Akp Anayasası mı, Yeni ve Demokratik Anayasa mı?

Anayasa değişikliği ve yargı reformu tartışmaları bir süredir Türkiye’nin temel gündemlerinden biri haline geldi.

AKP Hükümeti, yeni ve demokratik bir anayasa talebi içindeki milyonlarca işçi ve emekçinin karşısına, anayasa ve yargı reformu adı altında bir değişiklik paketi hazırlayarak çıkmış bulunuyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, AKP Hükümeti ve destekçileri her fırsatta, bu değişikliklerin Türkiye’nin demokratik bir anayasaya ve yargı sistemine kavuşmasının temel adımları olduğu yönünde propaganda yapıyorlar.

PEKİ, GERÇEK BÖYLE MİDİR?

Türkiye, AKP Hükümeti tarafından gündeme getirilen anayasa ve yargı sistemindeki değişiklikleri yaparak demokratik bir ülke olma yolunda ciddi ve somut adımlar mı atmış olacaktır?

Yoksa hükümet bu hamlesiyle, gerici burjuva sistemi ve kendi siyasal egemenliğini güçlendirmeyi mi amaçlıyor?

Ya da işçilerin, emekçilerin, halkın temel taleplerinin, katılımının, hak ve özgürlüklerinin yer almadığı bir anayasa demokratik olabilir mi?

Bu ve bir dizi başka soruya verilecek cevaplar, AKP Hükümeti tarafından gündeme getirilen anayasa değişikliği hazırlıklarının amacını görmek açısından tayin edici öneme sahiptir.

A) AKP HÜKÜMETİ NE YAPMAK İSTİYOR?

1 – Bugünkü anayasa 12 Eylül Askerî Darbesi’nin bir ürünüdür. 1982 yılında, askerî darbe koşullarının egemen olduğu baskı ortamında yapılan referandum ile yürürlüğe girmiştir.

Uluslararası emperyalist güçlerin ve işbirlikçi sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleştirilen 1980 Askerî Darbesi sonrası gündeme getirilen ve “referandum”la halka onaylatılan ’82 Darbe Anayasası’nda ilk değişiklik yine sermayenin ihtiyaçları gözetilerek 17 Mayıs 1987 yılında yapılmıştır. O günden bu güne birçok hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kararı ile 16 kez anayasa değişikliği yapılmıştır, bunlardan ikisinde ise referanduma gidilmiştir. 1982 Anayasası’nda ANAP döneminde 4 maddede; DYP-SHP döneminde 15 maddede ve Başlangıç Metni’nde; DSP-MHP-ANAP döneminde 37 maddede ve Başlangıç Metni’nde; AKP döneminde ise 27 maddede değişiklik yapıldı. Böylece toplam 177 maddeden ve 16 geçici maddeden oluşan 12 Eylül Anayasası’nın 87 maddesinde değişiklik yapılmıştır.

Ancak bu değişikliklerin hiç biri 12 Eylül Anayasası’nın darbeci ve anti-demokratik özünü ortadan kaldırmamıştır. Hatta bu değişikliklerle yamalı bir bohça haline getirilen anayasa, sahiplerinin bile ayağına dolanacak kadar problemli hale gelmiştir.

“AB’ye uyum” adı altında uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda önemli bölümü değiştirilen anayasa, AKP Hükümeti’nin hiçbir karşılığı bulunmayan “Kürt Açılımı”, “Alevi Açılımı”, “Roman Açılımı” girişimleri ve çalıştaylarından sonra, bir kez daha anayasanın 3’ü geçici olmak üzere 29 maddesi değiştirilmek istenmektedir. Bu değişiklikler de, ruhunu askerî faşist darbeden alan 12 Eylül Anayasası’nın özünü değiştirmekten uzaktır.

Dahası, AKP Hükümeti, gündeme getirdiği 29 maddelik değişiklikle bir referandum havası  yaratarak, 12 Eylül Darbe Anayasası’nı bir kez daha halka onaylatmak istemektedir.

2 – AKP Hükümeti işbirlikçi patronların, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin (AB) desteği ile sistemin ihtiyaç duyduğu bir anayasa değişikliğini gündeme getirmiştir.

Bu çıkışıyla AKP, aynı  zamanda kendisinin sistem içerisindeki konumunu güçlendirmeyi, kadrolaşmasını pekiştirmeyi de amaçlamaktadır. Hükümet anayasa değişikliğini, ‘yargı reformu’, ‘demokratikleşme’ ve güçlü AKP formülü üzerinden hareket ederek gerçekleştirmek istemektedir.

İşçi ve emekçilerin, Kürt halkının, Alevilerin, farklı dil, kültür, kimlik ve inanç mensuplarının hak ve özgürlük talepleri karşısında devletin kolluk güçlerini harekete geçiren, şiddeti elden bırakmayan, 12 Eylül hukukunu devreye sokan AKP Hükümeti, halkın 12 Eylül Anayasası karşıtlığını, yargıya karşı duyulan güvensizliği, hak ve özgürlük özlemlerini suistimal ederek seçim öncesi gündeme getirdiği değişiklik paketi ile hegemonyasını daha da sistemleştirmek istemektedir.

Sadece bu yaklaşım bile, 29 maddelik değişiklik paketinin Türkiye’yi demokratikleştirmekten ve demokratik bir anayasaya kavuşturmaktan uzak olduğunu göstermektedir.

3 – Bugüne kadar yapılan düzenlemelerle 12 Eylül Anayasası’nın neredeyse yarısı değişmiş, anayasa sermayenin ve onların hükümetlerinin ihtiyaçları oranında revizyona uğramıştır. Ancak bu tablo aynı zamanda çarpıcı bir gerçeği de ortaya çıkarmıştır.

Anayasanın değiştirilemez maddeleri olarak kabul edilen ve devletin yapısını, işleyişini, şeklini, niteliklerini düzenleyen ilk 3 maddesi değişmedikçe, diğer maddelerde yapılan değişiklikler, şeklen yapılmış değişikliklerden öteye geçmemektedir.

Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ileri bir adım atabilmesi için ilk 3 madde başta olmak üzere, 12 Eylül Anayasası tamamen ortadan kaldırılmalıdır.

Bu ise yeni ve demokratik bir anayasa olarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, Türk ve Kürt emekçilerinin, aydınların, bilim insanlarının, gençlerin, kadınların, bütün bir emek, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesi ile mümkündür.

4 – Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, daha önce de, sistemin ipliği pazara çıkmış kimi anti-demokratik kurum ve uygulamalarına karşı olduğunu ilan etmiştir.

Bunların başında Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK), Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Cumhurbaşkanı’nın üniversite rektörlerini ataması vb. kurum ve yasal düzenlemeler gelmektedir. Bunlara daha başka kurumlar, yasa ve uygulamalar da eklenebilir.

Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları hem hükümet olmadan önceki siyasi hayatlarında hem de hükümet oldukları sekiz yıllık süreçte, çeşitli vesilelerle bu kurumların anti-demokratik olduğunu söylemiştir. Hatta birçok kez, oligarşik, baskıcı bir yapının kuşatmasından dem vurmuştur.

Ancak AKP Hükümeti söz konusu kurumlarda yeteri kadar kadrolaşıp, yetkileri ele geçirip, kendi siyasi egemenliğini güçlendirdiğinde bu kurumların anti-demokratik karakterini unutmuştur. Aksine bu kurumların varlıklarını da, icraatlarını da yüksek perdeden savunmuş ve savunmaktadır. Yaşanmış deneyler bile AKP’nin bu yönlü girişimlerine güven duymamak için yeterince veri sunmaktadır.

Bugün artık, YÖK’ün 12 Eylül ürünü anti-demokratik bir kurum olmasını, RTÜK’ün sansür kurulu olmasını, Cumhurbaşkanı’nın, seçimlerden son sırada çıkan adayları rektör olarak atamasını vb. vb. hiç sorun etmemektedir.

Sadece bu örnekler bile Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin yalnızca “kendine demokrat ve kendine Müslüman”  olduğunun çarpıcı göstergeleridir.

5 – Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, 29 maddelik anayasa değişiklik paketi ile yeni bir saflaşma ve kamplaşma yaratarak, seçimlere doğru konumunu güçlendirme hesabı içindedir.

Bugüne kadar çeşitli konularda halkı karşı karşıya getirdiler. Son yıllarda ise değişimden ve demokrasiden yana olanlar-olmayanlar, açılımlardan yana olanlar-olmayanlar vb. kamplaşmalar yaratarak, halkın gözünü boyayan ve bu kamplaşmaların rüzgârı ile halktan destek alan hükümet, bir kez daha “aynı suda yıkanma” peşindedir.

Bugüne kadarki icraatlarıyla Türk ve Kürt işçilerinin, işçi ve emekçilerin gözünde önemli bir yıpranma yaşayan başbakan ve AKP Hükümeti, artık beklenti yaratma olanaklarına eskisi kadar sahip değil. Hükümet, kendisine karşı biriken tepkiyi, giderek yükselen ve birleşik bir yola doğru ilerleyen mücadeleyi bertaraf etmek ve yıpranmışlığını onarmak üzere anayasa değişikliği ve ‘demokratikleşme’ hamlesine sığınmış bulunuyor. Anayasa tartışmaları ve ne olacağı henüz tam olarak belli olmasa da gündeme getirilen referandum, AKP’nin seçim öncesi oynamak istediği temel kozudur. Bu gelişme bir kez daha mağduriyet edebiyatına sığınma hesabından başka bir şey değil.

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve demokratik bir anayasaya kavuşması  ise, AKP’nin amacına ulaşmak için kullandığı  bir sostur.

B) AKP’NİN ANAYASA PAKETİ  NEYİ DEĞİŞTİRİYOR?

1 – Hükümet tarafından gündeme getirilen 29 maddelik anayasa değişikliği paketinin içeriğinde 12 Eylül Darbe Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının dışında esas olarak iki temel düzenleme yapılmaktadır.

Bunlardan birincisi, yüksek yargı organlarının oluşturulmasında ve işleyişinde yapılan değişikliklerle, askerî yargıda yapılan kapsam değişikliğidir. İkincisi ise, siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin getirilen yeni düzenlemedir.

Yüksek yargı ve askerî  yargı konusunda gündeme getirilen değişiklikler konusunda AKP, bu düzenlemelerin yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayacağını iddia etmektedir.

Ancak AKP’nin bu değişikliklerle yargının bağımsız ve tarafsız konuma geleceği iddiası  tamamen gerçek dışıdır.

2 – Anayasa Mahkemesi üyelerinin belirlenmesi konusunda yapılmak istenen düzenlemeyi ele alalım.

Değişiklik önerisinde, bugün 11 olan Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı 19’a  çıkarılıyor. Bu 19 üyenin 16’sını Cumhurbaşkanı  atıyor. Geriye kalan 3 üyeyi ise Meclis belirliyor. Anayasa Mahkemesi üyeleri 12 yıl boyunca görevde kalıyor.

Cumhurbaşkanı tarafından atanacak olan 16 üyenin 7’sinin kimler olacağı konusundaki inisiyatif tamamen Cumhurbaşkanı’nın keyfine bırakılıyor. Diğer üyelerin atanmasında ise yetkisi daha da genişletiliyor.

Böyle bir düzenlemenin yargı bağımsızlığını  ve tarafsızlığını sağlaması mümkün değildir.

Elbette, Anayasa Mahkemesi bugünkü haliyle bağımsızlıktan ve tarafsızlıktan uzaktır. Burjuvazinin temel ilkelerinden biri olan, “kuvvetler ayrılığı” normu bile ayaklar altına alınmıştır. Ancak, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini olağanüstü artıran bu düzenlemeyle durum değişmemektedir. Aksine önerilen değişikliklerle Anayasa Mahkemesi’nin bu konumu daha da pekişmektedir.

Böyle bir değişiklik, bırakın bağımsızlığı ve tarafsızlığı, Anayasa Mahkemesi’nin üzerindeki siyasi baskıyı, hükümetlerin baskısını artırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.

AKP de bu düzenleme ile Anayasa Mahkemesi üzerinde egemen olma peşinde koşmaktadır.

Dahası Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini artıran bu değişiklik ile, kendisinin Cumhurbaşkanı olma hedefini açıkça ortaya koymaktadır. Başbakan Erdoğan daha bugünden kendi Cumhurbaşkanlığı’na yatırım yapmaktadır.

3 – Yargı bağımsızlığı  ve tarafsızlığı konusunda bir diğer aldatmaca ise Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) ilişkin yapılan değişiklikler konusunda gündeme getirilmiştir.

Yapılan değişiklikle HSYK’nın 7 olan üye sayısı 21’e çıkarılmakta, 5 olan yedek üye sayısı da 10’a çıkarılmaktadır. Daha önce HSYK üyelerinin belirlenmesinde herhangi bir yetkisi olmayan Cumhurbaşkanı’na bu düzenleme ile 4 asil üyeyi atama yetkisi verilmektedir.

Bu değişikliklerin, HSYK’nın yapısının belirlenmesinde yetkinin paylaşılmasına ve yapısının demokratikleşmesine hizmet edeceği öne sürülmektedir.

Bu iddialar gerçeklerden tamamen uzak iddialardır.

Çünkü HSYK’nın belirlenmesi konusunda Cumhurbaşkanı’na yetki verilmektedir. Adalet Bakanı’nın HSYK başkanlığı sürmektedir. Adalet Bakanlığı Müsteşarı HSYK’nın doğal üyesi olmaya devam etmektedir.

Elbette HSYK da bugünkü  yapısıyla bağımsız ve tarafsızlıktan uzak bir konumdadır. Ancak tıpkı Anayasa Mahkemesi’ne ilişkin önerilen değişikliklerde olduğu gibi, HSYK’da yapılan değişiklikler de bu durumu değiştirmemekte, aksine daha da güçlendirmektedir.

Adalet Bakanı’nın Kurula başkanlık etmesi, Bakanlık Müsteşarı’nın doğal üye olması ve Cumhurbaşkanı’na 4 üyeyi atama yetkisinin verilmesi gibi uygulamalar bunun göstergesidir.

Başbakan ve AKP Hükümeti bu konuda da yargıyı ele geçirme ve egemenliğini arttırma peşinde olduğunu açıkça ilan etmektedir.

4 – Anayasada yapılacak değişikliklerle, mevcut gerici burjuva sistemi güçlendirmenin, yargıyı  ele geçirmenin ve siyasi rantın peşinde koşan hükümet, yürüttüğü  demokratikleşme propagandasıyla gerçekleri ters yüz etmektedir.

29 maddelik değişiklik paketi ile “Anayasa Mahkemesi’ne bireysel müracaat hakkının tanınmasının, çocuk haklarında iyileştirmenin, askerlere sivil yargı yolu açılmasının” demokratikleşmeye hizmet ettiğini söyleyen hükümet, esas amaçlarını gizlemek için, bu göstermelik düzenlemeleri propagandasının dayanağı yapmaktadır.

Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılması da bu propagandanın bir parçasıdır. AKP Hükümeti, Ergenekon soruşturması, darbe teşebbüsleri ve bu yönlü operasyonlar sürecinde sıkça karşılaştığı “12 Eylül darbecilerine neden dokunulmuyor?” eleştirilerini bertaraf etmek ve 12 Eylül Darbesi ve sonrasında büyük acılar çekmiş ve hak gasplarına uğramış toplumsal kesimleri “yumuşatmak” hesabıyla, son anda bu maddeyi de değişiklik paketine dahil etmiştir.

Geçici 15. madde, Milli Güvenlik Konseyi başta olmak üzere 12 Eylül darbecilerinin yargılanamayacağını içermektedir.

Hükümet, bu maddenin kaldırılması  ile büyük bir demokratikleşme hamlesi yaptığını iddia etmektedir. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül darbecilerinin yargılanması yolunun açılacağı vurgulanmaktadır. Ancak 12 Eylül darbecilerini yargılayacak demokratik bir siyasi irade bulunmamaktadır. Darbecileri yargılayacak bir irade var mıdır sorusu hâlâ yanıtsızdır. Başbakan ve AKP Hükümeti böyle bir siyasi irade ortaya koymaktan uzaktır. 12 Eylül hukukunu ve kurumlarını kendi yükselişi için dayanak haline getiren bir hükümetten bunu beklemek, ölüden göz yaşı beklemek gibi bir şey. Ergenekon soruşturması da bunu göstermiştir. Türkiye’nin karanlık tarihiyle hesaplaşmak, gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlamak gibi sistemi sarsacak yönlü gelişmeler AKP’nin kitabında yer almamaktadır.

Bütün bu gerçeklere rağmen Başbakan ve hükümet kendi kendini demokrasi kahramanı ilan etmekte ısrarlıdır. Çünkü bunu yaparak, gerçek bir demokratikleşme, insanca bir yaşam, eşit haklar, barış ve kardeşlik isteyen uyanış içindeki halk kesimlerini, aydınları, bilim insanlarını, sanatçıları, kadınları ve gençleri bölmek, beklenti yaratmak, sisteme ve kendisine yedeklemek istemektedir.

Türk ve Kürt halkından işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar, aydınlar, bilim insanları, sanatçılar AKP Hükümeti’nin “demokratikleşme oyunu”na gelmeyecektir.

C) AKP HÜKÜMETİ VE MEVCUT HALİ İLE TBMM DEMOKRATİK BİR ANAYASA YAPABİLİR Mİ?

1 – Anayasa değişikliği hazırlıkları ile öne çıkan bir başka tartışma da, AKP Hükümeti’nin ve mevcut hali ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin demokratik bir anayasa yapıp yapamayacağıdır.

Başbakan Tayyip Erdoğan bu tartışmalara öfkeyle tepki gösteriyor; “Halkın oyu ile seçilmiş bir hükümet ve yine halkın oyu ile oluşmuş bir meclis neden demokratik bir anayasa yapamazmış” diye her zamanki tavrını sürdürüyor.

Başbakan seçimlere bir yıl kadar bir zaman kalmışken, 3 yıl önce %47 oy almış olduğunu söyleyerek, milleti adres gösteriyor.

Başbakan ve AKP Hükümeti bu tutumuyla bile nasıl bir demokrasi zihniyetine sahip olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.

Bu oy oranının demokratik bir anayasa için yeterli olup olmadığı bir yana, %47’lik bir halk desteğinin hâlâ arkasında olduğuna kendisi bile inanmamaktadır.

2 – Bugünkü meclisin demokratik koşullarda oluşmadığını  ve halkın gerçek iradesini yansıtmaktan uzak olduğunu demokrasiden az çok nasibini almış olan herkes kabul etmektedir.

Meclisin bileşimi, tamamen anti-demokratik olan mevcut anayasa, seçim ve siyasi partiler yasasının sonucu oluşmuştur.

Sadece %10’luk seçim barajı  başta olmak üzere, siyasi partilerin hazineden yardım alma koşulları, milletvekili adaylık şartları ve siyasi yasaklar bile seçim sisteminin ve siyasi partiler yasasının anti-demokratik karakterini göstermektedir.

AKP Hükümeti bu anti-demokratik yasaların hiç birine dokunmamaktadır. Dahası, Başbakan Erdoğan %10 seçim barajının kaldırılmasının doğru olmadığını, koalisyonlara neden olacağını ve istikrarı bozacağını her fırsatta söylemekte, işçi ve emekçilerin temsiliyetine engel çıkarmakta ve anti-demokratik baraj uygulamasını savunmaktadır.

3 – Başbakan ve hükümet, anayasa değişikliği konusunda toplumun büyük çoğunluğunun, işçi ve emekçilerin taleplerini ve iradesini yok saymaktadır.

Hükümet, ABD, AB, işbirlikçi patron örgütlerinin önerilerini dikkate alıp, desteğini almaktadır. Ancak sıra sendikalara, meslek odalarına ve kitle örgütlerine, emek, barış ve demokrasi mücadelesindeki siyasi partilere gelince, “bakın onlara da danışıyorum”un ötesine geçmeyen bir tutum takınmaktadır.

Hükümet, işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, farklı dil, kültür ve inanç mensuplarının, çevrecilerin, gençlerin, kadınların örgütlü kesimleri başta olmak üzere, bütün halk kesimlerinin taleplerine ve isteklerine kulak tıkamaktadır.

Bırakalım bu kesimlerin taliplerini dile getirecekleri zeminleri oluşturmayı, bu kesimlerin kendi güçleriyle gündeme getirdikleri önerileri bile elinin tersiyle itmektedir.

Sonra da bu kesimlerin karşısına çıkıp, bugün fiilen kullanılır duruma gelmiş haklar düşünüldüğünde, düne göre ilerleme bile sayılamayacak anayasa değişiklikleriyle göz boyamaya çalışmaktadır.

Bu da herhalde Başbakan ve AKP Hükümeti’nin “tüccar siyasetinin ve siyasetçiliğinin” bir meziyeti olsa gerek.

4 – Başta CHP ve MHP olmak üzere, sistemin sacayakları  durumunda olan başka bazı çevrelerde, anayasa değişikliği için mecliste genel bir mutabakatın  şart olduğunu, bugün böyle bir mutabakatın olmadığını  söyleyerek, anti-demokratik seçim sistemini savunarak AKP’ye itiraz etmektedirler.

Başbakan ve AKP Hükümeti’ni ilk günden beri desteklemiş olan yazar, akademisyen ve hukukçular bile benzer bir itirazı dile getirmektedir. Dahası hükümetin en önemli destekçisi konumundaki kimi liberal çevreler de aynı eleştirilerde bulunmaktadır.

Bu itiraz, eleştiri ve tepkilerin bir sonucu olsa gerek, Başbakan ve hükümet son dakikada anayasa değişikliği paketinde yeni düzenlemelere gitmiştir.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında gerçekleştirmek istediği değişiklikler konusunda kısmi bir geri adım atmıştır. Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasını değişiklik paketine dahil etmiştir.

Bu son dakika hamleleri bile, aslında atılan büyük demokratikleşme nutukları ve estirilen demokrasi rüzgârlarının arkasındaki küçük hesapları, düzen siyasetinin kirli oyunları ve pazarlıklara dayalı çirkin yüzünü gözler önüne sermeye yetmektedir.

Ayrıca, mevcut siyaset ve iktidar kavgası çarkının dişlileri konumundaki AKP, CHP ve MHP arasında anayasa değişikliği konusunda bir mutabakatın olması da, memleketin demokratikleşmesi açısından bir ilerleme göstergesi olamaz. Bu bakımdan, CHP, MHP ve aynı kulvardaki güçlerin muhalefetini, demokratikleşme kaygısı olarak değerlendirmek mümkün değil. Emek, barış ve demokrasi güçlerinin, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, Alevilerin, farklı dil, kültür ve inanç mensupları gibi çevrelerin tepki ve kaygıları ile statükocu, 12 Eylül savunucusu, emek, barış ve demokrasi karşıtlarını aynı kategoride değerlendirmek yanlış olur.

D) İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN, EZİLENLERİN, HALKIN TALEPLERİNİ, TEMEL İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİNİ  İÇERMEYEN BİR ANAYASA DEMOKRATİK OLAMAZ!

Demokratikleşme ve anayasa arasındaki bağa ilişkin şüphesiz çok şey söylenebilir. Dahası, hükümetin gündeme getirdiği 29 maddelik anayasa değişikliği paketi ile birlikte çok şey söylenip, tartışılmaya başlanmıştır.

Ancak kesin olan şey şudur: Türkiye’nin içinde bulunduğu durum; işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların, Kürt halkının, Alevilerin ve farklı  dil, kültür ve inanç gruplarının çözüm bekleyen acil sorun ve taleplerine yanıt vermeyen bir anayasa demokratik olamaz. Birkaç başlığın araya sıkıştırılmış olması, değişikliğin özünü ve amaçlarını değiştirmemektedir.

Demokratik bir anayasanın yapılması, ancak askerî darbe dönemiyle tahkim edilmiş mevcut gerici burjuva cendereden çıkmayı hedefleyen genel bir demokratikleşme sürecinin parçası olabilir. Demokratik Türkiye mücadelesinden bağımsız olmayan, demokratik anayasa sorunu ancak gerçek demokrasi güçlerinin, işçi sınıfının ve halkın eseri olabilir.

Bu çerçevede;

1- Türklerin ve Kürtlerin tam hak eşitliğine dayalı, iki halkın bir arada yaşamasını garanti altına almadan;

Bu temelde bölgesel özerklik de dahil, Kürtlerin demokratik hak ve taleplerini karşılamadan;

Azınlıkların varlığını kabul edip, haklarını tanımadan;

“Tek millet, tek dil, tek din, tek bayrak vb.” tekçi ve şoven anlayışlardan kurtulmadan

Demokratikleşme ve demokratik bir anayasa olamaz.

2 – Devletin tüm din ve mezheplere karşı eşit uzaklıkta durmasını sağlamadan;

Bunun için din derslerini zorunlu olmaktan çıkarıp, diyanet ve imam hatipleri kapatıp gerçek bir laikliğin temelini oluşturmadan;

Alevilerin, farklı  inançların ve inanmayanların demokratik taleplerini karşılamadan

Demokratikleşme ve demokratik bir anayasa olamaz.

3 – 12 Eylül Askerî Darbesi’ni mahkûm etmeyen ve onun ortaya çıkardığı bütün kurum ve yasalarla hesaplaşan bir siyasi iradeyi ortaya koymadan;

Başta JİTEM, Özel Harekât Dairesi, Örtülü Ödenek vb. kontrgerilla faaliyetlerinin dayanağı olan kurum ve uygulamaları kaldırıp, bugüne kadarki suçlarını kabul edip, sorumlularının yargılanmasını teminat altına almadan

Demokratikleşme ve demokratik bir anayasa olamaz.

4 – Seçimlere doğru gidilen bir süreçte %10 ülke seçim barajı başta olmak üzere, tüm ayrıcalıklar ve seçim barajları kaldırılmadan;

Seçim yardımı adı  altında halkın olanaklarının, hazinenin yağmalanmasına son verilmeden;

Bütün siyasi partilerin eşit koşullarda seçime girmesinin koşulları sağlanmadan

Demokratikleşme ve demokratik bir anayasa olamaz.

5 – İşçilerin, emekçilerin örgütlenme ve siyasi faaliyet yürütmesinin önündeki engelleri kaldırmadan;

Başta dayanışma grevi olmak üzere, grev ve toplu sözleşme alanında sınırsız özgürlükler getirip, lokavtı yasaklamadan;

Kamu emekçilerinin grevli, toplu iş sözleşmeli sendika hakkını tanımadan;

Sendikasız, sigortasız işçi çalıştırmayı suç saymadan;

Sendikalaşma ve toplu iş  sözleşmesi yapmanın önünde engel olan her tür baraj ve yasağı kaldırmadan

Demokratikleşme ve demokratik bir anayasa olamaz.

6 – Sağlık ve eğitim hakkı başta olmak üzere, kamu hizmetlerinin devlet tarafından nitelikli, parasız ve zorunlu olarak verilmesini sağlamadan, kadınlara eşit haklar ve pozitif destek tanınmadan, çocuk hakları, çevre, tarih ve doğanın korunması temel alınmadan;

TEKEL işçileri ile birlikte on binlerce işçi ve emekçiye dayatılan 4-C uygulaması başta olmak üzere, işçileri, memurları ve köylüleri açlığa, sefalete, kölece yaşam koşullarına mahkûm eden iş ve çalışma yasalarını ortadan kaldırmadan;

İnsanca bir yaşam, ulaşım ve barınma hakkını devlet olarak karşılamayı garanti etmeden;

Bu kapsamda gerekli sosyal yardımların düzenli ve maddi olarak yapılmasını zorunlu hale getirmeden

Demokratikleşme ve demokratik bir anayasa olamaz.

DEMOKRATİKLEŞME VE DEMOKRATİK BİR ANAYASA;

TÜRK VE KÜRT MİLLİYETİNDEN İŞÇİ SINIFININ, EMEKÇİLERİN, FARKLI İNANÇLARDAN EMEKÇİLERİN, KADINLARIN, GENÇLERİN, AYDINLARIN VE BİLİM İNSANLARININ ESERİ  OLABİLİR!

Çalışmamızın Bazı Sorunları Üzerine

Geçtiğimiz 25 Kasım’da, kamu emekçilerinin bir günlük uyarı greviyle başlayan, 16 Aralık Demiryolu çalışanlarının greviyle devam eden ve TEKEL işçilerinin sermaye ve hükümetin saldırılarına karşı 78 günlük büyük direnişiyle ilerleyen mücadele süreci; ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi hareketi açısından önemli gelişmelere yol açtı. Bu süreç, hem bu mücadele ve eylemlerin konusu saldırılar ve talepler açısından, hem de TEKEL işçilerinin illerde sürdürdükleri eylemler ve mücadeleyle devam ediyor.

Özellikle TEKEL işçilerinin kararlı mücadelesi, durgun bir seyir içindeki işçi ve emekçiler hareketinde, işçi sınıfı ve emekçiler arasında, kendi gücüne ve mücadelesine güven ve  moral kaynağı olarak önemli bir işlev gördü. İşçilerin birlik halinde ve kararlı bir tutumla, hareketteki durgunluğa yaslanan, görev ve sorumluluklarından, işçi sınıfından hatta üyelerinden kopmuş sendika genel merkezlerini, konfederasyonları nasıl sarsabileceğini, harekete geçirebileceğini de gösterdi.

Bu süreçte bir araya gelen ve ortak bir tutum alan dört işçi ve kamu emekçisi sendika konfederasyonu; birlik olma ve birlikte mücadele açısından önemli mücadele ve eylem kararları aldılar. Ancak sorunun sadece karar almakla bitmediği, asıl olanın; alınan kararları, tüm fabrika ve işyerlerinde yaygın olarak ve kararlıca uygulamak olduğu (her hafta uygulanacak saatlik iş bırakma kararında, 4 Şubat genel grev kararında ve 22 Şubat’da alınan kararlar uygulanmasında olduğu gibi) birçok defa ortaya çıktı. Bu durum, 22 Şubat kararları açısından ise hala devam ediyor.

Alınan kararların uygulanmasında, merkezler açısından, fabrika ve işyerlerinde, işçi ve emekçileri, kararların güçlü bir biçimde uygulanması için hazırlama ve örgütleme açısından yapılması gerekenler yapılmamış olmasının yanında, bazı bölge ve şubelere kararlar bildirilmemiştir bile. İş bırakmayı kamu işyerleriyle sınırlayanlar, özel sektör işyerlerinde hiç harekete geçmeyenler, duymazdan ve görmezden gelen sendikalar ve şubeler olduğu bilinmektedir.

Sorun, gelip alınan kararların hayata geçirilmesi olduğunda, değerlendirilmesi ve eleştirilmesi gerekenin sadece konfederasyonların ve sendika genel merkezlerinin tutumu olmadığı; aynı zamanda şubelerin ve yerel platformların tutumlarının da eleştirilmesi gerektiği açıktır. Şubeler, hemen her dönem sendika genel merkezlerini ve konfederasyonları, haklı olarak bürokratizmle, sendika ağalığıyla, mücadelenin gerektirdiği kararları almamakla, konfederasyonlar ve genel merkezler düzeyinde birlik yapmamakla, saldırılar karşısında ortak tutum almamakla eleştirdiler. Ancak TEKEL mücadelesi sürecinde, şubeler ve bir türlü toparlanamayan yerel sendika platformları da, konfederasyonların, TEKEL işçilerinin kararlı tutumu nedeniyle almak durumunda kaldıkları mücadele ve eylem kararlarını kendi alanlarında gerektiği yaygınlık ve etkinlikle uygulayamadılar, uygulamadılar. Oysa, TEKEL işçilerinin mücadelesi ve ortaya çıkardığı olanaklar dikkate alındığında; hem merkezi kararları yaygın ve güçlü bir biçimde uygulamak, hem de dayanışma ve mücadeleyi daha ileriye taşımak her bakımdan mümkündü. Bu olanaklardan yeterince yararlanılabildiği söylenemez.

TEKEL işçilerinin mücadelesi, yeni biçimlerle yerel alanlarda sürüyor. Ve dört konfederasyonun 22 Şubat’ ta almış olduğu 26 Mayıs’ ta bir günlük genel grevi de içeren kararları ortadadır. Hem talepleri, hem de eylem (toplantılar, basın açıklamaları, gösteriler ve mitingler vb.) kararları, uygulanmayı beklemektedir. TEKEL işçilerinin mücadelesi ve onun etrafında gelişen mücadeleler sürecinden doğru sonuçlar ve görevler çıkartarak, mücadele ve örgütlenme daha ileriye taşınabilir.

TEKEL işçilerinin mücadelesinin, hem genel olarak işçi sınıfı ve emekçiler hareketi, hem de sendikal hareket açısından olumlu ve olumsuz yönleriyle ortaya çıkardıkları ışığında, parti çalışmasının bazı yönlerinin değerlendirilmesi de gereklidir. Burada, parti örgütlerimizin görev ve sorumlulukları gereği yaptıkları, yapmaya çalıştıklarını değil; çalışmamızı, eksik ve zayıf yönleriyle değerlendirmeyi amaçlıyoruz.

İşçi sınıfı ve emekçilerin hareketinin durgunluktan çıkma, sınıfın bir bölüğünün mücadelesi etrafında birleşme ve genelleşmesi ya da ortak talepler etrafında birleşik bir mücadelenin örgütlenebilmesi koşulları ve olanaklarının doğduğu dönemlerde, sınıf partisi ve onun her düzeydeki örgütlerinin önüne de,  bu koşullara uygun içerikte ve yaygınlıkta bir çalışmayı yürütme ihtiyacı gelir. Böylesi dönemlerde (elbette her dönem kendine özgü görevler gündeme getirir) işçi ve emekçi hareketinin gelişiminin, görev olarak gündeme getirdiği çalışmayı; güçlü bir örgütsel ve politik refleksle ve enerjik bir biçimde yürütmekle yüz yüzeyizdir. Yavaşlık, zamanında harekete geçememe, merkezi organlardan bir şeyler bekleme tutumu; çalışmayı ve çalışmanın etkisini zayıflatıcı, sınırlayıcı olacaktır.

FABRİKA VE İŞYERLERİNDEKİ ÇALIŞMA

TEKEL işçilerinin mücadelesi ve bu süreçte gündeme gelen, gerek Cuma günleri yapılan ve giderek artacak olan saatlik iş bırakma eylemleri, gerekse 4 Şubat genel grevinin fabrika ve işyerlerinde uygulanışında ortaya çıkan zayıflıklar; fabrikalarda ve işyerlerinde parti çalışmasının önemini ve sorunlarını da daha açık halde görünür kılmıştır. Fabrika ve işyerlerinde, iş bırakma ve grev, konfederasyonların kararına rağmen, büyük ölçüde sendikaların ve şubelerin insafına kalmış ve olabileceğinin gerisinde bir katılımla uygulanabilmiştir.

Parti örgütlerimizin, fabrika ve işyerlerinde, sanayi havzalarında, bu dönemde yürüttüğü, hazırlık (ajitasyon, propaganda çalışmaları ve uygun örgüt biçimleri) ve eylemlerin örgütlenmesi çalışmalarının (önceki çalışmanın eksikleriyle birlikte) yetersizliği de ortadadır. Çalışmamızın sorunları, talepleri ve eylemleri işçi kitlesine mal etme ve buna dayanarak sendika ve şubeleri baskılayacak, harekete geçmeye zorlayacak düzey ve etkinlikte olmadığı daha açık ve görünür hale gelmiştir.

Fabrikalar ve işyerleri, her dönemde partinin temel çalışma ve örgütlenme alanları olmuş, böyle belirlenmiştir. Parti örgütleri, gerek kadrolarının mevzilenmesi, gerek enerjisi, gerekse de ilgi ve dikkatini temel çalışma alanlarında yoğunlaştırmak durumundadır. Üzerinde hepimizin birleşmesine rağmen, buna uygun, yoğunlaşan bir çalışma içinde olunduğu söylenebilir mi? Yoğunlaşarak çalışalım belirlemesi yaptığımız fabrika ve işyerlerindeki çalışmaya katılmak, çalışmanın çeşitli ihtiyaçlarına katkıda bulunacak nitelik ve yeter sayıda görevlendirme yaptığımızı söyleyebilir miyiz? Fabrika çalışmamızın mevcut sorunları, genişliği, derinliği ve etkinlik düzeyiyle, işçi hareketinin ortaya çıkardığı görev ve sorumlulukların üstesinden gelinebilir mi? Tabii ki hayır. Çalışmamızın sorunları vardır ve bu sorunların sürüp gitmesine izin veremeyiz. Ancak, bu sorunların hiçbiri çözülemez, aşılamaz sorunlar değildir. Öte yandan işçi hareketinin gelişimi ve ortaya çıkardığı olanaklar, parti çalışmamızın sorunlarını çözerek, güçlenmesi ve gelişmesinin de olanaklarıdır.

Öncelikle, çalışmamızda temel olarak belirlediğimiz, yoğunlaşarak çalışalım kararına vardığımız fabrika ve işyerlerinde, sanayi havzalarındaki görevlendirmelerimizi gereklilik ve yeterlilik açısından (ilk elde buralardaki sorumlu kadroları değiştirmeyi kastetmiyoruz ama gerekiyorsa bunu da yapmalıyız. Ayrıca bazı birimler için kadro aktarımı da gerekebilir.) gözden geçirmeli ve çalışmanın gerçekten yoğunlaşmasını sağlayacak, destekleyip güçlendirecek görevlendirmeler yapmalıyız. Açıktır ki bu, temel alanlardaki çalışmayı derinlemesine ve genişlemesine güçlendirebilmek için gereklidir.

Burada, uygun kadro bulamama, deney ve tecrübeye sahip, birikimli kadro yetersizliği gibi birçok gerekçe öne sürülebilir ve doğrudur da. Yetişmiş, gelişkin kadro ve üyeler sorunu, bir bakıma her zamanın (çalışmanın daha da geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması ihtiyacı, daha enerjik bir çalışma vb. ihtiyaçlar göz önüne alındığında) sorunudur. Ama çözümsüz bir sorun da değildir.

Unutulmamalı ki, bilinmeyen şeyler, konular öğrenilebilir; deney ve tecrübe edinilebilir. Ve tüm bunlar, sadece ve sadece günlük, pratik çalışma içinde, somut ve belirli bir parti işini yaparak öğrenilip edinilebilir. Soruna buradan bakıldığında, durum; “adam yok, adam çok” diyebileceğimiz bir durumdur. Burada, soruna bakışta ve çözme çabasında, örgütçü bir perspektiften yoksunluk ya da noksanlık gündeme gelmekte ve sorunun çözümüne buradan başlamak gerekmektedir.

Bu da, herkese yapabileceği bir iş, her üyeye birikimine ve yeteneğine göre bir görev olarak özetleyebileceğimiz Leninist örgütçü tutum ve perspektiftir. Üye potansiyelimizle, somut bir parti işiyle görevli üyelerimizin sayısı karşılaştırıldığında, durumun abesliği apaçık ortadadır. Partimizin üyelerinin yapabileceği bir görevi üstlenmekten sakınmayacağını, sınıf mücadelesine, parti çalışmasına bir biçimde faydalı olma isteği duymayacağını düşünmek için hiçbir neden yoktur.

Buradan yola çıkarak, tüm parti üyelerine, özellikle gençlerimize güvenerek, üstlendikleri, katıldıkları parti işini (elbette eksiklikler, hatalar olabilir; bu ‘hakkı’ onlara tanıyabiliriz) yapmaya çalışacaklarını, yapacaklarını ve günlük çalışma içinde giderek öğreneceklerini ve biriktireceklerini bilerek görevlendirmeliyiz. İşlerini daha iyi, daha verimli yapabilmeleri ve kendi gelişimleri için yardımcı olma, destekleme, yol gösterme görevi ve sorumluluğu da; yönetici organlarımıza ve üyelerine düşmektedir.

Başta temel çalışma alanları olarak belirlediğimiz fabrika ve işyerleri olmak üzere, parti çalışmamızın tüm yönlerinde gerekli ve giderek gelişen, enerjik bir çalışmayı ancak bu tutumla ve perspektifle yürütebiliriz.

FABRİKA ÇALIŞMASI VE SENDİKALAR

TEKEL direnişinin, açıkça gösterdiklerinden birisi de, işçilerin birlik halinde ve kararlı tutumunun sendikaları, genel merkezleri ve konfederasyonları mücadeleci bir hata yönelmeye zorlayabilir ve mücadele kararları aldırtabilir olduğudur. TEKEL mücadelesi, işçi sınıfının mücadele ve direniş içindeki bir kesiminin, birlik ve kararlılık içindeki mücadelesinin; sınıfın diğer kesimlerini de bu mücadele etrafında harekete geçirebileceği ve sınıfın tümünün hareketi ve mücadelesine genişleyip ilerleyebileceğini de göstermiştir. Yine Çemen Tekstil grevi, televizyona da yansıdığı gibi işçilerin birlik içinde ve kararlı tutumuyla, sendikayı ve sendikacıları da önlerine katarak sürmektedir. Buradan gelmek istediğimiz yer, işçilerin birliği ve kararlılığını sağlamak ve geliştirmek için fabrika ve işyerlerinde, işyerinin sendikalı olup olmamasından, sendika ve sendikacıların mücadeleci ya da bürokratça bir tutum içinde olup olmamasından bağımsız olarak, yürütülen parti çalışmasının önemi meselesidir.

Sendikaların örgütlülüğünün gelişmesinin, örgütsüz işyerleri ve işçilerin sendikal örgütlenmesinin, sendikaların mücadeleci bir hatta ilerletilmesinin, varolan yerel platformların genişlemesi ve güçlenmesinin, yeni yerel platformların kurulması ve işletilmesinin; işçi sınıfı ve emekçiler hareketi açısından önemi açık ve tartışılmazdır. Ancak, bu önem ve tartışılmazlık durumu, parti örgütlerimizin kendilerini, sendika ve platformlara, iyi ve doğru öneriler yapan, buna uygun kararlar çıkmasını bekleyen bir tutumla sınırlamaları anlamına gelmez. Sınıf partisi ve örgütleri olarak, fabrika ve işyerlerinde kendi bağımsız çalışmamızı her koşulda sürdürmek, en geniş işçi kitlesine seslenen bir çalışmayla işçileri ekonomik, siyasal hak ve talepleri için mücadeleye tüm araçlarımızdan yararlanarak hazırlamak durumundayız.

Fabrikaların, işçilerin sorunlar, talepler üzerine günlük gazete ve çeşitli araçlarla, eylem ve mücadeleler için belli ölçüde de olsa uyarılmış, hazırlanmış olması; sendika ve sendikacıların hem gerekli kararları almasının hem alınan kararların uygulanabilmesinin zeminini güçlendirecektir.

Sendikaların, sendikal platformların mücadeleyi ilerletici kararlar almasını, bunları kararlılıkla uygulayacak bir tutum içinde olmalarını; her zaman teşvik edeceğiz, destekleyeceğiz. Ama beklemeden, parti çalışmasını gelişen ve genişleyen tarzda yürüterek… Ancak böyle bir çalışmayla, işçi inisiyatifinin gelişmesi, hem kararlar, hem de kararların güçlüce uygulanması güvenceye alınabilir. Fabrikalarda yürüteceğimiz bu çalışmayla işçilerin hazırlanması ve uygun biçimlerde (dayanışma komitesi, grev komitesi vb.) örgütlenmesi, sendikaların ve sendikacıların titreklik göstermelerinin ve yalpalamalarının da önüne geçme olanaklarını güçlendirecektir.

Yakın dönemden, konfederasyonların kendi aldıkları kararları uygulamak üzere işçileri hazırlama ve örgütleme bir yana, kararları şubelere, işyerlerine bildirmeme tutumları, birçok şubenin de bu geri tutuma dayanarak kendine bağlı işyerlerinde bir adım atmadığı hatırlanacaktır. Bu sendika ve sendikacıların böylesine rahatlığı, fabrikalarda işçilerin sendikalı ama sendikal anlamda bile örgütsüz oluşuna, örgütsüz bırakılmasına dayanmakta ve bu durumdan güç almakta olduğu bilinen bir şeydir. Sendikaların değişimi ve bir anlamda yeniden inşa edilebilmesinin, mücadeleci sendikacılığı güçlendirmenin en temel dayanağı da, fabrikalarda yürüteceğimiz parti çalışması olacaktır. Bu aynı zamanda işçileri kendi sınıf partilerinde örgütlenmeye doğru da ilerletecektir.

PARTİ ÇALIŞMASI VE GÜNLÜK GAZETE

Parti çalışmasının temel yönlerinden biri de; işçi ve emekçi kitleleri aydınlatmak, kendi hakları için mücadelesinde ilerletmek ve bir sınıf olarak örgütlemek üzere yürüttüğümüz ajitasyon ve propaganda (ekonomik, siyasal ve teorik çok yönlü) faaliyetleridir. Bu faaliyetimizi oldukça çeşitli  (bildiriler, broşürler, günlük gazete, televizyon, toplantılar, paneller, konferanslar, kültürel etkinlikler vb.) araçlarla sürdürüyoruz. Mutlaka bu araçların her biri belirli bir işlev görüyor ve çalışmamızı zenginleştiriyor, geliştiriyor. Ancak tüm bu araçlardan yeterli yaygınlıkta, yerinde ve zamanında ve etkin bir biçimde yararlanabildiğimiz tartışılır durumdadır.

Ancak tüm bu araçlar içinde özel bir yere sahip olan ve diğer araçların da etkisini güçlendiren aracın günlük gazete olduğu hepimizce bilinen bir şeydir. Dünden bugüne, günlük parti çalışmasında gazetenin yeri, işlevi, önemi üzerine yazılıp çizilenler, konuşulup tartışılanlar, herhalde, epeyce yüklü bir külliyat oluşturur.

Günlük gazetenin işlevine uygun bir ele alınışını sağlamak üzere yapılan örgütsel girişimler, daha çok haber yazımı, röportajlar, çeşitli ekler yapma ve bunlar üzerinden dağıtımın yaygınlaştırılması için yapılan denemeler de az değildir. Tabii ki bunların hepsi (haber, röportaj, kent ekleri, kent sayfaları vb.) gazetenin işlevselliği ve yaygın dağıtımında katkısı olan çabalar ve denemelerdi. Ancak hiçbirinin tek başına, gazetenin günlük, istikrarlı ve genişleyerek dağıtımı (aslında doğrudan çalışmanın kendisi ve gelişimi demek daha doğru olacaktır) ve çalışmamızda elimizdeki temel bir araçtan yararlanma sorunlarımızı  çözemeyeceği görülmüştür.

İşin özü, doğrudan işçi sınıfı ve emekçiler arasında yürüttüğümüz teşhir, ajitasyon, propaganda ve örgütleme çalışmasının kendisidir. Bu çalışmada, yaygın deyimle “sadece kolektif bir ajitatör ve propagandist değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyici de” olan gazetenin, çalışmamıza açtığı olanaklardan yaralanıp yararlanamama sorunudur. Çalışmanın dışında ve çalışmadan bağımsız bir sorun değil, çalışmanın içerik ve kapasitesini güçlendiren ve geliştiren bir araç olarak gazeteyi kullanıp kullanamama sorunudur. İşçi sınıfı ve emekçileri aydınlatıp örgütleme, mücadelelere hazırlama iddiasında bir parti çalışması; bu güçlü araca ihtiyaç duyar. Günlük gazeteyi kullanamayan, ondan yararlanamayan bir çalışma; eksik, aksak, dar ve sınırlı bir çalışma olacaktır.

Çalışma yürüttüğümüz alanlardan haber ve röportajlarla gazeteye katılmayı, alanımızdaki işçi ve emekçilerin sorunlarına, yaşamlarına ve mücadelelerine ilgi ve duyarlılık göstermenin, sorunları ve mücadeleyi kendinin saymanın gereği, onlarla kurulan bağlar, ilişkiler olarak ele alıp; çalışmanın, günlük bir işi ve görevi haline getirebiliriz. Ancak, gazetenin yaygın dağıtımını sadece çalışma yürüttüğümüz alan veya fabrikadan haber çıktığı günlerde yapan bir tutum; gazetenin işlevini kavramayan, sınırlayıcı bir tutum olacaktır.

Oysa işçi sınıfı içindeki çalışmanın bir yönü olarak ajitasyon ve propaganda faaliyetinin; işçileri sadece kendi fabrikasındaki, bölgesindeki sorunlar, talepler ve mücadeleleri üzerinden yürütülmemesi gerektiği hepimizce bilinen bir doğrudur. Diğer fabrikalardaki, diğer kentler ve tüm ülkedeki işçi ve emekçilerin sorunları, talepleri, sermaye ve hükümetin saldırıları, toplumun ekonomik, siyasal sorunları (örneğin; anayasa tartışmaları vb.) bölgemizde ve dünyada olup bitenler, işçilerin yaşamına ve tartışmalarına dahil edilemeden yürütülecek bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti; işçilerin bir sınıf olarak birleşmelerini, örgütlenmelerini ve mücadeleye girişmelerini sağlayacak, buna yardımcı olacak bir çalışma olamaz.

TEKEL işçilerinin mücadelesi süresince, gazetemiz hem TEKEL işçilerinin hem de tüm ülkedeki dayanışma ve mücadelelerin sesi ve sözcüsü olmuştur. Ama aynı dönemde, gazetemizin dağıtımının doğal olarak artması gerekirken aynı düzeyde kalması (bir iki hafta hariç), hatta bazı haftalarda gerilemesi; gazetenin çalışmamızda tuttuğu yer açısından çarpıcı bir veri olsa gerek. Ülkemiz işçi hareketinde önemli gelişmelerin yaşandığı, hareketin gelişme ve birleşme yönünde ilerlediği bir dönemde bu durum kabul edilebilir mi? Bu durum, TEKEL mücadelesi süreci bir yana, hiçbir dönemde kabul edilemez.

Gazetenin, öncelikli çalışma alanlarımız olan fabrika ve işyerlerinin işçileri arasında yaygın dağıtımı; buralarda sürdürdüğümüz çalışmadan ayrı, özel bir sorun değildir. Buralarda yürütülen çalışmanın temelidir. Çalışmanın genişlemesinin, işçi kitleleriyle ilişki ve bağların gelişip güçlenmesinin en temel aracıdır.

İşçi hareketi, Tekel işçilerinin direnişi 1 Mayıs ve 26 Mayıs

İşçi sınıfı ve emekçiler 2010 1 Mayıs’ını önceki yıllara göre farklılaşan koşullarda karşılıyor. Her şeyden önce, 2008 yılında patlak veren ekonomik krizin yüklerini sermaye kapitalist devletler eliyle yaptığı müdahalelerle önemli ölçüde işi sınıfı ve emekçilere fatura etmiş durumda. Gelinen yerde sermaye cephesinin emekçilere saldırılarının ana eksenini, kriz bahanesiyle devreye soktuğu esnek çalışma, ücret dondurma, ücretleri düşürme, sosyal haklarda kısıtlama vb. gibi uygulamaları kalıcı hale getirme girişimleri oluşturuyor.

Sendikaların ekonomik krizin başında gündeme getirdikleri “kriz kapitalist sistemin yol açtığı bir kriz, dolayısıyla yüklerini de kapitalistler üstlensin” yaklaşımına uygun bütünlüklü bir mücadele hattı, sendika bürokrasisinin her zamanki uğursuz rolünü oynayarak sermaye ile uzlaşıp işbirliğine gitmesi sonucu, ne yazık ki oluşturulamadı. Oysa, bütün bu dönemde boyunca tanık olunan kamu emekçilerinin 25 Kasım’da gerçekleştirdikleri bir günlük iş bırakma eylemi, TEKEL işçileriyle dayanışmak için 4 Konfederasyon’un 4 Şubat’taki bir günlük genel grevi ve 26 Mayıs’taki 1 günlük genel eylem kararı, sağlık emekçilerinin, büro emekçilerinin ülke çapındaki eylemleri, ülkenin çeşitli kentlerinde değişik işkollarında gerçekleşen direnişler sınıf hareketinin sermayenin kriz merkezli saldırıları karşısında bir genel grev, genel direniş hattına yöneldiğinin/girdiğinin somut kanıtlarını oluşturuyordu. TEKEL işçilerinin 78 gün süren direnişi, Antep’te Çemen Tekstil işçilerinin kazanımla biten sendikal örgütlenme mücadelesi bu eğilimi daha da güçlendirmiştir.

Metal işkolu başta olmak üzere, bu yıl içinde yüz binlerce işçiyi kapsayan toplusözleşmeler bağıtlanacak. Patronlar kriz gerekçesiyle devreye soktukları uygulamaları toplusözleşme hükmü haline getirmeyi dayatıyorlar. Patronlar başarılı olurlarsa, işçi sınıfının kriz bahanesiyle gasp edilen pek çok hakkı bu sefer kalıcı biçimde elinden alınmış olacak. Kelimenin tam anlamıyla, 2010 yılı, bu açılardan düğümlenmiş sorunların emek ya da sermaye lehine çözüldüğü yıl olmaya aday görünüyor.

İşçi ve emekçilerin 1 Mayıs ve ardından 4 Konfederasyon’un (Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen) genel eylem (genel grev) kararı aldıkları 26 Mayıs’ta alacağı tutum bu açılardan belirleyici olacak. Yine, AKP hükümeti tarafından yakın zamanda meclis gündemine getirilecek olan Sendikalar Yasası ve İş Kanunu’nda yapılacak düzenlemelerin işçilerin ve emekçilerin lehine hükümler içermesi için de 1 Mayıs ve 26 Mayıs tarihleri kritik önem taşıyor.

TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ

1 Mayıs’a giderken sınıf hareketinin avantajları önceki yıllarla kıyaslandığında oldukça çoğalmış bulunuyor. Bu avantajların başında TEKEL işçilerinin Ankara’da 4 C statüsünü kabul etmeyerek 78 gün süren direnişinin ortaya çıkardığı birikim geliyor. Bu birikim, 2010 1 Mayıs’ı öncesi işçi hareketi ve sendikal hareketin çalışmalarına mal edildiği oranda, 1 Mayıs’ın tarihsel ve güncel amaçlarına/anlamına uygun biçimde kutlanmasının/örgütlenmesinin en önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır.

TEKEL Direnişi, işçi hareketinin gücünü, mücadele direnci ve potansiyelini göstererek, işçi sınıfının modern burjuva, kapitalist toplumda toplumsal muhalefet hareketinin öncü gücü olduğu gerçeğinin altını  kalın çizgilerle bir kere daha çizdi; bununla da kalmadı, sendikal hareketin zaaf ve zayıflıklarını da tüm açıklığıyla ortaya çıkardı.

TEKEL işçileri, AKP hükümetinin 4 C dayatmasını kabul etmeyeceklerini kitlesel bir protestoyla bildirmek/ ifade etmek üzere Ankara’ya geldiler. Ancak, polisin gaz bombası, biber gazı ve coplu vahşi saldırılarına maruz kaldılar. Muhtemelen önceden belirlenmiş bir mücadele hattı yoktu ve deyim yerindeyse ne yapacaklarını ateş altında belirlemek durumunda kaldılar. Önlerinde iki yol vardı: Dönüp gitmek ya da kalıp mücadele etmek. Dönüp gittiklerinde yerellerde tutunacakları mücadele mevzisi yok denecek bir durumdaydı. Fabrikaları kapatılmış, üretimden gelen güçleri ellerinden alınmıştı. Tam burada işçi sınıfının mücadele ve örgütlenme biçimlerini sınıf mücadelesinin canlı pratiğinin içinden çıkarma/belirleme yeteneği bir kere daha kendini gösterdi ve TEKEL işçileri, meşruiyet ve haklılıklarını tüm Türkiye’ye anlatmak ve halkın desteğini kazanmak üzere Ankara’da kalma tutumunu benimsedi. Hükümetin tehditleri karşısında, kararlıca durdu. En olumsuz koşullarda dahi işçi sınıfının direnme gücünü gösterdi. Bu kararlılık ve davasına olan inanç her geçen gün halkın desteğini yanında buldu. TEKEL işçileri halkla birleştikleri ölçüde, sermaye ve AKP hükümetinin uygulamalarından zarar gören, şikayet eden halk kesimlerinin sözcüsü oldular. TEKEL işçileri direnişleriyle ülkenin gündemine oturdular, hükümetin gündem saptırma girişimlerini, demagojik yalanlarını boşa çıkartarak, ülkenin temel meselelerinin işçi ve emekçiler cephesinden görülmesini sağladılar. Bu durumun en çarpıcı örneğini, Kürt sorunundaki AKP hükümetinin sahte açılım politikalarına karşı, TEKEL işçileri, “gerçek açılım burada” sloganıyla ortaya koydular. TEKEL işçileri bu tutumunu Newroz’da da devam ettirdiler. Newroz alanlarında TEKEL işçilerinin konuşması, Kürt sorununda Türk işçiler arasındaki önyargıların kırılması ve işçi sınıfının Kürt sorununa müdahalesinin doğru temelde gelişmesi bakımından muazzam önemdedir. Şimdi Newroz’da yakalanan bu birlikteliğin önce 1 Mayıs’a, ardından 26 Mayıs’a taşınması gerekiyor.

İnanç gruplarından, gençliğe, kadınlardan, aydınlara, çiftçi örgütlerinden, mühendislere ve çeşitli demokratik kitle örgütlerine, toplumun tüm muhalif sınıf ve kesimleri, TEKEL işçilerinin militan çizgisinden moral buldular, taleplerini elde edebilmek için birleşecekleri temel ittifak gücünü gördüler.

TEKEL direnişi, uzun süredir farklı kulvarlarda yürüyen işçi ve memur sendika ve konfederasyonlarının bir araya gelerek ortak karar almalarını sağladı. Şüphesiz, Emek Platformu sürecinde ya da farklı dönemlerde de zaman zaman bu konfederasyonların bir araya gelerek ortak talepler etrafında kararlar aldıkları olmuştur; ancak, ortak taleplerle değil, ama yalnızca TEKEL işçilerinin yaşadığı bir sorun için bir araya gelinmesi yönüyle yaşanan, işçi hareketi ve sendikal harekette bir ilkti denebilir.

4 ŞUBAT GENEL EYLEM KARARI VE SENDİKA BÜROKRASİSİNİN TUTUMU

2010 1 Mayıs’ının ve 26 Mayıs genel eyleminin (grevin) sınıf hareketinin ihtiyaçlarına uygun günler olarak gerçekleşmesi için, 4 Konfederasyon’un TEKEL işçileriyle dayanışmak amacıyla örgütledikleri! 4 Şubat genel eylemini öncesi ve sonrasıyla iyi irdelemek gereklidir. TEKEL işçilerinin, en olumsuz gibi görünen koşullarda yürüttüğü mücadele, örgütlü-örgütsüz tabandaki işçi ve emekçilerin sempatisini kazanmakla kalmadı, aynı zamanda mücadeleye atılmaları yönünde de kışkırttı. TEKEL işçilerinin kazanımını kendi kazanımları olarak gördüler ve bunun için TEKEL işçilerinin direnişi etrafında birleşmeye yöneldiler, sendikalarının yönetimlerini bu yönde zorladılar. Tabandaki emekçinin bu tutumunun, TEKEL Direnişi’nin geniş halk kesimlerinde yarattığı sempati ve aldığı destekle birleşmesi, sendika ve konfederasyon yönetimlerini bir araya gelerek karar almaya zorladı. 4 Şubat Genel Grevi bunun sonucu gündeme geldi. Ancak, birkaç sendikayı dışta tutarsak (işçi, kamu emekçisi) sendika ve konfederasyonların “zevahiri kurtarma”nın dışında ciddi bir çabalarının olmadığı görüldü. Bu, elbette ki, sendika ve konfederasyon yönetimleri açısından utanç verici bir durumdur. Gelgelelim, sendika bürokrasisinin bu yaklaşımı, sınıf bilinçli işçinin, mücadeleci sendikacının bu olaydaki sorumluluğunu hafifletmemelidir. Sendika bürokrasisi geleneksel rolünü oynamıştır. Biliniyor: Sıkışınca karar al, ama eylemin altını/ içini boşalt ve fakat inisiyatifi de elden bırakma! Bu olayda da olan biten tümüyle budur. Ancak, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden biliyoruz ki, bütün büyük işçi eylemlerinde tek tek fabrikaların ve işyerlerinin önemi tayin edicidir. Bir başka deyişle, fabrikalara dayandığı ölçüde, işçi eylemleri büyür, genelleşir ve sermayeyi geriletecek boyut kazanır.

İşçi hareketi ve sendikal hareketin güncel seyri üzerinden yaklaşırsak, sorun, fabrika ve işyerlerinde otoritenin, değişik adlar altında örgütlenmiş fabrika işçi örgütünün elinde mi yoksa sırça köşklerde oturan sendika üst bürokrasisinin elinde mi olacağında düğümlenmiştir. Sendika üyesi olmak işçiyi ancak biçimsel olarak örgütlü kılar, işçi sendikal mücadeleye günlük olarak fabrika ve işyeri temelinde katıldığı oranda gerçek anlamda örgütlü hale gelir. Bürokrasinin etkinliğinini kırılması, yukarıdan beklenticiliğe düşmemenin ve sendikal demokrasinin işlerlik kazanmasının yolu da buradan geçmektedir. Aksi halde işçi hareketi ve sendikal hareket “sendika bürokrasisinin vesayeti”nden kurtulamaz.

Bu noktada Antep’te kurulu Çemen Tekstil işçilerinin sendikalaşmak için verdiği mücadelede izlediği örgütlenme ve mücadele çizgisi son derece öğreticidir. Kenetlenen iki yüz işçi inisiyatifi başından sonuna kadar ellerinde tutarak, sendika yönetiminin kendi mevzisinde hareket etmesini sağlamıştır.

1 Mayıs 2010 ve 26 Mayıs genel eyleminin işçi ve emekçiler bakımından başarılı geçmesinin yolu da TEKEL işçileri ve Çemen Tekstil işçilerinin izlediği bu yoldan geçmektedir.

1 MAYIS, 26 MAYIS GENEL GREVİNİN PROVASIDIR

İşçi ve emekçilerin sermayenin saldırılarını güçlerini birleştirerek genel grev/genel direniş mevzisinde hareket ederek püskürtebileceği herkes tarafından kabul edilen bir durumdur. Bu açıdan, 4 Konfederasyon’un 22 Şubat tarihinde aldığı, 12 maddede topladığı acil taleplerin karşılanmaması halinde 26 Mayıs’ta genel eyleme çıkılması kararı son derece önemlidir. Çünkü, işçi ve emekçilerin, giderek tüm emekçi halkın sermayeye karşı mücadelesi bir genel grev/genel direniş hattına girerek ilerleyecek mi, yoksa bölünüp parçalanacak mı sorusunun yanıtı 26 Mayıs’ta açıklık kazanacaktır. Ancak, bu sorunun daha yakın zamandaki yanıtı 1 Mayıs’ta verilecektir. Çünkü, 1 Mayıs geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi alan tartışmalarına kurban edilirse, 26 Mayıs önemli oranda zaten boşa düşmüş olacaktır. O nedenledir ki, alan fetişizmi yaparak farklı kutlamalara yönelenler, tarih önünde şimdiden suçlu olacaklardır. Bu noktada sınıf bilinçli işçilerin, mücadeleci sendikacıların tutumu belirleyici önemdedir. İstanbul başta olmak üzere, 1 Mayıs kutlamalarının sorumluluğunu genel merkezden şubelere yerel sendikal platformların üstlenmeleri, önceki yıllarda yaşanan konfederasyonlar arası tartışma ve olası bölünmelerin önlenmesi bakımından yararlı olacaktır.

Şüphesiz 1 Mayıs’ın ortak kutlanması kadar ülke düzeyinde yaygın kutlanması da son derece önemlidir. TEKEL işçilerinin direnişiyle bu durum tartışma götürmez biçimde görülmüştür. TEKEL Direnişi’nin gücü, asıl olarak ülke düzeyinde yaygınlaşarak, yalnızca işyerlerine değil, evlere ve en ücra köşelere kadar ulaşmış olmasından gelmektedir.

Şimdi 1 Mayıs çalışmalarını ve dolaysızca 26 Mayıs genel eylem günü  çalışmalarını bütün ülkeye yaymak, işçi sınıfının ve kamu emekçilerinin acil talepleri etrafında işyeri işyeri mücadeleyi örgütlemek zamanıdır. 1 Mayıs böyle örgütlendiğinde TEKEL işçilerinin direnişi etrafında sağlanan toplumsal muhalefeti oluşturan sınıf, kesim ve tabakaların da kendi talepleriyle 1 Mayıs’ta işçi sınıfıyla buluşmasının ve 26 Mayıs’a birlikte yürünmesinin koşulları oluşacaktır.

Katılımcı sayısına takılmadan (asla önemini küçümsemiyoruz), 1 Mayıs’ı, kutlanabilir her yerde ve her biçim altında kutlamak, sınıf hareketinin birliğini sağlamanın ve 26 Mayıs’a birleşik bir hareket olarak ilerlemenin biricik yoludur. Nereden gelirse gelsin, sınıf dışı eğilim ve anlayışların 1 Mayıs’ı “uhrevi törenler”e çevirme girişimlerine prim verilmemelidir. TEKEL işçilerinin 78 gün süren direnişi ve Çemen Tekstil işçilerinin kazanımla biten sendikalaşma mücadelesi sınıfın kararlıca birleştiğinde en olmaz denilen koşullarda bile neleri başarabileceğini göstermiştir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑