarihini yapmasıdır. İnsanın bilinçli eyleminin insanı ve dünyayı değiştireceğini söyler Engels.

İnsanın, hayvandan farklı olarak, doğayla uyumu, onun değişmeyen bir parçası olarak kalmasıyla değil, doğanın yasalarının bilincine vararak ona egemen olabilme çabasıyla sağlanır. Çünkü insanın doğaya egemen olması, doğadaki kör rastlantıları, beklenmedik doğal olayları kontrol altına alması ve bunların etkilerini kendi yararına olacak biçimde dönüştürebilmesi, hatta ortadan kaldırabilmesi anlamına gelir. Bunu yaparken bütün verileri göz önünde bulundurur, muhakeme yapar, tasarlar, araçlarını seçer, yıkar veya inşa eder.

Bütün bir uygarlık, insanın doğaya egemen olma çabasının ürünü olarak doğmuştur. İnsan, tarihe adım attığından itibaren barajlar yapmış, kanallar açmış, tapınaklar, depolar inşa etmiş, binalar, hastaneler, yollar, köprüler, şehirler kurmuş ve böylece doğayı, kendisi için en işlevsel biçimde dönüştürmüştür. Ama bütün bunları üretenler ile bunların yapılması gerektiğine karar verenler tarihin bir noktasına kadar farklı olmuş; üreten ve inşa edenlerin, kendi yaptıkları işler konusunda söz sahibi olmaları mümkün olmamıştır.

Elbette insanın doğa üzerinde egemenlik kurma çabası doğayı yaşanabilir bir coğrafya haline getirmekle sınırlanabilecek teknik bir sürece indirgenemez. Bu süreç, aynı zamanda, toplumu oluşturan unsurların karşılıklı ilişkilerinin düzenlenmesini de içeren daha karmaşık bir nitelik kazanır. Toplumsal ögelerin ilişkilerini düzenleyen kurallar ise, insanın doğayla ilişkisini düzenlerken gözettiklerinden farklıdır. Bu nedenle, doğayı da egemenlik altına alarak insanlaşma, insanın içinde yaşadığı toplumun işleyişini belirleyen temel kuralları keşfetmesi ile gerçekten söz konusu olabilir. Üretim sürecinde kullanılan araçların, ürünlerin ve üretim süreci ile ilgili kararların üretenlere değil başkalarına ait olduğunun tespiti ve sahip olanlarla yoksun olanların iki uzlaşmaz sınıf olarak karşı karşıya bulunduklarının bilgisi, bunun ilk adımıdır. Ki, bu bilgi, bir yanda üretim araçlarının sahipleri, bir yanda da bunlardan yoksun bir sınıfın bulunduğu bir toplumun değiştirilebileceği gibi mantıksal bir sonuca da götürecektir.

Çünkü, üretenlerin hem bir sınıf olarak kendi geleceğini tasarlayabilir hale gelebilmesi, hem de “tasarlanmış amaçlarla varılan sonuçlar arasındaki çok büyük oransızlıkların” giderilmesi, “bütün tasarımlara karşın daha güçlü ortaya çıkan, önceden görünmeyen etkilerin” kontrol altına alınması için, öncelikle, böyle derin bir ayrışmanın; yönetenler ve yönetilenler ikileminin ortadan kalkması gerekir. Ki, gerçek üreticilerin gerçekten insanı temsil eder hale gelmesinin önünde engel teşkil eden bölünmüş yaratıcı işlev, aynı sınıfta birleşebilsin. Üretim yaparken kullandığı araçlar ve ürettiği nesneler üzerindeki söz sahipliği başkalarına ait olduğu sürece, emekçi sınıfların gerçek insanileşmesinin önü açık olmayacak, insan, Engels’in dediği gibi, ancak “dar anlamda” hayvandan uzaklaşacaktır.

Üretim araçlarına sahip oldukları için karar verme ayrıcalığına da sahip olanların  üretenler üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkması; egemen sınıfların alt sınıflar üzerindeki zora dayalı tahakkümünün yıkılması, ancak Sovyet Devrimi’yle gerçekleşmiştir. O zamana kadar, doğanın gerçekten egemenlik altına alındığından, insanın kendi tarihini bilinçli olarak yaptığından ve hatta doğru yazdığından bile söz edilemez. Ne zaman ki, üretenler, üretim araçlarının mülkiyetine el koymuşlar ve yönetenlerin iktidarını devirerek kendi iktidarlarını kurmuşlardır, ancak o zaman, kendi tarihlerini bilinçli olarak oluşturmaya başlamışlardır.

Öte yandan, bizzat Sovyet Devrimi’nin kendisi de, zaten, kendi çevresi ve kendi kaderi hakkında söz sahibi olmak isteyen bir sınıfın, işçi sınıfının bilinçli eyleminin ürünüdür ve onun sayesinde de bu amacını gerçekleştirmeye imkan bulmuştur.

Sovyet Devrimi ile başlayan süreç, 1789 Fransız Devrimi’nde hazırladığı insan hakları belgesinde kendi sınıf çıkarlarını formüle eden ve insanlığı artık yalnızca kendisinin temsil ettiğini iddia eden burjuvazinin “insan” tanımını tarihin çöp sepetine attı. O belgede insanlıktan dışlanan mülksüzler, yoksullar ve emekçi kadınlar, tarihin ilk bilinçli eylemini önce Komün’de, daha sonra da Ekim Devrimi’nde gerçekleştirerek, dışlandıkları insanlığı geri kazandılar.

Elbette bu başlangıcın devamı olacaktı.

2. BURJUVA BİREYDEN KOLEKTİF İNSANA

Burjuva bakış açısına göre, en iyi toplumsal sonuç, bir toplumdaki herkesin kendi çıkarını gerçekleştirmesiyle elde edilir. Toplumsal fayda, tek tek bireylerin sağlayacağı faydaların toplamıdır. Sosyal ilişkiler, her biri özgür ve iktisadi olarak kendi “iyi”sini gerçekleştirmeye çalışan insanlar arasındaki ilişkilerdir. Devletten beklenen, bu ilişkiler için uygun ortamı sağlamak ve düzene sokmaktır. Kendi faydaları için uğraşan insanlar, doğal olarak bir rekabet halinde olacaklardır; bu rekabette, devlet, daha zayıf olanı güçlendirecek sosyal politikalar uygulayamaz.

Bu, Fransız burjuvalarının “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diye formüle ettiği saf burjuva mantık, “görünmeyen bir el”in, yani piyasanın ideal düzenleyici olacağını iddia eder. Kapitalizmin başlangıcındaki kapitalist girişimcinin tahayyül ettiği bu düzende, emeğinden başka bir geçim aracına sahip olmayan işçiler de, işveren ile, koşulları piyasa tarafından belirlenmiş pazarlık ilişkisi içinde olan “özgür” bireylerdir. Onlar da, kendileri için en iyi sonucu almak için pazarlık yapacaklardır.

Bu bakış açısı, işçilerin örgütlü olarak pazarlık yapma durumunda olabileceğini göz ardı eder. Dolayısıyla, sınıf mücadelesi, kapitalistin hesabının dışındadır. Ancak kapitalist için böyle bir ideal düzen, tarihin belki de çok kısa bir zaman diliminde gerçek olabilmiş; pazarlık koşulları, piyasa tarafından değil, daima işçi sınıfı mücadelesi ve örgütlülük düzeyi tarafından belirlenmiştir. İşçi sınıfı, kendi durumunu piyasanın görünmez elinin düzelteceğine hiçbir zaman inanmamış, burjuvazinin kendisine önerdiği gibi birey olarak pazarlık etmektense, bunu tarihinin her döneminde, ne ölçüde gerçekleştirebildiğinden  bağımsız olarak, genelde örgütlü olarak pazarlık etme eğiliminde olmuştur.

Öte yandan işçi sınıfının kendi iktidarını kurduğu Sovyetler Birliği’nde, “toplumsal fayda”, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için çalışan tek tek bireylerin kazançlarının toplamından ibaret değildir. Kendi “iyi”lerini sağlamak için tek tek bireylerin kıyasıya bir rekabet içinde bulunmaları da gerekmez. Bireyin sağlayacağı fayda, kolektifin kazancıyla doğru oranlı olarak artar ve ona bağlıdır. Sovyetler Birliği’ndeki sistem, kolektif ve planlanmış bir ekonomi içinde, herkesin üretime yeteneğine göre katkıda bulunduğu, ortaya çıkan toplam sonucun herkesin emeğine göre paylaşıldığı bir sistemdir. Birey, burada, “kaderde kıvançta ortak” kolektifin bir parçasıdır. Stalin’in İngiliz yazar H.G. Wells ile yaptığı söyleşide anlattığı gibi:

Bireysel ile kolektif arasında, birey ile kolektifin çıkarları arasında uzlaşmaz bir zıtlık yok ve olmamalı. Olmamalı, çünkü kolektivizm, sosyalizm, bireysel çıkarları reddetmez; onları kolektifin çıkarları ile birleştirir. Sosyalizm, kendisini bireysel çıkarlardan soyutlayamaz. Sadece sosyalist toplum, bu bireysel çıkarları tam olarak tatmin edebilir.

Dahası; sadece sosyalist toplum, bireyin çıkarlarını kesin olarak koruyabilir.  Bu anlamda, “bireyselcilik” ile sosyalizm arasında uzlaştırılamaz bir zıtlık yok.* (Özgürlük Dünyası, sayı: 166, Joseph Stalin ve H.G. Wells Tartışıyor: Marksism ve Liberalizm)

Burjuva bireyin yerine geçen kolektifin bir parçası olarak birey kavramının ne olduğu, kuşkusuz Stalin’in söyleşi yaptığı yazar dışında, Sovyetler Birliği’nde neler olup bittiğini görmek için dünyanın dört bir yanından ziyarete gelen ve bu ülke halkı tarafından heyecanla karşılanan** işçi ve aydın delegasyonları tarafından bütün dünyaya anlatıldı. Sovyetler Birliği, üretim ve bölüşüm süreçlerinin bilgisini tüm kolektifin denetimine açarken, aynı zamanda, kendisini dünya işçi sınıfına karşı da sorumlu hissediyordu. Dünya işçi sınıfının sosyalist devrimini yapmayı başarmış kesimi olarak, “inşa eserinin her parçacığını” işçi delegasyonlarının denetimine bu yüzden kolaylıkla açtı. Delegasyonların sosyalizmin başarılarının dünyaya anlatılmasındaki sembolik önemi değerliydi, ancak ülkelerinde sınıf mücadelesi yürüten işçi sınıflarının kendi partileri ve örgütleri aracılığıyla öğrendikleri Sovyet başarılarının onların mücadelelerine katkısı kuşkusuz daha anlamlı olmuştur. Sovyetlerin nezdinde sosyalizmin varlığı, dünya işçi sınıfının her bölümünün önüne, kendi ülkelerinde sürdürdükleri mücadelenin ulaşacağı sonucu, tamamlanmış bir resim olarak koymuş, böylece de gündelik mücadelenin deneyimlerinin açık bir sonuca doğru örgütlenmesi kolaylaşmıştır.

Bu yüzden, Ekim Devrimi’nin ardından, iktidara yürürken artık geçecekleri aşamalar hakkında net bir fikre sahip Avrupa’daki örgütlü işçi sınıfının mücadeleleri, uluslararası burjuvazi için eskisine oranla daha fazla ürkütücüydü. Egemen sınıflar, iktidarlarını yitirmemek adına, bölüşüm sisteminde bazı değişikliklerle, kendi işçi sınıflarına taviz vermeyi bu yüzden reddedemediler. Arkası kesilmeyen tavizlerdir ki, emekçiler için son derece yıkıcı olan vahşi kapitalizmin pençelerinin törpülenmesini sağlayabildi. Toplumsal iyinin herkesin kendi çıkarını gerçekleştirmesine bağlı olduğunu iddia eden çıplak burjuva ideolojisi, “refah devleti organizasyonu” döneminde kolay kolay telaffuz edilemez hale geldi. Avrupa işçi sınıfı, parasız eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik için sosyal dayanışma ağlarının kurulmasını sağlamayı başardığı ölçüde, bireyci tüketim kalıplarını da yerinden sarstı. Sınıf, kendisinin bir sınıf olarak refahını gözeten, içlerinden bazılarının, ihtiyaç duydukları gün gerekli olanaklara sahip olmadıkları için kapısından geri döndürülmediği kurumları kurdurmayı başararak, genel sınıf dayanışmasının güvencesine aldı.

Dünya işçi sınıfının SB’de gördüğü, daha önce ancak hayal edebildiği bir geleceğin artık gerçekleşmiş olmasıydı. Orada, sıradan bir aşçının, ülkesinin kaderi hakkında söz söyler hale nasıl yükseldiğini, her bir işçinin, kendi işyerindeki en küçük sorundan genel üretimin sorunlarına kadar her şey hakkında nasıl fikir yürütebilir hale dönüştüğünü, geçmişte tevekkül halinde ve sindirilmiş her emekçinin nasıl gururlu ve başı dik bireyler haline geldiğini de görüyordu. Her emekçi için, bu resimde, artık kendisinde potansiyel olarak bulunduğuna inanabileceği yaratıcı ve dönüştürücü güçlerin açığa çıkması için gerekli uygun zeminin yaratıcısının da kendisinin olacağı fikri billurlaşmıştı.

Sosyalizmi kurmuş kardeşleri, ülkelerini, dünyanın en gelişkin ülkelerinin çok uzun zamanda ve dünyayı yağmalayarak geldiği noktaya birkaç on yılda getirebilmişlerdi. Kuşkusuz bu çok kolay olmamıştı. Ama Sovyetler Birliği, başka hiçbir ülkenin sahip olamayacağı iki itici güce sahipti. Bunlardan biri, “tasarlanmış amaçlarla varılan sonuçlar arasındaki çok büyük bir oransızlık”ın giderilmesinin kapitalist tekeller arasındaki rekabet ve emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlık (ve buradan  kaçınılmazlıkla türeyen sınıf mücadeleleri) nedeniyle mümkün olamayacağı kapitalizmden farklı olarak, ekonomiyi planlayabilme becerisi ve olanağına sahip olması, diğeri de, üretici güçlerde emek verimliliğini kat kat artıracak bir motivasyonu yaratabilmesiydi.

Planlama, Engels’in andığımız alıntıda da söylediği gibi, insanın tarihe bilinçli müdahalesinde beklenmeyen faktörlerin işin içine karışmasını en aza indirmenin  asgari koşuludur; bu, aynı zamanda, kendi eylemi üzerinde tam bir denetim kurmasını sağlayarak, insana, insanlaşmasının da yolunu açar. SB’de plan, sadece beş yıl boyunca demirin, çeliğin, pamuğun, patatesin ne kadar üretileceği, kaç köprünün ve kaç barajın yapılacağını içermez. Plan, sadece ülke halkının sosyal refahını artıracak bölüşüm önlemlerini öngörerek kayda geçirmek anlamına da gelmez. Plan, SB halkının iktisadi ilişkileri kadar sosyal ilişkilerini, hatta kültürünü de yansıtır. Sovyetler Birliği, Sibirya’dan Orta Asya’ya kadar çok geniş bir yüz ölçümünde sosyalist kentsel dönüşümleri, sosyal refahın artışını, gelecek kaygısı olmayan kuşakların yetişmesini, konser salonlarını, tiyatrolarını, kreşlerin kurulmasını tarihin kör güçlerine ve keyfi müdahalelere bırakmaksızın planlayarak yapmıştır. İnsan ihtiyaçlarının saptanmasıyla bunların karşılanması arasındaki ilişki, şimdiye kadar hiçbir düzende olmadığı kadar isabetle kurulmuştur, planlama sayesinde. Canterburry Başpiskoposu Hewwlett Johnson (kızıl papaz olarak bilinir), SB’deki izlenimlerini anlatırken şöyle yazar: “Rusya’da egemen sözcük plan. Rus dünyası planlı bir dünya. Bir Moskovalı bebek daha doğar doğmaz gözünü planlı bir dünyaya açıyor. Plan, bir bebeğin süt hakkını güvenceye alıyor, plan bebeğin annesinin bakımını ve bir kreşte eğitsel yeteneklerinin gelişimini garantiliyor. Plan onun yetişkin hayatında bir işinin olmasını sağlıyor. Plan bir insanın etkinliğini işsizlik korkusu duymaksızın diğerlerine bağlıyor. Plan Sovyetlerin uygarlığa kattığı en orijinal katkıdır.” (Soviet Success, Hutchinson yayınevi, s. 127)

Gerçekten de, Sovyetler Birliği’nde ilk beş yıllık plandan başlayarak, ülkede atılacak her adım önceden öngörülmüş, eldeki kaynakların hesaplı dağılımı, önceliklerin belirlenmesi plana dayanarak gerçekleştirilmiştir. Plan, kârlı işletmeler ile kısa vadede sonuç alınmayacak işletmelerin arasında bir dengenin kurulmasını sağlamış ve gerekli ama kâr getirmeyen işletmelerde çalışan emekçilerin genel hakkaniyet ölçülerinin dışına düşmesini engellemiştir. Bir yatırımcının sadece insanlar yararlansın diye yatırım yapmasının söz konusu olamayacağı kapitalizmin yönelimlerinden farklı bir yönelimdir bu.

SB’deki planlı ekonominin sonuçları, kapitalist ülkelerin burjuvaları ve basını tarafından hararetle tartışıldı. Kimi zaman küçümsendi, kimi zaman da hayretle izlendi. Ve iktisadi alanların bazılarının devletleştirilmeye ve devletin ekonomiye müdahalesinin artmaya başladığı gelişmiş ülkelerde, planlama taklit edilmeye başlandı. Bu ülkelerin başında, SB’nin en büyük rakibi ABD geliyordu kuşkusuz. Roosevelt ABD’sini diğer ülkeler de izlediler. Ama tekellerin kıyasıya rekabet ettiği özel mülkiyet düzeninde istenen sonucun alınamayacağı bir çabaydı bu. Planlama, bu ülkelerde, kapitalizmin doğasındaki kriz ögelerinin kontrol altına alınmasını sağlayamadı. Çünkü planın başarılı olabilmesi için, üretim biçiminin, daha fazla kâr elde etmeye yönelik olmaktan çıkması gerekir. İkinci olarak da, planın insanın kendi kaderini tayin etmesinin açık bir simgesi olabilmesi için, Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi, insan gücünün dönüştürülmesine hizmet etmesi şarttır. Kapitalist ülkeler ise, zaten emekçinin kendi yazgısı üzerinde söz sahibi olamaması, bu iradenin tamamen sermayeye devredilmiş olmasıyla varlık gösterebilirler.

Sosyalizm, insan gücünü dönüştürebilmeyi, emekçiyle iş arasındaki ilişkiyi değiştirerek başarmıştır. Bu değişim, geçmişte işçinin kendi ürettiklerine yabancılaştığı, her bir sermayedarın birbiriyle olduğu gibi, her emekçinin de birbiriyle kıyasıya rekabet halinde olduğu kapitalizmin iş anlayışının yerle bir olması demektir.

SB’de, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, işyerinin kapısında, her işçiyi hakları için mücadele etmekten caydırmak için konumlandırılmış, içerdekilerden çok daha az ücretle çalışmaya razı yedek işsizler ordusu yoktur. Kimsenin kimseyle rekabet halinde olmamasına karşın, emek üretkenliği, hiçbir kapitalist ülkede görülmediği ölçüde büyük bir oranda artmıştır. Başkası için değil, ürettiği metayı kimin kullanacağını bilmediği bir piyasa için hiç değil; kolektifin mülkiyetindeki makinaları kullanarak, hammaddenin gelişinden fabrikadan ürün çıkışına kadar, bütün anlarına vakıf olarak dahil olduğu üretim süreci, emekçinin kendi emeğine ve sonuçlarına yabancılaşmasını engellediği için olmuştur bu. Daha önemlisi, emek gücü maliyetinin mümkün olduğu kadar düşük düzeye çekilmesi için uğraşan ve bu yüzden emekçinin sağlık, eğitim ve kültür haklarını kısıtlayan, hatta beslenmesini bile denetleyen kapitalistlerin sistemiyle kıyaslandığında, Sovyetler Birliği’ndeki emek gücü, maliyeti en yüksek emek gücüdür. Çünkü, onun yeterince nitelik kazanabilmesi için, çağdaş yaşamın ve teknolojinin gelişiminin sağladığı bütün olanaklar en gelişmiş düzeyde sunulur. Emek verimliliği, emek gücünün maliyetinde kısıtlamalar yapılarak değil, tersine, ona en yüksek nitelikler kazandırılarak sağlanmıştır. Çünkü ancak bu nitelikler, sosyalist bir yarışa giren Sovyet emekçilerini yaratabilecektir.

Gerçekten de, Sovyetler’de sosyalist yarışma, emek üretkenliğinin sağlanması için teşvik edilmişti. En yüksek üretkenliğe ulaşan öncü işçiler hareketi, Stalin’in deyimiyle Stahanovculuk, nitelikli ve dönüşmüş insanın oluşumunu simgeleyen bir kavram haline geldi. Stahanov, sosyalist yarış içinde en üst düzeyde verimlilik sağlayan işçilerden birinin adıydı. Yaptığı, son derece teknikmiş gibi görünen çaba, aslında bir bilinç sıçramasına tekabül ediyordu. Doğrudan ve kişisel bir kâr ve fayda elde etmeksizin, bir emekçinin, kendi toplumu ve ülkesi için böyle bir yarışa girmesi için, burjuva bencilliğinden uzak, gerektiği gibi emeğinin sonuçlarının farkında olması gerekir. Stahanovculuk hem buna işaret etmiş, hem de mevcut toplumsal çelişkilerin bazılarının ancak kültürel olarak dönüşmüş insanların çoğalmasıyla çözülebileceğini göstermiştir.

Şöyle yazar Stalin:

Bazıları kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin kaldırılmasının,  mühendislerin ve teknisyenlerin, kafa işçilerinin, kültürel ve teknik düzeyinin orta nitelikte işçilerin düzeyine düşürülmesi temelinde, kol ve kafa işçilerinin kaldırılmasının mühendislerin ve teknisyenlerin kafa işçilerinin, belirli bir kültürel ve teknik eşitlenmesiyle sağlanabileceğine inanıyorlar. Bu tamamen yanlıştı…Stahonovcular… çalışmada kusursuzluk, dakiklik örneği olan, zamanı yalnızca dakikalara göre değil,bilakis hatta saniyelere göre bile ölçmeyi öğrenmiş olan teknik açıdan donanımlı kültür insanlarıdır…Bazı mühendisleri,  teknisyenlerin ve yöneticilerin tutuculuğuna ve hareketsizliğine sahip değiller; cesaretle ilerliyorlar, eskimiş teknik normları kırıyorlar… tasarlanan çalışma verimliliğini ve ekonomi planlarını düzeltiyorlar…” (Stalin, Eserler, 14. cilt, s. 47)

Stehanovculuk, emek üretkenliğini artırmak olduğu kadar, insan yeteneği ve kapasitesinin, mevcut teknik sınırlanmalara karşın, bu sınırları da değiştirerek açığa çıkması hareketiydi. Ancak bu hareketin kesin bir egemenlik kazanmasıyla, kol ve kafa emeği, kır ile kent arasındaki arkaik çelişkilerin çözümü güvenceye altına alınabilecekti. Sovyet deneyimi bunu pratik olarak kanıtladı. Sovyetler Birliği’ndeki pek çok şeyin, iktisadi temel ve politik iktidar değiştirilmeksizin kopya edildiği kapitalist ülkelerin hiçbirinde, Stahanovların sağladığı emek üretkenliğini yakalayacak bir düzenek kurulamadı; bu gönüllü yarışmacı işçilerin hissettiği işyerine ve topluma aidiyet duygusu, hiçbir aşılamayla sağlanamadı. Adı geçen arkaik çelişkiler var olmazsa kendi bekası tehlikeye girecek olan kapitalizmin taklit edemediği Sovyet patentli en önemli şey, Stehanovlardı.

Sovyet sisteminde, bayrağında “herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre” yazılı bir toplumdan “herkese ihtiyacına göre” yazılı daha gelişmiş bir topluma geçişin zincirlerini, bu üretken insan gücü oluşturacaktır. Yaratılan, bütün malların eşit paylaşıldığı eski köylü komünlerinin eşitlik anlayışı ile hiçbir sınıfın diğerine eşit olmadığı burjuva formel eşitlik anlayışını tarihin çöp sepetine göndererek, ait olduğu kolektife, gelişkin niteliklerle donatılmış gücünün son zerresine kadar katkı sağlayacak ve toplumsal zenginlikten, birikim sağlamak için değil, ihtiyacını görecek kadarını alacak insan tipidir. Ancak “insanın ihtiyaçları”nın tanımı da değişmiştir, buna göre. Ölmeyecek kadar yiyecek, donmayacak kadar hırkayla çalışan kapitalizmin yoksul emekçisinden esirgenen insani ihtiyaçların en azami düzeyde karşılanmasının mümkün olduğunu, ayrıca toplumun bu ihtiyaçlarının sonsuz çeşitlilikle artışını da karşılayabileceğini temsil eder, Sovyetlerin yeni insanı. Sosyalizm bunu da kanıtlamıştır.

Sovyet insanının kazanımları ve başardıkları o denli etkileyiciydi ki, insanın hakları ve görevleri gibi kadim tartışmaların seyrini de değiştirdi. Avrupa’da yeniden yazılmak zorunda kalınan insan hakları belgeleri, sosyalizmin yarattığı yeni bireyin, altını kalınca çizdiği insani ihtiyaçların yazılı ifadesi olmak zorunda kaldılar. Çünkü Avrupa işçi sınıfı, SB’deki kardeşlerinin gündelik hayatında sahip olabilecekleri hakların gerçek içeriğini de açık seçik görmüş oldu. Görmüş olmakla kalmadı, aynısına sahip olmayı istedi ve kendi devletini buna zorladı. Emek gücünün maliyetini kendi ülkesinin burjuvazisi için artırdı ve bunu bir hak olarak ilan etti. Örneğin insan hakları sorununun Birleşmiş milletler kararları arasına girmesi, bu gelişmenin sonucudur. Hazırlanan metne bu gözle bakıldığında, SB’nin ve uluslararası işçi hareketinin kazanımlarının izleri görülecektir.

Bugün Avrupa’daki bireysel hak ve özgürlükler, varlıklarını eski kuşak işçi sınıfının mücadelelerine borçludurlar; o mücadeleler de, Sovyetler Birliği’nin varlığından çok büyük destek aldılar. Kapitalist ülkelerdeki temel bireysel hakların, tersi savunulamaz biçimde evrenselleştirilmesini kolaylaştıran da, sosyalizmdir.

3. İNSAN RUHUNDA MÜHENDİSLİK

Sosyalizmin yaratmaya giriştiği yeni insanın, sistemin yüklediği misyonu; mühendislik becerilerini geliştirmek suretiyle kafa ile kol emeği arasındaki kadim eşitsizlikleri çözme misyonunu gerçekleştirebilmesi için gerekli zihni değişimden geçmesi gerekir. Bu değişimin maddi temelini ve dayanağını sosyalist toplumsal düzenin inşası sağlar. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti üzerinde yükselen ve üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin kapitalist karakteri arasındaki çelişkiye son veren bu gelişme, insanın insanal çok yönlü gelişmesinin zeminini de yaratacaktır.

Sovyetler Birliği, Sovyet emekçisinin dönüşümünde rol oynayacak aydınlara, bilimcilere ve sanatçılara, bu nedenle, özel bir önem verdi. Stehanovların sadece bir sanat izleyicisi olmaktan çıkıp, sanata müdahale eden etkin özneler haline gelebilmelerinde, giderek sanatın kitleselleşmesinde de bu ruh mühendislerinin katkısı çok önemliydi. İnsanı kişiliksizleştirerek bireyselleştiren kapitalist ülkelerin aksine, sosyalizm, kolektifin her üyesinin yetkin kişiliklere sahip olmasını bekliyordu. Bunda, kuşkusuz kültür ve sanat çok önemli rol oynadı.

Sovyet sanatçısının izleyicileri, dil, etnik köken, ulusal kimlik, ırk vb. bakımından türdeş bir halk oluşturmazlar. Ural Dağları’ndan Pasifik Okyanusu’na kadar uzanan topraklarda pek çok dil ve binlerce lehçe konuşulur. Sosyalizm, bu çok renkli çok dilli halkın, kendi ulusal kültürlerini ve dillerini teşvik ederek insanlığın ortak kültürel birikiminden ve çağdaş sanatın zenginliklerinden eşit biçimde yararlanabilmeleri arasında ortaya çıkabilecek çelişkiyi dünyanın hiçbir yerinde başarılamayacak ölçüde çözmüştü. Henüz yazılı bir kültürü olmayan halkların dillerinin o dilde eğitim kurumları açabilecek kadar geliştirilmeleri, bu dillerin de birer yazın dili haline gelebilmeleri için her türlü olanak sağlandı. SB’deki her halk, kendi kültürlerinin tarihsel birikimlerini açığa çıkarabilecek kurumlara, kendi dillerinde düşünmelerinin ilk adımı olarak bir alfabeye kavuşma imkanına bu dönemde kavuştu. Shakespeare’den Cervantes’e, Balzac’dan Stendhal’e kadar birçok yazarın eseri hem Rusça’ya hem de SSCB’de yaşayan halkların çoğunun diline çevrildi. Tiyatro ve sergi salonları, yalnızca Rusya’nın büyük şehirlerinde değil, Sibirya’ya kadar ülkenin en uzak bölgelerindeki kentlerde de açıldı. Kültür ve sanat için ayrılan devlet bütçesi her yıl artırıldı ve beş yıllık planlar kapsamında ulaşılacak hedefler saptandı.

Sömürgeleştirdikleri coğrafyalarda yaşayan halklara bile kendi dillerini konuşmayı dayatan, onların kültür tarihini tarif ederek yazan sömürgeci kapitalist ülkeler için, değersiz buldukları kültürlerle eşitlenmek söz konusu bile değildir. Kapitalistlerin kendi ülkelerinde de farklı bir durum yoktur; siyahlara ve sarı ırklara karşı ırkçılık, farklı milliyetlere ve etnik topluluklara sürekli kültürel baskı uyguladılar.

Ancak SB’de ırkçılığın mahkum edilmesi, sömürgelerin bağımsızlık mücadeleleri, Siyahların ırkçılığa karşı mücadeleleri vb. gibi gelişmeler, halkların, artık ırkları, milliyetleri ve kültürleri yüzünden aşağılanmalarının eskisi gibi kolaylıkla mümkün olmayacağı bir siyasi iklim yarattı. Böylece, ezilen ırklar ve milliyetler, kültürleri lehine bazı mevziler kazandılar.

Eski sömürgelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, bu ülkelerden gelen gönüllü işgücüne karşı kapitalistlerin nasıl davranacaklarını, hem göç edilen ülkelerin demokratik bilinçli yerli halkı, hem de sömürgeciye karşı verilen mücadelenin kazanımları belirledi. Refah devleti kapsamında, devletin ve yerel yönetimlerin kültürlerin gelişmesi için fon ayırmalarını, kültürlere destek sunmasını talep eden emekçi kitleler sayesinde, dışarıdan gelen yabancı işgücünün kültürel gelişimi de gündeme alınmak zorunda kalındı. Siyahlara karşı ırkçı uygulamalar yasal yaptırımlara bağlandı ve yasaklandı.

Elbette ırkçılığın yasaklanması, kapitalist ülkelerde eşitliğin biçimselliğiyle çelişmeyecek bir nitelik taşıyordu. Yasal değişiklikler her şey demek olmadığı için, ırkçılığın pratik uygulamalarının ortadan kaldırıldığını söylemek zordur.

SB’nde ise ırklar ve kültürler arasındaki eşitlik emekçilere her alanda eşit fırsat tanınmasını sağlayan sistemin doğal sonucuydu. Bu ülkede yaşayan hiç kimse, dili, ırkı, milliyeti yüzünden ayrıcalıklara maruz kalmadı. Stehanovlar, “büyük Rus ulusu”nun medarı iftiharı değil, Slav olsun olmasın, her kökenden emekçilerin, onda  kültürel özgürleşmelerini gördükleri bir prototipti.

Böyle bir SB emekçisinin, kendi niteliklerini artırmak, ruhsal gelişimini hızlandırmak için ona maneviyat kazandıran sanat eserlerinden ve bunları üretenlerden beklediği de, kendisindeki dönüşüme benzer bir dönüşümden kültür üreticilerinin de geçmesidir. Kendisine, yol alırken önüne çıkacak sorunları çözme gücü, yaptığı işe bir anlam verecek estetik duygusu, kendisini değerli hissetmesini sağlayacak bir anlayış, gelecekle ilgili iyimserlik ve gündelik sıkıntılarını önemsizleştirecek haz duygusu bulabileceği sanat eserlerini yaratmasını beklediği sanatçıyla kuracağı empati duygusu, bu yüzden oldukça önemlidir.

Sovyetler Birliği, belki de, ülkesinin aydınlarından ve sanatçılarından talepkâr olan okurlara ve izleyicilere sahip tek ülkeydi. Devrimden önce cahil ve kültürsüz yığınlar olarak görülen, şimdi artık Sovyet organlarında yönetmeyi öğrenen bir halk ile sanatçı ve aydınlar arasındaki mesafenin kısalması için her türlü koşul sağlandı. Her şeyden önce, konser salonlarında en son üretilen klasik müzik eserini dinlemenin, iyi bir romanı okumanın, tiyatro salonlarında sık sık bulunmanın, büyük klasiklerin sergilendiği müzelere girmenin, sanatçıyı kendi toplantılarına çağırarak sanat hakkında söyleşiler düzenleyebilmenin bedeli, eskiden olduğu gibi, avuç dolusu ruble değildir artık. Sosyalizm, her şeyden önce, sanat mekanlarını emekçiye açmış, bu mekanlara gidenlerin sınıfsal profilini tamamen değiştirmiş ve sanata ayrılacak zamanı bir lüks olmaktan çıkarmıştır.

Seyirci talebindeki değişim, izleyici katılımındaki artış, eleştiri bilinci gelişkin bir kitle için sanat üretiyor olmak, sanatçıları da etkiledi. İzleyiciyi edilgen bir konumdan çıkaran süreç, sanatçıların bilincini ve pratiğini de dönüştürdü. Geçmişteki, çağdaşları tarafından anlaşılmayan, bu yüzden değerlerinin anlaşılacağı bilinmez bir gelecek için ve hayali bir seyirciye üreten sanatçının yazgısı kırıldı ve Sovyet Devrimi, sanatçıya, yaşadığı koşullarda eserinin değer göreceği bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterdi.Yaşayabilmesi için eserlerinin piyasa tarafından takdir edilmesi gereken, bu yüzden özgür yaratma olanağı elinden alınmış sanatçı, ilk kez gerçek yaratım özgürlüğüne kavuşmuş oldu.

Ancak bu özgürlük, burjuvazinin Sovyetler Birliği’ni şiddetle eleştirdiği üzere, artık köhnemiş bir düzenin moral değerlerini yeniden üretme özgürlüğünü içermiyordu. Okura ve izleyiciye, böyle bir düzenin işine yarayacak biçimde karamsarlık, kötümserlik, yapma ve yaratma konusunda isteksizlik, ölüm beklentisi, uyuşukluk ve yorgunluk, yaşadığı dünyaya ilgisizlik ve kayıtsızlık, güçsüzlük ve beceriksizlik gibi duyguları aşılayan sanat eserine ve bu moral değerlerin şekillendirdiği insan tipini öven sanatçıya karşı, Sovyet halkının ciddi bir öfkesi vardı. Yıkıp yeniden inşa ettiği dünyada cesaretle ayakta durabilmesi için, kendisini eski kölelik günlerindeki duygulara geri döndürecek sanat eserleriyle ve sanatçılarla hesaplaşması gerekiyordu tekrar tekrar. Sovyet devleti, emekçilere bu ideolojik hesaplaşmanın olanaklarını fazlasıyla sağladı.

Kapitalist ülkelerde de oldukça yankı yaratan sanat, felsefe ve bilim toplantıları, kültür üreticilerinin, kitlelerin talepleriyle buluşmalarına vesile oluyordu. Aslında bu talepler, 1935’ten 40’lı yılların sonlarına kadar yoğunluğu değişen düzeylerde, değişik vesilelerle dile getirildi. Kültür ve sanat sorunları, en küçük sovyetten başlayarak, ulusal gazete ve dergilere taşınmış, daha sonra da bütün sanatçı örgütlerinin ve sanatçıların katılımıyla gerçekleşen toplantılarda, bu tartışmaların sonuçları Sovyet hükümeti tarafından formüle edilmiştir. Sanatın, sadece kendisi için, kendine dönük değil, halkın moral değerlerini yükseltmek gibi bir hedefi olması gerektiği, bu toplantıların başlıca sonucuydu. Sovyetler, sanatçılarından, halk için, halkın anlayabileceği tarzda sanat üretmelerini istiyordu.

Biçimler ve sözcükler üzerinde oynamanın sanat sayıldığı, içeriğin ve seyircinin algılayıp algılamamasının hiç önemsenmediği biçimci (formalist) sanat anlayışı mahkum edilmişti. 1948 yılında yapılan müzisyenler toplantısından sonra yayınlanan SBKP Merkez Komitesi Kararı’nda şöyle yazar:

Sovyet müziğindeki formalist eğilim Sovyet bestecilerinin bir kesimi arasında metinsiz enstrümantal senfonik müziğin karmaşık biçimlerine yönelik tek yanlı bir ilgiye yol açtı ve opera, koro müziği, küçük orkestralar için popüler müzik, halk müziği enstrümanları ve vokal topluluklar vb. gibi müzikal olaylara karşı düşmanca bir davranışın üreticisi oldu. Tüm bunlar kaçınılmaz olarak vokal kültürün ve dramaturjik ustalığın temellerinin çökmesine neden oldu; öyle ki, besteciler halk için müzik yapma becerilerini kaybettiler. Bunun kanıtı, yakın zamanda klasik Rus operasıyla karşılaştırılabilecek tek bir Sovyet operasının üretilmemiş olmasıdır.” (Müzik Üzerine Tartışmalar, Derleme, Evrensel Basım Yayın, s. 209)

Sanat eserindeki başarıyı biçimsel bir yetkinlik sorununa indirgemenin, sanıldığı gibi bir verimlilik değil, tersine, sanatçı için üretme sıkıntısına yol açtığını gösteren de, bu toplantılar olmuştur. Sovyet izleyicisi, sanatçıdan elbette iyi bir biçim ve üslup istiyordu, ama bu biçim, halkın kendi geçmişiyle geleceği arasında kurmak istediği kültürel köprüye hizmet edecek bir içeriği güçlendirmeliydi. Sovyet halk kültürü içinde değerli olanları yaşatan, klasik dönem yetkin Rus sanatının itibarını gözeterek, onu aşan bir sanat olacaktı, yeni sanat. Bu sanat, çarlık zamanlarının mistisizmiyle de hesaplaşmalı, fakat o zamanların gerçekçi sanatının devamı olmalıydı.

Sovyetler’deki sanat tartışmaları, Batı basınında işçi sınıfı iktidarının sanata ve sanatçı özgürlüğüne müdahalesi olarak yansıtıldı. Sosyalizmin sanatı propagandaya indirgeyerek, sanatçıyı bir düşüncenin aparatı haline getirdiği iddiası ortaya atıldı ve sık sık işlendi. Bu iddia, Sovyetler Birliği’nde üretilen sanatın yavanlaştığı, devrim öncesi sanatçıların düzeyinde sanatçıların kalmadığı inancını güçlendirmeyi amaçlıyordu. Bütün karalama kampanyalarına karşın, Sovyet eserleri, Avrupa ve ABD’de ilgiyle izlendi. Ambargoları delebilen sahne sanatçılarının gösterileri seyirci kitleleri tarafından dolduruldu. Sovyetler’de de, toplantılarda eleştirilen sanatçıların eserleri burjuvaların umduğu gibi yasaklanmamış, rejimi kötülemeleri için Batıya çağırılan bu sanatçıların ağzından ülkeleri aleyhine tek bir söz çıkmamıştı. Sosyalizmde eleştiri, Batı’da olduğu gibi, sanatı ve sanatçıyı yerin dibine batırarak, bir daha varlık gösteremeyecek biçimde silinmesi anlamına gelmiyor, eleştirilmemek adına, sanatçıyı seçkin eleştirmenler lobisine ve basına dalkavukluk yapmaya zorlayan burjuva prosedürünün tersine, onu ve eserini güçlendirmeye hizmet ediyordu.

Sovyetler Birliği, sanatın gerçek değerinin tanınması, sanatçının itibarının hiçbir dönemde olmadığı kadar artırılması için her türlü olanağı sağlamış; sanatçıyla seyircisinin aynı duygudaşlıkta buluşmasını sağlamış kapitalist ülke aydınlarına da sosyalizmin kültür için neler vaat ettiğini göstermişti. Bunu yaparken de, geleneksel aydın ve sanatçı profilini yerle bir etmişti kuşkusuz. Sosyalizm, kültür emekçileri için de bir aydınlanma süreciydi. Andre Bonnard şöyle yazıyordu:

…Ekim devrimi gerçekten de aydınların bu tipine sert bir darbe indirdi. Manevi hayatın asalak bir örneği olarak yok oluşa mahkum etti. Ruhani eserlerle yaşayan, kendi kişisel zevkini buradan tatmin eden sadece oyun zevki peşindeki bu kısır aydın tipi Ekim Devrimi tarafından mahkum edildi ve imajı silindi. Daha doğrusu devrim fiziki olarak yok etme ihtiyacı duymadan onu silahsızlandırdı ve minder dışına itti, çaresizliğe ya da dağılmaya mecbur bıraktı.” (Şeref Aydın’ın Anısına, 2. Cilt, Hazırlayan C. Sercan, Evrensel Basım Yayın, s. 51)

Sovyetler Birliği’nde geleneksel sanat ve kültür ile girişilen ideolojik mücadelenin yankıları kapitalist ülkelerde de işitiliyordu. 20. yüzyıl, boylu boyunca, kapitalist ülkelerde de, sanat yoluyla sürdürülen ideolojik mücadeleye sahne oldu. Bir yandan, kendisini emekçilerin mücadelesine ve onların kurduğu dünyaya yakın hisseden sanatçılar, bu ülkeden gelen seslere kulaklarını dört açtılar, tartışmaları izlediler, kendi çalışmaları için orada konuşulanlardan esinlendiler. Öte yandan da, burjuvaziler, kendi ülkelerinde ortaya çıkan ve giderek güçlenen bu eğilime kıyasıya bir savaş açtılar.

’30’lu yıllarda, komünist partisinin en güçlü olduğu zamanlarda, ABD’de sanatçılar, büyük oranda komünist partisinin etki alanına dahil olmuşlardı. KP’nin saflarında ve etrafında azımsanmayacak bir sanatçı kitlesi yer alıyordu. SB’ndeki halkçı kültürün diriltilmesi ve sosyalist kültürün inşa çalışmaları, bu sanatçıları oldukça heyecanlandırıyordu. Yanı başlarındaki Meksika’da 1910 yılında gerçekleşen ulusal devrimin yeni alınan kültürel sonuçları da, bu heyecanı besliyordu. Sanatçıların büyük çoğunluğu, aslında bir ulusal geçmişi olmayan ABD’nin halkçı ve ulusal kültürünün ögelerini derlemeye ve bunlarla sentez edilmiş bir yeni kültür oluşturmaya çalıştılar. 1 Mayıs’ın yurdunda, ABD’li sanatçılar, tiyatroyu, müziği ve edebiyatı işçi sınıfı mücadelesi için bir silah olarak görüyorlardı. ABD işçi sınıfı yanlısı sanatçılar arasından, bugün de azımsanmayacak bir dinleyici ve okuyucu kitlesine sahip büyük sanatçılar çıktı.

Sovyetler Birliği’nin kapitalist dünyadaki en büyük rakibi bile, kültür dünyasının SB’nden esinlenilerek şekillendirildiği bir dönem yaşamıştı. Birçok sanatçı, bu ülkenin ulaşılması zor bölgelerine ulaşarak, halk kültürünün bütün örneklerini derlemeye çalıştılar. Emekçilerin öteden beri belleklerinde sakladıkları örnekleri gün yüzüne çıkarmak için çabaladılar. ABD’li siyahlara kültürel yaratımlarında cesaret veren de, yine sosyalizm olmuştur. Onların Harlem Rönesansı diye başlattıkları hareket, sinema emekçilerinin, hem Hollywood ayrıcalıklarına, ücret eşitsizliklerine karşı mücadeleleri, hem de sanat yoluyla ideolojik mücadeleleri, bu ülkenin kültür tarihinin en canlı sayfalarını oluşturur.

Benzer gelişmeler, Avrupa ülkelerinde de yaşandı. FKP’nin aydınlar için çekim merkezi olmaya başladığı Fransa başta olmak üzere, birçok ülkede, SB’nde yeni doğan sanat anlayışı sürekli tartışıldı ve aydınlar, yaşadıkları kapitalist ülkelerde, sosyalist gerçekçi bir sanatın ilkelerini hayata geçirmeye çalıştıkları eserler verdiler. Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında, sosyalist olmayan hiç kimse aydın statüsüne giremez hale geldi. Sanatçı veya aydın olmanın en önemli kıstası sosyalizm yanlısı olmaktı. Sovyetler Birliği’ndeki kültürel gelişmenin en önemli sonucu, kuşkusuz böyle bir hegemonik etkiye imza atabilmiş olmasında yatıyordu.

Kapitalist ülkelerdeki bu gelişmeler, SB sanatçısına ve halkına da güç verdi. Burjuva ideologlarının Sovyet sanat anlayışına yönelttikleri karalayıcı iftiralara karşı en güçlü savunu, yine bu aydınlar tarafından yapıldı. Böylece, dünya işçi sınıfı, kendi maneviyatını yükseltecek aydınların, sanatçıların desteğine, hem SB’nde hem de başka ülkelerde büyük ölçüde kavuşabilmişti.

*

Bugün, Sovyet iktidarı döneminde kazanılmış ve kolay kolay silinip atılamayan kültürel kalıntıların ortadan kaldırılması konusunda azımsanmayacak bir saldırı yaşanıyor. Küreselleşme iktisadının ve politikalarının başarıya ulaşabilmesi için, işçi sınıfının iktidar olduğu ülkede ve iktidar olamasa da önemli bir toplumsal inisiyatif edindiği ülkelerde, vaktiyle oluşturulmuş bütün kültürel kurumların tasfiyesi konusunda ciddi adımlar atılıyor. Avrupa’da emekçilere sağlanan kültürel destekler, kültürlerin yaşatılabilmesi için verilen yardımlar, devlet bütçeleri için taşınması gereksiz yükler olarak ilan edildi bile. Kültürel üretimi toplumsal dayanışma ağlarına dahil ederek güvenceye almış olan emekçilere, yeniden, kapitalizmin o ilk tahayyülündeki gibi kişiliksiz bireyler olarak davranılmaya, yazgılarını birbirlerine bağladıkları kolektifler parçalanmaya başladı.

Ancak bu dünyadan bir Sovyetler Birliği geçti. Bunun anısı, o süreçte edinilmiş ve hâlâ yaşayan birikimler, artık burjuvazi için, tasavvur ettiği gibi bir dünyanın hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğinin en büyük teminatıdır.

Bir kez kendi kaderini tayin etmeyi ve yazgıya diz çöktürmeyi öğrenmiş insanlığın bunu unutması mümkün müdür?



* Stalin’in aktardığımız sözleri, 1934’te Sovyetler Birliği’ni ziyaret eden ünlü İngiliz yazar H.G. Wells’le yaptığı söyleşiden alınmadır. Stalin, “bireyselcilik” söczüğünü, Wells’in “Sosyalizm ve bireyselcilik, siyah ve beyaz gibi zıt değil.” görüşünü ileri sürdüğü söyleşide, onun görüşüne karşılık verirken ve ona atıfla tırnak içinde kullanmaktadır.

** “Ülkemize gelen işçi delegasyonlarını; sadece tahrip etmeye değil, aynı zamanda yeni bir şeyi inşa etmeye de yetenekli olduğumuz konusunda kendilerini ikna etmek amacıyla inşa eserimizin her parçacığını özenle gözden geçiren delegasyonlar bizim için önemlidir…Yüksek Ekonomi Konseyi Başkanı Cerjinski yoldaşın Alman işçi delegasyonuna yalnızca bilgi vermekle yetinmeyip, aynı zamanda doğrudan hesap verdiğini gazetelerden okudum. Bu, yaşantımızın özellikle dikkat edilmesi gereken yeni ve özel bir şeydir. Avrupa işçi sınıfının devrimci kesiminin devletimizi kendi öz çocuğu olarak gördüğünü işçi sınıfının merak gidermek için değil bariz bir şekilde burada inşa ettiğimiz her şeyden manen sorumlu hissettiği için bizde ne yapıldığını görmek için delegasyonlarını ülkemize gönderdiğini (biliyoruz.) Bana, ne kadar demokratik olursa olsun, kendisini başka ülkelerden işçilerin denetimine sunmaya cesaret eden bir başka devlet gösterin?” (Stalin, Cilt 7, çeviren İsmail Yarkın, s. 232)

Sosyalist Demokrasi İle Burjuva Demokrasisi-Gerçekliğin Aynası Olarak Anayasa

Sovyetler Birliği’nin sokaklarında, üniversitelerinde, fabrikalarında ve diğer işyerlerinde, 1936 yılının son aylarında sıra dışı bir canlılık hakimdi. Rastlantıyla bir araya gelenler, küçük gruplarda ve büyük toplantılarda, insanlar, yeni anayasa taslağını tartıştı. Birliğe bağlı cumhuriyetlerdeki vatandaşların haklarının ve yükümlülüklerinin müzakeresini yaptılar. Değişiklikler ve öneriler özel bir komisyona iletildi ve nihayetinde yeni anayasa, 5 Aralık 1936’da, VIII. Tüm Birlik Sovyetleri Kongresi’nde kabul edildi. Halk, bu anayasaya, Stalinci Anayasa adını verdi. Neden? Çünkü bir yasa biçiminde güvenceye aldığı her şey, ülkenin yaşamında kazanılan her şey, SSCB Halk Komiserleri Kurulu Başkanı J. V. Stalin’in önderliğinde gerçekleştirildi.

1. KAPİTALİST ÜLKELERİN BİÇİMSEL DEMOKRASİSİ

Sovyet Anayasası’nın yapısının ve özelliğinin bir analizini yapmadan önce, şu sorunun cevaplandırılması gerek: Bir ülkenin anayasası genel olarak neyi ifade eder? Devlet erkinin faaliyetini düzenleyen bir program mıdır ve anayasa, o güne dek ülkelerde olmayan, ama ulaşılması gereken şeylerden mi söz eder? Yoksa anayasa, halk tarafından veya egemen sınıf tarafından şimdiye kadar elde edilmiş olan, yani sosyal yaşamda şimdiden mevcut olanların bir göstergesi midir? Doğrusu, ikincisidir.

Anayasa, insanlar arasında fiilen var olan toplumsal ilişkileri yasalar biçiminde güvenceye alır ve  yasama organlarının  çalışmalarının hukuki temelini oluşturur. Dolaysıyla anayasasının incelenmesi yoluyla, bir devletin yapısını ve özünü anlamak mümkündür. Yanı sıra Batılı ülkelerin anayasaları Sovyet devletinin anayasasıyla karşılaştırıldığında, Sovyet demokrasisinin burjuva demokrasilerinden hangi bakımlardan ayrıldığı sorusuna da yanıt bulunur. Fakat iki farklı demokrasinin varlığı mümkün müdür? Belki de, yalnızca tek bir demokrasinin –“genel anlamda” bir demokrasinin–mümkün olduğunu kanıtlamaya çalışan politikacılar haklıdır. Bu görüşün mü doğru olduğu ve farklı farklı demokrasilerin olup olmadığının yanıtını aşağıdaki bölümlerde bulacağız.

Her şeyden önce “demokrasi” sözcüğü ne anlama gelir? Halkın egemenliği anlamına gelir. Dolayısıyla, herhangi bir anayasanın incelenmesinde göz önünde bulundurmamız gereken temel soru şudur: Söz konusu anayasa, hangi çıkarlara hizmet etmektedir? Halkın çoğunluğunun, yani emekçilerin çıkarlarına mı, yoksa halkın küçük bir bölümünün, zenginlerin ve büyük mülk sahipleri grubunun çıkarlarına mı?

İngiliz ve Amerikan anayasaları, insan toplumunun en yüksek kazanımlarının ifadesi olarak kabul görür. Ve bu, bir zamanlar gerçekten de böyleydi. Bu anayasaların bugün geniş halk kitlelerini neden artık tatmin edemeyeceğini anlamak için, Batılı ülkelerin demokrasilerinin genel olarak nasıl yaratıldığı ve anayasalarında nelerin güvence altına alındığına bakmak gerekir. Gelişen burjuvazi açısından, ticaretinin yaratılması ve geliştirilmesi için, her şeyden önce, feodal devletten bireysel özgürlük ve bireysel eşitlik hakkının elde edilmesi gerekiyordu. Fakat genç burjuva toplumunun gözünde “özgürlük” ve “eşitlik” ne anlama geliyordu ve feodal rejime karşı ayaklanan burjuvazi nasıl bir özgürlük için mücadele ediyordu? Özgür bir ticaret, yani işletmelerinin, manifaktürlerinin ve mülkiyetlerinin serbest gelişimi hakkı için mücadele ediyordu. Bunun için gerekli olan da, seyahat özgürlüğü, gümrük engellerinin ortadan kaldırılması ve köylülerin feodal beylere olan bireysel bağımlılıklarından kurtarılmasıydı. Yani köylülerin kendilerini her türlü efendiye “özgürce” kiralama hakkına kavuşmasıydı. Bunun için, tıpkı girişimcilere olduğu gibi, onların da, gelir elde etme arayışıyla ülkede serbestçe dolaşma hakkına kavuşması gerekirdi ki, kapitaliste emek güçlerini engelsizce satabilsinler.

Peki, ünlü “eşitlik” kavramıyla ilgili durum neydi? Oluşmakta olan kapitalist toplumdaki en saygın insan kimdi? Büyük ve sağlam bir mülkiyete sahip olan kişiydi. Kim itibar görüyordu? Büyük bir sermayeye sahip kişiler. Peki, bu kişilerin, bunların dışında neye gereksinimleri vardı? Feodal aristokrat ile hukuksal eşitliğe kavuşmayı talep ediyorlardı. “Eşitlik” kavramının onlar için ifade ettiği temel anlam buydu. Burjuvazi, hiçbir zaman ekonomik bir eşitlik uğruna mücadele etmedi ve doğası gereği, bu uğurda mücadele etmesi mümkün değildi; dolayısıyla, sadece hukuksal eşitlik uğruna mücadele etti. Böylece “Özgürlük ve Eşitlik” sloganı, yüce biçimine karşın, oldukça sınırlı bir anlama sahipti.

Feodal ilişkilerden kapitalist ilişkilere geçişte hukuksal özgürlük ile ticaret ve sanayideki “Laisser faire, laisser aller” ilkesinin insanlık için ilerici bir anlamı vardı; çünkü insan toplumunun gelişiminin bir adımını temsil ediyordu. Fakat sermaye temelinde doğan demokrasinin, (ileride de göreceğimiz gibi) insana gerçek bir eşitlik ve gerçek bir özgürlük sağlaması mümkün değildi ve mümkün olmayacak da. Feodalizmin yıkılmasının ardından, bütün burjuva demokrasileri, sermayenin egemenliğini ve haklarını sağlamlaştırmayı, anayasalarında fabrikalar, toprak ve diğer üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti güvence altına almayı amaç edindiler. Tüm burjuva anayasaları, bir yanda emekçi çoğunluğu oluşturan mülksüz kitleler diğer yandaysa çalışmayan azınlığın lüks ve zenginliğinin oluşturduğu sosyal eşitsizliğin devamını güvenceye aldılar. Burjuva anayasalarının bu temeli, günümüze dek sarsılmadan korundu. Burjuva demokrasisi, anayasalarında, bu tür bir düzeni ve onunla birlikte de tüm sosyal eşitsizlikleri ölümsüzleştirmeye çalışır.

Buna, burjuva demokrasilerinin, yine de, emekçilerin temsilcilerinin iktidar organlarına ulaşma hakkını tanıdığı gerekçesiyle itiraz edilebilir. Gerçekten de, burjuva anayasalarında bu haklar tanınır. Ancak bu hakları güvenceye alan hiçbir düzenleme yoktur. Ayrıca öyle çok kaydı ihtirazlar ve sınırlandırmalar taşır ki, bu demokratik haklar ve özgürlükler tamamen çarpıklaşır.

2. SOVYET ANAYASASININ EKONOMİK VE POLİTİK TEMELLERİ

Sovyetler Birliği’nin ilk anayasası 1924 yılında hazırlandı. Üzerinden geçen on iki yıl boyunca, ülkede, 1936’da tamamen yeni bir anayasanın yaratılmasını gerektiren hangi gelişmeler oldu? 1924 yılında Sovyet ülkesinde politik ve ekonomik yaşam nasıldı? Bu, özel sermayenin ticarette olduğu gibi, sanayi ve tarımda da henüz oldukça güçlü olduğu bir dönemdi. Köylerde kapitalistleri büyük köylüler temsil ediyorken, orta halli çiftlikler kendileri için üretimde bulunuyordu ve toprak işleme tekniklerinin düzeyi çok düşüktü. Pazarda ve ticarette özel sermayenin hakimiyeti yüzde 50 civarında seyrediyordu ve bu durum çeşitli türde vurgunlara olanak tanıyordu.

1936’ya gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki ekonomik ve politik yaşam tamamen farklı bir tablo sergiliyordu; çünkü sosyalist ekonominin temelleri artık yaratılmış bulunuyordu. Sosyalist, yani halka ait bir sanayi yaratılmıştı. Üretim, Çarlık dönemindeki üretimi yedi kat aşan bir çapa ulaşmıştı. 1936 yılında, artık köylerde de toplumsal üretime geçilmeye başlanmıştı ve kolektif çiftlikler 316 bin traktöre kavuşmuştu. Bu değişikliklerle, krizlerin ve işsizliğin olmadığı yeni, sosyalist bir halk ekonomisi yaratıldı. Bunlarla bağlantılı olarak, toplumun sınıfsal yapısı da değişime uğradı. Sanayide kapitalistler sınıfı, tarımdan büyük köylüler, vurguncular ve tüccarlar ortadan kalktı. Geriye iki temel sınıf kaldı: İşçiler ve köylüler. İşçi ve köylülerin arasından oluşan ve tüm halkın çıkarı doğrultusunda çalışan aydınlar bir ara sınıf olarak varlığını sürdürdü.

Yeni bir anayasanın yaratılmasını gerektiren ülkedeki değişimler bunlardı. Demek ki, şimdiki Sovyet anayasası, 1936 yılına dek Junker ve sermaye mülkiyetinin tamamen ortadan kaldırılmış olmasına dayanıyor. Bu sayede, burjuva biçimsel hukuksal eşitliğinden farklı olarak ekonomik eşitliğin önkoşulları yaratıldı.

Sovyet demokrasisinin 1936 anayasasının içeriğini belirleyen ikinci temelini, üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyet oluşturuyordu. Sovyetler Birliği’nin düşmanları, bu belirleyici yapısal değişikliği çarpıtarak yansıtmaya çalıştılar. Sovyetlerde her türlü özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığını öne sürdüler ve şurada burada hâlâ öne sürmektedirler. Oysa gerçekte, yalnızca üretim araçları üzerindeki mülkiyet söz konusudur; yani toprak, fabrikalar, madenler, demiryolları vb. Bütün bunlar, işçi ve köylü devletine aittir ve bu toplumsal mülkiyetten elde edilen toplam gelir, kimi kapitalistlerin cebine girmemekte, tersine, halka, devlet hastaneleri, okullar, tedavi ve dinlenme yurtları, sanatoryumlar ve halkın hizmetinde bulunan daha birçok başka kuruluş biçiminde dönmektedir.

Sovyet demokrasisinin, anayasanın içeriğini belirleyen üçüncü temeli, tüm sağlıklı vatandaşların çalışma zorunluluğudur. Bu sayede, Sovyetler ülkesinde, hiç kimsenin, bir başkasının sırtından geçinmesinin olanağı bulunmamaktadır. Toplumda yerini alabilmesi için, herkesin çalışması gerekmektedir. Fakat eğer devlet çalışma zorunluluğunu getiriyorsa, bu, aynı zamanda, devletin her vatandaşa iş verme yükümlülüğünde olması anlamına gelmektedir. Yeni sosyalist ekonominin kazanımlarına dayanarak, yeni anayasa, yasalar yoluyla, her vatandaşa çalışma hakkını yalnızca vaat etmekle kalmıyor, garanti de ediyor. Kapitalist ülkelerin anayasalarında böyle bir maddenin bulunması mümkün müdür? Elbette ki değildir. Birincisi, krizlerden kaçınılmaz olarak işsizlik doğar. İkincisi, girişimciler lokavt ilan etme hakkına sahiptir ve burjuva devleti onların bu haklarını ellerinden alabilecek durumda değildir, dolaysıyla da, her emekçiye iş güvencesi verme durumda da değildir (Hitler’in yaptığı gibi, işsizliği savaş hazırlıkları aracılığıyla ortadan kaldırmak dışında).

Savaşın sona erdirildiği gün, Amerika’nın büyük kapitalistlerinden biri, işçileri karşısında bir “kutlama konuşması” yaptı. Şunları söyledi:

Sizi neden kutlayayım ki: Yarın fabrikayı kapatacağım ve 33 bin işçi sokakta kalacak. Size bu konudaki kutlamamı ifade etmeme izin verirseniz, bunu yaparım. Sizleri savaşın sona ermesi ve zafer nedeniyle kutlarım!

Bu alaycı konuşmada, burjuva demokratik özgürlüklerin özü kendini ortaya koymaktadır: Savaş sona ermiştir ve zaferi, elleriyle, emekleriyle yaratanlar işsiz kalıyor. Sovyet ülkesinde çalışmak isteyen birinin iş bulamamasının nasıl mümkün olabileceği daha şimdiden anlaşılmaz bir durum haline gelmiştir. Sovyet Anayasası’nın 118. maddesi şöyle der:

Çalışma hakkı halk ekonomisinin sosyalist örgütlenmesi sayesinde, Sovyet toplumunun üretici güçlerindeki sürekli büyümeyi, ekonomik krizlerin ortaya çıkma olanaklarının önünün kesilmesini ve işsizliğin tasfiyesini güvence altına alır.

Evlerine dönen Kızıl Ordu askerlerinin içi rahat: Biliyorlar ki, kendi alanlarında ya da savaş sırasında öğrendikleri alanda, kendilerini iş beklemektedir. Çok sayıda askerin aynı anda terhis ediliyor ve milyonlarca işçinin barışçıl işlerine geri dönüyor olmaları olgusu karşısında, orada, onları, kapitalist ülkelerde söz konusu olduğu gibi, hiçbir şekilde emeklerinin daha düşük ücretlendirilmesi, maaş kesintileri tehdit etmemektedir. Kapitalist ülkelerde, işgücü fazlalığı, işverenlere, işçilerin maaşlarını düşürme olanağı tanır. Sovyet Anayasası’nın aynı 118. maddesi şunları söyler:

SSCB vatandaşları … emeklerinin miktar ve niteliğine göre ücretlendirildikleri …. bir işe sahip olma  hakkına sahiptirler.

3. ULUSLAR SORUNU

Sovyet demokrasisinin, Sovyet anayasasının içeriğini belirleyen dördüncü temelini, ulusal baskının olmaması oluşturur; yani halkların tam eşitliğini garanti altına alması.

Sovyet anayasası, tüm halkların ve ırkların geçmişteki ve o anki durumundan bağımsız olarak, güçleri ve zayıflıklarından bağımsız olarak, toplumun ekonomik, sosyal, devletsel ve kültürel yaşamının her alanında aynı haklara sahip olması gereğinden hareket eder.

25 Kasım 1936’da, J. V. Stalin, anayasa taslağını açıkladığı raporunda bunları söylemiştir. Stalinci Anayasa, 123. maddede, Sovyetler Birliği’nin bütün yurttaşlarının tam eşitliğini güvenceye alır:

Yurttaşların haklarının bir ırka veya ulusa aidiyeti nedeniyle, her ne türden olursa olsun, doğrudan ya da dolaylı olarak kısıtlanması veya tersinden, doğrudan ya da dolaylı olarak iltimas konusu edilmesi, yine, ırksal ya da ulusal bir özellik veya bir ırka ya da ulusa yönelik nefret ve bir ırkın veya ulusun aşağı görülmesi yasalarca cezalandırılır.

Bu sorunda, Sovyet Anayasası, kimi halkların geri kalmışlığının doğuştan gelen niteliksel farklılıklardan kaynaklanmadığı, aksine, bu halkların altında yaşadıkları ve geliştikleri tarihsel koşullara ve üretim yöntemlerinin geriliğine bağlı olduğu ilkesinden hareket eder. Bu gerilik, genellikle bir sömürgenin ağır baskısıyla ve de insanlığın çoğunluğunun kapitalist ülkeler tarafından uğratıldığı politik, ekonomik, kültürel ve moral yalıtılmışlıkla suni olarak sürdürülmüştür. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği halklarının yaşamı, SSCB’nin en geri uluslarının da (bilimler akademisinin özel komisyonlarının üzerinde çalıştıkları) bir yazına sahip olma ve anadilin öğrenilmesi ve geliştirilmesi hakkını elde ettikten, devlet yönetimine katılma hakkına kavuştuktan sonra, büyük bir hızla gelişmeye başladıklarını ve bu halklar içinden bilim insanları, yazarlar, sanatçılar ve çok yetenekli komutanlar yetiştiğini göstermiştir.

(…. …. ….)

4. GENİŞ HALK KİTLELERİNİN DEVLET YÖNETİMİNE KATILMASI

Bir anayasanın veya bir düzenin demokratikliği, anayasalarda bunun ne şekilde güvence altına alınmış olduğu konusunda, her şeyden önce, geniş halk kitlelerinin devletin yönetimine ne ölçüde katıldıkları ve bu kitlelerin devlet yönetiminde nasıl bir rol oynadıkları ışığında bir yargıya varmak mümkündür. Sovyet Rusya işçi ve köylülerinin devlet erki, daha ilk adımlarından itibaren, etkin halk kitlelerinin devlet yönetimine en geniş bir biçimde katılımını sağlayacak toplumsal yaşam koşullarını yaratmayı kendine görev edinmiştir. Sovyet demokrasisi, ülkenin politik, ekonomik ve kültürel yaşamında halk kitlelerinin inisiyatifini uyandırmayı amaçlamaktadır. Bu hedefe ulaşılmıştır ve 18 yaşını geçmiş her yurttaşın seçimlere katılma, 23 yaşını geçtikten sonra da seçilme hakkı, anayasal olarak güvence altına alınmıştır. Bu konudaki tek sınırlama, yalnızca yaş, mahkeme kararları ve zihinsel yeteneklerin yetersizliği konusundadır. Bu durum, tüm sınıfları ortadan kaldırmış ve emekçilerden oluşan tek bir halk yaratmış bulunan Sovyet devleti tarafından yaratılmıştır.

5. SOVYET DEVLETİNİN YÖNETİMİ

Sovyet devleti, anayasada, sosyalist işçi ve köyle devleti olarak anılır. Tüm erk, kentlerde olduğu gibi, kırsal alanda da, emekçilerin seçilmiş temsilcileri olan Sovyetlerin elinde bulunur. Devlet erkinin en yüksek organı, Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Yüksek Sovyeti’dir.

Yeni Yüksek Sovyet için ilk seçimler 12 Eylül 1937’de gerçekleştirildi. Bu seçimlerin öncesinde iki aylık bir seçim kampanyası yürütüldü. Bu tür bir seçim kampanyası, Sovyetler Birliği’nde nasıl bir niteliğe sahiptir? Burjuva demokrasilerinde olduğu gibi, birtakım partilerin mücadelesi biçiminde midir? Hayır. İki ay boyunca, düşünsel ve politik olarak bütünsel bir toplumu oluşturan halk, kendilerini temsil etmek üzere, kadın, erkek en iyi evlatlarını seçmiştir. Bu seçim şu şekilde gerçekleşti: Genel işyeri toplantılarında, fabrikalarda, kolektif üretim çiftliklerinde vb. çalışmaları ve eylemleriyle herkesin güvenini kazanmış en iyi ve en saygın kişiler aday gösterildiler. Bu sırada partililikleri değil, tersine, yalnızca eylemleriyle halka yararlılıkları dikkate alındı. Komünistler partisizleri aday gösterdi ve tersinden, partisizler komünistleri aday gösterdiler. Bu seçimler, tüm halkın gerçek birliğini ortaya koydu.  Komünistlerle partisizlerin seçimlerde oluşturdukları bu blok, tüm halkın birliğinin bir sembolünü oluşturdu adeta. Seçmen haklarının bir özelliğini, seçmenlerin, hakkında görevini gereği gibi yapmadığını düşündükleri temsilcilerini her an görevden alabilmeleri oluşturur. Bu, en küçük köy Sovyetinden başlayarak, SSCB Yüksek Sovyeti’ne dek, her seçilmiş vekilin seçmenleri karşısında sorumlu olması anlamına gelir. Yüksek Sovyet, dört yıllığına seçilir ve iki sovyetten oluşur. Birlik Sovyeti ve Uluslar Sovyeti. Her 300 bin Sovyet yurttaşı, Birlik Sovyeti’ne bir vekil seçer. Bu, en kalabalık nüfusa sahip cumhuriyetin bu sovyette en fazla sayıda vekile sahip olduğu anlamına gelir. Uluslar Sovyeti’ne ise, her ulus diğerleriyle eşit sayıda vekil gönderir.

İki sovyet sistemi ne demektir ve neye hizmet eder? Bu iki sovyet, tamamen aynı haklara sahiptir. Yasa tasarıları hazırlama ve varolan yasaları basit çoğunlukla, çoğu durumda, ortak bir toplantıda onaylama hakkına sahiptirler.

İki sovyet arasındaki fark nedir ve genel olarak Sovyetler Birliği’nde ikinci bir sovyete ihtiyaç var mıdır? 50’yi aşkın ulusu kapsayan Sovyetler Birliği, kendisine bağlı ulusların hızlı gelişiminin çıkarlarını gözeterek, tüm ulusların, şu ya da bu ulusun sayısal gücünden bağımsız olarak, aynı sayıda vekille temsil edildikleri ikinci bir sovyet yarattı. Örneğin 108 milyon nüfuslu Sovyet Rusya’nın Uluslar Sovyeti’ndeki vekil sayısı, örneğin 1,5 milyon nüfuslu Tacik Sovyet Cumhuriyeti’ninkiyle aynıdır. Bu yolla, Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan bütün ulusların devlet yönetimine olabildiğince en büyük katılımına ulaşılmıştır. Sayısal olarak en küçük halklar bile, dil, adetler, kültür vb. özellikleriyle ilintili kendine özgü ulusal sorunlarını ortaya koyma olanağına sahiptir. Böyle bir devlet örgütlenmesi, tüm Sovyet halkları arasındaki dostluğu ve işbirliğini sağlamlaştırmaktadır; çünkü, her bir ulus, ihtiyaçlarını, doğrudan en yüksek devlet organlarına taşıma olanağına sahiptir. Uluslar Sovyeti’nin devletsel önemi ve anlamı budur.

Sovyetler Birliği’nde, Yüksek Sovyet, senede iki kez olağan toplantısını yapar. Tüm Birlik için geçerli olacak ve bütün birlik cumhuriyetlerinin dillerinde yayınlanmakta olan yasaları çıkarma hakkına sahiptir. Ayrıca devlet bütçesini onaylama, anlaşmalar tasdik etme, bakanlar atama ve görevden alma gibi haklara sahiptir. Ne var ki, Yüksek Sovyet sürekli çalışmadığından, süren bütün işleri yürüten ve Yüksek Sovyet’in toplantıları arasındaki süreçte en yüksek devlet erkini temsil eden bir devlet organına ihtiyaç vardır. Bu organı, Yüksek Sovyet Divanı oluşturur ve bu organ iki sovyetin üst kurullarının ortak bir oturumunda seçilir. Yüksek Sovyet’in Divanı, bir başkandan, 16 temsilciden (Birlik cumhuriyetlerinin sayısının karşılığı olarak), bir sekreter ve 24 üyeden oluşur. Çıkarılmış yasalara dayanarak, Divan geçici kararnameler yayınlar, bunların ise, Yüksek Sovyet’in olağan toplantılarında onaylanması gerekir. Divan, SSCB silahlı kuvvetlerinin başkumandanını atar ve görevden alır, seferberlikler ilan eder, bakanları atar ve Yüksek Sovyet’in sonraki onayıyla görevden alır, savaş durumu ilan eder, uluslararası anlaşmaları onaylar vb.; yani farklı bir deyişle, devlet işlerinin tamamını yürütür, ama Yüksek Sovyet karşısında sorumludur.

Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da, yukarıda saydığımız fonksiyonlara, ya devlet başkanı ya da Kral sahiptir. J. V. Stalin, Yüksek Sovyet Divanı’nı, haklı olarak, “Başkanlar Kurulu” olarak adlandırmıştır. Ne var ki, bu kurulun haklarının, burjuva demokrasilerinin başkanlarının haklarından önemli bir farkı vardır. Örneğin, bir burjuva demokrasisinin başkanı, her yasa tasarısını veto edebilir veya hükümeti tasfiye edebilir, yani istediği anda emekçilerin, yasaları kendi lehlerine değiştirme girişimlerini engelleyebilir. Ayrıca başkan, anayasayı rafa kaldırıp, olağanüstü hal yasaları aracılığıyla iktidarını yürütebilir. Örneğin Weimar Anayasası’nın 48. maddesi, başkanın bu anlamdaki haklarını güvence altına almıştı.

Sovyet halkının demokrasisinin, buna karşılık, bir tek tam yetkiye sahip organı vardır, diğer bütün devlet organları ona karşı sorumludur ve onun onayı olmadan tek bir devlet kararı kabul edilip onaylanamaz. Yüksek Sovyet’in erkini sınırlayabilecek başka bir organ yoktur. Halk erkinin en yüksek organıdır. Aynı şekilde, Yüksek Sovyet (her bir adayın oylanması yoluyla), Sovyetler Birliği’nin en yüksek yürütme organı olan Bakanlar Kurulu’nu onaylar. Bakanlar Kurulu, bütün çalışmalarında, Yüksek Sovyet’e karşı sorumludur. Birlik cumhuriyetlerinde, özerk cumhuriyetlerinde ve Sovyetler Birliği bölgelerinde, halkın erki, aynı ilke doğrultusunda örgütlenmiştir. Her birlik cumhuriyeti, her şeyden önce, tek tek ulusların haklarını ikinci bir kez güçlendiren kendi anayasasına sahiptir. Birlik cumhuriyetlerinin Yüksek Sovyet’leri, SSCB Yüksek Sovyeti’nden, birlik cumhuriyetlerinde, yani ulusal cumhuriyetlerde, bütün özerk cumhuriyetler ve ulusal bölgelerin zaten uluslar kurulunda temsil edilmesinden dolayı, ayrıca bir Uluslar Sovyeti yaratma gereğinin bulunmamasıyla ayrılır. Bu olgu, ulus cumhuriyetlerinin Yüksek Sovyetleri’ne, tek bir sovyetle işlerini yürütme olanağını verir. İki yıllığına seçilen bölge, nahiye, belde ve köy Sovyetleri, kendi yerellerinde tam yetkiye sahiptirler ve hiçbir şekilde burjuva cumhuriyetlerdeki öz yönetim organlarıyla karşılaştırılamazlar. Yerel sovyetler, kendi alanlarındaki politik, ekonomik ve kültürel yaşamın bütün sorunlarını yönetirler.

6. HALKLARIN HAKLARININ ZAFERİ

Devletin gücü ve yaşama yeteneği, tehlike anlarında ve tarihsel sınav dönemlerinde ortaya çıkar. Sovyetler Birliği, faşist güçlerin ağır darbesine dayandı ve bu savaştan moral olarak daha da güçlenmiş ve birleşmiş olarak çıktı. Bu, Sovyet demokrasisinin halkçılığının ölçütünü ifade etmektedir; çünkü demokrasiyi, lafa göre değil, meyvelerine göre değerlendirmek gerekir. Ellerinin emeği olan bu meyveleri, Sovyet insanı savaştan çok önce gördü. Lenin, Sovyet insanının ülkesine yaklaşımını aşağıdaki gibi karakterize etmiştir:

İşçi ve köylülerin çoğunluğu, kendi Sovyet iktidarının –emekçilerin iktidarı–  zaferi halinde, kendilerine ve çocuklarına kültürün bütün nimetlerini, insan emeğinin tüm yaratılarını tatma olanağını güvence altına alacak bir eseri savunduklarının bilincinde olan, bunu hisseden ve gören bir halkı yenmek asla mümkün değildir. (Lenin Eserler Cilt XXIV. Sf. 259 / Rusça)

Sovyetler Birliği’nde, 1936 yılında, bugün geçerli olan anayasa hazırlandığı sırada, “kültürün bütün nimetlerinin ve insan emeğinin tüm yaratılarını tatma” olanağını güvenceye alabilecek önkoşullar yaratılmış bulunuyordu. Sovyet halkının yaşamındaki elde edilmiş haklar ve özellikler, Stalinist 1936 anayasasında güvence altına alınmıştır.

Bitirirken, Sovyet devletinin anayasası ile, en radikalleri dahil olmak üzere, burjuva anayasalar arasındaki farka bir kez vurgu yapalım. Bu fark, Sovyet anayasasının, yurttaşlarının biçimsel haklarının açıklanması ya da saptanmasıyla yetinmemesinden, tersine, dikkatini, bu hakların güvence altına almasına, bu hakların gerçekleştirilmesinin araçları sorununa yoğunlaştırmasından oluşur.

Sovyet halk demokrasisinin gerçekliğini yansıtan Sovyet anayasasının gücü buradan gelir.

Yunanistan Seçimlerine İlişkin Bazı Ayrıntılar

Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da yapılan erken seçimler hükümet partisi Yeni Demokrasi’nin yeni hükümeti kıl payıyla kurmasına olanak tanımış olsa da, Meclis’te dengelerin önemli ölçüde değişmesine neden oldu. Yeni Demokrasi ve ana muhalefet partisi PASOK önemli oranda oy kaybederlerken, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve Radikal Sol Koalisyon (Sinaspismos) güçlerini ikiye katladılar.

Yunanistan’ın yakın tarihinde sahip oldukları güçten dolayı iki partili sistem görünümü yaratacak kadar etkili olan iki partinin son seçimlerde oylarını kaybetmesi ve karşılığında solun güçlenmesi, bu seçimlere damgasını vuran ayrıntı olarak algılanmalıdır. Çünkü, uluslararası hareketin nesnel durumu ve sermayenin cepheden başlattığı her alandaki saldırılar karşısında aynı oranda bir tepkinin doğamamış olmasından kaynaklanan sorunlar nedeniyle, bu iki parti, birbirlerine alternatif olarak tanıtılmakta ve her defasında yeni vaat ve demagojilerle kitleleri arkalarından sürüklemekteydiler. Bugün hâlâ bu olanağa önemli ölçüde sahip olsalar da, seçim sonuçları, sol güçlerin, pusulanın ibresini yeni bir yöne doğru çevirme olanaklarını geliştirdiklerini ya da bunu başarma yolunda önemli bir adım attıklarını göstermektedir.

Sonuçlar, sermaye hükümetinin izlediği politikalara karşı halkın  huzursuzluk ve tepkilerinin boyutlarını ortaya koyarken, bir yandan da, işçi ve emekçilerin günlük talepleri ve kazanımları ileri sürülerek, ancak bunun etrafında maddi bir güç oluşturulabileceğini ortaya koymaktadır.

Kuşkusuz, proletarya ve halk kitlelerinin bilinç ve örgütlenme düzeyi hareketi ileri noktalara taşıyacak dinamiklere sahipse, objektif şartların uygunluğu bir anlam ifade etmektedir. Tersi durum, ucu açık bir süreçtir ve sermayenin her yönden müdahalesine her tür olanağı sağlamaktadır. Dolayısıyla, objektif şartların uygunluğunun kitleleri ille de doğru tercihlere yönelteceği ya da sistemden kopma eğilimlerinin mutlaka doğru ve gerekli olan devrimci hedeflere yönelmesine neden olacağı beklentisi bir yanılgıdır.

Her şeyden önce, bunun bilincinde bir seçim faaliyetinin başlatıldığını ve izlenen seçim politikalarının genel tepkiyi nasıl maddi bir güce dönüştürebileceği göz önünde bulundurularak, somut sloganların tespit edildiğini vurgulamak lazım. Yeni Demokrasi ve PASOK’un birbirinden farksız olduğu, sonuçta kendi yararına bir şeylerin değişmediği, oysa yaratılan beklenti ve umutlar dolayısıyla bu iki partiye oy verdiğini söyleyen halka, işçi ve emekçilere “PASOK ve Yeni Demokrasi değişmeyecek, sen değiş” sloganıyla gidilmiştir. Seçim sürecinin başından sonuna kadar, özellikle eğitim, sağlık, işsizlik, çevre sorunları ve özelleştirmeler üzerinde durularak, alternatif politikalar anlatılmış ve halka, işçi ve emekçilere, köylüye ve gençlere “kendi gücünüze güvenin” temel mesajı verilerek, alternatif bir gücün örgütlenmesi çağrısı yapılmıştır.

Özelleştirme ve taşeronlaştırmadan, sosyal güvenlik sisteminin değiştirilmesine, üniversiteleri tekellerin yan kuruluşları durumuna getiren politikalara ve yakın tarihlerde ormanlarla birlikte buralarda yaşayan yüz binlerce köylünün yaşamını bir anda cehenneme çeviren yangınlara kadar, her şeyin sorumlusu olan sermaye ve onun temsilcisi hükümetin, halkın, işçi ve emekçilerin çıkarlarını gözetmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla da, yeni hükümetin de halkın hükümeti olmayacağını vurgulayan KKE, halka açık ve net çağrılarda bulunmuştur:

“Yeni kurulacak hükümet ne kadar güçsüz ve istikrarsız olursa o kadar halkın yararınadır” diyerek radikal bir tutum alan ve bunu seçim çalışmalarının her aşamasında dile getiren KKE, karşı cephenin sözcüsü olduğunu kanıtlamıştır. Hükümetin ve ana muhalefetin sözünü ettiği “reformlar”ın veya “reformlara devam”ın önüne geçebilmenin, istikrarsız bir hükümetin olması durumunda daha da    kolaylaşacağı halka anlatılmış, böylelikle, sermayenin istikrar anlayışıyla halkın çıkarları kaygısını güden istikrar kavramının arasına kalın ve net bir sınır çekilmiştir.                                     Sermaye basını tarafından, KKE’nin hükümet krizi anlamına gelen “zayıf bir hükümet” politikasının doğru olmadığı ve ülke çıkarlarını gözetmediği yönünde    demagojilere ağırlık verilmişse de, beklenen sonuç alınamamıştır. PASOK’un hükümet kurmasına daha sıcak bakan belli sermaye kesimlerinin PASOK–SİNASPİSMOS koalisyonunu önermesi KKE tarafından eleştirilerek, halkın çıkarlarına ters politikalara dolgu malzemesi olunmaması vurgulanmış ve bu noktada da, istikrarı sağlayamayacak zayıf bir hükümet kurulmasının önemine dikkat çekmiştir.

Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da şudur: Yerel seçimlerde olduğu gibi, milletvekili seçimlerinde de “kuşatılmış kitle” olarak adlandırılan Yeni Demokrasi ve PASOK’un etkisi altındaki kesimlere yönelik propaganda ve ajitasyona özel bir önem verilmiş ve KKE’nin ideolojik birlik oluşturma çabası içinde olmadığı söylenmiş, işçi ve emekçilerin, ekonomik ve demokratik hakları için KKE’ye oy vermelerinin sermayeye karşı halkın muhalefetine destek anlamına geldiği belirtilmiştir.

Seçim çalışmaları ve propagandasını, günde 7 haftada 35 saat çalışma süresi, özelleştirmelerin durdurulması, parasız sağlık ve eğitim, işsizliğin ortadan kaldırılması, işsizlik parasının yükseltilmesi, emeklilik yaşının kadınlarda 50 erkeklerde 55 olması, emeklilik aylıklarının yükseltilmesi, zaruri tüketim mallarının fiyatının düşürülmesi, aylıkların modern bir işçi ailesinin giderleri göz önüne alınarak yükseltilmesi vb. üzerinden yürüten KKE; bu hakların ancak mücadele ederek ve güçlü bir halk muhalefeti yaratarak elde edileceğini belirtmiş, gündem oluşturmayan konulara ilişkin soyut sloganlardan uzak kalmasını bilmiştir.

Yunanistan’da, özellikle son yıllarda, başta kazanılmış olan birçok hak ya gaspedilmiş ya da gasp edilmeleri hükümetlerin programına girmiştir. AB-hükümet merkezli politikalar, tekelci sermayenin çıkar ve kaygıları göz önünde bulundurularak değiştirilmiş, dolayısıyla izlenen bu işçi emekçi karşıtı politikalar, halkın, geçmiş yıllarla kıyaslandığında, önemli boyutlarda yoksullaşmasına, işsizliğin artmasına, iş güvencesinin yok edilmesine, küçük üreticilerin dağılma noktasına gelmesine, köylülerin borç batağına sürüklenerek üretim yapamaz olmalarına, sağlık ve eğitim alanında yapılan değişiklik nedeniyle emekçi ailelerinde ciddi sorunların yaşanmasına vb. neden olmuştur. Gelinen bu noktadan Yeni Demokrasi ve PASOK’u sorumlu tutan işçi ve emekçiler, dönem dönem grev, genel grev ve değişik biçimlerle karşı tutumunu ortaya koymuş, hatta hükümeti tehdit eden boyutlara varan grev ve direnişler yaşanmıştır. Liman işçilerinin grevini kırmak için olağanüstü hal ilan edilmiş, eğitim emekçilerinin grevi mahkeme salonlarına taşınmış, karalama ve terör politikaları devreye sokulmuştur. Öğrencilerin geçen öğretim yılı başlarında üniversite ve liselerde başlattıkları boykot ve işgaller karşısında, bir ayda geçirileceği söylenen yasa aylar sonra geçirilebilmiş, ancak uygulama olanağı bulamamıştır. Çok güçlü olarak ortaya çıkmasa da, köylü hareketi dönem dönem kabarma eğilimleri içine girmiş, her defasında, hükümet, bakanlarla köylere çıkarma yaparak, bin bir vaatle hareketin önüne geçmeye çalışmıştır.

Bütün bunlar, kuşkusuz, güçlü iki düzen partisine duyulan öfkenin artmasına yol açmıştır. Ancak görünen o ki, bu seçimlerde, yüz binlerce kişi bu partilerden yollarını ayırarak, ya küçük partilere yönelmiş ya da %20’leri bulan oranda geçersiz oy kullanmış ya da hiç sandıklara gitmemiştir.

Yaşanan bu süreçten dolayı, burjuva basını ve sermaye sözcüleri, SİNASPİSMOS ve KKE’ye giden oyları, “küskünler” ya da “protesto” oyları olarak ele almakta ve bu doğrultuda değerlendirmelerde bulunmaktadır. Ancak bu iddia gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü, bu partilerin aldıkları oyları, sadece seçim sürecinde kazanılmış oylar olarak değerlendirmek mümkün değil. Emekçilerin iki düzen partisinden uzaklaşmaya yönelmesinin, uzun süreden beridir yapılan çalışmaların ve verilen mücadelenin bir ürünü olduğunu söylemek, gerçeği dile getirmek olacaktır. Durum iddia edildiği gibi olsa ve sadece seçim kampanyası sürecinin “küskünler”i ve oylarını etkilediği varsayılsa, tam tersine, bu partilerin güç kaybetmesi gerekirdi. Çünkü, seçim dönemi SİNASPİSMOS ve özellikle KKE’ye yoğun saldırıların yapıldığı bir dönem olarak yaşandı. Öğrenci eylemlerini “terör”, destek verenleri ise “terörü destekleyenler” olarak değerlendiren şer politikaları hâlâ gündemden düşmüş değildi ve bu eylemleri destekleyen iki parti saldırı altındaydı. Seçim süreci boyunca, Yeni Demokrasi ve PASOK eğitim alanında yapılacak “reformlar”dan; KKE ve Sinaspismos ise, hareketin arkasında duracaklarından bahsettiler. Aynı şey, işçilerin grev ve direnişleri için de geçerli. Üstelik, PASOK, özellikle KKE’ye verilecek oyların Yeni Demokrasi’ye verilmiş olacağı propagandasını ağırlıkla işledi. Dolayısıyla, yalnızca seçim kampanyası dönemi dikkate alınacak ve yalnızca “küskünler”le sınırlı bir değerlendirme yapılacak olsa, KKE’nin oylarını artırmış olması gerçeği açıklanamaz olarak kalır. Tersine, KKE’nin oylarını artırmış olması, uzun süreli bir çalışmanın ve özellikle öğrenci ve işçi eylemleri karşısındaki doğru tutum ve politikalarının bir ürünü olarak görülmelidir.*

Bunların yanında, KKE, daha erken seçim tarihi belirlenmeden önce, hükümetin kitleler nezdinde devamlı güç kaybettiğini ve daha fazla yıpranmamak için erken seçimi kurtuluş çaresi olarak gördüğünü belirtmiş ve tüm gücüyle seçim sürecini başlatmıştır. Hükümet erken seçim ilan ettiğinde, KKE adaylarını belirlemiş, tabanda toplantılarını gerçekleştirmiş, içe dönük genelgelerle seçim süreci ve politikası hakkında örgütlerini hazırlamıştı. Günlük yayın organı da bu doğrultuda yayın yapmaktaydı. Hatta daha seçim tarihi ortada yokken, KKE’nin gençlik örgütünün on yıllardan beridir yaptığı ve büyük bir organizasyon ve çalışma gerektiren geleneksel gençlik festivali, seçim çalışmalarını aksatacağı gerekçesiyle iptal edilmişti.

KKE’nin oylarının tamamı, büyük şehirlerde ve işçi ve emekçilerin yoğun oldukları yerlerde artmıştır. Fabrikalar, işkolları, atölyeler temelinde çalışmalar esas alınmış, Atina’nın güney kesimlerinde ve Pire liman kentinde %20’lerin üzerinde bir artış sağlanmıştır. Bu bölgelerde, yıllardan beridir işçi emekçi hareketi içinde yer alan sendikacıların aday gösterilmesi, işçilerin güvenini kazanmış ve günlük mücadelenin içinde olan ve ön plana çıkan dört sendikacı milletvekili seçilmiştir.

Seçim sürecinin başlamasıyla birlikte kurulan seçim komitelerinin önüne somut görevler konmuş, mümkün olduğunca geniş katılımlı komiteler olmalarına dikkat edilmiş ve seçim süreciyle beraber, giderleri karşılamak için yardım kampanyası örgütlenmiş; seçim faaliyeti yürüten her partili ve sempatizan, aynı zamanda, yardım kampanyasının başarısı için aktif olarak çalışmıştır.

Seçim çalışmaları boyunca, akademisyenlerin, aydınların ve sanatçıların içinde yer aldığı faaliyetlere önem verilerek, bu kesim aracılığıyla da halka çağrılar yapılması ihmal edilmemiştir. Aday gösterilen akademisyen ve sanatçılardan üçü, milletvekili olarak seçilmiştir.

Yeni Demokrasi’nin kurduğu hükümet, bir öncekiyle kıyaslanamayacak kadar kırılgan ve güçsüz durumda. Ana muhalefet partisi PASOK da, alternatif olma yolunda güçlü adımlar atacak izlenimi vermiyor. Sol için ise, güçleri örgütleyip sermaye karşısına geniş bir cephe olarak çıkmanın olanakları gelişmektedir. İşçi emekçi hareketi açısından önemli bir sürece girilebilir. Daha şimdiden, AB’nin direttiği birçok değişikliğin nasıl yapılacağı, ayağa kalkacak kitleyi hangi gücün durduracağı üzerine tartışmalar yapılmaya başlandı bile. Hareketin daha ileri noktalara taşınmasının olanakları bugün daha da olgunlaşmış durumda.



* Burada, 22 Temmuz’da yapılan Türkiye seçimleriyle bir karşılaştırma yararlı olacak: Bir işçi, öğrenci vb. eylemleri, direniş ve grevleri sürecinden.geçerek seçim dönemine girmemiş Türkiye’de, seçim döneminde oluşan dalgalanmalarla oluşan “küskünler” ya da “protesto oyları”, “bölücülük” ve “terörizm destekçiliği” vb. milliyetçi, ırkçı şoven faşist baskı altına alınan ve bir dizi emekçi sınıf ve tabakanın mücadelesiyle gelişen bir halk muhalefeti içinde kendisini ve politikalarını ikna edici biçimde anlatamamış olan devrimci ve sosyalistlere değil, ama AKP’ye yöneldi. Öncesindeki politik mücadelelerden beslenmiyorsa, yalnızca seçim kampanyaları, özellikle devrimci ve sosyalist partilerin oylarını artırmalarının etkeni olmaz. Tayin edici olan, kendi başına, başarılı ya da başarısız seçim kampanyaları değil, ama, hiç değilse belirli bir dönemi kapsayan politik mücadelenin kendisidir.

Üniversiteler Açılırken

22 Temmuz seçimleri öncesi, cumhurbaşkanlığı seçimi ve yapılan mitingler ile tartışmanın merkezine oturan üniversiteler, yeni eğitim dönemine başlıyor. Üniversiteler içerisinde yürüteceğimiz çalışmayı planlamak, hangi hedeflere, hangi araçları nasıl kullanarak ilerlememiz gerekecek sorularına cevap vermek için, öncelikle, üniversitelerin son birkaç yıl içerisinde geçirdiği değişimi anlamamız, yeni döneme dair plan ve hedeflerimizi bu çerçevede yapmamız gerekiyor.

Üniversite, AKP’nin hükümet olması ile birlikte, uzun yıllar sonra, tekrar siyasi arenada en çok tartışılan kurum haline geldi. AKP ve CHP etrafında şekillendirilen laik-dinci kamplaşması ve YÖK ile beraber üniversite yönetimlerinin bu kamplaşmada taraf (daha çok da kendini “laik” veya “Kemalist” olarak ifade eden kesim olarak) olması, üniversiteleri bu kutuplaşmanın merkezine yerleştirdi.

Bugün var olan laik-şeriatçı kutuplaşma ve çatışmasının, ilk olarak üniversiteler ile hükümet arasında başladığını söylemek abartı olmasa gerek. Hükümetin dört yıl önce üniversiteleri yeniden yapılandırmak için başlattığı YÖK yerine YEK tartışması, belki de, üniversitelerde, uzun yıllar sonra iki farklı kesimi karşı karşıya getirdi. AKP’nin, ilerleyen süreçte, karşıt görüşteki rektörlere yönelik başlattığı “linç” girişimi (100. yıl üniversitesi rektörü Yücel Aşkın’ın tutuklanması, daha sonra 19 Mayıs üniversitesi rektörü hakkında başlatılan inceleme en somut örneklerdir), buna karşı birçok rektör ve öğretim elemanının katılımıyla düzenlenen Anıtkabir yürüyüşü, bu kamplaşmada üniversitelerin konumlandığı noktayı işaret eden olaylardan bazılarıdır. Ancak burada hemen belirtmemiz gerekir ki; YÖK  ve rektörlerin AKP hükümetine karşı bu girişimleri, üniversite öğrencileri ve geniş akademik çevrelerde destek bulamamıştır. Bunun nedeni, YÖK’ün yıllardır üniversiteler üzerinde oluşturduğu baskıcı, statükocu yapı ile birlikte bu kurumun yüksek öğrenim gençliği içerisinde teşhir olmasıdır. Bazı üniversitelerde rektörlerin çağrıları ile mitingler düzenlenmeye çalışılmış, ancak bu girişimler fiyasko ile sonuçlanmıştır.

2006-2007 eğitim dönemi içerisinde bu tabloda büyük değişiklikler meydana geldi. Başlangıçta üniversite yönetimleri ile hükümet arasında gibi yansıyan kutuplaşma, özellikle son bir yıl içerisinde, toplumun tüm kesimlerini olduğu gibi, üniversite gençliğini de kapsadı. Çeşitli metropollerde yapılan Cumhuriyet Mitingleri, üniversitelerin, yaratılan kamplaşma içerisine çekilmesinde en üst düzeye ulaştı. Ülke genelinde oluşturulan gerginlik ortamını kullanarak, öğrencilerle burs ve çeşitli sosyal aktiviteler aracılığıyla bağ kurmuş Çağdaş Yaşam Dernekleri, Atatürkçü Düşünce Dernekleri gibi kurumlar, üniversitelerde daha etkin hale geldiler. Birçok üniversite yönetiminin okullarda pankartlar asarak, otobüsler kaldırarak miting çağrıları yapması, geniş yığınların taraf haline getirilmesinde etkili olan diğer nedenlerden bazılarıdır.

Özetlemek gerekirse, geçen dönem üniversite öğrencileri ülke genelinde yaratılan laik-şeriatçı kamplaşmasına dahil edildi. Elbette bu, sadece Cumhuriyet Mitingleri aracılığıyla gerçekleşmedi. Yukarıda ana hatları ile değindiğimiz sürecin ve bir takım olayların sonucunda olgunlaşan bu eğilim, her kesimde olduğu gibi, üniversitelerde de, mitingler ile doruk noktasına ulaştı.

Şunu söyleyebiliriz ki; bugün üniversite gençliği, laiklik, Batıcılık, ilericilik gibi kılıflarla üstü kapatılmaya çalışılan statükocu, baskıcı, milliyetçi anlayış ile başını hükümette bulunan AKP’nin çektiği neo-liberal İslamcı gericilik arasında bir tercihe zorlanmaktadır. Her iki kesim, üniversiteler içerisinde çeşitli oluşumlarla (bir tarafta Çağdaş Yaşam ve Atatürkçü Düşünce Dernekleri, diğer tarafta ise, özellikle yurtlarda ve öğrenci evleri merkezli örgütlenmeye çalışan Fethullahçı, Süleymancı vb. tarikatçı, Hizbullah vb. örgütlenmeleri) geniş öğrenci yığınları içerisinde etkili olmaya çalışmaktadır.

ANAYASA TARTIŞMALARI VE YARATTIĞI OLANAKLAR

Açık ki, üniversitelerde geniş kesimleri etkilemeyi başaran bu iki akım, liberal İslamcı akım ile statükocu, baskıcı, milliyetçi akım, üniversitede yürüteceğimiz çalışmalarda teşhir edeceğimiz iki ana akım durumundadır. AKP’nin ikinci defa hükümet olmasının hemen ardından başlattığı anayasa tartışması, bu yönü ile birçok olanak sunmaktadır. “Sivil anayasa” iddiası ile ortaya atılan, ancak kapalı kapılar arkasında halktan gizlenerek hazırlanan taslak, AKP’nin bu iddiasının daha işin başında boş bir hayal olduğunu gösteriyor. AKP’nin “bilim kurulu” içinde yer alan üçü-beşi dışında akademisyen ve öğrencilerin tümünün anayasa tartışmasının dışına itilmesi, daha okullar açılmadan bu çevrelerin tepkisini çekmiş durumda. Üniversitelerdeki çalışmamızda, bu tepkiyi temel dayanak yaparak ve güçlendirmeye çalışarak ilerlememiz gerekiyor. Anayasa tartışmalarında üniversiteler, birçok meselede olduğu gibi, yine türban tartışmasına sıkıştırılmaya çalışılarak, üniversite öğrencilerinin yıllarca mücadele ettiği talepler görmezden geliniyor. Başını CHP’nin çektiği statükocu kesimler ise, bildik 80 yıllık nakaratları tekrarlıyor. Kürt sorununa ilişkin her türlü demokratik açılım ihtimaline karşı “bölünmez bütünlük” üzerinde duruyor; geri kalan zamanlarını ise, türban tartışmaları ve şeriat tehlikesine ayırarak, mevcut anayasanın “sosyal, laik, hukuk devleti” maddesinin  dokunulmazlığını tekrarlayıp vuruyorlar.

Anayasa hazırlık döneminin bu özellikleri dikkate alındığında, üniversitelerde yürüteceğimiz çalışmada, öncelikle, kurulduğu günden bugüne bilimsel, özerk ve demokratik üniversite talebi karşısında bir baskı aracı olarak kullanılan YÖK’ün kaldırılması hiçbir kaygıya düşülmeden talep edilmelidir. Sorun, YÖK’ün sadece ismen değiştirilmesi değil, ilerlemenin önünde duran tüm yetkileri ile ortadan kaldırılmasıdır. Her yıl, YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım’da, ülkenin birçok yerinde çeşitli eylemler yapılıyor. Bu eylemlerin her geçen yıl daraldığı, çeşitli fraksiyonlar arası rekabete vesile olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak bu gerçeğin bilinmesi, bundan önceki yıllarda, sorunun giderilmesine, yani 6 Kasım’ın geniş öğrenci yığınları içerisinde tartışılmasına ve öğrenci kitlesinin YÖK karşıtı mücadeleye çekilmesine vesile olamadı. Anayasa tartışmaları bu eksiklikleri gidermek açısından doğru ele alınmalı ve 6 Kasım, akademisyenlerin, öğrencilerin nasıl bir anayasa istediklerini ortaya koyabilecekleri ve tartışmalarını ilerletecek, güçlendirecek bir araç olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca öğrencilerin üniversite yönetimlerine katılmaları, ÖTK’nın bu işlevi yerine getirebilmesi için çeşitli düzenlemelerin (bütçe, iletişim, seçim vs..) yapılması ve bu düzenlemelerin anayasada güvence altına alınması talep edilmelidir. Bu yönlü düşündüğümüzde, “özerk üniversite, demokratik anayasa” talebi çalışmamızın merkezinde yer almalıdır. Anayasa tartışmaları kapsamında, Kürt sorunu başta olmak üzere anayasada çeşitli demokratik açılımlarına, din ve vicdan özgürlüğü gibi ülke halkını yakından ilgilendiren sorunlara ilişkin aydınlatma faaliyeti yürütmemiz ve üniversitelerde geniş kesimleri kapsayan tartışma olanakları yaratmamız gerekir. Örnek vermek gerekirse; üniversitelerde akademisyen ve öğrenciler içerisinde “nasıl bir anayasa istiyoruz ?” içerikli ve bir dizi alt başlıklı anket çalışmaları yapılıp, bu anket sonuçları üzerine çeşitli tartışma toplantıları gerçekleştirebiliriz.

Özetle; anayasa tartışmalarında üniversiteler konusunun türban tartışmasına sıkıştırılarak gözlerden gizlenmesine izin vermeyip, öğrencilerin yıllardır uğruna mücadele ettiği demokratik, özerk, bilimsel üniversite talebinin yanında, ülkenin demokratikleşmesi önündeki engellerin kaldırılmasını ve çeşitli demokratik açılımların gerekliliğini, uygun araçlar ve olanaklar yaratarak, öğrencilerin tamamını kapsayacak şekilde ele almalı ve gündem yapmalıyız. Çalışmalarımızla, akademisyenlerin, ÖTK’ların, kol ve kulüplerin yan yana getirilerek ortak bir tartışma yürütmesi, ortak sonuçlar ve hedefler belirlemesi, hem bu çalışmanın hem de toplam üniversite hareketinin güçlenmesine ciddi katkılar sunacaktır.

PİYASACI, GERİCİ POLİTİKALARIN ÜNİVERSİTELERE ETKİSİ VE BUNA KARŞI MÜCADELE

1980 darbesi, üniversitelere yapılan en kapsamlı müdahale oldu. Ancak belirtelim ki, darbe sonrası oluşturulan YÖK aracılığı ile gerçekleştirilen müdahale, bilimsel üretimi artırmadı. ’80 darbesi ile egemen kılınmaya çalışılan neo-liberal politikalar, birçok kamusal alanda (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb.) olduğu gibi, üniversitelerde de hayata geçirilmeye çalışıldı. ’80 darbesi ile üniversitelerin sisteme entegre edilişinde ve işleyişinde büyük değişiklikler olsa da, bu, sürecin sonu değil, aslında başlangıcıydı. Daha sonra gelen hükümetler, bu sürecin yürütücüsü oldular. Sermaye ile bağları güçlendirilmiş piyasacı üniversite modeli yaratma hedefi olarak özetleye bileceğimiz bu sürecin mimarları, elbette sadece YÖK ve hükümetler olmadı. TÜSİAD başta olmak üzere, sermaye örgütleri de bu sürecin baş mimarlarından oldular. TÜSİAD’ın ilki 1994 yılında hazırlanan ve daha sonra bir çok defa yenilenen “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” isimli raporu, adeta bu sürece ilişkin yol haritası özelliği taşımaktaydı. Özetle, raporda tarif edilen, piyasa koşullarına uygun ve ona hizmet edecek üniversite modeliydi.

Öncesini bir tarafa bırakırsak, AKP, bu 27 yıllık sürecin bugünkü sürdürücüsü ve yürütücüsü konumundadır. Attığı her adımı piyasaları hesaba alarak atan AKP, üniversitelerde de bunu yapmaktadır. Üniversiteler, bu dönem de, mali sorun ve sıkıntılar açısından tamamen sermayenin kucağına itilmiş, öğrenciler ile üniversite arasındaki ilişki kâr temeline dayandırılmıştır. Bu anlayış devlet üniversitelerinde tam olarak hayata geçirilememekle birlikte, son 5 yıl içerisinde, vakıf üniversiteleri sayısı neredeyse ikiye katlanmış durumdadır. Bu artışa paralel olarak, vakıf üniversitelerini tercih yoğunlaşmaktadır. 2007 yılında, vakıf üniversitelerini tercih sayısında 5.000 artış olmuştur. Sermaye temsilcilerinin üniversitelerde yıl içerisinde birçok sempozyuma katılmaları, kariyer günlerinde boy göstermeleri, İstanbul Üniversitesi’nin bazı bölümlerinde dersliklerin şirket isimleri ile adlandırılması, öğretim elemanlarının birçoğunun yine bu şirketlerde görev alan kişilerden oluşması, işleyen sürecin geldiği noktayı göstermektedir.

Yukarıda sayılan özellikleri ile AKP hükümeti, piyasacı politikaları en pervasızca uygulayan hükümet olmasının yanı sıra, “ulusal” ve uluslararası burjuvazinin en gerici güçlerine dayanarak üniversitelere saldırması yönüyle de, önceki hükümetlerden ayrılmaktadır. ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerin ihtiyaçlarına göre şekillenen bu gericilik, yardımına çağırdığı ortaçağ zihniyeti ile aydınlanma döneminin tüm bilimsel ilerlemelerini dahi ret eden bir anlayışı dünya genelinde egemen kılmaya çalışıyor. Bu gerici politikaların ülkemizdeki uygulayıcısı konumundaki AKP, saldırılarını eğitim alanında yoğunlaştırmış durumda. Müfredatlardaki değişiklikler, evrim panellerinin yasaklanması, üniversitelerde kadrolaşma girişimleri vb. saldırılar, bu saldırıların somut adımlarını oluşturuyor.

Üniversitelerin gericileştirilmesi ve piyasa ile uyumlu hale getirilmesi çabalarına paralel olarak, öğrenciler de bu değişim sürecinden paylarına düşeni alıyorlar. İşleyen süreç ile birlikte sayısı her geçen gün artan kariyer günleriyle, çeşitli şirketlerin taşeronu gibi çalışan kulüplerle, öğrenciler de bu sürece dahil ediliyor. Öğrencilere, iş bulmanın koşulu olarak, vizyon sahibi olmak, biri İngilizce olmakla üzere en az iki dil bilmek, liberal değerlere bağlı olmak gibi dayatmalar yerleşik hale gelmiş durumda ve bu dayatmalar, öğrencilerin istenilen kalıba girmesinde etkili oluyor. Kampus yapıları istenilen hedefe uygun olarak yenileniyor; kampuslar büyük market ve banka şubeleri ile donatılarak, adeta kendine yeterli bir kent havası yaratılmaya çalışılıyor. Kampus etrafına serpiştirilen öğrenci kafeleri, barları, lokantaları bu süreci tamamlayan diğer bazı ayrıntılar. Kampusa sıkıştırılmak istenen öğrencilerin toplumun diğer kesimleri ile bağ kurması engellenmek isteniyor. Yaratılmak istenen bireyci, umursamaz öğrenci modeline ulaşmak için kullanılan yöntem ve araçlar elbette bunlarla sınırlı değil.

Sermaye güçlerinin amaç ve politikalarına karşı faaliyet yürüten, onların istediği gibi olmayan her öğrenci potansiyel suçlu olarak görülüyor. Üniversite içerisinde polis yoğunluğu, özel güvenlik, dört bir yana yerleştirilen kameralar ile öğrenciler üzerinde sürekli bir denetim ve baskı oluşturuluyor. Dayatılanın dışına çıkan, en ufak hak arama mücadelesine giren öğrencilere yönelik açılan soruşturmalar ile birçok öğrenci okuldan atılıyor, uzaklaştırılıyor. Okul içerisine konumlandırılmış sivil faşist güçler sık sık devreye sokuluyor.

Ülke genelinde yaşanan değişim ve üniversitelerin bu değişime uyumlu hale getirilmesinde, sermaye güçleri, hiç de azımsanmayacak bir yol aldılar. Üniversitelerin bugün içinde bulunduğu tablo buyken, üniversite içerisinde faaliyet yürüten birçok örgüt ve grubun bu durumu anladığını söyleyemeyiz. Bu çevreler, uygulanan neo-liberal politikalar doğrultusunda üniversitelerde yaşanan değişimi anlamaktan bugün için uzaklar. Çalışmalarında, eylem ve etkinliklerinde, üniversiteleri ’80 öncesi koşullarıyla değerlendiren bir tarz hakim. Üniversitelerin, solcuların, devrimcilerin “kalesi” olduğu varsayımı ile hareket eden bu yapılar, daralmaktan, öğrencilerin gözünde her geçen gün marjinalleşmekten kurtulamıyorlar. Bugün bu dar anlayışın örgütümüz açısından da yer yer etkili olabildiğini görmemiz gerekiyor. Örneğin bazı örgütlerimizin sırf “geleneği devam ettirmek gerekir” açıklamaları ile yapılan dar, “solcu”, yalıtılmış, az-çok öğrenci kitlesini kapsamayan ama adı öğrenci şenliği olan etkinliklerde yer alma ısrarı, üniversitede birçok öğrenciyi etkileyen kol,  kulüp olmasına rağmen, “taşeron” tarzı “kendi kulübümüzü” kurmak istememiz veya kurduğumuz kulübü bir yıl işler hale getirmeye çalışmamız ile sınırlı bir çaba, bu anlayışın örgütümüzdeki etkilerinin göstergesidir.

Genel hatları ile üniversitelere yönelik saldırılar ve bu saldırıların etkileri yukarıda aktarılmaya çalışıldı. Niyetimiz, elbette, üniversitelerdeki somut durumdan karamsar bir tablo çıkarmak değil. Tersine, üniversitelerdeki saldırıları, bu saldırıların yol açıp teşvik ettiği çelişkileri, olanakları görerek, bu olanaklardan en iyi şekilde yararlanmayı başardığımız ölçüde üniversite mücadelesinin önünü açabiliriz. Ortaya çıkmış olanakları, bu dönem bu olanakları nasıl kullanmamız gerektiğini şöyle sıralayabiliriz.

·            Üniversiteleri piyasa ile uyumlu hale getirme çabaları ve AKP’nin  gerici müdahaleleri (müfredat değişiklikleri, kadrolaşma çabaları vb.), üniversite içerisinde düne kadar sessiz kalan çeşitli akademik çevrelerden tepki almakta, bu kesimleri huzursuz etmektedir. Yürüteceğimiz faaliyette bu kesimler ile birleşme olanakları artmış durumda. Çalışmalarımızda, bu kesime çağrılar yapma, bu çevrelerle öğrencileri yan yana getirip ortak tartışmalar yürütmelerini sağlayacak girişimlerde bulunabiliriz. Görmemiz gereken bir başka nokta ise, üniversitelerin, özellikle geçen dönem, darbeci, “orducu” bir söylem takınması nedeniyle, kendisini ilerici, demokrat olarak ifade eden kesimlerin AKP’den beklenti içerisine girme tehlikesidir. Anayasa tartışmalarında ordu karşıtı “sivillik” vurgusu, YÖK’ün kaldırılacağı, din dersinin seçmeli hale getirileceği gibi söylemler, bu beklentinin artmasını sağlamaktadır.Yürüteceğimiz aydınlatma faaliyetinde, bu kesimleri kazanmak yönlü özel bir çaba göstermeliyiz.

·           Örgütümüz, uzun zamandır öğrenci kongrelerine dahil olup, müdahale etmeye çalışıyor. Çabalarımızda ilerleme sağladığımızı söyleyebiliriz. Ancak bu çabamızın nedenini ve hedefini tekrar değerlendirip, bu değerlendirme doğrultusunda ilerlememiz gerekiyor. Kongrelere katılım gösteren öğrenciler, kendi alanına en ilgili ve tartışmaya en açık kesimleri oluşturuyor. Amacımız, elbette kongre konusu disipline göre çeşitlilik gösterecektir, ancak kongrelere katılan bileşenlerin bu özelliğini dikkate aldığımızda, tüm kongreler için amacımızı şöyle özetleyebiliriz: Mevcut saldırılara karşı, ilgili kesim içerisinde bir çekim merkezi oluşturabilmek. Kongrelere müdahalelerimizde şimdiye kadar birçok olumlu gelişme (ilişkilerimizin artması, organizasyon yapmayı öğrenme, öğrencilere söz alabilecekleri kürsüler oluşturma vb.) yaşadık, ancak hiçbir kongrede şimdilik öngördüğümüz bileşeni var edemedik. Kongreleri, bu yönlü tartışmalarımızı derinleştirecek yayınları, hem akademisyenler hem de öğrenciler içerisinde bilinir ve meşru oluşumlar sağlama hedefine ulaşmak için kullanmaya özen göstermeliyiz.

·           Ülkede uygulanan politikalar sonucunda, üniversite gençliğinin gelecek kaygısı her geçen gün artıyor. Mezun binlerce öğrencinin  iş bulamaması, öğrencilerin önüne KPSS, yetkin mühendislik, stajyerlik vb. türden birçok engelin çıkarılması, öğrencileri çeşitli mesleki örgütlenmelere teşvik ediyor. Mağdur Eğitimciler Derneği, Mühendis odaları bünyesindeki  öğrenci komisyonları, genç hukukçular gibi oluşumların artışı ve bu oluşumlara ilgi bu eğilimi gösteren birkaç örnek. Bu kurumlar içerisinde yer almak, daha önemlisi çalışmalarımızda bu kurumları yan yana getirmeyi başararak ortak bir mücadele hattında yer almalarını sağlamak, önümüzde duran en önemli sorumluluklardan biridir.

·           Üniversitelere saldırıların AKP merkezli olması, üniversite bileşenleri ile emek hareketinin yan yana gelme olanaklarını her zamankinden daha çok arttırmış durumda.  Üniversitelerde olduğu gibi birçok kamu alanının piyasa koşulları ile uyumlu hale getirilmeye çalışılması, bu birleşme zeminini her geçen gün büyütmektedir.

·           Üniversiteler piyasa ile uyumlu hale getirilmeye çalışıldıkça, öğrencilerin ekonomik ve sosyal taleplerinde de artış oluyor. Son birkaç yıl içerisinde, en kitlesel eylemlerin barınma, ulaşım gibi talepler etrafında örgütlenmesi, bu artışı doğrular niteliktedir.

Sonuç olarak; sermaye ve onun sözcüsü konumundaki hükümetlerin üniversiteleri çekmek istedikleri piyasacı ve gerici çizginin bugüne ve yarına dair somut bir plan olduğunu bilmeliyiz. Egemenler bu planı hayata geçirmeye çalışırken, aralarındaki birçok çelişki derinleşmekte, güçlenmektedir. Derinleşen bu çelişkiler, tam bağımsız demokratik bir ülke,  bilimsel, özerk ve parasız üniversite mücadelesini yürüten güçlerin kullanabileceği birçok olanağı da beraberinde var ediyor. Bu olanakların başında, bugün dağınık ve zayıf olan mücadele dinamiklerinin birleşme yolunun açılması geliyor. Bizlere düşen, üniversitelerdeki çalışmamızda bu çelişkileri gün yüzüne çıkaracak bir aydınlatma faaliyeti yürütmektir. Gençlik mücadelesinin yanında, sınıf mücadelesinin yıllardır biriktirdiği birçok deneyim ve araç (günlük gazete, gençlik dergisi, kültür dergisi vs..) bu hedefe yönelik silahlar olarak kullanıldığında, ilerlemenin de kanalları daha somut olarak açılacaktır. Yine karşı tarafın yıllardır sürdürdüğü, üniversitelerde faaliyet yürüten ilerici, demokrat, devrimci unsurlara yönelik yalnızlaştırma, geniş kitleler gözünde marjinalleştirme çabasının öğrenci yığınları içerisindeki etkisini görmemiz gerekiyor. Bizlere yönelik bu saldırıları bertaraf edecek, kitlelerle bağımızı en güçlü ve yaygın şekilde kurabileceğimiz bir çalışmayı önümüze hedef olarak koymamız, bu yönlü araçları tespit ederek, bu hedef doğrultusunda şaşmadan ilerlememiz gerekiyor. Hiçbir mitinge katılmaz dediğimiz binlerin cumhuriyet mitinglerine katılmaları tekrar göstermiştir ki, öğrenciler her şeyden önce meşruluk aramaktadır. Çalışmalarımızı bu eğilimleri dikkate alarak, dar çevremizi aşıp tüm öğrencileri kapsayacak şekilde yapmamız gerekiyor. Uzun yıllardır tarif edilen ÖTK ve kulüpler, ancak böyle bir çalışma yürüttüğümüzde, tarif edilen şeyler olmaktan çıkıp, somut ilerlemelerin kaydedildiği araçlar haline dönüşeceklerdir.

Üniversitelerdeki çalışmamızın içeriği, biçimi ve önümüzdeki döneme dair yönelimleri elbette bu yazılanlar ile sınırlı olmayacak. Unutmamız gereken, attığımız, atmak istediğimiz her adımın aynı hedefe ulaşmak için ve bütünlüklü olması gerektiğidir. Saldırıların bütünlüklü ama bir o kadar da kapsamlı olması, çalışmamızın da saldırıları göğüsleyebilecek zenginlikte ve kapsayıcılıkta olmasını gerektirmektedir.

Okullar Açılırken ‘Eğitim Hakkı’ Mücadelesi

Eylül ayında ilk ve ortaöğretim okulları açıldı. Ekim başından itibaren de üniversiteler yeni öğretim yılına başlayacaklar (hatta önceden başlayanlar da var).

Bu, milyonlarca öğrenci ve ailesi için, yeni masraflar, zaten iki ucunu bir araya getiremedikleri bütçelerinde yeni delikler demek.

Çünkü bir zamandan beri okulların açılması demek, sadece okula gidecek çocukların şöyle bir giydirilip kuşatılması, birkaç defter-kalem ve kitap, cebine birkaç kuruşluk harçlık koymaktan çok öte; okul kayıt masrafları, okulların elektrik, su temizlik, çevre düzenlemesi, hizmetli ücretleri, idarecilerin amirlerinden “aferin” almak için yeteneklerini sonuna kadar kullandıkları yeni masraflar, okuluna ve sınıfına göre çeşitlendirilmiş kurs ücretleri, servis giderleri,.. gibi her yıl sayısı artan kalemde harcamayı karşılamak için aile bütçesinin zorlanması demek.

Sadece ekonomik zorlukları omuzlamış olmakla eğitim yılını açabiliyor muyuz? Hayır!

Eskiden, aileler, okullar açılınca ve çocukları okula gönderince, biraz “başlarını dinlediklerini” düşünürken; şimdi, okula giden her öğrencinin hangi yeni masraf talepleri ve yeni sorunlarla eve döneceği endişesi, giderek ailelerin büyüyen kaygıları haline gelmektedir. Yani eğitimde; sadece “gelecek” endişesi değil, bugünün gün be gün kartopu gibi büyüyen problemleri de, ailelerin (elbette toplumun da) sorunu haline gelmiştir.

Çünkü öğrencinin okula gitmesi demek, sadece masraflar değil, aynı zamanda, yeni kaygılar da demek. Kırsal alanda taşımalı eğitimin getirdiği kaygılar, kentlerde her gün artan ve her yaştaki öğrencileri tehdit eden uyuşturucu, çeteleşme, eğitimin yetersizliği, öğrencinin ucu sonu belirsiz sınavlarda başarılı olması için ha bire yeni dayanaklar bulma kaygısı, okullar arasındaki rekabetin yol açtığı sorunlarla uğraşma; öğrenciler üstünden kâr sağlamayı amaçlayan firmaların dershane-okul idaresi işbirliği ile çevrilen dolaplarını bozmak, okullardaki siyasi kadrolaşmalar, giderek büyüyen “geleceksizlik kaygısı”; eğitimin içeriğinin her gün daha çok bilim dışı görüşlerle doldurulması, çocukların ve gençlerin tarikatların eline düşmesi endişesi… gibi sayısız yeni kaygı emekçi ailelerini kuşatmaktadır.

Eğitimi yılın açılması, eğitimin diğer öznesi olan eğitimciler açısından da; geçim sorunlarından idari baskılara, ayırımcılıktan örgütlenme baskısına, mesleğini yapmasını engelleyen sorunlarla boğuşmaktan öğrenci ve veli ile karşı karşıya kalmaya pek çok sorunu sıcak gündemin konusu haline getirdi.

Başka bir söyleyişle, okulların açılması demek; öğrenci ve ailelerinin; okula gitmek için yapılacak ilk masraflardan başlayarak; idarecilerin işbirliği içinde oldukları çevrelerin ve sponsor adı altındaki kuruluşların daha çok kâr etmek için icat ettikleri masraflarla, milli eğitimin ve hükümetlerin eğitimin ihtiyaçlarını piyasa koşullarında sağlanması ve bunun masraflarını ailelerin üstüne yıkan politikalarının yanı sıra öğrenciyi ve emekçi ailesini kuşatan hırsızlık, lümpenlik, çeteleme, gayri meşru alışkanlıklar gibi kapitalist toplumun çöküşünün alameti olan tehditlerle karşı karşıya kalması anlamına gelmektedir.

Bütün bunların üstüne de, eğitimin içeriği; her geçen gün, bırakalım laik ve demokratik olmayı, bilimsel olmaktan da uzaklaşmakta; daha ilkokuldan itibaren öğrencilerin kafaları, dinin, hurafenin bilimdışı yargılarıyla doldurulmakta; insanlığın ileri değerleri yerine, geri, Ortaçağ düşüncesi ve değerleri, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitimin içeriğine nüfuz ettirilmektedir.

Onun için de, çoğu zaman olduğu gibi, eğitim sorununu, sadece okul kayıt dönemlerinde, harç, kayıt parası ve okulların fiziki yetersizlikleri, öğretmen açığı  gibi sorunlardan kalkan “parasız eğitim”, “eğitime bütçe” türü talepler eksenine oturmuş bir sorundan ibaret göremeyeceğimiz gibi; eğitim sorununu, sadece öğrencilerin “gelecek sorunu”na da indirgeyemeyiz. Dahası öğrenci; eğitim sorunun hem “öznesi” hem de “kurbanı”dır.

EĞİTİM SORUNU EĞİTİMCİNİN VE ÖĞRENCİNİN SORUNU OLMAYI AŞAR

Yukarıdan beri söylenenler ışığında bakıldığında, eğitim sorunu; sadece öğrencinin değil, sadece öğrenci ve eğitimcinin değil, sadece öğrenci, eğitimci ve öğrenci ailesinin değil, çocukları olmayan ailelerin de, halkın, ülkenin bütününün bir gelecek sorunudur ve bunun için de; sadece kendi başına ekonomik, sosyal bir sorun değil, ülkenin demokrasi mücadelesinin en temel sorun ve alanlarından birisi olarak biçimlenmektedir. Dolayısıyla eğitim hakkının gerçekten kullanılabilir bir hak olması, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin ilerleyişiyle sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü demokratikleşme demek; bir yanıyla da, eğitimin içeriğinin bilimselleştirilmesi, laikleşmesi, anadilde eğitim hakkı başta olmak üzere demokratikleştirilmesi ve her kademede eğitimin parasız ve herkesin ulaşabileceği bir hak olması için ciddi adımlar atılması demektir.

Bu saptamadan çıkarılacak en dolaysız sonuç ise; eğitimin halk için yararlı bir faaliyete dönüştürülmesi, eğitimin niteliğinin yükseltilmesi için sorunların aşılması gibi konularda ilerlemenin, hükümetlerin bu konudaki girişimlerine ya da egemen sınıfların kendi ihtiyaçlarına göre yapacakları “eğitim reformları”na bırakılamayacağıdır. Tersine; buradan çıkarılacak en önemli sonuç; eğitimin ülke ve halkın yararına bir faaliyete dönüştürülmesi için, ilerci güçlerin, emek güçlerinin ve emekçi sınıfların gençliğinin eğitimin başlıca sorunlarının çözülmesi için mücadele etmeleri; bu mücadeleyi demokrasi mücadelesinin önemli bir bileşeni olarak değerlendirmelerinin zorunlu olduğudur.

Kuşkusuz genel olarak eğitim; egemen sınıf tarafından, toplumun geri kalanlarının kendi dünya görüşü doğrultusunda eğitilmesi olarak, çok karmaşık yönleriyle (gelenek, görenek, din, politik parti ve sosyal amaçlı kurumlar, …), çok değişik araçlarla (basın, TV, kültür, sanat etkinlikleri, askerlik, spor, okullar,…) günün 24 saati, yılın 365 günü süren bir eylemdir. Ama bu yazı çerçevesinde sözünü ettiğimiz eğitim, okullar üstünden yapılan ve bu genel eğitimin de en etkin alanı olan eğitimdir. Bu yüzden de, bu yazı çerçevesinde, ilköğretim okullarından başlayarak, üniversiteyi kapsayan eğitimin sorunlarından söz ediyoruz. Ve okulların açılması; bu alandaki eğitimin sorunlarının tartışılmasını, bu sorunların aşılması için mücadeleyi ve bu mücadelenin sorunlarını gündeme getirmektedir.

MÜCADELENİN EN DİNAMİK GÜCÜ GENÇLİKTİR

Yukarıda da belirtildiği gibi, eğitim, sadece gençliğin sorunu değildir. Ama şu da bir gerçek ki, toplumun en genç, dolayısıyla en dinamik kesimlerinden birini oluşturan öğrenciler, demokratik, bilimsel, laik eğitim mücadelesinin ön cephesinde yer almaları bakımından, konumuz açısından ayrıca önemlidirler.

Onun içindir ki, eğitim sorunu gibi ekonomik, sosyal, siyasal bakımdan son derece geniş boyuta sahip bir konu, okulların açılmasıyla ayrıca önem kazanmaktadır. Çünkü; okulların açılması demek, bu politikalardan dolaysız bir biçimde etkilenen milyonlarca öğrencinin bir araya gelmesi ve bu milyonlarca öğrenci ve ailelerinin bu politikaların yarattığı baskıyı sıcağı sıcağına hissetmesi, dolaysız bir biçimde yaşaması demektir.

Başka bir söyleyişle, eğitim-öğretim yılının başlaması demek; gerici eğitim politikalarına karşı mücadelenin imkanlarının genişlemesi demektir. Bu yüzden de, eğitim-öğretim yılının başlaması; bu mücadelenin yenilenmesi, taleplerin yeniden gözden geçirilmesi, mücadeleye katılan güçlerin yeniden tarif edilmesi için bir vesile olmaktadır.

EĞİTİME SALDIRAYA GEÇEN AKP’NİN ÖZGÜNLÜKLERİ

Eğitim alanındaki mücadelenin yenilenmesi açısından ele alındığında, içinden geçtiğimiz süreç, son derece önemli yeni gelişmelere sahne olmuştur ve olacaktır.

Bu yeni gelmelerin en başında, 22 Temmuz 2007 seçimini AKP’nin yüzde 46’yı aşan bir oy alarak kazanması gelmektedir.

Öncelikle belirtmeliyiz ki, AKP’nin 2002 seçimini kazanmasıyla 2007 seçimin kazanmış olması, eğitimi alanında aynı sonuçlara yol açmayacaktır. Çünkü 2002 seçiminin ardından, AKP, eğitim alanına daha çok popülist yollarla ve “bir adım ileri-iki adım geri” yöntemiyle müdahalelerde bulunmuş, tepkileri ölçerek attığı bazı adımları geri almış, müfredata müdahalelerini de çok ihtiyatlı; Newton fiziği ile Einstein fiziği arasındaki çelişkilere dikkat çeken ve buradaki boşluğu kullanan bir çizgi üstünden yaparak, ilerlemeye özen göstermiştir. Bu, ikinci seçim başarısı döneminde ise; bu alanda daha cesur adımlar atmayı deneyecekleri gibi, kadrolaşma ve benzeri konularda da daha sonuç alıcı olmak isteyeceklerini gösteren işaretler vardır.

Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta da, AKP’nin eğitim alanına müdahaleye verdiği değerin herhangi bir sermaye partisinden farklı olacağıdır. Örneğin CHP, DYP, ANAP, hatta MHP’nin eğitim alanına verdiği önemle AKP’ninki farklıdır. Çünkü AKP’nin kurucu unsurların geldiği siyaset ekolü için, insanların kazanılmasında, eğitim birincil önemdedir. Bunların büyük çoğunluğu, daha 5-6 yaşlarından itibaren gittikleri Kur’an kurslarından başlayarak, eğitilip siyasete hazırlandıklarını bilmektedirler ve bu kadar erken yaşta bir müdahalenin insanın yetişmesindeki öneminin farkındadırlar. Bu yüzden, kendileri de, kendi siyasi geleceklerini bırakacakları kuşağın yetiştirilmesinde, ilkokuldan hatta daha öncesinden başlayan bir müdahaleye önem vermektedirler. Aslında bunu, başbakanın eğitim yılı açılış konuşmasında olduğu gibi, her vesileyle, eğitimle ilgili her konuşmasından da biliyoruz. Milli Eğitim Bakanı da, bunu, her vesileyle söylüyor. Ama bu konuşmaları, hükümetin sözcüleri olarak yaptıkları için, AKP’nin gelecek nesilleri kendi siyasi tutumu doğrultusunda kazanmasının ifadesi olarak değil, gelecek kuşakların eğitilmesinin önemine vurgu yapan konuşmalar olarak yapmakta; toplumun çoğunluğu da öyle algılamaktadır. Bu da, tehlikeyi büyütmektedir.

İşaretler ve AKP’nin önceki dönemden gelen hazırlıkları, AKP’nin bu ikinci seçim dönemindeki müdahalelerinin bir önceki döneme göre yoğunlaşıp çeşitlenmesi ve daha etkinleştirilmesinin sürpriz olmayacağını göstermektedir.

AKP’nin eğitime müdahalesinin iki alandan geleceği gözlenmektedir. Bunlardan birincisi; hükümet yanlısı sendikaların, eğitim alanında etkili çeşitli tarikat odaklarının ve yerel AKP örgütlerinin, seçim başarılarını arkalarına alarak, “durumdan vazife çıkarıp”; hükümet cenahından ve resmi kanallardan bir istek gelmeden, eğitim alandaki müdahalelerini artırmaları ve etkinleştirmeleridir. Bu da; daha demokratik ve laik bir eğitim isteyen çevrelerin, devrimci, ilerici eğitimcilerin sindirilmesine yönelik baskılarını yoğunlaştırmaları ve bu yoğunlaşmanın sonuçları olarak, bu alandaki dinici-gerici hegemonyanın ağırlaştırılması anlamına gelecektir.

AKP’nin eğitime müdahalesinin ikinci alanı ise; hükümet olmasından gelen müdahaleler olacaktır. Bu müdahaleler, eğitim müfredatının belirlenmesinden başlayarak, bütçeden eğitme ayrılacak paralar, kadrolaşma, eğitimle ilgili, onu geriye çekecek anayasa ve yasa değişiklikleri; demokratik, bilimsel bir eğitimi savunan eğitimcilerin, öğretim üyeleri ve toplumsal odakların sindirilmesi, bu alanda kendilerine muhalefet edenlerin ezilmesini amaçlayan müdahaleler olacaktır. Çünkü, yukarıda belirtildiği gibi, onlar, bu alanda kazandıkları başarılarla iktidarda kalacaklarını var sayan, bunu bilen bir gelenekten geliyorlar.

Anayasanın tartışmaya açılmış olmasını, AKP, eğitim alanındaki müdahalelerine yeni olanaklar sağlayacak biçimde kullanmak isteyecektir. Bu yüzden de, modern yaşam yanlısı çevrelerin türbana takılıp kalan laisizm anlayışındaki zaaflarını da kullanan AKP, asıl olarak, eğitim alanında etkinliğini artırmak için kullanabileceği çatlaklar yaratmayı amaçlayacaktır. Dahası, YÖK ve cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlama adı altında getirilecek düzenlemelerle ve diğer birçok konuda müdahalelerle, AKP kendi kadrolaşmasını kolaylaştırmayı amaçlayacaktır.

EGİTİM ALANINDA GÜÇLER MEVZİLENMESİ

Bütün bu gelişmeler üstünden bakıldığında, eğitimin çeşitli alanları için şunları saptayabiliriz:

1-) İlköğretim okullarında eğitim hakkı mücadelesi: AKP müdahalesinin en derinden olacağı ve etkileri daha çok sonraki yıllarda görüleceği için de eğitimin içeriğine müdahalenin son derece önemli olacağı alan, ilköğretim alanıdır. Ancak bu alanda öğrencilerin herhangi bir tepkisi olanaklı olamayacağı için, bu alanda mücadele, eğitimci-öğrenci ailesi merkezli ve tüm kamuoyunu kazanarak yürütülen bir mücadele olmak durumundadır. Burada, pratik müdahale alanlarından birisi, okul aile birlikleridir. Çünkü hükümet; okulun öğretmen maaşları dışındaki tüm masraflarını bu birlikler aracılığı ile karşılayıp; velileri bu birlikler aracılığı kontrol altına alıp yönlendirmektedir. Dahası hükümet, giderek, okul aile birliklerini, eğitimin içeriğine de kendi doğrultusunda müdahale ettiği kurumlar olarak değerlendirecek imkana sahip olacaktır. Böylece okullarda “demokrasiyi uyguladığı”, velileri de yönetimlere ortak ettiği iddiasını uygulamalarına dayanak yapmak isteyecektir. Pek çok yerde, daha şimdiden bunu yapmaktadırlar. Tuzu kuru kimi velilerle hükümete yandaş kişilerin aktif olarak öne çıkarıldığı aile birlikleriyle, velilerden para toplama ve idarenin öteki istekleri karşısında, veliler ve çocukları emri vaki ile karşı karşıya kalmaktadır. Dolayısıyla okul aile birlikleri kendiliğinden eğitim alanında bir mücadele yapamaz; ama okul aile birlikleri; idarenin çocukları hükümet-AKP görüşleri doğrultusunda yetiştirme girişimlerinin püskürtülmesi, demokratik ve parasız eğitim mücadelesinin bir dayanağı olarak işlev yapar hale getirilebilir. Bunun için, her velinin, demokratik bir eğitimden yana her eğitimcinin gerekli duyarlılığı göstermesi, bu birliklere aktif olarak katılması önem kazanır. Ancak şu da bir gerçek ki, aydınlatma faaliyeti ve mücadele sadece bu birlikler içinde kalırsa; idare ve AKP’nin yığınların içindeki etkisinden gelen baskıları karşılamak güçtür. Bu yüzden de, mücadeleyi okulların duvarları dışına da çıkararak ve tüm velileri, toplumun duyarlı kesimlerini de arkasına alarak, zorunlu eğitim dönemini, parasız, demokratik, bilimsel bir eğitim mücadelesinin temel alanı orak değerlendirmek gerekir.

2-) Liselerde eğitim hakkı mücadelesi: Liseli gençlik, genç kuşağın politikaya da duyarlı hale geldiği çağ olarak, gençliğin ayrıca önem taşıyan bir kesitini oluşturmaktadır. Özellikle son yıllarda, gençlerin, lisede nasıl şekilleniyorsa, hangi politikalardan etkilenmişse, üniversitede de o doğrultuda ilerlediği gözlenmektedir. Yani 1960’lı, ’70’li yılların üniversitede politikleşen gençliği artık yoktur. Bunun yerine, daha lise çağındayken, etrafından ve TV’den etkilenerek biçimlenen bir gençlik vardır. Bu yüzden de, eğitim politikalarının, siyasal bakımdan, gençlerin şekillenmesine en dolaysız etki yaptığı öğretim dönemidir bu.

Düzenin, lise öğrencisini kurslarla, türlü çeşitli sınavlarla, lise türü kol ayırımlarıyla köşeye sıkıştırırken, dünyada ne olup bittiğini anlamak için gençlerin gözlerini ovuşturduğu çağıdır da lise çağı. Ancak mevcut eğitim liseliyi pek çok sorunla kuşattığı için, onları, nasıl bir dünyada yaşadıkları ve bu dünyanın kendilerine ne vaat ettiği üstüne düşünmekten alıkoymaktadır. AKP ve onun temsil ettiği düşünce, bu kuşatılmış gençliğe cazip gelecek biçimde sunulmaktadır. Şimdi hükümet, ÖSS’yi kaldırarak, ama aslında, ÖSS’den bile seçmeci, ÖSS’den bile ayırımcı yol ve yöntemler geliştirilerek, dershaneciliği, özel ders almayı daha beşinci, altıncı sınıflardan başlatarak, lise öğrenimini daha baskıcı ve ayırımcı hale dönüştüren bir “eğitim reformu” için düğmeye basmıştır.. Öte yandan liselerin çok çeşitli hale getirilmesi (fen liseleri, Anadolu liseleri, meslek liseleri, düz liseler, vakıf liseleri, kolejler, özel liseler…) öğrenciyi bunaltırken; uyuşturucu alışkanlığının yayılması, lümpenlik, çeteleşme, gelecek kaygısının da uç vermesiyle, liseli gençliğin, bir bunalım gençliği olması için her şey planlı bir biçimde “hazırlanmaktadır” adeta.

Eğitimin içeriğine yapılacak müdahalelerin en etkin olacağı eğitim kademesi, lise öğrenimidir. Ancak burada, ilköğretimden farklı olarak, demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim mücadelesinde, lise gençliği, sadece saldırın hedefi değil, aynı zamanda mücadelenin de son derece önemli bir bileşenidir. Dolayısıyla, liseli gençlerin mücadeleye çekilmesi, eğitim alanındaki mücadelenin önemli bir dayanağıdır. Başka bir yandan bakıldığında, öğrenci gençlik içinde çalışmanın en önemli alanlarından birisi, hatta en önemlisi, liseli gençlik içindeki çalışmadır ve bu alanın en sıcak yanını da, eğitim hakkı mücadelesi oluşturmak durumundadır. Bunun içindir ki; liselerde (ve dengi okullarda) parasız ve demokratik bir eğitim mücadelesinin bileşenleri; eğitimciler, öğrenci velileri ve öğrencilerdir.

Öğrencilerin kendi taleplerine sahip çıkmaları; parasız, bilimsel, demokratik bir lise eğitimi mücadelesinin asli gücü olarak, haklarını koruma mücadelesine katılmaları, kuşkusuz ki, bu gençliğin yaşadıkları dünya ve gelecekleri konusunda bir taraf olarak rol oynamaları ve kişiliklerinin biçimlenmesinde belirleyici bir önem kazanır. Bu da çok önemlidir.

Anlaşılacağı gibi; ilköğretimde olduğu gibi, liselerde de, okul aile birlikleri önemli bir mücadele alanıdır. Öte yandan, liselerde öğrenci temsilcilik seçimleri ve ilerici, demokrat öğrencilerin temsilci olmalarının mücadelenin ilerlemesinde önemli bir dayanak olarak görülmesi, bu temsilcilerin, bugüne kadar demokratik ve parasız bir lise öğrenimi için mücadele vermiş olan eğitimciler ve sendikalarıyla yakın bir iş ve güç birliği için çaba harcamaları gerekir. Yine lise gençliğinin özellikleri göz önüne alındığında, kültür, sanat etkinlikleri ve sportif etkinliklerin yanı sıra öğrencilerin özel meraklarıyla ilgili çalışmalar, kent içi ve dışı eğlence ve kültür amaçlı geziler gibi sosyal etkinlikler, öğrenciler arasında ilişkilerin, dayanışma ve dostluk duygularının gelişmesi bakımından önemli olacaktır.

3-) Yüksek öğrenimde eğitim hakkı mücadelesi: Son yarım yüzyıldır, üniversiteler başta olmak üzere, yüksek öğrenim alanı, gençliğin, bir yandan “demokratik özerk üniversite” adı altında “parasız, laik, demokratik, bilimsel bir eğitim” mücadelesinin, öte yandan da, gençliğin siyasal alana müdahalesi ve ülkenin kaderine sahip çıkma mücadelesinin alanı olmuştur. Ancak bu alandaki mücadelenin etkisinin son yıllarda giderek azaldığını, üniversite ve yükseköğrenim gençliğine yönelik saldırıların giderek daha etkili olduğu bir süreç yaşandığı da kabul etmek gerekir.

Kuşkusuz nedenlerinin tartışılması ayrı bir inceleme konusudur. Ancak; şunu burada söyleyebiliriz ki; yüksek öğrenim alanı ve üniversite, müdahale ettiklerinde, iktidarların kendi amaçları bakımından en kestirme sonuç aldıkları bir alan olması bakımından, her hükümetin, her güç odağının üniversitelere ve bu alandaki öğrencilerin fikri biçimlenmesine müdahalesi aralıksız olmuştur. Çünkü yüksek öğrenim gençliğini kazanmak demek, yakın gelecekte ülkenin entelektüel hayatından bürokrasisine, siyasetinden kültür sanat alanına kadar çok önemli alanlarda etkiye sahip olmak anlamına gelmektedir. Geçmişte, egemen güçlerin üniversitede güç kazanan ilerici demokratik güçlere karşı tam bir savaş açmaları (öğrenci önderlerini katletmeye kadar varan acımasızlığın ve vahşetin) ya da son yıllarda AKP ile statükocu, geleneksel güç odaklarının en önemli çatışma alanlarından birisinin YÖK ve üniversiteler olması bir rastlantı değildir.

Son beş yılda, AKP Hükümeti’nin bu alana müdahalesi, başlıca, cumhurbaşkanının kendisinden olmaması ve YÖK’ün “özerkliği”nden dolayı engellenebilmiştir. Şimdi, AKP cumhurbaşkanı sorunu kendi lehine çözerek, üniversiteye ve YÖK’e müdahale için yeni bir dayanak elde etmiştir. İkincisi ise, AKP, YÖK Yasası’nı değiştirerek, kendisinin daha kolay müdahale edeceği bir üniversite için kolları sıvamıştır.

YÖK’ün savunulacak bir yanı olmaması ve yıllardır süren despotik uygulamaları AKP’nin elini güçlendirmektedir. Bu durum, üniversite içinde sinmiş çeşitli sağcı, gerici odakları da yeniden daha aktifleştirecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde, üniversitede, bir yandan daha bilimdışı görüşlerin, din merkezli düşüncelerin pervasızca faaliyette bulunmak isteyeceklerini, öte yandan da, YÖK tarafından baskılanan, ama aslında AKP’li ve dinci olmayan çevrelerin önemli bir bölümünün de AKP’nin YÖK karşıtlığı bahanesiyle yapacağı girişimlerin arkasında olacağını, onların da bu gerici dalgaya destek vereceklerini öngörmek gerekir. Dahası, bugüne kadar verilmeyen kadroların serbest bırakılıp, bunlara bütçe verilerek, üniversitedeki kadrolaşmaya yeni bir dayanak yaratılması da sürpriz olmayacaktır.

Kuşkusuz ki; üniversite gençliği, dün olduğu gibi, bugün de, bu alandaki mücadelenin en temel ve dinamik gücü olarak rol oynamak durumundadır. Bunun için üniversitede; “Demokratik Üniversite” mücadelesinin bütün bileşenlerinin birleştirilmesi, ilerici öğretim üyeleri ve yardımcılarıyla öğrencilerin tam bir birlik halindeki mücadele cephesinin oluşturulması (buna, üniversitede hak ve örgütlenme özgürlüğü mücadelesi veren hizmetlilerin de katılması), AKP merkezli saldırıları püskürtebilmenin ilk koşuludur. Bunun yanı sıra, ÖTK’ların etkinleştirilmesi, kol ve kulüp çalışmalarının kapsayıcılıklarının genişletilmesi ve bunların fraksiyonların değil, ama kendi amaçlarıyla birleşen öğrencilerin en kitlesel temas merkezlerine dönüştürülmesi, üniversite içinde sosyal etkinliklerin artırılması, kültür, sanat alanlarındaki çalışmaların desteklenip geliştirilmesi gibi pek çok alandan kalkan ve tüm bu mücadeleleri ortak hedefe yönelten bir mücadele bugün daha da önem kazanacaktır.

Liselerde olduğu gibi, üniversitelerde de, gençliği kazanma mücadelesiyle “demokratik, özerk, bilimsel, parasız bir üniversite” mücadelesi büyük ölçüde örtüşmektedir. Ve parasız, demokratik ve bilimsel eğitim hakkı mücadelesiyle gençliğin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine kazanılması, gençlik yığınları içinde sosyalizm fikrinin yayılması patikte özdeşleşmektedir. Bu, çoğu zaman böyle olmuştur. Bugün de böyledir.

MÜCADELE ZEMİNİ DE GENİŞLEMEKTEDİR

Evet, AKP büyük bir avantaj ve özgüven kazanmış görünmektedir. Ama, bundan her istediğini yapacağı anlamı da çıkarılamaz. Tersine, sınıflar mücadelesi tarihi ve yakın geçmişte Türkiye’de yaşananlar, bu tür kolay başarıların başarısızlıkla sonuçlandığını, dolayısıyla “Her şeyi ben yaparım. Bunun için gücüm var” tutumunun tüm karşı güçleri birleştiren ve kendi içinde de bölünmelere yol açan sonuçlar doğurduğunu; dün kendisine destek verenlerin yarın karşılarına geçtiğini göstermektedir. Bunların da ötesinde, AKP’nin eğitim alanındaki eğitim hizmetinin piyasalaştırılması doğrultusunda attığı adımlar ve bu adımların, artık sübvanse edilir olmayı aşan bir sınıra doğru gelmiş olması, milyonlarca yoksul aile ve gencin parasız eğitim talebini daha güçlü bir istekle öne sürmelerini getireceği gibi, uluslararası ve “ulusal” sermaye çevrelerinden alacağı destek de giderek sınırlarına varmıştır. Bugüne kadar, AKP eğitimin piyasalaştırılmasında attığı adımları, kitapları bedava dağıtmak ve “velileri ikna” çabalarıyla finanse etmiştir. Ama bundan sonra girişeceği uygulamaları finanse etmesi zor olacağından, bütün masrafları velilere aktaracak, dolayısıyla velilerde bu açıdan bir tepki birikimine yol açacaktır.

Öte yandan, eğitimciler açısından da, yapılan uygulamalara tepki büyümektedir. Özellikle sözleşmeli öğretmen uygulamasının genel bir uygulamaya dönüşmesi; eğitimciler arasında ayırımlar yapılarak, onların da arasına (eğitim fikriyle çelişmesi çok açık olmasına karşın) rekabete sokulması, bu alanda da tepkileri büyütecek; mücadele eğilimini güçlendirecektir. Sendikaların hükümetle uzlaşma çabalarının sonuç vermediği, eğitimin piyasalaştırılması ve bunun faturasının da bir yandan velilere, öte yandan eğitimcilere ve öğrencilere yıkılmaya devam edileceğinin giderek daha çok anlaşılması, mücadelenin zemini genişleten bir gelişmedir.

Eğitimin demokratik olması mücadelesi için de durum farklı değildir. Çünkü; milli eğitim merkezli olarak açılan, “doğrunun birden fazla olduğu”, “bilimin doğrularının yanı sıra başka doğruların da olabileceği (dinin doğruları gibi)” iddiasının bilim alanındaki demokrasinin temeli gibi gösterilmesine bilim dünyasında da tepkiler gösterilmeye başlanmıştır. AKP’nin bilim ve düşünce özgürlüğünün sahteliği, aslında Ortaçağ fikirleri ve değerlerine özgürlük istediği gerçeğinin yayılması, geniş bilim çevrelerini, AKP ve arkasındaki güçlerin niyetleri konusunda uyandıracağı gibi, bilim özgürlüğü mücadelesinin demokrasi mücadelesine bağlanmasını da kolaylaştıracaktır. Dahası, eğitimin demokratikleşmesi taleplerinden birisi de; “anadilde eğitim hakkı”nın savunulmasıdır. Günümüzün gelişmeleri göz önüne alındığında, “demokratik eğitim” talebinin kritik noktası “anadilde eğitim hakkı”nın savunulup savunulmamasıdır. Bunu savunmak; ilk başta çok değişik alanlarda haksız tepkiler yaratsa da; sorunun aşılamaması, aslında bütün bu tepkilerin gericiliğin potansiyeli olarak gizlenmesi anlama geleceğinden, “ana dilde eğitim hakkı”nı, eğitiminin demokratikleştirilmesinin merkezine koymak doğru olacaktır. Burada ısrar edilirse, orta vadede güçlüklerin aşılması olanaklı olacağı gibi; bu, gerçek bir demokratikleşmenin yolunun açılması bakımından da önemli olacaktır. Bu talep, aslında, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin kritik noktasının Kürt sorununun demokratik çözümünü savunmaktan geçmesiyle de doğrudan bağlantılıdır.

Bilimsel bir eğitimi savunmadan; demokratik ve laik bir eğitimi savunmak da olanaksızdır. Çünkü; eğitim alanına sızdırılan idealist, dinci, gerçekdışı fikirlere karşı mücadelenin temelinde bilim olmak zorundadır. Bilimsel olmayan bir tezin; bir iddianın eğitim müfredatına sızmasını önlemenin yolu budur. Bu yüzden de, eğitimin, ana okullarından başlayarak, üniversiteye kadar bütün safhalarında, bilimsellik, temel kriter olmak durumdadır. AKP ve yandaşlarının “dini dogma”yı ya da fantastik kimi fikirleri eğitime sokma girişimlerine karşı mücadele, sadece ilerici demokrat bilim çevrelerinin değil, aynı zamanda, politika dışında duran ama bilime inanan çok geniş bir bilim çevresinin de desteğini alacaktır. Dolayısıyla bilime, bilim özgürlüğüne sıkı sıkıya sarılmak, eğitim alanındaki mücadelede en önemli dayanağımız olacaktır.

Üniversite merkezli olan, ama eğitim alanını yukardan aşağı etkisine alan çatışma; AKP ve onun arkasındaki neo-liberal ve dinci-şeriatçı odaklarla kendilerine Kemalist diyen asker ve sivil güç odakları arasındaki çatışmadır. Kuşkusuz bu çatışmanın, sadece eğitim alanında değil, hayatın her alanında sürdüğünü en yakın geçmişte gördük. Ancak burada önemli olan, bu güçlerin öğretilerinin de savaştığıdır ve bunları, ancak bilimi, diyalektik materyalizmi dayanak edinen bir mücadele ile alt edebilir; entelektüel hayatımızın bu ikili kıskaçtan çıkmasının yolunu açabiliriz. Dolayısıyla, eğitim alanındaki mücadele, aynı zamanda, gerici güçlerin ideolojik yaklaşımlarıyla da bir mücadeledir ve bu alanda, bu ideolojik baskıların da dolaysız sonuçlarıyla mücadele etmek zorunda kalacağımızı şimdiden görmek gerekir.

Demek ki, AKP ve yandaşları, gerici çevreler, Ortaçağ fikirlerinin savunucuları, iktidarda olsalar da; arkalarında, uluslararası burjuvazinin Ortaçağ değerlerini imdada çağırması gibi güçlü bir dayanak olsa da; bilimi, bilimsel gerçeği savunan bir demokrasi mücadelesi ve demokrasi ve özgürlükleri savunan bir bilim anlayışı karşısında başarı kazanmaları çok zordur. Eğer biz doğru bir hat izler ve birleşeceğimiz güçlerle bileşmeyi başarırsak, dünkü mücadeleden ders çıkarmasını bilir ve devrimci mücadelenin, sosyalizmin gericiliğe karşı geliştirdiği silahları doğru bir biçimde kullanmasını başarırsak, bütün avantajlarına karşın, Ortaçağ güçlerinin eğitim alanında başarısızlığa uğratılması zor olmayacaktır. Geçtiğimiz yıllarda “evrim kuramı-yaratılış kuramı” tartışmasına kıyısından köşesinde yaptığımız müdahalenin bile gericiliği nasıl zorladığını gördük. Küçük bir müdahale, onların ne kadar kof olduğunu göstermiştir.

Sonuçta, eğitim alanı, ilericilik-gericilik, idealizm-materyalizm, diyalektik-metafizik çatışmasının en sert ve en dolaysız yaşandığı ve fikirlerin gelecek kuşaklara aktarıldığı bir alan olarak, sınıf partisi için son derece önemli bir mücadele alanıdır. Bu alanda güçlerin mevzilendirilmesi; bu alandaki mücadelenin ihtiyaçlarına göre, sınıf partisinin basın ve yayın faaliyetini; propagandasının örgütlenmesini yenileme ihtiyacı da apaçıktır. Bu yüzdendir ki; eğitim alanına ilişkin talepleri, tek boyutlu ve güncelliği ile sınırlı anlamak yerine; yığınları, demokrasi mücadelesine kazanma, gençliği demokrasi ve sosyalizm bilinciyle eğitme; gençliği ve eğitimcileri kendi örgütlerinde örgütleme ve veliler başta olmak üzere emekçi halkı eğitim hakkı talebi etrafında hareket geçirme mücadelesiyle bağlantılı olarak anlamak gerekir.

Ancak böylesi kapsamlı bir kavrayıştan hareket edersek, sermaye güçlerinin ulusal ve uluslararası planda eğitimi dejenere etme ve genç kuşakları sermayeye hizmet ruhuyla eğitme hamlelerinin yolunu kesebiliriz.

Gençlik Kampının Ardından

Her deneyim birikimlerimizi artırırken; birikimlerimiz, deneyimlerimizin zenginleşmesine olanak tanır. Emek Gençliği, ’98 Bergama Kampı’ndan bugüne düzenlediği kamplarda, belirli bir birikim ve deneyim kazanmıştır.

Her düzenlenen kamp; öncesi, kamp süreci ve sonrasıyla çalışmamıza dair birçok veri sunmuştur.

Kamplar, hem kampın gerçekleştirildiği dönem, hem de kamp sonrası kitlelerle bağlarımızı güçlendirdiğimiz, çalışmamızın çeşitli yönleriyle yeniden ve daha zengin şekilde yenilendiği dönemler olmuştur.

15-25 Ağustos tarihleri arasında Dikili’de gerçekleştirilen gençlik kampı da, gençlik çalışmamızın ilerletilmesi, zayıflıklarımızın görülmesi ve geliştirmemiz gereken özelliklerimiz açısından çok zengin bir deneyim sunmaktadır.

Geçmiş kamp değerlendirmelerine göz atıldığında; kampa katılan her gencin farklı yeteneklerinin kamp süresinde açığa çıktığı ve bu olanakların kamptan sonraki faaliyeti zenginleştirilmesi gerektiği vurgusu ortaktır. Ancak geride bıraktığımız kamplar ve sonrası göstermektedir ki; bu olanaklar önemli ölçüde heba edilmiştir. (Kuşkusuz bu durumun nedeni sadece bu yazının kapsamına sığmayacak kadar geniş ve çeşitlidir. Gençlik örgütümüzün çalışma biçimindeki darlıklara ilişkin, Özgürlük Dünyası arşivinde azımsanamayacak kadar yazı vardır. Ve bu yazıların önemli bir bölümünde işaret edilen zaaflar, bugün de aşılabilmiş değildir.)

Peki, 2007 gençlik kampından sonra, bu olanakları gerçekleştirmek, gerçeğe çevirmek mümkün müdür? Kuşkusuz ki, bu sorunun yanıtı, kestirmeden, “evet” ya da “hayır” diye verilemez. Kampı, “zaman darlığı”, “çalışmanın geç başlanması” gibi olumsuz etkenlere rağmen örgütleyebilen bir gençlik örgütü, şüphesiz ki bunları yapabilir. Ancak madalyonun tersine baktığımızda, dar pratikçi, müzik, kültür, sanat, bilim gibi alanları terk eden bir gençlik örgütünün bu olanaklardan yararlanmasının koşulu da yoktur. Bu iki zıt özelliğin de gençlik çalışmamızda etkili olduğu bilinen bir durum. İşte, bu iki eğilimden ilki üzerinden yürüyebilirsek; yani eğer gençlik yığınları içerisindeki çalışmamızı, kamplarımızı örgütlediğimiz kadar çok yönlü ve zengin yaklaşımla örgütleyebilir ve elimizdeki araçların her birini işlevine uygun kullanmayı başarırsak, kampın sunduğu olanaklar, dün bağ kuramadığımız ya da görmezden geldiğimiz gençlik kesimleri içinde emek gençliğinin bir çekim merkezi olmasının yolunu açacaktır. Çalışmamızda bugüne kadar hakim olan ve olumsuz sonuçlarını defalarca işaret ettiğimiz dar pratikçi tutum egemen olduğunda ise, 2007 Dikili Kampı’nın anlamı, potansiyel açığa çıkartmaktan ileriye geçemeyecektir.

DOĞAYLA BARIŞ İNSANA ÖZGÜRLÜK

Her kamp, kendi içersinde, ülkemizdeki ve uluslararası alandaki gelişmelere gençliğin yaklaşımını gösteren bir biçimde toparlanmalıdır. Seçilen kamp sloganı, sadece slogan olarak kalmamalı, öncesiyle ve sonrasıyla, kendi içersinde bir bütünlük arz etmelidir. Kamp programı da, seçilen temel temaya uygun bir biçimde şekillendirilerek, gereken mesajların verilmesine olanak tanımalıdır. Bu yıl, bu temel yaklaşımımıza uygun olarak, temamızı “doğayla barış insana özgürlük” olarak belirledik. Doğanın her gecen gün tahrip edildiğinden başlayarak, insanlığa kaç yıl yetecek doğal kaynakların kaldığından, savaşların ve burjuva tüketim anlayışının doğa üzerindeki yıkıcı etkisine kadar, çevre sorununa ilişkin olarak yıl boyu tartışılanlar, dönemin en çok gündemde olan konularından birini oluşturdu. Ülkemiz gençliğinin de mücadeleci kesimlerinin bu konuyu gündemlerine almaları ve bunun mücadelesinin bir yanını oluşturması gerektiği ortada. Bu kamp, bu yönüyle, gençlik örgütümüzün yıl içersinde de bu çalışmaları sürdürmesinin gerekliliğini bir kere daha gösterdi. Kamp hazırlık sürecinde, aynı zamanda, bu alanda çalışma yürüten birçok dernek ve toplulukla kurulan ilişkiler ve toplumun bu konuya duyarlılığı, bizlerin bu meseleye eğilmedeki zayıflığını da su yüzüne çıkardı. Diğer yandan, barış sorunu, her kampımızda olduğu gibi, bu kampta da, temel temalarımızdan birini oluşturdu. Özelikle kamplarımıza katılan gençlerin Kürt sorunu konusunda değişim içerisine girmeleri, kampımızın bu açıdan yarattığı etkinin görülmesi açısından önemlidir. Kamp programının içerisinde olan Kürt sorunu paneline olan ilgi, dil atölyesinde Türk gençlerin fazlalığı, gençler arasında yapılan sohbetler gösterdi ki, Emek Gençliği, partimizin çizgisine uygun biçimde bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirebilecek olanaklara fazlasıyla sahiptir. Bundan sonrası, kampın temasına uygun bir çalışmanın, olanakların genişliği ve araçların zenginliğinin farkında olarak, çalışmanın her alanda hayata geçirilmesine kalmaktadır.

SORUMLUK VERMEDE CESARET

Çalışmalarımızda en çok şikayetçi olduğumuz konulardan biri, işlerin belirli arkadaşlar üzerinden yürüdüğü ve işe katılan arkadaş sayısını arttıramadığımızdır. İşlerin planlanış ve karar alma sürecine dahil etmediğimiz gençlerin, çalışmanın örgütleniş sürecine de dahil edilememesi, bizlerin darlıklarından ve kitle çalışmasının yerine günü kurtarmaya yönelik dar pratikçi yaklaşımların çalışmamızda egemen olmasından kaynaklanmaktadır. Her çalışma tarzı, kendi kadrosunun şekillenişini beraberinde getirir. Planlanma sürecinde her gence güvenmek ve sorumluluk vermekten çekinmemek, planın, etrafımızda birleşen, birlikte iş yapabileceğimiz her genci kapsayacak şekilde düzenlenmesi ve en önemlisi de, planın yapılış sürecinden karar alma sürecine her arkadaşın söz sahibi olarak dahil edilmesi, darlıklarımızın aşılması açısından, zorunluluktur. Kamplar, bu açıdan öğretici olmaktadır. Kampın başında, il sorumlularıyla kampın birlikte planlanması, kamp komitesinin ortak seçilmesi, daha fazla gencin karar alma sürecine dahil edilmesini, işlerin daha fazla gencin sorumluğunda sürdürülmesini beraberinde getirdi.

Gençlik Kampı, daha önceki kamplarda olduğu gibi, bir kez daha gösterdi ki, kampa katılan her genç, kampın bir öznesi olarak, kampın yönetilmesine ve ortak işler sürecine dahil edildiğinde, bir yandan sorumluluk alma bilinci gelişirken, bir yandan da kendine olan güveni, aldığı sorumluluğu yerine getirmekten kaynaklı olarak değişime uğramakta, gelişmektedir.

Kamp boyunca, yemekhanesinden, güvenliğine, sunuculuğundan temizliğine kadar, farklı işlerde sorumluluk alan gençler, ortak yaşamın gerektirdiği işleri yerine getirirken, kolektif çalışmanın getirdiği ortak çalışma kültürünü de edinmiş oldular.

Özellikle de liseli gençlerin, kamp boyunca, kampın ortak işlerine dahil olmakla birlikte, kendi aralarında örgütledikleri liseli toplantılarını yönetişleri, farklı illerdeki liselileri bir araya getirişleri, ileri düzeyde sorumluluk alabilecek ne kadar çok gencin olduğunu bir kere daha göstermiş oldu. Kamp sürecinde işlerin kotarılmasında gençlere sorumluluk vermekten çekinmeyen, güvenle iş dağıtan yaklaşımımız, yıl boyunca yürütülecek çalışmalarda sürdürüldüğü ve inisiyatif tanındığı sürece, çalışma, kendi içerisinden yeni ve daha ileri görevler alabilecek gençler çıkartacaktır.

HER YÖNÜYLE ZENGİN BİR KAMP

Bütün kamplarımızın sonunda yapılan genel değerlendirmelerin ortak noktalarından biri, kampın programının, bütün gençlerin ilgi ve yeteneklerine uygun hazırlandığı ve her gencin kampta kendini ifade edebilme olanağını yakaladığıdır. Gazetecilik, müzik, tiyatro, folklor, drama, resim, heykel ve benzeri alanlarda oluşturulan atölye çalışmaları, yüzlerce gencin düzenli takip ettiği ve zevkle çalışmalarına katıldığı etkinlikler olarak kampımıza ayrı bir zenginlik katmaktadır. Atölyelere katılan gençlerin kamp sonundaki değerlendirmelerinde ifade ettikleri “kampta bir şeylere yaradığımı fark ettim” ya da “kamp sürecinde ilgi duyduğum, yapmayı sevdiğim şeyleri başka arkadaşlarla ortak yapmaktan çok zevk aldım” türünden sözler, bizlere, yürünmesi gereken yolu bir kere daha gözümüze sokarcasına göstermektedir. Kamplar, farklı konularda bilgi aldığımız panelleriyle ve söyleşileriyle onlarca aydınla bizleri yüz yüze getirirken, gece konserleriyle farklı kültürlerle bizleri buluşturarak, film gösterimleriyle, belgeselleriyle gecemize renk katarak, dolu dolu 10 gün geçirmemizi sağlamaktadır. Sonuçta, kampa katılan herkes, kamptan öğrenerek ve öğreterek, üreterek mutlu ayrılmaktadır.

Her gencin kendince öğrendiği, kendini yenilediği kamplar, Emek Gençliği örgütlerine de çok şey öğretmektedir. Her gence seslenen, her genci ifade eden bir örgüt çalışması ve yaşantısı, bizlerin çalışmasında artık karakter özelliği olarak yerleşmelidir. Geçen dönem, Kadıköy örgütümüzün yıl içerisinde sınırlı olanaklarla ve kampın kapsayıcılığında olmasa da gerçekleştirdiği (tiyatro, dil, felsefe konulu) atölye çalışmaları, düzenlediği söyleşi ve paneller çalışmaya renk katmış ve çok daha geniş bir gençlik kitlesiyle yüz yüze gelip birleşmemizi sağlamıştır. Kampın ve Kadıköy örgütümüzün gösterdikleriyle, bu sene, olanaklarımızın genişliğini de görerek, bütün Emek Gençliği örgütleri, çalışmalarını, bu çalışmalarından da öğrenerek düzenlemekle karşı karşıyadır. Üniversitelerin sosyal kültürel etkinlikler konusundaki kısırlığı, ülkenin aydınları ve sanatçılarıyla olan ilişkisinin zayıflığı göz önünde tutulduğunda,  öğrencilerinin, üniversitelerde son yıllarda kol, kulüp ve topluluklar üzerinden sosyal kültürel etkinlikler düzenlediklerinde gerçekleşen katılımın genişliği, daha da anlaşılır olmakta ve yürünmesi gereken yolu göstermektedir.

Bu durum, üniversitelerde yürüttüğümüz çalışmanın eksik yanlarından olan sosyal kültürel yaşama müdahale ve olanakların bu alana taşınması konusundaki sınırlılıklar aşıldığı taktirde, üniversite gençliğinin ana kitlesiyle aramızdaki kopukluğun aşılması yönünde ciddi bir katkı sunacağını ortaya koymaktadır. Üniversitelerin dışına çıkıldığında ise, durum daha vahim hale gelmektedir. Dayatılan burjuva yaşam tarzının egemenliğini kurduğu, teknolojiyi, iletişim araçlarını, gençliğin yaşamının burjuva eğlence ve ahlak anlayışının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirildiği bir durumla karşılaşmaktayız. İşçi, işsiz ve ortaöğrenimde öğrenim gören gençler, yaşamlarını sürdürdükleri alanlarda kendileri geliştirme, ilgi alanları ve yeteneklerini değerlendirme olanağından yoksun bir yaşama mahkum edilmektedir. Yükseköğretimde eğitim almanın ve iş bulma olanaklarının her gecen gün zayıflaması ise, gençleri, televizyonda pompalanan eğlence ve yaşam tarzına ulaşma isteğiyle, özentiye, bireyciliğe, kısa yoldan para kazanma yollarını aramaya sürüklemektedir. Emek Gençliği’ne burada düşen sorumluk ise, yürüttüğü çalışmada, gençlerin yaşadığı sorunlarının kaynaklarıyla birlikte çözüm yolarını gösterirken, gençlerin yeteneklerini değerlendirmelerinin olanaklarının yaratılmasına yardımcı olmaktır.

Yürütülen çalışma, sadece durumu ortaya koyan bir ajitasyon, propagandayla sınırlı kaldığında, geniş gençlik kitleleriyle birleşebilme olanağı bulunamayacağı aşikardır. Çalışmanın gençlerin beklenti ve ihtiyaçlarına cevap vermesi, yeteneklerini geliştirmesine olanak sağlaması zorunluluktur. Kampa çeşitli alanlardan gelen gençlerin atölyelere gösterdikleri ilginin yoğunluğu, yıl içerisinde bu alanlarda yapılacak kültürel etkinliklere yüzlerce gencin katılacağının göstergesidir. Adana örgümüzün yıl içersinde yaptığı film gösterimleri ve tiyatro etkinlikleri, İzmit’te bir yıldır yürütülen gençlik evi çalışması ve çalışma sürecinde gerçekleştirilen etkinliklerin daha da zenginleştirilerek bu illerde sürdürülmesi ve tüm örgütlerimizin, bu çalışmanın deneyimlerinden hareketle, kendi illerinde benzeri etkinliklere yönelmesi, bizleri, gençlik kitleleri içinde olması gereken noktaya getirecektir. Kampın gösterdiği olanaklar, bu süreçte işlerimizi kolaylaştıracaktır.

SONUÇ YERİNE

Yazının başında da ortaya konulduğu gibi, her deneyim birikimlerimizi artırmaktadır. Bu kamp çalışması sürecinde ve kampta, bundan sonraki çalışmalarımız açısından birçok önemli sonuç çıkartmış bulunuyoruz. Kampın örgütleniş sürecini tüm eksiklikleri ve olumlu yanlarıyla görebildiğimiz taktirde, bundan sonraki çalışmalarımızın, olanakların en ileri düzeyde gerçekliğe dönüştürüleceği çalışmalar olacağını söyleyebiliriz. Görünen o ki, zaten, yürütülen çalışmalarda yaşadığımız sıkıntılar, olanakların heba edilmesi ve var olan araçların yeterli düzeyde değerlendirilememesinden kaynaklanmaktadır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, çalışmanın tarzının değiştirilmesi, geleneksel çalışma tarzı ve dar pratikçilikten kurtularak, günümüzün koşullarına uygun zenginlikte bir faaliyetin yürütülmesi, bizlerin iddialarına uygun düşecektir. Bunun başarılamaması için hiçbir neden olmadığı bir kere daha tüm açıklığıyla görülmüştür. Bir sonraki kamp da, bu deneyimler ışığında, bir öncekini aşarak, bizlere daha fazla olanağın kapısını açacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑