ekim devrim ve bilim

 

 

1917 Sovyet Ekim Devrimi, yalnızca yüzlerce yıl süren Çarlık iktidarını sona erdirmekle kalmadı; aynı zamanda, yeryüzünün altıda birinde, binlerce yıllık sömürücü sınıflar iktidarına da son vermiş oldu. Dahası, yoksul ve emekçi sınıflara, baskı altında ezilen ulus ve halklara, başta gelişmiş kapitalist ülkelerde olmak üzere sanatçısından yazar ve bilim insanına, aydınların hatırı sayılır bir kesimine, dünyanın değişik yerlerindeki çok geniş yığınlara büyük bir umut ve ilham kaynağı oldu. Bu umut ve ilhamı da, esas olarak, sosyalizmi kısa sayılabilecek bir süre içinde pratik olarak hayata geçirerek, somut bir örnek olarak göstermesiyle sağladı.

Binlerce yıllık insanlık tarihi içinde oldukça önemli bir dönüm noktasını oluşturan 1917 Ekim Devrimi, sanayiden iktisada, edebiyat ve sanattan politikaya, insan düşünce ve eyleminin değişik alanlarına önemli katkılarda bulundu, bu alanları derinden etkiledi. Bu etkiler, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ele alındı. İnsan düşünce ve eylemine, yalnızca kendi toprakları üzerinde değil, dünyanın öteki bölgelerinde de önemli etkilerde bulunmuş bir devrimin; kendisine bilimsel bir dünya görüşünü rehber edinmiş ve kurduğu toplumsal sistemi bilimsel sosyalizm olarak adlandırmış Sovyet sisteminin, bilime ve tekniğe de önemli katkıda bulunmuş olmaması düşünülemez. Bu yazıda, bu katkıları irdelemeye çalışacağız. Ancak, “Sovyet Devrimi ve Bilim” başlıklı bir konu, çok kapsamlı, geniş bir çalışmanın konusu olduğundan, derginin sayfa sınırlılığını göz önünde bulundurarak, konuyu bütün yanlarıyla ele almak yerine, sınırlı tutarak, genel bir çerçeve çizmeye çalışacak ve sadece belli başlı bazı noktaları çok genel hatlarıyla ele alacağız.

*

Ekim Devrimi’nin üzerinden 90 yıl geçti. Günümüzde, başta akademi dünyası olmak üzere, yazın-düşünce dünyasında burjuva düşüncesi ve onun temsilcilerinin tartışmasız bir egemenliği bulunuyor. Ekim Devrimi’nin insan düşünce ve eylemine değişik alanlarda yaptığı katkıların bir kısmı, bu dünya tarafından, her ne kadar doğrudan dile getirilmese de, suskun kalınarak, dolaylı yoldan kabul ediliyor. Ancak bu kesim, bilim alanında yapılanlar karşısında farklı bir yol izliyor. Günümüzde, bilim tarihi, bilim politikaları, yakın tarihin bilimsel uygulamalarını konu alan kitap ve kitap bölümlerinin neredeyse tümünde hep benzer şeyler iddia ediliyor; Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı söyleniyor; “bilime müdahale” ve “bilimin politikleştirilmesi”nin kötü örneği olarak Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel çalışma ve uygulamalar gösteriliyor. İddiaların somut örneği olarak da, “Lisenko Olayı” adını verdikleri ve Miçurin Okulu’nun izleyicileri olan Trofim Lisenko ve arkadaşlarının uygulamaları veriliyor.

Sovyetler Birliği’ndeki biyoloji – genetik tartışmalarından yola çıkarak uzun yıllar sürdürülen, soğuk savaş döneminin çarpıtma, karalama, yalan ve “kara propaganda” çalışmalarının etkileri uzun süre devam etti. Bu çalışma, aradan bunca yıl geçmesine karşın –hızı azalsa da– bir biçimde bugün de sürüyor. Günümüzün pek çok akademisyeni, bilimsel bir çalışmanın olmazsa olmazlarından olan zahmetli bir araştırma çabasına girme; kazıyarak bulma eziyetine katlanma yerine hazıra konuyor ve konuya ilişkin bütün bilgi açığını, soğuk savaş döneminin o “kara propaganda” materyallerinden giderme yolunu tutuyor. Böyle olunca da, planlı ekonomi ve kalkınmadan koruyucu hekimlik ya da sosyalize edilmiş sağlık hizmetleri ve tıbba, bilgisayar ve uzay teknolojisinden gen ya da genetik mühendisliği ve biyoteknolojiye, büyük ölçekli araştırmalar ve devasa araştırma kurumlarından kapsamlı, çok büyük mühendislik projelerine dek bugün kendisinin yapmakta olduğu ya da içinde yer aldığı çalışmaların neredeyse tümünün ilk adımlarının Sovyetler Birliği’nde atılıp oradan geliştirildiğini bilmeden, bir kerede, “Sovyetler bilime katkı yapmadı” deyip çıkıyor. Böylece de, sosyalizmi karalama amaçlı “soğuk savaş” döneminin o bilinçli kampanyasını, farkında olmadan, bugün kendisi sürdürmüş oluyor. Oysa Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumunu, yapılan ve söylenenleri, kısacası neler olup bittiğini araştırıp öğrenmek hiç de zor değil. Çünkü aradan çok da zaman geçmedi. O döneme ışık tutan pek çok belge ve yayın arandığında hâlâ bulunabiliyor. İşine karşı dürüst, önyargısız bir bilim insanı, bunlara baktığında, durumun hiç de söylendiği gibi olmadığını rahatlıkla görebilir.

ÇARLIK RUSYASI’NDA BİLİM

Devrim öncesi Rusya, oldukça geri bir ülkeydi. Bu gerilik, bilim alanında da görülüyordu. Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina’dan beri, bütün Çarlık dönemlerinde, devlet yetkililerinin bilim karşısındaki tutumları alabildiğine ikircikli olmuştu. Bir yandan ülkedeki el değmemiş muazzam kaynakları sömürmek için bilime ihtiyaç duyarlarken, öte yandan, giderek önem kazanan ve potansiyel bir güce sahip olan bilimden korkuyorlardı. Sonuçta, bilime yatırım yapıp Rus bilimini ortaya çıkarmak yerine, yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bel bağlayan bir devlet politikası izlendi. Çünkü hem onların disiplin altına alınmaları daha kolaydı, hem de yabancı olduklarından, ülkede bir kökleri yoktu ve bu yüzden de daha tehlikesiz görünüyorlardı. Yabancı bilim insanları ve teknisyenlere bu bağlılığın bir diğer nedeni de, özellikle 19. yüzyıl sonlarında Rus İmparatorluğu’nun, başta Alman ve Fransız olmak üzere, yabancı banker ve imtiyaz sahiplerinin ellerindeki yarı sömürge konumuydu. Yabancı bilim insanı ve teknisyenlere bağlılığın yanı sıra, bilimsel çalışma için gereken tüm araç-gereç ve donanım da yurtdışından ithal ediliyordu. Tüm bunlara, çalışmalarını daha çok yabancı bilim dergilerinde yayınlamak zorunda kalan Rus bilim insanlarının karşılaştığı dil engeli de eklenince, Rusya’nın bilime yaptığı katkılar hem sınırlı oldu, hem de karanlıkta kaldı. Rus bilimi, dış dünyada, Alman ya da Fransız biliminin özgün bir uzantısı olarak algılanıyordu. Rusya içinde bile, resmi baskılara duyulan öfkenin hâkim olduğu entelektüel atmosferde, ulusal başarılara hor görüyle bakma, hatta bunları bütünüyle görmezden gelme eğilimi vardı. Ama bu durum, yine de, Butlerov, Kovalevsky, Lodygin, Lomonosov, Mendeleyev, Metchnikov, Pavlov, Popov, Tsiolkovski ve Zhukovsky gibi etkili bilim insanlarının ortaya çıkmasını engelleyemedi.

Savaş öncesi yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Rus burjuvazisi, bilime yatırım yapılması ve özerk üniversiteler kurulması taleplerini yükseltti. Yeni kurulan üniversitelerde, yeni bir bilim insanı kuşağı yetişmeye başladı. Ancak yeni kuşağı oluşturan bu bilim insanları, ya soylu, aristokrat ya da burjuva ailelerden geldiklerinden, Rus halkından alabildiğine kopuktular. Bu yüzden, Rus halkının Sovyet Devrimi’ne dek ne bilimden, ne de bilim insanlarından haberi oldu.

Devrim öncesi, yeni kurulan üniversitelerden yetişen bilim insanları hareketinin de bir bütün olarak ülke bilimine etki etme fırsatı olmadı. Çünkü, tam da bu kuşağın ortaya çıktığı dönemlerde, Rusya, tam bir alt üst oluş içindeydi; her yerde alabildiğine bir karmaşa hâkimdi. Önce 1. Dünya Savaşı, hemen ardından gelen Şubat ve Ekim Devrimleri, sonra iç savaş ve onu izleyen büyük kıtlık ve açlık yılları, Rusya’da beklenen bilim hareketinin oluşumunu engelledi. Başta daha deneyimli, yaşlı ve muhafazakârları olmak üzere, bu bilim insanı ve akademisyenler kuşağının büyük bir bölümü, devrimle birlikte ülkeyi terk ettiler. Kalanların bir kısmı, o çatışma ve olağanüstü hareketlilik ve karışıklık ortamında açlık ve hastalıktan öldü. Geride kalmış olanların da çoğu Sovyet iktidarı altında çalışmayı kabul etmedi; Pavlov gibi kabul eden az sayıda bilim insanı da isteksizdi; yeni iktidara ve projelerine bir süre kuşkuyla yaklaşarak, kendini işine tam vermedi. Buna rağmen, Sovyet bilim insanlarının ilk kuşağını, yine de, bu az sayıdaki bilim insanı oluşturdu. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği, bilim alanında, hemen hiç miras almadan işe koyulmak zorunda kaldı. Tahmin edileceği gibi, yurt dışından da pratik bir yardım görmedi. Tümüyle kendi yağıyla kavrulmak zorundaydı ki, o yağ da neredeyse yoktu. Ülkede, ne yetişmiş, yetkin bilim insanları, ne bu insanları yetiştirecek akademisyen hocalar, ne köklü araştırma kurumları, ne malzeme, ne para, ne de bir –somut sürekliliği içinde miras alınmış– bilim ve araştırma geleneği vardı. Daha da önemlisi, Rus halkı, o güne dek doğrudan bir yardımını görmediğinden, bilime ve bilim insanlarına hemen hiç güvenmiyordu.

SOVYET BİLİMİ

İşe bu en kötü koşullarda başlayan Sovyet iktidarının, çok kısa bir süre içinde bilimde dev bir gelişme gösterip, İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD gibi yüzlerce yıllık bilim geleneği ve birikimine sahip ülkelere yetişmesi beklenemezdi. Bununla birlikte, yine de, baştaki kötü koşullar kısa zamanda hızla değişmeye başladı.

Ünlü fizyolog Pavlov örneğinde görüldüğü gibi, Sovyet iktidarı altında çalışmayı gönülsüzce kabul edip iktidara kuşkuyla yaklaşan bilim insanı ve akademisyenlerin çoğunun, yeni iktidarın bilime geniş bir hareket serbestisi ve önem verdiğini; en azından, eskiden sahip olduklarını kendilerine sağlamak için kısıtlı olanaklar içinde bile canla başla çalışıldığını; Çarlık rejiminde bulamadıkları özgürlüğü Sovyet iktidarında elde ettiklerini ve hayatlarında ilk defa ne yapmak istiyorlarsa onu özgürce yapabildiklerini gördüklerinde, başlardaki gönülsüzlükleri ve kuşkuları giderek yok olmaya başladı. Kendilerini işlerine daha fazla verir oldular. Coşku ve istekleri gün geçtikçe arttı ve sayılarının azlığını kapatmak için, daha büyük bir çaba içine girdiler. Artık ikili bir görevleri vardı: Sovyet bilimi ve teknolojisini inşa etmek ve aynı zamanda, hızla girişilen yeniden yapılanma ve sosyalist inşanın acil sorunlarını çözmek. Ancak bunları yapmak için önlerinde çok önemli iki sorun bulunuyordu: Araştırma sırasında kullanacakları ve hiçbir yerden satın alma olanakları bulunmayan araç gereçlerden ve onlara yardım edecek teknik elemanlardan yoksundular. Yanlarında, onlara yardım için gelmiş çok sayıda istekli genç vardı, ama bunlar henüz eğitimsizdiler.

1917-1927 arasındaki ilk on yıllık dönem, daha çok bu iki sorunu (araç-gereç ve yetişmiş insan açığı) çözmekle geçti. Gelişme, ancak ikinci on yılda geldi. Bilimin gelişimi, sanayinin gelişimiyle yakın ilişki içinde ve onunla kol kola gitti. Yeni kurulan üniversite ve okullar hızla mezun vermeye; yeni bilim insanı ve teknisyenler, mühendisler yetiştirmeye başladı. İşe neredeyse sıfırdan başlayan Sovyetler Birliği, 1934’e gelindiğinde, bilime 1 milyar ruble bütçe ayırır hale gelmişti. Bu miktar, ülkenin toplam ulusal gelirinin yüzde 1’inden fazlaydı ve bu oran, o tarihte ABD’nin ayırdığı bütçenin 3, İngiltere’ninse 10 katıydı.[1]

1930’ların başlarından itibaren, Sovyet bilimi, dünya biliminin bir kolu haline gelerek, ona katkı yapmaya başladı. Ancak, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin durumu ve bilime yaptığı katkıları, tek tek bilim insanlarının çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan çığır açan buluş ve bilgilerin çokluk ve büyüklüğü gibi günümüzde alışageldiğimiz ölçülerle değerlendirmemiz doğru olmaz. Çünkü Sov­yet­ler Bir­li­ği’nde bi­li­min ge­li­şi­mi, o güne dek bilimde, gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerde izlenenden çok fark­lı bir yol iz­le­di. Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nde de, bilimin değişik alanlarında, bilimsel bilgiye önemli katkılarda bulunan tek tek önemli buluşlar yapıldı. Ancak bu yazımızda, başta belirttiğimiz gibi, farklı bilim dalı ve alanlarında gerçekleştirilen tek tek buluşları ele alıp incelemek yerine, konuyu daha genel hatlarıyla irdeleyecek ve bilimin örgütlenmesi, planlanması, bilimsel yöntem, bilim politikaları, bilimde yeni bakış ve yaklaşım gibi soruna daha geniş çerçeveden bakmaya çalışacağız. O güne dek diğer ülkelerde yapılmayan önemli değişiklik ve katkıları en genel başlıklarıyla irdeleyeceğiz.

PLANLI VE BÜYÜK ÖLÇEKLİ BİLİM

Ülkenin hızlı ve büyük bir kalkınma hamlesi içine girmesi gerekiyordu. Büyük bir sanayileşme ve tarımsal kalkınma hamlesi başlatıldı. Bunu gerçekleştirmek için planlı bir ekonomiye ihtiyaç vardı ve Sovyet iktidarı da bunu yaptı. 5 yıllık kalkınma planları hazırlandı, çok büyük hedefler konuldu. Birinci Beş Yıllık Plan (1928-1932) ile sanayileşme hamlesi ve kolektif tarıma geçiş (1930-1932) başlatılıp yönetildi. Bütün planlar başarıyla hayata geçirildi. Öngörülen süre bittiğinde, plandaki hedefler fazlasıyla gerçekleşmişti. Örneğin, Birinci Beş Yıllık Plan kapsamındaki Beş Yıllık Sanayi Üretimi hedeflerinin yüzde 93.7’sine, ağır sanayi hedeflerininse yüzde 108’ine, beş yıl dolmadan, daha dördüncü yıl sonunda ulaşılmıştı. Yine örneğin, plan başladığında, 1928 başında yıllık 3.3 milyon ton olan pik demir üretimi, 1932 sonunda plan tamamlandığında, yıllık 6.2 milyon tona erişmişti. Yine aynı dönem içinde, kömür üretimi 35.4 milyon tondan 64 milyon tona; demir cevheri üretimi 5.7 milyon tondan 19 milyon tona ulaştı. İkinci Beş Yıllık Plan (1933-1937) sonunda, bu rakamlar bir kez daha katlandı: Kömür üretimi 128 milyon tona, pik demir üretimi 14.5 milyon tona, çelik üretimi 18 milyon tona ulaştı. Birinci Beş Yıllık Plan sonunda, Magnitogorski, Kuznetsk, Moskova ve Gorki otomobil fabrikaları; Urallar ve Kramatorski ağır makine fabrikaları; Kharkov, Stalingrad ve Çeliabinski traktör fabrikaları gibi çok sayıda sanayi kompleksi inşa edildi. Bu fabrikalar, daha plan tamamlanmadan üretime geçmişlerdi ve bunun sonucunda, daha 1931 yılında, 200 bin otomobil ve traktör üretilmişti. Aynı başarı her alanda gösterildi. Örneğin, 1928’de 118 bin 558 olan okul sayısı, 1932 sonunda 166 bin 275’e, öğrenci sayısı da 7.9 milyondan 9.7 milyona çıkmıştı.

Bir yıkım döneminin ardından gelen, yeni ve çok daha korkunç bir saldırı tehdidi altında gerçekleşen bu yapısal başarılar, uygulamada sosyalizmin üstünlüğünü gösteren ilk örneklerdi. Burjuva iktisatçılar, önce, hayali ve uygulanamaz olduğunu söyledikleri bu planlarla alay ettiler. Sonra, elde edilen başarılar yadsınamaz hale gelince, bu kez hızını eleştirmeye başladılar. Böylesi bir toplumsal dönüşümün, daha az çaba harcanarak daha yavaş gerçekleştirilmesi gerektiğini öne sürdüler. Ancak, bu iktisatçılar, bu iddiaları boş yere ve masum niyetlerle ortaya atmıyorlardı, çünkü sorun, ekonomik olmaktan çok toplumsal ve siyasaldı. Dönüşümün hızı gelişigüzel ya da tesadüfî planlanmamıştı. Adımlar daha yavaş atıldığında, gözle görülür sonuçlar elde edilmesi yılları bulacağından; dönüşüm momentinin bağlı olduğu coşku sürdürülemeyebilirdi. Bu durumda, yüzeyin hemen altında yatan kapitalist ekonomi biçimlerinin tekrar su yüzüne çıkmasının yanı sıra, ülkenin özellikle de ağır sanayi alanında süregelen ekonomik güçsüzlüğü, yabancı sermayeye giderek daha fazla bağımlı hale gelmeyi gerektirecekti ki, bu da, sosyalist ekonominin yıkılması demekti. Burjuva iktisatçıların istedikleri de aslında buydu.

Planlı ekonomi düşüncesi, Sovyetler Birliği’nin seksen yıl önce dünyaya kazandırdığı çok önemli bir katkıdır. Burjuva iktisatçılar, özellikle başlarda çok eleştirseler ve alay etseler de, ekonomik planlama, başarıları ortaya çıktıkça, pek çok kapitalist ülkede değişik biçimlerde kendini gösterdi. Ne var ki, bu çabalarla, Sovyetler Birliği’ndeki gerçek planlama hep farklı oldu. Plan sözcüğü, burjuva dünyasının kavramları ile düşünmeye alışmış pek çok kişide, planların, topluma zorla dayatılan katı ve yapay şeyler olduğu izlenimini uyandırır. Sovyet planları asla böyle olmadılar. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki planları milyonlarca insan birlikte yapıyordu ve o milyonlar için bu planlar, kendi örgütleri aracılığıyla, ortak çıkarları uğruna, ortaklaşa yerine getirmeyi kararlaştırdıkları bir görevdi. Görevi yerine getirirken, hiç beklemedikleri güçlüklerle, ama aynı zamanda, hiç ummadıkları olanaklarla karşılaştılar. Her iki durumda da, plan, buna uygun olarak değiştirildi. Bu işte görev alan insanlar, değişmez katı talimatları uygulayan değil, ortaya çıkan yeni olanak veya güçlüklere göre hareket etmeye hazır kişilerdi. Emir komuta zinciri altında, ya da “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” zihniyeti içinde çalışmaya alışmış kişiler için bu durumu anlamak kolay değildir. Ama planlar başarıyla tamamlandılar. Şehirler, fabrikalar, barajlar ve demiryolları, yabancı uzmanların beklediğinden çok daha hızlı bir biçimde inşa edildiler. Planlar, aynı zamanda, sürekli olarak yeni verilerin ve yeni yasaların elde edilebildiği toplumsal-ekonomik deneylerdi. Yeni yeni planlara, daha büyük hedeflerin konulmasına yol açtılar.

Ba­şa­rı­lı ve ba­şa­rı­sız de­ne­yim­le­rin ışı­ğın­da bi­lim­sel uy­gu­la­ma­la­rın ken­di­li­ğin­den or­ta­ya çık­ma­dık­la­rı; ön­ce in­san­la­rın ih­ti­yaç­la­rı­nın sap­tan­ma­sı, ar­dın­dan da bu ih­ti­yaç­la­rı kar­şı­la­ya­cak yol­la­rın bu­lun­ma­sı için bi­linç­li ve plan­lı bir bi­lim­sel ça­ba har­can­ma­sı ge­rek­ti­ği gö­rül­dü. Dev­le­tin tüm önem­li sa­na­yi­le­re el koy­du­ğu, ne te­kel­le­rin ne de re­ka­be­tin bu­lun­du­ğu Sovyetler Birliği’nde, bi­li­mi tam an­la­mıy­la ge­liş­tir­mek ve on­dan ek­sik­siz ya­rar­lan­mak için plan­lı ve bi­linç­li bir ça­ba içine girildi ve gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden farklı olarak, ki­şi­sel de­ha­nın ye­ri­ni plan­lı bi­lim­sel araş­tır­ma­ al­dı­. Bu, bi­li­mi, özel şir­ket­le­rin ye­ri­ni al­mış olan sanayi ve ta­rım­sal ku­ru­luş­la­rın em­ri­ne ve­re­rek de­ğil, es­ki aka­de­mi­ler­den ya­rar­la­na­rak ve on­la­rı onur­sal der­nek­ler ol­mak­tan çı­ka­rıp, et­kin araş­tır­ma ve yük­sek öğ­re­nim mer­kez­le­ri­ne dö­nüş­tü­re­rek, ger­çek­leş­ti­rildi. Bu planlamayı hazırlayanlar, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, alanın dışından teknokrat ve bürokratlar değil, aksine aka­de­mi­ ve ens­ti­tü­ler­de çalışan, oralarda bizzat araştırma yapan bi­lim in­san­la­rı­ydı. Bunlar, ça­lış­ma­la­rı plan­lar­ken, hem bi­li­min ve­rim­li iç­sel ge­li­şi­mi­ni gü­ven­ce al­tı­na al­ma­yı, hem de do­ğa ve in­san kay­nak­la­rın­dan azami öl­çü­de ya­rar­lan­ma­yı gözetiyorlardı. Bi­li­min top­lum­sal dö­nü­şü­mün güç­lü bir ara­cı ol­du­ğu bi­lin­ci­ne, iş­te bu de­ne­yim­ler so­nu­cun­da ula­şıl­dı. Bu deneyimler sonucu, mo­dern top­lu­mun var­lı­ğı bi­li­me ba­ğım­lı ha­le gel­di.

Batı’nın kapitalist ülkeleri, bilimi bilinçli bir biçimde ve planlayarak büyük ölçeklerde kullanmaya, ancak 20. yüzyılın savaş dönemlerinde, askeri üretim amacıyla başladılar. 1. ve 2., daha çok da 2. Dünya Savaşı sırasında, sana­yi­nin ve ta­rı­mın tüm alan­la­rın­da bu ye­ni an­la­yış kul­la­nıl­dı. Bu yüzden, 20. yüzyılın ilk yarısındaki önemli bilimsel gelişmelerin çoğu, savaş sırasında yapılan askeri üretim amaçlı araştırmalardan ortaya çıktı. Oysa söz ko­nu­su yak­la­şım, Ekim Dev­ri­mi ile ya­şam bu­lan ye­ni sos­ya­list top­lu­mun en ba­şın­dan be­ri iz­le­di­ği politikaydı. Sa­na­yi, ta­rım, tıp ve hat­ta bi­li­min ken­di­si bi­le, eko­no­mik güç­le­rin in­sa­fı­na terk edil­mek ye­ri­ne, bi­linç­li ola­rak plan­lan­dı. Hiç onay­la­ma­dık­la­rı ve alay ettikleri hal­de, ka­pi­ta­list ül­ke­le­rin sa­na­yi­le­ri ve hü­kü­met­le­ri, Sov­yet­ler Bir­li­ği’nin bu plan­la­ma eği­li­mi­ni kısa zamanda tak­lit et­tiler.

2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemlerde, İngiltere ve ABD’de, her iki ülke biliminin planlanması ve örgütlenmesinde, bilim politikalarının oluşturulmasında en üst düzeylerde görev almış olan Dr. Alexander King, bu plan ve politikaları hazırlarken, İngiliz sosyalist bilim adamı Profesör John Desmond Bernal’in görüşlerinden, özellikle de, kapitalist ve sosyalist bilim uygulamalarını karşılaştırıp Sovyetler Birliği’ndeki bilimi anlattığı ve bunlardan yola çıkarak önerilerde bulunduğu “Bilimin Sosyal Fonksiyonu” adlı kitabından çok yararlandığını anlatır.

Ekim Devrimi ile bilimin toplumsal konumu tümüyle değişime uğradı. 20. yüzyılın başlarına dek dünyada yapılan bilim, pro­fe­sö­rün kü­çük la­bo­ra­tu­va­rı ya da mu­ci­din ar­ka oda­sı ile sınırlı ki­şi­sel bi­limdi; bu yüzden 20. yüzyıl başlarına kadar olan bu dönem, kişisel bilim dönemi olarak da adlandırılır.[2] Kısmen 1. Dünya Savaşı’nın askeri ihtiyaçları, esas olarak da Ekim Devrimi, bu durumu değiştirdi ve geniş ölçekli yeni bilim dönemi başladı. İlk kez Sov­yet­ler Bir­li­ği’nde or­ta­ya çı­kan ve 2. Dün­ya Sa­va­şı sı­ra­sın­da ev­ren­sel­le­şen bu dönem, büyük ölçekli bi­li­m[3] dönemiydi. Bu dö­nem­de, araş­tır­ma-ge­liş­tir­me­ye har­ca­nan pa­ra artık on mil­yon­larla ifade ediliyor ve ge­rek­li in­san­la­rı ve araç-ge­reç­le­ri ba­rın­dır­mak için bir ka­sa­ba bü­yük­lü­ğün­de ku­ru­luş­lar ge­rek­iyordu. Böylesine büyük kuruluşların kurulup çalıştırılması için ge­reken pa­ra­yı an­cak dev­let sağ­la­ya­bi­lirdi. Sovyetler Birliği’nde böyle oldu. Birinci Beş Yıllık Plan sırasında, böyle, çok sayıda araştırma kurumu ve enstitü kuruldu. 1933 yılı başında, kısmen küçükleriyle birlikte, bu kurum ve enstitülerin sayısı 586 oldu. Kapitalist ülkelerde ise, daha farklı bir yol izlenir. Bu ülkelerde, böylesi durumlarda, dev­let, te­kel­ci iş­let­me­le­ri yar­dı­ma ça­ğır­ır; ken­di baş­la­rı­na âdeta bi­rer dev­let olan bu te­kel­ler de, dev­let­le araş­tır­ma-ge­liş­tir­me söz­leş­me­le­ri ya­pa­rak, bu pa­ra­yı, is­tek­le­ri doğ­rul­tu­sun­da –ki, istekleri de her zaman azami kâr olur– har­ca­rlar. Oysa sosyalizmde, bu büyük ölçekli bilimin amacı ne kâr, ne de yıkımdı; amaç yapıcıydı; tek amacı, do­ğa­yı dö­nüş­tür­mek ve insan yaşamını kolaylaştırmaktı.

Sovyetler Birliği ve öteki sos­ya­list ve halk demokrasili ül­ke­ler­de­ki bi­lim in­san­la­rı­nın tu­tu­mu, fark­lı bir doğ­rul­tu­da edin­dik­le­ri de­ne­yim­ler sonucu farklı bir ku­tup­ta top­lan­dı. Bi­lim in­san­la­rı, bir ta­raf­tan Av­ru­pa’nın ve As­ya’nın acı­ma­sız­ca yer­le­ bir edil­me­si­nin sı­kın­tı­sı­nı çek­ti­ler; çün­kü bu ara­da, yıl­lar­ca sü­ren eziyetli ça­lış­ma­la­rın mey­ve­le­ri de yok edil­miş­ti. Ka­pi­ta­list dün­yanın yol açtığı yıkım ve nef­reti, ya­şa­ya­rak gör­dü­ler. Öte yan­dan, yer­le bir ol­muş ül­ke­ler­de, halk­la­rın gös­ter­di­ği ya­ra­la­rı­nı sar­ma ve ye­ni­den aya­ğa kalk­ma ye­te­ne­ği, iç­le­ri­ni tekrardan umut­la dol­dur­du. Ba­rış gel­di­ğin­de, çok da­ha bü­yük ba­şa­rı­lar el­de edi­le­ce­ğini gördüler. İn­san ak­lı­nın do­ğa­yı an­la­ma ve de­ne­tim al­tı­na al­ma ye­te­ne­ği­ne olum­lu bir inanç do­ğdu; öy­le ki, ya­ra­dı­lış­tan gel­di­ği dü­şü­nü­len tüm sı­nır­lı­lık­lar red­de­dil­di. Bunun sonucunda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında, büyük doğayı dönüştürme hamlesi başlatıldı.

DO­ĞA­YI DÖ­NÜŞ­TÜR­MEK

İnsan, binlerce yıl, doğaya egemen olma ve onu dönüştürerek yararlanma düşleri gördü. O güne dek işlenmemiş toprakları işlemek, sel taşkınlarını önlemek, su bentleri ve yolları yapmak, açlığın önüne geçmek, hastalıklardan korunmak, hatta hastalıkları ortadan kaldırmak; daha iyi, daha sağlıklı, daha özgür, daha mutlu, daha tok yaşamak, insanlığın başından beri hayaliydi. Bilimin ortaya çıkışı ve gelişimini sağlayan zaten bu hayal ve çabalardır. Des­car­tes, 17. yüz­yılda, “Do­ğa­ya ege­men olup onun efen­di­si ha­li­ne ge­le­bi­liriz” demişti.[4] Önceden başlatılmış, ama araya giren savaş nedeniyle kesintiye uğramış bu hayalleri gerçekleştirme çabalarına, Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’nde yarattığı akıl almaz yıkım ve acının yaraları sarılır sarılmaz, yeniden girişildi.

Savaş öncesi dönemde, top­ra­ğın iyi­leş­ti­ril­me­si ve çöl­le­rin ta­rı­ma el­ve­riş­li ha­le ge­ti­ril­me­si ça­lış­ma­la­rına başlanmış ve bu alanda önemli mesafeler de kat edilmişti. Burada gözetilen ilk ve en önemli yan, da­ima, top­ra­ğın ko­run­ma­sı ve iyi­leş­ti­ril­me­si oldu. Sa­vaş son­ra­sı yıl­lar­da, bu sü­reç öy­le­si­ne yay­gın­la­şıp hız­lan­dı­rıl­dı ki, ge­ze­ge­ni­n tarihinde o güne dek hiç olmayan bir du­rum or­ta­ya çık­tı: İn­san­lı­ğın hiz­me­tin­de do­ğa­nın ye­ni­den ya­pıl­anma­sı ve coğ­raf­ya­nın de­ğiş­ti­ril­me­si. Böy­le­si bir gi­ri­şi­mi dü­şü­nüp ger­çek­leş­ti­re­bil­mek için, her şey­den ön­ce, or­tak he­def­ler doğ­rul­tu­sun­da ça­lış­ma­ya alış­kın ve ge­le­cek­te­ki büy­ük ka­za­nım­lar uğ­ru­na bu­gü­nü fe­da ede­bi­le­cek denli öz­gü­ven sa­hi­bi bir halk ge­re­kir. Bu­nun yanı sıra, bu iyi ni­ye­ti ya­şa­ma ge­çir­mek için, aza­mi öl­çü­de bi­lim­den ya­rar­la­n­mak ge­re­kir. Ir­mak­la­rın önü­ne bent çek­mek, ka­nal­lar aç­mak ve dev elekt­rik santralleri in­şa et­mek için ma­ki­ne mü­hen­dis­li­ğin­in; or­man­lık böl­ge­ler mey­da­na ge­tir­mek, su­la­ma ağ­la­rı kur­mak, hay­van­lar­la ekin­le­ri den­ge­le­mek için bi­yo­lo­ji mü­hen­dis­li­ğin­in yardımı gerekir. Sovyetler Birliği de bunu yaptı. Her yer­de, ta­rı­mın laboratuar ve alan de­ney­le­riy­le bir­leş­ti­ril­di­ği kar­ma sis­tem­le­re özel vurgu ya­pıldı, böyle çalışmalar alabildiğine teşvik edildi.

Ku­rak­lık teh­li­ke­si­ içinde ve ya­rı çöl du­ru­mun­da­ki Rus­ya’nın gü­ney­do­ğu­su ile Ha­zar Hav­za­sı’nda yüz mil­yon in­sa­nı bes­le­ye­cek bir ta­rım ve sa­na­yi uy­gar­lı­ğı ku­rul­ma­sı ça­lış­ma­la­rı başlatıldı. Dü­şük ra­kım­lı ova­lar, ku­ru­lan bent­le­rin yar­dı­mıy­la su­la­ndı. Su­la­ma ka­nal­la­rı, ba­zı yer­ler­de, dağ­la­rın için­den ge­çi­rildi, ba­zı yer­ler­de, de­ni­zin bir ko­lu­nun ye­ri­ni al­dı. Yük­sek ra­kım­lı yer­lerde, topraklar, su pom­pa­lanarak sulandı. Açık çöl­ler­de, kum­lar, sak­sa­ul ağaç­la­rıy­la ye­rin­de tu­tul­du; güneşten yararlanarak, buralara su pom­pa­la­nıp yüzey soğutuldu. Plan­la­ma, tüm ır­mak hav­za­la­rı­nı kap­sa­dı. Vol­ga, Don ve Din­ye­per gi­bi bü­yük ır­mak­lar, ha­vuz­la­r ve elekt­rik santralleri olan bent­ler­le ay­rıl­mış göl sil­si­le­le­ri­ne dö­nüş­tü­rüldü; su, su­la­ma ka­nal­la­rı­na ak­ta­rıl­dı. Böy­le­ce, su taş­kın­la­rıyla ku­rak­lık­lar ön­le­ndi.

Hazar Havzası’nda, Aral gölünü çevreleyen geniş çöllerin sulanıp tarıma açılması için göle dökülen Amu Der­ya ve Sir Derya ırmaklarından yararlanıldı. Bunun için örneğin, Amu Deryanın bir kısmı dev kanallarla Ka­ra Kum çö­lü­nün or­ta­sın­dan ge­çirilip Hazar Denizi’ne döküldü. Bunun sonucunda, Orta Asya’nın bu kurak bölgelerinin bir kısmı verimli topraklar haline getirildi. Bu kanallar sayesinde Özbekistan bugün dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı ülke haline gelmiş durumda. Burada kısa bir not düşmek gerekecek:

Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşa ve büyük planlı kalkınma hamleleri sırasında hayata geçirdiği projeleri –ve tabii ki doğal olarak sosyalizmi– karalamak için her şeyi eleştirip kötülemeyi kendilerine iş edinen burjuva ekonomistler ve “bilim” adı takarak kara propaganda yürütenler, sözü edilen bu dev sulama kanallarını ve ırmakların tarımın hizmetine sunulması projelerini de, –sanki kâr hırsıyla bütün doğayı katleden, en son karbon gazları salınımını doruğa çıkarıp “küresel ısınma” denen iklim değişikliklerini tetikleyerek sadece çevreyi değil insanlığı da tehdit eden kapitalizmin sözcüleri değillermiş gibi– “doğaya müdahalenin felakete yol açtığı”nı ileri sürerek, eleştiriyorlar. Örneğin Amu Derya ırmağının çöllerin içinden geçirilmesinin Aral Gölü’nün kurumaya başlamasında ana neden olduğunu öne sürüyorlar. Kısaca açıklayalım: Aral Gölü çevresindeki çöllerin tarım yapılır hale getirilmesi projesi, devrimden hemen sonra, 1918’te kararlaştırıldı. Ancak böylesine dev projelerin gerçekleştirilmesi için hazırlıklar gerekiyordu. Çünkü böyle kapsamlı çalışmalar için makineleşme, ye­ni bü­yük boyutlu inşaat mühendisliği ma­ki­ne­le­ri gerekir. Elde, dev yük ara­ba­la­rı ve çe­ki­ci­ler, bul­do­zer­ler, hid­ro­lik ka­zı­cı­lar olması, kısacası önce büyük makineleşme hamlesinin tamamlanması gerekirdi. Aksi halde çölleri bir ağ gibi örüp kilometrelerce uzayıp giden kanalların yapılması, akın­tı­yı hız­lan­dır­mak için ır­mak­la­ra ye­ni kol­lar açıl­ma­sı, el­ve­riş­li iyi top­ra­ğın or­ta­ya çı­ka­rıl­ma­sı, top­ra­ğın taş ve ka­ya par­ça­la­rın­dan arın­dı­rı­lıp te­miz­len­me­si, bütün bun­lar için ge­rekecek ener­ji­nin yerel doğal kaynaklardan el­de edil­me­si gi­bi, ma­ki­ne­le­rin bir­kaç yıl için­de ger­çek­leş­tir­eceği işleri, binlerce bile olsalar, köy­lü­ler, el­le­riy­le bin yıl­da ta­mam­la­ya­maz­lar­dı. Bu yüzden önce sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ardından araya giren Alman faşizmi saldırısının savuşturulması beklendi. Bunun sonucunda Hazar – Aral Projesi ancak 1940’ların ortalarında ele alınabildi. Proje çok büyük ve kapsamlı olduğundan, bölüm bölüm ilerliyordu. Amu Derya ırmağını Kara Kum çölü içinden geçirecek, bugün dünyanın en büyük sulama ve su sağlama kanalı olan Kara Kum Kanalı’nın inşasına, ancak 1954 yılında başlanabildi. Stalin’in 1953’te ölümünün ardından, revizyonizmin kısa zamanda iktidara gelmesiyle, bütün bu dev projeler kesintiye uğratıldı. Sovyetler Birliği’nin sosyalist inşada temel aldığı sanayileşme, özellikle de ağır sanayinin geliştirilmesinin revizyonizm tarafından durdurulması doğrultusunda, bu dev mühendislik projeleri de, ya durduruldu ya da savsaklandı, başlamış olanlar da baştan savma yapıldı. Örneğin inşası 1954’te başlatılıp, kısa zamanda tamamlanması hedeflenen Kara Kum Kanalı, 34 yılda, 1988’e kadar bitirilemedi, hem de inşasında başta yapılan hesaplama ve planlara sadık kalınmadığından, çoğu kanallar, büyük su kaybı olacak biçimde inşa edildi. Çok daha önemlisi, Aral – Hazar havzası projesinin ikinci ve asıl ana bölümü, boşu boşuna Ku­zey Kut­bu’nun ba­tak­lık­la­rı­na dö­kü­len Si­bir­ya ır­mak­la­rı­nın, dön­dü­rülerek, Aral bölgesine kadar getirilip, Aral çu­ku­ru­nun dol­dur­ması projesi idi. Böylece, değil Aral Gölü’nün kuruması, aksine, bölgede dünyanın en büyük yapay gölü yapılarak, binlerce yıllık çöllerin yemyeşil zengin tarım alanlarına dönüştürülmesi ve bölgede yaşayan yüz milyon insanın beslenmesi hedefleniyordu. Revizyonist yönetim, sosyalizm döneminde bütün planları yapılan bu projeye hiç başlamadı. Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, bugün Aral Gölü’nün kurumasının sorumlusu olarak, sosyalizm ve onun büyük projeleri kesinlikle gösterilemez. Eğer mutlaka bir sorumlu aranacaksa, bu sorumlu, insanlığın bu en büyük projelerini değişik yollarla baştan beri engellemeye çalışan kapitalizm ve başlamış projelerin hem eksik hem de hatalı yapılmasını sağlayan revizyonizmden başkası olamaz. Artık konumuza dönebiliriz.

Sovyetler Birliği’ndeki bu hamleler, öteki halk demokrasili ülkelere de ilham kaynağı oldu. Çin Halk Cum­hu­ri­ye­ti’nde[5], bü­yük çev­re ko­ru­ma plan­la­rı ya­şa­ma ge­çi­ril­me­ye baş­lan­dı. Taş­kın­la­rıy­la sü­rek­li en zen­gin Do­ğu eya­let­le­ri­ni yı­kı­ma uğ­ra­tan Hwai Ir­ma­ğı de­ne­tim al­tı­na alı­na­rak, ya­rar­lı ha­le ge­ti­ril­di. Yangz­te Ir­ma­ğı ile Sa­rı Ne­hir’in kol­la­rı­ de­ne­tim al­tı­na alınarak, bu ır­mak­la­rın akış yo­lu üze­rin­de­ki hav­za­lar­dan ya­rar­la­nıl­dı. Tüm bun­lar, mal­ze­me için bir an ol­sun bek­le­nil­mek­si­zin, ça­pa­lar­la top­rak ka­zı­lıp hafri­yat se­pet­ler­le ta­şı­na­rak, ger­çek­leş­ti­ril­di.[6]

Kuşkusuz bu işler, son al­tı bin yıl için­de her­han­gi bir za­man di­li­min­de ya­pı­la­bi­lir­di, bugün de yapılabilir. Pet­rol ve su ba­kı­mın­dan zen­gin olan Me­zo­po­tam­ya, uy­gar­lı­ğın doğ­du­ğu gün­ler­de­ki ka­dar ve­rim­li ve zen­gin ola­bi­lir. Mı­sır, Nil’in su­yun­dan iki-üç kat da­ha faz­la ya­rar­la­na­bi­lir ve çok da­ha bü­yük bir nü­fu­sun in­sa­na ya­ra­şır ko­şul­lar­da ya­şa­ma­sı­nı sağ­la­ya­bi­lir. Es­ki de­ne­yim­ler ve mo­dern araş­tır­ma­lardan yararlanılsa, Sah­ra Çö­lü’nün bü­yük bö­lü­mü­ ye­ni­den ve­rim­li ha­le ge­tir­ilebilir. Hint­li­ler, ta­rım­sal ve me­ka­nik us­ta­lık­la­rı­nın sağ­la­dı­ğı ge­niş ola­nak­lar­dan ya­rar­la­na­bi­lir­ler. Tro­pi­kal Af­ri­ka ve Gü­ney Ame­ri­ka, ken­di su kay­nak­la­rın­dan ya­rar­la­na­rak, ta­rih­te ilk de­fa tro­pi­kal yağ­mur or­man­la­rı­nı de­ğer­len­dir­me­nin bir yo­lu­nu bu­la­bi­lir­. Fakat bunları gerçekleştirmek için, sadece kendilerinin ve temsilcisi oldukları sınıfların çıkarlarını düşünen kral ve im­pa­ra­tor­ların, mandarin ve padişahların, tekel ve onların temsilcilerinin değil, halkın iktidarda olması gerekir.

SOSYAL TIP

Sovyetler Birliği, kuşkusuz yalnızca tarımın ve doğanın dönüştürülmesi gibi büyük projeler ve devasa bir sanayi hamlesi gerçekleştirmekle kalmadı, hemen her alanda yenilikler yaptı. Tıptan eğitime, tarımdan ekonomiye, fizik ve biyolojiden psikoloji, sosyoloji ya da tarihe, bilimin hemen her alanına yeni bir anlayış, yeni bir yaklaşım getirdi. Örneğin tıpta, o güne dek yapılmamış bir uygulama gerçekleştirildi ve tıp sosyalleştirildi. Tıpta sosyalizasyon Sovyetler Birliği ile başladı.

İki türlü tıp ya da sağlık veya hekimlik hizmeti vardır: Sosyal ya da koruyucu tıp ve tedavi edici tıp. Sosyal ya da koruyucu tıp, kişinin hastalanmasını önlemeye çalışarak, sağlıklı kalmasını sağlamaya; tedavi edici tıp ise, hastalanmış kişiyi tedavi etmeye çalışır. Bunlar, 1. ve 2. basamak hizmetleri diye de adlandırılırlar. Sovyetler Birliği, bunlardan, ikincisini ihmal etmeden, daha çok birincisine ağırlık verdi. Çok sayıda sağlık evi ve dispanser açıldı; hızla binlerce ebe, hemşire, sağlık memuru ve tabii ki hekim yetiştirildi. Bataklıklar kurutuldu, hastalık etmenlerinin ortadan kaldırılması için büyük çaba harcandı. Sağlık hizmetleri alabildiğine yaygınlaştırılıp parasızlaştırıldı. Bunu sağlamak için hızla yeni yeni sağlık okulları, tıp fakülteleri açıldı. Örneğin, Ekim Devrimi olduğu sırada, Kazan, Odessa ve Kharkov’da birer, St Petersburg’da (Leningrad) iki tane olmak üzere bütün Rusya’da toplam 5 tıp fakültesi vardı. 1930’ların başına gelindiğinde, Sovyetler Birliği’ndeki tıp fakültesi sayısı 51’e ulaşmıştı.[7] O güne dek Rusya tarihinde hiç olmamış bir şey gerçekleşti: Hayatlarında hastane, doktor, hemşire yüzü görmemiş milyonlarca insan, istediği zaman, istediği yerde, para vermeden tedavi olmaya, oldukça yetkin sağlık hizmeti almaya başladı.

Sosyal tıp, man­tık­sal ola­rak, top­lum­sal üre­ti­mi ve top­lum­sal bö­lü­şü­mü ge­rek­ti­rir; çünkü her­ke­sin ça­lış­ma­sı, din­len­me­si ve ye­te­rin­ce bes­len­me­si baş­ka tür­lü gü­ven­ce altına alınamaz. Kı­sa­ca­sı, sosyal tıp sos­ya­liz­mi ge­rek­ti­rir: ABD’de sosyal tıbbın hiç uygulanmaması ve hatta ondan korkulup nefret edilmesinin, sosyal tıbbın tem­bel ve aç­göz­lü in­san­la­rın dü­şün­ce­si ol­arak lanse edilmesinin asıl nedeni bu­dur. Oysa Sovyetler Birliği ve öteki halk demokrasili ülkelerde, özel­lik­le de ço­cuk­lar için ge­liş­miş sağ­lık hiz­met­le­ri ve­ril­me­si yö­nün­de hızla bir se­fer­ber­lik baş­la­tıl­dı. He­kim­le­rin ve hem­şi­re­le­rin top­lum­sal ko­num­la­rı yük­sel­ti­ldi, tıp mes­le­ğin­de he­kim sa­yı­sı­ artı­rıl­dı. Bu durum, üstelik yalnızca ülkenin belli başlı merkezleriyle sınırlı tutulmadı, tüm ülkeye yayıldı. Ör­ne­ğin Öz­be­kis­tan’da, Çar­lı­ğın ege­men ol­du­ğu dö­nem­de her 31 bin ki­şi­ye bir he­kim dü­şer­ken, 1952’de her 895 ki­şi­ye; Azer­bay­can’da da her 490 ki­şi­ye bir he­kim düşüyordu. Oysa aynı dönemde İngiltere’de her 862 ki­şi­ye bir, Nijerya’daysa her 133 bin ki­şi­ye bir he­ki­m düşüyordu.

Sovyetler Birliği ve Ekim Devrimi’nden ilham alan Çin’de de benzer ilerlemeler kaydedildi. Sağ­lık se­fer­ber­li­ği kitlesel bir biçim al­dı. İlk adım, bulaşıcı hastalık/en­fek­si­yon kay­nak­la­rı­nın or­ta­dan kal­dı­rıl­ma­sıy­dı. Çin, dün­ya­nın en çok si­nek is­ti­la­sı­na ma­ruz ka­lan ül­ke­le­rin­den bi­riy­di; halk hü­kü­me­ti­nin ku­rul­ma­sın­dan iki yıl son­ra, Çin’in ka­sa­ba ve köy­le­rin­de tek bir si­nek bi­le bul­unmaz oldu. Ve­ba­nın en­de­mik mer­kez­le­ri te­miz­len­di ve dört yüz mil­yon­dan faz­la in­san, çi­çek has­ta­lı­ğı­na kar­şı aşı­lan­dı. Sağ­lık hiz­met­le­ri mu­az­zam öl­çü­de ar­tı­rıl­dı. Ör­ne­ğin 1952 Ha­zi­ran’ın­da, Ku­zey­do­ğu Çin’de, öz­gür­lük ön­ce­si gün­le­re oran­la yir­mi kat da­ha faz­la has­ta­ne ve on iki kat da­ha faz­la sağ­lık kli­ni­ği var­dı. 1954’te, her 625 iş­çi­ye bir he­kim dü­şü­yordu. Bu rakam, ülke genelinde 880’e 1’di. Ya­şam-kur­ta­ran ye­ni ilaç­lar üret­mek üze­re fab­ri­ka­lar ku­ru­la­rak, ilaç it­ha­la­tı­na kar­şı Ame­ri­kan am­bar­go­su boz­gu­na uğ­ra­tıl­dı.

Sovyetler Birliği’nin başlattığı sosyal ya da sosyalleştirilmiş tıbbı kendilerine örnek alanlar, yalnızca öteki sosyalist ve halk demokrasili ülkeler olmadılar. Başta İngiltere olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmı, bu sistemi, –biçim olarak da olsa– kendi ülkelerinde uygulamaya başladılar. Örneğin İngiltere’de, daha 2. Dünya Savaşı’nın ortasında, 1942 yılında, Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) adı verilen yeni bir sağlık sistemi uygulaması başlatıldı. Clement Attlee hükümetinin başlattığı NHS, Sovyet sağlık sistemi örnek alınarak planlamış ve “sosyalizasyon” da denilen, bir sosyalleştirilmiş sağlık hizmetiydi. İngiliz “sosyalleştirilmiş” sağlık sisteminin olumlu etkileri görülür görülmez, Türkiye dâhil pek çok ülke, benzer uygulamalara girişerek, koruyucu tıp başta olmak üzere, birinci basamak sağlık hizmeti yasalarını geçirmeye başladılar. Her ne kadar İngiltere’nin örnek alındığı söylense de, aslında örnek alınan, Sovyetler’in sosyalleştirilmiş sağlık sistemiydi. Tahmin edileceği gibi, örnek alınan, o sistemin içeriği değil, daha çok biçimiydi, kaba bir görüntüsüydü.

EĞİTİM

Genç Sovyetler Birliği’nin toplumsal ve eğitimle ilgili yerine getirmesi gereken görevler, en az öteki maddi görevler kadar önemliydi. Farklı ırk ve dillerden, geri kalmış, sınıflara bölünmüş, kafaları hurafelerle doldurulmuş yığınlar, kendilerini en yüksek teknik ve kültürel düzeye çıkaracak yolu bulmak zorundaydılar. Kapitalist ve feodal zamanlardan kalma, insanları birbirinden uzaklaştıran kökleşmiş alışkanlıklar, önyargılar, düşmanlıklar ve korkular, eğitim yoluyla, önce denetim altına alınmak, sonra da ortadan kaldırılmak zorundaydı. Yeni türde bir insanın yaratılması gerekiyordu.

Sovyetler Birliği’nin tüm eğitim tarihi boyunca gerçekleştirilen en önemli reformlardan biri, suçlu çocuklardan bir koloni oluşturup, onların kendilerine olan saygılarını ve dayanışma duygusunu kazanmalarını vurgulayan Makarenko’nun öncülüğünde, kendi ekmeğini kendi kazanan bir komünün kurulmasıydı. Bu komünün başarıları, Makarenko’nun “Yaşam Yolu” isimli kitabı ve aynı adı taşıyan bir sinema filmiyle ölümsüzleştirildi. Eğitimde sadece disiplin vurgusu yapan eğitimcilere karşı amansız bir mücadele yürüten Makarenko’nun çalışmaları, tüm bir Sovyet eğitimcileri kuşağına esin kaynağı oldu. Onun temel ilkesi olan “herkesten elinden gelenin en iyisini yapmasını istemek, ama aynı zamanda ona mümkün olan en büyük saygıyı göstermek”, yeni sosyalist dünyada, birey ve sorumluluk konusundaki yeni yaklaşımın anahtarı oldu. Makarenko, kendi kolektifinin –Gorki Kolonisi’nin– özgün karakterini şu sözlerle dile getirir: “Bu kolektifte son derece karmaşık bir sistem vardır. Her bir birey kendi kişisel uğraşlarını başkalarının uğraşlarıyla uyumlu kılmak zorundadır; … öyle ki, onun kişisel hedefleri ortak hedeflerle çelişmesin… Bu uyum, Sovyet toplumunun karakteristik özelliğidir. Bana göre ortak hedefler temel, belirleyici hedefler olmanın yanı sıra aynı zamanda benim kişisel hedeflerimle de bir zincirin halkaları gibi birleşmişlerdir.” Bu sözler, başka pek çok Sovyet girişiminden elde edilen deneyimi ifade ediyordu.

Sovyetler Birliği’nin eğitim alanındaki çalışmaları çocuklarla sınırlı değildi; yetişkin erkekleri ve onun da ötesinde, yeni uygarlığa katacak çok şeyleri olan kadınları da kapsıyordu. Sovyetler Birliği’nin ilk yılında gerçekleştirdiği iki önemli insani başarıdan biri, kadının erkeğe bağımlı olmaktan kurtulması, diğeri de, bilginin ve fırsatın yaşına, sınıfına ya da milliyetine bakılmaksızın herkese sunulmasıydı. Sovyetler Birliği’nde geçerli ilke, Lenin’in dediği gibi, “Her aşçının devleti yönetmeyi öğrenmek zorunda olması”ydı.

Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Rusya’dan, 1950’lere gelindiğinde, genel yüksek öğrenim yaşama geçirilmeye başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nde, pek çok merkezde, orta öğrenimin ardından yüksek öğrenime devam edenlerin oranı yüzde 60 ile yüzde 100 arasında değişiyordu. Bu öğrencilerin bazıları üniversitelere, bazıları çeşitli teknik ve tarım yüksek okullarına, bazıları tıp fakültelerine, bazıları konservatuar ve bale okullarına, hatta bazıları da sirk sanatı enstitülerine kayıt yaptırıyorlardı. Örneğin dünyanın önde gelen bilim insanlarından İngiliz Profesör J. D. Bernal, 1953 yılında gittiği Sovyetler Birliği’nin uzak bir köşesindeki Tiflis Üniversitesi’nde, fizik öğrencilerinin sayısının Londra Üniversitesi’ndekilerden daha fazla olduğunu gördüğünü söylüyor.[8] Ve hemen ekleyerek, “üstelik bu öğrencilerin 350’si kadındı, Londra’da bu sayı 70’den azdır” diyor.

Öteki alanlarda olduğu gibi, Sovyetler Birliği’ndeki yeni eğitim sistemi de, birçok ülkeye ilham kaynağı oldu. Bunlardan birinin de bizdeki “köy enstitüleri” uygulaması olduğu rahatlıkla söylenebilir.

BİLİMDE YENİ YAKLAŞIM, YENİ YÖNTEM

Aslında bütün bu gelişmeler tesadüfî olmamıştı. Bilimde yeni bir yaklaşımın, yeni bir bakışın sonuçlarıydı. Bilimin, diyalektik materyalist bir bakışla ele alınıp, insan ve ihtiyaçları merkeze konularak planlanıp uygulanmasıydı.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla, bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sovyetler Birliği’nde, örneğin biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriliyordu ve bu alandaki yaklaşım, giderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim insanı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada bu yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.

Bilimin ve bilimsel araştırmanın görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa aynı zamanda değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Daha da önemlisi, araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi, yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Sovyetler Birliği’nin yeni genç bilimci kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da, sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin; yalnızca bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da bugün olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil, insanın bir gereksiniminin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Bu temelde bir saflaşma ortaya çıktı. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve üstelik bu engellemede uzun yıllar ısrar edince, sonunda, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü, yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma da gerekiyordu ve öyle de yapıldı. Yazımızın başında kısaca belirttiğimiz, “Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yapmadığı; bilimi ve bilimsel gelişmeleri kösteklediği, hatta engellediği; bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına doğrudan müdahale edilip politik dayatmalar yapıldığı, karşı çıkan bilim insanlarının 1930’ların ortalarından 1960’lara dek görevlerinden alınıp susturulduğu” yönündeki iddiaların dayanağı, işte, bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılmasıdır. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden, konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir ideolojik – politik saldırıya dönüştürüldü.

Ne yapılması bekleniyordu? Devlet, esas olarak işçi devletiydi ve çalışan işçi ve öteki emekçi kesimlerin iş ve yaşam koşullarını iyileştirmek zorundaydı, bunun için vardı. Yeni sosyalist bilimci – mühendis kuşağı, ihtiyacı görerek, bilim ve teknolojide araştırmanın yönünü o tarafa çevirmiş, ona uygun mevzileniyordu. Örneğin maden işçilerinin göçüklerde yeraltında kalmasını önlemek için, madenlerin yeraltından insansız çıkarılmasının yöntemlerini buluyordu. Örneğin, başta sert iklim koşulları olmak üzere, olumsuz koşullar yüzünden yeterince tahıl üretimi yapılamıyordu. Ülkenin besin ihtiyacının giderilmesi için, tarım bilimcileri devreye girip, tarıma elverişsiz, çorak ve kar altındaki topraklarda, o koşullarda yetişebilecek tarım ürünleri yetiştirmenin yollarını bulmak zorundaydı. İnsanlar yeterince beslenemezken, bilim insanları laboratuarına kapanıp feryatlara sırtını dönemezdi.

GENETİK TARTIŞMALARI VE “LİSENKO OLAYI”

Yukarıda belirtildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları, verimli tarım yapılmaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına sürekli darbe vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında, hem büyük kuraklık başladı, hem de iç savaş alevlendi. Kuraklık, iç savaş ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir kış oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında, üst üste, çok ama çok sert iki kış daha görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon[9] yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.

Derken, 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirmenin yer yer yanlış anlaşılması sonucu ortaya çıkan köylü sorunlarında, çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de, devreye savaş girdi. Alman orduları, Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerde taş üstünde taş bırakmadılar. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey bırakılmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye, yeniden, ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.

İşte bütün bu koşullar altında, genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekiyordu. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi, ne iklim, ne de politik koşullar buna uygundu. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarını denetim altına alıp ona egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirmekten başka yol yoktu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ve halkın ihtiyacı buydu ve bilimden bu bekleniyordu.

Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim insanı ve tarım uygulamacısı kuşağı, “göreve hazırız” dedi; laboratuarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak, kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve Miçurin gibi önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacılarının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp, deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü, yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına insan sevenler adını takarken, laboratuvara kapanmış, meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere sinek sevenler dedi.

Tarım bilimcisi Miçurin’in ünlü “Nimetlerini bize sunması için doğayı bekleyemeyiz; onları onun elinden söküp almalıyız” sözünden yola çıkarak, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak, sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin mümkün olduğu tezini geliştirip, işe koyuldular. O dönemde, henüz ne DNA ya da genler, ne de modern moleküler biyoloji ve onun teknikleri veya gen mühendisliği uygulamaları biliniyordu. O koşullarda, tahıllarda genetik yapıyı değiştirmenin yolu vernalizasyon yöntemiydi.

O dönemin klasik genetikçileri, genetik yapı ve kalıtıma müdahale edilemeyeceği; ka­lı­tı­mın bi­yo­lo­ji­de en önem­li be­lir­le­yi­ci et­ken ol­du­ğu, esas olanın iç etmenler olduğu ve bu yüzden, kalıtsal yapının ancak mutasyonlar yoluyla değişebileceği; çev­re­nin et­ki­si­nin çok son­raları gel­di­ği gö­rü­şün­dey­di­ler. Oysa Lisenko ve arkadaşları, farklı düşünüyorlardı. Organizmanın çevresiyle birlikte bir bütün olduğu, iç ve dış etkenlerin birbirleriyle iç içe geçtikleri, bu yüzden kalıtımda çevrenin de önemli rolünün olması gerektiği tezinden hareket ediyorlardı. Böyle olunca da, çevre koşullarını değiştirerek, örneğin tahılı ısıtıp soğutarak, nemlendirip kurutarak, genetik yapısının değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunuyorlardı. Buna uygun olarak da, vernalizasyon yöntemini uyguluyorlardı.

Bit­ki­ler, en ge­liş­kin hay­van­la­rın bü­yük ço­ğun­lu­ğun­dan, üre­me or­gan­la­rı­nın, or­ga­niz­ma­nın her­han­gi bir par­ça­sın­dan el­de edi­le­bi­lir olu­şuy­la ay­rı­lır. Do­la­yı­sıy­la, bit­ki­ler üze­rin­de, iç çev­re­de­ki de­ği­şik­lik­ler yo­luy­la da­ha ko­lay et­ki­de bu­lu­na­bi­lir ve zaten iç çev­re­de­ki de­ği­şik­lik­ler de, dış çev­re­nin de­ğiş­ti­ril­me­siy­le ger­çek­leş­ti­ri­lir. Bü­yü­me­nin bel­li aşa­ma­la­rın­da, bu de­ği­şik­lik­ler, ka­lı­tım üze­rin­de et­ki­de bu­lu­nurlar. Bun­lar, yukarıda sözünü ettiğimiz, bu genç bilimci kuşağının başını çeken tarım bilimcisi Trofim Deniseviç Lisenko ve arkadaşlarının, bit­ki­le­rin ka­rak­ter­le­ri­ni de­ğiş­tir­mek, ör­ne­ğin to­hum­la­rı ısı­ta­rak ya da so­ğu­ta­rak kış­lık ekin­le­ri ba­har­lık, ba­har­lık ekin­le­ri kış­lık ha­le ge­tir­mek için ya­rar­lan­dıkları aşa­ma­lar­dır. Sovyetler’deki, Li­sen­ko ve arkadaşlarının kul­lan­dı­ğı bu yön­tem­le­re, ver­na­li­zas­yon ve ıs­lah iş­lem­le­ri denilir. Kaldı ki, bu yöntem, Lisenko ve arkadaşlarının kafasından gelişigüzel çıkmamıştı, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları tarafından dayatılmıştı, Üstelik söz konusu yöntem, hâlihazırdaki Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko ve arkadaşları, yöntemi geliştirerek, günümüzdeki gen mühendisliği ya da biyomühendislik, moleküler klonlama ve rekombinant DNA teknolojisinin, bugünden bakıldığında ilkel de olsa, ilk adımlarını atmış oldular.

Descartes, “Yöntem Üzerine Konuşmalar”ının 5. Bölümü’nde, organizmaları anlama biçimi olarak, onları bir makine gibi gördüğünden söz eder.[10]Felsefenin İlkeleri, IV”te ise, “Şu ana dek bu arzı ve genelde tüm görünür âlemi, parçalarının devinimleri ve şekilleri dışında hiçbir şeyin dikkate alınmadığı bir makineymiş gibi tarif ettim.[11] der. Bu anlayış, daha sonra, genel bir hal alarak, bütün dünyayı bir makine gibi görme anlayışına dönüştü. Bu bakış ve yaklaşım, günümüz modern biliminde de egemendir. Madem, dünya ve onun bir parçası olan organizmalar makine gibidir, makine nasıl parçalarına ayrılıp incelendikten sonra tekrar yerli yerine takılabilirse, organizmalar da, büyük küçük parçalara indirgenerek işleyişleri öğrenilebilir. Bugün de geçerli olan bilimdeki bu egemen bakış, o dönemde de, bilim çevrelerinde hâkimdi. Klasik genetikçiler de, organizmalara böyle bakıyorlardı. Makine nasıl parçalarının toplamıysa, canlı organizmalar da, tek tek parçalarının matematiksel toplamıdır ve bu yüzden de, dış etkenlerin, çevre koşullarının, ne parçaların, ne de onların toplamı olan bütününün üzerinde etkisi vardır, en azından önemli bir etkisi yoktur: Klasik düşünce ya da daha çok inanç buydu. Lisenko ve arkadaşları, çok uzun yıllardır bilimde hüküm süren bu görüşlere, genetik örneği üzerinden itiraz edip, yukarıda kısaca belirttiğimiz görüşleri temelinde eleştiriler getirdiler. Bu eleş­ti­ri­ler, bi­lim­sel ol­du­ğu ka­dar, ge­nel ve si­ya­sal alan­lar­da da bü­yük yan­kı uyan­dı­ran çok sert bir tar­tış­ma­ya yol aç­tı. Tar­tış­ma­nın kes­kin­li­ği ve yü­rü­tül­dü­ğü çiz­gi­ler, bö­lün­müş dün­ya­nın ve “So­ğuk Sa­vaş”ın bir yan­sı­ma­sıy­dı.

Zaten, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadelenin tarafları, sanıldığının aksine, “Doğu” ve “Batı” olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra bilimde de, mücadele, hem Batıda, ama hem de Doğuda, ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Ayrıca, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de, iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bu tartışmalarda, işçi sınıfının dünya görüşü, burjuva ideolojisi karşısında açık bir üstünlük, bilim ve düşünce yaşamının en ileri temsilcilerinin dolaysız destek ve sempatisini kazandı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi, emperyalist kapitalizmi ciddi biçimde kaygılandırdı. Emperyalist burjuvazi, açıkça mevzi ve prestij kaybettiğini görünce, McCarthycilik ve soğuk savaşı gündeme getirdi. Para, zorbalık ve bunlar tarafından beslenen siyasi iktidarının zoru ve pervasızlığıyla hareket ederek, yalan, çarpıtma, tahrifat ve karalama gibi yöntemlere başvurdu, yalan ve demagoji makinelerini hızla çalıştırmaya başladı. McCarthycilik adıyla bilinen ünlü saldırı dalgası, burjuvazinin bilim ve düşünce arenasındaki bu iflasının bir ürünüydü ve sanıldığının aksine, yalnızca ABD’de değil, dünyanın birçok yerinde değişik biçimlerde sürdürülerek, bilim, felsefe ve sanat çevrelerine yöneltildi. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’nin bilim çevrelerindeki etkisini kırmak için, McCarthyci yöntemlere ek olarak, bilim insanlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelledi; bilim adamları arasına “demir perde” çekti. Sonra da bu engellemeyi yapanın, demir perdeyi çekenin Sovyetler Birliği olduğu yalanını yaydı!

Sovyetler Birliği’ndeki bilim hakkında bugün de söylenenler, işte, o dönemin, sosyalizm ve Sovyetler Birliği’ni karalayıp kötü gösterme amaçlı yalan ve demagoji kampanyasının ürünleridir. Lisenko konusu da bunun bir parçasıdır.

EKİM DEVRİMİ VE SOVYET BİLİMİNİN DÜNYA BİLİM ÇEVRELERİNDE YANKILARI

Planlı ekonomi, planlamış bilim ve bilim politikalarından eğitim ve sosyalleştirilmiş tıbba dek Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların birçoğunun utangaç bir biçimde taklit edilmeye çalışıldığının bazı örnekleri yukarıda verildi. Ama Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkıları, bunlarla kalmadı.

Sovyetler Birliği’nde hemen her alanda ortaya çıkan yepyeni ve devasa gelişmeler, İngiltere, Fransa, ABD, Almanya gibi özellikle Batının en gelişmiş kapitalist ülkelerinin üniversitelerinde çok büyük bir yankı yarattı. Bilim dünyasının gözü bir anda Sovyetler Birliği’ne döndü. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve hatta Japonya’dan, çok sayıda, kendi alanlarında oldukça isim yapmış, yetkin bilim insanı ve akademisyen, akın akın Sovyetler Birliği’ne gidip, gelişmeleri yerinde görerek izlemeye başladılar; geri döndüklerindeyse, gördüklerini yazıya döküp, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları öve öve bitiremediler. Bu yüzden, Batı dünyasında, 1930-50 arasında, Sovyetler Birliği’nde yerinde görülerek yazılmış, çok sayıda kitap ve makale bulunmaktadır. Bunların arasında, bugün dünyanın en prestijli bilim dergilerinden Nature da vardır. Nature’ın arşivine girilip bakıldığında, özellikle de 1930’lu yıllardaki sayılarında, Sovyetler Birliği’ndeki bilimin anlatıldığı böyle çok sayıda bilimsel makale bulunabilir.

Ekim Devrimi’nin Batıdaki bilim insanı ve akademisyenler üzerindeki etkisi, sadece, oluşturduğu hayranlıkla sınırlı kalmadı. Her biri alanlarının en yetkinleri arasında yer alan çok sayıda bilim insanı ve profesör, hızla Marksizm Leninizm’i incelemeye girişti. Bunların hatırı sayılır bir kısmı, kısa zamanda, Marksizm Leninizm’i benimsedi. Bunlara bazı örnekler verelim: İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi ve Londra Birkbeck College profesörlerinden, Bilimler Akademisi üyesi, Kristalografi ve moleküler biyolojinin kurucularından, fizikçi, biyolog, bilim tarihi ve felsefecisi, dünya bilim çevrelerinin adını hâlâ saygıyla andığı ünlü John Desmond Bernal… Yine, İngiltere Bilimler Akademisi üyesi, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da evrim, biyometri ve genetik profesörü, ülkesinde alanının bir numarası sayılan John Burton Sanderson Haldane… Cambridge Üniversitesinden, yine Bilimler Akademisi üyesi, biyokimyacı Joseph Needham… İngiltere’nin çok iyi üniversitesi Imperial College London’da matematik profesörü Hyman Levy… Yine en iyi üniversitelerden London School of Economics (LSE) profesörlerinden Lancelot Hogben… Diğer üniversitelerden, tarihçi Christopher Hill ve Eric Hobsbawn; klasik dönem tarihçilerinden George Thomson ve Benjamin Farrington… Fransa’da ünlü fizik profesörü, Einstein açıklamasaydı, görelilik teorilerini onun açıklayacağı söylenen Paul Langevin; yine fizikçilerden ünlü Fréderic Joliot-Curie ve Jacques Solomon; Sorbon Üniversitesi ve Université Ouvrière’nin zooloji profesörlerinden Marcel Prenant; psikoloji profesörü Henri Wallon; astronomici Henri Mineur; felsefecilerden Auguste Cornu, Georges Politzer, Henri Lefèbvre, Georges Friedmann, Paul Nizan… ABD’den Nobel ödüllü ünlü genetik profesörü Hermann Joseph Muller ve daha onlarcası… İngiltere’den bir başka örnek verelim: Tanınmış tarihçi Eric Hobsbawn, 1999’da Verso yayıncılıktan çıkan ve ünlü Marksist Profesör J. D. Bernal’in hayatının anlatıldığı J. D. Bernal adlı kitaba yazdığı önsözde, 1936 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yapılmış bir araştırmadan bahsediyor. Hobsbawn’ın yazdığına göre, Cambridge Üniversitesi’nde doğa bilimlerinin değişik alanlarında çalışan 40 yaş altı en yetkin 200 bilim insanı arasında yapılan bu araştırmada, söz konusu 200 bilimciden 15’i kendini doğrudan komünist ya da Marksist Leninist, 50’si politik olarak aktif sol düşünceli, 100’ü sol sempatizan, 5’i sağcı, geri kalanları da tarafsız olarak tanımlamış. Bu durum, tabii ki, yalnızca Cambridge Üniversitesi ya da İngiltere ile sınırlı değildi. ABD’den Fransa’ya, Almanya ve Hollanda’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, her yerde aynı durum söz konusuydu. Albert Einstein bile sosyalizmi benimsediğini açıklamıştı.

Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm uygulamaları, bilimdeki yeni yaklaşım ve uygulamalar ile yukarıda bazılarının ismi açıklanan ve kendi alanlarının en iyileri arasında yer alan büyük bilim insanlarının etkisiyle, Marksizm, üniversite ve bilim çevrelerinde öylesine prestij sağlamıştı ki, İngiltere’den ABD’ye, Fransa ve Almanya’dan İtalya ve Kanada’ya, hatta Japonya’ya dek, dünyanın en iyi üniversitelerinin değişik ana bilim dallarının kürsülerinde, açıktan Marksizm ve Sovyetler’deki sosyalizm uygulamaları tartışılır olmuştu. Tartışmalar, giderek üniversite duvarları arasından çıkıp, geniş kesimler arasında yapılır oldu. Bu doğrultuda, yazarları, bilimin hemen her alanında ülkelerinin en yetkin akademisyen ve bilim insanları olan ve bilim ve düşünce dünyasında burjuva düşüncelerle kıyasıya bir mücadelenin verildiği, Marksist bilim dergileri yayınlanmaya başladı. Fransa’da yayınlanan La Pansé, İngiltere’de yayınlanan Modern Quarterly ve ABD’de yayınlanan Science and Society bu dergilerden sadece bir kaçıdır.

Bu tartışmalar içinde dünya, 1930’lu yılların sonlarından başlayarak, ama esas olarak 1945’lerden 1950’li yılların ortalarına dek, kelimenin gerçek anlamıyla, iki kampa bölündü ve bu bölünme; başta doğa bilimlerinin neredeyse tüm alanları olmak üzere, bilimden sanata, dil biliminden edebiyatın değişik dallarına, kapsam ve derinliği bakımından insanlığın bilim ve düşünce, entelektüel ve kültürel etkinliğinin en ileri düzeyde bir saflaşması olarak şekillendi. Bu dönemde, başta Sovyetler Birliği’nde olmak, ama orayla sınırlı kalmayarak, İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde yoğunlaşmak üzere, dünyanın birçok yerinde, bilim ve düşünce alanının neredeyse tüm konuları ele alındı ve bu konuların her biri, kendi alanında bilim ve düşünce dünyasının en can alıcı sorunlarını kapsadı.

Yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi, konu, bir dergi yazısının sınırlarını defalarca aşacak denli geniş ve kapsamlı olduğundan, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin bilime katkı yaptığı alanları bu kadarla sınırlayacağız. Yoksa sosyalist Sovyetler Birliği’nin, bilim tarihinden bilim felsefesine, tarihten sosyolojiye, psikolojiden felsefe ya da tıbbın değişik alanlarına, kimyadan fiziğe, biyoloji ve tarımdan, dilbilimine, madencilikten değişik mühendislik alanlarına, uzay bilimleri ve teknolojisinden iletişim – bilgisayar teknolojisine, bilim ve teknolojinin hemen her alanına çok önemli katkıları oldu. Daha da ötesi, uzay ve bilgisayar teknolojisi, biyoteknoloji ve genetik mühendislik örneklerinde olduğu gibi, birçok alanın ilk adımları Sovyetler Birliği’nde atıldıktan sonra, dünyaya yayıldı.


[1] Brenda Swann and Francis Aprahamian, (1999), J. D. Bernal: A life in science and politics, Verso – London

[2] Henry E. Sigerists, (1937), Socialised Medicine in the Soviet Union, Victor Gollancz Ltd – London

[3] Bernal, bu kişisel olmaktan kurtulan planlı, toplumun hizmetine koşulmuş büyük ölçekli bilimi tanımlarken, zamanında, sosyalist devletin varlığından hareketle, “devlet bilimi” terimini kullanmıştı. Bkz: J.D. Bernal, (1954), Science in History (“Tarihte Bilim”), C. A. Watts – London

[4] Kuşkusuz, insanlığın doğa karşısında, ondan yararlanmak için giriştiği her çaba, yerden alınan bir taşın yontulup alet yapılması, sulama için küçük bir derenin önüne taş – toprak yığılıp küçük bir bent çekilmesi ve hatta boş bir arazinin taşlarından arındırılıp tarla yapılması bile, doğayı dönüştürme çabalarıdır. Ancak rahatça anlaşılacağı gibi, biz burada, bu çabaların çok büyük ölçekli olanlarından, insanlığın altın çağ hayallerinin bir kısmından söz ediyoruz.

[5] Üstelik Çin Halk Cumhuriyeti’nin, başlangıçtaki bir dizi sosyalist yönelimleri bir yana, yalnızca anti-emperyalist demokratik devrimin başarısı üzerine kurulmuş ve ne o günlerde ne de sonrasında sosyalist olmamış bir ülke ve cumhuriyet olduğu biliniyor. Ancak bir halk demokrasisi ülkesi olması, kapitalist-emperyalist kamp dışında ve karşısında yer alması ve Sovyet Devrimi ve kazanımlarından ilham alması bile, halkın hizmetinde bu tür çalışmalara yönelmesi ve başarılar kazanması bakımından yeterli olmuştu.

[6] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London

[7] J. D. Bernal, (1954), Science in History, C. A. Watts – London

[8] J. D. Bernal, (1939), The Social Function of Science, George Rutledge – London

[9] Bazı bitkilerin tohumlarının ilkbahar öncesi nemlendirilerek çimlendirilmesi. Tohumlara çimlenmeden önce gereken düşük ısıdaki ortam sağlanarak uygulandığı için “tohum üşütme” tekniği olarak da adlandırılır.

[10] Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar, Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara

[11] Descartes, Felsefenin İlkeleri IV., Aktaran: Richard Lewontin (2006), Üçlü Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara

akp’nin yök’ü, yök’ün üniversitesi ve paralı eğitim!

 

Türkiye üniversite sistemi, doğduğundan bu yana, siyasi iktidarların karar alma, yürütme ve bunlar için gerekli toplumsal rıza süreçlerini yaratmada başvurduğu resmi organların başında gelmiştir. Üniversitenin ideolojik ve politik alana olan etkisi üniversitenin faaliyet alanı ile sınırlı kalmamıştır hiçbir zaman. Üniversite, ülkede yaşanan tüm kapışmaların en ileriden yaşandığı alan olarak varlığını sürdürürken, bir taraftan da, bu kapışmanın tarafları olanlara da kadrolar yetiştirerek, bu alandaki devamlılığı da sağlamıştır. 12 Eylül darbesinden bu yana burjuvazinin en çok saldırdığı ve en gerici kesimlerinin kalıcılığının sağlanması için özel politikaların da üretildiği kurumlardan biri, yine üniversite olmuştur.

 

ÜNİVERSİTENİN YÖK OLUŞU

Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi, üniversiteler bakımından, 12 Mart rejiminin bir devamı ve tamamlayıcısı olarak, YÖK’ü ve adeta kendi ismiyle de anılan üniversitelerde “YÖK sistemi”ni yarattı. Aradan geçen onca yıla rağmen, bu özelliğini yitirmek şöyle dursun, her geçen gün kendisini ve baskısını daha fazla hissettirdi. YÖK düzeninin en büyük yıkımlarını yine üniversiteliler yaşadı. 12 Eylül darbesi ile birlikte, üniversiteler, askeri operasyonlarla işgal edildi, karakollara çevrildi. Toplu gözaltılar, tutuklamalar ve soruşturmalarla binlerce öğrenci üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981’de YÖK’ün kurulması ile birlikte, üniversitelerdeki baskı ve zor rejimi kurumsallaştırıldı. Tüzükler, genelgeler ve disiplin yönetmelikleriyle üniversite yaşamı tamamen abluka altına alındı. Tek tip öğrenci yaratmak amacıyla hazırlanan kılık- kıyafet yönetmeliklerinden, resmi ideolojinin aktarıldığı ders müfredatlarına, örgütlenme ve ifade özgürlüklerini engelleyen, üniversitelilerin her türlü etkinliğini “suç” kapsamına sokan disiplin yönetmeliklerinden, öğrencileri eleme mantığıyla hazırlanan sınav sistemlerine kadar, bilimdışı tüm uygulamalar, “zor” yöntemleri eşliğinde yaşama geçirildi. YÖK yönetimi altındaki üniversitelerde;  yıllar boyunca süren mücadelelerle kazanılmış tüm hak ve özgürlükler yok edilirken, üniversitelerin kurumsal işleyişinde az da olsa üniversite bileşenlerinin yönetime katılmasını sağlayan tüm organları dağıtıldı ve üniversitede emir-komuta zinciri yaratıldı. Seçme ve seçilme yönteminin yerine, atanma yöntemi getirildi. Bürokratik denetim ağları ve baskı mekanizmaları ile “üniversitenin özerkliği” anlayışı tam olarak ortadan kaldırılırken; üniversite bileşenlerine, alınan en yaşamsal kararlarda dahi söz hakkı verilmeyen bir yönetim anlayışı üniversiteye yerleştirildi. Üniversitenin yönetiminde üniversite bileşenlerinin dahi görüşleri, talepleri dikkate alınmazken, halkın ihtiyaçlarının görmezden gelineceği açıktı; böyle de oldu. YÖK yönetimi altında üniversiteler, halkın sorunlarına her geçen gün daha fazla duyarsızlaştırıldı. Eşitlik, özerklik, demokrasi, katılım kavramları üniversite dağarcığından çıkarılmaya çalışıldı.

Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kurulduktan sonra, “yeni” bir anayasa kabul edildi, “sivil” bir idareye geçildi ve tüm burjuva kliklerden partiler tek tek hükümet oldular. Bunlarının her birinin mevcut üniversite sisteminden rahatsız olduklarını söylemeleri ve söylemekle kalmayıp, kimi “reform” girişimlerinde bulunmaları, YÖK sisteminde herhangi bir değişiklik getirmedi. Zaten bunu da hedeflemiyorlardı aslında. Askeri vesayet sisteminin bir parçası olarak ortaya çıkan bu kurum, kendisini, her seferinde, kuruluş amaç ve ilkelerine bağlı olarak yeniden üretti. Ülke siyasetinin her dönem en başat belirleyicilerinden olan ordu ve onunla her ne kadar çatışır görünse de, bir yerinden askeri vesayet sistemine bağlanan ya da bağlanmak zorunda kalan seçilmiş hükümetler, üniversiteleri ve bilimi, ‘mutlak iktidarlarını’ koruma ve sürdürmenin bir aracı haline getirmek için çaba sarf ettiler. Burjuvazinin dönemsel ihtiyaçlarına göre de YÖK’ü şekillendirdiler. Üniversitelerde büyük bir tasfiye dalgasıyla işe başlayan YÖK, bugüne değin sonsuz sayıda soruşturma, okuldan uzaklaştırma ve atmanın altına imza attı. Üniversitelere askeri bir kışla görüntüsü kazandıran, paşaları rektör olarak üniversitelerin başına diken YÖK’ün kadroları ve YÖK’le sembolleşen isimleri, yüksek öğretim alanında sanıldığının aksine, devletçilikten yana olmadıklarını çok kez ifade ettiler ya da gösterdiler. Bunun en göze çarpan örneğini ise, YÖK’le sembolleşen İhsan Doğramacı’nın, YÖK Başkanı olarak, devlet üniversitelerinin tamamını kontrolü altında tuttuğu sırada, Bilkent Üniversitesi’ni kurdurması oluşturdu. Askerlerin baskıcı ve devletçi kışla üniversitelerinin başına getirdiği ‘sivil’ kadrolar, özel sektörden ve özel üniversitelerden yana olduklarını birçok kez ifade ettiler. Devlet üniversitelerini de adım adım paralı hale getirmeyi hedefleyen uygulamalara imza attılar. YÖK’le birlikte değişime uğrayan üniversiteler ve sorunları, eğitimin ve bilimin kimin hizmetinde olduğu sorularından tabii ki bağımsız düşünülemez. Eğitimin paralı hale gelmesi, yalnızca üniversitelerin “kâr eden kurumlar” olarak yeniden yapılandırılması  bakımından değil, eğitim alabilecek sınıfın belirlenmesi açısından da, bilinçli tercihler olarak şekillendi; ayrıca YÖK, bugüne değin hep üniversitelerde öğrenci gençliğin ve akademisyenlerin hak arama mücadelelerinin karşısında soruşturma, cezalar, baskı, okuldan atmalarla yer aldı. Bugüne dek demokratik ve özerk bir üniversite mücadelesinin önünde her zaman bir engel teşkil etti. Dönem dönem yasalarda yapılan değişiklikler ya da YÖK başkanının değişmesi, bu gerçeği hiçbir zaman değiştirmedi. Bu süreç ise, birçok yönüyle hem çokça tartışıldı, hem de sayısız protestolara ve kimi dönemler üniversite öğrencilerinin kitlesel mücadelelerine tanılık etti. YÖK’ün kurulduğu 6 Kasım 1981’den bugüne gelene kadar, YÖK’ün üniversiteye yüklediği işlevin bilim, demokrasi ve özgürlük karşıtı içeriğine bolca tanıklık edildi.

 

ÜNİVERSİTELERDEKİ YENİLİK; BİR BAŞKA YÖK OLUŞ!

YÖK, kurulduğu günden bu yana tartışılan ve yükseköğrenimin paralı hale getirilmesi için yapılan tüm düzenlemelerde altında imzası bulunan bir kuruluş; bireysel çıkar, piyasa projeleri, kayırmaya dayanan yükseltmeler, seçimsiz veya göstermelik seçimlerle doldurulan yönetici koltukları, resmi ideolojinin gözü kapalı yeniden üretimi ile sınırlı bir “akademik” üretim ve giderek çağdışı bir eğitim ekseninde süre gelen üniversite sistemini yeniden üretirken, kendisini ise hızla tüketmeye başladı. Serbest piyasanın görünmez ve mucizevi bir şekilde düzenleyici elinin, her derde deva olduğu gibi, üniversitenin de sorunlarını çözeceği fikrine dayanan özel üniversite modeli Türkiye’nin de gündemine sokuldu ve resmi ya da gayri resmi türlü desteklerle hızla çoğaldı.

YÖK, çıkartılmasına ön ayak olduğu yasalarla, düzenlediği yönetmeliklerle,, adım adım paralı eğitimin temellerini atarak, üniversitelere devlet tarafından aktarılan kaynağın iyice azaltılmasına da yol açtı. Özellikle bu etkinliğiyle AKP’nin politikaları içinde yeni bir konum kazandı ve yalnızca üniversiteler konusunda değil, aynı zamanda genel olarak ülkenin temel sorunlarından biri ekseninde de dikkat odağı haline geldi. “Paralı eğitim” sorunu, bir yandan yalnızca öğrencileri ilgilendiriyor gibi görünse de, toplumsal gelişim olanaklarını etkileyen yönüyle, bütün bir toplumu, üniversitelerde bilimsel etkinlik koşulları üzerindeki etkisiyle geleceğimizin bilimsel ve kültürel boyutunu, üniversitelerin işlevi hakkındaki tasarımlarımızı ve beklentilerimizi kökten değiştiriyor; tümüyle bir “gelecek sorunu” halini alıyor.

Ancak özellikle 10 Aralık 2007’de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni YÖK başkanı olarak Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı atamasıyla birlikte, zaten her zaman gündemde olan üniversiteler, ortaya çıkan “yeni” durumla birlikte, ülke gündeminde bu dönem daha da fazla tartışılmaya başlandı. Yusuf Ziya Özcan, YÖK Başkanı olarak göreve geldiği günden bugüne kadarki kısa sürede, çokça tartışılan açıklamalar yapma başarısını gösterdi ve yukarıda sayılan, YÖK’ün başını çektiği yükseköğrenim sistemindeki hiçbir olumsuzluğa itirazlarının olmadığını gösterdi. İlk açıklama, “İki vizyonum var. Bunlardan bir tanesi bütün yasakların üniversitelerden kalkması, ikincisi de üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri” şeklinde idi. Daha sonra ise, araştırma görevlilerine ilişkin açıklaması geldi,  Bizde araştırma görevlileri kadrolu, maaşlı geliyor ve ileride akademik ilerlemede başarısız olunca mahkemeye gidiyor. Ayıramıyorsunuz. Bu nedenle ben, kadrolu, maaşlı uygulama yerine araştırma görevlileri için burslu sisteme geçmenin daha uygun olacağını düşünüyorum. Başarısızlık olursa burs kesilir ve sorun kalmaz.” Zaten 50/d maddesine göre atanan araştırma görevlilerinin, lisansüstü eğitim süresince, sözleşmeleri her yıl yenileniyor ve lisansüstü eğitim bitince, üniversite ile ilişikleri kesiliyor. Yani zaten iş güvencesiz bir şekilde çalıştırılan araştırma görevlilerine dönük olarak yapılan bu saldırı, yeni başkana yeterli gelmiyor ve şu anda bile kısıtlanmış özgürlük ve güvencelerini tamamen ellerinden almak istiyor. 

 

Paralı Üniversite Her Derde Deva!

Yusuf Ziya Özcan’ın son açıklaması, zaten hayata kısmen de olsa sokulan ve tamamen gerçekleştirilmeye çalışılan üniversitelerin paralı olması gerektiğine dönük oldu. Şöyle diyor Özcan: “Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. İsteyene 8 – 10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu… ABD’de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, herkesi üniversiteye taşımamak, sadece belli sayıda insanı taşımak; diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var. İstihdam sorunu çözülür.” “Amerikan tarzı hayat” diye tüm dünyaya örnek olarak gösterilen ve dayatılan yaşam tarzı gibi, Yusuf Ziya Özcan da “Amerikan tipi üniversitelerin”, Türkiye üniversite sistemine tamamen egemen olması gerektiğini açık bir şekilde ifade ediyor. Üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiği, daha önce de birçok kez, üstü kapalı da olsa ifade edildi. Yani yapılan açıklamada şaşılacak bir yan yok aslında. Yusuf Ziya Özcan’ın ifadelerinde şaşılacak olan, üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiğinin ilk kez bu kadar açıktan, bu kadar cüretkârca ve bu düzeyde bir ağızdan dile getirilmiş olması olmalı.

Göreve getirildiği gün üniversitelerdeki özgürlükleri artırmaktan ve bilimsellikten bahseden bir YÖK başkanı düşünün ki, aradan bir ay geçmeden, araştırma görevlilerinin burslu öğrenciler olması gerektiğinden söz ediyor ve üniversitelerin herkesin girmemesi gereken paralı kurumlar olması gerektiğini söylüyor. Böylece, üniversitelerdeki yasakların kalkması gerektiğini söylerken, neyi kastettiğini de anlıyoruz. Eğitimin herkese eşit olarak tanınması gereken bir hak olduğu, yine ’80 darbesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ’82 anayasasında bile mevcuttur, bunun ortadan kaldırılması ise, belli ki, yeni YÖK başkanına göre “yasakların kaldırılması” anlamına geliyor. Asgari bir toplumsal duyarlılığa sahip herkesin kendisine referans aldığı olmazsa olmazlardan biri parasız sağlık ise, diğeri de, en az onun kadar önemli olan, parasız eğitim olmuştur. Bu anlayış, eğitimin bir hak olduğu ön kabulüne dayanmaktadır ve bu yönüyle, eğitimde hak eşitliğinin bir ifadesidir.

 

KİMİN YÖK’Ü?

Üniversitelerin paralı olması gerektiğini söyleyen ağız, nihayetinde, AKP Hükümeti’nin daha doğru bir ifadeyle, Tayip Erdoğan’ın seçtirdiği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün atadığı bir kişinin ağzıdır ve böyle bakıldığında; bu ağızdan üniversitelerin paralı olması gerektiğinin söylenmesi pek de alışılmadık bir durum olmayabilir. Zaten göreve getirildiği günden bu yana, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın AKP Hükümeti’ne göbekten bağlılığının birçok göstergesi olmuştur; ancak son yaşanan bir tanesi var ki, üzerine yorum yapmayı bile gereksiz kılacak şekilde, her şeyi gün yüzüne çıkarmıştır. Olay şöyle gelişiyor; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 2007 bütçe sonuçlarını değerlendirmek üzere bir basın toplantısı düzenliyor ve basın toplantısının kahvaltı kısmında bakanla bürokratlar arasındaki özel bir sohbet, mikrofonlar açık unutulunca, kayıtlara geçiyor. Diyalogsa şöyle: “–Bürokrat A: YÖK Başkanı’nın havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor? –Unakıtan: İsterse söylemesin… –Bürokrat A: …Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak, Sayın Bakanım, çok ciddi başarı olur. –Bürokrat B: 300 milyona yakın üniversiteye iyileştirme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar…daha sesleri çıkmaz.. tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece…” Bu kısa diyalog, YÖK Başkanı ile AKP Hükümeti’nin ilişkilerinin düzeyini bir kez daha çarpıcı bir biçimde gösterdiği gibi, AKP’nin, içinde bulunulan ortamdan faydalanarak, her alanda olduğu gibi, yüksek öğretimde de neoliberal saldırılarını gerçekleştirmek için yeni hamleler yapacağını ve üniversiteden yükselecek sesi kesmek için de adeta ‘rüşvet’ hazırlıkları yaptığını da göstermektedir. Bugüne kadar, hükümet olduğu yıllar boyunca, YÖK’le birçok meselede ters düşündüğünü ifade eden AKP, aynı silahı bu kez kendisi kullanmaktadır.

 

PARASIZ ÜNİVERSİTE EZBERMİŞ…

AKP’yle böylesi göbekten bağlı bir YÖK Başkanı’nın üniversitenin paralı olması gerektiği yönündeki açıklamalarından daha fazla şaşırtıcı olansa, şimdiye dek kendisini solda tarif eden kimi aydınların, bu açıklamaları destekleyen yazılar yayınlamaları oldu. Baskın Oran, parasız üniversitenin bozulması gereken bir ezber olduğunu ve üniversiteler paralı yapılmazsa yoksul öğrencilerin hiç okuyamaz olacaklarını; Murat Belge, parasız üniversite talebinin etik bir sorun teşkil ettiğini ileri sürdüler. Son olarak da, günümüzün neo-liberali eski faşist Taha Akyol, daha da ileri giderek, bilimin ticarileşmesi ve piyasaya açılması gerektiğini; paralı üniversitenin fırsat eşitliğini sağlayacağını yazdı. Aslında bu açıklamaları yapan Baskın Oran, Murat Belge ve Taha Akyol ve kuşkusuz YÖK Başkanı Özcan, tesadüfen benzer söylemler tutturmuş değiller. Olan şudur: Geçmişten bu yana solun piyasa ekonomisiyle barışık olması, hatta bu temel üzerinde yükselmesi gerektiğini öngören, sivil toplum ve kültürel/kimliksel sorunların çözümü üzerinden bir sol tarifi yapan bir çevrenin yükseköğrenim sistemine ilişkin açıkladığı neo-liberal görüşlerin, bir din sözde bilimcisiyle bir eski faşist, iki neo-liberalinkiyle çok doğal olarak çakışıp örtüşmesi. Haksızlık etmemek gerek, bu yazarların hiç biri tek başına bunu söyleyip geçmiyorlar. Özellikle Baskın Oran söylediklerini temellendiriyor ve “ezber bozma”ya devam ediyor: “Üniversite paralı olur, ama her ihtiyacı olup talep eden (‘her isteyen’ değil!) dört yıl burs alır. … Bu para, öğrenci mezun olup işe başladıktan sonra tahsile başlanır. Maaşına göre taksitlerle. Faizsiz olabilir. Gerekirse, bu bursun sadece bir bölümü (yarısı?) geri istenebilir. Burs istemeyen veya burs almak için geliri yeterince düşük olmayanlar, yine belli basamaklara göre ücret öderler.
Görüldüğü üzere, devlet babanın verdiği “burs”ları geri ödemekte alternatif çok ve burada, Baskın Oran, bunlar içerisinden sınırsız bir seçim özgürlüğü sağlıyor! Ancak bir hata yapıyor ve geri ödemek üzere alınan paraya burs diyor ve şöyle devam ediyor Baskın Oran: “
…Çünkü şu anda zaten okuyamayan yoksul ve yetenekli aile çocuğu, gücü olanların ödediği ile okuyabilecek. Dört yıl kızım için ödemediğim parayla, kim bilir kaç yetenekli ve yoksul öğrenci okurdu.
Çünkü, bursunun kesilmesini veya borcunun artmasını istemeyen öğrenci dersine çalışacak ve üniversitenin kıymetini bilecek. Çünkü, itiraf edelim: Bugün çocukların ciddi bir oranı ÖSYM’ye kafasındaki mesleği edinmek için değil, o vahim ‘Şimdi ne yapıyorsun’ sorusuna ‘Okuyorum!’ diyebilmek için giriyor. Aileler de ‘Üniversiteye gidiyor teyzesi, maşallah!’ diyebilmek istiyor. Bu ‘mahalle baskısı’ altındaki öğrenciler yüksek meslek okullarına gidince, diğerleri daha iyi eğitim görecek.

Şimdi nasıl olacak, hem yoksul ve yetenekli aile çocukları, gücü olanların verdiği paralarla okuyacak; hem de okul bitip meslek sahibi olduklarında, bu parayı geri ödeyecek. Öğrencinin kendisinin ileride kazanma potansiyeli olduğu paraya yatırım, kârlı bir yatırım olsa gerek! Bitirirken de şöyle diyor Baskın Oran: “Şimdiye kadar üniversite, tüm YÖK başkanları karşısında dut yemiş bülbül kesilip el pençe divan durmuştu. Şimdi gençleri Sümeroloji yerine yüksek meslek okullarına yönlendirerek, kısa yoldan üretici yapacak ve üniversiteleri ferahlatacak bir öneri gelince, başkan AKP tarafından atanmıştır diye, aniden bülbülleşti. CHP Sendromudur. İbretle seyrediyorum.” Şimdiye kadar üniversitenin YÖK karşısında sesini çıkarmadığı doğru değil, fakat bunun yetersiz oluşu ya da eskiden YÖK sistemine bir eleştiri yöneltmeyenlerin bugün seslerini yükseltiyor oluşları eleştirilebilir. Ancak YÖK başkanının üniversitelerin paralı olması gerektiğine dönük açıklamasına karşı çıkanları CHP sendromuyla suçlamak, Baskın Oran’ın CHP paranoyasından başka bir şey olmasa gerek. Özelleştirilmesi süreci ilerletilerek, üniversitenin paralı kılınıp piyasaya bağlanmasına, bunun, bir dizi kılıf altında haklı ve üstelik tıpkı “ianeci” AKP mantığıyla “(yetenekli) yoksulların lehine” olduğunun ileri sürülmesine karşı duranlara CHP korkuluğu sallamak – pek uyanıkça görünüyor! Ama bir zaafı var: CHP piyasaya karşı bir parti değil, CHP parasız üniversiteden yana değil. CHP de içinde, bütün burjuva partiler, Baskın Oran gibi özelleştirmeci ve piyasacılar. “Parasız üniversite” talebi, bu nedenle, içeriği, çekiştirilerek herkes tarafından farklı doldurulan “demokratik üniversite” talebinden farklı olarak, yalnızca yoksul ve emekçiler, emekçi halk ve gerçek demokratlar tarafından benimseniyor. Öte yandan, evet, bugüne kadar rektörlerin peş peşe görevden alındığı, bütün öğrenci kulüplerinin bir gecede kapatıldığı, Kürtlerin bir halk olmadığını kanıtlayan (!), ‘Atatürk ilkelerine muhalif ideolojik akımları eleştiren’ araştırmalar yapılması talimatını veren genelgelerin yayınlandığı, vakıf üniversitelerine devlet üniversitelerinden kat kat fazla kaynak ayrılarak hemen hiçbir araştırma için ödenek bırakılmadığı bir üniversite modeline karşı çıkmayarak, YÖK’ün yanında saf tutmuş üniversitelerdeki ulusalcı, CHPli, Kemalist kadrolara söylenecek, herhalde tek bir şey var: Demokrasi herkese lazımdır ve demokrasi, içeriği boşaltılarak “hep benim için” “hep sermaye için” anlayışıyla halka ve taleplerine karşıtlıkla değil, halkla birleşme ve örneğin “parasız üniversite” türünden taleplerini benimseyerek savunulabilir. Bugün bu veciz sözü yaşam pratikleriyle en fazla bilince çıkaran çevre de, onlardır herhalde.

Herhalde sosyalizmin genel bir tarifi yapılacak olsa, parasız eğitim talebi en başta sayılan taleplerden biri olur; bu yönüyle, Baskın Oran’ın “ezber” diye nitelediği fikirler, aslında sosyalizmi “ezber” olarak görmenin yalın bir ifadesi olmaktadır. Baskın Oran ve Murat Belge’nin yazıları, herhalde, onları sosyalist olarak görenlerin, onlar hakkındaki ezberlerini bozmaktadır; çünkü yaptıkları, açık seçik olarak, liberalizmin yüz yıllık ezberlerini tekrarlamaktır.

 

ÜNİVERSİTE KİMİN SORUNU

YÖK Başkanı, üniversitenin paralı olması gerektiğini söylemesiyle birlikte, toplumun ve üniversitelerin birçok kesiminden tepkiler almaya başladı. Eğitim sendikalarından akademisyenlere, üniversite öğrencilerinden başkaca toplumsal kesimlere, birçok kimse ve kurum, üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiğine ilişkin açıklamaya karşı çıktılar. Taner Timur, “Toplumsal Değişme ve Üniversiteler” kitabında, üniversitenin tarihsel süreç içerisindeki gelişimini, bugünü ve Türkiye üniversite sistemini analiz ettikten sonra, şöyle diyor; “Üniversite sorunu, toplumsal sınıflar ve siyasal iktidar sorunudur. Gerçek anlamıyla halk sınıflarına dayanan ve bunların hizmetinde olan bir iktidar yapısı kurulmadıkça, demokratik, özgür ve yaratıcı bir üniversite de bekleyemeyiz.” Türkiye’deki eğitim, özel olarak da yükseköğrenim sistemi; son dönemde AKP’nin bu alana giderek artan müdahalelerine bolca tanıklık edecek görünmektedir. AKP’nin bu alanda hayata geçirmek istediklerinin karşısında, özerk, demokratik ve parasız bir üniversiteyi savunmak ve kurmak, en başta, bugün hiç de azımsanmayacak olan üniversitelerdeki akademik birikimi ve her bileşimi (ÖTK, kol, kulüp, topluluk, öğrenci dernekleri, sendikaların üniversite emekçilerini örgütleyen şubelerini) bir muhalefet merkezine çevirmekten geçiyor. Şimdiye dek bu yönde yapılanların hepsi gerekli, ancak yeterli olmamaktadır. Zaten kısmen paralı olan ve daha girmeden önce eşitsizliğin had safhada olduğu bir üniversite modelinin tamamen paralı hale getirilmesi, yalnızca akademinin en kitlesel bileşeni olan öğrencilerin sorunu olmadığı gibi, bu saldırının püskürtülmesini, salt üniversite bileşenlerinin de değil, tüm emekçilerin sorunu olarak görmek gerekir. Özerk, demokratik ve parasız bir üniversite talebi, demokratik bir ülke talebinin de olmazsa olmazıdır.

 

Kaynakça

Timur, Taner, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge Yay. İst. 2000.

Baskın, Oran, Bedava Üniversite Ezberi, Radikal İki, 13.01.2008

Murat, Belge, YÖK Başkanı ve paralı öğrenim, Radikal Gazetesi, 12.01.2008

Taha, Akyol, Paralı üniversite sorunu, Milliyet Gazetesi, 12.01.2008

www.yok.gov.tr

sorgulama ve yeniden mevzilenme dönemi

 

Karşı-devrimin 1989-91 yıllarında ilan ettiği zaferinin işçi sınıfı üzerinde en derin ideolojik ve politik tahribata yol açtığı ülkelerin başında kuşkusuz Almanya gelmektedir. Haliyle Almanya’nın bu özgünlüğü, buradaki gelişmelere ayrı bir önem vermektedir. İşçi hareketi ve devrimci-Marksist güçlerin başka ülkelere göre daha zayıf olması, bu ülkede yaşanan gelişmelerin önemini azaltmamaktadır. Tersine; bazı gelişmelerin Almanya’da da cereyan etmeye başlaması, Avrupa işçi hareketi açısından önemli bir dönemecin başlangıcı sayılmalıdır…

 

İŞÇİ HAREKETİNDE OLAN İLE OLMAKTA OLAN

Almanya’daki işçi hareketinin durumuyla ilgili, bugün, şu somut saptamada bulunabilinir: “Almanya’da henüz ülke çapında yükselen ve sermayenin saldırılarını geri püskürten bir işçi hareketinden söz edilemez.” Bu saptama her ne kadar bir doğruyu ifade etse de, yine de, bunun yetersizliğini, gerçekliği tam kapsamadığını vurgulamak gerekir. Denilebilir ki, bu saptamadaki asıl altı çizilmesi gereken kelime, henüzdür! Yani, bugünkü (ve yakın gelecekteki) işçi hareketinin durumunu açıklayan ve asıl üzerinde durulması gereken, onun yükselmemiş ve savunma pozisyonundan çıkmamış olması değildir. Tersi, gerçekliğe daha yakındır: Almanya’daki işçi hareketi bugün bağlarından sıyrılma ve yükselme sancıları çekmektedir.

Vurgulamak gerekir ki, bugün Alman işçi sınıfındaki genel algılama ve ruh değişikliği, pratik hareketiyle dışa vurduğundan daha ileridedir. Buradaki uyumsuzluk doğaldır da. Zira, tarihsel bakımdan, yenilgi döneminin moral bozukluğu ve özgüvensizliğini üstünden atma sürecinde olan bir sınıfın, pratik eylemiyle ruh hali arasındaki ilişki, tabiatıyla “doğal” değildir. Ve özellikle bu tür dönemlerde, sınıf mücadelesinin olgularının, kendilerini, her zamankinden daha çarpık, daha çelişkili ortaya koyduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

İleri kapitalist ülkeler arasında, 1989-91 yıllarından beri; en çok saldırıyla yüz yüze gelmiş, en çok “fedakarlığı” yapmış, sermayenin şantajlarına en çok boyun eğmiş işçi sınıflarının başında Alman işçi sınıfı gelmektedir. Bununla birlikte; sermayenin, burjuva hükümetlerinin ve liberalizmin neo-ideologlarının vaat ettikleriyle, işçilerin gerçek hayatı arasındaki uçurum, Federal Almanya’nın yaklaşık 60 yıllık tarihinin hiçbir döneminde son yıllardaki kadar derinleşmemiştir. Ve Alman işçi sınıfı, akla gelebilecek tüm “feragat” ve “fedakarlık”ların hiçbir temelli yararının bulunmadığını, en son, fabrikalarının kapatılacağını duyan Nokia işçilerinin karşı karşıya bırakıldığı “acı gerçeklik”ten öğrenmek durumunda kalmıştır.

Öte yandan, işçilerin son 10-15 yılda içine itildikleri ekonomik koşullar ve sosyal hayat, gelinen yerde, sadece liberal politika ve teorilerin değil, aynı zamanda kendi “doğruları”nın da sorgulanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Çarpıcıdır ki, sosyal demokrasinin, yani zamanında sınıf işbirliğinin ve “sosyal diyalogun” kalesi Almanya’da, işçiler; 50 küsür yıl “işe yarayan” geleneksel politika ve anlayışların; “sosyal barışı” bozan sermayenin saldırganlığı karşısında artık beş para etmediğini, tam da kendilerini işçi sınıfından saymayan katman ve meslekten grupların son bir iki yıldaki başarılı direnişi ve mücadelelerinden öğrenmek durumunda kalmıştır! İşçi sınıfının tarihsel yenilgisini kendilerinin yenilgisi saymayan (dolayısıyla politik moral bozukluğunun etkisi de sınırlı kalan), ama sermayenin pervasız saldırganlığı sonucunda yaşam ve çalışma koşulları ağırlaşan pilotların, doktor ve hemşirelerin ve lokomotifçilerin nispeten başarılı direnişleri, işçi hareketi açısından adeta uyarıcı ve uyandırıcı olmuştur!

Örneğin lokomotifçilerin küçük sendikası, kendi talepleri için mücadeleci bir çizgi izlerken, aynı işkolundaki “işçi sendikası”, kendisinin demiryolu patronuyla imzaladığı toplu sözleşmeyi haklı olarak yetersiz bulan lokomotifçiler sendikasının greve çıkmasına karşı “mücadele” etmiştir! Sözüm ona, küçük sendikalara karşı “birleşik sendikal örgütlenme” savunulmaktaydı! Oysa çarpıcı bir durum oluşmuştu: Lokomotifçiler sendikası türü sendikalar, sermayenin sendikal hareketi bölme ve işçiler arası rekabeti artırma çabalarının bir eseriydi. Sermayenin bu çizgisi, şimdi, umulanın tersi bir sonuç doğurmuştu! Rekabet, emek-gücünün fiyatını düşürme değil, artırma doğrultusunda patlak vermişti! Aynı şekilde, “birleşik sendikal örgütlenme” de, tarihsel espirisinin tersi bir tablo sergilemişti: sendikaların pazarlık gücünü artırmayan, aksine küçük sendikaların da gerisine düşen bir sendikal birliğin ne anlamı vardı? “Birleşik sendikal örgütlenme”, mevcut durumuyla, artık özüne tekabül etmeyen bir örgütlenme biçimiydi. Lokomotifçiler sendikasının başarısı, ister istemez, bu biçimin özünü boşaltan uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikacılığın pespayeliğini açığa çıkartmaktaydı!

Belirtmek gerekir ki, lokomotifçilerin direnişi, bir süreden beri mücadeleci sendikacılar arasında var olan “birleşik sendikal örgütlenme” tartışmalarını daha da derinleştirecektir. Dahası; genel olarak Almanya’daki sendikal hareket içerisindeki arayışların, daha da güçleneceğini düşünmek gerekir. Örneğin Almanya’nın önemli sanayi bölgelerinden Stuttgart ve çevresindeki mücadeleci metal sendikacılarının “daha mücadeleci sendikalar istiyoruz!” talebiyle başlattıkları imza kampanyası, sadece şimdiye kadar toplanan yüzlerce imza nedeniyle değil, sendikal harekette sınıf mücadelesinin pratik dayatmalarından kaynaklanan bir eğilimi ifade etmesi nedeniyle önemlidir. Politik planda, bugün bu eğilimin bir kısmının Sol Parti tarafınca emilmekte oluşu da (örneğin yüzlerce sendikacının SPD’den çıkıp Sol Parti’ye üye olması), sermayenin saldırıları karşısında sergilenen boyun eğiş ve işbirliğine duyulan bir öfkeden doğan bu eğilimin temelindeki dinamikleri değiştirmemektedir.

Hiç şüphesiz, özellikle politik mücadelede, tarihsel eğilimleri, asla tamamlanmış olgular gibi ele almamak gerekir. Fakat, uluslararası sermayenin nihai zaferini ilan edişi ve bununla birlikte başlattığı genel saldırının oldukça kısa sürede “doğal” toplumsal sonuçlarını göstermesinin ardından, kapitalist toplumun iki temel sınıfının (burjuvazi ve işçi sınıfı) karşı karşıya duruşu bugün artık öylesine bir özellik almıştır ki; sermayenin her saldırısı ve hamlesi, bir adım sonrasında kendi ayağına dolanmasını sağlayacak karşıt faktörleri kışkırtarak ancak gerçekleşebilmektedir. İki sınıfın ilişkilerindeki karşılıklı bağıntının kazandığı bu özellik (aslında bu özellik, yenilgi dönemini izleyen bir olağanlaşmadır), sınıf çelişkilerinin derinleşip yalınlaşması temelinde mücadelelerinin de kaçınılmaz olarak artacağı bir sürecin göstergesidir. Elbette işçilerin önünde daha pek çok yenilgiler durmaktadır. Fakat bu yenilgiler, yaşanacağı sürecin belirtilen özelliği nedeniyle, işçi sınıfı saflarındaki moral bozukluğunu değil, esas olarak sınıf öfkesini ve mücadele azmini bileyecektir.

Açıktır ki, işçi sınıfının saflarında egemen hale getirilmiş politik ve sendikal anlayış ve görüşlerin gerçek yaşamda giderek daha az karşılık bulduğu bir tarihsel süreçte, yaşanan tüm özdeneyimler, ister istemez, bu sınıfın mensupları arasındaki yeniden sorgulamanın çapını da genişletecektir. Toplu sözleşmeler döneminde “feragat dönemi bitti” sloganının öne çıkması, bir sınıf muhasebesinin belki de en “basit” belirtisidir. Bir sınıfın tarihsel birikimi ne kadar köklü ise, sınıf çelişkilerinin kaynaklık ettiği bu kaçınılmaz yönelişin (yeniden sorgulamanın) ürünleri de (yeniden mevzilenme), o kadar ileri olacaktır. Ve kuşkusuz bu sorgulama, yeniden öğrenme ve mevzilenme sürecinde, Alman işçi sınıfının geleneksel teorik gelişmişliği tarihsel bir avantaj olarak mutlaka kendi rolünü oynayacaktır.

 

DOĞRU YANITLARDAN ÖNCE GELEN DOĞRU SORULAR

Almanya’da son 50 yıla damgasını vurmuş ideolojik-politik çizgi, anlayış ve geleneğin tarihsel muhasebesi ve sorgulanmasının, sınıf mücadelelerinin pratik bir sorunu olarak, kendisini giderek daha fazla dayatması, sadece işçi ve sendikal harekette beliren bir eğilim değildir. Bu eğilim, kuşkusuz farklı görüngü biçimleri altında, kendisini Marksist gören parti ve çevrelerde de belirmektedir.

Geçtiğimiz ay Berlin’de düzenlenen 13. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı’nda yapılan podyum tartışması, bu bakımdan bir örnektir sadece. Konusu, “Sol Parti’nin yanı sıra Marksist bir örgüte ihtiyacımız var mı?” olarak belirlenen ve iki bini aşkın insanın ilgiyle izlediği bu tartışmaya; başka kişilerin yanı sıra, dergimizde bazı yazılarını yayınladığımız ünlü Marksist filozof Hans Heinz Holz ile Sol Parti’den Avrupa Parlamentosu milletvekili Sahra Wagenknecht davet edilmişti. Bu soru orada, tartışmacıların gösterdiği adresin doğru veya yanlış oluşundan bağımsız olarak, esasta “evet” olarak yanıtlanmıştır. Özellikle de Holz’un, gençlerin sayıca dikkat çektiği bir konferansta; “sol olarak bizi birleştiren işçi sınıfının tarihsel misyonu”dur demesi, ve Sol Parti’de de bu perspektifin bulunmamasını şu sözlerle vurgulaması önemliydi: “İşçi sınıfının bu tarihsel misyonunun, onun sınıf çıkarlarının esas alınması suretiyle yerine getirilmesi (ki bu ancak sınıf mücadelesinde gerçekleşebilir); işte bu yaklaşımı bu partinin programında görememekteyiz. Bu nedenle de, bu partinin yanı sıra; işçi hareketi içerisinde, bu tarihsel misyon uğruna verilen tarihsel mücadelede, mücadele bilinci olarak sınıf bilincinin sadece kapitalist sistem içerisindeki iyileştirmeler için değil, sistemin kendisinin değiştirilmesi için canlı tutulmasını esas alan bir örgütlenme biçimi gerekliliktir!

İşçi sınıfı bugün farkında olsun olmasın, 54 milletvekiliyle meclise giren bir Sol Parti’nin varlığına rağmen, Almanya’da komünist bir partiye olan ihtiyacın “sol kamuoyunda” yeniden vurgulanması, kuşkusuz oldukça anlamlı ve önemlidir.

Ama sadece Marksist bir partiye olan ihtiyacın yeniden altının çizilmesi değil (bu altını çizmenin bir yönü Sol Parti’nin eleştirisi iken, diğer yönü, komünist bir partinin gerekliliği vurgusudur); dikkat çekilmesi gereken diğer bir gelişme de, sol çevrelerde bir süreden beri revizyonizm üzerine tartışmalarının ortaya çıkmasıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılışında SBKP’nin 20. Kongresi’nin ve Kruşçev’in rolü ve dolayısıyla Stalin ve onun dönemindeki sosyalist inşa üzerine yürütülen bu tartışmaların, burada altının çizilmesi gereken yönü, verilen yanıtlardan ziyade (ki, bu tartışmalarda, Kruşçev revizyonizmini büyük oranda doğru olarak eleştiren görüşler de ileri sürülmektedir), tartışmanın kendisidir; yani tartışmanın, Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla 20. Kongre’nin ilişkilendirilmesi üzerinden gelişmesi ve kaşarlanmış revizyonistlerin bu tartışmaya katılarak, yanıt vermek zorunda kalmasıdır. Bu arada, Batı Almanya’nın eski revizyonist partisi DKP’nin içinde Holz’un başını çektiği devrimci bir eğilimin uç vermesi, revizyonizm üzerine yürütülen bu tartışmaların çok yönlü kaynakları konusunda bir fikir vermektedir.

Yeri gelmişken belirtelim ki, 20. Kongre ve Kruşçev revizyonizmi üzerine tartışma, bugün revizyonist gelenekten gelen hiçbir partinin sakınamayacağı bir konudur. Bundan, 13. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı’nda, “Avrupa’daki komünist hareketin feneri” olarak takdim edilen Yunanistan Komünist Partisi (KKE) de azade değildir. Nitekim bu konferansta bir konuşma yapan KKE Genel Sekreteri Aleka Papariga; bir süreden beri, parti tarihlerini eleştirel bir gözle irdelediklerini, şu sıralar 1949-1974 yılları üzerinde araştırma yaptıklarını, SB’deki süreçle ilgili olarak partide bir iç tartışma başlattıklarını, parti olarak yaptıkları hataları hasıraltı etmeyeceklerini ve bu tartışmanın belgelerini de ileride yayınlayacaklarını açıkladı.

Kısacası, nasıl ki, Batılı kapitalist ülkelerin işçi sınıfları açısından, sözünü ettiğimiz 50 küsur yıllık anlayış ve geleneğin sorgulanması, sınıf mücadelesinin giderek pratik bir dayatması olarak beliriyorsa, benzer bir şekilde, revizyonist gelenekten gelen partilerin de, –eğer günümüz mücadelesinde az çok devrimci bir pozisyonu tutacaklarsa– kendi 50 küsur yıllık tarihlerini sorgulayıp özeleştiri vermeleri, günümüz sınıf mücadelesinin zorladığı tarihsel bir gereklilik özelliğini kazanmıştır. Zira açıktır ki, dünya işçi sınıfı, bugün tarihsel olarak, sadece emperyalist kapitalizme karşı değil, aynı zamanda, onun şahsında, sosyalist devrimi yenmiş bir karşı-devrime karşı da mücadele etmek durumundadır. Bu, tarihsel bir olgudur. Ve bu tarihsel olgu, modern revizyonizminin eleştirisi ve mahkumiyetini, bugün komünist adını taşıyan her bir örgüt ve partinin devrimci niteliğinin pratik bir gereği haline getirmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, işçi sınıfının geçici yenilgisi, gelinen yerde, bu yenilgide tarihsel sorumluluk payı taşıyan Batı’nın revizyonist partilerini böyle bir özeleştiriye adeta mahkum etmektedir. Bu tarihsel sorumluluğundan kaçınmaya çalışan tüm partiler ise, saflarından yeni devrimci eğilimlerin uç vermesinden kaçınamayacaklardır!

 

                                                      *          *          *

Bilindiği gibi, karşı-devrimin zaferi, işçi hareketinde sosyalizme karşı ve sosyalist güçler arasında da işçi sınıfına karşı küçümsenemez güvensizliklerin doğmasına yol açmıştı. Fakat belirtmek bile gereksizdir ki, “proletaryanın sınıf haline gelmesi” (Komünist Manifesto) itibarıyla, yani işçilerin kapitalistler sınıfına karşı ortak mücadeleye atılmaları oranında, yenilgi dönemlerinin bu boğucu havası kendiliğinden dağılacaktır. İşçileri bir sınıf olarak hareket etmeye zorlayan ise, bizzat kapitalistler sınıfının kendisidir. Kapitalistlerin, içinde bulunduğumuz dönemde, bu zorlamayı daha da yoğunlaştırmaktan başka bir seçeneklerinin bulunmadığıysa ortadadır.

Kuşkusuz, bu boğucu havanın dağılması, Almanya’da yokluğu şimdiden hissedilmeye başlanılan gerçek bir komünist partinin kurulması için yeterli değildir. Ama önemli bir ön adımıdır! İşçi hareketinin koşulları, gidişatı ve genel sonuçları hakkında teorik donanıma sahip her bir komünist açısından, bu yazımızda dikkat çekmeye çalıştığımız gelişme ve eğilimlerin, aslında bir bütünün tek tek parçalarını oluşturdukları tartışmasızdır. Şurası açıktır ki, Almanya’da adını hak eden bir komünist partinin inşası; işçi ve sendikal hareket ile devrimci güç ve çevrelerde gelişen bu eğilimlerin derinleştirilip güçlendirilmesi ve aralarındaki ilişkinin geliştirilmesi suretiyle, pratik bir sorun haline gelecektir. Almanya’da komünist bir partinin inşası; mevcut komünist ve devrimci güçlerin, bu eğilimleri, birlikte, kalıcı bir temele oturtma ve Marksist-Leninist bir platformda birleştirme yeteneğini göstermelerine bağlıdır. Almanya’da sınıf çelişkileri ve mücadelelerinin almakta olduğu yön, bu yeteneğin önümüzdeki dönemde birikip gelişeceğinin de güvencesidir.

Zemheri ayının karakışında açan gül…

 

“Parti, proletarya örgütünün en yüksek biçimidir. Parti, proleterler sınıfının içinde ve bu sınıfın örgütleri arasında temel yönetici güçtür. Ama bu, hiç de partinin kendisi için bir amaç olduğu, kendi kendine yeter bir güç olarak görülebileceği anlamına gelmez. Parti, proleterlerin sınıf birliğinin sadece en yüksek biçimi değildir, aynı zamanda proletaryanın elinde, henüz kurulmadan önce diktatörlüğünün kurulmasına yarayan, kurulduktan sonra ise, bu diktatörlüğün pekiştirilmesine ve gelişmesine yarayan bir araçtır. Eğer proletarya iktidar sorunuyla karşı karşıya kalmasaydı, emperyalizmin yarattığı koşullar, kaçınılmaz savaşlar, bir bunalımın varlığı, burjuvaziyi devirmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmak için proletaryanın bütün güçlerinin bir noktada toplanmasını gerektirmesiydi, parti, devrimci hareketin bütün diğer örgüt biçimleri içindeki üstün durumuna erişemezdi. Parti, proletaryaya, her şeyden önce, proletaryanın iktidarı başarıyla ele geçirmesi için vazgeçilmez bir kurum olan savaş genelkurmayı olarak gereklidir. Kanıtlamaya gerek yoktur ki, proletaryanın kitle örgütlerini çevresinde toplamaya ve savaş sırasında hareketin tümünün önderliğini merkezileştirmeye yetenekli bir parti olmasaydı, proletarya, Rusya’da devrimci diktatörlüğünü kuramazdı.

“Ama parti, proletaryaya sadece diktatörlüğünü kurması için gerekli değildir; parti, diktatörlüğü devam ettirmek, onu sosyalizmin tam zaferinin çıkarına sağlamlaştırmak ve geliştirmek için daha da gereklidir…”

Stalin’in, Sverdlov Üniversitesi’nde Parti üzerine verdiği bir dizi konferanstan aldığımız bu uzun alıntı, ilk siyasal program, muhaliflerin elinde evrensel bir belge olan Komünist Parti Manifestosu’nu rehber edinip, orada öngörülenlerin, Ekim Devrimi’yle birlikte sosyalizmin bir olanak olmaktan çıkarak bir gerçeklik haline dönüşmesini ve bu gerçekliğin öncüsü olan partinin rolünü dile getiriyordu.

Büyük bir düşün gerçekleşmesinin kılavuzu olan Manifesto’yu ve Ekim Devrimi’ni ülkemizde rehber edinip, dosta düşmana kendini ilan eden partinin ayıdır, Şubat.

Değiştirilebilir bir dünya üzerinde yaşadığının bilinci ve öğretisiyle, değiştirmek için yola düşmüş gözü pek, cüretkâr militanların çekincesiz ve ikirciksiz çıkışı, kılıç kuşanmasıdır Şubat.

 Saçaklara sığınmayı reddedip, meydanlara çıkarak koca bir göğün altında reddin gücüne inananların ayıdır Şubat.

Bundan 160 yıl önce, yine böyle bir zemheri ayında ilan edilen Komünist Parti Manifestosu’yla, Manifesto’nun 132. yılında kendisini ilan eden sınıfın devrimci komünist partisinin, tıpkı bu tarihsel metin gibi, eskimeden bugüne gelmesi; bugünden yarına yalpalamadan yürümesi, işçi sınıfı ve ezilen halkların güvencesi olmuştur.

Kurulduğu günden bugüne gericiliğin ve tasfiyeciliğin azgın saldırılarına maruz kalmış, her saldırıyı büyük bir ustalıkla savuşturup yoluna devam etmesini bilmiştir.

Çünkü ustadır parti, Marksizm Leninizm’in genel ilkeleriyle yoğrulmuş, onunla donatmıştır kendisini. Uzun ve çetin mücadelelerle dolu yolu tökezlemeden yürümesinin alâmetifarikası, kılavuz edindiği öğretinin güvenilirliğinin ötesinde, taktik ve stratejideki ustalığıdır.

O, temel varlık alanı olan işçilerin, emekçilerin ve genç kuşakların bütün alanlarındadır, temsil ettiği sınıfın en diri kesimlerini derleyen öncüsü ve genç kuşakların öğreticisidir. Çünkü yetiştirdiği evlatlarının ellerinde büyümüştür.

Ona ruhunu veren, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en bilimsel ve en ilerici dünya görüşü olan Marksizm Leninizm ve yine tarihin tanıdığı en devrimci sınıf olan işçi sınıfının hasletidir.

Namuslu ve temiz kalmasının nedeni bu haslettir. Bunca yıl hakkında en küçük bir söylentiye izin vermeyen, kendini devrimci sosyalist ilan edip her türlü pisliğe bulaşanlara inat temiz kalabilen, her gün yeni araçlarla kendisini yenileyip güçlendiren ve ileriye doğru cesaretli kararlar alandır.

Onun tarihi, yoldaşça güven, eleştiri ve denetim; yoldaşça yardım, sevgi ve yoldaşça paylaşımın tarihi olduğu kadar, birbirini sırtlayan, birbirini harekete geçiren, birinin diğerinden güç alarak ilerlediği bir tarihtir.

Onun tarihi, aynı zamanda, küçük burjuva liberal tasfiyeci kesimlerin kesin olarak yenilgiye uğratıldığı, tasfiyecilerin ve sınıf dışı akımların sökülüp atıldığı, içeriden kuşatmak isteyen gericiliğe karşı verilen mücadelenin de tarihidir. Yani, onun tarihinde, geçici yol arkadaşlarına izin yoktur, çünkü Nazım ustanın diliyle, O, şahlanmış bir savaş kılıcıdır. Bu ata atlayacak yürek ve bu kabzaya bilek gerek…diyenlerin partisidir.

Zemheri ayının karakışında bir gül gibi açan, ülkemizde ve uluslararası alanda saygınlık kazanmış partinin adıdır Şubat. Bir dönüm noktasında, yüzünü ve yüreğini geleceğe dönmüşlerin biriktirip süzdükleri, yaşlandıkça gençleşen ve güneşli günlere yürüyenlerin adıdır Şubat…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

komünist manifesto

 

Fransa’da patlak veren ’848 Şubat Devrimi’nin dalgaları kıtaya yayılmaya başlamışken, bu olağanüstü hareketlilik içinde, aynı ay, sadece 19. yüzyılı değil, ama 20 ve 21. yüzyılı da sarsacak olan, Karl Marx ve Frederich Engels’in kaleme aldıkları bir manifesto yayınlandı. Geçmişi, kapitalizmi analiz edip suçluyor ve geleceğin perspektifini sunuyor, o güne kadarki tüm sosyalizm “tasarımları”nın tersine, komünizmin, nesnel kapitalist karşıtlığın ürünü olarak kaçınılmazlığını vurgulayarak, kapitalizmin “mezar kazıcısı” ve sosyalizmi kurucu tarihsel öznenin işçi sınıfından başkası olmadığı ve olamayacağını ilan ediyordu. “Bütün ülkelerin işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz şey yok, ama kazanacağınız koca bir dünya var!” çağrısı, Manifesto’nun kapanış cümlesiydi. “Avrupa’da dolaşan komünizm hayaleti”, o zamana kadar inanılandan farklı olarak, işçi sınıfının pratik eyleminde, politik bir hareket olarak gelişmeden edemeyecek işçi hareketinde ete kemiğe bürünmekteydi.

Üretici güçlerin gelişmesiyle karşıtlık içine düşmeden edemeyecek kapitalizm, zamanında ilerici bir işlev görmüş, ama sonuna gelmişti. Gericileşmişti ve yerini sosyalizme bırakacak olgunluğa erişmekteydi. Fransa’da mali aristokrasi ve feodalizmi hedefleyen burjuva içerikli Şubat’ın ardından patlayan proleter Haziran Devrimi, bir yandan da proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu fikrine deneysel temel sağlayarak geliştirilmesine katkıda bulunduğu, henüz daha mürekkebi kurumamış olan Komünist Manifesto’yu doğrulayınca, hızla tüm uygar dillere çevrilerek dünyaya yayılan Manifesto, burjuva, küçük burjuva entelektüeller arasında köklü bir etki yaratarak, kısa sürede teorik zaferini ilan ederken, ileri işçilerin “amentüsü” oldu. Artık yalnızca pratik eylem bakımından değil, ama fikri, teorik bakımdan da inkar edilemez netlikte yeni bir çağ açılmaktaydı. Bundan böyle, ilerlemeleri gerilemeleri, ancak geçici olabilecek yenilgi ve zaferleriyle proletarya hareketi ve komünizmin tek geçerli türü olarak bilimsel sosyalizm, Marksizm, bütün bir kapitalizm ve kapitalizmden komünizme geçiş dönemine damgasını vuracaktır.

Böyle olur. Paris Komünü’nün ardından Ekim Devrimi’nin zaferi gelir. “Fener”, Manifesto’dur. SBKP 20. Kongresi’ne kadar, Manifesto, hem de giderek daha örgütlü biçimde uluslararası proletaryanın yolunu aydınlatır. Dünyanın giderek büyüyen bir bölümü, yüz milyonlarca işçi ve emekçi, Manifesto’nun çağrısı üzerine birleşmiş, sosyalizmi inşa etmekte ve komünizme doğru ilerlemektedir. Ancak kapitalizm hâlâ güçlüdür ve gerek sosyalizmin inşa edildiği yerlerde gerekse kapitalist dünyada sınıf mücadelesi, burjuvazi ile proletarya arasındaki kavga sürmektedir. Çok zorluk aşılır. Ancak zaman gelir, mücadele edilen “zorluk”lardan sonuncusu, dışarıdan “soğuk savaş”la beslenip desteklenerek “içeriden” örgütlenir. Başkalarının başaramadığını Kruşçev başarır ve Manifesto ve Marksizmin yol göstericiliğe onun tarafından son verilir; SB, modern revizyonizmin egemenliğinde kapitalizmin restorasyonu sürecine sokulur. Marksizmin yenilgiye uğrattığı bütün düşünsel karanlık ayaklanır. Stalin suçlamalarıyla başlanır. Ardından sıra Lenin’e ve Leninizme gelir; “totaliterlik”tir, devrimci işçi hareketi ve hem nesnel hem de öznel olarak sosyalizm tarihsel gidişattan bir sapma ilan edilir. Saldırı, kapitalizmin sonunu ilan ederek “kendi katkısı”nı “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü” bulmak olarak özetleyen Marx’a, Komünist Manifesto’ya, Marksizme yöneliktir aslında. İşçi sınıfı ve tarihsel rolüne yöneliktir. Sosyalizmi, Marksizmi piyasa ile, kuşkusuz kapitalizmle uyuşturma çabalarıyla “öteki”yi, “çalışanlar”ı ve “tüketici”liği, “kimlik” bolluğu ve “çok kültürlülük”ü, piyasanın üstünlüğü ve “sosyalizmin” “özgürlükçüsü”nü ileri sürmenin dünya görüşü ve eylem kılavuzu olarak Marksizm ve onun biricik sahibi, komünist hareket ve komünizm davasının öznesi işçi sınıfını gündem dışı ilan etme liberalizminden başka bir içeriği olamaz. Stalin ve ardından Lenin’e yöneltilen liberal, burjuva gerici saldırı, başlangıçta kuşkusuz, hedef daraltıcı taktik bir saldırıydı ve yolun düzlendiği düşünüldüğünde doğrudan işçi sınıfı ve hareketini, tüm teorik temelleriyle Marksizmi hedef aldı.

Ancak işçi hareketi ve sosyalizmin geçici yenilgisinin boyutları ve Marksizm-Leninizme kara çalınıp geçersizliğinin ilan edilişiyle sağlanmış burjuvazinin kazançlarının büyüklüğü ne olursa olsun, ne denli “işçi sınıfının değiştiği ve tarihsel rolünün bittiği” ve “sosyalizmin öldüğü” ilan edilirse edilsin, ne Marx ve Marksizm, ne temel belgesi olarak Manifesto eskitilebilmiş, ne işçi sınıfının varlığı gizlenebilmiş, ne de işçi hareketinin yeniden ve belli başlı ülkelerde kendisini ortaya koymaya başlamasının önü alınabilmiştir.

160 yıllık bir güncellik kolay değildir. Manifesto, her şeye rağmen, hala güncelliğini koruyor ve hem ileri işçiler hem de entelektüeller arasında yeniden kaçınılmaz zaferini sağlamak üzere yayılıyorsa, bu, onun yaşayan özüyle ilgilidir. Durmaksızın karşıtlık, giderek yoğunlaşan sömürü ve talan, işsizlik, sefillik ve artık açlıkla birlikte savaşlar üreterek, üretici güçlerle çatışmasının en ileri noktalarına varmış kapitalist üretim ilişkileri ve zorbalığının doruğuna varmış birbirleriyle çekişme halindeki burjuva gerici devletlerin çıkmazı, sosyalizm için koşulların olgunlaşmasından başka bir anlama gelmediği gibi, Marx ve Marksizmin, analiz ve çağrısıyla Komünist Manifesto’nun yeniden ve yeniden doğrulanmasından ve güncelliğinden başka bir anlama de gelmez.

Manifesto ve yazarları Marx ve Engels, Marksizmi emperyalizm çağı koşullarında zenginleştirip geliştiren Lenin ve Marksizm Leninizmi sosyalist inşa koşularına uyarlayıp geliştiren Stalin ve komünizm davasını açıklayıp gerçekleşmesinin taşlarını döşeyen Komünist Manifesto birlikte tüm Marksizm Leninizm külliyatı, kapitalizmin durmaksızın çoğalttığı işçi sınıfı var oldukça onun kurtuluş özlem ve hareketinde, kuşku yok ki, daima güncelliği ve gençliğini koruyarak yaşıyor, yaşayacak!

Şan olsun Komünist Manifesto ve yaratıcıları Marx ve Engels’e!

Şan olsun onların açtığı yolda yürüyen ve komünizm davasına katkıda bulunanlara!

Şan olsun işçi sınıfı ve kurtuluş davasına!

anayasa ve kurucu meclis tartışmaları

Yeni Anayasa tartışmaları sırasında gündeme sık sık gelen konulardan biri de, “kurucu meclis” meselesidir. AKP hükümetinin yeni bir anayasa ortaya çıkarma bakımından yaklaşımlarını, yöntemini ve fikirlerini tehlikeli bulan bazı muhalifler, mevcut hükümetin anayasayı değiştirme ve yeni anayasa yapma yetkisinin bulunmadığını iddia ettiler. Yeni bir anayasanın ancak, bu amaçla oluşturulacak bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanabileceğini ileri sürdüler. Bunu iddia edenler arasında, boş yere kavga çıkarmak dışında bir maksadı bulunmayan ana muhalefet lideri Deniz Baykal gibiler bulunduğu gibi, otorite sayılan hukukçular da var.

Bizim bu yazıdaki maksadımız ise, şu veya bu yolun doğruluğuna dair hukuki gerekçeler bulmak ve öne sürmek değildir. Mademki, yeni bir anayasa meydana çıkarmak üzere bir “Kurucu Meclis”in oluşturulması fikri ortaya atılmıştır; öyleyse bunun günümüzdeki örneklerine bakmak faydalı olacaktır.

Son yıllarda önemli gelişmelere sahne olan üç Latin Amerika ülkesinde kurucu meclis tartışması gündeme geldi ve kurucu meclis süreçlerinden geçildi. Bu ülkeler, on yıllardır Latin Amerika’yı yağmalayıp baskı altında tutan emperyalizme ve yerli oligarşik yönetimlere karşı, ilerici demokratik hükümetlerin işbaşına geldiği Venezüella, Bolivya ve Ekvador. Emperyalizmin çıkarlarını sınırlayan, halk yararına önlemler içeren, temel demokratik özgürlükleri asgari düzeyde garantiye alan yeni anayasalar, (ya da anayasa girişimleri) bu üç ülkede de, beklendiği üzere, gericiliğin kuvvetli bir direnişi ile karşı karşıya kaldılar.

Bolivya ve özellikle de Venezüella örnekleri, ülkemizde yakından takip ediliyor ve hemen hemen iyi biliniyor. Biz, şu anda bu süreci yaşamakta olan ve daha az bilinen Ekvador örneği üzerinde durmak istiyoruz.

Latin Amerika’nın Pasifik kıyısındaki küçük ülkesi Ekvador’da yaşananlar, birçok bakımdan olumlu bir örnek teşkil etmektedir. Zira Ekvador’da da anayasanın değiştirilmesi konusu gündeme gelmiş ve bu amaçla oluşturulan Kurucu Meclis bir süreden beri göreve başlamış bulunuyor.

Kurucu Meclis, toplam 130 temsilciden oluşuyor. Bunların 100’ü bölgelerden seçildi (Ekvador 22 bölgeden oluşuyor). Her bir bölge, nüfusuna uygun bir sayıyla temsil ediliyor. 24 temsilci, ulusal düzeyde seçildi. 6 tanesi ise, ülke dışında yaşayan Ekvadorluları temsilen seçildiler. Eylül ayı sonunda yapılan kurucu meclis seçimlerinde seçilen temsilciler, 3 Aralık’ta bir araya gelerek meclis çalışmalarını başlattılar. Yeni anayasanın hazırlanması ve devlet kurumlarının yenilenmesinden sorumlu meclis, iç tüzüğün onaylanmasının ardından 10 tane çalışma komisyonu kurdu. 13 üyeye sahip her komisyon, kalkınma, temel haklar, bölgesel yapılanma, çalışma ve üretim ile yasama modeli başlıklarında çalışma yürütecekler. Tam yetkiye sahip olan meclis, ilk oturumunda Devlet Başkanı Rafael Correa’nın görevini onayladı ve Ulusal Kongre’nin faaliyetlerini belirsiz bir süre için askıya aldı.

Kurucu Meclis çalışmalarının önümüzdeki Mayıs ayına kadar sonuçlanması bekleniyor. Ardından, ortaya çıkan metin halkoyuna sunulacak ve Ekvador, 2008 yılı sonundan önce, belki de bu ülke için yeni ufuklar açacak yepyeni bir anayasaya sahip olmuş olacak.

2006 yılı Kasım ayında yapılan seçimler sonucunda % 56,8 oy toplayarak işbaşına gelen Rafael Correa, anayasayı değiştirmek üzere bir Kurucu Meclis toplanmasını önereceğini önceden ilan etmişti.

Seçimlerde, mültimilyarder muz kralı Noboa’nın arkasında blok kuran burjuvazi ve geleneksel burjuva partileri, Kurucu Meclis fikrine karşı çıktıkları gibi, bu doğrultuda bir referandum yapılmasını da engellemeye çalıştılar. Ama başarılı olamadılar. Burjuva partilerinin bu başarısızlığını ve referandumda ortaya çıkan ezici çoğunluğu anlayabilmek için, Ekvador’un son on yılda yaşadığı çalkantılı süreci çok kısaca özetlemekte fayda var.

 

SON ON YILDA DÖRT HÜKÜMET DEVİREN HALK HAREKETİ

1996 yılında popülist aday Abdalah Buccaram devlet başkanı seçildi. Kısa bir süre sonra halk tarafından “deli Abdalah!” olarak adlandırılmaya başlanan bu ilginç politikacı, seçimlerden önce tüm kesimleri tatmin etmeye dönük vaatlerde bulunduğu halde, işbaşına gelir gelmez IMF programını uygulamaya başladı. Halk ve işçiler IMF programını reddettiler ve genel greve giriştiler. Hareketi orduya ezdirme girişimleri başarılı olmayınca, Abdalah Buccaram ülkeyi terk edip kaçmak zorunda kaldı.

Kısa bir geçiş döneminden sonra devlet başkanlığına seçilen Jamil Mahuad da aynı gerici politikayı devam ettirmek istedi. 2000 yılı Ocak ayında ülke ekonomisini dolara bağlama (dolarizasyon) kararı aldığında, bu, çok büyük bir halk tepkisiyle karşılandı. Ayaklanan halkın oluşturduğu “Halklar parlamentosu”, ordu alt tabakasından bir miktar subayın da desteğini alarak Mahuad yönetimini devirdi. Mahuad da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. “Halk parlamentosu” bir kaç gün boyunca “iktidar”da kaldı. Ancak hareket daha ileri gidemeyerek, burjuva parlamentarizminin sınırları içerisinde eritildi, geriletildi. İsyancı subaylar yargılandılar.

Ama yine de, bunlardan birisi olan Lucio Gutierrez, iki sene sonra yapılan seçimlerde çoğunluğu elde ederek devlet başkanı oldu. Halkın taleplerini dile getiren Gutierrez’e, işçi ve köylü örgütleri, yoksul yerli halk destek verdi. Fakat Gutierrez de çok geçmeden, kendinden öncekiler gibi, emperyalizmin diktalarını, IMF programını uygulamaya ve rüşvetçilik batağına batmaya başlayınca, halkın tepkisini çekti. Nisan 2005’te gerçekleşen halk mücadelesi ve kitle hareketleri neticesinde yönetimi terk etmek zorunda kaldı.

Alfredo Palacio öncülüğünde kurulan geçici hükümet de bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri ile Serbest Ticaret Anlaşması (TLC) imzalamaya kalkışınca, hem kendi içerisinde çatırdadı, hem de kitle hareketleriyle karşılandı. Palacio hükümetinde Ekonomi Bakanı olarak yer alan Rafael Correa görevinden istifa etti ve bir süre sonra da Devlet başkanlığına adaylığını açıkladı. Correa, Kasım 2006’da oyların % 56,8’ini alarak Devlet Başkanlığı koltuğuna oturdu.

Yani 10 yıllık bir süre içerisinde Ekvador emekçi halkı, yerli köylüler ve gençliği, tam 4 hükümet düşürdü ve emperyalizmin ekonomik, askeri diktalarını kabul etmediğini ortaya koydu. Kır ve şehrin emekçi sınıfları (işçiler, köylüler, yerli halk, memurlar, gecekondu halkı, eğitimciler, işsizler, işportacılar vb.) giriştikleri kitlesel hareketlerle, neoliberal ve emperyalizm işbirlikçisi hükümetleri devirmiş, gerici ve yozlaşmış parlamentodan umudu keserek, geleneksel oligarşik seçim partilerini elinin tersiyle itmiştir. Bu uygun koşullarda, halkın isteklerine tercüman olabildiği için seçilen Rafael Correa’nın programında ise, şunlar yer alıyordu: ABD ile “Serbest Ticaret Anlaşması”nı imzalamamak, Kolombiya sınırındaki ABD askeri üssü Manta’yı sökmek, Kurucu Meclis için referanduma gitmek, anayasayı ve “200 ailenin egemenliğine dayanan oligarşik siyasal yapıyı” değiştirmek…

 

R. CORREA’NIN HALKÇI DEMOKRATİK PROGRAMI

2006 yılı sonbaharında yapılan seçimlerin sonuçları, on yıllardır uygulanan işbirlikçi yıkım politikalarının sorumlularına bir yanıt ve halk yanlısı vaatlerde bulunana da umutla bağlanmayı ifade etmekteydi. Salt politik temsil bakımından değil, sınıfsal ve fiziki bakımdan da oligarşinin temsilcisi olan muz plantasyonları sahibi Alvaro Noboa’nın karşısına çıkan halkçı demokrat aday Rafael Correa, önemli miktarda oy alarak işbaşına geldi. Correa, Ocak 2007’de görevi devralır almaz hemen, bir “çağ değişimi”nden söz etmeye başladı. Devlet kurumlarının yeniden yapılandırılacağını, yeni bir anayasa oluşturmak üzere bir kurucu meclisin kurulacağını, ülkeyi kemiren yozlaşma ve rüşvete savaş açılacağını, ekonomide ulusal çıkarları öne alan bir politika uygulanacağını, ABD ile “Serbest Ticaret Anlaşması”nın imzalanmayacağını, borçların yeniden gözden geçirileceğini, petrol sözleşmelerinin inceleneceğini, sağlık, eğitim ve diğer sosyal alanlarda halk yararını gözeten bir politikanın yürürlüğe sokulacağını, “Bolivarcı” bir yaklaşımla ulusal ve bölgesel egemenliğin korunmasında titizlik gösterileceğini, ABD ile askeri üs anlaşmasının yenilenmeyeceğini ve komşu Kolombiya’ya yönelik ABD planlarının bir parçası olunmayacağını ilan etti.

Kuşkusuz Correa’nın programı, ekonominin millileştirilmesini, toprağın ve üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçirilmesini, ülkenin örgütlü işçiler ve köylüler tarafından demokratik bir tarzda idare edilmesini öngören sosyalist bir program değildir. Ama ona rağmen, halk desteğiyle ilerici reformlar gerçekleştirme programı bile, gericilik için bir tehdit olarak algılandı. Programına sadık kaldığı oranda, kapitalist patronların, büyük toprak sahiplerinin, bankerlerin ve muz plantasyonu sahiplerinin saldırı ve komplolarına maruz kalmaya başladı ve ileride de bu durumun sertleşerek süreceği kesindir.

Nitekim Anayasa’nın yenilenmesi için bir kurucu meclisin oluşturulması doğrultusunda ilk adımlar atıldığında hemen direnişle karşılaşıldı. Parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran geleneksel düzen partileri, kurucu meclis fikrine şiddetle karşı çıktılar. Ancak, parlamento içerisindeki değişik gruplarla girişilen taktik ittifaklar, sokak hareketiyle de birleşince, Ekvador Kongresi, 13 Şubat 2007 tarihinde referandum kararı almak zorunda kaldı ve tarihini 15 Nisan olarak belirledi.

15 Nisan 2007 tarihinde yapılan referanduma katılanların % 81,7’si (5 milyon 300 bin kişi) evet, % 12,4’ü ise (824 bin kişi) hayır oyu kullandı. 22 bölgeden sadece 3’ünde “evet” oyları %80’in altında kaldı. Hâlbuki geleneksel sağ ve “sol” burjuva partilerinin hepsi de “hayır” oyu verilmesi çağrısında bulunmuşlardı.

Bu arada, R. Correa, referandum sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra yaptığı açıklamada, IMF’nin borçlarını ödeyip bu kurumla tüm ilişkileri keseceklerini söyledi ve Dünya Bankası temsilcilerini de ülkeden kovma kararı aldıklarını açıkladı. Bu kararlar, on yıllardır IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların sömürü kıskacındaki emekçi halk tarafından coşkuyla karşılandı.

Kurucu Meclis üyelerini belirleyecek seçimin kampanyası, işte bu koşullarda ve canlı bir ortamda yürütüldü. Gericiler kurucu meclis seçimlerine, yabancı sermayenin çıkarlarını koruyan, neoliberalizm uygulamalarını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayan mevcut aygıtları devam ettirmek, ülke ve halk yararına hiçbir değişikliğin yaşanmaması için katıldılar. Devrimciler de kurucu meclis için aday oldular. “Ülkenin tam bağımsızlığını garantiye alan, oligarşinin bölme çabalarına karşı üniter yapıyı savunan, stratejik doğal kaynakların devlet denetiminde çıkarılması ve işletilmesini garantiye alan, üretken ve dayanışmacı bir ekonomik kalkınma öngören, emekçilerin iş, yeterli bir gelir, sendikal ve politik örgütlenme gibi demokratik ve politik haklarını garantiye alan, yolsuzluk çarkını kıran vb.” (PCMLE ve MPD’nin seçim bildirgesinden) maddeleri içeren yeni bir anayasanın oluşturulması için kampanya yürüttüler.

Seçim, 30 Eylül 2007 tarihinde gerçekleştirildi. Başkan Rafael Correa’nın liderliğini yaptığı “Ülke İttifakı Hareketi”, toplam 130 sandalyeden 80’ini kazanarak mutlak çoğunluğu sağladı. Ve Kurucu Meclis, çalışmalarına 3 Aralık 2007 tarihinde başladı. İlk toplantı tarihinden itibaren yaklaşık 6 ile 8 ay içerisinde tartışmaların sonuçlandırılıp, metnin yazılması bekleniyor. Ondan sonra, mevcut parlamento ve kurumların kadroları değişecek, yeni seçimler düzenlenecektir. Başkan Correa’nın deyimiyle “tüm kurumlar yeniden bir meşruiyet sınavından geçecekler”.

Evet, dikkatle izlendiğinde görülecektir ki, Latin Amerika’da politik ve toplumsal güç ilişkilerinde önemli değişimler yaşanıyor ve ortaya çıkan yeni durum, ilerici devrimci politikaların hayat bulması için elverişli bir ortam yaratıyor. Birçok ülkede emperyalistler ve burjuva fraksiyonları, egemenlik planlarını zora sokacak derecede önemli darbeler aldılar. Ekvador’da da benzer gelişmeler yaşandı. Son dönemde gerçekleşen seçimler (başkanlık seçimleri, referandum, kurucu meclis seçimleri), sağcı gerici güçlerin yenilgisiyle sonuçlandı. Özellikle de, seçmenlerin ezici çoğunluğunun desteğini alan ve yenilenme, değişim isteğini dışa vuran referandum sonuçları, büyük bir anlam ifade etmekteydi. Bu süreç, sonbaharda yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde de derinleşerek devam etti. İlerici demokratik güçler ezici bir çoğunluk elde ederek, halkçı bir anayasanın hazırlanabilmesine imkân yaratmış oldular.

 

KURUCU MECLİS HER DERDİN DEVASI DEĞİL AMA MUTLAKA DARBE ÜRÜNÜ OLMAK ZORUNDA DA DEĞİLDİR

Tabi ki Kurucu Meclis, kendi başına ülkenin kaderini değiştirebilecek, sihirli bir değnek değildir. İşlevini doğru bir yolda yerine getirebilmesi, esas olarak kuruluş amacına, bileşimine ve emekçi kitlelerin hareketiyle ilişkisine bağlıdır, mensuplarının kimin, hangi sınıfın çıkarlarını savunduklarıyla alakalıdır. Ayrıca, sadece politik önlemler almak, iyi kanunlar çıkarmak yetmez. Kapitalizmin, oligarşinin ekonomik çıkarlarına darbe vuracak, hortumlarını kesecek adımlar da gereklidir. Kuşkusuz olabilir en ileri bir anayasa metni çıkarmak hedeflenecektir ama işçi ve emekçi kitlelerin temel sorunlarının kapitalizm sınırları içerisinde kalınarak esaslı bir tarzda çözülemeyeceği de akıldan çıkarılmamalıdır.

Yeniden Türkiye’deki anayasa ve kurucu meclis tartışmalarına dönecek olursak; bu konularda çokça şey söyleniyor ama bu söylenenler insanları doğru bilgilendirmek ve yönlendirmekten ziyade, yanıltmaya hizmet ediyor. Kurucu meclis talebi, mevcut statükonun savunucuları tarafından olmayacak bir hülya gibi yansıtılırken, hükümet ve yandaşları tarafından ise, darbe istemekle eşdeğer gösterilmeye çalışılıyor. Halkı bu konularda bilerek yanıltanlar kervanına, AKP’nin hazırladığı anayasa taslağının başyazarı Prof. Ergun Özbudun da katıldı. Özbudun, “Anayasanın hiçbir yerinde, yeni anayasaların, normal meclisler tarafından yapılamayacağını anlatan bir hüküm yok. Kurucu meclisler, savaş, ihtilal gibi gelişmelerden sonra oluşur. Zaten normal meclis devam ederken kurucu meclisin oluşturulması da mümkün değil. Bunun örneğini dünya üzerinde görmedik. Kaldı ki şu anda kurucu meclis oluşturmak, anayasaya da aykırı olur” diyor.

Özbudun doğruları söylemiyor ve amacının, (daha doğrusu kendisine bu metni yazma siparişi verenlerin amacının) yeni bir toplum sözleşmesi yapmak değil, çeşitli düzenlemelerle yetinmek olduğu anlaşılıyor. Bir kere kurucu meclis, öyle her yerde ve her gün tartışılan ve gündeme gelen bir basit mesele değildir. Bugün dünyanın zaten sadece birkaç ülkesinde tartışma gündemindedir. Ve bunlardan biri de Ekvador’dur. Gördüğümüz gibi, Ekvador’da Özbudun’un tam da “örneğini dünya üzerinde görmedik” dediği şey gerçekleşmektedir. Yani “normal meclis” devam ediyorken, kurucu meclis kurulmuş ve görevine başlamıştır. “Normal meclis”in çalışması, belirsiz bir süre için durdurulmuştur. Orada da, “normal meclise” kapaklanmış olan gericiler, bu sürece engel olmak istemişler ve koltuklarını kolayca terk etmemişlerdir. Ama on binlerce emekçi meclis kapısına dayanınca, kurucu meclis kararını almaktan başka bir seçenekleri kalmamıştır.

Zaten Türkiye’de burjuva gerici cephenin bildiğimiz denli pervasız davranabilmesinin esas nedeni, Ekvador’dakine benzer bir halk baskısını enselerinde hissetmemelerindendir. Kurucu meclis olsun ya da olmasın, ezilen emekçi kitlelerin temel hak ve özgürlüklerini garantiye alan, ülkenin bağımsızlığını savunan, eşit ve demokratik bir temelde bütünlüğünü sağlayacak bir anayasa, geniş halk kitlelerinin isteği, baskısı ve katılımı olmadan zaten imkânsızdır.

Kayıkçı dövüşüne dönüşen siyasal sürtüşmelerin, anayasa meselesini türban tartışmaları ile sınırlayan seviyesizliğin, gerici dincilere karşı çıkacağım diye işi darbe anayasası bekçiliğine kadar vardırma ahmaklığının gerisinde de esas olarak bu durum vardır. Emekçiler, kendilerinin ve ülkenin kaderi ile ilgili meselelere daha çok ilgi gösterdiklerinde, burjuva partileri üzerinde örgütlü bir basınç oluşturduklarında, bir adım daha ilerleyip kendi geleceklerine dair konularda söz söyleme ve karar alma hakkını elde ettiklerinde, anayasa metni de, halkın özlemlerine uygun bir yeni yapılanmayı içermemezlik edemez!

uygulanan ekonomi politika ve emekçiler

 Başbakan ve ekonomiyle ilgili bakanlar başta olmak üzere, AKP hükümetinin sözcüleri, “ekonominin iyiye gittiği, refah düzeyinin yükseldiği, Türkiye’nin güvenilirliğinin arttığı” iddialarını 2007 yılında da sürdürdüler. AKP sözcüleri, yıllık ortalama % 5 civarındaki büyüme, işletme verimliliği ve kapasite kullanımında yükselme, ihracatta ve dış sermaye girişinde artış, “borçlanma olanağı”, şirket kârlarındaki artış ve dolar milyarderlerinin sayısının 28’e yükselmesi gibi verileri, ekonomi politikalarının başarısına kanıt olarak gösteriyorlar. Hükümet ve ekonomi üst bürokrasisi, 2002-2007 dönemi uygulamalarının sermaye yararına sonuçlarını bu yönde yorumlamaktadır. Buna göre, yüksek banka kârları, ihracatın 100 milyar doları aşması”, sınai ürünler ihracatındaki büyüme ve yabancı sermaye girişi” gibi gelişmeler, bu politikanın sürdürülmesinin salt yararlarını göstermemiş, sürdürülmesi gereğini de kanıtlamıştır.

Türkiye ekonomisinin, 2000’li yılların başında yaşadığı mali-ekonomik krizden sonra, uluslararası ölçekte izlenen emek düşmanı sert politikalar desteğinde belirli bir büyüme trendi göstermesi, bu propagandanın en önemli dayanağını oluşturuyor.

Ekonomi ve Hazine’den sorumlu devlet bakanları ve üst bürokratlar, uluslararası mali sermaye kurumlarıyla tekelci işletmelerin sözcülerini kaynak göstererek, Türkiye’nin hızlı kalkınmakta olan ülkelerin önünde yer aldığını ve bunu uluslararası sermaye ile sağladığı uyum sayesinde gerçekleştirdiğini ileri sürüyor; bu yönde daha hızlı adım atılmasıiçin çalışacaklarını ilan ediyorlar. Başbakan ve hükümet yetkilileri, bu kurum ve işletmelerin sözcülerinin, “Türkiye’yi, serbest piyasa ekonomisi, yetenekli işgücü ve hükümet yetkililerinin olumlu davranışları ile yatırım için mükemmel bir yer [1] olarak görmelerini, politikalarının doğruluğuna kanıt sayıyor, uluslararası tekellerin Türkiye’yi kilit önemdeki stratejik pazarlardan biri olarak seçmeleri, Türkiye’deki iş ortamını çok cazip bulmaları ve beklentilerimizin ötesinde güzel sonuçlar aldık[2] diye yüksek getiri sağlamalarıyla övünmelerini, “yola devam etme” ölçüsü olarak alıyorlar.

Hükümet sözcüleriyle ekonomi üst bürokrasisinin bu iddiaları ve “başarı için” yapılmasına karar verilen yeni düzenlemeler, hükümetin ekonomi politikalarının, a) 2002-2007 dönemi uygulamaları ve b) 2008 ve sonrasına dair ilan edilmiş hedefler yönünden irdelenmesini gerekli kılıyor.

 

UYGULAMALAR NE GETİRDİ?

AKP hükümetinin birinci beş yıllık yönetimi süresince uyguladığı ekonomi politika, devlet kuruluşlarının “haraç-mezat” satılmasını; uluslararası şirketlere vergi muafiyetini, enerji kullanımı başta olmak üzere çeşitli özel teşvikleri, çalışma yaşamının esnekleştirilip kuralsızlaştırılmasını içeriyordu. AKP, parti ve hükümet programında dile getirdiği ekonomi politikaları, eksiksiz denebilecek biçimde uygulamaya koydu. Bu uygulamalar sonucu, büyük sermaye ve uluslararası tekellerin kârları büyüdü, kapitalistler daha az işçiyle daha fazla üretim olanaklarını genişlettiler ve düşük ücret ve sosyal hak kısıntıları sonucu kârlarını daha da artırdılar. Bu politikanın diğer bir sonucu, borç ve faizlerin artması, “sıcak para girişi”nin hız kazanması ve miktar olarak büyümesi, buna bağlı olarak, dışarıya kaynak transferinin artışı ve bağımlılığın daha da ağırlaşmasıydı. Uygulanan politika nedeniyle tarım ve hayvancılık alanında büyük tahribatlar yaşandı, işsizlik arttı, küçük üreticiler kitleler halinde iflasa sürüklendiler. İşçilik ücretlerinin, maaşların ve tarımsal ürün taban fiyatlarının reel olarak geriye çekilmesi sonucu, satın alma güçleri daha da gerileyen işçi ve emekçilerin ‘yaşam kalitesi’ iyice düştü.

Hükümetin ekonomi politikalarının çerçevesini çizen, büyük sermaye ve uluslararası tekellerin çıkarlarıydı. İç ve uluslararası koşullar, bu politikaların başarılı sayılabilir tarzda uygulanmasını olanaklı kıldı. Tekellerin kârlarını artırmaları, daha az sayıda işçi ile (ve teknolojiden yararlanarak) daha fazla iş yapmayı, kapasite kullanımı ve verimlilikte artış sağlayarak artı değer sömürüsünü büyütmeleri, “sıcak para çevrimleri”yle yüksek miktarda rant ve faiz getirisi sağlamaları bu başarılar arasındaydı.

Ancak, hükümet politikaları, sorunların ertelenerek biriktirilmesine yol açan, kapitalist “gelecek” açısından sorunlu, “kriz davet eder” mahiyette politikalardı.  İşçi sınıfı ve emekçiler açısından ise, bu politikalar, kapitalist çıkarların ifadesi olarak, saldırı ve sömürüyü olabilir en geniş ölçekte gerçekleştirme amaçlı olmalarıyla belirginlik gösterdiler.

Sermaye ve hükümetinin en önemli hedefi, üretim maliyetini olanaklı en düşük düzeye çekmek, ücretleri düşürmek, çalışma sürelerini uzatmak ve böylece sömürü oranını artırmaktı.

2007 sonu ve 2008 başında, asgari ücrete aylık 16 YTL (günlük 55 ykrş), maaşlara %2+2 oranında ‘zam yapılması’na karşın, elektrik fiyatlarına %20; doğalgaza %14 zam yapıldı. 2007 enflasyonu %8.39 (ilan edilen %4 idi) olarak gerçekleşti. Uygulanan politika, satın alma gücünün üzerinde tüketimi teşvik ederek, kitlesel iflasların etkeni olurken, karşılığı olmayan kredi kullanımında “patlama” yaşandı. Son beş yılda, sadece memur kesiminin kredi kartı borcu 13 kat arttı. 2007 de, 200 bin kredi kartı borçlusu takibe uğradı. Kredi kartı borcu, 2002-2007 arasında, 4 milyar dolardan 74 milyar dolara çıktı.

Hükümetin “başarılı ekonomi politika” olarak propaganda ettiği bu politikanın, kapitalist açıdan ortaya çıkan bazı diğer sonuçları da, bu politikanın gösterilmek istendiği gibi başarılı olmadığını ve sorunların birikerek ertelenmesiyle daha ağır sorunların gündeme gelmesine hizmet ettiğini gösteriyor. Örneğin, Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranında, Türkiye, en alt sıralarda yer alıyor; cari işlemler açığının “milli gelire oranı” (%8) bakımından da, dünyada ilk sırada. Kamu borçlarının “milli gelire oranı” %60 civarında. Yabancı sermayeye “sıfır vergi” politikası uygulayan, neredeyse tek ülke. Özel sektör borçları, 2007 itibarıyla, 147 milyar dolara yükselmiş bulunuyor. Türkiye, “yüksek faiz-düşük kur” uygulamasıyla “rant cenneti” sayılıyor. Bu politika sonucu, ülkeye “giren sıcak para” 108 milyar dolar civarında. Yüksek döviz girişi, hükümetin faiz ve cari açık ödemeleri işlemlerini kolaylaştırmasına karşın, önemli bir risk faktörü oluşturuyor. Enflasyon hedefinin belirlenen oranın (%4) iki katından da fazla gerçekleşmesi (%8.39), 34 milyar dolara çıkan cari açık, 60 milyar dolarlık dış ticaret açığı, büyüme oranında görülen düşme eğilimi, 436 milyar doları aşan dış borç, işsizliğin büyümeye devam etmesi vb. vb.., “ekonomideki bahar”ın sona ermekte olduğuna işaret ediyor. Petrol fiyatlarının 100 dolar sınırını aşması ve Türkiye’nin petrol ürünlerine ihtiyacının büyümesi, bütçe yükünü daha bugünden yüz milyonlarca dolar artırmış durumda. Hükümet, tüm bu etkenlerin neden olduğu ve olacağı sorun ve olumsuzlukları ve giderlerdeki büyümeyi ürün fiyatlarına ve vergilere yansıtma yoluyla işçi ve emekçilerin sırtına yıkmayı planlıyor. İlk adımları da attı: Elektrik fiyatlarına yapılan %20’lik zam nedeniyle, daha 2008 başında birçok üründe fiyat artışı tetiklenmiş oldu.[3] Petrol ve gaz fiyatının yüzde 40 artması, elektriğe %20 zam yapılması, içki ve sigarada %17, 20; gıda ve alkolsüz içeceklerde % 12.03, konutta yüzde 11.48 oranındaki artışlar, ilan edilen enflasyon oranıyla halk kitlelerine yansıyan fiyat artışları arasındaki da ciddi farkların göstergeleri.

Uluslararası tekellerin yüksek kazanç sağlamalarını garanti eden düzenlemeleri; zararlarının tazmin edilmesi, kaynak transferi kolaylığı, vergi muafiyeti ve enerji fiyatlarında indirim vb. uygulamaları “ülke yararına gereklilikler” olarak gösteren AKP hükümetinin, bu politikasıyla gerçekleşen de, borç yükünün ağırlaşması, yabancı sermayenin ekonomi içindeki payının büyümesi ve dışarıya kaynak akışının artmasıdır.[4] Hükümetin “reformlar” politikası, tekelci büyük işletmelere para aktarmayı ve devlet gelirlerinin tekelci şirketler yararına kullanılmasını, devletin yüklenmesi gereken kamu hizmetlerinin asgari düzeye çekilerek ya da tümden yürürlükten kaldırılarak emekçi kitlelerin ihtiyaçlarının bu alanının da paralı hale getirilmesini içeriyordu ve bu politika, işçi ve emekçi hareketinin zaaflarından yararlanılarak başarıyla uygulanabildi.

Büyüme ve kalkınmanın “rekabet edebilme gücü”ne ve “maliyetin düşürülmesine” bağlı olduğu yönündeki burjuva yaygarası, işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçilerin, kendilerine yönelik sosyal-iktisadi saldırı politikalarına karşı geliştirecekleri tepkiyi önlemeyi; sömürüyü artırma amaçlı politikaya uyum göstermelerini ve bu politikaya karşı oluşan mücadeleyi püskürtmeyi amaçlıyordu.

Büyüme ve kalkınma, kuşkusuz öncelikle ‘kendi pazarı’nda söz sahibi olmayı ve bağımsız bir ekonomi politikayı gerektirmektedir. Ülkelerin dünya kapitalist pazarının unsurları olmaları ise, rekabette, en güçlü olanların başı çekmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Büyük uluslararası tekeller ve emperyalist büyük devletlerin pazarlar üzerine kavgayı –yeniden paylaşım– sürdürdükleri koşullarda, bağımlı ülkelerin “rekabet gücü”nden söz etmek, gerçeğe aykırı düşer. Türkiye gibi, elindeki ekonomik varlıkları ‘haraç-mezat’ satan ülkelerin ise, kendi pazarları üzerinde dahi söz hakkı, ancak lafızda var olabilmektedir. Kapitalizm koşullarında, büyüme ve kalkınma, her şeyden önce, büyük ölçekli yatırımı; fabrika alanlarına, binalarına, makinelere önemli miktarda sermaye ayırmayı gerektirir. Hükümetin ekonomi politikalarında –bu nüans farklarıyla tüm burjuva hükümetlerinin benimsediği bir politikadır– yatırımlar merkezi bir yer tutmamaktadır. (Kanıtlardan biri, yatırımların bütçe içindeki payının  %5’lere çekilmesi, sağlık ve eğitimde kamu yatırımının sırasıyla %5.5 ve %1 düşürülmesidir.) Hükümetin politikaları mali sermayenin çıkarlarıyla tam uygunluk göstermektedir ve mali sermaye, böylesine riskli-zahmetli ve zaman alan işlere girişmek yerine, %17-14 oranındaki reel faiz gelirini daha cazip bulmaktadır.

Hükümet sözcüleriyle kimi sermaye iktisatçılarının, ücret maliyetlerinin yüksek olmasının düşük istihdama neden olduğu, bu durumun büyümeyi engellediği; oysa ücret ve gelir artışı için büyümenin şart olduğu yönündeki propagandası, AKP’nin ikinci hükümet dönemi uygulamalarına da yön veren ikiyüzlülüğün ana fikrini oluşturuyor. Burjuvazinin uluslararası alanda işçi sınıfına karşı sürdürdüğü sınıf savaşının son on yıllardaki en önemli hedeflerinden birinin gerçekleştirilmesi amaçlı bir manevradır bu.

 “Ücret maliyetlerinin yüksek olduğu, bunun da düşük istihdamı kaçınılmaz kıldığı” ileri sürülerek, işsizliğin kapitalist kaynağı gizlenirken, ücret artışı için mücadele eden işçi ve emekçilerin bu mücadeleden alıkonması ve bu amaçlı saldırılar, emekçiler yararına kaçınılmazlıklar olarak gösteriliyor. Oysa, ücretlerin, sermayenin maliyet hesapları içinde en altlarda seyreden “kalemler”den olmaları bir yana, düşük istihdam, kapitalist üretim sisteminin kaçınamayacağı, ortadan kaldıramayacağı ve burjuvazinin, işçi sınıfının çalışan bölümleri üzerinde bir baskı unsuru ve sınıf içi rekabeti körükleme araçlarından biri olarak da ihtiyaç duyduğu “yedek güç”tür. Kapitalist gelişme, makine ve teknolojik ilerleme, burjuvaziye, çok sayıda işçinin yapacağı üretimi daha az sayıda işçiyle gerçekleştirme olanağı sağlamaktadır. Tam istihdam, kapitalizm koşullarında bir “ütopya”dan öteye gitmez ve hemen tüm kapitalist ülkelerde ucuz işgücü yedeği –az ya da çok– mutlaka bulunur. Çalışabilir durumdaki her emekçiye, temel gereksinmelerini karşılayacak bir ücret üzerinden çalışabileceği iş olanağı sağlamış, bir tek kapitalist ülke gösterilemez. Kapitalist gelişme, kalkınma ve büyüme, emekçilerin gereksinmelerini karşılayabilecek gelire sahip olmalarını değil, kapitalist kârın artırılmasını amaçlar. “Ücret ve gelir artışının ekonominin büyümesine bağlı olduğu” vaazlarına karşın, büyüme ile sağlanan da, yalnızca, artan sermaye gelirleridir. İşçi ve emekçilerin “gelirleri” ise, reel olarak gerilemeye devam etmektedir. Buna rağmen, hükümet, Türkiye’yi “dış yatırımcı için daha çekici hale getirmek” adına, “işçilik maliyetini düşürme”yi ve sosyal hakları daha fazla budamayı, alacağı “önlemler”in başına koymuştur. Hükümetin öncelikli hedeflerinden bir diğeri ise, –Bakan Şimşek’in açıklamaları bunu gösteriyor– ülkenin kaynaklarıyla kurulmuş işletmelerin, henüz özelleştirilememiş olanlarının da, uluslararası sermayeye ve işbirlikçi büyük burjuvaziye pazarlanmasıdır. Oysa bu politika sonucu, sömürü ve bağımlılık ilişkileri ağırlaşmış, uluslararası tekeller ve büyük emperyalist devletlerin Türkiye’nin kaynaklarını transferi artmıştır.

 

HÜKÜMETİN 2008 VE SONRASI HEDEFLERİ NEYİ İÇERİYOR?

Başbakan Erdoğan, Maliye Bakanı Unakıtan ve Hazine’den Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, 2002-2007 dönemi uygulamalarının, 2008 ve sonrasında da, “sıkı para politikalarıyla desteklenerek” sürdürüleceğini açıkladılar. Başbakan ile Maliye ve Hazine’den sorumlu bakanlar, “hükümetleri tarafından izlenen politikalar sonucu istikrarlı bir büyüme sağlandığını, refah düzeyinin yükseltildiğini” belirterek, daha da başarılı olmalarını engelleyen  bazı pürüzleri de ortadan kaldıracak düzenlemeler yaparak” yola devam edeceklerini ilan ettiler.

2008 yılı programında “öngörülen 398 tedbirden 262 tanesi”nin “yatırım ortamının iyileştirilmesine yönelik” olduğunu açıklayan Bakan Şimşek, bunun için “istihdam üzerindeki idari ve mali yükleri azaltacaklarını”; özelleştirmeyi hızlandırıp “Elektrik ve enerji dağıtım ve üretim, bazı şeker fabrikaları, Türk Telekom, Halkbank, Tekel, Otoyollar, Limanlar, köprü ve karayolları gibi bir çok şirket ve varlık”ların özelleştirileceğini; “firmaların teknolojik gelişimlerinin desteklenmesi, girişimcilerin finansal kaynaklara erişim imkanlarının artırılması, kurumsal yönetimin geliştirilmesine yönelik önemli adımlar” atılacağını ve “beşeri ve fiziki sermayenin güçlendirilmesi ve yasal altyapının iyileştirilmesi için ne gerekiyorsa” yapılacağını belirtmektedir. Hükümet ve ekonomi üst bürokrasisi, yüksek miktarda döviz girişinin önümüzdeki dönemin “risksiz atlatılması”nı olanaklı kılacağı ve Türkiye’de bir durgunluk ve “kriz” tehlikesi bulunmadığı iddiasını buna eklemektedir.

“İngiliz ekolü”nden gelme Bakan, hükümetin 2008 ve sonrası döneme ilişkin ekonomi programını böylece özetlemiş oluyor. Hazineden sorumlu Bakan Şimşek, bu politikayı “Türkiye’nin önünü açacak projeler” kılıfıyla giydirilmiş olarak, denebilir ki, daha geniş biçimde özetleyerek ortaya koydu. Şimşek, “Türkiye’nin yapısal sorunlarına gerçekçi ve uzun soluklu çözümler” aradıklarını, “Türkiye’nin ciddi potansiyelini ortaya koyacak reformlar”ı uygulayacaklarını söylüyor. “Popülizm tuzağı”na düşmeyeceklerini, sorunlara “istihdam ve rekabet gücü odaklı” baktıklarını belirten Bakan, istihdamı, verimlilik ve rekabet gücünü artırarak, “Batı’yla arayı kapatma”yı başaracaklarını ileri sürüyor. “Bunu gerçekleştirmemiz için ne yapmamız lazım?” diye bir kez de kendine soran Bakan’a göre, “işgücü piyasasının esnekliğinden tutun, beşeri sermayeye yatırımdan… rekabetin önünü açmaya kadar….” bir dizi reform gerçekleştirerek, Türkiye ekonomisinin, uluslararası kapitalist rekabette, “Batı’yla arayı kapatması” sağlanacağı gibi, içerdeki sorunların çözümü de gerçekleştirilmiş olacak!

Eğer bir cümleyle özetlenirse, “kalkınmayı ve rekabet etme gücünü sürdürme” iddiasıyla alınacağı açıklanan bu “önlemler”, ülkenin uluslararası sermaye ve büyük emperyalist güçlere bağımlılığının artırılması ve emekçiler üzerindeki yükün ağırlaştırılmasını içeriyor. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dikte ettirdikleri program sürdürülecek: düşük ücret ve maaş, tarım ürünlerine sübvansiyonların minimuma düşürülmesi ya da tamamen kaldırılması, dış sermaye yararına ayrıcalıklar, ihracatı artırma hedefli ve tüketimi sınırlama içerikli “sıkı para politikası”, üretime dayalı büyümenin aleyhine olmak üzere “yüksek faiz-ucuz döviz” uygulaması devam ettirilecektir. Hükümetin istihdam ve yatırım sorununu ele alışı, “mali disiplin”e yaklaşımı, “rekabet” anlayışı ve öngördüğü “reformlar”ın tümü, IMF-Dünya Bankası reçetelerine uygundur ve sermaye çıkarlarını esas almaktadır. Özelleştirilmemiş ne varsa satılacak, işçilik maliyeti (ücret ve yan giderleri) düşürülecek, sermayenin “rekabet gücü”nü artırmak için vergi politikaları kapitalistler yararına düzenlenecek, yüksek faiz uygulamasıyla “devlet gelirleri” rantiyelere peşkeş çekilecek, borçla döndürülen ekonomi politika sürdürülecek; yatırımcılar açısından güçlü ve istikrarlı büyüme performansını kalıcı kılan ve cazip bir iş ortamı sağlamaya yönelik politikalar” esas alınacaktır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sağlığın tümüyle paralı hale getirilmesi (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası); ücretlinin ölmesi durumunda çocuklarına verilen “ölüm aylığı”nın 18 yaşından sonra kesilmesi, çocuksuz eşe bağlanan maaşın %25 oranında düşürülmesi, doğum izni parasının %10’a düşürülmesi, iş göremezlik ödeneğinin %16 azaltılması, hastanelere “katılım payı” adı altında ödeme zorunluluğu getirilmesi gibi ek saldırılar uygulamaya konacaktır. Hükümet, kapitalist çıkarların bekçisi olarak bugüne dek uyguladığı ekonomi politikaları, yeni yasal düzenlemelerle, daha engelsiz, daha pervasız  uygulanabilir hale getirme çabasındadır. “Çözüm”, “reform” ve “önlem” kapsamında sıralananlar, uluslararası sermaye ve kapitalistler yararına; sömürü olanaklarını genişletme ve kâr oranlarını yükseltme içeriklidir.

AKP ve hükümeti, ekonominin tüm dallarının, enerji ve telekomünikasyon gibi stratejik sektörlerinin uluslararası tekellerin denetimine girmesini, hem başarılı bir gelişme, hem de sürdürülmesi zorunlu politika olarak sunmaktadır.

 Hükümet ve AKP’nin kitle propaganda organları, dünya ekonomisindeki durgunluk belirtilerine rağmen, “dünya ekonomisinde önümüzdeki dönemde ciddi bir daralma beklenmediği”ni; ancak “bir kriz durumunda da Türkiye için risk bulunmadığını” ileri sürmektedirler.[5] Bakan Şimşek “Doğrudan yabancı sermaye girişleri”nin cari açığın “önemli bir bölümünü finanse etmeye devam edece”ğini, “Mali disiplin ve istikrarlı büyüme sayesinde kamu borç yükünde gerileme” sağlanacağını, uluslararası sermayenin “Türkiye’ye yönelmesine sebep olan cazibe faktörleri”nin devam ettirilmesiyle risklerin karşılanacağını belirterek, uluslararası tekellerin “öncelikli olarak finans, telekomünikasyon ve altyapı gibi hizmetler sektörüne” yoğun ilgi göstermelerini ve giderek “bu ilginin kademeli olarak tüm diğer sektörlere” yönelmesini, kalkınmanın en önemli etkeni göstermektedir.

Bu iddiaların üzerine inşa edildiği politika, durgunluk verilerini ve genel bir durgunluğun getireceği yeni “riskleri” göz ardı etmektedir. AKP sözcüleri, 2008’in “kriz yılı olacağı” yönündeki uluslararası tartışmaları ve durgunluk belirtilerinin ABD başta olmak üzere çeşitli ülkelerde giderek güçlendiği yönündeki belirlemeleri hafife alır gözükmektedirler. Oysa, ABD başta olmak üzere, başlıca kapitalist ülkelerde, ekonomik büyüme oranlarındaki düşüş devam etmekte, durgunluk belirtilerine yenileri katılmaktadır. ABD’de patlak veren “Mortgage krizi”, ABD başta olmak üzere, başlıca kapitalist ülkelerde borsaları sarsmaya devam ediyor. Bush yönetimi piyasaya 150 milyar dolar ek para sürmesine rağmen, borsadaki düşüşler giderek hız kazanıyor. Asya ve Avrupa borsalarında %7’ye varan düşüşler yaşanırken, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB), bir günde (21 Ocak) 13.1 milyar dolar kayıp verdi. Bu gelişmeler ve neden oldukları güvensizlik ve kaygılar, kapitalist piyasalarda durgunluk eğilimini güçlendirici bir işlev görüyor. ABD ekonomisinin Mortgage (konut kredisi) kriziyle daha da sarsılması, ve bunun, dünya finans kaynakları üzerinde 400 milyar dolarlık bir kayba ve dünya borsalarında düşüşe yol açması; petrol fiyatlarının 100 dolar düzeyine yükselmesi ve artan petrol gereksinimi; büyüme oranındaki gerileme, aşırı dış borç ve büyük dış ticaret açığıyla cari açık, resesyon eğilimini güçlendirmekte, krizi tetikleyici rol oynamaktadır. ABD’de üretim endeksi, Aralık 2007’de, son dört yılın en düşük seviyesine geriledi. ABD borsalarındaki düşüşler, Amerikan Merkez Bankası (FED)’in faiz indirimini sürdüreceğine yönelik açıklamalarına karşın, devam ediyor. 100 doları aşan petrol fiyatları ve ABD ekonomisinde stagflasyon (durgunluk içinde enflasyon) beklentilerinin güçlenmesi, dünya borsalarında ciddi dalgalanmalara yol açtı vb. Aralarında ABD eski hazine bakanları ve DB uzmanlarının da bulunduğu ekonomistler, ABD ekonomisinin, bugüne dek “güçlü yardımcı” olarak kullanabildiği Çin-Hint ekonomisinden aynı şekilde yararlanması olanaklarının daraldığına dikkat çekerek; Çin ve Hindistan’ın, büyümelerini, dünya ortalamasının üzerinde gerçekleştirmeleri mümkün olmakla birlikte, petrol fiyatlarının aşırı yükselmesi ve Çin dahil birçok ülkede, dış ticarette “dolardan euro’ya geçme” eğiliminin güç kazanmasının, Çin-Hint ve Arap “fazla sermayesi”nin Amerikan devlet tahviline ve bonolarına yatırım eğilimini zayıflattığını belirtiyorlar.[6]

ABD ekonomisi üzerine değerlendirmeler yapan Morgan Stanley (10 Aralık), Alan Greenspan (15 Aralık), ABD Hazine eski Bakanı Larry Summers, durgunluk belirtilerine dikkat çekerek, önlem alınmasını istediler. Ardından, dünyanın en büyük (750 milyar dolarlık) tahvil portföyünü yöneten PIMCO’nun direktörü Bill Gross, Larry Summers’ın kaygılarını paylaştığını belirterek, “ABD ekonomisi, Aralık ayından itibaren resesyona girmiştir” açıklaması yaptı.[7]

ABD’nin kapitalist dünya ekonomisindeki ‘özel konumu’ ve teşkil ettiği büyüklük (dünya ekonomisinde yüzde 30’dan fazla bir paya sahip), Amerikan ekonomisinin % 72’sinin özel tüketim harcamalarına dayanması, Çin başta olmak üzere, bazı Asya ülkelerinin ve Batı Avrupa ülkelerinin en önemli ihracat pazarı olması, bu ülkedeki daralmanın, dünya ekonomisinde ve hemen tüm ülkelerde çok yönlü etkilerde bulunmasını olanaklı hale getirmektedir.[8] Amerikan ekonomisinde ortaya çıkacak bir kriz ise, dünya ekonomisinde yeni bir kriz ve çalkantının nedeni olabilecektir. Mortgage krizinin finans sistemine getirdiği “yük”ün (400 milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor) giderek büyümesi ve bunun da ABD, Çin, AB ülkeleri ve Türkiye gibi diğer ülkelerin borsalarında ani düşmelere yol açarak, kredi daralmasına ve krediye bağlı üretken sektör firmaları üzerinde baskının artmasına neden olması, ekonomik daralma ve durgunluğu, adeta beslemektedir. Nitekim, IMF’nin Ekim ayı tahmini raporunda, dünya ekonomisinde bir yavaşlama yaşanabileceğine dikkat çekilmektedir.[9]

Durgunluğa işaret eden gelişmeler artmaktadır ve bu gelişmelerin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri “çıplak gözle görülür” olmaya başlamıştır. Petrol fiyatlarının 100 dolar sınırını aşması ve dünya borsalarındaki düşüşlerin etkisi altında, İstanbul Borsası da düşüşe geçti (bir günde yüzde 6 civarında ).[10] Uluslararası piyasalardaki “olumsuz hava”dan etkilenen yabancı yatırımcılar, bankacılık hisseleri başta olmak üzere, borsadaki varlıklarını azaltmaya yöneldiler, vb.

Bu –”ilk”– göstergeler, Türkiye ekonomisi bakımından da durgunluk ve “kriz” etkenlerinin birikmekte olduğuna işaret ediyorlar. AKP hükümetinin dışa bağımlılığı artıran ekonomi politikası, uluslararası alandaki bu olumsuz gelişme ve etkenlerin Türkiye’ye katlanarak yansımasına neden oluyor. Dış sermaye girişiyle “risk atlatma” beklentisi –Şimşek’in açıklamaları–, dış sermaye girişindeki sorunlara bağlı riskleri azaltmıyor, aksine arttırıyor.  Dış sermaye girişinin bağımlılığı artıran etkisi bir yana, bu “ilgi”de, özelleştirme “pastası”ndan büyük pay kapmak ve yüksek faiz getirisi sağlamak, önemli bir  etkendir. Ancak, özelleştirilecek büyük ölçekli şirketlerin azalması ve tüm dünyada etkileri görülen “Mortgage Krizi”nin Batı ülkeleri ekonomileri üzerinde oluşturduğu yük nedeniyle, bu “ilgi”nin eskisi gibi kalmayacağı da, daha bugünden görülmeye başlanmıştır. Dışsatım (ihracat) artışının dışalıma (ithalat) bağımlılığı, Türkiye gibi bağımlı ülkeler ekonomilerinin özelliklerinden biridir. Bugünün verileriyle, her bir YTL’lik ihracat için 1.5 YTL’lik ithalat gerekmektedir. Cari işlemler açığı, 2007 Ocak-Eylül dönemi için %6.2 artarak, 34.9 milyar dolara çıkmıştır. DTP’nin 2008 programı, cari açığı 39.2 milyar dolar olarak öngörmektedir. Türkiye, %18.84’lük “bileşik faiz” ödemesiyle, faizde “dünya rekoru kırmış”tır ve böylece döviz bolluğu sağlamıştır. Yüksek faizin sonucu olarak, dolar “yığınak” yapmıştır; bu da, hükümet sözcüleriyle merkez bankası yöneticilerinin “dövizimiz bol, sorun olmaz” söylemlerine neden olmuştur. Ancak bunun sonucu ödenen faiz miktarı, ülkenin onlarca yıl boyunca dışarıya kaynak aktarmaya mahkum olarak, büyük borç altına girmesine yol açmıştır. Faizlerin bu derece yüksek olmasında, uluslararası sermayenin Türkiye ekonomisini “riskleri büyük” ve istikrarsız bir ekonomi olarak görmesinin payı büyüktür. IMF, DB gibi uluslararası sermaye kuruluşlarıyla uluslararası tekeller, Türkiye’yi, “borcuna sadık ülke” olarak övmelerine karşın, ekonomisini “güvenilir” görmemektedirler. “17. büyük ekonomi” övgüleri, bu bakımdan bir ikiyüzlülükten ibarettir. Döviz “yığılması”nın bir öteki nedeni, özelleştirme politikasıyla, hemen tüm “kamu varlıkları”nın satılmasıdır. Bu alanda da, kaynaklar tüketilmek üzeredir. Bütün bunlar, uluslararası koşulların ekonomik durgunluğa yol açması durumunda, Türkiye ekonomisinin büyüme, enflasyon, cari açık, istihdam politikalarının, bugünkünden de daha kapsamlı biçimde ve olumsuz olarak etkilenmesini olanaklı kılacaktır.

Bu bir yana, hükümetin risksiz saydığı ve sürdüreceğini ilan ettiği “kalkınma” politikası, bedelini halk kitlelerinin ödediği bir “kalkınma ve büyüme” politikasıdır. “Veriler”in gösterdiği, ülke ekonomisinin, uluslararası tekellerin ‘çarkı’na daha fazla bağlandığıdır. Riskler artmıştır. ABD’den başlayarak, dünya ekonomisinde bir daralma-durgunluk durumunun ortaya çıkması, birkaç başka ülkeyle birlikte Türkiye’yi ilk sırada etki altına alacak; bazı burjuva iktisatçılarının deyişiyle, “vuracak”tır! Mali sermayenin egemenliği koşullarında, herhangi kapitalist ülkeye dış sermaye girişi engellenememekle birlikte, sermaye girişi, kapitalist gelişmeye yaptığı “katkı”nın daha fazlasını, deyiş yerindeyse, çekip götürme işlevi de görür. Türkiye’de görüldüğü üzere, sermaye girişinin, esas olarak “sıcak para işlemleri” kapsamında gerçekleşmesi durumunda ise, ülke ekonomisinin kalkındırılması değil, soyulması, en küçük birimine dek uluslararası tekellerin faaliyetine açılması söz konusudur.[11]

AKP’nin (ve ondan önce işbaşında olan hükümetlerin) ekonomi politikaları bağımlılığı artırmış, halk kitlelerinin, emperyalist ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda, –ve hiçbir sorumlulukları olmadığı halde– yüzlerce milyar dolar borç ve faizini ödeme yükü altına sokulmalarına yol açmıştır. Türkiye ekonomisinin en önemli handikaplarından biri, artan borç ve faiz yüküdür. 2008’de ödenecek faiz miktarı, 56 milyar YTL’dir. Bu, 204 milyarlık toplam milli gelirinin %27,5 una denk gelmektedir. Uluslararası sermaye ve emperyalist büyük devletlere ödenen büyük “meblağlar” pahasına bağımlılık koşulları ağırlaşmış ve ekonomi, bir tür “modern Duyun-u Umumiye rejimi” sayesinde “dönüyor” hale gelmiştir. Buna rağmen, hükümet ve “Hazineden sorumlu Bakan”ı, “dış sermaye akışındaki artış”ı başarı olarak göstermekte; bu durumun devamı için, “dış sermaye girişini özendirme” politikasını “kararlılıkla sürdürmek” istemektedirler.

Bu politikanın sonuçları, halk kitlelerinin günlük yaşamına; artan işsizlik, çalışan kesimleri üzerinde daha ucuza, daha fazla çalışma baskısı, temel ve yaşamsal gereksinmeleri karşılayamama ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, borç ve faizlerini ödeme mahkumiyeti ve bunun yol açtığı ekonomik-sosyal yoksunluklar şeklinde yansımaktadır.

 

EKONOMİ POLİTİKA VE EMEKÇİLER

Emperyalist ülkeler başta olmak üzere, kapitalist dünyada‚ tekelci işletmelerin ve devlet gelirlerinin artışına karşın, burjuvazi ve hükümetlerin, „işçilik maliyetinin yüksekliği”nden söz ederek, bunu “giderecek önlemler” adı altında emekçilerin mücadeleyle kazandıkları hakları daha fazla budayacak uygulamalara yönelmeleri, yalnızca burjuva politikasının ikiyüzlülüğünü göstermez, kapitalizmin temel gerçeğine de işaret eder. Büyümenin sürdüğü ve büyük kapitalist işletmelerin kârlarını misliyle artırdıkları dönemlerde de, “ortalama vatandaş”ın “iş ve aş beklentisi”nin, koşulların daha uygun olmasına rağmen karşılanmaması, durgunluk ve kriz durumlarında ise, bu saldırıların kitlesel işsizlik ve açlık biçiminde, çok daha belirgin biçim alması, kapitalist üretim tarzında, amaç ve hedefin, emekçilerin “iş-aş” ve öteki gereksinmelerinin karşılanması olmayıp, kârın artırılması, daha çok kâr sağlanması olduğunu gösterir.

Kapitalistlerin ve burjuva devletlerinin, emekçilerin iktisadi ve sosyal gereksinmelerinin “karşılanması” yönünde “yaptırım altına girdikleri” dönemin en önemli özelliklerinden biri, kapitalizmin ve başlıca kapitalist ülkelerin, sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelelerinin baskısı altında olmalarıydı. “Sosyal refah devleti” adına uygulamalar, gerçekte, iki sistem ve iki sınıf arasındaki mücadelenin uluslararası sonuçlarıyla da bağlıydı. O günün koşullarında, işçi ve emekçiler, mücadele ettikleri oranda, kapitalist büyümeden daha iyi çalışma ve yaşam koşulları elde etme yönünde yararlanabildiler.

Ama artık o koşullar aşıldı. Kapitalist ekonomi(ler)de büyüme trendinin devam ettiği son yıllarda, “kâr oranlarının yükseltilmesi” hedefli neo-liberal saldırı politikasının bu kadar pervasızca yürütülmesi, sermaye kârlarının artışına, işsizlerin ve barınaksızların sayısının artması, ücretlerde ve maaşlarda reel düşüş ve çalışma sürelerinin uzatılmasının eşlik etmesi, kapitalist üretim sisteminde esas sorun ve tek hedefin, kapitalist kârı teminat altına almak ve kar oranlarını artırmak olduğunu; burjuva hükümetlerin politikasına da bunun yön verdiğini gösterir. Kapitalizmde, büyüme koşullarında da, kriz hallerinde de, yük, işçi sınıfı ve emekçilerin sırtındadır. Uluslararası tekellerin kârlarını misliyle artırdıkları, büyüklerin küçükleri yutup tekel dışı kesimler üzerindeki baskıları yoğunlaştırdıkları ve bağımlı ülkelerden kaynak akışının büyüdüğü bir dönemde, binlerce işçiyi işten atan otomotiv, iletişim, ulaşım, demir çelik ve kimya tekelleriyle kapitalistlerin, “rasyonel planlama” adına, bu politikayı daha da sertleştirmeyi “bir zorunluluk” olarak dayatmaları, tüm kavganın, emek gücü kullanımıyla yaratılan değeri sahiplenme üzerinden sürdürüldüğünü gösterir.[12] Sermayenin genişleyen yeniden üretimi, ister iç isterse “dış” sermaye üzerinden gerçekleşsin, bunun sağladığı ilerlemeden yararlanan, esas olarak burjuvazidir; büyüyen, onun kârları ve servet birikimidir. Dış sermaye akışının büyümesi ise, içerden kaynak aktarılmasının büyümesi demektir. Uluslararası sermaye, kendi çıkarlarını her şeyin önüne alarak ve onları azami ölçekte gerçekleştirmeyi hedefleyerek, gelmektedir. Büyüme ve kalkınmadan söz edenlerin gizledikleri, ülkenin ve halkın sömürge bağımlılığı koşullarında “hızla ilerlediği”dir! Açlık, yoksulluk ve işsizlik ile düşük ücret ve sosyal hak gaspı; burjuvazi ve hükümetlerinin iddia ettikleri gibi, “ekonomik küçülme”, “kaynak azlığı”, “işçilik maliyeti yüksekliği” nedenli değildir. Kapitalistler arası rekabet ve pazarlar üzerine kavga, kuşkusuz daha sert biçimleri de içererek sürüyor ve bu rekabet ve kavgada, emperyalist büyük devletlerle uluslararası tekeller, bağımlı-geri ve ezilen ülkelerin kaynaklarını ve ucuz işgücünü sömürerek ileri çıkıyorlar. Buna rağmen, bağımlı ülkelerin kapitalistleri açısından da, “kaynak kıtlığı” ve “işçilik maliyetinin yüksekliği” iddiası, daha fazla kâr için işçilerin daha yoğun sömürülmesi hedefini gizleyen bir yalan olmaktan öteye geçmiyor. Sermaye politikacılarıyla holding patronları ve şirket menajerleri için, işçi, yalnızca bir değer-artı değer yaratma aracıdır. Kapitalizme “ruh veren” temel unsur, kapitalistin kârıdır. Burjuvanın sermaye sahibi olarak yaşamını sürdürmesinin ve bunu “teminat altına alması”nın temel koşulu, işçiye daha az vererek, onu mümkün en düşük ücrete çalıştırarak, artı-değer sömürüsüyle daha çok kâr sağlamasıdır. Kapitalistleri ve politik-askeri temsilcileriyle her türden beslemelerini yönlendiren temel ‘yasa’ budur.

Bu nedenledir ki, AKP hükümetinin açıkladığı “istihdam ve rekabet” önlemleri de, tekelci şirketlere vergi indirimi ve devlet eliyle çeşitli diğer teşvikler, düşük ücret ve maaş uygulamasını, emeklilik yaşının yükseltilmesini, ikramiyelerin ve fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi veya tümüyle iptalini, çalışma süresinin uzatılmasını, yani emekçilere karşı saldırganlık dozu daha da artırılmış ekonomi politikaları içeriyor. Bu politikaların, bu biçimde pervasızca uygulanmasında, işçi hareketinin –onunla birlikte emekçi kesimlerin hareketi–, atılabildiği en geri noktaya atılmış olmasının büyük bir rolü var. Kapitalistler ve hükümetleri, bu politikayı, hareketin içinde bulunduğu durumdan da yararlanarak sürdürmeye çalışıyorlar. Ancak, işçi hareketi de, tüm öteki toplumsal varlıklar gibi, bir değişim içinde ve 2007’nin son aylarında başlayan işçi direnişleri –bazı ülkelerde kitlesel sokak hareketlerine yöneliş–, sermaye ve hükümetlerinin saldırganlık dozu artırılmış politikalarının, emekçilerin şahsında toplumsal bir engelle karşı karşıya geleceğini haber vermektedir. Başka türlü olması için, işçi ve emekçilerin püskürtülebilecekleri daha geri bir yerin olması gerekir ki, bu da, –her halde– “kıyametin koptuğu yer” olacaktır! Öyleyse, işçiler –ve diğer tüm emekçiler–, yaşam koşullarını iyileştirmek için yürüttükleri mücadeleyi daha tam daha kararlı ve etkin biçimde sürdürmekle yetinmemeli ve mücadelelerini, “ücretli köle” olarak tutuldukları bu sistemden kurtulma düzeyine yükseltmek için çaba göstermeli; bunun örgütünü ve bilincini daha ileriden oluşturmalıdırlar.


[1] HSBC COO’su David Hodgkinson’un, “Başbakanlık Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı” tarafından, The Economist dergisine verilen “HSBC Türkiye’yi, Türkiye HSBC’yi seviyor başlıklı ilanda yer alan sözleri.

[2] ROYAL Dutch Shell Grubu Murahhas Azası ve Petrol Ürünleri CEO’su Rob Routs’un, şirketin 100’üncü yılı kutlamaları dolayısıyla yaptığı açıklama.

[3] TÜFE, 2000’de %39.0; 2001’de 68.5; 2003’te %18.4; 2006’da 9.65 ve 2007’de 8.39 oldu.

[4] Ankara Ticaret Odası(ATO)nun ileri sürdüğüne göre Türkiye, son 25 yılda 435 milyar dolar borç faizi ödedi. “Yabancı sermaye çekme” adına, dolara, yıl bazında yüzde 47 faiz ödendi, bunun “sıcak para akışı”nı hızlandırmasıyla dış sermaye girişi artarken(yalnızca son bir yılda 50 milyar dolar civarında); buna karşılık ödenen faiz miktarı(son beş yıl) 70 milyar doları buldu.

 

[5] IMF’nin Ekim ayı “Küresel Ekonomik Görünüm Raporu”na göre, 2007 yılında yüzde 5,2 seviyesinde gerçekleşmesi beklenen “küresel büyüme”nin, 2008 yılında yüzde 4,8 seviyesinde gerçekleşmesi tahmin ediliyor. Bu oranlar, ABD ve Batı Avrupa’nın ‘klasik ülkeleri’ndeki düşüş ve durgunluğu da bir ölçüde gizleyecek biçimde, Çin ve Hindistan’ın hâlâ büyükçe, Türkiye, Brezilya gibi ülkelerin nispeten büyük oranda seyreden büyümeleri üzerinden oluşturuluyor.

[6] Asya merkez bankalarının, 3 trilyon dolara yaklaşan döviz rezervlerinin yüzde 80-90’ını ABD tahvil piyasasına yatırdıkları tahmin ediliyor. Bu, 646 milyar doları bulmuş olan “ABD ödemeler dengesi açığı ve federal bütçe açığının finanse edilmesi” anlamına geliyor. Ancak bu “işleyiş”, ABD için “patlamaya hazır bir bomba” tehdidi de oluşturuyor. Yabancı fonların geri çekilmesi, ABD için en azından büyük bir mali krize yol açabilecektir.

[7] Osman Ulagay, Milliyet 1 Ocak 2008

[8] Kuşkusuz bu bir kesinlik içermiyor. ABD ekonomisindeki daralma ve giderek bir kriz durumunun yaşanması, diğer etken ve gelişmelerin yanı sıra “tüketimden vazgeçmeme geleneğine sahip” Amerikalının bu olanağa ne kadar sahip olmayı sürdüreceği ile doğrudan bağlantılı olacaktır.

[9] IMF’nin tahminine göre, ABD ekonomisi, olduğu gibi, 2008’de de % 1.9 büyüyecek. Dünya ekonomisinin büyüme hızı ise, 2007’de % 5.2’den 2008’de % 4.8’e düşecek. Çin ve Hindistan gibi ülkelerde büyüme oranları biraz düşmekle birlikte, büyüme devam edecek. OECD’nin Aralık 2007’de açıkladığı tahmin raporunda ise (rapor ABD’de resesyon olasılığını hesaba katmıyor), OECD üyesi ülkelerin büyüme hızının, 2007’deki % 2.7’den 2008’de % 2.3’e düşeceği belirtilmektedir.

[10] ABD’de stagflasyon beklentisi, liranın dolar karşısında bir günde yüzde 0.21, euro karşısında yüzde 0.63 değer kaybına uğramasına sebep olabildi. Bu, beklentinin gerçeğe dönüşmesi durumunda daha büyük etkilerin olacağının da göstergesi.

 

[11] Uluslararası ya da iç etkenlerin “sermaye çekilmesi”ne yol açması durumunda, bu sermaye girişi, bir tür “ekonomik felaket” tetikleyicisi. Bir örneği, 2001 krizi sırasında yaşandı ve GSMH bir gecede 50 milyar dolar birden düştü.

[12] 1.1 milyar kişi günde ancak bir dolar ve 2.7 milyar kişi k iki dolar harcama yapabiliyor. ABD’de kırk milyon kişi yoksulluk sınırları altında yaşıyor. Buna karşın silahlanmaya harcanan kaynak 1 trilyon dolar sınırını aşmış bulunuyor. Almanya’da halkın %13’ünün yoksulluk koşullarında yaşıyor. Fransa, İngiltere ve Japonya’da zengin-yoksul uçurumu giderek büyüyor ve çalışabilir nüfusun %5 ile 8’i işsiz durumda.

ekim devrimi’nin 90. yılında sosyalizm “tartışmaları”

 

 

2007 sonbaharı, pek çok ülkede Ekim Devrimi’nin 90. yılı nedeniyle düzenlenen etkinliklere tanıklık etti. Ayrıca dünyanın dört bir yanındaki her renkten komünist partiler Ekim Devrimi’ne ait makaleler yayınladılar. Bu makalelerde, genel olarak, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ve sosyalizmin insanlık açısından kazanımlarına ve tarihsel önemine vurgu yapıldı. Ancak sosyalizmin uğradığı –kuşkusuz ki geçici– yenilgiye ve SSCB’nin yıkılmasına dair analizlerde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nden itibaren uygulamaya koyulan kapitalizmin yeniden inşasına yönelik politikalara değinilmedi. Partilerin büyük çoğunluğu tarafından yayınlanan makalelere bakılırsa, ne olmuş nasıl olmuşsa koca devlet iki yıl içinde (1989–1991) yıkılmıştı!

Ekim Devrimi’nin 90. yılı dolayısıyla düzenlenen etkinliklerden biri de, 3–5 Kasım 2007 tarihleri arasında, Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk’te yapıldı. Minsk, faşist Alman ordusu tarafından neredeyse tamamen yakılıp yıkılmış bir şehir. Ama bu yıkım, “her işte bir hayır vardır” sözünü de akla getiriyor. Çünkü Nazi Almanya’sının yenilgiye uğratılmasından sonra ve Sovyetler Birliği tarafından yeniden inşa edilen Minsk, bir şehrin nasıl kurulması gerektiği konusunda muazzam bir örnek ortaya çıkarmış. Minsk, yeşil alanlarıyla, insan odaklı kent planıyla, sosyalist üretim modelinin izlerini taşıyan tarım kolektifleriyle ve Ekim Devrimi’nin yıldönümü olan 7 Kasım’ın resmi tatil olarak kutlandığı tek başkent olmasıyla, sosyalist mirasın en fazla korunduğu şehirlerden biri olsa gerek.

SSCB, SOSYALİZM VE ÇİN

58 ülkeden 71 partinin katıldığı toplantıda sunulan tebliğler, çeşitli “komünist” partilerin SSCB’ye ve sosyalizme bakış açılarına dair fikir edinmek açısından faydalıydı. Toplantıya katılan partilerin büyük çoğunluğu, SSCB’yi kuruluşundan yıkılışına kadar bir bütün olarak değerlendirirken, benzer bir yaklaşımın sonucu olarak; Çin, Vietnam, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkeleri de bugünün sosyalist ülkeleri olarak kabul ettiklerini açıkladılar.

Toplantıya sunulan tebliğlerin hemen hemen tamamında yer alan ortak noktalardan biri, SSCB’nin tarihsel rolüydü. Sosyalizmin ve işçi sınıfı iktidarının ilk pratik uygulaması olan Sovyetler Birliği’nin insanlık tarihi açısından önemi ve yeni devrimler ihtiyacına vurgu yapıldı. Ekim Devrimi’nin bir rastlantı olmadığına, Bolşevik Parti’nin devrimdeki rolüne değinilirken, Lenin ve Stalin’in uygulamalarından, birkaç parti dışında, genellikle övgüyle bahsedildi. Sovyetler’in önderliğinde toplanan Enternasyonal’in diğer ülkelerdeki komünist partilerin güçlenmesinde ve yeni partilerin kurulmasındaki etkinliğine dikkat çeken bazı partiler ise, bugün benzer bir gücün olmamasının komünist hareket açısından bir dezavantaj olduğunu ifade ettiler. Partilerin büyük bir kısmı, komünist partiler arasındaki ilişki ve dayanışmanın artırılması ve yeni bir Enternasyonal kurulması için çalışmalara başlanması gerektiğini söylediler.

Ancak bir yandan Çin, Vietnam, Küba ve Kuzey Kore gibi ülkeler sosyalist ülkeler olarak değerlendirilirken, diğer yandan SSCB’nin ardından dünyada sosyalist bir ülkenin bulunmaması nedeniyle komünist hareketin zor durumda kalmasından yakınılması, bu partilerin çelişkilerinden birini oluşturuyordu.

Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) adına konuşan parti başkanı Gennady Zyuganov, dünya nüfusunun yüzde 40’ının komünist partilerin iktidarda ya da hükümet ortağı olduğu ülkelerde yaşadığını iddia etti. Zyuganov’a göre, bu sayının önemli bir kısmını Çin Komünist Partisi (ÇKP)’nin iktidarda olduğu “sosyalist Çin” oluşturuyordu. Gerek toplantıya sunulan tebliğlere, gerekse toplantı esnasında Çin Komünist Partisi’ni temsil eden heyete verilen öneme bakıldığında, Çin’in, birçok parti tarafından sosyalist ya da en azından “sosyalizme giden yolda ilerleyen bir ülke” olarak değerlendirildiği açıkça ortadaydı.

Toplantıda konuşan ÇKP temsilcisi ise, Ekim ayında gerçekleştirdikleri son parti kongresinde yeni bir yönetim belirlediklerini, Çin’de hayat standardını artıran ve gelir dağılımındaki dengesizliği azaltan yeni reformların hazırlığı içinde olduklarını, sosyalist ekonomi kurallarıyla pazar ekonomisini birleştirdiklerini söyledi. Hele kapitalist küreselleşmenin bunca vurguyla ve başlıca pazar ekonomisi (piyasa) yüceltisiyle tek seçenek olarak ilan edildiği günümüzde, tarihsel olarak önce Buharin ve sonra Mao’nun “kapitalizmle sosyalizmin bütünleşmesi” tezine dayanan “sosyalizmle pazar ekonomisinin birliği” ne demekse… Öte yandan geçtiğimiz Ekim ayında 17. Ulusal Kongresi’ni toplayan ÇKP’nin Parti Tüzüğü’nde yaptığı değişiklikler ise, ülkenin sosyalizme doğru değil, aksine hızla kapitalist bir ülke olarak gelişip ilerlediğini kanıtlıyor. ÇKP Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı Hu Jintao tarafından Kongre’ye sunulan raporda ele alınan temel başlıklardan bazıları şunlardı:

“Kalkınmaya bilimsel yaklaşım, reformların ve dışa açılmanın devamı, artan gelir eşitsizliğini düzeltme, parti içi demokrasinin artırılması ve yöneticilik görevlerinde komünist olmayanlara daha fazla yer verilmesi”.

“HATA”DA ISRAR ETMEK

Halen 3 milyon “işadamı” (burjuva) üyesi olan ÇKP’nin hem bu sayının hem de parti yönetiminde komünist olmayanların sayısının artması yönündeki kararını “sosyalizme giden yol”da atılan bir adım olarak değerlendirmek pek de inandırıcı görünmüyor. SSCB 20. Kongresi’nin ardından, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama yerine grup mülkiyeti ve giderek piyasanın belirlediği planlama dönemine geçilmesini eleştirmeyerek, SSCB’nin çözülüp yıkılışını 89–91 arasına sıkıştıranlar, aynı “hatayı”, bu kez de hem de daha “ileriden” Çin için yapıyor gibiler. Çin’de kapitalizmin inşasına dair Sovyetler’dekine benzeyen ama çok daha büyük boyutlu olan adımları “sosyalizmden geriye dönüş” olarak değil, aksine, “sosyalizme giden yol” olarak değerlendirenler, Çin’in “resmen” kapitalizmi ilan etmesiyle birlikte, 91’dekinden daha küçük ölçekli olsa da benzer bir “şok”la karşı karşıya kalacaklar. Ölçek “küçüklüğü”, bir “ilk”in gerçekleşmiyor oluşu ile ilgili olduğu kadar, zaten hiçbir zaman sosyalist inşaya girişmemiş olan Çin’in, ekonomisinin uluslararası tekellerle içli dışlılığı, borsası, Dünya Ticaret Örgütü üyeliğiyle ve bir avuç pirinç lapasına çalıştırılmaya varan işçi sınıfı üzerindeki yoğun sömürüyle sahip olduğu kapitalist iktisadın, bizzat onu “sosyalizme giden yol”da değerlendirenler de dahil, herkes tarafından – söylenenler ne olursa olsun – bilinip algılanıyor olmasıdır. Çin’in bir gün komünizmi suçlayarak parti ve devletin adını değiştirmesi, kesin ki, kimseyi SSCB’nin çöküp dağılması kadar şaşırtmayacak!

Bugün yaşanan olayları analiz etmeden, sadece ismindeki ve bazı söylemlerindeki “komünist, sosyalist” gibi ifadelere aldananların elinden, bu durum oluştuğunda, “ne oldu da koskoca ülke iki yıl içinde yıkılıp gitti” diye görünüşte bir yakınmaktan başka bir şey gelmeyecektir. SSCB’nin ardından Çin’in de “yıkılması” ise, komünizm karşıtı propagandacıların eline belki bir miktar koz daha verecektir. Kimi “komünist” partiler tarafından bile sosyalist bir ülke olarak nitelenen Çin’in yıkılması, “Sosyalizmin hayatta kalması mümkün değil. Bu iş artık bitti.” mealindeki saldırıların daha fazla –en azından bu iddiada olanların saflarında– yaygınlaşmasına da dayanak oluşturacaktır. Öte yandan benzer yaklaşımlar, az ya da çok, Küba, Kuzey Kore ve Vietnam için de söylenebilir kuşkusuz. Ama bu ülkeler hakkında yapılan değerlendirmeleri burada bırakarak, SSCB üzerine Minsk’te söylenenlere geri dönelim.

KAPİTALİST YENİDEN İNŞA SÜRECİNE BAKIŞ

“Kalkınmaya bilimsel yaklaşım” ya da “sosyalist ekonomi kurallarıyla pazar ekonomisinin birleştirilmesi” gibi isimler altında ekonomiyi kapitalizme teslim eden Çin’i hala sosyalist olarak değerlendiren partilerin benzer bakış açısını, SSCB tarihine bakışlarında da görebiliyoruz.

Minsk’te yapılan toplantıya sunulan tebliğlerde, SSCB 20. Kongresi sonrasında başlayan kapitalizmin yeniden inşasına dönük derinlikli analizlerin yapılmadığını söylemiştik. Bu konuda Vietnam Komünist Partisi tarafından sunulan tebliğ ise, hem sosyalizme hem de SSCB’ye bakışlarını yansıtması açısından anlamlıydı: “Bize göre, perestroyka [Gorbaçov tarafından başlatılan “reform” programı] ve reformlar kaçınılmazdı, ancak çöküş kaçınılmaz değildi. Bu, sadece belirli bir modelin uzun ve kısa süreli, iç ve dış nedenlerden –ki bunların arasında en önemlisi, politik ilkelerle yönetici partinin ideoloji ve örgütlenmesindeki hatalardı– dolayı çöküşüydü. Düşman güçler tarafından alelacele ortaya atılanın aksine, bu durum ‘komünizmin ölüm fermanını vermek’ anlamına gelmez.”

Bu alıntının ilk cümlesinde açıkça görüldüğü gibi, “reform” olarak adlandırılan kapitalizmin yeniden inşası girişimlerini kaçınılmaz olarak değerlendiren zihniyetin, bugünkü Çin’i sosyalist olarak nitelendirmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu noktada, Lenin’in “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserinde yaptığı uyarılar, hem 20. Kongre sonrası Sovyetler Birliği, hem de Çin üzerine yapılan değerlendirmelere ışık tutuyor: “Proletarya diktatörlüğü, yeni sınıfın kendisinden daha güçlü olan bir düşmana karşı, devrilmesiyle (bu devrilme tek bir ülkede olsa da) direnme gücü on misline çıkan burjuvaziye karşı, en kahramanca ve en acımasız savaşıdır. Burjuvazi gücünü sadece uluslararası sermayenin gücünden, burjuvazinin uluslararası bağlarının kuvvet ve sağlamlığından almaz; burjuvazi gücünü, aynı zamanda alışkanlıklardan, küçük üretimden alır; çünkü ne yazık ki, dünyamızda hala pek, pek çok büyük miktarda küçük üretim vardır; oysa küçük üretim durmadan, her gün, her saat, kendiliğinden ve geniş ölçülerde, kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurur. Bütün bu nedenlerden ötürü, proletarya diktatörlüğü zorunludur ve uzun bir savaşı, kıyasıya, amansız bir savaşı, kendine hakimiyeti, disiplini, sağlamlığı, tek ve yenilmez bir iradeyi gerektiren bir ölüm-kalım savaşını göze almadan, burjuvaziyi yenmek mümkün değildir.”

Lenin’in ısrarla üzerinde durmasına rağmen, “özel mülkiyetin ortadan kaldırılması” ve “proletarya diktatörlüğü”nün kurulması yönünde bir çaba göstermeyen, aksine atılan adımlardan da geri dönen SSCB ve ÇKP yönetimlerinin ne “sosyalizmle” ne de “sosyalizme giden yol”la alakalı oldukları apaçık ortadadır.

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ, DEMOKRASİ VE STALİN

Proletarya diktatörlüğü, sosyalizmde demokrasi ve Stalin’in uygulamaları ise, Minsk’teki konferansta ele alınan diğer konuların arasında yer alıyordu. Bu konular hakkında yapılan değerlendirmelerde genel olarak, “proletarya diktatörlüğü ve Stalin’in uygulamalarını eleştirmek” adına yürütülen anti-sosyalist akımın aldığı tutum eleştirildi. Toplantı boyunca Stalin aleyhine tek konuşma Moldova Komünist Partisi’nden geldi. Stalin döneminde Moldova’da kurulan yönetimin demokratik olmadığını, üstten belirlendiğini, bu yüzden de halkın desteğini alamadığını söyleyen, Stalin dönemindeki “hatalar”dan söz eden ve “demokratik sosyalizm” isteyen Moldovalı “komüniste” yanıt ise, Stalin’in kendi topraklarından çıkmasından gurur duyduğunu söyleyen Gürcistan Birleşik Komünist Partisi temsilcisinden geldi. Gürcü temsilci, Stalin’den yaptığı alıntılarla proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini işaret ederken, SSCB’nin dağılmasının da Stalin’in ölümüyle başladığını sözlerine ekledi. Yine Bulgaristan Komünist Partisi adına söz alan temsilci de, Leninist parti modeline karşı yaratılmaya çalışan “alternatif” parti modellerini hedefine aldığı konuşmasında, bu akımlara örnek olarak anarşizm ve Troçkizm’i gösterdi.

Son yıllarda kurulan halkçı hükümetler ve “21. yy sosyalizmi” tartışmalarıyla gündeme gelen Güney Amerika ülkelerinden gelen temsilcilerden Bolivya Komünist Partisi temsilcisi, “Stalin, sosyalizmin yükselmesinde önemli bir rol oynadı. Ne yazık ki, yeniden inşa adı altında Stalin karşıtlığı yükseltildi” derken; Brezilya Komünist Partisi temsilcisi ise, “Her ülkenin komünist partisi kendi ülkelerine özgü taktik ve program belirleyebilir, ama sosyalizm enternasyonaldir.” diyerek, sosyalizmin temel ilkelerinin yüzyıla ya da ülkeye göre değişmeyeceğinin altını çizdi.

SONUÇ

Minsk’te toplanan “Komünist ve İşçi Partileri Konferansı” için bir sonuçtan bahsetmek pek mümkün değil aslında. Daha önceki yıllarda “sonuç deklarasyonu”nda yer alacak kavramlar üzerinden yükselen tartışmaların bir “sonuca” bağlanamaması, bu toplantıların herhangi bir sonuç deklarasyonu yayınlamadan sonuçlanmasına yol açmış durumda.

Toplantının Ekim Devrimi’nin yıldönümüne denk gelmesi ve bu nedenle de sunulan tebliğlerin tek bir konu üzerinde yoğunlaşmış olması, partilerin görüşlerinin –temel hatlarıyla da olsa– ortaya çıkması bakımından önemliydi. Kuşkusuz bu tür toplantılarda her partinin kendi görüşlerini söyleyip yerine oturması ve hiçbir partinin diğer partinin konuşması hakkında olumlu ya da olumsuz bir görüş belirtmemesi, toplantının “sonuçsuz” kalmasının nedenlerinden birini oluşturuyor. Ancak, “özgürlükçü sosyalizm”, “21. yy sosyalizmi” ve “dünya sosyalizmi” gibi kavramlara genel olarak eleştirel bir dille yaklaşılması, belki de bu topluluk açısından umut verici bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

 

şoven milliyetçi dalga ve sol

 

Kürt sorunu ve Kürt sorunu üzerinden yaratılan milliyetçi-şoven dalga Türk işçi ve emekçilerini zehirlemekle kalmıyor, ‘sol’, ‘sosyalist’ ve ‘devrimci’ çevreleri de çeşitli biçimlerde baskılıyor. Kürt sorununun yakıcılığı, egemen sınıfların saldırı mevzisini buradan kurması ve tırmandırılan şoven milliyetçi tahriklerle kışkırtılan Türk-Kürt bölünmesi, işçi ve emekçi hareketinin sınıfsal sorunlarını Kürt halkının ulusal demokratik sorunlarıyla birleştiriyor. Öyle ki; Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikalarına, Kürt dil ve kültürünün baskı altına alınmasına ve Kürt ulusal kimliğinin yok sayılmasına karşı mücadele etmeden; işçi sınıfının daha iyi çalışma ve yaşam koşulları, köylülüğün bağımsız bir tarım politikası, öğrencilerin parasız, bilimsel ve demokratik eğitim mücadelesi; bir bütün olarak halkın bağımsız ve demokratik Türkiye; emekçilerin daha iyi koşullarda yaşadığı ve yönetimde söz sahibi olduğu bir ülke mücadelesinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Mümkün değildir; çünkü egemen sınıflar yükselme olanaklarına/nesnel koşullarına sahip emek mücadelesini, milliyetçi-şoven dalga vesilesiyle yığınları ‘vatan savunması’ adına uyuşturup seferber ederek baltalıyor. Hatta, sınıf mücadelesinin yükselme eğilimine girip işçilerin çeşitli biçimleriyle hak alma mücadelesi gelişmeye başladığında, IMF emriyle uygulanan neo-liberal yıkım politikalarına karşı tepkiler arttığında, mücadelenin bölünüp dağıtılması ve bastırılması amacıyla halkı birbirine düşürmeye yönelik şoven milliyetçi bölücülüğün yükseltilmesine tanık oluyoruz.

Burjuvazi açısından büyük bir nimettir Kürt sorununun varlığı. Öyle bir nimettir ki; egemen sınıflar tarafından, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş mücadelesi yolunda bir adım atmasına yol açacak/açabilecek hak alma mücadelelerine karşı paratoner/koruyucu işleviyle değerlendirilmektedir. Halklar arasındaki önyargılar devam ettiği, bir ulus baskı altında tutulduğu ve ezen ulus emekçileri bu duruma sessiz kaldığı sürece, ancak halkların ortak mücadelesiyle gerçekleşebilecek devrimin zaferinden bahsedilemez.

 

EMPERYALİZM DÖNEMİNDE ULUSAL SORUN

Kürt sorunu önemli ve yakıcı bir sorundur. Şafağında doğduğu kapitalizmi zemin edinmiş, burjuva demokratik içerikli tüm ulusal sorunlar gibi, kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizm söz konusu olduğunda ikincilliği açık olsa da, bağımsızlık ve siyasal demokrasinin kazanılması mücadelesinin gündemde ve başlıca görev olduğu koşullarda, Kürt sorunu, ikincil, yan, tali bir sorun değildir. İşçi sınıfının devrimci hareketinin önündeki en önemli sorunlardan birisidir. Türk işçi sınıfı Kürt işçilerinin ulusal taleplerini ve ayrılma hakkını kabullenmeden; Kürt işçi sınıfı Türk sınıf kardeşleriyle kader birliği etmeden ortak bir mücadele verilemez. Farklı uluslardan işçi sınıfı en basit ekonomik, demokratik ve siyasal talepler için dahi mücadele ederken aralarındaki önyargıları yıkıp eşit haklar ve kardeşlik temelinde bir araya gelmeden başarıya ulaşamaz.

Kürt sorunu, yakıcılığını, bir yandan bütün ulusal sorunlar gibi genel, diğer yandan Türkiye’deki özel niteliğinden almaktadır.

Kapitalizmin birinci (tekel öncesi) aşamasında ulusal burjuvazinin önderliğinde yükselen burjuva demokratik hareketler sonucunda ulus devletler kurulmuştur. Emperyalizm çağında, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tekelci-burjuva sınıfın geri kalmış ülkelerde hegemonyasını kurması ile, dünya, bir yanda sömürgeci-emperyalist, diğer yanda sömürülen-sömürge ülkeler olarak ikiye bölünmüştür. Sömürgeler sorunu, emperyalizm çağında ulusal sorunun esas ve birincil tipidir. İkincisi ise, geç kalmış ulusal hareketlerdir. Uluslaşma sürecinde geç kalan veya başka bir ulus tarafından uluslaşması ve kendi ulusal devletini kurması engellenen ezilen uluslar ile ezen ulus arasındaki çelişkiden türeyen, emperyalizm çağında, ulusal sorunun ikinci tipidir. Devletin yöneticisi konumundaki ezen ulus burjuvazisinin, ulusun emekçi kesimlerini peşine takıp, diğer ulusları baskı altına almasıyla oluşan çok uluslu devletlerdeki ulusal sorunlar, emperyalizm çağına, kapitalizmin birinci evresinden miras kalmışlardır.

Uluslaşma tarihsel bir eğilimdir. İktisadi ve kültürel birikime dayanmakta olup nesnel bir içeriği vardır. Kışkırtmayla, komployla bir ulus kurulamaz. Toprak ve dil birliği olmadan, iktisadi ve kültürel bağlarla bağlanmış istikrarlı bir topluluk mevcut değilse bir ulustan bahsedilemez.

 

ULUSAL SORUN OLARAK KÜRT SORUNU

Kürt sorunu, tarihsel ve ulusal özgünlükleriyle birlikte, çok uluslu devletlerde yaşanan biçimde bir ulusal sorundur. Temeli, uluslaşma sürecindeki bir halkın baskı altına alınmasıdır. Kendi kaderini tayin hakkının zora dayalı politikalarla engellenmesidir. Öncesi bir yana, Kurtuluş Savaşı sırasında varlığı tanınan, dönem dönem ulusal kimliği kabul edilen Kürtlerin, Cumhuriyetin ilanıyla beraber, “Türk ulusunu oluşturan etnisitelerden birisi”, dahası “Türklerin Orta Asya’dan gelen bir kolu” olduğu ve “dağda yürürken ‘kart kurt’ sesi çıkarmaları nedeniyle Kürt adını almış olan Türkler” olduğunun ilan edilmesidir. Kürt sorununu oluşturan, (yol ve yöntemleri ne olursa olsun) Kürt ulusunun Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra inkar edilmesi, bir ulus olarak varlığının ve kimliğinin yok sayılması, dolayısıyla ulusal hak ve taleplerinin baskı altına alınmasıdır.

Her ulus gibi Kürt ulusu da, kendi kaderini özgürce belirleyebilme, ayrı bir devlet örgütleyerek veya diğer uluslarla birlikte yaşabilme hakkına sahip olmalıdır. Ülkemizde Kürt ulusunun varlığının/kimliğinin inkarı; dolayısıyla en basit ulusal hak ve özgürlüklerin baskı altına alınması, Kürt sorununun bugünkü boyutlarına ulaşmasına yol açmıştır.

Kürt sorununun bugünkü çözümsüzlük içindeki şekillenişi, ülkedeki sınıf mücadelesi açısından iki yönlü bir engel niteliğindedir. Birincisi ve temel olanı, egemen sınıfların Türk işçi ve emekçilerini yedekleyerek Kürt halkına yönelik milliyetçi paranoyalarla doldurması ve şoven propagandayla zehirlemesidir. Şoven dalganın aktif veya pasif bir parçası haline gelen Türk işçi ve emekçileri, ezen ulusun üyeleri olarak ezilen ulus üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarına karşı çıkmadan, her türlü baskı ve zulmün karşısında durmadan sosyalizm yolunda ilerleyemezler. Başka bir ulusu ezen ulus/ezen ulusun işçi sınıfı özgür olamaz. Ancak bu durumun kendisinin, şoven milliyetçi propagandanın tırmandırıldığı koşullarda, işçi sınıfının sınıf bilinciyle donanmasını, ek olarak zorlaştırıcı bir etken oluşturduğu ortadadır. İkincisi, Türk milliyetçiliğinin siyasi, kültürel ve askeri baskısı karşısında, kendi dil, kültür vb. hakları da içinde ulusal haklarını ve kimliğini savunan ezilen ulus milliyetçiliği, tüm meşru ve ilerici niteliğine rağmen, halklar arasındaki milliyetçi önyargılara işaret etmektedir.

 

***

Baştan, bilinen bir gerçeği tekrar etmekte yarar var. Ezen ulus milliyetçiliği bir ulusun hak ve taleplerinin, dil ve kültünün; kendi kaderini tayin hakkının baskı altına alınması ve engellenmesidir. Ezilen ulus milliyetçiği ise, ezilen ulusun baskı altına alınan dilini, kültürünü, kimliğini ve diğer ulusal haklarını savunur. Ezen ulus milliyetçiliğinin anti-demokratik gerici programına karşı çıkar. Bu nedenle ilerici, demokratik içerikli ve meşrudur. İşçi sınıfı sosyalistleri ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyup ikisine de ‘eşit mesafede’ durmazlar. ‘Eşit mesafede durmak’ ve ‘tarafsızlık’, sosyal-şovenizmin ve ezen ulus milliyetçiliğine yedeklenmenin defalarca tanıtlanmış klasiğidir.

Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkı konusunda Rosa Lüksemburg’la yaptığı tartışmada, ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini birbirinden ayırır. İkisini aynı kefeye koyan anlayışları yerer. Ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik karakterini vurgular ve tam da bu karakterinden dolayı ezilen ulus hareketiyle demokrasi mücadelesinde ittifak yapılabileceğini, dahası yapılması gerektiğini ifade eder:

 “Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 69)

Rosa Lüksemburg’sa, ezilen ulus milliyetçiliğinin meşru ve ilerici karakterini savunan Lenin’in ezilen ulus milliyetçiliğine taviz verdiğini, ondan etkilendiğini, daha doğru bir deyişle, ona yedeklendiğini söyler. Lüksemburg’a göre, Lenin ezilen ulus milliyetçiliğinin saflarına kaymıştır.

Lenin, ezilen ulus hareketiyle ittifakı savunurken, proletaryanın kendi ideoloji ve programından vazgeçmesinden bahsetmiyordu elbette. Lüksemburg’un iddia ettiği gibi ezilen ulus milliyetçiliğinden de etkilenmiyordu. Proletaryanın ulusal sorundaki siyaseti ve çözüm önerisi, ezilen ulus milliyetçiliğinin siyaseti ve çözümünden farklı olmasına rağmen, ortak noktalar sağlanmışsa ezilen ulus milliyetçiliğiyle ittifaklar yapılabilir diyordu:

“Burjuvazi, ulusal sorunda proletaryanın siyasetini (öteki sorunlarda olduğu gibi) ancak belli bir doğrultuda destekler; bu siyaset, burjuvazinin siyasetiyle hiçbir zaman tam uygunluk haline gelemez. İşçi sınıfı, burjuvaziyi (burjuvazinin tek başına sağlayamayacağı ve ancak tam bir demokrasi ile gerçekleşebilen) ulusal barışı sağlamak için, eşit haklar sağlayabilmek ve sınıf savaşımının gerekli koşullarını yaratabilmek için destekler. Onun için burjuvazinin pratikliğine karşı, proleterler, ulusal sorunda, kendi ilkelerini ileri sürerler; onların burjuvaziye sağladıkları destek, ancak koşula bağlı olabilir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, sf. 67)

Ezilen ulusun ulusal hak ve talepler için mücadelesinin demokratik niteliğini görmeyen, onu ezen ulus milliyetçiliğiyle aynı kefeye koyan Lüksemburg, milliyetçiliğin her türlüsünden uzak kalmak adına, Marksizm’le arasına kalın bir çizgi çekmiştir. Ulus ve ulusal hareketin tarihsel bir olgu olduğunu, ezilen ulus hareketinin ezen ulus baskısına karşı yöneldiği sürece demokratik bir nitelik taşıdığını belirten Lenin; ezilen ulus milliyetçiliğine kayma suçlamasının, Rosa Lüksemburg’un ezen ulus milliyetçiliğine yaklaşma politikasını gizlemeyi amaçladığını belirtir:

“Birinci iddia, Kautsky’nin hemen hemen yirmi yıl önce çürütülemez bir biçimde tanıtlamış olduğu gibi, kendi milliyetçiliğinden ötürü başkalarını suçlama halidir; çünkü ezilen ulusların milliyetçilinden korkmakla Rosa Lüxemburg, gerçekte Büyük-Rusların kara-yüzler milliyetçiliğinin oyununa gelmektedir.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 73)

Ezilen ulus milliyetçiliğinin ilerici bir karakter taşıması ve dönemsel ittifaklar, işçi sınıfı devrimcilerinin ezilen ulus milliyetçiliğine savruldukları anlamına gelmez. Marksizm, en incesinden olsa bile, milliyetçilikle (ulusalcılıkla) bağdaşmaz. Marksizm, ulusal burjuvazinin egemenliğinin değil, uluslararası işçi sınıfı kurtuluşunun bilimi ve pratiğidir.

 

KÜRT SORUNUNDA YENİ GELİŞMELER

Türkiye egemen sınıfları, yaklaşık 80 yıldır Kürt ulusu üzerinde sürdürdükleri baskı ve asimilasyon politikasını, yeni olgular karşısında revize etmek zorunda kaldılar. Kürtlerin varlığını inkar eden, Kürt ulusal mücadelesini “bir avuç kendini bilmez terörist”in ekonomik durumu kötü vatandaşları ‘ayarttığı’ bölücülük hareketi olarak yansıtan egemen sınıflar, bugün, Kürtlerin varlığını, dilini ve kültürünü tanımaya, göstermelik de olsa kabul etmeye yönelik bazı düzenlemeler yapma noktasına gelmişlerdir.

Kürt ulusal hareketinin 20 yıldan fazla bir zamandır sürdürdüğü mücadele ve bu mücadelenin yarattığı birikim, başlıca iki egemen sınıf fraksiyonu hâlâ “tek millet” vurgusu yapmayı sürdürse bile, ‘Kürt yoktur, herkes Türk milletinin bir parçasıdır’, ‘zaten Kürtler de Türklerin bir koludur’ gibi tezleri tutunamaz hale getirdi. Yığınlar, Kürt halkının varlığını, onaylasa da onaylamasa da, bunu bir gerçek olarak, bir mücadele/savaş ile gördü.

ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirme planının bir parçası olarak Irak’a girmesi, Saddam iktidarının ortadan kaldırılması ve işbirlikçi bir hükümetin başa geçirilmesiyle sonuçlandı. ABD, Irak’taki direniş güçlerine karşı savaşırken, ülke içinde en büyük dayanağı, Kürt ulusallığının yıllardır baskı altında tutulması, ulusal hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasıyla ulusal baskı ve ulusal direniş kapsamıyla şekillenmiş Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve Kürtlerin ulusal haklarına duydukları özlem oldu. ABD emperyalizmi, bulunduğu dört ülkede de ezilen ve ulusal talepleri karşılanmayan bir halkın demokrasi ve özgürlük özlemlerini istismar ederek, kendine yedekledi. Kürt burjuva-feodal sınıflarının temsilcileri olan Talabani ve Barzani önderliği, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkarlarını emperyalizme pazarlamakta sakınca görmeyerek, emperyalist strateji ve planların bir parçası oldu.

Öyle veya böyle. Ortadoğu’da Kürdistan Özerk Bölge Yönetimi’nin varlığı, “Kürtler yoktur, olsa bile etnik bir azınlıktır, bir ulus olamazlar” vb. diyen Türk milliyetçiliğinin paralelinde işleyen tezleri geçersizleştirdi. En gerici-milliyetçi çevreler dahi, Kürt düşmanlığını elden bırakmadıkları halde, Kürtlerin varlığını kabullenmeye eğilim göstermeye zorlandılar.

Ancak Kürt halkının varlığının lafızda –kabul edilmesi bile değil– kabul edilmeye zorlanılması, Kürt sorununun, çözülmek bir yana, çözüm yoluna girdiği anlamına gelmez. Kürt halkının ulusal kimliği, demokratik hak ve talepleri anayasal güvence altına alınmadan, –gönüllü birliğinin yolunu açıp onu mümkün kılmak üzere– tam hak eşitliğinin kabulü demek olan ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkı tanınmadan, “Kürtler vardır” demekle Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Üstelik, henüz açıkça Kürtlerin varlığı bile kabul edilmemekte ve “tek millet” dayatmasında direnilmektedir. Kürt halkının kimliği, dili, kültürü ve kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı müddetçe, Kürt sorunu kanayan bir yara olmaya devam edecektir.

ABD’nin bölgeye müdahalesi ve müdahalesini, doğrudan askeri güce dayanan işgaliyle birlikte, Saddam’ın baskıladığı Şiilerin yanı sıra, Kürt halkının burjuva-feodal önderliği üzerinden yapması, Kürt sorununu yerel/bölgesel bir sorun olmaktan çıkartıp uluslararası bir sorun haline getirdi. Bu çerçevede, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadele de, Kürt sorununun çözümü, Kürt, Türk ve Arap halklarının kardeşliği temelinde verilecek bir mücadele ile zafer kazanabilir hale geldi. Kürt halkının hak ve taleplerini dikkate almadan ‘mücadele etmek’, emperyalizmin Kürt halkını yedeklemesi için davetiye çıkarmak; dahası bölge halklarının ortak yaşama ve mücadele kültürünü baltalayıp milliyetçi eğilim ve düşmanlıklara yol açmaktır.

 

KÜRT SORUNUNUN BURJUVA “ÇÖZÜMÜ”

Kürt sorunuyla ilgili yeni durum ve gelişmeler, sorunun uluslararası bir boyut kazanmış olması (veya uluslararası niteliğinin kuvvetlenmesi), egemen sınıfların soruna yaklaşımlarını revize etmelerini gerektirdi.

Egemen sınıfların bir bölümü, Kürt sorununu, eskisi gibi, esas olarak askeri yöntemlerle çözmeyi ve Türk ulusunu milliyetçi şoven dalganın bir parçası haline getirerek buradan nemalanmayı amaçlıyor. Dilinde ufak tefek değişiklikler yapsa da, Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerine karşı düşmanlıkta bir değişiklik yok.

Egemen sınıfların diğer bölümüyse, (bugün özellikle askeri yöntemlerin kullanılmasında diğer kesimle birleşmekle birlikte) ırkçı-şoven yaklaşıma liberal bir sos katarak, görünüşte daha yumuşak, Kürt halkının ezilmişliğini gözeten, dini duyarlılıklara da seslenen bir dili tercih ediyor. AKP şahsında billurlaşan bu eğilim, Kürt halkını ‘benim Kürt kökenli vatandaşlarım’ diyerek kucaklamaya çalışırken, diğer yandan Kürt kimliği, dili ve kültürü, ulusların kendi kaderliğini tayin hakkını inkârda ve askeri yöntemlerin ‘uygun’ biçimde kullanılmasında, belirtildiği gibi, geleneksel ve resmi tutumdan ayrılmıyor.

Tayip Erdoğan’ın, 2006 yılı ortalarında, Diyarbakır’da “Kürt sorunu vardır, benim sorunumdur ve demokrasi yoluyla çözülecektir” demesinin hemen ardından, “Kürt sorunu yoktur, sorunlu Kürtler vardır” ya da “düşünmezsen, Kürt sorunu olmaz” yollu açıklamaları, Kürt sorununun çözümünde bir kararlılık ögesi olması bir yana, meselenin Kürt halkının yedeklenmesi amacında kilitlendiğini göstermektedir.

AKP’nin Kürt politikası da, MHP-CHP tarafından temsil edilen yüzyıllık şoven-milliyetçi ulusal baskı politikası da, Kürt halkının kimliğini anayasal güvenceye alma, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıları kaldırma, anadilde eğitimi uygulama, devleti, ırkçı-milliyetçi kurumsallaşmasından temizleyip demokratik olarak yeniden inşa etme, özetle tam hak eşitliğinin kabulü noktasında aynıdır. İkisi de gericidir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına düşmandır.

İki politikanın da özü gereği birbirine benzer olması, anti-demokratik içeriği, AKP ile MHP-CHP politikası arasında bir fark olmadığı, AKP’nin geleneksel politika dışında attığı adımların ciddiye alınmaması gerektiği anlamına gelmez. AKP’nin yaklaşımı, CHP-MHP’nin temsil ettiği geleneksel politikadan çok daha tehlikelidir. AKP, Kürt sorununa farklı bir “çözüm” getiriyor. Kürt halkının varlığını tanımaya zorlanırken Kürtleri düşman ilan edenlerle, “Kürt kökenli vatandaşlarım” edebiyatı yaparak araya sınır çekip, Kürtlerin koruyucusu, savunucusu rolüne bürünürken; diğer yandan, milliyetçilik ve teröre karşı mücadele fetvalarıyla Türklerin milliyetçi duygu ve eğilimlerine seslenmeyi de ihmal etmiyor. Geleneksel politikanın Kürtleri düşman ilan eden ve karşısına alan yaklaşım yerine, görünüşte Kürtleri karşısına almadan, ama Türk milliyetçiliğinin duygusal sıçramalarını da okşayarak iki yönlü, esnek bir politika izliyor. Özellikle, yarattığı açmaz ve atanın elinde patlamasıyla sanki kullanımına sunulan “koz” gibi işlev gören son Diyarbakır bombası türünden “karşılıklar”ın da kolaylaştırmasıyla, şimdiye kadar bu politikayı sürdürmede belirli bir başarı sağladığını da söylemek yanlış olmayacak.

Oysa AKP Kürtlerin savunucusu pozlarına bürünürken, yıllardır süregelen baskı ve asimilasyon politikasını daha ‘uygun’ bir yaklaşımla devam ettiriyor. Kürtlerin varlığını ve vatandaşlığını görünüşte tanıyor, kabul ediyor. Ancak Kürt halkının hak ve özgürlüklerini tanıyarak onu bir ulus olarak kabul etmiyor ve “tek millet” dayatmasını sürdürüyor. Kürtleri, “Türk ulusunu oluşturan” Çerkez, Laz, Gürcü vb. etnisitelerden birisi olarak ele alıyor. Kürt halkı bir ulus olarak tanınmadığı sürece, ne yıllardır uğruna mücadele edilen haklar, ne de ulusun kendi kaderini özgürce tayini söz konusu olabilir. Bu nedenle, AKP, Kürt halkını kendi politikalarına yedekleme amacıyla, ulusal uyanışını ve hareketini görmezden gelerek ve ulusal haklarını ve eşitliğini tanımadan, ulusal haklarını yok sayıp hareketini yok etmeye ve yerine Kürtlerin kendi (ya da belki bir Kürt AKP’si) etrafında ve “ümmet” türünden “birliği”ni geçirmeye çalışarak, dolayısıyla Kürt halkının kimliğini, hak ve özgürlüklerini, kendi kaderini tayin hakkını güvenceye almayıp inkar ederek Kürt sorununa “çözüm” getirmek istiyor. Egemen sınıfların geleneksel ulusal baskı politikasının bu ‘ince’ biçimi, burjuvazinin Kürt sorununa getirdiği “yeni çözüm”dür. Bu “yeni çözüm”ün, kuşkusuz, daha ötesini de öngören içeriği ve biçimiyle, aslında bir Amerikancı “çözüm” olduğuysa ortadadır ve bu yönüyle “incelikleri”nin (221. maddeyi az-çok aşan bir “af”a benzer “inceltmeler” ve Barzani ile yine “ince ilişkiler”le) daha da “incelmesi” şüphesiz beklenebilir. Beklenemeyecek olan, bu “çözüm”ün hak eşitliğinin kabulüne oturmasıdır.

İşçi sınıfı devrimcileri, Kürt sorununun; eşit haklar temelinde Kürt ve Türk halklarının kardeşliği, Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayini temelinde barışçıl ve demokratik çözümünden yanadır. Bunun için mücadele eder. Bu mücadele, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilen bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Türkiye’nin mevcut durumu, sınıfların karşılıklı konumlanışı ve egemen sınıfların saldırı cephesi dikkate alındığında, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunun çözümü için mücadele sınıf hareketinin temel gündemidir.

 

YÜKSELEN ŞOVEN-MİLLİYETÇİ DALGA VE ETKİSİ

Türkiye egemen sınıfları, baskı ve sömürü düzenini sürdürmek için, böl ve yönet politikası olarak bilinen politikayı ustaca uygulamışlardır. “Düşmanlaştır, zehirle ve çatışmalarla yönet” politikası yıllarca egemen olmuştur. Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikasına yığın desteği sağlamak için kontrgerilla faaliyetleri bitmek bilmemiş, provokasyonlarla Kürt düşmanlığı yeniden ve yeniden üretilmiştir.

Egemen sınıflar, yıllardır üzerinde yükseldikleri ulusal baskı siyasetinin iflası ve Kürt sorununun çözümünü dayatması karşısında yeniden Türk milliyetçiliğinin ırkçı-şoven tezlerine ve siyasal platformuna sarıldılar. AKP’nin sözde “yeni” politikası da bundan muaf değil. Uluslararası planda yıllardır işlenen “uluslararası teröre karşı mücadele” platformunun Türkiye ayağındaki hedefi Kürt ulusal hareketi olmuştur. Ülkenin birlik ve bütünlüğünü ‘tehdit’ eden, ‘bölücü-terör örgütü’ne ve onun yasal uzantısı olan kişi ve kurumlara karşı milli bir heyecan ve galeyan dalgası, bu heyecan ve galeyana katılmayanın “bölücü”, “terör örgütü yanlısı” ilan edilmesi, her yerde ve her kesimde etkisini göstermiştir. Öyle bir etki ki; ya “terör örgütünün yandaşı” olarak ilan edileceksin ya da milliyetçi-şoven dalganın gönüllü-gönülsüz destekçisi/parçası olacaksın! Birçok demokrat eğilimli öğretim görevlisi, akademisyen, aydın, işçi ve emekçi bu dalganın ideolojik etkisi veya zorlamayla “teröre karşı” eylemlere katıldı/katılmaya zorlandı.

Milliyetçi şoven dalganın, esas itibarıyla Türk işçi ve emekçilerini zehirleyip Kürt halkına (son dönemde söylendiği biçimiyle, Kürt halkı değil, PKK’ye) karşı düşmanlık yaratarak linçlere girişirken, PKK mı Kürt halkı mı ‘düşman’ meselesi bir yana, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerine bastırmaya yöneldiği açık bir gerçektir. AKP ile MHP-CHP politikalarının tüm söylem farklılıklarını bir kenara bırakarak ortaklaştıkları temel nokta budur.

 Şoven milliyetçi dalga işçi ve emekçileri zehirlerken, diğer yandan aydın, entelektüel kesimleri, ‘sol’, ‘sosyalist’ ve ‘devrimci’ çevreleri de etkilemekten geri kalmadı. Devletin ve yığınların gözünde Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerini savunmak, ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele etmek ‘bölücülük’ ve ‘terör örgütü yandaşlığı’ ile damgalanırken, kimi sol çevrelerin bu baskılanma karşısında geri adım atması beklenmeyecek bir gelişme değildi. Kimileri ‘bölünme’ ve ‘bölücülük’ paranoyasına iyiden iyiye kapılıp şoven-milliyetçi güçlerle aynı söylemleri paylaşmaya kadar geriledi. Ezen ulus milliyetçiliğinin Kürt ulusunun demokratik hak ve taleplerine saldırısının merkezinde yer alan Kürt ulusal hareketine yönelik baskılar, burjuva hukuk kurallarının sınırlarını aşıp “duyarlı vatandaş” tepkisiyle birleşirken (ya da başka bir deyişle “duyarlı vatandaşlık” örgütlenir ve meşrulaştırılırken), yasal parti büroları basılıp insanlar linç edilirken, Kürt illerinde operasyonlarla beraber fiili bir OHAL yaşanırken, devlet, ‘bölünme’ korkuluğu sallayarak, ‘yasal’, askeri, sivil ve yasadışı tüm kurumlarıyla ezilen ulus hareketine karşı saldırırken, “ülkemizin bölünmesine izin vermeyeceğiz”, “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” demek, en hafif deyimiyle, ezen ulus milliyetçiliği karşısında el pençe divan durmaktır.

Ezen ulus milliyetçiliğinin baskısı ve şoven dalga karşısında, milliyetçi bir anti-ABD karşıtlığıyla süslenmiş vatanı böldürmeme “kararlığı”, aynı hedefle yola koyulan devlet güçlerinin ve onun etkisi altındaki yığınların sempatisini kazanır veya kazanmaz, ayrı bir konudur; ancak şurası kesindir ki; sınıf mücadelesinin keskin bir dönemecinde burjuvazinin saflarına atılmış ‘emin’ bir adım; ezilen ulus milliyetçiliğine karşı çıkma adına ezen ulus milliyetçiliğinin saflarına gizlenemez geçiştir.

Ülkeyi “ABD’ye böldürmeme”ye karar verenlerin (!) dışındaki bir takım “özgürlükçü” ve aynı zamanda “sosyalist” çevreler de, hem ezen ve hem de ezilen ulus milliyetçiliğine karşı çıkar, ikisinden de “korunma”ya çalışır, hatta bir suçlu varsa, o da, hâlâ silahlı eylemlere devam eden ve bir türlü “devlet karşısında koşulsuz silah bırakmayan ezilen ulus milliyetçiliğidir” tespiti yaparken, ezen ulus milliyetçiliğinin rahat ve ‘sorunsuz’ saflarına uygun adım ilerlemektedirler.

Sorun, yalnızca baskı ve yükselen şoven dalganın etkisine bağlanamaz. İdeolojik zaaf ve eksiklikler, ezen ulus milliyetçiliğine her zaman açık kapı bırakan teorik ‘saptamalar’, strateji ve taktikte idealistlik ve bir bütün olarak revizyonist-reformist ideolojik (ve bunu koşullayan sınıfsal) zemin, ezen ulus milliyetçiliğine giden yolun taşlarıdır.

 

KÜRT ULUSAL HAREKETİNİ ELEŞTİRMEK VE ENTERNASYONALİZM

Milliyetçi-şoven dalga, “sol”, “sosyalist” çevrelerde etkisini açıktan ezen ulus milliyetçiliğine geçiş ve milliyetçi tezleri savunmakla değil, “ince” biçimlerde ezen ulus milliyetçiliğiyle uyum sağlamak biçiminde kendini gösteriyor: Örneğin ABD karşıtlığı üzerinden; PKK’nin ABD ile işbirliği yaptığını, ABD’nin Türkiye’yi bölmek için kullandığı bir örgüt olduğunu savunarak Kürt ulusal hareketini eleştirmek, yalnızca eleştirmek değil, ötesinde, “emperyalizme karşı mücadele”nin bir “gereği” olarak emperyalizmin “işbirlikçisi” olan Kürt ulusal hareketine karşı mücadele etmek vb… Kürt ulusal hareketine karşı mücadele eden egemen sınıflarla aynı cephede türkü söylemenin sağlam bir temeli olsa gerek, bu tür bir “ABD karşıtlığı”!

ABD karşıtlığı mı Kürt ulusal hareketine karşı tutum almaya itiyor, yoksa Kürt düşmanlığı veya milliyetçi etkilenme (ya da şoven dalgayı göğüslemeye cesaret edemeyip önünde diz çökme) mi ABD’ye karşı tutum almaya itiyor? Milliyetçi ve milliyetçilikten etkilenen “sosyalist” çevreler açısından ikinci seçenek geçerlidir. Yıllardır ABD’nin kucağında politika yapan ırkçı-milliyetçi çevreler, ABD –özellikle Türkiye’deki durumu ve ilişkileri etkilemesinde şaşılacak şey olmayan, işgal altındaki Irak’ta– Kürtleri desteklediği ve Kürt devletinin kurulmasına izin verdiği için, Kürt düşmanlığının yansıması olarak, geçici ve göstermelik bir ABD karşıtlığına, üstelik istemeye istemeye geçtiler. Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, bu çevreler, ABD’nin “vazgeçilemeyecek” dost olduğunu tekrar hatırladılar ve göstermelik Amerikan karşıtlıklarını hemen bir yana bıraktılar. Ulusalcılar ve Kızılelmacı “solcular”ın yıllardır yürüttükleri “ABD ülkeyi bölmek istiyor, Kürtleri de kullanıyor” propagandası zaten ABD karşıtlığının temelini oluşturuyordu. “Kürt halkının ulusal demokratik talepleri ülkeyi bölünmeye götürür” tezi, onları ırkçı-milliyetçi çevrelerle ittifaka itiyordu.

Kürt ulusal hareketi, söz konusu edilebilecek tüm zaafları ve tüm sevap ve günahlarına karşın, burjuva demokratik bir hareket olarak, anti-demokratik yapıya ve ulusal baskı siyasetine karşı yönelmiştir. İlerici ve demokratiktir. Devletin ve ulusal baskı siyasetinin yıllardır süren baskı ve zulmüne bedel ödeyerek karşı çıkmış, direnmiş ve ileri bir mevzide durmuştur. Milliyetçi gericiliğe karşı demokrasi mücadelesinde önemli bir mevzi oluşturduğu bir gerçektir.

Öte yandan, burjuva bir hareket olmasından kaynaklı ilerici niteliğine rağmen, şüphesiz tutarsızlık ve çelişkilere de sahiptir. Demokratik niteliği Kürt ulusal hareketini sınıf mücadelesinde ilerici bir cepheye iterken, burjuva karakteri de tutarsızlıklara yol açmıştır. Örneğin kent merkezlerinde yapılan ve sıradan vatandaşların can güvenliğini tehdit eden bombalama eylemleri şoven milliyetçiliğin propagandasına destek olur niteliktedir. Ulusal hareket içindeki farklı görüş ve eğilimlerin kaba milliyetçilikle birleşen yönleri, egemen sınıfların ulusal hareketi karalamaya yönelik propagandasında önemli bir argüman haline gelebiliyor. Açıktır ki, Kürt ulusal hareketi, bir ulusal hareket olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin görev ve ihtiyaçlarını göremeyebilir ve buna göre tutum almayabilir. Bu, onun burjuva demokrat niteliğinin kaçınılmaz sonucudur. Ancak bütün bunlara rağmen, yine de Kürt ulusal hareketinin, en azından bir yönü olarak, onu, işçi ve emekçi sorunlarına uzak kalmak yerine olabildiğince yakın durmaya, kaba milliyetçilik yerine Türk halkına barış elini uzatmaya yönelten bir duyarlılığa da sahip olduğu bir gerçektir.

AB’nin Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini savunuyor gözükmesi, –son süreçte vazgeçme eğilimine girse bile, yakın zamana kadar– AB’ye giriş sürecinde hükümeti “çok kültürlülük” ve “azınlık hakları” gibi noktalardan sıkıştırması, AB’ye yönelik yanılsamalı sempatiyi iyiden iyiye besledi. Ancak son dönemde Kürt ulusal hareketine karşı mücadelede AB’nin gerici-milliyetçi güçlere desteği, AB’nin gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi. Kürt ulusal hareketinin AB’ye yönelik tutumu, uluslararası destek arayışının ifadesidir. Ve AB’nin ikiyüzlülüğü görünür oldukça, mücadele ve kazanımları AB’ye bırakmak bir yana, hâlâ büyük bedellerle taleplerin savunulmaya devam etmesi, bunu göstermektedir. Son dönem gelişmeleri, Kürt ulusal hareketinin az-çok belirgin AB’ye dair umutları ve tutarsız yaklaşımlarını tersine çevirecek niteliktedir.

ABD, Ortadoğu’da yaşayan Kürt halkı açısından ayrı bir çekim merkezidir. Yaklaşık yüzyıldır demokrasi ve özgürlük talebiyle mücadele eden Kürt halkı somut bir kazanım elde edemezken, ABD ile işbirliğine giren Irak’taki Kürt feodal-burjuva çevreleri devlet yönetiminde söz sahibi olmuşlar, dahası bir Kürt devletinin kurulması yoluna girmişlerdir. Bölge halkları ve özellikle Kürt halkı açısından bu olgu, ABD ile işbirliğini olumlayan bir eğilim yaratmıştır.

Ancak Türkiye Kürtleri ABD’nin Irak işgalini temkinli karşılamış, ABD ve işgalini açıktan eleştirmekten kaçınsa bile, Irak Kürtlerinin ve burjuva-feodal önderliğinin girdiği bayram havasının bir benzeri içine girmemiştir. ABD emperyalizminden dost olmayacağını defalarca yaşayarak gören Kürtlerin en ileri parçasını oluşturan Türkiye Kürtleri, çekiciliğine rağmen, ABD’nin Kürt hamiliğine kapılıp gitmemiştir. Örneğin, ulusal hareket içinde “Amerikancı çözüm” arayışına giren Osman Öcalan ve ekibi tasfiye edilmiştir. Başka etkenler bir yana, sınır ötesi operasyon ve ABD’nin yaklaşık 60 yıllık stratejik ortağından vazgeçememesi, ABD’nin Kürt hareketi karşısındaki düşmanca tutumu, bazı tutarsızlıkları içinde barındırsa da Kürt hareketi ile ABD arasındaki mesafenin kapanmasının önünü kesmektedir. Ulusal hareket, –en azından iç ve dış gericiliğin saldırganlığının belirlediği bugünkü konjenktürde–, savunduğu talepler ve sahip olduğu demokratik içeriğe uygun olarak, demokratik çözüm karşıtı güçlerle (Türkiye egemen sınıfları ve ABD emperyalizmiyle) giderek daha fazla karşı karşıya gelmeye zorlanmaktadır.

Kürt ulusal hareketinin doğrudan doğruya ABD emperyalizminin Türkiye’deki taşeronu olduğu görüşü, Kürt hareketine düşmanlığın ve milliyetçi-şoven dalganın yarattığı baskılanmanın ‘sol’dan etkisine işaret etmektedir. ABD ile ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel olarak varlığı ve yönünü birleştirmiş olan işbirlikçi Türkiye burjuvazisine karşı ABD’nin mücadele ettiği tezine dayanan bu görüş*, geleneksel Kemalist devlet anlayış ve etkisinin ‘sol’da ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. ABD emperyalizmi, Türkiye gericiliğinin, şoven-milliyetçi ulusal baskı siyasetinin, halkları birbirine düşürme politikasının en büyük destekçisidir; kendisini ve emperyalist çıkarlarını en başta bu politika ve oluşturduğu çıkmaz üzerinden dayatmaktadır. Dönem dönem Kürt halkının koruyucusu gibi gözükme çabası ise, Türkiye gericiliğini hizaya getirme hamlesinin, Ortadoğu’da Kürt halkını yedekleme çabasının ötesinde bir şey değildir. Kürt ulusal hareketinin ulusal baskı siyasetine karşı çıkması, şoven-milliyetçiliğe karşın –belirli tutarsızlıklar içerse bile– Türk halkına barış elini uzatması, savaşı değil barış ve kardeşliği savunması ve gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi sürdürmesi, dünya gericiliğinin temsilcisi konumundaki emperyalizme karşı tavır almayı gerektirir/getirir.

Sorun, Kürt ulusal hareketini eleştirmekte değildir. Kürt ulusal hareketinin zaaf ve yanlışları, tutarsızlık ve çelişkileri eleştirilir. Eleştirip doğru ve tutarlı bir yönelime girmesine yardımcı olunabilir, olunmalıdır da.

Ancak eleştirinin içeriği, hangi sonuca bağlandığı ve yapıldığı koşullar önemlidir. Egemen sınıflar, sağ ve ‘sol’ burjuva partiler, askeri ve ‘sivil’ faşist güçler, Kürt halkının demokratik taleplerine karşı, Kürt ulusal hareketi şahsında bir karalama kampanyasına girişmiş ve “bölücü”, “bebek katili” terör konusunda tam bir birlik sağlamışken, Kürt hareketinin tam da tanımlanıp istenen, dayatılan türden ‘eksik’ yönlerini bulmak ve bunları “işbirlikçiliği”ne bağlamak, üstelik ancak Marksist bir harekete yöneltilebilecek eleştirilerin hedefi kılarak, buna ‘Marksist’ eleştiri adını takmak anlamlı olsa gerek!.. Egemen sınıflar Kürt hareketini ABD’nin üstü kapalı desteğiyle ülkeyi bölmek için çaba göstermekle suçlarken, ‘sol’cuların da Kürt hareketine aynı minval üzerinden eleştiriler yapması rastlantı olsa gerek!..

Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Kürt ulusal hareketinin programında ayrı bir devlet kurmak yoktur. Kürt halkının ayrılma hakkı dahil kendi kaderini tayin hakkı vardır. Ancak Kürt ulusal hareketi, tercihini, ayrılıktan değil, eşit haklar temelinde birlikten yana yapmıştır. ‘Bölücülük’ propagandası, burjuvazinin Türk işçi ve emekçilerini yedeklemek için kullandıkları bir propagandadan ibarettir. Burjuvazi, bölücülük korkuluğuyla, yığınları milliyetçi-şoven dalgaya yedeklemeyi amaçlıyor. Bu propagandanın “sosyalistler”, hatta “komünistler” tarafından benimsenmesi, “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” vb. sloganlarla aynı korkuluğun ‘sol’dan kullanılması, şovenizme yedeklenmenin ifadesidir.

 

KÜRT SORUNUNDA ‘İNKÂRCILIK’ VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE YEDEKLENME

Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve “Yeni Dünya Düzeni”nin ilan edilmesiyle birlikte, 1975 sonrasında temellendirilen neo-liberal politikaların uygulanması hız kazandı. Sosyal devletçi dönemden kalan birçok demokratik kurum ve emekçilerin kazanılmış hakları ortadan kaldırılarak ilerleyebilecek bir sürece girildi. Tansu Çiller, başbakanlığı zamanında “Türkiye dünyanın son sosyalist ülkesidir” derken, sosyal devletin kazanımlarının hızla tasfiye edilmesi görevine vurgu yapıyordu.

Emekçilerin kazanılmış haklarının gaspedilmesi, IMF eliyle ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının peşkeş çekilmesi, çalışma ve yaşam koşullarının giderek kötüye gidişi, dinin devlet tarafından kullanılması, emperyalizmle bağımlılık ilişkileri ve tüm sürecin Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren çözülmemiş Kürt sorunuyla birleşmesi; sınıf mücadelesinin ve bu mücadeleden kaynaklanan saflaşmanın daha da karmaşık bir hal almasına neden oldu, oluyor.

Türkiye orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülke olduğuna göre, (siyasal düzlemde partilerde ifadesi bularak) soyut olarak burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki ve küçük burjuvazinin bir tarafa yedeklenmesi olarak gerçekleşmesi beklenecek olan saflaşma, emperyalizme bağımlılık ilişkileri, dinin devlet tarafından kullanılması ve ulusal baskı siyaseti nedeniyle çok daha ‘karmaşık’ bir biçim alıyor. Saflaşmada bir karmaşıklık olmasa da, revizyonist temelde siyasetlerini belirleyen yapılar için ‘karmaşık’ bir algılama ortaya çıkıyor.

Emperyalizmle –yeni türden sömürgesel– bağımlılık ilişkileri içine sürüklenmiş olan Türkiye’de, ekonomi politikalarından siyasete, medyadan kültüre kadar bütün alanlarda emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin egemenliği söz konusudur. İşçi sınıfı ve emekçiler, en basit ekonomik taleplerinden ulusal demokratik içerikli olanlarına kadar, talepleri sözkonusu olduğunda, karşılarında, başta işbirlikçi tekelci burjuvazi ile birlikte emperyalizmi ve ekonomik ve siyasal programlarını bulmaktadır. Diğer emekçi sınıflarla birlikte, işçi sınıfının mücadelesi, yerli gericiliğe karşı mücadelenin yanı sıra kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı bir mücadele olarak da şekillenmektedir.

Esas olarak küçük burjuva bir kategori olan küçük köylülüğün taban ürün fiyatı, tarım girdilerindeki maliyetlerin düşürülmesi, sübvansiyonların korunması talepleri, köylülüğü IMF programlarına karşı mücadeleye yöneltmektedir. Uluslararası standartların gereği gibi gösterilen taşeronlaştırmaya, esnek çalışmaya vb. işçi düşmanı uygulamalara karşı işçilerin mücadelesi de, emperyalist merkezler ve politikalarıyla çatışmayı zorunlu kılmaktadır. En basitinden, asgari ücretin insanca yaşanacak bir seviyeye çıkarılması, emperyalizmin temsilcisi olan IMF’ye kafa tutmayı gerektirir olmuştur.

Dinin yığınları ‘uyutma’ ve ‘uyuşturma’ aracı olarak devlet eliyle kullanılması, bir din veya mezhebin diğer din ve mezheplere devlet yardımıyla hatta devlet eliyle üstünlük kurması, baskı uygulaması, anti-demokratik ve anti-laik devlet yapısına karşı mücadeleyi gündeme getirmektedir. Gericiliğe ve dinin devlet eliyle yığınları uyuşturma aracı olarak kullanılmasına karşı mücadelenin asıl gücü işçi sınıfı iken, diğer bir gücü de dinin devlet işlerinden ayrılması, devletin dinler karşısında tarafsız olması, din ve vicdan özgürlüğü talebiyle mücadele eden ezilen ve baskı altına alınan din ve mezheplerin mücadelesidir.

Kürt halkının ulusal demokratik taleplerin baskı altına alınması, kimliğinin inkarı ve kendi kaderini tayin hakkının engellenmesine karşı mücadele, yine en başta Türkiye işçi sınıfının sorunudur. Türkiye işçi sınıfının mücadelesi emperyalizme karşı yönelmek zorunda olduğu gibi; ondan bağımsız olmamakla beraber, ulusal baskı siyasetine ve dinci gericiliğe karşı da yönelmek zorundadır. Emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde, anti-laik ve anti-demokratik devlet yapısının varolduğu, siyasal özgürlüklerin bulunmadığı bir ülkede, işçi sınıfının mücadelesi, anti-emperyalist ve demokratik görevleri önüne koymak zorundadır.

Mesele burada başlamaktadır. Siyasal özgürlüklerin geçerli olmadığı, anti-demokratik devlet yapısına sahip, –Kontrgerilla örgütlenmesiyle bağlantısı içinde Hrant Dink, Trabzon rahip ve Malatya misyoner cinayetlerinin hem gerçekleştirilmesi, hem de özellikle kolluk güçlerini işaret eden delillerin vb. yok edilmesi, polislerin sokak ortası cinayetleri vb. vb.. düşünüldüğünde– hukuk karşısında eşitliğin neredeyse kağıt üstünde bile bulunmadığı, askeri ve sivil faşist güçlerin ciddi bir ağırlığa sahip olduğu ülkemizde demokrasi mücadelesinin önemi yadsınamaz. Sınıfların karşılıklı konumlanışı ve mücadelesi, mevcut nesnel koşullar dışında düşünülemez. Emperyalizme göbekten bağlanmış, (kuşkusuz burjuva karakterli) siyasal özgürlüklere olanak tanımayan, (yine burjuva içerikli) hukuk karşısında eşitliğe dayanmadığı gibi, onu yok sayan, anti-laik, ulusal baskı siyasetinin uygulayıcısı iktidara karşı emperyalizme karşı duran, siyasal özgürlükleri, gerçek laikliği ve halkların kardeşliğini savunan güçlerin birliği (sınıfların ittifakı) güncel görevdir. Sınıflar mücadelesi, bu konumlanış ve mücadeleden bağımsız ele alınamaz.

Demokrasi mücadelesinin görevlerinin es geçilmesi yeni bir olgu değildir. Yüzyıllık bir tartışmadır. İki tarihsel kaynaktan bahsedilebilir. Emperyalist ekonomizm (demokratik taleplerden uzak durma) ve Troçkizm (demokrasi mücadelesinin gerektirdiği ittifaklardan uzak durma)… Ülkemizdeki sonucu ise, ezen ulus milliyetçiliği ve inkarcılık…

Ekonomizm, işçi sınıfının, ekonomik mücadelenin sınırlarını aşmaması gerektiğini, siyasal mücadelenin (siyasal demokrasinin) burjuvazinin işi olduğunu söyleyerek işçi sınıfının siyasal (demokratik) meselelere karışmamasını öğütlüyordu. Emperyalist ekonomizm ise, işçi sınıfının, sosyalist mücadele dışındaki alanlara müdahale etmemesi gerektiğini, demokratik mücadelenin işçi sınıfının mücadelesi olamayacağını, bu nedenle demokratik siyasal meselelerin işçi sınıfının değil burjuvazinin işi olduğunu savunuyordu. İşçi sınıfı ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmemelidir, çünkü kapitalizm sınırları içerisinde ulusal sorunun çözülmesi mümkün değildir. Sosyalizmde ulusal sorun zaten çözülecektir. Böylece emperyalist ekonomistler, demokrasi mücadelesini ikinci plana atarak, hatta onu burjuvazinin işi ilan ederek, ‘sosyalizm’ söylemleriyle, anti-demokratik, milliyetçi güçlerin safına geçerler. Lenin, emperyalist ekonomizmin tezlerini şöyle ifade ediyor:

“Demokrasi kapitalizm altında ‘elde edilemez’ bir şeydir. Emperyalist savaş, ister gerici monarşilerde, isterse ilerici cumhuriyetlerde olsun, tüm demokrasinin apaçık ihlalidir – ‘dolayısıyla’ ‘haklar’dan (yani demokrasiden!) söz etmenin hiç gereği yoktur. Emperyalist savaşa ‘karşı olabilen’ ‘yegâne’ şey sosyalizmdir, ‘çıkış yolu’ yalnızca sosyalizmdir; ‘dolayısıyla’ asgari programımızda, yani kapitalizm altında demokratik sloganlar ileri sürmek bir aldatmaca veya bir hayal, sosyalist devrim şiarının yozlaştırılması ya da ertelenmesi vs. demektir.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, sf. 24)

 Oysa yine Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkının kapitalizmin sınırları içerisinde de gerçekleşebileceğini, yani demokrasi mücadelesinin atlanamayacağını şöyle belirtir:

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin iktisadi bakımdan olanaksızlığı, tıpkı bizim, makineleri yasaklamanın ya da emek parasının vb. kabulünün pratikte uygulanamaz olduğunu tanıtladığımız gibi, bir iktisadi tahlil ile tanıtlanmalıydı. Kimse böyle bir tahlile yanaşmıyor. Emperyalizmin en saldırgan olduğu bir çağda, bir küçük ülkenin, hatta savaş ya da devrime başvurmaksızın, ‘istisnai olarak’ pratikte uygulanmayan ulusların kaderlerini tayin ilkesini gerçekleştirebildiğinin tanıtlanabildiği (Norveç 1905 gibi) kapitalist düzende, ‘emek parasının dünyanın tek bir ülkesinde bile ‘istisnai olarak’ da kabul ettirmede başarı’ sağlandığını kimse iddia edemez.

“Genel olarak, siyasal demokrasi (‘saf’ kapitalizm için teorik olarak normal üstyapı olmakla birlikte), kapitalizm üzerinde yükselmesi olanaklı olan üstyapı biçimlerinden ancak biridir. Gerçekler, hem kapitalizmin, hem emperyalizmin herhangi bir siyasal biçiminin çerçevesi içinde geliştiğini ve bunların tümünü kendisine bağımlı kıldığını gösterir. Bu bakımdan, demokrasinin biçimlerinden birinin, onun istemlerinden birinin ‘gerçekleştirilemez’ olduğunu iddia etmek temel teorik yanılgıdır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)

Ulusların kaderlerini tayin hakkı kapitalizmin sınırlarında gerçekleşebilir mi gerçekleşemez mi meselesi (ki teorik olarak gerçekleşebilir) bir yana, tartışılması gereken nokta, işçi sınıfı ve kuşkusuz sosyalistler, Kürt halkına yönelik milliyetçi-şoven baskı, inkâr ve asimilasyon politikasına karşı çıkacak mıdır, çıkmayacak mıdır? Türkiye işçi sınıfı ve sosyalistler, Kürt sorunu sosyalizmden sonra nasıl olsa çözülecektir deyip, Kürt halkının inkarına, katledilmesine sessiz kayacak mıdır kalmayacak mıdır?

Kürt halkının kimliğini, dilini, kültürünü ve kendi kaderini tayin hakkını savunmak, lafızda savunmakla kalmayıp mücadele etmek, milliyetçi, linççi saldırılara karşı dimdik durmak, demokrasi mücadelesinin zorlu görevlerindendir. Kürt sorunu kapitalizmin sınırları içerisinde çözülemez diyerek, onu sosyalizm sonrasına ertelemek; sınıf mücadelesi açısından bakıldığında yakıcı bir sorun karşısında mücadeleden uzak durmak, hem de egemen sınıfların uzak durulmasını canı gönülden istediği bir meselede uzak durmak, kuşku yok ki, ezen ulus milliyetçiliğine ‘sol’dan destek olmaktır.

Ulusal taleplerin kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemeyeceği tezinin eleştirisi yukarıda Lenin’den alıntıladığımız paragrafta ifade edildi. Gerçekleşebilir, gerçekleşmiştir de; örnekleri mevcuttur. Ancak sorun, ezilen bir halkın ulusal demokratik talepleri için mücadele edip etmemektir. “Ulusal talepler gerçekleşemez, sınıfsal talepler için mücadele etmek gerekir” deyip, demokrasi mücadelesinin görevlerinden ‘paçayı kurtarmak’tır. Oysa açıktır ki, kimsenin sınıfsal talepler uğruna mücadeleye karşı çıktığı yok. Sınıf mücadelesinin yükselme dinamiklerinin başında bu gelir. Ancak Kürt sorunu kanayan bir yara olmaya devam ettikçe, Türk ve Kürt işçileri milliyetçi şoven propaganda ve kışkırtmalarla birbirine düşmanlaştığı sürece, sınıfsal mücadelenin açılıp serpilmesi ve engelsizce gelişmesi mümkün müdür? Mümkünse bir ulusun ezilmesine ses çıkarmayan (ya da daha sonra ses çıkarmayı ‘planlayan’) bir sınıfsal mücadele, ne kadar enternasyonalist, ne kadar demokrat veya sosyalisttir; bunu tartışmak gereksizdir.

Sınıf mücadelesini, Kürt sorunundan ayrı bir yerde, ondan bağımsızcasına konumlandırmak; sanki Kürt sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası değilmiş gibi hesaplar yapmak, içi boşaltılmış ‘sosyalizm’ lakırdılarını bir kenara bırakırsak, Marksizmin yerine burjuva siyaset bilimini koymaktır. Kürt sorunu ve ulusal demokratik talepler için mücadele, milliyetçi Kürt burjuvazisine bırakılacak bir mücadele değildir. Sorun ve talepler, Kürt burjuvazisinden çok, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin sorunudur. Sınıf mücadelesinin alanıdır; ta kendisidir. Ulusal demokratik talepler, emekçilerin ekonomik ve siyasal taleplerinden bağımsız değil, onların bir parçası ve tamamlayıcısıdır.

 

***

Troçkizm; ulusların kendi kaderini tayin hakkı, siyasal demokrasi vb. demokratik taleplerin kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemeyeceğini, emperyalizme karşı bağımsızlığın mümkün olmadığını, demokrasinin ancak sosyalizmde mümkün olabileceğini, bu nedenle bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veren demokratik güçlerle bir araya gelmenin mümkün olmadığını savunur. Emperyalist ekonomistlerin tezlerine yaslanır. Farklı olarak, demokratik taleplerin yine de savunulmasını (gerçekleşmeyeceğini bilerek, geçiş talepleri olarak ele alınmasını) öğütler. Ancak demokrasi, bağımsızlık ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelesine mesafelidir, bu hedeflerle mücadeleyi ‘ulusalcılık’, ‘ezilen ulus milliyetçiliği’, ‘burjuva demokratlık’ olarak niteler. İttifaklara ise karşıdır vb.

Sınıf partisi, her ulustan işçi sınıfının partisi olarak, ezilen ulusun işçi sınıfı ve halkının baskı altına alınan dilini, kültürünü ve diğer ulusal demokratik taleplerini savunmalıdır. Ancak mücadele somut toplumsal zemindedir. Eğer sınıf mücadelesine işçi sınıfının mevzilerinden müdahale edilecekse, savunulan talepleri tek başına savunup, bunu deklare etmekle yetinilemez. Taleplerin daha geniş kesimler tarafından benimsenmesi, benzer talepleri savunan kesimlerle ittifaklar yapılması; karşı cephenin daraltılıp anti-emperyalist demokratik cephenin genişletilmesi için mücadele edilmelidir. Bu zorunluluk inkâr edildiğinde, bırakalım devrimciliği veya sosyalistliği, az ya da çok mücadeleci olma özelliği yitirilmiştir.

Kürt ulusal hareketi ile ülkenin en önemli demokrasi sorunlarından birisi olan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda ittifak yapmak; Kürt sorununun çözümünü yalnızca Türkiye gericiliği ile değil, onun ardındaki emperyalizme karşı mücadeleyle birlikte ele almak ve anti-emperyalist demokratik güçleri birleştirmek, emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Mücadele lafta kalmayacak, fikir somut bir güç haline gelecek ve halk yığınları egemen sınıfların karşısına devrimci bir mevzide dikilecekse, demokrasi mücadelesinin gerektirdiği ittifaklar zorunludur.

Milliyetçi şoven dalganın yarattığı baskılanma arttıkça, ‘sol’un milliyetçilikle yakınlaşması da artıyor. Demokrasi güçlerinin demokratik talepler etrafında ittifakı ve mücadelesi bir yana, demokrasi güçleriyle yan yana durmak bile zül haline geliyor. Ezilen ulusun zulme karşı başkaldırışını ve özgürlüğünü simgeleyen, devletin bile tanımak zorunda kaldığı Newroz kutlamalarında kimi “sol”, “sosyalist” çevreler, Kürt halkından uzak durmak için bin bir yolu deniyor. 19 Mart İşgale Karşı Direniş Küresel Direniş günü, 21 Mart’ın barış ve kardeşlik temasıyla birleştirilmek yerine, Newroz’a katılmamanın bir fırsatı haline getiriliyor. Irak’ta işgale, ulusların baskı altına alınmasına, insanların öldürülmesine karşı çıkılırken, Kürt halkının baskı altına alınmasına, öldürülmesine, dilinin ve kültürünün yasaklanmasına karşı çıkmamak, 19 Mart eylemlerini bahane ederek Newroz kutlamalarına katılmamak, egemen güçlere ‘hoş gözükmek’ için çabalamak ve demokrasi mücadelesinden yan çizmektir. Evet, Kürt ulusal hareketinden, Kürt halkından ve onun demokratik değerlerinden uzak durmak, egemen güçlerin suyuna gitmek, milliyetçi şoven dalganın rüzgârına kapılmaktır.

Yalnızca Newroz değil, bir ulusal sorun olarak Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için verilen bütün bir mücadele, aynı zamanda, halkların kardeşleşmesi ve ulusal baskı siyasetine karşı anti-emperyalist demokratik devrim mücadelesinin bir parçasıdır. Bu nedenle demokratik devrimin önemli bir program maddesi olan Kürt sorunun demokratik çözümü için demokratik güçlerle ittifak, devrimci ve demokrat olmanın kıstasıdır. Sosyalistler en tutarlı demokratlardır.

Sınır ötesi operasyonlara, Kürt ulusal hareketinin yasal temsilcisi olan DTP’ye yönelik baskılara, milliyetçi şoven dalgaya karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirilmeli, bu mücadelenin unsurlarının ittifakı gerçekleştirilmelidir.

Milliyetçi şoven dalgaya karşı net bir tutum almadan, ortak talepler etrafında demokrasi cephesini örecek gerekli ittifakları yapmadan, sosyalist olmak bir yana, demokrat kalmak da mümkün değildir. Milliyetçiliğe açık kapı bırakmanın ve şoven dalgaya ‘uyum’ sağlamanın sonu yoktur. Taviz daha büyük tavizleri getirir. Yükselen milliyetçi dalganın yarattığı “ya bölücü teröristlerden yanasın ya da onlara karşı tavır alacaksın” ikilemi, demokratik karakterli birçok akım ve çevreyi şoven dalganın yedeğine itiyor.

Milliyetçi dalgaya yedeklenen çevreler, egemen sınıfların politikaları karşısında giderek net olamayan bir politik hatta savruluyorlar. Kimi gönülsüzce veya sessiz kalarak onaylarken, kimi de karşı çıkmadan ‘eleştiriyor’. Örneğin sınır ötesi operasyonlar… Egemen sınıflar sınır ötesi operasyonlarla Kürt sorununu barış ve diyolagla değil askeri yöntemlerle çözmekte ısrar ederken, ‘sosyalist’ çevreler ne yaptı? Sınır ötesi operasyona lafta karşı çıkarken, kurulan birlik ve platformların eylemlere katılmadı, egemen sınıflara karşı bir mücadele örgütleme çabasına dahi girmedi. Sessizce onayladı. Egemen sınıfların sınır ötesi operasyonla amacı, Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarında ısrarla devam etmek, barış talebine karşı savaşta diretmek, Kürt sorununu şiddet yoluyla çözümsüz bırakmaktı. Sınır ötesi operasyonlara karşı durmak, Kürt sorununun çözümsüz kalmasına, başka bir ülkenin sınırlarının milliyetçi fetvalarla ihlal edilmesine karşı çıkıştı. Bu karşı çıkış, halkı aydınlatma, egemen sınıfların propagandasının etkisinden kurtarma çabasıyla, en azından mücadele platformları ve ortak eylemlerle birleşmezse anlamlı olmaz; egemen sınıflar için bir zarar da teşkil etmez.

 

İKİNCİ ENTERNASYONAL VE SOSYAL ŞOVENİZM

İkinci Enternasyonal partileri, 1912 yılında Bern Konferansı’nda, olası bir emperyalist savaşta kendi burjuvalarının emperyalist hedeflerine karşı mücadele edeceklerini, yani kendi burjuvalarına karşı savaşacaklarını ilan etmişlerdi. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıktığında, emperyalist ülkelerin sosyalist partileri, kendi ülkelerindeki burjuva milliyetçi dalganın da etkisiyle burjuvazinin emperyalist siyasetinin destekçisi haline geldiler: Sosyalist bir parti, başka bir emperyalist devletin saldırısına karşı kendi ülkesini korumak (anavatan savunması) adına kendi burjuvazisiyle ittifak yapmalı, onun savaş politikalarını desteklemeliydi! Bu nedenle, sosyalist partiler, emperyalist burjuvazinin savaş bütçelerine “evet” oyu vermekten çekinmediler.

Rakip emperyalist güce karşı kendi burjuvalarını destekleme tutumu, burjuvaziyle ittifakla ülkenin kurtuluşunu sağlama stratejisi, çok eskilerden beri savunulan proletarya ile burjuvazi arasındaki uyumlu gelişmeyi, anlaşmayı bizzat hayata geçiriyordu. Bir kez burjuvaziye taviz verdin mi, burjuva milliyetçiliğinin saflarına geçip burjuvaziyle ittifak aradın mı, gerisi de gelir. İkinci Enternasyonal partileri, kendi burjuvalarının sömürgelerindeki egemenliğine “çağdaşlık”, “uygarlık” adına karşı çıkmadılar. Emperyalist burjuvazinin sömürgeciliği karşısında “tarafsız” kalmaya çalıştılar. Ülkelerindeki şoven dalganın etkisiyle sömürge ulusların bağımsızlıklarını savunmaya cesaret edemediler. Sömürge ulusların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini “rakip emperyalistlerin kuklası”, “milliyetçilik”, “gericilik” diye suçlayarak “eleştirip”, kendi milliyetçiliklerini gizlemeye çalıştılar. Sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin eksikliklerini bulmayı, kendi burjuvalarının egemenliğini savunmak için birer fırsata dönüştürdüler. Sonuçta İkinci Enternasyonal partileri, emperyalist burjuvazinin destekçisi konumunda sosyal reform partileri haline geldiler. Burjuva milliyetçiliğinin ‘sol’dan savunuculuğunu yapan sosyal-şovenist partiler haline geldiler.

Lenin, İkinci Enternasyonal partilerinin kendi burjuvazilerinin emperyalist politikalarını destekleme tutumlarını, bir ayrışma noktası olarak gördü. Gelişmiş ülkelerde reformist ve sosyal-şoven ‘sosyalist’ partilerle Marksist-Leninist hareket arasına kalın bir çizgi çekerek, III. Enternasyonal’i kurdu. III. Enternasyonal, bir önceki Enternasyonal partilerinin tersine, sömürge ülkelerdeki burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist gericiliğe ve ülke içindeki işbirlikçi, anti-demokratik iktidarlara karşı ilerici niteliğini gördü. Emperyalizme karşı mücadeleyi gelişmiş ülkeler proletaryasının sosyalist hareketiyle sınırlı gören, türlü türlü eksikler bularak sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinden uzak duran II. Enternasyonal partilerinin tersine, burjuva milliyetçiliğiyle tüm bağları kopardı. Emperyalist ülkelerdeki sosyalist proleter hareketle, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketini emperyalizme karşı mücadelenin sarsılmaz müttefikleri olarak ilan etti. II. Enternasyonal’e I. Enternasyonal’den miras kalan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını, emperyalizm çağının gereklerine göre, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” olarak yeniledi.

İşçi sınıfı ve ezilen halkların eylemli ittifakıyla emperyalizme karşı mücadelenin temel yönü belirlendi. II. Enternasyonal’in burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinden uzak duran, ‘tarafsızca’ yaklaşan anlayışı yıkılarak, köklü bir sosyal-şovenizm eleştirisi yapıldı. III. Enternasyonal’e katılmanın koşullarından birisi, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerini ileri ve demokratik bir içerik taşımaları şartıyla desteklemek oldu. III. Enternasyonal’den günümüze kalan devrimci miraslardan birisi de budur.

II. Enternasyonal partilerini sosyal-şovenizme götüren yol, ülkemizde de sonuna kadar açılmış bulunmaktadır. Bu yolun yolcusu görünüşe göre epey çoktur. Kürt ulusal hareketinin eksikliklerini öne çıkartarak, ezilen Kürt ulusunun haklı talep ve meşru mücadelesini yok saymak, egemen sınıfların milliyetçi saldırısına ‘sol’dan çanak tutmaktır. Asıl görev, emperyalizme karşı bağımsızlık; gericiliğe, milliyetçiliğe karşı demokrasi talebiyle mücadele etmek; bu mücadelenin şuradan veya buradan parçası olan güçlerle ittifak yaparak, geniş bir anti-emperyalist demokratik cephe yaratmak ve devrime ilerlemektir. Ulusal demokratik talepleri sahiplenmeden, enternasyonalizmi içselleştirip Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifak yapmadan, ne anti-emperyalistlik kalır ne de enternasyonalizm. Geriye, kala kala, ulusal demokratik kurtuluş hareketlerinden bin bir türlü gerekçeyle uzak duran II. Enternasyonal sosyal-şovenimi kalır.

 

SONUÇ OLARAK

Emperyalizm, “uluslararası teröre karşı mücadele” sloganıyla, kendi egemenliğini ve sömürü ilişkilerini meşrulaştırmak, yeni sömürgeler elde ederek hâkimiyet ve etki alanlarını arttırmak istiyor. Bir yandan dünya kamuoyu ve insanlığın ilerici birikiminin tepkisini çekerken, “terörizme karşı mücadele” ile kendine meşru bir temel sağlıyor ve yığınları yedekliyor. Kargaşanın, yoksulluğun, savaş ve sömürünün temsilcisi emperyalizm; güvenliğin, huzurun, demokrasi ve özgürlüğün temsilcisi olarak görülmek için çabalıyor. Açık emperyalist çıkar ve amaçlara rağmen, Irak’ta göstermelik demokrasi çabaları bunun içindir.

Türkiye, ABD emperyalizminin egemen olduğu, hükümetlerin Beyaz Saray’dan onay aldığı bir ülke olarak, hem ABD’nin siyasal, askeri hedeflerinin taşeronu, hem de ortaya koyduğu uluslararası “tehdit” platformunun yardımcısıdır. Bu “tehdit”, “uluslararası terörizm”dir. “Uluslararası terörizme karşı savaş” yalnızca ABD’nin işi değil, Türkiye’nin de işidir. Bu nedenle Türkiye, Irak işgalini desteklemiş; AKP hükümeti, bazı karşı çıkışlara rağmen, Irak’a “götürülen” “demokrasi”yi coşkuyla karşılamıştır.

ABD emperyalizminin “demokrasi” anlayışı, sömürge alanlarını geliştirmek, kendisine karşı çıkan tüm güçlerin ortadan kaldırılmaktır. Küba ABD emperyalizmine karşı çıkmaktadır, Venezüella onu teşhir etmekte, hatta ona kafa tutmaktadır vb. Bu nedenle, Küba’da, Venezüella’da ve ABD stratejisiyle uyum göstermeyen tüm ülkelerde diktatörlük hâkimdir! “Uluslararası terör” bu ülkelerce desteklenmektedir!

Ülkemizde de demokrasi anlayışı “ABD demokrasisi”ne paralel işlemektedir. Egemen güçlere karşı çıkan, onun politikalarıyla çelişen tüm kesimler, “demokrasiye karşı olmak”, “bölücü teröre destek vermek”le suçlanmaktadır.

Yükselen milliyetçi dalganın da etkisiyle egemen sınıflarca bir saflaşma dayatılmıştır. Egemen sınıfların (partilerinin, devlet ve ordunun) yükselen saldırı dalgası, siyasal parti ve akımları da yeniden bir saflaşmaya sürüklemiştir. Bu saflaşmanın karşıt kutuplarını elbette işçi sınıfının partisiyle işbirlikçi burjuva partiler oluşturmaktadır. İşbirlikçi ve ulusal baskı siyasetenin uygulayıcısı burjuvazinin saldırılarına; ulusal baskıya, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı demokrasi, gericiliğin arkasındaki emperyalizme karşı bağımsızlık talebiyle karşı durmak, egemen sınıfların devasa propaganda aygıtlarının gücü ve etkisinden dolayı ideolojik-politik çizgiden ödün vermemek günün görevidir. Anti-emperyalist ve demokrat bir duruşla, tüm ilerici çevrelerle güçbirliği yaparak ilerlemek, gerçek bir karşı duruşun sorumluluğudur. Bu sorumluluğun altından sağa-sola yalpalamadan kalkabilmek, ideolojik sağlamlığı ve işçi sınıfına bağlanmayı gerektirir. Bu niteliklere sahip olmayan birçok küçük burjuva ‘sol’, ‘sosyalist’ çevre, milliyetçi baskılanmadan etkilenerek, ilerici, demokrat, anti-emperyalist güçlerle ittifak yapmaktan uzak durdu. Uzak durdu, çünkü lafızda II. Enternasyonal reformizmini eleştirirken, pratikte II. Enternasyonal sosyal-şovenizmine düştü. Tıpkı II. Enternasyonal partileri gibi, başka ülkelerdeki ulusal demokratik hareketleri desteklerken, kendi ülkesindeki ulusal demokratik hareketten uzak durdu. İlerici, demokratik cepheye dahil olmayınca, gerici egemen sınıfların platformuna karşı durup mücadele etmek yerine sessiz kalmayı tercih etti. Ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği arasında tarafsız kalmak adına, Lenin’in belirttiği gibi, kapağı, ezen ulus milliyetçiliğine attı. Milliyetçi şoven dalgaya ‘sol’dan çanak tuttu, mücadele etmeden eleştirmekle yetindi. Adını doğru koymak gerekirse, ‘sessizce’ onayladı.

Çokça ‘sosyalist’ olduğunu iddia eden bir çevre, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketini tecrit etmek, halkları birbirine kışkırtmak için kullandığı bölünme korkuluğunu sahiplenip, anti-Amerikancı, görünüşte sosyalist, ama özünde milliyetçi “ABD’ye ülkemizi böldürmeyeceğiz” sloganıyla birleştirdi. Milliyetçi çevrelere “solun böylesi makbuldür” dedirtecek bir platforma çekildi. ‘Doğu ve Güneydoğu’da en zor ‘görevleri’ onurlu bir şekilde yerine getirmekle övünen askerleri ‘cephe’lerinin sözcüsü yaptılar. Milliyetçi ‘sosyalist’, tarihsel deyimiyle sosyal-şovenist eğilimlerini gerçeklik haline dönüştürdüler.

Sosyalizmin ‘özgürlükçü’sünü sahiplenen başka bir çevre, ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulus hareketi arasında eşit mesafede olduğunu savunarak, ezilen ulus hareketinin teslimiyetini öngörüyor. Ezilen ulus milliyetçiliğinden uzak durmak adına milliyetçi şoven dalga karşısında sessiz kalıyor. Bu çevreye göre, Kürt sorununun asıl sorumlusu, silah kullanan ve şiddeti yöntem olarak benimseyen Kürt hareketidir. Kürt ulusal hareketi silah bıraksa, teslim olsa, bütün sorun çözülecektir. Milliyetçi şoven dalganın etkisi ve baskısı arttıkça, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadelenin yerini, ulusal demokratik taleplerden uzak durma ve Kürt ulusal hareketine düşmanlık, demokrasi mücadelesine katılmak bir yana düşmanca tutum alma alıyor.

Emperyalizme ve yükselen milliyetçi şoven dalgaya karşı bağımsızlık ve demokrasi cephesini oluşturmak; bu cephenin gerektirdiği siyasal birlikteliği sağlamak ve güçlendirmek, milliyetçi dalganın yedeğine düşen akım ve hareketleri eleştirmek ve enternasyonalist bir politikaya kazanmak; güçlü bir birliktelik için anti-emperyalist demokratik halk cephesi oluşturmak, günün görevidir. Bu görevden ‘sol’dan veya sağdan uzak durmak, emperyalizmin böl ve yönet politikalarına, milliyetçi şoven dalgaya isteyerek veya istemeyerek ortak olmak, destek çıkmaktır. Anti-emperyalist demokratik halk cephesinin oluşturulması ve güçlendirilmesi, demokratik halk iktidarına yol alması; sosyalizme giden yolun buradan açılması asıl olarak işçi sınıfı partisinin görevidir.


* Kuşkusuz, emperyalistlerin, çeşitli ülkelerin gericilikleriyle aralarındaki çıkar farklılıkları üzerinde yükselebilecek gerici çekişmelerde çeşitli ulusal hareketleri etkileyip kullanmaya yönelmeleri ve bunun imkanlarının varlığı (burjuva milliyetçiliğin buna zemin oluşturması) gözden kaçırılamaz ve burada üzerinde durulan da bu değildir. Değinilen, geleneksel “kökü dışardalık” suçlaması ve ülke içindeki gericiliğin dış düşmanlar ileri sürülüp “dört bir yandan düşmanlarla çevrili son Türk devleti”ne yönelik tehditlerle açıklanması ve bu arada, emperyalistlerle yerli gericiliğin, ikisinin de sınıf temeli ve dayanağının uluslararası burjuvazi olduğu gizlenerek, yerine göre, bazen birine bazen diğerine (“solcular” bakımından emperyalizme karşı varsayılan iç gericiliğe) ilericilik atfedilmesidir. (Öte yandan, örneğin Irak’ta da “ülkeye demokrasi getirdiği” varsayılan emperyalistler “ilerici” atfedildiği biliniyor.)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑