Kadın Kitleleri İçinde Parti Çalışması

kadın kitleleri içinde parti çalışması*

CEVRİYE AYDIN

A- BUGÜN KADINLARIN DURUMU

a- Genel olarak

Bugün Dünyanın bütün ülkelerinde emekçilerin emeklerinin karşılığı bir avuç uluslararası tekelin kasalarına akıyor. Son otuz yılda dünyanın zenginliği 5 kat artmasına karşın en zengin %20’lik nüfus ile en yoksul %20’lik nüfus arasındaki gelir uçurumu ikiye katlandı. Tek tek ülkeleri incelediğimizde de dünyanın “az gelişmiş, gelişmekte olan” diye ifade edilen ülkelerinin çoğunun ekonomileri, hükümetleri tarafından IMF aracılığıyla uluslararası tekellere sermaye aktarımının aracısı durumuna getirilmiştir.

Bu durumun sonucunda dünyanın en zengin ülkelerinin geliri, en yoksul ülkelerin gelirinin 59 katına ulaştı (60’lı yıllarda 30 katıydı). Ama aynı zamanda bu ülkelerin sermaye sınıfları uluslararası sermayeyle işbirliği yaparak bu aktarımdan pay almaktadırlar. Küreselleşme, sermayenin bütün dünyada sınırsız ve engelsiz dolaşımının ifadesi olarak yaşam bulmaktadır. Sadece tek tek ülke ekonomileri değil, bilim, kültür, sanat, siyaset, felsefe vb. insanların bilincinin şekillenmesinde önemle olan ne kadar maddi-manevi insan yaratımı varsa, sermayenin bu sömürü çarkının hizmetine koşulmuş durumdadır.

b- Sermayenin dünya ölçeğindeki saldırıları kadınlara nasıl yansıyor?

1. Emek sömürüsünün yoğunlaştırılması ve çalışma hayatının “esnekleştirilmesi” ucuz işgücü durumundaki kadın işçilerin belirle sanayi sektörlerinde kölece çalıştırılmasını hızlandırmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de emek yoğun ve niteliksiz işlerde daha çok kadınların çalıştırıldığı bilinen bir gerçektir.

2. Aynı şekilde geçim sıkıntısı içindeki yüz binlerce, dünya çapında milyonlarca ev kadının emeği, evinde parça başı işlerle üç-beş kuruş uğruna sabahtan gece yarılarına kadar sömürülmektedir.

Bütün dünyada mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayan 1.3 milyar kişinin %70’ini kadınlar oluşturuyor.

3. Emekçi sınıflar, emekçi aileler, ekonomik ve sosyal açıdan güçsüzleştikçe ekonomik güçsüzlük, sosyal güvencesizlik içindeki kadının genel anlamda sermaye düzenine, patronuna ve erkeğe (babaya, kocaya, aynı işlevi gören diğerlerine) bağımlılığı artmaktadır.

4. Kitlesel olarak toplumsal örgütlenmenin içindeki geriliği, eğitimsizliği, soyutlanmışlığı pekişmektedir.

5. Bir yandan sınıfsal eşitsizlikler içinde en eşitsiz kesimin üyeleri durumundaki yeri, öte yandan da kadın cinsiyetinin aleyhine oluşturulmuş olan toplumsal iş bölümü içinde cinsiyet olarak da ezilen ve sömürülen statüsü sürmektedir.

6. Dolaysıyla kadın için bu düzen, bu toplumsal örgütlenme iki kat daha zor, daha eşitsiz, daha baskıcı ve daha ağır sonuçlar getirmektedir.

7. Ayrıca ülkemizde önemli bir nüfus oluşturan Kürtlere ve onların kadınlarına bir de ulusal olarak yüklenen baskı ve eşitsizlik eklenmektedir. Sadece iki konudaki durumu karşılaştırdığımızda bile bu çıplak gerçek görünmektedir.

2001 yılında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın kişi başına 1000 doların altına düştüğü 14 ilden 9’unu Kürt nüfusunun yoğun olduğu iller oluşturuyor. Türkiye genelinde ise kişi başına düşen GSYİH 2.146 dolar. GAP Bölgesinde 5 ili kapsayan kırsal ve kentsel alan bulguları kadınların %76,4’ünün okuma yazma bilmediğini ortaya koyuyor. Türkiye genelinde ise bu oran %27’dir.

Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur ki, bu düzen, bu toplumsal örgütlenme; üretimin, mülkiyetin ve bölüşümün mevcut durumu bugün de işçi ve emekçilerin tamamen aleyhine işliyor.

c- Kadınlar içinde özel bir çalışma neden gereklidir?

1. Geçen yüzyılın sınıf mücadelesi olgusu ve mücadelenin tarafları bugün de değişmemiştir. Kadın kitlelerinin durumu da özü itibarıyla değişmemiştir. Bu duruma yukarıda değindik. Kadın kitleleri hala toplumun en eğitimsiz, politikadan ve toplumsal yaşamdan dışlanmış, geri kesimleridir.

2. Yüzyıl başlarına kadar kadınların talepleri olan genel oy hakkı, medeni ve siyasi haklarda eşitlik, çalışma yaşamına katılmasından dolayı bir dizi sosyal hak gibi pek çok mücadele nedeni, yasalara geçmesi nedeniyle başta Batı dünyası olmak üzere pek çok ülkede 20. Yüzyıl başlarına kadar olan yakıcılığını kaybetmiştir. Ama bu hakların yasalara geçmiş olması, var olduğu ülkelerde bütün kadınların bu haklardan yararlanması sonucunu getirmemiştir. Ayrıca, yasalarda bile birçok alanda eşitsizlik sürmektedir.

3. Ülkemizde de bilindiği gibi Medeni Kanunda değişiklikler yapıldı. Aile reisliği, çocukların velayeti vb. konularda geleneksel olarak erkeğe üstünlük tanıyan hükümler kaldırıldı. Ama örneğin evlilik içinde edinilen malların paylaşımında bir eşitlik getirilmiş olmasına karşın, bu hüküm, 2000 yılından önce evlenmiş kadınları dışında bırakarak yeni bir eşitsizliğin kaynağı haline geldi. Kaldı ki, öteki tarihsel ve toplumsal eşitsizlikler yerinde durduğu için ve hakkın kendisi mal mülk sahibi olmakla gerçekleşen bir hak olduğu için daha doğuşunda malsız mülksüz aileler içindeki kadınlar açısından pratik bir değer taşımıyordu.

4. Öte yandan kadınların yasalar önünde eşitliği bakımından ülkeler çok farklı tablolara sahiptir. Din ve kültürel farklılıklarla birlikte ülkelerin kapitalist gelişmişlik düzeyi, kadın emeğinin üretimdeki yerinin değişkenliği oranında bu hakların durumu ve kapsamı değişmektedir. Bunlarla birlikte kesin olan bir yön her ülkenin sermaye ve emekçi kesimlerinin kadınlarının mevcut hakların kullanılmasında eşitsiz bir pozisyonda olduklarıdır.

5. Ama bunları bir yana bıraksak bile, bugün dünyanın durumu kadın kitleleri açısından hiç iç açıcı değildir. Yukarıda sayılan hakların pek çoğu mülk ve kazanç sahibi kadınlar için kullanılabilir olan haklar durumundadır. Ezilen sınıfların, sermaye sınıfı ve politikasından bağımsız politik bir tutumu olarak yansımadığı koşullarda genel oy hakkı bugün, kadınların oylarını kapitalist düzenin dayanaklarını sağlamlaştırma işlevinin hizmetine sokmaktadır. Çalışma yaşamında söz konusu olan koruyucu haklar ile sosyal haklar da hemen tüm dünyada sermaye tarafından el konulan, geri alınan haklar durumundadır.

6. Öte yandan; burjuvazi, kapitalist üretimin tarihi boyunca kazandığı deneyimlerin bütün sonuçlarını bugün büyük bir ustalıkla kullanmaktadır. Ekonomik, siyasi ve askeri saldırılarıyla elde ettiğinden çok daha fazla başarıyı sinsi ideolojik saldırılarıyla elde etmiştir.

İdeolojik saldırıların en önemli hedef kitlelerinden birisi kadınlardır. Bu nedenle mücadeleye, örgütlenmeye kazanılmamış her kadın, emekçi ailesinde burjuva gericiliğinin dayanağı durumuna gelmektedir. Zaten ahlaki, dinsel değerlerin, toplumsal önyargıların etkisindeki bir kesim olarak, eğer sınıfsal bir bilinç ve uyanışa ulaşmamışsa burjuvazinin ideolojik etkileriyle de en sıkı bağları kolayca kurmaya açık olan kesimdir. Sermayenin artan kapsamlı saldırıları karşısında, hakları için mücadele eden eşinin paçasına yapışan, çocuklarını bencil, bireyci, her türlü gerici önyargı ve eğilimle bu saldırılardan “korumaya çalışan” odur. Burjuvazinin, her türlü kitle iletişim aracıyla kışkırttığı bu eğilimler bir de kadının şahsında anne olarak, eş olarak canlı tutulmaktadır.

Bu nedenle,

1. Milyonlarca kadının, burjuvazinin dayanağı durumunda kurtarılmasında propaganda ve ajitasyonumuzun rolü, sistemli ve sürekli hale getirilmesi, günlük olarak kadın kitlelerine ulaşması (ve bunun üzerinden örgütlenme) bugün işçi-emekçi mücadelesinin geleceği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir.

2. Öte yandan kadın, ailesi içinde ezilenin ezileni durumunda, toplumda ikinci sınıf insan durumunda, işyerinde patronun kölesi durumunda, çoğu zaman da içinde bulunduğu durumu kaderi sayıp sineye çeken edilgen bir pozisyondadır. Kadının bu durumunun kaderi olmadığının farkına varması, durumunu değiştirmeye istekli hale getirilmesi ve bunun için aktif, bilinçli mücadele çekilmesi gereği, özel propaganda ve ajitasyonumuzun (özel çalışmamızın) öteki zorunlu nedenidir.

Özetle;

Kadınların gerçek eşitlik ve özgürlük için kat edeceği daha uzun bir yol vardır. Bu durum, kadın kitleleri içinde propaganda ve ajitasyonu, çalışmayı özel olarak örgütleme gereğinin nesnel zeminini oluşturmaktadır.

Bu durum, kadınlar içinde parti çalışmasının özel önemini artırdığı gibi ihtiyacı da acil hale getirmiştir.

B- MÜCADELEMİZİN İLKESEL TEMELLERİ

Bütün bu olguların bugün bize gösterdiği sonuç şudur:

1. Sorun; sadece toplumsal yapının şurasındaki, burasındaki aksaklıkta değil, ekonomik, sosyal ve cinsiyetler arası eşitsizliği, büyüyen gelir uçurumunu, işsizlik ve yoksulluğu üreten en temel yapıda, bu düzenin, bu toplumsal örgütlenme aygıtının kendisindedir.

Sorun aynı zamanda, bu temel yapının; üretim araçlarını ve üretimin yönetiminin, dağıtımının bu bir avuç sermaye sınıfı tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bir yandan silahlarla öte yandan ekonomik sömürü araçlarıyla sürmesine dur denip denmeyeceğinde düğümlenmektedir. Ve tabii ki, emekçilerin sınıfsal egemenliğini sağlayacak bir düzen kurmak amacıyla hareket edilip edilmeyeceğinde düğümlenmektedir. Yani bir emekçi iktidarı ile bu duruma son vermek bugün de güncel ve zorunludur. Bilindiği gibi partimiz, böyle bir iddia ve özlemin siyasal örgütü olarak doğmuştur.

2. 20. yüzyıl başlarında olduğu gibi bugün de işçi ve emekçiler ile bu kesimlerin kadınları açısından sorunun özü, temel çelişki, bu açıdan değişmemiştir. Sorunun kadınlarla ilgili yönüne bağlı olarak kadın kitleleri içindeki çalışmamızın esasını, işçi, emekçi, ev kadını, işsiz, köylü vb. kadın kitlelerini sermayeye karşı işçi ve emekçilerin iktidarı için tayin edici mücadelelere kazanmak üzere onları mücadeleye katılımda aktif, bilinçli ve istekli duruma getirecek her türlü hazırlık ve çalışmalar oluşturmaktadır.

Bu nedenle; bu düzenin işçi emekçi kitlelerin örgütlü mücadele ve katılımı ile alt edilmesi temel amacı, çalışmamızın her aşamasının bağlanacağı, gözeteceği bir hedeftir.

3. Dünyada ve ülkemizde yaşanan gelişmeler, bu gelişmelerin emekçi kitleler ve kadın kitlelerini sürüklediği koşullar, kadının kurtuluşu sorununu bugün de gündemimizin en üst sıralarına taşımaktadır. Tek tek ülkelerde sermayenin ve özel mülkiyetin iktidarı varlığını korudukça bu gidiş tersine dönmeyecektir. Tek tek ülkelerde sermayenin ve özel mülkiyetin iktidarı sürdükçe kadının erkeğe bağımlılıktan kurtuluşu söz konusu değildir. Bu sadece –varsa– kadının kendi mülkü ve kazancı üzerinde söz sahibi olma ve çocukların kaderi üzerinde erkekle eşit söz sahibi olmanın ötesine geçemez. Yasalardaki bütün öteki siyasi ve medeni haklar, ancak bu çerçevede bu sınırlılıkla gerçekleşebilir. Mevcut hakların bu tür gerçekleşme biçiminin de mülksüz sınıfların milyonlarca kadınının gerçek eşitliğe kavuşması sorununa çözüm getirmediği yaşanarak görülmüştür. Nitekim, bugüne kadar ülkemizde bu haklar, genel oy, seçme, seçilme, aile hukuku içinde eşitlik, iş yaşamındaki yasal haklar vb. mevcut olmasına karşın, kadın yığınlarının toplumsal hayattan dışlanmışlığını ve yaşamlarındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaya yaramamıştır. Aksine, süren sermaye düzeninin “küreselleşme” dönemi, kapitalizmin yeniden yapılandırma süreci, yasalarda mevcut hemen bütün hakları geçersizleştiren bir zemine doğru yol almaktadır.

Bu durumda işçi ve emekçiler ile bu kesimlerin kadınlarının çözüm ve çıkar yolu ortaktır. Bu çözüm ve çıkar yol, sınıfsal eşitsizliğe ve cinsiyet eşitsizliğine hem yasal hem de pratikte, günlük yaşamda nihai olarak son verecek bir mücadeleyi hedeflemektir. Öyleyse kadın ve erkek emekçilerin çıkarları ve hedefleri ortaktır. Mücadelelerinin de bu ortak hedefe bir işçi-emekçi iktidarına beraberlik içinde yönelmesi gerekir.

4. Böyle bir hedefe ulaşmak için kadınlar içinde yürütülecek bir çalışma gerekli ve zorunludur. Ancak bir işçi emekçi iktidarı, sömürünün tamamen ortadan kalkacağı gerçek eşitlik, değişik sınıflardan kadınların birleşik çabasını değil, tüm sömürülenlerin birleşik mücadelesini zorunlu kılar. Bu nedenle kadınlar içindeki çalışmamızın ideolojik ve politik çizgisi, cinsiyetçi, burjuva-feminist bir çizgi olarak değil, işçi-emekçi sınıfının ideolojisi ile, bu hareketin bir parçası, bileşeni olarak yaşam bulmaktadır.

5. Bugünün dünyası hemen bütün ülkelerin kadın-erkek işçi ve emekçilerinin aynı koşullar içinde, benzer temel sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dünyadır.

Kapitalizmin sömürü temellerini yenilemeye çalıştığı “küreselleşme” saldırısı bütün dünyanın işçi ve emekçilerinin sömürü koşullarını aynılaştırdığı gibi, kaderlerini de aynı ortak yola itmektedir. Sömürü koşullarının uluslararası karakterinden dolayı işçi ve emekçilerin mücadelesi uluslararası (enternasyonal) bir karakterdedir. Aynı şekilde, bütün kapitalist ülkelerdeki kadınların durumları ve mücadeleleri de (ulusal ve yerel çeşitliliklerine, özgünlüklerine karşın) uluslararası bir karakterdedir.

Sonuç olarak kadının köleliğinin kökü kapitalist toplum yapısındadır. Bu köleliğin ortadan kaldırılması için de bu yapıya son vermek ve yeni bir toplum düzenine geçmek zorunludur.

Öyleyse bu durumu nasıl değiştireceğiz?

C- KADIN KİTLELERİ İÇİNDE PARTİ ÇALIŞMASININ TEMEL UNSURLARI

1- Genel olarak

Yukarıda açıklanan nedenlerle her gün yaptığımız küçük işlerin en temel işlevi işçi ve emekçileri; kendilerini köleleştiren bu düzenden kurtulmaları ve kendi düzenlerini kurmaları için mücadeleye çekmektir. Bıkmadan usanmadan bu amaca varıncaya kadar, işçi ve emekçi kitlelerin önlerindeki irili ufaklı engelleri aşmak, haklar kazanmak, bunları genişletmek, sermayeye karşı bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmek ihtiyacına yol göstermek, partinin temel işlevidir. Parti bunun için işçi-emekçi kitleleri ideolojik ve politik silahlarla donatmaya çalışmaktadır. Kadın kitleleri içindeki çalışmamızın özü de bu amacı gerçekleştirmek üzere kadın kitlelerini aydınlatmak, örgütlemek, işçi ve emekçi sınıfların her türlü eylemine çekmek, buralarda onların eğitimini ve iktidar mücadelesine katılmasını, kadın kitlelerinin işçi sınıfının iktidar mücadelesinin aktif bileşeni haline gelmesini sağlamaktan ibarettir.

Peki bunu nasıl yapacağız?

Aşağıda buna değineceğiz.

2- Propaganda ve ajitasyon

Propaganda ve ajitasyonumuz aşağıdaki temel özellikleri kapsamalıdır:

1. Propaganda ve ajitasyonumuz siyasi iktidarın karar ve uygulamalarını kadınlar için aydınlatıcı hale getirmelidir.

İşçi-emekçi haklarına yönelik saldırılarını; ABD’nin Irak’ı işgali; AB, ABD ile ilişkiler;

İran ve Suriye’ye ABD’nin tehditleri karşısında iktidarın ABD’nin yandaşı olarak hareket etmesini, Irak’a asker göndererek komşu halkların emperyalizme boğazlatılmasına Türkiye’yi ortak etme tutumunu,

IMF dayatmalarını, bu olup bitenlerin emekçilerin ve kadınların yaşamını nasıl etkilediğini,

Sermaye ve siyasal iktidarın özel olarak kadınları hedefleyen uygulamalarını, bu bağlamda hamilelik dolayısıyla kadınların işten atılmasını, hamilelik testi istenmesini, hamile kadın işçilerin kürtaja zorlanmasını, iş koşullarının kadın sağlığına aykırı diğer uygulamalarını, Gülbahar Gündüz’e işkence ve tecavüz olayını, N.Ç., Ş.A. gibi birçok genç kız ve kadının çaresizlikten kadın pazarcılarının elinde yaşamlarının karartılmasını, gecekondu semtlerinde altyapı sorunlarını, susuzluk vb. sorunlardan kadınların yaşamının nasıl işkenceye dönüştüğünü vb. işçi ve emekçilerin gündemine giren her türlü gelişmeyi ve konuyu kadınlar için aydınlatıcı ve onlara bilinç kazandırıcı bir hale getirmektir.

Bütün bu sorunlar bize, devleti, sermayeyi, üretim ilişkilerini, bu ilişkiler içinde işçi-emekçi kesimlerin sınıf olarak durumunu, sınıflar sorununu, bu güncel koşullarda o somut alanda, o yerin kadınları içinde bu somut sorunlar karşısında yapılabilecekleri söyleme, bu fikirlere kazanma ve kadınları seferber etme olanağı sağlayacaktır.

2. Propaganda ve ajitasyonumuz yerel sorun ve taleplerle sıkı bir iç içelik taşımalıdır.

Bu yerellik, propaganda ve ajitasyonumuzun mahalle-semt, işyeri, ilçe, il ve bölge düzeyinde etkileyici ve belirleyici sorun ve taleplerle birleşmeyi kapsamalıdır. Altyapı sorunlarından, sağlık ve eğitime ilişkin yerel kurum ve ilişkilerin söz konusu olduğu durumları, yerelde gelişen olayları kapsamalıdır. Beykoz’da fabrikaların kapatılması ve Beykoz’un emekçilerden arındırılması sorununu, Diyarbakır’da bölgesel eşitsizliklerin yol açtığı yüksek işsizlik oranlarının Kürtler üzerindeki özel baskıları da kapsayan yönlerini, İzmir Çiğli Organize sanayinde fabrika ve atölyelerde tuvalet ihtiyacının sınırlandırılmasını, bir başka yerde susuzluk sorunu gibi daha pek çok yerel sorun ve talebi günlük politik çalışmanın bir unsuru haline getirmelidir.

3. Yerel sorun ve taleplerle genel sorun ve talepler arasındaki bağıntıyı açıklayıcı olmalıdır.

Örneğin: Bir semtteki sağlık sorunlarından kalkılarak sağlık ocağı talebini içeren bir yerel çalışma, sağlıkta özelleştirme kapsamında sermayenin ve iktidarın ülke genelindeki planlarını, IMF dayatmalarıyla bağını, emperyalizm politikalarıyla ilişkisini, sağlık hizmetlerinin kamusal bir hizmet olarak ulaşılabilir, ucuz ve hatta parasız gerçekleştirilmesi talebini, tüm halk kesimlerinin genel sağlık sigortası hakkının güvenceye alınması talebiyle, dolayısıyla sosyalizm propagandası ve talepleriyle bağını kurmalıdır. Halkın en temel gereksinmelerinin çözülmemiş sorunlar olarak yerel düzeyde açığa çıkmış olan her yönü, tıpkı sağlık sorunlarında olduğu gibi ülkenin uluslararası sermayeye bağımlılığının bir sonucu olarak yaşanmakta ve derinleşmektedir. Bunların tamamıyla yerel olarak çözüme kavuşturulmasının, ancak ülkenin genel politikalarının işçi ve emekçiler lehine değiştirilmesinin sağlanmasıyla mümkün olabileceği her bir sorun üzerinden işlenmeli ve aydınlatma konusu yapılmalıdır.

4. Propaganda ve ajitasyonumuz kadınların şu ya da bu nedenle yaşadıkları sorunlarla, kadınlar olarak yaşadıkları sorunları ve talepleri birleştirmelidir.

Yine sağlık örneğinden yola çıkarsak; sağlık sorunlarında kadın ve çocukların sağlığının korunmamasının teşhiri ve eleştirisi ile toplumsal olarak korunması gerekliliğini, buna ilişkin talepleri, aşılamanın zorunlu hizmet olarak devletçe yapılması, koruyucu ve önleyici sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, gebeliğin parasız izlenmesi, eğitim sorunlarının kadınların her türlü (iş ve meslek eğitimi dahil) eğitim sorunlarıyla birlikte ele alınması, ekonomik güçlük içindeki ailelere aile ve çocuk yardımı talebinin propagandası gibi bir dizi genel talep, bu başlıkta yerel bir sorundan yola çıkarak aydınlatıcı, bilinç kazandırıcı ve uğruna mücadele edilecek genel talep olarak kadınlara mal edici bir şekilde ele alınmalıdır. Ülkede yaşanan ve kadınlar üzerindeki baskı, sömürü, töre ve geleneksel değer yargılarının yol açtığı çeşitli olay ve sonuçlar, propaganda ve ajitasyonumuzun konusu olmalı ve tüm ülkedeki çalışmamızın ortaklaştığı eylem ve etkinliklerin konusu olmalıdır. Yakın geçmişte kamuoyuna yansıyan Şemse Allak’ın taşlanarak öldürülmesi, Gülbahar Gündüz’e işkence ve tecavüz edilmesi, N.Ç., G.K. ve Ş.E.’nin pazarlanması ve onlarca kişinin tecavüzüne uğraması, hamile kalan işçi kadınların kürtaja zorlanması vb. olaylar, kadın yığınlarının tepki göstereceği olaylardır. Hem bu tepkinin kadınların ortak sesi haline gelmesi hem de bu olayların teşhiri çalışmasının kadınların bilinçlenmesine ve kendi mücadeleleriyle öğrenmelerine olanak sağlayacak ortak refleks gösterilmesi gereken olaylardır. Ayrıca bulunduğumuz yerlerde diğer kadın örgütleriyle ortak tepkiler gösterebileceğimiz olaylar olarak da birleşmeyi sağlamaktadır.

5. Propaganda ve ajitasyonumuz sistemli ve günlük olmalıdır.

Siyasal iktidar ve sermaye sınıfı ellerinde bulundurdukları devlet aygıtı ve onun olanakları ile sınıfsal olanaklarını toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için kullanmaktadırlar. Bunun en etkili araçlarından biri günlük basın ve televizyonlardır. Bu araçlar, sermaye sınıfı ve onun iktidarının politikalarına, halkı, emekçileri günlük olarak kazanan bir aygıt olarak işlemektedir. Olayları, gelişmeleri, sermaye sınıfının çıkarları çerçevesinde işleyerek ve yorumlayarak tüm bir topumun olaylara sermayenin penceresinden bakmasını, öyle düşünmesini ve ona göre davranmasını sağlamaya çalışmaktadırlar.

Biz ise, olayların sermaye çıkarları penceresinden ortaya konmasının en hafifinden gerçeklerin çarpıtılması olduğunu biliyoruz. İşçi ve emekçilerin, kendi çıkarları aleyhine bir tutum almaları için bilinçli bir yönlendirme olduğunu biliyoruz. İşçi ve emekçilerin çıkarlarının sermayeye karşı bağımsız bir politika ve bağımsız bir hareket geliştirmekten geçtiğini biliyoruz. Öyleyse, bizim de bu durumu gelişen olaylar üzerinden her gün yeniden işçi ve emekçilere anlatmamız, çarpıtılmış gerçekleri gerçek boyutlarıyla ortaya koymamız ve işçi ve emekçileri kendi çıkarları, hak ve gelecekleri için yönlendirmemiz, belli tutumlar almalarını sağlamamız gerekiyor. Yani bizim de bu işi her gün yapmamız gerekiyor.

Bunu nasıl gerçekleştireceğiz?

Bizim söyleyebileceklerimizin tümünden daha fazlasını, birçok haber, yazı, fotoğraf, mizah vb. ile çok çeşitli sorunlara çok çeşitli yönlerden açıklama getiren, bakış açısı sunan, işçi sınıfının olayları değerlendirme ve yorumlama sistematiği olan “dünya görüşünü” kazandıran gazetenin hem bize bu çalışmayı yaparken rehberlik etmesi hem de ulaştığı herkese az-çok sistematik bir şekilde izlediği taktirde bütün bu özellikleri kazandırması nedeniyle kadınlara ulaştırılması tartışılmaz bir gerekliliktir.

Gazete, sadece ulaştırdığımız insanların okuyup geçecekleri bir materyal midir? Böyle olmaması için daha neler yapmak gerekir?

İlk olarak ulaştırmak ve okunmasını sağlamak şarttır.

Ama biliyoruz ki, kadınların genel eğitim düzeyi ve toplum sorunlarına yabancılaştırılmış olmasından dolayı hem okuma alışkanlıkları yoktur, hem de böyle işlerle uğraşmanın günlük işlerini aksatacağını düşündükleri için zaman kaybetmek istemezler.

Demek ki bunu dikkate alarak, kadın grupları içinde mümkün mertebe günlük bir şekilde gazeteyi okuma ve tartışma fırsatları da yaratmamız gerekir. Evdeki çocuğumuzun ev ödevlerini yapması, bunu bir alışkanlık haline getirmesi, zihinsel aktivitesini artırması için nasıl ona yardım etmemiz gerekiyorsa, aynı yardımı kadınlara da yapmamız gerekiyor. Eğer onların ilerlemesini, düşüncelerimizi anlamasını ve paylaşmasını, zenginleştirmesini, kısaca katılımını istiyorsak, bu kaçınılmaz bir görevdir.

Öte yandan, biz partililerin günün olaylarını değerlendirmesinde, politik gelişmeleri açıklayabilmemizde, dünyayı işçi sınıfının dünya görüşünden algılayabilmemizde çok önemli bir yer tutan gazeteyi, kendileri için aynı yaşamsal önemde olduğunu bildiğimiz ezilen kadın gruplarına, kitlelerine neden ulaştırmayalım? Neden onları böyle bir aydınlatma aracından yoksun bırakalım? Elbette bu yönden de bilinçlenen, aydınlanan her kadının, diğer kadınlara da aynı olanağı sunması bir görev olduğu kadar, bir sınıf dayanışmasıdır.

Bununla yetinecek miyiz?

Kadınların gazetemize mektup, haber, yazı, röportaj vb. vermesi, kendi çevresinde bu gibi işleri üstlenmesi için de her kadın grubunu sürekli bu konularda yüreklendireceğiz, yazmasına yardım edeceğiz. Haber toplamasına yardım edeceğiz.

Bunu yaptığımızda, başardığımızda kadınların gazete ile bağını iki kere pekiştirmiş olacağız. Birincisi okumakla, ikincisi muhabiri, yazarı olmakla.

Daha da yetinmeyeceğiz. Aynı gruptaki kadınların kendilerinin yararlandığı, bilgilendiği, aydınlandığı, yazı vb. yazdığı bu gazeteyi en yakınlarındaki kadınlara aynı günlük bağlar içinde ulaştırması ve bizim kendilerine yaptığımız yardımı yakınlarındaki kadınlara sunması için görevlendireceğiz, heveslendireceğiz.

Kadınların gazeteyle bağlarını pekiştirmeleri için yazdıkları haber, yazı, röportaj vb’ni daha çok kadına ulaştırmaları için onlardan görev isteyeceğiz.

Böylece kadın gruplarımızla gazetemiz arasında organik, kopmaz bağlar kurmuş olacağız.

Bu bağlar kopmaz mı?

Bu bağı günlük ve sistematik bir bağ olarak sürdürmezsek, kadınlar çok kısa bir süre içinde eski hamam, eski tas mutfak-çocuk-temizlikle başlayıp biten yaşamlarına geri dönerler.

Görevlerimizi günlük ve sistemli bir şekilde sürdürdüğümüz zaman, her bir kadın grubumuzun kendi yakını ve çevresindeki kadınları da kapsayan yeni gazete okurları ve bunların birlikte hareketini sağlayarak yeni partisiz kadın gruplarıyla çoğalmasını sağlamış olacağız.

Örgütlenme faaliyetimizin, günlük gazetenin böyle bir ele alışla merkezinde yer aldığı bir çalışmadan beslenmesi ve bu çalışmayla çakışması, örtüşmesi şarttır.

Öyleyse partimizin kadınlar içindeki çalışmasında da;

a- Gazete alıp okunmadan bu çalışmanın yürütülemeyeceği,

b- Partisiz bir kadın grubuna, bir kadına gazete ulaştırmayan parti görevlisinin bir parti çalışması yürütmüş olmayacağı, yürüttüğümüz çalışmanın parti çalışması sayılmayacağı açıklık kazanmış olmalıdır.

6. Propaganda ve ajitasyonumuz aynı zamanda eylemli olmalıdır.

Propaganda ve ajitasyonumuzun her konusu, her talebi aynı zamanda eylem ve etkinlik hedefine bağlanmalıdır. Bu hedef, bizim kadınları harekete geçirmemiz, bu talep etrafında inisiyatif kazanacakları, iktidarın bu talep karşısındaki tutumunu bizzat görerek, yaşayarak deney yoluyla öğrenecekleri ve aynı zamanda kimi kez taleplerini elde edip, daha ileri mücadelelere atılmak için güç ve güven kazanacakları politik, demokratik, ekonomik, kültürel vb. hedefler olmalıdır. Sağlık ocağı talebinden tutalım, katkı payının kaldırılması, kreş ve çocuk yuvaları, işyerlerinde iş koşullarının kadın sağlığına uygun hale getirilmesine ilişkin somut talepler, basın, söz, örgütlenme özgürlüğü, işkencecilerin yargılanması, işkencenin yasaklanması, Kürtlerin anadilde eğitim, kültürel, siyasal özgürlükleri vb. gibi genel, yerel ve kadınlara ilişkin talepler için yürütülen çalışmaya, sorunun güncelliğine bağlı olarak bir dizi somut eylem ve etkinlik talebi bunlar arasında sayılabilir.

7. Diğer araçlardan yararlanmalıdır.

Partimizin süreli yayınları ve kitaplarının okunması en başta kadınlar içinde parti çalışması yürüten görevlilerin, militan ve taraftarların çalışmalarının niteliğini yükseltme ve gelişmeleri daha geniş bir ufuktan değerlendirmelerinde, daha zengin bir politik-ideolojik ve kültürel temel kazanmalarında gerekli ve zorunludur. Aynı yayınların partisiz kadın grupları içinde de eğitim aracı olarak kullanılması önümüzdeki dönem daha da yaygınlaşması gereken bir yön olmalıdır.

Bunun dışında toplantı, panel, konferans, tiyatro, sinema gösterimleri vb. politik, kültürel, yazılı, sözlü, görsel vb. bütün araçlar propaganda ve ajitasyonumuzda yararlanmamız gereken araçlardır.

Halk toplantıları, semt ve işyeri toplantıları gibi genel kamuya açık toplantılar yapılabileceği gibi, işçi emekçi kadınların çeşitli işkolu ve meslekleri itibarıyla bir araya getirildiği toplantılar (metal, tekstil, ilaç, gıda, hizmet, ev kadınları, öğretmenler, sağlıkçılar vb.) aynı meslekten kadınların kamuya açık toplantıları da propaganda ve ajitasyonumuz için gerekli araçlardır.

3- ÖRGÜTLENME

a- Kadınların parti içinde örgütlenmesi

1. Parti kendi örgütlenmesini cinsiyet ayrımı esasına dayandırmaz. Partinin kendi örgütlenmesi kadın-erkek ayrımı yapmaz.

Partinin programı için mücadele etmek isteyen, tüzüğüne uymayı kabul eden kadın-erkek herkes doğrudan partide örgütlenir ve parti planları içinde istediği alanda çalışma yürütür.

Örgütsüz kadın yığınlarının örgütlenmesi, kendi kurtuluşları için mücadeleye çekilmesi, parti içindeki kadın üyelerin değil, partinin, her düzeydeki parti organlarının görevidir.

Parti, kadınların parti organlarında yer almasını teşvik eder, destekleyici bir tutum içinde olur. Parti organları içinde kadınların yer almasını ve kadınlar içinde çalışmanın parti organlarında her düzeyde temsil edilmesini gözetir. Kadınlar içinde çalışmayı parti organlarına bağlı olarak yürütecek partili kadın görevliler görevlendirir, komisyon ya da gruplar kurar.

Bu nedenle, partinin kendi örgütlenmesi içinde kadınlara yönelik her iç örgütlenme ve görevlendirmenin temel işlevi kadın yığınları içinde çalışma ihtiyacının gerekleri olacaktır.

Parti bu görevlendirmede de ilke olarak kadın-erkek ayrımı yapmaz. Çünkü her parti organı, bulunduğu yerdeki kadın yığınlarını örgütleme görevini yüklenir. Kadın yığınları içinde özel bir çalışma gerekliliği ve bunun örgütlenmesinde partili kadın görevlilerin tercih edilmesi, pratik bir amaca uygunluk sorunudur. Bu da, yazının başında uzunca bir bölümde açıklandığı gibi, kadın yığınlarının içinde bulunduğu durumun bir gereği olarak karşımıza çakmaktadır.

Bizi diğer partilerden ayıran, partinin kendi örgütlenmesinde şimdiye kadar ayrı bir hiyerarşisi olan bir kadın kolu vb. gibi bir örgütlenmeye gitmemesinin nedeni budur.

Kadın kitleleri içinde parti çalışmasının özü, esası, kadınların mücadelesi ve hareketinin kendi kurtuluş amaçlarıyla birlikte işçi sınıfının mücadelesinin bileşeni ve desteği olarak yaşam bulmasını sağlamaktır.

Parti, bu mücadele ve taleplerin işçi sınıfının mücadele ve talepleriyle paralel bir içerik ve yön kazanması için kadın yığınları içindeki çalışmasını özel olarak örgütler.

2. “Bu nedenle parti, özel görevi en geniş kadın kitlelerini uyandırmak, onları partiyle bağlamak ve sürekli olarak onun etkisinde tutmak olan çalışma gruplarına, komisyonlara, komitelere, kollara ya da başka nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, organlara sahip olmalıdır.

Bunun için tabii ki, bu kadın kitleleri arasında tamamıyla sistematik bir çalışma yapmamız gerekiyor. Uyanan kadınları eğitmemiz ve partinin önderliği altında proleter sınıf mücadeleleri için kazanmamız ve silahlandırmamız gerekiyor.

3. Bu da kadın kitleleri, çeşitli sendikal, mesleki örgütler ve birlikler, yerel ve demokratik örgütler, bağımsız kadın örgütleri ve kitle örgütleri içinde çalışan üyelerin (komisyon, grup veya komitelerin) yürüttüğü parti çalışması aracılığıyla gerçekleşir.

4. Bu bakımdan kadın kitleleri içindeki çalışmamız, kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyonumuzun, kadınları kendi bağımsız örgütlerinde örgütleme çalışmamızın özel niteliği yanında her yerde yürüttüğümüz parti çalışmasının tüm koşullarını taşımak, partinin bütün genel ilke ve kurallarına göre şekillenmek ve güncel talimat ve çalışmalarını kendi alanında gerçekleştirmekle yükümlüdür.

5. Kadınlar içinde çalışma yürüten partililer olarak bir diğer görev de kadın yığınlarının mücadelesi içinde onların ileri ve politik olarak gelişen unsurlarını partiye kazanmaktır.

6. Ayrıca, kadınlar arasında parti çalışmasının bir yönü olarak partinin maddi olarak desteklenmesini örgütlemektir.

b- Kadınların bağımsız kadın örgütlenmesi

Aslında propaganda ve ajitasyon çalışmamızın anlattığımız bütün yönleriyle tamamı, partinin kadın kitleleri içindeki örgütlenme çalışmasının önemli ve esaslı bölümünü kapsamaktadır.

Onları akılda tutarak, bu başlıkta ayrıca belirtilmesi gereken yönler şunlardır:

1. Bütün propaganda ajitasyon çalışmamızın her aşamada gözeteceği, gerçekleştireceği şey, günlük ve sistemli ilişki içinde bulunduğu kadınları (oturduğu yer itibarıyla, işyerindeki tezgahı, bölümü vb. itibarıyla, çalıştığı kurum, büro vb. itibarıyla) birbirine doğal yakınlığını gözeterek gruplar halinde örgütlemektir.

Gruplar halinde örgütlemek nedir?

Yukarıda saydığımız propaganda ve ajitasyona dair, bütün işleri bu gruplarla birlikte onların katılımıyla gerçekleştirmeyi başarmak, bunda ısrarcı olmaktır.

2. Propaganda ve ajitasyonumuzun çalışmamızın en önemli ve esaslı yönünü oluşturduğunu belirttik. Bu doğrudur. Fakat eksiktir. Çalışmamızın bütün unsurlarıyla, bütün koşullarıyla yerine getirildiğinden söz edemeyiz. Aydınlanıp, aydınlanıp da ne yapacağını bir türlü bizim partili yoldaşlarımızdan öğrenemeyen kadınlar ne yapacaktır?

En iyi ihtimalle kendi kavrayışlarıyla partiye katılacaklar, görev isteyeceklerdir. Ama çoğu zaman bıkıp, “buradan bir şey çıkmıyor” diye çalışmamıza karşı ilgisizleşecek, bizi pek de becerili bulmayacak, ya da daha fazla bir şeyler yapmak ümidiyle başka kapılara yöneleceklerdir.

Çalışmamızın sonuç vermesi, büyümesi, çaresizlik içindeki daha fazla kadını çekim alanına kazanması için onları kendi aralarında örgütleme fikri ve pratiği ile yürütmemiz gerekir.

Örgütlemenin ilk adımı, her gün başta gazete olmak üzere çeşitli propaganda ve ajitasyon araçlarıyla gittiğimiz kadınların en doğal ilişkileri içinde grup olarak yaptığımız işlere katılımlarını, bu işler için kendi aralarında işbölümü yapmalarını sağlamaktır. Gazetenin dağıtımı başta olmak üzere, diğer araçların kendi çevrelerinde dağıtımı, duyuru ve çağrıların aynı işbölümü içinde gerçekleşmesi, diğer üretken ve pratik işlerin, ideolojik ve politik eğitimin bu grupların çalışması içinde yaşam bulmasının sağlanmasıdır. Çalışmanın her aşamasının birlikte değerlendirilmesi, sonuçlar çıkarılması, yeni kadın gruplarının saptanması ve bunun için görev paylaşımı olabildiğince bu grup fikri içinde gerçekleştirilmelidir. Bu, aynı zamanda, tüm bu çalışmaların bilgisinin de aynı yollardan gruplarda merkezileşmesi ve grup temsilcileri aracılığıyla daha üst örgüt ya da sorumlu gruplara ulaşmasını da içermelidir. Çalışma yerel bir kadın örgütü kurmayı somut olarak hedefleyen bir kitle/grup tabanına ulaştığında, bu çalışmanın pratik, bürokratik ve örgütlenmeye dair bütün yükü ve görevlerini de bu çalışması üstlenmelidir.

Kuşkusuz bu, askeri bir disiplin ve şaşmaz bir mekanizma olarak anlaşılmamalıdır. Yaşamın canlı ve dinamik ilişkileri için çalışma yürüttüğümüz alandaki kadınlardan örgütlediğimizi varsaydıklarımızdan bir bölümü tam olarak böyle bir çalışmaya ayak uyduramayacak, aksaklıklar yaşanacaktır. Hatta bir kısmı her şeye karşın gidecek –tutamayacağız– yeni başkaları gelecektir. Böyle bir sirkülasyon örgütlenme çalışmamızın her alanında yaşanmaktadır. Ama biz, örgütlenmekte fayda uman ve bizimle birleşenlerle sağlıklı yolumuzda ilerlemekte ısrar edeceğiz.

3. Her zaman, örgütlerimizin sayısı daha az, çalışmamızın etki alanı bu sayıdan çok daha fazla, birkaç misli boyutlarda olacaktır. Bunu bileceğiz. Bugün etki alanımız içinde olup da henüz örgütleyemediklerimiz, –çalışmamız gruplar temelinde ısrarcı ve istikrarlı bir şekilde sürdüğü müddetçe– yarın örgütlenmeye hazır olacaklardır.

4. Çalışmamızı birbiriyle en doğal ilişkiler içindeki kadınları küçük 3-5 kişilik gruplar üzerinden yükselttiğimiz taktirde;

aa- Bu grupların kendi başına işler kotarma ve baylaşma becerisi gelişen ve inisiyatif kazanan örgütler almalarına yol açmış olacağız.

bb- Onlarla yakın bağlarımız nedeniyle kişisel özellik ve becerilerini, düzeylerini tanıma imkanı bulacağız. Daha ileri kavrayışlı olanlarıyla daha yakından ilgilenme, politik ve ideolojik gelişimine yardım etme olanağı sağlayacak.

cc- Kendi deneyleri üzerinden öğrenme, güven ve daha ileri mücadelelere atılmak için hazırlanmalarının en elverişli koşullarını sağlayacak.

çç- Kadınların politik ve ideolojik eğitimini yine aynı gruplar üzerinden daha etkili yollarla ele almamıza olanak verecek.

dd- Gruplar içindeki kadınların çevre ve olanaklarının partinin ve çalışmanın, işçi-emekçi hareketinin hizmetine sunulmasının yollarını açacak.

ee- Mücadelenin bilgi ve deneylerinin birikmesini tüm çalışmanın gelişmesine sunulmasını sağlayacak.

ff- Her il, ilçe, semt, işletme, fabrika vb. yerlerde doğal ilişkiler içindeki kadınları gruplar halinde örgütlememiz, toplumun bütün emekçi katmanlarından (işçi, köylü, ev kadını, kamu emekçisi, tarım işçisi, ev-büro hizmetlisi, evde parça başı iş yapanı vb.) kendi talepleri etrafında oluşan gruplar üzerinden yerel (semt, ilçe, il) bağımsız kadın örgütleri çatısı altında birleştirip mücadelelerini ve güçlerini aynı hedefe yöneltmelerini sağlayacaktır.

5. Kadın kitleleri içinde ve örgütlü kadın hareketi içinde partinin etkisini genişletmek ve derinleştirmek.

1- Yukarıda açıklamaya çalıştığımız temelde bir çalışma, partimizin kadın kitleleri içinde ve örgütlü kadın kesimleri üzerinde onları işçi-emekçi mücadelesinin saflarına, sosyalizm mücadelesinin saflarına kazanmak bakımından değiştirici, dönüştürücü bir etkide bulunmaktadır, bulunacaktır.

2- Az-çok örgütlü çalışmamızın başladığı ve asgari bir kitle temeli kazanma yoluna girdiği bu aşamada, çalışmalarımızı bu temel ilkeler ve koşulları yerine getirerek sürdürmenin önemi, kadın kitlelerinin geleceğini tayin edici niteliktedir.

3- Aynı zamanda partinin kadın kitleleri içinde etkisinin genişlemesi ve derinleşmesinin güvencesi de böyle bir çalışma tarzı ve yöntemidir.

4- Bu çalışmanın geleceği ve ülkenin her tarafında kadınların bağımsız yerel örgütlerinde örgütlü mücadele katılması böyle örgütlü bir çalışmanın ürünü olacaktır. Örgütlü bir kadın hareketinin işçi-emekçi hareketinin bir bileşeni olarak şekillenmesi, ülkede güçlü bir dinamik olarak ortaya çıkan Kürt kadın hareketiyle birleşme ve onu bu temelde etkileme olanaklarını artıracaktır.

5- Eğer bu çalışma sistemli, düzenli, her geçen gün eksiklerini tamamlayarak ve genişleyerek yürütülürse, ülkemizin uyuyan muazzam bir potansiyeli, kadın yığınları; işçi-emekçi kitlelerin yaşamının iyileştirilmesi, demokrasi ve özgürlüklerin kazanılması ve toplumsal eşitlik ve kurtuluş yolunda başarı amacının hizmetine girecektir. Bu yönüyle de burjuvaziye hizmetten ve onun düzenini sağlamlaştıran yapı taşları olmaktan kurtulacaktır.


* Kaynak: 28-29 Haziran 2003 Ören Kadın Toplantısı Seminer Sunumları, Emeğin Partisi Bülteni Özel Sayı: 27, sf. 62-75

 

Hesaplaşmanın Bir Dönemeci Olarak 2009 Newroz’u

Hesaplaşmanın Bir Dönemeci Olarak 2009 Newroz’u

Y. YILMAZ KARATAŞ

Yerel seçimlerin bir hafta öncesine denk gelen 2009 Newroz’u, Kürt sorunu üzerinden çatışmaların, girişim ve tartışmaların yoğunlaştığı bir süreçte, egemenler ile Kürt halkı ve demokrasi güçleri arasındaki hesaplaşmanın önemli bir dönemeci olarak kutlanacak.

Egemenler AKP Hükümeti üzerinden Kürt sorununda inisiyatifi ele almak için girişimlerde bulunmaktadır. ABD ve Irak’taki yerel/merkezi hükümetlerle silahlı Kürt muhalefetinin tasfiyesi için yapılan görüşmelere, içeride, Kürt sorununun çözümü yönünde beklenti yaratma ve bu beklenti üzerinden Kürt halkının yedeklenmesi hesaplarına bağlı olarak gündeme getirilen “açılım”lar eşlik etmektedir. Türkiye egemenleri ve Güney Kürtlerinin ABD’nin bölge politikaları temelinde işbirliğine sokulması ve bu işbirliğine ‘sivil’ dayanaklar oluşturmak üzere ‘Abantçılar’ın sürece dahil edilmesi, İran rejimine karşı mücadele eden silahlı Kürt hareketinin (PJAK) ABD’nin “terör” listesine alınması gibi gelişmeler, sorunun bölgesel politikalarda önemli bir rol oynamaya devam ettiğini göstermektedir. Bölgede, bir yandan sermaye çevrelerine, öte yandan dinci-gerici örgütlenmelere dayanan ve sadakaya dönüştürülen ‘sosyal yardımlar’ üzerinden halkın yoksulluğunu sömüren AKP Hükümeti, 29 Mart yerel seçimlerini, demokratik Kürt hareketine karşı bir referandum; Kürt sorununda inisiyatifin ele alındığı bir hesaplaşma süreci olarak kullanmak istemektedir.

Yerel seçim sürecinde emek ve demokrasi güçlerinin halk güçlerinin ihtiyacına cevap verebilecek bir birliktelik oluşturamamış olmaları bir zayıflığa işaret etmektedir. Buna rağmen 2009 Newroz’u, seçimlerde sağlanamayan birliğin alanlarda oluşturulması; emek ve demokrasi güçlerinin zaaflarının mücadele içinde aşılması bakımından olanaklar sunmaktadır. DTP Siirt Milletvekili Osman Özçelik’in Newroz’un ‘Özgürlük ve Barış Bayramı’ olarak kutlanması için meclise verdiği kanun teklifi, egemenlerin sorun karşısındaki tutumunun açığa çıkartılması bakımından önem taşırken; 2009 Newroz’unun bölgenin ve ülkenin olabilecek her yerinde yaygın ve kitlesel kutlanması, halkların eşitlik ve kardeşlik mücadelesinin ilerletilmesi bakımından önemli bir rol oynayacaktır. BOTAŞ kuyularının açılması, hakikat komisyonlarının kurulması, JİTEM-kontrgerilla örgütlenmesinin ve işlediği suçların açığa çıkartılması için emek ve demokrasi güçlerinin Ergenekon Davası’na müdahil olmak üzere gerçekleştirdikleri eylem ve etkinlikler; yine geçen yılın son aylarından bu yana etkisini sürdüren ekonomik kriz ve bu krizin yükünün emekçilerin sırtına yıkılmasına karşı yapılan eylemler, 2009 Newroz’unda sadece Kürt halkının değil, bütün emek ve demokrasi güçlerinin demokrasi, barış ve insanca yaşam talepleri etrafında birleşme olanaklarını genişletmektedir.

KÜRT SORUNUNDA EGEMENLERİN DÖNEMSEL HESAPLARI VE GİRİŞİMLERİ

5 Kasım 2007’de yapılan Erdoğan-Bush görüşmesi ve ardından gerçekleştirilen sınır ötesi hava ve kara operasyonlarından bugüne, AKP ve Genelkurmay ile ülke egemenleri, Kürt sorunu konusunda hem kendi aralarında, hem de ABD ile uyumlu bir politik tutum içinde bulunuyorlar. Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ arasında haftalık ‘olağan’ görüşmelerin başlatılmış olması, Genelkurmay’ın TRT’nin Kürtçe kanal açmasını ‘makul’ görmesi ve öte yandan 2008 Nisan’ında yapılan MGK’den sonra Güney Kürtleriyle resmi görüşmelerin başlatılması, bu iki yönlü uyumun somut örnekleridir.

ABD emperyalizmi, Türkiye egemenleri ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında doğrudan ilişkilerin geliştirilmesine zemin hazırlarken, öte yandan bu birliktelik üzerinden demokratik Kürt hareketinin tasfiye edilmesi koşullarını yaratmaktadır. ABD’de Obama yönetiminin ilk icraatları arasında PJAK’ın (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) “terör” listesine alınmasının yer alması ve PKK’nin silahsızlandırılması konusunda yeni bir raporun (Barkey Raporu) gündeme getirilmesi, çeşitli çevreler tarafından “Kürtlerin hamisi” olarak görülen ABD’nin sadece “kendi çıkarlarının hamisi” olduğunu ve Kürt sorununa ilgisinin ancak kendi çıkarları söz konusu olduğu zaman ve oranla sınırlı bulunduğunu göstermektedir. 2009 Newroz’u, Kürt, Arap, Fars, Türk bölge halkları arasında çatışma ve çelişki çıkarmaya ve bu çelişki-çatışmalar üzerinden farklı çevreleri kendi politikaları etrafında birleştirme yolunu izleyen ABD emperyalizmine karşı halkların demokrasi, barış ve eşitlik taleplerini alanlarda haykırdığı bir gün olarak kutlanmalıdır.

AKP, bölgede burjuva, feodal-burjuva çevreler ve dinci-gerici dernekler üzerinden örgütlenirken, yoksul halk kesimlerine sadakacı-ianeci bir anlayışla (ve halkın kaynaklarını kendi adına kullanarak) yardımlar dağıtmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta övündüğü “75 Kürt milletvekili”nin hemen hepsi Kürt burjuva ve feodal-burjuva çevrelerden gelmekte ve AKP bu çevrelerin politik temsilciliğini yapmaktadır. 2002’de açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırma vaadiyle oy toplayan AKP Hükümeti, köye geri dönüş koşullarının sağlanması, GAP’ın halkın çıkarları temelinde yeniden ele alınarak toprak reformunun yapılması, tarım ve hayvancılığın desteklenmesi, başta enerji olmak üzere bölgeden elde edilen kaynakların yine bölgede istihdam yaratmaya yönelik yatırımlarda kullanılması gibi politikaların uygulanması yerine, kır ve kent yoksullarını kömür, gıda yardımlarıyla oyalamaktadır. Üstelik devamlılığı AKP’ye oy verilmesi koşullarına bağlanan bu yardımlar, bölgede açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırmak bir yana, derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Bir yandan halkı yoksullaştıran politikalar uygulanırken, halkın açlık ve yoksulluğunun yapılan yardımlar üzerinden siyasi çıkarlar doğrultusunda kullanılması, Kürt halkının kendisini sadaka kültürüne mahkûm etmek isteyen zihniyete karşı Newroz’da ulusal demokratik taleplerin yanı sıra iş, toprak ve insanca yaşam taleplerini sahiplenmesinin artık ertelenemez bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır.

Anadilde eğitim, operasyonların durdurulması, Fırat’ın ötesindeki Ergenekon’un; JİTEM-kontrgerilla cinayetlerinin açığa çıkartılması için alanlara çıkan Kürtler devletin baskısına, gözaltı ve tutuklamalara maruz kalırken, AKP, Kürt dili ve kültürüyle ilgili “açılım”lar yapmaktadır! Devlet 24 saat Kürtçe yayın yapan televizyon kanalı açmakta, ama özel televizyonlar üzerindeki kısıtlamalar ve siyasilerin Kürtçe konuşma yasağı devam etmektedir. Yerel seçimler öncesine yetiştirilmek üzere yasal alt yapısı hazırlanmadan TRT Şeş adıyla başlatılan Kürtçe yayına, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümlerinin açılması hazırlıkları eşlik etmektedir. Yerel seçimlere endeksli olarak ve yasal dayanakları oluşturulmadan yapılan bu girişimler, egemenlerin derdinin halkın taleplerini karşılamak değil; bu talepleri, halkı gerici politikalara yedeklemek için kullanmak olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bu adımların akıbetinin yerel seçimlerde alınacak sonuçlara da bağlı olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Kürt halkının ulusal uyanış günü olan Newroz, halkın dil ve kültür ile ilgili taleplerinin istismar edilmek istenmesi, bu taleplerin içinin boşaltılması karşısında, Kürt dili ve kültürü önündeki her türlü yasak ve engellemenin kaldırılması ve anadilde eğitim talepleriyle kutlanacaktır.

2008 Newroz’unda Van’da, Siirt’te, Hakkari’de, Yüksekova’da bayramlarını kutlamak için alanlara çıkmak isten kadın ve çocuklara İsrail’in Filistinlilere yaptığı baskı ve işkencenin aynısını uygulayan vali ve emniyet müdürleri, kameralar önünde çocukların kollarını kıran işkenceci polisler hâlâ görevleri başındadır. Demokratik talepleri için alanlara çıkanlara panzerle ezmekten gözünü kör etmeye kadar her türlü baskı ve işkenceyi reva görenlerin, öte yandan halkın bu istemlerini karşılamak üzere “açılım”lar yapması ne kadar inandırıcıdır? Egemenlerin dönemsel hesapları, Kürt ulusal demokratik hareketinin etkisizleştirilip tasfiye edilmesi ve atılacak adımlarla halkın gerici politikalara yedeklenip sorunda inisiyatifi ele almak biçiminde özetlenebilir. Ve yerel seçim süreci, bu politikanın başarısı için her türlü yol yöntemin kullanıldığı bir süreç olarak işletilmektedir.

HESAPLAŞMADA EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN DAYANAK VE OLANAKLARI

Ergenekon davasıyla ilgili gelişmeler, bölgede Kürt halkına karşı işlenen suçların açığa çıkmaya başlaması, 3 milyonu aşan işsiz ve Mart ayından sonra etkisini daha da hissettirecek olan ekonomik kriz, her milliyetten işçi ve emekçilerin, Türk ve Kürt halklarının emek ve demokrasi mücadele ve talepleri etrafında birleştirilmesi olanaklarını geliştirirken, aynı zamanda bunu acil bir ihtiyaç olarak da dayatmaktadır. Epey bir süredir böylesi birliği sağlamak üzere, ‘çatı partisi’ tartışmalarını sürdüren emek ve demokrasi güçlerinin yerel seçimler sürecinde ihtiyacı karşılayacak bir birlik sağlayamamasının, mücadelenin dayanak ve olanaklarının geliştirilmesi bakımından bir eksiklik olduğu açıktır. Halk güçlerinin ihtiyaç duyduğu mücadele birliğinin nasıl sağlanacağı yerine aday ve partilerin tartışılmasının, emek ve demokrasi mücadelesini geliştirmediği bilinmez değildir.

Emek ve demokrasi mücadelesi içinde yer alan çeşitli güçlerin, “sol”, “sosyalist” çevrelerin AKP’nin hesaplarına bakarak seyircisi kalmakla yetindiği Ergenekon Davası süreci, NATO bünyesinde oluşturulan ‘özel harp dairesi’nin kurulduğu günden bu yana devlet içindeki kontrgerilla-JİTEM örgütlenmelerinin işlediği suçların halkın gözünde görünür kılınması bakımından önemli olanaklar sunmaktadır. Emek ve demokrasi güçlerinin BOTAŞ’ın ‘ölüm kuyuları’nın açılması, ‘bin operasyon’un açıklanması başta olmak üzere, kontrgerillanın halka karşı işlediği suçların açığa çıkartılması ve bu temelde ‘gerçekleri araştırma komisyonları’nın kurulması talepleri üzerinden davaya müdahil olmaları, ülkenin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun çözümü konularına mesafeli yaklaşan geniş halk kesimlerinin kazanılması bakımından büyük önem taşımaktadır.

Ekonomik kriz nedeniyle her geçen güç açlık ve işsizliğin arttığı koşullarda, artık çatışma ve operasyonlarla çözülemeyeceği görülen Kürt sorunu nedeniyle yılda 26 milyar dolar savunma harcamaları adı altında savaş ve operasyonlara ayrılmaktadır. Sınır ötesi hava operasyonunun bir günlük maliyetiyse 70 milyon insanın bir günlük ekmek ihtiyacı kadardır. Ülkeyi yönetenler, IMF’den kredi almak için halkı daha fazla açlık ve yoksulluğa sürükleyecek birçok yaptırıma evet derken, ülkenin kaynakları 30 yıldır süren çatışmalarda harcanmakta; bir yandan Kürt ve Türk gençleri yaşamını yitirirken, öte yandan halkın açlık ve yoksulluğu artmaktadır. Bu bakımdan ekmek ve demokrasi mücadelesi artık iç içe geçmiş durumdadır ve bu mücadelenin başarısı egemenlerin öncelikleri karşısında halk güçlerinin önceliklerinin örgütlenebilmesini zorunlu kılmaktadır.

2009 Newroz’unun Kürt halkı; emek ve demokrasi güçleri bakımından kazanılmış bir dönemeç olabilmesi, yerel seçimler sürecinde yaşanan eksiklik ve darlıklara teslim olunmadan halk güçlerinin birliğini sağlamak temelinde ele alınmasına bağlıdır. Her milliyetten işçi ve emekçilerin devrimci sınıf partisinin bölgedeki ve ülke genelindeki yerel örgütleri, Newroz sürecini, Kürt ulusal hareketiyle yerel seçimlerde sağlanamayan birliğin alanlarda sağlandığı bir anlayışla ele alıp değerlendirmelidir. Bu temelde 2009 Newroz’u, ülkenin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü, Kürt dili ve kültürü önündeki her türlü engelin kaldırılması, Ergenekon sürecinin derinleştirilip kontrgerilla örgütlenmesi ve işlediği suçların açığa çıkartılması, herkese insanca çalışma ve yaşam koşullarının sağlanması gibi taleplerle olabilecek her yerde ve en geniş halk kesimlerinin katılımıyla kutlanmalıdır. Newroz’un egemenlerle hesaplaşmada Kürt halkı, emek ve demokrasi güçleri tarafından kazanılmış bir dönemeç olabilmesi, halk güçlerinin birleştirilmesi yönünde bir ‘uyanış’ günü olarak kutlanmasından geçmektedir. Emek ve demokrasi güçlerinin yerel seçimleri ve sonrasını kazanabilmesi de, bu dönemecin başarıyla geçilmesiyle mümkün olacaktır.

Marx ve Darwin

marx ve darwin

AYDIN ÇUBUKÇU

 

İki büyük bilgin arasındaki ilişki konusunda kimi dedikoduları da içeren epeyce bir yazı bulmak mümkün. Özellikle Marx’ın Kapital’i Darwin’e ithaf etmek isteyip de, bunun kibarca reddedilmesi konusunda, kimi heyecan meraklısı, kimi Marksizm düşmanı pek çok araştırmacı konuya ilgi duymuşlardır. Darwin’in ithaf önerisini reddetmesini, Kapital’in bilimselliğine kuşku gölgesi düşüren bir olay gibi gösterenler de vardır, Darwin’in o ana kadar Marx’ın adını duymamış olmasını önemseyerek, buradan Marx’ın önemsiz biri olduğunu ileri sürme imkânı bulanlar da…

İşin tarihsel magazin yanı bir yana, Marx, Darwin’e doğa bilimleri alanında attığı büyük devrimci adım dolayısıyla hayranlık ve sevgi duymuştur. Özellikle dinsel dogmaların karşısına ilk kez ciddi bilimsel kaygılarla çıkmış olmasını, içinde yaşadığı toplumun önyargılarından çekinmesine karşın görülerini açıklıkla savunmasını önemli ve saygıya değer bulmuştur.

Darwin’in, kişisel özelliklerinin ötesinde, insan türünün daha ilkel canlılardan evrim yoluyla gelmiş olmasını ileri sürmekle, dolaysız olarak materyalist felsefeye yaptığı katkıyı da, proletarya için bir kazanç saymıştır.

Darwin’in doğumun 200. yılı ve “Türlerin Kökeni”nin yayınlanışının 150. yılı bütün dünyada etkinliklerle değerlendirilirken, Marx ve Darwin arasındaki ilişkilere ve Marx’ın evrim kuramının kimi ortaya çıkış özelliklerine yönelik eleştirilerine değinen bir özet yapmayı uygun bulduk.

 

EVRİM KAVRAMININ DARWİN ÖNCESİ FELSEFİ TARİHÇESİ

Varlığın sürekli değişim halinde olduğu düşüncesini ilk dile getiren, diyalektiğin de babası sayılan Heraklit’tir. Ünlü “bir nehirde iki kere yıkanılmaz” özdeyişinde söylediği gibi, ona göre, değişmek ve özdeşliğin sürekli bozulması evrenin temel yasasıydı. Ancak Heraklit, “bir şeyden her şey, her şeyden bir özdeyişiyle de, bir kökenden doğarak farklılaşmış çoğulluğun doğuşuna ilişkin görüşler de ileri sürmüştür. Bu bakış açısı, Miletoslu ilkçağ materyalistlerin töz kavrayışından farklıdır; çünkü töz, değişen çokluk içinde değişmeden kalan temel varlığı dile getiriyordu ve bu bakımdan da, hareketli olmaktan çok, sabitlenmiş bir varlık evreni tasarımına yol açıyordu.

Yine antikçağ filozoflarının genel anlayışına göre, varlık evreni, yetkin olmayandan daha üst ve yetkin olana doğru bir sıralama içinde oluşmuştu. Bu düşünceyi sistemli bir biçimde dile getiren Aristo, aşağı varlıklardan yukarı varlıklara doğru bir yükseliş bulunduğunu ileri sürdüğü, “Hayvanlar Üzerine Araştırmalar” adlı yapıtında cansız maddeden, canlı bitkiye, bitkiden hayvana ve hayvandan insana doğru bir sıralama bulunduğunu ileri sürmüştü. Ne var ki, Aristo’nun bu görüşünün, modern evrim kavramını uzaktan çağrıştırmakla birlikte, yan yana duranlar arasındaki bir hiyerarşiyi dile getirdiğini görmek mümkündür. Sıralı ve dereceli geçişin nasıl gerçekleştiği, hatta bir geçiş olup olmadığı bile kuşkuludur burada. Yine de, farklı varlık türleri arasında ilkelden gelişmişe, basitten karmaşığa doğru bir sıralılık bulunduğu fikri, ilkçağ materyalizminin sezgilere ve basit görgüye dayanan düşünce çabası içinde değerlidir.

Hint ve Çin klasik felsefelerinde de, varlık ve ölüm, yeniden doğuş gibi kavramlar çerçevesinde, canlıların ölüp dirilerek ilerlediği düşüncesi belirleyici bir yer tutmaktadır.

Daha eskilere giderek, Sümer, Mısır dinlerinde, Zerdüştilikte, Ege-Akdeniz-Anadolu mitolojilerinde, kaos içinde düzenlilik, bağıntılılık bulunduğu ve bir varlıktan diğerine geçişte daha ileriye doğru bir yol izlendiği düşüncesinin izlerine rastlanabilir. Bütün bunlar, insanın, çok eski zamanlardan beri, ilerleyen ve evrilen bir dünya tasavvuruna sahip olduğunu göstermektedir.

Ne var ki, insanlığın çocukluk dönemi diyebileceğimiz bu çağlar boyunca ve hatta daha sonraki sistematik felsefi bütünlüklerin kuruluşu zamanlarında, bir kavramdan ötekine geçiş sorunu çözülememiştir. Karşıtlıkların mutlaklığı anlayışı, bu problemin çözülmesini engellemiştir. Örneğin en gelişmiş sistemcilerden Aristo, cansızlar ve canlılar arasında hiyerarşik bir varoluş sıralamasından söz ettiği halde, cansızın canlıya dönüşümü ya da bir bitkiden bir hayvana evrim olasılığı konusunda bir şeyler söylemeyi aklından bile geçirmemiştir. Bu yüzden, antik çağ filozoflarının içinde yalnızca Heraklit bu görüşe yaklaşabilmiştir, o da diyalektik düşünüşü sayesinde…

 

HEGEL’DE EVRİME İŞARET EDEN ESASLAR

Antik doğa felsefesinin, Engels’in deyişiyle, “verimli tohumlar olarak içerdiği her şey”, Hegel’de de, çok fazla aşılamamış bir halde kendini gösterdi. Metafizik felsefe, doğada zamana yayılmış bir gelişme çizgisi görmek yerine, yan yana konulmuş farklılıkların art arda gelişini tasarlamaktan öteye geçememişti. Farklılıklar arasında içten bir bağıntılılık değil, dışsal ilinti görüyordu ve aslında bu bakış açısı, Hegel’in kendi diyalektiğine de aykırıydı. Engels, Hegel’in bu zaafının, onun tarihsel gelişmeyi yalnızca “tin”e tanıyan sisteminden kaynaklandığını, ama aynı zamanda, doğa bilimlerinin o günkü gelişme düzeyine de bağlı olduğunu yazar.

Oysa Hegel, varlık ve hiçlik arasındaki çelişmeden başlayarak, bütün bir evrensel oluş tablosu içinde, mutlak aklın hareketi olarak görmüş olsa da, kesintisiz ve sıçramalı bir geçiş süreci tasarlayabilmişti. Karşıtların birliği ve birinden diğerine geçiş olanağı, evrim tablosunun yüksek bir felsefi soyutlama düzeyinde inşa edilebildiğini göstermektedir. Ne var ki, bunun doğal evrimin de haritası olarak düşünülebilmesi için, Engels’in işaret ettiği gibi, doğa bilimlerinin desteği şarttı. Denilebilir ki, yüksek felsefi soyutlama yoluyla evrim kavramına yüklenen içerik, kendi nesnel karşılığıyla buluşamadığı için, sadece sezgisel ve olması gereken üzerinden kurulmuş eksik bir tablo olarak kalmıştır.

 

MARX VE ENGELS’TE EVRİM

Toplumsal tarih açısından ve sınıf mücadeleleri ile tarihsel gelişme arasındaki bağlar üzerinden düşünen Marx ve Engels, Darwin’in türler arasında geçiş kuramından çok önce, gelişmiş bir evrim kavramına sahiptiler. Darwin’i büyük bir coşkuyla selamlamalarının nedeni de, kendi buluşlarının nihayet doğa bilimlerinde de kanıtlanmış olmasıydı.

Marx ve Engels, maddenin üç temel hareket biçimi olduğunu ve bunlar arasında ortak yasalara dayanan bir birlik bulunduğunu keşfetmişlerdi. Doğa, toplum ve insan bilinci, maddenin üç temel biçimi olarak, aynı temel ilkelerle anlaşılabilir, yorumlanabilir ve değiştirilebilirdi. Bu ortak ilkeler, materyalist diyalektik düşüncede bulunuyordu. Kuşkusuz, her hareket biçimi, kendisine özgü bilim dalları tarafından kendilerine özgü araçlar ve yöntemlerle incelenebilir, kendilerine özgü yasaları ayrıca formüle edilebilirdi; ama hepsini düşünülebilir kılan ortak ilkeler vardı ve bunlar diyalektik materyalizmdeydi. Engels, bu ilkelerin bir kısmını söyle özetliyordu: “…şeylere biraz yakından bakınca, bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbunun karşıt oldukları kadar ayrılmaz da olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağlantısı içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak, bu kavramların neden ve sonuçların sürekli görev değiştirdiklerini, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da daha sonda neden ve tersine durumuna geldiği evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini de görürüz.” (Anti-Dühring, s. 73)

Aslında burada söylenenlerin hiçbiri Hegel’in ötesinde değildir. Hegel diyalektiğinin de saptamalarıdır. Fakat Hegel, bu ilkeler toplamından bir evrim görüşü çıkaramamıştır. Marx ve Engels’i bir adım öteye götüren de, yalnızca Darvinci teorinin artık doğmuş olmasından ibaret değildir. Marx ve Engels, henüz “Alman İdeolojisi” üzerinde çalışırken, insan toplumunun evrimi konusunu düşünmeye başlamışlar ve yukarıda anılan ilkelerin üzerinde, toplumların ilerleyişinin başlıca dinamiklerini ve genel tarihsel çizgisini çıkarmışlardı. Pek çok bakımdan bugünkü gen bilimin tarih üzerinde denenmiş öncülleri olarak da okuyabileceğimiz buluşlar yapmışlardır. Henüz Darwin ortaya çıkmadan, Darvinci evrim teorisine hâkim olan “devrimsiz evrim” görüşünün ilkesel düzeyde hem eleştirisini yapmışlar, hem de daha ilerisini gösterme başarısına ulaşmışlardı. Günümüzde, genetik bilimi, artık evrimde mutasyon (ani değişim, sıçrama, bir bakıma devrim) olayının rolünü daha derinden çözmeye başlamıştır. Oysa en genel ve temel özellikleriyle evrim kavramını, genel olarak maddenin bütün hareket biçimlerini kucaklayacak tarzda inşa ederken, Marx ve Engels, evrimle devrim kavramlarının içten bağıntısını göstermişler ve bunu toplumların evrimini incelerken tarihsel örnekler üzerinde sınamışlardır.

 

MARX VE DARWİN

Bu noktada, Marx’ın, Darwin’i izleyerek, onun “doğanın ekonomisi için yaptığı bilimsel tahlili, toplumsal ekonomide gerçekleştirdiği” iddiasının gereksiz ve yanlış bir görüş olduğunu saptayabiliriz. İddianın sahibi olan Moses Hess, bir Alman küçük burjuva sosyalistiydi ve Marx’ın görüşlerini eklektik bir biçimde yeniden bir araya getirerek, “gerçek sosyalizmi” kurmaya çalışıyordu. Marx tarafından defalarca eleştirilmişti. Ne var ki, Marx ile Darwin arasında kurulan bu sözde üst düzey ilişki yorumu, sonraki kuşaklar üzerinde de kalıcı bir kabul görmüştür. Darwin’i kaynak göstermek, Marx’ın değerini arttıracakmış, Marx’ın buna sanki ihtiyacı varmış gibi, küçük burjuva sosyalistleri arasında dillendirilir olmuştur.

Gerçek bunun tamamen dışındadır. Her şeyden önce, Darwin’in yaptığını, “doğanın ekonomisinin bilimsel tahlili” olarak adlandırmak, bir teşbih hatasıdır. Marx’ın yaptığı da, zaten toplumun ekonomisinin tahlilinden ibaret değildir. Her iki büyük bilim insanının elbette kesiştikleri bir nokta vardır; Marx, Darwin’de, kendi toplumsal evrim ve sınıf mücadelesi kavramlarına denk düşecek bir doğa tasarımını gördü. Kapital’i ona ithaf etmek istemesinin nedeni ise, bunun yanı sıra, her türden gerici saldırılar karşısında, Darwin’e, örgütlü Avrupa işçi sınıfı adına bir destek sunmaktı. Darwin bunu anlamadı. Kulaktan dolma bilgilerle, Kapitalin bir ekonomi kitabı olduğunu ve bu alanda yazılmış bir eserin kendisine ithaf edilmesini uygun bulmadığını bildirdi.

Aslında Marx’ın, diyalektik anlayışı açısından, Darwin’le kesiştiği noktalardan daha önemli olarak, ayrıldığı temel önermeler vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, evrimi düz bir çizgi olarak gören Darwin’in aksine, Marx’ın diyalektik evrim anlayışı, kimi zaman geri dönüşleri de içeren, sıçramalı ve devrimlerle ilerleyen bir süreçtir. Çizgisel değildir, boyutlu ve çok yönlüdür. Hegel’in yıllar önce eleştirdiği “tek nedenden sonsuz sayıda sonuç çıkaran” bir nedensellik anlayışının izleri Darwin’de belirgindir. Bilimsel buluşlar ilerledikçe, Darwin’in temellerini attığı genel anlayış ve buluşunun temel tezi güçlenmekte, fakat kurduğu teorinin eksikleri daha fazla göze batmaktadır.

Marx, özellikle Darwin’in esin kaynağı olarak Malthus’ü göstermesini eğlendirici bulduğunu yazmıştır:

“Darwin’i yeniden gözden geçirdim; ‘malthusçu’ kuramı bitkilerle hayvanlara da uyguladığını söyleyerek beni çok eğlendiriyor; sanki bay Malthus’ta –ve geometrik artış dizisinde– tüm sorun, kuramın bitkilerle hayvanlara değil de, yalnızca insanlara uygulanmasıymış gibi… Darwin’in hayvanlarla bitkiler arasında, işbölümüyle, rekabetiyle, yeni pazarlar açışıyla, ‘icatlarıyla’ ve malthusçu ‘varolma savaşımı’yla kendi İngiliz toplumunu bulup görmesi çok dikkate değer bir şey. Bu Hobbes’un ‘bellum omnium contra omnesi’[*]idir: Bir de insana, Hegel’in Phänomenologie’sini anımsatıyor. Sivil toplum orada ‘ruhsal hayvanlar âlemi’ diye tanımlanırken, Darwin’de hayvanlar âlemi, sivil toplum olarak beliriyor…” (Marx- Engels, “Seçme Yazışmalar”, Sol yayınları, Kasım 1995, s. 147)

Bilindiği gibi, Marx, Malthus’un nüfus teorisinin gerici içeriğini sert eleştirilerin konusu yapmıştı. Savaşları, salgın hastalıkları nüfusun denetimi için yararlı bulan bu İngiliz düşünürün kapitalizmin çelişkilerinin üstünü örtmekten başka sonuç vermeyen görüşüne göre, insanlar geometrik oranda çoğalırken, tarımsal üretim aritmetik oranlarla artabilmekte, dolayısıyla açlık, sefalet, gibi sonuçlar fazla nüfustan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de, ölümleri arttıran, doğumlar azaltan her türden felaket olumludur, yararlıdır! Bu bakımdan insanların eşitliği gibi idealler peşinde koşulmamalı, yoksullara yardım edilmemeli, ölümleri önleyici tedbirler alınmamalıdır. İşçi ücretlerinin asgari geçim çizgisini geçmemesi gerekir, çünkü ücretlerin artışı nüfusun artışına yol açar! Vb. vb.

Bu görüşlerin, Darwin’e “doğal ayıklanma” fikrini ilham etmesi, İngiliz toplumundaki sınıf mücadelelerinin sonucu olarak doğmuş gerici bir teorinin biyolojideki en büyük buluşlardan birine uygulanması, Marx’a tuhaf bir çelişki olarak görünmektedir. Yukarıdaki satırlarda da görüldüğü gibi, Marx, hayvanlar dünyası ile insan toplumu arasında kurulan bu analojide, Darwin’i küçülten bir yan görmemekte, fakat aynı toplumsal koşullar içinde düşünen ve bilim yapan insanların benzer yollar izlemesini öğretici (hatta eğlendirici) bulmaktadır. İlginç olan, Darwin ve Hobbes gibi iki ünlü İngiliz’in, modern sınıf karşıtlıklarının anavatanı olan İngiltere’nin toplumsal hayatının sergilediği keskin çatışmaları, kendi düşünce alanlarında yansıtış biçimleridir. Malthus’un insanlar hakkında söylediklerinden hareket ederek, Darwin’in, hayvanlar arasındaki mücadele (doğal ayıklanma-eleme) hakkında sonuçlara varması ve Hobbes’un insan toplumunu bir “kurtlar dünyası” olarak tanımlaması, Marx’ın kapitalist toplum hakkında söylediklerinden daha acımasız, ama kuşkusuz bilim dışıdır. Malthus, salgın hastalıkları ve yok edici savaşları, hastaların kendi hallerine bırakılmasını, yoksulların daha da yoksullaştırılarak yok edilmesini önerebilmekte toplumun selameti için; Hobbes ejderhaların yönetimini düşlemekte, Darwin ise, güçsüzün güçlüler tarafından yok edilmesini türlerin oluşumunda bir “doğa yasası” olarak onaylarken, Hobbes ve Malthus’un korkuyla baktıkları toplumun içinden konuşmaktadır.

Marx, kendi teorisine duyduğu güvenle, doğa ve toplum arasında gidip gelen, ama hepsi farkında olmaksızın sınıf mücadelesinin etkisinde konuşan bu düşünürleri izlemektedir.

 

SONUÇ

Özetle, Darwin ve teorisi, Marksizm açısından, tarihsel ve felsefi bakımlardan olduğu kadar, ideolojik olarak da büyük önem ve değer taşımaktadır. Ancak özellikle “sosyal darvinizm” biçimi altında ortaya çıkan siyaset ve toplum pratiğinin faşizmle birleşen sonuçlarında, teorinin Malthus’ten esinlenen yanlarının önemli payı vardır. Her ne kadar bundan dolaysız olarak Darwin sorumlu değilse de, başlangıçta Marx tarafından dikkat çekilen zayıflıklarından biri olarak görülmelidir. Bununla birlikte, biyoloji bilimi açısından, günümüzde de eksilmeyen önemi, materyalizm açısından geliştirdiği katkılar dikkate alınarak, Darvinci Evrim teorisinin esasları, her türden gericiliğe karşı ödünsüz savunulmalıdır.

Yine diyalektik materyalizmin temel ilkeleri açısından, Darvinci evrim teorisinin ilk haliyle taşıdığı eksikliklerin, genetik biliminin kaydettiği gelişmelerle giderilmekte olduğu ve bu gelişmenin de diyalektiğin öngörülerini doğruladığını görmemiz gerekir. Bilim insanlarının bu konuda çıkarabileceği en önemli ders, evrim teorisini, diyalektik materyalizm açısından kurmanın yollarını aramak olmalıdır. Orada, yalnızca diyalektik kavrama yolunun doğrulanışını görmekle yetinmemek, araştırma ve incelemelerin diyalektik öngörüler üzerinde yükselmesi gerektiğini de göstermek gerekmektedir.


[*] “Herkesin herkese karşı savaşı”. Hobbes, “İnsan, insanın kurdudur” özdeyişiyle ünlü İngiliz filozofu. Kapitalist toplumun ancak “ejderha” (Leviathan) gibi bir devlet tarafından yönetilebilecek karmaşa ve savaş toplumu olduğunu düşünüyordu.

Ekonomik Kriz Nereye Gidiyor- Paketler Neden Çözümsüz?

ekonomik kriz nereye gidiyor

paketler neden çözümsüz?

BÜLENT FALAKAOĞLU

Kriz, artık bütün ekonomik göstergelere yansımış durumda.

2008’de kapanan işyeri sayısının yüzde 58 artması, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 20 azalması, Hızla tırmanan işsizlik, Aralık’ta yüzde 17 düşen sanayi üretimi, bu göstergelerden sadece birkaçı.

İşsizliğin ‘resmen’ yüzde 12.3’e yükseldiğini gösteren son veriler (Kasım ayına aittir) ise, krizin vatandaşın hayatına daha doğrudan etkisini gözler önüne serdi. Kasım’da işsiz sayısı geçen yıla göre 645 bin kişi artmış. Resmi veriler, işsiz sayısının 3 milyon kişiye dayandığını gösteriyor. İşsizlerin 524 binini bu dönemde işten ayrılanlar oluşturdu. Türk-İş’in verilerine göre ise, sadece Bursa’da, Ocak ayında günde 280 kişi işten çıkarıldı. İş-Kur’a iş bulmak amacıyla yapılan başvurular, Ocak ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 95 artarak, 151 bin 530’a ulaştı. İşsizlik ödeneğinden yararlanmak için başvuranların sayısı da, Ocak ayında, 78 bin 555 olarak belirlendi.

Sanayi üretimi azaldıkça, kapasite kullanım oranı da düşüyor. Kapasite kullanımdaki düşüklük işsizlik anlamına geliyor. Sanayide kapasite kullanım oranı, Ocak ayında, geçen yılın aynı ayına göre 16.5 puan birden azaldı ve yüzde 63.8 seviyesine düştü. Kapasite kullanımı, son 20 yılın en düşük düzeylerinde… Aralık’ta yüzde 17 gerileyen sanayi üretim endeksini oluşturan sektörlere bakıldığında ise, otomotiv, metal ve tekstil sektörlerindeki gerileme görülüyor.

2008’de uluslararası ‘doğrudan yatırımlar’, önceki yıla göre, yüzde 20 dolayında azaldı. Çoğu özelleştirmeler yoluyla gelen bu kaynak, hükümetin beslendiği önemli kaynakların başında geliyordu. Doğrudan yabancı yatırım, 2007’de 21.9 milyar dolar iken, 2008’de 17.7 milyar dolar oldu. 2009 için beklenti ise 10 milyar dolar. Oysa daha bir yıl önce, Türkiye’nin yükselen bir değer olduğu, uluslararası alanda dolaşan paradan büyük paylar alacağı, önemli oranda doğrudan yatırım çekeceğinden dem vuruluyordu.

Ekonomide küçülme, bütçe açığı, işsizlik rakamlarının büyümesi ardından, elektrik tüketimi de, küresel krizin Türkiye’yi teğet geçmediğini bir kez daha gösterdi. Ocak 2009’daki tüketim, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 10 azaldı; böylece elektrik tüketimi, 2001 krizinden bu yana en düşük düzeye geriledi. Şubat’ın ilk günlerine ilişkin verilere göre, azalış sürüyor. Günlük azalma ciddi; boyutlarda, geçen yıl günde 600 milyon kilovat saat olan elektrik tüketimi, bu yıl günde 540 milyon kilovat saate düştü. Günlük tüketimdeki daralma, elektrik tüketiminin, yıl sonunda, tahminlerin yüzde 15 altında gerçekleşeceği sinyalini veriyor. Enerji Bakanlığı, bu sene içinde, elektrik tüketiminde düşüş değil, yüzde 10 oranında bir artış bekliyordu.

Kısacası, her şey tepe taklak olmuş durumda. Türkiye, giderek ağırlaşan ekonomik bunalımın girdabında. Sanayi üretimi, Ağustos’tan bu yana, her ay hızlanarak küçülüyor. Hizmetler sektörü küçülmekte. Bu büyük sektörün, ticaret, taşımacılık, depolama, pazarlama, reklam, hatta finans gibi daha alt-kollarındaki değişmeler, büyük ölçüde, sanayi sektöründeki ve dış ticaretteki değişmelerin etkisi altında. İthalat ve ihracatın toplam değeri, 2008’in son üç ayında büyük oranda düştü. Sanayi ve dış ticaret rakamları, 2008’in bir küçülme yılı olduğunu (TÜİK yeni “sürprizler” üretmezse) gösteriyor. İmalat sanayinde kapasite kullanım oranları, Ocak 2009’da, bir önceki yıla göre yüzde 21 dolaylarında gerilemiş bulunuyor.

MERKEZDE DERİNLEŞME

Krizin merkez üssü ABD’de de durum iç açıcı değil. Küresel ekonomik krize ilişkin gelişmeler gündeme damgasını vurmayı sürdürüyor. Amerikan Merkez Bankası (FED), ABD ekonomisinin bu yıl yüzde 0,5 ile yüzde 1,3 arasında daralacağını öngörüyor. İşsizlik oranı, yüzde 9 civarında seyrediyor. Evini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalan 9 milyon Amerikalı bulunuyor. ABD Başkanı Barack Obama, konut kriziyle mücadele planı kapsamında 75 milyar dolar harcamayı öngörüyor. Bu planla, en fazla 5 milyona yakın kadar borçlunun finanse edilmesi ve haciz sınırına gelen yine en fazla 4 milyon kişiye yardım edilmesi amaçlanıyor.

ABD’nin sanayi üretimi istikrarlı bir biçimde düşüyor. Her hafta 100 binlerce kişi işsizlik maaşı başvurusunda bulunuyor. 100 milyar dolarlık önlem paketlerinden isteyen isteyene. ABD’li otomobil üreticileri General Motors (GM) ve Chrysler, ABD hükümetinden 22 milyar dolar ek kredi istiyor.

ABD’nin, gelişmeleri bir tehdit olarak algıladığı, bizzat Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis C. Blair tarafından açıklandı. Blair, ülkenin güvenliği açısından en büyük tehdidin “terörizm” olmadığına işaret ederek, “artık ulusal güvenliğimiz açısından öncelikli tehdit küresel krizdir” demektedir.

Diğer kapitalist merkez AB’de de işler iyi gitmiyor. AB’de, bu yıl 3.5 milyon kişinin işini kaybedeceği ve 2008 sonunda yüzde 7 civarındaki işsizlik oranının, 2010’da yüzde 9.5’e ulaşacağı tahmin ediliyor. Dış ticaret açığı, 250 milyar Avroya dayandı. Oysa Avro Bölgesi 2007 yılında dış ticaret fazlası veriyordu. AB Komisyonu’nun Şubat ayı istihdam raporunda, küresel krizden en fazla olumsuz etkilenen sektörler arasında metal, otomotiv, finans ve lojistik sıralandı. Alman Federal Eyalet Temsilciler Meclisi (Bundesrat), Almanya Federal Cumhuriyeti tarihindeki en büyük ekonomik yardım paketi olan 50 milyar Avroluk ikinci konjonktür paketini onayladı.

Sadece emperyalist ülkelerde değil, kriz, tüm dünyada derinleşiyor. Uluslararası Sendikalar Birliği (ITUC), önümüzdeki 11 ay içinde 50 milyon emekçinin işsiz kalacağını ve 200 milyon insanın daha mutlak yoksulluğa kayacağını söylüyor. Onlar da, tıpkı Avrupa’daki sendikalar gibi, “sosyal bir saatli bombanın çalışmaya başladığı görülmelidir” diyerek ‘uyarıda’ bulunuyor. Bu tablo, başta ABD olmak üzere, dünyanın “büyük” ve zengin ülkelerinde, hükümetleri, dev boyutlarda ekonomiyi canlandırma paketleri açıklamaya zorladı. Bu önlemler, söz konusu ülkelerdeki talep açığını kapatarak, ekonomiyi canlandırmayı amaçlıyor. Ama sonuç ortada.

KRİZİN ORTASINDA!

Hiçbir paketin çözüm ol(a)madığı ortada. Çözüm olamaması da anlaşılır bir durum. Çünkü yaşanan kriz, birilerinin iddia ettiği gibi, hemen düzeltilebilir olanlardan değil. Yaşananların, kısa dönem, 3-5 yıllık “iş çevrimleri” ile 3-5 bankanın açgözlülüğünün yol açtığı kısmi finansal çöküntülerle ilişkisi yok.

Yaşanan genel bir ekonomik krizdir. Bu eğilim bir kez başladığında, durdurmak hiç de kolay değildir. Lakin genel bir krizi, ekonominin tümüyle durması, herkesin işsiz kalması olarak da düşünmemek lazım. Böyle bir sonuçla karşılaşılacaksa bile, bunu, bugünden yarına gerçekleşecek bir olasılık olarak görmek doğru değildir.

Şimdi de uzun sürecek genel bir kriz dalgasının ortasındayız. Daha önce, SSCB’nin çöküşüyle sağlanan “pazar genişlemesi”nin, refah devletinin ilgasının, uluslararası entegrasyonun ve aşırı sermaye birikiminin nimetleri ile bölgesel ve diğer krizler ertelenmiş ya da nispeten daha kolay atlatılmıştı. Bugünkü kriz ise, kapitalizmin ‘anayurdu’nda başladı ve tüm dünyayı aynı zaman sürecinde etkisi altına aldı. Bu yüzden daha ağır ve atlatılması daha fazla bedel istiyor. Bu yüzden, ortalık öyle bir yangın yeri ki, kazın ayağının sanıldığı gibi olmadığı bariz.

Toplamı trilyon dolarları bulan önlem paketleri yetersiz kalıyor. Yetersiz kalması da kaçınılmaz. ABD Senato’sundan geçen son ekonomik paket sonrası da aynı hava estiriliyor: “Duruma hakimiz, krizi düzeltme safhasına girildi.” Oysa yaşananlar tersini söylüyor. Kapitalizmin merkezi ABD’de bankaların tamamının özel sektörün elinden alınması gündemde…

Açıklanan paketlerle krizin işsiz bıraktıklarına iş imkanı yaratmanın imkansız olduğu konusunda hemfikir olanlar ezici çoğunlukta. Çünkü dünya ticareti durma noktasında. Umut bağlanan Çin’in durumu da giderek kötüleşmekte.

ABD’nin tetiklediği kriz, Çin ekonomisini ciddi biçimde sarsmaya başladı. ABD’deki resesyon Çin’in ihracatını düşürdü, Çin ekonomisinin büyüme hızı daha hızla düşmeye başladı. Çin’in, değil dünya ticaretini canlandırmak, kendi ekonomisini korumasının dahi olası görülmediğini öngören dünya çapında tanınmış kapitalist iktisatçıların sayısı her geçen gün artıyor. Kapitalist sistemin akıl hocalığının yapıldığı Davos Zirvesi’ndeki tartışma konularından biri de, Çin ekonomisinin 2009’da küçüleceği teziydi.

Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, merkez ülkelerde, banka sistemini ayakta tutmak ve ekonomiyi canlandırmak için devletin olanaklarını (yani halkın vergilerini) kullanan hükümetler, “ulusal firmaları”nı koruyacak önlemler alıyorlar. Örneğin Fransa Hükümeti, Renault’a, “Fabrika kapatacaksan, işçi çıkaracaksan önce Fransa dışındakilerden başla” diyor. Her ülkenin bu tür önlemler alması halinde, dünya ticaretinde bu yıl başlayan küçülmenin sürmesi ve bütün ülkelerde bu durumun yeni işsizler yaratması kaçınılmaz görünüyor.

Merkez ülkelerden Türkiye gibi ‘Yükselen Pazar’ (YP) diye tanımlanan ülkelere akan özel dış sermayenin, küresel riskin artması ve emperyalist ülkelerin banka sistemlerinde acil kaynak ihtiyacının doğması nedeniyle geri dönme eğiliminin güçlenmesi, bağımlı ülkeleri dış kaynak darboğazına itiyor. Türkiye gibi “sıcak para”ya bağımlı ülkelerin daha ağır sorunlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.

Kapitalist sistemin 1970’li yıllarda yaşadığı krizi aşmak için hayata geçirdiği “yapılanmalar” kendini tüketmiş durumda. Dünya ekonomisinin son 25-30 yıldaki gelişimine piyasalaşma ve küreselleşme süreçleri damga vurdu. Reel ekonominin üretim süreçleri parçalanarak küreselleştirildi. Finansal sermaye hızla büyüdü. Sınır ötesi sermaye hareketleri, krizleri ağırlaştırıcı işlev gördüler. Finansal araçlar sistemin yapısını karmaşık hale getirirken, petrolden buğdaya, her ürün, finansal spekülasyon metaı haline getirildi.

Dünya ekonomisinin ‘2002-2007’ arasında yaşadığı büyüme, bu aşırı finansal sermaye, ucuz işçilik ve kamu kaynaklarının yağmalanması ile finanse edildi. Amerikalılar, bu ortamda, Çinlilerin “tasarrufunu” kullanarak, tüketimini sürdürebildiler. Çin, Amerikalılara ve dünyaya ucuz mal satarak, dünyanın önemli ekonomik güçlerinden biri haline gelebildi.

Şimdi, küresel finans sisteminin, bu yükü taşıyamayarak, çöküşün eğişine geldiği noktadayız. Piyasanın gizli elinin asılsız bir efsane olduğu bir kez daha açığa çıktı. Kısaca; küreselleşme masalı, propagandasını yaptığı ideolojik değerleriyle birlikte çöktü. Devletin ekonomiye müdahalesine en fazla karşı çıkılan iki ülkede, ABD ve İngiltere’de, hükümetler, devletin olanaklarını, yani vergi mükellefinin sağladığı kaynakları kullanarak, banka sistemini ayakta tutmaya çalışıyorlar.

Ürettiği “yeni değerleriyle” birlikte küreselleşmenin fiyaskosu koşullarında, kapitalist sistem çözümsüzlük içinde debeleniyor. Kapitalist sistemin karşılaştığı sorunları, gelecekte daha büyük sorunlara yol açacak şekilde ve ancak geçici olarak çözebildiği gerçeğinin çırılçıplak görülebildiği bir süreç yaşanıyor. Bir kez daha vurgulayalım, bu genel bir kriz. Bu koşullar altında ne küresel finans sistemini ayağa kaldırmak, ne küresel oyunu yeniden kurmak olası değil. Sancılı bir geçiş süreci yaşanacak. Süreci kapitalist devletler ve sermayeler arasındaki çatışmalar (bu süreçte savaş da güçlü bir ihtimaldir) ve elbette ki sınıflar mücadelesi belirleyecek. Yani açıklanan önlem paketleri değil… Davos’ta yapılan 2009 zirvesinde, sistemin efendilerinin hiçbir çözümünün olmadığı açıkça görüldü.

SÜRECİN SİYASAL SONUÇLARI OLACAK

Elbette ki, sürecin güç dengelerini etkilememesi ve siyasal sonuçlar doğurmaması beklenemez. ABD, hegemonik gücünün tehlikeye girdiğini, tek merkez olamayacağını görmüştür. Ulusal İstihbarat Direktörü Blair’in şu sözleri, ABD’nin duyduğu kaygının özetidir: “Kısa vadenin güvenlikte önceliği, küresel kriz ve krizin jeopolitik etkileridir. Ekonomideki düzelme süreci ne kadar uzarsa, ABD’nin stratejik çıkarları o kadar zarar görecektir.” Bu sözler, krizin jeopolitik ve jeostratejik sonuçlarına ilişkin önlem çağrısı niteliğindedir.

Siyasal sonuçlar doğurması da kaçınılmazdır. Küresel ekonomideki hızlı bozulma işsizliği hızla artırırken, Fransa’dan İngiltere’ye, Rusya’dan Çin’e, kabaran toplumsal tepkilerin ilk sinyalleri alınıyor. Davos’ta yapılan değerlendirmelerde, bunun siyasi sonuçlara da yol açabileceği dile getirildi zaten. Avrupa Birliği ülkelerinde “kriz masası” çoktan oluşturulmuş durumda. 27 AB ülkesinin özel görevlileri, Brüksel’de gerçekleştirdikleri toplantı üstüne toplantılarda, Fransa, Yunanistan, İngiltere’deki gelişmeleri kaygı verici bulduklarını dile getirdiler. 2009 yılı içinde, Almanya, Bulgaristan, Letonya, Litvanya’da yapılacak seçimlerde, ‘uç güçlerin’ etkin olmaması için neler yapabileceklerine dair “kafa patlattılar.”

Türkiye’de de, hem tepkiler, hem de siyasi sonuçları olan, benzeri bir süreç yaşanmaktadır. Türkiye’nin göstergelerini, resmi rakamlara göre aktarmıştık. Ama gerçek tablo, resmi rakamların gösterdiğinden çok daha “karamsar”dır. İşsizlik verileri önemli bir göstergedir. Türkiye İstatistik Kurumu, işgücü olarak 24.3 milyon kişi saptıyor. Fakat, açıkladığı işsizleri ve istihdamdakileri topladığımızda karşımıza 21 milyon kişi çıkıyor. Çünkü İstatistik Kurumu, işsiz sayılması gereken 3 milyon kişiyi işsiz saymıyor.

Gerçek işsiz sayısını görmek için, 3 milyona yaklaşan açık işsizlere, “umudunu yitirmiş”, “iş aramayan, iş bulursa çalışacak”, “mevsimlik”, “eksik istihdam” başlıklarındaki işsizlerin de eklenmesi gerekir. Nitekim bu örtülü işsiz kategorilerinde, son 1 yılda daha yüksek artışlar dikkati çekiyor. Örneğin, umudunu yitirmişlerin sayısı 717 bine çıkmış bulunuyor. “İş bulursam çalışırım” diyenlerin sayısı, 1 milyon 40 binden 1 milyon 251 bine çıkmış. Mevsimlik çalışanların sayısı 409 bin. Bunlar ve diğer hesaba katılmayanlar dahil edildiğinde, işsiz sayısı 6 milyonu aşıyor. İşsizlik oranı da, yüzde 12’lerden yüzde 26’lara çıkıyor.

Sanayi üretimindeki düşüş 2001 yılıyla kıyaslandığında da, bir sonuç çıkarılabilir. Aşağıdaki tabloda durum net olarak gözükmektedir.

Sanayi kesimi % aylık büyüme trendi (2001 ve 2008)

Tablo, 2001 yılına benzemektedir, ama koşullar 2001’inkiyle aynı değildir. 2001 yılında, dünya olumlu bir ekonomik hava içindeydi. İhracatta sorun yoktu, çünkü kurdaki değişim de ihracata yaramıştı. Öte yandan hızla girmeye başlayan “sıcak para”, iç borçların dönmesinde büyük kolaylık sağlamıştı. Emekçilerin gelirleri reel anlamda kayba uğratıldı. İşçi, emekçi ve üretici köylülüğe ağır faturalar ödetildi. Buralardan kısılanlar, ‘sıkı mali disiplin’ adı altında, sermaye kesimlerine aktarılarak, iç borç sorunu halledildi. Dış açık büyüdü, ama küresel likidite bolluğuyla, o sorun da halloldu. Kısacası, o zaman, dış konjonktür çok elverişliydi. Oysa 2008 ve 2009 yılında, dış dünya berbat bir durumda.

“Bu durum ne gibi sosyal ve siyasal sonuçlar doğurur?” sorusuna cevap vermeden önce, “Bu kötü göstergelere rağmen hükümet ve Başbakan’ın rahatlığı nereden geliyor?” sorusuna cevap vermek gerekir.

Ekim-Aralık 2008 aylarına ait ödemeler dengesi tablosuna, 2008’in son üç ayına bakıldığında, ciddi bir döviz çıkışı gözükmektedir. 2008’de 23 milyar dolarlık bir çıkış görülmektedir. Bu kadar büyük bir çıkışın, döviz piyasası kanalıyla, finansal sistemi sarsması gerekmez miydi? Fakat, Ekim-Aralık 2008’de Türkiye’ye gerçekleşen 12,5 milyar dolarlık kayıt-dışı döviz girişi, bu soruyu şimdilik geçersiz kılıyor. Bu krizde sessiz sedasız ekonomiye giren 12,5 milyar doların, vatandaşların yastık altlarından, kasalarından kaynaklandığı düşünülmüyor. Yorumlar, “Ülke dışından birileri, AKP iktidarına kaynağı gizli bir can simidi uzatıyor.” şeklinde.

Peki, seçim sonrası? Seçimden sonra, uluslararası sermayenin yaptırımlarının artması güçlü bir olasılık. Borsa’daki gücü, Türkiye’nin cari açık kırılganlığı gibi etkenlerle eli bir hayli de güçlüdür. AKP iktidarının bugünkü gibi gitmesi mümkün değildir. Önümüzdeki dönem, Türkiye’de krizinin etkilerinin daha çok açığa çıktığı bir dönem olacak. Emek cephesinin muhalefeti ve hükümet partisinden kopuşu, AKP iktidarını zayıflatıp yıpratacaktır. AKP uluslararası ve ulusal sermayeyi gözetmezse, kurlarda beklemediği sıçramalar, şirketlerin borç içinde batmaları vb. etkenlerin altında kalacaktır. Dümen suyunda kulaç artışını sürdürürse, emek cephesinin şu anki cılız tepkilerinin çok çok ötesinde bir tepki ile karşılaşacak, daha fazla yıpranacaktır.

SONUÇ YERİNE

Pratik, her gün, hem dünya genelindeki “krizin dibi göründü”, hem de bizdeki, “kriz bizi teğet geçecek” sözünü hemen, anında tekzip ediyor.

Milyarder spekülatör George Soros bile, gülerek, “Bırakın dibi görmeyi, kriz yeni başlıyor. Dibin yakınında herhangi bir yerde olduğumuza dair bir işaret yok” diyor. Kredi derecelendirme kuruluşu S&P de, ekonomik krizin henüz “dip” yapmadığını, ne zaman yapacağını bilmediklerini açıkladı. Dev borsaların geçen yıl yüzde 50’ye yakın değer kaybetmesinin ardından, ABD’deki başkanlık değişimi ve yeni başkan Obama bir umut olarak sunulmuştu. Şimdi Wall Street, son altı yılın en düşük seviyesine gerilemiş durumda. Avrupa borsaları değer yitirmeye devam ediyor. Citigroup ve Bank of America’nın kamulaştırılacağı söylentileri yaygınlaştı. Tüm dünyada reel sektörler feci şekilde vurulmaya devam ediyor.

Onca devlet müdahalesine rağmen, krizin dibi bulunamıyor. Bu, bizatihi kapitalizmin krizi, kapitalizme içkin bir kriz. Otuz yıldır ayak sesleri duyulan bu büyük krizin en son ertelenebileceği nokta burasıydı. Burada da deniz bitti.

Bu durumda, doğru olan tutum, bu kriz ne zaman biter türü boş beklentiler beslemek, bu enkaza üzülmek yerine, bu yığıntının ortasından yeni bir hayatı, yeni bir geleceği filizlendirme çabalarını artırmak olmalıdır. Kriz eğer yeterli düzeyde mücadele geliştirilebilirse insanlığa bunun fırsatını da sunabilecektir.

 

Gafsa Maden Havzasında Halk İsyanı: İlk Değerlendirme

Fransızcadan Hüseyin Saygılı tarafından çevrilen aşağıdaki makale, Tunus İsçileri Komünist Partisi (PCOT)’un teorik yayın organı Le Communiste dergisinin Mayıs 2008 tarihli sayısında yayınlandı. Gafsa maden havzasındaki işçi eylemlerini yakından izleyen Ammar Amroussia tarafından kaleme alınan metin, bu bölgede yaşanan halk isyanının genel bir bilançosunu çıkarıyor.

Makaleyi Arapça aslından fransızcaya çeviren ise olayların akışına ilişkin şu bilgiyi veriyor:

Maden havzasındaki isyan beş aydan fazla sürdü. 6 Haziran 2008’de Ben Ali rejimi tarafından vahşice ezildi. Direnişin merkezi olan Redeyef şehrine binlerce güvenlik gücü eşliğinde saldırı düzenlendi. Halkın üzerine ateş açıldı, bir kişi öldü, 26 kişi yaralandı. Yaralılardan birisi birkaç gün sonra öldü. Daha sonra emekçi semtleri kuşatıldı ve evler tek tek arandı. Evlerin kapıları kırıldı, yağmalandı, insanlar aşağılandı ve terörize edildiler.

İsyanın başını çeken gençler özel olarak hedef alındılar, onlarcası tutuklandı. Yüzlerce genç tutuklama furyasından kurtulabilmek için, evlerini terkederek çevredeki dağlara çıktılar.

6 Haziran’ı 7 Haziran’a bağlayan gece, ordu şehri kuşattı ve sıkıyönetim ilan edildi. Şehrin etrafındaki dağlara giden yollar tutularak, halkın kendi çocuklarına yiyecek, giyecek ve içecek su götürmesinin önü kesildi. Hareketin liderleri olan Adnane Hajji, Bachir Abidi, Taieb Ben Othman eve Adel Jayar ile birlikte yüzlerce eylemci tutuklandı ve ağır işkencelerden geçirildiler. Güvenlik güçleri, Redeyef’ten sonra Metlaoui şehrine de aynı şekilde saldırdılar. Onlarca kişi işkencelerden geçirildi ve tutuklandılar. Tüm hukuk kurallarının ayaklar altına alındığı sözde mahkemelerde ağır hapis cezaları kesildi. Ben Ali rejiminin hizmetine koşulan “adalet”, sosyal mücadelelerin kriminalize edilmesinde gönüllü rol alıyor. Redeyef isyanının mahkemesi Aralık ayında görüldü. Gafsa asliye mahkemesi ceza dairesi, 11 Aralık 2008’de Adnane Hajji ve arkadaşlarını ağır bir cezaya çarptırdı. 38 sanıktan 33’ü 10 yıl, 7 sanık ise 1 ay hapse mahkum oldu. Bu adalet maskaralığı sırasında, mahkeme, sanıkları dinlemeden ve avukatlara müvekillerini savunma olanağı sunmadan kararını verdi.

gafsa maden havzasında halk isyanı: ilk değerlendirme

AMMAR AMROUSSİA

Gafsa bölgesi (Güney-Batı Tunus) ve özellikle de bölgenin kentleri 5 Ocak 2008’den bu yana büyük bir halk protestosu ile sarsılıyor. Olaylar, bölgenin en büyük işvereni olan “Gafsa Fosfat İşletmesi”nin[1] işe alım sınavı sonuçlarının açıklanmasından sonra başladı. Sınav sonuçları halk arasında “hayal kırıklığı” yarattı. Alınacak kadro sayısı ilan edilenden daha az idi ve beklentilere cevap veremedi. Üstelik adayların seçiminde öne sürülen krıterler objektif değildi, kayırmacılık, rüşvet ve iktidara bağlılık mesleki krIiterlerin önüne geçti.

Hoşnutsuzluklar ilk olarak Redayef’te patlak verdi ve ardından başta M’dhilla ve Moulares olmak üzere diğer kentlere yayıldı. Böylece Gafsa bölgesinin tamamı daha önce eşi görülmemiş, gözlemciler tarafından Ben Ali’nin yirmi yıllık iktidarı boyunca ve hatta 1984’deki “ekmek isyanı”ndan bu yana Tunus’taki en önemli hareketlenme olarak kabul edilen toplumsal bir ayaklanma ile sarsıldı. Hareket hâlâ gündemde olsa da, böylesi bir olay analiz edilerek gerekli dersler çıkarılmalıdır. Sıcağı sıcağına ilk değerlendirme, diktatörlüğe karşı daha uzun süre direnen ve bütün halk hareketini yükseltebilecek kazanımları diktatörlükten söküp alabilen güç için yararlı olabilir. Bu makalede, olayların nedenlerini irdeleyerek, Ben Ali rejiminin baskıcı aygıtı ile mücadeleler içinde halk yığınları tarafından yaratılan mücadele biçimlerini ve slogan ve talepleri inceleyerek, gelişimini takip edeceğiz

1- İSYANIN TEMELİNDEKİ NEDENLER

5 Ocak 2008’de yayınlanan GFİ’nin işçi alım sınavı sonuçları bardağı taşıran damla oldu. Eğer bölgede uzun süreden bu yana derin bir sefalet hakim olmasaydı, halkın tepkisi bu denli güçlü olmazdı. Her şey büyük bir patlamaya işaret ediyordu, belirtiler giderek artıyordu. 2007 Eylül’ünde, “Diplomalı İşsizler Bölge Komitesi”nin toplanmasına karşı uygulanan baskının ve bu olayda Afef Ben Naceur’un siyasi polisin vahşi saldırısına uğramasının ardından, “yakındaki büyük sürprizi bekleyin” diye yazmıştık.

Fosfat üretimi, sömürge döneminden günümüze kadar Gafsa bölgesinin temel ekonomik faaliyeti olarak kaldı. Bu durum, Redeyef, Metlaoui, Moulares ve M’dhilla gibi kentlerin yaşamını halka belli bir güvence sağlayan fosfat üretimine tamamen bağımlı hale getiriyordu. Bu durum, Tunus’un 1956’da bağımsızlığına kavuşmasına ve hatta 70’li yıllara kadar böyle devam etti. Ancak bir tür “sağmal inek” olan GFİ, özellikle kötü yönetime bağlı olarak bazı zorluklarla karşılaşmaya başladı. IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan “Yapısal Düzenleme Programı”[2] çerçevesinde 1986 yılında kamu kuruluşlarının yeniden yapılandırılması programına dahil edilmişti. Bu program, sadece, gerçekleştirilmesi gereken ya da muhafaza edilmesi gereken kâr oranlarını dikkate aldı. Yani emek gücünün tahrip edilmesi pahasına gerçekleştirildi. Böylece, 80’li yıllarda 14.000 olan çalışanların sayısı, 2007 yılında yaklaşık 5.300’e indi (2006’da 492’si idareci olmak üzere, 5853 kişi). Şirket, kol gücüne ihtiyacı azaltmak için makinalaşmaya gitti, yeni işçi alımının önüne geçebilmek için fazla mesailerin sayısını arttırdı. Bu fazla mesailerin tutarı, son yıllarda yaklaşık 5 milyon dinar’a[3] kadar ulaştı. Devlet ise, toplumsal rolünden durmadan uzaklaştı ve bir avuç yeni mafyacının ve yerli ve yabancı vurguncunun lehine emekçileri vahşi bir sömürüye tâbi tutarak, basit bir “jandarma” ya dönüştü. Ekonomik yapısı değişmeden kalan bölge halkının ihtiyaçlarını gidermek için hiçbir şey öngörmedi. Ekonomik nedenlerle (azami kâr arayışı) olduğu kadar, politik nedenlerle (politik olarak Ben Ali rejiminden rahatsız olmayan bir yandaşlar kitlesinin muhafazası için), yatırımlar, özellikle kıyı bölgelerine yöneltilmeye devam etti. Bu durum, 1956’da kuruluşundan bu yana “destour”[4]cu rejimin temel niteliklerinden biri olan bölgeciliği daha da derinleştirdi.

On binlerce insanın yaşadığı Maden havzasının şehirleri böylece tamamen gözden uzak kaldılar, dışlandılar ve zorluklarla karşı karşıya kaldılar. Fosfat zenginlikleri talan edilmeye devam etti. “Yıkama tesisleri”nin hizmete girmesiyle, GFİ, bölgedeki içme sularının büyük kısmına elkoydu. Daha da önemlisi, yıkama için kullanılan kirlenmiş suların yeraltı sularına bulaşarak kirletmesi nedeniyle, Redeyef halkı içme suyu ihtiyacını başka bölgelerden getirilen suyu satın alarak karşılama zorundadır (20 litre su 1 dinar).

Bu durum, işsizliği, özellikle üniversite mezunları arasında işsizliği daha da ağırlaştırdı. Bölgedeki işsizlik oranı, resmi olarak çalışan nüfusun %14 ya da %15’ i oranında olan ülke ortalamasının iki ve hatta bazen üç katına yükseldi. Öte yandan eğitim, sağlık, barınma ve ulaşım gibi kamu hizmetleri, özelleştirmeler ve fiyatlarındaki artışlar sonucu giderek kötüleşti. Halk kitleleri, çocuklarının özellikle de üniversiteye giden çocuklarının okul, ilaç ve tedavi, ulaşım ya da barınma masraflarını karşılayamaz duruma geldi. Ayrıca temel tüketim maddelerinin fiyatları tüm dünyada fırladı. Fiyat artışları, gıda, giyim ve yakıt gibi temel tüketim maddelerini etkiledi. Dörtnala giden enflasyondaki artışı takip etmeyen ücretlerin düşüklüğü, küçük mülk sahiplerinin, esnafların ve zenaatçıların gelirlerinin zayıflığı ve miktarı giderek artan işsizlerin her türlü gelirden yoksun oluşu, Gafsa bölgesini geniş bir yoksulluk, güvencesizlik ve toplumsal dışlanmışlık bölgesine dönüştürdü.

Elbette bölge halkının çoğunluğunun sosyal koşullarının giderek kötüye doğru gitmesi; GFİ’nin üst düzey bürokratları, bölge idarecileri, iktidar yanlısı çıkarcı düzenbazlar vb. gibi bazı tabakaların zenginliğinin artmasına tekabül ediyor. GFİ’nin, doyasıyla devletin, fosfat ürününden elde ettiği ihracat gelirlerinin, dünya pazarında fiyatların artması sonucu önemli oranda arttığını belirtmek gerekir. Gelirler, 2005 yılında 858 milyon dinardan (715 milyon dolar) 2007 yılında 1milyar 261 milyon dinara çıktı ve muhtemelen 2008 yılında 2,2 ya da 2,4 milyar dinarı bulacak.

Durumdan faydalananlar arasında, aynı zamanda iktidardaki partinin merkez komitesi üyesi ve milletvekili olan UGTT’nin[5] genel sekreteri Amara Abbassi’yi de görebiliriz. Emekçilerin mücadelelerine karşı oynadığı “itfaiyeci” rolü karşılığında aldığı rüşvetlerin dışında, işgüvencesi için mücadele ettiğini ilan eden bir sendikanın başında olsa da, bizzat kendisinin kurduğu ve işçilerini benzeri görülmemiş bir sömürüye tâbi tuttuğu bir taşeron şirketin işçilerinin sırtından bir servet sahibi oldu. Abbassi, bölge idarecilerinin olduğu kadar UGTT’nin başına çöreklenen satılmış unsurların oluşturduğu bürokratların desteğine de sahiptir.

Uydu aracılığıyla yayın yapan televizyon kanallarını izleyen, eğitim görmüş çocukları olan ve “kamu işlerini” takip eden Gafsa halkının olduğu kadar Tunus halkının ülkedeki çürümüşlüğün derecesi hakkındaki bilgilerinin birbirinden değişik olduğu açıktır. Bir avuç aile (Ben Ali’nin, damatlarının, dostları ve yakınlarının aileleri) olağanüstü miktarlarda servetlere sahip oldular. Özelleştirme kampanyasından faydalanarak ekonominin temel sektörlerine el koydular. Bankalar, garanti istemeden çok miktarda kredi vererek onların hizmetine girdiler. Bu nedenle, “şüpheli alacaklar”, verilen kredilerin 1/3 den fazlasını oluşturmaktadır.

Bu ailelere mensup bazı kişiler, onlara önemli miktarda rüşvet vermeyi kabul edenlerin hesabına devletle ilgili işlemlerinde “iş takipçiliği” konusunda uzmanlaştılar. Kazanabilmek için rüşvet vermek gereken ve sonuçları önceden bilinen kamu sektörünün işe alım sınavları bile onlardan soruluyor, ellerinden hiçbir şey kurtulmuyor. Böylece vatandaşlar, yoksulların durumlarının günden güne daha da kötüleşmesine karşın “taht”a bağlı bir azınlığın durmadan zenginleştiğini görerek, içinde bulunulan durumun vehametini tespit edebilirler. Bütün bu etkenler, bütün ülkede ve Gafsa maden havzası gibi en geri bölgelerde, su yüzüne çıkma fırsatı bekleyen gizli bir öfke şekline bürünen genel bir hoşnutsuzluk havası yarattı. Aslında GFİ’nin sınav sonuçlarının açıklanmasından daha önce de, Gafsa bölgesinde, Tunus’un birçok bölgesinde, baskıya ve maruz kaldıkları adaletsizliğe karşı protestolarını dile getirmek için örgütlenen köylüler, işten çıkarılan işçiler ya da halkın yaşadığı mahallelerin sakinleri gibi “Diplomalı İşsizler Bölge Komitesi” şeklinde örgütlenen diplomalı işsizlerin başını çektiği bir takım protesto eylemleri meydana gelmişti. Ve daha sonra, sınav sonuçlarının açıklanması “bardağı taşıran damla” oldu ve ardından gösteriler, maden havzası sakinlerinin oturma eylemleri ve ayaklanmalar patlak verdi.

2- BİR HALK HAREKETİ

Hareketi tam anlamıyla bir halk ayaklanmasına çeviren, bölgesel ve az çok sınırlı niteliğine rağmen, başlagıcından bu yana geniş bir halk hareketi olma özelliği taşımasıdır. İşçiler, işsizler, memurlar, esnaflar, zanaatkârlar, öğrenciler vb. tüm halk kesimleri bu harekete katıldılar. Çocuklar, gençler, yetişkinler, yaşlılar, değişik kuşaklardan insanlar katıldılar. Kadınlar, hatta ev kadınları bile protestolardaki yerlerini aldılar ve çoğunlukla öncü bir rol oynadılar. Bölgede varolan ve sürekli olarak iktidar tarafından alet edilen aşiret ayrılıkları, bu hareket içerisinde ortadan kayboldu ve yerini toplumsal, sınıfsal bir aidiyete bıraktı. Halk, yaşadıkları yoksulluğun ve kaderlerinin aynı olduğunu anladı: işsizlik, dışlanmışlık, yoksulluk, alım gücünün düşüşü ve genel olarak yaşam koşullarının giderek zorlaşması. Bu duygular, tartışmalar, polis ile çatışmalar, yardımlaşma ve dayanışma vb. neticesinde günden güne iyice doğrulandı. Önderliğe sahip oldukça, bugün geri adım atmak, özellikle Redeyef’te çok zor ve hareket gelişmeye açıktır. Devamlılığı ile kendini karakterize eden hareket, dördüncü ayını bitirdi. Yönetici bir çekirdeğin, sendika temsilcisinin ve devrimci militanların varlığı sayesinde; hareketin bizzat eksenini oluşturan özellikle Redeyef’te, hareket hâlâ devam ediyor. ülkemiz, 1956 yılındaki “bağımsızlık”tan bu yana, bu kadar uzun süre devam eden bir toplumsal mücadeleye tanık olmamıştı. Başında deneyimli militanların bulunmasından başka, hareketin uzun ömürlü olmasında nesnel etkenlerin önemli rolü oldu. Daha önce bahsi edilen bu etkenler, halka, yoksullukları ve zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını kavrattı. Bütün umut kapıları onlara kapandı ve böylece mevcut rejime karşı bütün güvenlerini kaybettiler. Rejim, ne bölgenin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm buldu, ne halkın doğrudan taleplerine cevap verdi, ne de vaatlerini, özellikle Moulares’te bazı toplumsal katmanlar lehine büyük bir şamatayla duyurulan “cumhubaşkanlığının özel tedbirleri”ne ilişkin vaatlerini yerine getirdi. Bu, muhaliflerin öfkesini daha da arttırdı. Daha kötüsü, hareketin başından itibaren, iktidar baskıya başvurdu. Nisan ayı başında, ardından Mayıs ayı başında, Redeyef ve Moulares’te baskı çok şiddetlendi ve genişledi. Ancak baskı, bu hareketi ne söndürebildi, ne de boğabildi, tam tesine daha da radikalleştirdi. Neticesinde iktidar, bir kaç gün önce gözaltına alınan hareketin yöneticilerini ve eylemcileri serbest bırakmak zorunda kaldı. On binlerce kişi, sebest bırakılanları birer halk kahramanı gibi karşıladı. İktidar, hareketin genişliği karşısında gafil avlandı, katılanları kamçılayan birlik, mücadele kararlılığı ve dayanışmacılığı karşısında sarsıldı. Bu nedenle, başlagıçta, söneceğini düşünerek olayı zamana bırakmayı ve dağılmaya zorlamayı denedi. Zira talepleri teşvik edecek ve hareketin ülkenin diğer bölgelerine yayılmasına neden olacak tavizler vermekten korkuyordu. Aynı zamanda baskının; “devlet başkanı Ben Ali’nin ileri görüşlü idaresinde gerçekleştirilen eserler” ve sözümona “Tunus ekonomik mucizesi” ne dayanan rejimin demagojik propagandasının maskesini düşürecek biçimde harekete ulusal olduğu kadar uluslararası bir boyut kazandırmasından çekiniyordu. Gerçekten de maden havzasında olanlar, bütün bu yalanların ayyuka çıkmasına neden oldu. Eğer varsa bir “mucize”; bu servetleri başdöndürücü biçimde artan yerel ve yabancı zenginler içindir, şiddetli bir sosyal ve ekonomik baskıya maruz kalan halk için değildir. 2009 seçimlerine bir yıldan biraz uzun bir süre varken, daha şimdiden, “eserlerine” devam edebilmesi ve “Tunus’a aydınlık bir geleceği garantilemek için” programınının geri kalanını hayata geçirebilmek üzere, Ben Ali’nin, ömür boyu başkanlığı anlamına gelen, beşinci kez aday olması için bir “rica” kampanyası başlatıldı. Maden havzasındaki kentlerde durumun patlak vermesi iktidarın işini güçleştirdi, bu nedenle, politik muhalefetin zayıflığından ve sendikal bürokrasinin işbirlikçiliğinden yararlanarak hareketi tecrit etmek için boşuna çabalayıp durdu. Sendikal bürokrasi, bu amaçla bazı sendikacıları cezalandıracak kadar ileri gitti.[6] Ancak bütün bunlar, hareketin yoluna devam etmesini, tecrit etmek için girişilen tüm çabaları boşuna çıkarmasını ve yurt dışından yayın yapan televizyon kanalı “Al-Hiwar Attounoussi”[7], internet üzerinden Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin fikirleri doğrultusunda yayın yapan “Al-Badil”[8] gazetesi, yasal muhalefetin gazeteleri (Al-Mawkif, Mouatinoun, Attarik Al-Jadid v.d) ve başta Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin yasadışı merkezi yayın organı olan “Sawt Echâab”[9] olmak üzere yeraltı basını gibi bağımsız bilgi kaynakları ve ayrıca ülke içerisinde “Maden Havzası Halkıyla Ulusal Dayanışma Komitesi” tarafından düzenlenen dayanışma kampanyaları ve yurt dışında Tunuslu ve yabancı parti ve demokratik dernekler aracılığıyla halkın sempatisini kazanmasını engelleyemedi.

3- ÇEŞİTLİ VE CESUR MÜCADELE BİÇİMLERİ

İktidar için baskı, sokak gösterilerinin, partilerin ve üniversite derneklerinin lokallerindeki toplantıların yasaklanması her zaman geçerli bir durumdu. Bu strateji, iktidar için oldukça etkili oldu. Muhalefetin gelişmesini ve genişlemesini engelleyerek, dar bir çevre ile sınırlı kalmasını başardı. Muhalif hareketler, aslında polis terörüyle dayatılan bir “sosyal barış” denizinde münferit olaylar gibi göründü. Ben Ali rejimi, içeride olduğu kadar dışarıda da, bu sessizliği, “tercihlerindeki başarı”nın ve “onun etrafında halkın birliği”nin kanıtı olarak gururla öne çıkardı. Bununla birlikte, Gafsa bölgesindeki maden havzasında olanlar, tamamen farklı bir durum yansıtıyordu. Güvenlik güçleri, sınırlı bir muhalif hareketi baskıyla sindirerek ve azınlığın bir hareketine indirgeyerek eskiden çok rahat biçimde yapabildiklerini artık yapamıyorlardı. Çünkü artık hareket gerçekten kitlesel ve katılanların hepsi direnmeye ve sonuna kadar mücadeleye devam etmeye kararlı, zira zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri yok. İşte bu nedenle, 2008 yılının Nisan ayının başında ardından Mayıs ayının başında şiddetle müdahale eden güvenlik güçleri, halkın kararlılığı karşısında kısa sürede geri adım atmak zorunda kaldı. Normal koşullarda, iktidarın partilere ve hatta legal derneklere açık alanlarda olduğu kadar kendi lokallerinde yapmalarını yasaklayabileceği faaliyetleri, muhalif güçler, maden havzasında polisin herhangi bir iznine gerek duymadan keyiflerince gerçekleştirebildiler. Böylece gece ve gündüz boyunca kortejler sokakları doldurdu, açık alanlarda halk toplantıları yapıldı ve sadece seyredip müdahale edemeyen polisin gözü önünde güpe gündüz politik bültenler ve bildiriler dağıtıldı. Halk, pratikte, toplanma, gösteri, ifade vb. özgürlüklerini serbestçe kullanmalarına olanak tanıyan kendi lehlerine bir güç dengesi yarattı. Hareketi durdurmak için güvenlik güçlerine kalan tek seçenek; maden havzası kentlerinin düpedüz işgal edilmesi ve her türlü faaliyetin engellenmesi için sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağının ilan edilmesiydi (gerçekten de, Haziran sonunda öyle oldu – Arapçadan çevirenin notu).

4- KENDİLİĞİNDEN BİR AYAKLANMA, ANCAK…

Bu ayaklanmanın kendiliğinden nitelikte olduğuna şüphe yok. Hareketin bu niteliği, daha başlangıçta açıkça kendini gösterdi ve ilk haftalar boyunca devam etti. Kendiliğindenlikten kastedilen, hareketi örgütleyen ve onu bir talepler platformuyla donatan, pratik alanda yöneten ve hareketi iktidarın provokasyonlarından ve taşkınlıklardan koruyan politik bir önderliğin eksikliğidir. Ancak bu eksiklik, diğer kentlerdeki hareketlerde farklı seviyelerde kendini hissettirirken, esas olarak Redayef’te günden güne aşıldı. Bilinçlenme, Redayef’te bir talepler listesinin hazırlanması ve güç dengelerini ve özellikle yaptıklarına ve yapacaklarına ikna olacak şekilde kitlelerin ruh halini hesaba katan bir eylem planının hazırlanması ile kendini gösterdi. Devrimci sendikal ve politik militan bir çekirdeğin varlığı, hareketin bilinçlenmesinde ve örgütlenmesinde belirleyici bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor. Aslında Redeyef, maden havzasında hareketin başından itibaren bir istisna oldu. Hareketin başında ortaya çıkan zorluklar çabuk bir biçimde ortadan kaldırıldı. Bu zorlukların odağı olan ve hareketi bölmeyi, tereddüt tohumları ekmeyi ve yöneticilerinin saygınlığını ve itibarını zedelemeyi amaçlayan aşiret reislerini ve yerel ve bölgesel yöneticileri etkisizleştirmeye olanak tanıdı. Mensupları sendikal meclisler tarafından belirlenen “Komite” ve her kesimden sendikacılar ve politik, demokrat ve ilerici militanlardan oluşan yakın çevresi; hareketin kanalize olmasında ve yönetilmesinde çok büyük bir olgunluk gösterdi. “İkinci ateşkes” (devlet yöneticilerinin isteği üzerine, görüşmelere elverişli bir ortam yaratmak için 15 gün boyunca gösteriler ve grevler askıya alındı), nefes alma ve yeniden örgütlenme fırsatı tanıyarak, hareketi daha da güçlendirdi. Hiç kimse, hareketin yöneticilerinin zor durumları idare etme, iktidarın manevralarını boşa çıkarma ve hareketin başarısızlığa uğramasını engelleme yeteneklerinden şüphe duymuyordu.

Bu dönem, hareketin yöneticilerinin gerçek birer önder ve halkın sözcüsü olduklarını doğruladı.

Diğer yandan kitlelerin bilincindeki evrilmeyi ve bağrındaki aktif unsurları kaydetmekte yarar var.

Mücadele, katılanları eğitiyor ve bilinçlerini bir konuşmanın sağlayacağından çok daha çabuk biçimde geliştiriyor. Gerçekten de harekete dahil olan halk kitleleri, kendilerini doğrudan “devlet işleri”nin içinde buldular. Halk kitleleri; sorunlarını ve kaygılarını, genel olarak ülkedeki durumu tartışıyor, bilgi alış verişinde bulunuyor ve Ben Ali rejimine karşı şiddetli eleştirilerde bulunuyorlar, bu rejimin zenginlerin hizmetinde, despotik ve dikta niteliğini ve halkın çıkarlarıyla hiçbir ilgisinin olmadığını kendi somut deneyimleriyle keşfediyorlar. Bizzat kendi güçlerinin ve dolayısıyla da direnme ve dayatma yeteneklerinin farkına varıyorlar. Belediye, polis, ulusal muhafızlar, iktidar partisinin organları (koordinasyon komitesi, bölgesel ve mesleki hücreler) gibi iktidarın bölgedeki sembolleri halkın iradesi karşısında iflas ettiler. Başka bir deyişle, artık Redeyef’te politikadan sözetmek, ne yasak, ne tehlikeli, ne de bir avuç “imtiyazlı”nın tekelindedir. Aksine politika, herkesin korkmadan, herhangi bir kişiden izin almadan yaptığı doğal bir eylem haline geldi. Herkes belediye başkanını, Vali’yi ve hatta Ben Ali’yi, özellikle de damatlarının, aile yakınlarının zenginleşmesinden bahsederek eleştirmeye başladı.

Redeyef yakınlarındaki Moulares’te diplomalı işsizlerin açtıkları çadırda bir grup genç bir araya geldi. Bir yandan üniversite eğitimleri boyunca edindikleri deneyimler, diğer yandan sendikal ve politik çevreleri sayesinde, hemen kısa sürede, kendi taleplerini geniş politik bir perspektifle formüle ettiler. Bu deneyim, bu gençlerin kısa süre içerisinde hareket içerisinde etkili bir konuma gelmelerinin ve aydınlar arasında yankı uyandırmalarının yolunu açtı. Ancak bu çekirdek, Redeyef dışındaki sendikal ve politik çevrelerin desteğini alamadığı için, hareketin tümünün yönetimi haline gelemedi. Bütün olumlu yönlerine rağmen, bu halk isyanı kendiliğindenliği aşamayan ve global politik bir vizyondan yoksun bir hareket olarak kaldı. İktidar, hareketi içten bölmek için bu zayıflığı birçok kez kullanmaya kalkıştı. Bazen Başkan Ben Ali’nin bizzat müdahale ederek tüm sorunları çözeceğini, buna fırsat yaratmak için de hareketi durdurmak gerektiğini yaydılar. Hareketin yöneticileri hakkında iftiralar yayarak değişik kentleri birbirinden tecrit etmeye çalıştılar. Kuşkusuz hâlâ hareketin bölgesel ve ülke düzeyinde birleşmesini değişik emekçi kesimlerin seferber edilmesini baltalayan değişik faktörler vardır. Halbuki, maden havzasındaki halkın talepleri, aynı haksızlıklara maruz kalan tüm emekçileri ilgilendirmektedir.

5- POLİTİK MUHALEFETİN ZAYIFLIĞI

Politik muhalefetin zayıflığının unsurlarından birisi, uzun sessizlik yıllarından devraldığı sakatlıklardır. Muhalefetin önemli bir kesimi, bu önemli hareketten, halk kitlelerinin taleplerini sahiplenerek, kendi sosyal temelini genişletmek için yararlanacağına, sesiz kalmayı yeğledi. Ve hareket ilerledikçe, bu tür muhaliflerle halk kitleleri arasındaki mesafe de açılıyor. Hareketin başlangıç zamanında görülen medyatik ilgi de zamanla geriledi. Politik şefler, özellikle de bölgeye rahatça gidip gelmek konusunda sorunları olmayan legal parti şefleri, hareketin yanında yeralmak üzere çaba sarfetmediler. Ziyarete gittikleri zaman da, bunu, politik ve medyatik yan aktivitelerle destekleyip, hareketi ulusal düzeyde ihtiyaç duyduğu desteğe kavuşturmak için değerlendirmediler. Bu durumu, partilerin zayıflığı ile açıklamak imkansızdır, zira belirttiğimiz gibi, ilgili partiler, eğer isteseler, bu hareketten kendi sosyal tabanlarını genişletmek üzere yararlanabilirlerdi. Ancak bunu engelleyen güçlü ideolojik ve politik engeller vardı. Doğrusu bu partilerin, bölge halkına ve genel olarak Tunus halkına sunabilecekleri bir çözüm yoktur. Despotizme karşı çıksalar ve politik bakımdan liberalleşme yanlısı olsalar da, bunlar, özelleştirmeleri ve devletin rolünün azaltılmasını öngören liberal kapitalist ekonominin yandaşlarıdırlar. Sözde dış yatırımların özendirilmesi adına, ülkede yabancı sermayenin varlığını ve hatta hakimiyetini kabul ediyorlar. Yabancı sermayenin Tunus ekonomisinin tahribatına ve yağmaya, bağımlılığının derinleşmesine değil, kalkınmaya hizmet edeceğini düşünüyorlar. Dolayısıyla, bu maden bölgesindeki gibi bir isyan, piyasa ekonomisinin avantajlarını saymakla bitiremeyen tüm liberallerin söylemlerini yalanlamaktadır. Bu nedenle, Ben Ali rejiminin toplumsal ve ekonomik tercihlerinin köklü bir eleştirisini yapma kapasitesinden yoksun olan bu partiler, zor bir duruma düştüler. En iyi durumda, esaslı sebeplerin değil, onun yolaçtığı çeşitli sonuçların eleştirisi ile yetindiler.

İlerici solda yeraldığını iddia eden bazı güçler, hareketi uzaktan izlemeye devam ediyorlar. Ya bu hareketi ülkemizde değil de, sanki bir komşu ülkede oluyormuş gibi ele alıp, salt bir dayanışma beyan etmekle yetiniyorlar, ya verilecek bir desteğin şu veya bu partiye (mesela PCOT) yarayacağını sanan sekter bir tutuma sahipler, ya da zaten iktidarla ve sendika bürokrasisisyle ilişkilerinin zedelenmemesi için harekete açıktan karşı çıkıyorlar. Bir diğer neden ise, maden bölgesindeki bu isyanın, kendi karamsarlıklarını meşru göstermek için ileri sürdükleri “halk hareketi geriliyor” tezini çok yalın bir şekilde yalanlıyor olmasıdır. İslamcılara gelince, yaklaşık yirmi yıldır yedikleri darbelerin etkilerini henüz atlatabilmiş değiller ve bu işin tamamıyla dışında bulunuyorlar. Yaptıkları tek şey, ya tek başına veya “18 Ekim Haklar ve Özgürlükler Kollektifi” çerçevesinde, maden bölgesi halkına dayanışma mesajı yayınlamak oldu. Terörizme karşı uluslararası mücadele kapsamında baskı gören İslamcıların cihatcı kesimi de, talepleri, sloganları ve kapsamı itibarıyla dini motifler taşımaktan uzak olan bu harekete ilgi göstermedi.

İçerisinde partimiz Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT)’nin de bulunduğu gerçek ilerici ve demokratik güçler ise, maden bölgesindeki bu hareketin taşıdığı büyük önemin farkında olarak hareket ettiler. Ya direkt katılarak ve içerisinde yeralarak veya ülkenin başka bölgelerindeki işçi ve emekçiler içerisinde dayanışma hareketini örgütleyerek dolaylı olarak, maden bölgesi halkına destek verdiler ve vermeye devam ediyorlar. Liberal, reformist ve İslamcı güçlere nazaran daha güçlü olmakla birlikte, kabul etmek gerekir ki, ilerici ve demokratik güçler de, bölgedeki zayıflıklarının daha çok farkına vardılar. Bazı şehirlerde harekette etkin rol almakla birlikte, maden havzasının tüm şehirlerinde bu etkinlik gösterilemediği için, şehirler ve bölgeler arasında emekçi koordinasyonu yeterince sağlanamadı. Buna rağmen, yürütülen çalışmalar ve halk kitleleri nezdinde elde edilen saygınlık, yeni güçler kazanma ve zayıflıklarını aşma bakımından olumlu bir deneyim oldu.

6- SENDİKA BÜROKRASİSİNİN İHANETİ

Belki de ilk defa, halkın öfkesi, bu denli açık bir tarzda, Tunus Genel Emek Birliği (UGTT)’ne, konfederasyonun bölge örgütüne ve burada örgütlü olan maden sendikalarına yöneldi. Kendisini, yürüyüşler, açıklamalar, tartışmalar biçiminde ifade eden memnuniyetsizlik ve öfke, sadece rejime karşı değil, sendikal işbirlikçiliğe karşı da ortaya kondu. İşbirlikçi sendikacılık, GFI tarafından organize edilen sınavın sonuçlarını kabul etmenin yanı sıra, kurduğu şaibeli şahsi ilişkiler, rüşvet bağlantıları ve hatta taşeron şirketler kurarak işçilerin sömürülmesine katılma gibi suçlar işleyerek, havzada durumun bu hale gelmesinde pay sahibidir. UGTT ve maden sendikaları, sadece sessiz kalmakla yetinmediler, son bölge konseyi toplantısında, bölge halkının itirazlarını yansıtmayı açıktan reddettiler. Hatta Mayıs 2008’de yayınladıkları 12 maddelik bildirgede, halkın istemlerinin tam tersine bir tutumla, sınav sonuçlarını kabul ettiklerini ve seçilenlerin işe alınması işlemine başlanmasını talep ettiler. Başında Amara Abassi’nin yeraldığı yerel sendikal otorite, halkın tepkisini çekti. Öteki sendikalar da kayıtsız kaldılar. Bir kez daha, sadece sendikanın Redeyef bölge örgütü ve şube başkanı, mücadele edenleri desteklediler ve aktif olarak hareketin içerisinde yeraldılar. Sendika merkezine gelince, her zaman olduğu gibi, oralı bile olmadı. Sadece, yürütme kurulundan iki üyenin ve bölgedeki eğitim sendikası başkanının içerisinde yeraldığı bir soruşturma komisyonu kurmakla yetindiler. Ve bu komisyon da, beklendiği gibi, yörenin sendikal realitesine herhangi bir etkide bulunmadı. Abbasi, işçilerin çıkarlarını çiğneyerek, itiraz edenlere karşı da manevralar çevirmeye devam etti. Aslında sendika merkezinin ve sendikal bürokrasinin tamamen işçi aleyhtarı ve utanç verici bir tutum içerisinde olabilecekleri beklenen bir şeydi, ama mücadeleci özellikleriyle tanınan sendikal çevrelerin kayıtsızlığıdır sorun yaratan. İlk ve ortaöğrenim ve sağlık sektöründen militanlar baskı ve işkence görüp hapsedilirken, birçok gözlemci, mücadeleci bilinen eğitim ve sağlık sendika şubelerinin neden sessiz kaldığını merak ettiler. Peki, postacılar neredeydi? Sendikaların üst yönetimleri, ne destek eylemi örgütlediler, ne de bir açıklama yaptılar. Sadece şubeler harekete destek verdiler. Genel merkezler ise, UGTT konfederasyonu genel sekreterinin ve yandaşlarının afarozuna maruz kalacaklarından korktular.

7- AYDINLARIN KAYITSIZLIĞI

Aydınlar ise, genel olarak pasif ve sessiz kaldılar. Çok dar bir kesim, bu hareketten etkilenerek, yazılarında yer verdi; diğerleri hareketsiz kalmayı yeğlediler. Bu ise, Tunus’ta aydınların ve sanatçıların içerisinde bulundukları krizin derinliğini ortaya koymaktadır. Aydınlar arasında genel eğilim, umutsuzluk ve iktidarsızlık içerisinde halka sırtını dönmek, halkı “ihanet etmek”le suçlamak, iktidara yanaşmak ve şahsi çıkarlarını kollamaktır. Halkın harekete geçmesi, canlılığı, dinamizmi ve girişkenliği bile bunları ayıktırmaya yetmedi, dört ay süren direniş ve çatışma da düşünceleri ve ruh halleri üzerinde bir etkide bulunamadı. İşsizlik, marjinalleştirme, yoksulluk ve açlık pençesine itilmiş olan Redeyef, Moulares, M’dhilla kentlerinin mücadeleye atılan halk kitleleriyle dayanışmak ve baskıları kınamak için kıllarını bile kıpırdatmadılar. Uykularından uyanmak için herhalde bir depreme ihtiyaçları var bunların.

Bir başka noktaya dikkat çekmekte fayda var. Burjuva ve küçük burjuva kesimlerden gelen entellektüel kadınların politik, sendikal ve haklar alanındaki rollerinin gerilediği bir dönemde, maden havzasındaki kentlerin isyanı, emekçi kadınları ön plana çıkardı. Bilinen geleneksel yapıların ötesinde, kadınlar, oturma eylemlerinde aktif rol aldılar. Moulares kentinde “11 kadının çadırındaki” oturma eylemi en bilineni oldu bunların. Moulares’teki GFI merkez binasının önünde çadır kuran bu kadınlar, aileleri de dahil olmak üzere, dışarıdan gelen baskılara karşı bir aydan fazla direndiler. Bu eylemler içerisinde, iktidardaki Destur partisinin yerel binasını işgal eden ve bir ay boyunca buradan çıkmayı reddeden Khira Laamari özel bir yer tuttu. Bu mücadeleci kadın, 9 aylık hamile olmasına ve ağrılarına karşın eylemine devam etti ve ancak çocuğunu doğurmak üzere hastahaneye gitmek üzere eylem yerinden ayrıldı. Çocuğuna ise “Zafer” adını verdi. Öte yandan onlarca ve giderek yüzlerce kadın, UGTT’nin Redeyef’teki şubesine giderek, eylemlerin örgütlenmesi içerisinde yeraldılar. Bunlar arasında çok sayıda türbanlı ve çarşaflı kadın da yeralıyordu. Kendilerinin ve çocuklarının istek ve özlemlerini yansıtmak üzere ev ve mutfaklarından çıkmışlardı.

Bu hareketin entellektüel kadınları, ilericileri uyarması, gericiliğe ve köktendinciliğe karşı kadın hareketinin temellerini genişletmek üzere değerlendirilmesi beklenirdi. Öyle olmadı, Tunus Demokrat Kadınlar Derneği’nin üç ay sonra düzenlediği bir toplantı hariç tutulursa, kendisine feminist diyen entellektüeller pasif kaldılar. Hatta, kendilerinin küçük burjuva egoizmine, kibirliliklerine ve kadınların somut sorunları hakkında hiçbir şey söylemedikleri, önlerine düşüp destek vermedikleri halde, türban konusunda ahkam kesenlere de bir ders veren bu harekete karşı tümüyle kayıtsız kaldılar.

8- HALK DESTEĞİ, AMA…

Hareket şimdi dördüncü ayına girmiş olmasına rağmen, genişleyerek Ben Ali rejiminin ekonomik ve sosyal politikalarından zarar gören tüm kesimleri kucaklayan ulusal bir eyleme dönüşemedi. Bazı sınırlı girişimler olmakla birlikte, hareket, öteki bölgeleri, hatta Gafsa bölgesinin bile tümünü mobilize eden bir nitelik kazanamadı. Gafsa bölgesinde harekete geçenler, Zanouche’de işsizler, Redeyef ve M’dhilla’da yoksul köylüler, emekli işçiler, yine Redeyef’te tarım alanlarındaki mülkiyetle ilgili sorunları olanlar, M’dhilla’da pist ve yol talebi olanlardı.

Hareketin yerellikten çıkamamasına yolaçan faktörler vardı, ama bunları muhalif politik güçlerin zayıflığı veya sendika bürokrasisinin ihaneti gibi subjektif faktörlerle sınırlı tutmak yanlış olur. Objektif faktörleri de dikkate almak gerekir. Maden havzasındaki bu hareket, tamamen yerel sebeplerle, yani GFI tarafından düzenlenen işe alma sınavı üzerine patlak verdi. 1984’deki “ekmek isyanı” sırasında olduğu gibi, politik bir önderlik olmamasına ve sendika bürokrasisinin ihanetine rağmen ulusal bir özellik kazanan hareketi birleştiren “ekmek zammının geri alınması” gibi bir talep yoktu bu kez. 1984’deki ekmek isyanı sırasında üniversite gençliği çok önemli bir rol oynamıştı. 3 Ocak 1984 günü öğrenci gençlerin Tunus sokaklarındaki gösterisi, yoksul semtlerdeki gençliğin de alanlara çıkmasında ve hareketin genişlemesinde önemli bir etki yaratmıştı. Başkentteki gösteriler duyulur duyulmaz, ülkenin tüm bölgelerinde ve şehirlerde halk sokağa çıkmış, Burgiba geri adım atmak ve zammı geri almak zorunda kalmıştı. Halbuki, bugün üniversite gençliği, 1980’lerle kıyaslandığında, birçok şehirde bulunmasına rağmen, burada üzerinde duramayacağımız nedenlerle, eski rolünü oynayabilecek durumda değildir. Şimdi, dayanışma eylemleri oldukça sınırlı kaldı. Sendikaların (1978), üniversite öğrencilerinin (1984) veya politik bir gücün desteğinden yoksun olan maden havzası halkının direnişinin yerel sınırları aşması çok zor görünmektedir. Genel olarak halk kitlelerinin ruh hali de eski hal değildir. Toplumsal yaşam şartları kötüleşmesine, öfke ve şikayet artmasına rağmen, kitleler dağınıktır. Bu, yirmi yıldır süren baskı, korkutma, yıldırma ve dayanışma duygularındaki zedelenmenin ürünüdür. Tunus’ta, sendikaların da onay vermesiyle, 1996’dan beri dayanışma grevi yasaktır. Kamu sektörünün özelleştirilmesi ve büyük işçi merkezlerinin dağıtılmasının da bir sonucudur. Bu kuralsız “liberalizasyon” ortamında yeşeren bireyci, fırsatçı ruh halini de unutmamak lazımdır. Ama bütün bunlar, özellikle de bir perspektif yoksunluğunun egemen olduğu ortamda, sosyal problemlerin giderek ağırlaşmasına ve köklü sarsılmalara da yolaçma potansiyeli taşımaktadır.

9- HAREKETİN PERSPEKTİFLERİ

Maden havzası halkının isyanı kırılamadı. Yetkililerin artık sakinleşti diye umutlandıkları her durumdan sonra, eylemler daha büyük bir kararlılıkla yeniden başladı. Bu hareket daha uzun bir süre devam edebilir, zira iktidar, acil olanlar başta olmak üzere, halkın hiçbir talebine olumlu yanıt vermiş değildir. Halk ise, hiç bir gerileme işareti vermediği gibi, birliğini sağlamlaştırıyor ve değişik eylem biçimlerine (yürüyüş, oturma eylemi, grev vb.) başvuruyor.

Ancak hareketin yerel düzeyle sınırlı kalması da beklenmelidir, zira yaygınlaşması önündeki engellerin kolayca ve kısa sürede aşılması zordur. Yine de tam olarak nasıl gelişeceği önceden kestirilemez. Eğer Gafsa şehrinin kendisine yayılabilirse, bunun öteki bölgeleri de etkilemeyeceği söylenemez. Bu, harekete önemli politik bir boyut kazandıracaktır. Sürekli zamlar, artan işsizlik, toplumsal ve bölgesel plandaki eşitsizlikler, yolsuzluk gibi nedenlerle şu veya bu bölgede sosyal huzursuzluk ve patlamalar yaşanabilir. Böylece maden havzası halkının hareketi yeni bir boyut kazanabilir. Bu olasılıklar bulunmakla birlikte, biz değerlendirmelerimizi hipotezler üzerine oturtamayız. Gerçek durumdan ve içinde yaşanılan koşullardaki güç ilişkilerinden hareketle varılmak istenen hedeflere uygun araçlar geliştirmeliyiz. Bu bakış açısıyla, havzanın üç kentindeki hareketin bileşenlerini biraraya getirmek, Metlaoui kentinin de buraya dahil olması için çaba sarfetmek, büyük aciliyet taşımaktadır.

Öte yandan hareketin devamlılığı ve genişlemesi için, bu kentlerin halkını duruma göre iş ve eğitim merkezlerinde veya semtlerde örgütlemek, en önemli iştir. Gündeme gelen sorunları buralarda tartışmak, tutum almak, eylem planları hazırlamak, hareketin yerel düzeydeki yöneticilerini seçmek, yetkililere hiçbir güveni kalmamış olan yurttaşlara yardımcı olmak, sorunlarını çözmek, bu örgütlerin görevi olmalıdır. Bu demokratik ve kolaylıkla uygulanabilir yol, hareketi politik ve örgütsel bakımdan güçlendirecektir.

Son olarak, bugün ülkenin değişik bölgelerinde dayanışma hareketini canlandırmaya daha büyük bir önem vermek gerekmektedir. Ulusal Dayanışma Komitesi’nin yapısı da, bu krıterden hareketle yeniden gözden geçirilebilir, dayanışma faaliyetine katılan tüm güçleri, parti, dernek ve kişileri kucaklaması sağlanabilir. Zira bu komite, şimdi artık aşılmış olan dar bir çerçevede ve sınırlı bir vizyonla kurulmuştu.


[1] GFI: Gafsa Fosfat İşletmesi

[2] Yapısal Düzenleme Programı: YDP

[3] 1 ABD doları = 1,20 Tunus dinarı

[4] 1964’den 1988’e kadar devam eden Desturcu Sosyalist Parti. Burgiba tarafından 1964 yılında yeni “sosyalist” eğilimlerini hayata geçirmek için eski Neo-Destur partisinin adının değiştirilmesiyle kuruldu. Ben Ali, partinin adını 1988 de “Demokratik Anayasal Birlik” olarak değiştirdi.

[5] Union Générale Tunisienne du Travail: Tunus Genel Emek Birliği

[6] Adnane Hajji, UGTT içerisinde her türlü sendikal faaliyetten 5 yıl boyunca men edildi.

[7] Tunus Söyleşileri

[8] Alternatif

[9] Halkın Sesi

Ergenekona Karşı… Nereden, Nasıl?

 

 

ergenekona karşı… nereden, nasıl?

KADİR YALÇIN

 

Tartışıla çekiştirile gına gelmiş olmalı. Kuşkusuz, sadece tartışılıp çekiştiridiği için böyle…

Vardı.. Yoktu. Bu adam olur mu? Ya şu? Şununla bu nasıl yan yana gelebilir? Saygın isimler nasıl karalanabilir? Boyunlarından bastırılarak nasıl arabaya bindirilebilirler? Gece yarısı kaç yaşındaki kişinin evi nasıl aranır, nasıl gözaltına alınabilir? MİT’e ve orduya dokunulmayacak.. Herkes dinleniyor.. Korku ortamı yaratılıyor.. Tutuklama için yeterli delil yok. Amerikan operasyonu.. AKP muhaliflerini temizliyor. Bağırsak temizleme.. Ve daha birçok tevatür!

Tam iyice tavsıyordu ki, artık numarası hatırlanmayan son dalgalardan biri geldi. Hem birkaç muvazzaf subay gözaltına alındı hem de yeraltına gömülü cephanelerden birkaçı bulundu. Ve “olmaz böyle şey” diyenlerin ses yüksekliği azaldı. “Olmaz”dan, “yok böyle bir şey”den “tamam, soruşturulsun, ama muhaliflerin temizlenmesine de dönüşmesin”e geriledi “muhalifler”.

 

VAR MI YOK MU?

İlginç değil tabii… Bugüne kadar ne işkenceler ve işkenceye bağlı ölümler, ne faili meçhuller, ne örneğin 1 Mayıs’a gazlı bombalı saldırılar ne de örneğin Diyarbakır’da kadınlar ve çocuklar da dahil göstericilerin, hatta gösterici bile olmayan katledilmeleri karşısında küçücük bir ses çıkarmamış, parmaklarını bile oynatmamış olanlar, şimdi bakıyorsunuz kendileri söz konusu olduğunda, ayrıcalık istiyorlardı. Eski DEP milletvekilleri Orhan Doğan’ın örneğin ensesinden bastırılabilirdi.. Ses çıkarma ve karşı çıkma ne kelime. Basında da linç edilmesine fetva çıkarılırdı. Gayet doğaldı enselerinden bastırılmaları DEP’lilerin. Ama YÖK eski başkanı Gürüz’ün ensesinden bastırıldığında kameralar bin defa tekrar ederdi: “Vay! Nasıl olur”du?

Bu ülkenin nezarethaneleri ve şubelerinden binlerce ve binlerce halk çocuğu geçmişti. İşkence görmeyen istisnanın istisnasıydı. İşkencede öldürülenlerin haddi hesabı yoktu. Metin Göktepe örneğin, o kadar kişinin gözü önünde dövüle dövüle öldürülmüştü. Ve usuldendi, gözaltılar ve bu amaçlı operasyonlar sabaha karşı yapılırdı; bunu bilmeyen yoktu ve bugüne kadar buna hiç itiraz edilmemişti. Şimdi? Şimdi, bugüne kadar gözaltına alan ve aldıranlar arasında olanlardan birileri için gözaltı söz konusu olduğunda, bütün ölçütlerin değiştirilmesinde sakınca görülmezdi: “Vay! Sabahın köründe gözaltına mı alınılırmış?”

Tabii ki kimsenin ensesinden bastırılmasın. Tabii ki sabahın köründe kimse gözaltına alınmasın. Ve hele işkence, faili meçhuller, sokak ortasında adam öldürmeler, katliamlar –tümü son bulsun. Ancak bilinmelidir ki, bunların elde edilmesi mücadele işidir.. Demokrasi mücadelesinin başarıyla yürütülmesine ve demokrasinin kazanılmasına bağlıdır, örneğin işkencenin ya da faili meçhullerin son bulması. Ve yine bilinmelidir ki, kim ki başkasına serbest olsun, ama kendisi ya da “tanıdıkları”nın boynundan bastırılmasının, başkaları işkenceden geçirilsin, ama kendisi ya da “tanıdıkları” sabaha karşı gözaltına bile alınmasın diyorsa, bu “mantık” ya da yaklaşım ve mantık ya da yaklaşım sahiplerinden kurtulmadan bu mücadele kazanılmayacaktır.

Ve zaten konumuz, aslında, boyundan bastırmalar, sabaha karşı gözaltına almalar türünden en “basit”, sıradan ve “tahammül edilebilir” olanlarından başlayarak işkence, faili meçhul, katliamlar, komplo ve siyasi suikastlar düzenleme gibi daha komplike, daha organize ve tabii ki kan dökmenin sıradanlaştığı daha tahammül edilmez olanlarına kadar hukuk dışılığın devletleştirilmesi ya da devletin hukuk dışılaşması ve bundan kurtulmaktır.

Öyleyse, boynundan bastırılarak yeniden ünlenen eski YÖK Başkanı K. Gürüz de içinde olmak üzere, hukuk dışılıktan, hukuksuzluktan yakınan herkes için geçerli ve yanıtı doğru verilmek gereken soru şudur: “Var mı yok mu?” Bu soru, aynı zamanda ve asıl olarak, hukuk önünde eşitlikten başka bir şey olmayan demokrasisizlikten kurtulmak için gereğince yanıtlanmak zorundadır.

En başta AKP ve onun “ileriye dönük” planları ileri sürülerek yaratılan kafa karışıklığının bertaraf edilmesi zorunludur.

AKP, Ergenekon soruşturmasını hangi amaçla değerlendirmeye çalışırsa çalışsın.. “Cumhuriyet’in kazanımlarının tasfiyesi” ya da başka hangi açık ya da “gizli amaç ve gündemi” olursa olsun…

“Amerikan operasyonu” olarak tanımlananı da içinde olmak üzere, Amerikan emperyalizminin Ergenekon soruşturma ve davasına nasıl dahil olduğu ileri sürülürse sürülsün.. Başka akla gelen ve gelmeyen ne tür karanlıklaştırıcı gerekçe türetilirse türetilsin… Adına bugün olduğu gibi “çete” ya da Ergenekon veya eskiden kullanıldığı terimiyle Kontrgerilla ya da bir dönem kabul edilip sonra edilmeyen Özel Harp Dairesi ve sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı her ne denirse densin…

Herbiri belirli ezen sınıfların belirli ezilen sınıflar üzerindeki baskı ve şiddet aygıtları olan devletleri belirten diktatörlük kavramını tanımlayan hiçbir hukuk normu ve yasa ile sınırlanmamış olma durumunun hakkını veren, görünüşte demokratik olan burjuva devletin bütün kirli yasa ve hukuk dışı işlerini organize eden teşkilat ve eylemleri var mı yok mu? Ertuğrul Özkök ve benzerlerinin “her devlete lazım”, “olmazsa olmaz” dedikleri türden, yasalara sığmayacak, kirli, ama sömürünün bekçisi ve zorbalık aletleri olan çağdaş burjuva devletlerin vazgeçemeyecekleri teşkilat ve eylemleri yok mu, olmadı mı?

Köle sahiplerinin ve devletlerinin, derebeyleri ve devletlerinin, mutlak krallık, padişahlık ya da Çarlık türü örgütlenmiş biçimlerinin, hatta benzer biçimleriyle kapitalizmin başlangıcındaki vahşilik döneminin olağan devlet mekanizmalarıyla yapılabilen, gereği için “kitabına uygun” yasalar ya da fermanlar çıkarılan “yasalara sığmaz” işler, “halkın kendi kendisini yönetmesi” olarak sunulan ve halkın buna inanması istenen modern zamanlara ve onun demokrasisine gelindiğinde, halkın bu inancını ve buradan gelen yönetilmeye dair rızasını yitirmemek için, “temiz” ve korkulsa bile “güvenilir” devletin, görünmeyen, kabul edilmeyen, “çete işi” denerek yasa dışı kirli işlerin sorumluluğunun üzerine yıkılacağı yüzü olarak “derin devlet”in varlığını kaçınılmaz kılmıştı. Her gerekli olduğunda, onca kabul edilemeyecek pislikteki “işler”; katliamlar örneğin, göz göre göre düzenlenmiş suikastlar, halkın üzerine sıkılan kurşunlar, atılan bombalar, konjenktürel olarak hangisi uygunsa o “terör örgütü”nün üzerine yıkılarak işlenmiş –hatta kitlesel– cinayetler, bunlar için oluşturulmuş uygun emir-komuta mekanizması ve hiyerarşisiyle güvenilir kadrolara dayanan teşkilatlar olmadan nasıl düzenlenebilirdi? Böyle yapılsa, –tarihsel bakımdan– kısa sürede yönetilenler, halk “yeter artık, böyle de olur mu?” demez ve kolay yönetilir olmaktan çıkardı? Elbette, bu çağda, devlet adına, her gerekli görülüp yapılan “iş”i üstlenmenin alemi yoktu. “İmaj” önemliydi hiç değilse…

Öte yandan, bu kirli “işler”den de vazgeçilemezdi. Ne olacaktı? Göz göre göre, bırakılsındı da, devlet mi yıkılsın ya da bölünsündü!? Devlet ve dayanağı olan tekelci burjuvazinin de tahammülünün bir sınırı vardı! Burjuva demokrasisinin bir “oyun” olduğunu en çok onlar biliyor ve gereğini yapıyorlardı. Bir yere kadar özgürlük vardı. Ama sonra.. Tekeller ve burjuva devletin ali menfaatleri tehlikeye girdiğinde de değil, girer gibi olduğunda, tehlike çanları çaldığında, “çizme aşılmış” olur ve buna izin verilemezdi.

Öncelikle “kitabına uydurulabilir” müdahaleler gelirdi. Burjuva yasalar ve yasallığı “kitaba uydurulmaya” fazlasıyla müsaitti. “Ama”lı Anayasaları; serbesti tanıdıktan hemen sonra, aynı cümle içinde “ama..” diye devam eden, “yasayla sınırlanır” türü bir hükme bağlayan yasal metinleri, önceden yok değildi, ama en çok burjuvazi geliştirmişti. Mevcut düzeni olumlamaktan başka işleve sahip olmayan hukuk ve hukuk metinleri, anlaşılması uzman işi, üstelik son derece yoruma müsait, lastikli bu metinlerin mahkemelerce yorumlanmaları “kitaba uydurulma”nın olanaklarındandı.

Üstelik burjuva düzen, ne denli “hukukun üstünlüğü” ileri sürülürse sürülsün, paranın egemenliği ve gücün üstünlüğüydü. Para ve güç, oligarşilerde bütünleşmişti; iktisadi, siyasal ve askeri gücün içiçe girdiği oligarşilerde. Ve başkaları bir yana Ergenekon davası, tüm hukukun üstünlüğü, soruşturmanın gizliliği ve yargının bağımsızlığı iddialarıyla yargının etkilenmesinin yaptırıma bağlanması görüntüsüne rağmen, davaya müdahale edildiği ve sonuç alındığının kanıtıydı. Yargıya müdahale edilir, “kitabına” öyle “uydurulur”du.

Öte yandan daha sırada, darbeler ve –12 Eylül Anayasasının hâlâ geçerliliğini koruması gibi– sonrasında da geçerliliğini sürdüren darbe dönemi hukuku ya da hukuksuzluğu vardır. Bu dönemlerde “kitap” fazlasıyla yüzeysel gözetilir. Örneğin 12 Mart darbesinin ardından kurulan sıkıyönetim mahkemelerinden birinin –İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi– yargıcı albay Remzi Şirin kendisine yargılamanın TCK 146. maddeden ve idamla yapılması için Genelkurmay’dan emir verildiğini açıklamıştı. Yapılan, Şirin’in görevden alınması ve mahkemesinin tümden lağvedilmesiydi. Ancak, bu görüntüler yalnızca açık darbe dönemlerine özgü değildir. Şemdinli davası ve savcısı F. Sarıkaya’nın başına gelenler bilinmektedir. “Kitaba” göz göre göre “uydurulmuş”tur!

Türkiye gibi demokrasi terbiyesi almamış (demokratik devrimden geçmemiş) ülkelerde, her şey daha çok “pamuk ipliğine bağlı”dır. Zaten biçimsel olan hukuk önünde eşitlik olarak “demokrasi”, bu tür ülkelerde iyice görünüşe ilişkindir. Çıplak zor ve kolaylıkla “rafa kaldırılan” “demokrasi”, sadece belirli dönemlerde değil, gerekli oldukça –ki, demokratik ülkelerden farklı olarak, onlarda zaman zaman, sömürülen yığınların mücadelesi denetim altında tutulamaz oldukça gündeme alınırken, hemen sürekli gerekli olur– siyasal yaşamın gerçeğidir.

 

*

Buradan; hukuk önünde eşitsizlik ve hukuksuzluk olarak demokrasi yoksunluğu ve çıplak zorun siyasal yaşamın gerçeği oluşundan “kitaba uydurma”nın da yetmediği, yetersiz kaldığı durumların üstesinden gelinmesine geçiş ise artık kolaydır.

“Kültür” düzeyine yükseltilmiş önyargılarla beslenen yerleşik burjuva zorbalık dayatmalarıyla sömürülen yığınların siyaset dışına itilmesi, yığınların sessizliği/sessizleştirilmesinin sağlanması ihtiyacı üzerine kuruludur. Yarı yasal yarı çıplak zor, zoru, yarı “kitaba uydurma” yarı üstlenmeyip inkar etme… Ama sömürülen yığınların sessiz sedasız yönetilmeye rıza göstermelerinin sağlanması ihtiyacının karşılanması.

Zor. Zorun küçümsenmeyecek bir bölümü yasallaştırılmıştır. Şu şu fiiller zorla engellenir. Yaptırıma bağlanmıştır. TCK bunun içindir. Yakın zamana kadar ölüm cezasına dek giderdi yaptırımlar. Mahkemeler, cezaevleri bunun içindir. Sessizleştirme için.. Ses çıkarmadan yönetilmeye rızanın elde edilmesi için.

Ancak genellikle yetmez, yetmemiş ve daima “yakın tehlike”lerin varlığı ileri sürülerek, tehlike potansiyellerinin bile, yasallığın yetmezliği kapsamında sayılarak, çıplak zorla engellenmesi, gündemde tutulmuştur.

İşte yasal zorun yeterince ürkütücü, bastırıcı ve sonuç alıcı olamadığı ya da olmayacağının öngörüldüğü, zorun bu türüyle çözümlenemeyen, ama çözümlenmesi zorunluluğuna en azından inanılan sorunların “üstesinden gelinmesi” amacıyla, yasal çerçeveye sığdırılamayan zor türüne ihtiyaç duyulur, duyulmuştur. Yasalara uydurulamayan, dünyanın bugünkü gelişmesine uygun düşmeyen –belki yarın yasallaştırılabilecek– bugün yasa-dışı olan zor, böylelikle gündeme girer, girmiştir.

Zamanında Hitler’in yasallaştırdığı toplama kampları ve bu kamplardaki toplu cinayetlerin bugün aynı kapsamda uygulanamaz olduğu ortada. SS’lerin sorgusuz-sualsiz tutuklamaları ve işkenceleri de, darbe dönemlerinde sınırları zorlansa bile, yine uygulanamaz durumda. Ama örneğin işkence yok mu? Sistemli işkence yok mu? Tüm karakollar ve “Emniyet” şubelerinin olağan sıradan “muamelesi” değil mi işkence? Ancak “münferit olay” sayılarak kesinlikle kabul edilmediğini biliriz. Yasalarda işkence suç sayılmaktadır. Yasadışı zordur bu. Ve kabul edilmeyerek, uygulanır.

İşkence bütün güvenlik teşkilatının sıradan yöntemidir ve kanıksanmıştır. Ancak düpedüz adam öldürmenin, hele siyasal cinayetlerin sıradanlaştırılıp kanıksanması sağlansa bile, üstlenilmesi kolay değildir. Üstelik Uğur Mumcu ya da Danıştay olaylarında görüldüğü gibi, infial yaratmak amacıyla başkalarının üzerine yıkılacak biçimde işlenmesi gerektiği durumda.. Ya da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis örneğinde görüldüğü gibi devlet içindeki hesaplaşma çerçevesinde gerektiğinde.. Eski örneklerden birinde olduğu gibi, İzmir Çiğli’de zamanın başbakanı B. Ecevit’i hedeflediğinde… Bu tür cinayetlerin mesajları, belki cinayete kurban gidenler ya da kurban gideceği söylentisi çıkarılanların ölümünün ötesinde etkili olabilir, olmuştur.

Ama bu cinayetler, asıl, devlet içindeki çekişmenin unsuru olduklarında değil, halkla sömürücü egemen sınıflar ve devletleri arasındaki çelişki ve mücadeleye bağlı olarak önem kazanır ve bu içerikleriyle gündemi işgal ederler. Bazen mücadelenin düzeyi düşük de olabilir, ama egemenler ve burjuva devletin ali menfaat ve amaçları belirli cinayetleri, hem de toplu katliam türünden gündeme taşıyabilir. 6-7 Eylül’de başlıca Rumları hedef alan Kıbrıs’la da bağlantılı olaylar örneğin, bu türdendir. Beyoğlu yakılıp yıkılmıştır. Sonradan, bir gizli teşkilatçı orgeneral bunu övünme vesilesi yaparak, “yanlışlıkla” ağzından kaçırmıştır: “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi’nin muhteşem bir operasyonudur.”

16 Şubat 1969’daki “Kanlı Pazar” örneğin, yükselen anti-emperyalist mücadelenin önünü kesme hedefiyle örgütlenmiştir. Ama devlet adına gençlerin, üstelik “bağımsızlık” talep ederlerken tutuklanıp, vurulup korkutularak püskürtülmesi ve böylelikle mücadelenin yatıştırılması olanaklı olmadığı bir zamanda, yasal olmayan zor türüne ve bu zoru uygulayacak bir örgüte ihtiyaç duyulması şaşırtıcı mıdır? Bunun için “Komünizmle Mücadele Derneği” türü yardımcılar bulunmuş ve teşvik edilmiştir. Ama “Kanlı Pazar”ın, adı geçen dernek ve benzerleri kullanılsa bile, daha kalıcı ve uzun vadeli perspektifle işlevsel, öyleyse asıl zor aygıtına bağlı, hiyerarşik yapıya ve emir-kumanda mekanizmasına sahip, ihtiyaç duyuldukça, yasa-dışı zoru gereksinen bu tür “kirli işler”i gerçekleştirmek üzere örgütlenmiş ve bu nedenle kendisini gizleyen bir örgüt tarafından düzenlendiğinden kuşku duyulamaz.

Aynı örgütü, 1977 1 Mayıs’ında da “iş üzerinde” görürüz. Polis ya da askeri güçlerin –en azından günün güçler dengesi içinde– doğrudan yapamayacağı, yaparsa halkı gerekliliğine ikna edemeyeceği ve günün yasalarına da sığdıramayacağı bir katliam ve sindirme operasyonu, yine aynı gizli örgüte emanet edilmiştir.

Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül, ’71 ve ’80 faşist darbelerine gelinirken, bu örgüte egemen sınıflar ve burjuva devletin ciddi biçimde ihtiyacı olmuştur. Çünkü dönem, halkla egemen sınıflar ve devletin karşı karşıya ve mücadele içinde olduğu, halkın mücadelesinin gelişkin olduğu ve yatıştırılması-sindirilmesi için yasal ve yasal olmayan araçlara başvurularak egemen burjuvazi ve devletinin dişini tırnağına taktığı dönemdir. Yüzlerce insanın öldürüldüğü 24 Aralık 1978 Kahramanmaraş Katliamı, onunla bütünlük içinde Sivas, Malatya ve Çorum’da örgütlendirilen katliam ve askeri birliklerin sözde “araya girdiği”, “hakem” davranışı gösterdiği, ama sözü edilen bölgelerdeki halk hareketinin ezilip dağıtıldığı halka ve mücadelesine karşı operasyonlar, aynı dönemde, egemen sınıflarla halk arasındaki çelişmenin egemenler lehine çözümü için gerçekleştirilmiştir.

Sözü edilen, koruyucu-kollayıcı zor ve şiddet aygıtına bağlı, onun bir parçası olarak örgütlendirilmiş gizli teşkilat, zaten asıl bu mücadeleyi püskürtmek-bastırmak amaçlı olarak ve bu günler için kurulmuştur.

Eskiden, ta Osmanlı’dan beri, çeşitli isimlerle örgütlendirilmiş olan, egemen sınıf ve devletinin yasalara sığmayan “kirli işler”ini gören teşkilatlar olmuştur. En çok adı duyulanı İttihat’çılar tarafından yeniden organize edilen “Teşkilatı Mahsusa”dır. Sonra, Kurtuluş Savaşı’nın ardından, Topal Osman, böyle bir teşkilat kurmuştur.

Asıl günümüzün “özel teşkilatı”na ise, NATO’ya girilince gelinmiş, tüm eski gizli teşkilatlar ve istihbari kurumlar bir araya toplanıp yeniden organize edilmiş ve Kontrgerilla adıyla örgütlendirilmiştir. Bu kez Amerikan yönetimindeki dünya sermayesinin, uluslararası burjuvazinin stratejik hesapları işlevseldir. Dünya kapitalist ve sosyalist kamp olarak bölünmüş durumdadır ve ABD’de başlatılan “soğuk savaş” dünya ölçüsünde yayılmakta, örgütlendirilmektedir. Türkiye ise, hemen cephede yer almaktadır, SSCB’nin komşusudur. NATO’ya alınır alınmaz, diğer NATO ülkelerinde de, bir yandan “soğuk savaş”ın yürütücüsü, bir yandan da bir SSCB ile muhtemel bir savaş durumunda onun cephe gerisinin örgütlendiricisi olarak Kontrgerilla, Amerikan Sahra Talimnamesi olan ST-31 uyarınca hızla örgütlendirilir. Doğrudan genelkurmaya bağlıdır. Adı Özel Harp Dairesi’dir. Sonra bu isim deşifre olunca değiştirilir, Özel Kuvvetler Komutanlığı olur. Ama her gündeme geldiğinde, 1 Mayıs ’77’de, Çiğli Suikastı’nda vb., varlığı inkar edilir, kabullenilmez.

Ergenekon soruşturması öncesinde, Kontrgerilla, içindeki grupların bir hesaplaşmasına bağlı olarak Susurluk’ta ortaya çıkmıştır.

Susurluk’ta ortaya dökülenler, halk düşmanı karanlık amaçlı teşkilatın, Kontrgerillanın, ’80’nin ardından, ’84’te Kürt isyanının alevlenmesiyle birlikte, “komünizmle mücadele” ve onun ihtiyaçları için “cephane gömme” ve katliam-suikast düzenlemekten, “bölücülükle mücadele” ve onun ihtiyaçları için yasa-dışı zor kullanmaya dönüşen genel yönelimiyle kanlı zorbalığını tırmandırdığını göstermiştir. Artık hedefine daha çok Kürtleri ve Kürt hareketini koymuş; halkın indinde düşmanlaşmayı pekiştirmek üzere PKK’nın üzerine yıkmaya giriştiği bir dizi katliam gerçekleştirmenin yanı sıra PKK’yı desteklediği öngörülen ya da sadece bir Kürt olarak kendisini ve kimliğini sahiplenen kişi ve grupları suikastlarla ya da düpedüz kaçırıp öldürmeye girişmiştir. Bu arada, örgütlenmede ihtiyaçların karşılanması amaçlı “mükemmelleşme” yaşanmış; gizli teşkilatın bir kolu ya da bileşeni olarak JİTEM ortaya çıkmıştır. Bunda şaşırtıcı şey yoktur; “özel kuvvetler” “özel harekat”, “bordo bereliler” vb. olarak örgütlenip yayıldıkça ve Kürt savaşının özel yürütmesini üstlendikçe, ona paralel bir gizli teşkilat peydah olmuştur.

Şimdi de Ergenekon soruşturması ve ardından açılan davayla, aynı örgüt üzerinde tartışma gündemdedir. Örgütün kendisi gündeme gelecek midir, soru budur.

Ancak, bugüne kadar ortaya atılmış soruların gündemden düştüğü ve düşmesi gerektiği ise kesin olmalıdır.

“Var mı?” Evet, olduğu kesin. Bunca kapsamlı ve binlerce kişinin öldürüldüğü “operasyonlar” kendi kendine olmaz, profesyonel olmayanlar eliyle ise kesinlikle örgütlenemez. Sadece –işe yaradığı için– korunup kollanan bir teşkilat da olamaz, söz konusu olan; tartışılan, bütün sayılan “operasyonları” ve sayılmayanları egemen burjuvazi ve devlet adına gerçekleştiren hiyerarşik, emir-komutaya dayalı teşkilattır.

“Amerikan operasyonu” mu?, “AKP muhaliflerini mi temizliyor?” Bu soruların yanıtı ne olursa olsun, ki tartışacağız, Kontrgerilla’nın varlığı ve karanlık amaçları ve cinayetleri ortadan kalkmamaktadır. Şimdi Ergenekon soruşturması ve davası nasıl gündeme gelmiş olursa olsun, bu, Kontrgerilla’nın varlığını, karanlık amaçları ve kirli işlerini, halk düşmanı niteliğini ve demokrasiye ihtiyaç duyan işçi sınıfı ve emekçiler açısından, halk açısından açığa çıkarılıp sorumluları yargılanarak tasfiye edilmesi zorunluluğunu değiştirmez, değiştirmeyecektir.

Demokrasinin kazanılmasının, işkence, siyasal cinayetler vb.’nin önünün alınmasının, başlıca ihtiyaçlarından birinin, bu karanlık amaçlı, halk düşmanı gizli teşkilatın, Kontrgerillanın, düzenlediği tüm kirli işlerle birlikte açığa çıkarılıp lağvedilmesi olduğu tartışmasızdır. Bu “kirli işler”in ve düzenleyicisi kanlı teşkilatın, eli kanlı katilleri ve karanlık beyinlerinin hiçbir koşulda ve hele karşıtı sanki AKP gibi gösterilerek, “ilericilik”, “solculuk” vb. adına hiç savunulamayacağı kesindir.

 

“AMERİKAN OPERASYONU” MU?

“AKP OPERASYONU” MU?

İki sorunun da yanıtı olumsuz değildir. AKP, görülmektedir ki, Ergenekon soruşturması ve davasını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Dolayısıyla, Ergenekon karşısında tarafsızlığı ya da savunmanlığı öngören gerekçeler olarak kullanılmaya çalışılmaları bir yana, bu iki tez, evet, doğrudur. Doğrudur; ancak ne Ergenekon karşısında tarafsız kalmayı ne de onu savunmayı gerektirir. Halk düşmanı kan içicilik örgütlenmesi hiçbir gerekçeyle savunulamaz çünkü.

Öte yandan kan içiciliğin kan içicilik olması, onunla mücadele görüntüsü veren başka “şer odakları”nı sevimlileştirmez. Amerikan emperyalizmi ve AKP bu türdendirler.

Amerikan emperyalizmi ve onun başında bulunduğu emperyalist saldırganlık ittifakı NATO, Kontrgerillanın asıl kurucu gücüdür. 1952’den NATO’ya girişiyle birlikte, hatta öncesinden başlayarak, Türkiye egemen sınıfları, sırtlarını Amerikan emperyalizmine dayamışlardır. Amerikancılık, bir nitelik olarak, egemen burjuvazinin künyesine kazılmıştır. Bu nitelik, kendisini, devletin yenilenen yapılanmasında göstermezlik etmemiştir. Ordunun NATO ordusu olarak yeniden düzenlenmesinin yanında Kontrgerilla örgütlenmesi, bu yapılanmanın başlıca görünümünü vermiştir. O tarihten bu yana, Türk devletine ilişkin tüm temelli adımlar, ABD ile birlikte, onun oluru ya da yeşil ışık yakmasıyla atılmıştır.

Soru şudur: Kontrgerillayı kuran ve devletle bunca temelli ilişkiye sahip olan ABD, Ergenekon’a karşı nasıl operasyon yapmaktadır? Bu sorunun yanıtı, dergimizin önceki sayılarında verilmiştir. (Bkz. Sayı. 196, Kadir Yalçın, “Ergenekon ve Arzulanan Sol”)

“Komünizme karşı mücadele” ve NATO’nun kuruluş yıllarından bu yana, değişen koşullara bağlı olarak, Amerika’nın stratejik çıkarları değişmiştir. SSCB yıkılmış, sosyalizm dünya ölçüsünde püskürtülmüş, önce “Yeni Dünya Düzeni” ve ardından “küreselleşme” ilan edilmiş, “yeşil kuşak” konsepti tarihe karışmış, GOP, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik başlıca stratejik yaklaşımı düzeyine yükselmiştir ki, şimdi o da tartışılmaktadır. ABD’nin stratejik çıkarları çerçevesinde “anti-komünist” mücadele kapsamında gündeme gelen ve Kürt savaşının ihtiyaçlarını karşılamak üzere belirli bir dönüşümden geçen, emperyalizmin, burjuvazi ve devletin yasadışı işlerini gerçekleştirmek üzere kurulmuş Kontrgerilla’nın yeni koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılmasında anlaşılmayacak şey yoktur. Ama bu yeniden yapılandırma sancısız olmamaktadır. Sancısız gerçekleşmesine şaşılırdı. Hem geçmiş konsept kendine uygun ideolojik-örgütsel yapılar ve kişiler yaratmıştı, hem de bu grup yapıları ve kişiler, örgütün finansmanını da karşılamayı kapsayan fazlaca inisiyatifli “çalışma koşulları” içinde vazgeçilmesi zor kişisel/grupsal menfaat ilişkileri de geliştirmişlerdi. Üstelik yenilenmeye direnmelerini kolaylaştıran AKP faktörü de vardı ve “ulusalcılık” görüntüsüyle eski çıkarlarının savunulmasında ısrarlı oldular. Kan içicilik “ulusalcılık” olmuştu.

“Amerikan operasyonu” olmasının yanı sıra Ergenekon bir “AKP Operasyonu” olarak da ortaya çıktı. Bundan doğalı yoktu. Birincisi, Amerikan operasyonu, AKP Hükümeti döneminde gerçekleşmekteydi. Ve ikincisi, ABD’nin “Ilımlı İslam” ve onun AKP’sini kullandığı bu operasyonun, aynı zamanda AKP’nin de çıkarlarını gözetir biçimde yürütülmesi hem gerekli hem de kaçınılmazdı.

AKP, bu süreçte ABD ile ilişkilerini yenilemiş, sağlamlaştırmıştı. Ama aynı zamanda, Kontrgerilla çetelerinin bağlı olduğu askeri kastla da ilişkilerini yenilemişti. Bu açıdan 5 Kasım 2007 Washington görüşmesi* tayin ediciydi. Eski “zıtlık” ilişkisi sürdürülemezdi ve ABD’nin yol göstericiliğinde AKP-Ordu ilişki yenilendi. Dolmabahçe görüşmesiyle perçinlendi bu ilişki ve ardından Başbuğ’la haftalık olağanlığı içinde sürdürülüyor.

Kısacası, Ergenekon evet, bir “AKP Operasyonu” ama, aynı zamanda bir Ordu operasyonu” da, ya da Genelkurmay tarafından da desteklenen bir operasyon.

Evet, AKP, Ergenekon soruşturmasıyla kendi dayanaklarını sağlamlaştırmak üzere muhaliflerini sindirmeye yönelmiştir. Örnekse, o eski “bayrak mitingçi” ekip dağıtılmış görünmektedir. Üniversitelerdeki AKP muhalifliğinden pek de eser kalmamıştır. Ve AKP üniversitelere bayrağını diker gibi eski YÖK Başkanı’nı soruşturmaya dahil etmiştir. Evet, Ergenekon davası, AKP muhaliflerini hedef alarak genişleme eğilimindedir. Ama söylendiği gibi, AKP, aynı zamanda Genelkurmay’la görüş birliğini de sağlamış ve operasyonu bu uzlaşma ekseninde sürdürmektedir.

Bu görüş gerçekçi değil midir? Abartılı mıdır? Olmaz mı? “Ulusalcı ordu” ile “İslamcı AKP” yan yana gelmez mi? Gerçekler, bunu göstermektedir. ABD, 60 yıllık en yakın dayanağı ile son yılların İslami tabana sahip küreselci neoliberal müttefikini, kuşkusuz kendi stratejik yönelimi temelinde birleştiren zamka da sahip olduğunu ortaya koymuştur. İki tarafın da, özellikle ABD bunu işaret ettiğinde, farklı tutumlar izleme imkanlarının olmadığı bir kez daha görülmüştür. Ama açıktır ki, kendi güncel çıkarları da, karşı karşıya gelip çatışmayı değil, uzlaşma ve bir araya gelmeyi gerektirmiştir. Yarın ne olacağı görülecektir, uzlaşma kuşkusuz bozulabilir; ancak bugün hem ordu hem AKP kazançlı çıkmayacakları bir çatışmada yarar görmemektedirler. Üstelik birleşerek kazanacakları olduğunun farkındadırlar.

Peki, bu uzlaşmanın belirtileri nelerdir?

Amerikan çıkarlarının yön verici olarak kendisini en çok belli ettiği alan, Kürt sorunu ve Irak Federe Kürt Devleti ile ilişkilere dair olanıdır. Ordunun “kırmızı çizgileri” çoktan silinmiş ve geçen yılki MGK toplantısından beri Barzani ve Federe Devlet ile birlik ve anlaşma çizgisine geçilmiştir. İçerideyse Kürtlere karşı savaş ve PKK’nin imhası çizgisi üzerinde birlik sağlanmıştır. AKP, bölgede ordunun tam desteğine sahiptir. Yerel seçimlere, örneğin, bu temelde gidilmektedir. Ama burada da, Ordu, örneğin TRT-6 gibi “AKP açılımları”na (bu aynı zamanda ordunun da açılımıdır) karşı tutum almamaktadır.

 

HUKUKİ SÜREÇ TEMEL ALINAMAZ!

Ancak, daha açık görünür uzlaşma/anlaşma Ergenekon soruşturma ve davası üzerinde gerçekleşmiştir ki, bu da davanın, zaten baştan beri problemli olan “inanılırlığı”nı ortadan kaldırmıştır. Uzlaşma/anlaşma, soruşturmanın başından beri ayırt edici yönlerinden biridir ve giderek asıl hale gelmiştir. Önce, Ergenekon soruşturmasının ordu ve MİT’e ilişkin olmadığı, Ergenekon’un bu iki kurumdan bağımsız olduğu vurguyla açıklanmıştır.

Operasyon “dalgaları”ndan sonuncuya yakın birinde emekli orgeneraller –bugünkü Genelkurmay Başkanı’nın eski komutanı– eski MKG Genel Sekreteri T. Kılınç ve K. Yavuz’un gözaltına alınmaları Genelkurmay’ın sert tepkisine neden olmuş ve az-çok ciddiye alınabilir bir dava bakımından “kırılma noktası” oluşturan gelişmeler yaşanmıştır. Genelkurmay Başkanı derhal Başbakan’la içeriği açıklanmamış bir görüşme yaparken, komutan eşleri Kılınç’ın eşine ziyarete gitmişlerdir.

Sonuç şöyledir: “Susurluk döneminde cezalandırılmasını istediği İbrahim Şahin’le yan yana getirilir mi?” tevatürü ileri sürülen Yargıtay Onursal Başsavcısı S. Kanadoğlu’nun evinin aranması ile yetinilmiştir. İlgili ya da ilgisizdir, bu ayrı konudur, ancak, evinin aranmasının gerekçesinin anlaşılamadığı bir durum oluşmuştur. Kemal Gürüz, gözaltından kısa süre sonra serbest bırakılmıştır. Ve önemlisi, Ergenekon’un ideolojik-politik çizgisi olarak vurgulanan Rusya ve Çin’le yakınlık çizgisini açıktan ve yüksek sesle savunduğu bilinen tek kişi olan Kılınç, beraberinde Yavuz ile birlikte, gözaltından serbest bırakılmışlardır. Bu gelişmenin, gerçek bir “kırılma noktası” olduğuna ilişkin bir başka veriyse, bunun, emekli askerlerin birbiri ardına önce hastaneye kaldırılmaları ve ardından serbest bırakılmalarının işaret fişeği olmasıdır. Bir zamanlar neden “Ayışığı” ve “Sarıkız” darbe girişimleri soruşturulmaz diye sorulurken, bundan bütünüyle vaz geçildiği anlaşılmaktadır; çünkü “darbe günlükleri” sahibi Ö. Örnek’in ifadesine başvurmak bir yana, ifadesine başvurulacak tüm emekli orgeneraller serbest bırakılmış durumdadır. En son sırada, zamanın JİTEM başkanı, öncesinde bölgede birçok ölüme emir vermiş komutanlık görevinde bulunmuş, kaçakken yakalanmış L. Ersöz vardır.

Görünen, en ileri noktada, Veli Küçük ve İbrahim Şahin türünden “hangi taş kaldırılsa altından çıkan” “şahsiyetler”le, belki haklarındaki deliller karartılamayacak kadar ortada olan birkaç “başçavuş” vb.’nin “günah keçisi” olarak “harcanmaları”yla davanın kapatılacak olduğudur. Haklarında çok sayıda iddiayla, ilişkilerin düğümlendiği kişilerden olan, JİTEM yetkilisi emekli subay Abdülkerim Kırca ve Özel Harekat Daire Başkanı Behçet Oktay’ın şüpheli “intiharları”yla bu yönde önemli iki adım atıldığı söylenmelidir. L. Ersöz’ün başına bir şeyler gelmemesi gerektir! Aynı yöndeki bir başka gelişme ise, cephaneliklerin “sahibi/gömücüsü olarak görünen muazzaf subaylar hakkındaki soruşturmanın ayrılarak, askeri savcılıkça ve “emanetindeki silahlara sahip çıkıp koruyamamak” gibi bir maddeden yürütülmekte olmasıdır.

Ana muhalefet partisi başkanının “avukatlığı”nı, Başbakan’ın ise “savcılığı”nı daha baştan ilan ettikleri Ergenekon davası, ordunun da “yargıya müdahale edilmemelidir”, “soruşturma gizlidir” diye diye müdahalesi ardından, açıktır ki, baştan ayağa siyasallaşmıştır ya da daha baştan siyasal bir dava durumundadır. AKP ve ana muhalefetle ordu arasındaki çekişme ve pazarlıklara, çatışma ve uzlaşmalara konu olarak ilerlemektedir ve bu tür ilerleyişi dolayısıyla olumlu bir beklenti içine girilemez.

Kaldı ki, yargılama konusunun Kontrgerilla olması, cinayet, suikast ve katliamların –en azından iddiaya göre– devlet adına ve onun özel örgütleri aracılığıyla düzenlenmiş bulunması, Ergenekon konusunun, sadece bu nedenle bile, başlıca işlevi mevcut düzeni olumlamak olan hukukun eline güvenle terk edilemeyeceğini belirtir. Hukuki sürecin, soruşturma ve yargılamanın, siyasi müdahalelerle şekillenmesi ise, bunu bir kez daha kanıtlar.

Kuşkusuz “AKP’nin hesapları” vardır ve operasyon bir yönüyle “AKP Operasyonu”dur; ancak AKP ile Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın/Özel Harp Dairesi’nin ve JİTEM’in bağlı olduğu askeri makamlar arasındaki operasyonel anlaşma ve uyum da ortadadır. Şimdi “özel kuvvetler”in yeniden ve birlikte yapılandırılmakta olduğundan, yapılandırıldığından kuşku duyulamaz. Ve zaten, “eski yapı”ya “yeni yapı” tarafından operasyon yapılmakta olmasından doğalı yoktur: Kontrgerillasız kalacak değildik! Kontrgerillanın Amerikancı bir gerici burjuva partisi olan AKP ya da devletin bizzat kendisi tarafından ortadan kaldırılmasını ummak için hiçbir neden yoktur. Düzen varlığını sürdürürken, kontrgerilla benzeri yapıların ortadan kaldırılmasının tek olanaklı yolu, bizzat bu tür yapıların bastırmak, ezmek üzere var edildikleri halk ve mücadelesi tarafından açığa çıkarılmalarıdır.

 

GERÇEKLERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU

Kontrgerilla türü halka karşı suç işlemiş gizli katliam örgütlerinin halk ve mücadelesi tarafından açığa çıkarılması ihtiyacı, hele “ben demokratım”, “halkın tarafındayım”, “sosyalistim”, “komünistim” iddiasında bulunanlar bakımından tartışma götürmez olmalıdır.

Birincisi, bu tür örgütler ve halka karşı işlenmiş suçlar, halktan ya da halka bağlı olanlar için katiyen savunulabilir ya da üstü örtülebilir olamaz.

Ve ikincisi açıkça ortadadır ki, bu tür örgütler ve halka karşı işlenmiş suçların açığa çıkarılması ve öncelikle araştırılır hale gelmesi için inisiyatif alan ya da alma eğilimini ortaya koyan hiçbir güç yoktur.

Kendilerini “AKP muhalifliği” ile niteleyenler, inisiyatif almamaktadırlar. Sağ ve “sol” “ulusalcılık”la tanımlanabilecek gruplar, CHP ve MHP’den TKP’ye kadar, bırakalım “derin devlet” de denilen Kontrgerilla’nın ya da şimdi yakıştırılan adıyla Ergenekon’un, işlenen halka karşı suçlar ve bu suçları işleyen kişilerin araştırılmasıyla ortaya çıkması için inisiyatif almayı, “ne Ergenekon’u, yok böyle bir şey, Ergenekon AKP’nin muhaliflerini temizlemek için sahnelediği bir oyun” demek noktasındadırlar. “Avukatlık” platformunda durmayı marifet saymaktadırlar. En iyimser yaklaşımla, “AKP ve niyetleri” tartışmasıyla faili meçhuller, suikastlar ve katliamların varlığını ve ortaya çıkarılmaları ihtiyacını birbirine karıştırmaktadırlar.

AKP ise, sözde Ergenekon’un soruşturulması ve davanın ilerletilmesi yanlısıdır! Ama yürütmeden, hükümetten gelen bir “araştırma” ve “araştırmanın derinleştirilmesi” talimatı yoktur. Yüksek kademelere ulaşılmışken ve zaten Kontrgerilla gibi bir hiyerarşik örgütlenmenin yüksek kademeler dahil edilmeden kovuşturulması olanaksızken, soruşturmanın derinleştirilmesi ya da en azından sürdürülmesi düpedüz ve aniden durdurulmuştur. Oysa, eski bakanlar ve milletvekilleri, örneğin Devlet Bakanı Adnan Ekmen 1996 Güçlükonak katliamı ve ANAP Siirt Milletvekili Kemal Birlik 1991 Vedat Aydın cenaze töreninde halkın üzerine ateş açılmasıyla ilgili olarak devlet güçlerini işaret etmektedirler. Ergenekon davası neredeyse üzerinden kurulan Tuncay Güney’in olur olmaz her söylediğinde keramet aranırken, JİTEM’in katlettiği Kürtlerin BOTAŞ kuyularına gömüldüğü yönündeki iddialarıysa dikkate alınmamaktadır. Aynı şekilde eski PKK itirafçısı A. Aygan’ın itirafları, hem genel olarak hem de BOTAŞ kuyuları yönüyle inceleme konusu yapılmamaktadır. Yürütme organı olan AKP Hükümeti’nden “Emniyet güçleri” ve savcılara “araştırılsın” ve adetten olduğu üzere “sonuna kadar gidilsin” bile denmemektedir. Hükümet, Adalet ve İçişleri bakanları ve başbakanın “araştırın” res’en direktifi verebilecekken vermedikleri kuşkusuzdur.

Hukuki sürecin temel alınamayacağını söylerken de, siyasallaşmış hukukla karşı karşıya olduğumuzu belirtmenin yanı sıra aynı gerçekten hareket ediyoruz. Savcı Öz ve yardımcıları da Silivri Mahkemesi de, soruşturmanın, en azından iddia olarak gündeme getirilmiş olan BOTAŞ kuyuları, Güçlükonak vb. türü katliamlar ve faili meçhullerle ilgili olarak derinleştirilmesi yanlısı olmamışlardır. Bu yönde alınmış kararlar bulunmadığı gibi, faili meçhullerle ilgili olarak “müdahillik” talepleri mahkemece daha baştan reddedilmiştir.

Öyleyse, açıktır ki, hukuki süreci yok saymadan, ama onunla sınırlanmadan, tanıklık ve mağduriyet olarak tüm müdahillik talepleri üzerinden, toplumsal ve kişisel bütün inisiyatiflerin bir araya geleceği bir komisyon/komite ya da inisiyatif oluşturulması zaruri görünmektedir. Tanıklık ya da mağduriyet belirten/belirtecek tüm siyasi partiler ve kitle örgütleri (sendikalar, odalar, dernekler vb.) dahil, avukatlar, temsili niteliğe sahip muhtarlıklar vb. kuruluşlar, bireyler, avukat ve özellikle baro yetkililerinin katılımıyla oluşturulacak ve halka karşı suçların gün ışığına çıkarılıp halka açılanması için olanaklı her şeyi yapacak bir “Gerçekleri Araştırma Komisyonu”. Bu komisyon, TBMM’nin, milletvekilleri ve olabilirse Meclis Komisyonlarının da katılımına açık olmalı, ama onlara bağlı ve bağımlı olmamalıdır.

Ve artık Ergenekon konusu soyutluğu içinde tartışılır olmaktan çıkmalıdır. Binlerce suç vardır, Ergenekon adına ya da başka bir adla, ama yasa dışı kirli işler örgütü tarafından işlenmiş olan. Artık somut olunmalıdır: Uğur Mumcu cinayeti de dahil, görgü tanığı vb. tüm faili meçhuller somutlukları içinde tartışılmalıdır. Delili ve kanıtıyla. Tanığıyla. Savaş Buldan cinayeti Veli Küçük’e yöneltilen somut suçlama olarak gündeme getirilmelidir örneğin. Sıra, buradan giderek savcıya ve mahkemeye gelmelidir. Güçlükonak da öyle. BOTAŞ kuyuları da.

Sorun buradadır. Sorun, cinayetlerin üstlerinin örtülmesindedir. Siyasal uzlaşmaya dayalı olarak soruşturma ve davaların selametle devamının önünün kesilmesindedir. Şimdi yapılması gereken ise, siyasal uzlaşmaya dayanmadan, gerçeklerin araştırılması ve açıklanmasıdır. Halkın müdahil olmasının örgütlenmesidir. Siyasal uzlaşmayı yapmayacak tek güç halktır, bu nedenle halkın müdahalesine ihtiyaç vardır.


* Bu görüşmede, T. Erdoğan, Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Ergin ile birlikte Bush’la buluşmuştu.

Kyoto Protokolü ve Emisyon Ticaretinin Ülkemize Olası Yansımaları

kyoto protokolü ve emisyon ticaretinin ülkemize olası yansımaları

ENVER ŞAT

 

GİRİŞ

Küresel ısınmanın insan etkinliklerinden kaynaklandığının kesinleşmesinden sonra, sera gazı salınımının sınırlandırılmasının, hatta düşürülmesinin bir zorunluluk olduğu ortaya çıktı. Bu konuda sadece bilim insanları değil, görünüşte devletler de gerekli önlemleri almanın kaçınılmaz olduğu konusunda görüş birliğine varmış durumda. Fosil yakıt kullanımının sınırlandırılması için 11 Aralık 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde bir protokol imzalandı. Fakat yürürlüğe girmesi için; “gelişmiş ülkeler” olarak tanımlanan ve Kyoto Protokolünde Ek 1’de (bakınız: Kyoto protokolü tutanakları) gösterilen ülkelerden; en az 55 ülkenin katılımı ve bu ülkelerin CO2 salınımlarının, toplam CO2 salınımının %55’ini oluşturması gerekmekteydi. Bu koşullar ancak 16 Şubat 2005 yılında gerçekleşebildi. Şubat 2009’da Türkiye’nin de katılımıyla, ülke ve diğer devletlere bağlı örgütlerden oluşan sayı 181’e çıktı.

Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda –kuşkusuz kapitalizm koşullarında olabildiğince– mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası tek çerçevedir. Bu açıdan önemlidir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanmıştır. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salınımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa “emisyon ticareti” yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir. Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeyin %5,2 altına düşürmelerini gerekli kılmaktadır. Koşulların 2012 yılına kadar sağlanması bir yükümlülük olarak kabul edilmiştir. Buna rağmen, pratikte birçok ülke belirli sanayi kuruluşlarına sınırlamalar koymuştur (kâğıt endüstrisi, enerji santralleri gibi). AB’de bu uygulama vardır ve birçok ülke de buna doğru kaymaktadır. Buna göre, belirlenen seviyeden fazla salım yapacağını anlayan bir şirket, anlaşmanın kapitalist içeriğini kanıtlamak ve göstermek üzere, bir şekilde başka yerlerden “Karbon Kredisi” bulmak zorundadır. Bu da, Karbon ticaretini ve borsasını ortaya çıkarmıştır. Kyoto Protokolü’nü ekonomik açıdan önemli kılan da, bu “emisyon ticareti”dir.

Şimdi, konuyu daha anlaşılır kılmak için, bazı başlıklar altında özetlemek yararlı olacaktır.

 

KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN GÖRÜNÜRDEKİ TEMEL PRENSİPLERİ

· Kyoto Protokolü devletler tarafından desteklenir ve BM şemsiyesi altında küresel kurallar ile belirlenir.

· Devletler iki genel sınıfa ayrılmıştır: Gelişmiş ülkeler, bu ülkeler Ek 1 ülkeleri olarak anılmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler, bu ülkeler Ek 1’de yer almayan ülkeler olarak Ek2’de yer almaktadırlar. Bu ülkeler, gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanmaktadırlar. Ek 1’de yer almayan ülkelerin sera gazı sorumlulukları yoktur ve her yıl sera gazı envanteri raporu vermelidirler.

· Kyoto Protokolündeki hedeflerine uymayan herhangi bir Ek 1 ülkesi, bir sonraki dönem azaltma hedeflerinin %30 daha azaltılması ile cezalandırılacaktır.

· 2008 ile 2012 arasında, Ek 1 ülkeleri, sera gazı salınımlarını 1990 yılı seviyesinden ortalama %5 aşağıya çekmek zorundadırlar (birçok AB üyesi ülke için, bu, 2008 için beklenilen sera gazı salınımlarının %15 aşağısına denk gelmektedir). Ortalama salınım azalmasının %5 olarak belirlenmesine rağmen, AB üyesi ülkelerin salınım hedefleri, %8 azaltma ile İzlanda tarafından hedeflenen %10 artırıma kadar değişmektedir. Bu azaltma hedefleri, 2013 yılına kadar belirlenmiştir.

· Kyoto Protokolü, Ek 1 ülkelerinin sera gazı salınımı hedeflerine ulaşmak için başka ülkelerden salınım azalması satın alabilmeleri esnekliğine imkân tanımıştır. Bu, çeşitli borsalardan (AB Salınım Ticaret Borsası gibi) veya Ek 1’de yer almayan ülkelerin salınımlarını azaltan Temiz Gelişim Tekniği (TGT) projeleri ile veya diğer Ek 1 ülkelerinden satın alınabilinir. Yani, gelişmiş ülkeler belirli ödemeler karşılığı gaz salınımı yapabilmektedirler.

· Sadece TGT Yönetim Kurulu tarafından onaylanmış Onaylı Salınım Azaltımları (OSA) alınıp satılabilir. BM çatısı altında, Kyoto Protokolü Bonn merkezli Temiz Gelişme Tekniği Yönetim Kurulu’nu, Ek 1’de yer almayan ülkelerde gerçekleştirilen TGT projelerini değerlendirip onaylaması için kurmuştur. Bu projeler onaylandıktan sonra OSA verilir.

Pratikte bu kurallar, Ek 1’de yer almayan ülkelerin sera gazı sınırlamalarına tabi olmadıklarını, ama sera gazını azaltan bir projenin bu ülkelerde uygulanması durumunda elde edilen Karbon Kredisinin Ek 1 ülkelerine satılabilineceğini anlatır.

KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN YAPTIRIMLARI VE SORUMLULUKLARI

Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Uygulama Birimi’nin bir Ek 1 ülkesinin salım hedeflerine uymadığına karar vermesi durumunda, o ülkenin, salım hedefi farkı ile birlikte fazladan %30 daha salımını azaltması gerekmektedir. Aynı zamanda ülke salım ticareti programın yüzde 50’sini kapsamaktadır.

BMİDÇS, “ortak fakat farklılaştırılmış” sorumluluklar tanımlamaktadır. Ortak ülkeler;

1. Tarihsel ve güncel küresel sera gazı salımının gelişmiş ülkeler tarafından gerçekleştirildiğini,

2. Gelişmekte olan ülkelerin kişi başı gaz salımlarının halen düşük olduğunu,

3. Gelişmekte olan ülkelerin küresel salımlarının sosyal ve gelişimsel ihtiyaçlarına göre artacağını kabul ederler.

Yani; Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler, anlaşma gereklerinden muaftırlar. Çünkü şu andaki iklim değişikliklerine neden olan salımların ana sorumlusu değildirler.

Kyoto Protokolünü eleştirenler, gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Çin, Hindistan gibi ülkelerin, yakın bir zamanda en fazla sera gazı salımı yapan ülkeler olacağını söylemektedirler. Aynı zamanda, protokol sınırlamaları yüzünden gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere çıkış olacağını ve dolayısıyla net sera gazı salımlarının değişmeyeceğini söylemekteler. Bu açıdan bakıldığında, haksız sayılmazlar. Örneğin Çin, 2002 yılında küresel düzeyde atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 13,6’sından sorumlu ve bu oran, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra, ikinci büyük rakamdır. Yine Hindistan, yüzde 4,2 ile atmosferi en fazla kirletenler arasında beşinci sıraya yükselmiş durumdadır.

 

KYOTO PROTOKOLÜ’NDE “EK1” VE “EK2” ÜLKELERİ

Protokolde belirtilen Ek1 ülkeleri, endüstrisi gelişmiş ülkelerdir. Bilindiği gibi, endüstrisi gelişmiş ülkeler atmosfere en fazla sera gazı bırakan ülkelerdir. Bu ülkelerin başında da ABD gelmektedir. ABD, tek başına, bütün dünyanın atmosfere bıraktığı sera gazının dörtte birinden sorumludur. Buna karşın, henüz Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştır.

Protokol’de Ek2’de yer alan ülkeler ise, endüstriyel açıdan geri kalmış ve sera gazı salınımı kişi başına dünya ortalamasının altında kalan ülkelerdir. Yani küresel ısınmaya neden olan değil, küresel ısınmanın mağduru durumundaki ülkelerdir. Tabiri caizse “gaz piyasası”nda, bu ülkelerin emisyon fazlası değil, emisyon alacağı bulunmaktadır. Bu durum ise, Ek1’deki ülkelerin, Ek2’deki ülkelerin kullanılmamış emisyon haklarını ucuza kapatarak, kendilerine yüksek kârlar sağlamasına olanak yaratmalarına yaramaktadır. Bu olaya, “emisyon ticareti” denmektedir. Ve tabii ki, “zengin dünyanın” yükü gene “fakir dünyanın” üzerine yıkılmaktadır.

Türkiye, daha önce, hem Ek1, hem de Ek2 listesinde yer almakta idi. Fakat kendi başvurusu üzerine 2001 yılında Fas’ta yapılan toplantıda Ek2’den çıkartılmış, sadece Ek1 listesinde yer almaktadır. Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı, 05.02.2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaşan kanun tasarısı ve gelişmeler hakkında yazılı ve görsel basında yeterince söz edildiği için, konuyu kısa kesmekte yarar bulunmaktadır.

 

EMİSYON TİCARETİ NEDİR? NASIL İŞLEMEKTEDİR?

Emisyon ticareti konusu, endüstrisi gelişmiş ülkelere iyi bir “pazar” açmaktadır. Bu pazarda, AB başı çekmektedir. Ayrıca ABD’nin devlet olarak Kyoto Protokolüne imza atmamasına karşın, ABD kökenli şirketler, “Emisyon Ticareti”nden oldukça büyük kârlar sağlamaktadırlar.

İklimsel değişime neden olan gazlar; karbon dioksit (CO2), metan, azot oksit, ve araç egzozları ve insan eliyle üretilen benzer gazlardır. Ama Ocak ayından bu yana ticarete açılan gaz, CO2 gazıdır.

Protokol; kendi yükümlülüklerini yerine getirmekte zorlanan ülkelere, bu konuda daha başarılı olan ülkelerden ‘kredi’ alma imkanı tanımaktadır. Plana göre, her ülke, kendi hedefleri doğrultusunda, şirketlere, atmosfere bırakabilecekleri gaz miktarını belirleyen kotalar koyacaktır. Şirketler, belirlenen düzeyin üzerine çıktıklarında, ürettikleri zehirli gazlar için bir bedel ödeyeceklerdir. Yada bu bedeli ödememek için, gelişmemiş bir ülkeden “kredi” (biz buna emisyon hakkı diyebiliriz) satın alacaktır. Tabii ki, alınan bu kota, kendi emisyon üretimini azaltmanın getireceği maliyetin çok çok altında olacaktır. Böylece emisyon “kredisini” satan ülkenin kendi gereksinimlerini karşılamak için yapacağı bir takım yatırımlar baştan engellenmiş olacaktır. Ya da elindeki “krediyi” bitirmişse, yapacağı bir takım yatırımların maliyeti dayanılmaz boyutlarda yüksek olacaktır. Yani bir bakıma, geleceğini ipotek altına almış olacaktır!

Zengin ülkeler, buna rağmen; yükümlülüklerin yükünü hafifletmek için kotaları “cömertçe” belirlemişlerdir. Bir ton CO2’nin atmosfere bırakılmasının karşılığı bile belirlenmiş durumda. Bu bedel, şimdilik 7 Euro civarından başlamıştır. Bu bedel, duruma göre yeniden belirlenecek, 20-30 Euro’ya kadar yükselecektir. Şimdiki karbon ticareti hacminin ise, 40 Milyar Euro civarında olduğu uzmanlarca söylenmektedir. Kârlar-zararlar bir yana, her halükarda, bunun, insanlığı zehirlemenin pazarlığı ve piyasası/pazarı olduğu açıktır.

Bu açıdan bakılacak olursa; ülkemizde kurulan ve kurulması düşünülen fosil yakıtlı (doğalgaz veya kömürle çalışan) santraller, ileriki yıllarda başımıza bela olacaklardır. Bu bela yetmezmiş gibi, bir de petrol üreten (Rusya gibi) ülkelerin petrol rafinerilerini bizim ülkemizde kurmak istemleri, karbon vergilerini başımıza bela edecektir. Çünkü kişi başına üretilen CO2 miktarı, bu tür fosil yakıtların üretimi ve kullanımıyla artmaktadır. Bu durumda, kota bittiğinde, sınırın geçilmesi durumunda ödenecek bedel çok ağır olacaktır.

Endüstrisi gelişmiş ülkelerin (ABD ve AB emperyalizmi başta olmak üzere) 1980’li yıllardan bu yana uyguladıkları politika; enerji yoğun üretim yapan ve çevreyi kirleten endüstri dallarını ülkelerinin dışına çıkartmak olmuştur. Aşağıdaki grafik Almanya özelinde durumu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki grafiğe baktığımızda, Almanya’da 1987 yılından sonra kişi başına tüketilen birincil enerji miktarının düştüğünü, ama buna karşın kişi başına düşen GSMH değerinin çok daha fazla bir atışa geçtiğini görmekteyiz. Bunun nedeni; enerjiyi fazla tüketen demir-çelik, çimento, seramik, cam sanayisi gibi sektörleri ülke dışına kaydırmış olmalarıdır. Daha sonra, çevreyi kirleten sektörlerin de ülke dışına çıkartılmasıyla, bu sektörlerin kendi ülkelerine getireceği toplumsal maliyetleri iyice aşağıya çekmişlerdir.

Şimdi ise, CO salınımı az olan ülkelerin ellerindeki potansiyeli ucuza kapatarak, kendilerini kurtarmaya, hatta bu işten kâr sağlamaya çalışmaktadırlar.

 

SONUÇ OLARAK

Kyoto Protokolü, küresel ısınmaya ve bunun sonuçlarına karşı bir önlem olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre, dünyadaki herkesin bir emisyon salma kotası bulunmaktadır. Bu kotayı aşanların, kotayı doldurmayanlardan kota satın alması söz konusudur. Ya da kendi fazla emisyonuna karşılık emisyon azaltıcı bir takım etkinlikler yapması gerekmektedir. Yenilenebilir enerjilere yatırım, ağaçlandırma, enerjiyi daha etkin kullanma… vb. uygulamalar, bu tür etkinliklere girmektedir. Bu düşünce, ilk başta oldukça mantıklı ve caziptir. Ama işin içine anamalcı zihniyet girince, bu durumda bile anamalcıların kâr sağlamaya çalışmaları kaçınılmaz olmuştur. İnsan etkinliklerinden kaynaklı olan küresel iklim değişimi insanlığı bir uçuruma doğru sürüklerken bile, anamalcı zihniyet “uçuruma düşmeden önce ne götürürsem kârdır” mantığıyla hareket etmektedir. Bu nedenle enerjinin etkin kullanımı konusunda sınırlara gelmiş olan endüstrisi gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin kotalarına göz dikmişlerdir. Çünkü endüstrisi gelişmiş ülkelerde enerji zaten etkin kullanıldığı için; enerji tasarrufunun maliyeti, gelişmekte olan ülkelere göre çok yüksektir. Oysa gelişmekte olan bir ülkede aynı miktardaki bir tasarrufu gerçekleştirmek çok daha ucuza mal olmaktadır.

Türkiye özelinden baktığımızda, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır.

Kyoto Protokolüne imza atmak, ileride dünyanın yaşayacağı iklimsel sorunların çözümüne katkı sunmak açısından (kapitalizm koşullarında olanaksız olsa bile, bu sürecin doğru bir şekilde yönetilmesi varsayımıyla) olumlu bir tavırdır. Dünya halklarında çevre bilinci gelişmektedir ve bu gelişmeyi göz önünde tutacak olursak, ilerisi için umutlanabiliriz. Anamalcı küresel egemenler her durumdan kâr sağlamaya çalışmaktadırlar; ancak gelişen çevre bilincinin onlar bakımından da bir baskı ve kısıtlama oluşturmakta olduğundan söz edilebilir. Günümüzde bir takım otomobil üreticilerinin araçlarının reklamını yaparken, aracın atmosfere saldığı emisyon miktarının diğer araçlara göre daha az olmasını ön plana çıkartması da, bu bilincin yükselmesinin bir sonucudur. Bu tür örneklerin giderek artacağı da bir gerçektir.

Türkiye’nin enerjiyi etkin kullanması ve yenilenebilir enerji kaynaklarının potansiyeline baktığımızda, oldukça şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü ülkemizde enerji bugüne kadar hep israf edilerek ve verimsiz şekilde kullanıldığı için; enerji tasarrufunun maliyeti çok düşüktür. Şu anda yaptığımız etkinlikleri kullandığımız enerjinin yarısı civarında bir enerjiyle yapabileceğimiz kadar verimsiz bir enerji tüketimimiz bulunmaktadır. Bizim enerjiyi etkin kullanarak yapacağımız böyle bir tasarrufu, örneğin Almanya aynı oranda yapmaya kalkışsa, birkaç misli harcama yapmak zorunda kalacaktır. Çünkü onlar zaten enerjiyi etkin kullanmaktadırlar. Örneğin ısı yalıtımı yapılmış bir binada yüzde 10 enerji tasarrufu yapmak için yapacağınız masraf, ısı yalıtımı yapılmamış bir binada yapacağınız yüzde 50 tasarruftan daha pahalıya mal olmaktadır.

Diğer yandan, ülkemizin yenilenebilir enerji kaynakları, ülkemizin bütün enerji gereksinimini karşılayacak potansiyeldedir. Ve bu kaynakların kullanımı, bize “emisyon kotası” bakımından çok büyük avantajlar sağlamaktadır. Buna karşın; hala fosil yakıtlı santrallerin yapımına devam edilmesi, uzun vadeli fosil yakıt ithaline yönelik tahkim koşullu anlaşmaların yapılması, ülkenin geleceğini karatmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Bundan sonrasına baktığımızda, ülkemizin bir an önce fosil yakıtlardan kurtulmanın yollarına bakması, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapması, enerjiyi etkin kullanmak için gerekli önlemleri alması kaçınılmazdır. Bu uygulamalar, elbette ki, en iyi şekilde toplumcu bir ekonomi politikanın yaşama geçirildiği bir sistemde olur. Ama şimdiki durumda bile; eğer iyi bir toplumsal muhalefet örgütlenebilirse, yapılacak ve yaptırılacak çok şey bulunmaktadır. Şimdiki gidişe baktığımızda; Kyoto protokolünün ülkemiz açısından avantaj olması mümkünken, dezavantaja dönüşmesi olasılığı daha yüksek görünmektedir.

 

Sovyet Edebiyatı Üzerine

ANDRÉ BONNARD

Bir Antik Yunan uzmanının (Helenist) Sovyet edebiyatından hangi sıfatla söz edebileceği, elbet biraz da hayretle sorulacaktır. Bu sıfat yine kesinkes bir Antik Yunan uzmanı olma niteliğindedir; yani insanın toplumsal durumunun ve yapabilme gücünün, biricik konusunu oluşturduğu bir edebiyatla içli dışlı olan bir insan, eğer Sovyet edebiyatını ciddiye alıyorsa ve bu edebiyatta, Yunan hümanizminde olduğu gibi yön verici bir ilke buluyorsa; çağdaş dünyada günümüz insanına, gücümüzü artıracak ve düşüncelerimizi ve eylemlerimizi besleyecek yetkin bir bakış sunma düzeyine ulaşan bir edebiyatın bulunup bulunmadığını sormaktan başka türlü hareket edemez; gerçekte, açıkça helenist olmanın gereği de budur.

Yunan hümanizmi hep mirasçılarını aradı. Yüzyıllar boyunca her defasında da geçici mirasçılar buldu, çünkü sürekli aşılmak hümanizmin ayırt edici özelliğidir. Sovyet dünyası, çağımıza yeni bir insan çevresi önermekte olduğunu iddia ediyor. Peki bunu değeri nedir? Kimse buna duyarsız kalamaz. Ben bu yeni çehreyi tanımak istedim. Sovyet edebiyatını, bize önerdiği yeni insan konusunda sorguladım.

Ama bu noktada yalnızca şaşkınlıkla değil, ancak tam bir ciddiyetle Sovyet edebiyatı üzerine, –bu konuda şimdiki bilgi durumumuzla ve üstelik Rus dilini de bilmeden– bir araştırma yapma niyetinin, tam bir haddini aşma olduğu söylenecektir. Bu doğrultuda söyleneceklerin ciddiyeti, benim kendi kendime söyleyebileceklerimi kuşkusuz aşmayacaktır. Bu konudaki donanımımın tam olmadığını biliyorum. Sözgelişi Rusça bilmeden Sovyet şiiri konusunda konuşmaya kalkmanın bir tür haddini bilmezlik olduğunu da biliyorum.

Yalnızca şunu söyleyeceğim: elimden geleni yaptım. Şöyle ki; bir yıl boyunca, mesleğimin gereği olarak okuduklarımın dışında, neredeyse yalnızca Sovyet edebiyatıyla uğraştım. Edinebildiğim onca eserin yanında bu önemli edebiyat üzerine zaman zaman Anglosakson kökenli önemli belgeleri topladım. Nihayet, okuduğum metinlere, yazarı durmadan sorgulayıp, Antik Yunan edebiyatına her gün yönelttiğim soruların tamı tamına aynısını ve aynı yöntemlerle sormaya çalıştım: “İnsan hakkında ne düşünüyorsun? Günümüz insanına –ki bende buyum– ne getiriyorsun?”

Kendi ihtiyatsızlığıma karşı kendimi savunuyor değilim. Bu yüzyılın aydını için ihtiyatsızlıktan değil de, insanlığa yeni bir bildiri getirdiğini ilan eden bu büyük halkın ne de ne dediğini tanımaya ve anlamaya çalışmama –ki eğer entelektüelin işlevi anlamaksa– bilinçsizliğinden bahsedilebilir.

Bu bildirinin anlamı ve değeri konusunda birçok basmakalıp cevabın ortada dolaştığı doğrudur. Ben bu cevapların ötesine geçmeye, doğrudan eserlere ulaşmaya çalıştım.

DOĞMAKTA OLAN HÜMANİZMİN İKLİMİ

Bir Antik Yunan uygarlığı uzmanı Sovyet dünyasına yönelmeye başladığında ilginç gelen şey, orada kendini gösteren öğrenme hevesidir. Doğmakta olan bir hümanizm, kendisini ilkin bir çağa ve bir halka egemen olan bilme gereksinimiyle, bir anlamda bir anlama ve ifade etme tutkusuyla belli eder.

Yanlış olarak Yunan mucizesi denen şeyi, genç Yunanistan’ın düşünür ve şairlerinin dünyayı keşfetmek ve onu sözle betimlemek için beklenmedik gayretinden daha iyi açıklayan başka bir şey yoktur. Tragedyanın bulunuşu, bilimin ve felsefenin kurulması, işte bu üçü; Doğu’nun güneşi batmakta olan diğer uygarlıkları karşısında her şeyden önce; evrenin zenginliklerinin yeniden bir dökümünü yapma, bunları insanda bilinçli kazanım olarak güvenceye alma, ona kendi mücadelesinin yasalarını saptama olanağı sağlayarak; Yunan hümanizminin doğuşundaki başlıca gelişme koşullarını oluşturur.

Eğer bugün doğmakta olan bir Sovyet hümanizminden söz edilecekse, bu bana göre, öncelikle, o aynı bilme tutkusu, üstelik de, haksız yere sadece melankolik olarak bilinen bir halkın bağrında biten bu bilme tutkusudur.

Lenin 1913 yılında “Dünyanın en geri ülkesiyiz” diyordu –aslında kültürel açıdan en eğitimsiz ülkeydi. Ya bugün? Sadece okula gitmenin zorunlu hale getirilmesiyle 1939’da 47 milyon okullu çocuk bulunması değil, miadı dolmuş bir slogana göre tekrarlayacak olursam; artık, sadece cahilliğin kökünün kazınması da değil; her yerde, Sovyetler’in en ücra bölgelerinde bile özerk ulusal kültürler doğuyor ya da yeniden doğuyor. Çünkü Ermeniler’in veya Kırgızlar’ın okumayı öğrendikleri dil elbette ki Rusça değil. Üyelerinin özgür katılımıyla var olan bu konfederasyonda, çocuklar, kendi uluslarının dillerinde zaman içinde öğreniyorlar kültürü. Bu diller, yazısı olmayan, sadece konuşulan diller olduğunda da –işte tıpkı Sibirya’nın geniş halk yığınlarınınki gibi, bilim adamları bunları saptama zahmetine girdiler. Tam anlamıyla federe bir cumhuriyet olan Rusya’da eğitim yaklaşık otuz farklı dilde yapılıyor. Buna karşı Çarlık rejimi sırasında Ukrayna’da Ukrayna dilinde eğitim ve öğretim yasaklanmıştı. O dönemdeki Ruslaştırma hareketi, bugün yerini yerel kültürlerin yeşermesine bırakıyor.

Yarı ilkel halk topluluklarının kültürün en üst biçimlerine erişmesine olanak tanıyan bu kültürel yerelciliğin uygulamadaki örneklerini bunlar arasında başlı başına olanakları var saymak elbette hoşuma giderdi. Ancak, beni bu yerelciliğin kendisi değil de bunun belirtisi olan ortak atılım, Sovyet halklarının, bir hümanizme doğru ortak yürüyüşleri ilgilendiriyor.

Burada elbette halklardan, halk yığınlarından söz ediyorum. Kültürel kurumları bol bol yaratmaya girişen iktidardır ama, altı çizilmesi gereken bir olgu var ki, bu olgu, kuşkusuz günümüzün en çarpıcı toplumsal olaylarından biridir: Halkın, kendisine sunulan kültüre doğru, bütün rönesans dönemlerinde görülen açlıkla, genç Pantagruel’in* açlığını hatırlatan bir öğrenme açlığıyla yola koyulması olgusudur bu.

Okuma açlığı, işte buna örnek; Rusça’ya çevrilip bir milyondan dört milyona kadar baskısı yapılan Fransız yazarlarını sayabiliriz: Victor Hugo, Maupassant, Zola, Romain Rolland, Balzac, Mérimée ve elbette Jules Verne. Aynı şekilde İngiliz yazarlarını da: Wells, Kipling, Dickens, Shakespeare. Tolstoy ve Gorki gibi büyük Rus klasikleri ve Şolohov, Tikonov, Ehrenburg gibi en tanınmış çağdaş yazarlara gelince, bunlar da yine hatırı sayılır baskı adetlerine ulaşmaktadırlar.

Tiyatro açlığı ve elbette müzik açlığı. Ancak özellikle de bilim açlığı, eğer bunu baştan belirtmeyecek olursam Sovyet edebiyatı tablom yanlış bir perspektife oturmuş olur. Gençlik üniversitelere (tam anlamıyla üniversite dediğimiz otuz kadar üniversite), sayısı dört yüzü geçen meslek ve meslek yüksek okullarına, kültür evlerine ve sendikalarca kurulmuş olan laboratuarlara akın etmekte ve buralarda öğrenme sarhoşluğu yaşamaktadır. Doğmakta olan Sovyet hümanizmi esas olarak bilimseldir. Bilim, genç halkların gençliğine, izlenecek en soylu ve aynı zamanda da en yararlı amaç olarak göründüğünden; bu büyük özgürleşme girişimi, toplumun seçkinleri bilim adamları tarafından yürütülür ve herkesin hizmetine konur. Dahası bu bilim açlığı farklı dereceleriyle bütün bir hümanist doğuşu ifade eder. Antik Yunan’da ve Batı’da Rönesans döneminde bilimsel araştırma tutkusu, sanattaki ve doğal olarak şiirdeki çıkışla at başı gitmiştir. Bununla birlikte yine Antik Yunan’da edebiyatın kendisi de dinlendirici bir etkinlikten öte insanlığın gelecek kuşaklara aktarılacak bilgisi olarak ortaya çıkıyordu.

İşte tam da bu düşünme biçimiyledir ki, bugün Sovyet halkı edebi eserlere yönelmiştir. Onun gözünde edebiyat, insana ait olanın bilgisidir, insanın öğrenimi, yetişmesidir.

Boris Levin’in Gençlik adlı romanında ki bir kahraman, Sovyetler Birliği’nde, aydın kesimin giriştiği çok ama çok zor bir çabayı tam tamına aktarıyor bize. Bu, kısa bir süre öncesine kadar kültürel açıdan bütünüyle kısır olan bu ülkedeki son derece güç olan bir çabadır. Söz konusu olan, en iyi yazarları, en iyi müzisyenleri “ekmek ve elektrikle eş zamanlı olarak” herkesin, halk yığınlarının hizmetine sunmaktadır, diyor kahraman, çünkü bunlar eş değerde gereksinimlerdir. Bu kahraman yine şunu belirtiyor; herkese Shakespeare, herkese Beethoven. Shakespeare ve Beethoven sadece aydın kesim için olmadığı gibi sıradan eserler de sadece halk için değildir (bu benim örneğim değil, Sovyet örneğidir). Dünyanın tüm kültürü ve matematik bilimleri ve fizik ve sanat herkesindir. Kahraman ekliyor; en önemlisi bu son derece zor bir iş. Herkese Beethoven ve Shakspeare’i vermek “bir pencereyi açmak kadar” yalın ve doğal bir hareket olmalı.

Sovyet idealinin ifade edildiği bu satırları okurken ünlü bir nazinin şu sözü geldi aklıma: “Kültür sözcüğünü duyduğumda elim tabancama gider”. Bazıları ise, bıktırıncaya dek, faşizm ile komünizmin aynı şey olduğunu söyleyip duruyor!


* 21 Şubat, Uluslararası Anadili günü dolayısıyla, sosyalizmin diller karşısındaki tutumuna da değinen Bonnard’ın Sovyet Edebiyatı Üzerine adlı eserinin “Giriş” bölümünü ilginize sunuyoruz.

* Rabelais’nin bir roman kahramanı.- ç.n.

8 mart ve emekçi kadın hareketini örgütlemek

8 mart ve emekçi kadın hareketini örgütlemek

ŞENGÜL KARADAĞ-OLCAY GERİDÖNMEZ

 

“Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nün kutlanması bir yana; 8 Mart’lar, her ülkede yalnız kadın hareketlerinin ve örgütlerinin değil, geniş kadın kitlelerini örgütlemek, onları köleleştiren düzene karşı mücadeleye kazanmak amacında olan her örgütlenmenin kadınlara yönelik çalışmalarına hız verdiği, kadın sorununa yaklaşımını gözden geçirdiği, bu alandaki çalışmalarını yenilemek, canlandırmak için harekete geçtiği dönemlerdir. Bizde, genelde 8 Mart’tan 8 Mart’a olarak ifade edebileceğimiz kesintili bir nitelik taşısa da, böylesi bir özelliği vardır bu dönemlerin. Bu, 8 Mart’ın yalnızca basit bir kutlama günü olmayıp, kadınların emek mücadelesinin ürünü bir mücadele ve dayanışma gününü ifade ediyor oluşundan kaynaklanır. Clara Zetkin’in 1910’da II. Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı’na sunduğu öneri üzerine kutlanmaya başlanan 8 Mart’ın tarihsel kökeninde emekçi kadınların yoğun bir mücadele tarihi bulunur.

Şöyle bir göz atacak olursak;

· Kadınlar, 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başında, ağırlıklı olarak daha iyi bir ücret ve “dürüst iş” talebiyle mücadele sahnesine çıkmışlardır.

· Fransız Devrimi’ni 1789’da başlatan Parisli proleter ve yarı proleter kadınlar, ekmek sorunu yüzünden ayaklandılar. Yine Versailles’teki ekmek ayaklanmasının başını kadınlar çekiyordu ve devrimin her dönüm noktasında alt sınıflardan kadınlar en önlerdeydi.

· İşçi hareketinin ilk dönemlerinde, 1842’de, kadınlar, İngiltere’de Çartistlerin genel grevine katıldılar.

· 1864’te Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) kuruldu. Genel konsey, kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı.

· 8 Mart 1857’de, New York’taki Cotton tekstil fabrikasında, kadın tekstil işçileri, daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için greve çıktı. Sendikaların ve civardaki diğer işçilerin dayanışmasını engellemek için, bu kadınlar, fabrikanın sahibi ve bekçiler tarafından fabrikaya kilitlendi. Fabrika ateşe verildi ve orada kapatılmış işçi kadınların çok azı alevlerden kurtulabildi. 129 kadın işçi bu yangında hayatını kaybetti.

· 1866’da, Amerika’da Ulusal Ekmek Birliği kuruldu. Eşit işe eşit ücret ödenmesi ve kadınların lider konumuna gelmesini ortaya atan ilk örgütlenmeydi.

· 1871 Paris Komünü’nün en dikkate değer özelliklerinden biri, kadınların oynadığı önemli roldü.

· Dewsbury’de (İngiltere), 1874’te kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliği kuruldu. Bu birlik, daha sonra Ulusal İşçi Kadınlar Birliği’ne dönüştü. Eşit işe eşit ücret, düşük ücret alan mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, haftalık çalışmanın 48 saate indirilmesi, iş cezalarının kaldırılması, daha fazla fabrika müfettişi, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil, bütün kadınlar için oy hakkı gibi istemlerle kampanyalar düzenledi.

· 1889’da, Londra’da, 700 kibritçi kadın işçi, vasıfsız işçiler arasında sendikalaşmayı başlatan bir kıvılcım oldu. 1888-1889 yıllarında sendikalara binlerce kadın katıldı.

· 1905’te, Londra’da, 4 bin kadın “çocuklara yiyecek, kocalarımıza iş ve dünya işçilerinin birliği” talepleriyle sokağa çıktılar.

· Şubat 1908’de sosyalist kadınların New York’ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürümeleri, ilk “kadın günü” gösterisi olarak kabul edilir.

· 1909’da, New York Manhattan’da, 20 bin dikişçi kadın greve çıktı. Binlercesi tutuklandı. 2 ay boyunca yürütülen kararlı grevin sonucunda, işverenler, işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda kaldılar. Aynı yıl içerisinde, daha birçok tekstil ve tütün işçisi kadın greve çıktı, gösteriler düzenledi.

Kuşkusuz kadınların mücadele geleneği burada saydıklarımızdan ibaret değil. Burada başlıca örneklerini andığımız mücadelelerden süzülüp gelen ilk uluslararası kadın günü, 19 Mart 1911’de, Danimarka, Almanya, Avusturya, İsviçre ve ABD’de düzenlendi ve bu gösterilere milyonlarca kadın katıldı. Ortak talepleri, “Emperyalist savaşa hayır”, “Emeği koruma yasaları çıkarılsın”, “Kadınlara seçme ve seçilme hakkı”, “Eşit işe eşit ücret”, “Sekiz saatlik işgünü”, “Yeterli bir anne ve çocuk koruması”, “Asgari ücretlerin belirlenmesi” idi.

TÜRKİYE…

Yaşadığımız coğrafyada kadın emeğinin gelişimine ve mücadelelerine dair tatmin edici kaynaklar bulunmamasına ve bu konu daha birçok araştırmaya muhtaç olmasına karşın, bilgi yok da değildir.

Örneğin, 4 Ocak 1867 tarihli The Levant Herald adlı İstanbul gazetesinde çıkan haberde şunlar saptanır: “Geçen salı günü, maliyeden 20-30 parayı geçmeyen alacakları bilinen bir küme kadın, tekrar ücretlerinin ödenmesi isteğinde bulundular. Cevap olarak alışılmış ‘para yok’ sözünü işiten kadınlar gittikçe daha fazla şamata yapmaya başladılar ve ancak dışardan müdahale ile sustular. Çıkan kargaşada, kadınlardan birçoğunun itilip kakıldığı söylenmektedir.

1873 yılı Ocak ayındaki tersane işçilerinin grevine, işçilerin anaları, eşleri ve kızları da destek verir. Aynı eş desteği tramvay grevlerinde de görülür, tramvayların sefere çıkmasını engellemek için tramvaycıların eşleri rayların üzerine yatarlar.

1908 Haziran’ında, Sivas’ta, elli kadın vilayet konağı önünde toplanarak pahalı ve kötü ekmeği protesto ederler. Kadınların ön ayak olduğu isyan hızla yayılır, 500 kişilik bir kalabalık vilayet konağının camlarını indirir, un depolarını yağma eder. Un vurguncularıyla hareket eden belediye başkanı, kaçarak linç edilmekten kurtulur.

1910-11 yılları, özellikle kadınların çalıştığı iki işkolunda, dokuma ve tütün işkolunda kadınların greve gittikleri yıllardır. 29 Ağustos 1910 tarihli Sabah Gazetesi, “Bursa’da uzun süreden beri iş koşullarının düzeltilmesini bekleyen ipek işçilerinin greve gittiği” haberini yayımlar.

Ve ilk 8 Mart’ı, 1921 yılında, Ankaralı komünist kadınlar, Ankara bağlarından birinde kutladılar.

***

Bu veriler gösteriyor ki; 20. yüzyıl, kadının tarihindeki dönüm noktasıdır. 19. yüzyılda “fabrika kızı” olmak, kadınlarca henüz kişisel bir felaket olarak görülürken, yüzyıl sonunda ve özellikle de 20. yüzyılda, kapitalist devletlerde, tüm kadınların yüzde 30 ile 45’i artık fabrikalarda çalışır oldu. Kadının üretime katılımı ile birlikte onun genel olarak haklardan mahrumiyeti ve eşitsiz durumu, bir kadın hareketinin gelişmesine yol açtı. Ne var ki, bu hareket, daha başından, birbirine zıt iki yönde hareket etti. Biri, burjuva kadın hareketinin bayrağı altında örgütlendi, diğeri ise işçi hareketinin bir parçasıydı.

Burjuva kadın hareketi, 19. yüzyılda, burjuva erkeklerin politik hareketinden ayrıldı ve büyük atılımlar yaparak büyüdü. Temel amacı, var olan kapitalist-burjuva toplum sınırları içindeki tüm alanlarda kadın ile erkeğin eşit haklara sahip olmasının kabul edilmesini sağlamaktı. Kadın hareketinin burjuva sözcüleri, kadının kurtuluşuna çok daha geniş perspektifler ve tek sağlam temeli sunan yeni harekete ilgi göstermiyorlardı. Burjuva kadın hareketi için, kendilerini sınıfsız olarak görmeleri ve talepleri ve eylemleriyle tüm kadınları temsil ettiklerini öne sürmeleri karakteristikti. Gerçekte ise, sadece burjuva kadınların talep ve çıkarlarını temsil ediyordu. Nitekim bugün, başta Batılı ülkeler olmak üzere, dünyanın birçok yerinde, kağıt üzerinde birçok hak elde edilmiş bulunuyor. Ama bu durum, kadını, aile içindeki hizmetçi konumundan, burjuva toplumun önyargıları ve geleneklerinin ayrımcılığından, erkeğe bağımlı olmaktan ve de kapitalistlerin sömürüsünden kurtarmış değil.

Kuşkusuz, burjuva kadın hareketi de, çeşitli gelişme aşamalarından geçti. Ve yine hiç şüphe yok ki, burjuva demokratik kadın hareketinin ve onun ideolojik izdüşümü olan feminizmin, dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, kadın sorununda ve kadının demokratik haklarında yadsınmayacak katkıları oldu ve oluyor. (Ayrı ve detaylı bir yazı konusu olduğundan, bu konuya bu kadarıyla değinmekle yetinmek istiyoruz.)

Diğer yandan, ütopik sosyalistler (Saint-Simon, Fourier, Owen vb.), daha 19. yüzyılın başlarında kadın sorununu tartışmışlardır. Ama ütopik sosyalistler, kadının ezilmesinin gerçek nedenlerini anlayamadılar, kadının köleleşmesinin nedeninin, toplum için yararlı ve üretken bir işgücü olmaktan çıkmasından kaynaklandığını göremediler. Bu nedenle, onların gözünde kadın, bağımsız üretken bir işgücü değil, salt erkeğin arkadaşı ve yardımcısı durumunda kaldı. Ne var ki, ütopistlerin kadının eşit haklara kavuşmasını tartışma konusu yapmaları ve ayrıca kadının evlilik içerisindeki konumunu da tartışmalarının büyük katkıları olmuştur.

Komünist Manifesto”da Karl Marx ve Friedrich Engels, kadın sorununu aile ve evlilik açısından bilimsel bir biçimde araştırır. Ardından Engels, “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni”nde, “Manifesto”da öne sürülen argümanları derinleştirip geliştirir. Marx, “Kapital”de, kadın emeğinin yayılması ve kadın emeğinin sermaye tarafından sömürülmesinin kapitalist üretim sistemindeki yoğunlaşma sürecinin bir ürünü olduğunu bir başka açıdan kanıtlar.

Bu bağlamda “kadın sorunu”, sınıf mücadelesinin salt pratik bir olgusu olmaktan çıkarak, proleter kurtuluş mücadelesinin teorik bir unsuru haline de gelmiştir. Marx, aile kurumunun gözetilmesi için kadın emeğinin sınırlandırılmasını öneren I. Enternasyonal’in sağ kanadını sert bir biçimde eleştirmiştir. Sonuç itibariyle, I. Enternasyonal, kadın emeğini kaçınılmaz olarak gördü, kadının anne olarak konumunu savundu ve kadınların işgücünü ve sağlığını koruyan yasalar talep etti.

I. Enternasyonal, kadın emeğinin toplumsal gerekliliğinde ısrar etmesi, aynı zamanda da kadının kurtuluşunun önemini kabul etmesi ve kadının anne olma özelliğini gözetmesi nedeniyle, başından beri, kadın sorunu konusunda tutarlı ve doğru bir tutum almıştır. 19. yüzyılın yetmişli yıllarında, August Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” eseriyle, işçi sınıfının tarihsel görevinin, kadınların kurtuluşunun elde edilmesiyle kopmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğunu kanıtlamıştır. Ve kadının kurtuluşunun doğru yolunu da göstermiştir: İşçi sınıfının zaferi ve komünist sistemin gerçekleştirilmesi. İşçi hareketinin büyümesiyle eş zamanlı olarak sosyalist düşüncelerin gelişmesi ve süreklilik kazanmasıyla, kadınlar, işçi hareketine kitlesel olarak katıldılar. Aralarından bir dizi kadın, Clara Zetkin, Rosa Luxemburg, Aleksandra Kollontai başta olmak üzere, pratik ve teorik çalışmalarıyla sosyalist hareketin önderleri oldular ve kadın sorunuyla yakından ilgilendiler. Onların katkıları Marksist teoriyi zenginleştirmiş ve derinleştirmiştir.

Ve 1917 Ekim Devrimi’nin ardından, Sovyet Rusya’da, yıllar içinde, emekçi kadınların senelerce mücadelesini verdikleri ve ancak rüyalarında görebilecekleri pek çok özlemi hayata geçirildi. III. Enternasyonal’in kuruluşuyla birlikte, proleter kadın hareketi, nihai olarak işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesinin bir parçası haline gelmiştir.

***

Kadın sorunu, nüfusun kadın kesimini kucaklayarak ortaya çıkmasına karşın, bugünkü kriz ortamında daha da açık olarak görmekte olduğumuz gibi, gerçekte, işçi ve emekçi sınıfların kadınlarını ezen, boğan bir eşitsizlik olarak gerçekleşir. Bu bağlamıyla kadının eşitliğinin ve özgürlüğünün önündeki engel, esas itibarıyla, kapitalist özel mülkiyete dayalı düzen ve yeniden ürettiği ilişkiler bütünüdür. Erkek egemen bir sistem olarak şekillenen kapitalist sistem, toplumun yarısını oluşturan cinsin bütününün sorununu, emekçi kadın kesiminin sorunu haline getirerek, ezilen ve sömürülen sınıfların özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine kopmaz bağlarla bağlamıştır.

Dolayısıyla, emekçi kadın kitlelerini örgütleme sorunu, işçi sınıfı partisinin sorunudur. O halde, emekçi kadınlar içerisinde yaratılması gereken, tek başına erkek egemenliğine karşı değil, onu köleleştiren düzene karşı, aynı zamanda onu düzene bağlayan tüm ezici ve gerici bağlara karşı bir mücadele olacaktır.

Türkiye’de, diyalektik tarihsel materyalist dünya görüşünü benimseyen işçi sınıfının partisi, kadın sorununun temellerini ve çözümünü hem tarihsel olarak, hem de günümüzde tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklamıştır. Emekçi bir kadın hareketinin önemini, vazgeçilmezliğini gereğince dile getirmiştir. Bu konuda son derece ileri saptamalarda bulunmuş, önemli ve cesur kararları kayıt altına alarak, teoriyi söylemine de yansıtmıştır.

Böyle olmakla birlikte, kuruluşundan bu yana, emekçi kadın hareketinin örgütlenmesi noktasında birçok girişimleri ve belirli başarıları olmuşsa da, işçi sınıfının partisi, bu sorunda teori ile pratiği birleştirmede hiçbir konuda olmadığı kadar zorlanmıştır, zorlanmaktadır.

Parti örgütlerinde, çalışmayı nasıl örgütleyecekleri, ne yapmaları gerektiği noktasında bir tutukluk, bir tereddüt olduğu bilinmektedir. Teori ile pratik arasındaki birbirini tutmayan, birbirini karşılamaktan henüz uzak olan bugünkü durumun ortadan kaldırılması neye bağlıdır?

Emekçi kadınlar içerisinde düzenli bir çalışma ve emekçi kadın hareketinin örgütlenmesi gereğini bize en açık biçimde bugünkü mevcut durum göstermekte, hatta dayatmaktadır. Bugün, işçi-işsiz emekçi kadınları örgütlemeden, harekete geçirmeden geniş emekçi kitlelerini örgütlemede bir ayağımızın aksak kaldığını daha net, daha doğrudan gördüğümüz günler yaşıyoruz.

Şu soru kendini dayatıyor: İşçi sınıfı partisinin, kadın kitlelerinin içinde, bu kitleler politik ve sosyal kayıtsızlık ve geriliğiyle kapitalizmin sağlam bir dayanağını oluşturuyorken, bu dayanakları söküp atmak için manivelasını yerleştireceği nokta neresidir? Kapitalizmin emekçi kadın kitleleri için yarattığı koşullara baktığımızda, cevabın elimizde olduğunu görürüz. Tek bir nokta yoktur, birçok, adeta sayısız nokta vardır.

Teoriyle pratiğin birleştirilmesindeki tutukluğu, sıkıntıyı aşmak, teoriyi hayata geçirmek üzere her dönem olanaklar mevcuttur, ancak bugün içinden geçtiğimiz dönem, kapitalizmin içine düştüğü küresel krizin emekçi halka getirdiği yıkım bu olanakları sonsuzca genişletmiştir. Ülkenin dört bir yanı, her emekçinin evi, ocağı yangın yerine döndü.

8 Mart’a ve yerel seçimlere gidilmekte olduğu bu kriz ortamında, sermaye partilerine en fazla öfke duyan kesimlerin başında emekçi kadınlar geliyor. Kendi ağır sorunlarına duyduğu tepkiyle, yetiştirdiği yeni kuşakların yaşadığı baskılara karşı artan nefreti ve geleceğine duyduğu endişeli ilgiyle, emekçi kadın tabakaları, örgütlenmeye bugün her zamankinden fazla ihtiyaç duydukları bir konumda bulunuyor.

Hangi yerelden, hangi alandan söz ediyorsak olalım, ne yapılacağını, ne yapılması gerektiğini, neyin üstünden bağ kurmamız gerektiğini bize gösterecek olan kitlelerin kendisidir. Özlemlerini, ihtiyaçlarını, sorunlarını ve dertlerini bize en iyi, en doğrudan anlatacak olan onlardır. Emekçi kitlelerin bugün açısından bilemeyecekleri, bilinçlerine henüz çıkarmadıkları/çıkaramadıkları, bağlamlarını henüz çözemedikleri bu özlemlerini, ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını giderecek yolun ve hedefin ne olduğudur. Bu sorunun yanıtını bilen, kitlelere bu yanıtı ve hedefe gidecek yolu öğreten de, bu yolda kararlılıkla, enerjik bir şekilde yürümelerine yardımcı olacak olan da işçi sınıfının partisidir.

Dolayısıyla, baştaki sorunun yanıtı tek bir cümleden oluşmaktadır aslında: Kitlelerle bağ kurmak ve bu ikili ilişkiyi, karşılıklı öğrenme ve öğretme ilişkisini oturtup sürekliliğe kavuşturmak.

Elbette bu kısacık cümleyi telaffuz etmek kadar basit değildir, bunu hayata geçirmek.

Fakat daha önce de söylendiği gibi, olanaklar son derece genişlemiştir. Hem ülkenin içinde bulunduğu koşullar açısından, hem de partinin olanakları açısından. İşçi sınıfının partisi, kitleler içinde propaganda ve ajitasyon yürütmek üzere araçlarını dünle kıyaslanmayacak ölçüde genişletmiş ve geliştirmiştir. Bu sırada, kadın kitleleri içindeki çalışmayı kolaylaştırmaya yarayacak araçların yaratılmasına özen göstermiş, bu yöndeki adımlarını da her geçen gün çoğaltmaktadır. Emekçi kadınların sorunları, talepleri, öz sesleri, henüz arzu edilen ölçüde olmasa da, işçi sınıfının yazılı ve görsel-işitsel araçlarında giderek daha etkili bir biçimde ifade bulmaktadır.

Bu yeterli midir? Elbette değildir. Bu araçların etkili bir biçimde kullanımı, ancak kadın kitleleri içinde günlük, sürekli bir aydınlatma, bilinçlendirme ve örgütleme çalışması eşliğinde mümkün olabilir. Bu çalışmanın yaratılması, en küçük biriminden merkez yönetimine kadar, tüm partinin, ama en çok da her yaştan partili kadınların sorumluluğundadır. Her şeyden önce, tüm parti örgütlerinin, kadın çalışmasını genel parti çalışmasının vazgeçilmez bir unsuru, bütünün bir parçası olarak algılamasını sağlamak, öncelikli alanlar saptamak ve birbirini destekleyen, besleyen ve güçlendiren çalışmalar halinde planlamak, sorunun çözümü açısından atılacak en önemli adımdır.

NEREDEN BAŞLAMALI?

Öncelikle söylenmesi gereken, elbette sıfırdan başlanılmadığıdır. Eski yıllara dayanan tecrübelerden bugüne devredenlerin yanı sıra, geçen yıl aynı dönemlerde pek çok il ve ilçede kadın partililer, emekçi kadınlar arasında çalışmalarına başlamış, kimi yerlerde kısa zamanda oldukça iyi mesafeler alınmış ve bunlar, yıl sonunda gerçekleşen parti konferanslarına ve kongresine de yansımıştır. Bu gelişmeler, kadın çalışmasının, düne göre çok daha olumlu bir noktada olduğunu göstermektedir. Bu durumu, şu günlerde etkisini daha da güçlü hissettiğimiz krizin en çok emekçi kadınları vuran yakıcı sonuçları üzerinden yapılacak çalışmalarla birleştirmek elzemdir. İşçi sınıfı partisinin bu dönem özellikle krizin faturasının emekçilere çıkarılmasına karşı mücadele, mücadelenin ortaklaştırılması ve taleplerin daha yüksek sesle dile getirilmesi çabasının parçası olmayan bir kadın çalışması düşünülemez. 8 Mart’a hazırlık sürecinin, işte bunun için, tam da yeri ve zamanıdır.

Bu yıl, 8 Mart’ı, her açıdan öncekilerden farklı koşullarda karşılıyoruz. 2008’in yaz aylarından itibaren hissedilmeye başlanan ekonomik kriz, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de etkisini giderek artırıyor. Doğalgaz, elektrik, su faturaları sürekli kabarırken, temel tüketim maddelerine gelen zamlar durmak bilmiyor. Hayat pahalılığı artarken, işsizlik çığ gibi büyüyor. Ağustos ayından itibaren on binlerce sendikalı/sigortalı işçi işten atıldı. Açıklanan resmi rakamlara göre, yalnızca son bir ay içinde, 265 bin kişi işsiz kaldı. Halen çalışanlara çok düşük, hatta sıfır zam dayatıldı, mevcut ücretlerin düşürüldüğü yerler oldu, kırıntı düzeyindeki sosyal haklara bile tahammül gösterilmiyor.

Ekonomik krizin faturasından en büyük pay ise, her zaman olduğu gibi kadınlara düşüyor. Önce onlar işten atılıyor. Önce onların ihtiyaçlarından vazgeçiliyor. Şimdiden lokmalar küçüldü, faturalar ödenmiyor, gıdadan, eğitimden, sağlıktan, sosyal yaşamdan, her şeyden kısılıyor, çocukların geleceği kararıyor, umutlar sönüyor. Cinnet, cinayet, şiddet, intihar haberleri artıyor… Hayat televizyonunun her hafta başka bir il, ilçe, semt veya mahallede çekim yapan “Ekmek ve Gül” programına katılan kadınların neredeyse tamamı aynı şeyi istiyor: İş ve ekmek.

Bu 8 Mart’ı farklı yapan noktalardan biri de, geçtiğimiz yıllardan daha fazla işçi ve emekçi kadının 2009’u mücadele içinde ya da mücadele eğilimiyle karşılamış olmasıdır. Aslında, 2006’nın ortalarından itibaren bu yönde bir gelişmeden söz edilebilir. İşten atma, sendikasızlaştırma ve özelleştirmeye karşı verilen mücadelelerde öne çıkan kadın işçi ve emekçiler (Telekom ve Novamed grevleri, TEKEL direnişi, Bursa’da yanan işçiler, Viranşehir’de kaza sonucu hayatını yitiren tarım işçisi kadınlar), çeşitli kadın örgütlerinin de dikkatini bu yöne çekmişti. Geçtiğimiz birkaç yılın 8 Mart’larına şiddet ve barış talepleri kadar kadın emeği de damgasını vurmuştu.

Bu yıl da, yine DESA’nın Sefaköy ve Düzce’de direnen kadın işçileri, Sinter Metal’de işten atılan kadınlar ile diğer işçilerin eşleri, IBM’den atılan beyaz yakalı kadınlar, Çapa’da sendikalaşma mücadelesi veren temizlik işçileri, en son e-Kart’tan atılan kadın işçiler, eğitim ve sağlık sektöründe yemek ve kreş hakları için mücadele içinde olan emekçiler, talepleriyle, İstanbul’da 8 Mart alanında olmaya hazırlanıyorlar. Örneğin KESK’e bağlı sendikaların kadın yöneticileri, bu ayın başında yaptıkları toplantıda, 8 Mart’a kriz, yoksulluk, şiddet ve savaşa karşı taleplerle hazırlanma kararı aldılar.

Bu çerçevede işçi sınıfının partisinin emekçi kadın çalışmasını miting alanlarına yansıtması, 8 Mart’ın gerçek, emekçi karakterini güçlendirmesi bakımından önem taşıyor. Örneğin, son aylarda on binlerce işçinin işten atıldığı Tuzla’nın mahallelerinde oturan kadınlar, işsizliğe ve açlığa karşı talepleriyle alanda yerini almalı. Çiğli’de, Kıraç’ta her sabah “acaba bugün atıldım mı” kaygısıyla işe giden kadınlar, “iş güvencesi” ve “işsizlik sigortası” taleplerini 8 Mart’a taşımalı. Tam da yerel seçimler yaklaşmışken, yıllardır yıkıma karşı mücadele eden Başıbüyüklü, Mamaklı kadınlar, miting alanında olmalı. Alibeyköy’de, Esenyurt’ta, Kağıthane’de kreş için imza toplayan kadınlar, imza atan her kadını alana getirmek için çalışmalı. Ezilen ulus olmaktan kaynaklı sorunlarıyla sorunları daha da katmerleşen emekçi Kürt kadınları da, mahallelerinden, özgürlük, anadil, barış talepleriyle alana gelmeli. Hak yoksunluğuna ve dışlanmaya karşı mücadele eden Alevi kadınlar; üniversitelerde güvencesiz çalışmaya mahkum edilen asistan ve akademisyen kadınlar; parasız-bilimsel-demokratik eğitim isteyen liseli, üniversiteli genç kadınlar ve kızlar; sağlığın, eğitimin, suyun, enerjinin özelleştirilmesine, çevrenin yağmalanmasına karşı tüm emekçi kadınlar, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan insanca bir dünya için taleplerini 8 Mart alanlarında duyurmalıdır.

Diğer yandan, sendikalar da, artık 8 Mart’ların sadece katılımcısı olmaktan kurtulmalı, bizzat örgütleyicisi haline gelmelidir. Bu nedenle, sendikaların, kendi talep ve pankartlarıyla, kadın üyelerini alanlara taşıması önem taşıyor. Sendikalarda üye ya da yönetici düzeyde çalışan kadın ya da erkek partililerin çabası da bu yönde olmalıdır.

Sayılanların kısmen bile başarılması, emekçi kadınlar içindeki çalışmaya önemli bir ivme kazandıracak, Mart ayının devamındaki yoğun gündem (Newroz, dünya su forumu, yerel seçimler) çalışmayı oturtmak, yaygınlaştırmak ve istikrarlı hale getirmek için yeni vesileler oluşturacak. Yeter ki, emekçi kadın kitleleri içindeki çalışmanın işçi sınıfı partisinin her düzeydeki pratik çalışmasının bir unsuru haline getirilmesinin zorunluluğu kavrayışı hakimiyet kazansın ve bu doğrultuda kararlı adımlar atılsın.

Bunun için nerede bir parti çalışması varsa, neresi öncelikli çalışma alanlarıysa oradan başlamalı ve ağırlıklı olarak kadın işçilerin çalıştığı fabrikalara, atölyelere, işyerlerine, işçi-işsiz emekçilerin oturduğu mahallelere özel bir önem verilmeli. Çalışma, işçi kadınların kendi öz örgütleri sendikalarda örgütlenmelerine, kadın olmalarından kaynaklı işyerindeki sorunlarını, taleplerini ve hak arayışlarını buralardaki kadın sekreterliklerinin, komisyonlarının ya da gruplarının aracılığıyla ve desteğiyle dile getirmelerine sevk eden bir hat izlemelidir. Sendikaların kadın sekreterlikleri ve komisyonlarının önemli işlevi gözden kaçırılmamalı, atıl ve işlevsiz bulunanların etkin hale getirilmesi önemsenmeli, bu tür birimlerin bulunmadığı sendikalarda kurulmaları talebi geliştirilmelidir. İşyeri temsilcisi, sendika üyesi, yönetici kadınların buralarda görev almaları ve inisiyatif kullanmaları teşvik edilmelidir. Emekçi kadın hareketi ve çalışması açısından, sendikalardaki bu birimler, burjuva demokratik kadın hakçılarına terk edilemeyecek önemdedir.

Böyle bir hata yerleşmiş ve yerelleşmiş bir emekçi kadın çalışmasından söz edebildiğimizde, 8 Mart’a veyahut 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Hayır gibi kadın sorununa özelleşmiş özel günlere hazırlığımız ve çalışmalarımız dönemsel ve kesintili bir nitelik taşımaktan uzaklaşmış olacaktır. Partinin genel faaliyetinin bir parçası olarak emekçi kadınlar hareketi, bütün bir yılın çalışmasının sonuçlarını yansıtan, geliştiren bir özellik kazanmış olacak.

Bu olduğunda, örneğin 8 Mart mitingine ve etkinliklerine kadınlı erkekli ya da sadece kadınlı katılmak gibi bir tartışmanın işçi sınıfının partisinin kadın sorununa yaklaşımının temel bir gündemi olmadığı; dönemsel, taktiksel bir tutum olduğu kavranmış olacak. Yani, işçi sınıfı partisinin kadın sorunundaki temel kavrayışında herhangi bir değişiklik (tadilat) yapmak durumunda olmadığı anlaşılmış olacaktır.

*

Emekçi kadın kitleleri içindeki çalışmanın başarısı için bir diğer önemli dikkat noktası da kullanılan dil olmalıdır. Toplumsal ve sosyal yaşama katılımdan büyük oranda soyutlanmış emekçi kadın kitleleri içinde çalışmada karşılaşılan en büyük handikaplardan biri, politik ve sosyal kayıtsızlık ve geriliktir. Bu engeli aşmak için, kadınlarla, mümkün olduğunca sade, anlaşılır (doğal) bir dille, en yakıcı sorunları ve talepleri üzerinden bağ kurmak önemlidir. Yerelleşmiş bir parti çalışmasının anlamı burada ifadesini bulur. Yerel, özgül taleplerden kalkarak sorunlarının sebeplerine ve kaynaklarına ulaşan, bilince çıkartan sabırlı, doğal ilişkilere yakın bir çalışma içinde yararlanılabilecek araçları çok çeşitli tutmada fayda vardır. Temel araçlar gazete ve televizyonken, bunları çeşitlendirip renklendirmek için ufukları geniş tutmak önemlidir; şiir, roman, karikatür, film, tiyatro oyunu, gezi vb. vb.

Kadınların uyandırılması ve eğitimi için en iyi araç ise, her zaman olduğu gibi, bugün de “eylem”, yani pratiktir. Eylem derken, kadının öz çıkarları, talepleri için mücadele bilincini geliştireceği, bu mücadeleyle düşünsel ve duygusal bağını kuracağı çalışmalara bizzat katılımı kastedilmektedir.

Yazının kapsamı bakımından burada yalnızca ana hatlarıyla değindiğimiz emekçi kadın hareketine dair ele alınması, üzerinde durulması gereken daha birçok yön ve konuşulması, idrak edilmesi gereken daha birçok şey var kuşkusuz. Emekçi kadınlar içindeki çalışmanın tüm yönlerini tekrar tekrar ele almak, irdelemek ve kavrayışımıza yerleştirmek, bu çalışmayı yürüten tek tek yoldaşlar için olduğu kadar, işçi sınıfı partisinin her düzeydeki çalışması açısından da ihtiyaçtır.

Manivelaları yerleştirmenin ve çalışmaya başlamanın, her gün 8 Mart demenin tam zamanıdır…

Yaşasın 8 Mart!

Kaynaklar:

28-29 Haziran 2003 Ören Kadın Toplantısı Seminer Sunumları

Özgürlük Dünyası’nın muhtelif sayıları

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑