Hezeyanlara Yanıt: Deniz Gezmiş, Kemalizm ve Milliyetçilik

hezeyanlara yanıt:

deniz gezmiş, kemalizm ve milliyetçilik

KADİR YALÇIN

 

Son zamanlarda haddini bilmezlik modası türedi ve yayılıyor. Bir dizi haddini bilmez küreselci liberal peyda oldu siyasal ideoloji sahnesinde. Kimi eskiden beri yazıyor. Kimi “senarist-yazar” “titrini” kullanarak başladı. Amerikancı taraf ve taraftarların pek hoşuna gidiyor, önlerine sayfalar ve köşeler açılıyor.

“Yazar”.. yazıyor. Romancı, roman da siyaset de yazıyor. Öğretim görevlisi, romanlar üzerine de kaleme sarılıyor. “Senarist”.. bugünkü neoliberal kurgulardan yakın geçmişe ilişkin senaryo üretiyor. Bilim kurgu geleceğe yönelik kurgulamalar yaparken, romancısı, “siyaset bilimci”si, tarihçisi, “senarist-yazar”ı “gelecek”le ilişkili saydıkları hastalıklı günümüz kuruntularıyla geçmişi bu hastalıklı pencereden kurguluyor ya da çoğunlukla türetilmiş eski kurguları yineliyorlar.

Geleceğe yönelik hayaller ilgiyle karşılanabilir. Ama geçmiş yaşanmışlıklar demek. Olgular, maddi gerçekler demek. Geçmişe atıflarda bulunup analizler geliştirilirken, bilim kurgucuların sere serpe kullanabildikleri geniş özgürlük alanından yararlanılamaz.

Ancak kuşkusuz yakını ve uzağıyla tarih de, öteden beri ideoloji alanına girmektedir. Tarihin yazıldığı anın maddi toplumsal gerçekleri, sınıfsal çıkarlar ve bunların ihtiyaç haline getirdiği siyasal yaklaşımlar, günün olduğu kadar tarihin gerçeklerinin de ideolojik ele alınışını dayatır. Bu dayatmanın gönüllü içselleştirici ve savunucuları çoktan eğitilip hazırlanmışlardır. İhtiyaç halindeki ideolojik olanı, tersyüz edilmiş gerçeği, yüksek sesle ve sırtlarının kalın, dayanaklarının güçlü olduğu güveniyle yüksek perdeden ileri sürmeye başlarlar. Görevlendirilmiş gibidirler. Maaşla çalıştırılmaları gerekmez. Ama sonunda ödüllerini de alırlar.

Tarihin bu tarz ele alınışı yeni değildir. Gerçeklerin tersyüz edilişinin yalnızca günümüze özgü olduğu ileri sürülemez. Tarihin kurgucu idealist yorumlanması düşünce tarihinin kendisi kadar eskidir. Tarihin, şu senyör ya da sultanın, kral ya da prensin şu düşünce ya da eylemine bağlanarak açıklanması, ama sınıf mücadelelerinin tarihi olarak –bilgi yetersizliğiyle– açıklanamaması ya da sınıf çıkarları ve siyasal ideolojik ihtiyaçlarla kurgucu idealist tersyüz edicilikle özel olarak anlaşılmaz kılınması ve çarpıtılması yüzyıllardır yinelenir. Örneğin 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırp tarafından öldürülmesiyle açıklanmıştır. Bu, en bilinenidir. Ya da Paris Komünü, ama en yoğun olarak ’17 Ekim Devrimi, sanki milyonların özlemi ve inisiyatif alışıyla gerçekleşmemiş ve yine o milyonların eylemi ve kendi kendilerini yönetmeye girişmeleri olarak ilerlememiş gibi, demokrasi adına suçlanıp karalanmış, üstelik bu karalamayı Marksistlik, sosyalistlik iddiasıyla üstlenen Kautsky türü dönekler de çıkmıştır.

Özetle, tarihsel gerçek, kuşkusuz gerçek nedenleriyle ve onu gerçek olarak açıklamayı olanaklı kılacak materyalist tarih anlayışıyla birlikte, insanlığın sınıfların ortaya çıktığı belirli bir gelişme döneminden bu yana, sömürücü sınıf çıkarlarının yön verdiği siyasal ideolojik karartma ve çarpıtmaların konusu kılınmıştır.

Gerçek olgu ve olayların değil ama ideolojik anlam yüklenmiş görüntü ya da “gölge”lerinin, isteğe bağlı kurguların, sınıfsızlaştırılıp yüceltilmiş düşünce, ahlak, hukuk gibi sınıflara bölünmüş insan eyleminin ürünlerinin dayanak edinilmesi, çarpıtmaların başlıca unsuru olmuştur.

Tarih çarpıtıcılığı ve karaçalıcılığın en “ileri” örneklerinden birinin Stalin’le ilgili olduğu biliniyor. Son zamanlarda, Deniz Gezmiş’e de, onun kılına bile zarar veremeyeceği kesin olan benzer çarpıtıcılıkla kara çalınmaya yeltenilmiştir.

Sovyetler Birliği ve Stalin üzerine –SB’ni Hitler Almanya’sı ve Stalin’i Hitler’le özdeşleştirmeye yeltenerek– öteden beri söylenenleri M. Belge ve H. Berktay gibi siyaset bilimcisi ve tarihçilerin tekrarlamaları bir yenilik olmuyor. Aynı “gölgeli” yaklaşımı, Nazlı Eray “Kayıp Gölgeler Kenti”nin anafikri düzeyine yükselttiğinde de yeni bir şey yapmış olmuyor. Temel bir “soğuk savaş” argümanını kullanmayı sürdürüyorlar. ’68 ve özellikle Deniz Gezmiş’i diline dolayarak, MHP milliyetçiliğiyle benzerliği iddiasında bulunan türedi beyzademiz Kütahyalı’nın büyük bir hırs ve sınıf kiniyle yaptığı da benzer bir şey.

 

STALİN-HİTLER ÖZDEŞLEŞTİRMESİ!

Önyargı düzeyine yükseltilmesi için elden gelen her şey yapılarak, Stalin-Hitler özdeşleştirmesi, “soğuk savaş” yıllarının temel bir argümanı olarak piyasaya sürülmüş ve ısrarla işlenmiştir. Bu amaçla, başta MIT[1] olmak üzere, pek çok Amerikan üniversitesi harekete geçirilmiş, tescilli anti-komünist olanların ikna ediciliklerinin sınırlılığı nedeniyle solcu, sosyalist eğilimli olanlar içinden derlenen Troçkist vb. kimlikli çok sayıda öğretim üyesine yüzlerce kitap yazdırılmıştır. Kimi “kuyruk acısı”yla, kimi sunulan kariyer vb. olanaklarla, kimi açıkça CIA elamanı olarak maaşa bağlanarak görevlendirilmelerinin hakkını veren “Demirperde”ye karşı “Hür Dünya” serdengeçtileri, üniversitelere yüklenen işlevi de göstermek üzere, ortalama Batı insanının SSCB algılamasını değiştirmek üzere, birbiri ardına “eserler” yayımlamaya girişmişlerdir. Hindistan’da İngiliz gizli servisiyle de bağlantılı olarak sömürge subaylığı yapmış olan George Orwell ve Sovyet toplumundaki “eşitsizlikler” ve “zorbalık” ya da “diktatörlük”e ilişkin kitabı “Hayvanlar Çiftliği”, örneğin, bunlardandır.

Kültür ve sanat da dahil bütün alanlarda çok yönlü bir anti-komünist saldırı olarak gündeme getirilen “soğuk savaş”, uluslararası işçi sınıfı ve sosyalizme karşı, başta ABD olmak üzere Batının tekelci emperyalist burjuvazisinin iktisadi siyasal çıkarları doğrultusunda açtığı, öncelikle ideolojik bir “Haçlı Seferi”ydi.

Sovyetler Birliği, sosyalizmin inşasında kazandığı olağanüstü başarıların yanında 2. Dünya Savaşı’ndaki tutum ve eylemiyle de uluslararası işçi sınıfı ve dünya halklarının gönlünde taht kurmuştu. Onun önderi olarak Stalin ise, bunda en çok pay sahibi olandı. Dünya işçi sınıfı ve halklarının SB ve önderi Stalin’i örnek alıp yolunu izlemeleri beklenen doğal bir olguydu. Zaten bu örnek alış ve örneği izleme başlamıştı. Öyleyse sosyalist SB ve önderi Stalin’e ilişkin insanlığın yaşam deneylerinden süzülüp gelmiş algılamanın, burjuva gerici amaçlarla değiştirilmesinin özel önem taşımasında şaşılacak şey yoktu.

Önce sosyalizme karşı topyekûn saldırı denendi. İkna edicilik sorunu dolayısıyla hedef daraltma gereğinde karar kılındı. Doğrudan Marx ve Engels’e, Lenin’e ve genel olarak sosyalizme saldırma yerine, hatta yer yer sanki onlar savunuluyormuş tavrıyla, Stalin ve SB’ndeki sosyalizm pratiğinin gözden düşürülmesi amaçlı özel saldırı başlatıldı.

Burada, iş, generaller ve politikacıların yanında ama ötesinde, olanaklar sunulmuş, satın alınmış çoğu eski “solcu” öğretim üyesi, sanatçı vb. burjuva aydının “yaratıcılıkları”na kaldı. Başta aydınlar olmak üzere ilerici demokratlara, sosyalistlere yöneltilen McCarthyci anti-komünist suçlamalar ve zorbalıkla, kapitalizme bağlanma eğilimi gösterenlere olanaklar sunulmasıyla, dünya ölçeğinde Marshall yardımıyla, darbeleri de kapsayan askeri güç gösterileriyle beslenerek etki gücü artırılan, insanlığın “sosyalizm” algılamasını değiştirmeyi amaçlayan anti-komünist ideolojik kampanya, temel yönü olarak, sosyalist SB ve önderi Stalin’in haklı olarak kazandıkları itibarın giderilmesini hedef edindi.

Olacak şey değildi; ama şuradan buradan “taciz atışları” ile başlayan Stalin suçlaması, bir süre sonra Stalin-Hitler özdeşliğinin ileri sürülmesine gelip dayandı.

Hitler, pazar ve toprak ihtiyacıyla yöneldiği dünya egemenliği peşinde dünya halklarına silah çeken Alman mali sermayesinin sömürücü saldırgan çıkarlarını faşist programıyla savunmaya soyunmuş bir kan içiciydi. Üstelik, kapitalizmin, kendisi gibi onların da sınıf düşmanı olan işçi sınıfının sosyalist anavatanına saldıracak bir “koçbaşı” olarak, Batılı emperyalist burjuvazi ve devletler (İngiltere, Fransa, ABD) tarafından SB’nin üzerine sürülmek üzere önü açılıp pohpohlanmıştı. Bu amaçla ne Münih yaltakçılığından kaçınılmıştı, ne de faşizmin Etiyopya ve Çekoslovakya işgalleri türü saldırganlıklarına ses çıkarılmıştı.

Oysa SB ve önderi Stalin, faşizme karşı birlik için çağrı üstüne çağrı yapıyordu. O yüceltilen Batı demokrasisi, faşist saldırganlar olan Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sını SB’ne saldırtma peşinde faşizme karşı –önüne Çekoslovakya ve Avusturya’yı “ödül” olarak atıp– onu “yatıştırma siyaseti” izleyen Batılı emperyalistler, hiçbirini tınmadı ve parmağını bile oynatmadı. Ta ki Hitler, SB’ne değil ama dönüp Fransa’ya saldırıncaya kadar. Hatta yine cılız sesler dışında ses duyulmadı. Fransız burjuvazisi örneğin, “Paris yakılıp yıkılmasın” diye, hem Paris’i hem Fransa’yı Hitler’e teslim etti. O yüceltilen demokrasi, Petain’in NAZİ’lerle işbirliği Hükümeti’ni üretebildi! İngiltere de, Hitler’in kolunun ulaşabileceği, bombalanabilir bir alana dönüşünce ve faşizm neredeyse tüm kıta Avrupa’sını denetim altına alınca, SB’nin faşizme karşı ittifak öneri ve çağrıları akla gelmeye başladı.

 

***

Şimdi çalakalem faşizme karşı tutumları ve sosyal-demokrasiye ilişkin politikaları dolayısıyla Stalin, III. Enternasyonal ve Sovyetler Birliği hakkında karalamalar yazıp çizenler, tarihe, hâlâ, İspanyol Falanjistlerine doğrudan desteğine ses çıkarmayıp (tersine Cumhuriyetçileri koğuşturan) Çekoslovakya işgaliyle Avusturya’nın ilhakını olurlayarak, onu, Doğu’ya, SB üzerine sürmek için Hitler’le Münih Anlaşması’nı imzalayan A. N. Chamberlain ve E. Daladier’in* “penceresi”nden bakmakta ısrarlılar. Burjuva demokrasisi, onun Chamberlain ve E. Daladier ve öncelleri gibi şefleri, muhafazakarları, liberal ve sosyal demokratlarıyla, Hitler ve Mussolini’yle benzerlerini üretip, yollarını açıyordu. Komünistlerin dünya ölçeğinde faşizme karşı mücadele çağrıları yanıtsız kalır, ve tersine, faşizmle uzlaşma içinde komünistler hedefe konurken, Komüntern, Stalin ve SB ne yapacaktı?

M. Belge ve benzerleri Sovyet-Alman saldırmazlık paktını dillerine dolamış eleştirirler. Chamberlain ve E. Daladier’in eleştirisidir bu. Ama W. Churchill bile, Stalin’i değil, Chamberlain ve Münih’te beliren yatıştırma siyasetini suçlayarak ondan başbakanlığı devralmıştır. O günlerde, çünkü, artık faşizm karşısında gerekenin yatıştırıcı ve onu SB üzerine sürme amaçlı yaltakçılık değil savaşmak olduğu anlaşılmıştı. En başta savaşanlarınsa komünistler ve Stalin’in yönetimindeki SB olduğu biliniyor.

Peki, Sovyet-Alman saldırmazlık paktına ne demeli? Belge ve benzerlerinin yaptığı gibi, yine ve hâlâ suçlanmalı mı? Dünyayı bölüşme kavgasındaki emperyalistler arasındaki çelişmeden yararlanmanın ve hele bir bölüm emperyalistin Hitler Almanya’sını SB üzerine sürme planlarını bozmanın neresinin yanlış olduğu söylenebilir? Sosyalizmle kapitalizm sistem olarak karşı karşıyayken bile emperyalistler arasındaki çelişmenin ne denli güçlü ve şiddetli olduğunun belirtisi olan ve Anglo-F            ransız emperyalizminin oyununu bozan bu pakt, tarihsel gerçekler de göstermektedir ki, bir komünist-faşist ya da Stalin-Hitler işbirliği olmamış, ama faşizme karşı savaşın başlıca gücü SB’ne nefes aldırıp zaman kazandırmıştır.

Hâlâ dillerden düşürülmez, ama bu pakt, örneğin İngiliz emperyalizminin ayağını suya erdirmiş ve savaşın bir anti-faşist savaşa dönüşmesinin hareket ettiricilerinden olmuştur. Sonrası biliniyor. Kara çalması zordur: Bütün ülkelerde faşizme karşı en önde savaşan ve en ağır bedeli üstlenenler komünistler olmuştur. Bu savaşın yürütülmesinde –Batılı emperyalistler bir türlü batıdan ikinci cepheyi açmaya yanaşmaz ve SB’nin yıpranmasını beklerken– SB ve Stalin’in ayrı ve özel bir yeri olduğu kesindir.

 

***

Tüm bunlara karşın, SB Nazi Almanya’sıyla, Stalin Hitler’le özdeşleştirilmeye çalışılmaktadır! Bu ne “iş”tir ve kaynağında ne vardır?

İkinci Dünya Savaşı ve savaşa ilişkin tutumların olmadığı kesindir. Bu açıdan en haddini bilmezlerin bile söyleyecek sözü yoktur.

“Kaynak”, sonradan, “soğuk savaş” kapsamında türetilmiştir: “Demokrasi” ve “demokratik” “Hür Dünya”! Oysa, anti-faşist savaş zaten demokrasiyi, demokrasinin savunulmasını amaçlamış, bunun için milyonlarca insan ölmüştür. Ve en kararlı ve en önde hürriyet için savaşanlar, sonradan “Hür Dünya” sloganını ileri sürenler değildir. “İkinci cephe” açılmasını bile sürekli erteleyenlerdir onlar, başlangıçta faşizme yaltakçılık edenlerdir.

Öyleyse, sorun, demokrasi ve demokrasi için savaşmak değildir. Bu açıdan, komünistlerle, SB ve Stalin’le yarışmak olanaksızdır. Yalnızca anti-faşist savaştaki tutumlar yönüyle de değildir bu. SB’nin NAZİ işgaline uğrayan bölgelerinde de bunca direnebilmesini sağlayan, sosyalist “anavatanın savunulması” kaygısının yanında bu ülkeyi elleri ve sırtlarında taşıyan milyonların yaşamlarının bir parçası haline çoktan gelmiş –1936 Anayasası ile hükme bağlanan– özgürlük/hürriyet ortamıdır. SB, bireysel özgürlüklerin en geniş ölçüde ve kapitalist ülkelerde hayal bile edilemeyecek şekilde yaşama geçtiği ülkedir. “Demokrasinin beşiklerinden” sayılan ülkelerde, örneğin İsviçre’de 1971’de seçme-seçilme hakkına kavuşabilmişken, kadınlar, SB’nde, 1917’den beri ve giderek yönetimde daha çok ve aktif görevler üstlenerek, yönetmekteydiler. Ve demokratik özgürlükler, bu ülkede, kağıt üzerinde kalmaktan çoktan kurtulmuştu. Toplantı yapmak isteyenler toplantı salonlarından, düşüncelerini yazılı olarak ifade etmek isteyenler kağıt fabrikalarından, matbaalardan… yararlanabiliyorlardı.

Sorun, demokrasinin içeriği ve kapsamını da tayin etmek üzere, kimin iktidarda olacağı sorunuydu ve faşizmin yenilgisiyle birlikte, yeniden tüm kararlaştırıcılığıyla, emperyalist tekelci burjuvazi işçi sınıfıyla, kapitalizm sosyalizmle karşı karşıyaydı. “Demokrasi” ve “hürriyet” ya da “özgürlükler” sorunu, sanki tayin edici bir demokrasi mücadelesi, hem de komünistlerin izledikleri politika ve inisiyatif aldıkları anti-faşist savaş olarak daha yeni başarıya ulaşmamış gibi, bu kapsamda “yeniden” gündeme getiriliyordu. Tarih kuşkusuz aynı şeyi yapmıyordu, yapamazdı, ama “soğuk savaş”la yeniden başa dönülüyordu! Komünistler, başta Stalin olmak üzere “diktatörlük” yanlısıydılar, diktatörlük uyguluyorlardı; burjuvazi, liberali, sosyal demokratı, muhafazakarıyla “demokrasi”den yanaydı! Ve değil mi ki Stalin ve komünistler “diktatörlük” yanlısıydılar, öyleyse Hitlerle özdeştiler! Faşist ya da sosyalist, diktatörlük diktatörlüktü! Anlaşma halindeki tüm gerici akımlarıyla burjuvaziyse, “diktatörlüğe karşı” ve “demokrasiden yana”ydı!

Oysa sorun burjuva demokratik karakterli hak ve özgürlüklerin de savunulması olarak bir demokrasi sorunuysa, bu, anti-faşist savaş içinde sınavdan geçirilmiş, herkesin “takkesi düşmüş” “keli görünmüştü”. Artık demokrasinin “nasıl”ı ve “kimin için”i tartışılıyor ve her geçen gün daha geniş kitleler kendileri için demokrasi ister oluyorlardı. Anti-faşist savaşın tutarlı mücadelecisi olduğu kadar emeğiyle geçinenlerin iktidar oluşu ve demokrasinin tüm imkanlarından yararlanışıyla, SB, yalnızca Avrupa değil tüm dünya işçi ve halklarının önünde “kötü örnek” olarak duruyor ve kapitalist ülkeleri “sosyal devlet” olmaya yöneltecek kadar etkili de oluyordu. Emperyalist burjuvazi “sosyal devlet” türü tavizler politikası izlemek zorunda kalmıştı, ama bu duruma tahammül edemeyeceği de ortadaydı. “Soğuk savaş” bu ihtiyaçtan türedi.

SB ve Stalin, bu nedenle, başta “diktatörlük” olmak üzere, suçlamaların hedefi haline getirildi.

Değil mi ki emekçilere iktidar çağrısı olan “proletarya diktatörlüğü” vurgusuyla diktatörlük “itiraf” ediliyordu, burjuva demokrasisinin bir diktatörlük olmadığı ileri sürülür, olur biterdi! Bunun tek bir gereği vardı: Aslında aynı şey olan, bir madalyonun iki yüzü durumundaki “diktatörlük” ve “demokrasi”yi sınıf nitelikleri ve içeriğinden soyutlayarak karşı karşıya koymak yeterdi. “Sosyal devlet” uygulamalarıyla emekçilerin yaşamının biraz da olsa katlanılabilir kılınmasıyla beslenerek, bu yönlü propaganda bombardımanına girişildi.

Yaşananların Hitler’le Stalin’in birbirinin karşıtları olduğunu göstermiş ve anti-faşist savaşın, başlıca, ikisinin başında bulundukları, biri faşist diğeri sosyalist Almanya ve SB arasında verilmiş olması, bu propagandayı zorlaştırıyordu, ama ısrar edildi. “Demirperde”, “demir yumruk” imgelerinden güç alındı, sanatçılar, tarihçi ve sosyal bilimciler vb. içinden bilumum satılık olanlar fonlarla beslendi, “yaratıcılıkları” teşvik edildi. Paralar döküldü, olanaklar sağlandı: “Diktatörler” olarak, Hitler ve Stalin’in “aynı topun kumaşı” oldukları gösterilecekti!

 

***

Şimdi M. Belge, “12 Eylül’den beri genel olarak ‘demokrasi’nin önemini, gereğini savunuyorum –‘burjuva demokrasisi/sosyalist demokrasi’ gibi ayrımlara da uzun boylu girmeden. ‘Girmeden’ çünkü tarih karşımıza bizim istediğimiz gibi değil, kendi olabildiği gibi çıkıyor. ‘Sen bizim istediğimizden değilmişsin’ deme lüksümüz yok. Ayrıca, ‘burjuva’ dediğimiz demokrasinin bazı edinimlerini yaşamadan, ‘sosyalist demokrasi’ kurmanın ne kadar imkânsız olduğu, gözümüzün önünden akan ‘tarih şeridi’nde kanıtlandı, hâlen de kanıtlanıyor –sözgelişi, bir biçimiyle Küba’da, bir biçimiyle de Çin’de.” diyor. (Taraf, 19.08.08)

“Ayrıma girmeden” Hitler ve Stalin’i de özdeşleştiriveriyor! Üstelik “soğuk savaş” döneminde, bu ayrım en belirgin biçimde vardı ve “tarih karşımıza” “kendi olabildiği gibi”, “demokrasinin bazı (da değil tüm) edimleri” yaşanmış ve sınırlılık ve yetersizlikleri yaşanarak görülmüş olarak “çıkmıştı”. Sosyalist demokrasiyse yayılıyordu. Yine üstelik ve hele Hitler’le Stalin söz konusu olduğunda, bu “ayrım”a “girmeden” tarih ve olguları açıklanamazdı. Ama olsundu! Burjuva ve sosyalist demokrasi ayrımına girmek gerekmediği gibi, faşizmle sosyalizm ayrımına girmeye de gerek yoktu! Bu fütursuz ayrımsızlık, bunca haddini bilmezlik –tümü, demokrasisi ileri sürülerek, kapitalizm önünde secdeye varıldığı içindi. Sosyalizme karşı savunulan kapitalizmdi. İşçi ve emekçilere karşı savunulan kapitalistlerdi. Saf belirlenmişti ve böyle belirlenince, “demokrasi” yüceltisiyle bütün sorunların çözüleceği ham hayaline kapılınıyor, kurgular bu “pencere”den yapılıyordu.

Oysa Stalin’le Hitler ve sosyalizmle faşizm arasındaki –başka alanlarda olduğu gibi demokrasiye de ilişkin– zıtlığa, 2. Dünya Savaşı’nın hazırlığı ve sırasında, ne Chamberlain ve Daladier ne Churchill’le Hitler ne de İngiltere ve Fransa’yla Hitler Almanya’sı arasında tanık olunmuştu. Neden?

Chamberlain, Daladier ve Churchill ve tekelci kapitalizmin geri kalan sözcü ve temsilcileri, yöneticileri, mali sermaye egemenliğinin, artık demokrasi adına yapacak şeyi kalmamış, bütünüyle gericileşmiş emperyalist tekelci burjuvazinin adamlarıydılar. Hitler de öyleydi. Farkları, farklı mali sermaye gruplarının adamları olmalarıydı. Ama tümünün yönetimi altında, bunlar ister demokratik ister faşist olsunlar, işçi ve emekçilerin söz hakkı yoktu, adamdan sayılmıyor, devlet işlerinin yürütülüşünden dışlanıyorlardı. “Demokratik” ülkelerdeki demokrasi de onlar için değildi. Kapitalizmde, işçi ve emekçilerin payına yönetilmek ve sömürülmeye rıza göstermek düşüyordu. Demokratik kapitalist ülkelerde, bir de, dört ya da beş yılda bir yapılan seçimlerde –çoğu yerde bütün olarak da değil, kiminde kadınlar, kiminde zenciler, kiminde yeterince mal varlıkları olmayan ya da belirli bir ölçüde vergi ödeyemeyenler dışlanarak– kendilerini yönetecek olanları seçmek üzere oy kullanıyorlardı. Tahammül edilemez bir baskı ve aç ve sefil bir yaşam sürme, kısacası.

Stalin’se, işçi sınıfı ve sömürülen yığınların sözcü, temsilcisi ve yöneticilerinden biriydi. İşçilerin adamıydı. İşçi ve emekçiler yönetimden dışlanmak bir yana iktidardaydılar ki, asıl sorunu oluşturan buydu. Ve demokrasi, kapitalizm koşullarının tersine, onlar içindi. Ve onların ülkesinde burjuvazi sömürme özgürlüğünden yararlanamıyordu, onun için demokrasi yoktu.

Ama henüz hem burjuvazi hem de işçi ve emekçiler için olan bir demokrasi “icat” edilmemiştir. Yoktur. Olamaz. İşçi ve emekçiler, kapitalizm koşullarında, devlet biçimi demokrasi olsun, faşizm olsun, ezilirler, baskı altındadırlar. (Bu, faşizmle demokrasi arasındaki ayrımı görmemek anlamına gelmez, gelmemiştir; ama ikisinin ortak özünün, sınıf niteliğinin farkında olmayı belirtir.) Sosyalizmde ise, ezilmedikleri gibi iktidardadırlar.

İşte –Küba, Çin…, halkları devrim yapmış ne kadar ülke varsa tümü ve bu devrimlerin önderleri karalanarak– önemsiz sayılan, bu temele ilişkin “ayrım”dır. Ve, tıpkı demokrasi ve diktatörlük gibi, birbirinden sadece farklı değil ama karşıt içerikleriyle, hem burjuva hem de proleter/sosyalist nitelikli olabilecek “otorite”, disiplin, “monizm”/tekçilik ya da “pluralizm”/çoğulculuk gibi ikinci dereceden ayrımlar öne çıkarılmaktadır. Kuşkusuz sınıfsızlaştırılmış ve özlerinden koparılmış soyutluklarıyla. Oysa yaşamda her şey somuttur.

 

***

…liberalizmle kendi sentezini yapmayan, yapmaktan kaçınan bir ‘sol’ anlayış, gerçek bir sol anlayış olamaz. Genellersek, dünya sosyalist hareketi liberalizmin katkılarını özümsemiş bir solculuktur. Bunu reddedince, Stalinist bir ‘işçi sınıfı bilimi’, ‘bilim işçileri’ vb. monist yapılara saplanırsınız. Biz bugün Türkiye’de demokrasinin bazı en temel ilkelerini savunmak ve yerleştirmek durumunda olduğumuz için, geleneksel Türk siyasî düşüncesinde içkin otoritaryen tutuma karşı çok kez siyasî liberal söylemle tavır almak zorunda kalıyoruz.” der örneğin M. Belge. (Taraf, 17.06.08)

“Otoritarizm” ya da “totalitarizm”, birincisi Hitler’e, ikincisi Stalin’e özgü sayılarak, demokrasi soyutluğunun karşıtı ve Hitler’le Stalin’i özdeş kılan başlıca özelliklerden biri olarak ileri sürülmektedir. Hareket noktası da varılan yer de aynıdır: Soyut demokrasi ya da sözde somutlandığında yine soyutlanmış haliyle ileri sürülen “formel/biçimsel demokrasi” ve ana akımı var sayılan liberalizm! Oysa biçimsel demokrasi, adı üstünde, biçimsel, kağıt üzerinde haklardır ya da –gerçek, öyleyse gerçekleşme koşullarıyla birlikte eşitlik değil ama– yalnızca hukuk önünde eşitliktir. Yoksa kapitalistle işçinin eşitliğini kimse ileri sürememektedir. Ama buna rağmen, “sol”, liberalleşmedikçe iflah olmuyor! Liberal mi monist mi? Sorun, buraya sıkıştırılmaya çalışılıyor. Liberal olunmadığında “Stalinist monizm”e saplanılırmış! Chamberlain ve Daladier’in tutumunu önermektedir yazar bize, faşizm ve gericilikle uzlaşmacı, onu pohpohlayıcı yaltakçılık tutumu. “Formel”ci tutum. Sosyalizm bir yana halkçı bir demokratizm de değil. Ve sözde “monizm”i karalamak üzere karikatürünü çizerek, “işçi sınıfı bilimi”ne, Marksizme itiraz etmektedir yazar, sanki Stalin döneminde örneğin matematik ya da fiziğin işçi sınıflaştırılmasına çalışıldığını ima ederek. SB’nde tıp, genetik, mühendislik vb. alanlarındaki bilimsel ilerlemeler kayda geçmişken, safsatadan, imalardan medet umarak…

‘Otorite’ kavramına önem veren kültürlerde bilimsel düşünce yaygınlaşamaz: bu ‘otorite’, örneğin bizde olduğu gibi, her zaman izinden gidilmesi gereken bir ‘Ata’ olabilir; Sovyetik tipte toplumlarda gördüğümüz, Komünist Parti olarak örgütlenmiş bir ‘Kolektivite’ olabilir; Hitler gibi her dediği doğru sayılan, yaşayan bir önder olabilir vb.. Ama şu ya da bu düşüncenin onu eleştirmeye hakkı tanınmıyorsa, böyle bir ortamda düşünce bilimselleşemez.” (Taraf, 26.08)

Anarşizme varan, görünüşte “otorite” karşıtı bir bireysellik yüceltisi! Kolektivizm düşmanlığı!

Devrim, ancak, fabrikanın dişlilerinin, sömürülenlerin yaşamak zorunda bırakıldığı koşulların “otoriterliği” kadar otoriter olabilir. Karşı devrim de devrim de otoriterdir. Kapitalizm ve liberal yücelticileri sözde “otorite”ye önem vermezlik ve eleştirme görüntüsü verirler, ama onu insafsızca uygular, gereğini yaparlar. Milyonlarca insan, örneğin, kapitalizmin otoritesiyle açlıktan ölüme sürüklenir. Milyarlarcası, izbe işletmelerde karın tokluğuna çalışmak ve onun kadar izbe “köşeler”de barınmak zorunda bırakılır. ABD’de örneğin 50 milyon dolayında insanı evsiz kılan, kapitalizmin otoritesi değildir de nedir? Son bölgesel savaşlarda milyonlarca insanı ölümün kucağına atan hangi otoritedir? Ya da kriz karşısında şirket kurtarmaya yönelik devlet müdahalesi, 850 milyar dolarlık fonun bir anda sağlanabilmesi ve şirketlere aktarılması, Amerikan toplumu ve yurttaşının hayatına müdahale eden bir otoritenin varlığını değil de neyi gösterir? Liberal hayatın gerçeğiyle önünde sonunda yüzleşecektir! Hayır, gerçeği göreceği ve kabulleneceği iddiasında değiliz. Ama tarihin çöplüğündeki yerini almaktan kaçınamayacağı kesindir.

Engels’in ünlü kaptan ve gemi örneği bilinir. Hiçbir örgüt otorite olmadan olamaz. Bir örgütlenme olarak kapitalist toplum ve devlet, en liberali bile, kuşkusuz otoritesiz edemez. Evet, sosyalizm de otoritesiz olamaz. Ama insanın herhangi türden siyasal bir örgütlenmeye, devlete vb. ihtiyaç duymayacağı sınıfsız-sömürüsüz-baskısız dünyaya, komünizme ulaşılıncaya kadar, hangi durum ve ortamda, hangi aygıt ve örgüt “otorite” olmadan işleyebilir? Kolektivizm, kapitalizm koşullarında giderek ilerleyen üretim ve emeğin toplumsallığının ürününden başka nedir ki? Bireysel yaratıcılık, evet, önemlidir; ancak çoktan toplumun hizmetinde kolektivizmin tamamlayıcı bir parçasına dönüşüp olgunlaşma zamanı gelmiştir. Bilim, örneğin, kolektif çaba ve çalışmanın, kolektivizmin ürünü ve göstergesi değil midir? Ve kişisel yüceltmeler, kolektivizme değil, tersine özel mülkiyete ve bireyciliğin dayanak edinilmesine bağlanır. En uç noktasında, kolektif kapitalist olarak burjuva devlet, devletin çıkarlarının bekçiliğini yaptığı egemen sınıf(lar) ve onların yürütücülerinin özel mülkiyete dayalı çıkarlarına bağlanır. O nedenle “Ata” ya da Hitler türü “yaşayan önder”lerle başında Stalin olan “Komünist Partisi olarak örgütlenmiş bir ‘Kolektivite’”nin özdeşliği iddiası da, baltayı taşa vurma gibidir.

Kapitalist, hele onun açık terörcü (faşist) diktatörlüğünün otoritesi ya da otoriterliği insanın (ve kuşkusuz emeğin) yabancılaşmasına dayalıdır; öyleyse, bu otorite, genel olarak kapitalist iktisadi zora, özel mülkiyetin egemenliği karşısında işgücünü kiralamak zorunda bırakılan emekçinin çaresizliğine dayanır. Özel olarak faşizmin otoritesi ise, bunun üzerine eklenen çıplak zora (iktisat dışı zor, siyasal zor) dayanır.

Sosyalizmin otoritesi ise, tersine, çıkarlarından ve çıkarlarının gerçekleştirilmesinden hareket ettiği işçi ve emekçilerin ellerinde yükselebilir. Ve beyinlerinde. Sosyalist otorite dayatılabilir değildir. İşçilerin fabrika disiplininden alıştıklarının kendi çıkarları yönünde ve kendileri tarafından kullanılmasından başka bir şey olamaz. Ya da bu otoriteyi kendi eylemleriyle var eden emekçilerin kapitalistler ve kalıntıları üzerindeki otoritesinden söz edilebilir. Kolektivite, geniş anlamda işçi sınıfının kendisidir, dar anlamdaysa, sınıfın en ileri unsurlarının örgütü olan sınıf partisi. Dar anlamıyla bile, otorite, eğer sömürülen işçi ve emekçi kitleler kendi deneyleriyle sınayarak partinin yönetiminin doğruluğuna inanmamışlarsa, bu güvenle, kendi çıkarlarını gerçekleştirmenin gereğini parti politikalarını izlemede görüp onun otoritesini gönüllü olarak benimsemiyorlarsa, parti bunu sağlayabilmek için onların yaşamlarının bir parçası ve ileri unsurlarının örgütü olmamışsa, bu otorite sağlanamaz, sağlandığı durumda da aldatmaya dayalı olabilir, ama sosyalist içerikli olamaz.

 

***

“Devletçilik” de, son günlerde her ne kadar dünya kapitalizminin krizi önleme adına devlet müdahaleciliğine yönelmiş olması çoğu liberali nedamete zorlasa bile, otoriterle liberali ayıran, ama Stalin’le Hitler’i özdeş kılan temel argümanlardan biri sayılmaktadır. İki farklı nitelikte devlet ve devletçilik olabileceği örtülüp, hangi içerikli olursa olsun devletçilik kötülenmektedir. Çok sayıda örnekten biri: “… ‘sol’ bütün kollarıyla ‘devletçilik’, ‘anti-emperyalizm’ gibi şeyleri adamakıllı içselleştirmiş, benimsemiş … Solun birçok fraksiyonu, geçmişte solun başından neler geçmiş olursa olsun, Kemalizm’i ‘komşu ideoloji’, en yakın bir müttefik gözüyle görmeye devam etmektedir… Almanya Nazizm’e doğru giderken bir gün Naziler, ertesi günü de Komünistler tarım ve toprak sorunlarını düzenlemek için yasa tasarısı sunmuşlardı. İki tasarının hemen hemen aynı olduğu görülünce, Komünistler, ayıp olmasın diye tasarılarını geri çekmişlerdi.” (M. Belge, Taraf, 19.07.2008)

Kemalizm ve anti-emperyalizmle ilişkisi üzerinde duracağız. Bu pasajını, Belge’nin, aklınca dalga geçmeye çalışarak, yine Nazilerle komünistleri, bu kez “devletçilik” “ortak nitelikleri”(!) dolayısıyla özdeşleştirme çabasının örneği olarak aldık. Öyle mi? Nazilerle komünistler, Belge’nin komedisinde olduğu gibi benzerlikler mi taşıdılar?

Devlet, burjuva ya da proleter (sosyalist) olabilir, ancak ikisi iki farklı nitelik oluştururlar. Devletçilik ve devletleştirmeler de öyle. Bürokratik kapitalizm vardır, M. Kemalin zamanında olduğu gibi. Sonra o da tekelci devlet kapitalizmine dönüşmüştür. Ama örneğin hem birinci hem de ikinci dünya savaşına giderken, Alman kapitalizmi, tekelci devlet kapitalizmidir. Hitler de tekelci devlet kapitalizmi olan Alman kapitalizmini, onun devletini yönetmiştir. Alman devleti bu zaman diliminde mali sermaye egemenliğinin örgütlenmesidir; bu devlet, işçi ve emekçilerin sömürüldüğü, bütün fabrika ve işletmelerin özel mülkiyet konusu olduğu burjuva kapitalist bir devlettir. Büyük işletmelerin devlet mülkiyetinde, yani bireysel değil, kolektif kapitalist mülkiyet konusu olmaları, Alman kapitalizminin tekelci devlet kapitalizmi olarak örgütlenmiş olması, devletin kapitalist niteliğini değiştirmemektedir.

Sosyalist SB’ne ve komünistlerin önerdiği “devletçilik”e gelince, devlet, artık kapitalist-burjuva devlet olmayacaktır, değildir. Bu devlette artık işçi ve emekçi sömürülmeyecek, yani fabrika, işletme ve bankalarla madenler kapitalist mülkiyet konusu olmayacaktır. Bir proleter devletin ilk işi (bu, teorik soyutlamada aslında son işidir de), mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, yani –büyüklerden başlayarak– özel mülkiyete son verilmesi olacaktır. Sosyalisti ve kapitalistini ayırt etmeden (Stalin’in ve Hitler’inkini aynılaştırarak) suçlanıp reddedilen “devletleştirme” ya da “devletçilik”’in proleter/sosyalist nitelikli olanı bundan başka bir şey değildir. Tekelci devlet kapitalizmi kapitalist mülkiyete dayalıyken; sosyalist devlet, toplumsallaştırılmış üretim araçlarını, yine toplum adına yöneten devlettir. Sosyalist “devletleştirme” ya da “devletçilik” denen şey, özel mülkiyet konusu edilmelerine son verilerek, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıdır. Üstelik bu devlet, devlet olarak son işlevlerini yerine getiren, sönmeye doğru adımlar atan bir yarı-devlettir artık. Kısacası, ikisi de “devletçiliktir” denip, kapitalist ve sosyalist devlet ve “devletçilik”, hiçbir yönüyle, birbirlerine benzetilemez, buradan tarih açıklanamaz.

Sorunun karartılmaya uğraşılan özü şudur ki, kapitalist ülkelerde de, en demokratik olanları dahil, diktatörlük altında yaşanmaktadır, sosyalist ülkelerde de evet, diktatörlük geçerliydi. Sorun odur ki, sosyalistler, proletarya diktatörlüğünü örtme eğilimi göstermemişler, ama liberaller burjuva diktatörlüğünü, en küçük “asma yaprağı”nı bile delil olarak ileri sürerek, diktatörlük değil ama, diktatörlük olmayan bir demokrasi olarak pazarlamaya çalışmışlardır, hâlâ da çalışmaktadırlar. Kapitalizm koşullarında, en demokratik ülkelerde bile, işçi ve emekçi kitlelerin hali ortadayken! Herhangi bir kapitalist ülkede, tek tek işçi ve kapitalistlerin yaşam koşulları, demokratik hakları ve bunlardan yararlanabilme koşullarını bir ilkokul öğrencisi bile kolaylıkla kıyaslayıp, “hayır demokrasi sadece kapitalistler için, ama sömürülenler hiçbir haktan yararlanamıyor” diyebilecekken! Stalin’le Hitler’in her şeyden önce tarihe saygısızlık edilerek özdeşliği iddiasının aslı astarı, başlıca buradadır.

 

DENİZ’E YÖNELİK DENSİZLİK

Deniz Gezmiş karalaması olarak Taraf’ta yürütülen kampanya da, benzer niteliktedir.

Kuşkusuz Deniz Gezmiş ve Stalin farklı tarihi kişiliklerdir ve aynı türden değillerdir; ama aynı tarihe karşı yöntem izlenmekte, aynı yol tutulmaktadır.

Türk 68 hareketi, özlerinde olan bu milliyetçi ideolojiyi antiemperyalizm ve tam bağımsızlık sloganları arkasına saklamış, sosyalizan bir süs vererek kamufle etmeye çalışmıştır. Bu milliyetçilik öyle MHP tipi milliyetçiliğe göre de daha insancıl ve masum falan da değildir. Bilakis modernist ve Marksist-Leninist etkileşimler sebebiyle daha pozitivist, katı ve insansız hale gelmiş, zenofobik hatta ırkçı eğilimlere kayabilecek bir milliyetçilikti Türk 68 ruhunun milliyetçiliği. Nitekim bugün kendini “Ulusalcılık” olarak takdim eden akım birebir olarak bu ruhun mirasçısıdır. Aralarında doğrusal bir süreklilik vardır.” (Kütahyalı, Taraf, “Denizlerin yolundan 21 Haziran yürüyüşüne…”, Taraf, 21.06.2008, abç.)

Bu haddini bilmez karalama, tarihi anlamaya ve açıklamaya çalışma değil, düpedüz devrime yönelik bir küreselci hakarettir.

Türedi yazarın “senaryosu”, Stalin-Hitler özdeşleştirmesi çizgisinde. Oradan yürüyerek geliyor. ’68 hareketi ile MHP’yi özdeşleştiriyor. Argümanları benzerdir. “Özdeşliği”, milliyetçilik üzerinden kurup izah ediyor. Hatta, karalananlardan anlaşılan, Deniz MHP’den “daha katı ve insansız hale gelmiş” bir “milliyetçi”! Bu iddiaya kargalar gülmez mi? Tarih, bu denli isteğe göre kurulabilir, kurgulanabilir mi? Arkasında “soğuk savaş” yığınağı olmadığı, sadece Türk faşizmi ve karalamaları bulunduğu için, bu iddia etkili de olamaz, olmamakta, tepkilere yol açmaktadır. Zaten yazar da söylediklerinin etkisizliğinin farkında ve sitemkâr.

Deniz’lerin yolu, 68’lerde mücadele vermiş abilerimizin, babalarımızın yolu evrensel vizyonu olan, enternasyonalist, humaniter ve demokrat bir yol mudur? Bu sorulara … yüksek sesle HAYIR diyorum…

Emperyalizm yaltakçılığı ve demokratlığı işbirlikçi zorbalık koşullarında arama tutumuyla tarih ancak tersyüz edilebilir.

Bu pek “evrensel vizyonlu”, pek “enternasyonalist”, pek “humaniter”, pek “demokrat” iddiaya sırasıyla bakalım.

 

Deniz ve Demokrasi

Deniz ve ’68, –konumuz olmayan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve 89 Bahar Eylemleri bir yana bırakıldığında– Türkiye tarihinde tanık olunan en demokratik tutumu temsil eder.

’68, –yine iki büyük işçi hareketi bir yana– her şeyden önce, ülkemizde tanık olunan, politik olarak en ileri aşağıdan gelme harekettir. Deniz de, onun, pratik gelişme sürecinin ürünü olarak, yine aşağıdan gelerek yaratıp içinden çıkardığı önderi, sembolüdür. ’68, öncelikle gençliğin ve genel olarak halkın, emperyalizme ve işbirlikçiliğine, anti-demokratik, gerici dayatma ve baskılarına karşı öfkesi ve ayağa kalkışıdır. Deniz de, devrimci bir nitelik kazanan bu aşağıdan öfke ve başkaldırının sözcüsü.

Her şey bir yana, bu aşağıdan gelmeliğiyle, gençliğin ve halkın öfkesinin işbirlikçi gericiliğin dayatma ve zorbalığına karşı eyleme dönüşmesi olarak, ’68 ve temsilcisi Deniz, demokrat karakterlidirler. ’68, kuşku duyulamaz ki, kendisini etkileyen fikri akımların tümünün ötesinde, gençliğin ve halkın aşağıdan gelme tepkisinin ifadesi olarak, bir demokrasi mücadelesidir.

’68, kuşkusuz, birkaç kişinin, en başta Deniz’in şöyle ya da böyle değerlendirilip nitelenebilecek, “mektuplar”la vb. açıklanabilecek bir eylemi değildir. Öncelikle gençliğin, sonradan halkı kucaklayan aşağıdan kitlesel hareketidir. Deniz ve arkadaşları, bu kitle hareketinin kendi içinden fırlatıp öne çıkardığı önderleridir. İşbirlikçi gerici düzene tepkinin ifadesi olan kitlesel hareketin demokrasi karşıtı bir niteliğe sahip olabileceğinin düşünülmesi olanaklı değildir. Hiçbir gerici odak, üstelik kendisine karşı bir hareketi, ne para, ne imkan ne de başka bir şey sağlayarak yaratıp geliştiremez. Dolayısıyla ’68 ve Deniz’i demokrasi dışı ve karşıtı olarak nitelemenin, gençliği ve halkı ve öfke patlamasını demokrasi dışı ve karşıtı olarak nitelemek, gençliği ve halkı karalamak anlamı taşıdığı kesindir. Emperyalizm yaltakçılığı ve demokratlığı emperyalizme ve işbirlikçiliğine izafe edişin başka bir anlayış ve değerlendirmeye sahip olacağını beklemek safdillik olurdu!

Öte yandan ’68, “Demokratik ve özerk üniversite” şiarıyla gençlik hareketi olarak başlamış, “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” şiarıyla gençliğin damga vurduğu bir halk hareketine dönüşmüştür. Aşağıdan ve doğrudan gençliğin ve halkın, karar süreçlerinden dışlanmaya, aşağılanmaya ve anti-demokratik dayatmalara karşı öfkesinin ifadesi oluşunun ötesinde, belli başlı şiarlarında beliren demokratik hedeflere sahip bir hareket ve onun sembolü olarak, ’68 ve Deniz, demokratik nitelikleriyle tanımlanabilirler.

Denebilir ki, gerici, demokrasi karşıtı hareketler de, örneğin Bayar-Menderes hareketi, “demokrasi” adına ve demokratik sloganlarla yola koyulup halkın demokrasi özlemini istismar edebilir, etmiştir. Doğrudur, Bayar-Menderes’in partilerinin adı da “demokrat”tır. Ama eylemleri demokrasi karşıtıdır.

’68 ve Deniz’inse sadece sloganları değil eylemleri de, hem aşağıdan gelmeliği hem de belirgin tutumlarıyla demokratik içeriklidir. Denizlerin başlangıçtaki tüm eylemleri, üniversitede demokrasi isteğini yansıtır. Gelişmesi içinde ülkede demokrasi isteğini.

Üstelik yöntemleri de tamamen demokratiktir. Hareketin nasıl bir yön tutacağı, ’68’in bulup çıkardığı ve mücadeleci her gencin eşit söz hakkına sahip olduğu “forumlar”la kararlaştırılmış, üniversite boykot ve işgalleri mücadeleci gençlerin kendi içlerinden demokratik olarak seçtikleri komiteler tarafından yönetilmiştir. Ki zaten, bu boykot ve işgallerin en başta gelen talebi, gençliğin söz hakkına sahip olmasıdır.

Gençliğin halk katmanlarıyla, en başta işçi ve köylülerle birleşme yönelimi ve gençlik hareketinin buradan giderek halk hareketine dönüşmesi, yine, hareketin demokratik niteliğini belirtir. Gençler ve gençlik hareketi, en temel dayanağını halkta bulmuş, halka yaslanmış, halka ve taleplerine yabancı kalmadığı gibi, halka zarar verecek her tutumdan uzak durmuştur. Denizler, halka adanmışlığı her koşulda savunup uygulamışlardır. Halka tepeden bakanlar ne derlerse desinler, buradan demokrasi karşıtlığı gelebilir mi?

İşbirlikçi despotluğu, gerici iktidarı sadece sloganlarıyla değil ama eylemleriyle de hedefine koyan ’68 ve Deniz, şüphesiz ki, ancak demokrat nitelikte olabilirler. Bu nitelik, işçi ve köylü eylemleri karşısındaki tutumlarında, işçi grev ve direnişlerindeki katılımcı desteklerinde olduğu kadar toprak talebiyle mücadele eden topraksız köylülerle küçük üretici köylülerin ürünleri ve emeklerini sahiplenme mücadelelerine katılımcı desteklerinde açıkça görülür. Emperyalizm yaltakçısı ve tekellerin savunucularının dışında hiç kimse, işçilerin sendikal örgütlenme hakkı ve ücret vb. talepli mücadelelerinin, köylülerin toprak talebinin ya da ürünleri ve emeklerini sahiplenmelerinin demokrasi düşmanı bir içerik taşıdığı ve taşıyacağını ileri süremez.

Ya Kürtler? Kim Deniz’in bu sorunda dönemin en ileri tutumunu aldığını inkar edebilir?

“Senarist-yazar” Deniz’in olduğunu ileri sürdüğü bir mektup ve babasının yanıtı üzerinden fırtına kopararak, Deniz’in “Ermeni düşmanlığını” ileri sürmektedir. M. Lütfi Kıyıcı’nın söyledikleri doğrudur. Bu mektubun kimin tarafından yazıldığı belli değildir. Mektubun yazıldığı tarihte Deniz kaçaktır ve onun kaçışını kolaylaştırma amaçlı olarak herkes bir şeyler yapmaktadır. En yakınları onun böyle bir mektubundan haberdar değillerdir. Deniz’in babasının bir Kemalist ve CHP’li olduğu bir olgudur. Ancak Deniz Kemalizm’den etkilenmiş olmakla birlikte hiçbir dönem CHP’li olmamıştır. Literatüründe “yabancı” ya da “gavur” karşıtlığı değil, “emperyalizm karşıtlığı” vardır. Ve ’68’de Kürtlere yaklaşım Ermenilere yaklaşımdan farklı değildir. Deniz’in Kürtlere karşıysa, gerek eylemleri dönemindeki dostluğu ve birlikteliği, gerekse sehpadaki son sözlerindeki vurgusu bilinmektedir: “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi”. Bu tutumun demokrasi dışı ve karşıtı olduğunu ileri sürmek için emperyalizm yaltakçısı ve işbirlikçilerinin savunucusu olmak gerektir.

Tarih ve tarihsel olgular, isteğe göre ya da herhangi mektuplar veri alınarak açıklanamaz. Hele ideolojik pencerelerden bakışla hiç açıklanamaz. Ancak gerçeklere dayalı olarak anlaşılabilir. ’68 ve Deniz’in demokrasi karşıtı olduğu iddiası gericiliktir. ’68 ve Deniz’in demokrat ve devrimci niteliğinden haz etmeyen küreselci, halka tepeden bakan ve talepleriyle birlikte onu dışlayan karşı devrimci tarih çarpıtıcılığının ürünüdür.

 

Tam Bağımsızlık ya da Milliyetçilik

Deniz’lerin yolu evrensel vizyonu olan bir yol asla değildi. Enternasyonalist değil sapına kadar ulusalcı bir yoldu yürüdükleri. O 68’lerin yolda yürürken attığı tohumlar bugünün Ulusalcılık denilen fecaatinin teorik zeminini oluşturdu.

Yukarıda aktarılan “Türk 68 hareketi, özlerinde olan bu milliyetçi ideolojiyi antiemperyalizm ve tam bağımsızlık sloganları arkasına saklamış, sosyalizan bir süs vererek kamufle etmeye çalışmıştır.” pasajıyla birlikte ele alınırsa, söylenecek olan, yine en başta, tarihsel gerçek ve olguların değil, ama ideolojik saptama ve kurguların esas alındığı bir tarih yorumu yapıldığı ve gerici küreselci işbirlikçi kaygılarla ’68 ve Deniz’e kara çalmanın amaçlandığıdır.

’68 ve Deniz, tarihsel gerçeklerden hareket edilerek, bu yönüyle nasıl nitelenebilir?

En başta, ’68, yine, aşağıdan gelme bir bağımsızlıkçı anti-emperyalist harekettir. Evet, Kurtuluş Savaşı’nda ve öncesinde kökleri vardır, buralardan etkilenmiştir; ancak her şeyden önce aşağıdan gelme bir bağımsızlıkçı anti-emperyalist tutum ve mücadeledir. Bunun kaynağı da, tıpkı demokratik niteliğinin kaynağının işbirlikçi anti-demokratik zorbalık olarak gericilik olması gibi, küreselci “senarist-yazar”ın anlamasının beklenmeyeceği emperyalizmin ülkeyi sürüklediği bağımlılık ilişkileri, işbirlikçi tekellerinin egemenliğiyle ikili anlaşmaları, üsleri, 6. Filo’suyla dayatılan ulusal kölelik koşulları ve ülkenin sömürgeleştirilme sürecidir.

Buradan, 6. Filo protestoları çıkmıştır. Ve bunlar birkaç kişinin işi değil, ama on binlerin eylemidir. Buradan, ikili anlaşmalar ve NATO üslerine, Türkiye’nin NATO üyesi olmasına tepkiler çıkmıştır. Yine kitleseldir. Yanlış ya da milliyetçi midir bütün bunlar?

Çarpıtılan şudur ki, ’68 ve Deniz’in anti-emperyalist talepleri ve mücadelesi, yalnızca Türkiye’ye dair değildir.

Türedi yazar haberdar olmayabilir, ama belli başlı olarak L. Amerika, Vietnam ve Filistin sorun ve direnişleri, Türkiye ’68’ini hem koşullamış, hem de onun çerçevesinin de belirleyenleri olarak, ’68 ve Deniz’in eylemli desteğini almıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgecilik sistemi çökmüş, daha bu savaş içinde ellerine silahı alan sömürge, bağımlı halklar başta olmak üzere, dünya ölçüsünde ezilen halklar emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadeleye atılmışlardır. Asya, Afrika ve L. Amerika halkları ayaktadır, emperyalizme karşı mücadeleleri yükseliştedir. Anti-emperyalist mücadeleler Batı ülkelerinin işçi ve emekçilerini, gençlerini etkilediği gibi bu ülkelerde de tekellerin sömürü ve baskısına karşı ciddi tepkiler patlak vermiştir. Dünya ölçüsünde devrim ve direnişler, kitlesel protestolar karşısında emperyalizm gerilemekte, güç kaybetmektedir. Üstelik, revizyonizme yönelmiş olmakla birlikte, Sovyetler Birliği henüz kapitalist emperyalizm karşısında hiç değilse bir denge oluşturmaktadır. Devrimcilerin kafalarını karıştırmaya başlamıştır; ancak nesnel açıdan henüz kapitalist restorasyon sürecini tamamlamamış ve karşı safa iltihak etmemiştir. Yine henüz dünya işçi sınıfı ve sosyalistler yenilgi psikozu içine sürüklenmemiş, mücadeleci zeminde durmaktadırlar. Dünya’da ve Türkiye’de ’68’e bu koşullarda gelinmiştir. Türkiye ’68’i ve Deniz dünya ölçüsünde yükselen anti-emperyalist halk hareketinin ürünüdür. Üstelik bu kitlesel anti-emperyalist hareket hiç de küçümsenmeyecek kapitalizm karşıtı özellikler de göstermektedir. Sömürü koşullarını hedef alan sömürülen yığınların aşağıdan hareketi, çoğu yerde üstelik sosyalizmden etkilenmekte, sosyalizmin sloganlarını kullanmaktadır. Türkiye ’68’i ve Deniz, hareketin bu yöneliminin de ürünüdür.

Deniz ve arkadaşları, bir milliyetçinin yapmayacağı şeyi yapmış ve anti-emperyalist Filistin Direnişi’ne savaşçı olarak katılmışlardır. Belirtmek gerekir ki, ’68’de Filistin Direnişi bugünkünden de, örneğin yakın tarihteki Kosova ya da Çeçenistan’daki durumdan da farklıdır. ’68 ve Deniz, açıktır ki, Türk milliyetçiliğiyle tanımlanamaz. ’68, “senarist-yazar”ın vurgulayarak yazdığı türden bir “Türk ’68’i” değildir. “Türkçü” değildir, hele MHP milliyetçiliğiyle benzettiği gibi bir “ırkçı” yöne kesinlikle sahip olmamıştır. “Türkiye ’68’i”dir. Sadece Kürt sorunuyla ilişkisi bakımından değil, Filistin sorunuyla ilişkisi bakımından da.

Üstelik Türkiye ’68’i, Latin Amerika’daki anti-emperyalist mücadeleden ciddi biçimde etkilenmiş, kendisini neredeyse L. Amerika ile birlikte anmıştır. Che’nin etkisi büyüktür, Küba Devrimi’nin etkisi büyüktür üzerinde. Aynı şey, Vietnam Direnişi ve ’68 ve Deniz’in ondan, onun anti-emperyalist mücadelesinden etkilenişi ve verdiği destek bakımından geçerlidir. Türkiye ’68’nde türetilen bir slogan “Ho Ho Ho Chi Minh, iki üç daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam”dır. Bir milliyetçi hareketin bu tutumunun açıklaması olamaz.

Ancak bir küreselleşmeci emperyalizm yandaşı, bunca dünya ölçüsünde anti-emperyalist kabarıştan etkilenmiş ve onunla birleşmiş, eylemleri emperyalizmi ve özellikle Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye yönelik tahakkümünü hedef almış, “onlar ortak biz Pazar” sloganıyla o zamanki adı “Ortak Pazar” olan AB’yi ve Avrupalı emperyalistleri de hedefine koymuş, bunca enternasyonalist bir hareketi ve sembolünü MHP milliyetçiliği ya da ırkçılığına benzetebilir.

MHP milliyetçiliği, tıpkı ’68 ve Deniz karalamacıları gibi emperyalizm yandaşlığıyken, ’68 ve Deniz, milliyetçilik değil, ama anti-emperyalist bağımsızlıkçı bir yurtseverliktir. Milliyetçilik ancak “bağımsızlık” talebinin, “vatan” ve “ulusal değer ve çıkarlar”ın lafını edip istismarını yaparken, ’68 ve Deniz bu taleplerin anti-emperyalist içerikli mücadelesini vermiştir. ’68 ve Deniz, “vatan”ı bir “pazar” olarak görmemiş, işçi ve köylülerin, gençlerin yaşadıkları yurt olarak ele almış, yurdunun emperyalizme karşı bağımsızlığını savunmuş, sadece Türklerle sınırlamayarak, bütün milliyetlerden halkın emperyalizm karşısında bağımlı kılınıp el konulmaya, hiçe sayılmaya çalışılan değer ve çıkarlarını savunmuştur.

Ve üstelik tarih ancak bu kadar çarpıtılabilir: MHP ve Ülkü Ocakları, “komando kampları” ve ’68 ve Denizlerin mücadelesine karşı sürmek üzere yetiştirdiği beslemeleriyle, en başta ’68 ve Deniz’lerin mücadelesine karşı konumlanmıştır. “Senarist-yazar”ın ’68 ve Denizlerin devamı saydığı (!) “Bugünün Ulusalcılık denilen fecaati” ve kızıl elmacılar, evet MHP ile solcu iddialıların birliğidir. Deniz’e sahip çıkma iddialı örneğin “Türk Solu” ile MHP milliyetçiliği, sadece ortak bir zemine sahip değildir, ama eylem birliği halindedir. Ama ’68 ve Denizlerin MHP ile böyle bir birlik içinde olduklarını hiçbir tarih çarpıtıcısı bile ileri süremez, sürememiştir.

 

Kemalizm, İttihatçılık ve Deniz

M. Belge yazıyor:

Sosyalizm Türkiye’ye girerken Atatürk’le akraba çıkmaya çalıştığını (çıkarılmaya çalışıldığını) söylemiştim. Böyle bir ilişki kurmanın en kolay yolu “anti-emperyalizm”den geçiyordu. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda, “Biz kapitalizme ve emperyalizme karşıyız” mealinde sözler söylemişti. Bu savaşı biz zaten başından beri “anti-emperyalist” diye niteliyorduk ve türünün ilki olduğunu iddia ediyorduk… Sosyalizmin “alıcı”sı son kertede bir Türk milliyetçisiydi ve onu kendi anlayabildiği şekilde alıyordu.” (Taraf, 14.06.2008)

Senarist-yazar da aynı şeyi söylüyor: “O gençlerin köken olarak Kemalist olduğu, 27 Mayıs’ı taparcasına destekledikleri bugün herkes tarafından kabul ediliyor, söyleniyor. Fakat o gençlerin bu Kemalist köken içinden gelen çok güçlü ve katılaşabilmeye müsait bir milliyetçi/ulusalcı damara sahip olduğu gözden kaçırılıyor. Türk 68 hareketi, özlerinde olan bu milliyetçi ideolojiyi antiemperyalizm ve tam bağımsızlık sloganları arkasına saklamış, sosyalizan bir süs vererek kamufle etmeye çalışmıştır.

Bir dönem Atatürkçülük modaydı, nedenleri vardı; şimdi Atatürk ya da M. Kemal düşmanlığı moda ve yine nedenleri var.

Toptancılığın ötesine geçilip tarihsel gerçek ele alınırsa, M. Kemal’in, bir Osmanlı paşası olarak, kapitalizmi gelişmemiş ve 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na taraf olmuş ve bu savaştan yenik olarak çıkmış bir ülkede, emperyalistler ve işbirlikçilerinin işgaline karşı gelişen Kurtuluş Savaşı içinde yer aldığı ve önderliğini yaptığı/ele geçirdiği söylenmelidir.

Kurtuluş Savaşı, cılız da olsa anti-emperyalist bir ulusal mücadele, bir ulusal devrim midir? Evet, öyledir. İşgali kırmış ve Türkiye’nin bağımsız bir ülke ve bir Cumhuriyet olarak örgütlenmesine götürmüş müdür? Evet, kırmış ve götürmüştür. Sloganı, “Ya İstiklal Ya Ölüm” müdür? Evet, öyledir.

Bunların sahiplenilmesinde ne yanlış olabilir? Küçük burjuva radikali sekterler bir yana, ancak bir emperyalizm yardakçısı bu yönleriyle Kurtuluş Savaşı’na itiraz edip onu suçlayabilir.

Peki, Kurtuluş Savaşı ve M. Kemal’in, kısa sürede emperyalizmle birleşmeye ve yeniden sömürge ilişkileri içinde ülke bağımsızlığının elden çıkmasına götüren cılızlığı ortada olan anti-emperyalist tutumu ile yetinilebilir mi? Kuşkusuz hayır. Feodalizmin bağrından yeni çıkmakta olan ulusal nitelikli feodal burjuvazinin, tefeci-ticaret burjuvazisinin bir üst tabaka devrimi olarak ulusal devrim ya da Kurtuluş Savaşı ve bu savaştaki tutumu, kuşkusuz aşılmalıdır. Ki, ’68 ve Deniz “Kurtuluş Savaşı’nın tamamlanması”ndan, “ikinci Ulusal Kurtuluş Savaşı” ihtiyacından söz ediyorlardı. Üstelik –böyle katılanlar olsa bile– ’68 bir üst tabaka hareketi değildi, ve tersine, tayin edici yanı aşağıdan gelmeliğiydi. Bunlara ve –cılızlığı bir yana– Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlıkçı tutumuna, onu sahiplenmeyip karşı çıkan, ancak bağımlılık ve emperyalist kölelik yanlıları olabilir.

Evet, ’68 ve Deniz, M. Kemal ve Kemalizm’le belirli bir olumlu ilişki tutturmuştur. Ancak bu ilişkinin kapsamının anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesi ve bağımsızlıkçı tutum olduğu kesindir.

Yoksa ’68 ve Deniz’in, Kemalizm’in “sınıfsız kaynaşmış kitleyiz” yaklaşımından etkilenmedikleri, işçi sınıfı ve köylülük ve onların mücadelelerine eylemli katılımları ve bu mücadelelerle birleşme tutumlarıyla kanıtlıdır. Yine örneğin “Güneş-dil teorisi”nden ya da “milli şef”çi ideolojik tutumlardan etkilenmedikleri, her şeyin ötesinde eylemleriyle ortadadır. Deniz, Kurtuluş Savaşı’ndaki –burjuva pragmatizmi kaynaklı olsa bile– Kürtlere yönelik kardeşçe görünen tutumu benimsemiş ve “Yaşasın Türk ve Kürt Halkının Bağımsızlık Mücadelesi” sloganıyla geliştirip, hesaplılık ve görünüşten kurtararak, eylemli olarak ve aşarak sürdürmüş, ama Cumhuriyet dönemindeki yirmiden fazla isyan bastırma tutumunu benimsemediğini yine tutumu, eylemi ve çağrısıyla kanıtlamıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın bir burjuva diktatörlüğüne yol açtığı, işçi ve köylüler üzerinde demokrasiyle ilişkisiz bir baskı oluşturduğu doğrudur; ama ’68 ve Deniz’in bu demokratik olmayan tutumdan etkilenmedikleri yine demokratik eylemleriyle kanıtlıdır.

Hayır, ’68 ve Deniz, Kemalizmin milliyetçiliği ve anti-demokratik yöneliminden zerre kadar etkilenmemiş, ama onun bağımsızlıkçı tutum ve mücadelesiyle birleşmiştir. Ancak Kemalizmi, liberal argümanlar olan “otoriterlik” ve “devletçiliği”nden vb. hareketle toptancılıkla suçlayıp, onun devrimciliği cılız olsa ve tutarlı olmasa bile bağımsızlıkçı tutumuna günümüz küreselciliğiyle karşı çıkanlar, ’68 ve Deniz’i de buradan karalıyorlar. Onlar, ideolojik kaygılarla, emperyalizm yandaşlığının toptancılığıyla, anti-emperyalist bağımsızlık mücadelelerini de kapsayan tarihte bu yönüyle sahip çıkılacak olumlu bir şey görüp bulamayan, çünkü tarihi işbirlikçilik ve yaltakçılıkla yeniden yazmaya çalışanlardır. Yazmaya pek hevesli değiller, ancak enternasyonalizm ve demokratizm yakıştırmalarıyla Ali Kemalleri, Serbest Fırka ya da Terakkiperver Fırkayı savunacakları ve Prens Sabahattinci olduklarından kuşku duyulamaz.

İttihatçılık sorunu da benzer şekilde ele alınabilir. Farkı, İttihatçılarda, başlangıçta üstelik demokratik bir yönün de bulunmasıdır.

Küreselleşmeciler, “devletçilik”, “darbecilik” karşıtlığı gibi güncel kaygılar ve ideolojik yaklaşımla İttihat Terakki’yi toptancılıkla karalarlar, ama onun 1908 Devrimi’ndeki rolünü görmezden gelirler. Üstelik İttihat Terakki, başlangıçta, sandıkları ya da göstermek istedikleri gibi, Türkçü milliyetçi bir örgütlenme de değildir. Osmanlı’nın yıkılış dönemlerinde kurulmuş ve yıkılışa gidişin önünün alınması arayışında olmuştur, buradan başta, bir Osmanlıcı eğilimin yanı sıra demokratik bir arayış da türemiştir.

İttihat Terakki’nin ilk kurucuları arasında Arnavutlar, Ermeniler vb. vardır ve örgüt kesinlikle Türkçü, ırkçı vb. değildir. İttihat Terakki’yi var eden mutlakiyete karşı hürriyet mücadelesidir ki, bu mücadele, yalnızca ordu içinde etkili olan İttihatçılar ve eylemlerinden ibaret olmamış, yaygın biçimde halkın mücadelesi olarak gelişmiştir. İsyan ve ayaklanmalar, daha etkili olarak Rumeli’de olmak üzere Osmanlı topraklarına yayılmış, sonunda orduyu da kapsayarak, 2. Meşrutiyet’in ilanına götürmüştür. En örgütlü olanın İttihat Terakki olduğu tarihsel gerçektir ve tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda bu nedenle M. Kemal önderliğinin gerçekleşmesi gibi, Abdülhamit istibdadına karşı mücadelenin önderliği onların elinde kalmıştır.

1908 Devrimi’nin de bir üst tabaka devrimi olduğu ve bu nedenle cılız kalıp derinleşmediği yine tarihsel bir gerçektir, ancak –darbe değil, ama– bir devrim olduğu ve İttihat Terakki’nin bu devrim içinde yer aldığı ve önderliğini yaptığı gerçeklerle kanıtlıdır.

1908 ve İttihat Terakki’yi bir çırpıda ve toptancılıkla tümden karalayanların hem devrimi, hem demokrasiyi, hem de halkın hürriyet/özgürlük özlemi ve eylemini karaladıkları kesindir.

Evet, İttihat Terakki iktidarı ele geçirdikten sonra, feodal burjuva bir teşkilat olarak, kısa sürede henüz cumhuriyet de olmayan monarşik bir feodal burjuva diktatörlük kurmuş, böyle bir diktatörlüğün ihtiyacı olan Teşkilatı Mahsusa gibi örgütlenmelere gitmiştir.

“Senarist-yazar”ın, kimden duyduysa, Deniz’in sevdiğini söylediği Yakup Cemil örneğin, tıpkı Hürriyet için dağa çıkan Resneli Niyazi ve benzerleri gibi, demokratik nitelikli bir hürriyet savaşçısıdır. Bu niteliğiyle, Deniz’in Cemil’i sevdiği doğrudur. Ama aynı Y. Cemil’in, iktidarın ele geçirilmesiyle kısa sürede ilerici tüm özelliklerini yitirerek, halka karşı zorbalığın aracı olarak örgütlenmiş diktatörlüğün bir organı olan Teşkilatı Mahsusa’nın “tetikçisi”ne dönüştüğü de doğrudur. Bu, artık Deniz’in sevdiği Y. Cemil değildir.

Başta Arnavutu, Ermenisiyle hürriyeti amaçlayan demokratik içerikli bir örgüt olarak kurulan ve eylemi de demokratik nitelikli olan İttihat Terakki, evet, kısa sürede tüm demokratik niteliklerini yitirerek, 1915 Tehciri vb.’nin uygulayıcısı olduğu gibi, aynı zamanda Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini üstlenmiş ve Osmanlı’yı 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na sürüklemiştir.

Ancak, burada da “ayrıma girmeden”, toptancı yaklaşımla, onun elde silah feodal mutlakiyete karşı –üst tabaka devrimi oluşundan gelen cılızlığı bir yana– burjuva demokratik içerikli devrimci mücadelesinin de karalanması, tıpkı M. Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın ulusal devrimci mücadelesinin karalanması gibi, ancak devrim düşmanlarının işi olabilir. Hareket ettirici kaygı, devletçilik ya da darbecilik karşıtlığı değil, bu iddialar ardına gizlenmiş devrim karşıtlığıdır.

’68 ve Deniz’in köklerinin İttihat Terakki’de ve M. Kemal ve Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanmasının açıklaması ise, sadece ve sadece şuradadır: Demokratik ve ulusal nitelikli devrimcilik. ’68 ve Deniz, İttihat Terakki ve M. Kemal’le Kurtuluş Savaşı’yla ancak buradan bağlanabilir, bağlanmıştır.

Küreselleşmeci liberallerin karaladığı ise, en başta, ne zaman ve nerede olursa olsun, ulusal ve demokratik devrimdir. Onlar bu nedenle Jakobenizm düşmanıdırlar da.

Ama bundan hareketle, ’68 ve Deniz’i, İttihat Terakki yanlısı ve Kemalist olarak nitelemek, hele bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi ve devrim ve devrimci tutum üzerinden gerçekleşen bağlantıyı, –tarihe toptancı yaklaşımın anlamak istemediği İttihatçılık ve Kemalizmin gelişmeleri içinde karşı-devrime dönüşmüş olmalarını onların tek gerçeği varsayıp– “otoritarizm” ve gericilik ya da milliyetçilikleri üzerinden kurmak, tarihten hiçbir şey anlamamak ve onu salt ideolojik çarpıtıcılıkla işe geldiğince yorumlamak olur. Hem 1908 ve İttihat Terakki hem de Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm, başlangıçta biri demokratik diğeri ulusal yönleriyle devrimdir, devrimcidir; ancak ikisi de süreç içinde karşı devrime dönüşmüşlerdir ve ortaya çıkış ve gelişme süreçleri atlanarak, tek yanlı olarak, başlangıçtan itibaren gericilik (ve karşı devrim) olarak ele alınamazlar. ’68 ve Denizlerle bağlantıları da, bu tek yanlılıkla, gericilik ve milliyetçilik üzerinden karalamayla kurulamaz.

’68 ve Deniz şüphesiz darbecilik de değildir. Ne Hasan Cemal’in bir takım darbecilere atfen söylediği “Denizlere mısır patlatır gibi bomba patlatıyorduk” kara çalması doğrudur, ne de “senarist-yazar”ın dediği gibi “‘Marksist cunta ne zaman darbe yapacak?’ diye bir beklenti içindeydiler ve o cunta zihniyetinin bir darbe ortamını yaratmak için silahlı mücadeleye, soyguna, gaspa, adam kaçırmaya, oraya buraya bomba atmaya teşvik ettiği Deniz’ler yapılan askerî darbe sonucu bir hukuk cinayetiyle asıldılar.” kara çalması.

’68 ve Deniz, söylendiği gibi, her şeyden önce gençlik ve halkın aşağıdan gelme hareketiyle karakterize oldular, yukarıdancılık ve darbecilikle vb. değil. Evet, İttihatçıların demokratik, M. Kemal’in anti-emperyalist tutum ve eğilimleriyle birleştiler, ama asıl olarak, ayağa kalkan halklardan ve sosyalizmden etkilendiler. Onları işçi ve köylülere yönelten, hareketin demokratik ve aşağıdan gelmeliğinin yanında sömürüye karşıtlıkta ifade olunan sosyalist özlemleriydi de. ’69’da darbecilikle devrimcilik ayrıştı. Perinçek ve benzerleri darbecilikte karar kıldı ve Denizler anti-emperyalist demokratik devrim yolunda ilerlediler.

Sonuç olarak, ’68 ve Deniz’in, düzene ve emperyalizme karşı gençliğin ve halkın uluslararası ve ulusal aşağıdan gelme tepki ve öfkesinin teşvik ettiği hareket, sosyalizmden etkilenmeyle karakterize bir devrim arayışı, emperyalizm ve işbirlikçiliğine, mevcut kapitalist düzene karşı bir başkaldırı olduğu reddedilemeyecek bir tarihsel gerçektir.

’68 ve Deniz’e damgasını vuran, asıl olarak ağıdan gelme hareketin kendisi olmuştur. Başlangıçta, bağımsızlıkçılık olarak Kemalizm belirli bir etkiye sahip olmuş, ama Deniz, dönemi özetleyen son sözlerinde noktayı koymuştur: “Yaşasın Marksizm-Leninizmin Yüce İdeolojisi”. ’68’in sonraki ilerleyişi, bu yönde ve onun aşılması olarak gerçekleşmiş, ’68, Türkiye’de Marksist-Leninist harekete geniş ve ciddi bir miras bırakmıştır.


[1] Amerikan Merkezi Haberalma örgütü CIA’nın örtülü fonlarla desteklediği ve çok sayıda öğretim üyesini maaşa bağladığı bir Amerikan üniversitesi: Massachusetts Institute of Technology.

* Chamberlain 2. Dünya Savaşı öncesi dönemin İngiliz, Daladier ise Fransız başbakanıydı.

Bir makale, bir görüşme, bir söyleşi ve “Kürt sorunu tarafından rehin alınmış Türkiye”ye biçilen yeni rol

Bir makale, bir görüşme, bir söyleşi ve “Kürt sorunu tarafından rehin alınmış Türkiye”ye biçilen yeni rol

M. ZEKİ FIRAT

 

Uzun yıllar Türkiye’de de çalışmış olan CIA’nın Ortadoğu İstasyon şeflerinden Graham Fuller, geçtiğimiz günlerde, BBC ile yaptığı bir söyleşide; “Türkiye Kürt sorunu tarafından rehin alınmış durumda, ancak doğru yolda ilerliyor” tespitiyle ilgi çekici açıklamalarda bulundu. Yeni ABD başkanının seçildiği günlerin ertesinde yapılan ve üzerinde çalışıldığı gözden kaçmayan, her cümlesi hesaplanarak ifade edilmiş olan söyleşi, Türkiye’nin esir alındığı Bush politikalarından sonra, bu defa, Obama ve ekibinin yeni planlarıyla kuşatılacağını ve Ortadoğu’daki bataklığa farklı ve “daha cazip” gerekçelerle çekileceğini göstermektedir.

Fuller’in yaptığı tespit ve önermeler Türkiye medyasında geniş yer buldu.

Söyleşinin Türkiye’de tartışıldığı ve haber olarak yayımlandığı gün, gazetelerde, The New York Times İstanbul muhabiri Sabrina Tavernise imzasıyla “Reformlar duraklıyor, liberaller artık ateşkesi sürdüremiyor başlığıyla çıkan bir makalede ise, AKP(’nin) reformcu politikalardan vazgeçerek daha milliyetçi bir çizgiye kaydığı için liberal köşe yazarları ve entelektüellerin artık Erdoğan’ı eleştirmeye başladığı belirtiliyordu.

The New York Times’ta yayımlanan makalede ayrıca, “Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin güçlü ordusuna yakınlaştığı” belirtilerek, liberal Türk yazar ve entelektüellerinden Hasan Cemal, Mehmet Altan, Yasemin Çongar ve Kürt yazar Altan Tan’ın hayal kırıklıklarına ve AKP hakkındaki tespitlerine de yer verildi.

BBC’nin Fuller ile yaptığı söyleşi ve The New York Times’ta yayınlanan makalede üzerinde durulan konular, Kürt sorunundaki gelişmeleri, yaşananları ve geleceğe dair politik yaklaşımları da ortaya koyuyor ve üzerinde durmayı hak ediyor.

Yine aynı gün gazetelere konu olan başka bir gelişme ise, Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Lagendijk’in AB-Türkiye ilişkilerine dair açıklama ve yorumlarıydı. Kürt sorunu, AKP’nin kapatılma davası sonrasında aldığı tutum ve gelişmeler, “AB reform süreci”nin tıkanması, DTP’nin kapatılma davası ve DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile Lagendijk’in diyaloguna da medyada yer verildi. Türk-Lagendijk diyalogu da kayda değer mesajlar içeriyordu: “Kapatma davasından sonra AKP’nin takındığı tavırla, DTP’nin önemini daha iyi anladık diyen Lagendijk’e, Türk’ün “Bizi yalnız bıraktınız” yönlü serzenişi de eklenince, önümüzdeki günlerde Kürt sorunu konusundaki gelişmelerin boyutu daha da genişliyor.

Değinilen her üç gelişmenin gösterdiği, önümüzdeki günlerde Türkiye’de Kürt sorunu ve diğer alanlarda yaşanacak gelişmelerin boyut kazanacağıdır. Sözü edilen gelişmeler, uluslararası müdahaleler, kuşatılmışlık, AKP’ye biçilen rol ve Kürt sorunu üzerinden yapılmak istenen hamleler hakkında da önemli mesajlar vermektedir.

Sorunun daha iyi anlaşılması için, Eski CIA İstasyon Şefi Fuller’in BBC ile yaptığı söyleşide dile getirdikleriyle devam edelim. Mutlu bir Diyarbakır dış siyasette önemli bir araç olur diyen eski CİA İstasyon şefi, “Türkiye’nin, Kürt sorununu çözmesi halinde bölgede lider ülke olacağını” belirterek şöyle devam ediyor: “O zaman İran, Irak ve Suriye’nin kendi Kürt nüfusundan korkması gerekecek. Çünkü Türkiye söz hakkını elde edecek.” Fuller, yeni dönemde Türkiye’ye “bölge gücü” olmayı önermektedir! ABD’nin BOP ile gündeme getirdikleri revize edilerek, yine Kürtlerin özgürlük talepleri istismar edilerek,  Kürtler himaye edilerek ilerlemek gerektiğini açıklıyor. Fuller’in ilgilendiği, yıllardır ezilen ve sömürülen Kürt halkının durumu ve talepleri değildir. O, ABD’nin yeni dönemde üstünlük sağlamak için Türkiye’nin önüne atılacak yemleri allayıp pullayarak Türkiye’nin ağzını sulandırmakla, Kürtleri, direniş ve mücadeleden alıkoyup Kürt burjuvalarının ve işbirlikçilerinin peşine takmakla meşguldür.

Amerikan istihbarat örgütlerini bir araya getiren ve bir süre önce küresel beklentiler raporunu açıklayan Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin başkan yardımcılığını da yapan Fuller, söyleşide, Türkiye ve ABD çıkarlarının birbiriyle uyuşmadığını söyleyip Türkiye’nin Washington yörüngesinde olmayan bir siyaset izlemesi gerekir” diyerek, iddialarını şöyle sürdürüyor: “Türkiye’nin Amerikan planlarına dahil olması idam fermanını imzalaması anlamına gelir.

Fuller, Türkiye’deki ABD karşıtlığını da gözeterek hareket etmektedir. Daha makul olanı önerdiğini düşünmektedir. Maniple edici sözler ve olanaklar sunduğunu düşünmektedir. Ama burada, Bush politikalarının iflasını ilan etmek, ABD’nin ve onun BOP ile Ortadoğu halklarına sömürü, baskı, acı ve gözyaşından başka bir şey sunmadığını ikrar etmek yerine, hileli yollara başvurarak, dolanarak ve Türkiye’ye büyük payeler biçerek, yeni tuzaklar sunmaktadır.

Türkiye’nin bir bölge gücü olma potansiyeli taşıdığını, ancak Kürt sorununu çözmedikçe bunu başaramayacağını belirten Fuller, Kürt sorununu çözmeden Türkiye bir bölgesel güç olabilir mi? sorusuna ise, “Bu kesinlikle mümkün değil. Türkiye, Kürt sorunu tarafından rehin alınmış durumda. Mutsuz bir Diyarbakır, Türkiye’yi bölgede güçsüz hale getirir ve Kürt sorununu manipüle etmek isteyen düşmanlarının yönelimlerine karşı daha savunmasız kılar. Bu, Türkiye’nin Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerinde elini bağlayan bir unsur olur. Ancak, mutlu bir Diyarbakır, Türkiye’nin dış siyasetinde kullanabileceği çok önemli bir araç olacaktır.” yanıtını vererek, Türkiye’nin ağzını sulandıracak stratejisini daha da somut olarak açıklamaktadır: Türkiye, kendi Kürt sorununu çözebilirse, bölgede daha güçlü olabilecek ve o zaman İran, Irak ve Suriye’nin kendi Kürt nüfuslarından korkması gerekecek. Çünkü o zaman Türkiye Kürt meselesi konusunda söz hakkını eline geçirecektir.

Bu değerlendirmeyle, Fuller, ABD’nin yeni dönemde Türkiye ve Kürt sorunu alanında önüne koyduğu ya da koymayı düşündüğü hedefleri de sıralamış bulunmaktadır.

Fuller, Kürtleri de cezbedici öneriler sunduğunu düşünmekte ve bunu özellikle yapmaktadır. Dahası, Türk egemen güçleriyle Kürt burjuva-feodal çevrelerinin ağzının suyunu akıtacak önermelerde bulunduğunu bilmektedir. Ancak buradan Kürtlerin payına özgürlük ve demokrasi düşeceğini düşünmek, Kürt sorunun selamete kavuşacağı, ABD eliyle Türkiye’nin başının göğe ereceğini beklemek, ABD’nin eski ve yeni planlarını anlamamaktır. Emperyalizmin içine girdiği ekonomik kriz döneminde aradığı yeni çıkış yolarını, demokrasi için, halkların çıkarı için açılan yollar olarak düşünmek, en hafif deyimiyle saflık olacaktır.

Kürt sorununda şiddetin sürdüğü, operasyonların devam ettiği, çatışmalarda her gün Türk askeri ve Kürt gençlerinin hayatını kaybettiği, AKP hükümetinin baskıcı politikalarda mesafe almaya çalıştığı, yeni Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tarafından psikolojik harp yöntemleri de dâhil olmak üzere açıklanan yol haritasının AKP Hükümeti tarafından benimsendiği, Başbakan Erdoğan’ın Bölge illerine yaptığı gezilerde verdiği mesajlar ve talimatlarla ortamı daha da gerdiği, yerel yönetim seçimlerinin gündeme girmesiyle birlikte, şiddet sarmalının daha da arttığı, başbakanı protesto eden gençlerin polis ve asker kurşunlarına hedef olduğu, gençlerin ve çocukların hayatını yitirdiği ve daha birçok olumsuz gelişmenin yaşandığı koşullarda, Fuller, Türkiye’nin ve AKP hükümetinin doğru yolda ilerlediğini iddia ederek, üzerinde yürümesi gereken “sağlam” zemini de tarif etmektedir.

ABD, yeni dönemde, Obama başkanlığında, Ortadoğu’da, bölgede, Türkiye’de ve Kürt sorunda inisiyatifini arttırmak ve mesafe almak istemektedir. Bu sorunları durduğu yerden ileriye taşımak ve ‘çözmek’ istemektedir, ancak bu çözüm, ABD’nin emperyalist planlarının kapsamı ve başarı kategorisi içindedir. Bu “açılım” ya da “çözüm”, bölge halklarının esir alınması, bölge devletlerinin ileri karakol haline getirilmesi, farklı uluslar, dinler ve mezhepler arasında sorunlar yaratma, çelişkileri daha çok kaşıma, kullanma, yaratılan çelişki, çatışma ve savaşlardan güç ve iktidar kazanmaya yöneliktir.

Kürt sorununun çözümü konusunda, aceleci olmadığını göstererek; “Bu tür meselelerin bir gecede halledilmeyeceğini belirten Fuller, “Türkiye doğru yönde ilerlemektedir” iddiasında bulunurken, Türkiye’ye, ‘sizin güç kazanmanız, bölgede rol kapmanız ve güçlü bir müttefik haline gelmenizi istemekteyiz’ mesajı vermektedir. Böylece esas meselesinin Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye’nin piyon olarak kullanılması, Kürtlerin beklenti içine sokulması, ulusal direniş hareketlerinin güçten düşürülmesi, teslim alınması ve statükonun devam ettirilmesi olduğunu, bu amaçlarla plan yaptıklarını ele vermektedir.

Yeni ABD Başkanı Obama’nın seçilmesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Gül’ü arayarak yaptığı konuşmada, “teröre karşı haklı mücadelenizde yanınızdayız” demiş olması da düşünülünce, önümüzdeki dönemde Kürt sorununun temel mesele olarak ele alınacağını, ancak sorunun bir çözüme ve selamete kavuşturulması bir yana, daha karmaşık hale getirileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

The New York Times’ta aynı günlerde yayımlanan ve isabetli bir yorum olan “AKP liberallerin desteğini kaybetti” içerikli makalesini bile yok sayan Fuller, Türkiye’nin Kürt sorununda doğru yolda ilerlediğini söylerken, AKP ile TSK’nın girdiği ilişki ve mutabakata destek sunduğunu da gizlememektedir.

Türkiye’nin birbirine düşman tüm ülkelerle yürüttüğü dostluk ilişkisine de değinen Fuller, “Bence ABD, buna benzer bir siyaseti, kendisi için de uygulayabilir. Amerika, izlediği siyasetle kendisine düşman yaratıyor. Türkiye de bu tuzağa düştü daha önce diyerek, Obama’nın yeni dönem yürüteceği politikalar bakımından Türkiye’nin görevlerini tarif etmektedir.

Yeni Başkanı Barack Obama yönetimi ile ABD’nin Ortadoğu siyasetinde önemli değişikliklerin olacağı konusunda umutlu olduğunu ifade eden Fuller, şöyle devam ederek, söylediklerimizi teyit etmiş oluyor: “Obama yönetiminin, Bush yönetimiyle kıyaslandığında, Türkiye’de demokratik kurumların önemine daha çok vurgu yapacağını düşünüyorum. Çünkü Bush yönetimi, ilkesel düzeyde bir siyaset izlemedi. ABD’nin bölge siyasetine destekleyenlerin yanında yer aldı.

Özetle söyleyecek olursak; ABD yeni dönemin stratejisini ve planlar oluşturmaya çalışırken, zaten müdahil olduğu Kürt sorununda yeni hedefler belirlemenin hesapları içindedir ve bunun önemli ipuçlarını Fuller sunmuş bulunuyor.

AB ise, uzun süre AKP’ye teslim ettiği Kürt sorununda ortaya çıkan yeni gelişmeleri ve tepkileri de hesaba katarak, yeniden müdahale sahnesine dalmak istemektedir. Türkiye’nin son dönemlerde Irak Hükümeti ile girdiği ilişkiler, Türkiye-Bağdat havayolu seferlerinin yeniden başlamış olması, iki hükümet arasında artan görüşme trafiği, PKK’nin ezilmesi ve etkisiz kılınmasına ilişkin süren ABD destekli projeler, Talabani’nin Türkiye tarafında itibar görmeye başlaması ve diyalog kapıları açılarak “aşiret liderleri” edebiyatının terk edilmeye yüz tutması, yine Kürt Federe Hükümeti temsilcileriyle bir masaya oturulabileceği yönlü açıklama, girişim ve gelişmeler ve daha birçok olay ve gelişme, önümüzdeki dönem Kürt sorununda sıcak gelişmelerin yaşanacağına kanıt olarak gösterilebilir.

Ancak gelişmeler, PKK’nin ezilmesine, Türkiye Kürtlerinin yerel yönetimlerde ve genel parlamentodaki temsilcilerinin zayıflatılmasına dayalı bir politikanın uygulanmak istendiğini göstermektedir. ABD de bunu desteklemektedir. AB’nin buna bir itirazının olmadığı da biliniyor. Kürt ulusal çevrelerinin bu konuda yeni bir beklenti içine girmelerinin ne denli yanlış olduğu, yaşanarak kanıtlanmıştır. AKP’nin Genelkurmay Başkanlığı ile kafa kafaya veren bir tutum içine girmiş olmasını ABD’nın politikalarından bağımsız düşünmemek gerektiği de hesaba katılınca, içeriden ve dışarıdan süren müdahalelerle, Kürt sorununda, –TRT’nin Kürtçe yayın yapma hazırlıkları gibi– en azından mevcut olandan farklılıklar gösteren bazı girişimlerin gündeme geleceğini de göstermektedir. Ancak Kürt halkının eşit haklara dayalı demokratik kazanımlarının gerçekleşmesi, başta Kürt işçi ve emekçilerinin kararlı mücadelesi sonucunda olacaktır. Kürt işçi ve emekçileri ile Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesiyse, bu kazanımın, bağımsız ve demokratik Türkiye’nin garantisi olacaktır.

Kürt sorununda gelip dayanılan yer, Türkiye’nin tam bir çıkmaz içinde olduğudur.

Şiddet yanlısı ve inkarcı yaklaşımıyla Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getiren Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlara, çıkmaza ve “olanaklara” dikkat çeken CIA uzmanı, Türkiye’nin iştahını kabartacağını düşündüğü öneriler eşliğinde bir dolu tez ileri sürerken, yeni tuzaklarıyla, ABD’nin önümüzdeki dönem izleyeceği politikaları da dile getirmiştir. Bunları boşa çıkarmak ise, başta Kürt ve Türk işçi sınıfı ve emekçi halkları olmak üzere tüm Türkiye halklarının boynunun borcudur.

krizin nedenleri ve gelişmesi

krizin nedenleri ve gelişmesi

ALİ YAŞAR

ABD ekonomisinde başlayan ve buradan dalga dalga dünyaya yayılan kriz, kapitalist dünyayı pençelerine almış durumda. Bankalar iflas ediyor, devletleştiriliyor, köklü otomotiv tekelleri kurtarılmak için sırada bekliyor, büyük kapitalist devletler trilyonlarca doları, ekonomilerini “genel bir çöküşten” kurtarmak için, krizin sorumluları olan dev kapitalist birliklerin kasalarına akıtıyorlar. Yetmiyor, “devlet güvencelerini” teminat olarak ortaya koyuyorlar. Bütün bunlar, bu krizin nereden çıktığı ve neyin krizi olduğu tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Krizin üretimden mi, yoksa mali sektörden mi kaynaklandığı, hükümetlerin uyguladığı yanlış politikaların ürünü mü olduğu, yoksa yöneticilerin yolsuzluklarının mı krize yol açtığı gibi tartışmalar, kapitalizmin merkezleri başta olmak üzere, tüm dünyada hararetli bir biçimde sürdürülüyor. Bütün bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değinilecek. Ama bütün bunların ötesinde, nereden çıkarsa çıksın, görünüm biçimi nasıl olursa olsun, bu krizin kapitalizmin krizi olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Her türlü tartışmanın ötesinde temel bir gerçek bulunmaktadır ve o gerçek de şudur: Günümüzde, kapitalizmin tekelci evresindedir ve genel olarak bu sistemin adına kapitalist emperyalist sistem denilmektedir. Krizler de, savaşlar da, açlık ve yoksulluk da, doğanın katledilmesi de, doğal afetlerin büyük insani dramlara dönüşmesi de vb., kapitalizmin, tekelci kapitalizmin ürünüdür ve bütün bunlar kapitalizmin yol arkadaşlarıdır. Kapitalizmin egemen olduğu koşullarda insanlığın bütün bu belalardan kurtulması olanaklı da değildir.

 

KRİZİN KAYNAĞI

Bu soruyu ortaya atarken, sadece bugünkü krizin değil, genel olarak kapitalizmde devrevi krizlerin neden çıktığını, bu krizlerin kaynağının ne olduğunu, bugünkü krizin nasıl ortaya çıktığını da yanıtlamak gerekiyor. Herhalde önce yanıtlanması gereken soru, kapitalizmin neden krizlere düştüğü, krize düşmekten neden kaçınamadığı ve kaçınamayacağı sorusudur. Kapitalist üretimin temelinde meta üretimi vardır. Meta alınıp satılabilen bir maldır ve kapitalizm, küçük üreticinin, emekçinin üretim araçlarından yoksun bırakıldığı, mülksüzleştirildiği, işgücünü üretim araçlarına –sermaye– sahip olan insanlara –sermaye sahipleri– sattığı gelişmiş bir meta ekonomisidir. Üretici, artık ne üretim araçlarına ne de emeğinin ürününe sahip değildir. İşgücünü özel bir meta olarak pazarda satmış, sermaye sahibi –patron, kapitalist– de, işçinin işgücünü satın alarak, bu işçiyi üretim sürecine çekmiş, onun işgücünü üretim araçları ile birleştirmiş; işçi, üretim araçlarını harekete geçirdiği üretim sürecinde, kendisine ödenen ücretin karşılığı ödemekle kalmamış, kapitaliste fazladan bir değer de yaratmıştır. Yani sermaye sahibi, kapitalist, işçinin ödenmemiş emeğinin ürününe de el koymuştur.

İşte bu artı-değerdir ve bu artı-değer metada temsil edilmektedir. Kapitalist, işçinin emek gücüne ödeme yapmış, karşılığında ödemediği emeği de içeren bir metaya sahip olmuştur. Bu meta, özel nitelikte bir metadır. Bu meta, tek tek emekçilerin hiçbirinin bireysel emeği olmayan, ama onların kolektif emeğinin ürünü olan bir metadır. Yani emek, toplumsal olarak harcanmış, toplumsal bir emek olmuş, ama ürün, üretim araçlarına sahip olan bireysel kapitalistin malı olarak kalmıştır. İşte kapitalizmin temel çelişkisi de buradan doğmaktadır. Bu çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkidir. Kapitalizmin bütün lanetleri de, işte bu maddi temelden kaynaklanan çelişkinin üzerinde hayat bulmaktadır. Üretilen meta satılmak zorundadır. Çünkü artı-değer üretilmiş, bunun görünüm biçimi olan kâr henüz “realize” edilmemiştir. Kârın realize edilmesi, metanın satılması ile olanaklıdır.

Meta artık pazardadır ve diğer meta üreticilerinin ürettiği metalarla karşı karşıyadır. Rekabet, pazara sahip olma, üretimi, üretim araçlarını ve tekniğini geliştirme, kârlılığı artırma vb. bir dizi sorun artık kapıyı çalmıştır. Krizler, savaşlar, zenginlik ve yoksulluk, spekülasyon ve yolsuzluklar buradan kaynaklanır, beslenir. Kapitalizmi bir nehir olarak düşünürsek, bu nehir, mevsimlere göre taşmakta, sürekli olarak topraktan kopardığı parçaları –ağaçlar, kayalar vb– sürüklemekte, çevresini yıkıp tahrip ettikten sonra, gelecek taşkına kadar sakinleşmektedir.

Kapitalist üretim süreci neden bu tahrip edici, yıkıcı sonuçlara yol açmaktadır? Kapitalistler neden işçileri sömürmekle, artı-değeri kâra dönüştürmekle, onların yarattıkları zenginliklere el koymakla yetinemiyorlar?

Bu sorunun yanıtı kısaca şöyledir: Her kapitalist ya da günümüzde aldığı biçimle dev şirketler ve tekeller pazar için üretim yaparlar. Her kapitalist, her dev tekel bu pazarda diğerinin rakibidir. Bu rekabet oldukça keskindir. Rakipten daha fazla ve daha ucuza üretmek, üretim maliyetlerini düşürmek, bu sayede pazardan aslan payını almak, azami kârı cebe indirmek, her kapitalistin, tekelin bitmek bilmeyen rüyasıdır. Daha fazla, daha ucuza üretmek, sadece emeğin sömürüsünü yoğunlaştırmakla ulaşılabilecek bir sonuç değildir. Bunun için üretim araçlarını, üretim tekniklerini geliştirmek, teknolojik gelişmelerden üretim için yararlanmak, sermayenin dönüşüm hızını artırmak –örneğin aynı miktar sermayenin yılda bir yerine iki defa dönmesi artı-değer ve dolayısıyla kâr kitlesini de artırır vb.– gerekir.

Üretim araçlarına yapılan –makineler, fabrikalar, toprak vb.– her yatırım, sermayenin sabit kesiminin –üretim araçlarında temsil edilen kesim– sürekli büyümesini beraberinde getirir. Üretim araçlarındaki her mükemmelleşme, geçmişte örneğin beş işçinin yaptığı bir işin, bir ya da iki işçi tarafından yapılması anlamına gelmektedir. Bunun diğer anlamı ise, değişen sermayenin –işgücüne ödenen sermaye kesimi– küçülmesi anlamına gelmektedir. Oysa artı-değeri üreten, yani sömürünün ortaya çıktığı kesim, –artı-değerin dönüşmüş biçimi olan kârı üreten– bu kesimdir. Sabit sermaye –değişmeyen sermaye: kesim I– büyümüş, buna karşın değişen sermaye –kesim II– göreceli olarak küçülmüştür. Patron daha az işçi ile daha büyük üretim gerçekleştirmiş, artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmış, ama yatırdığı toplam sermayeye göre elde ettiği kâr oranı göreceli olarak küçülmüştür. İşte bu kâr oranlarının düşme eğilimi yasasıdır.

Marx’ın Kapital’de (Üçüncü kısım, on üçüncü bölüm) verdiği örneği alıntılarsak, durum şudur:

ÜCRET ile işgünü veri kabul edildiğinde, diyelim 100’lük bir değişen sermaye, belli sayıdaki çalışan işçiyi temsil eder. Bu sermaye, bu sayının bir göstergesidir. 100 £, (Paund, Sterlin kastediliyor) diyelim 100 işçinin bir haftalık ücreti olsun. Bu işçilerin, eşit miktarlarda gerekli ve artı-emek harcadıkları, günde, kendileri için, yani ücretlerinin yeniden-üretimi için çalıştıkları kadar, kapitalist için, yani artı-değer üretmek için çalıştıkları kabul edilirse, bunların toplam ürünlerinin değeri = 200 £ ve ürettikleri artı-değer miktarı 100 £ olacaktır. Artı-değer oranı, a/d = %100 olurdu. Ama gördüğümüz gibi, bu artı-değer oranı, kendisini, kâr oranı a : S olduğu için, değişmeyen sermaye s ve dolayısıyla toplam sermaye S’nin farklı büyüklüklerine bağlı olarak, çok farklı kâr oranları ile ifade eder. Artı-değer oranı %100 olduğuna göre:

s = 50

ve d = 100 ise

k’ = 100/150

= %662/3

s = 100

ve d = 100 ise

k’ = 100/200

= %50

s = 200

ve d = 100 ise

k’= 100/300

= %331/3

s = 300

ve d = 100 ise

k’ = 100/400

= %25

s = 400

ve d = 100 ise

k’ = 100/500

= %20 olur.

 

Marx’ın verdiği bu örnek de göstermektedir ki, sömürü oranı aynı kalmış, ancak sabit sermayenin yükselmesi nedeniyle genel toplam sermaye yükselmiş, bu durum kâr oranlarında bir düşme meydana getirmiştir.

Ancak bu süreçte başka bir sonuç daha ortaya çıkmıştır. Kapitalistin yatırdığı toplam sermayeye göre kâr oranı düşmüş, ancak büyüyen toplam sermaye ile birlikte elde ettiği mutlak artı değer kitlesi artmıştır. Bunun doğal sonucu kâr kitlesinin artmış olduğudur! Yani geçmişte elde ettiği kâr kitlesinden fazlasını, büyüyen toplam sermayesi nedeniyle daha düşük bir kâr oranıyla elde etmiştir. Yatırılan toplam sermayeye göre kâr oranı düşmüş, ancak kâr kitlesi büyümüştür. Bu, kâr oranlarının düşmesinden dolayı ortaya çıkan olumsuzlukları, kapitalistler için göreceli olarak telafi eden bir durumdur. Ayrıca sabit sermayenin değer kaybetmesi, sömürü oranının –nispi ve mutlak artı-değer sömürüsü– yoğunlaşması, tekel avantajları, iş gücünün ucuz olduğu ülkelere doğru yayılma vb. gibi etkenler, kapitalistler için kâr oranlarının düşme eğiliminden ortaya çıkan olumsuz sonuçları kısmen telafi eder. Bütün bunlar, yasayı ortadan kaldırmaz, ancak ona bir eğilim olarak sürekli etkide bulunma özelliği kazandırır.

Unutmamak gerekir ki, tekelci kapitalizmle birlikte, meta üretimi ve ihracatı ile birlikte sermaye ihracatı büyük bir önem kazanmış, bu durum, meta ihracatını da daha fazla harekete geçiren bir etken olurken, mali ilişkileri daha fazla karmaşıklaştıran, mali sermaye ve borsa oyunlarını bütünüyle sistemin içine dahil eden bir rol oynamaya başlamıştır.

Kâr oranlarının düşme eğilimi, sermaye için bitmez tükenmez bir rekabetin sürmesi, bu rekabetin giderek sertleşmesi anlamına gelmektedir. Dev kapitalist tekeller, emperyalizm döneminde, ortalama bir kâr oranı ile yetinemezler. Emperyalizm döneminin ekonomik yasası, azami kârı güvenceye almaktır. Azami kârı güvenceye almak, kâr oranlarının düşmesinden etkilenmemek için, her kapitalist, daha fazla üretmek, bu üretim için sabit sermayesini daha fazla mükemmelleştirmek zorundadır. Bu kısır bir döngüdür ve sonuçlarını aşırı üretim olarak ortaya çıkarır. Her kapitalist ya da tekel, hep bir adım önde olmak için, üretimini daha fazla yukarıya çekmiş, toplum meta bolluğuna boğulmuştur. Ama kapitalist bir toplumda, kişiler (tüketiciler), ihtiyaçlarına göre değil, olanaklarına, gelirlerine göre harcamada bulunmaktadır. Bu üretim, toplumun ihtiyaçlarına göre bir fazla üretim değil, ürünlerin meta olmasından kaynaklanan, alım gücüyle sınırlanmış –göreceli– bir fazla üretimdir. Bu nedenden dolayıdır ki, her taraf tıka basa mal dolu, ancak nüfusun önemli bir bölümü yoksul ve tüketim olanağından yoksundur. Kriz kapıyı çalmıştır. Kapitalist üretim sistemi fazla üretmekten dolayı krize girmiş, üretim tahrip olmuş, değerli kağıtlar ve para, pula –geçmişte 1929 büyük bunalımı, günümüzde bankaların peş peşe batması ve devletleştirilmesi vb.–  dönmüştür.

Ancak kâr oranlarının düşme eğilimi, sadece aşırı üretimi körüklemez, bu, aynı zamanda, Marx’ın vurgulaması ile; Öte yandan, toplam sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin (tıpkı sermayenin kendini genişletmesinin onun tek amacı olması gibi) dürtüsü olduğu için, ondaki düşme, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır ve böylece, kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehditmiş gibi görünür. Bu düşme, aşırı-üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür.” (On beşinci bölüm, abç.)

 

BUGÜNKÜ KRİZ KAYNAKLARI VE TEMEL ÖZELLİKLERİ

Bu bölüme Marx’dan yaptığımız son alıntıyla başlamak yararlı olacak. Marx, burada, kâr oranlarındaki düşme eğiliminin aşırı üretime nasıl yol açtığını göstermekte, ama aynı zamanda, bu eğilimin, spekülasyonu, bunalımları, artı-nüfusla birlikte, artı-sermayeyi besleyip büyüttüğüne dikkat çekmektedir.

Emperyalizm dönemi ile birlikte, kapitalist tekeller, ortalama kârı değil, azami kârı elde etmek için çılgınca bir yarış içine girmişlerdir. Bu etken, aşırı-üretimi daha da körüklemekte, “faaliyet-dışı alanlarda” etkinlik göstermeyi zorunlu kılmaktadır. Gerçekte, kapitalist toplumda devrevi krizlerin temel nedeni, işte bahsedilen bu aşırı-üretimdir. Bu aşırı-üretim mekanizmasını harekete geçiren ise, kapitalist üretimin yukarıda açıklanan yapısı ve bu yapıdan kaynaklanan kâr oranlarının düşme eğilimidir. Bankaların ve borsanın gelişip büyüdüğü, sermayenin aşırı arttığı koşullarda kâr oranlarındaki düşmeyi telafi etmek, azami kârı güvenceye almak için spekülasyona daha fazla yol verilir.

19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren borsanın gelişmesi kapitalist ekonominin işleyişini daha da karmaşıklaştırmış, ona kapitalist üretimin temel yapısını değiştirmeden farklı özellikler de kazandırmıştır. Engels’in deyimiyle, borsa, bu tarihten sonra, “kapitalist üretimin en seçkin temsilcisi halini almıştır. Bankalar bir taraftan doğrudan üretime krediler açar, üretimin yapay bir şekilde genişlemesini destekler, aşırı-üretimi bir taraftan gizleyip, bir taraftan teşvik ederlerken, diğer taraftan “tüketici kredileri” ile bu mekanizmanın çelişkilerini daha da keskinleştirirler.

Bankalar üretime sürekli kredi verir ve aşırı-üretimi daha fazla körükleyen bir işlev görürlerken, mali sermaye aşamasına yükselmiş olan –tekeller ve emperyalizm döneminde sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi ile oluşan mali sermaye büyük sermaye, kâr oranlarındaki düşmeyi telafi etmek için üretim dışı yollara daha fazla yönelir. Bankalar ve fonlar (örneğin zaten riskli olan mortgage kredilerinin paketlenip satıldığı subprime fonları aşırı riskli fonlar olarak bilinmektedir), böylece “hayali varlıkları” pazarlamaya, yani spekülasyona da yönelirler. Bugünkü krizi ağırlaştıran etkenlerin birisi de budur ve bankaların, fonların ve çeşitli finans kurumlarının spekülasyona neden yöneldiğinin anahtarı da buradadır.

Bankalar kötü yönetimden, hükümetlerin yanlış politikalarından değil, bütünüyle kapitalizmin işleyiş yasalarından, sermayenin zorunlu koşullarından, kâr oranlarındaki düşmeyi telafi etmek, sermayenin dolaşım hızını artırmak için spekülasyona yönelirler. Yani, spekülasyonun, kapitalist sistemde maddi bir temeli bulunmaktadır.

ABD konut sektöründe başlayıp, mali sektörü de içine çeken ve giderek genel bir kriz niteliğine bürünen son güncel kriz de, işte bu mekanizmanın işleyişinden dolayı patlak vermiştir.

Konut sektöründe aşırı-üretim ortaya çıkmış, bu sektöre kredi veren bankalar, verdikleri kredileri paketleyerek başka –buna türev piyasaları deniliyor bankalara pazarlamışlardır, onlar da bir başkasına.. vb… Bu zincir böylece uzamış, satılamayan konutlar –aşırı-üretim elde kalırken, gerçek değerlerinden çok fazla değerlere ulaşmış konutların, kârların realize edilmesi gündeme geldiğinde, gerçekte tahmin edilenden daha fazla değersiz oldukları, aşırı-üretimin de bu değersizleşmeyi hızlandırdığı ortaya çıkmıştır. Böylece mali sermayenin dönüşümü kesintiye uğramış, (“kara delikler, baloncuklar” ortaya çıkmış), ödemeler zinciri felce uğramış, zaten yıllardır alarm vermekte olan kapitalist dünya ekonomisine doğru genişleyen kriz, dalga dalga başta finans olmak üzere, tüm sektörleri, ekonomiyi ve ülkeleri içine çekmiştir. Bütün bunların faturası bugün görüldüğü gibi ağır bunalımdır.

Bu “azami kâr” mekanizmanın işleyişine güncel bir örnek Citi Group’tur. ABD’nin en büyük bankacılık grubu olan bu grubun –sağlam görülen bir gruptu! başına gelenler basında şöyle yer aldı: “(Group) gölge bankacılık olarak adlandırılan ve bilanço dışı taşıma işlemleriyle yaptığı 17.4 milyar dolarlık yatırımı bilançosuna taşımak zorunda kaldığını açıkladı… Kısaca SIV olarak adlandırılan bu araçlar, düşük faizli ve kısa vadeli yatırım enstrümanlarından borçlanıp, bu parayı uzun vadeli ve daha kârlı (abç) yatırım araçlarına yöneltmeyi amaçlıyordu. Bu araçlar, banka bilançolarına eklenmediği için, özellikle son 10 yılda tüm bankalar tarafından sıklıkla kullanılmaktaydı. Ancak, kredi krizi başladığı andan itibaren SIV’ler kısa vadeli borçlanmalarını çeviremez hale geldi. Bu nedenle başta Citi ve HSBC olmak üzere bankalar, bu ürünleri bilançolarına ekleyerek, zarar yazmak zorunda kaldı. Citi, Aralık ayında 49 milyar dolarlık SIV’yi bünyesine alabileceğini açıklamıştı. Dün ise, buradaki ilk adım gerçekleşti ve Citi hissesi üzerindeki büyük düşüş gerçekleşti.” Her şey çok açık değil mi?

Burada ayrı bir gerçeğin altını da çizmekte yarar var. Bugünkü genel kriz birden bire ortaya çıkmadı. Aşağı yukarı son on yılda gelişen ekonomik olaylar, bu krize adım adım gidildiğini, bu gidiş sürecini geciktirmek için büyük kapitalist emperyalist devletlerin “önlemler” aldıklarını –bu önlemlerin birisi de bağımlı ülkeleri kriz çöplüğüne dönüştürmekti ortaya koymaktadır. Bu krize doğru gidişte, emperyalist-kapitalist büyük devlet ve tekeller, kendi krizlerini sürekli olarak bağımlı ülkelere yıktılar, kendi krizlerini geçici olarak geriye attılar, bütün bunları yaparken, daha ağır krizlere de kapıyı araladılar. “Asya kaplanları”nın çöküşü, Rusya ve Türkiye’de patlayan krizler 2000-2001 böylesine krizleridir. Bütün olanakların tükenmiş olması, bugünkü krizin giderek ağırlaşmasını etkileyen bir faktördür.

Krizin konut sektöründe başlayarak, kendisini tüm ağırlığı ile mali kriz olarak açığa vurmuş olması, dönüp yine üretimi vurması bir gerçektir. Ancak bu gerçek, kapitalist üretimin yapısı ve üretim sektöründe yıllardan beri süren durgunluk eğilimleri, yakın geçmişin bölgesel krizlerini dikkate alarak, üretim ve kapitalist ekonominin bütününün işleyiş mekanizması değerlendirildiğinde, gerçek anlamını bulmaktadır. Aksi takdirde, üretimden, kapitalist ekonominin genel işleyişinden bağımsız bir “mali piyasalar” gündeme gelmektedir ki, bu da, mevcut krizi, bütünüyle sübjektif faktörlerle açıklamayı, “insan hatası”na (banka yöneticileri ve hükümetlerin yönetim hataları ve yanlış politikalarına vb.) yüklemeyi beraberinde getirmektedir. Oysa, yukarıda açıklandığı ve örneklendiği gibi, kapitalist ekonominin, kaynağını doğrudan üretimden alan işleyiş yasaları bulunmaktadır ve bu yasalar hükmünü sürdürmektedir.

Aslında bu durum tersten şöyle de yorumlanabilir: Mali sermaye, üretimden bağımsız olarak büyük kârlar elde edebileceğini sanmış, spekülatif alanlara daha fazla yönelmiştir. Bugünkü kriz, bir yanıyla, üretimin, yani kapitalist temelin, mali sermayeye, yani kendi tepesine bunun olamayacağı gerçeğini kriz yoluyla hatırlatmasıdır! Yani üretimin toplam değeri ile dolaşan toplam sermaye arasında gerçekçi bir oran tutturulmak zorundadır. Aksi takdirde, sermayenin dönüşüm süreci kesintiye uğrayabilir ve bu durum, kapitalist zincirin en önemli halkalarından birisinin kopması anlamına gelir. Kapitalist ekonominin işleyiş yasaları vardır ve bu yasalar er-geç hükmünü sürdürür. Bu nedenle, krizin her türlü görünümünün ötesinde, bugün patlayan genel kriz, kapitalist üretim sisteminin, kapitalizmin krizidir. Kapitalist üretim biçiminin kendi yaratığı güçler, zenginlik ve aşırı-üretim, kapitalist sisteme başkaldırmış, kapitalizmin toplumun ilerlemesine engel olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Eğer üretim araçları sermaye niteliğine sahip olmasaydı, bugün bir krizden, aşrı-üretimden, üretimin tahrip olmasından söz edilmeyecekti. Dünyada onca açlık, yoksulluk ve işsizlik varken, üretimin durması, yeni işsizlerin yaratılması, kapitalizmin insanlık dışı karakterinin sert bir biçimde dışa vurumudur. Çünkü kapitalist üretimin amacı artı-değerin ele geçirilmesi, kâr üretimidir. Kâr yoksa kapitalist üretim de yoktur.

      

KRİZ VE ÇÖKÜŞ

Kapitalizmin devrevi krizleri, emperyalist sistemin genel bunalımı ile karıştırılmamalıdır. Genel bunalım, ekonomiden politikaya, oradan kültüre kadar uzanan, genel çürüme ve çöküş eğilimlerini de kapsayan, kapitalist sistemin ortaya çıkan sorunları çözmesinin olanaklı olmadığını niteleyen bir kavramdır ve 1. Dünya Savaşı öncesinde başlamıştır. Kapitalizmin devrevi krizleri, işte bu koşullarda patlak verir.

Kapitalist emperyalist sistemin krize girmesi, kapitalizmin sonunun geldiği, sistemin kendiliğinden çökeceği gibi değerlendirmeleri de beraberinde getirdi. Kapitalizmin devrevi krizleri her zaman bir çöküşe yol açmayabilir. Uzun süreli durgunluk, ekonomilerin küçülmesi –bazı şirketlerin batması ve el değiştirmesi gibi faktörlerle kriz atlatılabilir. Kriz çöküşe yol açtığında da, bu, otomatik olarak, yeni bir sosyal sistemin kurulmaya başlanacağı anlamına gelmez. Eğer iktidar için mücadele eden güçlü bir işçi hareketi yoksa, kapitalist sistem büyük yıkımlardan geçerek –üretim araçlarının değersizleşmesi, heba olması, madde ve kaynak savurganlığı, savaşlar vb.–, eski dengeyi yeniden kurma yoluna girer. Kapitalist sistemde, her kriz, eski dengelerin bozulması, yeni dengelerin yine karmaşa içinde kurulması anlamına da gelir.

Kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri üretimi ciddi olarak küçültür ve ülkelerin eski üretim rakamlarına ulaşması yıllar alabilir. Örneğin geçmiş bazı yıllardaki krizlerde orta çıkan tablo şöyle olmuştur:

ABD’de kömür çıkarımı, bunalım dönemlerinde aşağıdaki gibi bir düşüş gösterdi: 1873’de %9.1, 1882’de %7.5, 1893’de %6.4, 1907’de %13.4, 1920/21’de %27.5 ve 1929-1933’de %40.9. ABD’de ham demir üretimi ise, bunalım dönemlerinde şöyle düştü: 1873’de %27, 1882’de %12.5, 1893’de %27.3, 1907’de %38.2, 1920-21’de 54.8, 1929-1933’de %79.4.

Almanya’da sanayi üretimi şöyle düştü: 1873’de %6.1, 1890’da %3.4, 1907’de %6.5 ve 1929-33’de %40.6… 1929 bunalımıyla ABD, kömür çıkarımında 28 yıl, ham demir üretiminde 36 yıl, çelik üretiminde 31 yıl, ihracatta 35 yıl ve ithalatta 31 yıl geriye atıldı. İngiltere, 1929 bunalımıyla kömür çıkarımında 35 yıl, ham demir üretiminde 76 yıl, çelik üretiminde 23 yıl ve dış ticarette 36 yıl geriye atıldı.” (Politik Ekonomi, sayfa 302-3, İnter Yayınları)

Dikkat edilirse, üretimin çapı ve hacmi büyüdükçe krizlerin daha yıkıcı, sonuçlarının daha tahrip edici hale geldiği görülecektir. Kapitalizmin her şeyi içine alan bir dünya sistemi haline gelmesidir, bu sonuca yol açan. Bugün de durum daha farklı değildir ve üstelik sonuçları daha tahrip edici olmaktadır. Bu açıdan, bugün durum genel hatları ile şöyledir: Dünyanın en büyük ekonomisi ABD ekonomisidir. ABD ekonomisinin, 2008 dördüncü çeyreğinde, en azından yüzde 2 civarında büyük bir daralma sergileyeceği artık kesindir. Diğer kesin olan bir gerçek, ABD ekonomisinin 2009’da da negatif büyüme yaşayacak olmasıdır.

Avrupa açısından Alman ekonomisi büyük önem taşımaktadır. Almanya’da, Eylül ayında üretimde, 1990’lı yıllarının ortasından bu yana en büyük azalma görülmüştür. Almanya Ekonomi Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Eylül ayında, ülkedeki üretimin, Ağustos ayına göre yüzde 3,6 oranında gerilediği bildirilmiştir. Artık Almanya’nın durgunluğa girdiği resmen kabul edilmektedir. Bu durgunluğun küçülmeye dönmesi kaçınılmazdır ve gelişmeler de bu yöndedir. Avrupa’nın İngiltere, Fransa vb. diğer ülkelerinde de benzer gelişmeler olmaktadır. İngiltere’nin “son otuz yılın en ağır krizini yaşadığını” sermayenin temsilcileri dile getirmektedir. Diğer taraftan, Japon ekonomisinin durgunluğa girdiği resmen açıklandı. Kapitalist ülkelerde on binlerce işçinin işine son verilmektedir. Krizin, üretimi doğrudan vurduğu bir aşamaya gelinmiştir. Mali sektördeki kurtarmalar, devletleştirmeler ise devam etmektedir. İzlanda batmış, Macaristan ve Ukrayna onu izlemiş, orta Avrupa ülkelerinin ekonomileri ağır hasarlar almaya başlamıştır. Son olarak, resmi istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre, ikinci çeyrekte sıfır büyüme gerçekleştiren 27 üyeli AB ekonomisi de, üçüncü çeyrekte binde 2 küçülmüştür. Bu eğilimin hızlanarak devam edeceği görülmektedir.

Diğer taraftan, çeşitli endeksler, dünya deniz nakliye trafiği ve dolayısıyla da dünya ticaretinde hızla ve önemli ölçüde durgunlaşmayı yansıtmaktadır. 2008 yılı Kasım ayına girilirken, “Baltic Dry Index” adlı endeks, Haziran ayından bu yana yüzde 93 civarında düşmüş durumda. Yani, deniz taşımacılığını neredeyse durma noktasına gelmiştir. Buna karşılık, Dünya Bankası analizleri ise, dünya ticaretinde sadece yüzde 2 civarında bir daralma olacağını öngörüyor. Bu rakamların hep “en iyimser durumu” yansıttığını hatırlatmak gerekiyor.

 Diğer taraftan, Avrupa’da oto pazarının Ekim ayında yüzde 14,5 gerilediği açıklanmış durumda. Avrupa Otomobil Üreticileri Birliği’nin verilerine göre, son 6 aydır sürekli azalan otomobil satışlarında, yılın geride kalan 10 ayındaki kayıp ise yüzde 5,4’e ulaştı. Malta ve Kıbrıs Rum kesimi dışındaki 25 AB üyesiyle İsviçre, Norveç ve İzlanda’yı kapsayan verilerine göre, geçen yılın Ekim ayında 955 bin adet olan oto satışları, 2008’in aynı döneminde 805 bine indi. Geçen yıl Ocak-Ekim döneminde 13 milyon 579 bin düzeyindeki otomobil satışları, bu yılın ilk 10 ayında 12 milyon 852 bine gerilemiş durumda.

 Üretimin durması ve gerilemesinin anlamı ise, işsizliğin artmasıdır. Örneğin, ABD’de tarım dışı istihdam, Ekim’de 240,000 azalmış durumda. Beklentiler, daha az olacağı yönünde idi. Genel işsizlik oranı ise, yüzde 6.5 olarak açıklandı. Bu, 1994’ten bu yana en yüksek rakam durumunda. Üretimden gelen her yeni haber, bu oranın sürekli yükseleceğini ortaya koyuyor. OECD ülkelerinde, önümüzdeki dönemde en az yüzde 2 küçülme olacağını yetkililer dile getiriyor. Genel olarak dünya ekonomisi de, tahminlere göre, bu oranda küçülecek. Bu rakamların hep “en iyimser” beklentiyi yansıttığını yeniden hatırlatmak gerekiyor.

Krizle birlikte kapitalist dünya ekonomisinde bugüne kadar kurulan tüm dengeler artık tarih olmuştur. Yeni dengelerin kurulması uzun yılları –eğer bu arada işçi hareketi farklı bir gelişmeyi gündeme getirmezse– alacaktır. Kapitalizmin tüm çelişkileri bunalım biçiminde kendini açığa vurmuş, kapitalizm bu çelişkileri hep zora dayanarak –iflaslar, yıkımlar, savaşlar vb.– “çözme” yolunu tutmuştur. Bu tür çözümlerin geçici çözümler olduğu, sürecin yeni baştan kendisini tekrar ettiği artık çok iyi bilinmektedir.

 

KRİZ VE TÜRKİYE

Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durumun genel tablosu böyledir. Bu tablo, krizin sürekli derinleştiğini, geçmişte kurulmuş olan ekonomik dengelerin sürekli yıkıldığını açık seçik ortaya koymaktadır. Dünya ekonomisinin kriz öncesi duruma dönmesi –eğer bu arada başka gelişmeler olmazsa!– uzun yıllar alacaktır. Ancak krizde daha dip henüz görünmemiştir. Bundan sonra neler olacağını, krizin nereden, nasıl vuracağını kimse bilmemektedir.

Türkiye ekonomisiyse, sıkı sıkıya dünya ekonomisine, bu ekonominin büyük güçlerine –AB, ABD vb.– bağlıdır. Küreselleşme adına, dünyanın diğer ülkeleri olduğu kadar, Türkiye de, bu bağımlılığı artıracak adımları son yıllarda daha hızlı atmıştır. Bu nedenle, hükümetin “kriz bizi teğet geçecek” açıklamaları, şeytan taşlamaya benzemektedir. Özellikle AKP Hükümeti etrafında kümelenmiş işbirlikçi egemen sınıf kesimleri, 2001 krizinde çöken mali sektörü, yüzde 11 olan küçülmeyi hatırlatmakta, bugün bunun olmayacağını ileri sürmektedirler. Ancak TÜSİAD’cılar gelişmelerin daha fazla farkındadırlar ve sürekli “önlem” çağrıları yapmaktadırlar. Hatırlanacağı gibi, 2000-2001 krizinde ekonomi yüzde 11 küçülmüş, bankalar batmış, mali sektörün yüzde 60’ı yabancıların eline geçmişti. Hükümet’in bugün övündüğü gerçek budur. 2001’de mali sektör çökmüş ve küçülerek “sağlamlaşmıştır”. Bu krizde, bu nedenle, belki de batan banka olmayacaktır! Ancak ekonominin bütünü batmaya doğru gitmektedir! Ekonomide krizin ağırlaşmasıyla hükümetin ayakları suya ermiş, şimdilerde postu yeni anlaşma ve borç için IMF’nin kapısına sermiştir.

Kriz, bu kez, farklı bir alandan vurmaya başlamıştır. Son kriz, Türkiye’de, doğrudan üretimi vurmaktadır. Fabrikalar kapanmakta, üretim düşmektedir. Son açıklanan rakamlar, bu yılın Eylül ayında sanayi üretiminin yüzde 5.5 düştüğünü gösteriyor. 2001’den sonraki en sert düşüştür, bu. Bu, aynı zamanda, üretimin, bir önceki yılın Eylül ayına göre yüzde 6.5 düştüğü anlamına da gelmektedir. Gelen diğer rakamlar, üretimin değişik sektörlerinde yüzde 29.2 ile yüzde19.4’lük düşüşler olduğunu göstermektedir. Şimdiden işini kaybeden işçilerin sayısı 100 bini geçmiş durumdadır.

Kriz bir kez patlayınca, önceden hesaplanmayan faktörler de devreye girmekte, bu durum krizi ağırlaştırmakta ve etkisini daha da tahrip edici hale getirmektedir. Örneğin sanayiye kredi açan bankalar, bazı durumlarda bu kredileri normal tarihinden daha “erken geri çağırmakta”, ödeme krizine giren büyük fabrikalar kapılarına kilit vurmaktadır. Bu, krizin, zincirleme olarak, diğer etkileri de devreye sokmasının somut örneklerinden birisidir. Artık durum tüm çabalara karşın kontrol edilemez. Denizli’de, Bursa’da, Kayseri’de, Gebze’de vb. fabrikalar kapanmakta, organize sanayi bölgeleri giderek ıssızlaşmaktadırlar. Son bir ayda, Bursa, Denizli, Kocaeli, Konya, Bilecik, Gaziantep, Kahramanmaraş gibi illerde işten çıkarılanların sayısı 22 bini geçmiş bulunuyor ve her gün yeni kapanma ve işten atma haberleri geliyor.

Genel olarak sanayiye bakıldığında, durum şudur: İmalat sanayi, geçen yıl aynı ayda –Ağustos yüzde 5.5 büyürken, bu yıl yüzde 5.8 küçülmüştür. Eylül’de ise, bu küçülme daha da artmıştır. Geçen yıl yüzde 1.2 büyüyen imalat sanayi, bu yıl yüzde 6.4 küçülmüş durumdadır. Tekstil sektörü, geçen yıl, ilk 9 ayda yüzde 2.2 büyümüştü. Bu yıl, ortalama yüzde 16.9 küçülmüştür. Hazır giyim sektörü, geçen yıl, ilk 9 ayda yüzde 2.2 büyümüştü. Bu yıl, ortalama yüzde 8 küçülmüş durumda. Kimya sanayinde son 6 ayda küçülme yüzde 6.4 oldu. Kimya sanayi, geçen yıl aynı dönemde yüzde 10.2 büyümüştü. Makine-teçhizat sektörü, geçen yıl, ilk 9 ayda yüzde 4.5 büyümüştü. Bu yıl ise, yüzde 5 küçülmüş durumda. Son 6 aydaki küçülme ise, yüzde 6.2. Krizin en belirgin göründüğü otomotiv sektörü, Ağustos ayında, geçen yıl göre yüzde 8.8 küçülmüş durumda. Genel olarak ulaşım araçlarında ise, Ağustos’ta küçülme yüzde 16.4, Eylül’de ise, yüzde 7.4’tür. Bu rakamlar, “teğet geçen” krizin değil, gittikçe ağırlaşan krizin belirtileridir.

Uluslararası otomotiv tekellerinin Türkiye’deki üretimleri, özellikle krizin etkisinin en fazla hissedildiği yerlerdir. Örneğin, daha önce 25 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında araç üretimini durdurmuş olan Ford, daha sonra 13 günlüğüne üretimi durdurma kararı aldı. Kocaeli ve İnönü fabrikalarında üretime ara verileceği bildirildi. Buna göre, her iki fabrikada da, 13 Kasım-26 Kasım arası 13 gün boyunca araç üretimi yapılmayacaktır. Bursa’da TOFAŞ, Renault gibi fabrikalar da bu gelişmelerin dışında değildirler. Gelişmeler göstermektedir ki, kriz, özellikle üretim sektöründe derinleşerek etkisini gösterecektir. Ana sanayinin krize girmesi, bu durumun, yan sanayilere katlanarak yansıması anlamına gelmektedir.

Türkiye açısından krizin daha da ağır geçeceğinin temel belirtilerinden birisi, yüksek dış borçlar ve cari açıktır. Türkiye’nin dış borçları, 500 milyar doları –kamu ve özel, ana para ve faiz ödemeleri bulmuş durumdadır. IMF, “ne zaman kapımı çalacaksınız” diye beklemekte, hükümet, politik kaygılarla durumu ağırdan alır gözükmektedir. Sonuçta tablo şu: IMF politikaları krize götürmüştü, şimdi krizden çıkmak için IMF’ye yeniden müracaat ediliyor! Önceki anlaşmaların da kanıtladığı gibi, IMF ile yeni bir anlaşma demek, krizin tüm yükünün işçi sınıfının ve emekçi yığınların sırtına yıkılması için saldırıya geçmek demek.

Örneğin özel sektörün dış borçlarının toplamı, 192 milyar doları aşmış durumdadır.

      

Bu tabloya kamu kesiminin borçlarını ve faiz ödemelerini eklediğimizde, ortaya, yarım trilyon dolara yaklaşan bir rakam çıkmaktadır. Batılı büyük ekonomilerin hapşırması durumunda Türkiye ekonomisinin yatağa düşeceği iyi bilinen bir gerçektir. Oysa şimdi batılı ekonomiler yataktadır ve bunun sonuçlarının Türkiye ekonomisi için çok ağır olacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmez.

 

KRİZ, SAVAŞ VE DEVRİM

Krizin varlığı ve giderek derinleşmesi, uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin zor ve çetin bir döneme girildiği anlamına da geliyor. Krizin faturasının ilk olarak işçilere çıktığı ve bu faturanın her geçen gün ağırlaşmakta olduğu görülmektedir. Dünyanın belli başlı büyük kapitalist devletleri şimdiden dev mali –sanayi de bunun içindedir– tekellere 5 trilyon dolardan fazla kaynak aktardı. Bu aktarma devam ediyor ve nerede duracağı konusunda kimse bir şey söyleyemiyor. Ancak aktarılan kaynaklar sonsuz değil ve kapitalist devletler, kendi kredilerini ortaya koyarak, işçi ve emekçi halkın sırtından –vergi vb. yollarla– elde ettikleri paraları buralara aktarıyorlar.

İşçi ve emekçi halka düşen ise, yoksulluk, işsizlik, sosyal hakların gaspı, her alanda kazanımların geri alınması ve politik baskılardır. Bu durumun, belli başlı kapitalist ülkeler başta olmak üzere, tüm ülkelerde, ezilen ve sömürülen kesimler olan işçi sınıfı ve halk ile –ezen ve sömüren– yönetici sınıflar arasındaki ilişkilerde köklü değişmeleri gündeme getirmeyeceğini kimse ileri süremez. Kriz dönemleri, devrimlerin, savaşların, ayaklanmaların, sert mücadelelerin yaşandığı dönemlerdir. Çünkü bu dönemler, sınıf çelişkilerinin keskinleştiği, sınıfların çıkarlarının zıt yönlerde olduğunun olgu ve olaylarla ortaya çıktığı, bunların sonucu olarak sınıf mücadelelerinin sertleşip yaygınlaştığı, bütün koşulların oluşması ve olgunlaşması durumunda bu mücadelelerin devrime dönüştüğü dönemlerdir.

Şimdiden Yunanistan’da, İtalya’da ciddi eylemler ortaya çıkmıştır ve kriz ülkeleri pençesine aldıkça hareketlenen emekçi yığınların kitlesinde bir artışın olması, taleplerin genişlemesi kaçınılmazdır. Batı ülkelerinde krizin etkileri daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmakta, bu durum sınıf mücadelelerini yaygınlaştırmaktadır.

Geçmiş krizlerin işçi ve halk hareketinde yarattıkları etkilere baktığımızda şunları görürüz: 1848 krizi, tüm Avrupa’yı etkisi altına alan bir krizidir. İşçi sınıfının bu krize yanıtı, Avrupa’da pek çok ülkede patlak veren 1848 devrimleridir. Devrimler, Avrupa gericiliği tarafından kanla bastırılmıştır. 1871 Paris Komünü, 19. yüzyıldaki savaş, kriz ve devrim ilişkisinin en çarpıcı örneklerinden birisidir. Rusya’da 20 yüzyılın ilk çeyreğinde patlak veren, Marx’ın öğrencisi Lenin’in önderliğindeki Büyük Ekim Devrimi de, kriz, savaş

ve devrim ilişkisinin 20. yüzyılda da devam ettiğinin açık göstergesidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Çin Devrimi vb.. Bir önceki yüzyıldan farklı olan şudur ki, serbest rekabetçi dönemde, özellikle Avrupa çapında eş zamanlı devrimler –örneğin 1848 devrimleri– gündeme gelir ve beklenirken –bunların temelsiz olmadığı görülmüştür–, emperyalizm döneminde, –kapitalizmin eşitsiz gelişmesi sonucu– kapitalist zincirin en zayıf halkalardan yarılması ve tek tek ülkelerde devrimler gündeme gelmiştir.

Uluslararası işçi sınıfı, 21. yüzyıla, ellerindekini kaybetmiş olarak girdi. Geçmişte kurduğu iktidarını kaybetti, partilerini kaybetti, ekonomik ve sosyal haklarının büyük bir bölümünü kaybetti, kendi ideolojisine, dünyayı değiştirmeye olan güvenini kaybetti. Ancak kapitalist emperyalist sistem zafer sevincini uzun süre yaşayamadı, yaşayamazdı. Emperyalist sistem, 21. yüzyılın ilk yıllarına –henüz on yılı dolmadı–, derinleşen ekonomik kriz, büyük devletler arasındaki gerilimin artması, tekeller arasındaki rekabetin sertleşmesi ile girdi. Krizin keskinleştirdiği pazar sorunu şimdi tüm ağırlığı ile emperyalist devletlerin önünde duruyor.

Büyük sermayenin yönetimindeki kapitalist devletlerin genel olarak krize buldukları “çözüm”, savaştır. İşçi sınıfının krize karşı bulduğu kesin çözüm ise, devrimdir. Kapitalist emperyalizmin izlediği yol bellidir; krizin yükü öncelikle içeride işçi ve emekçi yığınların sırtına bindirilir, sonra da rakip emperyalist devletlerin ve dünya halklarının. Bunları, hemen yarın savaş ve devrim olacağını iddia etmek üzere değil, tarihsel deneyimlerin gösterdiği sonuçları hatırlatmak için yazıyoruz. Tarihte olaylar böyle cereyan etti. Sermayenin kanlı diktatörlükleri, ardından başlayan savaşlar ve daha sonra patlak veren devrimler vb..

Bu nedenle, altının çizilmesi gereken önemli bir gelişme şu ki; Batılı ülke devletleri ve emperyalist burjuvazileri, içinden geçilmekte olan kriz döneminde, kendi ülkelerinin işçileri ve halklarının gözünde sahip oldukları manevi saygınlık ve güveni büyük bir hızla yitirecekleri, kendi gerici ve sömürücü yüzlerinin daha çabuk açığa çıkacağı bir döneme girmiş bulunuyorlar. Estirilen liberal rüzgarlar, kapitalizmin alternatifinin olmadığı yönündeki demagojiler, krizle birlikte yerle bir olmuştur.

Buna karşın, bugün uluslararası işçi sınıfının özellikle kendi güçlü partilerine sahip olma konusunda bir zayıflığının olduğu bilinmektedir. Bu, elbette önemli bir dezavantajdır. Ancak bu ülkelerin işçileri önemli tarihsel birikime sahiptir ve bir kez hareketlendiğinde, örgütsel zayıflıklarını hızla kapatma olanağına sahiptirler. Krize ilişkin gelişmeler ve kapitalist devletlerin büyük sermayeye aktardıkları kaynaklar, Batılı işçilerin ve halkların gözünü daha fazla açmaktadır. Uluslararası işçi sınıfı, bugün, kapitalist üretimin amacının sadece azami kârı elde etmek olduğunu daha iyi anlamaktadır. Büyük sermayeye aktarılan trilyonlarca dolar, üretim araçlarının sermaye olma niteliğini açıkça gözler önüne sermekte, üretim araçlarının toplumsallaştırılması düşüncesini yaygınlaştıracak etkenleri artırmaktadır.

Batılı ülkelerin işçilerinin kriz derslerinden kendi mücadeleleri için yararlanacağını ummak için yeterince neden bulunmaktadır. Ekonomik ve sosyal hak gasplarına karşı bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin girdikleri mücadeleler, genel greve varan karşı koymalar, özellikle Batılı işçilerin krizin yükünü kapitalistlerin sırtına yıkma konusunda daha kararlı mücadelelere gireceklerinin kanıtları durumundadır. Kriz, savaş ve devrim üçlüsü arasındaki ilişkinin sıkıca kurulduğu bir döneme doğru gidiliyor ve bu dönemden, uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halkların mevzilerini ilerleterek, yeni mevziler kazanarak çıkmaları, bugün geçmişe oranla daha güçlü bir olasılık haline gelmiştir.

Bu durum, uluslararası işçi hareketini ve bu hareket içerisindeki işçi sınıfı partilerini önemli görevlerle karşı karşıya getirmektedir. İşçi sınıfının krize karşı mücadelesi içerisinde güçlü mevziler tutmak, günlük pratik mücadeleye katılarak, sınıfın hareketinin ileriye doğru gelişmesi için çaba göstermek, bu partileri sınıf hareketinin en ön saflarına taşıyacaktır. Bugün sosyalizmin kapitalizme karşı yönelttiği tüm eleştiri ve mücadelenin haklılığı bir kez daha gün gibi ortaya çıkmıştır. Politik ve ideolojik mücadelenin çok yönlü sürdürülmesi, örgütsel kazanımların genişletilmesi görevi, günün en acil görevi haline gelmiştir.

kriz: olanaklar ve olasılıkla

kriz: olanaklar ve olasılıklar

SİNAN ALÇIN

 

Başta erken kapitalistleşmiş ülkeler olmak üzere hızla tüm kapitalist ülkeleri etkisi altına alan buhran, gerek ortaya çıkış biçimi ve gerekse de tesirleri açısından işçi sınıfı ve emekçiler açısından “yeni” birçok tehlike ve olanağı beraberinde gündeme getirmektedir.

2007 yazında ABD’de konut piyasaları kredi sisteminin çöküşüyle başlayan ve giderek tüm kapitalist dünyaya yayılan kriz, gelinen aşamada mali piyasaları aşıp büyüme ve istihdam üzerinde kalıcı yıkımlar yaratacak boyuta ulaşmıştır. Merkez Bankaları aracılığıyla kurtarılan bankaların ve sigorta kurumlarının faturası ise emekçilere kesilecektir. Yavaşlayan büyüme hızı; geniş halk kesimleri açısından, işsizlik, yoksulluk ve daha ağır çalışma koşulları anlamına geliyor. Kapitalist ekonomik sistemin yarattığı krizin faturasını ödememek, ancak birleşik bir mücadele ve o birleşik mücadeleyi olanaklı kılacak politikalarla mümkündür.

 

KRİZ: KİMİN KRİZİ?

İçinden geçilen kriz sermayenin krizidir. Sermaye sahipleri işçi sınıfı üzerinden biriktirdikleri sermayeleri üretim sürecinde yeniden değerlendiremedikleri için yeni yollara başvurmuşlardır. Kapitalizmin en acımasız kurallarından biri, değerlenme koşulları dışında kalan sermayelerin değersizleşmesidir. Sermayedarlar ellerinde muazzam miktarlarda biriken sermayelerini değerlendirmek için değerli kağıtlara yönelmeye başladılar. Kapitalistler, daha önce üretim sürecinde elde ettikleri kârları dolaşım alanında değerli kağıtlar biçimde değerlendirme yollarına gitmeye başladılar. Kapitalizmin her şeyi metalaştırma konusundaki kendisi için rasyonel ama sermaye dışı için irrasyonel olan mekanizma, bu değerli kağıtlar için de işlemeye başladı. Birer meta olarak değerli kağıtlar farklı biçimler alarak sürekli değer kazanmaya başladılar. Reel karşılığından hızla uzaklaşma anlamına gelen bu süreç, aslında balon gibi şişen ve karşılığı olmayan değerlerin piyasada dolaşmasına neden oluyordu. Ama balonun bir gün patlayacağı kesindi. Ve balon patladı. Balonun patlaması, bazı sol-muhalif analizlerde de egemen olan reel-parasal ekonomi ayrımının ne kadar sorunlu olduğunu gösterdi. Sorunlu, çünkü, “finansal piyasaya aktarılan paralar üretimden çekilen paralardan gerçekleştirildi” ifadesi yerine bu paraların üretimden elde edilen paralar olduğu belirtilmeli. İkinci olarak ise, üretimden değerli kağıtlara yönelmenin bir diğer nedeni ise, yine üretimde gözlemlenen bazı problemler olmuştur. Problemlerden en önemlisi, artan rekabetle birlikte, verimlilik adına, üretimde değer yaratan emekçilerin yerini daha çok makineler aldıkça, sermayenin geri getirisi ya da artı-değer yaratma kapasitesinde önemli düşüşler yaşanmasıdır.

Değerli kağıtlardan oluşan değerlerin şişmesi, aslında üretim sürecinde açığa çıkan krizi parasal değişkenlerle öteleme çabası idi. Ama ne kadar ötelenirse ötelensin balon patlayacaktı. Balonun patlaması, reel olandan bağımsız gibi görünen değerlerin hızla gerçek değere ve bazen de daha da aşağılara düşmesine neden oldu. Bu anda patlak veren kriz, tam da bu nedenden dolayı sermayedarların krizidir. Çünkü hayali olarak yaratılan değerler hızla buharlaşıyor.

 

SERMAYENİN KRİZE KARŞI STRATEJİLERİ

Sermayedarlar hayali olarak yaratılan değerleri korumak için iki yola başvuruyorlar.

İlk olarak, yıllardır kötüler göründükleri ve aslında zaman içinde bu hayali değerlerin oluşmasında da uygun ortamı yaratan devlete/hükümete yönelerek, kurtarma planlarının hızla hayata geçirilmesini istiyorlar. Neredeyse 30 yıldır kamu harcamalarının faiz dışında kısılmasını talep eden sermayedarlar ve onların organik aydınları, şimdi yaratılan hayali paraları kurtarmak istiyorlar. Sağlık, eğitim, barınma gibi insanlar için zorunlu olan alanlarda kısıntıya giden hükümetlerin kurtarma ve çeşitli kamu desteklerinden sonra, sermaye dışı kesimlere daha az kamu hizmeti sunacaklarını söylemek abartılı olmaz. Türkiye gerçeğinde sermayedarlar, nasıl 2001 yılında batan gemiden ilk önce sermayedarların şirketlerini kurtarmak için “İstanbul Yaklaşımı” olarak tanımlanan planı hayata geçirdiler ise, bu günlerde de, şirketlerin nakit ihtiyaçları için önleyici fon ve benzeri tedbirleri hayata geçirecekler.

Sermaye örgütleri, –2001 krizinde de gözlemlendiği üzere– uzun süredir çıkmasını istedikleri yasal düzenlemeleri krizle birlikte daha yüksek sesle talep ediyorlar. Böylece kriz gibi konjonktürel bir durumdan yararlanarak sermayenin uzun erimli çıkarları hayata geçirilmiş olacak. Örnek olarak kıdem tazminatına yönelik talepler, işsizlik fonunu kullanma, istihdam vergilerinden kurtulma, bölgesel asgari ücret gibi istek ve beklentilerini hayata geçirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

İkinci olarak, bireysel sermayedarlar, diğer yandan uçup-giden hayali sermayelerin ellerindeki reel sermayeye de sirayet etmelerinden korkarak ya da kaybedilen değerleri yerine koymak için, üretim sürecine ve işçi sınıfına yönelmektedirler. Daha az işçi çalıştırarak daha fazla üretim yapmak istiyorlar. Bu iki anlama geliyor; artan işsizlik ve artan iş yoğunluğu. Diğer yandan, toplu sözleşmede daha az zam ya da “sıfır zam” dayatmak.

İşsizlik ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, sermayenin reel, yani üretimden birikim yapmalarını hızlandıracaktır. Yani üretim yeniden kutsanacak. Emek-gücü, verimlilik ve üretkenlik adına, sermaye için daha bir uygun hale getirilecek. Sermayedarların hülyalı rüyası olan işçinin emeğini diğer metalara benzetmek, daha hızlı ve açıktan gerçekleşecek. Tüm yollar üretime açılacak. Ama işçilerin işsiz kaldığı, işini koruyanların da yoksullaştırıldığı bir ortam ile birlikte.

 

İŞÇİ VE EMEKÇİLER NE YAPMALI?

Böylesi bir soruya cevap bulabilmek için öncelikle mevcut tartışmalara ve girişimlere bakmak gerekiyor. Özellikle son üç ayda, bazı sendika ve meslek örgütlerinin ardı ardına programlar açıkladığı bir sürece tanıklık ettik ve ediyoruz. Hazırlanan ve açıklanan programların, genel olarak, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kesimleriyle tartışılmadan ve adeta “uzmancılık” oynanarak, ısmarlama olarak hazırlandıklarını söylemek yanlış olmaz. Elbette bu genel hastalık dışında samimi adımlar da olmuştur.

Gerek 2001 yılında ağırlıklı olarak Bağımsız Sosyal Bilimcilere hazırlatılan Emek Platformu Programı, gerekse de Mustafa Sönmez tarafından hazırlanıp KESK-DİSK-TMMOB-TTB ve Çiftçi-Sen tarafından sahiplenilen “Sosyal Dayanışma ve Demokratikleşme Programı Taslağı”, yapısal olarak sınıftan kopuk ancak “sınıf adına” talep ve önermelerden oluşuyor.

Her iki programın da ortak özelliği, emek adına yola çıkarken, –belki de niyetten bağımsız olarak– sermayeye “makro çözümler” önermeleridir. Öyle ki, ne sanayi üretiminin artırılması, ne yerel yönetimlere daha fazla kaynak aktarımı, ne de dış borçlara çözümler üretmenin, işçi sınıfı ve emekçilerin gündelik somut ihtiyaçlarıyla uzaktan bile ilgisi yoktur. Ancak bu şekilde ortaya çıkan programlar, adeta “atı arabanın arkasına bağlamak” anlamına gelmektedir.

Öte yandan, bu iki program da, “kalkınmacı” ve “kapitalist plâncı” karaktere sahiptir. Söylem üzerine gittiğimizde ortaya çıkan “biz” ifadesi, esasen işçi ve emekçileri değil, tam da sermayenin dillendirdiği “aynı gemideyiz” jargonunu hatırlatır biçimde bir yönsüzlüğe dayanmaktadır.

Kaldı ki, bu hazırlanan programlar, bu özellikleri dışında, sınıfsal karaktere sahip bile olsalardı, yine de “doğru” olmazlardı. Çünkü, en geniş işçi ve emekçi tabanında tartışılmayan ve geniş kesimlerin somut ihtiyaçlarına karşılık gelmeyen hiçbir program gerçekçi olamaz, mücadeleye yön çizemez. Olsa olsa bu tip “iyi” bir program, bazı sendika yöneticilerinin ve bazı emekten yana gözüken siyasal grupların vicdan rahatlatma aracına dönüşebilir.

Bugün açısından işçi ve emekçilerin ihtiyacı, günlük olarak karşı karşıya kalınan işsizlik, yoksulluk, daha ağır çalışma koşulları ve sefalet yaşamına karşı en ileri talepler etrafında örgütlenmektir. “Program” veya “programlar” bu somut hareketin itici gücü olamayacağı gibi, böylesi bir program, sınıf partisinin önderliğinde ve onun doğal parçası olan işçi ve emekçilerin daha ileri bir koşulda ve o günün ihtiyaç ve olanakları üzerinden hazırlanabilir.

Bu iki programın temel felsefesini anlamak için biraz daha yakından bakmak gerekir. Bunlar dışında, Birleşik Metal-İş’in oluşturduğu “Talep ve Mücadele Programı”nı ve yeniden bir emek cephesi girişimini de ayrıca incelemek gerekiyor.

 

EMEK PLATFORMU PROGRAMI

Programın geneli, emekçilerin acil taleplerinden çok, sermaye için krizden çıkış yolları önerisinin ötesine geçmiyor.

2001 yılında, yine kriz koşullarında hazırlanan programın ilk alt başlığı, Mali Sisteme ve Sermaye Hareketlerine Yönelik Kısa Vadede Uygulanması Gereken Politikalar” ismini taşıyor. Bu başlıkta yer alan taleplerden bazıları şöyle:

Yaşanılan krizin ana nedenlerinden biri olan kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışları, vergi ve para politikası araçlarıyla kontrol altına alınmalı ve bu doğrultuda 32 sayılı kararname yeniden düzenlenmelidir.

– Türkiye’nin kısa vadeli dış borçları uzun vadeye yayılmalıdır.

– Merkez Bankası’nın döviz kuru ve faiz hadlerini birbirinden bağımsız iktisat politikası araçları olarak kullanma olanağı yeniden oluşturulmalıdır.

– Yurtiçi borç stokunun mali sisteme ve giderek tüm reel ekonomiye olan yükünü azaltmak için Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi arasında borcun vadesini uzun döneme yayan ve bu borcun reel faiz yükünü düşüren bir düzenleme yapılmalıdır.

Bu taleplerin ortak özelliği, kriz döneminde emekçilerin ortak çıkarlarına yönelik hiçbir içeriğe sahip olmamalarıdır. Bu taleplerle, “kriz” sermayenin krizi olmaktan çıkartılıp “ulusal” bir soruna soyutlanmış ve ekonomik sistemin sınıfsal kökeni görmezden gelinmiştir. Keynesyen para ve vergi politikalarını, ortaklaştırılan krize ilaç olarak sunan program, emekçilerin günlük acil çıkarlarına karşılık gelecek politikalar yerine adeta “sermaye için müdahale” araçları önermektedir. Buraya alıntıladığımız ikinci maddede, borcun uzun vadeye yayılması önerilmektedir. Oysa işçi sınıfı ve emekçiler için önemli olan, yıllar içerisinde halkın geleceğini ipotek altına alan bu borçların nasıl yapılandırılacağı değil, neden ödenmemesi gerektiğinin anlaşılması ve anlatılmasıdır. Öte yandan, Merkez Bankası bağımsızlığı önerisiyle, esasen ekonomik işleyiş ile politik sistemin sanki ayrı var oluşlar olduğu gibi bir görüntü sunulmaktadır. Bu söylemin, “ekonomiye politika karıştırmayın” diyerek devlet ihale sistemi ve diğer araçlarla sermaye birikimine yön verenlerin söyleminden hiçbir farkı yoktur. Bağımsızlaştırılmış Merkez Bankası demek, toplumsal denetim ve toplumsal çıkarlardan kopartılmış ve sermayenin günlük taleplerine uygun adımları hesapsızca atan Merkez Bankası demektir. Günümüzde neo-liberal saldırganlığın en önemli araçlarından biri bağımsız(!) yani denetimsiz ve kuralsız ekonomik kurumlardır.

Emek Platformu Programının ikinci alt başlığı “İktisadi İstikrar ve Sosyal Adaleti Sağlamak İçin Uygulanması Gereken Politikalar adını taşıyor. Bu alt başlık altında sıralanan taleplere geçmeden önce, başlıkta yer alan “İktisadi İstikrar” kavramına daha yakından bakalım. İktisadi veya ekonomik istikrar politikaları, amaç olarak belli makroekonomik değişkenlerde ortaya çıkan sapmaların giderilmesine yönelik uygulanacak politikalardır. Bu makroekonomik değişkenlerin en önemlileri; fiyatlar genel düzeyi, büyüme ve ödemeler bilançosudur. İstikrar politikaları, kendi içinde, ortodoks, heteredoks ve tedrici olarak üçe ayrılır. Bu üç yöntem, kullandığı araçlar açısından farklılık gösterse de, amaç olarak bahsettiğim makroekonomik değişkenlerde ortaya çıkan sapmaları (enflasyon, düşük büyüme hızı ve ödemeler bilançosu açığı gibi) ortadan kaldırmayı hedeflerler. Bu hedefleri gerçekleştirmek için uygulanan politika araçlarının ilk yansımaları; reel ücretlerin düşürülmesi, istihdam olanaklarının azalması, devalüasyon, kamu harcamalarının kısıtlanması ve vergi oranlarının artırılmasıdır. Bunların tamamı, işçi ve emekçilerin daha fazla yoksullaşmasına, işsiz kalmasına ve daha ağır koşullarda çalıştırılmasına yol açar. Aslında, ülkedeki emekçiler, “İstikrar Programı”nın ne anlama geldiğini iyi bilirler. Ne zaman kapitalist ekonomik sistem tıkınmaya başlasa, hükümetler yeni bir İstikrar Programı açıklarlar. Açıklanan programlar, adeta tıkanıklığın faturasını emekçilerin sırtına yıkmak için uygulanacak politikaların ilanıdır. Bu gözle bakıldığında, emekçiler adına hazırlanan bir programda “iktisadi istikrar” sağlanmasının dert edinilmesi anlamsızdır. Ya da anlamı, emekçilerin karşıya alınmasıdır. Başlıkta yer alan “Sosyal Adalet” kavramı ise, işçi sınıfı ve emekçiler için “sadaka ekonomisi” anlamına gelir. Refah devleti ve sosyal adalet kavramları Keynesci yaklaşımın dilidir. Kapitalist artığın yaratıcısı olan emekçiler, hakları olan daha fazla gelir ve onurlu çalışma koşullarını, “sosyal”(!) bir yardıma dönüşmeden, doğrudan talep edebilmelidir.

Alt başlık altındaki taleplere baktığımızda, bir kısmı programın hazırlandığı 2001 yılına özgü çeşitli sosyal ve özlük haklarına yöneliktir. Bunların büyük kısmı güncelliğini yitirmiştir. Ya programın adı “2001 yılına özgü olarak emek platformu programı” olarak tekrar isimlendirilmeli ya da programda yer alan bu talepler değiştirilmelidir. Başlıkta yer alan 13 talep, esas olarak kamu disiplinine odaklanmıştır. Bunun dışında, doğru talepler bulunmakla beraber, –özellikle mi bilmiyorum– edilgen bir üslup tercih edilmiştir. Örneğin “Öncelikle 21 Şubat 2001 tarihli krizin ülke ekonomisi ve çalışanlar üzerindeki tahribatı ve etkileri tespit edilmeli, sorumlularından hesap sorulmalıdır” ifadesi, zihnimde birkaç soruyu ardı ardına sıralamaktadır: “Kim tespit etsin?”, “nasıl hesap sorulsun?”, “neden çalışanlar deniyor da, işçiler, emekçiler, işsizler, yoksullar denmiyor?”, “adı emek programı olan bir program emek kelimesinden mi çekiniyor?” Bu sorular uzar gider, ama uzatmayalım. Bu ifade yerine şöyle desek, “biz işçiler, emekçiler ve yoksul halk yığınları olarak, kapitalist kâr hırsıyla yaratılan krizin faturasını ödemeyi reddediyoruz”, nasıl olur?

Aynı alt başlıkta başka bir ifadeye bakalım: “Kamu kaynaklarının adaletsiz, dengesiz, kamu yararı gözetilmeden kullanılmasına neden olan ve bir toplumsal hastalığa dönüşen yolsuzluk olaylarına karşı yönetsel, yargısal ve toplumsal denetim aracılığıyla mücadele edilmelidir”. Yolsuzluk her şeyden önce yönetsel bir olgudur. Bu olguyu toplumsal bir hastalık olarak görüp, üzerinden de “hep beraber” mücadele çağrısı yapmak, kapitalist ekonominin zaten “yolsuzluk ekonomisi” olduğu gerçeğini görmemek ya da görüntüyü bulanıklaştırmaktan başka bir anlam ifade etmez. Farklı tanımları olsa da, en genel ifadeyle yolsuzluk, yönetenlerin kamu kaynaklarını kamu yararı dışında kullanması olarak kabul edilir. Öyleyse bu talebin, yolsuzluğun nedeni ve çözümü üzerinde daha dolaysız ve cüretkâr bir anlatımla değiştirilmesi gerekir.

Emek Platformu Programının üçüncü alt başlığı, “Kalkınma Politikaları” adını taşıyor. “Kalkınma” kavramının kapitalist ekonomik sistem içerisinde ne anlama geldiğine 6 Eylül tarihli yazımda değinmiştim. Kısaca tekrarlamak gerekirse; kapitalist ekonomik sistemde kalkınma, “kapitalist gelişme” ile aynı anlamdadır. Kapitalist ekonomik sistemde emek-değer teorisi geçerli olduğuna göre, kalkınma yönünde atılacak her adım, ancak işçi ve emekçileri daha fazla sömürerek mümkün olabilir. Dolayısıyla, böylesi bir ekonomik sistem içerisinde “kalkınma” kavramına uhrevi anlamlar yükleyip, sanki toplumsal yarar ortaya çıkıyormuş gibi göstermek, şaşırtmaca olur. Dahası, kendinizi, “iyi sermaye”-“kötü sermaye” ayırımı yaparken bulabilirsiniz.

Bu alt başlıkta yer alan taleplerde; teknolojik determinizm, kalkınmacılık ve kapitalist plâncılığa övgü dolu satırlar buluyoruz. Bazı taleplere bakalım:

Devletin ekonomik ve sosyal fonksiyonlarını yeniden kazanması ve geliştirmesi, Türkiye’nin geleceğini planlama yetilerini yeniden kazanmasıyla mümkündür. Devletin ekonomiye müdahale araçları güçlenmeli, ulusal egemenliğin araçları ulusötesi sermayenin denetimine sokulmamalı, yatırımcı ve üretimci sosyal devlet güçlendirilmelidir. Özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için bağlayıcı plânlama, bölgesel ve sektörel bağlantıları etkin bir şekilde oluşturularak başlatılmalıdır.

Bu satırlar, 1960’lardan itibaren “sol” eğilimli birçok aydının içine düştüğü kapitalist plânlama hastalığının tezahürüdür. Özellikle özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için bağlayıcı plânlama” ifadesi, adeta beşer yıllık kalkınma plânlarından birinin içinden kesilip bu metine yapıştırılmış gibidir. İşçi ve emekçiler açısından önemli olan, sermayenin kamu veya özel kesim elinde birikmesi ya da yabancı veya onun işbirlikçisi olmasından çok; genel olarak sermayenin emek üzerindeki amansız tahakkümüdür. Bu durumun değişmesini talep etmek yerine, sömürenin A yerine B olmasını tartışmak ve talep etmek anlamsızdır. Ya da anlamlıdır, ama anlamı, işçi ve emekçilere, sömürenin A ya da B olmasını dayatmaktır.

Ülkemizin bilim ve teknoloji politikaları temelinde, ulusal stratejik kalkınma programlarını uygulayabilmesi için eğitim sisteminde, tüm çalışanların çalıştıkları alanda her türlü üretim bilgisine sahip, araştırıcı özellikleri gelişmiş, nitelikli insan gücünü yaratmayı hedefleyen, yapısal bir reform gerçekleştirilmelidir.

Erken kapitalist dönemde ortaya çıkan teknolojik yeniliklerin ücretli emek-sermaye ilişkisine ilk yansıması; görece niteliksiz ve ucuz emek-gücü sömürüsünün artırılması olmuştur. Öte yandan üretim süreci içinde, teknolojik yenilikler, nispi artık değer yaratımının aracı olmaktan başka bir işleve sahip değildir. Yeni teknolojiler daha nitelikli emek gücü kullanmayı zorunlu kılmadığı gibi, sermaye için üretimi daha niteliksiz emek gücüyle sürdürme olanağı sunar. Üretim için geliştirilen makinelerin hareketlerinde somutlaşan toplumsal emektir ve sermaye, bu toplumsal emeğin yarattığı bilgiyi, –karşılığını ödemeksizin– makinesinde kullanmaktadır. Hal böyle olunca, yeni üretim teknolojilerini, toplumsal refahı artıran bir güç olarak görüp, bunun üzerinden emek kesimine “nitelikli insan gücü” olmasını tavsiye etmek, olsa olsa, sermayenin öz örgütlerinin işidir. Onlar bunu gayet iyi yapmaktadırlar, hatta zaman zaman bazı işçi sendikaları da düzenledikleri eğitimlerle (toplam kalite vs.) onlara destek olmaktadır. Ayrıca emek programında “emek gücü” yerine “insan gücü” ifadesinin kullanılması da, genel olarak bu programın nasıl bir yabancılaşma içerisinde olduğunun göstergesidir.

“-  Türkiye stratejik öngörüyle insan kaynakları planlamasını da göz önüne alarak ulusal politikalarını belirlemelidir. Bilim ve teknolojide yetkinleşme ve bunu ülkemiz ölçeğinde toplumsal ve ekonomik faydaya dönüştürme isteğiyle; sistemik bütünlülük, siyasi kararlılık, süreklilik içerisinde ulusal bir strateji saptamalıdır.

Bu ifade, günümüzde “ulusal yenilik (inovasyon) sistemi” olarak bilinen teknolojik indirgemeci ve kapitalist kalkınmacı yaklaşımın yansımasıdır. Bu yönde izlenen politikaların en bilinenleri; üniversite-sanayi işbirliği adıyla bilim alanının sermayeye açılması, öte yandan tekno-kent, tekno-park projeleri ve fikri-sınai mülkiyet uygulamaları ile toplumsallaştırılması gereken teknolojilerin belli sermaye gruplarınca ele geçirilmesinin sağlanmasıdır. Emek adına hazırlanan bir programda bu taleplerin olması doğru değildir.

Aynı başlık altında yer alan diğer bazı taleplere de bakalım.

İthal edilen malları ülkemizde üretmeye, ihracatı arttırmaya yönelik yatırım projeleri teşvik edilmelidir.

Bu talep, doğrudan işçi ve emekçilerin günlük çıkarlarıyla bağlantılı olmasa da, ülke ekonomisinin yatırım ve ticaret politikalarıyla ilgilidir. Önerilen, ithal ikâmeci yatırım politikalarıyla, ihracata dönük sanayileşmenin karışımıdır. İlk olarak 1930’larda, ama daha sonra ağırlıklı olarak 1962-1980 arasında uygulanan ithal ikâmeci sanayileşme politikaları, ülkenin ara ve yatırım mallarındaki dış bağımlılığını artırmıştır. Alt yapıdan yoksun şekilde ithal edilene rakip imalât alanları oluşturulduğu için, bu imalât alanları “montaj” hattını geçememiştir. Nihai mal (ikinci kesim meta) bağımlılığı, ara malı (birinci kesim meta) bağımlılığına dönüşmüştür ki, bu durum, ilkinden daha sakıncalıdır. Günümüzde “ihracat şampiyonu” ilan edilen sanayinin ithalat bağımlılığını beraberinde hızla artırmasının önemli bir sebebi bu politikalardır. İşçi ve emekçiler açısından ise, ihracata yönelik alanlardaki istihdam, genellikle –rekabet bahanesiyle– düşük ücretlerle ve güvencesiz olarak gerçekleşmektedir. Her ne kadar 24 Ocak 1980 Kararları ile ihracata yönelik sanayileşme politikalarına geçilmişse de, günümüzde, –tam da Emek Platformu Programı’nda önerildiği gibi– her iki politika bir arada yürütülmektedir. Bu yanıyla bakıldığında, burada bahsi geçen talep, mevcut durumun onaylanmasından başka bir anlam taşımaz.

Aynı başlıkta yer alan bir başka talep de şöyle:

Rekabet Kurulu imalat ve hizmet sektörlerindeki işletmelerin minimum etkin ölçekle çalışmalarını sağlayacak, firma birleşme, yatırım koordinasyonu, yeni firmaların sektöre girişini sağlayacak teşvik veya zorlaştırma gibi uygulamalar yapmalıdır.

Bu talebin de, işçi ve emekçilerin günlük, acil ihtiyaçlarıyla yakından veya uzaktan ilgisi yoktur. Kapitalist rekabet ve kâr alanları olan piyasaların sermaye grupları arasındaki dengeler bağlamında düzenlenmesi talebi, sermayenin öz örgütlerinin talebi olabilir. Onlar, bu taleplerini, en yüksek sesle her yere zaten duyurmaktadırlar. Ayrıca emek cephesinden bir desteğe ihtiyaçları olduğuna inanmıyorum.

Bir başka talepte, “Bölgesel kalkınma politikaları yeniden canlandırılmalı, bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesi sağlanmalıdır” ifadesi bulunmaktadır. Bu ifade ile, TÜSİAD’ın geçtiğimiz haftalarda açıkladığı “Türkiye’de Bölgesel Farklar ve Politikalar” isimli rapordaki ifadeler aynı öze sahiptir. Bölgelerarası dengesizliğin giderilmesi için(!) örgütlenen “Bölgesel Kalkınma Ajansları”nın nasıl o bölgelerin emek gücü ve doğal kaynaklarını sömürme araçlarına dönüştüğünü sanırım herkes görmüştür. Ayrıca daha önceki tarihlerde uygulandığı iddia edilen “bölgesel kalkınma politikaları” nelerdir? Bunların Emek Platformu Programı’nı hazırlayan sosyal bilimcilerce cevaplanması gerekir. Yoksa bu da, “kapitalist plâncılık” yıllarına bir özlemin ifadesi midir? “Kalkınma Politikaları” başlığındaki talepleri alt alta sıralayınca, “kapitalist kriz koşullarında ortaya çıkacak faturayı ödememek için neler yapmalı, neleri talep etmeli?” sorusundan ziyade, “sermayenin krizini aşması için emekçilere hangi görevler düşüyor?” sorusuna karşılık gelmektedir.

1999 yılında 17 emek örgütü (ağırlıklı olarak konfederasyonlar) tarafından oluşturulan Emek Platformu, hem Türkiye hem de dünya emekçileri için önemli bir örnektir. Ancak, emek cephesinde birlik fikrinin doğru olması, bu birliğin şeklinin ve programının da a priori (ön kabullü olarak) doğru olacağı ya da günümüz açısından doğruluğunu koruyacağı anlamına gelmez. Nitekim, Platform’un 2001 krizi sonrası bir grup sosyal bilimciye hazırlattığı programı, bugün açısından işçi ve emekçilerin “emek programı” olmaktan çok uzaktır.

 

SOSYAL DAYANIŞMA VE DEMOKRATİKLEŞME PROGRAMI TASLAĞI

KESK-DİSK-TMMOB-TTB ve Çiftçi-Sen tarafından, tabanda tartışılmadan, adeta “iş bitiricilikle” açıklanan ve ardından ortaya çıkan eleştiriler karşısında, “taslaktı daha tartışıyoruz” denilen program, İktisatçı Mustafa Sönmez’e hazırlatıldı. Aslında 2008 bahar aylarında, Mustafa Sönmez, bu programın öncelini kendi adıyla duyurmuştu. “Krize Karşı Sosyal Dayanışma Programı” adını verdiği program önerisi, yukarıda eleştirdiğimiz Emek Platformu programının iyi olmayan bir benzerinden ibaretti.

Öncelikle o programdaki belli başlı talepleri inceleyelim.

Sönmez, öncelikle makroekonomik tahlil yapmaktadır. Bu tahlil içerisinde, 2001 sonrası büyümeyi “hormonal” olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, büyümenin, gerçek(!) büyüme olmadığını anlatmaktadır. Tahlilin devamında ise, “2001 krizi sonrası girilen büyümenin omurgası, ucuz tutulan dolar kuru ile artan ölçüde Asya’dan ithal girdi sağlayıp, bunu ucuzlatılmış işgücü ile Türkiye’de son ürün haline getirip, AB’ye ihraç etme ekseni üstüne kurulmuştu. ‘Asyalaşma’ da denilen bu yoksullaştırıcı süreç, kâr marjı düşük ve tek kozu düşük reel ücret olduğu için Türkiye kapitalizmine sermaye birikimi sağlayamamaktadır.(Cumhuriyet Gazetesi, 19 Ağustos 2008) demektedir.

Şimdi şöyle bir soru soralım: Türkiye’de büyüme olmadıysa, nasıl büyüme rekorları kırıldığı söylendi? Diyelim ki, kullandıkları veriler yanlıştı. Ama bu yanlış verilerle, örneğin yüzde 6’lık büyümeyi yüzde 7 gösterirsiniz, yüzde 1’i yüzde 7 gösteremezsiniz. Bunu da geçelim, özellikle sanayideki ilk 500 firmanın üretim artışlarına baktığımız zaman, “KOÇlar gibi” büyüdüklerini görüyoruz. Elbette bu büyüme, ağırlıklı olarak, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın (GEGP) temel hedefi olan, “verimlilik artışına dayalı büyüme” stratejisiyle uyumlu olmuştur. Yani, sermaye kesimi reel anlamda büyümüştür, ancak bunu, daha fazla işçi çalıştırarak değil, mevcut çalışanları daha fazla sömürerek, nispi artık değer yaratarak sağlamıştır. Bu durum da, –özellikle gençler arasında– işsizliğin kronikleşmesine yol açmıştır. Ancak bu durumlar, bizi, büyümenin aslında olmadığı sonucuna götürmez.

Yukarıda alıntıladığımız ifade içerisinde, Sönmez, mevcut “Asyalaşma” tipi üretim sürecinin Türkiye kapitalizmine sermaye birikimi sağlayamadığından bahsetmektedir. O zaman şu soruyu soralım: Önerdiğiniz program (krize karşı sosyal dayanışma), emekçilerin küresel kapitalist kriz karşısında ne tür talepler etrafında birleşmeleri ile mi ilgili, yoksa kapitalistlerin nasıl daha fazla sermaye birikimi sağlayabilecekleri ile mi?

Tahlilin devamında, –değindiğimiz Emek Platformu Programı’nda olduğu gibi– “ulusal kalkınmacılık” bakış açısıyla kapitalist krizemakro çözümler” sunulmaktadır.

Emekçilerin neler talep etmesi gerektiği konusunda, Sönmez’in programındaki bazı öneriler ile devam edelim.

Öncelikle “Kriz şartlarında istihdam azaltmayı caydırıcı önlemler geliştirilmeli, keyfi tensikatlar sendikalarla işbirliği içinde önlenmelidir” ifadesine bakalım. Tensikat (işten çıkarma), sermayenin kapitalist kriz dönemlerini de bahane ederek başvurduğu bir yoldur. Dolayısıyla hemen hemen her zaman zaten keyfidir. Kesinlikle karşı çıkış gerektirir. Ancak bu ifade, mevcut haliyle cılız ve anlaşılmazdır. Örneğin, caydırıcı önlemleri kimler geliştirmeli? Sendikalarla işbirliği içinde olması gereken kimdir? Bu sorular yanıtlandığında belki bu talep daha anlamlı hale gelebilir.

Bir başka talep ise şöyle: “Turizm başta olmak üzere istihdama olumlu katkıları olacak sektörler desteklenmelidir.” Sönmez, turizme özel bir önem atfetmektedir. Bunu sadece bir cümle üzerinden söylemiyor, bu konuda yazdıklarını da göz önüne alıyoruz. Turizm sektörü; kayıt dışı istihdamın, ağır ve mevsimlik çalışma koşullarının ve en düşük ücret seviyelerinin geçerli olduğu bir sektördür. Bu haliyle bakıldığında, öncelik talep edilmesi gerekecek en son(!) sıradaki sektörlerden biridir. Öte yandan, yeni Orman Yasası ve benzeri düzenlemeler de göz önüne alındığında, ülke kaynakları ve doğal çevre açısından da tahribat alanıdır. Bu talep de, emekçilerden çok sermaye kesiminin dillendirebileceği özelliktedir.

Sönmez, bir başka başlıkta, az gelişmiş bölgeler için “Doğrudan Gelir Desteği” önermektedir. Bu desteğin kadınlara yapılması gerektiğini, çünkü erkeklerin parayı kendileri için harcayabileceklerini söylemektedir. AKP’nin bugün uyguladığı “sadaka ekonomisi” de, bunu öngörmektedir. İnsanlara onurlu bir yaşam sürmeleri için istihdam garantisi vermek yerine devlet veya belli dernekler aracılığıyla parasal veya ayni yardımda bulunmak, yoksulluğun giderilmesine değil, ancak, yoksulluğun yönetilmesine(!) katkı sağlar. Bu durumda, işsizliğin olduğu gibi, yoksulluğun da piyasalaştırılmasını getirir.

Bu programın “geliştirilmiş”(!) hali olan “Sosyal Dayanışma ve Demokratikleşme Programı”nda farklılaşan birkaç talebi inceleyerek devam edelim.

İlk dikkat çeken talep şöyle: “Emek ve Meslek Örgütlerinin katılımıyla yeniden ‘Beş Yıllık’ ve ‘Yıllık Plânlar’ yapılmalıdır.” Programın sahibi konfederasyon ve meslek odalarının yöneticileri, kapitalist plânlama konusunda ne kadar samimi olduklarını göstermektedirler! Tüm ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılara karşı, sermayeyle kol kola ülkenin üretim stratejilerine destek olacaklarını ilan etmektedirler. Aslında bu yeni bir durum da değildir.

Günümüzde neredeyse tüm kamu hizmeti alanlarının parçalara ayrılıp yerli ve yabancı sermaye gruplarına ihale edildiği koşulların yasal zeminini oluşturan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) için, Türkiye hükümeti, imzacı olmadan evvel, birçok meslek örgütünden fikir almıştı. Bunlardan birisi de, TMMOB’dir. TMMOB’nin görüşleri, –çok beğenilmiş olacak ki– “9. Beş Yıllık Kalkınma Planı” kitabında basılmıştır. TMMOB yönetimi, bu basılı görüşte, GATS’ın ülkemiz için ne kadar faydalı olabileceği konusunda dem vurmuştur. Daha sonraki süreçte ortaya çıkan “yetkin mühendislik” tartışmaları temelsiz değildir.

Bir başka talep ise şöyle: “İç ve dış borçlar yeniden yapılandırılmalıdır.” Yukarıda, Emek Platformu Programı için yaptığımız eleştirilerin tamamı bu talep için de geçerlidir. Geleceği ipotek altına alacak, daha fazla faizle devlet ve özel kesim sermaye borçlarının ötelenmesi talebinin, işçi, emekçi ve yoksul halk kesimlerinin acil ihtiyaçlarıyla uzaktan bile ilgisi yoktur.

Bir başka talep ise; İhracatın bileşimi değiştirilerek, yüksek katma değerli ve ileri teknoloji ürünlerin ihracatını olanaklı kılacak plânlama, organizasyon ve finansman sağlanmalıdır” biçiminde. Programı hazırlayanlar ve sahiplenenlerin, işçi ve emekçilerin somut taleplerini göremeyecek kadar kendi kitlelerinden bile kopuk oldukları gerçektir. Ancak bir başka gerçek daha vahimdir; sermayenin taleplerini çok iyi takip etmiş ve görev addedercesine bu talebi olduğu gibi kendi listelerine eklemişlerdir. Emek Platformu programında da yer alan “teknolojik indirgemeci” bu yaklaşım, işçi ve emekçiler üzerinde uygulanan nispi artı-değer sömürüsünü meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Sönmez’in dem vurduğu “Asyalaşma”nın esasen bu taleple birlikte nasıl savunulduğunu, acı ve tarihi bir not olarak görmekteyiz. “Yüksek katma değer” üretimi, ancak ve ancak, yüksek artı-değer sömürüsüyle olanaklıdır. Bunu sağlayacak “plânlama” ve “organizasyon” ise, esnek çalışma sistemlerinin, kalite kontrol çemberlerinin, yalın üretim sistemlerinin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Program hazırlayıcılar ve sahiplenenlerin dünyası, –en sade deyişle– emeğin dünyasıyla hiç benzeşmemektedir, farklıdır.

Başka bir talep şöyle: Emeğin dolaşımını engelleyen her türden anlaşma ve organizasyondan çıkılmalıdır.” Bu talebi, yukarıdakiler gibi, iyi niyetle, “bilmemeye” veya “görmemeye” bağlamak mümkün değil. Bu yaklaşım, neo-liberal politikaların yükseldiği ve sermayenin –daha fazla sömürü için– serbestçe dolaşımının sağlandığı “kapitalist küreselleşme” döneminde, tam da sermayenin “artık tek dünya düzeni var kabul edin” söylemi üzerinden, görev bilirmişçesine, yılgınlığın ve kaçkınlığın teorisini üreten liberal ve “özgürlükçü sol”un programdaki etkisini göstermektedir. Emeğin serbest dolaşımını savunmak demek, Polonya’dan İsveç’e giden işçinin sekizde bir ücretle çalışmasını ve böylece İsveç’li ve Polonya’lı işçilerin sınıf-içi çatışmanın parçası olmasını savunmak demektir. Emeğin serbest dolaşımını savunmak demek, Hindistan’da bilgisayarının başında çizdiği projeyi Türkiye’de 100 dolara satan Hintlinin, Türkiye’deki meslektaşını işsizliğe itmesi demektir. Emeğin serbest dolaşımını savunmak, mevcut sömürü düzenini kabullenip, tüm alternatifleri baştan kaybetmek demektir. Böylesi bir talebi işçi ve emekçilerin karşısına çıkarmak ise, başlı başına “sınıftan kaçış”ın bayrakçılığına soyunmaktır.

Bunların dışındaki taleplerin bir kısmı yukarıda değindiğimiz konularla birebir örtüşmektedir. Bu sebeple ayrıntılandırmayacağız. Öte yandan, bu program içerisinde “demokratikleşme ve insan hakları” başlığı altında yer alan talepler, gerçekçi ve gerekli olmakla birlikte, bunlara, adeta “paket program” hazırlama kaygısıyla yer verildiği belli olmaktadır. İşçi, emekçi ve yoksul hak kesimlerini sermayenin krizinin faturasını ödemekten kurtaracak, kendi örgütlülüğü ve mücadele azmidir.

 

TALEP VE MÜCADELE PROGRAMI

Hazırlanan programlar içerisinde hem yöntem olarak hem de örgütlenme ve mücadele çağrısı açısından en gerçekçi olanı, Birleşik Metal İşçileri Sendikası tarafından, çeşitli sendika temsilcileri ve emekten yana akademisyenler tarafından tartışılarak ortaya çıkartılan, “Talep ve Mücadele Programı”dır. Her ne kadar başlığında “program” ifadesi yer alsa da, aslında hazırlanan metin, sermayenin krizi karşısında birleşik mücadele çağrısı ve mücadelenin eksenine oturan ve yükseltilmesi gereken başlıca taleplerden oluşmaktadır. Bu noktada, mevcut metnin, en geniş kesimlerde tartışılması ve hem yerel/ulusal eylemelerde hem de en küçük birimlerde tartışılarak sahiplenilmesi önemlidir. Bunun yanında, elbette bu metnin de işçi ve emekçilerin somut taleplerine tam olarak karşılık gelmesi için –diğerlerinde olduğu gibi– eleştirilmesi elzemdir.

Metnin geneli şu şekildedir:

 

Kriz sermayenin Krizi, Faturayı Biz Ödemeyeceğiz…

Biz işçiler, emekçiler, kadınlar, işsizler, üretici ve topraksız köylüler ve yoksul halk kesimleri olarak diyoruz ki: Kriz sermayenin krizidir, faturayı biz ödemeyeceğiz.

Emperyalist ülkelerde finans alanında patlak veren, kapitalizmin büyük krizlerinden biriyle karşı karşıyayız. Finans alanına yatırılan değerler, üretim sürecinde artı-değer sömürüsünden elde edilen değerlerdir. İşçi ve emekçilerin yarattığı artı-değeri yeniden üretime yatırmak giderek güçleşmiş ve sermaye finansal alana yönelmiştir. 1970’lerde başlayan bu eğilim son dönemde hızlanmış ve finans balonu giderek şişmiştir. Şişen balonun patlaması kaçınılmazdı ve sermaye kendi doymak bilmez hareketinin sonucunda krizle karşı karşıya kaldı.

Kriz, finans alanının krizi olarak görünmekle birlikte, asıl olarak kapitalist üretimin krizidir. Ve krizin üretim alanındaki sonuçları şimdiden ortaya çıkmaya başladı. Sermaye yasal dayanak ve fiili uygulamalarla, her krizde işten çıkarmalarla, reel ücretleri düşürerek, dolaylı vergileri arttırarak, sosyal hakları gerileterek, batan bankaların zararlarını toplumun sırtına yükleyerek faturayı işçi sınıfı ve yoksul halka çıkarmaya çalışıyor. Bunun can alıcı sonuçlarını en son 2001 krizinde yaşadık. Sermaye, bugün de, işten çıkarmaları, sıfır zammı, ücretsiz izinleri, kazanılmış ekonomik ve sosyal hakların gaspını gündeme getirmeye başlamıştır.

Uyarıyoruz…

Krizin faturasının, işçi ve emekçilere kesilmesine izin vermeyeceğiz.

Çağrımızdır…

Tüm sendikaları, demokratik kitle örgütlerini ve emekten yana güçleri kapitalizmin krizinin sonuçlarına karşı birlik olmaya ve mücadele etmeye çağırıyoruz.

İstiyoruz:

Krizde gasp edilmek istenen çalışma hakkımızı savunacağız:

      İşten çıkarmalar, mevcut haklar korunarak, iş yoğunluğu arttırılmadan, yasaklanmalıdır. Bu süreçte işten çıkarılanlar işlerine iade edilmelidir.

      Çalışma süreleri, ücret kaybı olmadan ve çalışma koşulları ağırlaştırılmadan 40 saate düşürülmelidir.

      Devlet, çalışmak isteyen herkese insan onuruna yakışır bir iş garantisi vermelidir.

            Çalışamayacak durumda olanların temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelir sağlanmalıdır.

      Taşeron sistemi, güvencesiz çalışma, geçici çalışma sözleşmeleri ve uygulamaları yasaklanmalıdır.

      İş kazaları ve meslek hastalıklarına neden olan ortamlara izin verilmemelidir.

      İşsizlik fonunun sermaye ve devlete aktarılmasına son verilmeli; fondan yararlanma koşulları işçilerin lehine değiştirilerek, işçilerin ihtiyaçlarına aktarılmalıdır.

İnsanca yaşamak istiyoruz.

      Doğal gaz, elektrik, su, gıda, kira, ulaşım, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılayan mal ve hizmetlere yapılan zamlar geri çekilmelidir.

      İşçilerin ve emekçilerin kredi kartı borçlarına uygulanan faizler iptal edilmelidir.

      Temel ihtiyaç mallarına konulan dolaylı vergiler tamamen kaldırılmalı; varlıklı kesimler ve büyük şirketlerden alınan vergiler arttırılmalıdır.

      Asgari ücret vergiden muaf tutulmalıdır.

      Kriz dönemlerinde küçük esnaftan vergi alınmamalı, stopaj uygulamasına son verilmelidir.

      Mali disiplin uygulamaları kaldırılmalı, bütçeden sermayeye değil emekçilere kaynak aktarılmalıdır.

      Kriz sürecinin olumsuzluklarını daha fazla yaşayacak olan kadınların özgül talepleri göz önünde bulundurulmalıdır.

            Örgütlenme önündeki her türlü engel kaldırılmalıdır.

Çağrımızdır…

Bugün, açık ki, işçi ve memur sendikaları, meslek birlikleri, emekten yana güçler, bütün örgütsüz kesimler, hepimiz bir araya gelmek, güçlerimizi birleştirmek zorundayız.

2001 krizi sonrasındaki kayıplarımızı unutmadık.

Yeniden yaşamamak için …

İşçi sınıfının örgütlü ve örgütsüz tüm kesimlerini kapsayan, Enternasyonalist dayanışmayı güçlendiren bir mücadeleyi başlatmak üzere ilgili tüm kişi ve kurumları bir arada olmaya çağırıyoruz.

BİRLEŞİK METAL-İŞ SENDİKASI

Genel Yönetim Kurulu

 

 

Bu çağrı metninde, hem somut taleplere yer verilmiş olması ve hem de mücadele çağrısının yükseltilmesi önemlidir. Ancak, bu metnin de, diğerleri gibi sınıftan kopmamasının tek koşulu, eleştirilerek sahiplenilecek yönlerinin sahiplenilmesi ve hem yerel hem de ulusal platformlarda tartışılabilmesidir.

 

SONUÇ

Finansal alanda ortaya çıkan bunalımın gerçek sebebi, kapitalist aşırı birikim sisteminin tıkanmasıdır. Bu süreçte kapitalistler arası yeniden paylaşım çatışması, kapitalistin kapitalisti mülksüzleştirmesine yol açıp sermayenin merkezileşmesi sorununu daha görünür kılacakken, öte yandan da, artı-değer üretiminin sürdürülebilmesi ve dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin devamı için işçiler ve diğer emekçi kesimlerin baskılanmasına yönelik uygulamalar artacaktır. Bu baskılama, üretken sermayenin kendi kendine gerçekleştirebileceği sömürünün ötesinde, kapitalist devletler tarafından oluşturulacak yeni yasalar ve fiili müdahalelerle mümkündür.

Müdahalelerin biçimi iki boyutlu olabilir. İlk olarak, erken kapitalistleşen ülke devletleri, geç kapitalistleşen ülke devletlerini, yeni bazı ticaret anlaşmaları ve gerektiğinde askeri müdahalelerle kendi birikim alanlarına katmaya çalışırken; ikinci olarak, ulusal düzeyde de, devletlerin, bunalım öncesine göre çok daha fazla baskıcı yöntemler ve rejimler aracılığıyla sermaye birikimine yön verici adımlar atması beklenebilir.

Bu saldırılar karşısında işçi ve emekçilerin tek kurtuluşu; “program” tartışmalarını artık geride bırakarak, günlük ve ileri mücadele olanaklarını hayata geçirmektir.

Bir yandan yerel “krize karşı dayanışma” platformlarının hızla yaygınlaşması, diğer yandan ise yerel ve ulusal ölçekli “krize karşı” eylemlerin yapılıyor olması ve daha da önemlisi, işçilerin kriz bahanesiyle işten atmalara karşı gösterdikleri direnç, krizin faturasının bu krizin sahibi olanlara ödettirilebileceğini göstermektedir.

suyun ticarileşmesine karşı durmanın hayati önemi!

suyun ticarileşmesine karşı durmanın hayati önemi!

GAYE YILMAZ*

 

Su dünyanın gündeminde. Suya göz dikilmiş, su için konseyler kurulmuş (Dünya Su Konseyi) ve uğruna dünya çapında forumlar (Dünya Su Forumu) düzenleniyor. Suyun ticari bir mal haline getirilmesi gittikçe yaygınlaşıyor.

Değişimin tarihçesine baktığımız zaman, suyun ticarileşmesinin ilk sürecinin Dünya Su Forumu ve Dünya Su Konseyi ile başlamadığını görüyoruz. Mesela 18. ve 19. yy’da Avrupa’da ulus devletlerin inşası döneminde, Londra, Paris, Berlin gibi başkentlerde, bugün ismi dünyaca çok iyi bilinen ulusötesi su şirketlerinin var olduğunu ve kentlerin su dağıtımının bu şirketlerce yapıldığını görüyoruz. Bu oldukça şaşırtıcı. Tabii ki o dönemin bugüne göre bazı farklılıkları var. O dönemde, mesela ulus devletler henüz tam oluşmamış, doğal kaynak, adeta kapanın elinde kalır mantığıyla kullanılıyor. O dönemde, şirketler de buna el koymuşlar ve suyu para ile dağıtıyorlar.

Benzer bir örnek Osmanlı’da da var. Osmanlı’da, 19.yy da, Fransız ve İngiliz şirketlerinin İstanbul’un suyunun dağıtımına talip olduklarını ve su dağıtım işinin bir süre onlara teslim edildiğini biliyoruz. Zaten imparatorluğun başkenti olan İstanbul dışında su dağıtılacak bir yer yok, çünkü şebeke sistemi sadece İstanbul’da var, başka yerlerde çok daha doğal su edinim yolları kullanılıyor. Su dağıtım işi bir süre yabancı şirketlere veriliyor. Fakat arkasından muazzam zamlar geliyor. Öyle ki, orta sınıf bile bu zamlardan şikâyet etmeye başlıyor. Dolayısıyla suyun paralı bir hale gelişi çok eskiye dayanıyor.

Şunu da biliyoruz, dünyadaki pek çok çatışma ve savaşta, (insanlığın başlangıcından bu yana, yani kapitalizmden de önce) su önemli bir savaş nedeni olagelmiş. Suyun bu önemi, insanların kullanımı için çok temel bir doğal kaynak olmasıyla da ilişkili. Ama gücü elinde bulunduranların, gücü geliştirmek için, bunu stratejik bir silah olarak görmesiyle de alakalı.

1950’lere gelindiğinde, kapitalizmin altın çağı ve emek gücü kıtlığı yaşanıyor. Bir yandan da, savaştan sonra, telef olmuş bir erkek nüfus söz konusu. Avrupa’da özellikle sanayinin yeniden yapılanması gerekiyor. Ve bu sanayinin belli temel girdilere bedava ulaşması çok önemli. Aynı zamanda, emek-gücünün, reel ücretinin satın alma gücünün de yükseltilebilmesi için, belli kamu hizmetlerine bedava ulaşması gerekiyor. Sağlık, eğitim, su, çok az katkı payı ile alınan elektrik gibi hizmetler, o dönemde, devletler tarafından sağlanıyor. Keynesyen politikalar da buna zemin hazırlıyor. Ama sonra kriz patlak veriyor. Kriz, aslında 1966’da kapitalistleşmiş ülkelerde başlıyor. Ama bu krizde ikili bir durum söz konusu: Kâr oranlarının düşüşüyle birlikte aşırı bir birikim süreci de yaşanıyor. Zaten kâr oranları düşme eğilimine girdikçe, bu, mutlaka aşırı birikimden kaynaklanır. Kapitalistlerin bu aşırı birikimi üretken sermaye olarak değerlendirecekleri yeni alanlara ihtiyaçları doğuyor. İlk anda finans geliştiriliyor, finansal ürünlerin çeşitlenmesi gündeme geliyor. Arkasından da ciddi bir arayış başlıyor. (Son dönemlerde gündeme gelen innovasyon (yenilikçilik, buluşçuluk da olduğu gibi.) Kapitalistlerin bulacakları bu alanlar arasında, bugüne kadar kamu hizmeti olarak tanımlanagelmiş eğitim, sağlık, posta hizmetleri, ulaşım vb. hizmetler var. Artık bunlar da özel sektöre devredilebilir ve hepsi birer yatırım alanı olarak birikmiş sermayeye alan açar hale gelmiş durumda. Fakat bu kadarla sınırlı değil maalesef. Enerji üretimi, alt yapısı ve su da kapitalistlere bırakılmalı ki, bu sermaye, hemen üretkene dönüşebilsin. Gerçekten de bu teorik öngörüye uygun bir pratik gelişme var.

1972 yılında, yani tam krizli yıllarda IWRA (Uluslararası Su Kaynakları Birliği) kuruluyor. Böylelikle, su konusunda ilk defa uluslararası ölçekte bir yönetişim kurulu oluşmuş oluyor. ABD’de kurulan IWRA tamamen şirketlerden kurulu ve ilk aşamasında 1900 üye şirket bulunuyor. Ve IWRA, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Birleşmiş Milletler (BM)’de danışman bir statü elde ediyor. (Toplumun gözünde BM, DTÖ, IMF ve DB gibi kurumların aksine, insani, toplumların çıkarlarını savunan bir kurum olarak bilinir. Ama gerçekte BM, sermaye birikiminin sürdürülmesinde çok önemli bir işleve sahiptir. Her zaman da öyle olmuştur.)

1996’ya gelindiğinde ise, artık, dünyada ilk defa Dünya Su Konseyi oluşuyor. Bu konsey de şirketlerden oluşuyor. Konseyde inşaat, enerji ve su şirketleri önde geliyor, içerisinde başka şirketler de var. Ama Dünya Su Konseyi, tüm dünya tarafından ciddi bir tepkiyle karşılanacağını düşündüğü için, 1 yıl sonra kendi forumunu kuruyor. (Çünkü forumlar her zaman insanlara çok sempatik gözükmüştür.) Mesela, bugün uluslararası su mücadelelerine baktığınızda, IWRA’dan söz edilmediğini görürsünüz. Bunu, ancak detay araştırmaya girdiğinizde bulabilirsiniz. Onların bahsettiği dünya su konseyi ve dünya su forumudur, bunun gerisindeki yapıların ve dinamiklerin hiç önemi yoktur. 1986-1994 Uruguay Raundu’nda çok taraflı birkaç anlaşma dizayn ediliyor. Bunlardan bir tanesi GATS’tır (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması). Elimize gelen taslaktan biliyoruz ki, ilk defa 1995 yılında, suyun ticarileşmesi –aynen bu kelimeyle–, GATS anlaşmasının da önemli maddelerinden bir tanesi. GATS’ta özelleştirmenin tek harfinin bile geçmediğini görüyoruz, açıkça ticarileşme sözcüğü kullanılıyor. Açıkça şu da söyleniyor: “Bu anlaşma hiçbir zaman ulus devletleri kamu hizmetlerinin özelleştirmeye zorlama hedefi gütmemektedir.” “Ama” diye devam ediyor, “Kamu hizmetleri piyasa ölçeğinde ticarileştirilmek, rekabete açık hale getirilmek zorundadır.”

 

KÜRESEL ISINMA VE SUYUN TİCARİLEŞMESİ

Küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle suyun ticarileşmesi arasında bir bağ bulunup bulunmadığını algılayabilmek için, ilk olarak, insanın doğayla kurduğu ilişkisini ve doğanın tahribatındaki etkilerini ele almak lazım. Bu ilişki çeşitli biçimlerde olabilirdi. İlla bizim insanlığın yaşadığı formatta olması gerekmiyordu. Bu ilişki biçiminin kendisinin de, küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle doğrudan ilişkisi var. Bunu konuşmadan, bu etkinin olup olmadığını anlamak ve anlatmak kolay değil. İnsanlık, üretimi, kendi ihtiyaçlarını gidermek için de yapabilir. Nitelikler üretilir, insanların ihtiyaçları giderilir. Ama bizim içinde yaşadığımız sistemde, niteliklerin ve ihtiyaçların karşılanmasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, değişim değerlerinin üretilmesidir. Bunun için de, üretebildiği kadar çok üretmek zorundadır. Çünkü birikim sağlamanın başka bir yolu yoktur.

Bu, sadece endüstriyel üretimde değil, bütün alanlarda böyle. Bir yandan en kalitesiz topraklara gelinmiş durumda, toprakları verimli hale getirmenin yolları aranıyor, öte yandan tarım ürünlerinin fiyatları borsalarda yükselsin diye ürünler yerlere dökülüyor, buğdaylar yakılıyor, filolarda uzun süre saklanıyor. Ama açlıktan ölen de insanlar var. Böyle bir çelişki içindeyiz. İlave toprakların tarım alanı olmak üzere açılmasının, küresel ısınma, iklim değişikliği üzerinde çok önemli bir etkisi var. Çünkü, kötü toprakların verimli hale gelebilmesi için çok daha fazla kimyasal kullanmak zorundasın; ve şunu biliyoruz ki, kimyasal madde kullanıldığında toprak çok daha fazla su ister. O istediği suyu verdiğin zaman, topraktaki tuzlanma oranı artar ve yeniden su ister. Yani tam bir kısır döngü.

Yanı sıra, rant için bütün su havzalarının yapılaşmaya açılması söz konusu. Bu, tamamen kapitalizmle ilgili bir şey. Ve buna bulunacak çözüm, sistemden bağımsız düşünülerek bulunamaz. Aksi takdirde ne yapmış oluyorsunuz? Su kaynaklarının ya yollarını kesiyorsunuz, ya yollarını değiştiriyorsunuz ya da su havzasının kendisini kurutuyorsunuz. Çölleşme dediğimiz olay bununla doğrudan alakalı. Su, bir döngünün sonucunda meydana geliyor. Yani temel olarak okyanuslar ve denizler, karalardaki nehirler ve göller üzerindeki buharlaşmayla ilintili. Bu buharlaşmanın suya dönüşmesinde ormanların etkisi çok büyük. Ama siz ormanları kesiyorsunuz. İklimlerin oluşmasında bu çok önemli. Ve buharlaşma suya dönüştüğünde hangi ülkede yağmur olarak yağacak, bunu da kimsenin önceden kestirebilmesi mümkün değil. Bu da başka bir sorun. Türkiye’ye yağan yağmurların hangi coğrafyadan geldiğini kimse bilemiyor. Mülkiyet açısından da başka bir sorun bu. Su, buharlaşmanın yaşandığı ülkenin midir acaba, yoksa yağmurun düştüğü ülkenin midir? Dolayısıyla kapitalist üretim tarzıyla çölleşmenin, küresel ısınmanın doğrudan ilişkisi var. Ama dünya, insanlığa ve doğaya daha uygun bir sistemde yaşıyor olsaydı, böyle bir kuraklık olmazdı demiyorum.

Doğanın kendi dengesini bilemiyoruz. Bu, belki başka bir dönemde de yaşanabilirdi. Ama muhtemelen daha farklı bir biçimde yaşanırdı. Çözümü de, “Suyun ticarileşmesi lazım” biçiminde önerilmezdi. Marx’a göre, kapitalizmde, doğal kaynaklar, üretimin devamını karşılayamayacak kadar azaldığında metalaştırılmak zorundadır. Bugünü ne kadar iyi tarif ediyor. Bir doğal kaynak, diyor Marx, ancak kapitalist üretime girdi olarak girip, süreklilik arz ettiği sürece bedava bir girdi olarak kapitaliste doğanın bir armağanı olarak üretimde yer alır. Ne zaman ki bu doğal kaynağın artık üretimin ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi azalır, işte o zaman o doğal kaynağın metalaşmasının vakti gelmiştir. Marx bu tezi çok güzel koyuyor. Ama mesela 1970’lerde, yani IWRA’nın kurulduğu dönemde, içilebilir temiz su kaynakları bugünkü kadar azalmış değil. Bugün suyu metalaştıralım dediklerinde, bu faktörün birincil etken olmadığını, onun yerine aşırı sermaye birikiminin daha öncelikli bir faktör olduğunu düşünüyorum.

 

SORUNUN DÜNYADAKİ HALİ VE TÜRKİYE

Su konusunda ülkeler kategorize hale getirilmiş durumda. Su zengini, su fakiri.. Bir de orta derecede kendine yeter düzeyde suya sahip ülkeler var. Türkiye, Meksika, İspanya vb. pek çok ülke, bu üçüncü gruba giriyor. Yani suyu var aslında ve şu anda kendine de yetiyor. Yine bu ülkelerde zengin yeraltı su kaynakları var. Bu kaynaklar zengin ve henüz aktive edilmemiş, kapitalistlerin emrine amade hale getirilmemiş durumda. Mesela Türkiye’de, yeraltı yerüstü toplam su kaynağının yüzde 35’i kullanılır durumda.

Şu anda Türkiye’de toplanan Dünya Su Forumu ve Dünya Su Konseyi’nin, yani dünyadaki kapitalist firmaların hedefi, bu kullanılmayan yüzde 65’lik kısmı kullanılır hale getirmek. Aslında su, dünyanın bütün ülkelerinde bir sorun olarak mevcut durumda. Yani su zengini ülkelerde bile sorun var. Onlarda da ciddi bir kirlilik sorunu var. Mesela Kanada gibi dünyanın su açısından en zengin ülkelerinden birinde su kirliliği çok ileri boyutlara ulaşmış durumda. Kaldı ki, en su zengini olan ülkeler olan Kanada, İsveç ve Norveç’te bile suyun ticarileştirilmesi kaçınılmaz bir süreç. Bunun yanında, bu ülkeler, bir de, kendilerinde bol olan suyu diğer ülkelere satıp bundan bir kâr elde etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla bir kuzey-güney sorunuyla karşı karşıya değiliz. Bütün dünya halklarının ezilen sınıflarını doğrudan ilgilendiren ve topyekûn bir karşı çıkışı zorunlu kılan bir süreçle karşı karşıyayız.

Türkiye, Meksika ve İspanya’da yapılanları dikkate almakta fayda var. Bu sene, kapitalistlerin bir fuarı olan EXPO, İspanya’da yapıldı ve tamamen suya adandı. Meksika, İspanya ve Türkiye’yi ortaklaştıran birkaç tane karakteristik var. Üç ülke de, suyu kendisine yeter düzeyde olan ülkeler kategorisinde, yeraltı su kaynakları zengin ve henüz aktive edilmemiş. Bunların hayata geçirilmesi ciddi sermaye yatırımı istiyor. Üç ülkede de toplumsal hareketlerin su alanındaki çıkarları farklı. Böyle ülkelerde suyun ticarileştirilmesine karşı topyekûn homojen bir muhalefetin örgütlenmesi çok zor umudunu taşıyor kapitalistler.

Tüm bunlardan görülüyor ki, bizler, tesadüfen seçilmiş ülkeler değiliz. Gerçekten de Türkiye’de baraja çok haklı gerekçelerle karşı çıkan hareketler var, ama bu hareketler bütün barajlara hayır diyorlar. Çareyi topyekûn bir ‘hayır’da buluyorlar. Ama aynı ülkede suya erişimi sıfır olan insanlar da var. İstanbul’un göbeğinde 25 yıldır suyu olmayan mahalleler var. “Barajlara karşıyız, içme suyundan yoksun olanlar bizim umurumuzda değil”, bunu demenin bir hükmü yok.

Anti-kapitalist hareketlerin görevi, “baraja hayır” diyenlerle “benim suyum yok” diyenlerin çıkarlarının çatışmadığını göstermektir. Türkiye’de Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu’nun böyle bir işlevi olabilirse, sadece Dünya Su Forumu’nun yapılacağı Mart’a kadar değil, bundan sonraki süreçte de Dünya Su Forumu’nu, onun destekçilerini, Türkiye hükümetini, yani “bu ülkeden bir şey çıkmaz” diye düşünenleri şaşkına düşürmüş ve onlara iyi bir yanıt verilmiş olunur. Dünyadaki su ile ilgili muhalif hareketlere de çok önemli bir örnek yaratabiliriz. Bu çatışmalardan medet umdukları o kadar belli ki. Hükümet son bir yıldır özellikle kurak bölgelere gidip, “Size artık su getireceğiz” diyor. Uzun yıllardır susuzluğun pençesinde kıvranan toplumlara gidip, gerisini nasıl yapacağını söylemeden, “size su getireceğiz” dediklerinde bunun etkisinin ne kadar kuvvetli olduğunu düşünebilir misiniz? Bunun geri planını, ancak ‘Suyun Ticarileşmesine Hayır Platformu açıklayabilir. Diyebilir ki: “Evet getirecekler, ama cep telefonu gibi kontörle getirecekler. Sen iki tane tavuğu olan, iki metre kare bahçesinde ektiği domatesle yaşayan bir insan olarak bu kontörle başa çıkabilecek misin?” Hükümet yetkilileri bu gerçeği hiçbir yerde söylemiyorlar.

 

ASLOLAN TİCARİLEŞMEYE KARŞI OLMAKTIR

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, kendisini dünyada suyun ticarileştirilmesine karşı (özelleştirilmesi değil, ticarileştirilmesine karşı) konumlandıran tek organizasyon, Türkiye’de kurulan Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu. Bunu dışındaki yapılar tutarlı bir şekilde özelleştirmeye hayır diyorlar, ama bizim yaptığımız ayırımı yapmıyorlar. Neden özelleştirme değil de ticarileştirme karşıtı bir konumlanışa yöneldik?

Şunu biliyoruz ki, bu süreçte, aslında sadece su değil, birçok kamu hizmetinin metalaştırılması için mutlaka özelleştirilmesi gerekmiyor. Bu hizmetler, devlet elinde kalarak da piyasalaşabiliyor. Mesela, emek istihdamı esnekleşiyor, güvencesizleşiyor, piyasa koşullarında nasılsa aynen öyle oluyor. Ve artık bu durum, yani devletlerin hangi hizmet için olursa olsun personeli piyasa koşullarında istihdam etmesi, o personel tarafından yapılan üretimin yine piyasa koşullarında verilmek zorunda oluşu, uluslararası sözleşmelere girmiş durumda. Yani su, devlet tarafından dağıtılıyor, ama ticari bir mal olarak. Sadece özelleştirmeye karşı çıktığınız zaman, “Su devlet tarafından verilsin” dediğinizde, suyun metalaşmasına karşı çıkmamış oluyorsunuz. Ve bugün dünyadaki bütün su hareketleri bu hataya düşüyor. Evet, su devlet tarafından verilebilir, bunun altyapısı bütün ülkelerde var. Ama aslolan, onun bir meta haline gelmesine, bir ticari mal oluşuna karşı çıkmaktır.


* Birleşik Metal-İş Eğitim Uzmanı ve Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu Kurucu Üyesi

türkiye ermenistan ilişkilerinde yeni bir sayfa mı?

türkiye ermenistan ilişkilerinde yeni bir sayfa mı?

 

C. ERMAN

 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası Grup Eleme maçlarında  Türkiye-Ermenistan Milli maçının, Erivan’da oynanacak ilk turu vesilesiyle, Ermenistan’da devlet başkanı Serj Sarkisyan’ın davetine olumlu yanıt vererek maçı izlemeye gidişiyle, iki ülke arasındaki soğuk ve donuk ilişkilere ‘futbol diplomasisi’ ile çözüm arama çabaları başlamış oldu. Biz de bu yüzden bu yazıda özellikle, ikili ilişkilerin geçmişine de değinerek, Erivan girişiminin neden başlatıldığına ve nasıl sonuç verebileceğine yanıt aramaya çalışacağız.

Sovyetlerin dağılma süreci sonrasında 16 Aralık 1991’de kurulan Ermenistan Devleti’ni ilk tanıyan ülkelerden birisi olan Türkiye, Ermenistan’la bir türlü diplomatik ilişki kurmaya yanaşmadı.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki bu ilişki kopukluğunun bilinen nedenlerini hatırlayacak olursak,

Birinci olarak, Ermeni Anayasası’na temel olan 23 Ağustos tarihli Bağımsızlık Bildirisinin 11. maddesinde yer alan, “ Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan (Türkiye’nin doğusu kastediliyor)’da 1915 yılındaki soykırımın uluslararası tanınması çabalarına destek vermektedir” biçimindeki formülasyonda, “soykırımın tanınması” ifadesini Türkiye, toprak bütünlüğünün tartışılır hale getirildiğini ileri sürerek reddetmesi;

İkinci olarak, Ermenistan Anayasası’nın 13. maddesinde, devlet arması olarak Ağrı Dağı’nın resminin bulunmasından Türkiye’nin duyduğu rahatsızlık;

Üçüncü olarak, Ermenistan’ın, Sovyetler Birliği döneminde 1921 tarihli Kars Antlaşmasıyla belirlenmiş olan Türkiye ile Sovyetler Birliği sınırının yürürlükte olmadığını savunmasıdır.

Ve dördüncü olarak, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki işgale son vermemesi ve Azerbeycan’ın toprak bütünlüğünü tanımaması sorunudur. Bu yüzden, Ermenistan sınırının Türkiye tarafından 1993’te kapatılması, iki ülke arasındaki ilişkilerde gerilim noktaları olarak öne çıkmaktadır.

Türkiye, yukarıda belirtilen uzlaşmazlık noktalarını bahane ederek, bugüne kadar Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmadı. Sadece Türkiye’den Ermenistan’a uçak seferlerine izin verildi. Aslında‚ “Soykırımın tanınması” sorunu ve Karabağ sorunu dışındaki nedenlerin Türkiye açısından çok önemli olduğu söylenemez. Çünkü komşu pek çok ülkenin de Türkiye’ye yönelik toprak vb. iddiaları vardır (Lozan antlaşması sınırlarını, ABD’nin uzun süre tanımadığını hatırlatalım), fakat bu durum onlarla diplomatik ilişkileri kesme nedeni olmamıştır. Türkiye cephesinin, açıkça belirtmese de, asıl korktuğu, ‘soykırım’ iddialarının genel kabul görmeye başlamış olmasıydı.

 

 “SOYKIRIMIN TANINMASI” TARTIŞMALARI VE SON DÖNEMDEKİ İLİŞKİLER

Ermenistan ile ilişkilerde, “soykırım sorunu”, baştan beri iki ülkeyi doğrudan ilgilendirse de, en başından uluslararası bir sorun olarak, emperyalist ülkelerin doğrudan karıştığı ve taraf olduğu bir olgu olarak şekillendiği için, bugünden yarına, kısa vadede çözülmesi güç bir sorundur. Batının Sevr antlaşması ile öngördüğü Batı Ermenistan (zaten 1915’teki ‘tehcir’ kararı ve katliamlar sonucu coğrafik temelinden yoksun bırakıldığından), ne kurtuluş savaşı öncesinde ne de sonrasında kurulamadı. Lozan Antlaşması’yla da bu defter kapanmış, tarihin derinliklerinde kalmış gibi oldu. Ama sonraki süreçte ve yakın dönemlerde, özellikle ABD ve AB emperyalistleri, Türkiye’nin zayıf noktasını iyi belirlemiş; iki ülke arasında dostluk ilişkileri temelinde çözülecek sorunları ve özellikle ‘soykırım’ sorununu kaşıyıp, canlandırarak parlamentolarından kararlar çıkartmış; bazen de ABD gibi, senatolarından veto yoluyla geri alarak, Türkiye ile olan ekonomik ve politik pazarlıklarında bir koz olarak kullana gelmişlerdir. Türkiye hükümetleri, Osmanlının son döneminde yönetimi ele geçiren ve Türkçülüğe sarılan İttihat–Terakki’nin, yerli burjuvazi ve Alman emperyalizminin teşvikiyle yaptığı katliamların onaylayıcısı ve mirasçısıymış gibi davranmayı sürdürmüştür. Türkiye geçmişte, Ermeni halkına yapılan zulümlerden ötürü,  bir özür bile dilememiş, iki halk arasında dostluk ilişkilerinin kurulmasının önünü açmamıştır. Bugün atılan adımın da, ne kadar kendi iradesiyle bir el uzatma girişimi olduğu, çok su götürür. Çünkü Türkiye’nin son dönemde, ABD emperyalizmi ile ilişkilerini tazeleyerek yeni ‘ ileri karakol’ görevleri üstlenmesinden ötürü, Erivan girişiminin de ardında bulunan Amerika’nın, Ortadoğu-Asya – Kafkasya planlarına bağlı olarak göreve koşması; zaten beklenen bir şeydi.

Son yıllarda ‘Soykırımın tanınması’ kararlarının dünyada yaygınlık kazanması, Türkiye diplomasisini sıkıştırıyordu. Avrupa Parlamentosu’nda (AP) Ermeni sorunu ilk kez 1987 yılında gündeme gelmiş ve 16 Temmuz 1987 tarihinde verdiği bir kararla “1915-1917 sevk ve iskânını (tehcir) bir soykırım olarak kabul ettiği”ni açıklamıştı. Bu kararla, farklı ülkelerin parlamentoları yanı sıra AP, soykırım iddialarını kabul eden ilk önemli kuruluş oluyordu. Fakat o dönemde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmemesi, bu konuyu, AP gündeminden düşürmüştü. Bu yılki raporda ise Ermeni sorunu, yumuşatılmış bir ifadeyle; Türkiye ve Ermenistan Hükümetlerinin bir araya gelerek ortak bir çözüm üretmeleri, Türkiye’nin sınır kapısını açması ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun bu sürece katkıda bulunması konularıyla sınırlı olarak yer almıştı.

1991’de sadece Kıbrıs Rum Cumhuriyeti parlamentosu soykırım tasarısını kabul ederken, bugün bu sayıya 18 ülke ve üç uluslararası örgüt daha eklenmiştir. ‘Ermeni Soykırımı’ yapıldığını kabul eden ülke parlamentoları şunlardır: Avusturya, Belçika, Fransa, İsviçre, İtalya, Litvanya, Hollanda, Polonya, Rusya, Slovakya, Vatikan, Yunanistan, Kanada, Arjantin, Şili, Uruguay, Venezüella ve Lübnan. Amerikan Kongresi’ne sunulan soykırım tasarılarının bugüne kadar engellense bile, şantaj aracı olarak gündemden düşürülmediği de bilinmektedir.

Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerine hakim anlayış, İttihat Terakki’den miras kalan, şoven milliyetçi yaklaşımlar oldu. Bir dönemler Sovyetlere bağlı bir cumhuriyet olan Ermenistan’la zaten doğrudan diplomatik bir ilişki kurulamazdı. ‘Soğuk savaş’ yıllarında da mevcut ilişkiler, olduğu kadarıyla, sadece Sovyetler Birliği üzerinden yürüyordu. Gorbaçov’la birlikte Sovyetlerin dağılması ve özellikle 1993’te, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgal etmesiyle birlikte  Türkiye, sınırlarını kapayıp  Ermenistan’ı izole ederek, yani bir tür ekonomik ambargo uygulayarak, onu kendine muhtaç bıraktıracak bir ‘burun sürtme’ politikası izledi.

1991 yılında, Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın Türkiye’ye uzattığı barış eli, Türk diplomasinin girişim ve oyalama taktikleri ile geri çevrilmişti. O dönem dışişleri bakanı olan Hikmet Çetin, geçenlerde Sabah’taki röportajında; son seçimlerde Cumhurbaşkanlığı yarışını kaybeden Petrosyan’dan övgü ile sözederek onu şöyle anlatıyor: “Ulusal bir liderdi, diasporaya prim vermiyor, Türkiye’yle ilişkileri geliştirmek istiyordu. Karabağ sorununu çözmek istiyordu ama seçimi kaybetti.

Türkiye’nin Ermenistan’ı yalıtması, diasporadaki Ermenilerle bağlarını kestirmek istemesi politikası; Türkiye’nin işine gelmeyecek bir sonuca yol açmış ve Ermenistan’ı, diasporasına daha bağımlı hale getirmiştir. Demirel döneminde ekonomik olarak milli gelirinin % 30’nu diasporadan karşılayan Ermenistan, gelinen yerde Türkiye’nin ambargosu sonucu ABD’deki zengin Ermenilerin dövizlerine daha bağımlı hale geldi. Türkiye’nin izlediği politika; Ermenileri‚ “soykırım” iddialarını ileri sürmekten caydırmak bir tarafa; Türkiye’nin uluslararası alanda sıkıştırılmasını ve yalnızlığını daha da arttırmıştır.

Sovyetlerin dağıldığı Ermenistan’ın bağımsız devlet olduğu süreçte Moskova Büyükelçisi olan ve 1993’te Tansu Çiller’in başdanışmanlığını yapan Volkan Vural da; Ermenistan ile ilişkiler konusunda Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel ile yapmış olduğu bir röportajda şunları söylüyor: “Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulmasına (Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu, DYP-SHP koalisyonu döneminde) dışişleri bürokrasisi içinde direnenler oldu. Turgut Özal bu fırsatın kaçırılmasına çok üzüldü. Tabi, bağımsızlık bildirisinde hem Batı Ermenistan’dan bahsediliyordu, -Türkiye topraklarıydı bu-, hem de soykırımın tanıtılmasına çaba gösterileceğinden söz ediliyordu. Bu da Türkiye’den sanki toprak talebi varmış gibi bir izlenim yaratıyordu ama… Bütün bunlar diplomatik ilişki kurularak aşılabilirdi. Benim elimde de bağımsızlık bildirisini değiştirecek hazırlıklar vardı. Ama o dönemde buna karşı çıkıldı İnsanlar retorik olarak bazı şeyler söyleyebilir, talep edebilir, hayal edebilirler. Onlar çok büyük bir Ermenistan’ın hayalini kurabilirler. Hayal etmenin sonu yoktur. Ama gerçekler ortada. Ermenistan’ın Türkiye’den toprak alabilmesi mümkün mü? Hangi aklı başında biri bunu düşünebilir? Ermenistan nüfusunun tamamı kadar Silahlı Kuvvetlerimizin asker sayısı var bizim. Kendimize biraz daha güvenmeliyiz.(..) Soykırım sorununu deşmekten kimseye yarar gelmez. Bu olaylar Türkiye’ye yakışmayan hadiselerdir. Biz bunları tasvip etmiyoruz. Buradan giden insanlara sempatiyle bakıyoruz. Onları kardeşimiz olarak görüyoruz. Eğer isterlerse onları tekrar Türk vatandaşlığına kazandırmak isteriz… Evet onlara verdiğimiz acılardan ötürü özür dilemeliyiz. Bence bunlar yapılabilecek en iyi şeydir. Bizim gibi bir devletin yapması gereken şey budur.

 Şimdi böyle söyleseler, özür dilemeden yana görünseler de, o dönemler Türkiye egemenleri ve sözcüleri, bırakalım kabul etmeyi‚ ‘soykırım’ konusunu objektif olarak tartışmaya dahi hazır değillerdi.

SSCB’nin dağılmasının ardından Özallı yıllarda, eski Turancı tezler diriltilerek; “Avrasya vizyonu”, “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne” sloganları eşliğinde ‘Kardeş Türkî cumhuriyetleri kazanma’ politikası izlendi; Fethullah Hoca’nın okulları da Truva atı olarak kullanıldı. Bunlara rağmen, özü itibariyle, ABD’nin petrol bölgelerine yerleşme ve eski Sovyet Cumhuriyetlerini kendi pazarına bağımlı kılmayı hedefleyen bu strateji; “Türki Cumhuriyet”lerin ekonomik ve tarihsel olarak ilişkide bulunduğu Rusya’ya yakınlaşması sonucu tutmamış, yara almıştı. Bugün olduğu gibi, geçmişte de bu tarz bir planın yaşama geçmesi için, Kafkasya ile Türkiye arasında köprü konumunda ve petrol yolları güzergahında olan Ermenistan ile Türkiye arasındaki pürüzlerin giderilmesi gerekmekteydi. Özal’ın ve daha sonraki hükümetlerin girişimlerinin ve son aylarda sıkça tartışılan A. Türkeş’in Petrosyan’la 12 Mart 1993’te Paris’te Crillon Oteli’nde görüşmesinin nedeni de buydu. Can Dündar’ın önceki yıllarda yazdığına göre, 1992 sonunda ağır kış şartları içinde Ermenistan, yaşadığı gıda krizini ve acil buğday ihtiyacını karşılamak için Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor, fakat bir ilişkinin kurulabilmesi ve buna engel olacak milliyetçiliği aşabilmek için A. Türkeş’le görüşme kararı alıyordu. Görüşmenin altyapısını oluşturmak üzere de, eski ODTÜ’lü ve sol görüşlü Sampson Özararat’a özel görev veriliyordu.1993 Şubatında A. Türkeş yanında oğlu Tuğrul Türkeş’le birlikte Sampson’la Esat’ta bir evde gizlice görüşüyor. O buluşmada Türkeş, ‘Birlikte türküler ürettik, yemekler icat ettik, kız aldık, kız verdik’ diyerek iki ulus arasındaki ilişkilerin 600 yıl geriye gittiğini anlatırken Özararat’a şu soruları yöneltiyor: “-Malazgirt Savaşını Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor musun? -İstanbul’un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberin var mı? -Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni Patrikhanesini nasıl bir fermanla açtırdığından haberdar mısın? -Çanakkale’de Atatürk’ün yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musun? -Atatürk’ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan’a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydun? -Atatürk’ün imzasını bir Ermeni güzel yazı hocasının çizdiğini duymuş muydun? Özararat, ‘Türkiye’de okudum ama bunların hiçbirini duymamıştım’ deyince, Türkeş’in yorumu şöyle oluyor: Tarihe böyle geniş bir perspektiften bakmak lazım. 1915, bu 600 yıllık ilişkinin bir kazasıdır. Olaylarda yabancı devletlerin çok dahli vardır. Buradaki insanları kullanmak istemişlerdir. Bizimkilerin de kabahatleri var, ama şimdi yapılması gereken bu kazayı telafi edip eski dostluğu devam ettirmektir. Özararat bunun üzerine: Sayın Türkeş bu söylediklerinizi Ermenistan Cumhurbaşkanına da söyleyebilir misiniz?” ‘Evet’ deyince Paris buluşması ayarlanıyor. A. Türkeş, daha sonra Dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in bilgisi dahilinde Petrosyan’la Paris’te buluşuyordu.

 Paris’teki Türkeş–Petrosyan görüşmesinde nelerin pazarlığı yapıldı? Oğlu Tuğrul Türkeş’in not tuttuğu bu görüşmede A. Türkeş Petrosyan’a; Azerbaycan’la devam eden savaşın sona erdirilmesi için 6 maddelik bir öneriler paketi sundu. Bu dostluk kurulabilirse, Ermenistan’a Türkiye’den transit kara ve deniz geçişi sağlanabileceğini söyledi, hatta ‘Trans-Kafkasya Otoyolu’ projesinin hayata geçirilebileceğini taahhüt etti. İpek Yolu yeniden canlandırılacak, otoyolun yanında bir demiryolu, bir doğalgaz, bir de petrol boru hattı olacaktı. Ayrıca sınır ticareti geliştirilecekti.

İlişkiler daha sonra da sürdürülüyor. 1994 Nisan’ında Frankfurt’taki Türk Başkonsolosluğu’nda Alparslan Türkeş, yanında Bonn Büyükelçisi Onur Öymen olmak üzere, Ermenistan’ın Londra Büyükelçisi Armen Sarkisyan’la görüşüyor. Görüşmelerin sıklaşması sonucu 1997 yılında Türkeş’in Erivan’a daveti gündeme geliyor, ama Türkeş Erivan’a gidemeden vefat ediyor. İşte bu nedenle bugün MHP’nin başında bulunan D. Bahçeli’nin Gül’ün Erivan’a gitmesini ‘onursuzluk’ olarak suçlaması haklı olarak tepkilere neden oluyor. Öyle ya, o gün görüşme onurluydu da bugün mü onursuz oldu? Bu görüşmeler o gün de, bugün de emperyalistlerin ve onların taşeron gücü Türkiye’nin Kafkasya üzerindeki uzun vadeli ekonomik ve politik emellerini gerçekleştirmek için yürütülüyordu. Görüşmelerin halklar arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularını önyargısız geliştirme hedefi bulunmadığından, her adımı pazarlık ve şantaj koktuğundan, bugüne dek olumlu bir gelişmeye de yol açmadı.

A. Türkeş’in Petrosyan’a ilettiği talepler, bugün de gündemde. Emperyalistler ve taşeronları aynı ihtiyacı bugün de yakıcı olarak hissetmektedir. Yani Ermenistan’la Türkiye’nin, aradaki pürüzlerin giderilerek yakınlaştırılması ve Asya’dan Avrupa’ya, ya da, Kafkasya’dan Ceyhan’a uzanacak güzergahın güvenliğinin sağlanması ihtiyacı. Bu ihtiyaca yönelik hazırlanan ve geçmişte kesintiye uğrayan plan, Gürcistan’da yaşanan olaylara Rusya’nın sert cevabıyla ve akabinde Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyarak Batıya meydan okumasından sonra, tekrardan acil olarak gündeme getirildi. Emperyalistlerin, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’ya yönelik yeni bölge politikalarında Türkiye’ye biçilen rol, önemini artırıyordu. Ergenekon operasyonu sonrasında Türkiye Devleti de, “ABD ile mükemmel ilişkilere sahip” olarak yeniden yapılandırılıyor; kendine biçilen rolün gereği olarak göreve hazırlanıyordu. Emperyalistlerin yakın vadedeki ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, Ermenistan’la Türkiye’nin güç ve enerjisinin, Batı ile uyumlu tarzda; Ortadoğu, Karadeniz, Kafkasya ve Asya bölgesi kapışmalarında kullanılması planlarına bağlıydı. Bu emperyalist planlar açısından konuya bakıldığında dünden bugüne değişen özde bir şey yoktur.

Kaldı ki, ilişkilerin yakın dönemine göz attığımızda da, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin görünümünün, pek iç açıcı olmadığı, eski politik çizginin, oyalamacı bir taktiğin sürdüğü görülüyor. AKP İktidarı, 24 Nisan’larda (‘Tehcir’ kararının yıldönümleri) Ermeni diasporasının Avrupa ve ABD parlamentoları üzerinde baskı uygulayarak‚ Türkiye’nin soykırımı tanıması yönünde kararlar çıkarttırdıkça, Türkiye’nin eli ayağına dolaşıyor, Ermenistan’la ilişkileri iyileştirilmek için taktikler geliştiriyordu. T. Erdoğan hükümetinin ilan ettiği ve ABD desteğini de alan bu politika, bu sıkışıklığı ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Zaten bir kısmının ne olduğu meçhul (bazı belgelerin yok edildiği söyleniyor) devlet arşivleri, bu arada tarihçilerin incelemesine açılıyordu. ‘İki ülke tarihçileri gelsin, tarihte neler olduğunu özgürce tartışsın deniyordu. Hükümet samimi değildi, ayrıca tarihsel olarak Ermeni düşmanı şoven politika ve resmi bakış buna engeldi. Bir taraftan ön koşulsuz görüşmeye hazırız deniyor, ama Ermenistan’ın sınırların açılması talebine karşı, onların da 1921 Kars antlaşmasını tanıması ve toprak taleplerinden vazgeçmesi; Ararat Dağı’nın devlet armasından ve paralardan kaldırılması vb. şartlar ileri sürülüyordu. Devletin resmi tezine karşı tezler ileri süren tarihçi ve araştırmacıların konferansı yasaklanarak‚ ‘vatan haini’ ilan ediliyor, Hrant Dink gibi Ermeni aydınları ortadan kaldırılıyor ya da Orhan Pamuk örneğindeki gibi, tehditler sonucu yurtdışına kaçmak zorunda bırakılıyordu.

Yani, AKP’nin bakışı da önceki hükümet partilerinden ve kendi önceli olduğu RP’den farklı değildi. Hatta geçmişte, A.Gül’, henüz Refah Partisi’nin milletvekili iken 1993’te Demirel-İnönü hükümetinin Ermenistan politikasını eleştirmiş, “kişiliksiz, gayri milli” falan diyerek, ağzına geleni söylemişti. Şimdi Gül Cumhurbaşkanı, ama bu kez, onun geçmişte oynadığı “ keskin milliyetçi’ rolü; ya Baykal, ya da Petrosyan’la geçmişte görüşmeye giden A. Türkeş’in partisinin mirasçısı D. Bahçeli oynuyor.

Baykal Gül’e ; “Ne değişti de Ermenistan’a gidiyorsun? Ermenistan soykırım iddiasından mı vazgeçti, Karabağ topraklarından mı çekiliyor?!” derken; Bahçeli, Gül’ün Erivan’a gidişine yönelik; “Dış baskı ve dayatmalara boyun eğilerek ve içerideki Erivan lobisine teslim olunarak Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan’a gitmesi tarihi bir gaflet olacak, böyle bir davranış Türkiye’nin onurunu yaralayacaktır.” diye konuşuyor.

Aslında Özallı, Demirelli, İnönülü, Tansulu, Ecevitli dönemlerde Kafkasya ve Asya’ya yayılma planlarının parçası olarak, Ermenistan’la yakınlaşma içinde olan çevrelerin, şimdi Abdullah Gül’ün Erivan’a gitmesini‚ ‘vatan hainliği’ olarak suçlamaları tamamıyla ikiyüzlülüktür. Bu karşılıklı rol değişimine yol açan, yenilenmiş emperyalist planlardır; bir başka deyişle, olup biten, emperyalistlerin yeni ihtiyaç ve planlarını, yeni bölge politikalarını, Türkiye’ye biçilen yeni rolü anlamayan ve viraj alamayan işbirlikçi bazı çevrelerin; diğer işbirlikçi yandaşlarını ‘vatanseverlik’ temelinde samimiyetsiz bir hezeyanla eleştirmesidir. Ermenistan’ın NATO ve AB üyeliği sürecinde olması, uzun süredir yalıtık durumda olmasından dolayı bozulan ekonomik durumu, Türkiye ile yakınlaşması için bir etkendi. Türkiye’nin ise, batı planına eklenerek Kafkasya pastasından bir kırıntı alma, petrol güzergahında taşeronluk yapma ve Ermenistan pazarı üzerinden Orta-Asya pazarlarına girme hedefi vardı. Aslında Gül ve Sarkisyan’ın Erivan’da buluşması, emperyalist plan ve projelerin Kafkasya’da çatışmaya başladığı, Ermenistan ve Türkiye’nin ihtiyaçlarının da bununla çakıştığı bir kavşakta gerçekleşti. Bu bağlamda Türkiye’ye biçilen rol, ‘aktif bir dış politika’ olarak görülemeyeceği gibi, Türkiye cephesinden Ermenistan’a uzatılan bir barış eli de, samimi olarak Ermenistan’la ilişkilerde açılan yeni bir sayfa da yoktur.

 

GÜL-SARKİSYAN BULUŞMASINA NASIL GELİNDİ?

A. Gül’ün Erivan ziyareti öncesinde, ‘gitsin mi, gitmesin mi ?” tartışmaları, basını uzunca  bir süre oyaladı. Ama herkes biliyordu ki, iki ülke heyetleri arasında Bern’de gizlice başlatılan girişimler ve ülke liderlerinin değişik ülke forumlarında verdiği yakınlaşma mesajları vardı. Yani ziyaret kaçınılmaz yapılacaktı, belki ilk adım başbakanlık düzeyinde vb. atılırdı. Ama Gürcistan’ın Osetya’ya saldırısıyla başlayan gelişmelerden sonra da, Türkiye’nin ‘Kafkasya İşbirliği Örgütü’ kurmak için girişimlere başlaması; aralarında dağlık Karabağ sorunu bulunan Azerbeycan ve Ermenistan’ın da bu organizasyonda yer alması gerektiğinin söylenmesi; T. Erdoğan’ın Rusya, Gürcistan ve Azerbeycan ziyaretlerini yapmış olması, Türkiye’nin, Sarkisyan’ın  Erivan davetine Cumhurbaşkanlığı düzeyinde katılmasını kaçınılmaz hale getirmişti. Ziyaret öncesi yapılan görüşmelere, yazılan ve söylenenlere bir göz atarsak konu daha da açıklığa kavuşacaktır.

Abdullah Gül bir önceki Azerbeycan ziyaretinde Ermenistan sorunun çözümünde; ‘stratejik dostu’ ABD’yi de göreve çağırmış: “Ermeni iddiaları konusunda ABD’ye ve bu soruna taraf gibi tavır alan ülkelere de görev düştüğünü; Türkiye’nin Ermenistan’a karşı düşmanca duygular taşımadığını; olayların bilimsel biçimde incelenmesi gerektiğini; Türkiye’nin arşivlerini açtığını” belirtmişti.

Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı döneminde, Amerika ziyareti esnasında yazdığı, Washington Post Gazetesi’nin “Günün makalesi” köşesinde yayınlanan yazısında ise; “Türkiye, geçmişiyle yüzleşmekte zorluk çekmiyor. Askeri olanlar dahil tüm belgeler, uluslararası akademik topluluklara açık. Nitekim, Ermenistan’ın elindeki belgeler önemli değil. Sabırsızlıkla Ermenistan’ın olumlu cevap vermesini ve ortak komisyon kurulmasını kabul ettiğini açıklamasını bekliyoruz. Bu araştırmayı yapmak için diğer taraflarla da çalışmaya hazırız. Bu vesileyle teklifimizi, söz konusu komisyona tarihçiler atayarak, bu trajedinin ciddi biçimde aydınlatılması ve bir araya gelmemiz için, ABD de dahil olmak üzere üçüncü bir ülkeyi kapsayacak şekilde genişletiyorum” demişti. Ayrıca 8 Temmuz’da İsviçre’nin Bern kentinde iki ülke diplomatları bir araya gelmişti. Dışişleri bakanı Ali Babacan bu görüşmeyi doğrulayarak, “Kuşkusuz bu temas trafiği iki ülke arasındaki ilişkiler açısından önemli. Burada önemli olan, diyalog yoluyla, yapıcı bir yaklaşımla ilişkilerin nasıl normalleştirileceğinin görüşülmesi. Sorunlar vardır. Güncel sorunlar vardır, 1915 olayları ile ilgili görüş ayrılıkları vardır. Ancak bunların diyalog yoluyla ele alınması esastır” demişti.

Erivan ziyareti öncesinde, tarafların yoğun bir diplomatik trafik içinde olduğu görülmektedir.

Temmuz ayında bir Türk heyeti Erivan’a gitmişti. 4-7 Temmuzda Cumhurbaşkanı A.Gül, Kazakistan’a resmi bir ziyarette bulundu. Başkent Astana’nın başkent oluşunun 10. yıl kutlamalarına birçok Asya ve dünya lideri de katıldı. Burada A.Gül ile Sarkisyan arasındaki sıcak diyalog dikkat çekmişti. Ama bundan da önce AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı)’in 29 Haziran ve 3 Temmuz’da Astana’da gerçekleştirdiği 17. genel kurulunda bir karar alındı. AGİT Genel Kurulu’na Türk heyeti tarafından sunulan ve kabul edilen bu kararda özet olarak; “soykırım gibi olayların öncelikle tarihçiler tarafından arşivlerde yapılacak araştırmalar sonucunda tanımlanması ve gerekli görülmesi hâlinde üçüncü ülke bilim adamlarının da söz konusu araştırmalarda yer alabilmesi”nden bahsediliyordu.

23-29 Haziran 2008 tarihleri arasında Ermenistan’da NATO haftası etkinlikleri gerçekleştirildi.

NATO haftası etkinlikleri çerçevesinde üzerinde durulan bir diğer husus da Türkiye ile ilişkilerdi. NATO’nun Ermenistan’ın Türkiye ile olan ilişkilerini normalleştirmesini desteklediğini belirten NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jean-François Bureau, bu çerçevede Sarkisyan’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Dünya Kupası elemelerinde Türkiye-Ermenistan maçını izlemek üzere Erivan’a davet etmesini ve iki ülke arasındaki sorunların görüşülmesini öngörmesini önemli bir gelişme olarak değerlendirdi. Bureau ayrıca, “NATO’nun üye ülkelerle diğer ülkeler arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi konusuna önem verdiğini de belirterek Sarkisyan’ın söz konusu davetinin bu bağlamda önemli bir adım olduğu”nun altını çizmişti.

Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, 23-25 Haziran 2008 tarihinde Rusya Federasyonu’na (RF) üç günlük resmi bir ziyarette bulundu. Ziyareti sırasında RF Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, Başbakan Vladimir Putin, Federal Konsey Başkanı Sergey Mironov ve Devlet Duması Başkanı Boris Grizlov’la da bir araya geldi. Görüşmeler sırasında başta iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler olmak üzere, Ermeni-Rus stratejik işbirliğinin arttırılması, Karabağ sorununun barışçı yollarla çözümü ve önümüzdeki dönemde Ermenistan’ın dönem başkanlığı yapacağı Ortak Savunma İşbirliği Örgütü’nün koordinasyonu konuları üzerinde duruldu. Rusya’daki Ermeni diasporasının önde gelen temsilcileriyle yaptığı konuşmada ‘Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmek için istekli olduğunu’ da belirten Sarkisyan “21’nci yüzyılda komşu devletler arasında sınırlar kapalı olamaz” ifadelerini kullanarak, ‘Türkiye’nin Ortak Tarihçiler Komisyonu önerisini şartlı olarak desteklediğini’ tekrarlamıştı. Ayrıca Türk-Ermeni ilişkileri konusunda, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için bazı yeni girişimlerde bulunacağını söyleyen Sarkisyan, “bu girişimlerin ilkinin Dünya Kupası elemeleri sırasında gerçekleşeceğini, Dünya Kupası elemelerinde Türkiye ile Ermenistan’ın aynı grupta yer alıyor olması nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Türkiye-Ermenistan maçını izlemek üzere Erivan’a davet edeceğini, maçın ardından iki ülke arasındaki sorunları enine boyuna görüşmeyi planladığını” belirtmişti.

Ermenistanlı siyaset uzmanı olan Erivan’ın Şam eski büyükelçisi David Ogenasyan’ın; “Kremlin’in Türk-Ermeni ilişkilerinin yoluna girmesi için girişimlerde bulunmak istediğini, Rus diplomasisinin Türk-Ermeni ilişkilerinin çözüm inisiyatifini Amerika’nın elinden almaya, Amerikan diplomasisinin gündeminde uzun yıllar kalan bu konuyu kendi gündemine almak istediğini” yazdı. Yine başka bir Ermeni uzman Aleksandr İskenderyan: “Güney Kafkasya’da dengelerin değişmesi sonucunda, Rusya şimdi Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini istiyor. Rusya’nın daha önce bölgede farklı bir tutumu olduğundan dolayı, Ermenistan’ın izolasyonda kalması Moskova’nın işine geliyordu. Bugün ise durum daha farklı, dolayısıyla Rusya şimdi izolasyondan yana değil diye görüş belirtiyor. (Alıntılar için Bkz. Rus internet portalı: www.kavkaz-uzel.ru)

Bölgede önemli bir ağırlığı ve gücü olan Rusya, Batının Ermenistan üzerindeki hamlelerinin önünü kesmek istiyor. Çünkü bölgeyi denetlemekte önemli bir yare sahip Ermenistan’ı, her ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemeyecektir. Bu nedenle, iki ülke arasındaki yakınlaşma, sadece ABD ve AB ülkeleri tarafından değil Bölge üzerindeki Batının kuşatmasını köklü olarak defetmek isteyen Rusya tarafından da isteniyor gibidir. Çünkü Rusya, Putin’in dediği gibi, Ermenistan’ı Rusya’nın ileri karakolu” olarak görmeyi sürdürüyor ve Ermenistan’la mevcut yakın ilişkilerini, bozmamaya daha da pekiştirmeye ihtiyaç duyuyor. Başta ABD’nin ve dünyanın derin bir kriz içinde debeleniyor oluşu şu an zayıf ekonomileri ile sadece Ermenistan’ı değil, bağımsız olan eski SSCB’nin cumhuriyetlerini de Rusya’ya daha çok bağlamaktadır. En son Rusya’nın eski SSCB cumhuriyetlerini toplayarak (Gürcistan hariç) yaptığı antlaşma ve paktın merkezinde bölgenin lider gücü Rusya’nın bulunması; ABD’de başlayan krizin etkisinden sakınmak isteyen eski SSCB cumhuriyetlerinin şu an ekonomisi güçlü olan Rusya’ya dayanmak istemeleri; Rusya’nın elini batı karşısında daha da güçlendiren olgulardır. Bu nedenle, arzu etmese de, Ermenistan’ın Türkiye ile yakınlaşmasına karşı bugün karşı çıkmayan Rusya’nın, Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasında, her iki ülkeyle ekonomik, tarihsel, bölgesel yakınlık ve enerji kaynaklarının tekeline sahip olma avantajlarını kullanarak, ABD’nin önüne geçmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Rusya’nın ABD’ye oranla Ermenistan’la ilişkilerde ağırlık koymasını kolaylaştıracak çok sayıda avantajı vardır: Eski SSCB Cumhuriyeti olan Ermenistan’la bugünkü Rusya’nın tarihsel yakınlığının yanı sıra, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarına yönelik işgal hareketinde Rusya’nın verdiği destek ve bundan Ermenistan’ın duyduğu memnuniyet; Ermenistan’da Rus askeri üslerinin bulunuşu; geçimini sağlamak için giden bir milyondan fazla Ermeni’nin Rusya’da çalışıyor olması: Ermenistan’ın Rusya’dan aldığı enerjiye bağımlılığı; ayrıca Rusya’nın birçok stratejik işletmesinin Ermenistan’da bulunması; Rusya’nın Ermenistan halkı arasındaki imajının Ukrayna ve Gürcistan’a oranla daha güçlü olması, Rusya’yı bu bölgede avantajlı kılmaktadır. Ermenistan’ın bölgedeki komşularıyla yegane yakın ilişkisinin Rusya ve İranla olması; enerji ve petrol ilişkisini bu ülkeler üzerinden kurması ve İran’ın Rusya ile mevcut yakın ilişkileri göz önüne alındığında, Ermenistan’ın yazgısının, adeta Rusya’ya bağlanmış olduğu da görülüyor.

Bölgede çatışma içindeki tüm emperyalist güçlerin, Erivan buluşmasında taraf olduğu, yukarıda özetlediğimiz gelişmelerin seyrinden de anlaşılmaktadır. Önceden pişirilip hazırlanan ve Türkiye’nin önüne konan Erivan ziyareti’nde, Gül’e sadece ‘görev gezisi’ni yapmak düşmüş! Konuya ilgi duyanların yukarıda aktardığımız görüşlerinden de görülüyor ki, tüm taraflar, emperyalist odaklar, ABD, AB, NATO, Rusya, kendileri yönlendirdikleri sürece, Ermenistan–Türkiye ilişkilerinin gerginlikten yumuşama aşamasına geçmesinden yanadır. Egemen güçler, kendi çıkar hesapları ve planları sonucu bu yakınlaşmayı istiyorken, gönül isterdi ki, kimsenin itmesi olmaksızın, taraflar kendi bağımsız iradeleriyle dostluk masasında bir araya gelsin; tarihsel olarak yıllardır barış ve dostluk içinde yaşayan Ermeni ve Türk halkları arasındaki sorunları giderip, düşmanlık ve kinden uzak yeni bir sayfa açsın!

      

SONUÇ OLARAK

Gürcistan’ın Osetya’ya saldırısına Rusya’nın cevabı ve bölgedeki olası gelişmeler, Türkiye’ye daha önceden biçilen ve kesintiye uğrayan rolün hızla sahneye konmasını gerektirmiştir. Çünkü ABD ve Batılı emperyalist güçler ile Rusya arasında, petrol havzaları ortasında kilit bir konumda olan Gürcistan, Ukrayna ve Ermenistan üzerinde hegemonya kurmak konusunda bir çekişme Gorbaçov dönemi sonrasından bugüne zaten süregelmekteydi. Rusya eskiden kendine bağlı cumhuriyetlerini tekrar kazanmak isterken, ABD ve AB (farklı eğilimleri barındırsa da) ise, bu ülkeleri  NATO vb. ittifaklar içine çekerek Rusya kuşatmasını tamamlamak ve aynı zamanda Asya’dan Avrupa’ya uzanacak güvenli bir enerji koridoru yaratmak istiyordu. Gürcistan’ın ABD destekli atağına Rusya’nın sert cevabı, bu enerji koridorunu yarmış görünüyor ve hesaplaşmada sıra, Ukrayna ile Ermenistan’a gelmiş görünüyor.

 ABD’nin İran’ı da hedefe koyduğu düşünüldüğünde, Kafkasya bölgesinde en azından kendi çıkarlarına hizmet etmek üzere müttefik olabilecek bir Ermenistan ve Türkiye; batının tercih ettiği bir şeydir. Rusya da elbette, ABD’nin denetiminde olmamak kaydıyla, bölge ülkeleriyle ilişkilerini bozmamak için, bu yakınlaşmaya karşı çıkar görünmeyecektir. Nitekim Türkiye’nin ‘Kafkasya İşbirliği Örgütü’ önerisine, bu koşullarda gerçekleşmesi olanaksız olsa da, karşı çıkmamış, desteklemiştir. Genel olarak emperyalist güçler, Türkiye–Ermenistan arasındaki sorunların kesin olarak çözülmese de, en azından yumuşatılmasını; iki ülkenin aynı masada oturabilecek konumda olmasını arzu ediyor. Bu çerçeveden bakıldığında, ‘Türkiye’nin aktif dış politikası denen rolü”nün, ABD’nin iterek sürüklediği bataklığa gözükara dalmak  anlamı taşıdığı açıktır.

Ermenistan’la ilişkilerde şimdiye kadarki tüm hükümetler, resmi politika olan “sözde soykırım meselesi” lafızıyla sorunun üzerinden atlayan inkarcı bir hat izlediler. Ermenistan cephesinde ise, 1915 kıyımı, Taşnaklar ya da Hınçaklar, hangi klik yönetimde olursa olsun ve kıyımı yaşayanların torunları olarak, ister Ermenistan’da, ister diasporada yaşasın tüm Ermeni halkının hafızalarına kazınmış bir olgu olarak tazeliğini korumaktadır. Ermeni halkının tarihinin ayrılmaz bir parçası olan bu sorunun unutulacağını beklemek hayalciliktir. Bu nedenle, “soykırım” sorunu, hiçbir Ermeni yönetiminin eğer ciddi bir jest görmezse, öyle kısa vadede, üzerinden atlayıp geçebileceği bir konu niteliğinde değildir. İki halkın dostluk ilişkilerinde, sözde ermeni soykırımı’ gibi inkarcı tutumdan vazgeçilerek, Türkiye’nin  geçmişteki katliamlardan dolayı Ermeni halkından özür dilemesi; sınırların açılması; diplomatik ilişki kurulması; dostluk ilişkilerinin kurulması ve geliştirilmesinde, hiçbir tıkayıcı ön şart ileri sürülmemesi; tarihçiler araştırır ya da araştırmaz, ama ‘soykırımın tanınması’ konusunun, zaman içinde halkların birbirini anladığı, yakınlaştığı sürece bırakılması en akla uygun yol olacaktır.

Erivan görüşmesinden sonra, Ermeni ve Türkiye taraflarının yaptığı açıklamalara bakılırsa, ‘yolun yarısı geçildi’. Diğer yarısının ne zaman ve nasıl geçileceği, bölgedeki kapışmanın alacağı düzeye, bölgenin bağımlı ülkelerinin, emperyalist güçlerin bloklaşmasına paralel olarak safa girmelerine bağlı olacaktır. Nitekim Erivan ziyaretinden sonra New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle bir araya gelen Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan dışişleri bakanlarının görüşmesinden herhangi bir somut sonuç çıkmayınca, “yine başa mı dönüldü?” kaygılarının çoğalması da, görüşmelerin sonucunun emperyalistlerin hamle ve karşılıklı hamlelerine bağlı olacağına işaret etmektedir.

Erivan ziyareti, emperyalist güçlerin, tarafları itmesiyle gerçekleştiği için, bugünden iki ülke arasındaki sorunları çözerek, halklar arasında barış ve dostluğu geliştirebilecek bir potansiyelden yoksundur. Rusya’nın bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu kırmaya yönelik Batı emperyalistlerinin planının bu safhası, Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki gerginliği giderme bahanesiyle oynandı. Girişimden amaçlanansa, bölge üzerinde yapılacak sonraki operasyonlarda, iki önemli kilit ve karakol pozisyonundaki ülkeden (Türkiye zaten potaya girmiş durumdadır) Ermenistan’ı da yumuşatarak, Rusya’nın etki alanından koparmaya çalışmaktı. Erivan Buluşması’nın ve sonraki görüşmelerin içeriğini, çatışan güç odaklarının Kafkasya’daki çıkar hesapları belirlese de, her iki ülkenin, bu vesileyle ilişkilerini düzeltmesi; sınırların açılıp, diplomatik ilişkilerin kurulması; her iki tarafta da şoven ve milliyetçi kesimlerin, tarihsel kinleri körüklemesinin etkilerini zayıflatacak, uzun vadede iki halk arasındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının gelişmesinin yolunu açacağından halkların kazanç hanesine yazılacaktır.

1908 devrimi: ‘sınıfsız’ devrimden liberal stratejik ‘esintiler’e

1908 devrimi: ‘sınıfsız’ devrimden liberal stratejik ‘esintiler’e

ARİF KOŞAR

 

23 Temmuz 1908, Sultan II. Abdulhamit’in kendisine karşı yürütülen muhalefetin baskısıyla Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyduğu tarihtir. Resmi literatürde II. Meşrutiyet ve Hürriyet İlanı olarak geçer. 23 Temmuz, Türkiye’de, 1935 yılına dek Hürriyet Bayramı olarak kutlanmıştır.

Bugün kutlanır veya kutlanmaz; savunulur ya da savunulmaz; 1908 devrimi ve bu tarihten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki’nin ülkemiz siyasi hayatı ve geleneği açısından önemi yadsınamaz. Dahası, geleneği, değişimleri ve bıraktıklarıyla tarihimizde bir gerçeklik olarak durmakta; ‘mesai’ harcanmayı hak etmektedir.

1908 Devrimi’nin yüzüncü yılını bitirmekteyiz. Yüzüncü yılı dolayısıyla 1908 devrimi üzerinden İttihatçılık-Kemalizm, otoriterlik-darbecilik-demokratlık bağlamında çokça tartışıldı. Üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı.

Liberal solun, küreselleşmenin ihtiyaçlarına cevap veren, eski ‘takıntılarını’ aşan, darbeci eğilimlerden tümüyle arınmış bir “sol” yaratma yolundaki çabası, ister istemez, 1908 Devrimi’yle de buluşuyor. 1908 Devrimi deyince, liberal solun aklına İttihat ve Terakki iktidarı, yani İttihatçılık geliyor. İttihatçılık deyince de bugünkü darbeciler.

Tarihi, sınıf mücadelesinin dışında, soyut bir demokrasi-otoriterlik çekişmesi gibi yorumlayınca; demokrasinin rafa kaldırılması, bizzat kapitalizmin ihtiyaçlarından, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış saldırganlığından değil, faşist eğilimlere sahip askerlerin, bürokratların, ‘darbecilerin’ kendini bilmez bencilliğinden, ‘güç sahibi olma’ psikolojisinden ve (biraz da bilimsellik “katma adına”) darbeci gelenekten kaynaklanıyor.

Yazımızın konusu, “asker-sivil zümre” egemenliği, bürokratik diktatörlük, “askeri vesayet rejimi” vb. tespitlerle sınıflar arası mücadeleyi hesaba katmadan toplumu yorumlayıp teşhisler koyan idealizmin eleştirisi değil. Yalnızca, –ancak yine bununla bağlantılı olarak– tarihi sınıflar üstü bir anlayışla darbecilik ve otoriterlik sorunsalı üzerinden yorumlayarak, tarihi olarak Türkiye’yi burjuvazinin egemen olmadığı (tersine ezildiği) bir toplum olarak tarif eden ve bu kapsamda 1908’i ülkemizde darbeciliğin, darbeci geleneğin ilk halkası olarak damgalayan liberal solculuğun idealizminin eleştirisidir.

***

Taraf gazetesinin sözcülüğünü yaptığı liberal, sözde darbe karşıtı akım ve anlayışlar; esas mücadele edilmesi gerekenin askeri darbe tehlikesi olduğunu, buna karşı gerekirse AKP dahil herkesle ittifak yapılabileceğini söyleyip, ‘gerçek sol’a da bu platformu dayatırken; 1908’i darbeciliğin başlangıcına koyup, günümüz darbecilerini de İttihatçılıkla tanımlıyorlar.

Liberal ‘solcu’lara göre, devleti demokratik olmaktan uzaklaştıran, “normal”den alıkoyan, “1908’den beri ordunun siyasete egemen olması” ve “devleti elinde tutan asker sivil bürokratik mekanizma”dır.[1] Bu anlayışa göre, ‘1908 darbesi’nden Cumhuriyetin kuruluşuna ve günümüze dek ordunun, askeri-sivil bürokrasinin egemenliği söz konudur; siyasal partilerin iktidarı yalnızca ordunun ve bürokrasinin izin verdiği alan içerisinde bir yürütmeden ibarettir. Bugünkü mücadelenin temelini oluşturan da, ‘İttihatçılık’ ve darbecilikle ‘normal’ ve ‘sivil toplum’ arasındaki çelişkidir.

Küreselleşmenin ihtiyaçlarına cevap veren, değişen koşulları ‘gören’ ‘yeni’ ‘sol’un politik çizgisini meşrulaştırmak için tarihin sübjektif bir yorumunu yapmak kaçınılmaz oluyor. Bu yorum içerisinde 1908 önemli bir yer tutuyor. Ve 1908’e düşen de bir “İttihatçı darbesi” oluyor.

Tarih, karşıt güçler arasındaki bir mücadele, Engels’in deyimiyle “sınıflar mücadelesi tarihi” olarak ele alınmaz, 1908 de bu kapsamda değerlendirilmezse, 1908 Devrimi’nden anlaşılan “ordu içinde iyi örgütlenmiş bir grup subayın iktidarı ele geçirme hamlesi” olmaktan öte gidemez.[2]

Liberal ‘sol’un tarihte ve sosyal bilimlerde sebep-sonuç, belirleyici-etken, nesnel-öznel dengesi yoktur. Olayları, olayı isteyen grubun eylemi olarak açıklamak aslında açıklamamak demektir; ancak bu, sıkça kullanılan bir yöntemdir. Tarih biliminde idealizmin çeşitli versiyonlarını kılavuz edinen liberaller içinse, bu, temel bir yöntemdir. Öyle ki; 1908 devrimi “devleti kurtarmak isteyen bir grup subayın darbeci hareketi” olarak yorumlanabilirse, 1789 Devrimi, hürriyet isteyen Jakobenlerin isyanı, 1917 Sovyet devrimi Bolşeviklerin darbesi, 1980 darbesi de darbecilerin ‘darbesi’ olarak yorumlanabilir. Ki yapılan tam da budur. Toplumun, toplumsal işleyişin, toplumsal yasalar, üretici güçler ve üretim ilişkileriyle çelişkisi, bu temelde yükselen siyasal, kültürel, hukuki ve bir bütün olarak manevi hayatın ele alınmasıyla açıklanması yoktur. Çözüm basittir; iktidar, güç, “doğu toplumlarına özgü otokrasi” vb. hırslar, bu gibi hırs sahiplerinin oluşturduğu gelenek darbe yapar, demokrasiyi ortadan kaldırır!

 

1908 “BURJUVA” DEVRİMİ

Feodal üstyapı üretici güçlerin gelişmesinin önünde ne kadar engel teşkil ederse etsin, kapitalizm, az ya da çok, yavaş veya hızlı bir şekilde ekonomik temele girer ve yayılır. Bu da tüm çelişkilerine ve gerici-feodal kurumlara rağmen bazı reform ve önlemleri zorunlu kılar. Burjuvazi ve burjuva fikirler az ya da çok gelişir; toplumsal aktör olmak için mücadele eder. Bu, Fransa ve İngiltere için ne kadar geçerliyse, Osmanlı gibi doğu toplumları için –daha geç ve daha yavaş olmak kaydıyla– bir o kadar geçerlidir.[3]

Osmanlı topraklarında da gelişen, gelişme mücadelesi veren burjuvazinin, dünyadaki kapitalist dalga ve modern devletlerdeki burjuva düzenlemelerin de etkisiyle, kendi topraklarında egemen olmak, gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak üzere iktidara sahip olmak, en azından ona yön vermek istemesi kaçınılmazdı. Eşitlik, kardeşlik, özgürlük vb. kavramlar ise, burjuvazinin ekonomik ve politik hedeflerinin argümanları olarak işlev görecekti.

Bir burjuva hareket olarak Jön Türk hareketi, yeni gelişmekte olan burjuvazinin siyasal hedeflerini ifade ediyor; feodal gericilikle –çelişkili ve tutarsız olmakla beraber– mücadele ediyordu. Muhalif gazetelerde II. Abdülhamit’in kurduğu istibdat rejiminin ‘millet’in iradesini yok saydığı, kurulacak bir meclisle Osmanlı ‘vatan’ındaki herkesin kendisini ifade edebileceği ve böylece birliğin sağlanabileceği öngörülüyordu. Bunun ötesinde bir program mevcut olmamakla birlikte, halk yığınlarının öfke ve tepkisini yedeklemek için Balkanlar’da ve Anadolu’da örgütlenme ve propaganda çalışmaları yürütülüyordu.

İstibdada karşı yükselen tepki, liberallerin öne sürdüğü üzere ordudaki subayların maaş alamamaktan kaynaklı tepkisine indirgenemez. Yahut devleti kurtarmak üzere harekete geçen genç subayların coşkulu fedailiklerine. Bu tepki, feodal toplumun belli bir aşamasında, gelişmeye başlayan ticari ilişkilerin, ilkel sermaye birikiminin, kapitalizmin Batı ülkelerinin de etkisiyle hızlanan gelişmesinin yarattığı değişim ve değişen sınıf güç denge ve ilişkilerinin etkisi göz ardı edilerek açıklanamaz. Feodal iktidara karşı elde silah savaşmaya götüren, şu veya bu “yüce fikir”[4] olmaktan öte, burjuvazinin ekonomik ve politik olarak gelişmesi, bu doğrultuda yığınları kendi politik hedeflerine kanalize edebilmesidir.

Saltanat içerisinde yapılan bir sadrazam değişikliğini veya padişah değişimine yol açan bir saray darbesini aşan da, bu sınıfsal talep ve hedeflerle güç kazanan ve belirlenen hareketin, iktidarın sınıfsal bileşiminde yarattığı değişimdir. 1908 Devrimi’yle burjuvazi iktidarda söz sahibi olmuş, en azından feodalite ile iktidarı paylaşmıştır. Mutlakıyet yerini meşruti monarşiye, feodal iktidar yerini feodalite ile bağlarını koparamamış burjuva, başka bir deyişle feodalite ile burjuvazinin iktidarına bırakmıştır. Bu iktidarla beraber feodal devlet yapısında hızlı aşınmaların da önü açılmış, kapitalist yasa ve işleyişler etkinliğini arttırmış, kapitalizmin gelişmesi için –kimi ‘zor’ ve baskıyı içeren– ekonomik ve siyasal önlemler alınmıştır.

Bu değişim bir mücadele ve güç işidir. Nasıl ki, İngiliz Magna-Cartası –safça bir “demokratikleşme hareketi” olmanın ötesinde– burjuvazi ve feodalite arasındaki çıkar farklılıklarını ve mücadeleyi yansıtıyorsa, Fransız İhtilali bu mücadelenin radikal biçimlerde hayata geçmesiyse, 1908 Devrimi de, farklı koşullar ve zaman diliminde, ancak yine burjuvazi –ve burjuvazi tarafından yedeklenen yığınlar– ile feodalite arasındaki mücadeleyi yansıtıyor. Ki, bu içerik, bu içeriğin sonucu iktidardaki nitelik değişimi, 1908’i “darbe”nin ötesine götüren kanalları açıyor, monarşi anayasal monarşiye dönüşüyor.

 

1908 DEVRİMİ’Nİ KOŞULLAYAN SİYASAL ATMOSFER

1908 Devrimi; 1900’lü yılların başından itibaren halk yığınlarının feodal baskı ve sömürüye, yaşamı dayanılmaz kılan vergilere, saltanatın emperyalistlerin oyuncağı haline gelmesine karşı yükselen tepkisinin birikimi ve sonucudur. Özellikle Balkanlar’daki halkların feodal zorbalığa karşı yükselen ulusal bağımsızlık hareketleri, padişahın yetkisinin anayasa ile kısıtlanmasını savunan demokratik yönelimler, halkın kötüleşen yaşam koşullarına karşı yükselen tepkisiyle birleştiğinde saltanatı oldukça zor durumda bırakacak bir halk muhalefeti gelişiyordu. Yalnızca Balkanlar’da değil Anadolu’nun birçok yöresinde, artan vergilere karşı ayaklanmalar patlak veriyor; istibdada karşı eylemler hızla artıyordu.

1903 yılında koyundan alınan verginin “Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu” adı altında tüm ehli hayvanlardan vergi alınması şekilde genişletilmesi ve bütün ülkede gelir düzeyine göre alınacak olan “Şahsi vergi” isimli vergi kalemleri halk tarafından tepkiyle karşılanmış ve bu nedenle uygulanmaları ertelenmişti. 1906 yılı başında bu vergilerin toplanması gündeme gelince, ülkenin birçok yerinde vergilere karşı ayaklanmalar çıktı. Halk yığınlarının içinde mayalanan öfkeyi göstermesi bakımından, 1903-1907 yılları arasında Kahire’de yayınlanan bir Türk gazetesindeki mektupta yeralan ifadeler önemlidir:

Vergi-i şahsi diye bir şey çıkardılar. Adalet yerinmeden zenginden ne alıyorlarsa fakirden de onu almaya başladılar. Halbuki talimat-ı mahsusasında bizler ile eshab-ı servet (servet sahipleri) tefrik edilmiştir (ayrılmıştır). Hükümet bunu kaale almıyor. Ustaya da 35 kuruş her bulunan çırağa da 35 kuruş vaz ediyor. Eşraf-ı memleket hep, imamet (imamlık) ve hitabet tezvir diye kendilerini bu vergiden istisna ettiriyorlar. Bunu adalet kabul eder mi? Beldemizin en büyük taciri zat-ı vilayetpenahidir. Verginin kısm-ı azamı (büyük kısmı) ondan alınmalıdır. Hal böyle iken kendisi asla para vermiyor. Biz de vermeyeceğiz.[5]

Zaten ağır olan vergi yükü halkın yaşamını çekilmez kılıyordu. Vergiler bir de yerel yöneticilerin zulmü ve keyfi uygulamaları ile birleşince halkın sırtındaki yük daha da artıyordu:

O dönemde köylüler üzerinden alınan en önemli vergi, yasal olarak ürünün yüzde 12,5’undan ibaret olan aşar vergisiydi. Bundan başka toprak parçasının değerinin yüzde 0,4’ü oranında topraktan vergi alınmaktaydı. Keçi ve koyun başına 5 kuruş, domuzlardan ise değerinin yüzde 5’i ile yüzde 15’i arasında değişen hayvan vergisi alınıyordu. Yol vergisi (15 yaşından itibaren herkes 4 gün yol yapım ve onarımında çalışmak veya 16 kuruş ödemek zorundaydı), otlak vergisi ve bunlardan başka tütün, tuz vs. gibi dolaylı vergiler de vardı. Özellikle iltizama verme yoluyla tahsil edilen aşar ağır bir vergiydi. Mültezimler, çok büyük ölçüde yolsuzluk yapıyor, sonuçta yüzde 12,5’luk yasal ölçünün dışına çıkılarak köylüden yüzde 30-40 arasında vergi alınıyordu.[6]

Getirilmek istenen vergilere karşı Erzurum’da iki büyük isyan çıkmıştır. 1906 Şubat’ında toplanan vergilerin mahalli ihtiyaçlar yerine İstanbul’a gönderilmesi ve yerel yöneticiler tarafından çarçur edilmesine, zaten ağır olan vergi yükünün yeni vergilerle ağırlaşmasına karşı gelişen, başını varlıklı tacirlerin çektiği halk hareketi isyana dönüştü. Halkın tepkisini o dönemde Erzurum Yusufeli kazasında kaymakamlık yapan Nedim Ulusalkul şöyle tarif ediyor:

Kaymakamı bulunduğum Erzurum vilayetinin Yusufeli kazasında, hacı E… adını taşıyan mütegallib (zorba) bir şahıs, her sene devlet aşarını hiç bahsına iltizam etmekte, fakat ahaliden birkaç mislini almak ve karşı gelenleri türlü iftiralarla cezalara mahkum ettirmek suretiyle, kazayı sürekli dayanılmaz bir zulüm ateşi içinde baştan başa yakıp kavurmakta idi. Bu kudreti de, merkezi vilayetteki akrabasından bulunan bir iki mütegallib şahıstan almakta ve büyük kazancından o şahıslara da hisseler ayırmakta idi… Bir taraftan, Yusufeli’nde bu zulümlerle boğuşurken, diğer taraftan bir kanunla ihdas edilen hayvanat-ı ehliye vergisinin tahsili vazifesi ile karşılaşmış idim. Geçimleri yarı yarıya bu hayvanat ile temin eden Erzurum halkına ise bu vergi şüphesiz kaldırılması mümkünsüz ağır bir yük teşkil ettiği için, zahiren affını taleb namı altında, Erzurum ileri gelenleri, ciheti askeriye ile de, aldıkları müzaheret (yardım etme) vaadine istinad ile birleşmişlerdi. Neticesi olarak, yüzlerce halk hemen her gün telgrafhane önünde toplanarak saray ve babıâliye, hayvanat-ı ehliye vergisinden şikayet telgrafları yağdırmaya başlamışlardı.

İsyanı yatıştıramayan, ordunun hayırhah tutumu nedeniyle de bastıramayan hükümet, valinin görevden alınmasını ve vergilerin ertelenmesini kabul etmek zorunda kaldı. Ancak yeni gelen vali 1906 sonbaharında Şubat isyanına karışanları tutuklamaya başlayınca, yeni bir isyan patlak verdi. İsyana –Şubat 1906’da olduğu gibi– Müslüman Türkler ve Hıristiyan Ermeniler kitleler halinde katıldı ve ortak mücadele verdi.[7] İsyanı örgütleyen, Erzurum yerelinde kurulan Canveren isimli bir Jön Türk örgütüydü. İsyan, giderek vergileri ve yerel yönetimi aşan bir boyuta ulaşıp, merkezi hükümeti hedef aldı. İsyan, 1907 Mart ayında isyancıların taleplerinin bir kısmının kabul edilmesi ve hükümet güçleri tarafından bastırılmasıyla son buldu. Ancak bölgede isyanlar 1908’e kadar devam etti. Bu sırada, İzmir, Samsun, Kastamonu, Bitlis, Musul, Van, Diyarbakır, Sinop ve Trabzon’da da tepkiler, isyanlar ve istibdat karşıtı propaganda yükseliyordu.

Ezilen uluslar da, yükselen siyasal atmosfere ulusal örgütlerinde toplanarak katkıda bulunuyorlardı. Ermeni, Bulgar, Sırp, Makedon, Arnavut ve Arap milliyetçileri, Osmanlı’nın feodal-ulusal baskı ve zorla bir arada tutma politikalarına karşı kendi ulusal devletlerini kurmak için mücadele veriyorlardı. Özellikle Ermeni, Bulgar, Makedon milliyetçileri, Osmanlı hükümetini zor durumda bırakacak şekilde güçleniyor ve eylemlerini arttırıyordu.

19. yy’ın başlarından itibaren sayıları artan kapitalist işletmelerde çalışan işçi sınıfı, imparatorluğun ekonomik durumunun bozulmasıyla daha kötü koşullarla karşı karşıya kaldı. Uzun saatler düşük ücretlerle çalışan, dahası çalıştıktan sonra aylarca ücretlerini dahi alamayan işçiler, 1908 yılını ülke çapında grevlerle karşıladı.

Feodal ataerkil ilişkiler içerisinde söz sahibi olamayan kadınlar, Jön Türk örgütlerinde doğrudan bulunmasalar ve etkinlikleri çok sınırlı da olsa, eşitlik talebiyle 1908 öncesi yükselen siyasal atmosfere katkı sunuyorlardı.

Kafaları çokça karıştıran bir olgu da, özellikle Balkanlar’da bulunan Osmanlı ordularındaki siyasal kaynaşmadır. Orduda subayların maaşlarını düzgün alamaması, kötü koşullarda görev yapmak zorunda kalmaları, rüşvet, adaletsizlik, adam kayırma, ezilen ulusların milliyetçi hareketleriyle yüz yüze gelme, bu bölgede konumlanan ordulardaki Jön Türk propagandasını ve etkinliğini arttıran etkenler oldular. Böylece ordu içindeki subaylar 1908 devriminde küçümsenmeyecek derecede önemli bir rol oynadılar.

1908 Devrimi’ni etkileyen dış etkenler de mevcuttu. Fransız Devrimi’nin başlattığı “hürriyetçi” dalga Osmanlı aydınlarını etkisi altına almıştı. 1948 devrimleri ve 1871 Paris Komünü, Jön Türk hareketinin gelişmesinde (önceli olan Yeni Osmanlılar üzerinde) etkili olmuştu. Ancak asıl dikkate alınması gereken etkenlerden birisi, 1905 yılında Rusya’da feodal Çarlık rejimine karşı halk yığınlarının büyük ayaklanmasıydı. Bu ayaklanma bastırılmasına rağmen, Çarlık, göstermelik de olsa bir Duma meydana getirmek zorunda kalmıştı. Osmanlı aydınlarının gözü de buradaydı. Rus Devrimi’nin yarattığı rüzgâr Jön Türkleri de etkilemiş, halkın “hürriyet” talebini yükseltmişti.

1908 Devrimi, halk yığınlarının değişim isteğini ifade ediyordu. 1908’in siyasal atmosferinin hazırlanmasında Anadolu’da ve Balkanlar’da yükselen halk tepkisi ve dönem dönem patlak veren isyanlar belirleyiciydi. 1908’in Hürriyet kahramanı olarak adlandırılan Resneli Niyazi ve Enver Paşa, tam da böyle bir atmosfere yaslanarak dağa çıkıp saltanata ültimatom verdiler.

Nesnel temel, kapitalizmin Osmanlı topraklarına girmesi, genç burjuvazinin ekonomik ve politik ihtiyaçları ile düzende değişiklik sağlama ihtiyacı, yani kapitalist ilişkilerin gelişmeye başlaması ile eski feodal üstyapı kurumlarının bu gelişmenin önünde engel durumuna gelmesiyse; öznel temel de, ezilen ulus hareketlerinin, dinsel azınlık hareketlerinin ve yaşam koşullarına, vergilere karşı genel halk tepkisinin yükselmesi ve bu yükselişi iyi değerlendiren İttihat ve Terakki örgütünün varlığı idi.

 

ÜST TABAKA DEVRİMİ

Ezilen ulus hareketlerinin varlığı, İttihat ve Terakki’nin ezilen ulus hareketleriyle –en azından bir kısmıyla– kurduğu ilişki, halkın vergilere karşı tepkisi, işçilerin hak alma mücadeleleri, elbette, 1908’i Fransız devrimi gibi kökten ve radikal bir burjuva devrim haline getirmeye yetmiyordu. 1908, talepleri, sloganları benzeşmekle beraber, devrime sınıfların katılımı, ekonomik ve siyasi hedeflerin kapsamı bakımından önemli farklılıklar içeriyordu.

Mesela, Fransız devriminde alt tabaka burjuvazi ve küçük burjuvazi ağırlıklı olarak devrime katılmış, kendi ekonomik ve politik taleplerini egemen kılmış, böylece feodalite ile radikal bir kopuşun nesnel temellerini sağlamıştır. Sağlamıştır, çünkü feodalizmin bağrında, onunla karşıtlık halinde gelişen ve henüz işçi ve emekçilerin muhalefetiyle de karşılaşmamış, sonrasında dünya kapitalizminin gelişimine (İngiliz burjuvazisiyle beraber) önderlik edebilecek güçlü bir burjuvaziye sahiptir. Fransız devrimi de, bu burjuvazinin önderliğinde ve geniş halk yığınlarının senyörlerin ve kilisenin topraklarına el konulması, ülke içindeki sınırların kaldırılması, soylu ayrıcalıklarının lağvedilmesi, cumhuriyet ve hukuksal eşitlik hedefiyle gerçekleştirilmiştir.

1908’de Meşrutiyet’in Manastır’da fiili olarak kurulması ve Balkanlar’da hükümetin inisiyatifini tamamen kaybetmesi Saray’ı elbette güç durumda bırakmıştır. Ancak 1908 Devrimi, buna rağmen halk yığınlarının yaygın bir ayaklanma ile iktidarı devirmesi, bir halk ayaklanması sonucunda iktidarın el değiştirmesi veya burjuvazinin halk ayaklanmasını yedekleyerek iktidarı alması şeklinde gerçekleşmemiştir. Saraya yönelik –kuşkusuz bir dizi isyan ve yerel ayaklanmanın da oluşmasını etkilediği– baskıların artması ile Saray’ın kendi iktidarını devam ettirmek adına geri adım atmasıyla, uzlaşma ile, yani asıl olarak “aşağıdan” bir ‘halk devrimi’ olmaksızın, bir üst tabaka burjuva devrim olarak gerçekleşmiştir. Lenin “halk devrimi” kavramını tartıştığı Devlet ve Devrim adlı eserinde 1908 devrimiyle ilgili şöyle der:

Örnek olarak 20. Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor -ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler.[8]

“Halkın geniş çoğunluğu”  “bağımsız ve hissedilir bir biçimde” bu devrimlere katılmamış, başta Balkanlar olmak üzere Anadolu’nun bazı bölgelerinde yükselen halk hareketi burjuva devriminin organik bir parçası olamamış; zaten 1908 Devrimi –kuşkusuz en başta önderliği– de bu hareketleri kapsamak gibi bir hedefe sahip olmamıştır. Bu nedenle, Lenin’in de belirttiği gibi, 1908 Devrimi bir halk devrimi olmayıp üst tabaka burjuva devrimidir.

Ancak bir halk devrimi, tabandan gelen ayaklanmayla yükselen bir burjuva devrim olmaması, 1908’in bir darbe olduğu anlamına da gelmez. Ancak üst tabaka devrimi olmanın sancıları, çelişki ve tutarsızlıklarını içinde barındırır. 1908 Devrimi’yle iktidara gelen, ona önderlik eden feodal burjuvazinin örgütü olan İttihat ve Terakki, halk yığınlarının taleplerini ilerletmek, iktidara geldiğinde halk hareketinin gücüyle talepleri yaşama geçirmek bir yana halk hareketi karşısında üstenci, sorunları halkın dışında ele alıp çözümleyen, hatta giderek, yükselen halk hareketine karşı savaşan, onu bastıran bir rol oynamıştır.

Bir üst tabaka örgütü olan İttihat ve Terakki, tam da bu nedenle, darbeciliğe yol açan, üstten kotarıcı, halk hareketine kuşkuyla yaklaşan eğilimlere sahipti. Dahası Ahmet Rıza ile birlikte İttihat ve Terakki’ye yarı-bilinçli, yarı-kendiliğinden pozitivist felsefe egemen olmuştu. Pozitivist İttihatçı anlayış, halk yığınlarının devrimci hareketine kuşkuyla yaklaşıyor, onu düzen ve ilerlemeyi bozan bir olgu olarak görüyor, halkın bizzat kendini yönetmesi yerine bilime hakim, bilgiye sahip ayrıcalıklı bir azınlığın yönetimi ve bu azınlığın halkı eğitmesiyle düzen ve ilerlemenin sağlanacağını, böyle “akıllı idareciler”in varlığıyla Osmanlı bütünlüğünün korunacağını düşünüyordu.

Ancak buna rağmen İttihat ve Terakki yine de bir devrim örgütü olarak doğuyor, halk yığınlarının taleplerini formüle ediyor ve arkasına istibdat karşıtı halk muhalefetini alarak II. Meşrutiyetin ilanına önderlik ediyordu. Padişaha isyan edip dağa çıkan İttihatçı Resneli Niyazi, Enver Paşa vb. Hürriyet Kahramanı ilan ediliyor ve halk tarafından coşkuyla karşılanıyordu.

1908 sonrası doğrudan iktidara gelmeyen ancak iktidarı denetimi altına alan İttihat ve Terakki, halk hareketine karşı üstenci ve düşmanca bir tavır almış, grevleri yasaklamış, basın ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmış, muhaliflerine karşı kanlı bir terör uygulamasına girişmiştir. Komitacı bir anlayışla, aslında çok da farklı şeyler söylemeyen muhalifler ‘vatan haini’ olarak damgalanmış, suikastlarla öldürülmüşlerdir. İktidarı kontrol altında tutarken, fedailerin eylemleri ve tehditleri önemli bir işlev üstlenmiş, gerektiğinde bu fedailerle iktidar doğrudan ele alınmıştır.[9]

Ancak mesele, İttihat ve Terakki’nin darbeciliği besleyen, komitacı eğilimlere sahip olup olmadığı değildir. Elbette, İttihatçılarda böyle eğilimler vardır. Liberallerin 1908 ve İttihatçılarda gördükleri, yalnızca bu darbeci, otoriter ve anti-demokratik eğilimlerdir. Ancak, bütün bunlar, yukarıda değindiğimiz feodal gericiliğin baskı ve tahakkümünden kaynaklı yükselen halk hareketi ve saltanat ve mutlak monarşiyle dönem dönem radikal silahlı mücadelelerle kendini gösteren ve buna burjuvazinin önderlik etmesiyle gerçekleşen devrimi basit bir darbeye indirgemez. İttihatçıların 1908 devrimine kadar ilerici ve demokratik bir mücadele içerisinde oldukları, yine aynı özellikleri taşıyan bir devrime önderlik ettikleri, darbeci eğilimlerinin eğilim olarak kaldığı gerçeğini değiştirmez.[10]

Dahası günümüz darbecilerinin İttihatçılık ve Kemalizmle suçlanması da doğru değildir. Ne Kemalizm ne de İttihatçılık başlangıcından sonuna değişmez olmamış, farklı koşullarda farklı biçim ve içerikler kazanmıştır.

Örneğin günümüz darbeciliğinin, ülkemizdeki İttihatçı gelenekle ilgisi yok mudur? Şüphesiz vardır. Günümüz darbecilerinin Türkçü ve ırkçı görüşlerinin yahut Türkiye’deki milliyetçiliğin İttihatçılıkla ilgisi yok mudur? Vardır, tersini kolay kolay kimse inkar edemez. Ancak her şeyin bir başı, gelişmesi ve sonu vardır. İttihatçılık, daha doğru bir ifadeyle İttihat ve Terakki örgütü kurulduğunda Türkçü değil Osmanlıcıydı[11]. Tüm Osmanlı milletlerinin birliğini savunuyor; Türk milliyetçiliği dahil tüm milliyetçiliklerin bu birliğe zarar vereceğini öngörüyordu. İçinde Türkçü, hatta İslam birliğini savunan eğilimler de vardı. Bu eğilimler, İttihatçılardaki Osmanlıcı genel çizgiyi değiştirmiyor, ancak geleceğe dair işaretler veriyordu. Örneğin 1908 Devrimi sonrası farklı uluslardan ve dinlerden insanlar bir araya gelmiş, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Türkler, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Makedonlar ve diğer uluslar kucaklaşmış, ortak kutlamalar düzenlemişlerdir.

1908 Devrimi, liberallerin tanımladıkları gibi, Türkçü bir darbe, İttihatçılar da Türkçü değildiler.[12] Günümüz darbecilerinin de, Türkçü milliyetçilikleri üzerinden, 1908 Devrimi’ne katılan İttihatçılarla eşitlenmesi doğru değildir.

Benzer şekilde, İttihatçılarda her zaman darbeciliğe yol açacak eğilimler mevcuttu. Ancak 1908’in devrimci atmosferi içinde, İttihatçılar, halk yığınlarının istibdat karşıtı tepkisini yedekleyerek ve devrimin en örgütlü gücü olarak ona önderlik ettiler. Darbeci eğilimleri, devrimin genişlemesini, halk yığınlarının devrimci hareketinin ilerlemesini engelleyici bir rol oynamıştır, ama devrimi “darbe”ye çevirmemiştir. Devrim, İttihatçıların ötesindedir, onların eğilimleriyle belirlenemeyecek kadar nesnel bir gerçeklik ve tarihin devindirici gücüdür. Günümüz darbecilerinin de 1908 devrimini gerçekleştiren İttihatçılıkla suçlanması çocukluk olmasa bile liberal mayhoşluktur.[13] Günümüz darbecileri, –sınıf niteliklerinin farklılığı bir yana bırakılırsa– 1908’i çoktan arkasında bırakmış olan ve Alman işbirlikçiliğine sürüklenerek Osmanlı’yı da Almanya’nın peşinden savaşa sürükleyen iktidara çöreklenmiş Enver Paşa’ya benzerler. Ama henüz 1908’e koşan, hürriyet için mücadele eden ve mutlakiyete karşı dağa çıkan Enver Paşa’ya hiç benzemezler.

Peki, liberallerin darbecileri İttihatçılıkla suçlamalarının, 1908’i, hatta 1923’ü birer darbe olarak adlandırmalarının sebebi nedir? Nedir bu 100 yıl öncesinin düşmanlığı?

Liberallerin asıl derdi, darbe ve darbeciler değil. Her türlü devrim ve devrimcilere düşmandırlar. Liberallere göre, küreselleşmeye uyum sağlamış, değişen koşulları kavramış, burjuvaziyle anlaşma ve uzlaşma içinde yaşamayı kabul etmiş “yeni sol”; emperyalizm “takıntı”sından vazgeçecek, düzeni, liberal piyasayı etkileyecek her türlü düzensizliğe ve halk hareketine karşı çıkacak; böylece demokrasimiz alabildiğine gelişecektir. Böyle bir anlayışta, bırakalım sosyalist devrimi, emperyalizme karşı verilecek mücadeleye yahut demokratik bir mücadeleye dahi yer yoktur. Lafın doğrusu devrime yer yoktur.

Liberal solun kavgası devrimledir, devrim fikriyledir. Bu yüzden 1908’e karşıdır, bu yüzden 1923’e karşıdır; onları darbecilikle suçlamaktan yanadır; ağacı orman olarak yorumlamaya, öznellikteki eğilimleri nesnelliğe boca etmeye açıktır. Kemalizm’le kavgası, liberal yönelimleriyle, burjuva diktatörlüğü kurmasından değil, cılız da olsa anti-emperyalist ve devrimci yönüyledir.

Tarihten devrimi çıkarmak için, devrimi ve devrimde yer almış her şeyi baştan sona yok saymaktır liberalin derdi. Böyle olunca 1908 de, İttihatçılık da, Kemalizm de yalnızca darbecilik sayılmaktadır!

 

1908 DEVRİMİ VE SONRASI[14]

Her burjuva devriminin özelliğidir gericiliğe, karşı devrime dönüşmesi. Sosyalizmle taçlandırılmayan her burjuva/demokratik/anti-emperyalist devrim, sınıfsal niteliği gereği, emekçiler üzerinde bir diktatörlüğe varır. Hatta devriminin hedefleri ve özlemleri olan burjuva reformları bile tam anlamıyla yaşama geçiremez. Tutarlı bir demokratik ve anti-emperyalist devrim ancak işçi sınıfının önderliğinde ve sosyalizme yol alarak gerçekleşebilir. Diğer alternatifler, önünde sonunda emperyalizme ve gericiliğe bel bağlanmaya götürür.

En ‘radikal’ ve kökten olarak nitelendirilen Fransız burjuva devrimi dahi, içindeki radikal unsurları tasfiye edip uzlaşmacı bir döneme girmiş, kapitalizm sınırlarında kalındığı sürece özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının yalnızca burjuvazi için gerçekleşebileceğini göstermiştir. Emekçi halka düşen ise, baskı ve sömürü olmuştur. İşçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmediği sürece, bu, burjuva devriminin kaçınılmaz sonucudur.

1908 Devrimi’nin –bir burjuva devrimi olması dolayısıyla– iktidara getirdiği İttihat ve Terakki, işçi sınıfı ve emekçilere sırtını dönmekte gecikmedi. 1908 Devrimi’nden sonra yükselen işçi hareketlerini ve grevleri engellemek, yeni hükümetin ilk icraatlarından birisi oldu. 1908 Devrimi’nin öncesinde ezilen uluslarla kurulan –sıkıntılı ve pragmatik de olsa– diyalog, yerini giderek ezilen uluslara karşı düşmanlığa bıraktı. Emperyalizme, özellikle Alman emperyalizmine bağımlılık, Osmanlı’nın sonunu getirecek derecede arttı.

İttihat ve Terakki, 1908 Devrimi’nden önce Fransız Devrimi’nin ideallerini sloganlaştırırken, devrimden sonra bu ideallere karşı savaştı. Nesnel koşullar ve örgütün konumu değiştikçe, 1908 öncesi ilerici misyon, yerini gericiliğe bıraktı. Burjuva devrimi olmaktan, hele tepeden, uzlaşma yoluyla meşrutiyetin getirilmesinden kaynaklı, radikal burjuva demokratik reformların gerçekleşmesi bir yana, sınırlı, uzlaşmacı ve ılımlı reformlar, halkların baskı altına alınması, toplu sürgünlerle katledilmesi, muhalefetin yasaklanması, feodalizmle uzlaşma ve Alman emperyalizmiyle girilen işbirliği ilişkisi ile gerilerde bırakıldı. 1908 Devrimi’nin yarattığı atmosfer, geçici de olsa basın özgürlüğünü, işçi ve emekçilerin grevlerini, hatta kadınların eylemlerini gündeme getirip, padişahın yetkilerinin azaltılmasını sağlasa da, kitlelerden uzaklaşan, muhalifleri katleden, emperyalizmle yakınlaşıp gericilikle işbirliği yapan İttihat ve Terakki iktidarıyla son nefesini verdi.

 

1908 ÜZERİNE SONSÖZ

Tarihi kendi duyarlılıklarına göre yeniden yazan liberal tarih yazını için, 1908 Devrimi, ordunun iktidara müdahalesinden ibarettir. Bu anlayışta, sınıfın, ezilen halkların ve yığınların mücadelesi, gericiliğe karşı ayaklanması yoktur. İttihat ve Terakki’nin ilerici, farklı uluslardan halkları birleştiren –en azından birleştirmeye çalışan– demokratik mücadelesi yoktur. Bu mücadele, ancak ikincil, arızi ve ‘büyük adamların’ düşüncelerini destekleyici olgular olarak görülür. Buna göre; 1908 Devrimi de, feodalizmle bağlarını koparamamış burjuvazinin kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda halk yığınlarının zayıf ve örgütsüz eylemlerini kendi siyasal hedeflerine kanalize etmesiyle gerçekleşen bir devrim değil, ordunun, ordu içinde örgütlenmiş komplocu/komitacı İttihat ve Terakki örgütünün iktidara gelme hamlesidir. Sınıflar üstüdür; niteliğini, sınıfsallıktan değil, komitacılıktan, orduculuktan, askeri bürokratlık ve militarist anlayıştan alır. Böylece, 1908’den Cumhuriyete ve günümüze kalan da, burjuvazinin diktatörlüğü değil, askeri bürokratik diktatörlük, egemen olan da, sınıf olarak burjuvazi değil, ordunun denetiminde askeri-sivil bürokrasi; solculara düşen ise, bu askeri, bürokratik, İttihatçı geleneği –‘kimle olursa olsun’, gerekirse işbirlikçi tekelci burjuvaziyle, onun AKP türü partileriyle– tasfiye etmek olur.

Aslında, liberaller, çokça eleştirdikleri resmi tarih yazınıyla, sınıflar mücadelesini reddederek buluşurlar. Tezlerinin kökü aynıdır; idealist tarih anlayışına dayanır. İkisi de, 1908 Devrimi’ni sınıflar üstü[15] ordu eylemi olarak görür. Ancak liberal solcular ordunun eylemini kötülerken, resmi tarihçiler 1908’i ordunun devrimci-ilerici misyonu olarak kabul ederler. Liberal solcular askeri-sivil zümreyi otoriterlikle, militaristlikle suçlarken, resmi tarihçiler askeri sivil zümreye devrimcilik, halkçılık payesi biçerler. Tespit aynıdır; sınıflar üstü yönetim anlayışı, sınıflar üstü iktidar; sadece ortak tespitten hareketle farklı yorumlar yapılır.

Liberal sol tarih yazıcılığının temel tezleri, tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olarak değil, bürokratların, sınıflardan –‘özne’den– kopuk fikirlerin mücadelesinin tarihi olarak yorumlamaya dayanmaktadır. Bu liberal anlayışa göre, tarih; karşıt sınıfların mücadelesine değil, dönemsel karşıt fikirlerin mücadelesine, öne çıkan bireylerin ve örgütlerin öznel hedef ve görüşlerinin münakaşasına dayanmakta; tarih de böylesine yürümektedir!

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderliğini yaptığı 1908 Devrimi, ülkemiz topraklarında gerçekleşen bir –liberallerin çok korktukları– devrimdir. Esas olarak halk yığınlarının mücadelesini kapsayamaması, aşağıdan büyük bir dalga ile ilerletilmemesi eksikliğidir, üst tabaka devrimi olmasının kaçınılmazlığıdır; ancak 1908, iktisadi ve siyasal yönleriyle bir devrimdir. Günümüz darbecilerin böyle bir İttihatçılıkla ilgisi yoktur, olamaz. Darbecilerin “İttihatçılığı” 1908 Devrimi sonrasında, karşı-devrimin yürütücülüğünü üstlenen bir İttihatçılıktır olsa olsa. Liberaller, İttihatçılığı, toptan karşı devrimci, toptan darbeci ilan ederken, lafzından dahi ürktükleri devrimi –darbeye indirgeyerek– hafızalardan silmeye, tarihi devrimsiz olarak yazmaya çalışıyorlar.

Bu yaklaşımla sözde hedef alınan, –sınıflar mücadelesinin dışında bırakılan– otoriter, askeri, bürokratik anlayış ve bu anlayışlardan beslenen, yaklaşım sahiplerine göre “askeri vesayet rejimi”, “askeri bürokratik diktatörlük” olarak adlandırılabilen Kemalist askeri-siyasal tutum ve etkin durumdaki anlayışlardır. Mesele sınıf mücadelesinin dışında ele alınınca; mücadele veya değişim dinamiklerinin de sınıf mücadelesinin dışında, fikir dünyasında, fikirlerin münakaşasında, sınıflardan bağımsız olarak sürdürülen kutuplaşmada aranması olağandır. Böylece idealist tarih yazımından beslenen liberal-sivil toplumcu siyasal yaklaşımlar için, “askeri, bürokratik egemenliğe karşı mücadele”de AKP ile açıktan veya el altından ittifak da kaçınılmaz ve problem oluşturmaz oluyor.

 


[1] http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=1084

[2] Resmi tarihçilerin de söylediği budur. Buna göre; ordu içinde örgütlenmiş bir grup vatansever subay, devletin kötü gidişatı karşısında vatanı kurtarmak için halk desteğini de arkasına alıp “hürriyet” idaresini getirir.

[3] Doğu toplumlarında sermaye birikiminin özel ellerde toplanması ve kapitalizmin gelişmesinin, Batı toplumlarına göre daha geç olmasının elbette ekonomik ve tarihsel sebepleri vardır. Bu ayrı bir tartışmanın konusunu oluşturmaktadır.

[4] “Devleti kurtarmak”, “vatanı korumak” vb fikirler İttihatçıların öznel dünyalarında önemli birer mihenk taşıydı.

[5] “Kastamonu’da Hareket-i İhtilalkarane”, Kahire, 8 Mart 1906, Sayı: 121, içinde: Kars, Belgelerle 1908 Devrimi Öncesi Anadolu, s. 64.

[6] Prof. Dr. Coşkun Can Aktan, Araş. Gör. Dilek Dileyici, Araş. Gör. Özgür Saraç; Osmanlı Tarihinde Vergi İsyanları, http://www.canaktan.org/canaktan_personal/canaktan-arastirmalari/maliye-tarihi/osmanli-isyan.pdf

[7] Tutuklananlar arasında Müslümanlar olduğu gibi Ermeniler de bulunuyordu. Hareket, Ermeni ve Müslümanları yerel ve merkezi yönetime karşı isyanda buluşturmuştu.

[8] Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları

[9] 1913 Babıali baskınıyla İttihat ve Terakki, iktidarı bizzat ele almıştır.

[10] Halk hareketini örgütler yaratmaz. Halk hareketinin önüne koyduğu hedefler ve sloganlar da keyfiyetin icrası olmaktan ziyade nesnelliğin yansımasıdır. 1908 Devrimi, onu yaratan nesnellik; bu yazının başından beri vurguladığımız sınıf mücadelesinin sonucu olarak değişen iktidar yapısı ve ekonomik yönelimlerle göz önünde bulundurulduğunda, öznelliğin bazı eğilimleri üzerinden darbe olarak adlandırılamaz.

[11] Kurucuları, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Şerafettin Mağdumî’den hiçbiri Türk değildi.

[12] 1908 Devrimi’nden sonra İTC içindeki Türkçü eğilimler güçlenmiş, özellikle ezilen ulusların Osmanlı’dan tek tek kopmasıyla Türkçülük giderek egemen duruma gelmiştir.

[13] Günümüz darbecilerinin elbette İttihatçı gelenekle ilgisi vardır. Ancak belirttiğimiz, 1908’i gerçekleştiren İttihatçılıkla ilgilerinin bulunmamasıdır.

[14] Başlık ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, konunun anlaşılması açısından değiniyoruz.

[15] 1908 devrimi öncesindeki halk isyanlarını, işçi sınıfı ve ezilen ulusların eylemlerini, burjuvazinin hamlelerini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirmek yerine tarihi çizen bürokratların veya örgütlerin destek aldığı ikincil olaylar olarak görürler; böyle demeseler de tezlerinin özünü oluşturan böyle bir yaklaşımdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑