İsrail-Türkiye ilişkileri nereye?

2009 yılının Şubat’ında, Davos Zirvesi sırasında, Başbakan Erdoğan’la İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez arasında, “One Minute” gerilim ile başlayan çatışma; “alçak koltuk krizi” ve nihayet; “Gazze’ye yardım” gemilerine karşı İsrail’in yaptığı saldırı ve 9 kişinin yaşamını yitirmesiyle zirvesine çıkmış görünüyor.

Saldırıdan sonra, İsrail ve Türkiye tarafından, egemen iki devletin, birbirine karşı diplomasi adabı bakımından pek alışık olunmayan bir üslup eşliğinde sürdürdükleri polemik, giderek tavsasa da, sorunların çözümüne ilişkin ciddi girişimlerden iki taraf da çekinmeye devam ediyor. Bazen “yumuşama” eğilimi gösteren açıklamalar yapılsa da; hem Türkiye, hem de İsrail tarafı, kendi dediklerinde ısrar eden öneriler öne sürüp, ısrar edeceklerini ifade eden açıklamalar yapmaktan geri durmuyorlar.

En son gelinen yerde;

Türkiye İsrail’e; “1-) İsrail Türkiye’den resmen özür dilemeli, 2-) Olayı uluslararası bir komisyon soruşturmalı, 3-) Ölenlerin ailelerine tazminat ödenmeli” şartlarını öne sürmekte devam ediyor ve bunlarda ısrar edeceğini söylüyor. “Eğer bu şartlar yerine getirilmezse; Türkiye tarafından yapılacak olanı İsrail bilmektedir” diyor, Dışişleri Bakın Davutoğlu.

İsrail ise; “1-) Özür dilemenin söz konusu olmayacağını, eğer özür dilinecekse, Türkiye’nin dilemesi gerektiğini, 2-) İsrail’in soruşturma komisyonu kurduğunu ve adil bir soruşturma yürütüldüğünü, 3-) Ölenlerin Hamas’la ilişkili kişiler olduğunu ve bu yüzden tazminatın söz konusu olmayacağını” söylemektedir.

Bu sert ve birbirinin karşıtı da olan açıklamalara karşın, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Ticaret ve Sanayi Bakanı Binyamin Ben Eliezer, 30 Haziran 2010’da, Brüksel’de gizilice görüştüler. Görüşme’nin açığa çıkmasından sonra, bu görüşmenin, “Obama’nın ricasıyla”, Erdoğan ve Netanyahu’nun bilgileri dâhilinde yapıldığı açıklandı.

Bu görüşme, zaten her vesileyle “karışma” alametleri gösteren İsrail kabinesinde yeni bir karışıklığa yol açtı. Çünkü İsrail Başbakanı Netanyahu, bu görüşmeyi, İsrail Dışişleri Bakanı Avigor Lieberman’dan gizlemişti. Ve Lieberman’ın görüşmeyi televizyondan öğrendiği belirtiliyor.

Görüşme için, Başbakan Netanyahu’nun, Türkiye ile ilişkileri iyileştirmekten yana olarak bilinen Ticaret Bakanı Eliezer’i görevlendirmesi, aşırı sağcı Lieberman’ı dışlaması, İsrail Başbakanı’nın Türkiye ile ilişkileri yumuşatmak istemesi olarak değerlendirildi. Yine bu süre içinde, Gazze’ye yönelik ambargonun gevşetilmesi de, İsrail’in uzlaşma isteğinin işareti olarak yorumlandı.

“Yardım gemilerine saldırı” sonrasında, Türkiye diplomasisi ve basını, her ne kadar İsrail’in dünyadan tecrit edildiği, onun terörist yüzünün açığa çıktığı gibi bilinen hamasi bir kampanya yürüttüyse de, gelinen aşamada bir “kısa gün kârı”ndan söz edilecekse, İsrail, yaptığı hamle ile; 1-) Türkiye’nin İran’la yapılan nükleer takas anlaşması girişimini akamete uğratmak, 2) Suriye-İsrail görüşmelerinde Türkiye’yi arabuluculuktan düşürmek, 3-) Dünya kamuoyu ve Batı diplomasisi önünde Türkiye’yi yönetenlerin, Hamas, El Kaide, Taliban, Ahmedi Necat safından yer almaya yöneldiğini göstermekte bir adım daha atmak gibi önemli üç somut kazanç sağlamış görünmektedir.

Türkiye ise, Arap halkları içinde popülaritesini artırarak, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin “yeni Osmanlıcı” dış politikaları açısından bir kazanç sağlamış görünmektedir. Ancak Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği bu sert politikanın, gerekçeleri farklı olsa da, Arap ve İslam dünyasının liderleri tarafından pek hoş karşılanmadığı da ortaya çıkmıştır. Nitekim İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısından dişe okunur bir İsrail kınaması çıkmadığı gibi, son yıllarda Türkiye’ye en yakın Arap lider olarak bilinen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat bile, “Eğer Türkiye Filistin davasına yararlı olacaksa, İsrail’le diyalogu koparmamalıdır” diyerek, İsrail’e karşı “One Minute”çü diplomasi tarzından yana olmadığını açıkça ifade etmiştir.

Gerek Türkiye, gerekse İsrail hükümetlerinin “Şarkvari”, daha çok da iki tarafın en şoven, en milliyetçi duygularını okşamayı ön plana alan “oportünist-pragmatist” diplomasi tarzına bakarsak, İsrail’le Türkiye bir savaşa girdi, girecek görünmektedir! Ancak, biraz daha yakından bakıldığında, yukarıdaki patırtılı diplomasiye karşın, ekonomik, askeri ilişkilerde, her şey, sanki “hiçbir sorun yokmuş”a yakın bir çizgide yürür görünmektedir. Nitekim, İsrail Ordusu’nun dergisinde, tam da böyle bir dönemde, Türkiye ile askeri ilişkilerin boyutundan duyulan memnuniyet öne çıkarılırken, Genelkurmay Başkanı Başbuğ hakkında sitayişkâr değerlendirmelerin bulundurulması, diplomaside olanlardan İsrail Ordusu’nun hoşnutsuzluğuna vurgu yapıldığı kadar, iki ülke askerileri arasındaki ilişkilerin önemine de işaret edilmektedir. Onca tehdit ve şantaj içeren açıklamalardan sonra, ilişkilerdeki sorunun, İsrail’in Konya’daki hava tatbikatına katılımının önlenmesi için tatbikatın iptal edilmesi ve Türkiye’nin de Doğu Akdeniz’deki “Güvenilir Denizkızı” tatbikatına katılmamasıyla sınırlı kalmış olması da üstteki tartışmanın gerçek ilişkileri çok etkilemediğiri göstermektedir.

TÜRKİYE’NİN İSRAİL DÜŞMANLIĞI SÜREBİLİR Mİ?

Tayyip Erdoğan ve AKP’sinin, İsrail düşmanlığına, bu düşmanlığın anti semitizme dönüşmesine en yakın çizgide duran bir siyasi gelenekten geldiği, herkesin bildiği bir gerçektir. Bu kadronun bütün gençliği; merkezinde “Kahrolsun Yahudiler” olan bir siyasi-dini kültür ortamı içinde geçmiştir.

Burada, şunu güvenle söyleyebiliriz ki, Erdoğan ve partisinin ana çekirdeğini oluşturan “milli görüşçülüğü” karşıtlarından ayıran en önemli özellik, “Yahudi düşmanlığı” ve bu düşmanlığın dünyadaki bütün kötülüklerin anasının Yahudiler olduğuna inanan bir siyasi gelenekten gelmekte olmalarıdır.

Bu kadro, MHP’den farklı olarak, Yahudi düşmanlığını bir “Kur’an emri” olarak da aldığı için, daha bağnaz bir Yahudi karşıtlığı çizgisinde bulunmaktadır.

Bu nedenle de, AKP Hükümeti tarafından İsrail’le ilişkilerde yürütülen diplomasi, her tür provokasyona açıktır. Hamas’la girişilen ilişkilerin Batı Şeria’daki Filistin hükümetiyle ilişkileri zedeler boyutlara varması, Türkiye-İsrail ilişkileri ve bölgedeki diplomasinin Hamas’ın ve öteki Şeriatçı odakların müdahalelerine açık hale gelmesinin, Gazze’ye yardım etmenin, “yardım gemileri”nin üstünden, “İsrail karşıtı bir uluslararası sefer”e dönüştürülmesine hükümetin müdahale edememesi gibi gelişmelerin arkasında, böyle bir ideolojik zemin vardır. Ancak İsrail-Türkiye ilişkileri, 60 yıllık geçmişi, ABD ve NATO ile ilişkilerin İsrail’le ilişkilerin bir yüzünü oluşturuyor olması, dahası İsrail’in Türkiye’nin askeri ihtiyaçları bakımdan ABD’den sonra ikinci sıradaki “tedarikçi ülke” olması (2009 yılında, Türkiye ve İsrail arasındaki askeri alışverişin miktarı 1.8 milyar doları bulmuştur) olması, Türkiye-İsrail iliklerinin ardındaki gerçek nedenlerdir. Askeri haberleşmeden tank ve savaş uçaklarının modernizasyonuna, ileri tartım teknolojisine kadar, Türkiye’nin birçok ihtiyacını İsrail üstünden karşılıyor olması gibi nedenlerle, Türkiye-İsrail ilişkileri, “kahve politikacıları”nın, “Ne olacak canım iki buçuk milyon Yahudi” hafifsemesinden çok başka bir şeydir. Bu yüzden, konuyu yakından bilenler, Türkiye’nin, İsrail’le “Savunma işbirliği anlaşmaları”nı ortadan kaldıramayacağını, en fazla askıya alıp “gösteri mahiyetinde” tavırlar sergileyebileceğini belirtmektedir.

Daha genel olarak söylersek; İsrail’le ilişkiler, ABD ile, NATO ile ilişki demektir. Çünkü kuruluşundan beri, ABD, İsrail’le ilişkilerini, “hayati ortaklık”, “yaşamsal ortaklık” olarak tarif etmektedir. Türkiye’yi yönetenler, “ABD bize model ortak dedi” diye, ABD’nin kendilerine verdiği önem için zil takıp oynaması bile, ABD-İsrail ilişkilerinin “yaşamsal ortaklık” olarak tarif edilmesinin önemini işaret etmektedir. Bizimki modelse, İsrailinki “yaşamsal”dır. Onun içindir ki, Türkiye’nin İsrail’e karşı bayrak açması, ABD’ye, NATO’ya bayrak açması demektir.

Kısacası, Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri, “tek başına” bir şey değil, ABD, NATO ve AB ile, dolayısıyla da, bölgede izlenen politikalarla doğrudan ilgilidir. Ve bütün bu alanlarda ciddi bir dönüşümü göze almayan Türkiye hükümetlerinin, İsrail’le ilişkilerde köklü bir değişime yönelmesi; “İsrail şu isteklerimizi yerine getirmezse gerekeni yaparız” demesi inandırıcı olamaz. Tabii “yaparız” denilenler, “dağın doğurduğu fare” cinsinden bir şey değilse!

Daha Kürt sorunun çözülmemişliği ve Türkiye’nin bu sorunun çözümünü ABD-Irak-Türkiye “üçlü mekanizması”nın bölgedeki inisiyatifine bağladığı düşünüldüğünde, bu inisiyatif içinde, İsrail’in uzmanlarıyla, elektronik gözleme ve istihbaratıyla “gizli ortak” olduğu da dikkate alındığında, sadece Kürt sorunundan dolayı bile, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin esasını tehlikeye atmasının olanaksıza yakın bir zorluk içerdiği de görülecektir. Dolayısıyla, kendi Kürtleriyle sorunlarını konuşarak çözme çizgisine geçemeden, sadece Kürt sorunu bile, Türkiye’yi İsrail’e mahkûm eden bir sorun olarak, İsrail’in elini olağanüstü güçlendirmektedir.

Peki, AKP Hükümeti, İsrail’e karşı, İsrail’le ilişkileri kesecek düzeyde önlemler alabilir mi?

Burada, şunu güvenle söyleyebiliriz ki, Erdoğan ve partisinin ana çekirdeğini oluşturan “milli görüşçülüğü” karşıtlarından ayıran en önemli özellik, yukarıda da ifade edildiği gibi, “Yahudi düşmanlığı”dır ve bunlara göre, dünyadaki bütün kötülüklerin arkasında Yahudiler vardır. Bu genetik, onlara İsrail’e karşı atıp tutma kolaylığı sağlamaktadır.

Son birkaç yıla bakıldığında, AKP Hükümeti’nin, İsrail’e karşı, gerek Türkiye’nin halkının, gerekse “İslam dünyası” halklarının “yüreğini soğutan” çıkışlar yaptığı, daha doğrusu, bir yanı “halkla ilişkiler” amacı güden bir şovla karışık diplomasi yürüttüğü bilinmektedir. Gazze katliamı karşısında İsrail’i “soykırımı yapmak”la suçlaması, “One Minute” çıkışı, “yardım gemilerine saldırı sonrasında tutturduğu İsrail karşıtı söylem” gibi çıkışlarla, Erdoğan ve Hükümeti, “İşte İsrail’i sindirip hizaya getirecek, bu hükümettir!” havası yaratamaya çalışmaktadır.

Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, diplomasi alanındaki onca kabadayılığa karşın, gerçek ilişkilerde çok bir değişiklik olmadığı gibi, Türkiye’nin bu tavrının, ABD’nin de hoşgörüsü, hatta alttan alta desteği ile oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü İsrail’in Filistin politikasından ve bu politikanın da kışkırtmasıyla biçimlenen İsrail’in İslam ülkeleriyle ilişkilerinden, ABD de (İsrail’i destekleyen öteki Batı ülkeleri de) hoşnutsuzdur. Çünkü İsrail’in bazen iç politika kaygılarıyla, bazen kendi paranoyalarını gerçekmiş gibi öne çıkararak, komşu ülkelere ve Filistinlilere yönelik giriştiği saldırgan tutum, ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinde de sorunlara yol açmaktadır. Yahudi lobisinin ABD’de iç politikadaki etkinliği ile de desteklenen bu İsrail tutumuna karşı, son bir ki yıl içinde, ABD yönetimi, Türkiye’nin İsrail’e karşı, onun anladığı dilden konuşuyor görünmesinde, kendilerine bir dayanak bulmuş görünmektedir. Bu yüzden de, “One Minute” ya da AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın sair İsrail’e karşı kavgacı söylemi, Batı’da (ABD ve AB’de), eskiden olduğu gibi “anti semitizm” olarak algılanmamış, hatta İsrail’e “Sen de haddini bil!” tavrı konmuştur. Dolayısıyla, Erdoğan-Davutoğlu’nun İsrail karşıtı girişimleri, kendi inisiyatifleri olarak değil, bir yönüyle ABD stratejisinin gereği olarak gelişen ve ABD’nin İsrail karşısında elini rahatlamaya da dayanak olan çıkışlar olmuştur. Çünkü Türkiye’nin bölgenin “lider ülkesi” olarak öne çıkarılması, ABD stratejisinin bir ihtiyacıdır ve bölgede “lider” olacak bir ülkenin de, İsrail’in hot zotlarına, başıboş girişimlerine karşı bir tavır alması zorunluluğu da ortadadır. Bu yüzden de, Türkiye’nin İsrail karşısında diklenmesini, en azından bir yanıyla “bölgesel liderliğini” İsrail’e kabul ettirme tutumu olarak ve ABD’nin zımni de olsa desteği ile yaptığını düşünmek doğru olur. Çünkü bugünkü koşullarda, İsrail’e sözünü geçirmeyen bir “bölgesel lideri” kimse ciddiye almaz.

Bütün bu, bir yanıyla “eksen kayması” tartışmalarına kadar götürülen, yakın dönem gelişmelerinin ötesinde, soruna daha geniş bir perspektiften bakıldığında, şu açık bir gerçektir: Türkiye, kendi tarihinin 200 yıllık hedefi olan, “Batı dünyası ile bütünleşme” ve bunu somut biçimi olarak NATO içindeki rolüne devam etme, ABD ile ilişkileri geliştirme, AB’ye girme için gayretlerini sürdürme, Türkiye’yi Batı’nın petrol-doğalgaz geçiş yollarının platformu yapma,… çabalarıyla düşünüldüğünde; Türkiye, İsrail’le ilişkilerini, uzun süre, böyle krizle tariflenecek biçimde tutamaz. Erdoğan, Davutoğlu ya da hükümetin tümü, kendilerine atfedilen “eksen kayması”nı samimi olarak isteseler bile; Türkiye’yi Batı yörüngesinden çıkaramayacakları gibi, İsrail’le ilişkilerinde de, bu ana stratejinin dışına çıkaramazlar.

Bütün bunların da ötesinde, orta vadede; ABD’nin kendilerine taktığı “bölgesel liderlik” madalyasını büyük bir hevesle benimseyen Türkiye’nin egemenleri (hükümet, devlet, büyük sermaye odakları, milliyetçilik ve din üstünden siyaset yapan güç odakları, sermaye partileri…) için en önemli rakip, İsrail değil, İran’dır. Çünkü İslam ülkeleri üstünde “liderlik” iddiası yapacak kültürel, tarihi, siyasi ve ekonomik güce sahip iki devlet, bunlardır. Burada, İsrail’in, İran’ı değil, Türkiye’yi desteklemesi ise, kimin bölgesel lider olacağında belirleyici olacaktır. İran’da rejim değişse bile, bu gerçek değişmeyecektir; sadece, çatışmanın süresi uzar, kısalır, … gelişmeler daha doğrudan ya da dolaylı olabilir. Bu yüzden de, Türkiye, ABD’nin desteğini sorunsuz bir biçimde alması kadar, bölgesel liderlik sorununda da İsrail’in desteğine ihtiyaç duyacaktır.

Bu yarına ilişkin saptamalar ötesinde, bugün de, silah ve askeri elektronik-haberleşme teknolojisi bakımından da, Türkiye, bugün İsrail’e büyük ölçüde bağımlıdır. Ve bu bile, Türkiye’nin, en azından uzunca bir süre, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerin askıya alamayacağını göstermektedir.  Bu yüzdendir ki, Türkiye uzun süre İsrail’le kavgalı olmayı göze alamayacaktır.

İlk fırsatta da, İsrail-Türkiye ilişkilerini yenilemek için yeni adımlar atılacaktır. ABD, AB, burada yeterince etkili müdahaleler yapacaklardır.

İSRAİL TÜRKİYE’DEN VAZGEÇEBİLİR Mİ?

İsrail, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bir ülke. Ülkenin kuruluşunun arkasında, Yahudilerin, sadece Yahudi oldukları için, başka milletlerden daha özel bir Nazi zulmüne maruz kalmaları vardır. İşte bu zulmün bir diyeti gibi, Yahudilere, bir vatan olarak, İsrail kurulmuştur.

Yahudilerin savaş döneminde gördükleri baskı ve şiddet, İsrail’in, bütün uygar dünyanın gözünde, Batı uygarlığının ve halklarının gözünde insanlık sembolü olarak görülmesini getirmiştir.

Öte yandan, ABD’deki Yahudi lobisi ve Yahudi zenginlerini de arkasına alan İsrail, aynı zamanda, başlıca kapitalist ülkelerin ekonomik, diplomatik, askeri her yolla destekledikleri bir ülke olmasının imkânlarını da kullanarak, tüm Ortadoğu’ya karşı bir “bir Batı üssü” olarak mevzilenmiştir. Aynı zamanda, İsrail, Batılı emperyalist ülkelerin komünizme karşı savunulmasının “ileri karakolu” olarak da inşa edilmiştir.

İsrail’in kurucu liderleri ve sonraki yöneticileri, insanlığın, zulme uğramış bir halk olarak Yahudilere duyduğu yakınlığı istismar etmede çok ustaca davranmışlardır.

ABD ve İsrail’li liderler; İsrail’e karşı Arap-İslam dünyasındaki ön yargıları, İsrail’i tanımama, daha çok da İsrail’i yok etme propagandasını bahane göstererek; İsrail’in, bölge ülke ve halklarına karşı silahlanan ve savaşan bir ülke olması için ellerinden geleni yapmışlardır.

Sonuçta İsrail; bölgede, sadece NATO üyesi, ABD’nin ve Batı kapitalist ülkelerin kadim dostu olan Türkiye ve Şahlık döneminde Amerikan-İngiliz emperyalizmin bölgedeki en önemli müttefiklerinden olan İran tarafından tanımış, desteklenmiştir.

“İran İslam Devrimi” sonrasında ise; denebilir ki, İsrail’in bölgedeki tek dostu; onun doğuya açılan tek penceresi, Türkiye olmuştur.

Bu açılardan bakıldığında; İsrail’in Türkiye ile kapışması, onunla köprüleri atan çatışmalara girmesi, akılcı bir diplomasi için anlaşılır olmamaktadır.

Nitekim son yıllara kadar da; İsrail-Türkiye ilişkileri en sorunsuz ilişkiler olarak sürmüş; İsrail’le Türkiye arasında, ekonomiden savunma işbirliğine kadar bir dizi stratejik mahiyette anlaşmalar imzalanmıştır.

Ama son yıllarda, bu “kadim İsrail dostluğu”, Filistin’de giderek daha şiddetli bir hal alan İsrail zulmü ile bozulmaya başlamış; Ecevit, Erbakan, en son da Tayyip Erdoğan hükümetleri döneminde, İsrail-Türkiye ilişkilerinde, söz düellosunu çok aşan karşılıklı suçlamaların gündeme geldiğine tanık olunmuştur. Ama Erbakan ve Ecevit döneminde İsrail’e karşı gösterilen tepkiler, bir süre sonra, yerini olağan ilişkilere bırakırken, son bir buçuk yılda polemikler, çatışmalı bir süreç olarak gelişmiş; “yardım gemileri”ne saldırı ve TC vatandaşlarının öldürülmesine varan askeri operasyonlara kadar gelinmiştir.

Burada belirtmek gerekir ki; son birkaç yıldır; özellikle de Gazze’nin Batı Şeria’dan ayrılarak, ayrı bir Filistin devleti olarak davranmasıyla ve Hamas’ın provokatif çizgisinin de yardımıyla, Türkiye-İsrail ilişkilerinin kötüleşme eğilimi güç kazanmıştır. Son bir buçuk yıldır da, İsrail-Türkiye ilişkileri, söz savaşına, ölümlü operasyonların eşlik ettiği bir mecrada ilerlemektedir.

Bölgenin özellikleri ve Türkiye’nin İsrail’in tek dostu olduğu göz önüne alındığında, bu durumun, İsrail için daha anlaşılmaz olduğu bir döneme girilmiştir.

AKP Hükümeti’nin bir yandan damarlarındaki kanda mevcut olan Yahudi düşmanlığı, öte yandan nabza göre şerbet verme politikası (takiyecilik) birleştiğinde, İsrail’e karşı “düşmanca” görülecek ifadeler kullanılması, İsrail iç politikasında önemli ağırlığa sahip radikal Yahudi odakların da işine gelmektedir. Ancak sürecin böyle daha uzun zaman sert ve çatışmalı bir biçimde sürmesinin, İsrail’in lehine bir durum üretmeyeceği de açıktır.

Üstelik İsrail’in, Filistin sorunundaki –ideolojik-dini motifli– uzlaşmaz tutumundan, Siyonist odakların baskısıyla yönlendirilen iç ve dış politikasından, ABD ve Avrupa da hoşnut değildir. Ve bu politikanın değiştirilmesi için İsrail’e baskı yapmaktadırlar. Onların bu isteği ile Tayyip Erdoğan’ın İsrail karşıtlığının tolore edildiğine yukarıda değindik.

Öte yandan, Türk Genelkurmay’ı gibi, İsrail Genelkurmay’ı da, Türkiye-İsrail ilişkilerinin, örneğin10 yıl öncesindeki gibi olmasın istemektedirler. Bu konuda, hükümete baskı yaptıkları da anlaşılmaktadır. Bu yüzden de, dışişleri bakanları, hatta başbakanlar düzeyinde sert cereyan eden tartışmalar ve operasyonlar askerler tarafından yok sayılarak; bütün anlaşmaların gereği gibi davranmaya devam etmektedirler.

Öte yandan, “One Minute” ve “alçak koltuk” krizlerinin ardından, “yardım gemilerine saldırı” sonrasında da, ABD ve Batılı ülkeler, saldırıyı Türkiye’nin istediği gibi “etkili bir biçimde kınayan” bir tutum almayarak, Türkiye’nin İsrail’i hizaya getirmesinde hoş görebilecekleri sınırları da çizmişlerdir.

Bütün bu tablo göz  önüne alındığında; Türkiye ile bugünkü çatışmalı durumu sürdürmesi için (bu, eğer düzeltilmezse ilişkilerin daha da kötüye gideceği anlamına gelmektedir), İsrail açısından akla uygun bir gerekçesi yoktur. Bu yüzden de, İsrail hükümetlerinin, iç politikada kullanmak için, Türkiye ile çatışmayı sürdürmesi kolay ve kârlı bir yol ise de, orta vadede İsrail-Türkiye ilişkilerinin “normalleşeceği”ni söyleyebiliriz. Belki on yıl önceki gibi, “süt liman” biçimde sürmez bu ilişkiler; belki bu ilişkiler hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Ancak bugün olduğu gibi; karşılıklı ültimatom ve tehditlerle bir yere gidilemeyeceğini iki tarafın egemenleri de anlayacaktır. Özellikle İsrail’in çıkarları bunu gerektirmektedir. İsrail’i yönetenler de bunu anlayacaklardır! Çünkü İran başta olmak üzere, İsrail’in etrafı, –Mısır, Suudi Arabistan, Emirlikler gibi ABD ve batı işbirlikçisi Arap rejimleri el altında İsrail’e işbirliğini sürdürse de– İsrail’i haritadan silmeyi resmi politika olarak sürdüren ülkeler tarafından çevrilmiştir ve Türkiye, İsrail’in bölgedeki tek nefes borusu, dayanıp güvenebileceği tek ülkedir. İsrail’i yönetenler bunu anlamadıklarında ya da anlasalar bile gereğini yapamadıklarında, ABD ve öteki Batılı ülkeler, İsrail’in (tabii Türkiye’nin de) anlayacağı dilden konuşacak kozları ellerinde tutmaktadırlar.

Kaldı ki İsrail’liler, ne kadar fanatik görünseler de, kâr-zarar hesabını iyi yapan aşırı pragmatist kişilerdir. Bu yüzden de, Türkiye ile böyle çatışmalı bir sürecin, herkesten çok kendi aleyhlerine olduğunu göreceklerdir. Ve o zaman “dün şunu demiştik” demeyip, “dün dündür, bugün bugündür” diyeceklerdir. Özellikle de çelişkilerin böylesine arttığı, her ülkenin kendine yeni müttefikler arayıp, dünyadaki yerini sağlamlaştırmak için yılana sarıldığı bir dünyada, İsrail’in, kendi varlığının devamı için Türkiye’nin hayati rolünü görmemesi anlaşılır olmaz.

İsrail bu gerçeği eninde sonunda görecektir ve dahası, İsrail, ABD stratejisine bağlanmış bir Türkiye’nin “bölgesel lider” rolünü desteklemenin de, yine İsrail ve Batı emperyalizmi için önemini fark edecektir. Dolayısıyla, uzak olmayan bir zamanda, İsrail tarafından, Türkiye’nin gönlünü hoş edecek kimi jestler yapılması, Türkiye’nin de biraz ayak sürüyerek, bu jestlere yanıt vermesi bir sürpriz olmaz.

OBAMA, YENİ OSMANLICILIK VE TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİ!

Bush ve neoconları, “yeni dünya düzeni”ni silah gücüyle ayakta tutmayı, dünyanın her köşesinde en az “iki buçuk savaş yürüten bir Amerika” hedefine varmak için çatışma ve savaş içinde bir dünyayı olağanlaştırmayı amaçlamışlardı. İsrail’i de, bu görüşün “kutsal gücü”nün sembolü olarak, tartışmasız desteklemişlerdi. Bu yüzden, Filistin sorununu da; Filistin üstündeki baskıyı artırarak ve Filistinlileri teslim olmuş bir biçimde görüşmelere zorlayarak çözmeyi amaçlamışlardı. Yani, Filistin sorununu, Amerika’nın gölgesinde bir “Amerikan Barışı”nın konusu olarak çözmeyi amaçlamışlardı.

ABD’nin Ilımlı İslamcılığa önemli işlevler yükleyerek geliştirdiği “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”, daha Bush iktidardayken çökmüştü. Dolayısıyla, bu planın merkezinde yer alan İsrail de, eski “dokunulmazlığını” yitirmişti!

Obama ise; “Yumruğunu gevşetenlerin elini sıkacağız” diyerek, radikal İslamcı çevreler de dâhil, ABD’nin bölge çıkarlarıyla uyumlu hareket etmeye yönelen herkesle uzlaşmaya hazır olduklarını öne çıkaran bir çizgi izleyeceğini ilan etmiştir. Bush ve Obama yönetimi için amaç değişmemişse de, aralarında bir üslup farkı da vardır ve bu da, Filistin sorununun çözümünde, bölge ülkelerinin ve Filistinlilerin isteklerinin daha çok dikkate alınacağı anlamına gelmektedir.

İsrail açısından, bu durum, daha radikal çıkışlarla ortamı germe ve Obama’nın girişimlerini akamete uğratma girişimlerini öne çıkarsa da, orta vadede, ABD’nin Filistin sorununu çözmek için bölgede genel bir yumuşamayı istediği, radikal İslamcı güçleri bu yöneliş içinde etkisizleştirmek isteyeceği de gözlenmektedir.

Burada, ABD yönetiminin yaklaşımı, Türkiye’de, son dönemlerde açıkça hükümet tarafından da dile getirilen, bölgede Yeni Osmanlıcı bir diplomasiye yönelme çabalarıyla birçok noktada kesişmektedir.

Türkiye’nin 2007 başından itibaren “aktif dışı politikaya yönelme”, “bölgenin lider ülkesi olma” tutumunu benimsemesi ve bu görüşün 2007 Eylül’ündeki Bush-Erdoğan görüşmesiyle ABD tarafından desteklemeye başlanmasıyla, Türkiye, bölgede ABD stratejisiyle birleşmek için daha hevesle girişimler yapmaya başlamıştır. Çünkü bu yöneliş;

1-) Türkiye’yi ABD ve Batı emperyalizminin Ortadoğu, Kafkasya, Ön ve Orta Asya’daki stratejik çıkarlarına bağlamaktadır.

2-) Bu “bölgesel lider ülke”, “aktif dış politika” kavramları etrafında geliştirilen dış politika, içerde de; din istismarcılığı ve Osmanlı öykünmeciliği üstünden politika yapan gelenekle, Avrasyacı milliyetçilikle ve hatta ırkçı milliyetçi odakların istem ve hayalleriyle birleşmektedir.

3-) Bu yöneliş, bölge ve İslam dünyasında giderek daha büyük iddialar öne süren büyük sermaye ve yeni serpilen aç gözlü sermaye odaklarının yayılmacı hayalleriyle, bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağlama istekleriyle de tam bir uyum içindedir.

4-) Bu politik yöneliş, başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist ülkelerin bölge stratejisiyle de çelişmemekte; hatta onlara yeni manevra imkanları sunmaktadır. Bu da, İsrail’le Türkiye’nin arasındaki sorunların, bu yönelişe engel teşkil etmeyeceğini göstermektedir. Hele ilerleyen süreçte, Türkiye, “lider ülke” olmasının İsrail’le çatışmayı sürdürmekte olmadığını, ama, uzlaşmayı gerektirdiğini ve gerektireceğini gördüğü ölçüde, yeni Osmanlıcı politikaların, ABD kadar, İsrail için de yeni bir imkân olduğu, onlar tarafından da görülecektir.

Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, Cumhurbaşkanı Gül’ün aktif desteği ile yaptıkları son aylardaki girişimler, hem “Yeni Osmanlıcı” politikanın hedeflerini, hem de açmazlarını ortaya koymaktadır. Ancak, “komşularla sıfır sorun” derken, bunun, zaten dış politika bakımından çok önemli olmayan ülkelerle ilişkilerde başarılı adımlara karşılık geldiği, ama enerjiden İran’la ilişkilere, İsrail’le ilişkilerden AB ile sorulara, pek çok konuda, etkisiz kaldığı, hatta daha büyük sorunlar yaratmaya aday olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Sorunların ortaya çıkıp büyümesi demek, Türkiye’nin, ABD ve İsrail’e daha çok ihtiyaç duyması anlamına gelecektir ki; bu da, Türkiye-İsrail ve Türkiye-ABD ilişkilerinde, Türkiye aleyhine, onların mevzi kazanmasına yol açarken, Türkiye’nin onlara muhtaçlık halini artıracaktır. Bu, Yeni Osmanlıcılığın iç politikada tutucu, din ve milliyetçilik istismarcısı, dış politikada işbirlikçi-komprador karakterini ortaya koymaktadır.

Bütün bu nedenler; ABD ve Batı emperyalizminin çıkarlarının, bölgedeki iki müttefik gücünün, Türkiye ve İsrail’in çatışmalarının geçici, ama işbirliklerinin esas olmasını zorunlu kıldığını göstermektedir. Ve hem Türkiye halkı, hem İsrail halkı açısından, bölge halklarıyla olduğu kadar, kendi aralarındaki gerçek dostluğun da, ancak iki ülkenin de Batı emperyalizminin stratejisine bağımlılıktan kurtularak, bölge halklarının kardeşliği temelinde, bölgede halklar arasında dostluk ve dayanışmayı esas alan politikalara yönelmesiyle mümkün olacağını göstermektedir. Aksi halde, Batı emperyalizminin stratejisine bağlanmış bir İsrail ve Türkiye’nin, kendi aralarında barış ya da çatışma halinde olmasının, bölge halkları için de, bu ülkelerin kendi hakları için de ciddi bir farkı yoktur.

Kürt Sorununda Yol Ayrımına Doğru: Çözüm mü, Çözülme mi?

GİRİŞ: YOL AYRIMINA DOĞRU…

Kürtlerin Cumhuriyet tarihi boyunca ulusal hak istemli onlarca kalkışma-isyanı bir tarafa, son 25 yılda yürüttükleri ulusal demokratik mücadele ve bu süreçte bölgede yaşanan gelişmeler, bugün ülke egemenlerinin sorunun üstünü örtme, çözümü geçiştirme olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Öte yandan, gelinen noktada, artık bir halkın kolektif haklarının tanınması ve bu temelde Kürtlerin muhatap alınması dışında sorunun çözümüne yönelik atılan/atılacak adımların sorunu derinleştirmekten ve çözümü zorlaştırmaktan başkaca sonuçlar doğurmayacağı somut bir gerçeklik olarak durmaktadır. AKP Hükümeti’nin geçen yıl ‘açılım’ adı altında başlattığı politika, Kürtlerin kolektif haklarının reddi, bireysel haklar kapsamında kimi düzenlemeler yapma (ki yaratılmak istenen koşullar sağlanamadığı için bu adımlar da atılmamıştır) ve bu temelde Kürt halkını kendi politikalarına yedekleyerek, Kürtlerin örgütlü kesimlerinin tasfiyesi, zayıflatılması amacıyla başlatılmıştı. Ancak AKP Hükümeti’nin Kürt hareketini etkisizleştirmeye yönelik her türlü girişiminin tersi bir sonuç doğurarak, Kürt hareketinin güç ve etkisini arttırması, ‘açılım’ politikasını işlemez hale getirmiş; AKP, bu tıkanıklığı sorunun demokratik barışçıl çözümü yönünde politikalar geliştirerek aşmak yerine, geleneksel politikalara rücu etmiştir.

Açılım’ politikası, geniş çevrelerde çözüm yönünde beklenti oluşturmuşken, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununu değil, Kürt hareketini çözmeye yönelik girişimleri, bu beklentileri boşa çıkarmıştır. Kürtlere siyaset yapma olanağının ortadan kaldırılması ve sorunu diyalogla çözme kanallarının kapatılması yeniden ‘silahların konuştuğu’ bir sürece doğru evirilmiştir. Ertuğrul Özkök bile sorunun çözümünde Öcalan’ın muhatap alınması gerektiğini söylemişken, Başbakan Erdoğan’ın DTP’ye bile aylarca randevu vermemesi ve DTP ile görüşmek zorunda kaldığında bile, bu görüşmeyi “AKP Genel Başkanı” sıfatıyla yaptığını açıklaması, daha o günden hükümetin sorunu muhataplarıyla görüşerek çözmeye mesafeli olduğunu göstermişti. Bu nedenle bugün çözüm tartışmalarının yerini şiddete terk etmesinin baş sorumlusu, yine AKP Hükümeti’dir. Gelinen noktada, artık her gün yeni çatışma/operasyon ve ölüm haberleri gelmekte, tırmanan şiddet eşliğinde “90’lı yıllara geri mi dönülüyor?” tartışmaları yürütülmektedir. Ama bugün yaşanan çatışmalar, 90’lı yıllardan farklı olarak, karşılıklı olarak ayrışma duygularını geliştirmekte; süreç, eşit haklar temelinde birlikte yaşam ya da birlikte yaşam duygusunu baltalayan çatışma ve kamplaşmalar üzerinde ayrışma arasında bir yol ayrımına doğru ilerlemektedir.

Yazımızda çözümün yeniden silahlara teslim edildiği sürece neden ve nasıl gelindiğini, çatışmalı sürecin, bugün sorunu hangi mecralara sürüklediğini ve bu sürecin olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışacağız.

  1. İYİ ŞEYLER’DEN ‘SON TERÖRİST’ NAKARATINA

Cumhurbaşkanı  Gül’ün 2009 Mayıs’ında Ankara’da Hillary Clinton’la görüşmesinden 48 saat sonra, Tahran uçağında Kürt sorunu konusunda yaptığı “iyi şeyler olacak” açıklaması, sorunun çözümü yönünde yeni bir tartışma ve beklenti yaratmıştı. Elbette bu sözler birden bire, öylesine sarf edilmiş sözler değildi; arka planında onları söyletecek gelişmeler, görüşmeler ve hesaplar bulunuyordu. ABD emperyalizmi, 2003’teki Irak müdahalesinden sonra, “Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” kapsamında, başta İran ve Suriye olmak üzere, bölgede kendi politikaları için sorun yaratan ülkelere/rejimlere müdahale hesaplarını yapıyordu. Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesine rağmen istikrarın sağlanamaması ve diğer ülkelere müdahale koşullarının giderek ortadan kalkması, ABD yönetimini barışçıllık” maskesi altında gizlenmiş yeni politik yönelimlere zorlamıştır. Obama’nın başkan seçilmesi, temelleri 2006 sonları ve 2007’de atılan bu yeni politik yönelimin en somut ifadesi olmuştur. Özellikle 2007 Kasım’ında yapılan Erdoğan-Bush görüşmesi, Türkiye egemenlerinin, kendilerine ‘bölgesel liderlik adı altında ‘bölgesel taşeronluk’ rolünün biçildiği bu politikaya dahil edilmesi bakımından belirleyici olmuştur. Türkiye egemenlerinin bu role razı edilmesi ise, ‘Yeni Osmanlıcı’ hayallerin canlandırılmasının yanı sıra ABD’nin Kürt sorunu ve PKK ile mücadele konusunda ‘aktif tutum alma ve işbirliği politikası ile sağlanmıştır.

Gerek Irak’tan çekilme süreci ve gerekse enerji politikaları bakımından PKK’yi bölgede istikrarsızlık yaratabilecek bir güç olarak gördüğü için, ABD emperyalizmi de, PKK’nin silahlı unsurlarının tasfiyesini istemektedir. Bunun için, her fırsatta, PKK’nin “ortak düşman” olduğu vurgusu yapılmaktadır. Ancak ABD, bu sorunun daha büyük çatışma ve istikrarsızlıklara yol açacak askeri operasyonlarla çözümüne mesafeli durmakta, Türkiye egemenlerine, çözümün yolu olarak, Güney Kürtleri ile ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesini göstermektedir. ABD’nin bölgesel hesaplarına bağlı olarak, Türkiye, PKK ve Kürt sorunu üzerinden Güney Kürtlerine ve Güney Kürtleri de, Irak’taki istikrarsızlık üzerinden Türkiye’ye yakınlaştırılmıştır. Bu temelde, 2009 başlarında, Talabani ve Barzani üzerinden, Erbil’de, PKK’nin silah bırakmaya zorlanacağı bir ‘Kürt Konferansı’ yapılma kararı alınmıştı. Bu konferans, 2009 Newroz’undaki kitlesellik ve kararlılık ve ardından da 29 Mart seçimlerinde Kürtlerin kazandığı başarı nedeniyle gerçekleşmese de, Güney Kürtlerinin bu konuda Türkiye egemenleriyle işbirliği tutumunu göstermesi bakımından anlam taşımıştır. Gül’ün “iyi şeyler” açıklaması, işte, PKK’nin tasfiyesi ve Kürt sorununun çözümünün ABD-Türkiye-Irak arasında oluşturulan işbirliği ile çözüleceği hesap ve beklentisinin bir ifadesi olarak gündeme gelmişti.

Gül’ün açıklamasından iki ay sonra, Temmuz ayında, İçişleri Bakanı Atalay, hükümet olarak sorunu çözmek amacıyla ‘açılım’ politikasını başlattıklarını kamuoyuna duyurdu. Hükümetin ‘açılım’dan sorumlu bakanı Atalay’ın çeşitli çevrelerle yaptığı görüşmelerden sonra, Kürtçenin seçmeli ders olmasından, Kürdoloji bölümlerinin açılmasına, Kürtçe yer isimlerinin iadesinden, TMK mağduru çocukların salıverilmesine ve demokratik bir anayasa hazırlanmasına kadar bir çeşitli adımların atılacağı açıklandı. Ama aynı süreçte askeri operasyonlar devam etti ve legal alanda aralarında belediye başkanlarının da yer aldığı binlerce DTP/BDP yöneticisi, KCK (Koma Civakên Kurdistan) üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklandı. Dışarıda PKK’nin tasfiyesine yönelik girişimlere, içerde DTP/BDP’nin etkisizleştirilmesi, “şahin-güvercin” vb. adlar altında bölünmesi gibi girişimler eşlik etti. Özetle, açılım’, iki yönlü bir politika olarak sürdürüldü: Bir yandan hükümet sorunun çözümü yönünde beklenti yaratan bir tutum takındı; öte yandan, bu beklenti üzerinden Kürtleri yedeklemek ve örgütlü kesimlerini tasfiye ederek inisiyatifi eline almak için girişimlerde bulundu. Fakat Kürt hareketinin her türlü baskı ve yasaklamaya rağmen zayıflamak bir tarafa konumunu güçlendirmesi, hükümetin tutumu, “bireysel haklar” kapsamında daha önce yapacağını söylediği, hatta TMK mağduru çocuklar örneğinde olduğu gibi, toplumun ciddi baskı oluşturduğu konularda bile, düzenleme yapmaya ayak direme tutumuna dönüşmüştür.

Bütün bu süre boyunca, Kürt ulusal hareketinin politik temsilcileri sorunun diyalog yoluyla çözümü yönünde çağrılar yapmış; PKK, “çözüm için uygun ortam yaratmak amacıyla” Nisan 2009’da “çatışmasızlık/ateşkes” ilan etmişti. Başbakan Erdoğan, meclisteki DTP ile görüşmeye bile aylarca yanaşmamış, Öcalan’ın çözüm için gündeme getirdiği öneriler yanıtsız bırakılmış; çözüm önerilerinin yer aldığı ‘yol haritası’nın kamuoyuna ulaşması engellenmiştir. Her türlü engellemeye rağmen, barışçıl çözümün önünü açmak için Ekim ayında Öcalan’ın çağrısıyla Kandil ve Maxmur’dan gelen ‘barış grupları’nın karşılanmasında Kürt halkının ortaya koyduğu tutum egemenleri ürkütmüş ve dağdan dönüş umudu, yerini, barış gruplarının ülkeye girişlerinden aylar sonra tutuklanmasında somutlanan şiddet politikasına terk etmiştir.

Açıktır ki, bugün şiddet ortamına geri dönüşün en temel nedeni, muhataplarının sorunu diyalogla çözme çağrılarına, ülke egemenleri tarafından, “devlet teröristle pazarlık yapmaz” söylemi eşliğinde geliştirilen baskı, yasak ve tutuklamalarla yanıt verilmesidir. AKP’nin Diyarbakırlı Bakanı Mehdi Eker’in, aralarında belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce DTP/BDP’linin kelepçelenip tutuklaması konusundaki eleştirilere verdiği “JİTEM onları öldürüp köprü altına atıyordu. Kelepçeye şükretsinler” yanıtı, adeta AKP’nin bu dönemde izlediği politikanın özeti gibidir. AKP, demokratik söylemler eşliğinde, sorunun muhataplarını tasfiyeyi esas alan bir yaklaşım sergilemekte ve bu politika tutmayınca, onları, “demokratik süreci engellemek”le suçlamaktadır. Muhataplık ve diyalog çağrılarının DTP’nin kapatılması, Kürt siyasetçiler ve TMK mağduru çocuklar üzerindeki baskı ve tutuklamalarla karşılık bulması, Öcalan’ın aradan çekildiğini ve ardından PKK’nin 1 Haziran 2010’dan itibaren “çatışmasızlık” durumundan “aktif savunma” durumuna geçtiğini açıklamasını; dolayısıyla kamplaşmanın ‘siperin arkasındakiler’ ve ‘siperin önündekiler’ biçiminde tarif edildiği savaş koşullarına dönüşü beraberinde getirmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın PKK’nin baskın düzenlediği Gediktepe karakolunu ziyaret etmesi, özellikle mevzide çömelmiş fotoğrafı üzerinden çok tartışıldı. Başını CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun çektiği bu tartışma, “kendi topraklarında kendini güvende hissetmeyen, korkan başbakan” söylemleri üzerinden yürütüldü. Oysa Erdoğan’ın siper arkasına geçmesi, hükümetin “açılım”a nokta koyup silaha başvurmasının, silahlı/askeri çözüme sarılması ve sorunun çözümünü askere havale etmesinin somut bir ifadesi olmuştur. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’dan sonra, Şemdinli’ye giderek, Başbuğ’la birlikte ayakta çekilmiş mevzi fotoğraflarının basına servis edilmesi, Kılıçdaroğlu CHP’sinin, çeşitli çevrelerin beklentilerinin aksine, Kürt sorununda gerici, şoven mevzisini koruduğunu göstermiştir. Hükümeti ve muhalefetiyle, ayakta ya da çömelmiş, mevzi arkasına geçerek, sorunun askeri yöntemlerle çözümü konusunda birleşmişlerdir. Nihayetinde, Kürt sorununun çözümü konusunda bir yıl önceki “iyi şeyler olacak” açıklamasının yarattığı umut ve beklenti, yerini, başbakanından “sosyal demokrat” ana muhalefet liderine ve genelkurmay başkanına kadar, egemen güç odaklarının koro halinde hep bir ağızdan söyledikleri teröre karşı topyekûn mücadele,son terörist kalıncaya kadar mücadele” nakaratlarına bırakmıştır.

  1. OHAL’DEN NATO’YA ASKERİ ÇÖZÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER

Egemenlerin silahlı  çözüm arayışları, nasıl bir savaş politikası izlenmesi gerektiği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Yıllardır savaş politikalarından, akan kandan beslenen ırkçı-faşist MHP’nin lideri Bahçeli, bu tartışmalara, “terörü bitirmek için” ‘özel savaş’ politikalarının en vahşi biçimde uygulandığı OHAL’in tekrar ilan edilmesi çağrısını yaparak katılmıştır. 1987’den 2002’ye kadar süren OHAL döneminde, bölgede 40 bin kişi yaşamını yitirmiş, 17 bin “faili meçhul” cinayet işlenmiş, 3500 civarında köy ve mezra yakılıp boşaltılmış, korucular adam öldürmeden tecavüze, adam kaçırmadan uyuşturucu kaçakçılığına kadar binlerce suça karışmış, her türlü demokratik hak ve istem, devlet görevlilerinin işlediği suçların yargılanması vb. OHAL valisinin keyfiyetine bırakılmıştır. JİTEM, hizbi-kontra gibi kontrgerilla örgütlenmeleri üzerinden halka karşı dizginsiz bir terör politikası sürdürülmüştür. Kısacası, OHAL bugün hâlâ bilançosu tam olarak ortaya çıkarılmamış, işlenmiş binlerce suça örtü olmaya devam eden bir uygulama idi. Üstelik bugün “geçici güvenlik bölgesi” adı altında ve yapılan yol kontrolleri vb. yöntemlerle fiili olarak varlığını, etkisini sürdürmektedir. MHP’nin önerisi, bugün için ‘’, geniş çevreler tarafından destek görmeyen bir öneri durumundadır, ama çatışmaların şiddetlenmesine bağlı olarak, her fırsatta tekrar gündeme getirilerek, Kürt halkı ile emek ve demokrasi güçlerinin üzerinde ‘Demokles’in kılıcı’ gibi sallanmak istenecektir.

AKP Hükümeti, MHP’nin önerisine soğuk baksa da, profesyonel ordu hazırlıklarından sınırın profesyonel birlikler tarafından korunmasına ve insansız hava takip araçları (Heron) alımlarına kadar her türlü  savaş hazırlık ve yatırımlarından geri durmamaktadır. Dün, kendilerinden önceki hükümetleri eleştirmek için, “terörle mücadeleye 300–400 milyar dolar harcandı” laflarını ağızlarından düşürmeyen AKP’liler, bugün, hava ve kara operasyonları ve silah alımları için milyar dolarları harcamaya devam etmektedirler. ‘Açılım’dan sorumlu Devlet Bakanı Atalay, yeni bir kara operasyonu hazırlığı olup olmadığı sorularına “terör oldukça, güvenlik güçlerimizin cevapları da olacaktır, operasyonları da olacaktır” sözleriyle yanıt vermektedir. Kriz bahanesiyle milyonlarca emekçiye işsizliği, açlığı, yoksulluğu dayatanlar, savaş için hazinenin kapılarını sonuna kadar açmaktadırlar.

Tırmanan çatışmalarla birlikte gündeme gelen önlem/önerilerin en önemlisi, Başbakan ve Genelkurmay Başkanının görüş birliği içinde dillendirdikleri NATO’nun sorunda ‘aktif’ rol alması çağrısıdır. Önce Genelkurmay Başkanı Başbuğ, “NATO’nun sadece coğrafi alanın sınırları içersinde hareket etmekle yetinmeyip, üye ülkelerinin kolektif güvenlik çıkarlarının tehdit altında olduğu bölgelerde de aktif olması gerektiği” açıklamasını yaptı. Ardından, Başbakan Erdoğan’ın, G20 Zirvesi için gittiği Toronto’da ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmede, “NATO’nun Afganistan’da Taliban’a karşı yürüttüğü mücadeleye benzeyen bir mücadelenin PKK’ye karşı yürütülmesi” ile ilgili talepte bulundu. Bu talebin, ABD emperyalizminin bölgesel çıkar ve hesaplarına bağlı olarak değerlendirileceği ve bölge halkları için yeni tehdit ve felaketleri çağırmak anlamını taşıdığı açıktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Kürt sorunu, coğrafyası 20. yüzyılın başlarında emperyalistler tarafından dört ülkeye bölünerek parçalanmış bir halkın sorunu olarak, uluslararası bir sorundur. Ötesinde, emperyalist güç odaklarının farklı hesap ve çatışmalarına sahne olan, enerji bakımından zengin ve bir geçiş bölgesi olması bakımından jeopolitik öneme sahip bir coğrafyanın sorunu olarak da, uluslararası karakterli bir sorundur. Bu ülkeyi yönetenler, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtlerin her türlü hak istemli kalkışmasını “dış güçlerin tahriki, kışkırtması” olarak gördüler/gösterdiler.

En son, Başbakan Erdoğan da, PKK’nin “İsrail’in taşeronu” olduğunu ima eden konuşmalar yaptı. Düşünün ki, PKK’ye karşı İsrail destekli (Heron) bir savaş yürütülüyor; üstelik Türkiye ve İsrail arasında stratejik askeri işbirliği anlaşmaları bulunuyor, ama Erdoğan, PKK’nin İsrail’in taşeronu olduğunu söylüyor. Bu açıklama ile Erdoğan, ‘Mavi Marmara’ baskını sonrası İsrail’e karşı gelişen tepkiyi Kürt ulusal hareketine karşı da yönlendirmeye ve kendi politik çıkarları için kullanmaya çalışmaktadır. Erdoğan, bu açıklama ile, Kürt sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkan PKK’yi “dış güçlerin maşası” ve Kürt sorununu da “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak göstermeye çalışmaktadır.

İşte bugün hükümet ve genelkurmay “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak gördükleri Kürt sorununun çözümünü, yine “dış güçler”den; NATO’dan istemektedirler. NATO’nun bu talebi olumlu karşılaması halinde, kısa vadede istihbarat ya da hava operasyonları düzeyinde sürece dahil olabileceği konuşuluyor. NATO’nun sürece dahil edilmesinin ABD ve AB bakımından “PKK ile mücadele”nin ötesinde bir anlam taşıdığı ve bu müdahilliğin, esas olarak, NATO’nun bölgenin geneline müdahale hesaplarına bağlı olarak gündeme geleceği açıktır.

NATO’ya çağrının  ülke egemenleri için taşıdığı bir diğer anlam da, sorunu çözmeye güçlerinin yetmediğinin itirafı olmasıdır. Ama sorunun çözümünü PKK’nin sınır ötesindeki silahlı militanlarının etkisiz hale getirilmesinde gören zihniyetin, NATO’lu ya da NATO’suz, sorunu çözmesinin mümkün olmadığını/olamayacağını görmek için, bugüne kadar yaşananlara bakmak yeterlidir. Bunları da bir kenara bırakalım, PKK’nin silahlı güçleri tasfiye edilse bile, Öcalan’ı ‘siyasi irade’ olarak gören 3 milyon Kürt, BDP’nin aldığı 2 milyon dört yüz bin oy, her gün savaşa karşı alanlara çıkan yüz binler, hapishanelerdeki 1500 Kürt siyasetçi ve binlerce TMK mağduru çocuk ne olacaktır? Başbuğ’un BDP milletvekilleri için söylediği “dağa çıksınlar” açıklamasına yanıtı, bölgenin çeşitli kentlerinde “Başbuğ! Dağa Çıkarız Hesabını Sorarız” pankartlarıyla alanlara çıkan çocuklar, gençler vermektedir. Bugün “dağa çıksınlar diyen Başbuğ, Kara Kuvvetleri Komutanı iken “örgüte katılımı 25 yıldır engelleyemedikleri”ni söylememiş miydi? Öyleyse, mesele dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmekte; çözüm, Kürt halkının eşit hak istemli mücadele taleplerinin karşılanması yönünde adımlar atılmasından ve bu temelde ulusal mücadelenin temsilcilerini ‘dağa göndermek’ten değil, muhatap almaktan geçmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin temsilcileri, her fırsatta diyalog yoluyla çözüm çağrıları yapmakta, en son Öcalan, 2 Temmuz tarihli görüşme notlarında, Başbakan Erdoğan’a sorunun barışçıl demokratik yollarla çözümü yönünde yeni bir öneri sunmaktadır. Sorunun çözümü için atılması gereken adımları, seçim barajının düşürülmesi, TMK’nın kaldırılması, çocukların salıverilmesi, KCK tutuklularının serbest bırakılması ve demokratik anayasa hazırlanması biçiminde sıralayan Öcalan, çatışmalı sürecin sona erdirilmesi yönünde adım atılması halinde, üzerine düşenleri yapmaya hazır olduğunu söylüyor. Bu ülkenin “bölücüleri”, “bölücübaşları” sorunun çatışmasız bir ortamda ve ülke içinde demokratik bir temelde çözümü için çağrılar yapıyorlar. Ülkenin birliği ve bütünlüğünü düşünmekten uyuyamadığını söyleyen “vatanseveleri”, “milliyetçileri” ABD ve Irak da yetmez; sorunu, gelsin, NATO çözsün, diyorlar!

  1. ÇATIŞMALI SÜREÇ: ‘90’LARA DÖNÜŞ MÜ?

Artan çatışma, operasyon ve bombalamalar, OHAL önerileri, NATO’ya yapılan müdahillik çağrısı, bölgeye yeni özel timlerin gönderilmesi, özel ordu/özel birlik tartışmaları, AKP Hükümeti’nin “olağanüstü durumlarda” kolluk güçlerine mahkeme izni olmadan arama yapma iznini vermesi, bölgenin ormanlık alanlarının güvenlik gerekçesiyle yakılması, yayla yasakları, 90’lı yıllarda sıkça gördüğümüz gerilla cenazelerine insanlık dışı muamele görüntülerinin yeniden ortaya çıkması vb. gibi olay ve gelişmeler, “90’lı yıllara geri mi dönülüyor?” sorusunu beraberinde getirmiştir. Gerçekten de, özellikle 90’ların Çiller-Ağar-Güreş üçlüsünün görev yaptığı dönemlerde, özel savaşın en vahşi yöntemleri, Kürt halkı ve ülkedeki bütün emek ve demokrasi güçlerine karşı kullanılmıştı. Özgür Gündem gazetesinin bombalanmasından, Tansu Çiller’in PKK işbirlikçisi ilan ettiği Kürt işadamlarının işkence yapılarak katledilmesine, binlerce köy ve mezranın yakılıp zorla boşaltılmasından ilçelerin topçu atışlarıyla bombalanmasına, binlerce yurtsever demokratın kaybedilip ya da “faili meçhul” cinayetlerde katledilmesine varan ve Mehmet Ağar’ın daha sonra “Bin operasyon” olarak adlandırıp devlet için yaptıklarını itiraf ettiği her türlü özel savaş yöntemi, bu dönemde uygulanmıştır.

Ülkenin sürüklendiği savaş ve şiddetli çatışma ortamı nedeniyle geniş halk kesimlerinde 90’lara dönüş kaygısının gelişmesi, anlaşılır bir durumdur. Ancak bugün gelişen sürecin 90’lı yıllardan daha farklı ve ağır sonuçlarının olabileceği de bilinmelidir. 90’lı yıllar boyunca Kürt sorunu, devlet ve medya tarafından, el birliği içerisinde, Suriye, Yunanistan, Ermenistan gibi “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak gösterildi. Medya, yıllarca, “sünnet olmamış teröristler” söylemini dilinden düşürmedi. Toplumun algısının “devletin bölücü terörle mücadelesi” üzerine odaklanmasına yönelik politikalar geliştirildi. Kürt sorunu, bir ulusun ulusal demokratik hak istemli sorunu olarak değil; “terör sorunu” ve PKK de, bu sorunun bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir hareket değil; “dış güçlerin maşası bir terör örgütü” olarak gösterildi. Türk ve diğer milliyetlerden halk kesimlerinde oluşturulan genel algı nedeniyle, çatışmaların en şiddetli olduğu dönemlerde bile, Kürt halkı, bu sorunun bir parçası olarak görülmedi. Dolayısıyla son yıllarda yaşananlara benzer dışlayıcı, Kürdü düşman gören, linççi yaklaşımlar, yönelimler ortaya çıkmadı. Daha doğrusu, en azından bu durum belirtilen kesimleri etkisi altına alan genel bir ruh hali biçimini almadı. Söz konusu dönemde, devletin zaman zaman hedef haline getirdiği, zaman zaman PKK’ye karşı birlikte hareket ettiği, hatta ortak operasyonlar düzenlediği Irak Kürtlerinin liderleri Talabani ve Barzani’nin “Güney Kürtlerinin liderleri” olarak değil, aşağılayıcı bir yaklaşımla “aşiret reisleri” olarak görülmesi/gösterilmesi, Kürtlere/Kürtlüğe karşı inkârcılık üzerine kurulmuş olan genel tutumu dikkat çekici bir biçimde yansıtmaktaydı.

Bu tablo, 2000’li yılların başında ABD’nin Irak’a müdahalesinin bölgede ortaya çıkardığı yeni dengeler ve öte yandan ülke içinde Kürt ulusal hareketinin, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği 1999’dan sonra ilan edilip uzun bir dönem devam eden ateşkes sürecinde, daha çok kitlesel halk eylemlerine yönelmesiyle değişmeye başlamıştı. Irak’ta Saddam’ın devrilmesinden sonra geleceklerini belirlemeleri için oluşan uygun koşulları değerlendiren Kürtler, ‘Kürdistan Federe Yönetimi’ni ilan ettiler. ABD’nin Irak müdahalesinin hemen öncesinde Türkiye’de 1 Mart Tezkeresinin reddedilmiş olması, ülke egemenlerini ABD’nin kendilerine biçtiği rolü oynayamaz hale getirmiş ve bu durum da, zaten 1991 müdahalesi sonucu fiili bir oluşum halinde olan Irak Kürtlerinin ABD için önemini arttırmıştı. ABD, Güney Kürtlerinin geleceklerini belirlemek için attığı adımları, bölgeye demokrasi götürdüğü iddiasını kanıtlamak ve diğer mazlum halkları yedeklemek üzere kullanmaya çalıştı. Önceleri Kürtlerin federe oluşumunu tanımayı reddederek, bunu ‘kırmızı çizgi’ olarak ilan eden Türkiye egemenleri, ABD’nin bölgesel taşeronu rolünü oynayabilmek için, 2005’te, ‘kırmızı çizgi’ siyasetinden geri adım atmak zorunda kaldılar. Bu değişimi, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 2005 29 Ekim resepsiyonunda şu sözlerle ifade ediyordu:

Barzani bir aşiret lideriydi. Biz öyle görüyorduk. Ama durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor. Talabani’yi de öyle görüyorduk. Şimdi Irak Cumhurbaşkanı. Yarın Irak Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi ziyaret etmek isteyecek. O gün nasıl davranacağız? Irak’ı tanıyorsak, bu değişen koşullara göre hareket edeceğiz…” Aynı günlerde, dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner, Güney Kürdistan’ın Selahaddin kentinde, Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı Mesut Barzani ile görüşmüştü. Özetle, kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlerin demokratik istemlerinin reddi ve Kürt ulusal hareketinin imha edilmesi temelinde Güney Kürtlerinin iradesini tanınma tutumunu benimsenmiş, ancak ABD’nin, Türkiye egemenleri ve Güney Kürtlerini kendi bölgesel politikaları ekseninde işbirliğine zorlayan bu politikasının benimsenmesi, Türkiye egemen sınıflarını bugüne kadar devam eden bir açmaza, çelişkiye sürüklemiştir.

Bu açmaz, aynı dönemde, 2005 Newroz’unda Mersin’deki ‘bayrak provokasyonu’ sonrasında yaratılan ortam ve yapılan açıklamalarda açıkça kendini göstermeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Özkök, bu provokasyon sonrasında yaptığı açıklamada, Newroz kutlamasına katılan Kürtleri hedef göstererek, “sözde vatandaş” ilan etmişti. Özkök’ün açıklamasının ardından, çeşitli yerlerde Kürtlere yönelik linç girişimleri başlamış, CHP lideri Baykal, bu girişimleri “duyarlı vatandaş tepkisi” olarak değerlendirerek, gerici-şoven saldırganlara sahip çıkmıştı. Bunların ardından Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün 2006’da söylediği, “Kürtler beğenmiyorlarsa Barzani babalarına gitsinler” sözü, artık egemenlerin Kürtlere karşı tutumunda yeni bir dönemin başlamakta olduğunun habercisiydi. Bu süreçte yaşananlar, geçtiğimiz günlerde, Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in “Nijerya’daki Nijeryalılara Türkçeyi öğrettik. Hakkâri’dekine, Diyarbakır’dakine halen Türkçeyi öğretemedik” sözlerinde somutlanan 80 yıllık asimilasyoncu politikaların iflas ettiğinin ve buna bağlı olarak ulusal demokratik mücadele ve taleplerinde ısrarlı olan Kürtlere karşı dışlayıcı bir milliyetçiliğin gelişmekte olduğunu gösteriyordu. Kürtlerin aynı dönemde anadilde eğitim talebi başta olmak üzere, dil ve kimlik talepleri etrafında çeşitli kitlesel kampanyalar yürütmesi ve Diyarbakır Sur Belediyesi örneğinde olduğu gibi, “çok dilli belediyecilik” yönünde fiili adımlar atması, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu gerçeğini daha fazla gözle görünür kılmış, ama aynı zamanda bu gerçeklik, ülke gericiliğinin ırkçı şoven kışkırtmalarına da uygun bir ortam yaratmıştı.

Bu gelişmeler üzerinden yeniden tırmanan çatışmalı süreçte uygulanan ‘özel savaş’ politikalarının, 90’lı yıllarla benzerlik göstermekle birlikte, sonuçlarının farklı olacağı açıktır. Kürtleri inkâr etme koşullarının ortadan kalktığı böylesi bir dönemde, çözüm adına dayatılan savaşın ve yaşanan çatışmaların, hem Kürtlerde ayrılma duygusunu, hem de Türklerde ayrılıkçı-dışlayıcı yaklaşımları derinleştireceği ortadadır. BDP’li Bengi Yıldız, “çatışmalarda yaşanacak her ölümün halklar arasında ayrışmayı derinleştireceği” sözleriyle söz konusu duruma işaret etmiştir. Özetle, asker ve gerilla cenazelerinin kitlesel gösterilerle karşılandığı; iki halkın “şehit”lerinin ayrıştığı bu süreç, Kürt sorununun, muhataplarla masaya oturarak, halkın ulusal demokratik istemlerinin karşılanmasını esas alan demokratik bir çözümünün sağlanması ile egemenlerin çözümü askere havale etmesi nedeniyle tırmanan çatışmaların iki halkı karşı karşıya getirecek, düşmanlaştıracak boyutlara vararak birlikte yaşam zeminini ortadan kaldırması arasında bir tercihi her geçen gün daha fazla dayatmaktadır.

SONUÇ YERİNE: ÇÖZÜM MÜ, ÇÖZÜLME Mİ?

Gelinen noktada yeniden başlayan çatışmaların yarattığı toplumsal etki tarafından belirlenen bu son dönemde yaşananlar, özelikle Ege ve Karadeniz’de, Kürtlere yönelik (Kürt işçilerin Karadeniz’e sokulmaması kararında açıkça kendini gösteren) Ertuğrul Özkök’ün “Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” sözlerinde somutlanan bir karşıtlığın ortaya çıkıp boy vermesine yol açmıştır. Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök, “Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mıdır?” sorusunu dillendirirken, ilk bakışta, Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlığını ve ulusal demokratik istemlerini tanıyan bir yaklaşıma sahip olduğu izlenimi uyandırmaktadır. Oysa Özkök’ün Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Bursalı’nın “Devletin Kürtlere karşı ayrılma kozunu oynamasını ve Kürtlere bunun faturasını göstermesini” öneren yazısından hareketle sorduğu bu soru, Kürtleri toplumun sırtında yük olarak gören ve eğer kaderlerine razı olmazlarsa daha beter hale gelecekleri tehdidinde bulunan bir anlayışın ürünüdür.

Ertuğrul Özkök, 10 Temmuz’da yazdığı yazıyla, derdinin ne olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. “Eğer birlikte yaşayacaksak, Kürt talepleri, ‘imtiyazlı bir Kürt etnisitesi oluşturma noktasına’ götürülmemelidir.” diyen Özkök, Kürtlere kendilerini imtiyazlı hale getirecek kadar hak verildiğini, ama Kürtlerin yine de bunlarla yetinmemesinden şikayet ediyor. Kürtlere artık nankörlük yapmamalarını öğütlüyor!

Kürt kimliği tanınsın’ dendi. Tanındı. 
Kürtçe konuşmak, şarkı söylemek serbest bırakılsın’ dendi. Serbest bırakıldı. 
‘İsteyen Kürtçe öğrensin’ dendi, dil okulları açıldı. 
‘Kürtçe isimler, mahalle, köy isimleri serbest bırakılsın’ dendi, bırakıldı. 
Kürtçe siyasi propaganda serbest bırakıldı, Kürtçe televizyonlar bizzat devlet eliyle kuruldu. 
Üniversitelerde Kürt dili enstitüleri kurulsun dendi, kuruldu. 
Peki daha ne ve nereye kadar?

Ertuğrul Özkök, Kürtlere ne yapmaları gerektiği konusunda da yol gösteriyor: 
Bu ülkenin Kürt vatandaşları artık teröre karşı sesini yükselterek, eli silahlı adamları marjinalize etmeye başlamalıdır.” Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan gazetenin başyazarlıktan emekli yazarı, Kürtlerin; kendi ulusal demokratik hakları için mücadele eden Kürt ulusal hareketine “Devlet bizim her hakkımızı verdi. Biz artık sizi istemiyoruz diyerek baş kaldırmalarını istiyor. 29 kez ulusal demokratik istemleri için baş kaldıran Kürtlerin, bugün bütün hakları verildiği için artık kendi ulusal hareketlerine baş kaldırmalarını salık veriyor, Özkök hazretleri! Meğer bu devletin anayasasında yer alan “ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı herkesin Türk olduğu”na ilişkin madde bizim haberimiz olmadan değiştirilmiş, genel siyasi af ile içerdekilerin ve dağdakilerin özgürce siyaset yapma hakları verilmiş, devlet okullarında anadilde eğitim sağlanmış, Kürtçe yer isimleri iade edilmiş, koruculuk lağvedilerek ağaların toprakları topraksız köylülere dağıtılmış, köye geri dönüş koşulları sağlanmış, bölgedeki ‘özel savaş’ aygıtı tasfiye edilerek, işlenen binlerce “faili meçhul” olay ve cinayet açığa çıkarılarak sorumluları cezalandırılmış, bölgesel özerklikle Kürtlere kendilerini yönetme hakkı verilmiş de bizim haberimiz yokmuş!

Ertuğrul Özkök’ün dillendirdikleri, elbette sadece kişisel bir görüş değil; Türk tarafında giderek etkisini hissettirmeye başlayan bir eğilimi, dünün “bir çakıl taşı vermeyiz”ciliğinden “Kürtler beğenmiyorlarsa çekip gitsinler”e evirilen milliyetçiliği, Kürdü dışlama, düşmanlaştırma tutumunu yansıtmaktadır. Bu eğilimin güç ve etkisine bağlı olarak, çatışmaların sadece bölgede değil, ülke genelinde ve üstelik silahlı güçlerin ötesinde halklar arasında bir boğazlaşma, etnik çatışma halini alması tehlikesinin kapıda beklediği açıktır. Geliştirilmeye çalışılan dışlayıcı milliyetçilik, Kürt ulusunu ve onun ulusal demokratik istemlerini tanımayı değil; Kürtlerle ve onların talepleriyle “hesaplaşma”yı esas almakta ve bu hesaplaşmayı bütün toplum kesimlerine yaymaya dayanması nedeniyle, “çözüm”den çok “toplumsal çözülme”yle sonuçlanacak bir arayış olarak şekillenmektedir. Savaşta ısrar eden ülke egemenlerinin ırkçı şoven kışkırtmalarının yarattığı ortamda boy vermeye başlayan dışlayıcı/düşmanlaştırıcı yönelime rağmen, Kürt ulusal hareketi, sorunun diyalog yoluyla demokratik barışçıl çözümünü ve eşit haklar temelinde birlikte yaşamı savunduğunu, ama böylesi bir çözüme kapanan kapıların açılmaması halinde, fiili “özerklik” yönünde adımlar atacağını ilan etmiştir.

Artan çatışma, gerilim ve gelişen kamplaşma karşısında, bölgeden yüzlerce kurum-kuruluş ve kitle örgütünün “operasyon ve çatışmaların son bulması”, “ellerin karşılıklı olarak tetikten çekilmesi” gerektiği yönünde yaptığı açıklamalar, egemen güçler ve medya tarafından “örgütün baskısıyla yapılan çağrı”lar olarak damgalanıp, çağrıyı yapanlar baskı altına alınmaya çalışılmakta, çözüme uygun ortam yaratmak için silahların karşılıklı olarak susturulması talebi yanıtsız bırakılmaktadır. Başbakan Erdoğan, “Silahların gölgesinde demokratik açılım süreci yürütülemez denirken ne kastediliyor? Yani kimin silah bırakması isteniyor, burası çok önemli. Burada güvenlik güçlerinin silah bırakması mı isteniyor, yoksa terör örgütünün silah bırakması mı isteniyor?” sorusunu sorduktan sonra, yapılması gerekenin, PKK’nin “ön koşulsuz silah bırakması” olduğunu belirtmektedir. Silahların karşılıklı susturulması çağrısının bile “terör destekçiliği” olarak damgalandığı siyasal atmosferin etkisiyle, içlerinde Ufuk Uras’ın da yer aldığı liberal-sol çevrelere varana kadar geniş çevreler, PKK’nin “önkoşulsuz tek taraflı ateşkes ilan etmesi” gerektiğini söylemektedirler. Oysa PKK 1993’ten bu yana 6 kez “tek taraflı ateşkes” ilan etmiş, ama devletin, Başbakan Erdoğan’ın “devlet silah bırakmaz” sözlerinde ortaya konan tutumu; uzatılan barış elinin görmezden gelinerek operasyonların devam ettirilmesi nedeniyle, her defasında yeniden çatışma ortamına geri dönülmüştür. Bugün sorun demokratik yollardan çözülmek isteniyorsa, silahların karşılıklı olarak susmasını sağlamaktan başka bir çıkar yol yoktur. Çünkü diğer yol daha önce defalarca denenmiş ve hep aynı noktaya gelinmiştir. Ayrıca çözümsüzlüğün temel nedeni, devletin, zaten bugüne kadar dillendirdiği “devletle terör örgütü aynı kefeye konuyor”, “devlet silah bırakmaz”, “terör örgütü devletin muhatabı olamaz” gibi yaklaşımlarıdır. O yüzden ‘çift taraflı ateşkes’, devletin bu tutumunu terk ederek, diyalog yoluyla çözüme yönelmesinin en temel adımı olarak sahiplenip dillendirilmelidir.

Toplumsal çözülme/ayrışma yerine demokratik barışçıl çözümü geliştirmenin yolu, bölgeden yapılan barışa yönelik çağrıların ülkenin her tarafından yükselmesini sağlamaktan geçmektedir. Bu yönde Temmuz ayında İstanbul’da sendikacı, sanatçı, aydın, akademisyenler tarafından kamuoyuna ilan edilip imzaya açılan “Denenmeyen tek bir yol kaldı, barış” çağrısı bu boşluğu doldurmak bakımından büyük önem taşımakta; “kardeşliği yeniden kurmak” için bütün emek, barış ve demokrasi güçlerini harekete geçmeye çağırmaktadır. Açıklamaya imza atan sendikacıların Kürt sorununun çözümünde emeğin birleştirici gücünün harekete geçirilmesinin önemine yaptığı vurgu, çağrıyı yapanların aynı zamanda ayrışma/düşmanlaştırmaya karşı barış ve kardeşliğin mahallelerde, fabrikalarda işyerlerinde yeniden örülmesi görevinin birinci dereceden sorumluları konumunda bulundukları gerçeğini de ortaya koymaktadır. Gelinen noktada, ülke Kürt sorununda bir yol ayrımına gelmiştir: Emek, barış, demokrasi güçleri, ya egemenlerin savaş ve çatışmaları toplumsal alana taşımak istemesine seyirci kalarak yaşanacak toplumsal çözülmenin acı faturasına razı olacak ya da Kürt sorununun eşit haklar temelinde barışçıl çözümü ve birlikte insanca yaşayabilecekleri demokratik bir ülke için mücadeleyi ülkenin her tarafına taşıyarak ülke gericiliğinin kendilerine çizdiği kaderi kendi elleriyle değiştireceklerdir.

Bir Amerikan Müdahalesi: “Renkli Devrimler”

“Renkli devrim”ler, esas olarak, 2003 yılı sonunda Gürcistan’daki genel seçimlerde Şevardnadze’ye karşı yarışan Saakaşvili’nin taraftarlarının seçim sonuçlarına itirazı ile başlayan, sokak eylemleri ile süren ve daha sonra da bir grup genç destekçinin parlamentoyu “barışçıl” biçimde işgal ederek Saakaşvili’nin hükümete gelmesini kesinleştirdiği olaylarla birlikte gündeme geldi ilk. Gürcistan’ı başka ülkeler izledi. Özellikle eski Sovyetler Birliği topraklarında yaşanan, ekranlara ve basına büyük kitlesel kalkışmalar olarak yansıtılan olaylar, siyasi hayata kitlelerin müdahalesinin azaldığı ve kapitalist ideologların, artık böyle müdahalelerin çağının geçtiğini söylediği 1990’lı yılların ardından, dikkati bu ülkelere yöneltti.

Ne oluyordu da, burjuva siyasetten yüz çevirmiş olan halk, bu yeni kapitalistleşmiş ülkelerde, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı propagandasıyla “adalet” istiyor ve göründüğü kadarıyla, tercih ettiği aday için parlamento önünde gösteri yapıyor, meclis işgal ediyor ve başarıya ulaşıyordu?

Çoğunlukla o ülkelerde olan biten kuşkuyla karşılansa da, burjuva ideologlar, gelişmeleri, –kapitalist ülkeler diktatörlükle yönetilmiyorlarmış gibi– geçmişte “diktatörlük”le yönetildiğine inandıkları Sovyetler Birliği’nin eski coğrafyasında yer alan bu ülkelerde demokrasinin tesis edilmeye başlandığının bir göstergesi olarak tanıtmayı ihmal etmediler. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin açık çöküşünün ardından, dünya pazarlarının yeniden paylaşımı için restore edilmeye çalışılan kapitalist sistemin önünde, artık, eski Sovyetler Birliği gibi, dünya çapında frenleyici bir ülke kalmadığı için, emekçilerin siyasal müdahale olanak ve mekanizmaları önemli ölçüde ortadan kaldırılmış; geniş yığınlarla temsili kurumlar arasında esaslı kopuşlar oluşmuş; burjuva demokrasisinin dışlayıcı niteliği yeniden açıkça görülür olmuştu. Kapitalist restorasyonun öncelikli coğrafyasında yer alan eski Sovyet ülkelerindeki olaylı seçimler ve hükümet darbeleri, bu yüzden demokratik birer tepki olarak gösterildi, ve kapitalist sistem içinde de kitle inisiyatifine demokratik kanalların tıkanmadığının bir kanıtı yerine kullanıldı. Yani renkli “devrimler” sosyalizmin eleştirisine yeni bir vesile olmuş, kapitalist demokrasi için de bir referans olarak kabul edilmişti. Bu konu, bitirmek üzere olduğumuz on yıl boyunca çok tartışıldı. Ve nihayet on yılın sonundaki gelişmeler tartışmayı yeni bir evreye ulaştırdı.

Ukrayna’da “renkli devrim”in üzerinden daha on yıl geçmeden, geçtiğimiz Şubat ayında bu ülkede gerçekleşen son seçimler, hemen ardından Nisan’da ort+aya çıkan ve aylarca süren Kırgızistan’daki olaylar, “renkli devrim”lerle ilgili liberal mitin balonunun sönmesine yol açtı. Ukrayna ve Kırgızistan olayları, her biri “lale”, “gül”, “kadife”, “portakal”/”turuncu”, “sedir” gibi sıfatlarla anılan “devrimler” döneminin sona erdiğini gösteriyordu. Birkaç yıl önce, mevcut rejimden bezmiş, yoksul ve örgütsüz oldukları için kolaylıkla propaganda ve vaatlerle seferber edilebilen kitleler, bu kez, birkaç yıl iktidarda kalmış hükümetleri alaşağı etmek için harekete geçmişlerdi. Öte yandan seçimler sonrasında Kırgızistan’da, yönetimi boyunca halkın daha da yoksullaştığı, yolsuzluk ve rüşvetin eskisini aratmayacak boyuta geldiği hükümet devrilmiş, Başbakan Bakiyev halktan gizlenmek zorunda kalmış, kaçmış, bunu takip eden süreçte gelişen ve yaz aylarına kadar süren huzursuzluk Kırgız devletinin ülkedeki Özbeklere saldırmasına; Özbek azınlığın bir kısmının ülkeden sürülmesine yol açacak kadar derinleşmişti.

Görüldü  ki, “renkli devrimler”in işbaşına getirilen hükümetleri, geride kurumları sağlamlaştırılmış bir demokrasi değil diktatörlük, burjuva demokrasisinin başlıca vaatlerinden olan eşitlik değil ülke halkları arasında düşmanlık, refah değil enkaz bırakarak hüküm sürmüşlerdi.

Aslında, bu ülkelerin kaynaklarının emperyalist tekellere açılması anlamına gelen kapitalist restorasyon sürecinde iliklerine kadar sömürülen halkların başka türlü bir yanıt vermemesi ve bu rejimlerin daha fazla dejenere olmaması şaşırtıcı olurdu. Bu bakımdan, “renkli devrimler”in umulan sona ulaştığı söylenmelidir.

DEVRİM VE “DEVRİM” 

Önceki yüzyılın başında dünyanın en köklü ve eski imparatorluğunu devirerek işçi sınıfını iktidara getiren Bolşevik Devrim’in yapıldığı topraklarda 21. yüzyıla girerken, o devrimin bir karikatürü bile olamayacak hükümet değişikliğini devrim olarak tanımlayan liberal politikacılar, kuşkusuz Troçki’nin “dünya devrimi” teorisinden de esinlenmişlerdi. “Renkli devrimler”in birbiri peşi sıra başka ülkelerde gerçekleşeceğini öngörüyor ve bunun önceden planlanabilir bir müdahale olduğuna inanıyorlardı. Böylece dünyanın, liberalizasyonuna yeterince ayak uyduramayan, gereken adımları atıp açılımlarını gerçekleştiremeyen iktidarları, küçük bir kitle manüplasyonuyla, zahmetsizce yerlerini işbirliğine yatkın haleflerine bırakacak, tarih sahnesinden silineceklerdi.

“Renkli devrimler”in mimarları, gerçekte, burjuva iktidarların devrilip iktisadi düzenin alaşağı edildiği gerçek bir devrim olasılığından ödleri kopmakla birlikte, devrim kavramının devrim yaşamış halkların belleğindeki ve diğer dünya halklarının zihnindeki güçlü çağrışımlarının farkındadırlar. On yıllar boyunca bu kavramın içinin boşaltılması, devrimin artık sosyalizmi hatırlatan bir kavram olmaktan çıkarılması için oluşturulmuş devasa bir yazın ve propaganda materyali vardır. Ama bu propaganda, pratik bir deneyim imkânına ancak “renkli devrimler” sırasında kavuşabilmiştir. “Renkli devrim” yandaşlarının ilgili ülkelerdeki siyasal değişikliklere devrim adını vererek, bu anılardan yararlanmak istediklerini düşünmek yanlış olmaz. Hem de böylece, sözcüğü, sosyalizm, işçi sınıfı iktidarı, kapitalizmin yıkılması gibi çağrışımlarından kurtarmayı da denemiş olacaklardı. Kavramı liberal kavramlarla birlikte anıp, liberalizasyon sürecinin gerektirdiği statüko değişikliklerinin ismi olarak kullanarak, ona yeni bir anlam kazandırabileceğini düşünmek, kavramlara keyfi olarak istediği anlamları yükleyebileceğini düşünen felsefi idealistin iflah olmaz hastalığının hâlâ sürdüğünü gösterir. Böyle bir zihniyet, yeri geldiğinde, “toplumsal mühendislik” projelerine “devrim”, eğitilmiş kışkırtıcılar topluluğuna “kitle” diyebilir ya da bu kavramları, tersine, bir öncekinin yerine kullanabilir.

Fakat kapitalist ideologların “devrim” dediği şey ile Sovyet halklarının geçen yüzyılın başında gerçekleştirdikleri devrimin amaçları ve sonuçları arasındaki farkın kavramsal işlemlerle giderilmesi ve birbirinden farklı iki toplumsal ve siyasal olay arasında eşitlik sağlanması mümkün değildir. Kapitalistlerin “devrim”inden kasıt, bu “devrim”lere konu olan ülkelerde serbest piyasa ve pazar ekonomisinin önündeki eskiden kalma bürokratik, siyasi ve hukuki engelleri ortadan kaldırmayı kolaylaştıran bir kitle rızası sağlamakken, bu topraklarda daha önce gerçekleşmiş olan Ekim Devrimi, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek, bunları toplumsal mülkiyete geçirmeyi hedeflemişti. Devrimle kurulan işçi sınıfının iktidarı, merkezi plan esasına dayalı olarak yönetilen ekonominin kâr amacıyla değil, halkın ihtiyaçları gözetilerek örgütlenmesini gündemine almış ve kapitalist sistemdeki artı değer sömürüsüne son vermişti. Böyle bir sistemde bireysel kapitalist mülkiyetin yaşaması mümkün olmayacaktı. Halbuki kapitalist restorasyonu gerçekleştirmenin aracı olan “renkli devrimler”, kapitalist-emperyalist ülkeler arasında pazar ve etki alanlarını geliştirmek için sürdürülen kavganın en çok kızıştığı bir dönemde, eski sosyalist ülkelerin de serbest piyasa ekonomisine eklemlenmesini kolaylaştırma amacını gütmüştür. Bu kapsamda, sayımlarda yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla ülkelerdeki seçim süreçlerine sözde halk desteği ile açık ve doğrudan müdahale, bu eklemlenme sürecinde ortaya çıkabilecek hiçbir pürüze tahammül edilemediğini de gösterir. Sosyalist rejimlerin çöküşünden sonra, bürokratik yönetimlerin altında, giderek kuralsız ve kaotik bir iktisadi yaşam süren; enflasyonun, karaborsanın, hızlı ücret düşüşlerinin, işsizliğin, yoksulluğun ve alt sınıflarla üst sınıflar arasında giderek derinleşen uçurumun, bu ülkeler üzerindeki manipülasyonu kolaylaştırdığı söylenebilir. Dünyanın, yazıda daha sonra bahsedilecek olan konjonktürel durumu da bunu kolaylaştırmış; böylece “renkli devrimler”, planlandığı üzere, art arda birkaç ülkede birden sökün edebilmiştir.

Aslında “renkli devrimler”in tarihi ’90’lı yıllardan daha öncesine uzatılabilir. 1982’de, Polonya’da, Gdansk tersanesinde Leh Walesa’nın önderliğinde başlayan Solidarnos Hareketi olarak bilinen, kısa sürede bütün ülkeye yayılan eylemler, Polonya’daki iktidarı devirmiş ve böylece 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar sürecek Doğu Avrupa’daki diğer gelişmeleri tetiklemişti. Polonya’daki gelişmeler, aslında, bölgedeki, çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan halk demokrasilerinde meydana gelen dejenerasyonun bir tür dışa vurumu oldu. Nazi işgaline karşı direnişlerden doğan halk demokrasileri, Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere karşı “Soğuk Savaş” yürüten emperyalistlerin kuşatması ve içerdeki sosyalizm karşıtlarının da işbirliği sonucunda “yenilgiye uğradılar” ve sosyalizm hedefinden uzaklaştılar. Bu süreç, 1950’li yıllardan sonra Sovyetler Birliği’nde de başlayan kapitalizmin restorasyonu süreciyle zamandaştır ve giderek 1980’li yıllarda hız kazanmıştır. Polonya’daki çöküşün ardından, zaten tıpkı Polonya gibi sosyalizm idealini yitirmiş diğer ülkelerde de benzer olaylar gündeme geldi: Macaristan, Çekoslovakya.. ve en son Arnavutluk Polonya’yı izledi.

“Renkli devrimler”i, esas olarak Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanında ortaya çıkan siyasal hareketler olarak tanımlamak, eksik olur. Burjuva liberallerin bu kategoride saydığı politik olayların bazıları, bu coğrafya dışında yer alır.

80’li yılların sonlarında Çin’de meydana gelen, ölümlerle sonuçlanan Tienenman olaylarının tetiklenmesinde rolü olduğunu, “renkli devrimler”in teorisyeni ve mimarı Soros açıkça belirtir.

Doğu Avrupa sınırları dışında ortaya çıkan bir “renkli devrim”  de, 2005’te tanık olunan Lübnan’daki “Sedir Devrimi”dir. Bir rejim değişikliği gündeme getirmemiş olmasına karşın, devrim olarak anılan olaylar, Lübnan’ın politik liderlerinden Refik Hariri’nin bir suikaste kurban gitmesiyle bağıntılı başlar. Suikastin sorumlusu olarak ilan edilen Suriye ile gerilen ilişkilerin sonucu, Suriye’nin Lübnan’a asker çıkarması olmuş ve bunun üzerine Beyrut’ta Şehitlik Meydanı’nda toplanan binlerce muhalifin Suriye aleyhine yaptığı gösteriler sonucunda Suriye Lübnan’dan geri çekilmiştir.

Geçtiğimiz yıl, İran’da Ahmedi Nejad ile Musavi’yi karşı karşıya getiren seçimlerde, sonuçların hileli olduğu iddiasıyla ortaya çıkan ve birkaç hafta süren muhalefet eylemlerini de, “renkli devrimler” kategorisinde sayanlar vardır. Fakat “Yeşil Devrim” gibi bir ismin de yakıştırıldığı gösteriler toplamı, Ahmedi Nejad’ın lehine sonuçlanan seçimin sonuçlarının değişmesini sağlayamamış, olaylar, Doğu Avrupa’daki “renkli devrimler” gibi, şarkılı türkülü, barışçıl bir biçimde gelişmemiş; çok sayıda insan tutuklanmış, birçok kişi de ölmüştür.

Görüldüğü  gibi, “renkli devrimler”, hedefi, eski halk demokrasili ülkelerde olduğu gibi hükümet değişikliği türünden bir siyasal sonucu elde etmeyle sınırlı sosyal olayları tarif etmek için kullanılmaz. Kavramın, bazen bir bölgedeki statükoyu korumak ya da değiştirmek, siyasal bir durum karşısında kitlelerin pozisyonunu ayarlamak, herhangi bir tepkiye kitle desteği sağlamak için yapılan müdahaleleri tanımlamak için de kullanıldığı görülür. Müdahalenin amacı, başta da belirtildiği gibi, odak olarak alınan bölgede neoliberal politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştıracak düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, bölgedeki insan faktörünün böyle bir siyasi hedefin gerçekleştirilmesi doğrultusunda yeniden konumlandırılmasıdır. Ve aslında emperyalizmin yeni dönemdeki pazar paylaşımında öne çıkan politikalarını sürdürürken kullandığı birçok yöntem ve araç arasında “barışçıl” olduğu iddia edilen bir tanesidir bu. Ve bu “barışçıl” yöntem, kitlelerin bir “toplumsal mühendislik” çalışmasıyla, uygun propaganda araçları ve söylem kullanılarak, istenildiği yönde harekete geçirilebileceğini öngörür.

Aslında 2. Paylaşım Savaşı döneminde Karl Popper tarafından ileri sürülen, ve sosyalist devrimlerin eleştirisi üzerine kurulu ve sözde alternatifi olarak ortaya atılan “toplumsal mühendislik” tezi, mevcut burjuva demokrasisinin de başlıca mottosunu oluşturur. Sosyalist ülkelerin diktötürlükle yönetildiğini, liberal demokrasinin ise “açık toplum”lar yarattığını, yaratması gerektiğini ileri süren Popper’in felsefi gerekçelerini oluşturduğu ‘toplumsal mühendislik’in günümüzde bu kez ısrarla ve altı kalınca çizilmiş olarak gündeme gelmesinin, dünyanın, keskinleşmiş çelişkilerin belirlediği yeni konjontürüyle doğrudan ilgisi vardır.

Bu konjonktür, ana hatlarıyla 80’li yıllarda belirir.

Bu yıllar, Thatcher-Kohl-Reagan üçlüsünün başını çektiği neoliberalizasyon döneminin başlangıcına işaret eder. “Soğuk Savaş” döneminin bitmek üzere olduğu; Sovyetler Birliği’nin on yılın sonundaki çözülüşüne doğru hızla yol aldığı yıllardır, 80’ler. Batı’da, gelişmiş kapitalist ülkelerde emekçi sınıfların örgütlü mücadeleleriyle kazandıkları hakların 70’lerdeki krizle birlikte artık burjuvaziye bir yük haline geldiği, emek örgütlerinin de, bunun kolaylıkla telaffuz edilebilmesine olanak sağlayacak biçimde zaafiyet göstermeye başladığı zamanlar…

İngiltere’de, 84’teki madenci grevini bastıran İngiltere’nin muhafazakâr Başbakanı Thatcher’ın “toplum yoktur, bireyler vardır” diyerek özetlediği “toplumsal mühendislik”in yeni paradigması, “refah toplumları”nın çözülmesinden, emekçilerin örgütlü inisiyatifinin dağıtılmasından, devletin emekçilerin sağlık, eğitim ve diğer kolektif tüketimleriyle ilgili rolünün iptal edilerek, bu alanların piyasaya açılmasından oluşuyordu. Bu, emekçilerin, bir süre sonra kazanılmış hakları ihlal edilirken buna karşı çıkarak ortak tutum geliştirebilecekleri bütün sınıf örgütleriyle bir savaşa girilmesi ve bu savaşın sonucunda da, toplumun, örgütsüz bireylerden oluşan bir kütle olarak tasarlanması anlamına geliyordu ve böyle de yapıldı. Tekellerin, el koyduğu artı değer oranını yükseltebilmek için, bölüşüm sistemindeki, emekçiler lehine, onlar tarafından kazanılmış uygulamalarla savaşmaya başlaması yeni bir durum değildir, ama 80’li yıllardan bu yana süren küresel serbest piyasa bahsi içinde özel bir karakter kazanmıştır; çünkü bu çatışma, bütün dünyanın yeniden paylaşımı ve olabildiğince engelsiz bir pazar haline getirilmesi sürecinde tayin edici bir eksen olmuştur.

Serbest piyasa ekonomisinin önündeki engellerin kaldırılması, uluslararası tekellerin mutlak hakimiyetinin gerçekleştirilmesi amacı, dünya burjuvazisinin, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve diğer ülkelerdeki örgütlü emekçilerin beklenir karşı koyuşları nedeniyle daha önce yapılamayanların bir an önce yapılması için statükonun değişmesi, insan topluluklarının şekillendirilmesi için harekete geçmesini gerektirmişti. Bu statüko değişikliği, öncelikle geçmiş sosyalizm deneyiminin alışkanlıklarını ve hassasiyetlerini taşıyan eski Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanındaki cumhuriyetleri, geçmişin halk demokrasili ülkelerini, ticari korumacılık konusunda esnemez ulus devletleri, İslami önceliklere göre yönetilen ülkeleri ve neoliberal emperyalist politikalara uyum sağlayamayan “üçüncü dünya ülkeleri”ni hedefledi.

Sözü edilen türde ülkelerin birbirinden farklı özelliklere sahip olması, emperyalist sömürgeciliğe karşı güçlü bir direniş geleneğine sahip, anti Amerikancılığın güçlü olduğu halkların varlığı, metropol ülkelerdeki emekçilerin kazanılmış hakları konusundaki hassasiyetleri ve bu ülke emekçilerinin hem kendi kayıplarına hem de dünyanın diğer ülkelerindeki emekçilerin yaşadıkları sorunlara kayıtsız veya tepkisiz kalmamaları yüzünden, bu değişim, kuşkusuz o kadar kolay olmayacaktır. Bu durumda, başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist kampın “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak için iki seçeneği vardır: Ya Irak’ta ve Afganistan’daki gibi kendisine direnecek bir devlet yönetimi ya da sosyal güçlerin olduğu yerlerde açıktan işgal ve şiddete başvuracak veya dönüşümü, zaten çözülmüş eski toplumsal ilişkilerin yeni bir forma girmeyi beklediği, siyasal olarak istikrarsız eski Sovyet coğrafyasında olduğu gibi kolaylıkla, “barışçıl” bir biçimde gerçekleştirmeyi deneyecektir. “Renkli devrimler”, bu ikinci seçenek içinde yer alır.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra bölgedeki nüfuzunu giderek kaybeden, ekonomik ve siyasi bakımdan ciddi bir sarsıntı yaşayan, üstüne üstlük 1990’lara doğru ciddi bir kriz atlatan, buna rağmen eski Sovyet coğrafyasındaki hegemonik iddialarını sürdürmekte direnen Rusya’nın burnunun dibinde gerçekleştirilen “renkli devrimler” kategorisindeki ABD patentli “mühendislik” çalışmaları, doğrudan doğruya, asıl olarak işte bu pazar genişletme, tekelci sermaye birikimi ve dolaşımını hızlandırma ve serbest piyasa ekonomisini yaygınlaştırma amacıyla ilgilidir.

Avrupa’nın doğu sınırından, yani Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Rusya’yı çevreleyerek devam eden ve oradan Uzakdoğu’ya uzanan hatta ve Ortadoğu coğrafyasında uluslararası sermayenin hegemonik üstünlük kurma çabası, bir yandan, örneğin 90’lı yılların başında eski Yugoslavya’nın şiddet yoluyla parçalanarak birkaç parçaya bölünmesi, Irak-Afganistan işgali ve İran, Suriye, Kuzey Kore üzerindeki diplomatik baskı, tehdit ve yaptırımlar biçiminde ortaya çıkarken; diğer yandan da “renkli devrimler” ile desteklenmiştir.

Ortadoğu’daki ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinin bulunduğu coğrafyada, başta enerji olmak üzere, bölgedeki hammadde kaynaklarının ve enerji ulaşım yollarının kontrolünün sağlanması, hem Batı’da hem de Doğu’daki işgücü maliyetinin düşürülerek, dünya emekçilerinin daha fazla sömürülmesi için kullanılan yöntemler, bölgelere ve bölgedeki sınıf mücadelelerinin seyrine ve halkın politik konumlanışına göre farklı olsa da, müdahalelerin yöneldiği hedef aynıdır.

ABD’nin, “haydut devletler” kategorisinde sınıflandırdığı  ülkelerde şiddete ve yaptırımlara başvurarak yapmak istediği ile, “renkli devrimler”le gerçekleştirilmek istenen, son tahlilde aynıdır. Sadece, sermayenin engelsiz ve koşulsuz yeniden üretimine ve dolaşımına olanak sağlayabilmek ve küresel düzeyde ekonomik ve siyasi liberalizasyonu gerçekleştirme hedefine ulaşabilmek için dünyanın bazı bölgelerinin kan gölüne çevrilmesiyle, bazı bölgelerin “renkli devrimler” vasıtasıyla yeniden yapılandırılması arasında yöntemsel bir fark vardır.

Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra, Irak ve Afganistan işgalinin de araya sıkıştırıldığı aradan geçen 15 yıllık sürede işgal ve savaş biçiminde ortaya çıkan müdahalelerin sonuçları, “renkli devrimler”in sonrasısıyla karşılaştırıldığında, bu, daha iyi anlaşılır. İç savaşı takiben, emperyalist güçler tarafından bölgeye gönderilen NATO Barış Gücü’nün gözetiminde eski Yugoslavya topraklarının parçalanmasıyla ortaya çıkan Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan ülkelerinde, bugün, ekonomik liberalizasyon süreci önemli ölçüde tamamlanmış görülüyor. Kamuya bağlı üretim ve hizmet birimlerinin özelleştirilmesi, sosyal güvencesizleştirme, temel sosyal hizmetlerin paralı hale getirilmesi, hammadde kaynaklarının tekellere hibe edilmesi, şimdi her biri “bağımsız” küçük kapitalist devletler halinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan ülkelerin geçmek zorunda bırakıldığı aşamalar arasında yer alır. Aynı süreç, öteki Doğu Avrupa ülkelerinde de yaşanmış; Polonya, Doğu Almanya (Batı Almanya ile birleşerek) Çekoslovakya da (Çek ve Slovak cumhuriyetlerine bölünerek) kapitalist sisteme tam entegrasyonunu gerçekleştirmiş; bunların bazıları AB’ye üye kabul edilerek, “ödüllendirilmiş” ya da tam denetim altına alınmıştır. Daha önce uzun süre barış içinde yaşayan, birbirinden farklı milliyet, din ve mezheplere bağlı halkların arasında kolektif yaşam anlayışındaki aşınmayı kolaylaştıran şoven-milliyetçi duyguların kışkırtılması, emekçilerin birlikte yaşaması ve davranmasının olanaklarını ortadan kaldırdığı gibi, zaten çözülmüş olan sosyal ilişkiler, kapitalist politikacılar tarafından kolaylıkla yönlendirilebilmiş; böylece bölgedeki insan faktörü de yeniden şekillendirilebilmiştir.

Irak’ta işgal sonrası gerçekleştirilen iktisadi dönüşüm de, eski Doğu Avrupa’daki tabloyla özünde benzerlikler içerir. Irak petrollerinin uluslararası tekellerin denetimine bırakılması, ülkenin mevcut kaynaklarının tekellerce özelleştirilerek yağmalanması, kamu kurum ve kuruluşlarının işgal kuvvetlerinin gözetimine bırakılması ve bunlara bağlı olarak işsizlik, yıkım ve yoksulluğun yoğunlaşması, hâlâ işgal koşulları altında yaşayan bir halkın kendi kaderi üzerindeki kontrolünü çoktan yitirmiş olması vb., zora dayalı bir liberalizasyonun sonucu olarak karşımıza çıkar. Irak, zaten hem böyle bir liberalizasyonun Irak’ın da dahil olduğu bölgede şartlarının yaratılması, hem de Ortadoğu’nun kontrol altında tutulmasında bu ülkenin çıkardığı zorlukların bertaraf edilmesi amacıyla işgal edilmiştir.

“Renkli devrimlere” zemin oluşturan ülkelerde de, “devrimler” sonrası durumun çok farklı olmadığı görülür. “Yumuşak güç” (soft Power) uygulanarak, “demokratik” yollarla yapılan iktidar değişikliklerinin ardından, ABD’nin, Rusya hinterlandındaki ve Ortadoğu’yu çevreleyen kuşakta kontrolü artmış, bu ülkelerdeki askeri varlığı güçlenmiş, bölge ülkelerindeki petrol ve doğal gaz hatlarının denetimi az çok ele geçirilmiş; kamu kurumlarının özelleştirilmesi ve liberalizasyonunda uzun bir yol kat edilmiş ve sosyal politikaların tasfiyesinde istenilen hedefe önemli ölçüde ulaşılmıştır.

Bu, bir çırpıda söylenebilen kapitalist dönüşümün unsurlarının tek tek ve topluca bu ülkelerde yaşayan halklara maliyeti ise, kuşkusuz hesaplanamaz boyuttadır. Sermayenin küreselleşme döneminin başlıca yönelimi, emek gücünün maliyetini, rekabet şartlarını sertleştirerek en aza indirmek olduğundan, bugün bu ülkelerin işsizlikle ve düşük ücretle terbiye edilen emekçileri, konuttan sağlığa, eğitimden sosyal hizmetlere, ulaşımdan mezarda emeklilik uygulamasına kadar ciddi yoksunluklar içinde yaşamakta ve liberalizasyonun bütün yükünü üstlenmektedirler.

Gürcistan’da Saakaşvili’nin iktidara gelişinin ardından geçen yedi yılda, ülkedeki ekonomik büyüme iddia edilenin altında kalmış, Şevardnadze döneminin yolsuzluklarına, rüşvete ve bürokrasiye karşı tepkilerini arkasına alarak iktidara gelen Saakaşvili, uluslararası tekeller için esnettiği bürokratik prosedürü, Gürcistan halkının gereksinimleri söz konusu olduğunda olduğu gibi korumuş; bürokrasideki rüşvet ve yoksulluk, önceki dönemle kıyaslanabilecek bir biçimde artmıştır. Kırgızistan’da bir “renkli devrim”le işbaşına gelen ve halk ayaklanmasıyla iktidardan düşen Bakiyev’in hükümeti zamanında 6-7 dolar asgari ücretle çalışmak zorunda bırakılan, Başbakan’ın yakınlarına ve aile efradına hibe ederek özelleştirdiği kamu kurumlarının hizmetlerine yapılan olağanüstü zamlarla baş etmeye çalışan Kırgız emekçisinin, rüşvet, adam kayırma, dolandırıcılık, bürokrasi propagandalarıyla hükümete talip olmaya yeltenecek başka bir “aday”a güvenebilmesi için köprülerin altından çok suların akması gerekir. “Renkli devrimler”in yapıldığı ülkelerde yaşayan emekçileri ceplerindeki son kuruşa kadar soyan hükümetlerin ikisinin, son birkaç ayda halkın tepkisiyle arka arkaya düşmesi, bu yüzden hiç rastlantı olarak görülemez. Ukrayna ve Kırgızistan’da bu yıl ortaya çıkan olaylar, “renkli devrim” cephesini, bu yüzden önemli ölçüde çökertmiştir.

Ancak,“renkli devrim” yaşamış iki ülkede işlerin tersine dönmesi, bu devrimler sırasında ileri sürülen temel propaganda konularının da bir daha kullanılamaz hale geldiğini göstermez. Uluslararası tekelci sermayeye bağlı propaganda odaklarının seçim öncesinde ve sonrasında ileri sürdüğü tezler, aslında gerici burjuva liberalizminin öteden beri ileri sürdüğü tezlerin güncellenmesinden ibarettir. Aşağıdaki bölümde, kısaca bu propagandanın içeriğine ve “renkli devrimler”in esin kaynaklarına değinilecektir.

“RENKLİ DEVRİMLER”İN POLİTİK VE İDEOLOJİK İÇERİĞİ YA DA SOROS ADINDA BİR LİBERAL SPEKÜLATÖR

“Renkli devrimler”, bu devrimlere ön ayak olan odaklar tarafından kontrol edilen medyada, devrimlerin gerçekleştikleri ülkelere demokrasi, huzur ve refah getirecekleri/getirdikleri söylenerek propaganda edilmiş, bir rejimin, bir sistemin kansız ve barışçıl yollarla değiştirilebilirliğinin kanıtı olarak gösterilmişti. Bir yandan halk devrimlerinin içerdiği var sayılan şiddetin ve ideolojik kapsamın eleştirisi, diğer yandan da ABD üstünlüğü hayalinin sadece ve ancak şiddet ve işgal yoluyla gerçekleştirilebileceği üzerine inşa edilmiş Bush döneminin yeni muhafazakâr doktrinine karşı, daha “insancıl” bir seçenek olduğu iddia ediliyordu. Böyle iddia edilmesi, “renkli devrimler”in, ABD’nin yayılmacı politikalarından özerk ve bağımsız bir süreç izlediği ve bu devrimleri savunanların da, ABD’nin gölgesinin dışında ve onun genel yönelimlerine muhalif durduğu yanılsamasını üretmeye zemin hazırladı.

Hatta giderek, tek bir kişinin yeteneğinin ve gücünün dünyayı kurtarmayı başarabileceğini iddia eden Hollywood filmlerinin verdiği kültürel mesajlara teşne olanlar için, bu “devrimler”, Soros denen, “iyiliksever”, “demokrat”, borsadan kazandığı parayı modern bir Robin Hood gibi, yoksul ülkeler demokrasiye kavuşsun diye harcamaktan sakınmayan bir adamın, halkı peşine takarak, ABD’ye ve diğer tiranlıklara tek başına kafa tutmasının bir sonucu olarak da görülebildi.

Ailesi, Nazizm döneminde, Macaristan’dan ABD’ye göç etmiş olan Soros, “renkli devrimler”deki rolünü hiçbir zaman inkâr etmedi. Her ülkede kurduğu vakıflar aracılığıyla toplumsal ilişkileri ve siyasal yönelimleri etkilemeye çalıştığını, her zaman söyledi; kazandığı dolarların büyük bir kısmını “hayırseverlik” işlerine yatırdığını, kapitalizmi terbiye etmek için çok çaba harcadığını ikrar ederken, “renkli devrimler”in arkasında birer Rambo’nun var olduğunu düşünmeye yatkın olanları haklı çıkaracak beyanlarda bulunmaktan imtina etmedi.

Peki, gerçekten Soros, özellikle son on yılda kanlı işgal ve savaş politikalarıyla dünya halklarının nefretini üstüne çeken ABD’nin yayılmacı politikalarını samimiyetle eleştiren, anti demokratik rejimlerce yönetilen ülkelerdeki halklara kol kanat geren bir modern zaman mesihi midir? Ve onun yöntemlerinin, sermayenin dokunduğu her yeri halklar açısından çöle dönüştüren etkilerini giderme yeteneği mi vardır, yoksa o, bizzat kendisi de spekülatör bir tekelci burjuva olarak, küresel sermaye gericiliğinin yumruğunun sadece “kadife” bir eldiven içinde gizlenmesini kolaylaştıran sahtekâr bir hatip midir?

ABD’nin günümüzdeki politik ve iktisadi hedefleri doğrultusunda gerçekleştirilen “renkli devrimler”in, hayırsever, zengin bir burjuva liberalin bireysel bir tercihi ve eylemiymiş gibi sunulması, kuşkusuz bu devrimlerin arkasındaki gücü ve onları ortaya çıkaran mekanizmanın işleyişini gözden gizlemeye, “devrimler” sırasında kendi hoşnutsuzlukları için sokağa dökülmüş, üzerlerindeki “toplumsal mühendislik” çalışmasından bihaber kitlelerin inisiyatifinin kendiliğindenliğinin ABD damgasıyla lekelenmesini önlemeye yönelik bir niyet vardır. “Devrimci mesih”in (Soros’un) bir Amerikan borsacısı olması bu niyetle çelişmez, hatta kendi ülkesine kafa tutan biri olarak, onun varlığına bir anlam katacağı da düşünülür.

Soros, “renkli devrimler”in ve bu “devrimler” aracılığıyla kurulacağını iddia ettiği “Açık Toplum”un teorisini yapmış ve yazdığı kitaplarda, kendi ülkelerindeki gidişattan hoşnutsuz emekçiler üzerinde, kurduğu vakıflar aracılığıyla nasıl bir “toplumsal mühendislik” çalışmasını örgtleyip yönlendirdiğini açık açık anlatmıştır. Çoğunu Popper’den alıp güncelleştirdiği kavramlar eşliğinde kurduğu teori, “renkli devrimler”in çıkış noktasını oluşturur.

Soros, “Açık Toplum – Küresel Kapitalizmde Reform” başlıklı kitabında, “Mevcut durumun ayırt edici özelliği ‘rejim’ olarak tanımlanamamasıdır” diye yazar ve ekler: “Küresel mali sisteme uygun bir politik sistem yoktur; ayrıca küresel politik sistemin uygulanabilir veya arzu edilir olduğuna dair bir görüş birliği de yoktur.” (Soros, Açık Toplum, sf. 273)

“Renkli devrimler”in kalkış noktasını özetleyen bir ifadedir bu. Küresel mali sisteme uygun; uluslararası sermayenin tüm ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak, hedeflerine engel çıkarmadan ulaşmasını kolaylaştıracak, bütün dünyada tektipleşmiş, emperyalizm tarafından doğrudan kontrol edilebilen bir politik rejimin henüz oluşturulamamış olmasından yakınırken, haklıdır da. Dünya halkları ABD işgallerine sessizce boyun eğmezken, emperyalist politikalara karşı her yerde protesto gösterileri yükselirken, ve hâlâ “iki kutuplu dünya”nın “kalıntıları” ve alışkanlıkları sürüyorken, dünyanın, çıkarları birbirine karşıt sınıflara bölünmüşlüğü ve sınıf mücadeleleri devam ediyorken, Soros’un hayal ettiği gibi bir rejimin kurulması da olanaksızdır.

Soros’un eyleminin itici gücünü, işte bu karşı çıkışların “toplumsal mühendislik” çalışması yoluyla etkisizleştirilmesi, ABD politikalarına kanalize edilmesi ve dünya emekçilerinin bu politikalara rızasının kazanılması oluşturur. Çünkü mali sermayenin muhayyel sınırsız egemenliğinin sonuçlarına katlanacak olan dünya emekçilerinin, politik hedefler konusunda ikna olması, hatta bu egemenliğe gösterdikleri rıza karşılığında az çok ödüllendirilmeleri önemlidir, Soros için. Nitekim, serbest piyasanın hiçbir kısıtlamaya maruz kalmamasını savunarak, Bush dönemi yöneticilerini, sermayenin dolaşımı sırasında ortaya çıkan engelleri insan faktörünü hesaba katmadan, rıza mekanizmalarını işletmeden şiddetle ortadan kaldırmayı tercih ettikleri için eleştirir:

“Bush yönetiminin üstünlükçü ideolojisi açık toplum ilkeleriyle çelişki halindedir; çünkü son doğruya sahip olduğunu iddia etmektedir. Diğerlerinden daha güçlü olduğumuzdan dolayı, daha iyisini bilmemiz ve haklı olmak zorunda olmamız gerektiğini varsayar. Bu noktada köktendincilik ile Amerikan üstünlüğü ideolojisini biçimlendirmeye çalışan piyasa tutuculuğu ile bir araya gelir.” (Soros, Amerikan Üstünlüğü Hayali, sf. 27)

Aslında Soros’un ABD’nin üstünlüğü konusunda bir şüphesi yoktur. Bu üstünlüğün bütün dünyada benimsenebilmesi için uygulanacak yöntemler bakımından, neo-muhafazakârlardan ayrılır sadece. Irak işgalini, askeri müdahaleleri eleştirir. Ama bu, ABD’nin askeri müdahalelerine, “gerekiyorsa” karşı çıktığı anlamına gelmez. Amerikan Üstünlüğü Hayali kitabında, askeri müdahale gerekçelerini sıralar, ki hiç de az sayıda maddede toplanmaz bunlar. Bir yerde der ki: “Askeri müdahale, ancak krizin önlenmesi veya barışçı yollarla çözülmesi için askeri olmayan her seçeneğin incelenip, askeri eylem dışında hiçbir önlemin başarılı olmayacağına dair mantıklı sebepler olduğu durumlarda kabul edilebilir.” (Amerikan Üstünlüğü Hayali, sf. 118)

Soros, askeri müdahalelere sıra gelinceye kadar, diplomatik yolların, propaganda yöntemlerinin kullanılmasını, müdahale konusu ülkenin ve dünya emekçilerinin ikna edilmesi bakımından önemser. Çünkü bunlar, ABD’nin küresel hegemonyası için kullandığı argümanları ve yöntemleri meşrulaştırmaya hizmet edecektir. ABD politikacılarının, “kimin kazandığını değil, hangi hikâyenin kazandığını” öncelik olarak görmesinden yanadır. Ne de olsa, askeri müdaheleler için “mantıklı sebepler”i formülleştirecek olanlar da onlardır ve ABD, bu imkânı elinin altında bulundurma hakkına sahip olduğu için de, “bütün yollar” denendikten sonra, sıranın askeri müdaheleye gelmesinde bir sakınca olmayacaktır!

Böylece, Soros ve ekibi, küresel bir merkez olarak tanımladıkları ABD’nin çıkarlarının, bütün dünyanın çıkarları haline gelmesini umdukları bir öykülendirme sürecinin, rıza kazandırıcı aktörleri olmaya soyunmuşlardır. Öykünün içine, Birleşmiş Milletler, ülkelerdeki bazı siyasi kurumlar ve kişiler, entelektüeller, sivil toplum örgütleri (Soros’un kurup destekledikleri) ve mali sermayenin temsilcileri de “demokratik birer figür olarak” dahil olur. Soros, herkesin, ABD patentli bir hikâyenin kendi hikâyesi olduğuna inanmadan, ABD’nin gücü ve etkisinin dünyada kabul görmeyeceğinde ısrarlıdır. Ve bu “hikaye”ye o kadar güvenir ki, belagatle, devletlerle ve hakla dostane ilişkiler kurarak, masa başında söylenmiş güzel sözlerle, “kazan-kazan”cı yaklaşımlarla, ABD’nin yayılmacı politikalarına kimsenin itiraz edemeyeceğine inanır.

Onun “açık toplum”cu “demokratik” cephesi, felsefesine uygun bir örgütlenmedir. Sömürücülerle sömürülenler, ezenlerle ezilenler, işveren örgütleriyle örgütsüzleştirilmiş emekçiler için kurulmuş sivil toplum örgütleri, Dünya Bankası’yla onun para politikaları yüzünden yoksullaşmış haklar, bir arada, bu cephede yer alacaktır. İki sınıf arasındaki çatışmanın önlenmesini, yumuşatılmasını ve bu yolla emekçilerin burjuvazi tarafından daha rahat manipüle edilmesini kolaylaştıran bu örgütlenme anlayışıyla, “renkli devrimler”in mimarı Soros, çelişkinin asıl niteliğini gizlemiş; sınıflar arasındaki çelişkiyi, ABD’nin beğenmediği hükümetlerle çelişkiye indirgemiş olacaktır.

Aslında temel öykünün, örneğin ABD’deki en gerici, en muhafazakâr stratej ve taktisyenlerden olan Brzezinski’nin anlattığı öyküden temelde pek bir farkı yoktur. Brzezinski, ABD’ye karşı dünya halklarının nefretini mutlak kabul ederek, ülkenin çok sayıda düşmana sahip olduğunu düşünür ve bunun için Amerikan askeri gücünün caydırıcılığı ve şiddetinin vazgeçilmez olduğunu yazarken; Soros, nefretin, işbirliğiyle sonuçlanabilecek bir duygu durumuna, ikna ile dönüştürülebileceği fikrindedir.

Brzezinski şöyle yazar: “Amerika giderek etkileşimli ve birbirine bağımlı hale gelen bir dünyada çıkarlarını korurken güvensizlik ortamına ne kadar tahammül edebilir? Amerika için artık bir tercih yoktur: sosyal olarak onaylamasa bile, güvensizliği siyasi olarak idare edebilir olmalıdır. Amerika, dünyayı dönüştüren toplumdur; hatta egemenliğe dayalı uluslararası siyasette karşı yıkıcı etkisi bile devrimseldir… Kendi güvenliğinin tek yanlı koruyucusudur. ABD kongresi ABD askeri gücünün konuşlandığı üç önemli yabancı bölgeden aniden geri çekilme emri verse ne olurdu? ABD’nin bu şekilde geri çekilmesi, kuşkusuz dünyayı neredeyse anında siyasi olarak kaotik bir krize sokardı…” ( Tercih, sf. 32)

Soros, pervasızca peşinden koşulan Amerikan üstünlüğünün, şiddet yoluyla kurulmaya çalışılan hegemonyanın, yeni düşmanlar yaratmasından ve ABD ile dünyanın geri kalanını tehlikeye atmasından yakınır. Bunun için de, “Başkan Bush’u reddetmemiz gerekir” diye konuşur ve ABD’nin ittifaklarını güçlendirmesinin, dünya devletlerinin ve halkların (seçmenlerin) ikna edilmesinin, ABD ve dünya güvenliği için şart olduğunu yazar.

Peki, nasıl bir hat izlenmelidir bunun için? Soros, ABD’nin muhafazakâr politikacılarının düşündüğü gibi topyekûn bir düşman tanımının doğru olmadığını, “haydut devletler” diye nitelendirilen ve muhtemel bir askeri müdahalenin konusu olarak görülen ülkelerin farklı dinamikleri olduğunu iddia eder ve her birine özel bir yaklaşım gerektiğini savunur. Soros’un asıl yönelimi, o dinamiklerin açığa çıkarılması ve manüpile edilmesinden yanadır. Bunun için de, ilk kez 1984’te Macaristan’da kurduğu vakıf gibi, dünyanın birçok “müdahale edilmesi gereken” bölgesinde de vakıflar kurar. Bu vakıflar aracılığıyla, hem bir “sivil toplum” oluşturmak derdindedir, hem de üniversitelerdeki sosyal araştırma konularını belirleyerek, yönlendirme. “Renkli devrimler”in yapıldığı ülkelerde kurduğu gençlik örgütlenmelerinde, lider vasfında olanları eğitir. Birçok ülkede medyalar oluşturur; gazeteler ve televizyonlar kurar. Entelektüelleri, vakıfları aracılığıyla fonlayarak, onları gerici liberal fikirlerin yayıcısı, fikir militanları haline dönüştürmeye çalışır ve böylece, “renkli devrimler” için gerek duyduğu fikri hegemonik ortamın yaratılmasına ve insan gücünün ve ruhunun şekillendirilmesine çalışır. Ama sadece o değil, “meşru kapitalizm”in kurumlaşabilmesi için devlet yöneticilerine, yatırımcılara da parasal kaynak sunar.

Soros şöyle ifadeler kullanır:

“Sovyet sisteminin dağılmasında aktif olarak görev aldım…” (Açık Toplum, sf. 101)

“Prematüre bir başlangıçtan sonra komünist yönetim altındaki ülkelere yoğunlaştım; özellikle anavatanım olan Macaristan’a. Macaristan’daki vakfım, 1985’te Macaristan Bilim Akademisi ile bir ortak girişim olarak kurulmuştu ve sivil toplumun destekçisi olarak faaliyet gösteriyordu…” (Age, sf. 108)

“Uluslararası Bilim Vakfını 100 milyon dolarla kurdum. İlk işimiz Rusya’nın en iyi 400 bilim adamına, Rusya’da kalmalarını teşvik ederek, bilimsel çalışmalarına devam edecekleri umuduyla 500’er dolar dağıtmaktı…” (Age, sf. 219)

“Eğer Rusya haydut kapitalizmden meşru kapitalizme geçiş yapmazsa bütün hayırseverliğim boşuna olacaktı…” (Age, sf. 222)

“Açık toplumu destekleyecek mali araçlara sahiptim. Birkaç yıl zarfında vakıflarımın büyüklüğünü yüze katladım; yıllık olarak 3 milyon dolardan 300 milyon dolara…” (Age, sf. 108)

“Dünyadaki en büyük NGO’lar ağının kurucusuyum… NGO’ların liderleri, kendilerini, işletme yöneticilerinin kârlara adadığından daha fazla amaçlarına adarlar…” (Age, sf. 156)

“Ukrayna daha bağımsız olmadan biz vakfımızı kurmuştuk. Bağımsızlığını ilan edince, danışmanlar sağlayarak yardımcı olduk. Korkarım, Kırgızistan örneğinde devrim, olması gerekenden erken geldi. Çünkü henüz kurumlar çok zayıf. O yüzden Ukrayna, Kırgızistan gibi yerlerde demokratik rejimlerin başarılı olamayacağından endişeliyim. Bence demokratik devrim sadece bir başlangıçtır, sonuç değil. Bu değişim sürecinin sonuca ulaşması için Batı daha aktif rol almalı. Bu konuda baskı yapıyorum.” (Milliyet’teki röportajından.)

Buna benzer pek çok ifade, Soros’un, tek tek ülkelere yaptığı müdahaleleri ve kapitalizmin yeni çağında, onu nasıl reforme ettiğini, kurduğu paradigmayı anlattığı kitaplarında yer alır.

Ustası Karl Popper’in, tarihsel materyalizmi kadercilik ve kehanet ile eleştirerek ürettiği “parça parça toplumsal mühendislik” kuramı, Soros’un tezlerinin ve pratiğinin, çalışmalarının, ideolojik-kuramsal temelini oluşturmuştur. Popper, Marksizmi açıkça vulgarize ettiği Açık Toplum teorisinde, Marx’ın tarihin düz bir çizgi olarak ilerlediğini söylediğini ve bütün toplumların bu düz çizginin sonunda, bir devrimle sosyalizme ulaşacağı kehanetinde bulunduğunu iddia eder. Bir liberal olarak Soros da, tıpkı hocası gibi, buradan hareket etmiştir. Marx’ın yöntemiyle, toplumların analizinden ancak bir “kehanet” çıkacağı iddiasını, “toplumsal mühendislik” çalışması önererek tamamlar.

Halbuki Marx, Popper’in kabalaştırdığı biçimde, toplumların eninde sonunda, kendiliğinden, belirli bir şemayı izleyerek evrimleşeceğini, hiçbir yapıtında ileri sürmemiştir. O, kapitalizmin analizini yaparken, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin çatışmasının kaçınılmaz olarak bir proleter devrime yol açacağını söylemiş, ama bunun, kendiliğinden gelişen bir evrim olmadığını yazmıştır. Marx’ın kuramının, kapitalizmin –işçi sınfının devrimci mücadelesini gereksinmeden– zorunlu olarak sosyalizme evrileceği tezini içerdiği, daha çok liberal politikacıların yorumudur ve Marx’ı böyle yorumlamakla onun tezini tahrif ederler. Marx, tarihi yapanın sınıf mücadeleleri olduğunu söylerken, kapitalizmden sosyalizme geçişin ancak tarihsel öznenin inisiyatifiyle olabileceğine dikkat çeker. Yani sosyalizm, artık insanlığın gelişiminin önünde engel olan kapitalizmin arkaikleşmiş ilişkilerinden kurtulmak isteyen işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin sonunda kurulacaktır. Böyle bir mücadele, üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyeti yıkmayı ve kapitalist iktidarın yerine işçi sınıfı iktidarını kurmayı amaçlayan mücadele sürdürülmüyorsa, kapitalizmin sosyalizme kendiliğinden dönüşümü söz konusu bile değildir. Marx, kapitalizmi zorunlu olarak sosyalizmin izleyeceğini söylerken, daha Komünist Manifesto’dan itibaren analiz ettiği bir gerçekliğe dayanır; kapitalizmin işçi sınıfını, yani kendi mezar kazıcılarını da yarattığı gerçeğine ve işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin “zorunlu” ve “kaçınılmaz” olacağına.

Popper’in, toplumsal olayların yönünün kestirilemez olduğu teziyse, eğer bir toplum analizine sahip değilseniz geçerli olabilir. Çıkarları birbiriyle uzlaşmaz sınıflara bölünmüş, çelişkili bir toplumda, bu sınıflar arasındaki mücadelenin bir biçimde sonuçlanmak zorunda olduğunu göremezseniz; teorinin tutarlılığının, kullanılan kavramların kendi aralarındaki tutarlılıktan ibaret olduğunu sanır, teorinin gerçekliğe uygunluğunu önemsemezseniz, keyfi olarak vaz geçtiğiniz faktörler yüzünden, kapitalizmden sosyalizme geçiş fikri de, üzerinde durduğunuz kavramsal düzeyden, olanaksızlık olarak görünür. Popper, sınıf mücadelesi gerçeğini keyfi olarak ihmal etmiştir. Çünkü ona göre, sınıf mücadelesi, toplumdaki çok çeşitli mücadelelerden biridir ve diğerleri gibi, o da, ancak bir “teklif”tir.

Sınıf mücadelesini hesaba katmayan bir tarih ve gelişme kuramcısının elinde,  böylece, kendi kendine sosyalizme evrilmediğini keşfettiği, sonsuza kadar sürecek bir kapitalizm fikri kalır. Popper’in elinde de, isteyerek bu kalmıştır. Fakat aptal olmadığı için, kapitalizmin, ne kadar berbat, zalim ve demokrasiyle uyuşmayan bir sistem olduğunun farkındadır. “Açık Toplum” tezini de, bunun için geliştirir. Sermaye düzeniyle demokrasi arasında “zoraki” bir ilişki kurulabileceğini ve bunun için uğraşılması gerektiğini iddia eder. Tarihsel gelişimin analizinden, gelişimin temel yasalarını saptayacak bir soyutlama yapılarak, gidişata müdahale etmek mümkün değildir, ona göre –bu, “kadercilik” ve/veya “kehanet” olur–; ama, kapitalist kurumlar planlanabilir, kurumların yönelimleri değiştirilebilir.

Şöyle yazar: “…Hiç de iç açıcı bir dünyanın sürüp gideceği ihtimalini düşünerek vakit kaybetmememiz gerektiği görüşüne tamamen katılıyorum. Ne var ki, bundan başka tek imkân, daha iyi bir dünyanın geleceği kehaneti ile oyalanmak ve onun doğumuna propaganda ve başka akıl dışı yollarla, hatta zora baş vurarak yardımcı olmak değildir. Bir imkân da, içinde yaşadığımız dünyanın hemen düzeltilmesi için bir teknolojinin, bir bölük pörçük mühendislik yönteminin geliştirilmesi olabilir.” (Açık Toplum ve Düşmanları, 2. Cilt, sf. 130)

Popper, Marx’ın üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkiyi çözecek gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu tespitini eksenine yerleştirdiği teorisini, onun söylediklerini hiç anlamayarak, tarihin gidişatında kendiliğinden bir erek gören kimi pozitivist teologların tezleriyle aynı kefeye koymuştur, ve sözde Marx’ın da beyan ettiği o son erek için verilen mücadeleyi, harcanan çabaları küçümsemek için, onu, “tarihsici” olmakla suçlamıştır. Üstelik kitabını yazdığı yıllar, Sovyetler Birliği’nde bir işçi devriminin mümkün olduğunun kanıtlandığı ve bu devrimin kendi kurumlarını ve devletini yarattığı yıllardır.

Esasen her ikisi de; Popper ve Soros da, kapitalist sınıfların mülksüzleştirildiği sosyalizmden nefret ederler. Sosyalizmin mümkün olup olmadığı, tarihsel gelişimin öngörülüp öngörülemeyeceği tartışmasını da, zaten, burjuva liberallerin sosyalizme karşı duydukları hoşnutsuzluğun teorik, tarihsel ve felsefi gerekçelerini hazırlamak ve Marksizmin yerine, sözde ona alternatif bir eylem teorisi oluşturmak için yapmışlardır. Bu eylem teorisi, özel mülkiyet sisteminin, kabul ettikleri kusurlarını gidermek için sunulan bir yol haritasıdır bir bakıma.

Soros “demokrasinin kapitalizmle bir bağı yoktur” diye yazar ve asıl belirleyici olanın, kapitalizmin kendiliğinden ve “zorunlu” olarak içermediği “demokrasiyi kurmak ve yaşatmak için” yapılacak “parça parça mühendislik” olduğuna inanır. Ve böylelikle de, “ahlaki kaygıları olmayan bir piyasa”nın tahrip edici etkilerinin dengelenmesinde, piyasaya dışardan eklemlenmiş bir “demokrasi”den faydalanılacaktır.

Popper ve Soros’un “demokrasisi”, emekçilerin, kapitalist toplumda kendi yazgıları üzerinde denetim sahibi olmalarının imkânını sağlayan örgütlü gücüne dayanmaz. Daha ziyade Platon’cu bir yaklaşımla, siyasi elitler tarafından düşünülüp tasarlanan ve halka “uygun” görülen bir “demokrasi”dir bu. Sermaye sahibi sınıfın sömürücü faaliyetlerinin emekçilerde tepki yaratacak tahripkar etkilerini frenlemeye ve ahlaki kaygısı olmayan sermayeyi, piyasayı ahlaki normlarla sınırlamak suretiyle kontrol etmek üzerine kuruludur. Üretim araçlarının bireysel mülkiyetini esas alan, bölüşüm sistemindeki küçük ayarlamalarla “dezavantajlı kesimlere” pay vererek, bu mülkiyetin sonsuza kadar sürmesini gözeten böyle bir “demokrasi”, bugün “renkli devrimler”in projelendirildiği, sözde Açık Toplum’ların kurulduğu eski Sovyet ülkelerinde geçmişte yaşanan ve burjuva liberalin “totaliter” bulduğu sosyalist demokrasiden kilometrelerce uzakta durur.

Aslında kapitalizmin demokrasiyle zorunlu bir ilişki içinde olmadığını söylerken, hem Soros, hem de Popper haksız değildir. Kapitalist iktisadi ilişkilerin demokratik bir politik biçim içinde sürdürülebilmesinin koşulu, şimdiye dek, kapitalist ülkelerde süren sınıf mücadeleleri ve buna bağlı olarak, sömürülen, “alt” sınıfların kazanımlar elde etmeleri olmuştur. Mülkiyetin özel ellerde toplandığı bir sistemde, emekçi sınıfların sosyal yaşamlarında bir parça refah sağlanması, burjuva liberallerin ısrarla altını çizdikleri bireysel özgürlüklerin işleyebilmesi, burjuvazinin saldırgan politikalarının geriletilmesi ve temel hakların benimsenmesinin teminatı, örgütlü emekçilerin mücadelesinin belirli bir başarıyla ilerlemesidir. Üst sınıfların karşısında emekçi sınıfların örgütlü mevzilenişi olmadığı ya da zayıfladığı sürece, bu demokratik hak ve özgürlüklerin esamesi bile okunmayacaktır. Nitekim, 80’li yıllardan bu yana başlayan neoliberal dönüşüm sürecinde, emekçilerin sosyal haklarında yapılan kesintiler, örgütlü yapılarına yönelik saldırılar ve sendikal örgütlenmenin imkansızlaştırılması için ortaya atılan esnek çalışma, taşeronlaştırma, işgücünün hiyerarşik statülendirilmesi, yanı sıra tehdit ve şantaj gibi uygulamalarla birlikte, Batı’daki liberal demokrasinin ne kadar gerilediği, burjuvazinin eline kaldığında ne denli güdük olduğu ve burjuvazinin demokrasi dinamiği olduğu zamanların çok eskilerde kaldığı da görülmüştür. Doğrudur; burjuvazi artık demokrasi ile ilişkili değildir. Bir zamanların, işçi sınıfından duyduğu korkuyla ve bir proleter devrimi ihtimaline karşı aristokrasi ile uzlaşma eğilimi göstermesinden gelen gericileşmesi bir yana bırakılırsa, aristokrasi ve feodalizmle çatıştığı ölçüde hâlâ tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynayan, bu arada siyasal demokrasi isteyen ve gerçekleşmesi kendisini de güçlendiren serbest rekabetçi burjuvazisinden eser kalmamıştır. Bu nitelikli küçük ve orta burjuvazi artık ara sınıf durumundadır ve iktidar dizginlerini sım sıkı eline geçirip oligarşik egemenliğini küçük burjuvazi dahil tüm ezilen sınıflara dayatan büyük burjuvazi olarak tekelci burjuvazi artık, gericiliğin esas kaynağı durumuna gelmiş, demokrasi ile tül bağlarını koparmıştır. Artık demokrasi değil, yalnızca egemenlik altına alma, talan etme vb. yönelimi nedeniyle değil, ama üretici güçlerin gelişmesinin önünde tam bir engel oluşturan tekelci niteliği nedeniyle de gericilik istemekte ve üretmektedir. Demokrasi değil dikte etme, dayatma eğilimindedir. Demokrasi eğilimi göstermediği gibi, demokrasi mücadelesinin başlıca hedefini oluşturmaktadır.

Emperyalistlerin, “demokrasi götürmek” iddiasıyla giriştikleri her fetih eyleminde hâlâ ideolojik mirasını kullandıkları Batı demokrasisi, aslında yıkılması için canla başla çaba harcadıkları bir devlet biçimidir artık. O demokrasiden geriye, sadece, artık emekçi örgütlerinin soluğunu ensesinde hissetmeyen, sözde çok partili, ama sadece burjuvazinin partilerinin dâhil edildiği parlamentolar kalmıştır.

Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi totaliterlikle eleştiren, orada kişi hak ve hürriyetlerinin gözetilmediğini durmadan tekrar eden liberal demokrat, Sovyet demokrasisinin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılarak, kolektif mülkiyetin kurulması esasına dayandığını ve bu temel üzerine kurulmuş iktisadi sistem ile demokrasi arasındaki ilişkinin, kapitalizmde olduğu gibi “tesadüfi” ve “kurgulanmış” olmadığını, görmek istemez. Kapitalist toplumda, örgütsüzleştirilmiş emekçilerin tek tek, atomize bulunuşunu bireysel özgürlük adına yüceltirken, sosyalizmde, emekçilerin bulundukları bütün birimlerde yönetsel süreçlere katılabilmeleri için oluşturulmuş kolektif yerel organların, merkezi politikaya müdahale etmek bakımından onlara sağladığı olanağı yok sayar; hatta, bunu, bireysel varoluşa aykırı bulur. Kapitalist sistemde hukukun ve yasaların özel mülkiyeti korumak ve gözetmek için var oluşunu, bunların, sözde bireyin (burjuvanın) devlet karşısındaki konumunu güçlendirmek amacıyla oluşturulduğunu söyleyerek onaylarken, sosyalist ülke emekçilerinin hak ve özgürlüklerinin liberal demokrasilerde hiç olmadığı kadar yasal mevzuata dahil edilmiş olmasından, eninde sonunda yine bir totaliterlik çıkarır.

“Renkli devrim” mühendislerinin söylemi, işte böyle bir çarpıtma üzerine kuruludur. Bu “mühendislik” çalışmasına imza atanlar, totaliter ve despot yönetimlerce yönetildiğini iddia ettikleri, üstelik bu ülkelerin yöneticileri çoktan  kapitalistleşip bürokratlaşmışken, onların bütün suçunu sosyalizme yükleyerek,   eski Sovyet coğrafyasını, ABD’nin ihraç malı bir sözde demokrasiyle tanıştırma misyonunu üstlerine almışlardır.

Politik ve sendikal emek örgütlerinin zayıflamasını, kimisinin ortadan kalkmasını veya yozlaşmasını takiben, Batı’da öne çıkarılan “sivil toplum kuruluşları”, “renkli devrimler”in hazırlanışında da, bir örgütlenme biçimi olarak öne çıkarıldı. Soros eliyle kurulan “sivil toplum örgütleri”, 1980’li yıllardan itibaren, bütün Doğu Avrupa ülkeleriyle eski Sovyet sahasında propaganda yapmaktan kadro yetiştirmeye kadar, birçok faaliyet yürüttü. Soros’un “sivil toplum örgütleri” sermaye kesiminden memurlara, ev kadınlarından entelektüellere, devlet adamlarından bürokratlara kadar, hemen her kesimden insanla çalışmayı hedefliyordu. Sınıf örgütlerinin yerine geçirilen ve devlet üzerinde üretimden gelen gücün kullanılması yerine, işlevi, kuruluş amacına uygun bir duyarlılık konusunda kanaat üretmek, düzensiz müdahalelerde bulunmakla sınırlı ve de güdümlü “sivil toplum örgütleri”, “renkli devrimler”in yapıldığı ülkelerde, seçim sonrasında kurulacak hükümeti belirlemek doğrultusunda basbayağı siyasal bir rol üstlendiler. Kuşkusuz bu kurumların, grev ve toplusözleşme yetkisine sahip sendikalar gibi, sürekli denetleyici bir rolü ve yaptırım gücü yoktu. Seçimler zamanında kitleleri harekete geçiriyor, hedefe ulaştıktan sonra geri çekiliyorlardı. Soros, “Açık Toplum” düzenini tesis etmek için böyle örgütlerden yararlandı.

“Açık Toplum”dan ne kast ettiğini ise, yedi maddede şöyle anlattı: “Düzenli serbest adil seçimler; özgür ve çoğulcu medya; bağımsız yargının korunduğu bir hukuk düzeni; azınlık haklarının anayasal güvence altında olması; mülkiyet haklarını gözeten, dezavantajlı kesimlere sosyal güvenlik şemsiyesi ve fırsatlar sağlayan bir piyasa ekonomisi, çatışmaların barışçıl çözüme kavuşturulması konusunda kararlılık; yolsuzlukları engellemeye yönelik işleyen bir yasal düzen.”

Esasen böyle bir liste, içinde yaşadığımız dünyada, Sorosçu “renkli devrimler”in pratik deneyleri göz ardı edildiğinde, sade emekçinin kulağına hoş gelebilir.  Ukrayna, Kırgızistan ve Gürcistan’da, “renkli devrimler” sırasında, Soros’un adayı partilere destek sağlamak için propaganda süresi boyunca akıtılan devasa miktardaki paradan seçime katılan ya da katılma olasılığı bulunan öteki partilerin yoksun olduğu bir durumda, “düzenli, serbest ve adil seçim”den söz etmenin olanağı varsa, “renkli devrimler”in hepsi, hakikaten adil bir seçimin ürünüdür. Ama öyle olmamıştır; seçim sonuçları, Soros’un o ülkelerde kurduğu vakıflar aracılığıyla gelen paranın, uğurlarına akıtıldığı adayların büyük mali destekle seçildiği ve böylece eşitsizliğin hâkim bir unsur olduğu bir siyasal tablo ortaya çıkarır.

Çok önceden ülkelerde kurulan vakıfların kamuoyu oluşturmak için nasıl çalıştıklarını, Soros, hem özgeçmişinde, hem de Açık Toplum kitabında ayrıntılandırarak anlatmıştır. Kitle ateşleyicisi ajitatörlerin ABD’ye götürülerek eğitilmesinden, seçimler sırasındaki ritüellerin belirlenmesine ve kullanılacak propaganda araçları ve malzemelerinin maliyetinin karşılanmasına kadar, hepsinde, bu vakıfların imzası vardır. Vakıflar, “renkli devrimler”e konu olan ve henüz olmayan ülkelerde, bir “sivil toplum” ve kamuoyu oluşturma işlevi üstlenirler.

Söz konusu ülkelerde yaşanan ağır ekonomik çöküntü ve Sovyetler’in çökmesinden sonra kurumların yıpranmış olduğu, eski örgütlenmelerin işlevsizleştiği hesaba katılırsa, Soros’un bu ortamda örgütlediği “sivil toplum” gücünün de, eşit ve adil bir inisiyatife değil, konjonktürel bir boşlukta oluşan şekilsiz bir örgütlenmeye dayandığı daha iyi anlaşılabilir. Gürcistan’da, Soros’un kurduğu Rustavi televizyon kanalının bundan beş yıl önceki seçim zamanında tamamen Saakaşvili propagandası yapmak için kullanılması da, diğer adayların böyle bir olanağa sahip olmadığı koşullarda, “özgür ve çoğulcu medya” imkânının ne anlama geldiğini açıklar.

Soros, esasen, medyadan hukuka, parlamentodan bürokrasiye kadar, eleştirdiği mevcut kurumların karşısına çıkardığı kendi alternatifi için özgürlük istemiştir. Ve bu alternatif, on yıla yakın bir deneyimin gösterdiği gibi, aslında yeni bir bürokrasi, yeni yolsuzluklar ve ABD’ye kayıtsız şartsız teslimiyettir. “Çoğulcu medya”, “adil hukuk sistemi”, “demokratik parlamento”dan kast edilenden, sadece bu okunabilir. Öyle ki, Şvardnadze gibi, ABD’ye az çok sadık bir Başbakan’ın sadakat düzeyi bile yeterli görülmemiştir bu süreçte ve ABD ne istediyse yapan Şvardnadze’yi bile iktidardan giderken hayal kırıklığına uğratacak kadar, Saakaşvili’nin “tam biat”ı yönünde bir tercih yapılmıştır ülkede.

Sonuçta “renkli devrimler”, henüz sermayenin küresel dolaşımını bürokratik prosedürlerle yavaşlatan mevcut hukuk kurumu başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması, küresel kapitalizmin önündeki sosyal ve siyasal engellerin temizlenmesi için tasarlanmıştır. Sermayenin ihtiyaçlarına göre yenilenen hukuk kurumu, değiştirilen Anayasalar, bu değişikliklere göre kendilerini organize etmek zorunda kalacak olan diğer siyasal kurumların da yeniden yapılandırılmasının yolunu açar. Böylece, seçim sırasında Soros’un gözde haline getirdiği adayın propagandasından etkilenerek oy vermeye giden seçmenler, seçim eşiğini aştıklarında, küreselleşme için ideal rejimin kuruluşuna da rıza göstermiş sayılacak; Soros’un “toplum mühendisliği”nin başarısı için ihtiyaç duyduğu ikna da sağlanmış olacaktır. Ne karşılığında, peki? “Mülkiyet haklarını gözeten, dezavantajlı kesimlere sosyal güvenlik şemsiyesi ve fırsatlar sağlayan bir piyasa ekonomisi” karşılığında.

Bütün dünyada refah uygulamalarının, sosyal güvenlik politikalarının devletlerin, daha doğrusu sermayenin sırtında artık bir kambur olarak görüldüğü  ve bu yüzden hepsinin birer birer tasfiye edildiği günümüzde, devletin gözetiminde piyasa ekonomisine bırakılmış “sosyal güvenlik şemsiyesi” kurma işinin inandırıcı olup olmadığı artık tartışma dışı olduğuna, ve hele “renkli devrimler”in yaşandığı ülkelerde sosyal güvenlik meselesini denetleyecek, sorgulayacak ve talep edecek örgütlü bir halk hareketi söz konusu olmadığına göre, Soros’un önerdiği şeyin bir göz boyama olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Zaten Soros’un da benimsediğini belirttiği yeni Keynesyen politikalar kapsamında, “dezavantajlı kesimler” denilen yoksullara yönelik sosyal güvenlik politikası; “sosyal güvenlik şemsiyesi” denilen şeyin tamamen ortadan kaldırılmasına; ve emekçilerin yardımlara, girişimci yaratmak için dağıtılan birkaç yüz dolara, çok yoksullara verilen yeşil kartlara muhtaç bırakılması anlamına gelir. Soros’un önerdiği, “sosyal”lik vasfını yitirmiş devletlerin “hayırsever” devletlere dönüşmesidir ki, bunu ve kendisinin bir hayırsever olduğunu yinelemekten de çok hoşlanır.

Esasen bu, Sanayi Devrimi dönemi liberallerinin, İngiltere’de günde 15 saat çalışıp hiçbir sosyal güvenceye sahip olmayan yoksul emekçiler için duydukları vicdani rahatsızlığı telafi etmek, ama daha çok kapitalizmin bekasının, bu, canları çıkana kadar sömürülen emekçilerin muhtemel patlamalarından dolayı tehlikeye girebileceğini kestirdikleri için önerdikleri eski bir sosyal güvenlik anlayışıdır. Liberal “hayırseverler”, henüz modern sosyal güvenlik kurumlarının oluşmadığı, kilise yardım kurumlarının ve vicdanlı liberallerin önlenemeyecek kadar çoğalan yoksullara artık yardım edemez hale geldiği koşullarda, kapitalizmin önündeki tehdidi görebilmiş ve çalışan ve çalışmayan yoksullara yönelik kamu yardımı anlayışının yerleşmesi için çaba harcamışlardı. Bu çabaların, o tarihsel koşullara denk düşen anlamlı bir yanı olabilirdi. Günümüzde Soros’un paketinde yer alan “sosyal güvenlik şemsiyesi” ise, yakın zamanlara kadar izlenen sosyal politikaların, yani 19. yüzyıldan beri kazanılmış ve kurumlaşmış olan uygulamaların iptalinin söz konusu olduğu bir dönemde, emekçilerin üstüne açılmaktadır. Bu nedenle de, iddiası ve vaadinin altı boştur ve sosyal güvenlik politikalarının tasfiyesiyle gelişen, neredeyse vahşi kapitalizm koşullarına dönüş demek olan küreselleşme sürecinin yıkımlarını ehlileştirmeye, buna karşı ileri sürülecek itirazları da törpülemeye yöneliktir.

Nitekim “renkli devrimler”in yapıldığı iki ülkedeki bu yıl içinde yaşanan çözülmeye kadar varan süreç, bunu kanıtlayan deneylerle doludur.

SOROS’TAN OBAMA’YA

Soros’un “renkli devrimler”in sorumluluğunu tek başına üstlenmesine, Sovyetler Birliği’nin çökmesinde aktif rol aldığını söylemesine ve pek çok ülkedeki siyasal gelişmelerde mutlaka bir parmağının bulunduğunu ilan etmesine ve kendisini devlet kontrolünden azade, tek başına bir devlet gibi, hatta devletlere karşı tek başına savaşan bir “sivil toplum militanı”, “demokrasi kahramanı” gibi pazarlamasına karşın, onun cüretinin ve finansal kaynağının ABD’nin örtülü ödeneklerinden geldiğini, büyük tekellerin vakıflarında aklanmış maddi imkânların, Soros etiketiyle uluslararası dolaşıma çıkarıldığını düşünmek, daha akla yatkındır.

Soros’un fikri ve eylemi, ABD emperyalizminin, bir yüzünde işgal, savaş ve zorbalıktan oluşan eylem ve politikasının bulunduğu madalyonun, öteki yüzünü oluşturur. Bununla birlikte, Soros’un savunduğu tez, özellikle Bush döneminin neo muhafazakar ekibi tarafından umduğu sempatiyle karşılanmamıştır.* ABD’nin temel stratejik hedefleri konusunda farklı düşünmeseler de, bu stratejinin nasıl hayata geçirileceği, önceliklerin ne olacağı konusunda liberaller ile muhafazakarlar arasındaki ezeli çelişkide Soros’un konumu, liberal politikalardan yanadır.

Dünyanın yeniden paylaşımı sürecinde ABD’nin rakipleri (Rusya, Çin, AB) yeterince güçlü olmadığı için en uygun zamanın yaşandığını düşünen ve dünya egemenliği hedefine, onu durduracak güçlü bir kamuoyu olmadığına da inandığı için şiddet yoluyla ulaşmayı savunan Bush ekibi, bu “toplumsal mühendislik”çi, mali yükü fazla, diplomasi öncelikli liberal yöntemlere pek itibar etmedi.

Yine de, hegemonyanın zorla kurulması yolunda ABD’nin en zıvanadan çıktığı, liberallerin seslerini pek çıkaramadığı o koşullarda bile, liberaller ile muhafazakarlar arasındaki çelişki, bir çatışma ögesi olarak belirmemişti. Üstelik, Sorosçu müdahaleler, çoğunlukla, ABD’nin iki Bush’un yönettiği muhafazakâr iktidarları döneminde yaşandı. Bir yandan Irak’ta işgal sürerken, diğer yandan eski Sovyet topraklarında “renkli devrimler” ya da “renkli devrim” felsefesine uygun müdahaleler gerçekleşebildi. Soros’un fikri hükümette değildi kuşkusuz, ama yine de, dünya, emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden düzenlenirken, liberalizmin de kendine özgü bir hareket alanı vardı, ve şimdilik, askeri müdahalenin gereksiz ve imkânsız olduğu bölgelerde, ABD emperyalizminin bayrağını, “devrimci” bir tarzda, ABD’den binlerce mil uzaklara dikme işini üstleniyordu.

Son Bush döneminin de bitmesiyle, Soros açısından durum, biraz daha değişmiş görünüyor. Obama-Hillary Clinton kliğinin iktidara geldikten sonraki icraatlerine ve söylemlerine bakılarak, Soros’un yöntemlerine daha sıcak durdukları söylenebilir. Hem Başkan’ın, hem Dışişleri Bakanı’nın ABD ile sorunlu ülkelere yaptığı ziyaretler, özellikle Ortadoğu’da ABD politikalarına mutabakat arama/oluşturma girişimleri, şimdiye kadar Soros ile özdeşleştirilmiş “rıza”ya dayalı hegemonya girişimlerinin, mevcut hükümet tarafından benimsendiğinin göstergesi niteliğinde.

Ama bu tercih, keyfi bir tercih değildir. Irak ve Afganistan’ı kısa zamanda bir sonuç almak üzere işgal eden, ama orada bir bataklığa saplanan, üstelik işgal yüzünden zaten ABD’ye yönelik nefreti körükleyen Amerikan stratejisinin de, aynı saldırgan yöntemleri ve inandırıcılığını yitirmiş propagandaları sürdürebilmesinin koşulu kalmamıştır. ABD için, bundan birkaç yıl önce piyasaya sürülen ve Ortadoğu’yu tamamen ABD’nin bir gül bahçesi haline dönüştürmeyi öngören Büyük Ortadoğu Projesi ile, ikide bir ambargolarla ve diplomatik yaptırımlarla köşeye sıkıştırılan İran’a o hızla yapılan işgal tehditlerinin gerçekleşmesi de, bu emperyalist ülkenin ulaşılmaz hayaller listesine dâhil olmuş gibi görünmektedir. Ortadoğu’nun da, ABD halkının da, ne yeni bir savaşa, işgale sessiz kalacağı ne de ABD’nin üstünlük hayallerinin ceremesini çekecek sabrının kaldığı iddia edilebilir. ABD, şimdi, düşmanlar listesini kabartmaktansa, o listedeki ülkeleri ikna edecek söylem kullanmayı, dünya çapındaki egemenliğini pekiştirirken de, muhatap olduğu ülkelere küçük rüşvetler vermeyi, aba altından sopa gösterirken sırt sıvazlamayı tercih etmek zorunda kalmıştır. Bütün bu taktik değişikliklerinden umulan, güle oynaya bir rıza veya katılım olmasa da, devletlerin, ABD’nin birer işbirlikçisi haline gelmesini sağlayacak asgari bir uzlaşmadır.

Bu süreçte elbette Türkiye’ye de bir görev biçilmiştir.

Yaklaşık 10 yıl önce, postmodern sıfatı yakıştırılan bir askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılan Refah Partisi’nden dönüştürülüp yenilenerek üretilen neoliberal AKP’nin, ABD’nin, hem Ortadoğu’daki planlarına uygun hareket etmesi, hem de işini kolaylaştırması bekleniyor. Bir yandan Ortadoğu’da birbiriyle sorunlu ülkelerin arasında arabuluculuk yapmak, diğer yandan –etkisi altında tutmayı hedeflediği tabanının inançları ve dinci bilinç altı nedeniyle İsrail’le ilişkileri şirazesinden çıkarma noktasına getirmiş olsa da– İsrail-Filistin sorununun İsrail yönetiminin yeniden yapılandırılarak çözülmesinde rol almak ve böylece kendi içinde az çok çatışmasız bir Ortadoğu’da Amerikan üstünlüğünü inşa etmek için gerekli yolu düzenlemek, Türkiye’ye biçilen misyondur. Öteden beri, eski Osmanlı İmparatorluğu alanlarında yeniden söz sahibi olmak, Ortadoğu’nun liderliğini üstlenmek gibi hevesleri olan Türkiye’nin bu hevesinin belirli oranda ABD tarafından kışkırtıldığı da görülüyor. ABD Temsilciler Meclisi’nde bekleyen Ermeni soykırımı kararının, bir türlü çözülemeyen Kıbrıs meselesinin, Kürt sorununun sürekli bir baskı gerekçesi ve AKP hükümetinin ileri gitmesini engelleyen, ABD rotasından çıkma riskini önleyen birer siyasal malzeme olarak kullanıldığı bu süreçte, Türkiye, hem tarihsel kırmızı çizgilerini esnetmek, hem de ne yaparsa yapsın, ABD’ye yeterince yaranamamak durumunda kaldı.

28 Şubat’ta, liberalizasyona direnen Batı karşıtı İslamcı bir partiden neoliberal bir parti yaratan Amerikan stratejisi, tarihin ilginç bir cilvesiyle, ülkedeki iç dinamikleri, şimdi o neoliberal dönüşümün engeli gibi görünen askeri yola getirmesi için AKP’nin arkasına dizmeye çalışıyor. Bunda da önemli bir yol kat ettiği söylenebilir. Türkiye, bu bakımdan, “Açık Toplum” felsefesine uygun “toplumsal mühendislik” çalışmasının en mümbit sonuçlar verdiği ülkeler arasında sayılabilir. Bu ülkede bir “renkli devrim” projelendirilmemiştir, ama bu “devrimler”in ruhuna uygun bir hava, neoliberal dönüşüme hiçbir engel çıkarmayan yöneticileri ve onları destekleyen liberalleri ve basını tarafından sürekli canlı tutulmuştur.

Soros, Türkiye’de de, 2001 yılında Açık Toplum Vakfı kurmuştu, daha sonra bu vakıf kapatıldı. Bu vakfın üç yıllık çalışması sırasında, projeler için ödediği paranın 6 milyon dolar olduğu söyleniyor. Vakıf’ın kapanma gerekçesini açıklarken, Soros, artık Türkiye’de “Açık Toplum” prensiplerine uygun bir gelişimin yaşanmakta olduğunu belirtmişti. Zira Açık Toplum Vakfı’nın yöneticileri, AKP hükümetiyle organik ilişkiler içindeydiler ve kimisi bizzat Erdoğan’ın danışmanlığını da yapıyordu.

Türkiye’de de öngörülen özelleştirmeler, kamu olanaklarının büyük tekellere satışı, tarımda kapitalist tekelleşmeye yönelik adımların atılması, sosyal politikaların tasfiyesi ve uluslararası sermayenin dolaşımının önüne engel çıkaran yasal mevzuat ve Anayasa’daki değişiklikler büyük ölçüde gerçekleşti. Bütün bu liberalizasyon sürecinin ağır sonuçlarını yaşayan emekçilerin direnişlerini imkânsızlaştıracak biçimde örgütlü yapıların tasfiyesi, sendikalara kan kaybettirecek düzenlemeler, işyeri ve iş statülerinin parçalanması gibi önlemler de alındı.

En önce bizim ülkemizdeki gelişmelere bakarak, “renkli devrimler”de iddia edilen Açık Toplum kurgulama işinin, “toplumsal mühendislik” çalışmalarının sürmeye devam ettiği söylenebilir. Ukrayna ve Kırgızistan’daki gelişmeler “renkli devrimler” ile ilgili miti son erdirse de, bu “devrimler”e ruhunu veren liberal siyasetin hedefleri değişmemiştir ve hedefe ulaşmak için kullanılan yöntemler çeşitlendirilmiştir. Silahsız  darbelerden “sivil itaatsizlikler” yoluyla yapılan hükümet değişikliklerine, “sivil toplum” manüpilasyonuyla ortaya çıkmış birçok harekete kadar, hepsinde, ABD’nin şimdi resmi stratejisi haline gelen liberal gericiliğin ruhu dolaşmaktadır. “Renkli devrimler”in, “toplumsal mühendislik” çalışmasının bir yüzünde yer aldığı madalyonun diğer yüzünde, burjuva demokrasisinin en güçlü olduğu geçen yüzyılda da olduğu gibi, silahlı ve silahsız darbeler yer almaya devam ediyor.

Emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyası için uğraşanlar, bu hedefe hangi hangi yolla daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlarsa, o yöntemi seçeceklerdir. Obama’nın işbaşına gelmesiyle, dünyada savaşların ve işgallerin sona erdiğini, liberal demokrasinin mevsiminin geldiğini düşünerek sevinenlerin sevincinin çok uzun sürmeyeceği de, tahmin edilebilir. Dünyadaki çelişkiler hızla keskinleşiyor ve bu durum askeri darbelerin, açık işgal ve savaşların bir yöntem olarak yeniden gündeme alınacağının kuvvetli işaretlerini de veriyor.

Son olarak, şunu söylemekte yarar var: “Renkli devrimler”in gerçekleştiği ülkeler, bir siyasal değişim döneminin ardından, yıkım içinde oldukları, çok hızlı bir toplumsal çözülme yaşandığı ve sınıf örgütleri güçsüz veya yok olduğu için müdahaleye bu kadar açık hale gelmişlerdi. “Renkli devrimler”, bölgedeki ABD nüfuzunu, ama bu arada Rusya ile çatışma olasılıklarını çoğaltıp derinleştirdi. Toplumsal çözülme ise, uydu hükümetler sayesinde iyice derinleşti. Kırgızistan’daki gelişmeler, bunun en bariz örneğidir. Kısaca denebilir ki, “renkli devrimler”le “demokrasi inşa edeceği”ni (doğru deyişle, “demokrasi” adını taktığı halkları yedekleme sürecini ilerleteceğini) düşünen emperyalizm, el attığı ülkelerin ekonomilerini olduğu gibi,  toplumsal hayatlarını da istikrarsızlaştırmış ve soysuzlaştırmıştır.

İster liberal yöntemlerle, ister neo muhafazakarların savunduğu gibi şiddetle gerçekleştirilmeye çalışılsın, ABD stratejisinin bölge halklarına vaat ettiği demokrasinin iç yüzünün ne olduğu, “renkli devrim” yaşamış ülkelere ve Irak’a bakılarak görülebilir.

Her iki bölgede de olan bitenin birbirinden farkı yoktur.

KAYNAKÇA

– Turuncu Devrimler, Sinan Oğan, Birharf yayınları, İstanbul, 2006

– George Soros, Amerikan Üstünlüğü Hayali, Çeviren: Doğan Selçuk Öztürk, Truva Yayınları, İstanbul, 2005

– George Soros, Açık Toplum – Küresel Kapitalizmde Reform, çeviren: Doğan Selçuk Öztürk, Truva Yayınları, İstanbul, İstanbul, 2004

– Karl Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çeviren: Sabri Orman, Plato Yayınları,  İstanbul, 2008

– Karl Popper, Yüzyılın Dersi, çeviren: Ceyhan Aksoy, Plato Yayınları, İstanbul, 2006

– Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, 2. cilt, çeviren: Harun Rızatepe, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989

– Brzezinski, Tercih, çeviren: Cem Küçük, İnkılap, İstanbul, 2005

– Yoksulluğun Küreselleşmesi, Michel Chossudovsky, çeviren: Neşenur Domaniç,  Çivi Yazıları, İstanbul, 1999

– Can Dündar’ın Soros ile röportajı, Milliyet 12 Mayıs 2005

hasan cemal’in son kitabı: türkiye’nin asker sorunu “askeri vesayet”e karşı burjuva liberalizminin kaçınılmaz sonu!

Hasan Cemal Milliyet gazetesinin yazarlarından. Yazarın son kitabı “Türkiye’de Asker Sorunu”. Kitabın alt başlığı “Ey Asker Siyasete Karışma!”. Adından da anlaşılabileceği üzere, kitabın konusu, Türkiye’de siyaset ve ordu ilişkisi. Yazarın daha önce yayınlanmış yedi kitabı daha var. Konusu, yine asker ve siyaset ilişkisi. Yazar, hem Milliyet gazetesinde köşesindeki yazılarında hem de yazmış olduğu sekiz kitabında aynı konuyu ele alıyor.

Hasan Cemal, burjuva siyaset dünyası ve bürokrasiyle sıkı ilişkileri olan bir gazeteci. Cumhuriyet gazetesi ve asker ilişkisinin sorgulandığı  bir dönemde yayınlanan “Cumhuriyeti Çok Sevmiştim” ve “Kürtler” kitaplarıyla son dönemde dikkatleri üzerine çekmişti. Son kitabı da yine basından beklenen ilgiyi gördü.

Ordu, asker, siyaset, sivilleşme, Kemalizm, laiklik, üniter devlet vb. kavramların yerli yersiz gündeme getirildiği bir dönemde, Hasan Cemal’in kitabı elbette kendine bir yer buluyor. Kitapta, demokrasi, askeri vesayetin son bulması, askerin siyasetten elini çekmesi vb. her demokratın savunacağı, savunulması görev adledilebilecek talepler dile getiriliyor. Aslında yazar, kitabın başından sonuna kadar, askerin siyasete müdahalesini eleştiriyor. Askere gereğinden fazla taviz veren sivil siyasetçileri eleştiriyor. Şöyle bir bakıldığında; Hasan Cemal demokrasi mücadelesini destekliyormuş gibi gözüküyor.

Orduya kızıyor, ama orduya “kızmanın”, ordunun (militarizmin) üzerinde yükseldiği toplumsal koşulları değiştirme fikri ve mücadelesi ile birleşmesi gerektiğini kabul etmiyor. Ordunun ve onun yönetici kademesinin demokrasi düşmanı olduğunu görüyor, ama gerçek bir demokrasinin nasıl sağlanabileceğini anlamak istemiyor. Anlaması için gerekli entelektüel çabayı bir yana bırakırsak, bağlı olduğu tekelci burjuva gericiliğinin sınıfsal mevziinin de buna uygun olmadığını kolayca görebiliriz. Şimdi, Hasan Cemal’in son kitabındaki görüşlerini daha yakından ele alalım.

HASAN CEMAL’E GÖRE ASKER SORUNU

Hasan Cemal, kitabının başında neden asker sorununu ele aldığını şöyle açıklıyor:

Türkiye’nin birçok sorunu var.

Kürt sorunu, din ve laiklik sorunu, Alevi sorunu, başörtüsü-türban sorunu, Ermeni meselesi, tarihle yüzleşme sorunu, ‘yalanda yaşamak’ meselesi, kadın-erkek eşitliği sorunu, sosyal adalet meselesi, Kıbrıs, yargı ve hukuk devleti sorunu…

Liste uzatılabilir.

Bunların tümü bir gerçeğin, Türkiye’deki genel ‘demokrasi sorunu’nun değişik yüzleridir, hepsinin birbiriyle ilintileri vardır. Ama ben konuyu yalınlaştırmak istedim ve kitabının adını koyarken bunlardan birini üst başlığa çektim:

Türkiye’nin asker sorunu!

Türkiye’deki asker sorununu ise şöyle ifade ediyor:

Temel konularımıza ilişkin tanımları bu ülkede asker yaptı, kriterleri asker koydu, onları siyasal sisteme dikte etti. Ve bu kriterler, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin resmi ezberini oluşturdu. Asker, bu ‘kriterler’in ihlal edildiğine, bu kriterlerin çok partili rejim içinde korunamayacağına ne zaman kanaat getirse kılıcını meydana attı.

Askerin ‘kurtarıcılığı’ budur.

Rejime ilişkin ‘asker vesayeti’ budur.

Hasan Cemal’in ülkenin birçok sorununa değinip bütün bu sorunları askerin siyasete müdahalesi ile açıklamaya çalışan yaklaşımı, görünüşte bazı doğruları ifade etse de, buzdağının görünen yüzünü açıklamaktan ileri gidemiyor.

Evet, burjuva demokrasisi açısından “literatürde” askerin siyasete müdahalesi hoş görülmez. Faşizmin egemenliğini yaşamış İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde, burjuva demokrasisine geçiş sürecinde, eski alışkanlıkla siyasete müdahale anlamı taşıyacak açıklamalar yapan yüksek rütbeli askerler görevlerinden alınmış yahut emekliye sevk edilmişlerdir. Hasan Cemal, Türkiye’de de benzer bir sürecin yaşanmasını istiyor.

Türkiye’de burjuva anlamında dahi “demokrasi”den söz edilemez. Devletin kuruluş  sürecinden başlayarak ordu ayrıcalıklı bir devlet kurumu olarak zaten politikanın merkezinde durmuştur. Burjuva propagandası  aksini ileri sürmesine karşın, ordunun konumu sermaye hakimiyetinin ihtiyaçlarıyla doğrudan ilgilidir. Sözde en demokratik burjuva devletlerinde de şekli işleyiş farklılıklarına karşın, ordu, sermaye iktidarını koruma gücü olarak içerde ve uluslararası alanda savaşlar dahil-ki politikanın silahla sürdürülmesidir-her yöntemi zaten kullanmaktadır. “Sivil”ler, ordu üst yönetimi ve genel kurmay karargahıyla amaç ve hedefler bakımından büyük sermaye ve emperyalistlerin çıkarları temelinde birlikte hareket etmektedir. Yani “sivil” iktidarlar ve ordu yönetim kademesi arasında tekelci kapitalizmi koruma anlamında bir farklılık bulunmamakta; tekelci burjuva hakimiyetinin askeri ve sivil temsilcileri temsilcileri ve koruyucuları olarak ortaklaşmaktadır.

Ordunun siyasete müdahalesinde, Türkiye’de yıllardır çözülmemiş ve kangren haline gelmiş temel sorunlar belirleyicidir. Örneğin Kürt sorununda siyasal çözüm yerine askeri yöntemlerin tercih edilmesi, ordunun siyasete müdahalesinin önünü açıyor. Yahut gerçek anlamda laik bir devlet yapısının kurumsallaşmamış olması, üstüne vazife olmasa da, askerin siyasete müdahalesini koşulluyor. Keza Ermeni meselesi, Alevi sorunu, Dersim katliamı tartışmaları vb. çözülmeyen konular, hep askeri rahatsız eden, onu siyasetin içine çeken gündemler. İşçi sınıfı ve emekçilerin taleplerini dile getirmeleri, mücadelelerinin yükselmesi, kapitalizm dışında bir alternatif arayışına girmesi ise -tam da görevi icabı- tekelci burjuva egemenliğinin ihtiyaçları doğrultusunda ordunun siyasete müdahalesini koşulluyor.

Burada, karşılıklı  bir etkileşimden söz etmek mümkün. Hem siyasetin bu sorunlar üzerinden şekillendirilip emekçileri ve halkı bölme ve kışkırtma vesilesi yapılması ve askerin siyasete müdahaleye kışkırtılması, hem de askerin gelenekselleşmiş tavrı ve yaklaşımıyla siyasi sorunların çözümsüzlüğünü dayatması.

Ancak Hasan Cemal sorunu ortaya koyarken, öyle bir tablo çiziyor ki; asker siyasete müdahale etmese, ne Kürt sorunu, ne laiklik sorunu, ne Ermeni meselesi, ne de aş-iş sorunu kalacak. Demokrasinin önündeki en büyük engel asker, o engel biraz baskı altına alınsa, birkaç üst düzey asker emekli edilse, darbe planları yapanlar yargılansa, biraz da, oldu olacak, asker-siyaset ilişkisini düzenleyecek yasal değişiklikler yapılsa, Türkiye “Birleşmiş Milletler’in hayat kalitesi merdivenlerini koşar adım çıkacak”, demokrasiye doyacak!

Hele bir “asker sorunu” çözülsün, gerisi gelecek Hasan Cemal’e göre!

Ya tekelci burjuvazinin gericiliği? İşçilerin sendikal, sosyal, siyasal hakları bir yana en basit ekonomik haklarına bile tahammül edememesi? Aş  sorunu, iş sorunu? Sendikalar yasasındaki yasaklar? En basit işçi sorunun bile aylarca mahkemelerde çözümsüzlüğe sürüklenmesi.

Tekelci burjuvazinin yanı sıra ABD emperyalizminin demokrasinin gereği olan ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, halkların bağımsızlığını ayaklar altına alması. ABD’nin bölge planları çerçevesinde halklar arasındaki önyargıları kullanıp düşmanlık tohumları ekmesi, çatışmaları kışkırtması, ulusal baskı ve sömürüyü dayatması. Demokrasi adına yaptığı işgallere Türkiye’yi ortak etmesi…

İşçi ve emekçi düşmanı politikaları bir kenara koyalım. Bunlara sonraki bölümlerde değineceğiz.

Ordunun siyasete müdahalesi önemli. Buna karşı işçi sınıfı, emekçiler, kent ve kırın yoksulları, ordunun siyasete müdahalesinin söz konusu olmadığı, ancak bununla da sınırlı kalmayan gerçek bir demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi örgütlemelidirler. Buraya kadar tamam. Ancak ordu kendinden menkul, toplumdan soyut bir kurum mu? Ordu, siyasi ve ekonomik yönetim aygıtlarını elinde tutan, iletişim araçları ve kaynaklarıyla toplumu yönlendirme olanaklarına sahip olan tekelci burjuva gericiliğinden bağımsız mı? Ülkenin temel meseleleri yalnızca askerin siyasete müdahalesi, askerin darbeci anlayışından mı kaynaklanıyor? ABD emperyalizmi, işbirlikçiler, egemen güçler bu sorunu çözecek de, ordu mu engel oluyor?

Hasan Cemal’in kendisine dert olduğunu iddia ettiği “demokrasi” açısından bile, sorun, askeri çok çok aşmıyor mu?

Aşıyor, aşıyor aşmasına da, böyle olunca, mesele Hasan Cemal’in de boyunu aşıyor. Çünkü Hasan Cemal, ordunun siyasete müdahalesinin, egemen sınıflar arasında sürdürülen kavgada “demokrat” olanların “vesayetçi” olanlara üstünlük sağlamasıyla ortadan kalkacağını düşünüyor. Emekçilerin, ezilenlerin, bir bütün olarak geniş halk kesimlerinin demokrasi mücadelesi Hasan Cemal için gündem değil. Orduya karşı, ama işbirlikçi tekelci burjuvazinin sivil politikasının yanında. ABD’nin oraya buraya “götürdüğü”, Türkiye’de modelleştirmek istediği sözde demokrasinin yanında. Ordunun siyasete müdahalesine karşı, ama ABD’nin ve işbirlikçi-gerici burjuvazinin siyasete “müdahale”sine karşı değil.

Maalesef demokratlık bununla sınırlı olunca, yeterli olmayabiliyor! Bozuk bir saatin günde iki kere doğruyu göstermesi gibi, bazen doğru söyleniyor. Hatta Türkiye gibi demokrasinin mumla arandığı bir ülkede, ordunun siyasete müdahalesine karşı olmak, “Evliya Çelebi” misali, günde 3-4 kez doğruyu gösterdiği oluyor. Ama her dakika, her saniye yanlış göstermekten, emekçileri ve demokrasi güçlerini, halktan yana aydınları yanlış yönlendirme çabasından geri durmuyor.

AKP’YE KOŞULSUZ DESTEK!

AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden başlamak üzere, özellikle 2009 yılına kadar, günlüklere yansıdığı biçimiyle, darbe planları, MİT-JİTEM “kapışması”, medya üzerinden “beşinci kol”  faaliyetleri, karşılıklı açıklamalar, hatta 27 Nisan e-muhtarıyla gündeme gelen ordu-AKP arasındaki gerginlik uzun bir süre gündemi meşgul etti, dönem dönem uzlaşmalara rağmen etmeye devam ediyor. Öyle ki, kimi zaman CHP ordunun siyasi alandaki temsilciliğini üstlendi, kimi zaman da herhangi bir araca ihtiyaç duymaksızın ordu, kendi siyasi fikirlerini kamuoyuna, hatta hükümete sundu.

Ülke gündemi Genelkurmay-AKP çatışmasına indirgendi. Genelkurmay, AKP’yi, laikliği tehdit eden bir güç olarak ele alıp açıklamalar yaptı; statükocu çevrelerin AKP ülkeyi bölüyor mesajlarına alttan alta destek verdi. Siyaset, siyasi partilerin, son tahlilde farklı sınıf ve katmanların karşılıklı mevzilerini güçlendirme ve mevzi kazanma mücadelesi olmaktan çıkıp ordu ve AKP arasındaki mücadele gibi yansıtıldı.

Böyle olunca, burjuva demokratlarının, egemen sınıflardan demokrasi bekleyen liberallerin, küreselleşmeci uyumcuların, yapısal reformcuların saflaşmadaki yeri ordu ve geleneksel anlayışa karşı “yenilikçi AKP”nin yanı oldu. Hasan Cemal de, AKP’ye fazlasıyla güvendi, değer verdi:

Bu satırların yazıldığı 2010 yılı Mart ayında demokrasinin halleriyle ilgili olarak iyimserliğe açılan pencerelerin çoğaldığı söylenebilirdi. Bu açıdan Ak Parti iktidarının bu umut verici gelişmelerin arkasına koyduğu siyasal irade ve yargı ile idare içindeki ‘demokrat oyuncular’ın yürekli hamlelerinin oynadığı olumlu rolün altı hiç kuşkusuz çizilmeliydi.

Özellikle 2007’de ağır ağır işlemeye başlayan Ergenekon süreci ve 2009 ile 2010 başındaki gelişmeler, Türkiye’nin de asker sorununun, bir başka deyişle ‘vesayet sistemi’nin çözülebileceğine, bu ülkenin daha çok demokrasi ve hukuka açılabileceğine ilişkin sinyalleri çoğalttı.

Ergenekon davasının gidişatı, ülkenin karanlık tarihinin açığa çıkarılması bir yana, AKP’ye yönelik 2003-2004 yıllarında hazırlanan darbe planlarında en ileriden görev alan, simgeleşmiş isimlerin yargılanmasıyla sınırlı kalmıştır. Darbe planları AKP tarafından daha önceden bilinmesine rağmen, ne askerler görevlerinden alınmış, ne de birçok karanlık organizasyonda yer aldığı bilinen isimler cezalandırılmıştır. Kürt illerinde işlenen binlerce faili meçhul cinayetin faiileri, köy yakanlar, halka işkence edenler, suikastlerle, provokasyonlarla insanlık suçu işleyenlerin yargılanması söz konusu bile değildir. Hatta öyle bir gidişat var ki; Ergenekon davası, AKP karşıtı darbe planlarına karışanlara bile dokunmadan, Cumhuriyet mitingi örgütleyicileriyle sınırlı kalmıştır.

Bu nedenle, Ergenekon dava süreci, demokrasi güçleri açısından birçok olanağı barındırmakla birlikte, “AKP ile ordu” arasındaki çatışmanın AKP lehine desteklenecek bir unsuru olarak kaldığı sürece ne karanlık güçlerin açığa çıkarılmasına dönüşebilecek ne de demokrasiye ilişkin “sinyalleri” çoğaltabilecektir.

Hasan Cemal’in hatası, Ergenekon davasını önemsemesi yahut “askeri vesayet” tartışmalarının gündemde oluşunu olumlu bulması değil. Hatası; Ergenekon Davası’nın karanlık güçlerin deşifresine doğru ilerlemesi, kontrgerilla örgütlenmelerin lağvedilmesini, demokrasi ve özgürlükleri tarihsel olarak ilerici niteliğini çoktan kaybetmiş tekelci burjuva gericilikten ve onun siyasal alandaki sözcüsü AKP’den umutla beklemesidir. Bu da, genelde liberalizmin demokrasiyi burjuvaziden beklemesidir ki; Hasan Cemal, bunu, işbirlikçi tekelci burjuva gericiliğinden beklemektedir. Bu nedenle, Hasan Cemal’in “umutları”nı bir kenara koyarsak, bu, ya hayalcilik ya da emekçileri ve geniş halk yığınlarını egemen sınıflar arasındaki çatışmada AKP’ye yedeklemeye çalışmaktır.

KÜRT SORUNU VE ORDU!

Hasan Cemal’e göre, AKP Kürt sorununu çözecek, ama ordu izin vermediğinden, sürekli engeller çıkardığından çözemiyor. Öyle ki, Hasan Cemal’e göre, Turgut Özal ordu baskısı olmasa Kürt sorununu çözecek, Süleyman Demirel Kürt realitesini tanıyacak, Tansu Çiller de çözüm için adımlar atacaktı. Sivil siyasetçiler şu veya bu oranda Kürt gerçeğini görmüşler, adım atmak istemişler, ancak asker izin vermemiş.

Elbette siyasetçilerin, en gerideki siyasal partiler ve sözcülerinin dahi Kürt sorununda ordu yönetim kademelerinin söyleyeceğinden farklı sözleri olmuştur, buna ordunun baskısı ve kırmızı çizgileri engel olmuştur, olabilir, hâlâ da olmaktadır. Ancak Kürt sorununu asker sorununa indirgemek, genel olarak ulusal sorunu, özel olarak da Kürt sorununu anlamamak demektir.

Hasan Cemal’e göre, siviller Kürt sorununu çözecek, ama “asker korkusu”ndan çözemiyor. AKP’nin attığı “cesur adımlar” ise, Hasan Cemal’e umut veriyor. Hasan Cemal, yine, bütün kurgusunu sivil-asker çelişkisi üzerine kuruyor. Askere karşı sivil olanı, AKP’yi destekliyor. “AKP Kürt sorununu çözecekti ama…” diyor.

Hasan Cemal Kürt sorununun çözümünü istiyor. Bu, iyi bir şey. Binlerce insanın yaşamını kaybetmesi, bir halkın en temel haklarının yok sayılması, inkar edilmesine karşı çıkmak önemli. Ancak bunları entelektüel olarak savunurken, muhatabıyla değil de muhatabını dışarıda bırakan bir çözümü savunmak, başka bir deyişle, askere karşı çıkmak adına sorgusuz sualsiz AKP’nin kucağına oturmak, sorunun çözümüne katkı sunmuyor.

Hasan Cemal’in sivil siyaset dediği, AKP’nin ‘adı var kendi yok’ Kürt açılımını yapması bile, demokrasi mücadelesinin, ancak Hasan Cemal’in anladığı biçimde Turgut Özalların, Süleyman Demirellerin yahut AKP’lilerin değil, ezilen Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin etkisiyledir.

ABD’nin Ortadoğu’da Türkiye’ye biçtiği ABD’nin stretejik ortağı olan model ülke olma misyonu da, Kürt sorununda geleneksel politikanın değiştirilmesini, PKK’nin tasfiyesini dayatıyordu. Açılımda bu gibi uluslararası faktörler de olmasına rağmen, Kürt halkının mücadelesini göz ardı etmek, su katılmamış liberallerin bile aklına gelemiyor.

Son süreçte yaşananlar, Başbakan ve muhalefet liderinin siperde poz vermesi, Kürt sorununda ayrılığın ‘siperde ayakta durmak ve oturmak’ noktasına indirgenmesi, Kürt siyasetçilerin tutuklanması, BDP üzerindeki baskılar, operasyonların artması, Kürt sorununa dair AKP’nin ve genel olarak tekelci burjuva gericiliğinin çözümünü göstermektedir. Yani AKP’nin Kürt sorununu çözme gibi bir niyeti olmadığı gibi, bazı küçük “taviz”lerle Kürt halkının yedeklenmesi ve PKK’nın tasfiye edilmesini amaçlıyor. Bu basit ve açık gerçeklere rağmen, demokrasi deyince milyonları kapsayan halk yığınlarını ve Kürt halkını göremeyen Hasan Cemal’in siyasi ufku, AKP’den ötesini seçemiyor. İşbirlikçi burjuvazinin sınırlarını aşamayan Hasan Cemal, seçeneksizliği içinde, okurlarına tek seçenek bırakıyor: Kürt sorununu çözmeyen, hem de iktidar olmasına rağmen çözmeyen, siperlere çıkıp operasyon üzerine operasyon düzenleyen AKP…

ABD’CİLİK!

Hasan Cemal, küreselleşmenin, değişen dünyanın sözde gerçeklerine uyum sağlamış bir yazar. Kendisinin değişiminden bahsederken, eski bir darbe yanlısından bir demokrata evrimini anlatıyor. Şimdi ise mükemmel bir “demokrat”.

Öyle bir demokrat ki, Kürt sorununun çözülmesini istiyor. Hatta Ermeni, Alevi, başörtüsü, laiklik vb. tüm demokrasi sorunlarının çözülmesini, askerin siyasete müdahale etmemesini istiyor. Türkiye’de bu sorunların çözülmesini engelleyen kurum olarak orduyu görüyor ve ordunun müdahalesinin sorunları içinden çıkılmaz hale getirdiğini söylüyor.

Hasan Cemal yine “güzel” söylüyor:

Ben, AB’ye olduğu gibi ABD’ye de sırtını dönmesinin bu ülkenin çıkarına olduğu düşüncesinde değilim.

ABD’ye yüzünü  dönmekten, yüz yüze ilişkileri devam ettirmekten yana. Neden? ABD, yıllardır Kürt sorununda çözümsüzlüğü onaylamadı mı? Onayladı… Türkiye’yi yöneten egemen güçler ABD’nin hizmetinde olmadı mı? Oldu…

Diğer yandan ABD, dünyadaki en gerici diktatörlükleri sırf kendisiyle uyum içinde olduğundan desteklemedi mi? Hatta Hasan Cemal’in sempatiyle baktığı Allende’yi, yine Hasan Cemal’in kuşkusuz hoşlanmadığı Pinochet bir darbe ile devirirken ABD’nin kontrolünde değil miydi? Darbeci diktatör, Şili ekonomisini Chicago Üniversitesinde eğitim görmüş, ülke ekonomisini ABD’ye açan, neo-liberal iktisatçılara teslim etmedi mi?

On yıllardır, ABD, dünyanın en ücra köşelerinde ulusal ve dinsel ayrılıkları  körükleyip halkları birbirine düşürüp egemenliğini sürdürmeye uğraşmadı mı?

“Demokrat” Hasan Cemal, Türkiye’nin ABD’ye sırtını dönmesini istemiyor. Bağımsız, sorunlarını çözen, emperyalist hesapların dışında duran, halkının taleplerini yine halkçı bir demokrasiyle tesis eden bir ülke istemiyor. ABD’nin emperyalist planlarına dahil bir Türkiye öneriyor okurlarına. Böylesi demokratlık düşman başına!

DEMOKRASİNİN GEREĞİ OLARAK ÖNERİLEN NEO-LİBERAL BARBARLIK!

Hasan Cemal, burjuvazinin kıblesini kıble edindiği için, her alanda anayolcu burjuva kuramları  kayıtsız şartsız desteklemekten imtina etmiyor. Siyaset alanında demokrasiyi, ama tekelci burjuvazinin, emperyalist ABD’nin hesaplarına uyacak ve mümkünse onların tesis edeceği bir demokrasiyi savunurken, burjuva siyaset biliminin “asker-sivil” çelişmesinden hareket ediyor.

İktisadi alanda da, siyasi görüşleriyle paralel olarak neo-klasik iktisadın temel tezlerini, tekelci burjuvazinin pratik ihtiyaçlarını cevap veren neo-liberal programı hararetle savunuyor. En azından 2008 yılında patlak veren uluslararası krizle birlikte sorgulaması gereken neo-liberalizmin aş ve iş sorununu çözeceği, yoksulluk ve işsizliği azaltacağı ezberini değiştirebilirdi. En azından altına bir belirsizlik yahut “ihtimal” notu koyabilirdi. Ama hayır! Hasan Cemal, yaşam ne kadar gerçekleri dayatırsa dayatsın, “kitap”ta yazan neo-klasik iktisadın ilkelerinden taviz veremez:

Ben, ekonomide dışa açılmayla yabancı sermaye olmadan, özelleştirmeler olmadan, kısacası serbest rekabete dayalı Pazar ekonomisi olmadan, Türkiye’de aş ve iş sorununun çözülemeyeceği kanısındayım.

İşte Hasan Cemal’in demokrasi karşıtlığının maddi temeli! Cemal gibi liberallerin demokrasisi bu emperyalist sömürü, baskı ve bağımlılığı içerir. Tekellerin demokrasisine denk düşer, orada emekçilere ancak işsizlik, yoksulluk, sosyal hak kaybı düşer. Mücadele yasakcılığı, emekçilerin örgütlenmesine barikat düşer. Dolayısıyla da onların savundukları “demokrasi” demokrasi değildir! Cemal gibilerinin liberal “demokratlığı”nın karakteri tam da bunların savunusunu merkeze almıştır. Onların demokratlığı zaten bu kadar olacaktır.

30 yıldır  “dışa açılan”, özelleştirilen Türkiye’de ne aş sorunu ne de iş sorunu çözülmüştür. Çözülmek bir yana özelleştirmelerle, pazar ekonomisi uygulamalarıyla daha ağırlaşmıştır. Serbest rekabete dayalı dış ticaretle tarım ve hayvancılıkla uğraşan küçük köylülük yıkılmış, küçük üretici “iktisadi kuramlarla” proleterleştirilmiştir. Sadece Türkiye’de değil, IMF’nin acı hapını yutan tüm ülkelerde yoksulluk ve işsizlik alabildiğine artmıştır. Dünya ölçüsünde gelir dağılımındaki eşitsizlik, açlık ve yetersiz beslenme insanlığın önemli bir kısmını tehdit eder boyuta gelmiştir. Dışa açılma, özelleştirmeler; uluslararası tekeller dışında kimseye yaramamış, serbest rekabetin ve “Yeni Dünya Düzeni”nin vaat ettiği “refahın adil dağılımı” boş bir propaganda argümanı olarak kalmıştır.

Hasan Cemal bu gerçeklerin neresinde?

Bütün bu açık gerçeklere rağmen, Hasan Cemal, 2010’un Martında, 2000’li yılların başındaki özelleştirme programları için “Türkiye ekonomide yılan hikayesine dönmüş yapısal reformlarını nihayet yapabilecek bir raya oturuyordu” diyebiliyor.

Çünkü Hasan Cemal, “kitabı” ve sınıfı gereği umudunu emperyalist burjuvazinin yönelimlerine, bu yönelimlere Türkiye’nin uyum sağlamasına bağlamıştır. Küreselleşme “gerçeğine” ve sürecine katılım sağlamayı, bunun için ne var ne yoksa özelleştirmeyi, yabancı sermayenin gelmesi için kapıları sonuna kadar açmayı, sermayenin teşvik edilmesi için, adını koymadan, her türlü gerekirliğin yaşama geçirilmesini istiyor. Böylece işçi ve emekçiler değil, ama Hasan Cemal’in gözlem alanına kolayca girebilen sermaye grupları daha da büyüyecek, dolar milyarderleri arasına katılan Türkiyeli burjuvaların sayısı birkaç kat artabilecektir.

Özelleştirmelerin, esnekleşmenin, pazar ekonomisinin gereklerinden birisi de, işçilerin ne kadar kazanılmış hakkı varsa ortadan kaldırılmasıdır. Bu haklar ortadan kalksın ki, yabancı sermaye kendi ülkesini bırakıp Türkiye’ye gelsin. Kâr etsin!

Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, düşük ücret, ağır çalışma koşulları, meslek hastalıkları vb. bütün sorunlar, asker sorununun dışında olduğu için, Hasan Cemal’in ilgi alanına girmiyor. Ancak neo-liberal politikalara uyum sağlamayı tavsiye etmekten, halkın iş ve aş sorununun çözümünü de bu uyumun içinde göstermekten de kendini alamıyor.

Hasan Cemal, bunun, asker-sivil çelişkisi temelinde teorisini de yapıyor: Asker AB’ye karşı, asker özelleştirmeye karşı, asker serbest ticarete, küreselleşmeye, globalleşmeye, “çağdaş dünyanın” istediği ne varsa, hepsine karşı. Öyleyse askere karşı, Hasan Cemal de, bunların hepsini savunuyor. Ya emekçiler, hem askere hem de yoksullaşmaya karşı olsa, neo-liberal programın yıkımlarına dur diyecek olsa!

Hasan Cemal’e göre, bu, Türkiye’nin önünü kapatmak isteyen güçlerin işi.

Hasan Cemal, günümüz Türkiye’sinde değil sanki! Ordu, özelleştirmeden, neo-liberal politikalardan yana değilmiş gibi bir tablo sunuyor!

Oysa örneğin 24 Ocak 1980 neo-liberal programının uygulanmasını sağlayan, 12 Eylül darbesiyle burjuvazinin hizmetindeki ordudur. Darbe sonrasında iktidarda uzun yıllar kalan ANAP Hükümeti, 24 Ocak kararlarını uyguladı. Ordu, neo-liberal programa karşı olmak bir yana onun uygulanmasını güvenceye alan darbeyi gerçekleştirdi. ABD’nin “çocukları” darbenin aktörleriydi.  Bugün açısından da, Hasan Cemal’in, ordunun neo-liberal uygulamalara karşı olup olmadığını test etmesi için, en azından askeri işletmelerde uygulanan taşeronlaştırmaya bakması yeterli. Hasan Cemal ordunun “hakkı”nı yemesin! Ordu, ABD’nin gerek siyasi gerek iktisadi ihtiyaç ve yönelimlerine uyum sağlamakta, emperyalist hesap ve planların aracı olmakta Hasan Cemal’in sandığından çok daha yeteneklidir.

SONUÇ YERİNE

Hasan Cemal, tüm toplumsal yapı ve ilişkileri asker-sivil ilişkileri temelinde ele alıyor ve açıklamaya çalışıyor. Kapitalizm de yok kitabında Cemal’in, tekeller de, burjuva devlet de. Egemenlik burjuvazinin değil, generallerin elinde. Generaller, kapitalist ilişkilerden, kapitalizmden bağımsızlar. Burjuva devletin kurumu değil ordu ve generaller de kendisinden menkul bir devleti yönetiyor. Şu generaller ve “vesayetleri” olmasa, “siviller”ortalığı güllük gülüstanlık yapacaklar! Çünkü Cemal’e göre bütün sorun ya da sorunun “anası”, “kötü” ve her olumsuzluğun kaynağı askerlerle, karşılarındaki, karşılarında olduğu için, doğal olarak “iyi” ve olumlu olan “siviller” arasındaki çekişmede yatıyor.

Askeri zihniyetten ve İttihatçı gelenekten arınmış sivil siyasetin Kürt sorunu, Ermeni meselesi, laiklik, türban, Türkiye’nin karanlık geçmişi vb. temel meseleleri çözeceğini iddia ediyor H. Cemal. Bu kapitalistler, bu emperyalizme bağlı, onları davet eden, bu daveti Cemal’in de olumladığı tekelci kapitalistler, bu emekçiler ve halkın karşısında konumlu, emekçilerle halkın sırtında tepinen tekelci gericilik, onların sivil adamları, sözcü ve temsilcileri, sadece sivil oldukları için bu sorunları nasıl çözerler diye hiç düşünmüyor bile. Bugüne kadar sorunların çözümü yoluna girmeyenin, çıkarlarını burada görmeyenin askeri ve siviliyle tekelci gericilik olduğunun üzerini örtüyor. Varsa yoksa askerler! Peki o sivil Erdoğan siperlerde ne arıyor? Çiçek mi topluyor? Açılım dediği şeyi tasfiye ve savaşla özdeşleştiren ya da birlikte uygulamaya girişen asker mi sivil mi?

İşbirlikçi büyük burjuvazi, onun siyasal ve iktisadi gerici politikaları, Kürt halkı  üzerindeki baskı, inkar ve asimilasyon politikasının askeri ve sivil yanı, yani Türkiye işçi sınıfına, emekçilere ve özel olarak Kürt halkına yönelik düşmanca uygulamalarını Hasan Cemal göz göre göre göz ardı ediyor. Hasan Cemal, burjuvazi ve işçi sınıfı, emperyalizm ve ezilen halklar arasındaki mücadele ve çatışmayı göz ardı ediyor, yerine her şeye kadir, burjuva liberal sivil toplumculuğu koyuyor.

Halkı, emekçileri ve özel olarak okurlarını emperyalizmin güdümünde, onun Ortadoğu’daki politikalarına uyum sağlamış, neo-liberal uygulamaların tek geçer akçe olduğu bir ülkeye davet ediyor. Yani sivil olsun da emekçilerin hali ne olursa olsun!

Bu “sivil”  “iyi niyet”, iyi şeylerin yolunu göstermiyor. Çünkü, emekçilerin ve halkların işbirlikçi egemen sınıfların emek düşmanı  politikalarına, inkar ve asimilasyon politikalarına karşı mücadelesi olmadan, askerin siyasete müdahalesi engellenemez. Halkı ve onun mücadelesini önemsemeyen, AKP’nin en ufak manevrasını ayakta alkışlayan Hasan Cemal, demokrasi güçlerinin mücadelesinden uzak durmayı, AKP’ye ise kul köle olmayı öneriyor. Hasan Cemal’in burjuva liberal sivilleşme programı, halk hareketine ve onun taleplerine bağlanmadığı için liberal bir ütopya olmaya mahkum oluyor.

‘Ulusal İstihdam Stratejisi’ Üzerine

Kapitalist üretimde üretici emek ya da işçinin fiziki ve zihni kapasitesi, büyük ölçüde sermaye ile olan ilişkisine ve bu ilişkinin niteliğine göre belirlenir. Patronlar belli bir süre için kullanım hakkını satın aldığı emeğin bu kapasitesinden sonuna kadar yararlanmaya çalışırlar. Bu nedenle, sermayenin emek sürecini en fazla artı-değer (mutlak ve nispi olarak) gerçekleştirecek biçimde dönüştürme yollarını araması, bunun için dönem dönem yasal ve fiili adımlar atması kaçınılmazdır. Sömürünün arttırılması ya da sınırlandırılması mücadelesinde belirleyici olan, üretim süreci içinde tarafların göreli güçleri olduğundan, kapitalizmde emek süreci, kaçınılmaz olarak karşılıklı hamleler üzerinden gerçekleşen bir “sınıf mücadelesi arenası” haline gelmiştir.

Kapitalist üretim ilişkileri içinde devlet aygıtının temel işlevi, sermaye birikiminin ve istikrarının sorunsuz olarak devam etmesini sağlamaktır. Sermaye birikimi süreci, sadece teknik bir süreç olmayıp, aynı zamanda toplumsal ilişkiler alanının bütününü ifade eden sosyal bir süreçtir. Bu çerçevede, kapitalist devletin üretim ve bölüşüm ilişkileri üzerindeki etkisi, özü aynı kalmakla birlikte, sermaye birikim sürecinin içinde bulunduğu tarihsel koşullara göre değişiklikler gösterebilir. Sermaye birikim süreci, emek ile sermaye arasında var olan ve üretim noktasından başlayıp, tüm toplumsal yaşama yayılan bağımlılık ilişkilerinin temelini oluşturur. Kapitalist sistemin varlığı ve sürekliliği, pazara ve pazar aracılığıyla gerçekleşen “bağımlılık” ve “egemenlik” ilişkilerinin yeniden üretilmesine bağlıdır. Kapitalizm, bunu gerçekleştirirken, bir taraftan her türden yasal ya da yasa dışı yolları kullanmaktan geri durmaz. Diğer taraftan, üzerinde yükseldiği hukuksal, siyasal ve ekonomik olgulara uygun ya da onlarla taban tabana zıt uygulamalar içine de girebilir. Kapitalizm açısından önemli olan, önceden belirlediği hedeflere ulaşmaktır. Bu hedeflere ulaşmak için izlenen yol ve yöntemler, ulaşılmak istenen hedefin kendisi kadar önemli değildir.

Sermayedar sınıf, burjuvazi, tarih boyunca da görüldüğü gibi, sadece üretim için gerekli en son ulaşılan teknolojik düzeye uygun üretim araçlarını ve diğer malzemeleri bir araya getirmekle yetinmez. Emek gücü üzerinde tam bir denetim kuracak şekilde, emek sürecini kendi denetimi altına almanın ve tüm sistemi bunun üzerinden, kendi çıkarlarına uygun bir şekilde sürekli olarak yeniden biçimlendirmenin yollarını geliştirmeye çalışır.

Bilindiği gibi kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve ücretli emek sömürüsüne dayanır ve bütünlüklü bir sömürü mekanizması olarak işler. Farklı üretim tarzlarını kendi ihtiyacına uygun olarak dönüştürür; kendine benzemeyen ne varsa, yine kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirir ya da var olanları biçimsizleştirir. Bir taraftan kendisi için sürekli yeni kurallar koyarken, diğer taraftan kendi koyduğu kuralları, istediği zaman değiştirebilme serbestliğine ya da “esnekliğe” sahip olmak ister. Bu anlamıyla emek sürecinde dönüşümden söz edildiğinde, üretimde ve teknik işbölümündeki farklılaşmanın sonucu olarak, hem emek gücünün üretim araçlarıyla kurdukları ilişkilerde, hem de üreticilerin birbirleriyle ve üretim araçlarını denetleyenlerle kurdukları ilişkilerde ortaya çıkan değişiklikler göz ardı edilemez.

Kapitalist devlet, sermaye birikiminin devamını sağlamak üzere, kamu harcamaları ile gelirin ve kaynakların yeniden dağılımını düzenleme ve etkileme yeteneğine sahip olan en güçlü otoritedir. Kapitalist devletin, sistem içinde kaynak ve gelir bölüşümünü kamu harcamaları ve kamu gelirleri yoluyla yeniden düzenleyerek, sermaye birikimi sürecinin önündeki tıkanıklıkları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gidermek gibi önemli bir işlevi vardır. Kapitalist devletin elde ettiği gelirler ve yaptığı harcamalar yoluyla ekonomik ve toplumsal süreçler üzerinde yarattığı etki, büyük ölçüde sermaye birikimin devamı ve istikrarını sağlama ihtiyacıyla ilişkilidir. Bu çerçevede, kamu harcamaları ve kamu gelirleri miktar ve bileşiminde süreç içinde oluşan değişimler, büyük ölçüde sermaye birikimi koşullarının gereklerine bağlı olarak biçimlenir.

Sermaye birikiminin sürekli ve istikrarlı bir şekilde, sorunsuz olarak artmasını sağlamak, sermaye sahibinin, yaratılan artı değerin her seferinde giderek daha fazla bölümüne el koymasına bağlıdır. Bunun için sermaye sahipleri, emeğin kendisini yeniden üretmesinin bedeli olan her türlü işgücü maliyetini sürekli olarak azaltmak ve böylece artı değerden kendine düşen payı arttırmak amacıyla hareket ederler. Bunun gerçekleşmesi için, özellikle teknolojik yeniliklerden yararlanarak, emek üretkenliği ve verimliliğinin arttırılması sağlamak için, emek sürecini dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirerek, sermaye lehine yeniden düzenlemeye çalışırlar. Böylece, yaratılacak olan “yeni” ve “esnek” çalışma ilişkileri ile emekçilerin tek tek ya da toplu olarak baskılanması, denetlenmesi ve disiplin altına alınması kolaylaşır. Bunun için sermaye birikiminin istikrarını bozan ya da bozacak her türlü hukuk kuralı, güvence ya da düzenlemenin engel olmaktan çıkarılması gerekir.

Kapitalizmin, gerek tarihsel, gerekse özüne ilişkin dinamiklerine baktığımızda, sermaye birikimi istikrarının önüne engel olarak çıkan “katılıkları” sürekli olarak esnekleştirdiği ve ardından dönemin koşullarına uygun olarak sağlanacak sermaye birikimi için uygun bir dizi uygulamayı başlattığı görülür. Bu anlamda, sermayeyi yaratan birikmiş emeğin, tarihsel olarak kendi yarattığı ürünün, yani sermayenin denetimi altına girmesi, tam da kapitalizmin tarihsel olarak esnek olduğunu göstermektedir. Sermayedar sınıf, burjuvazi, bugünkü koşullarda, hem emek yerine teknoloji, hem de pahalı emek yerine ucuz emek ikame ederek kullanabilmektedir. Bu iki kullanım gücünün, sermayeyi emek karşısında, sürekli olarak artan işsizlik oranları ile birlikte düşünüldüğünde, ne kadar güçlü bir konuma getirdiği tartışmasız bir gerçektir.

Sermaye, bir güç olarak tarih sahnesinde ağırlığını hissettirmeye başladığından bu yana, işçi sınıfını, canlı ve sosyal bir varlık olarak değil, kendi çıkarları için kullanabileceği basit bir makine, cansız bir nesne olarak görmüştür. Sermaye, işçinin yararına olacak düzenlemelere karşı her zaman doğal bir direnç gösterirken, fırsatını bulduğunda, işçileri daha çok yıkıma uğratacak, mevcut haklarını bile kullanmalarını engelleyecek düzenlemeler yapmış, fiili uygulamaları hayata geçirerek işçilerin yaşamını cehenneme çevirmekten geri durmamıştır. Bu durumun en son örneği, mevcut istihdam yapısını sermayenin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmeyi ve yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen yeni istihdam stratejilerinin gündeme getirilmiş olmasıdır.

SERMAYENİN  İSTİHDAM STRATEJİSİ

Kriz sürecinin de etkisiyle, dünyada ve Türkiye’de sermayenin saldırganlığının ciddi boyutlara ulaştığı bir dönemden geçiliyor. Pek çok ülkede, emekçilerin kazanılmış haklarına, ekonomik, demokratik, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar çok yönlü olarak sürerken, emekçileri daha fazla sömürmek ve yaşanan krizi “fırsata çevirmek”1, sermayenin öncelikli gündemini oluşturuyor. Sermaye güçleri ve onların çıkarlarının koruyucusu olan hükümetler, işçi sınıfının uzun süren mücadelesi ile kazandığı hakları yeni saldırılarla geri almak, var olanları ortadan kaldırmak için tüm imkânlarını seferber etmekten geri durmuyorlar.

Bilindiği gibi, kapitalist sistemin doğasında var olan kriz eğilimi, sermaye birikim sürecinin dönemsel olarak tıkanmasını beraberinde getirmektedir. Bu tıkanıklık, özellikle kriz dönemlerinde, ekonomik ve toplumsal yapıların sermaye birikiminin devamını ve yeniden istikrarlı hale gelmesini sağlamak üzere birtakım yeni düzenlemelerin yapılmasını gerektirir. Bu anlamıyla, ekonomik krizler, başından itibaren eşitsiz gelişen bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine ve emekçiler aleyhine yeniden ve her seferinde daha ağır koşullarda düzenlendiği dönemler olarak dikkat çekmiştir. Krizlerin derinleştiği dönemlerde bütün toplumsal ilişkiler sarsılır ve ekonominin tüm alanlarındaki ilişkilerin, eskisi gibi, hiçbir değişiklik olmaksızın devam etmesi zorlaşır. Sınıf mücadelesinin en önemli unsurlarından birini oluşturan ücret-kâr ilişkileri, ücretler aleyhine aşırı bir değişime uğrar. Emekgücünün değerini düşürerek onu daha ucuza almaya çalışan kapitalistler için, kriz, bu noktadan sonra, sermayenin kendisini, ekonomik ve siyasal olarak yeniden üretimini sağlayacak güçlü ve etkili bir silaha dönüşmüştür.

“İstihdam stratejisi” denildiğinde, sadece üretimin ileri teknolojiye dayanan yeni örgütlenme tarzı veya yeni istihdam biçimleri değil, üretimin, emeğin, istihdamın, çalışma ilişkilerinin ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın sermayenin yeni birikim stratejileri doğrultusunda yeniden örgütlenmesi akla gelir. Kapitalizm, özellikle son otuz yılda, kendi içinde yaşadığı dönüşümle birlikte, işgücü ve istihdamın yapısı, çalışma düzeni ve genel çalışma kuralları açısından ciddi değişiklikler yaşamıştır. Bu süreçte, özellikle çalışma ilişkilerinin taraflarının ve biçiminin değiştiği yanılsaması yaratılmış; çalışma ilişkilerinin, artık karşıtlık yerine “uzlaşmaya”, “sosyal diyalog”a dayandığı tezleri ileri sürülmeye başlanmıştır. Nitekim, yaygın bir şekilde uygulanmaya başlanan esnek istihdam uygulamalarına paralel olarak, emek sürecinin çeşitli bölümleri arasında eşgüdümü ve uygulamayı sağlamak için, “sosyal diyalog” mantığı içinde, çıkarları birbirine taban tabana zıt sınıfların temsilcileri yerine, “sosyal taraf” ya da “paydaş” gibi ifadeler üzerinden, “emek-sermaye işbirliği”ne dayanan “korporatist” çalışma ilişkileri dayatılmıştır.

Her ne kadar aksi iddia edilse de, kriz dönemlerinde kapitalist devlet tarafından uygulamaya konulan ekonomik politikalar, kriz koşullarının sadece sermaye lehine hafifletilmesini sağlamaya yönelik önlemleri içermektedir2. AKP Hükümetinin daha önceki “kriz paketleri”, “istihdam paketi” vb. “paket program” uygulamaları gibi, geçtiğimiz Haziran ayı başında gündeme getirdiği “Ulusal İstihdam Stratejisi” (UİS) de, içeriği ve hedefleri ile birlikte, önemli ve tehlikeli bir silah olarak dikkat çekmektedir.

AKP Hükümeti tarafından büyük bir gürültü eşliğinde açıklanan UİS ve bu strateji ile birlikte hayata geçirileceği belirtilen konu başlıkları, daha önce, emek sürecinde yaşanan dönüşümün alt başlıkları olarak sık sık gündeme getirilmiştir. Böylesi bir uygulamanın, emekçi sınıflar açısından krizin etkilerinin azalmak bir yana, daha da derinleştiği bir dönemde gündeme getirilmesi anlamlıdır. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist kuruluşlar, merkezinde “işgücünün esnekleştirilmesi”, “standart dışı çalışmanın yaygınlaşması” ve “güvencesiz istihdam” uygulamalarının yer aldığı bir dizi eleştiri ve önerilerde bulunmuşlardır.

Türkiye’nin IMF ile imzaladığı 18. stand by (2002-2005 yılları arası) ve 19. stand by (2005-2008 yılları arası) anlaşmalarında, Türkiye’de istihdam yapısının son derece “katı” olduğu ve esnekleştirilmesi gerektiğine ilişkin taahhütler söz konusudur. Bu taahhütleri yerine getirmek amacıyla çok sayıda yasal düzenleme yapılmış, yasal engellerin ortaya çıktığı noktalarda fiili uygulamalar hayata geçirilmiştir. IMF yıllardır, özellikle kamu istihdamındaki iş güvencesi nedeniyle kamu emekçilerinin yasal olarak korunmasının “serbest piyasa” mekanizmasıyla uyuşmadığını, işgücünün kamu-özel ayrımı olmaksızın esnekleştirilmesi gerektiğini, bunun için yasal düzenlemeler yapılmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmektedir.

Türkiye’nin bugüne kadar 200’den fazla kredi anlaşması imzaladığı Dünya Bankası, geçmişte, Türkiye’de işgücü piyasasının katı olduğundan, işten çıkarmanın zor olmasından bahsetmiş, hatta bir dönem asgari ücretin yüksek olduğunu iddia ederek, asgari ücretin kaldırılmasını, “bölgesel asgari ücret”i bile önerecek kadar ileri gitmiştir. Dünya Bankası, her yıl yayınladığı “İş Yapma Kolaylığı” (Doing Business) endeksi ile, tek tek ülkelerin yabancı sermaye yatırımı açısından uygun olup olmadığını ele almakta ve ülkelerin buradaki sıralamaları ile yabancı sermaye yatırımları arasında doğrudan ilişki kurmaktadır. 183 ülke üzerinden yapılan değerlendirmede, Türkiye’nin iş yapma kolaylığı açısından 73. sırada, işçi istihdam etme (employing workers) açısından 145. sırada olduğu belirtilerek, bunun nedeni olarak, işgücü piyasasının katı olması ve esnek istihdam uygulamalarının yeterince yaygın olmaması gösterilmiştir3. Dünya Bankası, Türkiye’de esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma yaygınlaşırsa, kısaca, patronlar işçileri işten atıp işe alırken herhangi bir yasal engelle karşı karşıya kalmazlarsa, yabancı sermaye yatırımlarının artmasının mümkün olacağını iddia etmektedir. Benzer tespitler Avrupa Birliği açısından da geçerlidir. Avrupa Birliği, yüksek işsizlik oranlarının azaltılması için kamuda ve özel sektörde esnek istihdam uygulamalarının yaygınlaştırılmasını önerirken, özellikle kadınların kısmi süreli istihdam yoluyla işgücüne katılımının sağlanmasını önermektedir.

İstihdamın esnekleşmesine yönelik olarak öne sürülen tezler, sadece IMF, Dünya Bankası ya da Avrupa Birliği ile sınırlı değildir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), 1990’lı yılların ortalarından itibaren, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’ne paralel olarak, esnek çalışmanın kaçınılmaz olduğunu açıklayarak, ‘esnek güvence’ (flexicurity)4 anlamına gelecek düzenlemelerle işsizlik sorununun önüne geçilebileceğini savunmaktadır. “Esneklik” ve “Güvence” gibi birbiriyle temelden çelişen iki olgunun, tek bir kavramda bir araya getirilmiş olması, ILO’nun sınıf niteliğini de göstermek üzere, dikkat çekicidir.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ise, OECD’ye üye ülkelere yönelik olarak yaptığı ‘işe alma/işten atılma’ endeksleri ile hangi ülkelerde işçilerin kolaylıkla işten atıldığı ya da işe alındığı yönündeki incelemeler üzerinden tek tek ülkelerin yatırım için uygun olup olmadığını ölçmekte ve tıpkı Dünya Bankası gibi, her yıl yayınladığı raporlarla, istihdam yapıları üzerinden ülkeleri değerlendirmektedir. OECD de, tıpkı Dünya Bankası’nın geçmişte yaptığı gibi, Türkiye’de işgücü piyasasının “katı” kurallara sahip olduğunu sık sık vurgulamakta, hatta asgari ücretin, Türkiye’de hane başına elde edilen gelirlerin ortalamasına göre yüksek olduğunu bile iddia etmektedir.

2003 yılında, 4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılması öncesinde, tam zamanlı çalışan, sigortalı, izin süreleri ve mesai saatleri belirli, sosyal hakları yasalarla güvence altında olan işçilerin sahip olduğu haklar hedef olarak belirlenmiş ve bu durumun kapitalizmin “serbest rekabet” anlayışına ters olduğu üzerinden yoğun bir propaganda yürütülmüştür. Tüm bunlara ek olarak, düzenli ve kurallı çalışmanın olmadığı, kayıt dışı olarak faaliyet yürüten işletmelerde işçilerin sırtından elde edilen artı-değer oranları oldukça yüksek iken, kayıtlı çalışan işletmelerin aynı artı-değeri elde edememelerinin sermayenin iç bütünlüğünü ve hiyerarşisini bozduğu, bu durumun “haksız rekabete” neden olduğu belirtilmiştir. Koşulların eşitlenmesi için atılması gereken adımların başında, patronların “elini kolunu bağlayan” yasal mevzuatın olduğu ve bu mevzuatın değişmesi gerektiği iddia edilmiştir.

4857 Sayılı  İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. 4857 Sayılı İş Yasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri daha da artmış ve yaygınlaşmıştır. İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz yedi yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, sürekli artan işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün artmasını sağlamış, patronlar, işyerlerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirebilmişlerdir. Esnek istihdam ve buna bağlı olarak artan güvencesiz ve standart dışı çalışma biçimleri, yapılan yasal düzenlemeler üzerinden daha da yaygınlaşmıştır. Böylece kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit eden tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına önemli adımlar atılmıştır.

Sendikaların  örgütlemeye çalıştığı hedef kitlesi, genellikle, düzenli, güvenceli ve tam zamanlı çalışanlardan oluştuğu için, 4857 Sayılı İş Yasası, sendikal örgütlenmeyi doğrudan olumsuz etkilemiştir. İş yasasının değişmesi ile birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, ödünç işçilik, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaşmıştır. Aynı dönem içinde hızla artan taşeronlaştırma uygulamaları nedeniyle, sendikaların örgütlenme alanı giderek daralmış, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki payları giderek artarak, sermayeye büyük bir tercih kolaylığı sağlanmıştır. İşgücü maliyetini düşürmek amacıyla uygulanan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, çalışma saatleri fiilen artmış, fazla çalışılan süreler için mesai ücreti ödenmemeye başlanmıştır. Özellikle örgütsüz işçilerin büyük bölümü, sigortasız olarak, düşük ücretle ve günde ortalama 10–12 saat çalışmak zorunda kalmışlardır.

İstihdam açısından esnekliğin en belirleyici özelliği, işçi ya da emekçilerin iradesinin tamamen dışında, yapılan işin, işyerinin ve en önemlisi sermayenin istek ve beklentilerine göre belirlenmiş ve herhangi bir kural ya da düzenlemeyle sınırlandırılmamış olmasıdır. Başka bir ifade ile, esneklik, sermayeye, işgücünün yapısında, kurallara bağlı kalmadan, içinde bulunulan koşullara kolaylıkla uyum sağlayacak şekilde, istediği gibi değişiklik yapabilme serbestliği tanımaktadır. Esneklik ya da esnek çalışma ile birlikte, işçilerin, çalışma süresi, çalışma biçimi, sayısı, çalışma koşulları, ücreti ve çalışma yetenekleri bakımından, ‘piyasa koşulları’ neyi gerektiriyorsa, o koşullarda istihdam edilebilmesinin önü açılmıştır. Bu uygulama ile birlikte, eğer ‘piyasa koşulları’ işçilerin sayısının azaltılmasını, ücretlerinin düşürülmesini ya da çalışma süresinin yükseltilmesini gerektiriyorsa, patronlar, hiçbir yasal engel ile karşılaşmaksızın, çalışan sayısını azaltabilmekte ya da çalışma sürelerini arttırabilmektedir. Bu çerçevede oluşturulacak olan yeni istihdam yapısı içinde, sistem, yaşadığı krizler ve tıkanıklıklar karşısında, işgücünü istediği şekilde çalıştırarak, ücretlerini düşürerek ya da işçileri istediği zaman işten çıkararak, kendisini koruyabilecektir. Sermaye açısından günümüz koşullarında önemli olan, kaç kişinin istihdam edildiği değil, üretim süreci içinde, ‘piyasada’ oluşan arz ve talep dalgalanmalarına karşı ‘nasıl’ ve ‘ne kadar hızlı’ yanıt verileceğidir.

Bazı esnek çalışma uygulamalarına baktığımızda, kavramın ne anlamına geldiğini anlamak kolaylaşmaktadır. İşe alma ve işten çıkarılmaların kolaylaştırılması anlamına gelen dışsal sayısal esneklik”; iş sürelerinin yarı zamanlı ya da fazla çalışma şeklinde kolaylıkla değiştirilebilmesi anlamına gelen “içsel sayısal esneklik”; işçilerin üretim süreci içinde görevlerinin değiştirilmesi (iş rotasyonu) ya da birden fazla işte görevlendirilmesi anlamına gelen “işlevsel esneklik” ve ücretlerin ekonomik koşullara ya da bireysel performansa göre belirlenmesinin esas olduğu “ücret esnekliği”, en yaygın olarak kullanılan esnek çalışma biçimleri olarak dikkat çekmektedir.

Anlatılanlardan hareketle, hükümetlerin neden sürekli olarak istihdamı esnekleştirme ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmak için hamleler yaptığını anlamak kolaylaşmaktadır. 2010 Bütçe Kanunu ve ‘orta vadeli program’da istihdam ile ilgili olarak yer alan en önemli düzenlemelerin, özellikle ‘kamu istihdamının esnekleşmesi’ ve ‘işgücü piyasalarının katılıklardan arındırılması’ olarak belirlenmesi kesinlikle bir tesadüf değildir. Bu nedenle, UİS ve 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yapılması planlanan değişikliklerin aynı zamanda ve birbirine paralel olarak gündeme getirilmiş olması anlamlıdır.

UİS İLE NE AMAÇLANIYOR?

“Ulusal İstihdam Stratejisi”, AKP Hükümeti tarafından başlı başına iddialı bir kavram olarak gündeme getirilmiştir. Sanki işsizlik sorununu çözmek için istihdamda önemli adımlar atılacakmış ve bunun için kapsamlı bir ulusal strateji oluşturulmuş gibi bir izlenim verilmiş olması dikkat çekicidir. Oysa bahsi geçen stratejinin içeriğine bakıldığında, ulusal ve uluslararası sermayenin, uluslararası emperyalist örgütlerin ve onların yerli uzantılarının (özellikle TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK’in) son yıllarda sürekli olarak gündeme getirdiği temel değişikliklerin “Ulusal İstihdam Stratejisi” ile hayata geçirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Hükümetin, sermaye sınıfının istek ve beklentileri doğrultusunda oluşturduğu ve kimi sendika (TİSK, HAK İŞ, DİSK, MESS), meslek örgütleri (TOBB, TESK, TZOB, İTO, EBSO, TBB) ve TÜSİAD, MÜSİAD vb. gibi sermaye örgütlerinin de işin içine katıldığı “İstihdam Stratejisi” oluşturma süreci ve sonrasında yapılan açıklamalar, gerçek niyetin ne olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. UİS çalışmaları çerçevesinde, pek çok kesim gibi, işçi konfederasyonları ile de toplantılar yapılmış ve görüşleri istenmiştir. Bugün için UİS’in içeriği tam olarak netleşmemiş olmasına karşın, gerek Hükümet temsilcilerinin açıklamaları, gerekse konfederasyonlardan görüş istenen konu başlıklarına bakıldığında, hazırlanan stratejinin ana ekseninin esneklik, kuralsızlık ve güvencesizlik olduğu, temel hedefin, yeni istihdam alanları yaratıp işsizliği azaltmak değil, fırsat bu fırsat denilip, elde kalan son işçi haklarını da gasp etmek olduğu anlaşılmaktadır.

8 Haziran 2010 tarihinde yapılan Ekonomik Koordinasyon Kurulu toplantısında, katılımcılara “Ulusal İstihdam Stratejisi” ile ilgili olarak bir sunum yapılmış ve sunum özeti toplantıya katılanlara çıktı olarak dağıtılmıştır. Söz konusu sunum özetinin sadece çıktı olarak dağıtılmış olması ve içeriğinin kamuoyundan gizlenmeye çalışılması dikkat çekicidir. Sunum özetinin içeriğine bakıldığında, kamuoyuna açıklananlardan çok daha farklı ve tehlikeli düzenlemeleri içerdiği görülmektedir.

Çalışma Bakanı  Ömer Dinçer, Ulusal İstihdam Stratejisi’nin açıklanmasının ardından yaptığı açıklama ile, UİS’in özüne ilişkin olarak, şu ifadeleri kullanmıştır:

İstihdamın artırılması konusunda formül çok, ama bu biraz acı reçete gerektiriyor. Yani devlete, işverene ve sendikalara acı reçete olacak. Fedakârlık etmemiz gerekecek. Haftada 45 saat çalışılması gerekirken, 53 saat çalışanlar var. Fazla mesai uygulaması olmazsa, bir milyon kişi iş bulur. Ama işverenler kıdem tazminatı sorunu nedeniyle yeni işçi alımına sıcak bakmayıp, kayıt dışı olarak elindeki işçiye fazla mesai yaptırıyor. Türkiye’de kıdem tazminatını alma oranı yüzde 7. Genç işsizlik sorununu çözmek için de yarım zamanlı çalışma sistemi gerekiyor. Ama yine kıdem tazminatı nedeniyle bu sistem de işlemiyor. Önce bunu çözmeliyiz.” (Hürriyet, 13 Haziran 2010)

Bakan Dinçer’in açıklaması, UİS’in, görünüşte istihdamın arttırılması için hazırlanmış, ancak gerçekte işçi haklarına yönelik yeni bir “acı reçete” olduğunun itirafı niteliğindedir. Bu açıklamayla birlikte, strateji olarak sunulanlar; esnekleşmenin ve güvencesizliğin yaygınlaştırılması; istihdam üzerindeki maliyetlerin düşürülmesi, işveren  sigorta primi, istihdam vergileri ve ücret (asgari ücret, kısmi çalışma ödeneği) gibi işveren yükümlülüklerinin topluma ya da işsizlik sigortası fonu gibi fonların üzerine yıkılması ve kıdem tazminatının kaldırılmasının “sosyal taraflar” içinde tartışmaya açılmasıdır.

Katılımcılara dağıtılan “Sunum Özeti”nde yapılan tespitler dikkat çekicidir. “Türkiye’de İşsizliğin Yapısal Özellikleri” başlığı altında, çalışma çağındaki nüfusa her yıl 800 bin katılım olduğu söylenirken, işgücüne katılım her yıl 400 bin iken, son iki yıl içinde bu rakamın 800 bine çıktığı belirtilmektedir. Ayrıca tarımdan tarım dışı sektöre her yıl 150 bin kişilik geçiş olduğu, tüm bu verilerle birlikte değerlendirildiğinde, tarım dışı iş gücü piyasasına, her yıl ortalama 550–600 bin yeni katılım olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı başlık altında, kayıt dışı istihdam oranının toplamda %43,8 olduğu (tarım dışı %30,1; ücretlilerde %26,2), yabancı kaçak işçiliğin yaygın olduğu, işgücünün ve işsizlerin yaklaşık %60’ı lise altı eğitimli olduğu, kadınların işgücüne katılım oranının %27,8 ile çok düşük olduğu, genç işgücü (15–24 yaş arası) toplam işgücünün %20,6’sını oluşturduğu, genç işsizlik oranının %25 olduğu ve uzun süreli işsizlerin toplam işsizlere oranının %26,9 olduğu belirtilmektedir. . .

Stratejinin İlkeleri” başlığı altında; “bütüncül yaklaşım”, “fırsat eşitliği”, “işi değil, insanı korumak”, “işverenlerin üzerine ek yük getirilmemesi”, “sosyal diyalog” ve “özendirici yaklaşım” gibi ifadeler kullanılmıştır. Belirtilen ilkeler içinde en fazla öne çıkacak olanların, “işverenlere ek yük getirilmemesi” ve bunun için “sosyal diyalog” mekanizmasının işletilecek olmasını tahmin etmek zor değildir. UİS’in, devlet, işveren ve işçi temsilcilerinin katılımıyla ve onların görüşleri alınarak oluşturulmuş olması, sonuç hangi sınıfın yararına olursa olsun, “sosyal diyalog” mekanizmasının işletilmesi ile sonradan gelişecek itirazların önüne geçilebilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.

Sunum özetinde, UİS’in temel politika ekseni olarak, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi önerilmekte ve bunun için “işgücü piyasasının esnekliği arttırılmalıdır”, “güvenceli esneklik yaygınlaştırılmalıdır” ve “işgücü piyasasının rekabet edilebilirliği arttırılmalıdır” gibi öneriler ileri sürülmektedir. Bütün bunların hayata geçirilmesi sonucunda, “belirli süreli istihdam” ve “kısmi süreli çalışmanın” arttırılması hedeflenerek, bu şekilde işsizlik oranlarının (işsiz sayısının değil) düşürülmesi hedefine ulaşılabileceği iddia edilmektedir5. Sunum özetinde de belirtildiği gibi, Türkiye’de gibi, uzun süreli işsizlik ortalaması %26,9 olan bir ülkede, ancak bu şekilde yapılabilecek rakamsal hilelerle işsizlik oranlarının düşük gösterilmesi sağlanabilecektir.

İşgücü Piyasasının Esnekleştirilmesi Politikaları” başlığı altında değerlendirilecek konular, UİS’in hedefini daha net ortaya koymaktadır. Burada belirtilen başlıklar şunlardır: “Güvenceli esneklik”, “kıdem tazminatı”, “işsizlik Sigortası Fonu”, “esnek çalışma modelleri”, “fazla çalışma süreleri”, “Özel İstihdam Büroları-Geçici İş İlişkisi” ve “bölgesel asgari ücret”. İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi başlığı altında sıralanan söz konusu başlıklar, uzunca bir süredir çeşitli şekillerde gündeme getirilmiş, hatta dönem dönem, bu başlıklara paralel olarak, yasal ve fiili girişimlerde bulunulmuştur. Özellikle “bölgesel asgari ücret” tartışmaları ve “özel istihdam büroları” ile ilgili tartışma ve düzenlemeler, Hükümet tarafından sık sık gündeme getirilmekte ve kamuoyunda tartıştırılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, UİS’in, bugüne kadar sermaye tarafından tek tek ve birbirinden bağımsızmış gibi yansıtılan konu başlıklarının, tamamen emek düşmanı bir strateji etrafında birleştirildiği anlaşılmaktadır.

Esnek çalışma uygulamalarının, işçi üzerinde, patronlara mutlak bir hâkimiyet olanağı tanıdığı bilinmektedir. Belirli süreli iş sözleşmeleri, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, ödünç işçilik vb. gibi uygulamaların yanı sıra, taşeronlaştırma gibi uygulamalarla da, işler işletme dışına taşınarak, örgütlenmelerinin önüne geçmek kolaylaşmaktadır. Esnek çalışma uygulamaları, aynı zamanda işgücü maliyetlerini azaltarak, işçinin ücretini, fiilen çalıştığı saatler için yapılan ödemelere yaklaştırmakta, fazla mesai, ikramiye, prim gibi ödemeleri ortadan kaldırdığı gibi, belirli durumlarda potansiyel işgücü maliyetlerini (ihbar ve kıdem tazminatı gibi) fiilen yok ederek, yasal iş güvencesi hükümlerini bile etkisiz hale getirebilmektedir.

İstihdamın artırılması için işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, işten çıkarmanın kolaylaştırılması ve işten çıkarma maliyetlerinin düşürülmesi, kapitalizminin uzunca bir süredir gündeminde olan düzenlemelerdir. Böylece, patronların istedikleri zaman işçi alıp istedikleri zaman çıkarabilmeleri sağlanacak, tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi, işçileri köle gibi çalıştırarak, rakipleri karşısında “rekabet üstünlüğü” elde etmeleri kolaylaşacaktır. Türkiye’de istihdamın yarısının kayıt dışı olmasının bile yeterince esneklik sağlamadığı ileri sürelmekte (DİSK’in yapmış olduğu bir araştırmaya göre, kayıt dışı çalışanların sayısı 10 milyona yaklaşmıştır); patronlara her açıdan boyun eğen, ihtiyaca göre az ya da çok ve yıllarca zam almadan, sigorta, sosyal hak, örgütlenme ve sendika kelimeleri hafızasından silinmiş olarak çalışan işçi ve emekçileriyle, modern köleliğin egemen olduğu bir istihdam yapısı oluşturulmak istenmektedir.

Bu haliyle, UİS’in, iddia edildiği gibi, istihdamı arttırıcı değil daraltıcı, patronları her yönden koruyan ve kollayan, esnek istihdamı yaygınlaştıran ve mevcut eşitsizlikleri daha da arttıran bir içerikte oluşturulması kaçınılmazdır. “Az insanla çok iş yapılması”nı ve patronların üzerindeki işgücü maliyetlerinin ve diğer istihdam yüklerinin hafifletilmesini hedeflediği her yönünden belli olan bir istihdam politikası ile, iddia edildiği gibi, işsizliğin önlenmesi, istihdamı artırıcı yatırımların çoğalması, yeni iş alanlarının yaratılması ve kayıt dışı istihdamın azaltılmasının sağlanması mümkün değildir.

Bugüne kadar sermayenin, burjuva sınıfın çıkarlarına paralel çok sayıda düzenleme yapılmış, çeşitli politika önerileri geliştirilmiş, bunların bir kısmı hayata geçirilmiştir. Öncekilerin hepsinde olduğu gibi, bu düzenlemeden de en kârlı çıkacak kesimin sermaye olacağını, burjuvazinin ve özellikle tekellerin sömürüyü azamiye çıkarmalarının önündeki engellerin kalkacağını belirtmeye gerek yoktur. “Ulusal İstihdam Stratejisi” gibi son derece iddialı bir ifade ile öne sürülen önerilerin tamamı, emekçiler için, daha esnek, daha kuralsız, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması anlamına gelmektedir. Çalışma kuralları ve istihdam yapısının büyük ölçüde piyasanın ihtiyaçları ve patronların çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi anlamına gelen UİS’in, işçi sınıfının yaşadığı sefalet koşullarını daha da ağırlaştırmaktan başka bir işlevinin olmayacağı açıkça görülmektedir.

Üretim ve emek süreci içinde emekçilerin sermayeye olan bağımlılığını doğrudan ve dolaylı yollardan arttıran istihdam biçimleri, özellikle son yıllarda belirgin bir artış göstermiştir. Emeğin nitelik ve üretkenlik koşulları açısından kendi içinde kutuplaşması, sınıfsal bütünleşmenin ve dayanışmanın önünü tıkayan sonuçlara da yol açmakta, bundan en büyük zararı işçiler ve sendikalar görmektedir. Nesnel çıkarları açısından farklılaştırılmaları dayatılmış, kendi içinde bölünmüş ve sürekli birbiriyle rekabet eder hale getirilmiş bir sınıfın ortak davranma ve birlikte hareket etme yeteneğini uzun süre koruması ve geliştirmesi mümkün değildir. İşçileri istihdam yapısı üzerinden bölen ve parçalara ayıran, örgütlenmeyi zorlaştıran, sendikaları etkisizleştiren ve sınıf mücadelesindeki güç ilişkilerini sermaye lehine değiştirmeyi hedefleyen esneklik ve güvencesizlik uygulamaları, “yeni” bir “çıkış yolu” peşindeki sermaye için son bir sıçrama yapmayı, emek açısından ise 19. yüzyıl “vahşi kapitalizm” uygulamalarına geri dönüşü ifade etmektedir.

SONSÖZ

Ekonomilerin yaşadığı  her kriz sonrasında önemli değişimlerin yaşandığı alanların başında istihdam alanı gelmektedir. Son yıllarda istihdamın esnekleşmesi, çok katmanlı ve parçalı hale gelmesi, hem yeni istihdam biçimleri üzerinden ücretlerin geriletilmesini sağlamış, hem de işgücünü parçalayıp kutuplaştırarak kendince daha esnek ve kuralsız bir yapı oluşturmuştur. Bu durumun istihdam üzerindeki en belirleyici etkisi, istikrarsız, kırılgan, geçici nitelikler taşıyan, güvencesiz istihdam uygulamalarının hızla artması ve yaygınlaşmasıdır. Son otuz yılda ortaya çıkan ve kamu-özel ayrımı yapmaksızın hızla yaygınlaşan kısmi süreli çalışma, sözleşmeli ve geçici çalışma, belirli süreli çalışma vb. gibi esnek istihdam biçimlerinin artışı, standart istihdam ilişkisine göre, çok daha yüksek düzeyde güvencesizlik, istikrarsızlık ve belirsizlik ortaya çıkarmıştır.

İstihdamın yapısında meydana gelen kapsamlı ve çok yönlü değişiklikler, özellikle sendikal örgütlenmeyi olumsuz yönde etkilerken, sermayeyi de zaten egemeni olduğu üretim sürecinin neredeyse mutlak egemeni hale getirmiştir. Emek sürecinde yaşanan esnekleşme eğilimleri, zamanla yapılan işin ve o işi yapan emekçilerin çalışma biçimlerini de doğrudan etkilemiş, tüm bunların sonucunda, emekçilerin iş, gelir ve sosyal haklarının yanı sıra en temel güvenceleri büyük ölçüde ortadan kalkmaya başlamıştır.

Sınıf hareketinin sermaye karşısında nispeten güçsüz olduğu, örgütsüz ve dağınık bulunduğu koşullarda, hükümetten daha farklı bir uygulama beklemek mümkün değildir. Öncesi bir tarafa, sadece son kez yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, sermayenin, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına bile tahammül edemediğini görmek mümkündür.

İstihdamın esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin artması, en çok sendikaların örgütlenme ve mücadele alanını daraltmakta, bu durum, kaçınılmaz olarak, sendikaların sermaye karşısındaki gücü ve etkisini ciddi anlamda zayıflatmaktadır. Bu nedenle, kapitalist sistemde, sermayedar sınıf, burjuvazi, istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz ettiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeleri gündeme getirirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini güçlendirmek yerine, onu zayıflatacak ve kendi denetimi altına sokacak düzenlemeler yaparak bir taşla iki kuş vurmaktadır.

İşçi ve emekçilerin birçok kazanılmış hakkını gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, tüm işçi ve emekçilerle, bu değişikliklerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecek geniş halk kesimleri açısından, aynı zamanda bir zorunluluktur. Bu nedenle, sürekli yeniden cilalanıp gündeme getirilen bu tür düzenlemeler ve fiili uygulamalara karşı cepheden birleşik ve örgütlü bir tutum almak, işçi ve emekçilerin, sadece bugünlerine değil, geleceklerine de sahip çıkmaları açısından hayati önemdedir.

İngiltere’de 2010 genel seçimleri üzerine

GİRİŞ

Geçtiğimiz 6 Mayıs’ta, Birleşik Krallık’ta (İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda) genel ve belediye seçimleri gerçekleşti. 2010 seçimleri, kapitalist sistemin sistemik siyasal ve iktisadi sorunlarının su yüzüne çıktığı kritik bir dönemde gerçekleşti. Daha somut olarak, 2010 yıllı genel seçimleri, dünya ve İngiltere ekonomisini  sarsan kapitalist ekonomik krizin var olduğu; İngiltere’nin yıllık borcunun GSMH’nin yüzde 62’sine denk düştüğü ve toplam astronomik borç oranının GSMH’nin yaklaşık yüzde 400’üne tekabül eden 890 milyar Sterline kadar vardığı1; işsizliğin, 1994 yılından bu yana en yüksek işsizlik oranı olan yüzde 8 sevyesine ulaştığı2; İngiltere’de yaşayan en zengin yüzde 10’luk kesimin, en yoksul yüzde 10’luk kesimden 100 kat daha fazla zenginleş(tiril)miş olduğu gerçeğinin kriz koşulları altında tartışıldığı; milletvekillerinin usülsüz harcama skandallarıyla dile düştüğü, dolayısıyla İngiliz parlamenter burjuva demokrasisine yönelik halk tepkisinin geliştiği ve Irak ve Afganistan’da Amerikan ve İngiliz devletlerinin başını çektiği emperyalist işgal politiklarının halkın yüzde 60’ının nezdinde iflas ettiği bir dönemde gerçekleşti.

Bu gelişmelere bağlı olarak, iki parti sistemi veya parlamenter burjuva diktatörlüğünün bu biçiminin ana yurdu olan İngiltere’de pek sık görülmeyen bir durum yaşandı: Seçimler öncesinde yapılan kamaoyu yoklamalarında, seçmenlerin yaklaşık yüzde 43-47’sinin, ana sermaye partilerine güvensizlikten dolayı, hem oy kullanma, hem de oy tercihi konusunda kararsız oldukları ortaya çıktı. Bundan dolayı, 2010 genel seçimlerinin, 1974’ten bu yana  gerçekleşecek olan en belirsiz genel seçim olacağı kuvvetle öngörüldü. Ve bu öngörü üzerinden, İngiltere tarihinde çok az görülmüş olan koalisyon ve “azınlık hükümeti” gibi seçenekler sıkça tartışıldı. 2010 yıllı genel seçimleri, öngörüldüğü gibi de sonuçlandı3: 1974’ten bu yana ilk kez hiçbir parti gerekli olan 326 milletvekili çoğunluğunu sağlayamadı. 1945 yılından sonra, ilk kez, bir koalisyon (Muhafazakar ve Liberal Demokrat Parti koalisyonu) hükümeti oluşturuldu ve her ne kadar sermaye yorumcuları seçim akşamı boyunca ‘oy patlaması’ndan söz etseler de, oy kullanım oranı, 1945’ten bu yana en düşük düzeyde, %65’ olarak gerçekleşti4.

Seçimlerin “çoğunluktan yoksun” bir parlamento ve merkez-sağ bir koalisyon hükümetiyle sonuçlanması, farklı kesimler arasında çok boyutlu tartışmalara yol açtı. Başbakan David Cameron ve Başbakan Yardımcısı  Nick Clegg’e göre, 2010 yılı genel seçimleri, “yeni politika” döneminin başladığı yıl olarak tarih kitaplarında yer alacak. The Times ve The Economist gibi sağcı liberal medya organlarına göre, bu genel seçimler sonucunda, “İngiliz türü bir devrim veya “raslantısal bir devrim” gerçekleşti. Bu yazımızda, İngiltere’de seçim öncesi ve sonrası oluşan siyasal ve iktisadi gelişmeleri irdeleyerek; hem seçimlerin doğurmuş olduğu siyasal tabloyu, hem de “yeni politika” dönemi olarak adlandırılan dönemin hangi siyasal ve iktisadi temeller ve ihtiyaçlar üzerinden yükseleceğini ve İngiltere’de yaşayan işçi ve emekçileri ne türden saldırgan politikaların beklediğini incelemeye çalışacağız.

SERMAYE YANLISI POLİTİKALARIN BAŞARISIZLIĞI VE HALKIN KARARSIZLIĞI

2010 yılı  genel seçimlerinin son 40 yılın en belirsiz genel seçimi olmasının, başka bir deyişle, 2010 yılı genel seçimlerinde sandıktan belirsizliğin çıkmasının esas sebebi, halkın tepkili, ama aynı zamanda kararsız ve alternatifsiz olmasıdır. Bu gerçeklik ve gelişmeye kaynaklık eden iki önemli olguysa şunlar:  Bir, üç ana sermaye partisinin yukarıda sözü edilen sistemik sorunlara ilişkin sunmuş oldukları analizler ve/veya çözüm önerileri niteliksel farklılıklar taşımadığından dolayı, bu partilerin arasında farklılıkların iyice silikleşmesi. Örneğin, seçimler sonrasında ünlü Amerikan anketçi ve siyasal strajtejist Stanley Greenberg’in yapmış olduğu anket çalışmasına göre, seçmenlerin önemli bir kesiminin, üç ana parti arasında farklılık görmediğinden dolayı ya oy kullanmadıkları ya da sandıktan çıkan “belirsizlik”ten mutlu oldukları görülüyor.5 İki, halktan ve emekten yana güçlerin, geniş yığınları ikna edecek halkçı ve İşçi Partisi’nden bağımsız bir politika yürütecek ilerici bir seçim platformunu oluşturmakta yaşadığı ve aşamadığı sıkıntılar.

Seçimlerin doğurduğu en önemli sonuçlardan bir tanesi şu olmuştur: Üç ana sermaye partisinin seçim manifestolarında yer alan sermaye yanlısı politikalar ve projeler, halk tarafından beklenen desteği görmemiştir. Bunun en açık göstergesi, 1974’ten bu yana ilk kez hiç bir ana sermaye partisinin gerekli olan çoğunluğu sağlayamamasıdır. Sağlamamak bir yana, oy kullanan seçmenlerin yüzde 40’nın (seçmenlerin %65’inin yeterli çoğunluğununun) desteğinin bile alamamışlardır. Muhafazakarlar  ve “İşçi” Partisi, toplam oyların yüzde 67’sini kendi aralarında paylaşmışlardır ki, bu oran, İngiltere seçim tarihinde, iki ana partinin kendi aralarında paylaştığı en düşük oy oranıdır.6

Seçimlerin iki ay öncesine kadar kazanacağına kesin gözüyle bakılan Muhafazakar Parti, beklenenin altında oy alarak, tek başına hükümet olamadı. İskoçya’da sadece bir tane milletvekilli elde etti. İşçi ve emekçilerin yoğunlukla yaşadığı ve İngiltere’nin endüstri ve işçi bölgesi olarak bilinen Kuzey İngiltere’de hedeflediği “marjinal” seçim bölgelerinin ezici çoğunluğunu kazanamadı. Böylece, Muhafazakarların hem “Birleşik Krallık’ın partisiyiz” iddiası, hem de “tüm toplumun partisiyiz” savı, halkın oylarıyla yalanlanmış oldu. Seçim kampanyalarını başarısız bulan Muhafazakar Parti milletvekilleri ve parti temsilcilerinin de dile getirdiği gibi, Muhafazakarların başarısız bir seçim dönemi geçirmelerinin başlıca sebebi olarak, seçim manifestolarının ana temalarından olan ve krizin faturasını emekçilerin sırtına yıkılmasının yanı sıra  özelleştirmelerin “zorunluluğunun” teorik savunusunu sunan “büyük toplum” nosyonunun  seçmenler nezdinde kabul görmemesi gösteriliyor.7

Seçimler öncesinde, “İngiltere’nin Obama’sı” olarak nitelendirilen Nick Clegg’in önderlik ettiği Liberal Demokrat Parti’nin, seçimlerde oy patlaması  yaparak, “İngiltere’nin politik yapısını değiştireceği” öngörülüyordu. Seçimlere bir ay kala, neredeyse tüm kamaoyu yoklamaları, bu partiyi ikinci olarak gösteriyordu. The Guardian gazetesi gibi “sol” liberal çevreler tarafından “alternatif” ve “muhalif” olarak sunulan Liberal Demokrat Parti, seçimlerde hüsrana uğradı. 2005 yılı genel seçimleriyle karşılaştırdığımızda, her ne kadar daha fazla oy alsa da, beş milletvekilli kaybederek, sadece 57 milletvekili koltuğu elde edebildi. Seçimler sonrasında yapılan değerlendirmelere göre, bu partinin öngörülen oranda oy almamasının sebebi, Liberal Demokrat Parti’nin halka vaat ettikleriyle seçim manifestosunda yer alan somut politikaların örtüşmemesi olark gösterildi. Bunun en temel göstergesi, kriz ve bütçe açığı konularında, diğer iki ana partiden niteliksel farklılıklarının gayet sınırlı olması ve diğer iki parti gibi, krizin yükünü işçi ve emekçilere yüklemekte kararlı görünmesiydi. Örneğin, hükümet oldukları koşularda derhal bütçe kesintilerine başlayacaklarını söylüyor ve eğitim ve sağlık dahil olmak üzere, tüm alanlarda kemer sıkmanın zorunlu olduğunu savunuyorlardı.

İktidarda olan İşçi Partisi ise, 1920 yılından bu yana, ikinci en kötü seçim dönemini yaşadı. 1997 yılı seçimleriyle karşılaştırdığımızda, 5 milyon oy kaybetti. Güney İngiltere’de (Londra’yı dışında tutarsak) sadece beş milletvekilli elde etti. Seçimlerde ikinci gelmesindeki en temel sebep, İngitere’de uygulanan dar bölge seçim sistemiydi; eğer bu seçim sistemi uygulanmasaydı, şu anda elde ettiği milletvekili sayısının üçte birini elde edemezdi.

ALTERNATİFSİZLİK VE SİSTEME KARŞI MÜCADELENİN ZORUNLULUĞU

2010 yılı  genel seçimleri sonucunda, 1974’ten bu yana ilk kez, hiçbir partinin gerekli olan 326 milletvekili çoğunluğunu sağlayamamasına ve 1945 yılından sonra ilk kez bir koalisyon (Muhafazakar ve Liberal Demokrat Parti koalisyonu) hükümeti oluşturulmasına kaynaklık eden iki başlıca olgu ve gelişme bulunmaktadır: Birincisi, halkın alternatifsiz oluşu ve buna bağlı olarak, ikincisi, iki parti sistemi etrafında şekillenen “Westminister (liberal burjuva) demokrasi” modelinde tıkanıklık yaşanması. Başka bir deyişle, 2010 yılı genel seçimleri, emekçilerin kendi seçeneklerini belirleme ve oluşturmakta yaşadıkları sıkıntıları su yüzüne çıkardığı kadar; burjuvazinin geleneksel biçimde ülkeyi yönetmekte yaşadığı sıkıntıların da kanıtı durumundadır. Yazımızın son bölümünde bu tıkanıklığın sebeplerini ve bu tıkanıklığı aşmak için İngiliz burjuvazisinin aldığı önlemleri irdeleyeceğiz. Yazımızın bu bölümünde halkın alternatifsiz oluşunun nedenlerine bakalım.

Alternatifsizliğin en önemli etkeni, sosyalist ve kömünist olarak adlandırılan güçlerin, geniş yığınları ikna edecek, halkçı ve “İşçi” Partisi’nden bağımsız bir politika yürüten, ilerici bir parti ve seçim platformunu oluşturmakta yaşadığı ve aşamadığı sıkıntılardır. Bu sıkıntıların merkezinde tarihsel bir sorun yatmaktadır: 1901 yılında işçiler ve sendikalar tarafından kurulan İşçi Partisi’yle sendikalar ve işçi sınıfı arasındaki ilişki. İngiltere’de kendilerini sosyalist ve komünist olarak adlandıran çeşitli gruplar, hem İşçi Partisi içerisinde, hem de İşçi Partisi’nin dışında, ülke genelinde var olan sınıfsal ve siyasal gerçeklik ve dengelerden kopuklukları ve sınıf-dışı pozisyonlarıyla, İşçi Partisi’ni sendikaların siyasal bir ifadesi ve işçi sınıfının ve “sol”un partisi olarak görmektedirler. Örneğin, revizyonist Britanya Kömünist Partisi’nin (CPB) günlük gazetesi olan Morning Star’ın seçim günü İşçi Partisi’ne oy verilmesi çağrısında bulunması, bunun en açık göstergelerinden birisidir! 2010 yılı seçim kampanyası sürecinde ve seçimlerin hemen sonrasında başlayan İşçi Partisi’nin başkanlık seçimlerinde bu kof sav sıkça dile getirilmiştir.

İşçi Partisi, 1901 yılından bu yana, burjuvazinin rotasında yürümeyi bu adla sürdürmektedir. Bundandır ki, V.İ. Lenin, yüz yıla yakın bir süre önce, bu partinin niteliğini çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermiştir. Lenin’in “Bir Çocukluk Hastalığı: ‘Sol’Komünizm” adlı çalışması, bugün İşçi Partisi, sendikalar ve işçi sınıfının siyasal ve örgütsel sorunlarını anlamamız için önemli ipuçları vermektedir. Orada, Lenin, İngiliz İşçi Partisi’nden söz ederken şöyle demektedir: “İşçi Partisi üyelerinin çoğu emekçilerden oluşmaktadır. Ancak, bir partinin gerçekten işçilerin partisi olup olmadığı, sadece ne kadar işçi üyesi olup olmadığına bağlı değildir; partiye kimlerin önderlik ettiği, hangi eylemleri gerçekleştirdiği ve ne türden siyasal taktikleri izlediğiyle de ilintilidir. Bu olgular, bir partinin proletaryanın gerçek partisi olup olmadığını belirler. Bu bakış açısından hareketle, İşçi Partisi bir burjuva partisidir, çünkü her ne kadar üye tabanı işçilerden oluşuyor olsa da, burjuvaların emirleri doğrultusunda hareket eden gericiler tarafından yöneltilmektedir. Burjuvazinin bir örgütüdür ve işçileri sistematik olarak yedeklemek için vardır.8

Ve bundan dolayıdır ki, Lenin, “eski, dar sendikacılık anlayışı olan, oportünist ve sosyal şovenist İşçi Partisi”nden 9 bağımsız olarak, “Britanya’lı yoldaşların gerçek bir işçi sınıfı partisini oluşturmaları gereklili”ğini 10 savunur. İşçi sınıfının devrimci partisinin var olma zorunluğunu dile getiren Lenin; aynı zamanda, Britanya İşçi Partisi’nin oluşumu, içeriği, işleyişi ve yapılarını hesaba katarak, bu partinin “Avrupa kıtasındaki alelade siyasi partilerden çok farklı ve aşırı orijinal11 olduğunu vurgular. Ve İngiltere’de mücadele eden kömünistlere, İşçi Partisi’ne yönelik değerlendirmeler yaparken, sınıf-dışı “sol” kömünistlerin düştüğü “ilkelerden hareket ederek devrimci proleteryanın taktiğinin çıkartılması12 hatasına düşmemelerini önerir. Dolayısıyla, “İşçi Partisi’ne Üyelik Sorunu Üzerine” adlı çalışmasında, Lenin, İşçi Partisi üyesi işçileri ve emekçileri devrime ve devrimci siyasete kazanmak için, “İşçi Partisi yönetimini ve politikalarını sınırsız bir şekilde eleştirme hakkı ve özgürlüğünü korumaları13 şartıyla İşçi Partisi içerisinde yer almalarını doğru bulur.

1980’li yıllarda Neil Kinnock’ın İşçi Partisi’nin başına gelmesiyle birlikte başlayan “modernizasyon” süreci, Lenin’in belirlemiş olduğu bu önemli koşulun inkarı üzerinden şekillenmiştir. Çünkü İşçi Parti içerisinde parti politikalarına eleştirel yaklaşan halkçı ve ileri güçler tasfiye edildi ve sendikaların parti içerisinde siyasal etkileri sınırlandı. Aynı dönem içerisinde, “demokratik sosyalizm” maddesi olarak bilinen meşhur “4. Madde”, İşçi Partisi tüzüğünden çakartıldı. ‘Militan Grubu’ gibi halkçı ve güçlü fraksiyonlar partiden atıldı. Parti yönetimi bununla da yetinmeyip, partinin kurucularından ve muhalif sendikacılığın son yıllara kadar tek örneği olan Demiryolları Sendikası RMT’yi de parti dışına attı. Ek olarak, sendikaların parti Ulusal Konseyi’ndeki oylarını ve yetkilerini sınırladı.

İşçi sınıfının gerçek ve devrimci partisinin kuralamamasının çeşitli nedenleri vardı: En önemlilerinden biri, mücadeleci sendikaların ekonomik mücadelede gösterdikleri ilerici ve örnek tutumu siyasal alanda gösterememeleri, başka bir deyişle, ekonomizm sınırlarını aşamamalarıydı. Sendikalar, İşçi Partisi tarafından siyasal olarak nötrolize edildiler ve yedeklendiler. İkinci olarak, işçi aristokrasisinin etkinliği(nin), Birleşik Krallık açısından neredeyse geleneksel bir bir özellik(niteliği) kazanmıştır(bir kez daha kanıtlanmıştır). Burjuvazi ve liberaller, bu iki olgudan faydalanarak ve “eğer bize oy vermezseniz zenginlerin partisi Muhafazakarlar başa geçer” türünden etkiliyeci demogojik söylemler kullanarak, alternatifsiz olan işçi ve emekçi yığınlarını “İşçi Partisi’ne oy verme konusunda ikna etmektedirler. Bunun en somut örneği, Güney İngiltere’de sadece 5 milletvekilli koltuğu elde eden İşçi Partisi’nin; oylarının nerdeyse yüzde 80’ini, (Londra’nın yanı sıra) işçi ve büyük endüstri kentlerinin bulunduğu Kuzey İngiltere ve İskoçya’dan almasıdır.

İşçi aristokrasinin gerici ve işbirlikçi tutumunu 2010 seçimleri sürecinde bayraklaştıranların başında, İngiltere’nin en büyük sendikaları olan UNITE, UNISON ve CWU sendikalarının merkez yöneticileri gelmektedir. Örneğin, UNITE sendikası; işçi ve emekçilere her dönem pervasızca saldıran, Irak ve Afganistan işgallerine  katılan ve yoksulluğu ve adaletsizliği derinleştiren “İşçi” Partisi hükümetine, son 13 yıl içerisinde, 11 milyon Sterlin’den fazla bağışta bulunmuştur. Sadece geçen yıl, 3.6 milyon Sterlin bağış yapmıştır, ki bu, geçen yıl içerisinde yapılan tüm yardımların %15’ini oluşturuyor. Özellikle son bir yıl içerisinde, hem UNISON sendikasının Genel Sekreteri David Prentis, hem de UNITE sendikasının Genel Sekreterleri Derek Simpson ve Tony Woodley, sendikalar tarafından “İşçi” Partisi’ne alternatif olarak ortaya konacak herhangi bir siyasal oluşumu engellemek ve/veya bölmek için her türlü oyuna ve sahtekarlığa baş vurmuşlardır. Bunun en somut örneği, mücadeleci sendikalar ve sendikacıların oluşturmuş olduğu Halklar Tüzüğü Platform’una yönelik izlenen politikalar ve taktiklerdir. Hem Prentis, hem de UNITE Eşbaşkanı Tony Woodley, İngiltere Sendikalar Konfederasyonu TUC’nin 2009 yılı Konferansı’nda, Halklar Tüzüğü Platform’una yönelik olarak gelişmekte olan desteği sınırlamak veya engellemek için, hem kürsüde, hem de kuliste her türlü manevraya başvurmuşlardır. Prentis ve Woodley, bu hedeflerine olaşabilmek için başlıca şu argümanı kullanmışlardır: “Halklar Tüzüğü, İşçi Partisi’ne alternatif olarak oluşan bir seçim platformudur. Bu platform, sadece ve sadece İşçi Partisi’nin oylarını böler ve zenginlerin partisi olan Muhafazakar Parti’nin kesin olarak başa geçmesini sağlar!

Öte yandan, mücadeleci ve ilerici sendikacılığı temsil eden RMT, FBU ve PCS gibi sendikaların ve İşçi Partisi’ne bağlı olmayan Britanya Kömünist Partisi (CPB), Sosyalist Parti (SP) ve Sosyalist İşçi Partisi (SWP) gibi partilerin son bir yıllık seçim hazırlıklarını somutlayan iki ayrı seçim projesi bulunmaktaydı: Sendikacılar ve Sosyalist İttifakı (TUSC) ve Halklar Tüzüğü Platformu.

Savaşa, özelleştirmelere, krizin yükünün emekçilere ödettirilmesine karşı maddelerden oluşan 2009 Halklar Tüzüğü, 1838 Halklar Tüzüğü gibi, geniş bir mücadele ve seçim koalisyonu hedefiyle oluşturulmuştu. Öyle ki, ilk bir yıl içerisinde geniş bir destek toplamayı başarmıştı. İki sendika dışında, bütün sendikalar bu oluşumu destekledi. TUC, 2009 yılında desteğini sundu. Tüzük, Sosyalist Emek Partisi (SLP) dışında, kendisine sosyalist diyen tüm “solcu” parti, grup ve fraksiyonlardan destek toplamıştı. Birçok aydın ve “İşçi” Partisi’nin “sol”unda bulunan milletvekilli tarafından da desteklendi. Ama sendika merkezlerinden gelen destek, tabanla ve halkla buluşmadı. Bundan dolayıdır ki, bu seçimlerde Halklar Tüzüğü Platformu’nun adayları bulunmamaktaydı. Ve Halklar Tüzüğü Platformu, (şimdilik) sadece tepenin ve merkezlerin ittifakı olarak var olmaktadır. Böyle olmasının sebeplerinin başında ise, mücadeleci sendikaların ve sendikacıların “İşçi” Partisi dışında güçlü ve halkçı bir siyasal alternatif oluşturmakta yaşadıkları atalet ya da yetersiz çaba gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, halkçı ve emekten yana söylemlere ve programlara sahip olan TUSC, RESPECT ve İskoçya Sosyalist Partisi’nin 2010 seçimlerinde aldıkları toplam oy oranı 50 bini bile geçmemektedir.

Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, “İşçi” Partisi dışında güçlü ve halkçı bir siyasal alternatifin oluşturulamayışı ile işçi sınıfının gerçek ve devrimci partisinin kurulamaması arasında nedensel bir ilişki bulunmaktadır. Başka bir deyişle, “İşçi” Partisi dışında güçlü ve halkçı bir siyasal alternatifin oluşturulamamasının ve işçi sınıfının gerçek ve devrimci partisinin kuralamamasının sebebi, işçi ve emekçilerin hareketine yön veren veya önderlik eden reformist siyasal anlayışın sistem içi umutlarının varlığı ve buna bağlı olarak, kapitalist üretim tarzını hedef alan bir mücadelenin örgütlenemeyişidir. Bundan dolayıdır ki, sendikalar, ekonomizm sınırlarını aşamamışlar; “İşçi” Partisi tarafından siyasal olarak nötrolize edilip ve yedeklenmişler ve işçi aristokrasisinin etkinliği, Birleşik Krallık açısından geleneksel güç ve işlevini bir kez daha göstermiştir. Bundan dolayı, sorun, gelip, şu temel soruna dayanıyor: Doğrudan kapitalist üretim tarzını hedefe koyarak; reformizm, ekonomizm ve işçi aristokrasisiyle ayrışabilmek. Bu hedefe ulaşılabilmesi, “İşçi” Partisi dışında güçlü ve halkçı bir siyasal alternatifin oluşturulması ve işçi sınıfının gerçek ve devrimci partisinin kurulmasının ön koşulunu oluşturmaktadır. RESPECT vb. girişim ve deneyimlerin kanıtladığı gibi, kapitalist üretim tarzını hedef almayan tüm sistem içi siyasal “çözümler” ve deneyimler; “İşçi” Partisi tarafından siyasal olarak nötrolize edilip ve yedeklenmişlerdir. Krizin yaratığı ekonomik ve siyasal sonuçlar, bu hedefi ve ayrışmayı zorunlu ve giderek daha olanaklı kılmaktadır.

“YENİ POLİTİKA” DÖNEMİNDE İNGİLİZ SİYASETİ VE EKONOMİSİ

Seçimlerin “çoğunluktan yoksun” bir parlamento ve merkez-sağ bir koalisyon hükümetiyle sonuçlanması, Başbakan David Cameron ve Başbakan Yardımcısı  Nick Clegg tarafından “İngiliz siyasetinde bir dönüm noktası ve yeni politika” döneminin başlangıcı olarak yorumlandı. “Yeni politika” dönemi “ulusal çıkarların parti çıkarları üzerinden tutulduğu, iki partili sisteme ara verildiği ve büyük devletin yerini ‘büyük toplum’ idealinin alacağı” dönem olarak tanımlanıyor. Esasında, 1974’ten bu yana ilk kez hiçbir partinin gerekli olan 326 milletvekilli çoğunluğu sağlayamaması ve 1945 yılından sonra ilk kez zorunlu olarak bir koalisyon hükümetinin oluşturulması, yukarıda anlatmaya çalıştığımız olgulardan da görüleceği gibi, sermaye yanlısı politikaların başarısızlığının ve iki partili siyasal sistemin veya düzenin tıkanıklığının göstergesiydi. Bu tıkanıklıkla başarısızlığın ilk ve önemli belirtileri ya da ipuçları, 2009 yılında gerçekleşen Avrupa Parlamentosu (AP)  seçimleri sonucunda ortaya çıkmıştı.

Kapitalist ekonomik krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri olan İngiltere’de, bu krizle birlikte başlayan İngiliz siyasetine yönelik tepki; milletvekillerinin usulsüz harcamalarından kaynaklanan yolsuzluk skandallarıyla farklı bir boyut kazanmıştı. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, bu tepkinin dışa vuruşunun önemli bir örneğini teşkil ediyordu. AP seçimlerinde, İngiltere tarihinde ilk kez, seçmenlerin neredeyse yarısı (yüzde 44’ü) üç ana partiye oy vermemişlerdi. Bundan dolayı: 1) İşçi Partisi’nin ve Liberal Demokratlar’ın aldığı oy oranında beklenmeyen bir düşüş yaşanmıştı (İşçi Partisi’nin toplam oy oranı yüzde 15.7, Liberal Demokratların oy oranı yüzde 13.7) ve oyların ezici çoğunluğunu toplaması beklenen Muhafazakar Parti, aldığı oy oranını, sadece yüzde bir düzeyinde artırabilmişti (Muhafazakar Partisi’nin toplam oy oranı yüzde 27.7). 2) Oy sıralamasında dördüncü gelen İşçi Partisi, İngiltere tarihinde hükümette olan bir partinin aldığı en düşük oyu almıştı. AP seçimleri sonrasında, İngiliz burjuvazisi ve siyasetçileri, yaptıkları değerlendirmelerde, gelişmelerden kaygılı oldukları ve bundan dolayı siyasal alanının sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemesi gerektiği sinyallerini vermişlerdi. İngiltere Sanayiciler Konfederasyonu CBI’ın Başkanı Richard Lambert, İngiliz burjuvazisinin sesi olan Financial Times’a verdiği demeçte (1.11.2009) şunları dile getirdi: “Halk çok öfkeli. Bu anlaşılabilir birşey. Hükümetlerin gelecekteki şekli ve rolü konusunda tüm siyasi partilerin katılımıyla alınması gereken önemli kararlar var.14

Siyasal tıkanıklığı  aşabilmek için, Birleşik Krallık Anayasası’nda hükümet kurma ve inşa etme kuralları esnekleştirilerek, çok partili hükümetler oluşturmak kolaylaştırıldı. Örneğin, 2010 yılı genel seçimlerinin yaklaşık altı ay öncesinde, seçimlerin, olası bir “çoğunluktan yoksun” parlamento ortaya çıkarabileceği hesaba katılarak, koalisyon veya azınlık hükümetinin oluşumu ve sürdürebilirliğini kolaylaştırmak için, Kraliçe Elizabeth, anayasa uzmanlarına, yarı yazılı olan Krallık anayasının belirli bölümlerini revize etmelerini buyurdu. Buna ek olarak, yeni koalisyon hükümetinin oluştuğu ilk hafta içerisinde, koalisyon hükümetinin yıkılmasını zorlaştıran yeni bir düzenleme yapıldı. Bu düzenlemeye göre, koalisyon hükümetinin yıkılabilmesi için milletvekillerinin %55’inin bu hükümete güven oyu vermemesi gerekiyor. İngiltere’de iki partili sistemi meşrulaştıran dar bölge seçim sisteminin değiştirilip kullanılan oyların daha fazla değerlenebileceği nispi bir seçim sistemine geçilmesi için tartışmalar başlatıldı ve koalisyon hükümeti bununla da yetinmeyip, dar bölge seçim sistemi değiştirmek için refarandum kararı aldı. Bu yeniden düzenleme durumu ve ihtiyacı, siyasal tıkanıklığı aşmaya yönelik olduğu kadar; ekonomik kriz koşullarında sermaye için gerekli olan istikrarı sağlama ve sömürünün devamı için uygun koşulları oluşturma hedefiyle de yapılmaktadır.

İngiliz ekonomisinin 2009 yılının son çeyreğinde %0,4 ve 2010 yılının ilk çeyreğinde %0,2 oranında büyümüş olması, kimi yorumcular tarafından, İngiltere ekonomisinin “krizin etkilerini atlatması” olarak yorumlandı. İngiliz ekonomisinin, geride bıraktığımız 6 aylık dönemde sınırlı derecede de olsa büyüme göstermesi, İngiltere ekonomisinin “krizin etkilerini atlatması”ndan değil, 2009 yılında alınan şu geçici önlemlerden kaynaklanıyordu: 1) Piyasaya 200 milyar Sterlin değerinde sıcak para sürülmesi; 2) Katma Değer Vergisi’nin (KDV) 2009 yılının sonuna kadar 17,5’ten 15,0’e düşürülmesi ve 3) İngiltere Merkez Bankası’nın genel faiz oranını %5’ten %0,5’e indirmesi.

Öte yandan, bütün bu önlemler, İngiltere ekonomisini geçici bir dönem için rahatlatmış olsa da, ekonominin sorunlarını daha da büyütmüş ve uzun vade açısından ağırlaştırmıştır. İngiltere’nin 2009-10 yılı borçlanma oranı, GSMH’nin yüzde 62’sine denk düşmektedir ve toplam astronomik borç oranı, GSMH’nin yaklaşık yüzde 400’üne tekabül eden 890 milyar Sterline kadar varmıştır. Bu borçlanma oranı sayesinde, İngiltere ekonomisi, G-7 ülkeleri arasında en borçlu ekonomi durumundadır. Üretim alanına yapılan yatırım, üçte bir oranında düşmüştür. İşsizlik, 1994 yılından bu yana en yüksek işsizlik oranı olan yüzde 8 seviyesine ulaşmıştır. Tüketici fiyatları endeksine göre, enflasyon oranı, Mart ayında 3,7’ye yükselerek, tahminlerin üstünde çıkmış, perakende fiyat endeksine göreyse, enflasyon, Mart ayında yüzde 3,7’den yüzde 4,4’e yükselmiştir. İngiltere’nin ticaret açığı, Mart’ta 3.7 milyara varmıştır. Sterlin %30 değer kaybetmiştir. Her ne kadar Sterlinin değer kaybetmesinin dış ticaret için olumlu bir faktör olduğu iddia edilse de, bu olumluluk maddeleşememiştir. Çünkü İngiltere’nin en önemli dış ticaret ortağı olan ve dış ticaretin %60’ını gerçekleştirdiği Avro bölgesinde de kriz koşulları hakimdir.

Dolayısıyla, kriz, bütün olumsuz sonuçlarıyla koalisyon hükümetinin önünde durmaktadır ve zaten bu hükümeti oluşturan partiler, “krize çözüm”  politikalarıyla seçime girmiş ve hükümet olmuşlardır. Hükümetin ağır iktisadi ve siyasi koşulların altına girdiği açıktır. Ancak yeni hükümetin krizin şiddetlendirdiği sistemin bütün yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak üzere kurulduğu ve başlıca işlevinin bu olduğu tartışmasızdır. Yeni koalisyon hükümetinin açıklamış olduğu büyük bütçe kesintileri bunu kanıtlamaktadır. Koalisyon hükümeti, bütçe açığını, kamu harcamalarındaki kesintilerle ve vergi artışlarıyla azaltmayı planlıyor.

Kamu harcamalarında son 60 yılın en büyük kesintilerinin yapılacağı açıklandı. Koalisyonun açıkladığı bütçeye göre, sadece bu yıl, kamu harcamalarında 6,2 milyar sterlin kesinti yapılacak. Ülkede bazı kamu kuruluş ve birimlerindeki kesintiler ise şöyle: Eğitim Bakanlığı 670 milyon sterlin, Ulaştırma Bakanlığı 683 milyon sterlin, Dışişleri Bakanlığı 55 milyon sterlin, Enerji Bakanlığı 85 milyon sterlin, İçişleri Bakanlığı 367 milyon sterlin, Adalet Bakanlığı 325 milyon sterlin, Maliye Bakanlığı 451 milyon sterlin, Kabine ofisi 79 milyon sterlin.

Ek olarak, ülkede katma değer vergisi, 4 Ocak 2011’den itibaren, yüzde 17.5’tan yüzde 20’ye çıkarılacak. Kamu sektöründe çalışan ve yılda brüt 30 bin dolardan fazla kazananların maaş artışları da, iki yıl süreyle donduruldu. Toplu İş Sözlemeleri (TİS) Yasası yeniden düzenlenecek ve böylece başta kamu emekçileri olmak üzere, bütün işçi ve emekçilerin TİS hakkı sınırlanacak. Ek olarak, kesinti planı uyarınca, çocuk sahibi olanların hak kazandıkları yardımlarda da üç yıl süreyle artış yapılmayacak.

SONSÖZ

Yazının giriş  bölümünde de belirtildiği gibi, 2010 yılı seçimleri, kapitalist sistemin sistemik siyasal ve iktisadi sorunlarının su yüzüne çıktığı kritik bir dönemde gerçekleşti. Dolayısıyla, 2010 yılı seçimlerinin içeriği ve sonucunu belirleyen faktörlerin başında, kapitalist kriz ve emperyalist işgal ve savaşlar gelmiştir. Daha somut olarak, II. Savaş sonrasında kurulan ve korunagelen siyasal yapılanma/rejim (partiler, seçim yasaları, devletin konumu ve rolü vb.), bir süreden beri aşınma ve yıpranma içerisindeydi, ancak krizle birlikte, bu süreç yeni bir ivme ve boyut kazandı. Kriz, rejimin siyasal parametrelerini sarstı, dolayısıyla, partileriyle birlikte, yenilenmek zorunda bulunuyorlar. Kriz, Avrupa’nın tüm ülkelerinde olduğu gibi, İngiltere’de de, siyasi partiler yelpazesinde kaymalara yol açtı.

Ek olarak, son 10 yıllık “İşçi” Partisi hükümeti deneyimi, bir kez daha V.İ. Lenin’in İşçi Partisi’ne ilişkin yapmış olduğu şu değerlendirmeyi doğrulamıştır: “İşçi Partisi bir burjuva partisidir, çünkü her ne kadar üye tabanı işçilerden oluşuyor olsa da, burjuvaların emirleri doğrultusunda hareket eden gericiler tarafından yöneltilmektedir. Burjuvazinin bir örgütüdür ve işçileri sistematik olarak yedeklemek için vardır.” Dolayısıyla, “eski, dar sendikacılık anlayışı olan, oportünist ve sosyal şovenist İşçi Partisi”nden bağımsız olarak, “gerçek bir işçi sınıfı partisinin oluştur”ulması görevi ve zorunluluğu ileri işçileri, mücadeleci sendikacıları ve ilerici aydınları beklemektedir. Belirtildiği gibi, bugüne kadar bunun yapılamamasının en önemli sebeplerinden biri, işçi ve emek hareketine yön veren reformist siyasal anlayış ve sistem içi umutlarının varlığıyla, buna bağlı olarak, kapitalist üretim tarzını hedef alan bir mücadelenin örgütlenemeyişidir.

Dolayısıyla, doğrudan kapitalist üretim tarzını ve bu topraklar ne denli “demokrasiye beşiklik etmiş” olursa olsun, burjuva diktatörlüğünü hedefe koyarak; reformizm, ekonomizm ve işçi aristokrasisiyle ayrışabilmek bugün bir zorunluluktur.

Günümüz Danimarka gençliği mücadelesi üzerine

‘Gençleriyle savaşan bir toplumun geleceği yoktur’

Başkent Kopenhag’ın eski işçi bölgesi Nørrebro’da, özel birlik güçleri askeri helikopterden Jagtvej 69 binasının barikatlı çatısına iniyordu. Onları, binada yaşayanlara ve onları savunanlara saatlerce saldıracak ve Kopenhag’ın her tarafından yardımlarına koşanlara engel olacak büyük bir polis gücü takip etti.

1987’de inşa edilen bina, bölge işçilerinin eski toplantı salonuydu ve Ağustos 1910’da 2. Enternasyonel Sosyalist Kadın Konferansı’na ev sahipliği yapmıştı. Daha sonra şanlı ‘8 Mart Enternasyonel Kadınlar Günü’ne dönüşen, emekçi kadınların bir mücadele günü organizasyonu kararı, Clara Zetkin önderliğinde, bu Konferans’ta alınmıştı. V.I. Lenin, bu konferansı ve binayı ziyaret etmişti.

1982’den bu yana ise, Belediye tarafından bağımsız bir gençlik kuruluna devredilmişti ve Kopenhag ‘Gençlik Evi’ olarak işlev görmekteydi. Solcu, anarşist, devrimci ve ilerici gençlik, binayı merkezi buluşma noktası olarak kullandı ve işçilerin eski toplantı merkezi, ilerici genç kültürün gelişiminin önemli bir barınağı olarak yeniden hayat buldu. Birçok önemli müzik grubu ilk çıkışını orada yaparken, Björk gibi birçok enternasyonel sanatçı da orada sahne aldı.

Fakat Kopenhag’ın burjuva ve sosyal demokrat politikacıları bu zengin hareketliliği olumlu karşılamadı. Gençlik Evi’nin kültürel ve politik aktivitelerini suçlayan yoğun bir propaganda kampanyası başlatıldı. 1999’da Belediye’nin binayı satma kararı aldığı özel girişimcinin, ‘şer merkezi’ni kapatmakta kararlı, ‘Baba Evi’ adlı aşırı tutucu  bir Kilise olduğu ortaya çıktı.

Bunu takiben, yedi yıl süren, gençleri binadan çıkarma mücadelesi başladı ve Hıristiyan tarikat, 2006 güzünde, özel mülkiyet yasaları uyarınca, polisten binayı boşaltmasını istedi.

Gençlerin tepkisi ise, bir dizi protesto ve yürüyüş oldu. ‘Ev’lerini, mücadele etmeden, gönüllü olarak terk etmeyeceklerdi. Şehir Belediyesi pasif kalarak, yaklaşan çatışmayı engellemedi, fakat ‘Baba Evi’nin gençleri binadan çıkarma ‘hakkını’ destekledi.

Bina ağır barikatlı bir hale dönüşürken, gönüllü savunmacılar binada uyumaya başladı; fakat normal kültürel etkinlikler abluka altında bile devam etti.

Polisin ve askeri birliklerin saldırısı 1 Mart 2007 Perşembe günü gerçekleşti. Göz yaşartıcı gaz ve acımasız yöntemlerle girilen binadaki bütün savunmacılar, komplo ve polise saldırı gibi suçlardan tutuklandı ve çoğu 15 ay hapse mahkum edildi.

Aynı gün düzenlenen diğer büyük bir gösteri de polisin saldırısına uğradı ve birçok gösterici tutuklandı. Bunu, Kopenhag’da aktivistler ve polis arasında yaşanan en ciddi kavgalar takip etti. İzleyen günlerde, sol örgüt ofis ve toplantı salonlarını basan, bilgisayar ve diğer materyallere el koyan, tutuklamalara ve kaos yaratmaya devam eden polis tarafından 716 kişi mahkemeye verildi. Sivil polis gençleri döverken, korulukta infazla tehdit ediyordu. Sonraki duruşmalarda tutuklananların çoğunluğu beraat ederken, yüzden fazlası hapis suçu aldılar.

Enternasyonel kadın ve işçi hareketleri tarihinde önemli bir yeri olan  Jagtvej 69, 5 Mart tarihinde, bir inşaat ekibi tarafından, polis eşliğinde yıkıldı. Hristiyan tarikat ise, zaferleri için, “şeytan”dan kurtulmalarına yardımcı olan tanrıya teşekkür ediyordu.

Kopenhag ilerici gençliği şok içindeydi. Binlerce kişi sokağa çıkmış, üzüntüden ağlıyordu. ‘Gençlik Evi’, yeni neslin güç ve dayanıklılığının bir sembolüydü ve şimdi bir harabeye dönmüş, izi bile kalmamıştı.

1982’de açılışında ve 2007’deki son gösteride ‘Gençlik Evi’nde sahne alan devrimci grup The Savage Rose’un meşhur solisti Annissette, durumu ulusal televizyona verdiği demeçle özetlemişti:

“Gençleriyle savaşan bir toplumun geleceği yoktur.”

Tabii ki böyle bir toplum –kapitalist toplum– gelecek hakkını kaybetmiştir, gelecek gençliğin elindedir.

Gençlik Evi mücadelesi burada bitmedi. Jagtvej 69’da yaşayanlar ve taraftarları, Mart 2007 ve Haziran 2008 arasında, yeni bir gençlik merkezi isteğiyle, her perşembe gösteri ve yürüyüşler düzenlediler. Polisin saldırılarına ve göz yaşartıcı gaz kullanımlarına karşı hazırlıklı olmak, Kopenhag ilerici ve devrimci gençliği için olağan bir hal aldı. Buna iyi bir ‘tatbikat’ diyorlardı. ‘Action G13’ adlı yeni bir insiyatif, 6 Ekim Cumartesi günü, Kopenhag’ın başka bir bölgesinde, büyük katılımlı bir sivil eylemle kullanılmayan bir hidro-elektrik santrali işgali örgütleyeceklerini 2007 yazında açıkladı. Bu eyleme, Danimarka’da dönemin en büyük toplu tutuklamasında 436 kişiyi tutuklayan polisin kışkırtma ve göz yaşartıcı gazla vahşice saldırılarına karşılık vermeden binaya giren, 20 binden fazla kişi katıldı.

Bu, Gençlik Evi için yeni, geniş çaplı bir desteği körükledi. Gençlerle sürekli çatışmak, büyük harcamalar yapmak ve ülkenin her tarafından kaynak aktarmak, polis teşkilatını yıpratmıştı. Bir polis sözcüsü, Kopenhag Belediye Başkanı’na, politik bir çözüm bulması isteğinde bulundu. Bunu takiben, Jagtvej 69’a yapılan vahşi saldırıdan 16 ay sonra –Temmuz 2008’da kapılarını açan– yeni bir gençlik evi kararı verildi.

Tarikatsa, yeni bir Hristiyan gençlik merkezi kurma planlarını tamamlamak bir yana, arsayı, 2010 yılında kayıpla satmak zorunda kaldı. Gençlik Evi adına yapılan gösteri ve eylemlerde, Kopenhag genç nüfusunun yüzde onundan fazlası yer alırken, Danimarka gençliği de bu harekete destek çıktı. Aynı zamanda bu, iyi bir mücadele tecrübesi oldu ve demokrasi ilizyonları polisin yakıcı göz yaşartıcı gazları arasında kayboldu.

HAREKETE GEÇEN GENÇLİK

Gençlik Evi mücadelesi, günümüz Danimarka gençliğinin örnek mücadelelerinden sadece birisidir. ‘Genç’ tanımını 13-30 yaş arası dönem olarak alırsak (ki bu, tarihi ve kültürel olarak değişkendir), şimdiki jenerasyon, bu döneme, yüzyılın başında, neoliberalizm ve emperyalizmin dünya çapında açtığı muazzam saldırı altında girdi.

Ayrıca yüzyılın ilk on yılında, Danimarka, toplumun tamamını sarmalayan ve gençlerin mevcut ve gelecekteki koşullarını derinden etkileyen değişikliklere sahne oldu.Bu dönem, bir zamanlar büyük övgüler alan Danimarka (İskandinav) sosyal modeli –sözde refah ülkeleri– kalıntılarının ve bununla birlikte işçilerin yüz yıldan fazla süren mücadeleyle kazandıkları sosyal hakların ortadan kalktığı bir dönem olmuştur. “Refah devletleri”, II. Dünya Savaşı’nda faşizmin mağlup edilmesi ve sosyalizm ve halk demokrasileri cephesinin kuruluşu sonrası, sosyalist devrimi önlemek amaçlı olarak gündeme getirilen kapitalist bir icattır.

Bu kapsamda emekçiler ve tabii ki toplumun bütün kesimlerinin ücretsiz eğitim, ücretsiz genel sağlık hizmetleri, çocuk bakımı, ev fiyatlarının regülasyonu vb. gibi bazı sosyal hakları garanti altına alınmıştı. İşsiz olanların yaşamlarını devam ettirecek oranda yardım hakkı bulunuyordu ve bu, sigortasız işçiler için bile, daha az da olsa, söz konusuydu. Emeklilik yaşı 65’ti, fakat isteyenler, primlerini düzenlemeleri koşuluyla, 60 yaşında emekli olabiliyordu. Ve bunun gibi birçok hak…

Bütün bu kazanımların her biri, neoliberal ‘reform’un –diğer bir deyişle emekçilere karşı saldırının– hedefi olmuş ya da olmaktadır. Bu “reformlar”, Avrupa Birliği üyesi bütün ülkelerde –hükümetlerin sosyal demokrat /sosyal liberal /sağ /merkez sağ olmaları hiç fark etmeksizin– üye ülke halklarının oy hakkı yasaklanarak kabul edilen neoliberal bir anayasaya dayandırılarak, dayatılarak uygulanmaktadır.

İşçi sınıfı  özelleştirmeye karşı mücadelenin ön saflarında yer alırken, kamu sektörü çalışanları da, giderek kötüleşen maaşlar ve çalışma koşullarına, sözde Yeni Kamu İdaresi doğrultusunda sosyal hizmetlerin yeniden düzenlenmesine karşı mücadele etmektedir. Çünkü bunlar, kapitalist metodların, sistemin en küçük sektörlerine kadar nüfuz etmesi demektir. Burada amaç, kamu sektörünü sözde daha verimli, ucuz ve rekabet edebilir kılmak olarak ileri sürülse de, asıl amaç, inanılmaz derecede verimsiz ve devasa maliyetli kapitalist kaosu toplum hayatının her alanına taşımak, her alanda azami kârı körüklemek ve yeni bürokratik bir denetimci ve danışmanlar ordusunu barındırabilmektir.

Eğitim gibi kamu hizmetlerini yoğunlukla kullanan bir grup olarak gençler, bu dönemde, barikatlarda, okullar, yüksek okullar ve üniversitelerde bütün kesintilere karşı, 90lar gençliği gibi yer aldılar. Büyük haraketler gerçekleştirildi. Mayıs 2006’da, genç eğitim örgütlerinin başlattığı ve sonra sendikalarında desteğini alan, yüz binden fazla gencin ‘Herkese refah’ sloganıyla sokağa çıkarak Danimarka parlementosu önünde “neoliberal ‘reform’a son” diye haykırdığı protesto, son ekonomik kriz öncesi gerçekleştirilenlerin en büyüklerinden birisidir.

Fakat emperyalizm ve burjuvazinin gündeminde daha sinsice saldırılar vardı: Kapitalist küreselleşmeye eşlik eden bir dizi emperyalist savaş başlatıldı ve Danimarka, 11 Eylül 2001’i takiben başlayan Afganistan’a karşı yasadışı savaşa katıldı. Mart 2003’te ise, ABD’nin önemli bir müttefiki olarak, George Bush ve yeni muhafazakar- Siyonist çetesinin Irak’a karşı başlattığı vahşi savaşa katıldı. Savaşa karşı harekete gençliğin katılımı muazzam olurken, Irak savaşına kadar hareketteki genç oranı giderek arttı.

Danimarka Hükümeti bu savaşa birlik göndereceğini beyan ederken, Başbakan Anders Fogh Rasmussen, ‘Ellerin kana bulandı’ diye bağıran, Komünist Gençlik Kolu DKU üyesi bir aktivist tarafından kırmızı boyaya bulandı. Diğer bir aktivist ise, Dışişleri Bakanı’nı boyaya bulamıştı. Elleri gerçek insan kanına bulanmış, gerçek savaş suçlusu Fogh Rasmussen, emperyalist savaşçı devletler ittifakının suç örgütü NATO’nun Genel Sekreterliği’ne terfi ederken, bu ikili hapse gönderildi.

Savaş karşıtı  hareket ve ilerici gençlik hareketi, Israil’in Gazze saldırısı ve yine Barış Konvoyu ve ‘Mavi Marmara’ya saldırılarda silahsız aktivistlerin katliamları kınamalarında da öne çıktı.

Fogh Rasmussen ve onu takiben Lars Løkke Rasmussen gerici hükümetleri, ABD ve Avrupa Birliği’nin dikte ettiği ‘terör yasaları’yla demokratik özgürlükleri büyük oranda sınırlarken, politik protestoyu suç haline getirdiler, polisin gücünü artırdılar ve her alanda gözetimi yaydılar. Polis devletinin yolunu açtılar. Aralık 2009’da, Kopenhag’da yapılan ve tamamen başarısız olan BM İklim Zirvesi öncesi yürürlüğe giren bir yasa polisin yetkilerini artırırken, barışçı protestoyu cezalandırdı. Bütün demokratik güçler, tüm dünyadan gelen 100 bin protestocunun katıldığı ana gösteride uygulanan bu yasaya karşı çıktı. Yaklaşık 1000 protestocu sokakta saatlerce oturmaya zorlandı ve sonra tutuklandılar, fakat hiçbir gösterici sonuçta herhangi bir suçtan yargılanmadı. Verilen mesaj, tepkili nüfusu caydırmak ve yasal protestoyu suç haline sokma yolunda “Barışçıl bir protestoya katılın – ve sonra da tutuklanın!” oldu.

Son on yılda, özellikle gençlerin yoğun olarak yer aldığı bir mücadele de, ırkçılık, ırkçı yasalar ve göçmenlere karşı tavırlar oldu. Gerici koalisyon hükümeti, popülist sağcı Danimarka Halk Partisi desteğiyle, parlementer çoğunluğa sahip. Resmi olarak bütün nüfusa uyarlanan, fakat aslında mülteciler ve ailelerini hedef alan sosyal yardımlar seviyesinin yaşam sınırının altına çekilmesi(!) gibi bir seri ırkçı yasa benimsendi. Uygulanan, ‘asimilasyon ve reddetme’ siyasetidir. Burjuva medyanın güdümünde küçük devlet şovenizmi, son on yıldır, sosyal ideolojiye galip gelmektedir. ‘Karikatür krizi’ bu koşullarda patlak vermiş, gericilik ve Siyonizm’in bu provokasyonu, Ortadoğu ve ötesinde geniş tepkilere yol açmıştır.

Danimarka’nın dünya gözündeki küçük, barışçı, ilerici imajı, gerçeği yansıtarak, tersine dönmüştür. Günümüz gençliği, küçük olmasına rağmen, Danimarka’nın azgın bir emperyalist ve ABD önderliğindeki daha büyük emperyalist güçlerin hırslı bir yalakası olduğu gerçeğini anlamıştır.

KRİZ VE GENÇLİK

Emperyalist Avrupa ve Kuzey Amerika gençliğinin geleceği, önceki jenerasyonla karşılaştırıldığında, günümüzde, kapitalist sistemi sarsan global ekonomik kriz 2008’de patlak vermeden önce bile, iç karartıcıydı.

Çünkü ailelerin reel maaşlarında azalma, çocuklarına ve geleceğe yatırım olanaklarını kısıtladı. Ayrıca kamu hizmetlerine yapılan yeni muhafazakar saldırılar da, kalite olarak daha düşük, ama daha pahalı bir eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemi anlamına geliyor. Kaynaklar seyrekleşti ve bu da, gençlerin ev, eğitim vb. için borçlanması ve daha kendi ekonomik ve sosyal hayatlarına başlamadan borca boğulması anlamına geliyor.

Kriz, bu koşulları sadece çok daha zorlaştırdı. Kapitalist politikacılar, kârdan anlamalarına rağmen, ekonomiden –hatta kapitalist ekonomiden bile– anlamıyorlar. Her zaman kendilerini aldatıyorlar, tam da yükselişin tepesinde, düşüşten hemen önce; “İşler o kadar iyi ki, neredeyse tüm dünyayı satın alabiliriz” diye beyanat veren Fogh hükümeti bakanı gibi.

Aynı zamanda gençler ve emekçilere işsizliği ve işgüvencesini düşünmemeleri salık verilmişti, maalesef çoğunluk, sonradan “Halihazırda ve gelecekte uzun süre Danimarka’nın en büyük sorunu çalışma gücü zayıflığı olacaktır.” demeçlerine döndü.

Bunu sağlamak ve halkı daha çok ve uzun süre çalıştırmak için emeklilik yaşı 67’ye yükseldi. Erken emeklilik yaşı da 60’tan 62’ye çıkarılırken, koşulları daha da zorlaştırıldı. Daha geçen ay ise, bir zamanlar yedi yıl olan işsizlik yardımı süresi, dört yıldan yarıya indirilerek, iki yıl oldu. Bu arada, sendika üyelerinin vergi muafiyeti kaldırılırken, ailelerin ödemesi gereken bakım ücretleri daha da şişirildi, vb.

Kapitalist Danimarka devlet ve hükümeti siyaseti, diğer AB ülkeleriyle aynı yönde, kapitalist krizin bütün yükünün acımasızca emekçi ve gençlere yıkılmasının ortak girişimi olarak ilerlemektedir.

DKU’nun bir beyanatta belirttiği gibi:

“Gerici hükümetin düzenleme planı klasik kapitalist kriz siyasetidir. Krizin tekrar baş göstermesi kesin olduğu kadar, işçi sınıfı ve halk yığınlarının sermayenin kâr avının maliyetini ödeyeceği de kesindir.

Krizin maliyetini en ağır şekilde ödeyenler, şimdi de sermayenin ve politikacılarının iş yaratmada ve halk yığınlarının refahını sağlamada beceriksizliğiyle cezalandırılmaktadır.

Bu siyaseti durdurmanın tek bir yolu vardır: gerici hükümeti devirecek kadar ses çıkarmak ve sorun yaratmak.

Yunaistan’da, AB diktesinde yürütülen tasarruf programına karşı grev mücadelesi devam etmekte ve bütün Avrupa’da kapitalist krize karşı eylem ve grevler planlanmaktadır.

Mücadele tek yoldur. Bizler, Avrupa gençliği ve emekçi sınıfıyla harekete geçip kesinti ve kriz planlarını durdurmak yönünde gücümüzü birleştirmeliyiz.

Krizinizin maliyetini biz üstlenmeyeceğiz!

İş, eğitim, refah ve barış istiyoruz!”

Krizin etkisi, GSMH’de düşüşün, 2008’de yüzde 0.9 iken, 2009’da yüzde 4.9  olmasında görülür ve bu, Danimarka’da bir senede kaydedilen en yüksek düşüştür. İşsizlik, özellikle gençlik arasında yükselmiş, iflas ve işten çıkarılmalar rekor düzeylere ulaşmıştır.

Diğer bir gerçek: kâr avı, Danimarka endüstrisinin daraltılması anlamına gelmiştir. 1990’da ülkede 500 bin endüstriyel birim mevcutken, yirmi yıl sonra, 2010’d, bu sayı 331 bine inmiştir. Endüstriyel iş olanağının yaklaşık beşte ikisi yok olmuştur. Üretimde dış kaynakları, özellikle Çin ve Hindistan kaynaklarını kullanma, olağanüstü artmış, kapanma ve iflaslarla bu işsizlik faktörünü eklemiştir.

Günümüz gençliği mevcut koşullarını ve böyle bir geleceği kabul edecek mi? AB stili indirimli ‘refah’ koşullarında yetişen, borca batmış, işsiz bir gençlik, emre amade ve köle ruhlu bir işgücü olacak, birliği ve toplu sınıf hareketini reddederek, birbiriyle rekabet edecektir. Danimarka ve Avrupa monopollerinin, politik ve ekonomik birliklerinin istediği ve uğruna çalıştığı da, budur.

Daha iyi bir yol bulmak, biz devrimci ve komünist gençliğin elindedir.

F. Gülen Hareketi, ‘Türk Müslümanlığı’ ve Liberal Yeni Nurculuk

Siyasal İslam’ın en önemli güçlerinden biri haline gelen ve Nurculuğun milliyetçi Türk-İslam yeni bir türünü oluşturma iddiasındaki Fethullah Gülen hareketi, iktisadi siyasal gücü, kitlesel etkisi ve uluslararası ve işbirlikçi sermaye çevrelerinden aldığı destekle Türkiye egemenleri arasındaki iktidar kavgasında adından söz ettiren bir güç olarak gündemde olmaya devam ediyor.

Fethullah Gülen ve hareketinin, sadece Türkiye’de ve AKP hükümetiyle birlikte Türk devlet sisteminin “dini temelde yeniden şekillendirilerek ele geçirilmesi” ve “toplumsal yaşamın buna göre düzenlenmesi” çabaları ya da buna ilişkin iddiaların yoğunluğu nedeniyle değil, uluslararası bağlantıları, 91 ülkede 300 civarındaki okul, vakıf ve yurt-pansiyon gibi büyük mali kaynak gerektiren girişim, çalışma ve yatırımların şaibeli durumu, Fethullahçı olarak bilinen çeşitli akademisyen, diplomat ve güvenlikçinin bu ülkelerde Amerikan emperyalizmi ve Türkiye gericiliğinin politikaları doğrultusunda entrikalar çevirmeleri gibi çok boyutlu nedenlerle de uluslararası arenada da adı ve faaliyeti tartışma konusu haline gelmiştir.

Bu İslami hareketin televizyon, radyo kanalları, çok sayıda gazete ve dergi, banka ve sigorta şirketleri, hastaneler, okullar, pansiyonlar, öğrenci yurtları, dershaneler şeklinde örgütlenmiş ve yayılmış geniş ve çok büyük aygıtı, polis teşkilatı, içişleri ve milli eğitim başta olmak üzere, devlet kurumları içindeki etkin örgütlenmesi ve tüm bunların işçi ve emekçilerin iktisadi-politik ve sosyal taleplerine karşı hükümet ve partisinin saldırgan politikalarını desteklemeleri, “örümcek ağı gibi” örgütlenmeyi salık veren Gülen’in devlet-din ilişkilerini de kullanarak toplumsal yaşam üzerinde etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Cemaat üyesi milyonlarca kişinin parasal desteği ve cemaatin sahip olduğu ticari şirketlerle basın-yayın ve öteki işletmelerin sağladığı devasa kârlar, Fethullah “şirketi”nin bir büyük holding gibi çalışmasını sağlamakta, milyonlarca insanın sözüm ona “bilimin körlüğü”ne karşı dinsel yol buluş adına cemaatin görüşleri doğrultusunda hareket etmesi gerçekleştirilmektedir. Gülen’in “her şeyi gördüğü, gelecekte neler olacağını bildiği, insanların kalbini okuduğu” şeklindeki illüzyonist safsata o denli etkili hale getirilmiştir ki, üniversitelerin pozitif bilim dallarından mezun olmuş bazı genç akademisyenler, 200-300 dolar karşılığı, Tanzanya, Vietnam gibi ülkelere gidip cemaat okullarında misyonerlik faaliyeti yürütmeyi kabullenebilmektedirler.1

Fethullah Gülen’in başını çektiği Türk İslamı hareketinin etkinliğini yaymasında Fethullah okulları çok özel bir yere sahiptirler. N. Veren, “Amerika’nın nerede üssü varsa orada okul (Fethullah’ın okulları) var” diyor. Veren, bu okulların “ABD’nin casus borsası olarak kullanıldığı” iddiasındadır.2 Gülen’in “eğitim cihadı” ülke dışına taşmış ve kendi açıklamalarına göre 90 ülkede 300 kadar okula genişlemiştir. Nurettin Veren “Bu okullar dükkânların vitrini gibidir. Örgüte yeni katılımlar ve İslamcılaştırma faaliyetleri gece derslerinde yapılıyor… Bizim eğittiğimiz öğrenciler şimdi Türkiye’nin en yüksek mevkilerinde oturuyorlar. Bunların arasında, valiler, hâkimler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görev yapan subaylar var. Hükümetin parçası bakanlar var; bunlar Gülen’e danışmadan hiçbir şey yapmazlar” diyor. Gülen’in eski müridi Veren, ülkedeki iki milyon civarındaki hazırlık okulu öğrencisinin dörtte üçünün Gülen okullarına kayıtlı olduğunu söylüyor.

Gülen tarikatçıları, öğrenciler içinde ideolojik-politik ve örgütsel çalışma yürütüyor, “en seçkin olanlar”ını tarikatlarına bağlamak için mali-parasal olanaklarını seferber ediyor, gençleri “Işık evleri”nde bu amaca uygun eğitime tabi tutuyorlar. Gülen, sadece din adamı yetiştirmeyi değil, eğitim, hukuk, politika ve öteki tüm alanlarda kurumsallaşma ve yönetimi elde etme hedefiyle çalışıyor. Bu çalışmanın önemli oranda ürün verdiği artık çok geniş bir kesim tarafından kabul ediliyor. Cumhurbaşkanlığı makamında “Gülen sempatizanı” olduğu söylenen biri oturuyor. Yusuf Ziya Özcan gibi bir Fethullahçı YÖK Başkanı olarak atandı. Üniversite rektörleri Fethullahçı olanlarla değiştirildiler. AKP hükümeti, binlerce yargıç ve savcıyı Fethullah ve AKP yanlısı olanlarla değiştirdi. Yargıç adaylarının hükümet bürokratları tarafından mülakata (sözlü sınav) tabi tutulmasını zorunlu kılan yasa çıkarıldı.

Zaman, Sabah, Yeni Şafak, Türkiye, Star, Bugün, Vakit, ve Taraf gibi gazetelerle çok sayıda televizyon kanalı ve radyo istasyonu, Fethullahçı ya da onun görüşlerinin yaygınlık kazanmasına hizmet edecek şekilde (ve AKP’yi desteklemek üzere) yayın yapıyor. Polis örgütü Fethullahçılar’ın yönetiminde.3 Fethullahçı örgütlenmenin polis teşkilatına hakimiyeti, AKP hükümetinin politikalarına karşı işçi ve emekçilerin mücadelesine yönelik polis zorbalığını artırmıştır. AKP yönetimi, parti ve hükümetlerinin faaliyetlerini organize etmede ve yurttaşları aldatmaya yönelik etkin propagandada Fethullahçı örgütlenme ve onun olanaklarından büyük destek görmektedir.

Bu hareketin, Türk politik sistemine etkilerinin son yirmi-otuz yıl içinde güç kazanması, AKP hükümetiyle birlikte kurumsal gücünün büyümesi ve genişlemesi, yargıda, polis gücü ve ordu içinde, üniversitelerde ve ortaöğretim kurumlarında, milli eğitim ve içişleri bakanlığı başta olmak üzere öteki devlet kurumlarında yerleşik şekilde örgütlenmesi; bunun da “toplumsal kurumların ve devletin uzun soluklu ve sabırlı mücadele ile ele geçirilmesi” şeklinde ifade edilebilecek “yeni Nurcu strateji”ye uygunluğu ve bu faaliyetin “tümel olarak” Amerikan emperyalist stratejisinin Balkanlardan Asya’ya; Kafkasya’dan Çin’e dek geniş bir bölgeye yönelen politikalarıyla uyumlu oluşu, birçok yönüyle ele alınıp irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Buna rağmen, bu makalede, Gülen Hareketi ya da örgütlenmesi ve faaliyeti hakkında ‘genel bir giriş’ olarak da görülebilecek bazı bilgileri vermekle yetineceğiz.

ABD VE CIA YEDEĞİNDE “TÜRK İSLAM’I” HAREKETİ

ABD’de yaşayan Gülen, Amerikan yasaları çerçevesinde “iş, bilim, sanat, eğitim ve spor alanında olağanüstü yetenekli kişiler”e verilen oturma ve çalışma vizesi için ABD İçişleri Bakanlığı’na 2008’de yeni bir başvuru dilekçesi verdi. Başvurusunun kabul edilmesi için, aralarında Morton Abramovitz ve Graham Fuller, Mehmet Sağlam’ın da bulunduğu çok sayıda akademisyen, “din adamı” ve politikacı-stratejistin bulunduğu kişiler tarafından yazılmış “referans mektupları” sundu. İlgili Amerikan mahkemesi, buna rağmen, Gülen’in talebini, “CIA gölgesi, kendisi hakkında para karşılığı yazılar yazdırması ve ‘olağanüstü yeteneklerini’ belgeleyememesi” gerekçesiyle reddetti.4 İçişleri Bakanlığı adına savunma yapan Savcı Patrick Meehan ve Mary Catherine Frye, Gülen’in 4 Haziran 2008 tarihli başvuru belgelerine karşı, dikkat çekici iddialarda bulundular. “Davalı, kendisinin din adamı olduğunu ve eğitim alanında çalışmalar yaptığını belirtiyor. Oysa, eğitimci olduğunu gösteren hiçbir belge sunmadığı gibi kendisini akademisyenlerle çevreleyip para karşılığı kendi görüşlerinin tartışıldığı konferanslarda konuşturuyor ya da görüşlerini yazdırıyor”du. Amerikalı savcılar, Gülen, “siyaset ve din konularında çok etkili bir hareketi yönetmektedir. Ama bu çok özel yetenekte insanlara verilen vizeyi almasına hak veren bir alan değildir” diyorlardı. Savcılık, Gülen’in avukatlarının “karar bozma” çabalarına karşılık olarak da, davacının, ‘olağanüstü yetenekli’ eğitimciler arasında olması bir yana, eğitimci bile olmadığını, onun “dini hoşgörüyü eğitim kurumları içine sokan metotlar geliştirme” iddiasının da dayanaksız olduğunu söylüyordu.

Gülen’in ABD’nin koruması altında bulunması ve hareketinin özellikle Bush yönetimi tarafından Amerikancı bir İslamcılık akımının tüm Ortadoğu-“İslam Ülkeleri”nde ve Asya’da geliştirilmesi için kullanılması, savcılık makamınca da kuşkusuz biliniyordu. Buna karşın, savcılık, “deliller de göstermektedir ki, davacı kendi hareketinin organize ettiği ve masraflarını karşıladığı toplantılarda bulduğu desteği kendisini ‘âlim’ olarak göstermekte kullanmaktadır” diyor ve “Gülen hareketinin, yürüttüğü projelerin finansmanında kullanılan paraların büyüklüğü..”ne dikkat çekerek, “CIA’in de bu projelere finansal ortaklık ettiği şüpheleri”nden söz ediyordu. Pensilvanya Mahkemesi’ne sunulan savcılık belgesinde Gülen cemaatinin mali bütçesinin 25 milyar dolarlık büyüklüğe ulaştığına dikkat çekiliyor; “okullar, gazete, üniversite, sendikalar, televizyonlar. Bunların birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğu tartışılıyor. İş yapma şeklinde hiçbir şeffaflık yok” deniliyordu.5

ABD istihbarat raporlarında ‘özel güven duyulan biri’ olarak görülen F. Gülen, ABD ile ilişkileri gerekçelendirirken, “Amerika şu andaki konumu ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır” demekte ve “Amerika istemezse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çalışmadığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz diyordu. Gülen, bu uluslararası güçten yararlanmayı ve onun çıkarlarınca yönlendirilmeyi kaçınılmaz ve amaca uygun göstermekle kalmıyor, kendi “projeleri”nin “Amerika ile çalışarak” gerçekleştirildiğini de, başkaca kanıt gerektirmeyecek açıklıkta dile getiriyordu. Gülen okulları, yürüttükleri faaliyetle, ABD ve onunla işbirliği politikalarını sürdüren Türkiye’nin Balkanlar, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya’da yayılmacı faaliyetlerini kolaylaştırma; onun aracı olma işlevi görüyor. Kendi ifadesiyle, “devlet olmasa bile, vakıf, dernek ve şirketler yoluyla oraya girerek”, “o ülkeleri ifsad edecek akımlara karşı da bir sed teşkil edecek” şekilde faaliyet yürütmektedir. Faaliyetlerinin finansal kaynağı kuşku nedeni olan Gülen, “Asya’daki okulları milletimiz finanse ediyor. Şimdi alternatif himmet meselesi, Çırağan’larda, Hiltonlarda yapılıyor. Ve bu işe sahip çıkılıyor. Türk müteşebbisleri Asya’da yatırım yapıyor. Özbekistan’da, Kazakistan’da kazançlarının bir kısmını bu okullara tevcih ediyorlar. Belki de vergilerden düşürüyorlar. Bu beni alakadar etmez…” demektedir.  
FBI eski “çalışanı” Sibel Edmonds, Gülen okullarının CIA ajanlarının bölgedeki operasyonlarında kullanıldığını; ABD’nin, Türkiye’yi ve bu okulları kullanarak, Türk milliyetçiliği ve İslam’ın desteğinde etki alanını genişletmeye çalıştığını yazdı.6

F. Gülen hareketini ve bağlı okulların faaliyetini ABD’nin yayılma stratejisi kapsamında gören Almanya’dan Rusya’ya çok sayıda devlet, kurum ve kişi bulunuyor ve bunların birçoğu Gülen’in okulları ve hareketi üzerinden sürdürülen Amerikan-Türk istihbarat ve etki alanı çalışmalarından duydukları endişe ve huzursuzluğu birçok kez ve çeşitli şekillerde açığa vurdular.

Rusya’nın 5 büyük gazetesinden biri olan Nezavisimaya, 6 Şubat 2008 tarihli sayısında Andrey Melnikov imzasıyla ve “Kimsiniz siz, Bay Fethullah Gülen?” başlığıyla verdiği bir buçuk sayfalık haberinde, “Fethullah okullarında CIA ajanları öğretmen olarak çalışıyor mu?” sorununu gündeme getirdi. Yazar, “Gülen’in Hayali İmparatorluğu”ndan söz ediyor ve  “Türk ilahiyatçısının elle tutulamaz ama evrensel etkisi”ne dikkat çekiyordu. Melnikov, Fethullah Gülen Hareketi’yle “Batı’nın, öncelikle de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni gerçekleştirme” amaç ve araçları arasında bağ kuruyordu. Ona ve görüşlerine yer verdiği bazı “tarih bilimci”lere göre, CIA ajanlarının “öğretmen kimliğiyle çalıştığı bu okullar”, “Yakın Doğu’da Batı emperyalizminin politikalarının bir uzantısı” idiler ve “Amerika’nın çıkar bölgelerinde” yoğunlaşmışlardı. Cemaat propagandacılarının, Türk-İslam kültürü ve değerlerinin “bütün insanlığa yönelik” yaygınlaşmasının araçları olarak gösterdikleri bu okulların faaliyetinin yoğunlaştığı bölge(ler) ile -ki Türkiye’de, Orta Asya’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Sudan ve Pakistan gibi ülke ve bölgelerde faaliyet yürütüyorlar- ABD’nin çıkar alanı ilan ettiği yerler üst üste çakışmaktaydı. “Türk kültürünü yaydıklarını” ileri süren bu okullarla onları organize edenler, etnik ayrımları körüklüyor, ABD ile çelişki içindeki ülkelerde bu ülkeleri bölme doğrultusunda faaliyet yürütüyorlardı.

Fethullah hareketinin eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki çalışmalarının yıkıcı özellik kazanması üzerine, Rusya Federasyonu yönetimi, “yeni güvenlik konsepti” çerçevesinde, F. Gülen hareketinin faaliyetlerini Rusya’nın güvenliği açısından tehlikeli gördüğünü açıklayarak, Gülen’e ait 16 okulu kapattı. Bu okullarda çalışan 50 kişi, “ABD ve İngiltere adına ajanlık yaptığı, Türk cumhuriyetlerinde bazı darbe girişimlerine karıştığı, bu ülkelerde patlak veren bazı iç karışıklıklarda rol oynadığı nedeniyle sınır dışı edildi. Moskova yönetimine göre, Gülen’e ait okullar, bu ülkelerdeki faaliyetlerinde terör eğitimi veriyor, dinci örgütlere eleman yetiştiriyorlar”dı.7 Rusya’yı Özbekistan izledi ve orada da Gülen okulları aynı gerekçelerle kapatıldılar.

“HOŞGÖRÜ” MASKELİ EMPERYALİST VE IRKÇI MİSYONER HAREKETİ

Fethullahçı olanlarıyla birlikte sağ-sol liberal birçok yazara göre, Gülen hareketi, “insanlığa hizmete adanmış”, “ırk, dil, din ayrımı gözetmeyen”, “Türkiye eksenli bir ‘gönül hareketi’”; Gülen ise, “bu dünyada dikili bir ağacı dahi bulunmayan, dünyanın makamına, lüksüne ve şöhretine gönlünde zerrece yer vermeyen..” bir “adil halife”, dahası “modern zaman peygamberi”dir(!)

Sağ’dan “sol”a burjuva liberalleri, Amerikancı ya da bizzat ABD ve İngiliz kökenli kimi yazar, politikacı ve istihbarat görevlisi-diplomatlar ile sözüm ona “din alimi” Fethullah müritleri, “Komünizm ile mücadele dernekleri”nin kurucu üyeleri ve militanları arasında yer alan Gülen’i ve onun da etkin mensubu olduğu Nurculuk hareketini, bu hareket, onlarca yıldan beri en sağcı, en gerici siyasal partileri desteklemesine, onların ve hükümetlerinin işini kolaylaştıran faaliyetler yürütmesine; bunun karşılığı olarak da toplumsal düzenin ve siyasal sistemin etkin mekanizmalarında yuvalanmayı başarmasına karşın, siyasal amaçlardan bağışık, “ülke, devlet ve millet için yararlı, hoşgörüyü esas alan bir hareket” olarak sunuyorlar. 2005 yılında ABD’ne giderek, kendi ifadesiyle F. Gülen ile ayrılık hasretini gideren C. Çandar örneğin, Gülen’in “hiçbir siyasi amacının olmadığı”nı ileri sürüyor. “New York’a iki-iki buçuk; Philadelphia’ya bir buçuk saat uzaklıkta, Pensylvania eyaletinde bir orman kampının içindeki 104 dönümlük, 10 binayı içeren bir arazinin ortasında” oturan Fethullah Gülen ile “nihayet ‘hasret’ giderdiklerini” ve bir araya gelmekten çok mutlu olduğunu söyleyen Çandar, Gülen’in “Türkiye`de yaşayabileceği şartlarda hala bulunamıyor olması, bu `gurbette` ve böylesine bir `hicret`te kalmaya devam etmesi”ni hüzün verici buluyor, T. Erdoğan’ın başbakanlığa yükselmesinde olduğu gibi, Fethullah’ın da Türkiye’ye yeniden dönüp “himmetleri”ni bahşetmesi için şartların oluşturulmasını istiyor. Çandar’a göre, “St. Petersburg’dan Yemen’e, Japonya’dan Endonezya’ya, Makedonya’dan Avustralya’ya Türkiye`nin ve Müslüman kimliğin yüz akı” Gülen “Türkiye`nin dünya çapındaki en etkili, en saygın değerlerinden biri…”dir.

Sağcı ve liberal ‘solcu’ yandaş yazarlar, “dünyanın her tarafında” Türk bayrağını “dalgalandırma” ve Türkçe’yi “o ülkelerin çocuklarının dili haline” getirme çabasını, ırki-politik misyonerlik saymıyor; bizzat Gülen tarafından “birlikte çalışılmaz ise hiç bir proje hayata geçirilemez” diye ilan edilen ABD ve stratejisiyle ilişkili bu hareketi emperyalist yayılmacılık politikalarıyla ilişkili görmüyorlar. Bunlara göre, “dini inancın ve yaşam tarzının yaygınlaşması” ve “dinin toplumun her alanında güçlü bir görünürlük kazanması” için çaba göstermek ise, “zaten politikadan bağımsız”dır!

Bu propaganda, uluslararası alanda da, özellikle Amerikan-İngiliz sermaye çevrelerinin desteğine sahiptir. Demokrat Partiye yakın, Amerikan Foreign Policy ve İngiliz ‘Prospect’ dergileri, 2008’de düzenledikleri “Yaşayan En Büyük 100 Entelektüel” anketinde Gülen’i birinciliğe oturttular ve onu okuyucularına “Allah`a ve insanlığa hizmet etmeye çalışan biri” olarak tanıttılar. Amerikan-İngiliz dergileri, Gülen’in “Hiçbir siyasi amacım yok. Tek amacım Allah`ın rızasını kazanmak ve O`nu insanların doğru bilmesi ve sevmesi” sözlerini öne çıkarıyor, İslam’ın, “bir hükümetin genel karakterini belli eden temel prensipler” belirlediğini söylediğine dikkat çekiyorlardı. Amerikan Foreign Policy’ye açıklamasında Gülen, kendi okulları için, “Bu okulların açılmasını öneriyorum ve insanları cesaretlendiriyorum. Ancak okulları kontrol eden merkezi bir yönetim yok. 100`den fazla ülkede okul var. Bu okulları açan ve yöneten pek çok farklı şirketler olmalı. Bazılarının yakın ilişkileri olabilir” diyordu. Gülen, “Bazı insanlar beni bir hareketin lideri olarak görebilir. Bazıları bütün faaliyetleri yöneten merkezi bir idare olduğunu sanabilir. Bu kişiler, insanların Allah`a ve insanlığa hizmet etme şevkini ve cömertliğini göz ardı ediyor. Bu tür yanlış algılar, okulları mali kaynağı noktasında insanları şüpheye düşürüyor olabilir. Türkiye`de küçük bir azınlık, yıllardır sağlık problemleri ile uğraşmama rağmen siyasi amaçlarım olduğu suçlaması yöneltiyor” diyerek, devlet ve hükümet yöneticileri ve istihbarat örgütleriyle ilişkilerini ve hükümet yöneticileri ve çeşitli devlet kurumlarıyla iç içe geçmiş tarikat örgütlenmesini inkardan geliyordu.8 New York Times, Güleni, “Vatandaşların ibadet hürriyetine sahip olduğu laik demokrasiden fazlasını istemediğini söyleyen bir milliyetçi” olarak tanıttı. Amerikan gazetesine göre, Fethullah cemaati ve üyeleri “Müslüman barış gücü” idiler. Alman büyük sermayesinin ‘sesi’ Frankfurter Allgemaine Zeitung’un Türkiye muhabiri Rainer Hermann, Postdam’da yapılan bir konferansta, “Gülen’in vaaz ettiği İslam”ı, Batı açısından “bir ortaklık ve zenginlik” olarak gösterdi.

Gülen’i politikadan bağışık, politika dışı ve üstü gösteren bu burjuva propagandası ve tutumu, onun “Türk İslamı”nı yayma ve ABD’nin stratejik çizgisinin özellikle Ortadoğu-Asya bölgelerinde başarıya ulaşmasına hizmet eden faaliyetlerini sürdürmesine kolaylık sağlamakta, etkisini artırmasına ve bizzat kendisi tarafından özellikle vaazlarında ve kimi söyleşilerde dile getirilmiş hedeflerine ulaşmasına hizmet etmektedir.

YÖNETME HEDEFLİ BİR “CİHAT” VE “HURUÇ” HAREKETİ

Kendi ifadesiyle, Gülen’in hedefi, “Millî bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah’a bağlılığı kökleştirmektir.”9 F. Gülen bunun için, “komünizme”, materyalizme ve güçlenmekte olan “ateizm cereyanı”na karşı uluslararası mücadele istemekte, Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi din adamlarının “bir araya gelip birlikte ne yapacaklarını konuşmaları”nı ve “dinler arası diyaloğu” gerçekleştirerek, kapitalist dünyayı “güvenceye alma”ya yardımcı olmalarını gerekli görmektedir. Bu “ulvi” amaç için, “Rabb’in aciz kulu” Gülen, “Papa Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak” isteğiyle, Katolikliğin gelmiş geçmiş en gerici şeflerinden biri olan ve Amerikan emperyalizminin dünya politikalarının piyonluğunu başarıyla yerine getirip Doğu Avrupa ülkelerinde emperyalist hakimiyetin sağlanmasında özel rol üstlenen Papa II. Paul’ün huzuruna çıktı10 ve “en aciz bir şekilde hatta biraz cüretle”, Papanın ve Vatikan’ın, “bu pek kıymetli hizmetini” icra etmesine “en mütevazı yardımları”nı sunmaya koştu.11

Gülen, cemaatinin “istikbale yürüme” stratejisinde devlet kurumlarında örgütlü olmanın önemli olduğunu izah ederken şunları söylüyor: “Adliyede, Mülkiyede veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli. Dıştan bizi bazıları korkaklıkla itham edecekler. Fırsat bulup, hep yolunuza devam ediyorsanız, yine orada o esnekliği gösterecek, o eksantriği kullanacak, geriye çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha açıp ileriye gideceksiniz. İster Mülkiyede çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliyede çalışan arkadaşlarımız olsun, herkes için söz konusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerlere gitme. Mutlaka riayet edilmesi lazım. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Çok dikkatli ve çok tedbirli, temkinli hareket etme mecburiyeti var. Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler, her birisi dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli”dirler.12 Bu kadar açık konuşan “Hocaefendi”nin vaazlarına bakılırsa, bunlar “belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar”sabır ve sadakatle çalışmak durumundadırlar.

ATV kanalında, 18 Haziran 1999’da yayımlanan bir programda yer verilen vaazında Gülen, bu durumu -ya da taktiği- şöyle ifade ediyordu: “ …bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır, zaruri ve luzumlu. Yanlış bir şey yapar, kıvama ulaşılmadan, özleriyle tam bütünleşmeden, gereken mesafe alınmadan, bir kısım erken vuruş diyebileceğim çıkışlar yaparlarsa dünya başlarını ezer ve Müslümanlara Cezayir’deki hadise gibi yeni bir hadise yaşatırlar. Suriye’deki 82 vakıası gibi bir fecaat yaşatırlar. Her sene Mısır’da yaşanan fezaat ve fecaat gibi fezaat ve fecaat yaşatırlar… Böyle bir dönemde, tam özünüzü bulacağınız, kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacağınız ana kadar… Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekebileceğiniz ana kadar her adım erken sayılır. Her adım yirmi gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şeydir. Civcivleri terk eden bir kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya terk etmek gibi bir şeydir. Ve burada yapılan şeyler bunlardır. Burada yapılan şeyler mikro planda dünyayla hesaplaşma işidir… Bunca kalabalık içinde ben bu duygu düşüncemi sözde mahremce anlattım, ama sizin mahremiyete sadık, mahremiyet mevzuunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım.13

N. Veren, “Fethullahçı subaylar bir zamanlar bizim öğrencilerimizdi. Onları mali açıdan destekledik, eğittik, onlara yardımcı olduk. Bu minnettar çocuklar mezun olup etkili mevkilere çıktıklarında, kendilerini ve mevkilerini Fethullah Gülen’in hizmetine adadılar… Emir ve direktifleri Fethullah verir ve bu subaylar sayesinde devlet içindeki iktidarını korur… Fethullah’ın öğrencileri polis akademisinden, askerî okullardan mezun olduklarında tıpkı yeni doktorlar ve avukatlar gibi minnettarlıklarını kanıtlamak için ilk maaşlarını Fethullah Gülen’e verirler..” demektedir. Veren, Fethullahçı subayların “hücre evlerindeymiş gibi gizlenmeleri”nin emredildiğini iddia etmektedir.14

Ateizme ve materyalizme karşı “yüzyıllarca yaşayacak” milyonların “yeni bir milletini” yaratma iddiasındaki Gülen, müritlerine, “bir örümcek sabrıyla ağları örme, insanların gelip bu ağlara düşmesini bekleme”; böylece onların “ölü vücutlarına can verme” çağrısı yapmakta ve bu amaçla her tür sancının çekilmeye değer olduğunu söylemektedir.15 Vaaz ettiğine göre, ona, bu gayesini gerçekleştirme “izni” “Allah’tan” gelmiştir! Gülen çalışmalarını “İzin Allah’tan geldi… Allah camilerde olduğu gibi, isminin bu evlerde anılmasını, çalışılmasını, öğretilmesini istiyordu” iddiasıyla kutsarken, Bush’un Irak işgalini, ABD’nin Vietnam işgal ve katliamını, Siyonistlerin Filistin Arap halkını yok etme savaşını “Allah’ın isteği”yle ilişkilendirmelerinde olduğu gibi, kendini bir tür peygamber olarak gösterme çabasındadır.

Gülen’e göre, devlet, ele geçirilmesi gereken bir mevzi değil, kendisine ait bir parça ya da kendinin ona ait bir parça olduğu bir yapıdır. Ancak, İslami-Türk bir devlet yönetiminin oluşturulması ve İslam’ın toplumsal yaşama hakimiyetinin sağlanması için “meşakkatli bir çalışma” gerekmektedir. “Mülkiye’ye de, adliye’ye de, istihbarata da, hariciyeye de” girilecektir.16 Ve “Cihat” zorlanacaktır! “Cihat bir hayat kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehit olup ebedi bir hayat ya da gazi olup hem dünya, hem Ukbe nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihat da bir de böyle bereket vardır… Cihat sözcüğü; gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yıllar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir. Cihat bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin, kendi teri içinde boğulma ve kendi kanıyla abdest alma gibi bir payeyi ancak cihatla elde edebilir...” Cihat için, “can alınacak-can verilecek”tir17

Gülen’e göre, “Huruç harekâtının başarıya ulaşması için bütün yurtta kendi binalarında ve kiralayacakları müsait yerlerde orta ve yükseköğrenim gören öğrencilerin meyvelerini vermesi için her düzeyde okulların açılması, özellikle Türkiye’deki öğretmenlerin büyük bir bölümünün kendi yönlerinde faaliyet göstermeleri” gerekmektedir. Böylece bu “yetişmekte olan yeni nesiller arasında, her sahada inkılâpçı ruhlar çıkacak ve birkaç asırdan beri süregelen bu acı dönemini sona erdir”eceklerdir. Onun, “Cihat”ın ancak “devlet ve devlet başkanları tarafından ilan edilebileceği” düşüncesine bakılırsa, önce devlet kurumlarına yerleşilerek devlet ve başkanı olunacak, sonra da “ateizme”, “materyalizme”, “komünizme”, demokrasi ve hak eşitliğine karşı “cihat” edilecektir!

HALKA VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNE KARŞI BİR ÖRGÜTLENME

Gülen, “Komünizmle Mücadele Derneği”nin Erzurum kurucuları arasında yer alıyor. Aralarında bu derneğin en militan kurucularının da bulunduğu şoven milliyetçi ve din istismarcısı kişilerle birlikte “İlim Yayma Cemiyeti”ni, “Işık Evleri”ni, yüzlerce okul-dershane-sağlık kuruluşu ve finans şirketi kurup, bunlar aracıyla faaliyetini ülke düzeyinde ve uluslararası alanda sistematik hale getirdi. 12 Eylül cuntası, bizzat cunta şefi Evren’in şahsında dini önyargı ve söylemi kullanırken, koşullardan yararlanarak gücünü artıran örgütlenmelerden biri de Fethullahçılar oldular. Gülen, ‘anarşist ve teröristleri devletin asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını‘ vaaz ediyordu. Aralarında Nurcu cemaatlerin en önemli adamlarından biri olan M. Kırkıncı Hoca gibilerinin de bulunduğu cemaat liderlerinin, okullarda zorunlu din dersi eğitiminin getirilmesinden hareketle, cuntayı olumlu karşıladıkları ve T. Şahinkaya gibi cunta generalleriyle görüştüklerine dair haberler dönemin basınında yer alıyordu. Bu çevreler, Anayasa oylamasında ‘evet’ denmesi için çaba gösterdiler. Devlete itaat istiyorlardı.18

12 Eylül cuntasını destekleyen fetvalar veren Gülen, bu dönemde,  “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaset-i cumhuriyet duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet...” diye bar bar bağırmaktaydı. F. Gülen, “Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek, generallere secde ediyordu. Ona göre, asker, “her milletin tarihinde bir tepe varlık”tı. Gülen, Türkiye’de “klasikleşmiş” “ordu=millet” anlayışını, kendi İslami görüşü doğrultusunda şekillenmesi koşuluyla, benimsiyordu. Ona göre, Kenan Evren örneğin, dinin zorunlu öğretilmesini eğitim programına koydurduğu için “cennete bile gidebilecek”ti! 28 Şubat 1997 askeri muhtırası sonrasında katıldığı bir televizyon programında orduya duyduğu sevgi”yi bir kez daha dile getirdi ve muhtıra doğrultusunda hükümetin çekilmesini istedi. Eski cuntacı general N. Üruğ, Gülen’i, bu tutumundan dolayı, “cumhuriyetin özlediği din adamı” olarak onöre etti(!)

‘Başyazar’ı olduğu “Sızıntı” dergisinin yayın anlayışıyla ilgili açıklamasında, Gülen, “Yayınladığımız ilmi, edebi ve ahlaki bir dergi olan Sızıntı’da hiçbir zaman siyasi ve ideolojik, milli birlik ve bütünlüğü bozucu, milli ve ahlaki değerlere ters, suç teşkil eden herhangi bir yazı yayımlanmamıştır. Bilakis çeşitli zamanlardaki sayıları incelendiğinde daima ordumuzun ve emniyet güçlerinin yanında olarak, hitap ettiği okuyucularına asayiş ve huzurun telkinini yaptığı görülecektir...” diyerek, hizmetlerini açıkça ifade etti.

Gülen cemaati, Özal-Çiller yönetimlerinin destekçisi oldu, devleti savundu ve “teröre karşı olma” adına devlet şiddetinin yanında yer aldı. Karşılığı devlet desteği oldu. Hükümetlerin koruyucu kanatları altında, uluslararası güçlerin ve gizli servislerin olanaklarından yararlanarak ve onların en etkili olanlarıyla işbirliği içinde örgütlenmesini uluslararası alana taşıyarak faaliyet alanını genişletti. Etkilediği ya da kendisine doğrudan bağlı akademisyenler üzerinden ve uluslararası ilişkilerini kullanarak düzenlediği periyodik “Gülen konferansları”yla görüşlerini yaydı, ilişki ağını genişletti, hükümetlerin politikalarını etkilemeye çalıştı. 1991’de Refah listelerinden seçime katılan MHP’lilere 3.5 milyar TL yardım ederek, ittifak listesinin desteklenmesini istedi. Yakın zamanda bir “helikopter kazası”nda yaşamını yitiren M. Yazıcıoğlu’nu “cesur ve dürüst bir Anadolu yiğidi” olarak sahiplendi.

Bu çalışmaları nedeniyle, Türkeş, ona, “Mahsus selam, sevgi ve saygılar sunuyorum” diye bitirdiği 1997 tarihli mektubu yazdı ve Gülen’in “hizmetleri”ne dikkat çekerek, “Susurluk olayı bahane edilerek zat-ı âlinizin temiz isminin gölgelenmek istenmesi çok üzücü olmuştur. Fakat hem milletimiz sizi tanıyor, hem de dünya sizi tanıyor. Kötü niyetlilerin bir şey yapmaları mümkün değildir” diyerek sahiplendi. Türkeş, ondan, başlattığı “güzel gelişmelerin tamamlanması”nı istiyordu. “Hocaefendi Türk milletinin gönlünde hak ettiği yeri almıştır. Hiçbir zan veya iftira bu yeri sarsamaz” diyordu. “Şahsi malı olarak bir tek dikili ağacı bulunmayan, kendini ilme ve ilmin yayılmasına adayan memleketimizin manevi dinamiği olan Hocaefendi’nin Avrupa’dan Yakutistan’a kadar olan çalışmaları her manada takdire şayandır…” şeklinde övgüye boğuyordu.19 Türk şoveni Türkeş’in övgüleri, ne boşunaydı ne de politika dışı bir kişinin hak ettiği türdendi.

Demirel, Ecevit, Türkeş gibi uzun bir dönemin en etkin politikacılarının Gülen hareketine olumlu yaklaşımları ve Özal, Çiller, Erdoğan’ın açık desteği, Gülen hareketine ilgiyi artırırken, hakkında birçok dava açılmış olmasına karşın, “devlet nezdinde muteber din adamı” sıfatıyla bir tür mükafatlandırılmış oldu.20 Gülen’in kendisine ait Fatih Üniversitesi’ni açış törenine (08.11.1996), Cumhurbaşkanı S. Demirel’in yanı sıra MHP Genel başkanı Türkeş ve birçok politikacı, bilim insanı ve büyük patron katıldı.

TÜSİAD’ın yayınladığı Görüş Dergisi’nde, “İslam, Demokrasi ve Türkiye başlığıyla yayımlanan bir makalede: “Fethullah Hoca olayı, devletin resmi modernleştirme programı ile toplumun geleneksel değerlerini yeniden canlandırma işlevi görmüştür. … Bir yandan modernliğin getirdiği değerleri yok saymak istemeyen, ancak öbür yandan binlerce yıllık bir gelenek ve duyarlığın ürünlerine sırt çevirmek istemeyen bu kitle için Fethullah Hoca’nın temsil ettiği tez veya daha doğrusu sentez, en işe yarar proje olarak görünmektedir… şeklinde, Gülen ve hareketi, büyük sermaye için “en işe yarar proje”lerden biri olarak tarif ediliyordu.21

Gülen hareketinde 35 yıl boyunca yönetici-sorumlu düzeyde çalışan Nurettin Veren, Gülen’in, aralarında Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ali Çoşkun, Şehabettin Harput gibi bakan ve politikacıların da bulunduğu çok sayıda politikacı, polis şefi, subay ve “işadamı”yla irtibat halinde olduğunu açıkladı. Gülen’in adı “Susurluk Çetesi Raporu”nda yer alıyor. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, polis içindeki Fethullahçı örgütlenmeyi, “Susurluk döneminden daha vahim bir gelişme” olarak tarif etti. Gülen’in M. Abramowitz, Papa II Paul, G. Fuller gibi CIA görevlisi ve Vatikan merkezli gericiliğin temsilcileriyle ilişkileri gizlilik perdesini yırttı ve artık açıkça sürdürülüyor. Diyalog gerekçeli bağlantıları arasında, Amerikan Musevi Lobisi başkanı A. Foxman’ da bulunuyor.

Gülen ve hareketinin amaç ve hedefleri, bizzat Gülen’in ortaya koyduğu görüşlerin mantığıyla uyumlu olarak, sermayenin en bağnaz, en kararlı savunucularının amaç ve hedefleriyle temelde birleşmektedir. “Allah’a, millete ve devlete hizmet için” çalıştığını söyleyen Gülen, bu amaç ve hedeflere dini karakterde olanları da katar ya da dini onlar için daha etkin kullanmakla ötekilerden bir biçimde ayrılık gösterir. Gülen devletçidir ve sömürü sistemine karşı değildir. Devletin bazı güçlerinin onu ve faaliyetlerini kendileri için şeriatçı potansiyel tehlike olarak görmelerine karşın, o devlet içinde ve yönetiminde örgütlenmek ve devlet güçleri ve kurumlarının korumasında, onlara da sırtını dayayarak, devletin gönüllü lobiciliğini yapıyor, bunu da “Türk lobisi” olarak adlandırıyor. “İslam, ibadet, milli duygular, bayrak, toprak, ülke, insan sevgisi ve hoşgörü” gibi kavramlar etrafında sürdürdüğü “diyalog” çağrıları, bu lobici faaliyetin etkisini artırmak içindir. Yetiştirdiği “altın nesil”in, “Müslüman, milliyetçi, devletine sadık Türk” olmasını istemektedir.

Gülen’e göre, “Türkiye’de yaşayan, Osmanlı geçmişini kendi geçmişleri olarak gören herkes Türk olarak” görülebilir. AKP hükümetinin “yeni Osmanlıcı” diye tanımlanan ve ABD’ne yedeklenmiş yayılmacı politikalarını desteklemekte; “bu bölgedeki Osmanlı prestijinden yararlanılmasını” istemektedir. Osmanlının giremediği topraklara kendilerinin gireceği iddiasında olan ve “Türkiye Müslümanlığı”nı uluslararası alana yayma çabasındaki bir “havari” olarak görülmek isteyen Gülen, “Elimden gelse Türk insanının yarısını, Türkiye’yi tanıtma Türk düşüncesini dünyanın her tarafına götürme, bu düşüncenin havarisi olma aşkına dünyaya salardım. demektedir.

Gülen’in “eğitim faaliyeti”nin ‘Kürt ayağı’nda, Kürtlerin devlete bağlı nesillerini yetiştirme hedefi vardır. Irak Kürdistanı’nda açılan okullarıyla ilgili konuşurken, Gülen; “Erbil’de Türkmenler için okul açacağımız zaman orada Barzani ve Talabani hakimdi. Ben Sayın Cumhurbaşkanı’na (Demirel’den söz ediyor- Y. A) sordum o meseleyi. Devletin burada okul açmasını zaruri görüyorum, aksi halde, oradaki Türkmenleri Kürtler eritir dedim. Eğer siz yapmayacaksanız, bilin ki biz yapacağız dedim. Onlar da ‘nasıl istiyorsanız öyle yapın’ dediler. Bu bilinerek yapıldı. Onun için MİT de, oradaki istihbarat örgütleri de bu işin hep yanında oldular. Ve Erbil bombalandığı halde bizim okula bir şey yapmadılar. Irak da yapmadı. Barzani de… Orada eğitim devam ediyor. Hatta ikincisi ve üçüncüsü açılması bahsi mevzuu...” demektedir. Irak Kürdistanı Federasyon hükümetinin olanaklarıyla yürütülen ve Kürt yöneticilerinin çocuklarının da devam ettiği Türkçe-İngilizce eğitim veren bu okullar (Işık ve Nilüfer), Türk-İslam misyoneri yetiştirmeyi hedeflemekte, yanı sıra bu okullar aracılığıyla bölgede yayılmacı Türk ve Amerikan-İngiliz politikalarına zemin yaratmaktadır.

F. Gülen’in Kürtlere yönelik devlet şiddeti ve inkarına karşı bir tutumu yoktur. Gülen tarafından yeniden yorumlanıp düzenlendiği belirtilen Risale-i Nur belgelerinde, Kürtlerle ilgili söylenenlerin değiştirildiği, birçok Kürt yazar ve Kürt web sitesi tarafından gündeme getiriliyor. Gülen’in stratejisine bağlı çalışan ‘Abant Platformu’ toplantılarında (Sonuncusu Erbil’de (Hewler) gerçekleştirildi) Kürt sorunu da ele alınmış, bu toplantılarda konuşan sosyolog, siyaset bilimci ve politik yazarlar, “Kanaatimizce tarihi yanlışlıklar, karşılıklı önyargılar, diyalog ve empati eksikliği Kürt sorununun çözümündeki en büyük engelleri oluşturmaktadır” diyerek, Kürt sorununun ulusal hak eşitliği temelinde çözümü ve bunun için mücadeleye karşı bir tutumu ortaya koydular.

Demokrasi sorunu onun için “teferruat”tır! Halkın demokratik talepleri “kendilerinin meselesi” değildir. İşçi ve emekçilerin ekonomik, siyasal- sosyal taleplerini istismar aracı olarak kullanan bir söyleme bazen başvurmakla birlikte, savunusunun devlet otoritesini zaafa uğratacağı düşüncesiyle karşısında yer alır. “Büyük çoğunluğu itibarıyla bu nesil (kuşak) kozmopolitleşti, ateizme yelken açtı ve komünizm, sosyalizm erozyonlarıyla her bir vadiye sürüklenip gitti…” diye tarif ettiği genç kuşakları, “komünizm ve sosyalizm erozyonu”nundan sözüm ona kurtarmak üzere, tarikat cenderesini açar ve emperyalist ideolojik kuşatma harekatının en önemli “savaş birlikleri” arasında yer almakta gecikmez. Amerikan işgaline karşı Irak halkının direnişini; Siyonist gericiliğe karşı “Filistin intifadası” türünden başkaldırıları “terör” eylemleri sayar. ABD politikalarına karşıtlığı reddeder ve ABD göz ardı edilerek dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir işin yapılamayacağını ileri sürerek, ona yedeklenmeyi savunur.

FETHULLAHÇI UYUTMAYA KARŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ

F. Gülen ve hareketi, hükümet politikaları desteğinde, devlet olanaklarını kullanarak örgütlenmesini güçlendirmiş, cemaatin yaygınlaşan faaliyeti ve AKP’nin hükümet ve devlet gücü korumasında, dinin, toplumsal yaşam ve devlet yönetiminde etkisi genişleyerek, etkinliğini artırmıştır. Dini örgütlenmenin resmi-gayrı resmi yaygınlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı 85 bin caminin, 4000 civarındaki açık, binlerce gizli kuran kursunun, yüzlerce imam hatip lisesi ve İlahiyat fakültelerinin ve Diyanete bağlı çalışan 100 bin “din adamı”nın faaliyetleri dinin etkinliğini diri tutmaya ve yaymaya genel olarak hizmet ederken, Fethullahçılar bu durumu kendi görüşlerini yaymanın dayanağı olarak kullanmaktadırlar.22 2.7 katrilyon liralık bütçeye sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yürüttüğü çalışmalar, Fethullah Gülen ve “Cemaati”nin, AKP ve hükümetini, gazete ve televizyonları, finans kurumlarını, bankaları, okul, üniversite, “ışık evleri” ve diğer kurumları kullanarak, güç ve örgütünü büyütmesini kolaylaştırmaktadır.

Başlattığı hareketin amacını, “ateizme ve materyalizme karşı mücadele”, “Osmanlı türü bir yapı altında Müslüman dünyasına Türkler`in yön vermesini sağlama…” olarak tarif eden Gülen ve hareketinin diğer dini tarikat ve örgütlenmelerden en önemli farkı, kendini “bilim ile dini sentez eden” yeni bir tür İslamcılığı tesis hareketi olarak göstermesidir. ‘Gülen cemaati’ sosyo- politik ve uluslararası koşulları veri almakta, görüşlerinin toplumun daha geniş kesimlerini etki altına alması için her tür takıyyeden kaçınmamakta, çıkarları gereği emperyalist gizli servislerden Papalık gibi Hıristiyan dininin en yüksek mercileriyle ilişkiye girmeye kadar her yol, yöntem ve aracı kullanmaktadır.23 Batı ve özellikle de ABD kaynaklı kurumların, ilkokul eğitimli bu eski vaiz ve imamı “seçkin entelektüel”, “aydın”, “bilim adamı” ve “eğitimci” olarak reklam etmeleri, “GOP” (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) olarak adlandırılan ve ABD’nin Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Güneydoğu Asya’ya yönelik emperyalist yayılma stratejisinde “Ilımlı İslam”ı bir araç olarak kullanma politikasından bağımsız değildir.

Gülen ve hareketinin belirgin özelliklerinden bir diğeri, “ulus-ümmet” düşüncesini kullanmaya çalışması ve devletin din anlayışına “yakın duran” bir çizgide, devlet gücünden de olanaklı olduğunca yararlanmak istemesidir. Bu “dini anlayış”ın iktisadi-politik alana “tercümesi”, kapitalist ‘yeni liberal’ ekonomi politikaların benimsenmesi; uluslararası sermaye ile ilişkilerin uygun ve yararlı görülmesi, bunları İslami Türkçülükle yoğuran bir dini ve kültürel eğitimi esas almasıdır. Uluslararası gelişmeler ve ilişkilerin tüm sosyal-iktisadi ve politik ilişkileri etkilemesinin kaçınılmazlığını “tecrübe eden” Gülen ve hareketi, bu gelişmelerin kimileri tarafından “İslam dünyası” olarak adlandırılan geniş bölgede etkili olacağını görmekte ve faaliyetini bu koşul ve etkenleri gözeterek yürütmektedir.

Gülen, cemaatine ait “Işık Evleri”ni, Türkçü-İslamcı “altın nesil”in eğitim ve yetiştirilmesi “ocakları” olarak değerlendirmekte; kurduğu okullarda eğitim görenleri ulusal ve uluslararası hedefleri doğrultusunda ve okullarının bulunduğu 90-110 arası ülkede çalıştırmaktadır. Cemaati, “kapalı devre çalışan bir getto” hareketi olmayıp, dışarıya açılmayı genişleme ve etkisini yaygınlaştırmanın gereği sayan, bu doğrultuda faaliyet gösteren bir örgütlenmedir. Gülen, böylece ülke yönetiminde söz sahibi olma (belirleyici konum kazanma) ve uluslararası ilişkileri de bunun için kullanma çabasındadır. İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlıklarıyla polis teşkilatı başta olmak üzere, devlet kurumları ve sözde sivil toplum kuruluşlarındaki büyüyen etkisi ve gücü, bu doğrultuda önemli adımlar attığını göstermektedir.

Gülen, Said Nursi’nin “Takipçileri”nden biri olarak ortaya çıktı. Ancak o, “Nurcu” olarak görünmeyi “darlaşma” nedeni saymakta, “Nurculuk kimliğini kullanmayacağını” söylemekte, “dinde yenilenmeci” olarak tanınmak istemektedir.

Gülen’in, “İslami Türk milliyetçiliğini geliştirip yaygınlaştırma amacı ve bunu gerçekleştirmek üzere belirlediği hat politik karakterde olmakla kalmamakta, sermayenin ulusal ve uluslararası çıkarlarıyla da uyum göstermektedir. Gülen ve hareketinin en önemli hedefi, dini de kullanarak, halkın sermaye sistemine bağlı kalmasını sağlamaktır. Gülen ve hareketini, bazı sözde ilerici aydın kesimlerinin ve birbirleriyle iktidar kavgası içindeki hakim sınıf kesimlerinden bazılarının göstermek istedikleri türden, devleti ajan örgütlenmesi ve entrikalarla ele geçirmeye çalışan bir “öcü” olarak görmek, onu ve hangi toplumsal gereksinmelere dayandığını ya da dayanmak istediğini; kapitalist gelişmenin, burjuvazinin 21. yüzyıl dünyasının ihtiyaçlarına uyum göstermeye zorladığı dini anlayış ve yargıların hangi türden yeni yorum ve savunusunu esas aldığını; halk kitleleri üzerindeki ve aydınlar içindeki etki ve yerini ve bilimi kendi amaçları yönünde kullanma taktiklerini dikkate almamak olur. Bu yöntemin Marksist olmaması bir yana bilimsel ve materyalist de olamayacağı açıktır.

Bütün bunlar, Gülen’in başını çektiği, ancak içerde hükümet başta olmak üzere, çeşitli düzen ve devlet güçlerinin, dışarıda ise ABD gibi uluslararası güçlerin ve onların çıkarları doğrultusunda hareket eden açık-gizli servislerin desteklediği bu hareketi, ideolojik-politik görüşleri, dini telkinleri, iktisadi-sosyal gücünü işsizlik, yoksulluk ve yoksunluğun istismarı için kullanması ve bilim karşıtlığının günümüz koşullarında kabul görmesinin zorlaştığını görerek, bilimi sözüm ona dinsel hurafelerle birleştirme çabaları gibi nedenlerle, din istismarcısı tüm öteki parti, örgüt ve cemaatlerden hem daha da tehlikeli kılmakta, hem de bu özellikleri ve yaklaşımlarıyla irdelenip nesnel gerçeklere dayanan mahkumiyetini gerekli hale getirmektedir. Bu da, emekçilerin temel ve güncel taleplerini savunuyu esas alan ve emekçi aydınlanmasını dini önyargı, hurafe ve söylemlerin kaba bir aşağılanması yerine, doğa ve toplum sorunlarını bilim ve akla dayalı açıklama, siyasal baskı ve sömürüyü halkın temel sorunu gören bir siyasal teşhiri öne alan bir çalışmayı gerektiriyor.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑