hezeyanlara yanıt:
deniz gezmiş, kemalizm ve milliyetçilik
KADİR YALÇIN
Son zamanlarda haddini bilmezlik modası türedi ve yayılıyor. Bir dizi haddini bilmez küreselci liberal peyda oldu siyasal ideoloji sahnesinde. Kimi eskiden beri yazıyor. Kimi “senarist-yazar” “titrini” kullanarak başladı. Amerikancı taraf ve taraftarların pek hoşuna gidiyor, önlerine sayfalar ve köşeler açılıyor.
“Yazar”.. yazıyor. Romancı, roman da siyaset de yazıyor. Öğretim görevlisi, romanlar üzerine de kaleme sarılıyor. “Senarist”.. bugünkü neoliberal kurgulardan yakın geçmişe ilişkin senaryo üretiyor. Bilim kurgu geleceğe yönelik kurgulamalar yaparken, romancısı, “siyaset bilimci”si, tarihçisi, “senarist-yazar”ı “gelecek”le ilişkili saydıkları hastalıklı günümüz kuruntularıyla geçmişi bu hastalıklı pencereden kurguluyor ya da çoğunlukla türetilmiş eski kurguları yineliyorlar.
Geleceğe yönelik hayaller ilgiyle karşılanabilir. Ama geçmiş yaşanmışlıklar demek. Olgular, maddi gerçekler demek. Geçmişe atıflarda bulunup analizler geliştirilirken, bilim kurgucuların sere serpe kullanabildikleri geniş özgürlük alanından yararlanılamaz.
Ancak kuşkusuz yakını ve uzağıyla tarih de, öteden beri ideoloji alanına girmektedir. Tarihin yazıldığı anın maddi toplumsal gerçekleri, sınıfsal çıkarlar ve bunların ihtiyaç haline getirdiği siyasal yaklaşımlar, günün olduğu kadar tarihin gerçeklerinin de ideolojik ele alınışını dayatır. Bu dayatmanın gönüllü içselleştirici ve savunucuları çoktan eğitilip hazırlanmışlardır. İhtiyaç halindeki ideolojik olanı, tersyüz edilmiş gerçeği, yüksek sesle ve sırtlarının kalın, dayanaklarının güçlü olduğu güveniyle yüksek perdeden ileri sürmeye başlarlar. Görevlendirilmiş gibidirler. Maaşla çalıştırılmaları gerekmez. Ama sonunda ödüllerini de alırlar.
Tarihin bu tarz ele alınışı yeni değildir. Gerçeklerin tersyüz edilişinin yalnızca günümüze özgü olduğu ileri sürülemez. Tarihin kurgucu idealist yorumlanması düşünce tarihinin kendisi kadar eskidir. Tarihin, şu senyör ya da sultanın, kral ya da prensin şu düşünce ya da eylemine bağlanarak açıklanması, ama sınıf mücadelelerinin tarihi olarak –bilgi yetersizliğiyle– açıklanamaması ya da sınıf çıkarları ve siyasal ideolojik ihtiyaçlarla kurgucu idealist tersyüz edicilikle özel olarak anlaşılmaz kılınması ve çarpıtılması yüzyıllardır yinelenir. Örneğin 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırp tarafından öldürülmesiyle açıklanmıştır. Bu, en bilinenidir. Ya da Paris Komünü, ama en yoğun olarak ’17 Ekim Devrimi, sanki milyonların özlemi ve inisiyatif alışıyla gerçekleşmemiş ve yine o milyonların eylemi ve kendi kendilerini yönetmeye girişmeleri olarak ilerlememiş gibi, demokrasi adına suçlanıp karalanmış, üstelik bu karalamayı Marksistlik, sosyalistlik iddiasıyla üstlenen Kautsky türü dönekler de çıkmıştır.
Özetle, tarihsel gerçek, kuşkusuz gerçek nedenleriyle ve onu gerçek olarak açıklamayı olanaklı kılacak materyalist tarih anlayışıyla birlikte, insanlığın sınıfların ortaya çıktığı belirli bir gelişme döneminden bu yana, sömürücü sınıf çıkarlarının yön verdiği siyasal ideolojik karartma ve çarpıtmaların konusu kılınmıştır.
Gerçek olgu ve olayların değil ama ideolojik anlam yüklenmiş görüntü ya da “gölge”lerinin, isteğe bağlı kurguların, sınıfsızlaştırılıp yüceltilmiş düşünce, ahlak, hukuk gibi sınıflara bölünmüş insan eyleminin ürünlerinin dayanak edinilmesi, çarpıtmaların başlıca unsuru olmuştur.
Tarih çarpıtıcılığı ve karaçalıcılığın en “ileri” örneklerinden birinin Stalin’le ilgili olduğu biliniyor. Son zamanlarda, Deniz Gezmiş’e de, onun kılına bile zarar veremeyeceği kesin olan benzer çarpıtıcılıkla kara çalınmaya yeltenilmiştir.
Sovyetler Birliği ve Stalin üzerine –SB’ni Hitler Almanya’sı ve Stalin’i Hitler’le özdeşleştirmeye yeltenerek– öteden beri söylenenleri M. Belge ve H. Berktay gibi siyaset bilimcisi ve tarihçilerin tekrarlamaları bir yenilik olmuyor. Aynı “gölgeli” yaklaşımı, Nazlı Eray “Kayıp Gölgeler Kenti”nin anafikri düzeyine yükselttiğinde de yeni bir şey yapmış olmuyor. Temel bir “soğuk savaş” argümanını kullanmayı sürdürüyorlar. ’68 ve özellikle Deniz Gezmiş’i diline dolayarak, MHP milliyetçiliğiyle benzerliği iddiasında bulunan türedi beyzademiz Kütahyalı’nın büyük bir hırs ve sınıf kiniyle yaptığı da benzer bir şey.
STALİN-HİTLER ÖZDEŞLEŞTİRMESİ!
Önyargı düzeyine yükseltilmesi için elden gelen her şey yapılarak, Stalin-Hitler özdeşleştirmesi, “soğuk savaş” yıllarının temel bir argümanı olarak piyasaya sürülmüş ve ısrarla işlenmiştir. Bu amaçla, başta MIT[1] olmak üzere, pek çok Amerikan üniversitesi harekete geçirilmiş, tescilli anti-komünist olanların ikna ediciliklerinin sınırlılığı nedeniyle solcu, sosyalist eğilimli olanlar içinden derlenen Troçkist vb. kimlikli çok sayıda öğretim üyesine yüzlerce kitap yazdırılmıştır. Kimi “kuyruk acısı”yla, kimi sunulan kariyer vb. olanaklarla, kimi açıkça CIA elamanı olarak maaşa bağlanarak görevlendirilmelerinin hakkını veren “Demirperde”ye karşı “Hür Dünya” serdengeçtileri, üniversitelere yüklenen işlevi de göstermek üzere, ortalama Batı insanının SSCB algılamasını değiştirmek üzere, birbiri ardına “eserler” yayımlamaya girişmişlerdir. Hindistan’da İngiliz gizli servisiyle de bağlantılı olarak sömürge subaylığı yapmış olan George Orwell ve Sovyet toplumundaki “eşitsizlikler” ve “zorbalık” ya da “diktatörlük”e ilişkin kitabı “Hayvanlar Çiftliği”, örneğin, bunlardandır.
Kültür ve sanat da dahil bütün alanlarda çok yönlü bir anti-komünist saldırı olarak gündeme getirilen “soğuk savaş”, uluslararası işçi sınıfı ve sosyalizme karşı, başta ABD olmak üzere Batının tekelci emperyalist burjuvazisinin iktisadi siyasal çıkarları doğrultusunda açtığı, öncelikle ideolojik bir “Haçlı Seferi”ydi.
Sovyetler Birliği, sosyalizmin inşasında kazandığı olağanüstü başarıların yanında 2. Dünya Savaşı’ndaki tutum ve eylemiyle de uluslararası işçi sınıfı ve dünya halklarının gönlünde taht kurmuştu. Onun önderi olarak Stalin ise, bunda en çok pay sahibi olandı. Dünya işçi sınıfı ve halklarının SB ve önderi Stalin’i örnek alıp yolunu izlemeleri beklenen doğal bir olguydu. Zaten bu örnek alış ve örneği izleme başlamıştı. Öyleyse sosyalist SB ve önderi Stalin’e ilişkin insanlığın yaşam deneylerinden süzülüp gelmiş algılamanın, burjuva gerici amaçlarla değiştirilmesinin özel önem taşımasında şaşılacak şey yoktu.
Önce sosyalizme karşı topyekûn saldırı denendi. İkna edicilik sorunu dolayısıyla hedef daraltma gereğinde karar kılındı. Doğrudan Marx ve Engels’e, Lenin’e ve genel olarak sosyalizme saldırma yerine, hatta yer yer sanki onlar savunuluyormuş tavrıyla, Stalin ve SB’ndeki sosyalizm pratiğinin gözden düşürülmesi amaçlı özel saldırı başlatıldı.
Burada, iş, generaller ve politikacıların yanında ama ötesinde, olanaklar sunulmuş, satın alınmış çoğu eski “solcu” öğretim üyesi, sanatçı vb. burjuva aydının “yaratıcılıkları”na kaldı. Başta aydınlar olmak üzere ilerici demokratlara, sosyalistlere yöneltilen McCarthyci anti-komünist suçlamalar ve zorbalıkla, kapitalizme bağlanma eğilimi gösterenlere olanaklar sunulmasıyla, dünya ölçeğinde Marshall yardımıyla, darbeleri de kapsayan askeri güç gösterileriyle beslenerek etki gücü artırılan, insanlığın “sosyalizm” algılamasını değiştirmeyi amaçlayan anti-komünist ideolojik kampanya, temel yönü olarak, sosyalist SB ve önderi Stalin’in haklı olarak kazandıkları itibarın giderilmesini hedef edindi.
Olacak şey değildi; ama şuradan buradan “taciz atışları” ile başlayan Stalin suçlaması, bir süre sonra Stalin-Hitler özdeşliğinin ileri sürülmesine gelip dayandı.
Hitler, pazar ve toprak ihtiyacıyla yöneldiği dünya egemenliği peşinde dünya halklarına silah çeken Alman mali sermayesinin sömürücü saldırgan çıkarlarını faşist programıyla savunmaya soyunmuş bir kan içiciydi. Üstelik, kapitalizmin, kendisi gibi onların da sınıf düşmanı olan işçi sınıfının sosyalist anavatanına saldıracak bir “koçbaşı” olarak, Batılı emperyalist burjuvazi ve devletler (İngiltere, Fransa, ABD) tarafından SB’nin üzerine sürülmek üzere önü açılıp pohpohlanmıştı. Bu amaçla ne Münih yaltakçılığından kaçınılmıştı, ne de faşizmin Etiyopya ve Çekoslovakya işgalleri türü saldırganlıklarına ses çıkarılmıştı.
Oysa SB ve önderi Stalin, faşizme karşı birlik için çağrı üstüne çağrı yapıyordu. O yüceltilen Batı demokrasisi, faşist saldırganlar olan Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sını SB’ne saldırtma peşinde faşizme karşı –önüne Çekoslovakya ve Avusturya’yı “ödül” olarak atıp– onu “yatıştırma siyaseti” izleyen Batılı emperyalistler, hiçbirini tınmadı ve parmağını bile oynatmadı. Ta ki Hitler, SB’ne değil ama dönüp Fransa’ya saldırıncaya kadar. Hatta yine cılız sesler dışında ses duyulmadı. Fransız burjuvazisi örneğin, “Paris yakılıp yıkılmasın” diye, hem Paris’i hem Fransa’yı Hitler’e teslim etti. O yüceltilen demokrasi, Petain’in NAZİ’lerle işbirliği Hükümeti’ni üretebildi! İngiltere de, Hitler’in kolunun ulaşabileceği, bombalanabilir bir alana dönüşünce ve faşizm neredeyse tüm kıta Avrupa’sını denetim altına alınca, SB’nin faşizme karşı ittifak öneri ve çağrıları akla gelmeye başladı.
***
Şimdi çalakalem faşizme karşı tutumları ve sosyal-demokrasiye ilişkin politikaları dolayısıyla Stalin, III. Enternasyonal ve Sovyetler Birliği hakkında karalamalar yazıp çizenler, tarihe, hâlâ, İspanyol Falanjistlerine doğrudan desteğine ses çıkarmayıp (tersine Cumhuriyetçileri koğuşturan) Çekoslovakya işgaliyle Avusturya’nın ilhakını olurlayarak, onu, Doğu’ya, SB üzerine sürmek için Hitler’le Münih Anlaşması’nı imzalayan A. N. Chamberlain ve E. Daladier’in* “penceresi”nden bakmakta ısrarlılar. Burjuva demokrasisi, onun Chamberlain ve E. Daladier ve öncelleri gibi şefleri, muhafazakarları, liberal ve sosyal demokratlarıyla, Hitler ve Mussolini’yle benzerlerini üretip, yollarını açıyordu. Komünistlerin dünya ölçeğinde faşizme karşı mücadele çağrıları yanıtsız kalır, ve tersine, faşizmle uzlaşma içinde komünistler hedefe konurken, Komüntern, Stalin ve SB ne yapacaktı?
M. Belge ve benzerleri Sovyet-Alman saldırmazlık paktını dillerine dolamış eleştirirler. Chamberlain ve E. Daladier’in eleştirisidir bu. Ama W. Churchill bile, Stalin’i değil, Chamberlain ve Münih’te beliren yatıştırma siyasetini suçlayarak ondan başbakanlığı devralmıştır. O günlerde, çünkü, artık faşizm karşısında gerekenin yatıştırıcı ve onu SB üzerine sürme amaçlı yaltakçılık değil savaşmak olduğu anlaşılmıştı. En başta savaşanlarınsa komünistler ve Stalin’in yönetimindeki SB olduğu biliniyor.
Peki, Sovyet-Alman saldırmazlık paktına ne demeli? Belge ve benzerlerinin yaptığı gibi, yine ve hâlâ suçlanmalı mı? Dünyayı bölüşme kavgasındaki emperyalistler arasındaki çelişmeden yararlanmanın ve hele bir bölüm emperyalistin Hitler Almanya’sını SB üzerine sürme planlarını bozmanın neresinin yanlış olduğu söylenebilir? Sosyalizmle kapitalizm sistem olarak karşı karşıyayken bile emperyalistler arasındaki çelişmenin ne denli güçlü ve şiddetli olduğunun belirtisi olan ve Anglo-F ransız emperyalizminin oyununu bozan bu pakt, tarihsel gerçekler de göstermektedir ki, bir komünist-faşist ya da Stalin-Hitler işbirliği olmamış, ama faşizme karşı savaşın başlıca gücü SB’ne nefes aldırıp zaman kazandırmıştır.
Hâlâ dillerden düşürülmez, ama bu pakt, örneğin İngiliz emperyalizminin ayağını suya erdirmiş ve savaşın bir anti-faşist savaşa dönüşmesinin hareket ettiricilerinden olmuştur. Sonrası biliniyor. Kara çalması zordur: Bütün ülkelerde faşizme karşı en önde savaşan ve en ağır bedeli üstlenenler komünistler olmuştur. Bu savaşın yürütülmesinde –Batılı emperyalistler bir türlü batıdan ikinci cepheyi açmaya yanaşmaz ve SB’nin yıpranmasını beklerken– SB ve Stalin’in ayrı ve özel bir yeri olduğu kesindir.
***
Tüm bunlara karşın, SB Nazi Almanya’sıyla, Stalin Hitler’le özdeşleştirilmeye çalışılmaktadır! Bu ne “iş”tir ve kaynağında ne vardır?
İkinci Dünya Savaşı ve savaşa ilişkin tutumların olmadığı kesindir. Bu açıdan en haddini bilmezlerin bile söyleyecek sözü yoktur.
“Kaynak”, sonradan, “soğuk savaş” kapsamında türetilmiştir: “Demokrasi” ve “demokratik” “Hür Dünya”! Oysa, anti-faşist savaş zaten demokrasiyi, demokrasinin savunulmasını amaçlamış, bunun için milyonlarca insan ölmüştür. Ve en kararlı ve en önde hürriyet için savaşanlar, sonradan “Hür Dünya” sloganını ileri sürenler değildir. “İkinci cephe” açılmasını bile sürekli erteleyenlerdir onlar, başlangıçta faşizme yaltakçılık edenlerdir.
Öyleyse, sorun, demokrasi ve demokrasi için savaşmak değildir. Bu açıdan, komünistlerle, SB ve Stalin’le yarışmak olanaksızdır. Yalnızca anti-faşist savaştaki tutumlar yönüyle de değildir bu. SB’nin NAZİ işgaline uğrayan bölgelerinde de bunca direnebilmesini sağlayan, sosyalist “anavatanın savunulması” kaygısının yanında bu ülkeyi elleri ve sırtlarında taşıyan milyonların yaşamlarının bir parçası haline çoktan gelmiş –1936 Anayasası ile hükme bağlanan– özgürlük/hürriyet ortamıdır. SB, bireysel özgürlüklerin en geniş ölçüde ve kapitalist ülkelerde hayal bile edilemeyecek şekilde yaşama geçtiği ülkedir. “Demokrasinin beşiklerinden” sayılan ülkelerde, örneğin İsviçre’de 1971’de seçme-seçilme hakkına kavuşabilmişken, kadınlar, SB’nde, 1917’den beri ve giderek yönetimde daha çok ve aktif görevler üstlenerek, yönetmekteydiler. Ve demokratik özgürlükler, bu ülkede, kağıt üzerinde kalmaktan çoktan kurtulmuştu. Toplantı yapmak isteyenler toplantı salonlarından, düşüncelerini yazılı olarak ifade etmek isteyenler kağıt fabrikalarından, matbaalardan… yararlanabiliyorlardı.
Sorun, demokrasinin içeriği ve kapsamını da tayin etmek üzere, kimin iktidarda olacağı sorunuydu ve faşizmin yenilgisiyle birlikte, yeniden tüm kararlaştırıcılığıyla, emperyalist tekelci burjuvazi işçi sınıfıyla, kapitalizm sosyalizmle karşı karşıyaydı. “Demokrasi” ve “hürriyet” ya da “özgürlükler” sorunu, sanki tayin edici bir demokrasi mücadelesi, hem de komünistlerin izledikleri politika ve inisiyatif aldıkları anti-faşist savaş olarak daha yeni başarıya ulaşmamış gibi, bu kapsamda “yeniden” gündeme getiriliyordu. Tarih kuşkusuz aynı şeyi yapmıyordu, yapamazdı, ama “soğuk savaş”la yeniden başa dönülüyordu! Komünistler, başta Stalin olmak üzere “diktatörlük” yanlısıydılar, diktatörlük uyguluyorlardı; burjuvazi, liberali, sosyal demokratı, muhafazakarıyla “demokrasi”den yanaydı! Ve değil mi ki Stalin ve komünistler “diktatörlük” yanlısıydılar, öyleyse Hitlerle özdeştiler! Faşist ya da sosyalist, diktatörlük diktatörlüktü! Anlaşma halindeki tüm gerici akımlarıyla burjuvaziyse, “diktatörlüğe karşı” ve “demokrasiden yana”ydı!
Oysa sorun burjuva demokratik karakterli hak ve özgürlüklerin de savunulması olarak bir demokrasi sorunuysa, bu, anti-faşist savaş içinde sınavdan geçirilmiş, herkesin “takkesi düşmüş” “keli görünmüştü”. Artık demokrasinin “nasıl”ı ve “kimin için”i tartışılıyor ve her geçen gün daha geniş kitleler kendileri için demokrasi ister oluyorlardı. Anti-faşist savaşın tutarlı mücadelecisi olduğu kadar emeğiyle geçinenlerin iktidar oluşu ve demokrasinin tüm imkanlarından yararlanışıyla, SB, yalnızca Avrupa değil tüm dünya işçi ve halklarının önünde “kötü örnek” olarak duruyor ve kapitalist ülkeleri “sosyal devlet” olmaya yöneltecek kadar etkili de oluyordu. Emperyalist burjuvazi “sosyal devlet” türü tavizler politikası izlemek zorunda kalmıştı, ama bu duruma tahammül edemeyeceği de ortadaydı. “Soğuk savaş” bu ihtiyaçtan türedi.
SB ve Stalin, bu nedenle, başta “diktatörlük” olmak üzere, suçlamaların hedefi haline getirildi.
Değil mi ki emekçilere iktidar çağrısı olan “proletarya diktatörlüğü” vurgusuyla diktatörlük “itiraf” ediliyordu, burjuva demokrasisinin bir diktatörlük olmadığı ileri sürülür, olur biterdi! Bunun tek bir gereği vardı: Aslında aynı şey olan, bir madalyonun iki yüzü durumundaki “diktatörlük” ve “demokrasi”yi sınıf nitelikleri ve içeriğinden soyutlayarak karşı karşıya koymak yeterdi. “Sosyal devlet” uygulamalarıyla emekçilerin yaşamının biraz da olsa katlanılabilir kılınmasıyla beslenerek, bu yönlü propaganda bombardımanına girişildi.
Yaşananların Hitler’le Stalin’in birbirinin karşıtları olduğunu göstermiş ve anti-faşist savaşın, başlıca, ikisinin başında bulundukları, biri faşist diğeri sosyalist Almanya ve SB arasında verilmiş olması, bu propagandayı zorlaştırıyordu, ama ısrar edildi. “Demirperde”, “demir yumruk” imgelerinden güç alındı, sanatçılar, tarihçi ve sosyal bilimciler vb. içinden bilumum satılık olanlar fonlarla beslendi, “yaratıcılıkları” teşvik edildi. Paralar döküldü, olanaklar sağlandı: “Diktatörler” olarak, Hitler ve Stalin’in “aynı topun kumaşı” oldukları gösterilecekti!
***
Şimdi M. Belge, “12 Eylül’den beri genel olarak ‘demokrasi’nin önemini, gereğini savunuyorum –‘burjuva demokrasisi/sosyalist demokrasi’ gibi ayrımlara da uzun boylu girmeden. ‘Girmeden’ çünkü tarih karşımıza bizim istediğimiz gibi değil, kendi olabildiği gibi çıkıyor. ‘Sen bizim istediğimizden değilmişsin’ deme lüksümüz yok. Ayrıca, ‘burjuva’ dediğimiz demokrasinin bazı edinimlerini yaşamadan, ‘sosyalist demokrasi’ kurmanın ne kadar imkânsız olduğu, gözümüzün önünden akan ‘tarih şeridi’nde kanıtlandı, hâlen de kanıtlanıyor –sözgelişi, bir biçimiyle Küba’da, bir biçimiyle de Çin’de.” diyor. (Taraf, 19.08.08)
“Ayrıma girmeden” Hitler ve Stalin’i de özdeşleştiriveriyor! Üstelik “soğuk savaş” döneminde, bu ayrım en belirgin biçimde vardı ve “tarih karşımıza” “kendi olabildiği gibi”, “demokrasinin bazı (da değil tüm) edimleri” yaşanmış ve sınırlılık ve yetersizlikleri yaşanarak görülmüş olarak “çıkmıştı”. Sosyalist demokrasiyse yayılıyordu. Yine üstelik ve hele Hitler’le Stalin söz konusu olduğunda, bu “ayrım”a “girmeden” tarih ve olguları açıklanamazdı. Ama olsundu! Burjuva ve sosyalist demokrasi ayrımına girmek gerekmediği gibi, faşizmle sosyalizm ayrımına girmeye de gerek yoktu! Bu fütursuz ayrımsızlık, bunca haddini bilmezlik –tümü, demokrasisi ileri sürülerek, kapitalizm önünde secdeye varıldığı içindi. Sosyalizme karşı savunulan kapitalizmdi. İşçi ve emekçilere karşı savunulan kapitalistlerdi. Saf belirlenmişti ve böyle belirlenince, “demokrasi” yüceltisiyle bütün sorunların çözüleceği ham hayaline kapılınıyor, kurgular bu “pencere”den yapılıyordu.
Oysa Stalin’le Hitler ve sosyalizmle faşizm arasındaki –başka alanlarda olduğu gibi demokrasiye de ilişkin– zıtlığa, 2. Dünya Savaşı’nın hazırlığı ve sırasında, ne Chamberlain ve Daladier ne Churchill’le Hitler ne de İngiltere ve Fransa’yla Hitler Almanya’sı arasında tanık olunmuştu. Neden?
Chamberlain, Daladier ve Churchill ve tekelci kapitalizmin geri kalan sözcü ve temsilcileri, yöneticileri, mali sermaye egemenliğinin, artık demokrasi adına yapacak şeyi kalmamış, bütünüyle gericileşmiş emperyalist tekelci burjuvazinin adamlarıydılar. Hitler de öyleydi. Farkları, farklı mali sermaye gruplarının adamları olmalarıydı. Ama tümünün yönetimi altında, bunlar ister demokratik ister faşist olsunlar, işçi ve emekçilerin söz hakkı yoktu, adamdan sayılmıyor, devlet işlerinin yürütülüşünden dışlanıyorlardı. “Demokratik” ülkelerdeki demokrasi de onlar için değildi. Kapitalizmde, işçi ve emekçilerin payına yönetilmek ve sömürülmeye rıza göstermek düşüyordu. Demokratik kapitalist ülkelerde, bir de, dört ya da beş yılda bir yapılan seçimlerde –çoğu yerde bütün olarak da değil, kiminde kadınlar, kiminde zenciler, kiminde yeterince mal varlıkları olmayan ya da belirli bir ölçüde vergi ödeyemeyenler dışlanarak– kendilerini yönetecek olanları seçmek üzere oy kullanıyorlardı. Tahammül edilemez bir baskı ve aç ve sefil bir yaşam sürme, kısacası.
Stalin’se, işçi sınıfı ve sömürülen yığınların sözcü, temsilcisi ve yöneticilerinden biriydi. İşçilerin adamıydı. İşçi ve emekçiler yönetimden dışlanmak bir yana iktidardaydılar ki, asıl sorunu oluşturan buydu. Ve demokrasi, kapitalizm koşullarının tersine, onlar içindi. Ve onların ülkesinde burjuvazi sömürme özgürlüğünden yararlanamıyordu, onun için demokrasi yoktu.
Ama henüz hem burjuvazi hem de işçi ve emekçiler için olan bir demokrasi “icat” edilmemiştir. Yoktur. Olamaz. İşçi ve emekçiler, kapitalizm koşullarında, devlet biçimi demokrasi olsun, faşizm olsun, ezilirler, baskı altındadırlar. (Bu, faşizmle demokrasi arasındaki ayrımı görmemek anlamına gelmez, gelmemiştir; ama ikisinin ortak özünün, sınıf niteliğinin farkında olmayı belirtir.) Sosyalizmde ise, ezilmedikleri gibi iktidardadırlar.
İşte –Küba, Çin…, halkları devrim yapmış ne kadar ülke varsa tümü ve bu devrimlerin önderleri karalanarak– önemsiz sayılan, bu temele ilişkin “ayrım”dır. Ve, tıpkı demokrasi ve diktatörlük gibi, birbirinden sadece farklı değil ama karşıt içerikleriyle, hem burjuva hem de proleter/sosyalist nitelikli olabilecek “otorite”, disiplin, “monizm”/tekçilik ya da “pluralizm”/çoğulculuk gibi ikinci dereceden ayrımlar öne çıkarılmaktadır. Kuşkusuz sınıfsızlaştırılmış ve özlerinden koparılmış soyutluklarıyla. Oysa yaşamda her şey somuttur.
***
“…liberalizmle kendi sentezini yapmayan, yapmaktan kaçınan bir ‘sol’ anlayış, gerçek bir sol anlayış olamaz. Genellersek, dünya sosyalist hareketi liberalizmin katkılarını özümsemiş bir solculuktur. Bunu reddedince, Stalinist bir ‘işçi sınıfı bilimi’, ‘bilim işçileri’ vb. monist yapılara saplanırsınız. Biz bugün Türkiye’de demokrasinin bazı en temel ilkelerini savunmak ve yerleştirmek durumunda olduğumuz için, geleneksel Türk siyasî düşüncesinde içkin otoritaryen tutuma karşı çok kez siyasî liberal söylemle tavır almak zorunda kalıyoruz.” der örneğin M. Belge. (Taraf, 17.06.08)
“Otoritarizm” ya da “totalitarizm”, birincisi Hitler’e, ikincisi Stalin’e özgü sayılarak, demokrasi soyutluğunun karşıtı ve Hitler’le Stalin’i özdeş kılan başlıca özelliklerden biri olarak ileri sürülmektedir. Hareket noktası da varılan yer de aynıdır: Soyut demokrasi ya da sözde somutlandığında yine soyutlanmış haliyle ileri sürülen “formel/biçimsel demokrasi” ve ana akımı var sayılan liberalizm! Oysa biçimsel demokrasi, adı üstünde, biçimsel, kağıt üzerinde haklardır ya da –gerçek, öyleyse gerçekleşme koşullarıyla birlikte eşitlik değil ama– yalnızca hukuk önünde eşitliktir. Yoksa kapitalistle işçinin eşitliğini kimse ileri sürememektedir. Ama buna rağmen, “sol”, liberalleşmedikçe iflah olmuyor! Liberal mi monist mi? Sorun, buraya sıkıştırılmaya çalışılıyor. Liberal olunmadığında “Stalinist monizm”e saplanılırmış! Chamberlain ve Daladier’in tutumunu önermektedir yazar bize, faşizm ve gericilikle uzlaşmacı, onu pohpohlayıcı yaltakçılık tutumu. “Formel”ci tutum. Sosyalizm bir yana halkçı bir demokratizm de değil. Ve sözde “monizm”i karalamak üzere karikatürünü çizerek, “işçi sınıfı bilimi”ne, Marksizme itiraz etmektedir yazar, sanki Stalin döneminde örneğin matematik ya da fiziğin işçi sınıflaştırılmasına çalışıldığını ima ederek. SB’nde tıp, genetik, mühendislik vb. alanlarındaki bilimsel ilerlemeler kayda geçmişken, safsatadan, imalardan medet umarak…
“‘Otorite’ kavramına önem veren kültürlerde bilimsel düşünce yaygınlaşamaz: bu ‘otorite’, örneğin bizde olduğu gibi, her zaman izinden gidilmesi gereken bir ‘Ata’ olabilir; Sovyetik tipte toplumlarda gördüğümüz, Komünist Parti olarak örgütlenmiş bir ‘Kolektivite’ olabilir; Hitler gibi her dediği doğru sayılan, yaşayan bir önder olabilir vb.. Ama şu ya da bu düşüncenin onu eleştirmeye hakkı tanınmıyorsa, böyle bir ortamda düşünce bilimselleşemez.” (Taraf, 26.08)
Anarşizme varan, görünüşte “otorite” karşıtı bir bireysellik yüceltisi! Kolektivizm düşmanlığı!
Devrim, ancak, fabrikanın dişlilerinin, sömürülenlerin yaşamak zorunda bırakıldığı koşulların “otoriterliği” kadar otoriter olabilir. Karşı devrim de devrim de otoriterdir. Kapitalizm ve liberal yücelticileri sözde “otorite”ye önem vermezlik ve eleştirme görüntüsü verirler, ama onu insafsızca uygular, gereğini yaparlar. Milyonlarca insan, örneğin, kapitalizmin otoritesiyle açlıktan ölüme sürüklenir. Milyarlarcası, izbe işletmelerde karın tokluğuna çalışmak ve onun kadar izbe “köşeler”de barınmak zorunda bırakılır. ABD’de örneğin 50 milyon dolayında insanı evsiz kılan, kapitalizmin otoritesi değildir de nedir? Son bölgesel savaşlarda milyonlarca insanı ölümün kucağına atan hangi otoritedir? Ya da kriz karşısında şirket kurtarmaya yönelik devlet müdahalesi, 850 milyar dolarlık fonun bir anda sağlanabilmesi ve şirketlere aktarılması, Amerikan toplumu ve yurttaşının hayatına müdahale eden bir otoritenin varlığını değil de neyi gösterir? Liberal hayatın gerçeğiyle önünde sonunda yüzleşecektir! Hayır, gerçeği göreceği ve kabulleneceği iddiasında değiliz. Ama tarihin çöplüğündeki yerini almaktan kaçınamayacağı kesindir.
Engels’in ünlü kaptan ve gemi örneği bilinir. Hiçbir örgüt otorite olmadan olamaz. Bir örgütlenme olarak kapitalist toplum ve devlet, en liberali bile, kuşkusuz otoritesiz edemez. Evet, sosyalizm de otoritesiz olamaz. Ama insanın herhangi türden siyasal bir örgütlenmeye, devlete vb. ihtiyaç duymayacağı sınıfsız-sömürüsüz-baskısız dünyaya, komünizme ulaşılıncaya kadar, hangi durum ve ortamda, hangi aygıt ve örgüt “otorite” olmadan işleyebilir? Kolektivizm, kapitalizm koşullarında giderek ilerleyen üretim ve emeğin toplumsallığının ürününden başka nedir ki? Bireysel yaratıcılık, evet, önemlidir; ancak çoktan toplumun hizmetinde kolektivizmin tamamlayıcı bir parçasına dönüşüp olgunlaşma zamanı gelmiştir. Bilim, örneğin, kolektif çaba ve çalışmanın, kolektivizmin ürünü ve göstergesi değil midir? Ve kişisel yüceltmeler, kolektivizme değil, tersine özel mülkiyete ve bireyciliğin dayanak edinilmesine bağlanır. En uç noktasında, kolektif kapitalist olarak burjuva devlet, devletin çıkarlarının bekçiliğini yaptığı egemen sınıf(lar) ve onların yürütücülerinin özel mülkiyete dayalı çıkarlarına bağlanır. O nedenle “Ata” ya da Hitler türü “yaşayan önder”lerle başında Stalin olan “Komünist Partisi olarak örgütlenmiş bir ‘Kolektivite’”nin özdeşliği iddiası da, baltayı taşa vurma gibidir.
Kapitalist, hele onun açık terörcü (faşist) diktatörlüğünün otoritesi ya da otoriterliği insanın (ve kuşkusuz emeğin) yabancılaşmasına dayalıdır; öyleyse, bu otorite, genel olarak kapitalist iktisadi zora, özel mülkiyetin egemenliği karşısında işgücünü kiralamak zorunda bırakılan emekçinin çaresizliğine dayanır. Özel olarak faşizmin otoritesi ise, bunun üzerine eklenen çıplak zora (iktisat dışı zor, siyasal zor) dayanır.
Sosyalizmin otoritesi ise, tersine, çıkarlarından ve çıkarlarının gerçekleştirilmesinden hareket ettiği işçi ve emekçilerin ellerinde yükselebilir. Ve beyinlerinde. Sosyalist otorite dayatılabilir değildir. İşçilerin fabrika disiplininden alıştıklarının kendi çıkarları yönünde ve kendileri tarafından kullanılmasından başka bir şey olamaz. Ya da bu otoriteyi kendi eylemleriyle var eden emekçilerin kapitalistler ve kalıntıları üzerindeki otoritesinden söz edilebilir. Kolektivite, geniş anlamda işçi sınıfının kendisidir, dar anlamdaysa, sınıfın en ileri unsurlarının örgütü olan sınıf partisi. Dar anlamıyla bile, otorite, eğer sömürülen işçi ve emekçi kitleler kendi deneyleriyle sınayarak partinin yönetiminin doğruluğuna inanmamışlarsa, bu güvenle, kendi çıkarlarını gerçekleştirmenin gereğini parti politikalarını izlemede görüp onun otoritesini gönüllü olarak benimsemiyorlarsa, parti bunu sağlayabilmek için onların yaşamlarının bir parçası ve ileri unsurlarının örgütü olmamışsa, bu otorite sağlanamaz, sağlandığı durumda da aldatmaya dayalı olabilir, ama sosyalist içerikli olamaz.
***
“Devletçilik” de, son günlerde her ne kadar dünya kapitalizminin krizi önleme adına devlet müdahaleciliğine yönelmiş olması çoğu liberali nedamete zorlasa bile, otoriterle liberali ayıran, ama Stalin’le Hitler’i özdeş kılan temel argümanlardan biri sayılmaktadır. İki farklı nitelikte devlet ve devletçilik olabileceği örtülüp, hangi içerikli olursa olsun devletçilik kötülenmektedir. Çok sayıda örnekten biri: “… ‘sol’ bütün kollarıyla ‘devletçilik’, ‘anti-emperyalizm’ gibi şeyleri adamakıllı içselleştirmiş, benimsemiş … Solun birçok fraksiyonu, geçmişte solun başından neler geçmiş olursa olsun, Kemalizm’i ‘komşu ideoloji’, en yakın bir müttefik gözüyle görmeye devam etmektedir… Almanya Nazizm’e doğru giderken bir gün Naziler, ertesi günü de Komünistler tarım ve toprak sorunlarını düzenlemek için yasa tasarısı sunmuşlardı. İki tasarının hemen hemen aynı olduğu görülünce, Komünistler, ayıp olmasın diye tasarılarını geri çekmişlerdi.” (M. Belge, Taraf, 19.07.2008)
Kemalizm ve anti-emperyalizmle ilişkisi üzerinde duracağız. Bu pasajını, Belge’nin, aklınca dalga geçmeye çalışarak, yine Nazilerle komünistleri, bu kez “devletçilik” “ortak nitelikleri”(!) dolayısıyla özdeşleştirme çabasının örneği olarak aldık. Öyle mi? Nazilerle komünistler, Belge’nin komedisinde olduğu gibi benzerlikler mi taşıdılar?
Devlet, burjuva ya da proleter (sosyalist) olabilir, ancak ikisi iki farklı nitelik oluştururlar. Devletçilik ve devletleştirmeler de öyle. Bürokratik kapitalizm vardır, M. Kemalin zamanında olduğu gibi. Sonra o da tekelci devlet kapitalizmine dönüşmüştür. Ama örneğin hem birinci hem de ikinci dünya savaşına giderken, Alman kapitalizmi, tekelci devlet kapitalizmidir. Hitler de tekelci devlet kapitalizmi olan Alman kapitalizmini, onun devletini yönetmiştir. Alman devleti bu zaman diliminde mali sermaye egemenliğinin örgütlenmesidir; bu devlet, işçi ve emekçilerin sömürüldüğü, bütün fabrika ve işletmelerin özel mülkiyet konusu olduğu burjuva kapitalist bir devlettir. Büyük işletmelerin devlet mülkiyetinde, yani bireysel değil, kolektif kapitalist mülkiyet konusu olmaları, Alman kapitalizminin tekelci devlet kapitalizmi olarak örgütlenmiş olması, devletin kapitalist niteliğini değiştirmemektedir.
Sosyalist SB’ne ve komünistlerin önerdiği “devletçilik”e gelince, devlet, artık kapitalist-burjuva devlet olmayacaktır, değildir. Bu devlette artık işçi ve emekçi sömürülmeyecek, yani fabrika, işletme ve bankalarla madenler kapitalist mülkiyet konusu olmayacaktır. Bir proleter devletin ilk işi (bu, teorik soyutlamada aslında son işidir de), mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, yani –büyüklerden başlayarak– özel mülkiyete son verilmesi olacaktır. Sosyalisti ve kapitalistini ayırt etmeden (Stalin’in ve Hitler’inkini aynılaştırarak) suçlanıp reddedilen “devletleştirme” ya da “devletçilik”’in proleter/sosyalist nitelikli olanı bundan başka bir şey değildir. Tekelci devlet kapitalizmi kapitalist mülkiyete dayalıyken; sosyalist devlet, toplumsallaştırılmış üretim araçlarını, yine toplum adına yöneten devlettir. Sosyalist “devletleştirme” ya da “devletçilik” denen şey, özel mülkiyet konusu edilmelerine son verilerek, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır. Üstelik bu devlet, devlet olarak son işlevlerini yerine getiren, sönmeye doğru adımlar atan bir yarı-devlettir artık. Kısacası, ikisi de “devletçiliktir” denip, kapitalist ve sosyalist devlet ve “devletçilik”, hiçbir yönüyle, birbirlerine benzetilemez, buradan tarih açıklanamaz.
Sorunun karartılmaya uğraşılan özü şudur ki, kapitalist ülkelerde de, en demokratik olanları dahil, diktatörlük altında yaşanmaktadır, sosyalist ülkelerde de evet, diktatörlük geçerliydi. Sorun odur ki, sosyalistler, proletarya diktatörlüğünü örtme eğilimi göstermemişler, ama liberaller burjuva diktatörlüğünü, en küçük “asma yaprağı”nı bile delil olarak ileri sürerek, diktatörlük değil ama, diktatörlük olmayan bir demokrasi olarak pazarlamaya çalışmışlardır, hâlâ da çalışmaktadırlar. Kapitalizm koşullarında, en demokratik ülkelerde bile, işçi ve emekçi kitlelerin hali ortadayken! Herhangi bir kapitalist ülkede, tek tek işçi ve kapitalistlerin yaşam koşulları, demokratik hakları ve bunlardan yararlanabilme koşullarını bir ilkokul öğrencisi bile kolaylıkla kıyaslayıp, “hayır demokrasi sadece kapitalistler için, ama sömürülenler hiçbir haktan yararlanamıyor” diyebilecekken! Stalin’le Hitler’in her şeyden önce tarihe saygısızlık edilerek özdeşliği iddiasının aslı astarı, başlıca buradadır.
DENİZ’E YÖNELİK DENSİZLİK
Deniz Gezmiş karalaması olarak Taraf’ta yürütülen kampanya da, benzer niteliktedir.
Kuşkusuz Deniz Gezmiş ve Stalin farklı tarihi kişiliklerdir ve aynı türden değillerdir; ama aynı tarihe karşı yöntem izlenmekte, aynı yol tutulmaktadır.
“Türk 68 hareketi, özlerinde olan bu milliyetçi ideolojiyi antiemperyalizm ve tam bağımsızlık sloganları arkasına saklamış, sosyalizan bir süs vererek kamufle etmeye çalışmıştır. Bu milliyetçilik öyle MHP tipi milliyetçiliğe göre de daha insancıl ve masum falan da değildir. Bilakis modernist ve Marksist-Leninist etkileşimler sebebiyle daha pozitivist, katı ve insansız hale gelmiş, zenofobik hatta ırkçı eğilimlere kayabilecek bir milliyetçilikti Türk 68 ruhunun milliyetçiliği. Nitekim bugün kendini “Ulusalcılık” olarak takdim eden akım birebir olarak bu ruhun mirasçısıdır. Aralarında doğrusal bir süreklilik vardır.” (Kütahyalı, Taraf, “Denizlerin yolundan 21 Haziran yürüyüşüne…”, Taraf, 21.06.2008, abç.)
Bu haddini bilmez karalama, tarihi anlamaya ve açıklamaya çalışma değil, düpedüz devrime yönelik bir küreselci hakarettir.
Türedi yazarın “senaryosu”, Stalin-Hitler özdeşleştirmesi çizgisinde. Oradan yürüyerek geliyor. ’68 hareketi ile MHP’yi özdeşleştiriyor. Argümanları benzerdir. “Özdeşliği”, milliyetçilik üzerinden kurup izah ediyor. Hatta, karalananlardan anlaşılan, Deniz MHP’den “daha katı ve insansız hale gelmiş” bir “milliyetçi”! Bu iddiaya kargalar gülmez mi? Tarih, bu denli isteğe göre kurulabilir, kurgulanabilir mi? Arkasında “soğuk savaş” yığınağı olmadığı, sadece Türk faşizmi ve karalamaları bulunduğu için, bu iddia etkili de olamaz, olmamakta, tepkilere yol açmaktadır. Zaten yazar da söylediklerinin etkisizliğinin farkında ve sitemkâr.
“Deniz’lerin yolu, 68’lerde mücadele vermiş abilerimizin, babalarımızın yolu evrensel vizyonu olan, enternasyonalist, humaniter ve demokrat bir yol mudur? Bu sorulara … yüksek sesle HAYIR diyorum…”
Emperyalizm yaltakçılığı ve demokratlığı işbirlikçi zorbalık koşullarında arama tutumuyla tarih ancak tersyüz edilebilir.
Bu pek “evrensel vizyonlu”, pek “enternasyonalist”, pek “humaniter”, pek “demokrat” iddiaya sırasıyla bakalım.
Deniz ve Demokrasi
Deniz ve ’68, –konumuz olmayan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve 89 Bahar Eylemleri bir yana bırakıldığında– Türkiye tarihinde tanık olunan en demokratik tutumu temsil eder.
’68, –yine iki büyük işçi hareketi bir yana– her şeyden önce, ülkemizde tanık olunan, politik olarak en ileri aşağıdan gelme harekettir. Deniz de, onun, pratik gelişme sürecinin ürünü olarak, yine aşağıdan gelerek yaratıp içinden çıkardığı önderi, sembolüdür. ’68, öncelikle gençliğin ve genel olarak halkın, emperyalizme ve işbirlikçiliğine, anti-demokratik, gerici dayatma ve baskılarına karşı öfkesi ve ayağa kalkışıdır. Deniz de, devrimci bir nitelik kazanan bu aşağıdan öfke ve başkaldırının sözcüsü.
Her şey bir yana, bu aşağıdan gelmeliğiyle, gençliğin ve halkın öfkesinin işbirlikçi gericiliğin dayatma ve zorbalığına karşı eyleme dönüşmesi olarak, ’68 ve temsilcisi Deniz, demokrat karakterlidirler. ’68, kuşku duyulamaz ki, kendisini etkileyen fikri akımların tümünün ötesinde, gençliğin ve halkın aşağıdan gelme tepkisinin ifadesi olarak, bir demokrasi mücadelesidir.
’68, kuşkusuz, birkaç kişinin, en başta Deniz’in şöyle ya da böyle değerlendirilip nitelenebilecek, “mektuplar”la vb. açıklanabilecek bir eylemi değildir. Öncelikle gençliğin, sonradan halkı kucaklayan aşağıdan kitlesel hareketidir. Deniz ve arkadaşları, bu kitle hareketinin kendi içinden fırlatıp öne çıkardığı önderleridir. İşbirlikçi gerici düzene tepkinin ifadesi olan kitlesel hareketin demokrasi karşıtı bir niteliğe sahip olabileceğinin düşünülmesi olanaklı değildir. Hiçbir gerici odak, üstelik kendisine karşı bir hareketi, ne para, ne imkan ne de başka bir şey sağlayarak yaratıp geliştiremez. Dolayısıyla ’68 ve Deniz’i demokrasi dışı ve karşıtı olarak nitelemenin, gençliği ve halkı ve öfke patlamasını demokrasi dışı ve karşıtı olarak nitelemek, gençliği ve halkı karalamak anlamı taşıdığı kesindir. Emperyalizm yaltakçılığı ve demokratlığı emperyalizme ve işbirlikçiliğine izafe edişin başka bir anlayış ve değerlendirmeye sahip olacağını beklemek safdillik olurdu!
Öte yandan ’68, “Demokratik ve özerk üniversite” şiarıyla gençlik hareketi olarak başlamış, “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” şiarıyla gençliğin damga vurduğu bir halk hareketine dönüşmüştür. Aşağıdan ve doğrudan gençliğin ve halkın, karar süreçlerinden dışlanmaya, aşağılanmaya ve anti-demokratik dayatmalara karşı öfkesinin ifadesi oluşunun ötesinde, belli başlı şiarlarında beliren demokratik hedeflere sahip bir hareket ve onun sembolü olarak, ’68 ve Deniz, demokratik nitelikleriyle tanımlanabilirler.
Denebilir ki, gerici, demokrasi karşıtı hareketler de, örneğin Bayar-Menderes hareketi, “demokrasi” adına ve demokratik sloganlarla yola koyulup halkın demokrasi özlemini istismar edebilir, etmiştir. Doğrudur, Bayar-Menderes’in partilerinin adı da “demokrat”tır. Ama eylemleri demokrasi karşıtıdır.
’68 ve Deniz’inse sadece sloganları değil eylemleri de, hem aşağıdan gelmeliği hem de belirgin tutumlarıyla demokratik içeriklidir. Denizlerin başlangıçtaki tüm eylemleri, üniversitede demokrasi isteğini yansıtır. Gelişmesi içinde ülkede demokrasi isteğini.
Üstelik yöntemleri de tamamen demokratiktir. Hareketin nasıl bir yön tutacağı, ’68’in bulup çıkardığı ve mücadeleci her gencin eşit söz hakkına sahip olduğu “forumlar”la kararlaştırılmış, üniversite boykot ve işgalleri mücadeleci gençlerin kendi içlerinden demokratik olarak seçtikleri komiteler tarafından yönetilmiştir. Ki zaten, bu boykot ve işgallerin en başta gelen talebi, gençliğin söz hakkına sahip olmasıdır.
Gençliğin halk katmanlarıyla, en başta işçi ve köylülerle birleşme yönelimi ve gençlik hareketinin buradan giderek halk hareketine dönüşmesi, yine, hareketin demokratik niteliğini belirtir. Gençler ve gençlik hareketi, en temel dayanağını halkta bulmuş, halka yaslanmış, halka ve taleplerine yabancı kalmadığı gibi, halka zarar verecek her tutumdan uzak durmuştur. Denizler, halka adanmışlığı her koşulda savunup uygulamışlardır. Halka tepeden bakanlar ne derlerse desinler, buradan demokrasi karşıtlığı gelebilir mi?
İşbirlikçi despotluğu, gerici iktidarı sadece sloganlarıyla değil ama eylemleriyle de hedefine koyan ’68 ve Deniz, şüphesiz ki, ancak demokrat nitelikte olabilirler. Bu nitelik, işçi ve köylü eylemleri karşısındaki tutumlarında, işçi grev ve direnişlerindeki katılımcı desteklerinde olduğu kadar toprak talebiyle mücadele eden topraksız köylülerle küçük üretici köylülerin ürünleri ve emeklerini sahiplenme mücadelelerine katılımcı desteklerinde açıkça görülür. Emperyalizm yaltakçısı ve tekellerin savunucularının dışında hiç kimse, işçilerin sendikal örgütlenme hakkı ve ücret vb. talepli mücadelelerinin, köylülerin toprak talebinin ya da ürünleri ve emeklerini sahiplenmelerinin demokrasi düşmanı bir içerik taşıdığı ve taşıyacağını ileri süremez.
Ya Kürtler? Kim Deniz’in bu sorunda dönemin en ileri tutumunu aldığını inkar edebilir?
“Senarist-yazar” Deniz’in olduğunu ileri sürdüğü bir mektup ve babasının yanıtı üzerinden fırtına kopararak, Deniz’in “Ermeni düşmanlığını” ileri sürmektedir. M. Lütfi Kıyıcı’nın söyledikleri doğrudur. Bu mektubun kimin tarafından yazıldığı belli değildir. Mektubun yazıldığı tarihte Deniz kaçaktır ve onun kaçışını kolaylaştırma amaçlı olarak herkes bir şeyler yapmaktadır. En yakınları onun böyle bir mektubundan haberdar değillerdir. Deniz’in babasının bir Kemalist ve CHP’li olduğu bir olgudur. Ancak Deniz Kemalizm’den etkilenmiş olmakla birlikte hiçbir dönem CHP’li olmamıştır. Literatüründe “yabancı” ya da “gavur” karşıtlığı değil, “emperyalizm karşıtlığı” vardır. Ve ’68’de Kürtlere yaklaşım Ermenilere yaklaşımdan farklı değildir. Deniz’in Kürtlere karşıysa, gerek eylemleri dönemindeki dostluğu ve birlikteliği, gerekse sehpadaki son sözlerindeki vurgusu bilinmektedir: “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi”. Bu tutumun demokrasi dışı ve karşıtı olduğunu ileri sürmek için emperyalizm yaltakçısı ve işbirlikçilerinin savunucusu olmak gerektir.
Tarih ve tarihsel olgular, isteğe göre ya da herhangi mektuplar veri alınarak açıklanamaz. Hele ideolojik pencerelerden bakışla hiç açıklanamaz. Ancak gerçeklere dayalı olarak anlaşılabilir. ’68 ve Deniz’in demokrasi karşıtı olduğu iddiası gericiliktir. ’68 ve Deniz’in demokrat ve devrimci niteliğinden haz etmeyen küreselci, halka tepeden bakan ve talepleriyle birlikte onu dışlayan karşı devrimci tarih çarpıtıcılığının ürünüdür.
Tam Bağımsızlık ya da Milliyetçilik
“Deniz’lerin yolu evrensel vizyonu olan bir yol asla değildi. Enternasyonalist değil sapına kadar ulusalcı bir yoldu yürüdükleri. O 68’lerin yolda yürürken attığı tohumlar bugünün Ulusalcılık denilen fecaatinin teorik zeminini oluşturdu.”
Yukarıda aktarılan “Türk 68 hareketi, özlerinde olan bu milliyetçi ideolojiyi antiemperyalizm ve tam bağımsızlık sloganları arkasına saklamış, sosyalizan bir süs vererek kamufle etmeye çalışmıştır.” pasajıyla birlikte ele alınırsa, söylenecek olan, yine en başta, tarihsel gerçek ve olguların değil, ama ideolojik saptama ve kurguların esas alındığı bir tarih yorumu yapıldığı ve gerici küreselci işbirlikçi kaygılarla ’68 ve Deniz’e kara çalmanın amaçlandığıdır.
’68 ve Deniz, tarihsel gerçeklerden hareket edilerek, bu yönüyle nasıl nitelenebilir?
En başta, ’68, yine, aşağıdan gelme bir bağımsızlıkçı anti-emperyalist harekettir. Evet, Kurtuluş Savaşı’nda ve öncesinde kökleri vardır, buralardan etkilenmiştir; ancak her şeyden önce aşağıdan gelme bir bağımsızlıkçı anti-emperyalist tutum ve mücadeledir. Bunun kaynağı da, tıpkı demokratik niteliğinin kaynağının işbirlikçi anti-demokratik zorbalık olarak gericilik olması gibi, küreselci “senarist-yazar”ın anlamasının beklenmeyeceği emperyalizmin ülkeyi sürüklediği bağımlılık ilişkileri, işbirlikçi tekellerinin egemenliğiyle ikili anlaşmaları, üsleri, 6. Filo’suyla dayatılan ulusal kölelik koşulları ve ülkenin sömürgeleştirilme sürecidir.
Buradan, 6. Filo protestoları çıkmıştır. Ve bunlar birkaç kişinin işi değil, ama on binlerin eylemidir. Buradan, ikili anlaşmalar ve NATO üslerine, Türkiye’nin NATO üyesi olmasına tepkiler çıkmıştır. Yine kitleseldir. Yanlış ya da milliyetçi midir bütün bunlar?
Çarpıtılan şudur ki, ’68 ve Deniz’in anti-emperyalist talepleri ve mücadelesi, yalnızca Türkiye’ye dair değildir.
Türedi yazar haberdar olmayabilir, ama belli başlı olarak L. Amerika, Vietnam ve Filistin sorun ve direnişleri, Türkiye ’68’ini hem koşullamış, hem de onun çerçevesinin de belirleyenleri olarak, ’68 ve Deniz’in eylemli desteğini almıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgecilik sistemi çökmüş, daha bu savaş içinde ellerine silahı alan sömürge, bağımlı halklar başta olmak üzere, dünya ölçüsünde ezilen halklar emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadeleye atılmışlardır. Asya, Afrika ve L. Amerika halkları ayaktadır, emperyalizme karşı mücadeleleri yükseliştedir. Anti-emperyalist mücadeleler Batı ülkelerinin işçi ve emekçilerini, gençlerini etkilediği gibi bu ülkelerde de tekellerin sömürü ve baskısına karşı ciddi tepkiler patlak vermiştir. Dünya ölçüsünde devrim ve direnişler, kitlesel protestolar karşısında emperyalizm gerilemekte, güç kaybetmektedir. Üstelik, revizyonizme yönelmiş olmakla birlikte, Sovyetler Birliği henüz kapitalist emperyalizm karşısında hiç değilse bir denge oluşturmaktadır. Devrimcilerin kafalarını karıştırmaya başlamıştır; ancak nesnel açıdan henüz kapitalist restorasyon sürecini tamamlamamış ve karşı safa iltihak etmemiştir. Yine henüz dünya işçi sınıfı ve sosyalistler yenilgi psikozu içine sürüklenmemiş, mücadeleci zeminde durmaktadırlar. Dünya’da ve Türkiye’de ’68’e bu koşullarda gelinmiştir. Türkiye ’68’i ve Deniz dünya ölçüsünde yükselen anti-emperyalist halk hareketinin ürünüdür. Üstelik bu kitlesel anti-emperyalist hareket hiç de küçümsenmeyecek kapitalizm karşıtı özellikler de göstermektedir. Sömürü koşullarını hedef alan sömürülen yığınların aşağıdan hareketi, çoğu yerde üstelik sosyalizmden etkilenmekte, sosyalizmin sloganlarını kullanmaktadır. Türkiye ’68’i ve Deniz, hareketin bu yöneliminin de ürünüdür.
Deniz ve arkadaşları, bir milliyetçinin yapmayacağı şeyi yapmış ve anti-emperyalist Filistin Direnişi’ne savaşçı olarak katılmışlardır. Belirtmek gerekir ki, ’68’de Filistin Direnişi bugünkünden de, örneğin yakın tarihteki Kosova ya da Çeçenistan’daki durumdan da farklıdır. ’68 ve Deniz, açıktır ki, Türk milliyetçiliğiyle tanımlanamaz. ’68, “senarist-yazar”ın vurgulayarak yazdığı türden bir “Türk ’68’i” değildir. “Türkçü” değildir, hele MHP milliyetçiliğiyle benzettiği gibi bir “ırkçı” yöne kesinlikle sahip olmamıştır. “Türkiye ’68’i”dir. Sadece Kürt sorunuyla ilişkisi bakımından değil, Filistin sorunuyla ilişkisi bakımından da.
Üstelik Türkiye ’68’i, Latin Amerika’daki anti-emperyalist mücadeleden ciddi biçimde etkilenmiş, kendisini neredeyse L. Amerika ile birlikte anmıştır. Che’nin etkisi büyüktür, Küba Devrimi’nin etkisi büyüktür üzerinde. Aynı şey, Vietnam Direnişi ve ’68 ve Deniz’in ondan, onun anti-emperyalist mücadelesinden etkilenişi ve verdiği destek bakımından geçerlidir. Türkiye ’68’nde türetilen bir slogan “Ho Ho Ho Chi Minh, iki üç daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam”dır. Bir milliyetçi hareketin bu tutumunun açıklaması olamaz.
Ancak bir küreselleşmeci emperyalizm yandaşı, bunca dünya ölçüsünde anti-emperyalist kabarıştan etkilenmiş ve onunla birleşmiş, eylemleri emperyalizmi ve özellikle Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye yönelik tahakkümünü hedef almış, “onlar ortak biz Pazar” sloganıyla o zamanki adı “Ortak Pazar” olan AB’yi ve Avrupalı emperyalistleri de hedefine koymuş, bunca enternasyonalist bir hareketi ve sembolünü MHP milliyetçiliği ya da ırkçılığına benzetebilir.
MHP milliyetçiliği, tıpkı ’68 ve Deniz karalamacıları gibi emperyalizm yandaşlığıyken, ’68 ve Deniz, milliyetçilik değil, ama anti-emperyalist bağımsızlıkçı bir yurtseverliktir. Milliyetçilik ancak “bağımsızlık” talebinin, “vatan” ve “ulusal değer ve çıkarlar”ın lafını edip istismarını yaparken, ’68 ve Deniz bu taleplerin anti-emperyalist içerikli mücadelesini vermiştir. ’68 ve Deniz, “vatan”ı bir “pazar” olarak görmemiş, işçi ve köylülerin, gençlerin yaşadıkları yurt olarak ele almış, yurdunun emperyalizme karşı bağımsızlığını savunmuş, sadece Türklerle sınırlamayarak, bütün milliyetlerden halkın emperyalizm karşısında bağımlı kılınıp el konulmaya, hiçe sayılmaya çalışılan değer ve çıkarlarını savunmuştur.
Ve üstelik tarih ancak bu kadar çarpıtılabilir: MHP ve Ülkü Ocakları, “komando kampları” ve ’68 ve Denizlerin mücadelesine karşı sürmek üzere yetiştirdiği beslemeleriyle, en başta ’68 ve Deniz’lerin mücadelesine karşı konumlanmıştır. “Senarist-yazar”ın ’68 ve Denizlerin devamı saydığı (!) “Bugünün Ulusalcılık denilen fecaati” ve kızıl elmacılar, evet MHP ile solcu iddialıların birliğidir. Deniz’e sahip çıkma iddialı örneğin “Türk Solu” ile MHP milliyetçiliği, sadece ortak bir zemine sahip değildir, ama eylem birliği halindedir. Ama ’68 ve Denizlerin MHP ile böyle bir birlik içinde olduklarını hiçbir tarih çarpıtıcısı bile ileri süremez, sürememiştir.
Kemalizm, İttihatçılık ve Deniz
M. Belge yazıyor:
“Sosyalizm Türkiye’ye girerken Atatürk’le akraba çıkmaya çalıştığını (çıkarılmaya çalışıldığını) söylemiştim. Böyle bir ilişki kurmanın en kolay yolu “anti-emperyalizm”den geçiyordu. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda, “Biz kapitalizme ve emperyalizme karşıyız” mealinde sözler söylemişti. Bu savaşı biz zaten başından beri “anti-emperyalist” diye niteliyorduk ve türünün ilki olduğunu iddia ediyorduk… Sosyalizmin “alıcı”sı son kertede bir Türk milliyetçisiydi ve onu kendi anlayabildiği şekilde alıyordu.” (Taraf, 14.06.2008)
Senarist-yazar da aynı şeyi söylüyor: “O gençlerin köken olarak Kemalist olduğu, 27 Mayıs’ı taparcasına destekledikleri bugün herkes tarafından kabul ediliyor, söyleniyor. Fakat o gençlerin bu Kemalist köken içinden gelen çok güçlü ve katılaşabilmeye müsait bir milliyetçi/ulusalcı damara sahip olduğu gözden kaçırılıyor. Türk 68 hareketi, özlerinde olan bu milliyetçi ideolojiyi antiemperyalizm ve tam bağımsızlık sloganları arkasına saklamış, sosyalizan bir süs vererek kamufle etmeye çalışmıştır.”
Bir dönem Atatürkçülük modaydı, nedenleri vardı; şimdi Atatürk ya da M. Kemal düşmanlığı moda ve yine nedenleri var.
Toptancılığın ötesine geçilip tarihsel gerçek ele alınırsa, M. Kemal’in, bir Osmanlı paşası olarak, kapitalizmi gelişmemiş ve 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na taraf olmuş ve bu savaştan yenik olarak çıkmış bir ülkede, emperyalistler ve işbirlikçilerinin işgaline karşı gelişen Kurtuluş Savaşı içinde yer aldığı ve önderliğini yaptığı/ele geçirdiği söylenmelidir.
Kurtuluş Savaşı, cılız da olsa anti-emperyalist bir ulusal mücadele, bir ulusal devrim midir? Evet, öyledir. İşgali kırmış ve Türkiye’nin bağımsız bir ülke ve bir Cumhuriyet olarak örgütlenmesine götürmüş müdür? Evet, kırmış ve götürmüştür. Sloganı, “Ya İstiklal Ya Ölüm” müdür? Evet, öyledir.
Bunların sahiplenilmesinde ne yanlış olabilir? Küçük burjuva radikali sekterler bir yana, ancak bir emperyalizm yardakçısı bu yönleriyle Kurtuluş Savaşı’na itiraz edip onu suçlayabilir.
Peki, Kurtuluş Savaşı ve M. Kemal’in, kısa sürede emperyalizmle birleşmeye ve yeniden sömürge ilişkileri içinde ülke bağımsızlığının elden çıkmasına götüren cılızlığı ortada olan anti-emperyalist tutumu ile yetinilebilir mi? Kuşkusuz hayır. Feodalizmin bağrından yeni çıkmakta olan ulusal nitelikli feodal burjuvazinin, tefeci-ticaret burjuvazisinin bir üst tabaka devrimi olarak ulusal devrim ya da Kurtuluş Savaşı ve bu savaştaki tutumu, kuşkusuz aşılmalıdır. Ki, ’68 ve Deniz “Kurtuluş Savaşı’nın tamamlanması”ndan, “ikinci Ulusal Kurtuluş Savaşı” ihtiyacından söz ediyorlardı. Üstelik –böyle katılanlar olsa bile– ’68 bir üst tabaka hareketi değildi, ve tersine, tayin edici yanı aşağıdan gelmeliğiydi. Bunlara ve –cılızlığı bir yana– Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlıkçı tutumuna, onu sahiplenmeyip karşı çıkan, ancak bağımlılık ve emperyalist kölelik yanlıları olabilir.
Evet, ’68 ve Deniz, M. Kemal ve Kemalizm’le belirli bir olumlu ilişki tutturmuştur. Ancak bu ilişkinin kapsamının anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesi ve bağımsızlıkçı tutum olduğu kesindir.
Yoksa ’68 ve Deniz’in, Kemalizm’in “sınıfsız kaynaşmış kitleyiz” yaklaşımından etkilenmedikleri, işçi sınıfı ve köylülük ve onların mücadelelerine eylemli katılımları ve bu mücadelelerle birleşme tutumlarıyla kanıtlıdır. Yine örneğin “Güneş-dil teorisi”nden ya da “milli şef”çi ideolojik tutumlardan etkilenmedikleri, her şeyin ötesinde eylemleriyle ortadadır. Deniz, Kurtuluş Savaşı’ndaki –burjuva pragmatizmi kaynaklı olsa bile– Kürtlere yönelik kardeşçe görünen tutumu benimsemiş ve “Yaşasın Türk ve Kürt Halkının Bağımsızlık Mücadelesi” sloganıyla geliştirip, hesaplılık ve görünüşten kurtararak, eylemli olarak ve aşarak sürdürmüş, ama Cumhuriyet dönemindeki yirmiden fazla isyan bastırma tutumunu benimsemediğini yine tutumu, eylemi ve çağrısıyla kanıtlamıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın bir burjuva diktatörlüğüne yol açtığı, işçi ve köylüler üzerinde demokrasiyle ilişkisiz bir baskı oluşturduğu doğrudur; ama ’68 ve Deniz’in bu demokratik olmayan tutumdan etkilenmedikleri yine demokratik eylemleriyle kanıtlıdır.
Hayır, ’68 ve Deniz, Kemalizmin milliyetçiliği ve anti-demokratik yöneliminden zerre kadar etkilenmemiş, ama onun bağımsızlıkçı tutum ve mücadelesiyle birleşmiştir. Ancak Kemalizmi, liberal argümanlar olan “otoriterlik” ve “devletçiliği”nden vb. hareketle toptancılıkla suçlayıp, onun devrimciliği cılız olsa ve tutarlı olmasa bile bağımsızlıkçı tutumuna günümüz küreselciliğiyle karşı çıkanlar, ’68 ve Deniz’i de buradan karalıyorlar. Onlar, ideolojik kaygılarla, emperyalizm yandaşlığının toptancılığıyla, anti-emperyalist bağımsızlık mücadelelerini de kapsayan tarihte bu yönüyle sahip çıkılacak olumlu bir şey görüp bulamayan, çünkü tarihi işbirlikçilik ve yaltakçılıkla yeniden yazmaya çalışanlardır. Yazmaya pek hevesli değiller, ancak enternasyonalizm ve demokratizm yakıştırmalarıyla Ali Kemalleri, Serbest Fırka ya da Terakkiperver Fırkayı savunacakları ve Prens Sabahattinci olduklarından kuşku duyulamaz.
İttihatçılık sorunu da benzer şekilde ele alınabilir. Farkı, İttihatçılarda, başlangıçta üstelik demokratik bir yönün de bulunmasıdır.
Küreselleşmeciler, “devletçilik”, “darbecilik” karşıtlığı gibi güncel kaygılar ve ideolojik yaklaşımla İttihat Terakki’yi toptancılıkla karalarlar, ama onun 1908 Devrimi’ndeki rolünü görmezden gelirler. Üstelik İttihat Terakki, başlangıçta, sandıkları ya da göstermek istedikleri gibi, Türkçü milliyetçi bir örgütlenme de değildir. Osmanlı’nın yıkılış dönemlerinde kurulmuş ve yıkılışa gidişin önünün alınması arayışında olmuştur, buradan başta, bir Osmanlıcı eğilimin yanı sıra demokratik bir arayış da türemiştir.
İttihat Terakki’nin ilk kurucuları arasında Arnavutlar, Ermeniler vb. vardır ve örgüt kesinlikle Türkçü, ırkçı vb. değildir. İttihat Terakki’yi var eden mutlakiyete karşı hürriyet mücadelesidir ki, bu mücadele, yalnızca ordu içinde etkili olan İttihatçılar ve eylemlerinden ibaret olmamış, yaygın biçimde halkın mücadelesi olarak gelişmiştir. İsyan ve ayaklanmalar, daha etkili olarak Rumeli’de olmak üzere Osmanlı topraklarına yayılmış, sonunda orduyu da kapsayarak, 2. Meşrutiyet’in ilanına götürmüştür. En örgütlü olanın İttihat Terakki olduğu tarihsel gerçektir ve tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda bu nedenle M. Kemal önderliğinin gerçekleşmesi gibi, Abdülhamit istibdadına karşı mücadelenin önderliği onların elinde kalmıştır.
1908 Devrimi’nin de bir üst tabaka devrimi olduğu ve bu nedenle cılız kalıp derinleşmediği yine tarihsel bir gerçektir, ancak –darbe değil, ama– bir devrim olduğu ve İttihat Terakki’nin bu devrim içinde yer aldığı ve önderliğini yaptığı gerçeklerle kanıtlıdır.
1908 ve İttihat Terakki’yi bir çırpıda ve toptancılıkla tümden karalayanların hem devrimi, hem demokrasiyi, hem de halkın hürriyet/özgürlük özlemi ve eylemini karaladıkları kesindir.
Evet, İttihat Terakki iktidarı ele geçirdikten sonra, feodal burjuva bir teşkilat olarak, kısa sürede henüz cumhuriyet de olmayan monarşik bir feodal burjuva diktatörlük kurmuş, böyle bir diktatörlüğün ihtiyacı olan Teşkilatı Mahsusa gibi örgütlenmelere gitmiştir.
“Senarist-yazar”ın, kimden duyduysa, Deniz’in sevdiğini söylediği Yakup Cemil örneğin, tıpkı Hürriyet için dağa çıkan Resneli Niyazi ve benzerleri gibi, demokratik nitelikli bir hürriyet savaşçısıdır. Bu niteliğiyle, Deniz’in Cemil’i sevdiği doğrudur. Ama aynı Y. Cemil’in, iktidarın ele geçirilmesiyle kısa sürede ilerici tüm özelliklerini yitirerek, halka karşı zorbalığın aracı olarak örgütlenmiş diktatörlüğün bir organı olan Teşkilatı Mahsusa’nın “tetikçisi”ne dönüştüğü de doğrudur. Bu, artık Deniz’in sevdiği Y. Cemil değildir.
Başta Arnavutu, Ermenisiyle hürriyeti amaçlayan demokratik içerikli bir örgüt olarak kurulan ve eylemi de demokratik nitelikli olan İttihat Terakki, evet, kısa sürede tüm demokratik niteliklerini yitirerek, 1915 Tehciri vb.’nin uygulayıcısı olduğu gibi, aynı zamanda Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini üstlenmiş ve Osmanlı’yı 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na sürüklemiştir.
Ancak, burada da “ayrıma girmeden”, toptancı yaklaşımla, onun elde silah feodal mutlakiyete karşı –üst tabaka devrimi oluşundan gelen cılızlığı bir yana– burjuva demokratik içerikli devrimci mücadelesinin de karalanması, tıpkı M. Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın ulusal devrimci mücadelesinin karalanması gibi, ancak devrim düşmanlarının işi olabilir. Hareket ettirici kaygı, devletçilik ya da darbecilik karşıtlığı değil, bu iddialar ardına gizlenmiş devrim karşıtlığıdır.
’68 ve Deniz’in köklerinin İttihat Terakki’de ve M. Kemal ve Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanmasının açıklaması ise, sadece ve sadece şuradadır: Demokratik ve ulusal nitelikli devrimcilik. ’68 ve Deniz, İttihat Terakki ve M. Kemal’le Kurtuluş Savaşı’yla ancak buradan bağlanabilir, bağlanmıştır.
Küreselleşmeci liberallerin karaladığı ise, en başta, ne zaman ve nerede olursa olsun, ulusal ve demokratik devrimdir. Onlar bu nedenle Jakobenizm düşmanıdırlar da.
Ama bundan hareketle, ’68 ve Deniz’i, İttihat Terakki yanlısı ve Kemalist olarak nitelemek, hele bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve devrim ve devrimci tutum üzerinden gerçekleşen bağlantıyı, –tarihe toptancı yaklaşımın anlamak istemediği İttihatçılık ve Kemalizmin gelişmeleri içinde karşı-devrime dönüşmüş olmalarını onların tek gerçeği varsayıp– “otoritarizm” ve gericilik ya da milliyetçilikleri üzerinden kurmak, tarihten hiçbir şey anlamamak ve onu salt ideolojik çarpıtıcılıkla işe geldiğince yorumlamak olur. Hem 1908 ve İttihat Terakki hem de Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm, başlangıçta biri demokratik diğeri ulusal yönleriyle devrimdir, devrimcidir; ancak ikisi de süreç içinde karşı devrime dönüşmüşlerdir ve ortaya çıkış ve gelişme süreçleri atlanarak, tek yanlı olarak, başlangıçtan itibaren gericilik (ve karşı devrim) olarak ele alınamazlar. ’68 ve Denizlerle bağlantıları da, bu tek yanlılıkla, gericilik ve milliyetçilik üzerinden karalamayla kurulamaz.
’68 ve Deniz şüphesiz darbecilik de değildir. Ne Hasan Cemal’in bir takım darbecilere atfen söylediği “Denizlere mısır patlatır gibi bomba patlatıyorduk” kara çalması doğrudur, ne de “senarist-yazar”ın dediği gibi “‘Marksist cunta ne zaman darbe yapacak?’ diye bir beklenti içindeydiler ve o cunta zihniyetinin bir darbe ortamını yaratmak için silahlı mücadeleye, soyguna, gaspa, adam kaçırmaya, oraya buraya bomba atmaya teşvik ettiği Deniz’ler yapılan askerî darbe sonucu bir hukuk cinayetiyle asıldılar.” kara çalması.
’68 ve Deniz, söylendiği gibi, her şeyden önce gençlik ve halkın aşağıdan gelme hareketiyle karakterize oldular, yukarıdancılık ve darbecilikle vb. değil. Evet, İttihatçıların demokratik, M. Kemal’in anti-emperyalist tutum ve eğilimleriyle birleştiler, ama asıl olarak, ayağa kalkan halklardan ve sosyalizmden etkilendiler. Onları işçi ve köylülere yönelten, hareketin demokratik ve aşağıdan gelmeliğinin yanında sömürüye karşıtlıkta ifade olunan sosyalist özlemleriydi de. ’69’da darbecilikle devrimcilik ayrıştı. Perinçek ve benzerleri darbecilikte karar kıldı ve Denizler anti-emperyalist demokratik devrim yolunda ilerlediler.
Sonuç olarak, ’68 ve Deniz’in, düzene ve emperyalizme karşı gençliğin ve halkın uluslararası ve ulusal aşağıdan gelme tepki ve öfkesinin teşvik ettiği hareket, sosyalizmden etkilenmeyle karakterize bir devrim arayışı, emperyalizm ve işbirlikçiliğine, mevcut kapitalist düzene karşı bir başkaldırı olduğu reddedilemeyecek bir tarihsel gerçektir.
’68 ve Deniz’e damgasını vuran, asıl olarak ağıdan gelme hareketin kendisi olmuştur. Başlangıçta, bağımsızlıkçılık olarak Kemalizm belirli bir etkiye sahip olmuş, ama Deniz, dönemi özetleyen son sözlerinde noktayı koymuştur: “Yaşasın Marksizm-Leninizmin Yüce İdeolojisi”. ’68’in sonraki ilerleyişi, bu yönde ve onun aşılması olarak gerçekleşmiş, ’68, Türkiye’de Marksist-Leninist harekete geniş ve ciddi bir miras bırakmıştır.