devrim ve kültür*

 

Devrim, toplumsal düzen değişikliği demektir. İktidarı, kendisini tüketmiş olan bir sınıfın elinden çeker alır, yükselmekte olan diğer bir sınıfın eline geçirir. Ayaklanma anı, iki sınıfın iktidar mücadelesindeki en keskin ve kritik anı oluşturur. Ayaklanma, ancak halkın ezici çoğunluğunu etrafında toplayabilecek ilerici bir sınıfa dayanıyorsa, devrimi gerçek zafere ve yeni bir düzenin kurulmasına götürebilir.

 

DEVRİM SÜRECİ NASIL İŞLER

Doğanın işleyişinden farklı olarak, devrim, insanlar tarafından ve insanlar aracılığıyla yapılır. Fakat devrim sürecinde de, insanlar, kendilerinin özgürce seçmediği, tersine geçmişten gelen ve onlara tutacağı yolu dikte eden toplumsal koşulların etkisi altında hareket ederler. İşte tam da bu yüzden, devrim belirli yasaları takip etmek zorundadır.

Fakat insan bilinci, içinde bulunduğu nesnel koşulları yalnızca pasif bir biçimde yansıtmaz. Bunlara aktif bir şekilde tepki göstermeye de alışkındır. Bazı dönemlerde bu tepki, yoğun, şiddetli, kitlesel bir nitelik kazanır. Hakkın ve gücün engelleri alaşağı edilir. Aslında kitlelerin tarihsel olaylara aktif müdahalesi bir devrimin olmazsa olmaz unsurudur.

 

SULARIN YÜKSELDİĞİ AN

Ancak en fırtınalı hareket dahi, devrim düzeyine erişemeden, gösteri veya ayaklanma aşamasında kalabilir. Kitlelerin ayaklanması, bir sınıfın egemenliğini yıkmaya ve bir diğer sınıfın egemenliğini kurmaya yol açmalıdır; ancak o zaman bir devrim yapılmış demektir. Kitle ayaklanması, kişinin canı istediğinde başlatabileceği yalıtık bir girişim değildir. Devrimin toplumun gelişiminde nesnel olarak koşullanan bir süreci ifade etmesi gibi, kitle ayaklanması da, devrimin gelişiminin nesnel olarak koşullanmış bir unsurunu ifade eder. Ama ayaklanma için gerekli koşullar mevcutsa, kimse ağzını açıp pasif bir şekilde beklememelidir. Shakespeare’in de dediği gibi: “ İnsan hayatta suların yükseldiği anı iyi kollamalı: o an geldiğinde davranıp denize açılırsan, yolun sonunda emeline erişirsin.

 

DEVRİMCİ PARTİNİN GÖREVİ

İlerici sınıf, ömrünü tüketmiş bir toplumsal düzeni süpürüp atmak için zamanın geldiğinin farkına varmalı ve iktidarı ele geçirme görevini önüne koymalıdır. İşte burada, öngörü ve hesaplamanın irade ve cesaretle birleştiği bilinçli devrimci eylem alanı başlar. Bir diğer deyişle, partinin eylem alanı başlar.

Devrimci parti, ilerici sınıfın en iyi unsurlarını birleştirir. Koşullara uyum sağlayabilen, olayların akışını ve ritmini değerlendirebilen ve daha baştan kitlelerin güvenini kazanabilen bir parti olmaksızın, proleter devrimin başarıya ulaşması olanaksızdır. Bunlar, ayaklanmanın ve devrimin nesnel ve öznel faktörleri arasındaki karşılıklı ilişkilerdir.

 

EKİM DEVRİMİ KÜLTÜR DEVRİMİDİR

Vahşi kapitalizmin azgın kudurganlığının tüm yeryüzünü açlığa, işsizliğe ve barbarlığa mahkum ettiği şu günlerde, Ekim Devrimi’nin 90. Yıldönümünü kutlarken, o büyük tarihsel hamlenin değerini bugün çok daha iyi anlıyoruz. Başta proletarya olmak üzere, tüm emekçi yığınları ayağa kaldıran ve dünyanın çehresini değiştiren büyük Ekim Devrimi, aynı zamanda büyük bir kültür devrimidir.

Ekim Devrimi’yle birlikte kapitalizmin bencil, rekabetçi, bireyci ve tüketici kültürüne karşı paylaşımcı, dayanışmacı ve üretici sosyalist kültürün temelleri de atılmış oldu. İnsanlık tarihinde ilk kez, Rus proletaryası şahsında, köhnemiş kapitalist düzene meydan okuyarak, onunla hesaplaşma ve kendi bulunduğu coğrafyadan söküp atma cüreti gösterildi.

 

PROLETARYANIN SAHİP ÇIKMASI GEREKEN

Kültür, insanlığın bugüne dek üretmiş olduğu bütün yaşam araç ve alanlarını kapsayan ve her toplumun ekonomik ve toplumsal yapısından süzülerek oluşan düşünüş, davranış ve eserlerin toplamıdır. Proletarya, tarihsel olarak oluşan bu kültürün ilerici yanlarına sahip çıkarken, onun gerici karakteriyle savaşır. Toplumsal olan, sınıfsal karakter de içerir. Günümüzde kapitalist-emperyalizmin yol açtığı yıkımların listesi oldukça kabarıktır. Bu yıkım listesinin ön sıralarında ise, kültürel yıkım gelmektedir. Kapitalizmin kâr amaçlı üretim yapmasından dolayı maddi nesnelerin yanı sıra manevi ürünler de bir tüketim unsurudur. Dolayısıyla kültüre konu olan alanlar da, bir süre sonra kaçınılmaz olarak, üretim ilişkisine tabi hale gelerek metalaşır. Emperyalist kapitalizm ise, kültürü içeren ürün ve nitelikleri, salt meta haline getirmekle kalmaz, onu aynı zamanda sıradanlaştırarak, değersizleştirir. Çünkü, o artık bir tüketim nesnesidir. Diğer metalarda olduğu gibi, tüketip atılması gereken bir nesnedir.

 

KÜLTÜR, TOPLUMSAL KARAKTER İÇERİR

Günümüzde burjuva aydınların dahi bir kültürsüzleşme sürecinden söz ediyor olmaları, bir bakıma bu gerçeğin itiraf edilmesidir. Bu itiraf, aynı zamanda burjuvazinin kendi sınıf ürünü olan kültüre nasıl da düşmanlaştığını ve sınıf olarak ne denli asalaklaştığını, çürüdüğünü ve barbarlaştığını kanıtlıyor. Bu kanıt, birçok gerçeğin yanı sıra nispeten ileri yanlar taşıyan bir kültürün yaratılmasının ve yaşatılmasının dahi sınıf mücadelesinin sorunu olduğu gerçeğini anlatır. Çünkü kültür nasıl ve hangi tarzda üretilirse üretilsin, sonuçta toplumsal karakter içerir. Yani bir sınıfın çıkar ve ihtiyaçlarını yansıtır ya da ona denk düşer. Bu teorik gerçeklerin pratik bir doğrulanması olan son yirmi yıllık deneyim de göstermektedir ki, proleter yığınlar ancak, bir sınıf olarak örgütlenip mücadele edebildiği koşullarda, ileri bir kültür varlığını koruyabilir ve sosyalist bir kültürün temelleri atılabilir.

 

BAY BİLEN’İN BİLE BİLEBİLDİĞİ

İşte size yalın bir kanıt; Sovyetler Birliği’ndeki çözülme ve çöküşe karşın, başta Rusya olmak üzere, tüm diğer cumhuriyetlerdeki işçi ve emekçilerin eğitimli ve vasıflı oldukları gerçeği ortaya çıkmıştır. Emperyalist kapitalizm, on yıllarca bin bir yalan ve demagojiyle sosyalizmi karalamaya ve kötülemeye çalışmıştır. Oysa, orada yaşananlar, her bakımdan bunun tersidir.

Anımsayacaksınız, burjuvazi adına yıllarca hükümetlerde yer almış, cumhurbaşkanı olmuş Demirel dahi, “Türki Cumhuriyetleri”ni ziyaret ederken, ilk kez gördükleri karşısında kafasının karıştığını itiraf etmiştir.

 

GEREKSİNİLEN KESİNTİSİZ KÜLTÜR DEVRİMLERİDİR

Sovyetler Birliği’nde bütün nitelikler, özünde Ekim Devrimi’nin tarihsel ve kültürel kazanımlarının bir sonucudur. Ekim Devrimi sonrasında yaşanan yozlaşma ve çöküşte ortaya çıkan bir başka gerçek ise, kültür devriminin tek bir hamlede gerçekleşen bir değişim sürecinden ibaret olmadığını, tam tersine kesintisiz bir kültür devrimleri sürecini içermesi gerektiğini çok açık olarak göstermektedir. Zira söz konusu olan, bir yanıyla yüzlerce yıllık alışkanlık, gelenek ve yaşam tarzlarının insanların beyinlerinden kazınması sürecidir. Başka bir deyişle, sınıf mücadelesinin diğer alanlarda olduğu gibi, kültür alanında da en çetin ve en karmaşık tarzda savaşın yoğunlaşıp sürmesi gerçeğinden dolayı, kesintisiz kültür devrimlerine gereksinim vardır. Bu tarihsel gerçeklikten dolayı, proletarya, sınıf egemenliğine, kendisini ve diğer sınıfları ortadan kaldırmak için başvurur. Böylelikle proleterler özgürleşir, mülkiyet toplumsallaşır.

 

MARKS’IN DEDİĞİ

Herkesten yeteneği kadar alınır, herkes ihtiyacı olduğu kadar tüketir” ilkesinin geçerli olduğu komünizmde, kültür, artık, özgür bireylerin sonsuz yaratıcılığının pınarında sonsuza dek beslenme ve gelişme ortamını bulmuş olacaktır. Böylelikle kültür, artık insanları kör bir şekilde yönlendiren bir güç değil, bilinçli ve özgür yaşamın ışık kaynağı olarak varlık bulacaktır. Oysa kapitalizmde kültür birikimi ve zenginliği burjuva sınıfın elindedir. Çünkü, burjuvazi maddi üretim araçlarına sahip olduğu gibi, manevi üretim araçlarına da sahiptir. Bundan dolayıdır ki, proletaryanın büyük öğretmeni ve Marksizm’in kurucusu Marx: “Maddi sefalet, beraberinde manevi sefaleti de getirir” demiştir. Proleterler nasıl ki, maddi zenginliğin üreticisi olduğu halde, kapitalist sınıf tarafından bu zenginliği gasp ediliyor ve maddi bir sefalete itiliyorsa, aynı şekilde manevi üretim araçlarından da yoksun kaldığından dolayı, burjuva sınıfa bağımlı bir halde manevi sefaletin içine itilir. Günümüzde yaşanan yozlaşma ve çürüme, bu manevi sefaletin en bariz kanıtıdır. Bu da gösteriyor ki, proletaryanın ancak sınıf olarak kurtuluşuyla birlikte, o güne dek burjuva sınıfın elinde ve insanlığa ait olan bilim, felsefe, sanat, edebiyat gibi kültürel zenginliklerden yararlanmasının da önü açılacaktır.

 

PROLETARYA HESAPLAŞMAYA HAZIRLANIYOR

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: Ekim Devrimi’nden günümüze dek yaşanan tüm gelişme sürecine bakıldığında görülecektir ki, tarih, insanlığın kurtuluşunu proletaryanın omuzlarına nedensiz ya da keyfi olarak yüklememiştir. Zira bir yandan üretici güçlerde görülen muazzam gelişme ile kapitalizmin hızla barbarlaşması gerçekliği orta yerde duruyor. Bu da gösteriyor ki, tarih, proletaryayı emin adımlarla o büyük hesaplaşmaya hazırlıyor. Şu son yirmi yılda yeryüzünde tüm olup bitenler, büyük Ekim Devrimleri’nin habercisidir. Bu saptama, sınıf hareketinin dünya ölçüsündeki geriliğinden dolayı, ilk bakışta, çelişik gibi görünebilir. Ne var ki, bu, yalnızca görüntüde böyledir. Olayların asıl gücü, görünen yüzde değil, görünmeyen yüzde saklıdır. Günü geldiğinde, tarih, proletaryayı, misyonunu yerine getirmesi için ayağı kaldıracaktır. Kültür cephesinde şimdiden sürdürülen mücadele de, o büyük hesaplaşmanın önemli bir mevzisi olacaktır. Sınıfın sermayeye karşı her kavgası, gerçekte sınıfın mücadele kültürünün ilmek ilmek örülmesidir.

Bu gerçekler ışığında, her devrimci, aynı zamanda bir kültür-sanat neferidir diyorum. Dolayısıyla tüm devrimciler, tarihin bu büyük cüret ve hamlesinden aldığı güç ve ilhamla kültür ve sanat cephesini sağlamlaştırmalıdır. Zira biliyoruz ki, kültür ve sanat cephesi, proleter devriminin en zorlu “mevzi”lerinden biridir.

Bana sorarsanız, Ekim Devrimi’ni bu bilinç ve inançla kutlamalıyız.

 


* Üstün Akmen’in 11 Kasım 2007 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “90. Yılında Ekim Devrimi” konulu sempozyumda sunduğu tebliğdir.

işçi hareketi ve telekom grevi

 

 

İşçi hareketi ve sendikal hareketin gerek dünyada, gerekse ülkemizde son dönemde içine girdiği yöneliş; sosyalizmin aldığı geçici yenilginin beraberinde getirdiği “yenilgi psikozu”ndan beslenen dağınıklık, tepkisizlik ve durgunluktan sıyrılmaya başladığının işaretlerini vermektedir. ABD’den Japonya’ya, Güney Kore’den Rusya’ya, gerçekleşen grev ve direnişler, son günlerde Fransa, Almanya, Yunanistan, Hollanda başta olmak üzere, Avrupa’da yoğunlaşan grev hareketleri, bu durumun somut örnekleri olarak gösterilebilir. Ülkemizde de, işçiler, kamu emekçileri, sendikalaşma, ücret ve çalışma koşulları nedeniyle, sık sık fiili grev ve direnişlere başvurmaktadır. Bazı örnekler vermek gerekirse, Mersin Serbest Bölge işçilerinin, tarım işçilerinin, Akyıl işçilerinin, PETKİM işçilerinin ve özellikle Türkiye Haber-İş Sendikasına üye 26 bin Telekom işçisinin 81 ilde 600 işyerinde başlattığı, bir ayı aşkındır süren grevi, bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

İşçi hareketi ve sendikal hareketin son çeyrek yüzyılına uluslararası sermaye cephesinin yönelttiği neo-liberal saldırıların damga vurduğu bilinen bir gerçektir. İşçi hareketi ve sendikal hareket, sınıfın tarihsel kazanımlarını hedef alan bu neoliberal saldırı dalgası karşısında, tarihinden gelen bünyevi zaafların da etkisiyle, sağlam bir mevzi kuramamış ve bugünkü konumuna sürüklenmiştir.

Sınıf mücadelesi düz bir çizgi izlemeyen, iniş ve çıkışlarla, yengi ve yenilgilerle karakterize bir süreçtir. Dolayısıyla, işçi hareketi ve sendikal hareketin içinde bulunduğu durumun sürgit devam etmeyeceği açıktır. Uluslararası kapitalizmin bütün uygulamaları ise, işçi hareketini mücadeleye atılmaya tahrik etmektedir.

Uluslararası kapitalist sistem için bugünden bir kriz tespiti yapmak erken olmakla birlikte, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla ilerlediğini gösteren verilere her gün bir halka daha eklendiğini görmek gerekir. Burjuvazi ve kapitalizm, olası krizin yüklerini hafifletmek ve faturayı işçi sınıfı ve emekçilere kesmek üzere, bugünden harekete geçmiş bulunmaktadır. Dünyanın pek çok ülkesinde son dönemde patlak veren grev ve direnişlerin arkasında bu olgu yatmaktadır.

İşçi hareketi ve sendikal hareket üzerine değerlendirmelerde bulunurken, abartıya kaçmamak, işçi hareketinin sermaye karşısında hâlâ savunma pozisyonunda bulunduğunu unutmamak, ancak işçi hareketinin daha ileri mevzilere ilerlemesinin ip uçlarının bu mücadeleler içinde aranıp bulunabileceğini bilmek gerekir.

 Kapsamı oldukça geniş bu konuyu bir dergi yazısı içine sığdırmanın olanaksızlığı ortadadır. Bu yüzden, yazımız, bu kısa girişten sonra, asıl olarak Türkiye işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket bakımından geleceğe yönelik olarak ortaya koyduğu birikimlerle bir eşik vazifesi görebilecek özellikler taşıyan Telekom grevinin incelenmesiyle sınırlı olacaktır.

 

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU

Ülkemiz işçi hareketi ve sendikal hareket, esnek çalışma ve taşeronlaştırmayı “meşrulaştıran” İş Yasası değişikliği, özelleştirmeler, mezarda emeklilik gibi sınıfın bütününü ilgilendiren hayati konular başta olmak üzere, sermaye cephesinin son yıllardaki saldırılarını püskürtmede başarılı olamamıştır. Bunda, sendikalar ve konfederasyonlar tarafından izlenen “mücadele çizgisi”nin belirleyici bir rol oynadığı ortadadır. Sendika bürokrasisi, tabandan gelen mücadele isteği karşısında her seferinde “Ankara yürüyüşü” türünden “gaz alıcı” yöntemleri devreye sokarak, işin içinden sıyrılmayı başarabilmiştir. En azından Türk-İş’e bağlı bütün sendikaların katıldığı, bu yönüyle de sanki sınıfın birleşik eylemi gibi “biçimlere bürünen” ve fakat üretimi hedeflemeyen bu tür eylemler, sınıfın birleşik eyleminin gerçek temellerde örgütlenmesini de baştan baltalamıştır. Sınıfın fiili gücü bir tarafa itilerek “protestocu tarz”la varılacak bir nokta olamayacağı için, işçi hareketi ve sendikal hareket, sermayenin karşısında genel, birleşik bir mevzi oluşturmada başarılı olamamış; zaman içinde fabrika ve işletmelere çekilerek, sendikalaşma, ücret, çalışma koşulları merkezli mevzi mücadelelere yönelmiştir. Antalya’da Novamend, Diyarbakır’da Akyıl, İzmir’de Aliağa PETKİM işçilerinin ve organize sanayi bölgelerinde kurulu irili-ufaklı pek çok fabrikada işçilerin direniş ve eylemleri bu çerçevede bugün de sürmektedir. İşçi ve emekçiler, pek çok kere başarısızlıkla bitmiş olsa da, yeniden benzer mücadelelere girmekten geri durmamışlardır.

 

TELEKOM GREVİ

Telekom grevi, bu koşullarda gündeme gelmiştir. Telekom, 81 ilde 600 işyerinde faaliyet gösteren dev bir işletmedir. Bu nedenle Telekom grevinin etkileri, tek bir fabrika ya da işletmenin yapabileceği etkinin çok ötesine geçerek, tüm ülke sathına yayılmıştır. Grevle birlikte tüm ülkede işçi ve emekçiler grev havasını solumaya başlamış; hareketin mücadeleci unsurlarının grev etrafında birleşmeleri sağlanmış, deyim yerindeyse, grev herkesin grevi haline gelmiştir. Buna karşın, sermaye ve büyük patronlar cephesi de, gazeteleriyle, televizyonlarıyla, kolluk kuvvetleri ve yargı kurumlarıyla greve karşı kılıçlarını kuşanarak, dört koldan saldırıya geçmişlerdir.

Onlar, işçileri bir yandan “dünyanın parasını aldıkları halde gözü doymaz ‘haris’ kişiler” olarak suçlarlarken, bir yandan da grevci işçileri, “sabotajcı”, “yıkıcı”, “vatan hainliği” gibi asla işçiler ve emekçilere atfedilemeyecek (ama tam da sermaye ve yardakçılarına yakışan) sıfatlarla karalayarak, halk nezdinde grevcilere karşı oluşan sempati ve desteği azaltmaya, yaptıkları grev kırıcılığına kılıf bulmaya çalışmışlardır.

TİS sürecini greve evrilten anlaşmazlığın ücretlerde değil de asıl olarak idari maddelerde düğümlenmiş olması, Telekom grevinin ayırt edici yanını oluşturmaktadır. İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarının korunması bakımından, bu nokta stratejik bir önem taşımaktadır. Patronun böl-yönet taktiği ve zaman içinde sendikal örgütlülüğü tasfiye girişimi, işçiler tarafından grevle yanıtlanmıştır.

T. Haber-İş Sendikası’ndan yapılan açıklamalara göre, Telekom patronu, TİS görüşmelerinde, sendikalı işçilerle aynı işi yapan kapsam dışı personel arasındaki ücret farklılığının giderilmesi ve ücretlerin eşitlenmesi talebini kabul etmezken, 52 ve 60 günlük ikramiye ve ek tediyelerden 60 günlük bölümün kaldırılmasını ve Cumartesi gününün de haftalık çalışma günü olarak kabul edilmesini dayatmıştır. İşveren ayrıca, “şirkette rasyonel ortalama bir yaş seviyesi oluşturmak ve alt kademelerde çalışanlara üst kademelerde görev verebilmek üzere emeklilik/yaşlılık aylığına hak kazanmış olan işçilerin iş sözleşmeleri kıdem ve ihbar tazminatları ödenmek suretiyle feshedilebilir” hükmünü, TİS’e yeni bir madde olarak koydurmak istemiştir. Burada, patronun gerçek niyetinin alt kademelerdeki işçileri üst kademelere yükseltmek değil, res’en emekli ettiği işçilerin yerine sendikasız asgari ücretle işçi almak olduğu aşikârdır. İşveren ikramiyeleri azaltarak, Cumartesi gününü tatil günü olmaktan çıkartarak, aynı işi yapan personel arasında kapsam içi-kapsam dışı diye sınıflandırıp ücret uçurumları yaratarak (amacına ulaşana kadar), re’sen emeklilik uygulayarak; sendikayı işçilerin gözünde “gereksiz bir örgüt” haline getirmek, böylece zaman içinde sendikayı tasfiye etmek istemektedir. Çünkü sendikayı ortadan kaldırdığı an işveren istediği gibi at oynatabilecektir.

İşçilerin istedikleri ücret artışının yıllık toplamı 172 milyon YTL’yken, grevin yalnızca ilk ayı süresince işletmenin uğradığı zararın 500 milyon YTL’yi bulmuş olması, ama işverenin katı tutumunu sürdürmesi, işin boyutunun yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı olmadığını tereddüde yer bırakmayacak açıklıkla ortaya koymaktadır.

Bu tutum, yalnızca tek tek işverenlere, dolayısıyla bu olayda da Telekom patronuna has bir tutum olmayıp, tersine dünyada son 25 yıldır sermaye cephesinin burjuva kapitalist iktidarlar eliyle büyük bir kararlılıkla uygulamaya soktuğu neo-liberal politikaların bir gereği olarak gündeme gelmektedir. Sermaye cephesi ve burjuvazi, karşısında, sendikasız, örgütsüz bir işçi sınıfı istemekte, bunun için tüm güçlerini seferber etmekten geri durmamaktadır.

 

GREV, İŞÇİ SINIFININ DİRENCİ VE MÜCADELE OKULUDUR

Sermaye cephesinin ve tek tek patronların ideolojik bakımdan kararlı sınıf tutumu aldığı her noktada, işçi sınıfının bunun karşısına kendi (sınıfa karşı) sınıf tutumuyla çıkmasından doğal bir şey olamaz. Telekom işçisi ve T.Haber-İş Sendikası’nın yaptığı da budur. Patronun dayatmaları karşısında, işçiler ve sendika haklı olarak, işçi sınıfının bedeller ödeyerek sermaye karşısında elde ettiği sendikal örgütlülük, haftalık ve yıllık ücretli izin hakkı, ikramiye vb. bir dizi tarihsel kazanımlarını korumaya çalışmış; bu uğurda, işçi sınıfının sermayeye karşı verdiği mücadelede en etkin silahlarından olan grev gibi bir mücadele silahına sarılmaktan geri durmamıştır. Telekom patronu, ülkemizde uzun yıllardır etkili bir grev eyleminin yapılmamış olmasına da güvenerek, işçilere ve sendikaya, “ya benim isteklerimi kabul edin, ya da greve!” diyerek şantaj yapmış ve fakat fena halde yanılmıştır. Grevin olumsuz etkileri, patron için her geçen gün daha büyümektedir. Grevi etkisizleştirmek için grevin ilk gününden itibaren, boyalı basını, televizyonuyla, sermaye medyası harekete geçmiştir. İşçilerin sabotaj yaptığından, kuruma tamiri mümkün olmayacak zararlar verdiğinden dem vurulmaktadır. Oysa sabotaj yapıp kablo kesenlerin, grev yasasına göre arızaya müdahale edemedikleri için kabloları keserek işe adli bir boyut kazandırmak suretiyle arızalara müdahale etmeye çalışan Telekom patronunun adamları olduğu pek çok olayda ortaya çıkmıştır. Bu gerçek ortadayken, işçilere yönelik karalamaların ardı arkası kesilmemekte, hukuk dışı uygulamalarla kolluk kuvvetleri, yargı kurumları devreye girmekte, meşru ve yasal haklarını kullanan grevci işçilere yönelik olarak, biber gazları eşliğinde coplu saldırılar yapılmakta, işçiler gözaltına alınıp tutuklanarak cezaevlerine gönderilmektedir. Grevi kırmak için sermaye tüm güçlerini seferber etmiş bulunmaktadır. Bu kadar büyük bir “şer cephesi” karşısında, her tür baskı ve saldırıya karşı onurluca direnerek, grevine sahip çıkan Telekom işçileri, işçi sınıfının direncinin sınırlarını herkese göstermiştir. İşçileri bu derece dirençli kılan, grev eyleminin birleştirici özelliği olmuştur. Bir işyerinde yaşanan şu olay yeterince açıklayıcıdır: Uzun bir süredir konuşmayan iki işçiden biri temsilcidir. Grevin başladığı sabah, işyeri temsilcisi olan arkadaşının yanına giden işçi, “savaşa giriyoruz, aramızda geçmişte yaşananların hiçbir önemi kalmadı. Sen şimdi komutanımsın, emret ne istiyorsan ben yapayım” der.

Grev, işçi sınıfı için etkili bir mücadele silahı olduğu kadar, sınıf eğitimini aldığı bir okuldur da. İşçi birey olarak, normal zamanda patrondan gelen baskılara karşı sessiz kalır, olayları algılamakta güçlük çeker, bu yüzden pek çok şeyi susarak sineye çeker. Ancak toplu olarak bir araya gelerek isteklerini öne çıkardıklarında, durum tamamen değişmeye başlar; işçiler artık susmaz, sorgular, patronlara karşı taleplerini öne sürerek, topluca harekete geçer. Harekete geçtiği andan itibaren, yaşadıkları, o güne kadar “kutsal bildiği” pek çok şeyin, gerçekte gözlerini bağlayan bir göz bağı olduğunu görmesini sağlar. Eylem değiştirir, göz bağını atar, gözlerini açar; tıpkı bugün Telekom işçilerinde olduğu gibi. Çocuklarının kursaklarına bir lokma koyabilmek için meşru ve yasal haklarını kullanmaya başladıklarında, polisin biber gazlarıyla, coplarla kendisine saldıracağını, patronun çıkarına grevi etkisiz kılmaya yönelik olarak taşeronların arızaları gidermesini sağlamak için kelepçeleyeceğini, devletin valisinin hukuk dışına çıkarak kendisini zorla çalıştıracağını, vatan hainliği ile suçlanıp cezaevlerine gönderileceğini, grev öncesi olağan günlerde birileri Telekom işçilerine söyleseydi; işçiler ya gülüp geçerler ya da söyleyenleri bugüne kadar kutsal bildiği devlet, hükümet ve devlet kurumları hakkında art niyetli olmakla eleştirirlerdi.

Ancak, Telekom işçisi, o güne kadar oy vererek hükümete getirdiği parti başta olmak üzere, tüm düzen partilerinin, yıllarca okuyarak, izleyerek fikir geliştirmeye çalıştığı gazetelerin, televizyonların greve çıkar çıkmaz karşısına geçtiklerini, bununla da yetinmeyip, kendisini sabotajcılıkla, yıkıcılıkla, gözü doymazlıkla ve hatta vatan hainliğiyle suçladıklarını görmüştür. Bu gelişmelerle birlikte, devletin kimin devleti, iktidarın kimin hizmetkarı olduğu bütün çıplaklığıyla Telekom işçilerinin gözünde açığa çıkmaya başlamıştır. Ne var ki, Telekom işçisi, gördükleri ve yaşadıkları bunlarla sınırlı kalsaydı, pek çok şeyi eksik görmüş, kavramış olurdu. O, sermaye, devlet ve hükümet cenahından bu baskıları görür yaşarken; sendikaların, çeşitli konfederasyonlarda örgütlü ya da örgütsüz sınıf kardeşlerinin, emek ve demokrasiden yana tutum alan kitle ve meslek örgütlerinin, sanatçıların, aydınların, akademisyenler ve bilim insanlarının desteklerini de yanında bulmuştur. İşçiler, grev yeri ziyaretlerinin yanında ülke çapında Telekom işçilerinin grevine destek olmak amacıyla “5 YTL’ni Telekom grevcilerine ver” kampanyası başlatmışlardır. Destek ve dayanışmanın sınıf mücadelesindeki önemini, Telekom işçileri, bizzat kendi pratiğiyle, grevde daha iyi kavramıştır. Bunun içindir ki, bundan sonra gerçekleşecek her eylem, grev ve direnişi kendi eylemleri olarak göreceklerini söylemektedirler; söylemekle de kalmayıp, Tuzla tersane işçilerinin düzenledikleri mitinge katılarak, Gaziantep’te direnişte olan TÜMTİS işçilerine destek vererek, bunun somut adımlarını atmaktadırlar. Sermaye basını Telekom grevini karalamak için işçilere her tür çamuru atarken, bizzat işçilerin dişinden tırnağından artırarak vücuda getirdikleri kendi gazeteleri olan Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu ise, işçilerin kürsüsü olmuştur. İşçiler, haklı davalarını, ancak kendisinin olan bu araçlar vasıtasıyla kamuoyuna anlatabilme imkanı bulmuşlardır. Sınıf partisi grevin kazanılması için tüm imkanlarını seferber etmiştir. Telekom greviyle birlikte, tek bir dünya olmadığı, dünyanın emek ve sermaye olarak ikiyi bölünmüş olduğu gerçeği bir kere daha bilince çıkmıştır. İşçi ve emekçilerin, bugünü ve geleceği kazanabilmeleri için kendi basın, yayın organlarını (propaganda araçlarını) örgütlemelerinin ve sermaye ve burjuvaziden bağımsızlaşarak, kendi sınıf partilerinde örgütlenmelerinin önemi, Telekom greviyle birlikte, bir kere daha görülmüştür.

İşçi hareketi ve sendikal hareketin bugünkü konumunda bulunmasında, grev gibi sınıfın devrimci özelliklerini açığa çıkartan ve bilincini geliştiren bir mücadele silahının, sendika bürokrasisinin de katkılarıyla, uzun süre devre dışı bırakılmış olmasının payı büyüktür. Telekom greviyle birlikte işçiler, sendika bürokrasisinin elinden “bu yasalarla grev yapılamaz” gerekçesini çekip almıştır. İşçi sınıfının, grev okulundan geçerek, sermayenin saldırılarını püskürtecek bir mevziye ulaşabileceği gerçeği, Telekom greviyle bir kere daha açığa çıkmıştır. Sınır-ötesi operasyon için çığlıkların atıldığı, şovenizmin ve ırkçılığın yükseltildiği bir dönemde, grevin demokratikleştirici, özgürleştirici etkisi, demokrasi ve özgürlükler cephesinde adeta bir nefes borusu olmuş; ülkenin her noktasında grev yerleri, birer demokrasi mevzisi görevi görmüştür. Bu durum demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde en tutarlı sınıfın işçi sınıfı olduğunu bir kere daha göstermiştir.

Sonuç olarak; Telekom grevi, işçi hareketi ve sendikal hareketin mücadeleci temelde yenilenmesinin olanaklarını ve biçimlerini göstermesiyle, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki olumlu yerini şimdiden almış bulunmaktadır. Bu birikim, işçi sınıfının ileri unsurları ve sınıf partisi tarafından, işçi ve emekçilere mal edilebildiği oranda, işçi hareketi ve sendikal hareketin mücadeleci temelde yenilenmesinin temel taşlarından biri olacaktır.

üç ülkede üç grev üzerinden işçi hareketine dair bazı notlar

 

2007 yılı son çeyreği içinde ortaya çıkan işçi grev ve direnişleri, yıl boyunca değişik ülkelerde ve çeşitli iş kollarında örgütlenmiş eylem ve direnişlerden, onları aşarak, dolayısıyla da sermaye ve hükümetleri üzerinde daha etkili baskı oluşturarak ayrıldılar. Ekim sonu ve Kasım ayı boyunca devam eden Telekom greviyle Fransa’da ulaşım ve enerji ve Almanya’daki ulaşım emekçilerinin grevleri, grevcilerin kararlı direnişi ve birliği, harekete geçirdikleri emekçi kitlesi, gördükleri destek ve ilgi gibi birçok yönüyle salt bu ülkelerin değil, çok sayıdaki diğer ülkelerin işçi ve emekçilerinin de ilgi alanındaydılar.

*Telekom grevi, 40 günlük süreyi geride bırakmasıyla diğerlerinden ayrılırken, grevle “5 liranı paylaş” dayanışması, grev yeri ziyaretlerinin sürekliliği, halkın öteki kesimlerinin (birçok yerde semt emekçileri) gıda-yiyecek desteği, emekçilerin saldırılara karşı öfkelerini göstermeleri vb., patron, sermaye ve hükümet çevrelerinin grevi karalama kampanyasının püskürtülmesi bakımından, olanaklara da işaret eden önemli bir direniş oldu. 26 bin işçinin, baskılara karşın, büyük bir disiplin ve karalılıkla sürdürdüğü grev, gördüğü desteğin genişlemeye başlaması, hemen her sektörden işçiler ile birçok sendika şubesinin grevle maddi ve manevi dayanışmaya girmeleriyle güç kazandı. Grevin ve greve desteğin kararlılıkla sürdürüldüğü dönemin, militarist şoven sermaye güçlerinin Kürt düşmanı kışkırtıcı propagandayı histeri düzeyinde yükselttikleri ve Irak Kürdistanı’na askeri saldırı hazırlıkları üzerinden bir tür seferberlik ilan ettikleri dönem olması, işçi sınıfı ve emekçilerin bu eylemiyle ona verilen desteği daha da önemli kılmaktaydı.[1] Başka türlü söylenirse, bu grev, şovenist histeri dalgasının yükseltildiği bir dönemde örgütlenebildi ve “ihanet” suçlamalarıyla güçlendirilen burjuva propagandaya rağmen başarıyla sürdürülebildi.

*Almanya ve Fransa’daki grevler de, bu ülkelerin sermaye çevreleri ve hükümetlerinin emekçi düşmanı saldırıları aralıksız sürdürdükleri ve ‘neoliberal politikalar’la işçi-emekçi hareketini, nesnel ve politik açıdan en ileri düzeyde olduğu ülkeler dahil, hemen her yerde en geri noktaya savurmayı başardığı bir dönemde ortaya çıktılar.

Fransa’da, demiryolları işçileri, yaklaşık bir ay önce gerçekleştirdikleri bir günlük genel uyarı eyleminin ardından, 13 Kasım’dan itibaren yeni bir grev gerçekleştirdiler. Toplamı bakımından 500 bin civarında emekçinin çalıştığı Devlet Demiryolları İşletmesi (SNCF), Paris ve çevresi kent içi toplu ulaşım kurumu (RATP), Ulusal Elektrik İşletmesi (EDF) ve Ulusal Gaz İşletmesi (GDF) çalışanları; 60 seneden beri kullandıkları haklarının, Sarkozy’in dayattığı “reform” ile ellerinden alınmak istenmesine karşı harekete geçtiler.

Sarkozy ve hükümeti, ısrarlı bir karalama kampanyası ile iyice köşeye sıkıştırdığı demiryolu emekçileriyle enerji sektörü kamu çalışanlarını ezerek “başka kapıları aralamak”; böylece, Fransa’da işçi hareketi içerisinde on yıllar boyunca önde yürümüş ve haklarını koruyabildikleri gibi 1995 greviyle o dönemin saldırı politikalarını geriye atmada da önemli bir rol üstlenmiş olan işçi ve emekçilerin bu kesimine geri adım attırarak, saldırıların genişletilmesi için yoları daha fazla açmak istiyordu.

 Demiryolu ve kamu ulaşımı emekçileriyle enerji işkolu işçilerinin, Nicolas Sarkozy’nin emeklilik yaşını yükseltme politikasına karşı bir haftayı aşan grevleriyle, memurların, “ücretlerinin yükseltilmesi ve kamu sektöründeki kadro açığının kapatılması” talepleriyle 20 Kasım’da gerçekleştirdikleri bir günlük genel grev ve onlara destek veren öğrencilerin eylemi, bu saldırılara sessiz kalınamayacağının açıktan ilanı oldu. Grev ve direnişin harekete geçirici etkisi daha geniş alana yayıldı, birçok kentte greve destek komiteleri kuruldu, demiryolları işletmesi (SNCF) yönetiminin açıklamasına göre, ulaşım emekçilerinin %60’ının, eğitimcilerin yüzde 65’inin katıldığı grev, öğrencilerin, boykot ve işgallerle verdikleri destek ve memurların bir günlük genel greviyle birleşerek, ulaşım, sağlık, eğitim başta olmak üzere, yaşamın birçok alanında etkili oldu. Fransız kamu emekçilerinin genel eylem gününe; eğitim, sağlık, iletişim, banka, posta, vergi daireleri ve enerji sektöründen 5 milyon kişinin katıldığı belirtildi. Demiryolu ve Metro grevi hava ulaşımını da aksattı ve grev, sermaye gazeteleri tarafından “Fransa’nın Kara Salı’sı” olarak nitelendirildi. Fransız kamu emekçilerinin 20 Kasım grev, genel grev, eylem ve direnişine milyonlarca emekçinin (yaklaşık 5 milyon) katılması, sendikaların çağrısıyla 150 kent merkezinde 700 bin emekçi ve gencin alanlara çıkarak tepkilerini dile getirmesi ve bazı özel sektör çalışanlarının da “dayanışma grevi” yapmaları,  “Fransız usulü mücadele”nin yeni bir göstergesi oldu.[2]

“Kaliteli ve parasız eğitim” talebiyle ve üniversitelere kayıtlarını elemeli hale getiren, harçları artıran, personelin daha kötü koşullarda çalışmasına ve tekellerin üniversitelerde söz sahibi olmasına olanak sağlayan LRU yasasının geri çekilmesi için mücadele eden Fransız üniversite ve lise gençliğinin önemli bir kesimi de (40 bin genç), demiryolu ve Metro emekçilerinin direnişine ve memur grevine destek verdi. 40 üniversitede, girişleri bloke eden ve grevleri, boykot, işgal ve yürüyüşlerle destekleyen öğrenciler, yürüyüş kolları halinde meydanlara çıkarak, işçilerin saflarına katıldılar. Liseli gençler de, liseliler sendikasının çağrısıyla grev ve gösterilere katılmışlardı.[3]

*Almanya’da, makinistlerin, ücret artışı taleplerini reddeden Alman demiryolları idaresine karşı aralıklı olarak sürdürdükleri grev, başlangıçta görüşmeye yanaşmayan tekel yöneticilerini, %13 zam önerisi yapmaya zorladı. Makinistlerin grevi, Demiryolu tekelinin ve işbirlikçi sendikacılığın tüm engellerini aşarak gerçekleşmesiyle ve ulaşım sektörüyle birlikte, bağlı ya da ‘bağlanan’ öteki sektörleri de etkileyerek, “çapı”nın üzerinde etkili olmayı başaran bir grev oldu. (Demiryolu taşımacılığındaki grev, kara ve deniz yolları taşımacılığını, parça ve diğer ürün naklini aksatarak, öteki sektörleri de bir biçimde etkiledi.)

Alman ve Fransız emekçilerinin grevleri bu ülkelerde ekonominin öteki dallarını etkilemekle kalmadı, komşu ülke Belçika’da da üretim sektörünü etkiledi ve Audi otomobil fabrikasında üretimi, parça naklinde yaşanan sorunla, neredeyse durma noktasına getirdi.

Fransız, Alman ve Türk burjuva çevreleriyle tekel patronları, “büyük zararlara uğramak”tan yakınarak, işe ihtiyacı olanların çalışmasını ve geçim araçlarını temin etmelerini engelleme, ülke ekonomisine zarar verme ve rekabette başka ülke şirketlerinin öne geçmesine neden olma iddialarıyla grev kırıcılığına soyundular. Mücadeleyle hak elde edilmesinin bir işçi geleneği olarak şekillenmesini istemeyen kapitalistlerle hükümetleri, işçilerin taleplerini kabullenme yerine, kendilerine daha pahalıya mal olan yöntemleri dayatmaktan kaçınmadılar. Telekom patronu, işçilerin 174 milyon YTL’lik zam isteğini kabul etme yerine, grev sonucu -aylık kayıp olarak- 500 milyon YTL zararı göze aldı. Aynı durum, uzunca bir süredir aralıklı direnişlerle devam eden Alman makinistleri için de söz konusuydu. Yapılan açıklamalara göre, makinist direnişi yüz milyonlarca euro’ya mal olmuştu ve Fransız Ulusal Demiryolları (SNCF) başkanı Anne Marie Idrac’in açıklamasına göre, Fransız demiryolu tekeli, grevlerden dolayı 100 milyon Euro zarar etmişti.

 

ZORLUKLARA VE ENGELLERE RAĞMEN…

Burada üzerinde durduğumuz grev ve direnişlerin önemli özelliği, ulusal ve uluslararası alanda işçi-emekçi hareketinin yükseliş halinde olmayıp, son yıllarda giderek belirginleşen biçimde durgunluk ve geriye düşüşü sürdürdüğü bir dönemde ortayı çıkmış olmalarıydı. Bu durum, işçi hareketinin “bir çıkış” için olanaklarına işaret etmesinin yanı sıra, sektörel mücadelelerin karşı karşıya bulundukları zorlukları da göstermekteydi. Ülkelerin ve işçi sınıfının mücadele geleneği, hareketin çeşitli kolları arasındaki ilişkiler ve birlikte mücadelenin önemine dair kavrayış farklılıkları, direnişin örgütlendiği işkolu ya da işkollarının ekonominin tümü üzerindeki etkisi vb. bakımlardan, ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle de bağlı olan farklara rağmen, grevci-direnişçi işçi ve emekçiler, her üç ülkede de, önemli zorluklar, engeller ve olumsuzluklarla karşı karşıya bulunuyorlardı. İşçi hareketinin dönemsel özelliklerine bakıldığında, görülen şuydu: İşçi hareketi, denebilir ki, son on yılların en geri düzeyinde -uluslararası alanda da- seyrediyordu. Lokal bazı direnişler olmakla birlikte, sermaye ve hükümetlerin ekonomik-sosyal ve politik saldırı programlarının önüne geçecek, onları geri püskürtecek düzeyde bir mücadele henüz yoktu. Aksine, başlıca Avrupa ülkeleri gibi, işçi hareketinin mücadele merkezleri olan ülkeler dahil, hareket, denebilir ki tarihinin en geri düzeyine atılmıştı. Bu bir yana, işçi-emekçi hareketi Türkiye’de 1989-90-91; 95-96 ve 2001 dönemlerindeki düzeyinin de gerisine düşmüştü ve ne Fransa’da ne Almanya’da ’95 yılı işçi eylemleri dalgası gibi bir yükseliş yoktu. Üretim sektörünün ana dallarını oluşturan metal-maden-petrokimya alanlarıyla, bunlara göre daha ‘dağınık’ tekstil-inşaat alanları açısından daha pasif ve ‘yarı uykuda’ bir durum yaşanmaktaydı. İşsizlik son 20-30 yıllık süreçte daha büyük yığınları sarmıştı ve bu durum, sınıfın çalışır durumdaki kesimleri üzerindeki ek baskıyı artırmış ve ağırlaştırmıştı. Taşeronlaştırma, esnekleştirme ve özelleştirme uygulamalarıyla işçilerin birleşik direnişini zaafa uğratacak koşullar ağırlaştırılmış; bilim ve teknikteki gelişmelerle takviye edilen makinenin ekonominin daha geniş alanlarında kullanılmasıyla üretici emek gücünün bir bölümü üretim dışına atılmış ve ağır sanayi işçilerinin hareket içindeki etkin ve birleştirici rolüne belirli bazı darbeler vurulmuştu. Bütün bunlara ek olarak, burjuva, burjuva liberal sağ v e ‘sol’, sözde sosyalist vb. aydın, parti, grup ve çevreleri bu durumu dayanak edinerek, sınıf inkarcısı teorileriyle işçi sınıfı saflarında kargaşa, moral bozukluğu ve dağınıklık yaratmak için daha organize biçimde harekete geçmişlerdi ve bunlar, örneğin, işçi sınıfının ekonomik-sosyal ve politik taleplerini kararlıca savunmasıyla insanlığı sömürüden kurtaracak toplumsal devrime öncülük etmesi arasındaki bağı tümüyle koparmakta ve proletaryanın devrimci niteliğini yitirdiğini vazetmekteydiler.

İşçi hareketinin son on yıllardaki en önemli özelliklerinden biri, yeni kazanımlar elde edecek etkili mücadele yürütememesi ve aynı nedenle de, eldeki kazanımların adım adım yitirmesiydi. İleri işçi kitlesiyle devrimci işçi partilerinin sınıf ve emekçiler içinde tuttukları mevziler ve hareketle bağları daha geri bir noktadaydı. Sendika üst bürokrasisi, sermaye ve hükümetleriyle uzlaşma çizgisinde daha ileri mevziler tutmuştu.

Her üç ülkede de, gerçekleştirilen grev ve direnişler, esas olarak ‘aşağıdan gelen’ baskıyla ve ‘aşağı’nın talepleri için mücadelesi olarak gündeme geldiler. Telekom grevi, işçilerin ve Haber-İş’in üyesi oldukları TÜRK-İŞ başta olmak üzere, sendika konfederasyonlarının fiili-gerçek desteği olmaksızın gerçekleştirildi. Konfederasyon yönetimi, anlaşma olmazsa “genel eyleme geçeceği” açıklamasına karşın, pratikte uzlaşıcı ve -aslında- eylemi sona erdirici bir hat üzerinde duruyordu. Sendikacılık denince, akıllarına, işçi sınıfının sermaye yararına hareketsiz tutulması, harekete geçtiğinde de, eylemini güçten düşürecek araç ve yöntemlerle önlerinde barikat örmekten ve işçi aidatlarıyla lüks yaşam sürdürmekten başka bir şey gelmeyen bazı diğer konfederasyon yöneticileri için ise, ortada sanki bir grev ve direniş yoktu!

Fransız demiryollarındaki ve ulaşım sektöründeki grev ve direnişler karşısında, ilgili sendikaların tutumu da, esas olarak mücadelesizlik çizgisindeydi. Ulaşım emekçileri, CFDT sendikasının eylemleri bitirme çağrısına ve CGT’in “sorunu masada çözme” yaklaşımına rağmen, Sarkozy’in görüşme taleplerini kabul etmesine kadar direnişi sürdürdüler. Demiryolu işçilerinin üye oldukları ve “mücadeleci” olarak tanınan CGT’nin üst sendikası CFDT’nin yöneticileri, daha ilk günün akşamında “grevin durdurulması” çağrısı yaptılar. CGT’in genel sekreteri ise, grev başlamadan birkaç saat önce, hükümete “görüşme” talebinde bulundu ve hükümetin işçi hareketini ve eylemlerini güçten düşürmek üzere dayattığı “ayrı ayrı görüşme prensibi”ni kabul ettiğini açıkladı. CGT yöneticileri, “biz, greve ne devam edilsin, ne de edilmesin demiyoruz. Kararı demiryolu çalışanları versin” diyerek, “söz ve karar hakkını işçilere bırakmak” adına, sorumluluktan kaçıyor ve mücadele içerisindeki üyelerini yalnız bırakıyorlardı.

Daha geri ve gerici bir tutum, Alman sendika bürokratları için söz konusuydu. Alman demiryollarında örgütlü sendikalar GDBA ve Transnet, GDL’de örgütlü emekçilerin eylemine karşı, demiryolu tekelinin yanında açıkça saf tutarak, eylemin bitirilmesini istediler ve talepleri için mücadele eden makinistler ile sendikalarını, “küçük grup çıkarlarını savunmak” adına daha geniş kesimlerin çıkarlarını “tehlikeye atmak”la suçladılar. Sendika patronlarına göre, “bir sendikanın toplumdaki perestijinin grev yaptığı için yükselmesi” ve “sınıf mücadelesi yürütmenin daha iyi sonuç doğurması”, suçlanacak bir durumdu!

 

ZORLUKLARI AŞMA OLANAKLARI VE SINIFIN GÜÇLENEN KONUMU

Fransa, Türkiye ve Almanya’daki grev ve direnişler, işçi ve emekçi hareketinin sorunlarının daha net olarak görülmesi, ileri kesimlerin sorumlulukları, hareket ve mücadelenin olanakları ve karış karşıya bulunulan zorlukları bir kez daha göz önüne getirdi. Bu grevler, her bir ülkedeki sonuçlarından bağımsız olarak, işçi sınıfının uluslararası sermayeye ve Fransa, Almanya gibi kapitalist emperyalizmin en öndeki önemli ülkelerinden bazılarının hükümetleriyle işletme patronlarına karşı bir proleter ve emekçi barikatının örülmesi bakımından, mücadele edilmesi gereken zayıflıkları ve bu zaaf ve zayıflıkların giderilmesi için ileri kesimlere düşen sorumlulukları da -bir kez daha olmak üzere- ortaya koydu. Grev ve direnişlerin, sendika konfederasyonlarıyla tek tek sendikaların -işkolu sendikalarının bazıları da dahil- mücadele yerine uzlaşma ve işbirliği çizgisine rağmen başlatılıp sürdürülmesi, emekçilerin talepleri için mücadele kararlılıkları bakımından da önemli bir göstergeydi. Emekçi direnişinin lokal, sınırlı ve sektörel kalışının hakların elde edilmesinde engel oluşturduğu; başarı için yaygın ve daha kararlı mücadele hattında yürünmesi gerektiği, bu grev ve direnişler vesilesiyle yeniden görüldü. Fransa’daki grevin ötekilerine göre daha yaygın ve kitlesel desteğe sahip olması ve Telekom grevine verilen manevi-moral destek, grevlerin Fransız ve Türk gericiliği üzerindeki etkisi ne olursa olsun, daha etkili mücadele için birleşik işçi ve halk hareketine acil gereksinimi de göstermiş oldu. Bu da, işçi sınıfının ve özellikle de ileri kesimlerinin, her şeyden önce, burjuvazi ve hükümetlerinin, toplumun diğer kesimlerini, kendilerine karşı kışkırtarak eylemini etkisizleştirme ve önleme çabalarını da kırmak üzere, ve halkın öteki kesimlerini yanına almak için, ‘durum’u tüm açıklığıyla ortaya koyacak bir çalışma içinde olmasını, burjuva politikasına karşı kendi politikasını yapmasını, politik bir parti olarak daha güçlü biçimde örgütlenmesini gerekli kılmaktadır.

Son grevlerin bir diğer özelliği, Marx’ın daha 1860’larda işaret ettiği; kapitalist üretim tarzının, kapitalist ekonomik sistemin kapsamlı ve derinlemesine tahliliyle vardığı sonuçlar açısından da, -aralarında işçi sınıfının tarihsel devrimci rolü de olmak üzere- çok çarpıcı, açık ve görülebilir veriler sunmalarıydı. Bu grevler, henüz esas olarak üretimin belli bir sektöründe örgütlenmiş olmakla kalmalarına rağmen, işçi sınıfının kapitalist üretimin can damarlarını elinde tutan sınıf olduğunu; üretimin temel herhangi sektöründe kararlı ve etkin bir direnişinin, tüm öteki alanlarda da kapitalistlerin ve temsilcilerinin “çanına ot tıkama”sı için olanak, güç ve araçlarının artıp-genişlediğini; kapitalist ekonominin hemen tüm sektörlerini birbirine bağlayan ve iç içe geçmelerini sağlayan gelişmelerin ulaştığı bugünkü düzeyin, bu sektörlerden birinde başlayan bir direnişin diğer sektörleri etkileme olasılığını arttığını bir kez daha gösterdi. Grev nedeniyle Fransa’da 15 sanayi merkezinde hammadde eksikliğinin ortaya çıkması, Alman makinist grevinin Belçika’daki Audi işletmesinde ürün naklini aksatması, ulaşım ve iletişim işkollarıyla otomotiv-metal-kimya vb. işkolları arasındaki ilişkiyi ve yine bu sektörlerden birinde ya da birkaçında örgütlenecek bir genel işçi-emekçi grev ve direnişinin kapitalist ekonomiyi nasıl da “alabora edeceği”ni yeniden göz önüne getirdi.

Kapitalizmin, insanlığın ulaştığı “en son ve en gelişmiş toplumsal sistem” olmakla kalmayıp “değiştirilemez” ve “yıkılamaz” da olduğu yönündeki burjuva propagandası da, “işçi sınıfının toplumsal konumu ve rolünün değiştiği” ve “toplumsal devrimler döneminin miadını tamamladığı” söylemi de, işçi hareketinin son 30-40 yıllık süreçte yüz yüze geldiği sorunların henüz aşılamamış olmasını ve hareketin dağınıklığını dayanak alıyordu. “Endüstriyel dönemin sona erip bilim ve bilgi çağının başladığı” ve işçi sınıfının “üretici güç olmaktan çıktığı” yönündeki burjuva propagandasından beslenen ve proletaryanın kapitalist üretim sürecinde oynadığı devrimci rolünün, “üretimin merkezinde yer almaktan çıkması” ve “bileşiminin değişmesi” sonucu “temelden değiştiğini” vaaz eden sözde sosyalist görüş(ler) ise, bu burjuva, burjuva liberal propagandaya, “en sosyalist” mevziden güç veriyorlardı. Bunlara göre, kapitalizmin “kendini sürdürme dinamikleri”nin ‘proletaryanın saflarında yarattığı kriz ve dağınıklık’, onu “devrimci sınıf konumundan uzaklaştırmış”; “sanayi proletaryasının üretim içindeki rolünü önemsizleştirmiş”; ve bu da , “eski anlayışları, eski örgüt ve mücadele tarzlarını geçersizleştirmiş”ti!

Bu görüşleri Marx’ın dönemine kadar geriye götürerek, “işçi sınıfının tarihsel devrimci rolü” üzerine Marx’ın tahlillerini sözüm ona yanlışlayanlar da hayli kalabalıktılar. Tekelci sermaye cephesinden ve kapitalizmi aklama çabası içinde, işçi sınıfı ve eylemine doğrudan saldıranların, proletarya ve emekçileri teslim almak üzere sürdürdükleri “sınıfların ve ideolojilerin tarihe karıştığı” iddiası, burjuvazinin doğrudan-açık saldırısı olmakla kalmamış, hedeflediği yönde, liberal sağ ve ‘sol’ oportünist-Troçkist çevrelerle aydın kesimlerinin saflarında da önemli sayıda müttefik bulmuş ya da yaratmıştı.

Bu ikincilerinin, kendilerine has olmayan özelliği, ‘sureti haktan görünerek’, işçi sınıfı ve devrimci eyleminin “başarılı olması için çözüm arama” gerekçesiyle onun ve ileri kesimlerinin saflarında umutsuzluk ve dağınıklık yaratmaya çalışmalarıydı. İşçi sınıfının ileri kesimlerinin kolaylıkla görüp anlamakla kalmayacağı, politik taktik, örgütlenme ve mücadele çizgisini belirlemede kaçınılmazlıkla dikkate alacağı toplumsal gelişme ve değişmeleri, proletaryanın, üretim sürecindeki konumu ve üretim araçlarının mülkiyetinden arınmış olmasıyla belirlenen devrimci rolünün inkarı için, “kanıtlayıcı” dayanak olarak kullanıyorlardı. Gerekçeleri, “durumun artık eskisinden farklı olduğu”; “büyük bir işçi hareketinin ve grevlerinin olmadığı; sanayi işçileri kitlesinin küçüldüğü, fabrika işçisinin hareket içindeki konumunun zayıfladığı ve hizmetler işkolunun en yaygın ve güçlü sektör haline geldiği vb.” idi. Bu “durum” ya da gelişmelerden çıkardıkları sonuç ise, işçi sınıfının, 19. yüzyılın ve 20. yüzyılın ilk yarısının ve hatta 1970’li yıllara gelen dönemin işçi sınıfı olmaktan çıktığı ve toplumsal rolünün de “önemsiz” denilebilecek düzeye gerilediğiydi.(!)[4]

İşçi sınıfının kendisi için sınıf olarak toplumsal devrime önderlik etmesinin, üretim sürecindeki konumunun değişmesi nedeniyle olanaksızlaştığı yönündeki burjuva liberal, sözde sosyalist teori(ler), önemli oranda hareketin geriye düşüşünden ve dağınıklığından, burjuvazi karşısında yaptırımcı bir güç gösterememesinden güç almaktaydı(lar) ve bu teori(ler) şurada burada hız kaybetmekle birlikte hayli kalabalıklaşmış “yenileşmeci” aydınlarla politik-örgütsel çevreler tarafından savunulmaya devam ediyor.

Bu burjuva ve sözde sosyalist teoriler kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı değişiklikleri dayanak edinmelerine rağmen, bu değişikliklerin ‘ruhu’na aykırı bir içeriğe sahiptirler. Böyledir, çünkü; kapitalizmin, toplumu asıl olarak burjuvazi proletarya halinde iki temel sınıf olarak bölmesinde herhangi kesinti söz konusu olmadığı gibi, proletaryanın devrimci özne olmasını belirleyen, üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki temel çelişmeyi ortadan kaldıracak ya da zaafa uğratarak belirsizleştirecek bir gelişme de söz konusu değildir. İşçi sınıfı, üretimin merkezinde yer almaya, temel üretici güç olmaya devam etmektedir ve dahası, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun ve arındırılmış duruma getirilenlerin saflarına atılmasıyla safları giderek büyümektedir. Bir kısım ileri kapitalist ülkenin kendi proletaryası ve emekçilerini sömürmeye ek olarak sömürge ve bağımlı ulusların kaynaklarını yağmalayarak elde ettikleri kaynaktan “verdikleri”yle semiren işçi aristokrasisinin -yeni bir olgu olmamakla birlikte- büyümesi ve hizmet işkolunun eskisiyle kıyaslanamaz büyüklükte genişlemesi, işçi sınıfının bileşimi üzerine inkarcı tezleri kanıtlayacak yenilikler değildirler. Daha da önemlisi, olgular bu zırva teorileri boşa çıkaracak şekilde, sınıfın toplumsal konumu ve onun tarafından belirlenen devrimci rolünün daha da güç kazandığını göstermektedir.

İşçi sınıfı, yeni kesimleri kapsayarak genişlemiş ve büyümüş, eski dönemlerin köylü toplumları kentli olma yönünde büyük ve ciddi değişim göstermişler, bunların bağrında kapitalizmin gelişmesi sonucu eskinin yüz milyonlarca kır emekçisi ya da küçük mülk sahibi, kentli “alt sınıflar”a katılmışlar, bunların önemli bir kesimi proleterleşmiştir. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası ücretli emekçi durumuna gelmiş; Çin, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Meksika, Kore gibi ülkeler önemli proletarya ülkeleri arasına katılmışlardır.

Kapitalist merkezileşme ve sermaye yoğunlaşması, bilim ve teknikteki gelişmeler ve teknolojik yenilenmeler sonucu bir kesim işgücü üretim dışına atılmasına rağmen, esnekleştirme-taşeronlaştırma-özelleştirme uygulamalarıyla işçilerin fabrika ve sanayi komplekslerindeki bir arada oluşları bir ölçüde parçalanmasına karşın, üretken emeğin alanı genişlemiş; yeni iş alanları/işkolları ortaya çıkmış; işgüçlerini satarak artı değer üreten işçi sayısı artmış, proletaryanın saflarına, kır ve kent küçük burjuvazisi ve hatta orta burjuva kesimlerden katılanların kitlesi daha da büyümüştür. Bu gelişmeler, emek-sermaye ilişkilerinde, işçi sınıfının konumunu nesnel olarak güçlendirmiş, toplumsal değiştirici ve dönüştürücü rolünü büyüterek daha etkili hale getirmiştir.

İşçi sınıfının devrimci özne olması durumunun sona erdiği yönünde geliştirilen sağ ve sol burjuva, burjuva liberal görüşler, işçi hareketinin ağır saldırılar altında geriye püskürtülmesi ve sendikal-politik örgütlenmesinin parçalanmasından hareketle ve öznel alana ilişkin veriler üzerinden nesnel durum ve gerçeklerin -hem de esastan- değiştiğini veya değişebileceğini vazetmektedirler. Olgular ise, işçi sınıfının, burjuvazi ve emperyalizm tarafından geriye atılmasının tüm sancılarını en yoğun yaşadığı dönem(ler)de dahi, tarihsel devrimci rolünü oynamayı sürdürdüğünü gösteriyor. Son bir-bir buçuk aylık süreçte ve farklı ülkelerde ortaya çıkan grevler, sınıfın rolü ve eylemi bakımından bir aykırılık oluşturmamakla birlikte ve grevlerin sosyal-politik ve iktisadi sonuçlarından bağımsız olarak, bu teorilere, bizzat işçi sınıfı tarafından verilmiş pratik bir yanıt da oluşturmaktadırlar.

Burjuva, burjuva liberal teorisyenlerin toplumsal yaşam ve ilişkileri insan iradesiyle yönlendirilebilir ve fizik-kimya, mekanik yasalarınca kurgulanabilir türden dogmatik sınırlamalara tabi tutan anlayışları, en geri durumunda olmasına rağmen, işçi hareketinin kendi talepleriyle sermaye karşısına çıkarak durumunu düzeltme ve haklarını koruyup geliştirme tutumuyla (toplumun ezilen diğer kesimlerinin de desteğinde) yol almaya çalışmasında görüldüğü üzere, bizzat sınıf mücadelesi pratiği tarafından boşa çıkarılıyor. İşçi sınıfının çeşitli ülkelerdeki hak mücadelelerinin gösterdiği, burjuvazi ve emperyalizmin, işçi sınıfının saflarında bölünmeler yaratarak hareketini etkisizleştirici politikalarına rağmen, kapitalizmin eski-yeni sektörlerine çekilen yeni yüz milyonlarca işçiyle safları genişleyen proletaryanın devrimci sınıf rolünde öze ilişkin bir değişiklik yaratmayı başaramadığı; buna rağmen, elindeki olanakları, bu iki ana toplumsal sınıf arasındaki mücadelenin gelişme seyri, düzeyi ve hızı üzerinde kapitalistler yararına etkide bulunan bazı sonuçları, bu görüşün egemen olması için daha etkili tarzda kullanmayı başardığıdır.

Gerçek o ki, işçi hareketinin dağınıklığı, geriliği ve diğer tüm zaaflarına rağmen, kapitalist emperyalizmin, uluslararası alanda dünya topraklarını devrime hazır hale getirmesi bakımından bugün koşullar daha da olgundur. Artık kapitalist zincirin halkası olmayan bir ülke hemen hemen yok gibidir. Kapitalist gelişme, tüm ülkelerin kırını önemli oranda -kuşkusuz değişen ve değişik süreçlerde- çözmüş, dünya proletaryasının saflarına yeni yüz milyonlarca işçinin ‘sürülmesi’ni sağlamıştır. Üretim ve sermaye yoğunluğu artmış, merkezileşme, az sayıda büyük tekelin geniş alanlara hakim olmakla kalmayıp, birden fazla ülkede üretim yapacak hale gelmesiyle daha da gelişmiş, farklı sektörler birbirleriyle daha fazla iç içe geçmiş, böylece devrimin maddi toplumsal koşullarının olgunlaşması ilerlemiş, devrimin toplumsal temelleri güçlenmiştir. İşçi sınıfı, gerek eski köylü toplumlarının kapitalist gelişmenin girdabına kapılarak çözülmesiyle, gerekse yeni iş kollarının ortaya çıkmasıyla nicel olarak çoğalmış, ancak bununla kalmamış, bilimsel teknik ilerlemelerin ve toplumsal gelişmenin sağladığı olanaklar sonucu, burjuvazi tarafından geliştirilen tüm engellemelere rağmen daha ileri, daha bilgili, daha aydın işçi kuşaklarının ortaya çıkması nedeniyle, sermayeye karşı mücadelesinin bir devrimle sonuçlanması için nesnel ve öznel olanakları artmış/genişlemiştir. Bugün daha eğitimli, mücadele araçları çoğalmış ve çeşitlenmiş bir proletaryadan söz etmek mümkündür.

Bütün bunlar,

a) Bir işkolundaki işçi-emekçi mücadelesinin etki sahasını genişletmiş, harekete geçirici rolünü artırmıştır;

b) Bir ülkedeki mücadelenin uluslararası etki gücünü artırmış ve genişletmiş; kendi sınıfının çıkarları için mücadele olanaklarını genişletmiştir. “Cahil sürü” olarak aşağılanan proletaryanın eğitimli kesimlerinin büyümesi, üretim ile eğitim arasındaki ilişkinin kapitalist kâr ve çıkar gereği daha da genişlemesi, burjuva amaç ve iradeye rağmen, sınıfın kendi çıkarlarının bilinciyle mücadeleye atılması ve kendiyle sömürücü sınıf burjuvazi ve devleti arasındaki ilişkinin kavranması açısından olanak genişletici bir rol oynamıştır.

c) Emek gücünü satarak yaşamını sürdürenlerin saflarına itilen öğretmen, sağlıkçı, mühendis vb., toplumun öteki kesimlerinden gelenlerin sayısal oranı büyümüş -sınıfın saflarına küçük burjuva ideolojik etkiyi taşıma riskine rağmen-, safları genişleyen ücretli emekçilerle işçi sınıfının toplumsal rolü ve konumu güç kazanmış, işçilerle birlikte sermayeye karşı direnecek emekçilerin safları daha da genişlemiş ve büyümüştür.

Son grevlerin, hareketin henüz geri bir düzeyinde dahi yeniden kanıtlayarak gösterdikleri bunlardır. Kuşkusuz, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesi, bugünün koşullarında, bu koşulların ve ilişkilerin etkisi altında gelişecek, onlar tarafından etkilenen yeni biçimler ve tarzlar üzerinden ilerleyecektir. Ve Marksizm, bir eylem kılavuzu olarak, bu yeni durum ve koşulların somut irdelenmesiyle proletaryanın uluslararası devrimci deneyiminin sonuçlarını birleştirerek, onun yolunu aydınlatmaya devam edecektir.

Sınıf hareketinin öznel alana ilişkin zayıflıklarından ve işçi ve sendikal hareketin zayıflığı-dağınıklığından hareketle, onun, kendi sınıfsal varlığının “inkar”ını da kapsayarak, kendisini sadece sömürü nesnesi sayan kapitalizmi tasfiye ederek yeni bir toplumsal sistem (sosyalizm) kurma konumundan ve rolünden uzaklaştığına ve bu olanağı yitirdiğine “delil” gösterenler, burjuvazinin dayattığı ihanet odağında konumlanmaktadırlar. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin zayıflıklarının ve dağınıklık ve geriye düşüşünün giderilmesi mümkün olduğu gibi, bunun için imkanlar genişlemiş, fazlalaşmış ve daha da olgunlaşmıştır. İşçi sınıfının toplumsal devrimci rolünü ve kapitalist toplum içindeki sınıfsal konumunu inkar anlamında “realize etmek” ve devrimci özneden söz edildiğinde, buna karşı olmak üzere, “ezilmiş ve dışlanmışlar”ın cephesini öne çıkarmak, sermayenin cephesine, liberal soldan verilmiş bir destek olmaktadır. İşçi hareketinin bugünkü sorun ve zayıflıklarını, bizzat sınıfın kendisine karşı burjuva anlayışı çerçevesinde kullanmaya soyunanlar, proletaryanın devrimci rolü sorununu, “hangi sınıftan olursa olsun özgürlükçü insanların bir araya gelmeleri”ne indirgeyenler, “bütün insanlar”ı, “sosyalizmin öznesi”[5] sayanlar, sosyalizmi, “insanlar arasındaki her çeşit eşitsizliğe karşı çıkış” türünden burjuva ufkuyla sınırlı bir “proje”ye indirgeyenler,  farkında olsunlar/olmasınlar, burjuvaziye hizmet etmektedirler.

İleri proletarya ve emekçiler, bugünün zorluklarını aşacak çözüm ve araçları yine hareketin kendi ‘cephaneliği’nden; tarihsel önemdeki deneyimlerinden çıkaracak, sınıfın ve emekçi müttefiklerinin birleşik mücadelesinden başka bir yol ve gücün önünü açma olanağına sahip olmadığını görerek devrimci uyanışını sürdürecek ve kapitalizmin çanına ot tıkayacak eylemini geliştirecektir. Olguların ve şurada burada ortaya çıkan lokal ya da daha birleşik mücadelelerin gösterdiği ve yeniden kanıtladığı budur. Ve bu durum, sınıfın ileri kesimleriyle devrimci sınıf partilerinin sorumluluklarını artırmaktadır.


[1] Telekom grevinin kararlılıkla sürdürüldüğü bir dönemde, Çukurova’da 50 bin tarım işçisinin, toprak sahiplerinin, üzerinde anlaşma sağlanan ücretleri ödememeleri üzerine giriştikleri protestoyla PETKİM işçilerinin özelleştirmeye karşı mücadeleyi sürdürme yönündeki açıklamaları, yine tüm olumsuz etkenlere rağmen Akyıl işçileriyle Novamed işçilerinin süren direnişleri, emekçi hareketine hakim olan durgunluk durumunun kırılmakta olduğuna işaret eden gelişmeler olarak alınabilir.

[2] Paris’te 70 bin, Marsilya’da 60 bin, Toulouse’ta 30 bin, Lyon’da 15 bin, Grenoble’de 15 bin, Rouen’de 18 bin, Rennes ve Bordeaux’ta 25’de bin, Nantes’te 20 bin, Strasbourg’da 10 bin, Caen’de 20 bin, Havre’de 15 bin kişi sokaklara çıktı.

[3] Bu yazı kaleme alınırken, ajanslar, Macaristan’da demiryolları başta olmak üzere, toplu ulaşım ile sağlık ve eğitim alanlarında işçi ve emekçilerin greve gittiklerini, çiftçilerin de ülke genelinde çok sayıda karayolunu ulaşıma kapatarak grevci işçilere destek verdiklerini; Japonya’daki Amerikan üslerinde çalışan 16 bin Japon emekçisinin, üslerde çalışan her bir emekçinin ücretinden aylık yüzde on kesinti yapma ve çalışanların İngilizce seviyelerine göre verdiği artı ücreti kaldırma yönündeki hükümet planını proteste amacıyla greve başladıklarını ve Rusya demiryolu çalışanları sendikası (RPLBG) Başkanı Evgueni Koulikov’un, demiryolu emekçilerinin ücret artışı ve çalışma koşullarında iyileştirme talebiyle 28 Kasım’dan başlayarak greve gideceklerini açıkladığını bildiriyorlardı.

 

 

[4] Bu anlayışlar, işçi sınıfı ve onun ileri kesimleri içinde ciddi tahribatlara neden oldular; sınıf hareketinde mücadeleden geri çekici ve mücadele azmini zaafa uğratıcı bir rol oynadılar. Sınıfın devrimci partisi ve yayın organlarımız, işçi sınıfının toplumsal konumuyla bağlı tarihsel devrimci rolüyle hareketinin geçici zayıflıkları, dağınıklığı ya da nispeten daha örgütlü-derli toplu oluşu arasındaki ilişkiyi tersten kuran ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluşun öznesi olmaktan çıktığını vaaz eden sağ ve sol oportünist ve liberal görüşlerle her zaman mücadele etti. Esas olan ile tali olanı; belirleyici olan ile bağlı olanı hem yer değiştirerek hem de laf kalabalığı içinde belirsizleştirerek, burjuvazi ve sermayenin politikalarına bağlanan “eski-yeni sol” çevrelerden aydın ve politikacıların bu saptırmalarını, işçi sınıfının gündemine bağlı olarak ortaya koymaya çalıştı. Bu bakımdan, konuya ilişkin olarak burada söylenenler, Özgürlük Dünyası’nın çeşitli makalelerinde daha önce bazı yönleriyle belirtilenlerden büsbütün farklılık göstermemekle birlikte, önümüzdeki dönem tartışmaları için, bir konu başlığı olması yönünden de önem taşımaktadır.

 

[5] İşçi sınıfının davasının, insanın sömürü ve baskıdan kurtulması davası olarak bir insanlık davası sayılması, insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz ‘altın çağı’na ulaşmasını öngören bir dava olması, sosyalizmin tüm insanlar tarafından gerçekleştirilebilir bir “proje” olarak gösterilmesi görüşünü haklı çıkarmaz. Bu yöndeki “orta yolcu” ya da “yenileşmeci” görüşler, bilinç bulandırıcı burjuva (ve liberal) görüşlerdir.

washington buluşması ve kürt sorununda gelişmeler

 

Kasım ayı içinde, özellikle de son bir hafta on gün içinde “sınır-ötesi operasyonu” da kapsamak üzere Türkiye’nin Kuzey Irak ve Kürt sorununa yaklaşımına ilişkin çerçevede belirgin bir farklılaşma yaşanıyor. Üstelik yaşanan farklılaşma, yalnızca Türkiye’nin yaklaşımıyla sınırlı da değil. Neredeyse kartların yeniden dağıtıldığı ve “oyun”a yeniden başlandığına dair belirtiler ortaya çıkmış durumda.

Henüz 15-20 gün öncesine kadar “sınır-ötesi operasyon” yaptık yapıyoruz, Kuzey Irak’a girdik giriyoruz havasında olan Türkiye egemenlerinin artık tutumlarında bir değişme görünüyor. Şüphesiz egemenler bir sınır-ötesi operasyondan tamamen vazgeçmiş değiller. Ancak koparılan gürültü oldukça yatışmış durumda.

Oysa son günlere sığan bir dizi gelişme öncesine kadar kan ve barut kokusundan geçilmiyordu. Özellikle Barzani (ve Talabani) üzerine örneğin Ertuğrul Özkök ne yazılar döşenmekteydi. Ve yalnız değildi. Hiçbir Türkiye egemen sınıf temsilci ve sözcüsü Barzani ve Talabani ile görüşme ve yakınlaşmayı ağzına dahi almıyor; onların ne aşiret reisliğini ne düşmanlığını bırakıyordu. Talabani’nin “kedi bile vermeyiz” (ki, Türk yetkililerin Kuzey Iraklı Kürt yetkililerinin bazılarının kendisine teslim edilmesi talebine karşı söylenmişti) demeci çekiştiriliyor, Barzani’nin Türkiye’nin Kürtlerin Irak’taki devletleşmesine yönelik sınır ihlallerinin sert biçimde yanıtlanacağı doğrultusundaki açıklamaları üzerinden gerginlik tırmandırılıyor ve Barzani “PKK destekçisi” olarak nitelendirilerek hedef alınıyordu.

Sadece K. Irak yetkilileri, Barzani ve Irak Cumhurbaşkanı Talabani hedef alınmakla kalınmıyordu, yoğun bir Amerikan karşıtlığının önü açılmış durumdaydı. Yalnızca “sivil” sol ve sağ milliyetçi ırkçı şoven mihraklar değil, on yılların Amerikan yandaşı askeri yetkililer de Amerikan eleştirmenliğine soyunmuş durumdaydılar. Örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı, Amerika’nın Irak stratejisini bütünüyle engelleyemeyeceklerini, ama maliyetini ciddi biçimde yükseltebileceklerini ileri sürüyor, görünüşte ABD’ye gözdağı veriyordu.

Hükümete sınır-ötesi operasyon yetkisi veren tezkere çıkarılmıştı ve bu yetki havaya yumruk yapılarak kaldırılan ellerde sallanarak, Barzani’nin kendisine çeki düzen vermesi, ABD’nin de Irak politikalarını gözden geçirmesi yüksek sesle dile getiriliyordu. Sınıra birkaç yüz bini bulan yığınak yapılmıştı ve zaman zaman askerlerin Irak’a girip çıktığı haberleri çıkıyordu. Üstelik Irak sınırları dahilinde de yerleşik Türk askeri birlikleri vardı ve teyakkuzdaydılar; Irak kontrol noktalarında kimseyi dinlemeden davrandıkları haberleri geliyordu. Uçakların da katıldığı bombardımanların yapıldığı söylentileri de gazete sayfalarına taşınmaktaydı.

Dışa ve dış güçlere yönelik bu “girişimler”, içeride bir yandan operasyonlara hız verilmesi bir yandan da asker cenazeleri, törenler, Kürtlere yönelik saldırılar, DTP’ye yönelik “operasyonlar” üzerinden yükseltilen ve tırmandırıldıkça tırmandırılan şoven milliyetçi ırkçı propaganda ve saldırganlıktan besleniyordu.

Görünüşte hedef PKK idi. “Teröre verilen şehitler” üzerinden tüm Türkiye’nin seferber edilip ayağa kaldırılması için elden gelen yapılıyor, ama PKK’nın Türkiye Kürtlerin örgütü ve neredeyse yüz yıldır çözülmeyip kangrenleşmiş Kürt sorununun bu çözümsüzlüğünün ürünü olduğu bir yana bırakılıp “dış bağlantıları” ve K. Irak’taki “karargahı”nın önemi ve bunların tasfiyesi üzerinde yoğunlaşılıyordu. Yöneltilen sorular yanıtsızdı: “Siz kendi ülkenizde üstesinden gelemiyorsunuz, biz ne yapabiliriz?”, “Biz Kandil’i kontrol edemiyoruz, ama siz de Gabar’ı, Cudi’yi kontrol edebiliyor musunuz?”

Hedef ya da “tehdit algılaması”nın PKK olduğu ileri sürülmekteydi; ancak en azından PKK’nin tek hedef olmadığı görülüyordu. Fikret Bila’nın emekli generallerle yaptığı söyleşi ve bu konuda yayınladığı kitap ve söyleşi dizisi üzerinden sonrası kendisiyle yapılan söyleşide, generallerle yaptığı görüşmelerden “tehdit algılaması” ile ilgili olarak ne söyleyebileceği sorusuna verdiği yanıt ilginçti: Bila, generallerin “tehdit algılamaları”nda PKK’nin ancak üçüncü sırada geldiği izlenimini edinmişti. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması olasılığı ve bunun “olumsuz örnek” olarak “içerideki” Kürtleri hareketlendirmesi, birinci “tehdit” olarak algılanmaktaydı. Bu, ülkenin bölünmesini ilgilendiren bir tehditti. İkinci “tehdit algılaması” ise, Kerkük’e, Kerkük’ün bu olası Kürt devletinin bir parçası olması olasılığına ilişkindi (bu yıl içinde Kerkük’te, Kerkük’ün statüsüne ilişkin bir referandum’un yapılacak olması ve sonucunun Kerkük’ün bir Kürt ili olması bekleniyor, en azından referandumun ertelenmesi için uğraşılıyor ve baskı yapılıyordu.) PKK ise, tehdit sıralamasında ancak üçüncü sıradaydı. Barzani ve K. Irak Kürt oluşumuyla ilişkilerin gerilmesi, Talabani’nin Irak cumhurbaşkanı olarak görmezden gelinmesi ve resmi muhatap olarak alınmasından kaçınılması, PKK ve K. Irak’taki varlığı nedeniyle okların Barzani ve Kürt devletleşmesine yöneltilmesi, bu algıları doğrular nitelikteydi ve kuşkusuz hem ABD ve hem de Irak Kürtleri tarafından da “Türk tehdidi” algılamasına yol açmaktaydı.

Irak Kürtleri, bu nedenle, bir sınır-ötesi Irak operasyonunu doğrudan ya da PKK üzerinden dolaylı olarak kendilerine yönelik bir saldırı olarak anlıyor ve sert biçimde karşı çıkarak savaş nedeni sayacaklarını açıklıyorlardı.

Aynı algılama ABD açısından da geçerliydi ve Irak’taki hemen tek dayanağı K. Irak’taki Kürt bölgesi olan ABD, bir sınır-ötesi Türk harekatına bir türlü “olur” vermiyor ve karşı açıklamalar yapıyordu.

Görüntü, Ortadoğu’da Amerika’nın başlıca müttefik olarak Türkiye’yi değil, ama Irak Kürtlerini seçmiş olduğu yolundaydı. Tarihsel arka planı yok değildi, bu görüntünün. ABD’nin Irak işgaline Türkiye üzerinden geçiş vermeyi öngören 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Türk-Amerikan ilişkileri (çuval hadisesine bile yol açarak) gerilmiş ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından gelişmiş olan “Komünizme karşı cephe birliği” içerikli “iyi ilişkiler”in (ve ardından bu “iyi ilişkiler”in müttefiklik ilişkisinin de ötesine geçerek “stratejik ortaklık” düzeyine yükselmesinin) yerinde yeller esmeye başlamıştı. Türkiye ABD ile tarihindeki en olumsuz ilişki dönemine girmiş ve bir yandan “ne oluyoruz” diye kendi kendine sorar ve ABD ile “yakın müttefikliği” Kürtler lehine kaybettiğine ilişkin hayıflanırken, diğer yandan da ABD’nin Irak işgali çerçevesinde gelişen ittifak tercihindeki bu farklılaşmanın Türkiye’yi bölünme tehlikesiyle yüz yüze bırakmakta oluşu nedeniyle de en azından son yarım yüzyıl içinde en zor ve sıkışık durumda olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu durumun bir sonucu, görünüşte PKK, aslında ise Kürt “tehdidi” üzerinden Türkiye’de görülmedik boyutlarda bir Amerikan karşıtlığının yükselmesi ve bu yükselişin önünün özellikle statükocu şoven milliyetçi gericilik tarafından da açılması olmuştu. Bir diğer sonuç ise, yakın geçmişte iyi ilişkiler içinde olunan, kırmızı pasaportlar sağlanmış ve hatta PKK’ye karşı birlikte savaşılmış Barzani ve Talabani gibi önderleriyle artık “rakip” sayılan Irak Kürtlerine yönelik sertleşme ve tehditlerdi.

Türkiye gerçekten zor bir durumdaydı. Zaten Kürtlerin “azınlık hakları”nın savunuculuğunu yapmakta olan ve PKK’yi bir dizi yoldan desteklediğine inanılan (bu doğrultuda sık sık resmi açıklama ve suçlamaların konusu edilen) Avrupa ülkelerinin yanına bir de ABD eklenmişti. Üstelik ABD, Irak’ta hakim olduğu gibi, Barzani ve Talabani’nin de desteği olan asıl güçtü. PKK üzerinden Irak Kürtleri düşman ilan edilmekte ve “K. Irak’a sefer” hazırlığıyla üstlerinde baskı oluşturulmaktaydı; ama ABD’nin karşı çıktığı durumda bir askeri harekat imkanı bulunamayacağı da bilinmekteydi. Türkiye, NATO içinde ABD’nin müttefiki olduğu gibi, ordusu tamamen NATO ve Amerikan standartlarıyla organize edilmiş, yöneticileri Amerikan eğitiminden geçmiş, silah ve donanım bakımından da ABD ve NATO’dan kopabilme yeteneğine sahip olmayan bir nitelik taşımaktaydı. Gerçi, “Türkiye’nin, ABD’nin Irak’taki maliyetlerini yükseltme yeteneği”nden söz edilmekteydi; ama bu nasıl olacaktı? Türkiye emperyalistler arasında taraf mı değiştirecekti? Kimin tarafına geçecekti? Yasemin Çongar, örneğin, Türk ordusunda Rus yanlısı eğilimlerin gelişmekte olduğunu “bildirmekteydi”; ancak henüz Rusya’nın kendisinin ABD karşısında kendisini açıktan ortaya koymaktan kaçınmakta olduğu koşullarda bu olası mıydı? Üstelik en başta ordusu ABD ve NATO’ya bunca yakın bağlarla bağlı olan Türkiye, bu taraf değiştirmeyi aklından bile geçirme şansına sahip miydi? Bu ve benzeri soruların yanıtları olumsuzdu. Ve Türkiye’ye kalan, yalnızca, hem Irak Kürtleri hem de ABD’ye yönelik olarak, haklı olduğunu düşündüğü PKK ve “Türkiye’ye yönelik terörü”nu konu alan bir baskı oluşturmak, Irak Kürtlerini açıktan, ABD’yi ise yarım ağızla ve “bizi anlayın, Irak’a yönelik izlediğiniz çizgiyi değiştirin, Ortadoğu’da bizsiz yapamazsınız” içeriğiyle müttefiklik bakımından kendi imkanlarına vurgu yapan tehditlerde bulunmak kalmaktaydı. Bu “yarım tehdid”in, ABD’yi “ağlama duvarı” sayan, “haydi ne olur!”, “bak beni Kürtlere tercih edersen şunları şunları kazanacaksın” türü bir “yaltaklanma” içeriğine sahip olduğundan kuşku duyulamaz. İçeriği, halkta yükselen Amerikan karşıtlığını ileri sürerek, “bu durumda, benden isteyeceklerini (Ortadoğu ve özellikle İran’a yönelik olarak) yerine getiremem” olan bir yaltaklanma. Bu “yarım tehdit” ya da yaltaklanma pekiştirilmek için, İran’la önce doğal gaz ve sonra da elektrik sektöründe işbirliği anlaşmaları imzalanması ve PKK’yi (ve tabii ki K. Irak’ı) hedef alan bir ortak tutum geliştirilmesi, İran’la birlikte K. Irak’ın bombalanması yönünde adımlar atılmasına girişilir.

Böylelikle 5 Kasım Bush-Erdoğan Washington buluşmasına gelinir.

 

WASHİNGTON ZİRVESİ VE DEĞİŞMELER

5 Kasım öncesi Türkiye zincirinden boşanmış şoven milliyetçilikle karakterize haldedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinden başlayarak iç çatışması tırmanmış gericilik “PKK terörizmi” ve “ezilmesi” üzerinden ve asıl olarak “Kürtlerin başı üzerinden” birleşmiş bir görüntü vermektedir. O günlere kadar dönemden döneme yalpalayan, ama Kürt sorununda az-çok “ılımlı” bir görüntü içinde olan (örneğin bu görüntüsüyle seçimlerde Kürtlerin epey bir oyunu derlemiş bulunan) AKP, statükocu şoven milliyetçi egemen odağa yakınlaşmış ve onlarla birleşmiş gibidir. O da, “tahammül sınırının aşıldığı”nı, “kimseden izin almak zorunda olmadığımızı” yüksek sesle dile getirmekte ve şoven milliyetçi asker-“sivil” gerici odağın gerisinde kalmamaktadır. Ancak özellikle AKP’nin, ama her iki gerici odağın da beklentisi, 5 Kasım buluşmasında Amerikalı emperyalist şefle el sıkışılıp anlaşılması ve eski şaşalı Türk-Amerikan ilişkileri dönemine geri dönülmesidir. Nitekim Bahçeli ve Baykal 5 Kasım’ı beklemenin gereksizliği üzerinde ısrar ederlerken (bu, biraz da “muhaliflik”in gereğidir, “sırtlarında yumurta küfesi yok”tur), ABD’den izinsiz bir operasyonun yol açacaklarını örneğin “çuval” deneyiyle bilen ve ABD ile geçmişten gelen en sıkı ve ciddi bağlara sahip askeri bürokrasi ve Türkiye’nin gördüğü en Amerikancı parti olan AKP 5 Kasım’ın ve varılabilecek bir anlaşmanın beklenmesi üzerinde anlaşmışlardır.

Ve Erdoğan, ABD’den, fazla somut bir kazanım elde edememiş olsa bile, henüz içeriği açıklanmayan bir anlaşma ile döner.

Bush “PKK, ABD’nin ve Türkiye’nin ortak düşmanı” açıklamasını yapmıştır. Ve bir anlaşma konusunun da “real-time entelligence”-“anında (sıcak) istihbarat” alış-verişi olduğu ilan edilmiştir. Gericilik, muradına ermiş görünmektedir. ABD’nin vereceği istihbaratla K. Irak’taki PKK “karargahları” vurulabilecektir. Kuşkusuz bunun anlamı, Türkiye’nin ABD’nin çerçevesini çizeceği ve çıkarlarına uygun göreceği türden askeri harekat yapabileceğidir. Ama yetmiştir.

O güne kadar olağanüstü gerilmiş olan ve karşılıklı açıklamalara bakılırsa birbirleriyle savaşmaktan kaçınamayacak durumdaki Barzani ve Talabani önderliğindeki Irak Kürtleriyle Türkiye arasındaki ilişkiler, sanki “sihirli bir değnek” değmişcesine farklılaşmaya başlar. ABD’nin Barzani ve Talabani’yi ikna ettiği kuşkusuzdur. Ancak kuşkusuz olan bir başka şey de, bu ikna sürecinin bir karşılığı olması gerektiğidir. Türkiye, ilişkisinin kopuk olduğu Barzani ve Talabani ile doğrudan değil, ama ABD aracılığıyla anlaşmış ya da anlaştırılmış ve iki taraf da, karşılıklı olarak, birbirlerinin “hakları”nı tanımaya ikna olmuş olmalıdır. Artık Iraklı Kürt liderler Türkiye’ye karşı “sivri dille” konuşmamaktadırlar ve Iraklı Kürtlere zarar vermeyecek türden bir PKK karşıtı operasyona ses çıkarmayacaklarını ve tarafsız kalacaklarını belirtmektedirler. Hatta eskiden Türkiye sınırı boyunca yığınak yapar ve kontrol noktaları kurarlarken, artık Kandil vb. etrafında kontrol noktaları kurmakta ve PÇDK türü örgütlerin kentlerdeki bürolarını kapatmaktadırlar. Iraklı Kürt liderlerin bu tutum değişikliği ve aldıkları önlemler Türkiye medyası tarafından durmaksızın övülerek haberleştirilmeye başlanır.

Ne olmuştur? Açıktır ki, Türkiye Irak’taki Kürt devletleşmesini, hem de birincil tehdit olarak algılamaktan vazgeçmiştir. Böyle bir devletleşmenin hem hedeflenmediği (bugünkü federatif statükonun benimsendiği, hatta belki de Türkiye’nin “ağabeyliği”nin kabul edilebileceği) ve hem de Türkiye için tehlike teşkil etmeyeceği konusunda Amerikan güvencesi alınmış olmalıdır. Ve zaten –şimdilik bağımsızlık ilanı bir yana– bu devletleşmenin kötü örnek olacağı iç Kürtlerin “tedip ve tenkili” konusunda da Türkiye’nin elinin az-çok serbest bırakılması yeterince ikna edici olmuş olmalıdır.

Bir başka gelişme de, ikinci tehdit algılamasını oluşturan Kerkük ve onu da kapsayan Musul eyaleti ile ilgilidir. Bu gelişmeyi, bu yönde herhangi bir açıklama yapılmayan Washington görüşmesinden değil, ama Erdoğan’ın ABD’nin hemen ardından uğradığı İngiltere ile görüşmesinden sonra yapılan açıklamalardan anlarız. Türkiye İngiltere ile de “stratejik ortaklık” anlaşması yapmıştır ve İngiltere, bu çerçevede, hem de 1926 Ankara anlaşmasına atıfta bulunarak, Türkiye’nin Kerkük-Musul’a ilişkin haklarını onaylamıştır. Bu anlaşmanın, Türkiye ile İngiltere arasında Irak-Türkiye sınırının belirlenmesi de dahil, Türkiye’ye Kerkük petrollerinden yüzdelik hak tanıdığı ve aynı zamanda her iki ülkeye de 75 km.’ye kadar sınır-ötesi operasyon yapma imkanı verdiği bilinmektedir. İngiltere, ayrıca Kıbrıs’ta ve AB macerasında Türkiye’yi destekleyecektir.

Türkiye’ye göz kırpan, ABD’nin ardından yalnızca İngiltere olmamıştır. Özellikle Amerikan emperyalizminin tutum değişikliği, Türkiye’nin Kürt sorunu karşısında ondan az-çok farklı ve demokratik görünümlü bir tutum sürdürmeye ve buradan Kürtleri yedeklemeye çalışan Avrupa ülkeleri ve AB’nin de, bütünüyle boşa düşmemek için, tutumunu farklılaştırmasına neden olmuştur. Avrupa ülkeleri ve AB sözcüleri, birbirinin peşi sıra, “PKK terörizmi”ni kınamaya ağırlık verirlerken, DTP üzerindeki baskılarını da yoğunlaştırmaya ve ondan “PKK ile arasına mesafe koyması” ve “teröre karşı tutum alması”nı talep etmeye yönelmişlerdir. Bu tutumu en son ve açık biçimde dile getiren Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk olmuş ve Türkiye ziyaretinde, Ahmet Türk’le buluşmasında, yine “DTP’den PKK’nin stratejisini ve eylemlerini desteklemediklerini açıklamasını beklediklerini” belirttikten sonra şöyle konuşmuştur: “10 yıl önce daha az bilgi sahibiydik ve saçmalıyorduk. Ama son yıllarda Madrid’de, Londra’da meydana gelen olaylar terörle ilgili algımızı değiştirdi.” (Milliyet)

Tüm bu gelişmeler içinde tayin edici olanın Bush-Erdoğan buluşması ve burada kararlaştırılanlar ya da dayatılanlar olduğunu düşünmekte sakınca yoktur.

Bu görüşmenin, en başta Türkiye’nin “tehdit algılaması”nı, hiç değilse sıralamasını değiştiren bir etkisi olduğu ve Türkiye’nin Barzani ve –bugünkü haliyle Irak bütünlüğü içindeki– Irak Kürt devletleşmesini hedef almamaya ikna edildiğinden kuşku duyulamaz. Türkiye, nasıl algılar ve ne düşünürse düşünsün, Irak Kürt devletleşmesini hedef alamayacağına, ABD’nin amaç ve yaklaşımlarının buna imkan tanımayacağına ve tanımadığına razı edilmiş ve olur vermiştir. Karşılık olarak koparılanların, PKK’ye karşı anında istihbarat akışı ile birlikte Barzani ve Irak Kürt oluşumundan düşmanlık gelmeyeceği (ve PKK destekleyiciliği yapmayacağı) ve hatta bu oluşumun Türkiye’nin “himayesi” ya da “ağabeyliği”ne ihtiyaç duyacağının altının çizilmesinin yanı sıra Türkiye’nin Kerkük hassasiyetinin anlaşıldığı ve dikkate alınacağı “sözü” olduğu herhalde ortadadır.

Bu “yarım karşılıklar”ın da bir nedeni olmalıdır. Türkiye’nin “ABD’ye rağmen ve ABD ne derse desin” sınır-ötesi operasyon yapma “tehdidi”ne ABD’nin “pabuç bırakmış” olması herhalde düşünülemez. Ancak Türkiye’de yükselmiş olan Amerikan karşıtlığını da gelecek hesaplarına uygun bulmayan ve özellikle İran’a yönelik olarak planlarında Türkiye’ye de herhalde bir yer ve misyon biçmiş olmasına hayret etmemek gereken ABD, Irak Kürtleriyle bugünkü ittifakı lehine Türkiye’den ve müttefikliğinden bütünüyle vazgeçmeyi ve onu tamamen gözden çıkarmayı kuşkusuz ki tercih etmeyecektir, etmemiştir. Dünya egemenliği peşinde koşan büyük emperyalistler devletlerin her zaman birkaç “ata birden oynaması”nda şaşacak şey yoktur. Yine şaşılması gerekmeyen bir başka şey, egemenlik peşindeki Amerikan emperyalizminin, “bölüp yönetme” bakımından işine geldiğinde ulusal (ve dinsel) çatışmaları kışkırtıp düşmanlıkları körüklerken, çıkarı gerektirdiğinde çatışma halindeki ulusal (ve dinsel) güçleri yakınlaşmaya ve kendi kontrolünde işbirliğine yönetmesidir. Her iki durumda da, büyük emperyalist devletlerin ulusal (ve dinsel) çelişme ve çatışmalar üzerinde oynadığı ve bunlardan kendi plan ve hesapları doğrultusunda –üstelik genellikle iç içe geçirilmiş durumlar olarak kullanarak– yararlandığı kesindir.

Öte yandan, 5 Kasım buluşmasında, Türkiye’nin, PKK’yi imha gerekçesiyle, Irak içlerine yayılacak operasyonlar yapmayacağı da karara bağlanmış olmalıdır. Yine, bu durumda, “PKK’nın K. Irak’tan temizlenmesi” hedefinin de, Amerikan amaç ve politikalarına uygun olarak zamana yayılması üzerinde fikir birliği sağlanmış gözükmektedir. Bunun iki nedeni olmalıdır: 1) İran sorununun Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya ve Kürt sorununa yaklaşımını ciddi biçimde etkilemesi, hatta belirlemesi, 2) bununla bağlantılı olarak, Amerikan emperyalizminin, Irak’taki dayanakları ve hareket alanını zedeleyip daraltıcı her gelişmeye karşı çıkmasının yanında İran’a karşı seferber edebileceği tüm güçleri seferber etme yönelimi (ABD, İran’a yönelebilecek potansiyel güçler içinde İran’da da faaliyet göstermekte olan PKK’yi de hesaba katıyor olmalıdır).

Sadece İngilizlerle görüşmede (İran’a yönelik yaptırımların desteklenmesi olarak) adı anılan, ama Washington görüşmesinde üzerine hiç açıklama yapılmayan konu ise, İran ve İran’a yönelik konuşulanlardır. Türkiye’nin İran’la elektrik konulu anlaşmayı Washington görüşmesi sonrası imzaladığı dikkate alındığında, İran ve İran’a karşı izlenecek politikaların koordinasyonu konusunun, herhalde, zamana, zaman içinde yakınlaştırılmaya bırakıldığını düşünebiliriz. Ama yine söylenmelidir ki, Türkiye’nin bugünkü İran politikası, ABD’ye çok fazla da “batmamakta” ve belki nüansta farklılık taşıyan böyle bir açılımın da ABD kuşatması  lehine yarar sağlayabileceği öngörülmüş olabilir.

 

İÇ POLİTİKA ALANI

5 Kasım görüşmesinin dolaysız bir sonucu Amerikan karşıtı söylemlerin bıçakla kesilir gibi kesilmiş olmasıdır. İşbirlikçi gericilik hiç istemediği gibi, yükünü de kaldıramayacağı bir söylemden ve olası gereklerinden kurtulmuş olmakla sevinçle dolmuştur. Bu sonuç, AKP açısından zaten olanca çabayla elde edilmeye çalışılmış ve AKP hemen hiçbir şekilde Amerikan karşıtlığına pirim vermemiş, ancak üzerinde yaratılan baskıyla, örneğin sınır-ötesi operasyonla ilgili olarak “Türkiye hiçbir yerden izin almaz” “her şeye rağmen operasyon” türü açıklamalara, denebilirse, zorla ve istemeye istemeye sürüklenmiştir. Şoven milliyetçilikte gemi azıya almış görünen CHP ve Baykal, görüşmenin hemen ertesinde, zaten diline yakışmayan Amerikan karşı söylemleri bir yana bırakmış ve herkesi hayrete düşürecek “yeni” bir Kürt açılımını (Kürt öğrencileri bursla Türkiye’de okutmak, GAP’ı geliştirmek vb..) ortaya atmıştır. MHP de Amerikan karşıtı söylemlerine son vermiştir. Askerler ise hemen Amerikalı meslektaşlarıyla birbirinin peşi sıra görüşmeler yapmış, Amerikalı yüksek rütbeli subayları ağırlamışlardır.

5 Kasım sonrası dönemin iç politikasında işbirlikçi egemenlerin üç belirgin yöneliminden söz etmek mümkündür.

Birincisi, bir önceki dönemin “Türkün Türkten başka dostu yoktur” içerikli şoven milliyetçi yaklaşımının yerini yayılmacı emperyal Osmanlıcılık yönelimi zeminine oturtulmuş bir milliyetçiliğin öne çıkarılmasıdır. Enver Paşa ve Alman emperyalizminin peşinde Ortadoğu ve Ortaasya’ya yönelik yayılma hesaplarını hatırlatan Kerkük’te hak iddialarını da kapsayan, Irak Kürtlerine “ağabeyliği” ve İran’a karşı bölge gücü olarak ortaya çıkmayı hesaplayan işbirlikçi Osmanlıcı ve anti-Amerikan söylemlere yer bırakmayan açık işbirlikçi bir milliyetçilik önümüzdeki dönemin milliyetçilik türü olacak görünmektedir.

İkincisinin belirtileri ise, önceki dönemde izlenmeye başlanan tutumla ortaya çıkan ülke içinde Kürtlere ve özellikle DTP’ye yönelik politikanın devamı olarak zaten bir süredir gündemdedir. ABD, Avrupa ülkeleri ve Irak ve Irak Kürtleri başta olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden alınan destek ya da hayırhah tutumdan da güç alarak, bir yandan “terör karşıtlığı” ve PKK’nin yalıtılmasında mesafe alınırken, bir yandan da içeride Kürtler ve DTP üzerinde yoğunlaştırılan baskıya yönelik seslerin kısılması, hatta DTP’ye yönelik baskıya onay alınması sağlanmıştır. Artık Anayasa Mahkemesi’ne DTP’nin kapatılması davası açılması dahil, DTP ve DTP’lilere yönelik her tür baskının zinciri boşanmıştır. Çok sayıda dava, tek tek DTP’lilere yönelik linç girişimleri, esir askerleri almaya giden DTP’lilerin bile dava konusu edilmeleri… ile DTP köşeye sıkıştırılmaktadır. Ve AKP, incelikli politikayı ihmal etmeyip DTP’nin kapatılmasına “karşı çıkarak” Kürtler nezdinde görüntüyü de kurtarmaya, ama DTP’nin hem etkisizleştirilmesi, hem de yükü kendisine kalmayarak kapatılmasına imkan tanıyarak “tek Kürt Partisi” olmaya oynamaktadır. Öte yandan DTP köşeye sıkıştırılmaya çalışılırken, aynı zamanda içeride PKK’yi hedef alan operasyonlar hız kesmeden sürdürülmektedir.

Üçüncü yöneliminse sıkıntıları ortadadır, ama bugünden AKP’nin, Erdoğan’ın ağzından, “amaç silah bıraktırma” biçiminde açıkladığı tutumda şekillenmektedir. Bu yönelimin sadece AKP tutum ve politikası olmakla kalmadığı, örneğin, bir “af ihtimali”ne karşı çıksa da Baykal’ın yeni açılımıyla da desteklendiği ve eleştirel bir açıklama gelmeyen askeri bürokrasi tarafından da onaylandığı, ama asıl ABD patentli olduğu belirtilmelidir. Söylentiler, PKK eylemlerinin engellenmesini ve belki PKK’nin (ya da bir bölümünün) İran’a karşı harekete geçmesinin de öngörüldüğü bir hareketsizleşme, önce uzun süreli bir ateşkes ve giderek bir silah bırakmanın planlandığına ilişkindir. Hatta PKK liderlerinin başka ülkelere iltica etmelerinin de sözü edilmekte ve geri kalan PKK’liler için bu amaçla bir affın gündeme getirilmesi düşünüldüğü ileri sürülmektedir. Yakında görecek olmamız bir yana, “terör sadece askeri tedbirle önlenemez” açıklamalarında dile gelen bu yönelimin, özellikle Amerikan emperyalizminin “çözümü” olarak giderek öne çıkacağı tahmin edilebilir. Ancak, bu yönelimin, diğer iki yönelimle birlikte, yani işbirlikçi bir yayılmacılık ve içeride Kürtlere (ve DTP’ye) yönelik baskının tırmandırılması ile birlikte uygulamaya geçirildiği ve geçirileceği kuşkusuzdur. Ve bu yönelim, “GAP vb. aracılığıyla bölgenin kalkındırılması” vb. türü Kürt muhalefetinin ön alıcı olacağı düşünülen önlemlerle birlikte tasarlanmaktadır.

 

AKP: DEVLET PARTİSİ OLMAYA DOĞRU

5 Kasım üzerinden yaşananlar –PKK’nin kuşatılıp yalıtılmasında atılan adımlar, ABD ile ilişkilerin “tamir edilmesi”, DTP’nin sıkıştırılıp belirli ölçüde geriletilmesi vb.–, son seçimlerde AKP’nin hatırı sayılır Kürt oylarını toplaması ve artık Yüksekova’da bile “terör karşıtı mitingler” yapılır olmasıyla birlikte düşünüldüğünde, AKP ve Erdoğan’ın başarısı olarak ortaya çıkmakta ve Erdoğan’ın yıldızını, askerler de içinde, yakın geçmişte çekiştiği siyasal güçler karşısında parlatmaktadır. Muarızlarının AKP ve Erdoğan’ı asıl olarak Kürt sorunu üzerinden şovenizme yaslanarak sıkıştırmaya çalıştığı hatırlandığında, Erdoğan’ın, bu muarızları, kendi silahlarıyla vurma üstünlüğünü elde etmeye başladığı söylenebilir. Ve zaten partisi ve o, “Kürt sorununu çözecek tek parti olduklarını”, seçim başarısına da dayanarak epey bir süredir ileri sürmektedirler ve ilan etmişlerdir: “Diyarbakır’ı da alacağız!”

Amerikan menşeli de olsa, hayata geçirilmeye başlandığı ya da başlanacağı belli olan planla Kürt sorununda PKK’nin silah bırakmasını da kapsayacak şöyle ya da böyle bir “çözüm”le, hiçbir siyasal rakibinin uzunca bir süre AKP ve Erdoğan’ın “eline su dökemeyecek” kılınmaları bir yana, bu zeminde, AKP’nin, kendisini tüm devlet kurum ve kuruluşlarına da kabul ettirecek ve askerler de dahil tüm gericiliği –en azından belirli bir süre– etrafında birleştirecek “devlet partisi” katına yükselebileceğini öngörmek herhalde kehanet sayılmamalıdır. “Kürt sorununu çözen parti” olarak, eğer Amerikan menşeli plan işlerse, AKP, böyle bir noktaya gelebilir.

 

DERSLER

– İlk söylenebilecek olan, emperyalistlere, hele söz konusu olan dünya egemenliği peşinde koşan bir büyük emperyalist devletse, kesinlikle güvenilemeyeceği ve onun üzerinden hiçbir hesap yapılamayacağıdır. Emperyalistlerle flört bir yana bir takım beklentiler içinde olmak bile kesinlikle tutulmaması gereken bir yoldur. Her durumda bir “satış”la karşılaşmak kaçınılmazdır; emperyalistler kendi çıkarlarından başkasını düşünmezler, düşünmeyeceklerdir. Öncesi bir yana, Molla Mustafa ve Körfez Savaşı sonrası ortada bırakılarak Halepçe vb. şahsında yaşadıklarıyla, hele Kürtler, emperyalizm karşısında beklenticiliğin yıkıcılığını defalarca sınamışlardır. Bunun, artık bir defa daha bir sınavdan geçirilmeye kesinlikle ihtiyacı olmamalıdır.

– PKK’nin “ortak düşman” ilan edildiği ve Barzani de ikna edilerek K. Irak’ta üzerindeki baskının yoğunlaştırılması kararının uygulanmasına geçildiği 5 Kasım buluşması ardından, yıllar önce Barzani güçlerinin Türkiye tarafından desteklendiği Kürt-Kürt savaşının ardından iki taraflı olarak kaçınılmakta olan K. Irak’ta “Kürdün Kürtle karşı karşıya gelmesi” ya da getirilmesi ihtimali büyümüştür. Bunun sıkıntılarını her halde en çok Kürtler ve Kürt hareketi çekecektir. Bu sıkıntıların bugünden ortaya çıktığı bellidir. Ve bu durumun, en başta emperyalistlerin oyununu bozmayı gerektirdiği herhalde açık olmalıdır.

– Afganistan’ın ardından girdiği Irak’ta işgalini sürdüren ve İran’a saldırı planları yapan Amerikan emperyalizmi, kuşkusuz genel olarak emperyalizm, Ortadoğu halklarını birbirine karşı kışkırtıp düşmanlaştıran asıl güç olduğu gibi, boyunduruk altında da tutan asıl güçtür. Bölge halkları, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalist güçler bölgeden ellerini çekmeden, kendilerine rahat imkanı kadar barışçıl bir gelecek de olmadığını bilmek durumundadırlar. Barışçıl bir Ortadoğu, her şeyden önce, emperyalistlerin bölgeden el çekmesiyle olanaklıdır. Bu nedenle, Ortadoğu halklarının emperyalizme (ve işbirlikçilerine) karşı birliği ve mücadelesi ve emperyalistlerin oyunlarına gelmek bir yana, onların bölgeden defedilmeleri için ellerinden geleni yapmaları, halkların kardeşçe, özgür ve bağımsız gelecekleri için olmazsa olmaz koşuldur.

– Dolaysız olarak K. Irak Kürtlerine ve devletleşmelerine yönelik şoven milliyetçi tutumun, Amerikan emperyalistleriyle anlaşmanın ardından geriye itilmesinin ırkçılık ve şoven milliyetçi tutumların sonu olarak değerlendirilmesi doğru olmadığı gibi tehlikelidir de. Şoven milliyetçiliğin, özellikle içeride, ama dışarıda da hem Kürt ulusal hareketine karşı yürürlülükte kaldığı ve hem de Osmanlıcı yayılmacılıktan beslenerek, Türkiye’yi, Ortadoğu’ya yönelik ciddi tehlikelere gebe kıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Özellikle İran’a yönelik olarak tırmanması beklenecek Amerikan saldırganlığının yedeğinde, bu tutumun ülkeyi bir yandan savaşa, diğer yandan da bölünmeye götürebileceği bilinmeli ve eleştirisine bir an bile ara verilmemelidir. Gerek Kürt sorununun çözümü ve gerekse Türkiye’nin bölgedeki esenliği ve geleceği bakımından, şoven milliyetçiliğin üstesinden gelinmesi ve başta Kürtler olmak üzere, halkların kardeşliğine, eşitlik ve özgürlüğe dayalı politikaların yaşam bulması için elden gelen tüm çabanın gösterilmesi hayati önemdedir. Ve böyle bir yaklaşım ve politikanın, ancak emeğe ve emek hareketine dayanarak, ancak sosyalizmi temel edinen ve emperyalizme sonuna kadar karşı duran sınıf partisinin güç ve etkisinin yükselmesine ihtiyaç duyduğu unutulmamalı ve sınıf hareketi ve partisine düşen görevlerin en ileri noktadan omuzlanmasına girişilmelidir.

 

kuzey ırak, türkiye ve ukkth

 

“Kuzey Irak Sorunu” diye bilenen sorun bir süredir politika gündeminin en ön sıralarını meşgul ediyor ve ülkede şovenizmin en önemli malzemesini oluşturuyor. Bu sorun PKK’nın Kandil Dağı’nda varlığı nedeniyle öne çıkıyor gibi gözüküyor. Ama aslında tartışılan, sadece PKK değil, kaderleri üzerine tartışma yapılan Kuzey Irak Kürtlerinin durumu ve genel olarak Türkiye’deki Kürt sorunudur aslında. Bu sorun bir süredir Ortadoğu’nun diğer temel sorunlarına daha fazla bağlanma eğilimi göstermeye başladı. Kuzey Irak Kürtlerinin kaderinin tartışıldığı her tartışma bir biçimde Irak’ın bölünmesi, buna bağlı olarak Türkiye’nin bölünmesi ve İran sorunu ile birlikte anılmaya başlandı. Bu niteliği ile de uluslararası bir sorun olma özelliği kazandı.

Bilindiği gibi, Türkiye’nin de yer aldığı Ortadoğu bölgesi, özellikle zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve coğrafi olarak uluslararası geçiş yollarının üzerinde olması nedeniyle, emperyalistler arası egemenlik ve paylaşım mücadelesinin neredeyse tam merkezinde yer alıyor. Bölgenin karmaşık etnik ve dinsel yapısı, tarihsel olarak büyük düşmanlıkların ve çatışmaların yaşandığı bir bölge olma özelliği göstermesi, bölgedeki Arap ülkelerinin sınırlarının emperyalist güçlerce yapay olarak çizilmesi, bu bölgedeki sorunları daha da karmaşıklaştırıyor ve çözümünü güçleştiriyor.

İsrail işgali ile başlayan, bunun üzerinde yükselen Filistin-İsrail sorunundan kaynaklanan Arap-İsrail sorunu ve İran’ın Şah’ın devrilmesinin sonra sahip olduğu anti-Amerikan yönetimi nedeniyle İran sorunu olarak anılmaya başlanan diğer temel sorun, bugün Ortadoğu’nun en önde gelen sorunları olarak görülmekte ve bu sorunlar ve bu sorunlara bağlanmış diğer sorunlar uluslararası siyaseti büyük ölçüde koşullandırmaktadır. Örneğin ABD emperyalizminin Ortadoğu’da attığı her adımın sadece bölge ülkelerini değil, egemenlik ve paylaşım mücadelesine katılan diğer emperyalist güçleri de –Almanya, Fransa, Rusya vb.– ilgilendirmesi kaçınılmazdır.

Bu temel sorunlar varlığını sürdürürken, bir başka sorun daha ortaya çıkmış, bu sorun özellikle Türkiye gericiliğinin Ortadoğu sorunlarının içine çekilmesinde kaldıraç görevi görmeye başlamıştır. Bu sorun, Kürt sorunudur. Irak’ın ABD emperyalizmi ve stratejik müttefiki İngiliz emperyalizmi tarafından işgal edilmesi, Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin durumunda köklü bir değişikliğe yol açtı. Geçmişte büyük acılar çekmiş bu halk, ortaya çıkan olanaktan yararlanmanın yolunu tuttu. Kuzey Irak’ta istikrarlı bir yönetim kuruldu ve Kürtler kendi kaderlerini tayin etme konusunda elverişli bir pozisyona yerleşti.

Ancak Kuzey Irak Kürtlerinin bağımsız bir devlet kurma olasılığının, kendi ulusal bütünlüklerine zarar vereceğini, kendi Kürt nüfuslarını aynı yönde kışkırtacağını varsayan, başta Türkiye olmak üzere, bölgenin diğer ülkeleri Suriye ve İran, Irak Kürtlerine karşı zımni bir anlaşmaya varma çabası içindedirler. Ama bölgedeki içiçe girmiş pek çok sorun gibi, bu bölge ülkelerinin de hem kendi aralarında, hem de uluslararası emperyalist sistemle ilişkilerinde çıkarları zıtlaşan sorunlara sahip oldukları bilinmektedir. Bölge ülkeleri, Kürt sorunu ve Kürt halkının yaşadığı bölgelerin her birinin ayrı ayrı demirden bir cendere içinde tutulması konusunda zımni bir anlaşma içerisinde olmalarına karşın, alttan alta bu sorunun hangi bölge ülkesi üzerine yıkılacağının hesaplarını da yapmakta, faturayı kendileri ödemek istememektedirler. Bu da, anlaşma kadar, anlaşmazlığın ve rekabetin de konusudur.

Türkiye işbirlikçi egemen sınıfları, kendi içlerinde demokrasi ve eşitlik temelinde çözmeye yanaşmadıkları Kürt sorunu nedeniyle, özellikle bölgede etkinliği artmış olan ABD emperyalizmi tarafından sıkıştırılmakta ve Türkiye, Ortadoğu’da, ABD’nin stratejik çıkarlarına daha fazla bağlanmaya zorlanmaktadır. Burada, işbirlikçi egemen sınıfların bölgesel ve yerel çıkarları ile ABD emperyalizminin bölge politikaları bazı noktalarda çakışmakta, bazı noktalarda ise ayrışmaktadır. Ama tüm bu belirsizlikler içerisinde belirli ve kesin olan bir şey vardır ki, o da, Türkiye egemen sınıflarının ABD’ye bağımlılığı, onunla “stratejik işbirliği” arayışı içerisinde olmalarıdır. İşbirlikçi egemen sınıfların, ABD’nin BOP’a (Büyük ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) –artık ilan edilen biçimiyle uygulanamayacağı, ortaya atanlarca da kabul edilen bir “projedir”– balıklama atlamalarının nedeni de budur. İşbirlikçi egemen sınıflar bununla da yetinmemekte, bu işbirliğini tamamlamak ve geliştirmek üzere İsrail ve İngiltere ile de ayrı ayrı “stratejik işbirliği” anlaşmaları yapmaktadırlar.

Burada, hem Kuzey Irak Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin –Türkiye Kürdistan’ına ilişkin olarak sorun yayınlarımızda yeterince işlenmektedir ve işlenmeye de devam edilecektir– haklarını, hem de yukarıda bahsedilen bölge sorunlarını ele almaya, öne çıkan ana unsurların altını çizmeye çalışacağız. Yazı boyunca, sadece bu sorunla bağlantılı olduğu durumlarda Türkiye’deki Kürt sorunundan söz edilecektir.

Burada şu noktaya da açıklık getirmek gerekmektedir. Hatırlanacağı gibi, bir süre önce ABD emperyalizmi, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında, bölgeyi yeniden kendi stratejik çıkarları temelinde şekillendirme projesini açıklamıştı. Bu projede, bölgeye “demokrasi ve barış getirme, ılımlı İslam” söylemlerine özel bir ağırlık verilmişti. Ancak bu demagoji, ABD emperyalizminin gerçek yüzünün çabuk ortaya çıkması nedeniyle –Yeni Dünya Düzeni örneğinde olduğu gibi– inandırıcı olmaktan çıktı. Şu gelişmeler ortadadır: Afganistan neredeyse şeriatla yönetilir hale geldi ve Afgan direnişi işgalcilere zor anlar yaşatıyor. Irak’ta da din ve mezheplerin öne çıktığı benzer gelişmeler yaşanıyor, “demokrasi getirme” sorununun tam bir demagoji olduğu çabuk anlaşıldı, “ılımlı İslam” söylemi, “şeriat ve İslami terörizm” nedeniyle terkedildi vb. Bütün bu nedenlerden dolayı, ABD emperyalizminin sözcü ve ideologları şimdilerde bu projeden söz etmiyorlar. Ama bu durum, gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, ABD’nin bölgedeki emperyalist amaçlarından en küçük bir biçimde geri çekildiği anlamına gelmiyor. ABD emperyalizmi, herhangi bir “proje” ile kendisini bağlamadan, çıkarlarını her koşulda temel alan ve gerçekleştirmeyi hedefleyen klasik emperyalist stratejisini sürdürüyor. Bu nedenle, bu yazıda BOP-GOP gibi adlandırılan projelere ayrıca değinilmeyecek, buna özel bir anlam yüklenmeyecek, ABD emperyalizminin çıplak emperyalist çıkarları temelinde sorun ele alınacaktır.

 

UKKTH VE KUZEY IRAK

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, en genel biçimde ifade edilecek olursa, bir ulusun kendi geleceğini kendisinin belirlemesi hakkıdır. Bu hakkın özünü devlet kurma hakkı oluşturmaktadır. Devlet kurma hakkını içermeyen bir UKKTH’den söz etmek ise, bütünüyle bu hakkın ayaklar altına alınması, özünde reddedilmesi anlamına gelmektedir. Eğer bir ulus, uluslaşma sürecine –kapitalizmin gelişmesi süreci, aynı zamanda uluslaşma sürecidir– geç başlamış ve bu veya başka bir nedenle ezilen ulus konumuna düşmüşse, bu ulus açısından, UKKTH, kayıtsız şartsız ayrılma ve kendi devletini kurma hakkına sahip olması anlamına gelmektedir. Ulusun bu hakkı nasıl kullanacağı tamamen somut koşulların irdelenmesi ile olanaklıdır ve bir ulus, bu hakkı ayrılıp ayrı devlet kurma yönünde kullanabileceği gibi, birlikte yaşamanın çeşitli biçimlerini tercih ederek de kullanabilir. Ancak şu kesindir ki, bu hakkın kullanılması kadar nasıl kullanılıp kullanılmayacağı da yalnızca ilgili ulusa aittir, asla başkasına değil. Sosyalizm ve proletarya enternasyonalizmi açısından bakıldığında ise, Marksizmin, genel olarak işçi sınıfının tarihsel amaçlarını gerçekleştirme olanağını daha fazla sunduğu için, içerisinde demokrasi ve eşitliğin sağlandığı tek ve büyük devletten yana olduğunu söyleyebiliriz. Ama tarihsel olarak bu birliğin farklı biçimlerde kurulduğu –örneğin farklı cumhuriyetler, özerk bölgeler vb.– da görülmüştür.

Bugün ulusal kendi kaderini tayin hakkı üzerine “sosyalist” çevrelerde görüş birliği var gibi gözükmektedir. Ancak pek çok “sosyalist” örgüt ve çevre, sorun ayrı devlet kurma hakkının tanınması noktasına geldiğinde bin dereden su getirerek, bu hakkı inkar edebilmenin yol ve yöntemini arayıp bulmaktadır. Örneğin Kuzey Irak Kürtlerinin işbirlikçi liderler tarafından yönetilmesi, Irak Kürtlerinin kendi kaderini tayin hakkından mahrum edilmesinin gerekçesi yapılabilmektedir. Burada, hem Irak’ın ayrı bir ülke olduğu gerçeği görülmemekte, hem de genel olarak bir ulus ve halkın kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu inkar edilerek, –üstelik savaş ve işgal tehditleri ile birlikte– yok sayılarak UKKTH ayaklar altına alınmış olmaktadır.

Sorunun göz ardı edilen diğer bir önemli boyutunu ise, sosyalistlerin ezilen ulus ve başka uluslar aleyhine kendi egemen sınıflarının, kendi devletlerinin çıkarları için ilhakçı ve gerici amaçlarla şiddet kullanmasını ilkesel olarak mahkum etmesi ve bu tür saldırılara karşı çıkması oluşturmaktadır. Bugün kendisine “sosyalist”, “işçi” vb. etiketleri yapıştıran bazı parti ve çevreler, Kuzey Irak Kürtleri söz konusu olduğunda, sosyalist olmanın bu en temel gerçeğini birden bire unutmakta, örneğin sınır-ötesi “harekat yanlısı” bir tutum takınarak, sosyal şoven bir konuma rahatlıkla oturabilmektedirler. Onlar, Barzani ve Talabani’nin ABD işbirlikçisi olmasını temel veri kabul etmektedirler. Ama öyle de olsa, Irak Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakkı vardır, saygı görmelidir ve Türkiye egemen sınıflarının sınırları geçerek Irak Kürt halkına saldırması, en başta Türkiye’li sosyalistlerin direnci ile karşılaşmak zorundadır. Bir “sosyalist”, ulusal sorun söz konusu olduğunda, başka bir ulusa karşı şiddet kullanılmasına kayıtsız şartsız karşı çıkmak zorundadır.

Şu gerçekler inkar edilemez bir biçimde ortadadır: Irak bugün ABD işgali altında olsa da, ayrı bir devlettir ve Irak halkının hem işgale karşı direnme, hem de kendi kaderini tayin etme hakkı –Irak Kürtleri dahil– bulunmaktadır. İşgalci güç ABD ve stratejik müttefiki İngiltere, Irak halkını mezhep çatışmalarına sürükleyerek, bu ülkeyi parçalamayı amaçlamaktadırlar. Gerek Saddam döneminde, gerekse de daha önceki dönemlerde Irak Kürtleri ağır kayıplar ve katliamlar pahasına özgür olma mücadelesi yürütmüşlerdir. Irak’ın işgal edilmesine Irak Kürtleri neden olmadığı gibi, açıktır ki, mezhep çatışmalarının sorumluları da onlar değildir. Irak Kürtleri, Irak’ın işgali ile birlikte ortaya çıkan durumdan yararlanmak, özgürlüklerini sağlam temellere dayandırmak istemektedirler. Örneğin Kürt lider Talabani Irak Cumhurbaşkanı olmuş, yeni Irak Anayasası Kürtlere geniş haklar tanımıştır. Irak Kürtleri bu durumun devam etmesini istemektedirler. Ancak Irak’ın işgalci güçlerce parçalanması durumunda, Irak Kürtlerinin de kendi kaderlerini tayin etmek üzere harekete geçmeleri onların hakkıdır. Üstelik bugün, Irak Kürtleri, pratik olarak böyle bir hareketlenme içerisinde değillerdir. Ama kendi varlıklarını bölge ülkelerinin saldırılarına karşı güvence altına almaya özel bir önem vermektedirler.

Ancak Irak Kürtlerinin daha fazla özgür olmasından, hele hele ayrı devlet kurmaya yönelme olasılığından en fazla rahatsızlık duyanların başında, işbirlikçi Türkiye egemen sınıfları gelmektedir. İşbirlikçi egemen sınıflar, istisnasız olarak, Irak Kürtlerinin bağımsızlığa yönelmesinin, baskı ve terörle sindirmeye çalıştıkları Türkiye Kürtleri için “kötü örnek” olacağını ileri sürmekte, bunu son derece tehlikeli bulmakta, gerekirse Irak Kürtlerini “zorla Irak bütünlüğü içinde tutacaklarını” dile getirmektedirler. Egemen sınıflar içerisinde bir kanat ise, Amerikancı, Özalcı politikaların gündeme getirilmesini, Irak Kürtlerine “ağabeylik” yapılarak, onların Türkiye ile bütünleşmesini teşvik edecek, özünde ilhakçı olan –açıkça işgal yoluyla “ağabeylik”i savunanlarda vardır– bir anlayışı savunmaktadır. Yani işbirlikçi egemen sınıflar, Irak Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin haklarının karşısına en büyük ve kararlı düşman olarak çıkmaktadırlar.

Bir süre önce, gazeteci Fikret Bila, etkin görevlerde bulunmuş emekli “paşalar”la bir dizi röportaj yapmış, bunların bir kısmı Milliyet gazetesinde yer almış, daha sonra da röportajların tamamı kitap olarak yayınlanmıştı. Bila ile konu üzerine yapılan bir röportaj Milliyet’te daha sonra yer aldı. Bila’nın Kuzey Irak ile ilgili olarak emekli “paşalar”ın halet-i ruhiyesini yansıtan –aslında bu, egemen sınıfların bu konuya ilişkin genel tutumlarını yansıtmaktadır– aşağıdaki şu gözlemi önemlidir: Bila ile röportajı yapan Sevimay soruyor, “Kuzey Irak’la ilgili ne düşünüyorlar?” ve Bila yanıtlıyor, “Komutanların çoğunda bölünme kaygısı var. Bu da Kuzey Irak’la ilgili bir sorun. Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulamayacağı inancındalar. Burada, Sevimay yeniden soruyor: “Ya kurulursa?”
Bila, bu soruyuysa şöyle yanıtlıyor: ”O zaman bunu bir beka meselesi olarak değerlendiriyorlar. Yani savaşmayı göze alabilirler. Çünkü tehdit algılamasını sıralarken ‘birinci PKK’ demiyorlar. Birinci, bağımsız Kürt devleti. İkinci Kerkük’ün statüsü. Üçüncü, bunların bir unsuru olarak PKK.” Sevimay burada yeniden soruyor: “Neden Kürt devleti birinci sırada?” Bila’nın bu soruya yanıtı şöyle: “Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması Türkiye’nin de toprak bütünlüğünü bozar diye. Çünkü iki coğrafya arasında demografik geçirgenlik söz konusu. ‘Asıl risk budur’ diyorlar.” (18 Kasım Milliyet)

Demek ki, kısa bir süre öncesine kadar ülkeyi yönetenler açısından –aralarında Evren ve eski genelkurmay başkanları da var–, Irak Kürt sorunu bu kadar açık ve net! Her ne pahasına olursa olsun, Irak Kürtlerinin bağımsızlığına karşı çıkılacaktır. Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığı demek, Türkiye’nin bölünmesinin başlangıcı demektir! Ama bunun dışındaki statüler çeşitli biçimlerde kabul edilebilir vb… (“Ağabeylik”ten baskı altında tutmaya kadar uzanan alternatifler dizisi!)

Şimdi yanıtı aranması gereken soru şudur: İşbirlikçi egemen sınıflar Irak Kürtlerinin bağımsızlığını engellemek için ne gibi çarelere baş vurmaktadırlar ve baş vurdukları çözümler onları nerelere sürüklemektedir? Bu sorunun yanıtlanması, aynı zamanda işbirlikçi egemen sınıfların bölgede emperyalizmin yedeğinde oynayayacakları rolü de açığa çıkaracak özelliklere sahiptir.

 

ÇÖZÜM İŞBİRLİKÇİLİĞİ DERİNLEŞTİRMEDE ARANIYOR

Başbakan Erdoğan, bir süre önce, Kuzey Irak’a bir harekatın çok ateşli tartışıldığı bir dönemde ABD’yi ziyaret etti. Bu ziyaretin ardından tansiyon yavaş yavaş düşmeye başladı ve son günlerde Irak’ın kuzeyine “teröristleri hedef alan” sınırlı bir harekatın yapılabileceğini, Kuzey Irak Kürt yönetimi ve merkezi Irak yönetimi de artık kabul ediyor. Ardından, Irak Dışişleri Bakanı Zebari, Kandil Dağı’nın insansız bölge olduğunu ilan ediverdi. Bu, açıkça, “atış serbest” anlamına geliyor. Bu arada ABD’li generaller Türkiye’ye geliyor ve Genelkurmay’da görüşmelerde bulunuyorlar. Neler oldu da sorun bu hale geldi, işbirlikçi egemen sınıfların bazı konularda önü açıldı? Bu, yanıtlanması gereken bir sorudur. Bu sorunun yanıtı açısından, Başbakan Erdoğan’ın kısa bir süre önce ABD ve İngiltere ile yaptığı görüşmeler kilit önemdedir.

Erdoğan’ın ABD Başkanı Bush ile yaptığı görüşmenin ayrıntıları bilinmemekle birlikte, Ortadoğu ve İran sorunundaki bazı önemli konularda ABD politikalarına destek olunacağının belirtileri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Şimdi merak edilen şu: İşbirlikçi egemen sınıflar ABD emperyalizmine hangi lanetli amaçlarında hizmet edecekler ve karşılığında ne alacaklar? Bu sorunun yanıtı, bugün Ortadoğu’da ABD açısından en büyük sorun nedir ve ABD emperyalizminin gırtlağına sarılmak istediği ülke hangisidir sorusunun yanıtında gizlidir. Bu ülke, kuşku yok ki İran’dır ve sorun da İran sorunudur. ABD, işbirlikçi Türkiye egemen sınıflarını İran politikası için kendi yedeğine almak istemekte, bunun için işbirliğinden şantaja kadar pek çok yöntemi kullanmaktadır. ABD’nin, İran’a yönelik emperyalist emellerini gerçekleştirmek için, işbirlikçi egemen sınıfların yardımına ihtiyacı vardır ve ABD, bunun için, sadece kendi girişimleriyle yetinmemekte, stratejik müttefikleri İsrail ve İngiltere’yi de harekete geçirmektedir.

Bu durumun en son örneği, İngiltere ile yapılan anlaşmadır. Erdoğan’ın son İngiltere ziyaretinde, İngiltere ile birden bire “stratejik işbirliği anlaşması” imzalandığı açıklandı ve İngiltere ile diplomatik ilişkiler sıklaştı. Yapılan “stratejik işbirliği” anlaşmasının açıklanan maddelerine bakıldığında ise şunlar yer alıyor: İngiltere, Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini destekleyecek, Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonların sona erdirilmesine yardım edecek, savunma alanındaki ilişkiler derinleştirilecek, PKK’nın özellikle AB coğrafyasındaki terör tehdidine karşı işbirliği geliştirilecek, Irak’ın toprak bütünlüğü ve siyasi birliğinin korunması konusunda ortak diyalog yapılacak, Ortadoğu’da uzlaşma teşvik edilecek, İran konusundaki BM Güvenlik Konseyi süreci desteklenecek, Türkiye’de bir İngiliz üniversitesi kurulacak vb.. (bu maddeler, ziyaretin ardından günlük gazetelerde yer alan haberlerden derlenmiştir).

Bu maddelerin her biri, İngiliz emperyalizminin, ABD’nin destekçisi olarak, Türkiye’nin sorunları üzerinde söz sahibi olmasını öngören maddelerdir. Ancak bu maddelerden özellikle bazıları dikkat çekicidir ki, bunlar arasında, İran’a yönelik olarak BM Güvenlik Konseyi sürecinin desteklenmesine ilişkin madde ve Ortadoğu’da “uzlaşmanın teşvik edileceğine” ilişkin olanlar da vardır. Bu maddeler, diplomatik dilde nasıl ifade edilirse edilsin, işbirlikçi egemen sınıfların Ortadoğu’da ABD ve İngiliz emperyalizmi ile –Anglo-Sakson emperyalizmi “derin” bir uşaklık ilişkisine girdiğinin açık kanıtlarıdır.

Bu arada hükümetin “çok yönlü politika” demagojileri eşliğinde, İran’la da özellikle enerji alanında anlaşmalar yapılmakta, bu ülke de “hoş tutulmaya” çalışmaktadır. Egemen sınıflar, İran’la bu tür ilişkilere girerken, kolayca anlaşılabilecek gerici amaçlar gütmektedirler. Bu gerici amaçların bir yanında, kendilerini daha uygun bir fiyata emperyalist efendilerine pazarlamak, onlar açısından bölgede vazgeçilmez bir “müttefik” olma pozisyonu kazanmak vardır. Anlaşmaların İran yönüne gelince; işbirlikçi egemen sınıflar bu anlaşmalar karşılığında bir yükümlülük altına girmemekte, İran’a karşı yapılacak bir saldırıda uğursuz roller oynamaları durumunda, “İran’ın dünya ile ters düştüğü” bahanesini rahatlıkla ileri sürme, bu durumda yapabilecekleri hiç bir şeyin olmadığını söyleme kıvraklığını edinmektedirler.

İngilte ile yapılan anlaşma şu açıdan da önem taşımaktadır ki, İngiltere 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nu yenilgiye uğratan, elindeki toprakları işgal eden ve bugünkü Türkiye-Irak sınırını çizen ülkedir. Osmanlı’nın eski Musul Eyaleti’nin statüsü konusu önce sürüncemede kalmış, daha sonra, 1926’da yapılan anlaşma ile sınırlar bugünkü biçimini almıştır. Ve, işbirlikçi egemen sınıflara, Musul konusunda, 1926 anlaşmasının bazı belirsizlikleri kullanılarak –eski Musul eyaleti Kerkük’ü de içine almaktadır–, mavi boncuk atılmaktadır. Eğer işbirlikçi Türkiye egemen sınıfları “Musul sorunu”nu bu fırsattan yararlanarak “çözme” hevesine kapılırsa, ülkeyi ve halkı beladan belaya sürükleyecek bir gerici planın içine balıklama dalmış olacaklardır.

Musul konusunda 12 Eylül askeri darbesinin lideri Kenan Evren’in gazeteci Bila’ya söyledikleri, işbirlikçi egemen sınıfların bazı kesimlerinin niyetlerinin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.

Bila’nın Kenan Evren’le yaptığı röportajda şöyle bir bölüm –uzun olsa da aktarmakta yarar var yer alıyor:

1991 Birinci Körfez Savaşı sırasında rahmetli Turgut Özal’ın Kuzey Irak’a girmek istediği, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın karşı çıkarak istifa ettiği biliniyor. Özal, bu konuda size danışmış mıydı? Gerçekten Kuzey Irak’a girme konusunda kararlı mıydı?

Evet. Musul’a girecekti. Niyeti öyleydi. Ben o tarihte Cumhurbaşkanlığından ayrılmıştım. Marmaris’e yerleşmiştim. Cumhurbaşkanı Özal’dı. Onun da Marmaris’te yazlık yeri vardı (Okluk koyundaki Cumhurbaşkanlığı tesisleri). Özal da oralardaymış, bayram vesilesiyle. Marmaris’te bana geldi, yanındaki erkanla birlikte. Evde konuştuk. Dedi ki: ‘Bu ABD’nin Irak harekâtı sırasında biz de kuzeyden girelim, bu Musul meselesini halledelim, ne dersiniz?’

Benim anladığım kadarıyla, ABD Başkanı baba Bush’la konuşmuş. Musul işi takılmış aklına. Öyle anlıyorum. Baba Bush’la anlaşmış. Çünkü kendi başına böyle bir karar veremez.

O zaman kendisine dedim ki: ‘Sakın ola böyle bir şey yapma. Böyle bir harekâta girişme. Çok zor bir harekâttır ve oraya girdikten sonra burnunu çamurdan kurtaramazsın. Orası bir gayya kuyusudur. Gireriz ama o bataktan kurtulamayız. Bütün Arap âlemini de karşımıza alırız.’

Beni sessizce dinledi. Bir şey demedi. Israr da etmedi. Benden sonra Genelkurmay Başkanı Torumtay’la konuşmuş bu işi. Sonradan öğreniyorum ben. O da karşı çıkmış. O zamanki Başbakan Yıldırım Akbulut’la konuşmuş, o da karşı çıkmış. Fakat yine de Özal bu işe kararlı görünüyor, Musul’a girecek.

Fakat, Genelkurmay Başkanı, ‘olmaz’ deyip istifa edince, o iş öyle kaldı, harekât yapılmadı. Ama, Özal’ın niyeti oydu. Özal’ın niyetini anlıyorum, ama zaten Kerkük, Musul petrollerini bize bırakmamışlar ki! İngiltere var. Bize petrolden belli bir yüzde karşılığı para önerilmiş, sonra toptan bir paraya razı olunmuş falan, ortada dayanılacak bir hak da kalmamış yani böyle bir harekat için.

Biz asıl hatayı o zaman yapmışız. Artık bitmiş. Bir hak iddia etmemiz mümkün değil. O nedenle bir harekât yapılmadı o zaman. İyi de oldu yapılmadığı… Yapılsaydı, belki bugün ABD’nin düştüğü duruma biz düşerdik. Girerdik, çıkamazdık. Benim kanaatim bu.” (Milliyet)

Evren’in Özal’ın niyetine ilişkin söyledikleri bunlardır. Bugünkü politik gerçekler ve uluslararası durum, bu tür işlerin hayal olduğunu ortaya koymuştur. Ancak egemen sınıf sözcülerinin Kuzey Irak’a yapılacak harekat üzerine yaptıkları tartışmalarda İngiltere ile yapılan 1926 Ankara Anlaşması’na atıf yapmaları bütünüyle fantezi değildir. Çünkü bu anlaşma, taraflara sınırın 75 km içerisine kadar girerek operasyon yapma hakkı –anlaşma bunu şakilere ve eşkiyaya karşı olarak tanımlamaktadır– tanımaktadır. O tarihlerde sınırın bu tarafında Türkiye varsa, diğer tarafında İngiltere vardır!

Açıkçası sorun fantezi ve hayallerden soyutlandığında, bugün ortaya çıkan tablo şudur: ABD ve müttefikleri ile Irak yönetimi ve Kürt bölgesel yönetimi PKK’ya karşı sınırlı bir harekat yapılması konusunda anlaşmışlar, PKK’yı bölgede Türkiye’ye karşı eylem yapmama konusunda baskı altına almayı amaçlamışlardır. İşbirlikçi egemen sınıfların Kuzey Irak’ın bağımsızlığa yönelmeyeceği yönünde bazı garantiler almış olmaları, hatta onların konumlarını garanti edecek pozisyona razı olmayı kabul ettikleri de –bunun bazı belirtileri bulunmaktadır, bu yazı hazırlanırken bu konuda bazı gelişmelerin olduğu bilinmektedir– varsayılmalıdır. Bu, şu açıdan gericidir ki; bu gerici anlaşmalar, Türkiye Kürtlerinin en temel haklarının inkarı üzerinden sağlanmaktadır.

İşbirlikçi egemen sınıfların “bu aldıklarına” karşılık olarak, özellikle İran konusunda bazı yükümlülükler altına girmiş oldukları ihtimali de oldukça büyüktür. Bu durum, Türkiye halkını Ortadoğu bataklığının içine boylu boyunca atmak anlamına gelmektedir ve bu yanıyla büyük bir tehlikeyi içermektedir. İşbirlikçi Türkiye egemen sınıfları bugüne kadar Ortadoğu’da ABD yanlısı bir rol oynamakta ve ona destek sunmaktaysa da, şimdi bütün bunlara ek olarak, ABD emperyalizmi ve stratejik müttefiklerinin yedeğinde, geçmişte olmadığı biçimde Ortadoğu sorunları içerisine doğrudan askeri biçimleri de içerecek tarzda girme hevesi göstermektedirler.

Bu, son derece tehlikeli bir gelişmedir ve Ortadoğu’da komşu halklara karşı kanlı, canice, uğursuz planlara dahil olmak anlamına gelmektedir. Ancak işbirlikçi egemen sınıflar şunu bilmek zorundalar ki; işbirliğine girdikleri güçler, “bize Sevr’i dayatmak istiyorlar” dedikleri –Sevr’in dayatıcı muhatabı İngiltere’dir– güçlerdir. Bölgede genel bir altüst oluş gündeme gelirse, halklar ağır bedeller ödeyecekler, Türkiye’nin bu süreçten nasıl çıkacağı da belli olmayacaktır. Ortada ava gidenin avlanacağı bir durum vardır. Bu nedenle, Türkiye işçi sınıfına ve halklarına, bölgenin diğer halklarına önemli görevler düşmektedir. Kuşkusuz bu görevlerin başında emperyalizme karşı dayanışma ve mücadele ile bölgeye yapılan dış müdahalelerin püskürtülmesi gelmektedir. Eğer Ortadoğu halkları emperyalizme karşı zafer kazanır, bu güçlerin ayağını bölgeden kesmeyi başarabilirlerse, kendi aralarında tam hak eşitliğine ve kardeşliğe dayanan politik çözümler bulmayı da başaracaklardır ya da böyle bir başarıyı ancak bu çözümü bulup uygulayarak kazanabilirler.

piyasacı kuşatmaya karşı intifada!

 

Eğitim Sen’in 2-3 Kasım’da düzenlediği Demokratik Üniversite Sempozyumu’nda, üniversiteye ilişkin birçok sorun kapsamlı olarak masaya yatırıldı. Sempozyumda sorunları tartışmanın ötesine de geçilerek, “ne yapmalı” sorusuna da yanıt arandı. En çok öne çıkan konu ise, üniversite ve akademiyi topyekün saran piyasacı kuşatma oldu. Sempozyum, bu kuşatmanın bir fotoğrafının çekilmesinin yanı sıra bu kuşatmaya karşı yürütülecek mücadelenin genel çerçevesinin belirlenmesi noktasında da oldukça verimli geçti.

Uluslararası katılımın da sağlandığı sempozyumda, Yunanistan Orta Dereceli Okullarda Çalışan Öğretmenler Federasyonunu (OLME) Başkanı Grigoris Kalomiris’in sunduğu, Yunanistan’daki neo-liberal saldırı ve buna karşı başarıyla sürdürülen mücadeleyi anlatan heyecan verici ve öğretici bildirinin tam metnine, Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında yer veriyoruz.

Kalomiris’in bildirisi ve sempozyumdaki tartışmalardan hareketle, “piyasacı kuşatma ve kuşatmaya karşı nasıl bir mücadele” sorusuna ilişkin bir çerçeve üzerine ise şunlar söylenebilir:

 

ÜNİVERSİTELER VE NEO-LİBERAL DÖNÜŞÜM

Sempozyumda da vurgulandığı üzere, üniversiteleri saran piyasacı kuşatma, Türkiye’nin yanı sıra dünyanın dört bir yanında süregiden neo-liberal dönüşümün bir parçasıdır ve buna karşı yürütülecek mücadele de, ancak toplumsal mücadelelerinin bir parçası olduğu ölçüde başarıya ulaşma şansına sahiptir. Üniversitelere sıkışan, üniversite bileşenlerinin ötesine seslenemeyen bir mücadelenin, bu topyekün saldırı karşısında başarısız olması kaçınılmazdır. Genelde eğitimin, özelde ise üniversite eğitiminin çeşitli biçimlerde ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması, özelleştirilmesi, açıktır ki, tüm kamu hizmetlerinde yaşanan bir süreçtir.

Ancak bu sürecin özgünlüğü, üç yönlü işlemesidir.

 

ÜNİVERSİTE EĞİTİMİNİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

Birincisi, diğer kamu hizmetlerinde olduğu gibi, eğitimin, piyasa kurallarına tümüyle tabi kılınıp, sermaye birikiminin bir alanı haline getirilmesi, üniversitelere, öğrencilere, bilimsel faaliyetlere ayrılan bütçenin kısılarak üniversitelerin kendi bütçelerini yaratmaya zorlanmaları, harç paraları, üniversitede sunulan neredeyse her türlü hizmetin paralı hale getirilmesi, kamu hizmeti nosyonunun yok edilmesi ve ücretlendirilmesi veya özel üniversiteler ve devlet üniversitelerindeki paralı bölüm ve programlar yoluyla doğrudan özelleştirmedir. Bunun doğal sonuçları, amiyane ifadesiyle, “paran kadar eğitim” ilkesinin hakim olması, ilkokuldan üniversiteye, emekçi çocuklarının eğitim ve özellikle de üniversite eğitimi hakkından yoksun kalmasıdır. Bir başka deyişle, bu süreç, kamusal bir hizmetin içinin boşaltılması, bu kamusal hizmetten yararlanacak geniş yığınlardan kopartılması, uzaklaştırılmasıdır. Bununla birlikte, diğer kamusal hizmet sunucuları gibi üniversite çalışanlarının da iş güvencesinin yok edilmesi, ücretlerinin baskılanması, çalışma koşullarının kötüleşmesi ve işgücü açığının büyümesi de bu kapsamda ele alınabilir.

 

BİLİMSEL ÜRETİMİN PİYASALAŞTIRILMASI

İkinci olarak, üniversitelerin “eğitim sunma” görevinin yanı sıra “kamu yararına bilimsel üretimde bulunma” görevi de piyasa lehine aşındırılmaktadır. Bilimsel üretim, piyasa ölçütlerine göre yeniden şekillendirilmekte, toplum yararı ilkesi yerine kârlılık ve piyasada uygulanabilirlik esas alınmaktadır. Yani bilimsel üretim, doğasıyla çelişir biçimde metalaştırılmakta ve piyasanın tahakkümüne tabi kılınmaktadır. Sanayi-üniversite işbirliği adı altında yürütülen çalışmalar, projeler, TEKNOKENTLER, bilimsel üretimin piyasa terazisine vurulması (ör. akreditasyon, standardizasyon, performans değerlendirilmesi vb.), üniversite müfredatının yeniden yapılandırılması (ör. iktisat eğitiminde neo-klasik iktisadın hakimiyeti), üniversite eğitiminin piyasaya nitelikli ara eleman yetiştirecek biçimde düzenlenmesi, üniversitelerin meslek yüksekokullarına dönüştürülmesi, bu bağlamda değerlendirilebilir.

 

İDEOLOJİK HEGEMONYANIN KURULMASI

Üçüncü olarak, eğitimin diğer kademelerinde olduğu gibi, üniversite eğitimi de, kapitalist sistemin yeniden üretiminin ideolojik altyapısını daha da güçlendirecek biçimde yeniden yapılandırılmaktadır. Üniversiteyi üniversite yapan eleştirel, sorgulayan aklın yerini itaat ve hakim olanı içselleştirme almaktadır. Birinci ve ikinci mecrayla da birleşecek biçimde, resmi ideoloji ile bezenmiş neo-liberal ideolojinin tahakkümünün üniversitelere de yaygınlaştırılması, akademik özerkliğin tırpanlanması, üniversite öğrencileri ve akademisyenlerin zihinsel düzlemde de piyasa çarkına itilmesi, ufuklarının sınırlandırılması ve neo-liberal insan kalıbı içine sokulmaya çalışılmaları, bireyciliğin ve rekabetin öne çıkarılması, özellikle sosyal bilimlerde Marksizmin ve eleştirel analizin dışlanması, üniversite yaşamının ve üniversite mekanının piyasacı biçimde yeniden düzenlenmesi, örgütlülük ve muhalefetin çeşitli biçimlerde bastırılmaya çalışılması, bu kapsamda düşünülebilir.

 

NASIL BİR MÜCADELE?

Yukarıda genel hatlarıyla ele almaya çalıştığımız piyasacı kuşatmaya karşı yürütülecek mücadelenin çok yönlü olması da kaçınılmazdır. Bu kuşatmanın kurulmasında kendi aralarında çatışır gibi görünseler de, YÖK’ten askerlere, AKP hükümetinden sermaye örgütlerine, egemen güçlerin birleştikleri açıktır. O halde, tüm bu güçlerden bağımsız bir noktadan hareket edilmesi zorunludur. Öğrencisinden asistanına, akademisyeninden idari çalışanına ve işçisine kadar, tüm üniversite bileşenlerinin birlikte hareket etmesi ve üniversitelerdeki piyasacı dönüşümden olumsuz etkilenen tüm toplumsal kesimlerle buluşması, en genel ifadesiyle “özerk, demokratik, ücretsiz üniversite” talebi ve mücadelesinin emekçi sınıflara yaygınlaştırılması ve toplumsal mücadele içinde konuşlandırılması, bu mücadelenin ihtiyaç duyduğu araçların yaratılması ve mevcut araçların devreye sokulması, yeni bir birleşik mücadele hattının örülmesi kaçınılmazdır.

Yukarıda genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız kuşatma bir bütündür ve ancak üniversitelerin kendi içindeki özgünlükleri, gündemleri ve taleplerini göz ardı etmeyen, hatta bunlardan da beslenen ve bunları birleştiren, kuşatmayı tüm boyutlarıyla deşifre eden ve buna karşı çok boyutlu, ama mutlaka bütünlük içinde yürütülecek bir mücadele ile aşılabilir. Yunanistan örneği, böylesi bir mücadelenin ipuçlarını taşımaktadır.

Böylesi bir mücadelenin olanakları ve zemini vardır. İhtiyacımız, sadece yeni bir enerji ve atılımdır. Sözün özü; piyasacı kuşatmaya karşı intifada!

büyük eğitim eylemi yeni hak arama stratejisine kapı araladı*

 

Başkanlık divanında görevli sayın meslektaşlarım,

Sayın katılımcılar,

Sempozyumunuza, Yunanistan’da ortaöğretim kurumlarında çalışan 100.000 öğretmenin mesleki dayanışma ve mücadele azmiyle dolu selamını getiriyorum. Ayrıca, geçtiğimiz öğretim yılı içinde ücretsiz kamusal eğitim için mücadele amacıyla aylarca sokaklara dökülen, on binlerce Yunanlı üniversite öğrencisi, öğretim üyesi ve her kademeden öğretmen adına da sempozyumunuzu selamlıyorum. Ülkemiz eğitimcilerinin ve emekçilerinin düşlediği bir kamusal eğitim için bu mücadeleler bu yıl da sürmektedir.

Eğitim alanındaki kapsamlı eylemler, bir önceki eğitim öğretim yılının başında başladı ve uzun bir süreye yayılması, greve katılan eğitimcilerin dinamizmi ve mücadeleci ruhu ve geniş sosyal kabul ve destek görmesiyle dikkat çekti.

Bizim işkolumuzun iki temel isteği vardı ve bunlar taleplerimizin ana eksenini oluşturup birbiriyle bağlantılıydılar. Bunlardan ilki, gittikçe daha da kötüye giden çalışma hayatındaki işveren-çalışan ilişkilerinin bütününe koşut olarak, eğitimcilerin mali durumuna yönelikti. Diğeri ise, kamusal eğitimin hiçbir ayrım ve hiçbir dışlama söz konusu olmadan eşit bir şekilde ve üst düzeyde tüm çocuklara ve bütün gençlere verilecek şekilde bir bütün olarak iyileştirilmesi ihtiyacına odaklanmaktaydı. İkinci talebimiz, Yunan Anayasasının 16. maddesinin değiştirilmemesi yönündeki istemimizle birleşti. Sözkonusu anayasa hükmüne göre, yüksek öğretim devlet için bir yükümlülük olup, tüm öğrencilere –harç ödemeksizin– ücretsiz olarak sadece devlet üniversiteleri eliyle sağlanmalıdır.

Ülkemiz anayasasının 16. maddesi, yüksek öğrenimin münhasır kamusal karakterini ve genel olarak –hukuksal düzeyde– tüm kademelerde parasız eğitimi devletin bir yükümlülüğü olarak güvence altına almaktadır. Hükümetin yapılmasını desteklediği ve hâlâ ısrarını sürdürdüğü değişiklikle, özel üniversiteler kurulması olanağıyla sermayeye yeni kâr elde etme alanları tahsis edilmektedir. “Kâr amacı gütmeyen” “özel üniversitelerin” kurulmasını destekleyen sözcülerin kitleleri yanlış yönlendiren terminolojisine rağmen, yüksek oranda öğrenim harçları getirileceği ve bu şekilde, bu eğitimdeki sınıfsal engellerin aşırı derece artacağı çok net ve kesindir; çünkü bu üniversitelerde sadece ekonomik durumu buna izin verenler eğitim görebileceklerdir.

Ancak en önemli amaç ve yıkım, bizzat yüksek öğretimin kendisini, onun işlevini ve yönelimlerini hedeflemektedir. Piyasanın öncelikleri ve ihtiyaçları temel alınarak, Anayasa aracılığı ile bütüncül bir değerlendirme sisteminin benimsenmesine dönük bir çabanın verdiği itici güçle, devlet üniversitelerinin, doğrudan sermayenin çıkarlarına ve kârlılık amaçlarına boyun eğmesi ve ticari anlamda ele geçirilmesi için özel üniversiteler, katalizör görevi üsteleneceklerdir. Şu andaki anayasa değişikliğine de ilham veren temel neoliberal dogma, zaten, ‘bundan böyle soysal haklardan değil sadece piyasanın işleyişi içinde öne çıkan bireysel olanaklardan söz edilebilir’ anlayışı üzerine inşa edilmektedir.

Hükümet, başlangıçta, ana muhalefetin de onayıyla, Yunan Parlamentosu’nda, aralarında 16. maddenin de bulunduğu Anayasanın temel bazı maddelerinin değiştirilmesini oylama girişiminde bulundu. Yeni Demokrasi Hükümeti’nin ve (PASOK partisince yürütülen) ana muhalefetin hedefi özel üniversitelerin faaliyetine izin verilmesiydi ve bu şekilde, yüksek öğretimde sözde rekabet ortamının oluşturulması amaçlanmıştı. Hatırlatmakta yarar var, bu iki parti, bir önceki seçimlerde, Yunan halkının yüzde sekseninin oyunu almıştı. 16. maddenin değiştirilmesinin kabulü halinde, esasında üniversitelerin özel teşebbüse tabi olmasının yolu açılmaktaydı, diğer taraftan da, en varlıklı sosyal sınıfların çocuklarıyla işçi sınıfının çocukları arasında eğitim alanında var olan fırsat eşitsizliği daha da artmaktaydı. Özelleştirme sürecinin diğer eğitim kademelerine de, yani ilköğretim ve ortaöğretime de sıçrayacağı yönündeki tehlikeyi sezmekteydik. Güç dengesindeki olumsuzluklara ve kitle iletişim araçlarının, özellikle de televizyonun büyük ölçüde oynadığı olumsuz role rağmen, neoliberal eğitim politikarına karşı mücadeleye başladık ve sloganımız 16. maddenin değiştirilmemesiydi. Silahımız, eğitim çalışanlarının ve daha başından itibaren ülke genelindeki eğitimcilerin taleplerini ve mücadelesini haklı gören Yunan toplumunun geniş sosyal katmanlarının ortak tavrıydı.

Mücadelemiz, kapsamı ve dinamizmiyle, ülkemizde kısa süre önce yaşanan sosyopolitik gelişmelere renk kattı. Eğitim camiasının olağanüstü mücadelesi, boyun eğme ve sözde engellenmez olanla uzlaşmayı destekleyenler karşısında, ortaklaşa hareket etmenin ve hakkını aramanın gücünü ortaya koydu. Bu mücadele, çöküş ve kriz zihniyetinin birlikte dillendirdikleri tezler karşısında, kararlı, bir o kadar da ümit verici uzun soluklu mücadelelerin gereğini ön plana çıkarmıştır. Ana muhalefet, eğitim dünyasının tamamının yürüttüğü mücadelenin baskısı karşısında ve bu mücadeleye verilen halk desteği nedeniyle, süreç içinde tutum değiştirmek zorunda kaldı ve anayasa değişikliği konusunda hükümetle ortak hareket etmekten vazgeçti. Bu sayede, anayasa değişikliği için mecliste aranan çoğunluk ortadan kalktı ve hükümetle zenginler sınıfının, kamusal niteliği haiz yüksek öğretimi tartışmaya açma çabaları beklenmedik bir şekilde sona erdi. Doğal olarak, bu planlarından, kısa süre önce, Eylül 2007’de yapılan seçimlerden sonra da vazgeçmediler. Hükümet, özellikle üniversite diplomalarının tanınmasında, Avrupa’nın eğitim politikasını bahane ederek, aynı yöndeki tavrında ısrar etmektedir.

Bir başka talebimiz, ücretlere ilişkin olup (bugün yaklaşık olarak 1.050 euro olan) yeni atanan bir öğretmenin maaşının net 1400 Euro’ya yükseltilmesiyle ilgiliydi.

Bu talep, eğitim camiası çalışanlarının ihtiyaçları ve hakları doğrultusunda makul bir istemin net bir şekilde dile getirilmesinden ibaretti. Bu isteğimiz, her defasında işbaşındaki hükümetin sonu gelmez kemer sıkma yönündeki mali politikalarının kabul edilebilir sınırları içinde dilencilik addedilebilecek bir talep değildir. Bu mücadele, münhasır bir toplumsal hak olarak, gerçek anlamda ücretsiz bir kamusal eğitimin talep edilmesini birinci derecede bir mesele haline getirmiştir. Bu arada, bu mücadele, kamusal eğitime devlet tarafından sürekli olarak yetersiz düzeyde kaynak aktarma politikasını ve bunun zayıf sosyal sınıflar açısından yarattığı olumsuzlukları ve kamusal eğitimin genel anlamda özel sektör tarafından ele geçirilmesini çok açık bir şekilde teşhir etmiştir.

Kısa süre önce yaşanan bu büyük eylemin en önemli işlevi, eylem gücüyle temel düzeyde fikirler üretmesi ve bu eğitim öğretim yılında da çalışanların devam eden mücadeleleri için ve eğitim alanındaki hak arama girişimleri için yeni bir stratejiye kapı aralamak olmuştur. Bugünkü mevcut koşullarda, emekçilerin haklarına karşı hakim çevrelerin yürüttüğü topyekun saldırı ve çalışanların tarihsel kazanımlarını yok etme çabaları karşısında galip gelebilmek için, şekil ve içerik bakımından eşgüdüm içinde yapılacak mücadeleler tek seçenektir.

Geçen yıl yapılan eylemelerde eğitimin her üç kademesinden binlerce eğitimci, üniversite öğrencisi ve çalışan, ücretsiz kamusal eğitimi ve münhasır bir sosyal hak olan eğitim hakkını kökten tartışamaya açan, eğitimi ve çalışanları hedef alan halk karşıtı politikalara direnmek için ülkenin tüm büyük kentlerinde sokaklardaydılar. Bu on binlerce grevci ve gösterici, emeğin ve genel olarak toplumun aleyhine olacak şekilde, eğitimin özel sermayeye, işletmelere ve kârlılığın arttırılması ihtiyacı ve önceliklerine teslim edilmemesi yönündeki taleplerini haykırdılar. Şüphesiz ki, bu mücadeleden önemli kazanımlar elde edildi. Ana muhalefetin (PASOK) bir önceki mecliste anayasa değişikliği sürecinden çekilme kararı, hareketin, birleşerek mücadele etmek suretiyle zaferler elde etme olanaklarını ortaya koymuştur.

Sayın meslektaşlarım,

Ülkemizde emekçiler, sizinle ve Avrupa’daki ve tüm dünyadaki diğer emekçilerle beraber, çalışma hayatının düzenini bozan ve her alana özelleştirmeleri dayatan, sosyal devleti küçülten ve emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldıran, mücadeleyi bastırıp ezen mekanizmaları kalıcı kılan ve ırkçılıkla yabancı düşmanlığını öne çıkaran politikalara karşı savaşmaktadır.

Bilinmektedir ki, eğitimdeki yeniden yapılanma girişimleri her zaman çalışma hayatında da benzer değişimlerle bağlantılıdır ve buna zemin hazırlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bir gericilik olarak nitelendirilebilecek olan anayasa değişikliği, 103. maddeyi de ilgilendirmektedir. Burada ise, hedef, kamu sektöründe işe yeni girenlerde kadrolu çalışma statüsünün ortadan kaldırılmasıdır; böylece sözleşmeli statüsünde işe girme genelleşecek, yani güvenceden yoksun iş ilişkilerinin önü açılacaktır.

Ülkemiz hükümeti, geçen dönemde, eğitim karşıtı politikasının yaratmış olduğu siyasi açmazları aşmaya çalışırken, bir yıldan beri mücadele bayrağını indirmeyen, geri adım atmayan ve uzlaşmayan ve başını üniversite öğrencileriyle eğitimcilerin çektiği hareketi bastırmak için elinde kalan tek silah olan polis tarafından uygulanan şiddete hiç çekinmeden başvurdu.

Yunan hükümeti, kamusal eğitimin ticarileştirilmesi politikasını rahatça uygulamak için, eğitim alanındaki eylemleri bastırıp yok etmeyi temel hedef olarak belirlemiştir. Gerçekten de 8 Mart 2007 günü inanılmaz bir şiddet ve barbarca muameleye maruz kaldık. 40.000 kişiden oluşan ve üniversite öğrencilerinin, öğretmenlerin ve vatandaşların oluşturduğu göstericilerin gerçekleştirdiği yürüyüşe, emniyet güçleri hükümetin emriyle kimyasal silahların baraj ateşiyle, göstericileri acımasızca dövmek suretiyle, korku salan çok sayıda tutuklamayla müdahale etmiş ve onlarca genç, ben de dahil olmak üzere, ciddi olarak yaralanmış ve aşırı derecede bir şiddet uygulanmıştır. Muhtemelen o tarihte işbaşında olan hükümetin siyasi açıdan yaptığı değerlendirmeye göre, Yüksek Öğretimle ilgili Çerçeve Yasa’nın meclisten geçirilmesiyle bir emrivaki yaratılacak, eylem dalgasını bastırmayı amaçlayan polis şiddetinin arttırılması sonucunda da hareket kırılacak ve eylemciler geri adım atacaklardı. Ancak daha geniş bir toplumsal desteğe sahip olan üniversite öğrencilerinin isyanının kökleri, nedenleri ve politik niteliği, görünenin ötesinde bir derinliğe sahip olduğundan, hareketin gerilemesi, şiddet yanlısı hükümet için arzu edilen, ancak gerçekleşemeyecek bir hedef olarak kalacaktır.

Meclis’te kısa süre önce oylanan ve üniversiteleri ilgilendiren Çerçeve Yasa’yla, üniversitelerde menajerler görev alacak, hükümet kaynak aktarımında seçici olacak, ücretsiz dağıtılan ders kitaplarında kesintiye gidilecek ve üniversite dokunulmazlığına ve öğrencilerin sendikal anlamda örgütlenmesine sınırlamalar getirilecek olmasından dolayı, açıkça bir ticari işletme anlayışı desteklenmektedir.

Yasanın kabul edilmesinden sonra, üniversitelerin işleyişi ile ilgili öne çıkan en önemli konulardan biri de, öğretim üyesi ve yardımcılarının akademik yükseltilmeleriyle ilgili olarak uygulanacak prosedür ve özellikle seçici kurulların ve üç kişilik raportör komisyonunun oluşturulmasıdır. Yeni yasa uygulanırsa, üniversiteler için öğretim üyesi ve yardımcılarının seçimi ve yükseltilmeleri ile ilgili olarak şartların yerine getirip getirilmediğine yönelik değerlendirmeler fiiliyatta donduruluyor. Meclis Bilim Kurulu, ilgili kanun hükmünü anayasaya aykırı bulmuştur. Seçici Kurullar’ın oluşturulması ve iki kez toplanmak üzere aralarında anlaşmaya varmaları ve üyelerinin üçte birinin o üniversiteden bu üniversiteye gidişiyle ilgili öngörülen bürokrasi o kadar karmaşık, zaman kaybına yol açacak nitelikte ve yüksek maliyetli ki (ek ödenek de öngörülmemektedir), netice itibarıyla, öğretim elemanı yükseltilmesi ve seçimi imkansız hale gelmektedir. Bir Üniversite bünyesindeki fakültelerin bu çapta bir etkinliği sonuçlandırmaları mümkün değildir. Bu prosedür, Milli Eğitim Bakanlığı’nda akademik yükseltilmeleri tam anlamıyla merkezden yönlendirilen mekanizmaların oluşmasına ya da ulusal düzeyde bilim dallarında hegemonya oluşturacak grupların ortaya çıkmasına yol açabilir.

Bu nedenlerden dolayı, Üniversite Öğretim Elemanları Federasyonu (POSDEP), üniversiteler için çalışma şartları, yükselme, üniversite hocalarının rolü ve konumu  ile üniversitenin bizzat işleyişi ve karakteriyle ilgili olarak yakın gelecekte karanlık bir tablo oluşacağının altını çizmektedir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, yeni çerçeve yasa ile, tüm üniversite hocalarından (altı ay içinde) ait oldukları alanlarla uyum halinde olmak üzere çalışma alanlarını yeniden belirlemeleri istenmektedir. Yani yeni yasa, “yeni tip üniversite kürsüsü”nü kurumsal anlamda oluşturmaya çalışmaktadır. Yasa, üniversiteleri ilgilendiren, onların bilimsel faaliyet konularının belirlenmesi, fakültelerin kurulması ve çalışması gibi akademik konulara Eğitim Bakanlığı’nın bunaltıcı düzeyde siyasi müdahaleciliğini kurumsal hale getirmektedir ve bu da, onların akademik özerkliğine amansız bir şekilde darbe vurmaktadır.

Sözü edilen nedenlerden dolayı, Üniversite Öğretim Elemanları Federasyonu (POSDEP) akademik organlara bir çağrıda bulunmaktadır ve yeni düzenlemeleri uygulamamalarını ve seçici kurulların şu ana kadar geçerli olan yasa çerçevesinde oluşturulmasına karar vermelerini ve bu sayede anayasanın güvencesi altında bulunan yüksek öğrenim kurumlarındaki fakülte ve bölümlerin özerkliğini korumalarını ve böylece üniversitelerin zaten çok düşük olan bütçelerini (seçici kurul üyelerinin oradan oraya hareket etmesinin doğuracağı) ek giderlerle daha fazla yük altına sokmamalarını istemektedir.

Ayrıca akademik organların, üniversitede ders verenlerin bilim alanlarını yeniden belirlemeye yönelmemesi de istenmektedir, çünkü (hâlâ yürürlükte olan Anayasanın 16. maddesine göre) bugüne kadar mutlak özerkliğini korumuş devlet üniversiteleri için doğrusu da budur.

Hükümetin, içine üniversite öğrencilerini de alan, geniş katılımlı eğitim hareketi ile çatışmasında, meselenin, üniversiteler için çıkarılmış olan ve hükümetin yanı sıra etkili çevrelerin politikaları için de önemli ve başlı başına bir değer taşıyan eğitim karşıtı Çerçeve Yasa’nın kaderinden ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. Buna ek olarak, yaşamsal öneme sahip olan, eğitim hakları, çalışma hayatı ile ilgili kazanımları ve demokratik hakları da bütünüyle ortadan kaldırmayı amaçlayan bir politikanın etkililiği ve kaderi de riske atılmaktaydı.

Bununla birlikte Eylül ayında yapılan seçimlerden sonra oluşan hükümet -aynı partinin, Yeni Demokrasi Partisi’nin hükümeti-, eğitim hareketinin devam eden baskısı karşısında, Çerçeve Yasa’nın doğrudan değil, ancak aşamalı bir şekilde uygulamaya konulacağını ve bu süreçte üniversite öğrencileri ve akademik personelle işbirliği yapacağını açıklamak zorunda kaldı. Tüm eğitim camiasının katılımıyla gerçekleşen mücadelenin oynadığı rolün etkisine dair bir örneği de, eski Milli Eğitim Bakanı’nın Eylül seçimlerinde milletvekili dahi seçilememiş olması oluşturmaktadır ve bunun sonucunda göreve bir başkası atanmıştır.

Dün Eğitim-Sen’in sempozyumuna katılmak üzere uçağa binmeden önce, Atina kent merkezinde tüm eğitimcilerin katılımıyla gerçekleştirilen bir başka mitingteydik. Tüm kademelerden yaklaşık 10.000 eğitimci ve her kademeden öğrenci, bir ağızdan, Avrupa Birliği’nin 36/2005 sayılı direktifinin ulusal hukuka adapte edilmesine karşı olduğumuzu dile getirdik.

Bu 36/2005 sayılı direktifin uygulanması, Yunanistan’da faaliyet gösteren üç yıllık “Serbest Eğitim Merkezleri” adını taşıyan kimi okullardan diploması olanlara, dört ya da beş yıllık Yunan üniversitelerinden diploması olanlarla eşdeğer mesleki hakların tanınması anlamına geliyor. Bunun uygulanması halinde, üniversite diplomalarının aşağı yönde yıkıcı etkileri olacak şekilde denkliğinden söz edilecek ve bu şekilde devlet üniversitelerinin sistemi yerle bir olacaktır; çünkü bu sayede, eğitim hizmetleri için serbest piyasa kuralları empoze edilecek ve esasında mezunların kolektif mesleki hakları ortadan kalkacaktır.

Hükümet Anayasayı ihlal ederek, ülkedeki devlet üniversitesi sistemini savunacağı yerde, özel üniversiteleri dayatmak amacıyla bu direktifi uygulayacağını beyan etmektedir.

Sayın meslektaşlarım,

Yunanlı eğitimciler, bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarının farkındalar. Özelleştirme politikaları ve eğitimin özel sektörün emellerine tabi kılınması çabaları karşısında, ücretsiz kamusal eğitimin savunulmasına dönük mücadeleler, uluslararası ölçekte Fransa’dan ve İtalya’dan, uzaklardaki Meksika ve Şili’ye kadar hızla yayılmakta ve tabi ki sizin ülkenizde de ortaya çıkmaktadır.

Ülkenizde devlet okullarındaki eğitimin niteliğinin yükseltilmesi ve kamusal karakterinin korunması yönünde verdiğiniz haklı mücadelede Yunanistan eğitim hareketinin bir bütün olarak sizinle dayanışma içinde olduğunu belirtmek istiyorum. Bu arada, sizin federasyonunuzun son dönemdeki mücadelemize verdiği destek ve gösterdiği dayanışmadan dolayı size teşekkür ederiz. Son yıllarda iki ülkenin federasyonlarının zor anlarda birbirimize destek olma fırsatı bulmuş olması ve çağdaş demokratik bir eğitim için ortak mücadelemizde silahımızın birlik ve dayanışma olduğunu teyit etmiş olmamız oldukça ümit verici bir gelişmedir.

Biz şu hususlarda ısrarcıyız:

Eğitimin ticarileştirilmesi politikası yenilgiye uğratılabilir.

Eğitim satılık değildir.

Eğitim kâr ve kazancın üzerindedir.

Her iki ülkenin eğitimcileri, içine tüm öğrencilerin, tüm eğitimcilerin ve tüm bilginin sığabileceği bir okul için mücadele ediyoruz. Türkiye ile Yunanistan’daki eğitimciler arasındaki dostluk ve işbirliğinin güçlenmesi dileğiyle.


* EĞİTİM SEN Demokratik Eğitim Sempozyumu’nda (3-4 Kasım 2007 Eğitim Sen Genel Merkezi) sunulan bildirinin tam metnidir. Dr. İbrahim Kelağa Ahmet (A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) tarafından çevrilmiştir.

** Yunanistan Orta Dereceli Okullarda Çalışan Öğretmenler Federasyonu (OLME) Başkanı

sovyetler birliği’nde kadının kurtuluşu

 

7 Kasım 1947’de Büyük Sosyalist Ekim Devrimi otuzuncu yıldönümünü yaşadı. Bu günü yalnızca Sovyet halkı değil, ilerici insanlığın tamamı kutladı.

Bu yıldönümü, başımızı çevirip gelinen yola bakmanın ve Sovyetler Birliği’nin son otuz yıl boyunca elde ettiği başarıların tablosunu görmenin vesilesini oluşturuyor.

Sovyetler Birliği’nde sosyalist devrimin kazanımları devasa boyutlara ulaştı; bu, toplumsal yaşamın bütün alanları için geçerlidir. Her şeyden önce de kadının durumunda kökten bir iyileşme yaşanmıştır.

Stalinist Anayasa, Sovyetler Birliği’nde kadınların kurtuluşunu az sayıda sözcükle fakat esaslı bir biçimde belirler. Anayasanın 122. paragrafında şöyle denir: “SSCB’de kadın ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında erkeklerle eşit haklara sahiptir”. Böylelikle sosyalizm ülkesinde bütün kadınların düşü, insanlığın en yüce ruhlularının arzusu gerçekleşmiş oldu. Büyük Yunan filozofu Platon daha iki bin yılı aşkın bir süre önce kadının hak eşitliğini talep etmiş ve sonrasında sayısız başka düşünür, devrimci, yazar ve şair, varolan engelleri ve tarihsel önyargıları dikkate almadan aynı talebi yükseltmişlerdir. Çünkü kadın, sözün gerçek anlamıyla köleleştirilmiş ilk insandı.

Karl Marx, kadınların katılımı olmadan hiçbir büyük toplumsal devrimin gerçekleşemeyeceğini söylemişti ve Sosyalist Ekim Devrimi ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının tarihi bu düşünceyi kesin olarak doğrulamıştır. Bolşevik Partisi, 1917’deki zaferinin hemen ardından kadının gerçek hak eşitliğini hayata geçirdi. “Eski, kadını köleleştiren yasalardan geriye” diyordu Lenin, “taş üstünde taş kalmamıştır.” Kadınlar onlara gösterilen güveni parlak bir biçimde haklı çıkarmıştır. Sosyalist inşanın eşit değerdeki unsuru oldular ve en çetrefil, en ağır yönetsel ve politik görevlerin altından kalkacak yeteneği ortaya koydular. Kadınların Sovyetler Birliği’ndeki bu gelişimi bütün ülkenin gösterdiği olağanüstü yükselişi yansıtmaktadır.

Ekonomi ve kültürdeki yükselişe uygun olarak Sovyetler Birliği’nde kadının konumu da belirleyici bir biçimde yükselişe geçmiştir. Toplumdaki rolü, çok daha büyük bir önem kazanmış, hatta tüm alanlarda tamamen vazgeçilmez hale gelmiştir.

Çarlık zamanında emekçi kadın nasıl bir durumdaydı? Devrim emekçi kadınları Sovyetler Birliği’nin özgür yurttaşları haline getirmeden önce, uzun, zorlu ve ağır bedellerle yüklü bir yol katetmeleri gerekti.

Tüm kadınların yaklaşık % 85’i okuma yazma bilmiyordu; bazı geri kalmış, Çarlık tarafından ezilen ve sömürülen halklarda bu oran neredeyse % 100’ü buluyordu. Çarlık iktidarı kadını ezilen durumunda tutmak için her şeyi yapıyordu. Yasalar çerçevesinde kadın, aile içerisinde tamamen babanın veya kocanın vesayeti altındaydı.

Ne kadın emeğini koruyan, ne de anne ve çocuk güvenliğini öngören yasal düzenlemeler mevcuttu. Kadınlar için geçerli olan on bir saatlik işgünü, ancak bütün proleter güçlerin yoğun mücadelesi sonucunda elde edilebilmişti ve işgününde daha büyük bir kısalmayı o dönemde elde etmek mümkün olmamıştı.

Kadınların yüksek okullarda öğrenim görmesi, ancak çok sonraları ve çok sınırlı bir şekilde kabul edilmişti. Ünlü Rus matematikçi Sofia Kovalevskaya, Paris’te okumak zorunda kaldı. Olağanüstü yeteneği sayesinde Stockholm’de profesörlüğü elde edebildi. Fakat kendi vatanındaki kültür bakanı (bir grandük) “ne kadar yetenekli olursa olsun” bir yüksek okulda ona ayıracak bir yerlerinin olmadığını açıkça ifade etti.

Zihinsel mesleklerin neredeyse tamamı kadınlara kapalıydı; kadınların bu alanda sahip olabildikleri tek meslek öğretmenlikti; o da sadece bekar kaldıkları sürece.

Peki, bugün Sovyetler Birliği’nde kadının yaşamı nasıl bir tablo sergilemektedir? Devrimden yalnızca iki ay sonra özel bir kararnameyle anne ve çocuğun korunmasının “doğrudan devletin yükümlülüğü” olduğu ilan edildi. Kadın, daha anne adayıyken korunup destek görmektedir. Doğumdan önce 35 gün ve sonrasında 42 gün olmak üzere ücretli doğum izni vardır; yani 77 günlük, özel durumlarda ise 91 günlük izne sahiptir. Ayrıca devlet tarafından bir gebelik yardımı ve önemli bir ek beslenme ödeneği sağlanmaktadır. Doğum için de, Sovyet devleti, anne ve çocuğun yaşamını ve sağlığını en geniş anlamda güvence altına almaktadır. Kadın ve çocuklara hekim danışmanlığı sağlayan binlerce sağlık kuruluşu var, hamileler ve emzirenler için özel yurtlar var, fabrikalarda kreşler, garlarda vb. kamusal alanlarda anne ve çocuk için özel odalar mevcut. Kentlerde doğumlar neredeyse tamamen hekimler tarafından itinayla yönetilen özel yurtlarda gerçekleştirilmektedir. Kadınlar, loğusa döneminin normal seyrinde yedi gün ve özel durumlarda daha da uzun bir süre onlara özel bu kurumlarda kalmaktadırlar. Kırsal alanda da, giderek daha fazla sayıda loğusa evleri ve doğum yurtları kurulmaktadır. Çarlık döneminde tüm doğumların % 95’i herhangi bir hekim yardımı görmeksizin evlerde gerçekleştirilmekteydi, oysa bugün, Sovyetler Birliği’nde doğumların neredeyse tamamı doğum yurtlarında yapılmaktadır.

Sovyet kadını bugün erkeklerle eşit eğitim olanaklarına sahiptir. Sovyetler Birliği’nin bugünkü yüksek öğrenim gençliğinin % 43’ünü genç kız ve kadınların oluşturduğuna işaret etmek yeterli bir veri olacaktır. Sovyetler Birliği’nde yalnızca 250 bin kadın teknisyen ve mühendis ve 100 bin kadın doktor olarak çalışmaktadır; üç milyon kadın zihinsel meslekler icra etmektedir. Bunların bir milyonu öğretmendir. 33 bin kadın bilimsel alanda çalışmaktadır.

Sovyet kadını, erkeklerle eşit politik haklara sahiptir; seçme ve seçilme hakkı erkeklerle aynı kriterlere göredir, yerel yönetimlerde ve devlet yönetimlerde ve her türlü resmi görevde bulunmasının önünde herhangi bir engel yoktur. Sovyet kadını okul yönetebilir, fabrika müdürlüğü ve ticari kuruluşların müdürlüğünü yapabilir, kısacası, bugün, daha önceleri yalnızca erkeğe açık olan her makamda ve görevde bulunabilir.

Sovyetler Birliği Yüksek Kurulu’nda 277 kadın temsilci bulunmaktadır ve dolaysıyla toplam bin yedi yüz kadının bulunduğu Sovyet cumhuriyetlerinin yüksek kurullarının yönetimlerinde de o oranda söz sahibidirler. 27 bin kadın, yerel sovyetlerin başkanı ya da başkan yardımcısı pozisyonundadır, yani yerel yönetimlerde ve kent yönetimlerinde bulunuyorlar. Yaklaşık 15 bin kadın kolektif üretim işletmelerinde başkanlık yapıyor, ilçe yönetimlerinde aza ve oy hakkıyla seçilmiş kadın temsilcilerinin sayısı yaklaşık 500 bini buluyor. (İdari kuruluşlarda çalışan kadınlar bu sayıya dahil değildir.) Bunlardan, kadının bugün Sovyetler Birliği’ndeki etkin yerini ve sahip olduğu gelişme olanaklarını görebilmemiz mümkün.

Elbette, Sovyet kadını eşit işe eşit ücret almaktadır ve eşit izin hakkına sahiptir. Aile içerisinde yasal olarak tamamen eşit haklara sahiptir ve hiçbir biçimde erkeğin vesayeti altında değildir.

Bu önemli ilerlemeleri kaydetmek için büyük güçlüklerin aşılması gerekti; bu, söz konusu olağanüstü değişimin tek bir nesil içerisinde sağlandığı dikkate alındığında anlaşılır bir şeydir. Öncelikle Birinci Dünya Savaşı’nın ve kapitalist devletlerin silahlı müdahalelerinin ağır sonuçlarının aşılması gerekti. Savaş ve müdahaleler, ülke ekonomisinin tamamıyla yıkılmasına yol açmış, bu da kültürel inşayı iki kat zorlaştırmıştı.

Bunun ötesinde, eski gelenekler ve önyargılar daha uzun süre etkilerini sürdürdüler ve zaman zaman ciddi bir engel oluşturdular. Yalnızca kadınları yeni baştan eğitip dönüştürmek ve kendi gücüne ve yeteneğine olan güvenini pekiştirmek yeterli değildi; ayrıca ve daha da önemlisi, erkeğin kadına bakışını temelden değiştirmek gerekliydi. Bu görev, kadının hiçbir hakka sahip olmadığı, baskının ve sömürünün, yüz yıllara dayanan geleneklerin ve dinin aracılığıyla en ağır olduğu ve kutsallaştırıldığı doğuda özellikle zorluydu. Kadının kurtuluşu, bu bölgede en büyük direnişle karşılaştı.

Sözü edilen zorlukların aşılması, her şeyden önce Bolşevik Partisi’nin kadın kollarının eseridir. Ekim Devrimi’nden çok önce devrimci bir kadın hareketinin yaratılmasında çalışan olağanüstü kadınlar, başından beri bu alanda etkin oldu.

Lenin’in eşi Nadejda Kontantinova Krupskaya’yı (1869-1839) anımsatmakla yetiniyoruz. Krupskaya, faaliyeti ve mücadelesinde Lenin’in en sadık, vazgeçilmez yoldaşıydı ve devrimden önceki yıllarda sekreteriydi. Lenin’in, devasa Rusya’nın, tamamıyla devrimin hizmetinde yürüttüğü ve çoğu zaman illegal koşullar altında gerçekleşmesi gereken muazzam mektup yazışmalarını yönetti ve onun bilimsel çalışmalarını da kolaylaştırdı. Lenin’in yazılarının illegalitenin en ağır koşullarından, Sibirya sürgünlüğünden ve mülteciliğinden geçip, neredeyse eksiksiz olarak bugüne taşınabilmiş olması, Krupskaya’nın sayesinde olmuştur. Devrimin zaferinden sonra, Nadejda Krupskaya, Sovyetler Birliği’nin örnek eğitim sisteminin inşasında çalıştı ve halkın bilinçlendirilmesi bakanlığının lider kadrolarından biriydi.

Krupskaya yalnız değildi; –yalnızca birkaçının adını anmak için– Lenin’in iki kız kardeşi Maria Ulyanova ve Yelisarova, ayrıca İnessa Armand ve Samoilova gibi muhteşem kadınlardan oluşan bir ekip onunla birlikte çalışıyordu.

Onların arasında, kısa bir süre önce vefat eden ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin daha 1903’te Londra’da yapılan Parti Kongresi’nde Bolşevik kanadın kazandığı zaferde katkısı olan Zemliyaçka da bulunuyor. Zemliyaçka, o tarihten beri daima en ön saflarda mücadele etti. Ekim Devrimi’nden sonra İşçi ve Köylü Denetimi Halk Komiserliği’nin yöneticiliğini yaptı; yani, devasa ülkenin ekonomik idaresinin kontrolü onun elinin altındaydı. Savaş sırasında, SSCB Bakanlar Kurulu’nun başkan vekilliğini yaptı. Bu kadının zekasını ve enerjisini ne derece ortaya koyması gerektiğini tasavvur etmek mümkün.

Yurtdışında özellikle Aleksandra Kollontai üne kavuştu. Rusya’da proleter kadın hareketinin ana kurucularından biridir. Bolşevikleri, birçok uluslararası sosyalistler kongresinde temsil etmiştir. Bunlardan biri, 1910’da Kopenhag’daki Kongre’dir. Bu kongrede, Klara Zetkin’in her yıl düzenli olarak “uluslararası bir kadın günü”nün kutlanması önerisi, onun katkısıyla karar altına alınmıştır. Kollontai, Ekim Devrimi’nden sonra, Sosyal Güvenlik Halk Komiseri olmuştur ve kısa bir süre sonra, Sovyetler Birliği’nin Norveç, Meksika ve İsveç’teki diplomatik temsilcisi olmuştur. Barışın korunmasına yönelik harcadığı olağanüstü çaba nedeniyle kısa bir süre önce Nobel barış ödülüne aday gösterildi.

Olağanüstü Sovyet kadınlarından bahsederken, burada, yine kısa bir süre önce aramızdan ayrılan Claudia Nikolayeva’nın adını anmamız gerekir. Petersburg’da sıradan bir tekstil işçisiydi ve Sovyet devletinin sağladığı olanaklar, yeteneği ve gayreti sayesinde uzun yıllar Komünist Partisi Merkez Komitesi üyeliği yaptıktan sonra, Sovyetler Birliği hükümetinin üyeliğine yükselmiştir. Nikolayeva, özellikle devlet bütçesi sorunlarındaki uzmanlığıyla öne çıkmış ve bu özelliğiyle yüz milyarlarca rublenin yönetildiği bütçe komisyonunun başkanlığını üstlenmiştir.

 

*

Sosyalizmin inşası, ülkenin üretici güçlerinin muazzam bir gelişimini gerektiriyordu; bu, ancak kadınlar da en yaygın katılımı sağlandığı takdirde başarılabilecek devasa bir işti. Lenin ve Stalin, bunu konuşma ve yazılarında özel olarak vurguladılar. “Kadınlar olmadan sosyalizm kurulamaz”, demiştir Lenin.

Kadın emeğine yalnızca tarımda ve fabrikalarda ihtiyaç yoktu. Bolşevikler, kadının çalışmalara katılımının idarelerde ve yönetimlerde, devlette ve yerel yönetimlerde de bir o kadar önemli olduğunu gördüler. Sosyalist devrim başarıyla taçlanacaksa, kadının her yerde –işletmelerde de– sorumlu, yönetici mevkilerde bulunması gerekiyordu.

Kendilerine güvenlerini ve girişimci ruhlarını tam olarak geliştirebilmek için, geniş emekçi kadın kitlelerinin eğitimi ve öğretimi gibi devasa bir işin başarılması gerekliydi. Bolşevik partinin ve her şeyden önce partinin kadın kollarının çabaları bu hedefe hizmet ediyordu. İhtiyaç duyulan kadın güçlerinin oluşturulmasının en etkili araçlarından biri, delege toplantılarıydı.

Kadınların çalıştığı her yerde, fabrikalarda, mahallelerde ve köylerde, her sene büyük kadın toplantıları düzenleniyordu. Bu toplantılarda, işçi kadınlar, ev kadınları, köylü kadınlar, memur ve aydın kadınlar bir araya geliyor ve aralarından en iyi, en aktif kadınları seçiyordu. Seçilenler, köklü bir eğitimden sonra, halkın içinden gelen yetkin kişilere ihtiyaç duyulan görevleri üstleniyorlardı. Genel eğitimlerini ilerletmeleri ve doğrudan pratik içinde, uzmanların rehberliğinde gelecekteki görevlerine hazırlanmaları gerekiyordu. Bu şekilde, kadınlar, idarelerde, fabrika yönetimlerinde, sendikalarda, okullarda, hastanelerde, çocuk yuvalarında vb. çalışıyordu.

Böyle bir eğitim, yılların sonucunda yaklaşık 10 milyon kadına, kendilerini mükemmel, yaratıcı kişilikler halinde geliştirme olanağını verdi.

Bu gelişmeler, Lenin’in “çalışmalara katılarak kadınlar hızla öğrenecek ve erkeklere yetişecekler* sözlerinin doğruluğunu bir kez daha kanıtlamış oldu.

Bolşevik partisinin önderliğinde, kamuoyunun tamamı, kadınların kamusal yaşama çekilmesine katılmaktadır.

Sorumlu mevkilerde bulunan kadınlar, doğaları gereği, cinslerinin ihtiyaçları için özel bir duyarlılığa ve anlayışa sahipler. Devlet ve belediye bütçelerinde annelerin desteklenmesi için, çocuk eğitimi için ve emekçi kadınları aile ve mesleklerinden kaynaklı olarak üzerlerine binen çifte yükü hafifletecek diğer yardımlar için yeterli olanakların hazır tutulmasını denetliyorlar.

Kadınlara, gördükleri bu destekle yalnızca mesleklerinde özgürce gelişme olanağı tanınmış olmadı, aynı zamanda, çok yönlü gelişmelerinin önü de açılmış oldu. Bu amaçla, devrimden sonraki ilk yıllarda, daha yüksek bir okula devam etmek için gerekli zamana sahip olmayan bütün kadınlara evde eğitim almalarını sağlayan ve ev üniversitesi olarak anılan bir uygulama başlatıldı. Bu güzel davanın yarattığı heyecan o kadar büyük oldu ki, kendilerini elit görmeyen en yetkin profesörler bile ellerinden gelen bütün katkıları sağladılar. Kadınların genel anlamda ve yetenekli kadınların özel anlamda geliştirilmesi için yüzlerce milyon Ruble harcandı.

Sovyet iktidarının bu çabaları meyve verdi. Bugün Sovyetler Birliği’nde düşünsel alanda çalışan milyonlarca kadın var, bilim veya sanat alanında üstün başarılarından dolayı en yüksek nişan olan Stalin ödülünü alan 199 kadın bulunuyor.

 

*

Sovyet ziraatının kolektifleştirilmesinde de kadının katılımı büyük bir önem taşıyordu. “Kolektif işletmelerde kadınlar büyük bir gücü oluşturuyor. Bu gücü atıl bırakmak cinayet işlemek anlamına gelir** demişti Stalin.

Kolektifleştirmeyle birlikte, Sovyet köylerinde de, Sovyet kadının çalışmalara etkin bir katılım sağladığı, sıklıkla da liderlik ettiği köklü bir dönüşüm meydana geldi. Bunu yaparak, Sovyet kadını kendi konumunu da önemli oranda iyileştirdi.

En köklü değişimler ise, Sovyetler Birliği’nin doğu bölgelerinde ve Kafkaslarda yaşandı. Çarlık döneminde, bu bölgelerde tipik sömürgesel bir sömürü ve baskı egemendi. “Yerli” halk aşağı görülüyor ve içinde bulunduğu geriliğin daha da derinlerine itiliyordu.

Çarlığın sömürgeci boyunduruğu, özellikle, erkek tarafından köleleştirilmiş bulunan doğulu kadının sırtına bindirilmişti. Bu bölgelerde halen kadın kaçırma, alıp satma ve çok eşlilik hüküm sürüyordu. “Buhara’nın topraklarına sayısız gözyaşı dökülmüştür” –diye yazıyor yerli emekçi kadınlar–, “bu gözyaşlarını unutmamız mümkün değil…

Ekim Devrimi, sömürgeci baskıya ve kadının köleleştirilmesine hızla son verdi. Yüzyıllardır süregelen gelenekler ve kötü muamele ise, ancak zamanla giderek ortadan kaldırılabildi. Bugün, bunlar çoktan birer anıya dönüşmüş durumdadır. Bu arada, bu, daha kısa bir süre öncesine kadar geri durumdaki dünyadan, önemli kadınlar ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği Yüksek Kurulu’nun başkan vekili, örneğin Azerbaycanlı Çimnas Aslanova’dır. Çuvaş Özerk Cumhuriyeti Yüksek Kurulu Divan başkanı Zoe Andreyeva’dır ve Yakut Özerk Sovyet Cumhuriyeti’ndeki aynı pozisyonda bulunan, yine bir kadındır: Sofya Sidorova. Türkmen kadın Nuri Karadşeva ise, Türkmen Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanı’dır.

Sovyetler Birliği’nin her yerinde kadınlar en yüksek yönetim birimlerinde yer almakta ve sosyalist devletin inşasına belirleyici mevkilerdeki görevleriyle etkin olarak katılmaktadırlar.

Sovyet kadını, ülkesinin yenilenmesine bütün gücüyle katılmıştır. Emeğin büyük örgütleyicisi Stahanov’u örnek alan “atılım müfrezeleri” arasında hatırı sayılır sayıda kadın yer alıyor. Örneğin genç köylü kadın Yutkina, yürüttüğü özenli çalışmayla hektar başına 133 bin kiloluk patates hasadı elde etme başarısını gösterdiği için Stalin ödülüne layık görüldü. Onun edindiği deneyimlerden, bugün binlerce kolektif çiftlik yararlanmaktadır.

Kadın cinsinin kurtuluşu, geri bilinçli erkeklerin direnişiyle de karşılaştı. Kadının kurtuluşu, erkekler tarafından, önceleri kendi haklarının kısıtlanması olarak algılandı; kadınların ilerlemeleri sayesinde yaşamlarının ne kadar gelişeceğini, ne kadar zenginleşeceğini tasavvur edemediler.

Devrimin ilk yıllarında örneğin, Sibirya’nın bir köyünde erkekler kadınların köy seçimlerine katılmalarını engellemeye kalkıştı. Seçimleri, sabah saat 4’e aldılar; yani, tam da, kadınların inekleri sağdığı bir zamana denk getirdiler. Seçimler gerçekleştirildi, fakat geçersiz ilan edildi. Seçimlerin tekrarlanması gerekti. Bunun üzerine, kadınlar, seçimlere özellikle katılım sağladılar.

Kadının kurtuluşu karşısındaki en güçlü direniş doğuda oldu; özellikle Orta Asya ve Kafkaslarda. Bu bölgelerde, kadınlar için bir süre varlığını sürdüren özel kulüpler yaratıldı; çünkü erkekler, başlangıçta karıları ve kızlarının erkeklerin de gittiği kulüplere gitme izin vermiyorlardı. Yaşı ilerlemiş kadınlar da, gelişmenin karşısında durdu. Osetya’daki bir köyde yaşayan genç bir kız, hayalini izleyip, pilot oldu. Bir gün, üstlerinin izniyle doğduğu köye uçtuğunda, orada, özellikle yaşlı kadınların düşmanca yaklaşımıyla karşılaştı. Hatta “şeytanla işbirliği yapmakla” suçlandı. Fakat bir yıl sonra tekrar ziyarete geldiğinde, “Osetya’nın ilk kadın pilotu” olarak kutlamalarla ve sevinçle karşılandı; hatta köyün yaşlı kadınlarından biri, kadın pilottan kendisini “uçağıyla gezdirmesini” rica etti.

Bugün, kadınların hak eşitliği, bütün Sovyetler Birliği’nde doğal bir olgudur. Bu nedenle, Hitler sinsice Sovyetler Birliği’ne saldırdığında, Sovyet kadınlarının vatanlarının korunmasına katılmaları da şaşırtıcı değildir. Kızıl Ordu’ya yazılmak için yığınlar halinde başvuruda bulundular. Onları yerlerinde tutmak için, cephenin devasa malzeme ihtiyacı karşısında, her bir askere karşılık memlekette fabrikada çalışan dört-beş işçiye ihtiyaç olduğunun onlara açıklanması gerekti ve bu işin de, mücadelenin başarıyla sonuçlanması için vazgeçilmez asli bir öneme sahip olduğu anlatıldı. Buna karşın, sayısız kadın orduya katıldı ya da partizan olarak mücadele etti. Birçok kadın yaşamını feda etti. Örnek tutumları için 62 cesur kadın “Sovyetler Birliği Kahramanı” ilan edildi.

 

*

Sovyet kadınının kurtuluşu, kadının, ailede, devlette ve toplumdaki konumunu temelden değiştirmiştir ve bu, yalnızca biçimsel hukuksal düzenlemeler olarak gerçekleşmiş değildir. Sovyet kadını, bugün eşit haklara sahip olarak, erkekle eşit düzeyde yer almaktadır ve tıpkı erkekler gibi gelişip yeni bir insan tipi oluşturmuştur. Sovyetler Birliği’nde, bugün artık, bir zamanların ürkek, güvensiz, aşağılanmış kadını yoktur. Eşit yetenekte bir insan olduğunu, devletin yönetiminde, en büyük işletmelerin başında aynı şekilde başarılı olduğunu kanıtlamıştır; teknik, sanat ve bilim alanlarında erkekler kadar parlak başarılara imza atmıştır. Düşünsel gelişimi ve yeteneklerinin engelsizce geliştirilmesi için karşısında açılan uçsuz bucaksız bir ufka sahiptir. Sovyet kadını, kendini, Sovyet ülkesinin kültürü yükseldiği ölçüde geliştirmektedir.

Sosyalist devlette, annelik, toplumsal bir iş olarak kabul edilmektedir. Anneler, çocukları aracılığıyla bugünle gelecek arasında bir bağ kurduklarının bilincindedirler.

Bu nedenle, toplumun refahıyla ve sıkıntılarıyla ve onun geleceğiyle ilgilenmek, Sovyet kadını için yaşamsal bir ihtiyaçtır. Çarlık zamanında kadınları evin içine hapseden annelik, bugün Sovyet kadınına, toplumsal yaşamın çeşitliliğine bir pencere açmakta ve onu, bu ilerlemeci gelişmeye aktif ve yaratıcı bir biçimde müdahale etme isteğiyle doldurmaktadır. Sovyet kadını, sosyalist toplumun ona sağladığı çok yönlü kolaylıklar bütün yaratıcı güçlerini serbest kıldığı için, bunu, bir o kadar rahatlıkla yapma olanağına sahiptir. Sovyet kadını, ekonomik bakımdan bağımsızlığını kazanmıştır. Ailenin geçiminin önemli bir bölümünü üstlenmekte ve aile dışındaki etkinlik alanlarını da erkeklerle paylaşmaktadır. Böylelikle, aile de, farklı bir aileye dönüşmüştür. Kadın ve erkek her bakımdan yoldaş olmuşlardır. Aileden iki manalı her şey yok olmuştur ve aile, gerçek anlamda devletin temel birimi haline gelmiştir.

Sovyet ülkesindeki insanlar, Alman gazetelerinde yer alan, evlilik yoluyla örneğin bir bakkal dükkanına ortak olmaktan ya da bir babanın kızı için “sermaye gücü yüksek” bir damat aradığından bahsedilen evlilik ilanlarını okusalardı, herhalde şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerlerdi. Sovyet insanları, bu türden bir ilanı insanlık onurlarına bir saldırı olarak duyumsarlar.

 

*

Sovyet kadının deneyimleri, Sovyetler Birliği’nin ötesinde, bütün dünya kadınları için büyük bir önem taşımakta, ilham kaynağı olmaktadır. Çünkü bu deneyimler, kadının hiçbir bakımdan erkeklerden geri olmadığını, onlar kadar yetenekli olduğunu, onlar kadar yaratıcı faaliyette bulunabileceğini göstermiştir. Hiçbir alanda erkeklerden daha az net ve daha az kararlı değil.

Sovyetler Birliği’nde, kadın kendine özgü birçok şey yaratmış ve birçok yeniliğe önayak olmuştur.

Böylelikle, büyük sosyalist ve kadın sorununun önemli teorisyeni Clara Zetkin’in bir zamanlar söylediği şu sözler doğrulanmıştır: “Kadın erkeğin başarısız bir kopyası değildir; insan olarak mücadele ve inşa için özel özelliklere ve yeteneklere sahiptir. Bu kadar uzun süre zincirli kalmış enerjisinin serbestçe gelişiminin, mücadelede ve yaratıcı çalışmalardaki başarısında büyük katkısı olacaktır.

Sovyet kadınlarının ortaya koyduğu örnek, diğer ülkelerdeki kadınların kendine güvenini artırmakta ve tam hak eşitliği mücadelesine güç vermektedir.

 

*

Sovyet kadını, kendi mutlu geleceğine ve ülkesinin geleceğine sağlıklı bir inançla doludur. Yarını için korku duymasına gerek yoktur; çünkü sosyalist vatanında işsizlik sorunu yoktur. Çocuklarının geleceği konusunda da endişe etmesine gerek yoktur; çünkü Sovyet devleti, onların gerekli eğitimi almasını, sağlıklı kalmalarını ve insana yaraşır yaşama koşullarını güvence altına almıştır.

Sovyetler Birliği’nin halklarının bugüne değin ulaştığı her şey, gökten zembille inmedi, aksine çok büyük emeklerle ve fedakarlıklarla kazanılması gerekti. Bu kazanımlarda kadınların önemli bir payı vardır, bu, hak eşitliğini tam olarak güvence altına aldıkları bir başarıdır. Kurtuluşları, sosyalist toplumun gelişimiyle el ele yürüdü. Toplumsal düzen eskisi gibi kalsaydı, büyük işletmelerin, toprağın ve ulaşım araçlarının kamulaştırılmasıyla insanların insan tarafından sömürülmesine son verilmiş olmayacaktı, dolayısıyla, kadınların hukuksal olarak eşitlenmesi, gerçek bir kurtuluşu getirmeyecekti. Ancak sosyalizm bütün insanların gerçek kurtuluşunun olanaklarını sağlar ve talep eder ve Sovyet insanları, işte bu özgürlüğe ulaşmaya çabaladıkları için ve sosyalizme, ancak kadınların da bir bütün olarak onun inşasına katıldıklarında ulaşılabileceğini kavradıkları için, bu nedenle, bütün halk, kadının kurtuluşu için mücadele etti. Kadınlar ve erkekler el birliğiyle bu olağanüstü eseri ilerletiyorlar; çünkü olabildiğince hızla belirleyici ilerlemeye ulaşmak istiyorlar: Sosyalizmden komünizme geçiş aşamasına.

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin üzerinden geçen otuz yıl gibi kısa bir zaman aralığında Sovyet insanları sosyalizmi kurabildi; insanın insan tarafından sömürüsünün mümkün olmadığı, ancak halen, her emek harcayanın emeği ölçüsünde ücretlendirildiği bir toplumsal düzen kurdular. Şimdi ulaşılması gereken, sosyalist ekonomi sisteminin kazanımlarına dayanarak, bütün ülkenin üretici güçlerinin her insanın kendi emeğinden bağımsız olarak ihtiyaç duyduğu, hatta gönlünün arzu ettiği her şeye kavuşabileceği bir verimlilik düzeyini yakalamaktır. Böylelikle sosyalist toplumun en yüksek aşamasına, komünizm aşamasına ulaşılmış olacaktır. Vahşi Hitler savaşı bile bu gelişmeyi durduramamıştır.

 

*

Bulgaristan ve Yugoslavya gibi yeni demokrasi ülkelerini bir yana bırakacak olursak, şunu saptamamız gerekiyor: Avrupa ülkelerinde ve belirli ölçüde Birleşik Devletler’de de –özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından– nüfusun daha büyük kısmını oluşturmalarına rağmen, bu ülkelerdeki kadınlar gerçek bir hak eşitliğine –buralarda çoğunlukla biçimsel bir burjuva demokrasisi egemen olmansına karşın– hiçbir yerde kavuşabilmiş değillerdir. Birleşik Devletler’de kadınlar eşit politik haklara sahip olmalarına rağmen, Amerikan Kongresi’nde (ikinci kamara) örneğin yalnızca yedi kadın temsil edilmektedir ve senatoda (birinci kamara) ise, yalnızca dört.

Bunun ötesinde, ABD’nin birçok eyaletinde, halen aile içinde tamamıyla kadınların hak eşitsizliği hüküm sürmektedir. Örneğin sekiz Amerikan eyaletinde, ailenin maddi varlıkları üzerinde, yalnızca erkek söz sahibidir ve ABD’nin altı eyaletinde, kadın, kendi geliri üzerinde bile hak sahibi değildir.

Ücret düzeyine baktığımızda, bütün kapitalist ülkelerde, eşit iş söz konusu olduğunda bile, kadınların erkeklerden daha düşük ücret aldığını saptamak zorunda kalıyoruz. Birleşik Devletler’de hammadde işleme sanayiinde, kadınlar erkeklerin gelirinin yaklaşık yüzde 60’ını alabilmektedir. İngiliz makine ve gemi inşaat sanayinde, kadınların ücretleri, erkeklerin ücretlerinin yüzde 53’ü kadardır; neredeyse yarı yarıya.

Yani, “sosyalist” olarak nitelendirilen bir işçi hükümetinin yönetimde bulunduğu İngiltere’de dahi, kadınların ücreti erkeklerin ücretleriyle eşitlenememektedir. İngiliz kadınına, bugün, eşit iş karşılığında, erkeklerden önemli oranda düşük bir ücret verilmektedir. Oysa seçim kampanyalarında, kadınlara, eşit işe eşit ücret vaat edilmişti. Annelik koruması da güvence altında değildir. Gebelik sırasında yasal bir izin hakkına, kadın, ne İngiltere’de ne de Birleşik Devletler’de sahiptir. Burada, kadınların, hamileliklerinin ilk belirtilerinde işten atılması, sık rastlanan bir olgudur. Sovyetler Birliği’nde ise, hamile bir kadının işten atılması ağır bir biçimde cezalandırılmaktadır.

Almanya’da kısa bir süre önce, Högner –o sırada Bavyera eyalet başkanı ve SPD başkanıydı ve halen partinin lider kadrolarındandır–, kadınların politik haklara kavuştukları için üzüntülerini dile getirmiştir. Bavyera “anayasa komisyonu” bir başka bakanı, ünlü bay Hundhammer, mecliste yaptığı bir konuşmada, kadınların erkeklerin üstleri olmasının yakışık almadığını söylemiştir. Ve yine kısa bir süre önce, “Münih Reich-demiryolları müdürlüğü bülteninde” şu satırları okumak mümkündü: “Kadınların devirlerinin geçtiğini artık kavramaları gerek ve bundan böyle kendilerine erkeklerin yedekleri olarak ihtiyaç bulunmamaktadır.

Kadının gerçek hak eşitliği, burjuva toplum koşulları altında mümkün değildir; gerçek hak eşitliği, ancak toplumun temelden bir değişimi ile iktidarın geniş emekçi tabakalarının ellerine devredildiği bir yerde mümkün olacaktır.

 

*

Sovyet Rusya’da kadın cinsinin eşitlik mücadelesinin çoktan hedefine ulaştığını, kadınların orada devletin yönetimine mükemmel bir biçimde katıldıklarını, ülkenin kaderinin belirlenmesine etkin olarak katıldıklarını görüyoruz. Ama aynı zamanda, geri kalan dünyada, kadınların, bu tür bir konumdan ne kadar çok uzakta bulunduklarını da görüyoruz.

Fakat Sovyet örneği –daha önce de belirtildiği gibi–, diğer ülkelerin kadınlarının giderek daha fazla tam hak eşitliği mücadelesine katılmasını teşvik ediyor. Yalnızca aile içinde, meslek yaşamında ve devlette eşitliğe kavuşmak istemekle yetinmiyorlar kadınlar, aynı zamanda, insanlığın kendi kaderini yaratmasına katılmak da istiyorlar. Bu nedenle, kadınların birleşmesinin yeni hedeflere sahip yeni biçimleri ortaya çıktı: Bugün 49 ülkede toplam 88 milyon üyeyi kapsayan Uluslararası Kadın Federasyonu, kadının kurtuluşu ve her şeyden önce barışın korunması için mücadele ediyor.

Dünya kadınlarının bu mücadelesi, Sovyet Rusya’nın kadınları arasında coşkulu bir yankı bulmaktadır. Çünkü hiç kimse, bu ülkenin özgür kadın vatandaşlarının dışında hiç kimse, yalnızca en yakınlarının yaşamlarının güvencesi anlamına gelmekle kalmayan, aynı zamanda kendilerine tam hak eşitliğini gerçek anlamda sağlayan sosyalist devrimin kazanımlarının güvenliği anlamına gelen barışı daha içten dileyemez.

Sovyet kadınları, ellerini, tüm ulusal sınırları aşarak, barış ve özgürlük için mücadele eden milyonlarca kadına uzatmaktadır.

Her kadının yüreğinde yanan analık duygusu, halkların mutluluğu mücadelesinde itici güç haline gelmek zorundadır.


* Lenin, Eserler, Cilt XXV, sf. 43 (Rusça)

** J.V. Stalin, Leninizmin Sorunları, Moskova 1947, sf. 508

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑