AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağı, bu taslağa karşı TİSK ve TÜSİAD gibi patron örgütlerinin aldığı tutum, rektörlerin konuya yaklaşım biçimleri ve TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya organlarının anayasa gündemini ele alış biçimleri, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ve onun kurumlarının gerici karakterini bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiş bulunuyor.
Türkiye’de siyasal gelişmelere sınıf dışı bir pencereden bakmaya alışmış olan çevreler içinde kendisini “solda” tanımlayanlardan bazıları da dahil olmak üzere, azımsanmayacak bir kesimin, AKP’ye ilerici değerler atfettiği biliniyor. Örneğin, Murat Belge, “sol”un gündemi olması gereken değişimden yana olma misyonunu bugün AKP’nin üstlendiğini, çeşitli vesilelerle, hem köşe yazılarında, hem de açıklamalarında dile getirdi. Murat Belge gibi kendisini “sol-liberal” olarak tanımlayan isimlerin yanında, CHP’nin statükocu konumu ve milliyetçiliğin güçlenmesine karşı AKP’ye toleranslı davranan “özgürlükçü solcular”ın varlığı da sır değil.
Öte yandan, Yenişafak, Zaman, Vakit, Kanal 7 gibi, AKP Hükümeti’nin doğal destekçisi durumundaki basın yayın organlarının yanı sıra, TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki bütün holding gazeteleri ve televizyonları, AKP’nin anayasa girişimini destekledi ve bu konuda toplumda ciddi bir beklentinin yaygınlaştırılması için çalıştılar. Yani tek başına iktidar olan AKP, eğer niyeti olsa, seçimlerde kazanamadığı kesimlerden bazılarını da yedeklemesine olanak tanıyabilecek bir anayasa taslağı hazırlamak açısından, önünde geniş bir alanı hazır buldu.
Ancak, AKP’nin anayasa hazırlamakla görevlendirdiği bilim kurulunun çalışmalarının tamamlanmasının ardından ortaya çıkan tablo, büyük bir heyecanla AKP’ye umut bağlayan, ondan değişim bekleyen kimi “aydınları” ve politik yapıları boşa düşürürken, seçimlerde kendisine destek veren ve anayasa hazırlığı öncesinde de bu desteklerini yineleyen büyük patron örgütlerinin hiçbiri, AKP’nin generalleri kızdırabilecek kimi kısmi düzenlemelerinin bile yükünü taşımaya yanaşmadılar.
AKP’nin anayasa taslağı, deneyimli hukukçu ve İstanbul Barosu Eski Başkanı Yücel Sayman’ın dile getirdiği gibi, AKP’nin, devlet bürokrasisinde kendi mutlak iktidarı açısından engel olarak gördüğü generaller, YÖK, yüksek yargı organları karşısında elini güçlendirmek ve liberal ekonomiyi daha da özgürleştirmenin ötesine geçmiyordu. (Evrensel Gazetesi, 21-21 Eylül 2007)
Ancak rektörler “türbana” serbestlik getirilmesi noktasından, yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı laiklik açısından AKP’nin taslağına tepki gösterdiler.
Rektörler Komitesi’nin Anayasa çalışmasıyla ile ilgili bildirisine ilk destek, iş dünyasının en büyük örgütünden geldi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), AKP’nin yaptığı çalışmanın “hem yöntem hem de zamanlama açısından doğru olmadığını” belirterek, “ülke gündeminden çıkarılmasını” istedi. TİSK, bazı gazetelerin “TİSK’ten muhtıra gibi açıklama” biçiminde sundukları açıklamasında, şu noktalara özellikle vurgu yaptı:
“– Türkiye, bu çalışmayla, gerginliklerin giderek tırmandığı son derece yıpratıcı bir sürece girmiştir.
– Anayasalar, toplumsal sözleşme belgesidir. Herhangi bir kanun gibi, parlamento çoğunluğuyla oluşturulması düşünülemez.
– İktidarı, muhalefeti, sivil toplum kuruluşları, üniversiteleri, özetle toplumun tümünce özümsenmesi ve paylaşılması gerekir.
– Anayasalar, iktidarın ömrüyle sınırlı olmayan, ülkenin geleceğini belirleyen temel belgedir.
– Bu tartışmayı gündemin ilk sırasına alarak tansiyonu yükseltmek, önemli riskler taşımaktadır.
– Sivil-askeri anayasa tartışması da anlamsızdır. Yeni Anayasa çalışmaları, Türkiye’nin gündeminden hemen çıkarılmalıdır.
– Zamanlama ne olursa olsun, Anayasanın vazgeçilmez temel felsefesi, Atatürk ilke ve devrimleriyle hedeflerine dayanmalıdır.”
ÇATIŞAN VE BENZEŞEN İKİ GÜÇ: AKP VE TÜSİAD
Öte yandan, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ ve TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç, sivil anayasa konusunda hükümete yüklendi, endişeleri giderme çağrısı yaptı ve laiklik uyarısında bulundu.
Yalçındağ: “Laiklik konusunun ön plana çıkması tehlikeli. Bu, görev başındakilerin geçmiş dönemdeki eylem ve söylemlerinden kaynaklanıyor. Toplumun endişeleri giderilmezse, tartışmalar kaçınılmaz olarak tek bir noktaya odaklanacaktır.” TÜSİAD’ın anayasa sürecini, hükümet icraatlarını çok yakından takip edeceğini kaydeden Koç da, “Mevcut hükümet programının parti programının gerisinde olması, bu izleme faaliyetinin önemini daha da artırıyor” diye konuştu. Koç ayrıca, “Yeni laiklik tanımlarının peşinde koşulmamalı” ifadelerini kullandı.
Irak’ın parçalanmasını, bölge açısından tarifsiz sorunlar yaratacak, dünyayı ciddi krizlere sürükleyebilecek bir gelişme olarak değerlendiren Mustafa Koç, “Bu bağlamda ne yazık ki müttefikimiz ABD, Kuzey Irak’ın Türkiye açısından bir terör odağı olmasına son vermek için bir türlü somut bir adım atmamaktadır” dedi.
Ve TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısına onur konuğu olarak katılan Bakan Çiçek, konuşmasında, 1982 Anayasası’nın daha hazırlanış aşamasında bile tartışmalara konu olduğuna işaret ederek, zamanla eleştirilerin dozunun arttığına dikkat çekti. 1982 Anayasası’na sert eleştirilerde bulunan kurumlardan birisinin de TÜSİAD olduğunu hatırlatan Çiçek, 1997’de yayımlanan “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporundan bir bölüm okudu. “Toplumun tüm kesimlerinin hazırlanmasına katıldığı demokratik biçimde yapılacak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç olduğu açıktır, deniliyor. Biz de tam bunu söylemek istiyoruz.” diyen Çiçek, Bülent Tanör tarafından kaleme alınan çalışmadan oldukça yararlandıklarını dile getirdi.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, aynı toplantıda, hem TÜSİAD yönetimini, hem de Atatürkçülükle ilgili maddeler konusunda kendilerini eleştiren çevreleri rahatlatmaya yönelik olarak, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini belirleyen ilk üç madde dışındaki her maddeyi tartışabileceklerini” belirterek, “Bir anayasa yapılacaksa, toplumun ortak paydası olan hususları tartışma konusu yapmayız, yapamayız. O takdirde toplumun dikiş noktalarına jilet atmış oluruz. Bu nedenle ilk üç madde bizim siyasi amentümüzdür. Bunu hiçbir zaman tartışma konusu, yeni bir yazılım konusu yapmayız ve yapmamalıyız.“ dedi.
Aslında TÜSİAD’ın bu çıkışı ve Başbakan Yardımcısı Çiçek’in ortayı bulan tavrı, tam on yıl öncesinde gerçekleşen bir kareyi hatırlatıyor ve AKP ile TÜSİAD’ın, Türkiye burjuvazisinin kendi tutumunun bile arkasında duramayan kaypak karakterini gözler önüne seriyor.
Bugün AKP’ye Atatürkçülük ilkelerini hatırlatan TÜSİAD’ın kendisi de, 20 Ocak 1997 yılında “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” adıyla yayımladığı ve o dönem çok tartışılan raporunda benzer şeyler önermiş ve aldığı tepkiler karşısında da, tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi, ortayı bulan bir tavra doğru geri çekilmişti.
TÜSİAD, Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri başlığı ile yayımladığı raporun ardından gerçekleştirilen tartışmaları topladığı ve kendisine de bir balans ayarı yaptığı “Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler” adlı kitapta, bu konuda şunları dile getirmişti: “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri’nde (TDP) ‘Atatürk ilke ve inkilaplarının gayri ilmi olduğu’, laikliği kaldırmak için parti kurulmasına izin verilmesi fikrinin savunulduğu, Atatürk ilke ve inkilaplarından taviz verildiği ileri sürülmüştür.
TDP’de hiçbir yerde, ‘Atatürk ilke ve inkilaplarının gayri ilmi olduğu’ yolunda bir ifade yer almaz. Rapor’da vurgulanan husus, hukuki açıklık (vuzuh) ihtiyacıdır. Bununla ilgili olarak da dört eleştiri ve değişiklik önerisi grubu vardır. Bunlar, aynen tekrarlamak pahasına şöyledir:
(a) ‘Siyasi Partiler Kanunu (SPK) md. 3 bir başka düzenlemesiyle de tamamen fuzuli bir hüküm getirmiştir: Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacı gütmek.’
‘Bir kere, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacı gütmek siyasal parti olmanın niteliği ya da koşulu değildir (…)’
‘Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak ne siyasal parti olma niteliğiyle ne de bunların vazgeçilmezlik karakteriyle ilgilidir, hatta bunlara yabancıdır.’
‘Öte yandan, Atatürk ilke ve inkilapları hukuki içeriği zor tanımlanabilen, hatta tanımlanamayan bir olgudur. Değil hukuk dünyasında bunu tanımlamak, tarih bilimi açısından bile bu ilkelerin neler olduğu konusunda bir görüş birliği yoktur; olmaması da son derece doğaldır. Bu çeşitliliği görmek için ders kitaplarına bakmak bile yeterlidir.’
‘Eğer siyasal partiler Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak zorundaysalar ve bu ilke ve inkilaplar arasında, pek çok kitapta ya da ders kitabında da belirtildiği üzere, örneğin devletçilik ve devrimcilik ilkeleri de yer alıyorsa, o taktirde liberal ve muhafazakar partiler yasa dışına düşmüş olmayacaklar mıdır?’
‘Ayrıca, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak ideolojik ve siyasal bir tercih sorunudur, bunun bütün partilere dayatılması bir kez daha ideolojik, siyasal ve partisel çoğulculuk ilkelerine ters düşer (…)” (Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler, Aralık 1999, sayfa 53)
Aslında bu uzun alıntı, TÜSİAD’ın, o dönem, basında “TÜSİAD’ın anayasası” olarak sunulan raporda, bugünkü Anayasa tartışmaları öncesinde AKP Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’ün dile getirdiği vurguları çağrıştırmaktadır ve görüldüğü gibi, TÜSİAD, 1997 yılında yayımladığı rapora gelen tepkileri değerlendirdiği 1999 yılındaki raporunda da, hem bir toparlamaya giderken, hem de Atatürkçülük konusundaki önerilerini zımnen kabul etmiş olmaktadır. Bu arada, AKP’li Zafer Üskül’ün de, bugün benzer bir tavrı göstererek, Atatürkçülüğün anayasadan çıkarılması konusundaki görüşünde ısrarcı olmadığını vurgulayalım. Prof. Dr. Üskül, 23 Eylül 2007 akşamı TV 8’de, anayasanın tartışıldığı programda, taslağa bu konuda gelen eleştirilere tepki gösterirken, AKP olarak hazırladıkları taslakta Atatürkçülüğün korunduğunu özellikle vurgulamıştır.
Öte yandan, anayasa tartışmaları bakımından, “türban” tartışmalarının gölgesinde bırakılan diğer önemli bir konu olan Kürt sorunu konusunda da, yine, Türkiye burjuvazisinin kaypak tavrını bütün çıplaklığı ile gördük.
Başbakan Erdoğan’ın, Ankara’da, Başbakanlık’ta aydınları kabulünde ve Diyarbakır’da halka seslenirken, Kürt sorunu gerçeğini tanıdığını ve geçmişte bu konuda yapılmış olan yanlışlarla yüzleşeceklerini dile getirmiş olmasına karşın, AKP’nin hazırladığı anayasa taslağında, Kürtlere karşı geleneksel yaklaşım sürmüştür. Resmi dil olarak tanımlanan Türkçe’nin dışındaki dillerde de eğitime olanak tanınmasına gönderme yapılan maddenin bile, “kamu yararı” ve “devletin bölünmez bütünlüğü” gibi genel hükümlerin baskısı altında eritildiği çok açıktır. Bu da, Türkiye burjuvazisinin tipik tutumudur ve TÜSİAD da, 1997 yılında yayımladığı raporda Kürt sorunu ile ilgili geleneksel tutumun esnemesi gerektiğine vurgu yapan önerilerine gelen tepkiler sonrasında, tıpkı bugün Erdoğan ve AKP’nin takındığı tutumu takınmıştı. TÜSİAD’ın 1999 yılında yayımladığı raporun “Kürt sorunu” başlıklı bölümünde, bu konuda şunlar söyleniyordu: “Bu başlık altında getirilen tahlil ve öneriler bazı çevrelerce, ‘Tek Millet Tek Devlet siyasetini yadsıyan görüş ve öneriler’, ‘üniter yapıyı değiştirecek teklifler’, TDP’de ‘Kürtlere federasyon öneren rapor’ olarak algılanıp yansıtılmıştır. Raporun bu konuya ayrılan bölümü şöyle yola çıkmaktadır: “Bu çerçeve içinde ve hukuki planda kalarak, soruyu şöyle formüle etmek mümkündür: Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında tek egemenlikli (üniter) devlet ve bölünmezlik ilkeleri kapsamında kalmak kaydıyla, Kürt kimliğini yok sayan ve düzeltilmesi gereken hükümler var mıdır? Varsa nelerdir? Hemen belirtmek yerinde olur ki, ülke anayasa ve yasalarında bu konuda doğrudan doğruya ayrımcı ve dışlayıcı düzenlemelere rastlamak pek kolay değildir. Fakat, dolaylı ifadelerle de olsa, sonuçta ayrımcılık ve dışlayıcılık özellikleri gösteren hüküm ve düzenlemeler de bulunabilir’ (s.152)
Bundan sonra önerilenler şu şekilde sıralanmıştır: Özel adlar, dil yasakları, ana dil, düşünce özgürlüğü, basın, yayın ve sanat ürünleri, dernek faaliyetleri, radyo-tv yayınları, siyasi partiler konularında bazı liberalleştirmeler (s.153-159). Bunların da hepsi üniter devlet yapısı içindedir.” (Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler, Aralık 1999, sayfa 60)
TÜSİAD, bugün, bu görüşlerinin bile gerisine düşmüş bulunuyor ve Kürt sorununa, ağırlıklı olarak “terörle mücadele” sorunu olarak yaklaşıyor. Onun tavrındaki bu değişimi, AKP’nin yaklaşımında da benzer biçimde izlemek mümkündür. Erdoğan da, Kürt sorunu ile yüzleşme sözünden, Kürtlere tamamen yüz çevirme konumuna gelmiş bulunuyor. Generaller ve onlara dayanan kesimlerin bu konuya “terörle mücadele” yöntemi dışında yaklaşılmasına baştan karşı çıktıkları da dikkate alındığında, Türkiye burjuvazisinin, bugün küçük nüanslar dışında, Kürt sorununa yaklaşımda ortaklaştığı açıktır.
Bu noktada etkili olan diğer bir faktörün de, daha önce, Türkiye burjuvazisinin geleneksel noktalarda esnemeye gitmesini dayatan AB’nin, 11 Eylül’ün ardından “güvenlik devleti” kriterlerini benimseyerek, aslında Türkiye’deki rejimin kriterlerine yaklaşmış olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisi, bir üyesi olmak için çırpındığı AB’den bu konuda gelen baskıların hafiflemiş olmasını da, bu konuyu ağırdan almak, geçiştirmek bakımından bir olanak olarak görmekte ve değerlendirmektedir.
AKP’nin taslağında Kürt sorunundaki nüansların neler olduğunu ise, taslağı hazırlayan heyette yer alan öğretim üyelerinden Prof. Levent Köker’in şu açıklamalarında görmek mümkün: “Değiştirilemez maddelerden ilkinde ‘Türkiye devleti bir cumhuriyettir’ deniyor. Bunda zaten değiştirilecek, tartışılacak bir şey yok. 2.’nci madde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dır, dili Türkçedir’ diyor. ‘Dili Türkçedir’ ifadesi, 1982 anayasasının yaptığı düzenleme. Türkiye Cumhuriyeti’nin bundan önceki anayasaları hep ‘devletin resmi dili’nden bahseder; yani ‘Resmi dili Türkçedir’der. Devletin zaten dili olmaz. Devlet tüzel bir kişiliktir, hukuki bir varlıktır; dolayısıyla hukuki varlığın insan gibi dili olmaz, hukuki dili olur, onun da adı ‘resmi dil’dir. Biz de buna açıklık getirmek istedik. 1924, yani Atatürk döneminin anayasasına ve 1961 anayasasına uygun olarak… Zaten hukuk mantığı da onu gerektiriyor. Türkiye’de bir sürü insanın ana dili farklı. Kürtçe, Lazca, Çerkezce konuşan var. Bir sürü hiç Türkçe bilmeyen vatandaşımız var.”
Köker’in dikkat çektiği ve “değiştirilirse, ben de, heyetteki diğer arkadaşlarımız da üzülürüz” diyerek anlattığı diğer değişiklik ise, 12 Eylül anayasasının en çok tartışılan maddelerinden olan “vatandaşlık” maddesiyle ilgili. Prof. Köker, bu maddenin yazımındaki kendileri açısından hassaslığı şöyle anlatıyor: “Mevcut anayasamız diyor ki; Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. Bu hüküm 1961 anayasasının da kabulü. Fakat bu hüküm günümüzdeki çağdaş eğilimler hesaba katıldığında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaşadığı Kürt sorunu göz önüne alındığında, demokratik açılımlara izin vermeye müsait bir hüküm değil. Buradaki tanımın hukuki olduğu söyleniyor ama, pek hukuki durmuyor aslında. Biraz daha geriye dönersek, 1924 anayasasındaki hükme bakarsak; orada deniyor ki: Türkiye ahalisine vatandaşlık bakımından din ve dil farkı gözetilmeksizin Türk denir. Çok önemli farklar var iki ifade arasında. Birincisi ‘Türk devleti’ diye bir devletten bahsedilmiyor, ‘Türkiye ahalisi’nden bahsediliyor.” (NTVMSNBC, 21:16 TSİ 19 Eylül 2007)
Başbakan Erdoğan’ın, bilim heyetine hazırlattığı taslağı kamuoyuna açıklarken, üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasına ağırlık vermesi ve taslağa gelen eleştiriler konusunda ise, “Henüz ortada bizim diyerek açıkladığımız bir taslak da yok” biçimindeki sözleri, Erdoğan’ın ve partisinin sıkıştıkları noktada, bilim heyetini üzmekte bir sakınca görmeyeceklerinin bir işareti sayılabilir. Bir dönem Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Prof. İbrahim Kaboğlu ile aynı ekipte yer alan Prof. Dr. Baskın Oran’ın hazırladıkları “Azınlıklar Raporu” nedeniyle görevlerinden oldukları, başlarına gelmeyen kalmadığı, Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları tarafından kolaylıkla ortada bırakıldıkları hatırlandığında, bugün daha farklı olması için bir gerekçe de bulunmuyor.
AKP, bu kısmi düzenlemeleri bile kaldıramayan çevrelerin baskısı altında, kolaylıkla onlardan da vaz geçebilir ve hatta baskıların yoğunluğuna göre, “Bu bizim değil, bir bilim heyetinin taslağı” deyip, taslağın siyasi sorumluğunu da, tamamen onu hazırlayan bilim heyeti üyelerinin üzerine atabilir.
SENDİKAL HAKLAR KONUSUNDA 12 EYLÜL RUHU KORUNUYOR
AKP’nin anayasa taslağında, sendikal haklar konusunda da 12 Eylül ruhunun korunduğu dikkati çekiyor. Sendika hakkına “milli güvenlik ve kamu düzeni” tehdidi yeni taslakta da sürerken, kamu çalışanlarının toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmıyor. Anayasa taslağındaki sendikal haklar, 1982 Anayasası’nın biraz ilerisinde, ancak 1961 Anayasası’nın çok gerisinde.
Taslağın 47. maddesi, 1961 Anayasası’na benzer biçimde, “çalışanlar ve işverenler, önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten çekilme haklarına sahiptir” ifadesine yer veriyor. Ancak taslak, 1961 Anayasası’nda yer almayan iki önemli sınırlamaya yer veriyor. Bunlardan birincisi, “aynı zamanda ve aynı iş veya hizmet kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz” şeklindeki yasak. Diğeri de, sendika kurma hakkının, milli güvenlik, kamu düzeni, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması ile suç işlenmesinin önlenmesi sebepleriyle sınırlanmasına imkan tanınmasıdır.
Geçtiğimiz yıllar boyunca, grev hakkının “milli güvenlik” gerekçesiyle sık sık ihlal edilmiş olduğu, hatta bu ihlalin genelleştiği dikkate alındığında, bunca sınırlamaya yer veren yeni taslağın gerici niteliği hakkında kolaylıkla bir fikir edinilebilecektir.
Taslağın toplu iş sözleşmesi ve grev haklarıyla ilgili hükümleri, 1982 Anayasası’na göre kimi ilerlemeleri içeriyor görünmesine karşın, bu maddede de önemli kısıtlamalara yer veriliyor. Madde, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını sadece işçiler için güvence altına alırken, kamu çalışanlarının toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına yer vermiyor. Taslak, halen 1982 Anayasası’nda yer alan ve kamu emekçileri tarafından haklı olarak tepkiyle karşılanan “toplu görüşme” hakkına da yer veriyor. Taslak, mevcut Anayasa’da yer alan siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme gibi grev yasaklarını anayasadan çıkarmakla birlikte, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının milli güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık gibi nedenlerle sınırlanabileceğini ön görüyor.
Ayrıca, 1961 Anayasası’nda ve hiçbir uluslararası sözleşmede yer almayan ve bir hak olarak kabul görmeyen lokavt, AKP’nin taslağında korunuyor.
TKP, ANAYASA TARTIŞMASINA KEMALİZM AÇISINDAN KATILDI
Kürt sorunu konusunda kısmi rötuşlarla sınırlı tutulan ve sendikal hak ve özgürlükler açısından da 12 Eylül’ün ruhunu koruyan düzenlemeler içeren AKP’nin taslağı, tüm bu özelliklerine rağmen, kendisini ‘sol’da tarif eden kimi kesimler tarafından bile, “Kemalizm’e” karşı tutumu açısından değerlendiriliyor. Örneğin, sanal gazete ‘Sol’da, TKP Genel Başkanı Aydemir Güler, “Kemalizm’in dramı” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Anayasanın değiştirilemez maddelerine dokunulamayacağı gibi, kimse bunlarla çelişen madde de ortaya atamayacaktır. Bu değerli akademi ve hukuk adamları, 12 Eylül Anayasasının kaç maddesinin ‘sosyal hukuk devleti’ ilkesiyle uyum içinde olduğunu bugüne kadar hiç düşünmüş veya söylemişler midir?
Bu argümanlar AKP’ye yönelik kemalist bir muhalefeti olanaklı olmaktan çıkarmakta, aşılmaz iç çelişkilere gömmektedir.
Ve bitmemektedir! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türban konusunda daha önce karar almış ve Anayasamız uluslararası hukuk niteliği kazanan böyle bir kararla çelişemezmiş. Bunu akıl edene yıldızlı bir bravo hediye edilmelidir. Farkında mısınız; bağımsızlıkçı kemalizm, türbana direnmek adına dış dinamiklere yaslanmaktan başka çare bulamamaktadır!
İsteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar uluslararası hukuku kaç kere ihlal ettiğini araştırsın, isteyen de uluslararası hukukun emperyalizmin en ahlaksız suçlarının hizmetine kaç kez koşulduğunu…
Türkiye emperyalizm tarafından tasfiye yoluna sokulmuşken, buna direnmesi beklenen düzen içi akım ve kurumların emperyalizmden yardım dilenmesi pek hoş bir manzara oluşturmaktadır!
12 Eylül kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak adına atılmış bir adımdı. Mührü ilk teslim ettiği Turgut Özal ise, Türkiye’nin devrini doldurmuş olduğunu düşünmesiyle bir öncü, piyasa ve emperyalizm hayranlığıyla bir rekortmendi.
28 Şubat laisizmi koruyacaktı. Türkiye ilericiliğini gerici kanserin yayılması karşısında tamamen korunmasız hale getirdi.” (20 Eylül 2007, Perşembe)
Aslında son cümle, TKP açısından da bir “drama” işaret ediyor. Çünkü, TKP’nin 28 Şubat’tan bu yana izlediği siyaseti bilenler, laiklik adına 28 Şubat’a karşı hayırhah bir tutum izlediğini hatırlayacaklardır. Ayrıca Güler’i, Kemalistlerin dramı kadar, Kürtlerin ya da emekçi sınıfların durumu, belli ki, eşit düzeyde ilgilendirmiyor. Elbette ki, TKP çevresinin anayasa sorununa, sadece, AKP’nin Kemalizm’e karşı tutumunun eleştirisiyle sınırlı baktığını iddia etmiyoruz. Ancak, bu bakış açısı, “ismi” geçmişten devralınan TKP’nin cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kürt sorunu ve İslami gelişim karşısındaki tutumunun izlerini taşıyor. “Bölücü ve irticai terör” paranoyasının izini içeren bir bakış açısının, bugünkü anayasa tartışmalarında demokrasi ihtiyacını öne alan bir tutum takınamamasında yadırganacak bir durum da bulunmuyor. Siyasal İslamcı gericilikle açıktan hesaplaşmakla, diğer temel demokratikleşme sorunlarını gölgeleyecek biçimde “laiklik” tartışmasına kilitlenmek arasında derin bir fark bulunuyor. İkincisi, aslında statükocu, darbeci geleneğe bir ucundan eklemlenmek anlamını içeriyor. Herhalde bu gelenek kast edilerek söylenen “Türkiye emperyalizm tarafından tasfiye yoluna sokulmuşken buna direnmesi” beklentisi, bu eklemlenmeyi açıklamaktadır!
YENİ ANAYASA ESKİ ANAYASALARA DAYANARAK YAPILABİLİR Mİ?
AKP’nin taslağı konusundaki tartışmalardaki en ciddi sorunlardan birisini de, referans olarak, sürekli daha önceki anayasalara gidilmesi, tartışmanın, böylelikle, Türkiye’nin zaten antidemokratik olan şu ana kadarki anayasal geleneğinin içine hapsedilmesi oluşturuyor. Örneğin Cumhuriyet’ten bu yana, hiçbir anayasanın çözüm yeteneği gösteremediği Kürt sorunu konusunda, geçmiş anayasal deneyimler arasında tercihler yaparak bir sonuç alınamayacağı son derece açıktır.
Bugün yürürlükte olan 12 Eylül cunta anayasası, elbette 1961 Anayasası’na göre daha geridir, ancak Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kabul edilen ilk anayasadan bu yana değişmez olarak benimsenen maddeler de, bugünkü sorunların kaynağındaki anlayışa işaret etmektedir. TKP’nin de dokundurmaya yanaşmadığı bu resmi anayasacılık anlayışı terk edilmeden, demokratik bir anayasanın inşası da mümkün olmayacaktır.
Bugün Türkiye’nin birikmiş sorunlarına çözüm üretebilecek bir anayasa, Kürt sorununun demokratik çözümünün önünü açacak düzenlemeleri içermek zorundadır.
Öte yandan, laiklikle ilgili tartışmalar, inanç ve vicdan özgürlüğü açısından ele alınarak, bu alanda bir çözüm yoluna girilebilir. Bu tartışmalar içinde pek gündeme getirilmek istenmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar da, bu tartışmaya dahil edilmelidir. Laik bir devlette, bir mezhebi desteklemek üzere kurumsallaştırılan Diyanet İşleri gibi bir kurumunun olamayacağı açıktır. Öte yandan sınırlama ve yasakların korunması ve fiiliyatta uygulanmasa da eski anayasada yer alan tüm sosyal güvence ve haklara ilişkin maddelerin kaldırılıp atılarak neo-liberal yeni taslakta bunlara yer verilmemesi bir yana; grev hakkının önündeki bütün engellerin yanı sıra, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki yasakların kaldırılması, sosyal hakları korunması ve geliştirilmesiyse, demokratik olduğu az-çok ileri sürülebilecek bir anayasa açısından olmazsa olmazlardandır ve “demokrasi” lafı edilecekse, benimsenmeden edilemez.
Ayrıca kültür, bilim ve çevre konularındaki neo-liberal yağmacı ve ideolojik olarak da denetleyici yaklaşımların terk edilmesi, bu konudaki düzenlemelerin konunun muhatabı olan odalar ve kurumların talepleri, görüşleri alınarak gerçekleştirilmesi zorunluluğu ise ortadadır.
AKP’nin ilerici bir anayasa yapamayacağı, hem siyasal geleneği, hem sınıf karakteri bakımından açıktır ve şu ana kadarki pratiği de bunu doğrulamaktadır. TÜSİAD ve TİSK gibi büyük sermaye örgütleri de, neo-liberal ekonominin önündeki sınırları tamamen kaldıran düzenlemeler dışında, halkın ihtiyaç duyduğu özgürlükleri “güvenlik” kaygılarına feda etmeye açıktırlar ve bunu ilan etmiş bulunmaktadırlar.
İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü güçleri, demokrasiden yana olan kesimler ve resmi şablonlarla değil, halkın ihtiyaç duyduğu demokratik bir anlayışla hareket eden aydınlar, bu açıdan zorlayıcı ve değiştirme yeteneği olan güçlerdir.