“Renkli devrim”ler, esas olarak, 2003 yılı sonunda Gürcistan’daki genel seçimlerde Şevardnadze’ye karşı yarışan Saakaşvili’nin taraftarlarının seçim sonuçlarına itirazı ile başlayan, sokak eylemleri ile süren ve daha sonra da bir grup genç destekçinin parlamentoyu “barışçıl” biçimde işgal ederek Saakaşvili’nin hükümete gelmesini kesinleştirdiği olaylarla birlikte gündeme geldi ilk. Gürcistan’ı başka ülkeler izledi. Özellikle eski Sovyetler Birliği topraklarında yaşanan, ekranlara ve basına büyük kitlesel kalkışmalar olarak yansıtılan olaylar, siyasi hayata kitlelerin müdahalesinin azaldığı ve kapitalist ideologların, artık böyle müdahalelerin çağının geçtiğini söylediği 1990’lı yılların ardından, dikkati bu ülkelere yöneltti.
Ne oluyordu da, burjuva siyasetten yüz çevirmiş olan halk, bu yeni kapitalistleşmiş ülkelerde, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı propagandasıyla “adalet” istiyor ve göründüğü kadarıyla, tercih ettiği aday için parlamento önünde gösteri yapıyor, meclis işgal ediyor ve başarıya ulaşıyordu?
Çoğunlukla o ülkelerde olan biten kuşkuyla karşılansa da, burjuva ideologlar, gelişmeleri, –kapitalist ülkeler diktatörlükle yönetilmiyorlarmış gibi– geçmişte “diktatörlük”le yönetildiğine inandıkları Sovyetler Birliği’nin eski coğrafyasında yer alan bu ülkelerde demokrasinin tesis edilmeye başlandığının bir göstergesi olarak tanıtmayı ihmal etmediler. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin açık çöküşünün ardından, dünya pazarlarının yeniden paylaşımı için restore edilmeye çalışılan kapitalist sistemin önünde, artık, eski Sovyetler Birliği gibi, dünya çapında frenleyici bir ülke kalmadığı için, emekçilerin siyasal müdahale olanak ve mekanizmaları önemli ölçüde ortadan kaldırılmış; geniş yığınlarla temsili kurumlar arasında esaslı kopuşlar oluşmuş; burjuva demokrasisinin dışlayıcı niteliği yeniden açıkça görülür olmuştu. Kapitalist restorasyonun öncelikli coğrafyasında yer alan eski Sovyet ülkelerindeki olaylı seçimler ve hükümet darbeleri, bu yüzden demokratik birer tepki olarak gösterildi, ve kapitalist sistem içinde de kitle inisiyatifine demokratik kanalların tıkanmadığının bir kanıtı yerine kullanıldı. Yani renkli “devrimler” sosyalizmin eleştirisine yeni bir vesile olmuş, kapitalist demokrasi için de bir referans olarak kabul edilmişti. Bu konu, bitirmek üzere olduğumuz on yıl boyunca çok tartışıldı. Ve nihayet on yılın sonundaki gelişmeler tartışmayı yeni bir evreye ulaştırdı.
Ukrayna’da “renkli devrim”in üzerinden daha on yıl geçmeden, geçtiğimiz Şubat ayında bu ülkede gerçekleşen son seçimler, hemen ardından Nisan’da ort+aya çıkan ve aylarca süren Kırgızistan’daki olaylar, “renkli devrim”lerle ilgili liberal mitin balonunun sönmesine yol açtı. Ukrayna ve Kırgızistan olayları, her biri “lale”, “gül”, “kadife”, “portakal”/”turuncu”, “sedir” gibi sıfatlarla anılan “devrimler” döneminin sona erdiğini gösteriyordu. Birkaç yıl önce, mevcut rejimden bezmiş, yoksul ve örgütsüz oldukları için kolaylıkla propaganda ve vaatlerle seferber edilebilen kitleler, bu kez, birkaç yıl iktidarda kalmış hükümetleri alaşağı etmek için harekete geçmişlerdi. Öte yandan seçimler sonrasında Kırgızistan’da, yönetimi boyunca halkın daha da yoksullaştığı, yolsuzluk ve rüşvetin eskisini aratmayacak boyuta geldiği hükümet devrilmiş, Başbakan Bakiyev halktan gizlenmek zorunda kalmış, kaçmış, bunu takip eden süreçte gelişen ve yaz aylarına kadar süren huzursuzluk Kırgız devletinin ülkedeki Özbeklere saldırmasına; Özbek azınlığın bir kısmının ülkeden sürülmesine yol açacak kadar derinleşmişti.
Görüldü ki, “renkli devrimler”in işbaşına getirilen hükümetleri, geride kurumları sağlamlaştırılmış bir demokrasi değil diktatörlük, burjuva demokrasisinin başlıca vaatlerinden olan eşitlik değil ülke halkları arasında düşmanlık, refah değil enkaz bırakarak hüküm sürmüşlerdi.
Aslında, bu ülkelerin kaynaklarının emperyalist tekellere açılması anlamına gelen kapitalist restorasyon sürecinde iliklerine kadar sömürülen halkların başka türlü bir yanıt vermemesi ve bu rejimlerin daha fazla dejenere olmaması şaşırtıcı olurdu. Bu bakımdan, “renkli devrimler”in umulan sona ulaştığı söylenmelidir.
DEVRİM VE “DEVRİM”
Önceki yüzyılın başında dünyanın en köklü ve eski imparatorluğunu devirerek işçi sınıfını iktidara getiren Bolşevik Devrim’in yapıldığı topraklarda 21. yüzyıla girerken, o devrimin bir karikatürü bile olamayacak hükümet değişikliğini devrim olarak tanımlayan liberal politikacılar, kuşkusuz Troçki’nin “dünya devrimi” teorisinden de esinlenmişlerdi. “Renkli devrimler”in birbiri peşi sıra başka ülkelerde gerçekleşeceğini öngörüyor ve bunun önceden planlanabilir bir müdahale olduğuna inanıyorlardı. Böylece dünyanın, liberalizasyonuna yeterince ayak uyduramayan, gereken adımları atıp açılımlarını gerçekleştiremeyen iktidarları, küçük bir kitle manüplasyonuyla, zahmetsizce yerlerini işbirliğine yatkın haleflerine bırakacak, tarih sahnesinden silineceklerdi.
“Renkli devrimler”in mimarları, gerçekte, burjuva iktidarların devrilip iktisadi düzenin alaşağı edildiği gerçek bir devrim olasılığından ödleri kopmakla birlikte, devrim kavramının devrim yaşamış halkların belleğindeki ve diğer dünya halklarının zihnindeki güçlü çağrışımlarının farkındadırlar. On yıllar boyunca bu kavramın içinin boşaltılması, devrimin artık sosyalizmi hatırlatan bir kavram olmaktan çıkarılması için oluşturulmuş devasa bir yazın ve propaganda materyali vardır. Ama bu propaganda, pratik bir deneyim imkânına ancak “renkli devrimler” sırasında kavuşabilmiştir. “Renkli devrim” yandaşlarının ilgili ülkelerdeki siyasal değişikliklere devrim adını vererek, bu anılardan yararlanmak istediklerini düşünmek yanlış olmaz. Hem de böylece, sözcüğü, sosyalizm, işçi sınıfı iktidarı, kapitalizmin yıkılması gibi çağrışımlarından kurtarmayı da denemiş olacaklardı. Kavramı liberal kavramlarla birlikte anıp, liberalizasyon sürecinin gerektirdiği statüko değişikliklerinin ismi olarak kullanarak, ona yeni bir anlam kazandırabileceğini düşünmek, kavramlara keyfi olarak istediği anlamları yükleyebileceğini düşünen felsefi idealistin iflah olmaz hastalığının hâlâ sürdüğünü gösterir. Böyle bir zihniyet, yeri geldiğinde, “toplumsal mühendislik” projelerine “devrim”, eğitilmiş kışkırtıcılar topluluğuna “kitle” diyebilir ya da bu kavramları, tersine, bir öncekinin yerine kullanabilir.
Fakat kapitalist ideologların “devrim” dediği şey ile Sovyet halklarının geçen yüzyılın başında gerçekleştirdikleri devrimin amaçları ve sonuçları arasındaki farkın kavramsal işlemlerle giderilmesi ve birbirinden farklı iki toplumsal ve siyasal olay arasında eşitlik sağlanması mümkün değildir. Kapitalistlerin “devrim”inden kasıt, bu “devrim”lere konu olan ülkelerde serbest piyasa ve pazar ekonomisinin önündeki eskiden kalma bürokratik, siyasi ve hukuki engelleri ortadan kaldırmayı kolaylaştıran bir kitle rızası sağlamakken, bu topraklarda daha önce gerçekleşmiş olan Ekim Devrimi, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek, bunları toplumsal mülkiyete geçirmeyi hedeflemişti. Devrimle kurulan işçi sınıfının iktidarı, merkezi plan esasına dayalı olarak yönetilen ekonominin kâr amacıyla değil, halkın ihtiyaçları gözetilerek örgütlenmesini gündemine almış ve kapitalist sistemdeki artı değer sömürüsüne son vermişti. Böyle bir sistemde bireysel kapitalist mülkiyetin yaşaması mümkün olmayacaktı. Halbuki kapitalist restorasyonu gerçekleştirmenin aracı olan “renkli devrimler”, kapitalist-emperyalist ülkeler arasında pazar ve etki alanlarını geliştirmek için sürdürülen kavganın en çok kızıştığı bir dönemde, eski sosyalist ülkelerin de serbest piyasa ekonomisine eklemlenmesini kolaylaştırma amacını gütmüştür. Bu kapsamda, sayımlarda yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla ülkelerdeki seçim süreçlerine sözde halk desteği ile açık ve doğrudan müdahale, bu eklemlenme sürecinde ortaya çıkabilecek hiçbir pürüze tahammül edilemediğini de gösterir. Sosyalist rejimlerin çöküşünden sonra, bürokratik yönetimlerin altında, giderek kuralsız ve kaotik bir iktisadi yaşam süren; enflasyonun, karaborsanın, hızlı ücret düşüşlerinin, işsizliğin, yoksulluğun ve alt sınıflarla üst sınıflar arasında giderek derinleşen uçurumun, bu ülkeler üzerindeki manipülasyonu kolaylaştırdığı söylenebilir. Dünyanın, yazıda daha sonra bahsedilecek olan konjonktürel durumu da bunu kolaylaştırmış; böylece “renkli devrimler”, planlandığı üzere, art arda birkaç ülkede birden sökün edebilmiştir.
Aslında “renkli devrimler”in tarihi ’90’lı yıllardan daha öncesine uzatılabilir. 1982’de, Polonya’da, Gdansk tersanesinde Leh Walesa’nın önderliğinde başlayan Solidarnos Hareketi olarak bilinen, kısa sürede bütün ülkeye yayılan eylemler, Polonya’daki iktidarı devirmiş ve böylece 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar sürecek Doğu Avrupa’daki diğer gelişmeleri tetiklemişti. Polonya’daki gelişmeler, aslında, bölgedeki, çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan halk demokrasilerinde meydana gelen dejenerasyonun bir tür dışa vurumu oldu. Nazi işgaline karşı direnişlerden doğan halk demokrasileri, Sovyetler Birliği’ne ve demokratik ülkelere karşı “Soğuk Savaş” yürüten emperyalistlerin kuşatması ve içerdeki sosyalizm karşıtlarının da işbirliği sonucunda “yenilgiye uğradılar” ve sosyalizm hedefinden uzaklaştılar. Bu süreç, 1950’li yıllardan sonra Sovyetler Birliği’nde de başlayan kapitalizmin restorasyonu süreciyle zamandaştır ve giderek 1980’li yıllarda hız kazanmıştır. Polonya’daki çöküşün ardından, zaten tıpkı Polonya gibi sosyalizm idealini yitirmiş diğer ülkelerde de benzer olaylar gündeme geldi: Macaristan, Çekoslovakya.. ve en son Arnavutluk Polonya’yı izledi.
“Renkli devrimler”i, esas olarak Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanında ortaya çıkan siyasal hareketler olarak tanımlamak, eksik olur. Burjuva liberallerin bu kategoride saydığı politik olayların bazıları, bu coğrafya dışında yer alır.
80’li yılların sonlarında Çin’de meydana gelen, ölümlerle sonuçlanan Tienenman olaylarının tetiklenmesinde rolü olduğunu, “renkli devrimler”in teorisyeni ve mimarı Soros açıkça belirtir.
Doğu Avrupa sınırları dışında ortaya çıkan bir “renkli devrim” de, 2005’te tanık olunan Lübnan’daki “Sedir Devrimi”dir. Bir rejim değişikliği gündeme getirmemiş olmasına karşın, devrim olarak anılan olaylar, Lübnan’ın politik liderlerinden Refik Hariri’nin bir suikaste kurban gitmesiyle bağıntılı başlar. Suikastin sorumlusu olarak ilan edilen Suriye ile gerilen ilişkilerin sonucu, Suriye’nin Lübnan’a asker çıkarması olmuş ve bunun üzerine Beyrut’ta Şehitlik Meydanı’nda toplanan binlerce muhalifin Suriye aleyhine yaptığı gösteriler sonucunda Suriye Lübnan’dan geri çekilmiştir.
Geçtiğimiz yıl, İran’da Ahmedi Nejad ile Musavi’yi karşı karşıya getiren seçimlerde, sonuçların hileli olduğu iddiasıyla ortaya çıkan ve birkaç hafta süren muhalefet eylemlerini de, “renkli devrimler” kategorisinde sayanlar vardır. Fakat “Yeşil Devrim” gibi bir ismin de yakıştırıldığı gösteriler toplamı, Ahmedi Nejad’ın lehine sonuçlanan seçimin sonuçlarının değişmesini sağlayamamış, olaylar, Doğu Avrupa’daki “renkli devrimler” gibi, şarkılı türkülü, barışçıl bir biçimde gelişmemiş; çok sayıda insan tutuklanmış, birçok kişi de ölmüştür.
Görüldüğü gibi, “renkli devrimler”, hedefi, eski halk demokrasili ülkelerde olduğu gibi hükümet değişikliği türünden bir siyasal sonucu elde etmeyle sınırlı sosyal olayları tarif etmek için kullanılmaz. Kavramın, bazen bir bölgedeki statükoyu korumak ya da değiştirmek, siyasal bir durum karşısında kitlelerin pozisyonunu ayarlamak, herhangi bir tepkiye kitle desteği sağlamak için yapılan müdahaleleri tanımlamak için de kullanıldığı görülür. Müdahalenin amacı, başta da belirtildiği gibi, odak olarak alınan bölgede neoliberal politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştıracak düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, bölgedeki insan faktörünün böyle bir siyasi hedefin gerçekleştirilmesi doğrultusunda yeniden konumlandırılmasıdır. Ve aslında emperyalizmin yeni dönemdeki pazar paylaşımında öne çıkan politikalarını sürdürürken kullandığı birçok yöntem ve araç arasında “barışçıl” olduğu iddia edilen bir tanesidir bu. Ve bu “barışçıl” yöntem, kitlelerin bir “toplumsal mühendislik” çalışmasıyla, uygun propaganda araçları ve söylem kullanılarak, istenildiği yönde harekete geçirilebileceğini öngörür.
Aslında 2. Paylaşım Savaşı döneminde Karl Popper tarafından ileri sürülen, ve sosyalist devrimlerin eleştirisi üzerine kurulu ve sözde alternatifi olarak ortaya atılan “toplumsal mühendislik” tezi, mevcut burjuva demokrasisinin de başlıca mottosunu oluşturur. Sosyalist ülkelerin diktötürlükle yönetildiğini, liberal demokrasinin ise “açık toplum”lar yarattığını, yaratması gerektiğini ileri süren Popper’in felsefi gerekçelerini oluşturduğu ‘toplumsal mühendislik’in günümüzde bu kez ısrarla ve altı kalınca çizilmiş olarak gündeme gelmesinin, dünyanın, keskinleşmiş çelişkilerin belirlediği yeni konjontürüyle doğrudan ilgisi vardır.
Bu konjonktür, ana hatlarıyla 80’li yıllarda belirir.
Bu yıllar, Thatcher-Kohl-Reagan üçlüsünün başını çektiği neoliberalizasyon döneminin başlangıcına işaret eder. “Soğuk Savaş” döneminin bitmek üzere olduğu; Sovyetler Birliği’nin on yılın sonundaki çözülüşüne doğru hızla yol aldığı yıllardır, 80’ler. Batı’da, gelişmiş kapitalist ülkelerde emekçi sınıfların örgütlü mücadeleleriyle kazandıkları hakların 70’lerdeki krizle birlikte artık burjuvaziye bir yük haline geldiği, emek örgütlerinin de, bunun kolaylıkla telaffuz edilebilmesine olanak sağlayacak biçimde zaafiyet göstermeye başladığı zamanlar…
İngiltere’de, 84’teki madenci grevini bastıran İngiltere’nin muhafazakâr Başbakanı Thatcher’ın “toplum yoktur, bireyler vardır” diyerek özetlediği “toplumsal mühendislik”in yeni paradigması, “refah toplumları”nın çözülmesinden, emekçilerin örgütlü inisiyatifinin dağıtılmasından, devletin emekçilerin sağlık, eğitim ve diğer kolektif tüketimleriyle ilgili rolünün iptal edilerek, bu alanların piyasaya açılmasından oluşuyordu. Bu, emekçilerin, bir süre sonra kazanılmış hakları ihlal edilirken buna karşı çıkarak ortak tutum geliştirebilecekleri bütün sınıf örgütleriyle bir savaşa girilmesi ve bu savaşın sonucunda da, toplumun, örgütsüz bireylerden oluşan bir kütle olarak tasarlanması anlamına geliyordu ve böyle de yapıldı. Tekellerin, el koyduğu artı değer oranını yükseltebilmek için, bölüşüm sistemindeki, emekçiler lehine, onlar tarafından kazanılmış uygulamalarla savaşmaya başlaması yeni bir durum değildir, ama 80’li yıllardan bu yana süren küresel serbest piyasa bahsi içinde özel bir karakter kazanmıştır; çünkü bu çatışma, bütün dünyanın yeniden paylaşımı ve olabildiğince engelsiz bir pazar haline getirilmesi sürecinde tayin edici bir eksen olmuştur.
Serbest piyasa ekonomisinin önündeki engellerin kaldırılması, uluslararası tekellerin mutlak hakimiyetinin gerçekleştirilmesi amacı, dünya burjuvazisinin, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve diğer ülkelerdeki örgütlü emekçilerin beklenir karşı koyuşları nedeniyle daha önce yapılamayanların bir an önce yapılması için statükonun değişmesi, insan topluluklarının şekillendirilmesi için harekete geçmesini gerektirmişti. Bu statüko değişikliği, öncelikle geçmiş sosyalizm deneyiminin alışkanlıklarını ve hassasiyetlerini taşıyan eski Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanındaki cumhuriyetleri, geçmişin halk demokrasili ülkelerini, ticari korumacılık konusunda esnemez ulus devletleri, İslami önceliklere göre yönetilen ülkeleri ve neoliberal emperyalist politikalara uyum sağlayamayan “üçüncü dünya ülkeleri”ni hedefledi.
Sözü edilen türde ülkelerin birbirinden farklı özelliklere sahip olması, emperyalist sömürgeciliğe karşı güçlü bir direniş geleneğine sahip, anti Amerikancılığın güçlü olduğu halkların varlığı, metropol ülkelerdeki emekçilerin kazanılmış hakları konusundaki hassasiyetleri ve bu ülke emekçilerinin hem kendi kayıplarına hem de dünyanın diğer ülkelerindeki emekçilerin yaşadıkları sorunlara kayıtsız veya tepkisiz kalmamaları yüzünden, bu değişim, kuşkusuz o kadar kolay olmayacaktır. Bu durumda, başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist kampın “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak için iki seçeneği vardır: Ya Irak’ta ve Afganistan’daki gibi kendisine direnecek bir devlet yönetimi ya da sosyal güçlerin olduğu yerlerde açıktan işgal ve şiddete başvuracak veya dönüşümü, zaten çözülmüş eski toplumsal ilişkilerin yeni bir forma girmeyi beklediği, siyasal olarak istikrarsız eski Sovyet coğrafyasında olduğu gibi kolaylıkla, “barışçıl” bir biçimde gerçekleştirmeyi deneyecektir. “Renkli devrimler”, bu ikinci seçenek içinde yer alır.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra bölgedeki nüfuzunu giderek kaybeden, ekonomik ve siyasi bakımdan ciddi bir sarsıntı yaşayan, üstüne üstlük 1990’lara doğru ciddi bir kriz atlatan, buna rağmen eski Sovyet coğrafyasındaki hegemonik iddialarını sürdürmekte direnen Rusya’nın burnunun dibinde gerçekleştirilen “renkli devrimler” kategorisindeki ABD patentli “mühendislik” çalışmaları, doğrudan doğruya, asıl olarak işte bu pazar genişletme, tekelci sermaye birikimi ve dolaşımını hızlandırma ve serbest piyasa ekonomisini yaygınlaştırma amacıyla ilgilidir.
Avrupa’nın doğu sınırından, yani Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Rusya’yı çevreleyerek devam eden ve oradan Uzakdoğu’ya uzanan hatta ve Ortadoğu coğrafyasında uluslararası sermayenin hegemonik üstünlük kurma çabası, bir yandan, örneğin 90’lı yılların başında eski Yugoslavya’nın şiddet yoluyla parçalanarak birkaç parçaya bölünmesi, Irak-Afganistan işgali ve İran, Suriye, Kuzey Kore üzerindeki diplomatik baskı, tehdit ve yaptırımlar biçiminde ortaya çıkarken; diğer yandan da “renkli devrimler” ile desteklenmiştir.
Ortadoğu’daki ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinin bulunduğu coğrafyada, başta enerji olmak üzere, bölgedeki hammadde kaynaklarının ve enerji ulaşım yollarının kontrolünün sağlanması, hem Batı’da hem de Doğu’daki işgücü maliyetinin düşürülerek, dünya emekçilerinin daha fazla sömürülmesi için kullanılan yöntemler, bölgelere ve bölgedeki sınıf mücadelelerinin seyrine ve halkın politik konumlanışına göre farklı olsa da, müdahalelerin yöneldiği hedef aynıdır.
ABD’nin, “haydut devletler” kategorisinde sınıflandırdığı ülkelerde şiddete ve yaptırımlara başvurarak yapmak istediği ile, “renkli devrimler”le gerçekleştirilmek istenen, son tahlilde aynıdır. Sadece, sermayenin engelsiz ve koşulsuz yeniden üretimine ve dolaşımına olanak sağlayabilmek ve küresel düzeyde ekonomik ve siyasi liberalizasyonu gerçekleştirme hedefine ulaşabilmek için dünyanın bazı bölgelerinin kan gölüne çevrilmesiyle, bazı bölgelerin “renkli devrimler” vasıtasıyla yeniden yapılandırılması arasında yöntemsel bir fark vardır.
Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra, Irak ve Afganistan işgalinin de araya sıkıştırıldığı aradan geçen 15 yıllık sürede işgal ve savaş biçiminde ortaya çıkan müdahalelerin sonuçları, “renkli devrimler”in sonrasısıyla karşılaştırıldığında, bu, daha iyi anlaşılır. İç savaşı takiben, emperyalist güçler tarafından bölgeye gönderilen NATO Barış Gücü’nün gözetiminde eski Yugoslavya topraklarının parçalanmasıyla ortaya çıkan Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan ülkelerinde, bugün, ekonomik liberalizasyon süreci önemli ölçüde tamamlanmış görülüyor. Kamuya bağlı üretim ve hizmet birimlerinin özelleştirilmesi, sosyal güvencesizleştirme, temel sosyal hizmetlerin paralı hale getirilmesi, hammadde kaynaklarının tekellere hibe edilmesi, şimdi her biri “bağımsız” küçük kapitalist devletler halinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan ülkelerin geçmek zorunda bırakıldığı aşamalar arasında yer alır. Aynı süreç, öteki Doğu Avrupa ülkelerinde de yaşanmış; Polonya, Doğu Almanya (Batı Almanya ile birleşerek) Çekoslovakya da (Çek ve Slovak cumhuriyetlerine bölünerek) kapitalist sisteme tam entegrasyonunu gerçekleştirmiş; bunların bazıları AB’ye üye kabul edilerek, “ödüllendirilmiş” ya da tam denetim altına alınmıştır. Daha önce uzun süre barış içinde yaşayan, birbirinden farklı milliyet, din ve mezheplere bağlı halkların arasında kolektif yaşam anlayışındaki aşınmayı kolaylaştıran şoven-milliyetçi duyguların kışkırtılması, emekçilerin birlikte yaşaması ve davranmasının olanaklarını ortadan kaldırdığı gibi, zaten çözülmüş olan sosyal ilişkiler, kapitalist politikacılar tarafından kolaylıkla yönlendirilebilmiş; böylece bölgedeki insan faktörü de yeniden şekillendirilebilmiştir.
Irak’ta işgal sonrası gerçekleştirilen iktisadi dönüşüm de, eski Doğu Avrupa’daki tabloyla özünde benzerlikler içerir. Irak petrollerinin uluslararası tekellerin denetimine bırakılması, ülkenin mevcut kaynaklarının tekellerce özelleştirilerek yağmalanması, kamu kurum ve kuruluşlarının işgal kuvvetlerinin gözetimine bırakılması ve bunlara bağlı olarak işsizlik, yıkım ve yoksulluğun yoğunlaşması, hâlâ işgal koşulları altında yaşayan bir halkın kendi kaderi üzerindeki kontrolünü çoktan yitirmiş olması vb., zora dayalı bir liberalizasyonun sonucu olarak karşımıza çıkar. Irak, zaten hem böyle bir liberalizasyonun Irak’ın da dahil olduğu bölgede şartlarının yaratılması, hem de Ortadoğu’nun kontrol altında tutulmasında bu ülkenin çıkardığı zorlukların bertaraf edilmesi amacıyla işgal edilmiştir.
“Renkli devrimlere” zemin oluşturan ülkelerde de, “devrimler” sonrası durumun çok farklı olmadığı görülür. “Yumuşak güç” (soft Power) uygulanarak, “demokratik” yollarla yapılan iktidar değişikliklerinin ardından, ABD’nin, Rusya hinterlandındaki ve Ortadoğu’yu çevreleyen kuşakta kontrolü artmış, bu ülkelerdeki askeri varlığı güçlenmiş, bölge ülkelerindeki petrol ve doğal gaz hatlarının denetimi az çok ele geçirilmiş; kamu kurumlarının özelleştirilmesi ve liberalizasyonunda uzun bir yol kat edilmiş ve sosyal politikaların tasfiyesinde istenilen hedefe önemli ölçüde ulaşılmıştır.
Bu, bir çırpıda söylenebilen kapitalist dönüşümün unsurlarının tek tek ve topluca bu ülkelerde yaşayan halklara maliyeti ise, kuşkusuz hesaplanamaz boyuttadır. Sermayenin küreselleşme döneminin başlıca yönelimi, emek gücünün maliyetini, rekabet şartlarını sertleştirerek en aza indirmek olduğundan, bugün bu ülkelerin işsizlikle ve düşük ücretle terbiye edilen emekçileri, konuttan sağlığa, eğitimden sosyal hizmetlere, ulaşımdan mezarda emeklilik uygulamasına kadar ciddi yoksunluklar içinde yaşamakta ve liberalizasyonun bütün yükünü üstlenmektedirler.
Gürcistan’da Saakaşvili’nin iktidara gelişinin ardından geçen yedi yılda, ülkedeki ekonomik büyüme iddia edilenin altında kalmış, Şevardnadze döneminin yolsuzluklarına, rüşvete ve bürokrasiye karşı tepkilerini arkasına alarak iktidara gelen Saakaşvili, uluslararası tekeller için esnettiği bürokratik prosedürü, Gürcistan halkının gereksinimleri söz konusu olduğunda olduğu gibi korumuş; bürokrasideki rüşvet ve yoksulluk, önceki dönemle kıyaslanabilecek bir biçimde artmıştır. Kırgızistan’da bir “renkli devrim”le işbaşına gelen ve halk ayaklanmasıyla iktidardan düşen Bakiyev’in hükümeti zamanında 6-7 dolar asgari ücretle çalışmak zorunda bırakılan, Başbakan’ın yakınlarına ve aile efradına hibe ederek özelleştirdiği kamu kurumlarının hizmetlerine yapılan olağanüstü zamlarla baş etmeye çalışan Kırgız emekçisinin, rüşvet, adam kayırma, dolandırıcılık, bürokrasi propagandalarıyla hükümete talip olmaya yeltenecek başka bir “aday”a güvenebilmesi için köprülerin altından çok suların akması gerekir. “Renkli devrimler”in yapıldığı ülkelerde yaşayan emekçileri ceplerindeki son kuruşa kadar soyan hükümetlerin ikisinin, son birkaç ayda halkın tepkisiyle arka arkaya düşmesi, bu yüzden hiç rastlantı olarak görülemez. Ukrayna ve Kırgızistan’da bu yıl ortaya çıkan olaylar, “renkli devrim” cephesini, bu yüzden önemli ölçüde çökertmiştir.
Ancak,“renkli devrim” yaşamış iki ülkede işlerin tersine dönmesi, bu devrimler sırasında ileri sürülen temel propaganda konularının da bir daha kullanılamaz hale geldiğini göstermez. Uluslararası tekelci sermayeye bağlı propaganda odaklarının seçim öncesinde ve sonrasında ileri sürdüğü tezler, aslında gerici burjuva liberalizminin öteden beri ileri sürdüğü tezlerin güncellenmesinden ibarettir. Aşağıdaki bölümde, kısaca bu propagandanın içeriğine ve “renkli devrimler”in esin kaynaklarına değinilecektir.
“RENKLİ DEVRİMLER”İN POLİTİK VE İDEOLOJİK İÇERİĞİ YA DA SOROS ADINDA BİR LİBERAL SPEKÜLATÖR
“Renkli devrimler”, bu devrimlere ön ayak olan odaklar tarafından kontrol edilen medyada, devrimlerin gerçekleştikleri ülkelere demokrasi, huzur ve refah getirecekleri/getirdikleri söylenerek propaganda edilmiş, bir rejimin, bir sistemin kansız ve barışçıl yollarla değiştirilebilirliğinin kanıtı olarak gösterilmişti. Bir yandan halk devrimlerinin içerdiği var sayılan şiddetin ve ideolojik kapsamın eleştirisi, diğer yandan da ABD üstünlüğü hayalinin sadece ve ancak şiddet ve işgal yoluyla gerçekleştirilebileceği üzerine inşa edilmiş Bush döneminin yeni muhafazakâr doktrinine karşı, daha “insancıl” bir seçenek olduğu iddia ediliyordu. Böyle iddia edilmesi, “renkli devrimler”in, ABD’nin yayılmacı politikalarından özerk ve bağımsız bir süreç izlediği ve bu devrimleri savunanların da, ABD’nin gölgesinin dışında ve onun genel yönelimlerine muhalif durduğu yanılsamasını üretmeye zemin hazırladı.
Hatta giderek, tek bir kişinin yeteneğinin ve gücünün dünyayı kurtarmayı başarabileceğini iddia eden Hollywood filmlerinin verdiği kültürel mesajlara teşne olanlar için, bu “devrimler”, Soros denen, “iyiliksever”, “demokrat”, borsadan kazandığı parayı modern bir Robin Hood gibi, yoksul ülkeler demokrasiye kavuşsun diye harcamaktan sakınmayan bir adamın, halkı peşine takarak, ABD’ye ve diğer tiranlıklara tek başına kafa tutmasının bir sonucu olarak da görülebildi.
Ailesi, Nazizm döneminde, Macaristan’dan ABD’ye göç etmiş olan Soros, “renkli devrimler”deki rolünü hiçbir zaman inkâr etmedi. Her ülkede kurduğu vakıflar aracılığıyla toplumsal ilişkileri ve siyasal yönelimleri etkilemeye çalıştığını, her zaman söyledi; kazandığı dolarların büyük bir kısmını “hayırseverlik” işlerine yatırdığını, kapitalizmi terbiye etmek için çok çaba harcadığını ikrar ederken, “renkli devrimler”in arkasında birer Rambo’nun var olduğunu düşünmeye yatkın olanları haklı çıkaracak beyanlarda bulunmaktan imtina etmedi.
Peki, gerçekten Soros, özellikle son on yılda kanlı işgal ve savaş politikalarıyla dünya halklarının nefretini üstüne çeken ABD’nin yayılmacı politikalarını samimiyetle eleştiren, anti demokratik rejimlerce yönetilen ülkelerdeki halklara kol kanat geren bir modern zaman mesihi midir? Ve onun yöntemlerinin, sermayenin dokunduğu her yeri halklar açısından çöle dönüştüren etkilerini giderme yeteneği mi vardır, yoksa o, bizzat kendisi de spekülatör bir tekelci burjuva olarak, küresel sermaye gericiliğinin yumruğunun sadece “kadife” bir eldiven içinde gizlenmesini kolaylaştıran sahtekâr bir hatip midir?
ABD’nin günümüzdeki politik ve iktisadi hedefleri doğrultusunda gerçekleştirilen “renkli devrimler”in, hayırsever, zengin bir burjuva liberalin bireysel bir tercihi ve eylemiymiş gibi sunulması, kuşkusuz bu devrimlerin arkasındaki gücü ve onları ortaya çıkaran mekanizmanın işleyişini gözden gizlemeye, “devrimler” sırasında kendi hoşnutsuzlukları için sokağa dökülmüş, üzerlerindeki “toplumsal mühendislik” çalışmasından bihaber kitlelerin inisiyatifinin kendiliğindenliğinin ABD damgasıyla lekelenmesini önlemeye yönelik bir niyet vardır. “Devrimci mesih”in (Soros’un) bir Amerikan borsacısı olması bu niyetle çelişmez, hatta kendi ülkesine kafa tutan biri olarak, onun varlığına bir anlam katacağı da düşünülür.
Soros, “renkli devrimler”in ve bu “devrimler” aracılığıyla kurulacağını iddia ettiği “Açık Toplum”un teorisini yapmış ve yazdığı kitaplarda, kendi ülkelerindeki gidişattan hoşnutsuz emekçiler üzerinde, kurduğu vakıflar aracılığıyla nasıl bir “toplumsal mühendislik” çalışmasını örgtleyip yönlendirdiğini açık açık anlatmıştır. Çoğunu Popper’den alıp güncelleştirdiği kavramlar eşliğinde kurduğu teori, “renkli devrimler”in çıkış noktasını oluşturur.
Soros, “Açık Toplum – Küresel Kapitalizmde Reform” başlıklı kitabında, “Mevcut durumun ayırt edici özelliği ‘rejim’ olarak tanımlanamamasıdır” diye yazar ve ekler: “Küresel mali sisteme uygun bir politik sistem yoktur; ayrıca küresel politik sistemin uygulanabilir veya arzu edilir olduğuna dair bir görüş birliği de yoktur.” (Soros, Açık Toplum, sf. 273)
“Renkli devrimler”in kalkış noktasını özetleyen bir ifadedir bu. Küresel mali sisteme uygun; uluslararası sermayenin tüm ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak, hedeflerine engel çıkarmadan ulaşmasını kolaylaştıracak, bütün dünyada tektipleşmiş, emperyalizm tarafından doğrudan kontrol edilebilen bir politik rejimin henüz oluşturulamamış olmasından yakınırken, haklıdır da. Dünya halkları ABD işgallerine sessizce boyun eğmezken, emperyalist politikalara karşı her yerde protesto gösterileri yükselirken, ve hâlâ “iki kutuplu dünya”nın “kalıntıları” ve alışkanlıkları sürüyorken, dünyanın, çıkarları birbirine karşıt sınıflara bölünmüşlüğü ve sınıf mücadeleleri devam ediyorken, Soros’un hayal ettiği gibi bir rejimin kurulması da olanaksızdır.
Soros’un eyleminin itici gücünü, işte bu karşı çıkışların “toplumsal mühendislik” çalışması yoluyla etkisizleştirilmesi, ABD politikalarına kanalize edilmesi ve dünya emekçilerinin bu politikalara rızasının kazanılması oluşturur. Çünkü mali sermayenin muhayyel sınırsız egemenliğinin sonuçlarına katlanacak olan dünya emekçilerinin, politik hedefler konusunda ikna olması, hatta bu egemenliğe gösterdikleri rıza karşılığında az çok ödüllendirilmeleri önemlidir, Soros için. Nitekim, serbest piyasanın hiçbir kısıtlamaya maruz kalmamasını savunarak, Bush dönemi yöneticilerini, sermayenin dolaşımı sırasında ortaya çıkan engelleri insan faktörünü hesaba katmadan, rıza mekanizmalarını işletmeden şiddetle ortadan kaldırmayı tercih ettikleri için eleştirir:
“Bush yönetiminin üstünlükçü ideolojisi açık toplum ilkeleriyle çelişki halindedir; çünkü son doğruya sahip olduğunu iddia etmektedir. Diğerlerinden daha güçlü olduğumuzdan dolayı, daha iyisini bilmemiz ve haklı olmak zorunda olmamız gerektiğini varsayar. Bu noktada köktendincilik ile Amerikan üstünlüğü ideolojisini biçimlendirmeye çalışan piyasa tutuculuğu ile bir araya gelir.” (Soros, Amerikan Üstünlüğü Hayali, sf. 27)
Aslında Soros’un ABD’nin üstünlüğü konusunda bir şüphesi yoktur. Bu üstünlüğün bütün dünyada benimsenebilmesi için uygulanacak yöntemler bakımından, neo-muhafazakârlardan ayrılır sadece. Irak işgalini, askeri müdahaleleri eleştirir. Ama bu, ABD’nin askeri müdahalelerine, “gerekiyorsa” karşı çıktığı anlamına gelmez. Amerikan Üstünlüğü Hayali kitabında, askeri müdahale gerekçelerini sıralar, ki hiç de az sayıda maddede toplanmaz bunlar. Bir yerde der ki: “Askeri müdahale, ancak krizin önlenmesi veya barışçı yollarla çözülmesi için askeri olmayan her seçeneğin incelenip, askeri eylem dışında hiçbir önlemin başarılı olmayacağına dair mantıklı sebepler olduğu durumlarda kabul edilebilir.” (Amerikan Üstünlüğü Hayali, sf. 118)
Soros, askeri müdahalelere sıra gelinceye kadar, diplomatik yolların, propaganda yöntemlerinin kullanılmasını, müdahale konusu ülkenin ve dünya emekçilerinin ikna edilmesi bakımından önemser. Çünkü bunlar, ABD’nin küresel hegemonyası için kullandığı argümanları ve yöntemleri meşrulaştırmaya hizmet edecektir. ABD politikacılarının, “kimin kazandığını değil, hangi hikâyenin kazandığını” öncelik olarak görmesinden yanadır. Ne de olsa, askeri müdaheleler için “mantıklı sebepler”i formülleştirecek olanlar da onlardır ve ABD, bu imkânı elinin altında bulundurma hakkına sahip olduğu için de, “bütün yollar” denendikten sonra, sıranın askeri müdaheleye gelmesinde bir sakınca olmayacaktır!
Böylece, Soros ve ekibi, küresel bir merkez olarak tanımladıkları ABD’nin çıkarlarının, bütün dünyanın çıkarları haline gelmesini umdukları bir öykülendirme sürecinin, rıza kazandırıcı aktörleri olmaya soyunmuşlardır. Öykünün içine, Birleşmiş Milletler, ülkelerdeki bazı siyasi kurumlar ve kişiler, entelektüeller, sivil toplum örgütleri (Soros’un kurup destekledikleri) ve mali sermayenin temsilcileri de “demokratik birer figür olarak” dahil olur. Soros, herkesin, ABD patentli bir hikâyenin kendi hikâyesi olduğuna inanmadan, ABD’nin gücü ve etkisinin dünyada kabul görmeyeceğinde ısrarlıdır. Ve bu “hikaye”ye o kadar güvenir ki, belagatle, devletlerle ve hakla dostane ilişkiler kurarak, masa başında söylenmiş güzel sözlerle, “kazan-kazan”cı yaklaşımlarla, ABD’nin yayılmacı politikalarına kimsenin itiraz edemeyeceğine inanır.
Onun “açık toplum”cu “demokratik” cephesi, felsefesine uygun bir örgütlenmedir. Sömürücülerle sömürülenler, ezenlerle ezilenler, işveren örgütleriyle örgütsüzleştirilmiş emekçiler için kurulmuş sivil toplum örgütleri, Dünya Bankası’yla onun para politikaları yüzünden yoksullaşmış haklar, bir arada, bu cephede yer alacaktır. İki sınıf arasındaki çatışmanın önlenmesini, yumuşatılmasını ve bu yolla emekçilerin burjuvazi tarafından daha rahat manipüle edilmesini kolaylaştıran bu örgütlenme anlayışıyla, “renkli devrimler”in mimarı Soros, çelişkinin asıl niteliğini gizlemiş; sınıflar arasındaki çelişkiyi, ABD’nin beğenmediği hükümetlerle çelişkiye indirgemiş olacaktır.
Aslında temel öykünün, örneğin ABD’deki en gerici, en muhafazakâr stratej ve taktisyenlerden olan Brzezinski’nin anlattığı öyküden temelde pek bir farkı yoktur. Brzezinski, ABD’ye karşı dünya halklarının nefretini mutlak kabul ederek, ülkenin çok sayıda düşmana sahip olduğunu düşünür ve bunun için Amerikan askeri gücünün caydırıcılığı ve şiddetinin vazgeçilmez olduğunu yazarken; Soros, nefretin, işbirliğiyle sonuçlanabilecek bir duygu durumuna, ikna ile dönüştürülebileceği fikrindedir.
Brzezinski şöyle yazar: “Amerika giderek etkileşimli ve birbirine bağımlı hale gelen bir dünyada çıkarlarını korurken güvensizlik ortamına ne kadar tahammül edebilir? Amerika için artık bir tercih yoktur: sosyal olarak onaylamasa bile, güvensizliği siyasi olarak idare edebilir olmalıdır. Amerika, dünyayı dönüştüren toplumdur; hatta egemenliğe dayalı uluslararası siyasette karşı yıkıcı etkisi bile devrimseldir… Kendi güvenliğinin tek yanlı koruyucusudur. ABD kongresi ABD askeri gücünün konuşlandığı üç önemli yabancı bölgeden aniden geri çekilme emri verse ne olurdu? ABD’nin bu şekilde geri çekilmesi, kuşkusuz dünyayı neredeyse anında siyasi olarak kaotik bir krize sokardı…” ( Tercih, sf. 32)
Soros, pervasızca peşinden koşulan Amerikan üstünlüğünün, şiddet yoluyla kurulmaya çalışılan hegemonyanın, yeni düşmanlar yaratmasından ve ABD ile dünyanın geri kalanını tehlikeye atmasından yakınır. Bunun için de, “Başkan Bush’u reddetmemiz gerekir” diye konuşur ve ABD’nin ittifaklarını güçlendirmesinin, dünya devletlerinin ve halkların (seçmenlerin) ikna edilmesinin, ABD ve dünya güvenliği için şart olduğunu yazar.
Peki, nasıl bir hat izlenmelidir bunun için? Soros, ABD’nin muhafazakâr politikacılarının düşündüğü gibi topyekûn bir düşman tanımının doğru olmadığını, “haydut devletler” diye nitelendirilen ve muhtemel bir askeri müdahalenin konusu olarak görülen ülkelerin farklı dinamikleri olduğunu iddia eder ve her birine özel bir yaklaşım gerektiğini savunur. Soros’un asıl yönelimi, o dinamiklerin açığa çıkarılması ve manüpile edilmesinden yanadır. Bunun için de, ilk kez 1984’te Macaristan’da kurduğu vakıf gibi, dünyanın birçok “müdahale edilmesi gereken” bölgesinde de vakıflar kurar. Bu vakıflar aracılığıyla, hem bir “sivil toplum” oluşturmak derdindedir, hem de üniversitelerdeki sosyal araştırma konularını belirleyerek, yönlendirme. “Renkli devrimler”in yapıldığı ülkelerde kurduğu gençlik örgütlenmelerinde, lider vasfında olanları eğitir. Birçok ülkede medyalar oluşturur; gazeteler ve televizyonlar kurar. Entelektüelleri, vakıfları aracılığıyla fonlayarak, onları gerici liberal fikirlerin yayıcısı, fikir militanları haline dönüştürmeye çalışır ve böylece, “renkli devrimler” için gerek duyduğu fikri hegemonik ortamın yaratılmasına ve insan gücünün ve ruhunun şekillendirilmesine çalışır. Ama sadece o değil, “meşru kapitalizm”in kurumlaşabilmesi için devlet yöneticilerine, yatırımcılara da parasal kaynak sunar.
Soros şöyle ifadeler kullanır:
“Sovyet sisteminin dağılmasında aktif olarak görev aldım…” (Açık Toplum, sf. 101)
“Prematüre bir başlangıçtan sonra komünist yönetim altındaki ülkelere yoğunlaştım; özellikle anavatanım olan Macaristan’a. Macaristan’daki vakfım, 1985’te Macaristan Bilim Akademisi ile bir ortak girişim olarak kurulmuştu ve sivil toplumun destekçisi olarak faaliyet gösteriyordu…” (Age, sf. 108)
“Uluslararası Bilim Vakfını 100 milyon dolarla kurdum. İlk işimiz Rusya’nın en iyi 400 bilim adamına, Rusya’da kalmalarını teşvik ederek, bilimsel çalışmalarına devam edecekleri umuduyla 500’er dolar dağıtmaktı…” (Age, sf. 219)
“Eğer Rusya haydut kapitalizmden meşru kapitalizme geçiş yapmazsa bütün hayırseverliğim boşuna olacaktı…” (Age, sf. 222)
“Açık toplumu destekleyecek mali araçlara sahiptim. Birkaç yıl zarfında vakıflarımın büyüklüğünü yüze katladım; yıllık olarak 3 milyon dolardan 300 milyon dolara…” (Age, sf. 108)
“Dünyadaki en büyük NGO’lar ağının kurucusuyum… NGO’ların liderleri, kendilerini, işletme yöneticilerinin kârlara adadığından daha fazla amaçlarına adarlar…” (Age, sf. 156)
“Ukrayna daha bağımsız olmadan biz vakfımızı kurmuştuk. Bağımsızlığını ilan edince, danışmanlar sağlayarak yardımcı olduk. Korkarım, Kırgızistan örneğinde devrim, olması gerekenden erken geldi. Çünkü henüz kurumlar çok zayıf. O yüzden Ukrayna, Kırgızistan gibi yerlerde demokratik rejimlerin başarılı olamayacağından endişeliyim. Bence demokratik devrim sadece bir başlangıçtır, sonuç değil. Bu değişim sürecinin sonuca ulaşması için Batı daha aktif rol almalı. Bu konuda baskı yapıyorum.” (Milliyet’teki röportajından.)
Buna benzer pek çok ifade, Soros’un, tek tek ülkelere yaptığı müdahaleleri ve kapitalizmin yeni çağında, onu nasıl reforme ettiğini, kurduğu paradigmayı anlattığı kitaplarında yer alır.
Ustası Karl Popper’in, tarihsel materyalizmi kadercilik ve kehanet ile eleştirerek ürettiği “parça parça toplumsal mühendislik” kuramı, Soros’un tezlerinin ve pratiğinin, çalışmalarının, ideolojik-kuramsal temelini oluşturmuştur. Popper, Marksizmi açıkça vulgarize ettiği Açık Toplum teorisinde, Marx’ın tarihin düz bir çizgi olarak ilerlediğini söylediğini ve bütün toplumların bu düz çizginin sonunda, bir devrimle sosyalizme ulaşacağı kehanetinde bulunduğunu iddia eder. Bir liberal olarak Soros da, tıpkı hocası gibi, buradan hareket etmiştir. Marx’ın yöntemiyle, toplumların analizinden ancak bir “kehanet” çıkacağı iddiasını, “toplumsal mühendislik” çalışması önererek tamamlar.
Halbuki Marx, Popper’in kabalaştırdığı biçimde, toplumların eninde sonunda, kendiliğinden, belirli bir şemayı izleyerek evrimleşeceğini, hiçbir yapıtında ileri sürmemiştir. O, kapitalizmin analizini yaparken, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin çatışmasının kaçınılmaz olarak bir proleter devrime yol açacağını söylemiş, ama bunun, kendiliğinden gelişen bir evrim olmadığını yazmıştır. Marx’ın kuramının, kapitalizmin –işçi sınfının devrimci mücadelesini gereksinmeden– zorunlu olarak sosyalizme evrileceği tezini içerdiği, daha çok liberal politikacıların yorumudur ve Marx’ı böyle yorumlamakla onun tezini tahrif ederler. Marx, tarihi yapanın sınıf mücadeleleri olduğunu söylerken, kapitalizmden sosyalizme geçişin ancak tarihsel öznenin inisiyatifiyle olabileceğine dikkat çeker. Yani sosyalizm, artık insanlığın gelişiminin önünde engel olan kapitalizmin arkaikleşmiş ilişkilerinden kurtulmak isteyen işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin sonunda kurulacaktır. Böyle bir mücadele, üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyeti yıkmayı ve kapitalist iktidarın yerine işçi sınıfı iktidarını kurmayı amaçlayan mücadele sürdürülmüyorsa, kapitalizmin sosyalizme kendiliğinden dönüşümü söz konusu bile değildir. Marx, kapitalizmi zorunlu olarak sosyalizmin izleyeceğini söylerken, daha Komünist Manifesto’dan itibaren analiz ettiği bir gerçekliğe dayanır; kapitalizmin işçi sınıfını, yani kendi mezar kazıcılarını da yarattığı gerçeğine ve işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin “zorunlu” ve “kaçınılmaz” olacağına.
Popper’in, toplumsal olayların yönünün kestirilemez olduğu teziyse, eğer bir toplum analizine sahip değilseniz geçerli olabilir. Çıkarları birbiriyle uzlaşmaz sınıflara bölünmüş, çelişkili bir toplumda, bu sınıflar arasındaki mücadelenin bir biçimde sonuçlanmak zorunda olduğunu göremezseniz; teorinin tutarlılığının, kullanılan kavramların kendi aralarındaki tutarlılıktan ibaret olduğunu sanır, teorinin gerçekliğe uygunluğunu önemsemezseniz, keyfi olarak vaz geçtiğiniz faktörler yüzünden, kapitalizmden sosyalizme geçiş fikri de, üzerinde durduğunuz kavramsal düzeyden, olanaksızlık olarak görünür. Popper, sınıf mücadelesi gerçeğini keyfi olarak ihmal etmiştir. Çünkü ona göre, sınıf mücadelesi, toplumdaki çok çeşitli mücadelelerden biridir ve diğerleri gibi, o da, ancak bir “teklif”tir.
Sınıf mücadelesini hesaba katmayan bir tarih ve gelişme kuramcısının elinde, böylece, kendi kendine sosyalizme evrilmediğini keşfettiği, sonsuza kadar sürecek bir kapitalizm fikri kalır. Popper’in elinde de, isteyerek bu kalmıştır. Fakat aptal olmadığı için, kapitalizmin, ne kadar berbat, zalim ve demokrasiyle uyuşmayan bir sistem olduğunun farkındadır. “Açık Toplum” tezini de, bunun için geliştirir. Sermaye düzeniyle demokrasi arasında “zoraki” bir ilişki kurulabileceğini ve bunun için uğraşılması gerektiğini iddia eder. Tarihsel gelişimin analizinden, gelişimin temel yasalarını saptayacak bir soyutlama yapılarak, gidişata müdahale etmek mümkün değildir, ona göre –bu, “kadercilik” ve/veya “kehanet” olur–; ama, kapitalist kurumlar planlanabilir, kurumların yönelimleri değiştirilebilir.
Şöyle yazar: “…Hiç de iç açıcı bir dünyanın sürüp gideceği ihtimalini düşünerek vakit kaybetmememiz gerektiği görüşüne tamamen katılıyorum. Ne var ki, bundan başka tek imkân, daha iyi bir dünyanın geleceği kehaneti ile oyalanmak ve onun doğumuna propaganda ve başka akıl dışı yollarla, hatta zora baş vurarak yardımcı olmak değildir. Bir imkân da, içinde yaşadığımız dünyanın hemen düzeltilmesi için bir teknolojinin, bir bölük pörçük mühendislik yönteminin geliştirilmesi olabilir.” (Açık Toplum ve Düşmanları, 2. Cilt, sf. 130)
Popper, Marx’ın üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkiyi çözecek gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu tespitini eksenine yerleştirdiği teorisini, onun söylediklerini hiç anlamayarak, tarihin gidişatında kendiliğinden bir erek gören kimi pozitivist teologların tezleriyle aynı kefeye koymuştur, ve sözde Marx’ın da beyan ettiği o son erek için verilen mücadeleyi, harcanan çabaları küçümsemek için, onu, “tarihsici” olmakla suçlamıştır. Üstelik kitabını yazdığı yıllar, Sovyetler Birliği’nde bir işçi devriminin mümkün olduğunun kanıtlandığı ve bu devrimin kendi kurumlarını ve devletini yarattığı yıllardır.
Esasen her ikisi de; Popper ve Soros da, kapitalist sınıfların mülksüzleştirildiği sosyalizmden nefret ederler. Sosyalizmin mümkün olup olmadığı, tarihsel gelişimin öngörülüp öngörülemeyeceği tartışmasını da, zaten, burjuva liberallerin sosyalizme karşı duydukları hoşnutsuzluğun teorik, tarihsel ve felsefi gerekçelerini hazırlamak ve Marksizmin yerine, sözde ona alternatif bir eylem teorisi oluşturmak için yapmışlardır. Bu eylem teorisi, özel mülkiyet sisteminin, kabul ettikleri kusurlarını gidermek için sunulan bir yol haritasıdır bir bakıma.
Soros “demokrasinin kapitalizmle bir bağı yoktur” diye yazar ve asıl belirleyici olanın, kapitalizmin kendiliğinden ve “zorunlu” olarak içermediği “demokrasiyi kurmak ve yaşatmak için” yapılacak “parça parça mühendislik” olduğuna inanır. Ve böylelikle de, “ahlaki kaygıları olmayan bir piyasa”nın tahrip edici etkilerinin dengelenmesinde, piyasaya dışardan eklemlenmiş bir “demokrasi”den faydalanılacaktır.
Popper ve Soros’un “demokrasisi”, emekçilerin, kapitalist toplumda kendi yazgıları üzerinde denetim sahibi olmalarının imkânını sağlayan örgütlü gücüne dayanmaz. Daha ziyade Platon’cu bir yaklaşımla, siyasi elitler tarafından düşünülüp tasarlanan ve halka “uygun” görülen bir “demokrasi”dir bu. Sermaye sahibi sınıfın sömürücü faaliyetlerinin emekçilerde tepki yaratacak tahripkar etkilerini frenlemeye ve ahlaki kaygısı olmayan sermayeyi, piyasayı ahlaki normlarla sınırlamak suretiyle kontrol etmek üzerine kuruludur. Üretim araçlarının bireysel mülkiyetini esas alan, bölüşüm sistemindeki küçük ayarlamalarla “dezavantajlı kesimlere” pay vererek, bu mülkiyetin sonsuza kadar sürmesini gözeten böyle bir “demokrasi”, bugün “renkli devrimler”in projelendirildiği, sözde Açık Toplum’ların kurulduğu eski Sovyet ülkelerinde geçmişte yaşanan ve burjuva liberalin “totaliter” bulduğu sosyalist demokrasiden kilometrelerce uzakta durur.
Aslında kapitalizmin demokrasiyle zorunlu bir ilişki içinde olmadığını söylerken, hem Soros, hem de Popper haksız değildir. Kapitalist iktisadi ilişkilerin demokratik bir politik biçim içinde sürdürülebilmesinin koşulu, şimdiye dek, kapitalist ülkelerde süren sınıf mücadeleleri ve buna bağlı olarak, sömürülen, “alt” sınıfların kazanımlar elde etmeleri olmuştur. Mülkiyetin özel ellerde toplandığı bir sistemde, emekçi sınıfların sosyal yaşamlarında bir parça refah sağlanması, burjuva liberallerin ısrarla altını çizdikleri bireysel özgürlüklerin işleyebilmesi, burjuvazinin saldırgan politikalarının geriletilmesi ve temel hakların benimsenmesinin teminatı, örgütlü emekçilerin mücadelesinin belirli bir başarıyla ilerlemesidir. Üst sınıfların karşısında emekçi sınıfların örgütlü mevzilenişi olmadığı ya da zayıfladığı sürece, bu demokratik hak ve özgürlüklerin esamesi bile okunmayacaktır. Nitekim, 80’li yıllardan bu yana başlayan neoliberal dönüşüm sürecinde, emekçilerin sosyal haklarında yapılan kesintiler, örgütlü yapılarına yönelik saldırılar ve sendikal örgütlenmenin imkansızlaştırılması için ortaya atılan esnek çalışma, taşeronlaştırma, işgücünün hiyerarşik statülendirilmesi, yanı sıra tehdit ve şantaj gibi uygulamalarla birlikte, Batı’daki liberal demokrasinin ne kadar gerilediği, burjuvazinin eline kaldığında ne denli güdük olduğu ve burjuvazinin demokrasi dinamiği olduğu zamanların çok eskilerde kaldığı da görülmüştür. Doğrudur; burjuvazi artık demokrasi ile ilişkili değildir. Bir zamanların, işçi sınıfından duyduğu korkuyla ve bir proleter devrimi ihtimaline karşı aristokrasi ile uzlaşma eğilimi göstermesinden gelen gericileşmesi bir yana bırakılırsa, aristokrasi ve feodalizmle çatıştığı ölçüde hâlâ tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynayan, bu arada siyasal demokrasi isteyen ve gerçekleşmesi kendisini de güçlendiren serbest rekabetçi burjuvazisinden eser kalmamıştır. Bu nitelikli küçük ve orta burjuvazi artık ara sınıf durumundadır ve iktidar dizginlerini sım sıkı eline geçirip oligarşik egemenliğini küçük burjuvazi dahil tüm ezilen sınıflara dayatan büyük burjuvazi olarak tekelci burjuvazi artık, gericiliğin esas kaynağı durumuna gelmiş, demokrasi ile tül bağlarını koparmıştır. Artık demokrasi değil, yalnızca egemenlik altına alma, talan etme vb. yönelimi nedeniyle değil, ama üretici güçlerin gelişmesinin önünde tam bir engel oluşturan tekelci niteliği nedeniyle de gericilik istemekte ve üretmektedir. Demokrasi değil dikte etme, dayatma eğilimindedir. Demokrasi eğilimi göstermediği gibi, demokrasi mücadelesinin başlıca hedefini oluşturmaktadır.
Emperyalistlerin, “demokrasi götürmek” iddiasıyla giriştikleri her fetih eyleminde hâlâ ideolojik mirasını kullandıkları Batı demokrasisi, aslında yıkılması için canla başla çaba harcadıkları bir devlet biçimidir artık. O demokrasiden geriye, sadece, artık emekçi örgütlerinin soluğunu ensesinde hissetmeyen, sözde çok partili, ama sadece burjuvazinin partilerinin dâhil edildiği parlamentolar kalmıştır.
Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi totaliterlikle eleştiren, orada kişi hak ve hürriyetlerinin gözetilmediğini durmadan tekrar eden liberal demokrat, Sovyet demokrasisinin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılarak, kolektif mülkiyetin kurulması esasına dayandığını ve bu temel üzerine kurulmuş iktisadi sistem ile demokrasi arasındaki ilişkinin, kapitalizmde olduğu gibi “tesadüfi” ve “kurgulanmış” olmadığını, görmek istemez. Kapitalist toplumda, örgütsüzleştirilmiş emekçilerin tek tek, atomize bulunuşunu bireysel özgürlük adına yüceltirken, sosyalizmde, emekçilerin bulundukları bütün birimlerde yönetsel süreçlere katılabilmeleri için oluşturulmuş kolektif yerel organların, merkezi politikaya müdahale etmek bakımından onlara sağladığı olanağı yok sayar; hatta, bunu, bireysel varoluşa aykırı bulur. Kapitalist sistemde hukukun ve yasaların özel mülkiyeti korumak ve gözetmek için var oluşunu, bunların, sözde bireyin (burjuvanın) devlet karşısındaki konumunu güçlendirmek amacıyla oluşturulduğunu söyleyerek onaylarken, sosyalist ülke emekçilerinin hak ve özgürlüklerinin liberal demokrasilerde hiç olmadığı kadar yasal mevzuata dahil edilmiş olmasından, eninde sonunda yine bir totaliterlik çıkarır.
“Renkli devrim” mühendislerinin söylemi, işte böyle bir çarpıtma üzerine kuruludur. Bu “mühendislik” çalışmasına imza atanlar, totaliter ve despot yönetimlerce yönetildiğini iddia ettikleri, üstelik bu ülkelerin yöneticileri çoktan kapitalistleşip bürokratlaşmışken, onların bütün suçunu sosyalizme yükleyerek, eski Sovyet coğrafyasını, ABD’nin ihraç malı bir sözde demokrasiyle tanıştırma misyonunu üstlerine almışlardır.
Politik ve sendikal emek örgütlerinin zayıflamasını, kimisinin ortadan kalkmasını veya yozlaşmasını takiben, Batı’da öne çıkarılan “sivil toplum kuruluşları”, “renkli devrimler”in hazırlanışında da, bir örgütlenme biçimi olarak öne çıkarıldı. Soros eliyle kurulan “sivil toplum örgütleri”, 1980’li yıllardan itibaren, bütün Doğu Avrupa ülkeleriyle eski Sovyet sahasında propaganda yapmaktan kadro yetiştirmeye kadar, birçok faaliyet yürüttü. Soros’un “sivil toplum örgütleri” sermaye kesiminden memurlara, ev kadınlarından entelektüellere, devlet adamlarından bürokratlara kadar, hemen her kesimden insanla çalışmayı hedefliyordu. Sınıf örgütlerinin yerine geçirilen ve devlet üzerinde üretimden gelen gücün kullanılması yerine, işlevi, kuruluş amacına uygun bir duyarlılık konusunda kanaat üretmek, düzensiz müdahalelerde bulunmakla sınırlı ve de güdümlü “sivil toplum örgütleri”, “renkli devrimler”in yapıldığı ülkelerde, seçim sonrasında kurulacak hükümeti belirlemek doğrultusunda basbayağı siyasal bir rol üstlendiler. Kuşkusuz bu kurumların, grev ve toplusözleşme yetkisine sahip sendikalar gibi, sürekli denetleyici bir rolü ve yaptırım gücü yoktu. Seçimler zamanında kitleleri harekete geçiriyor, hedefe ulaştıktan sonra geri çekiliyorlardı. Soros, “Açık Toplum” düzenini tesis etmek için böyle örgütlerden yararlandı.
“Açık Toplum”dan ne kast ettiğini ise, yedi maddede şöyle anlattı: “Düzenli serbest adil seçimler; özgür ve çoğulcu medya; bağımsız yargının korunduğu bir hukuk düzeni; azınlık haklarının anayasal güvence altında olması; mülkiyet haklarını gözeten, dezavantajlı kesimlere sosyal güvenlik şemsiyesi ve fırsatlar sağlayan bir piyasa ekonomisi, çatışmaların barışçıl çözüme kavuşturulması konusunda kararlılık; yolsuzlukları engellemeye yönelik işleyen bir yasal düzen.”
Esasen böyle bir liste, içinde yaşadığımız dünyada, Sorosçu “renkli devrimler”in pratik deneyleri göz ardı edildiğinde, sade emekçinin kulağına hoş gelebilir. Ukrayna, Kırgızistan ve Gürcistan’da, “renkli devrimler” sırasında, Soros’un adayı partilere destek sağlamak için propaganda süresi boyunca akıtılan devasa miktardaki paradan seçime katılan ya da katılma olasılığı bulunan öteki partilerin yoksun olduğu bir durumda, “düzenli, serbest ve adil seçim”den söz etmenin olanağı varsa, “renkli devrimler”in hepsi, hakikaten adil bir seçimin ürünüdür. Ama öyle olmamıştır; seçim sonuçları, Soros’un o ülkelerde kurduğu vakıflar aracılığıyla gelen paranın, uğurlarına akıtıldığı adayların büyük mali destekle seçildiği ve böylece eşitsizliğin hâkim bir unsur olduğu bir siyasal tablo ortaya çıkarır.
Çok önceden ülkelerde kurulan vakıfların kamuoyu oluşturmak için nasıl çalıştıklarını, Soros, hem özgeçmişinde, hem de Açık Toplum kitabında ayrıntılandırarak anlatmıştır. Kitle ateşleyicisi ajitatörlerin ABD’ye götürülerek eğitilmesinden, seçimler sırasındaki ritüellerin belirlenmesine ve kullanılacak propaganda araçları ve malzemelerinin maliyetinin karşılanmasına kadar, hepsinde, bu vakıfların imzası vardır. Vakıflar, “renkli devrimler”e konu olan ve henüz olmayan ülkelerde, bir “sivil toplum” ve kamuoyu oluşturma işlevi üstlenirler.
Söz konusu ülkelerde yaşanan ağır ekonomik çöküntü ve Sovyetler’in çökmesinden sonra kurumların yıpranmış olduğu, eski örgütlenmelerin işlevsizleştiği hesaba katılırsa, Soros’un bu ortamda örgütlediği “sivil toplum” gücünün de, eşit ve adil bir inisiyatife değil, konjonktürel bir boşlukta oluşan şekilsiz bir örgütlenmeye dayandığı daha iyi anlaşılabilir. Gürcistan’da, Soros’un kurduğu Rustavi televizyon kanalının bundan beş yıl önceki seçim zamanında tamamen Saakaşvili propagandası yapmak için kullanılması da, diğer adayların böyle bir olanağa sahip olmadığı koşullarda, “özgür ve çoğulcu medya” imkânının ne anlama geldiğini açıklar.
Soros, esasen, medyadan hukuka, parlamentodan bürokrasiye kadar, eleştirdiği mevcut kurumların karşısına çıkardığı kendi alternatifi için özgürlük istemiştir. Ve bu alternatif, on yıla yakın bir deneyimin gösterdiği gibi, aslında yeni bir bürokrasi, yeni yolsuzluklar ve ABD’ye kayıtsız şartsız teslimiyettir. “Çoğulcu medya”, “adil hukuk sistemi”, “demokratik parlamento”dan kast edilenden, sadece bu okunabilir. Öyle ki, Şvardnadze gibi, ABD’ye az çok sadık bir Başbakan’ın sadakat düzeyi bile yeterli görülmemiştir bu süreçte ve ABD ne istediyse yapan Şvardnadze’yi bile iktidardan giderken hayal kırıklığına uğratacak kadar, Saakaşvili’nin “tam biat”ı yönünde bir tercih yapılmıştır ülkede.
Sonuçta “renkli devrimler”, henüz sermayenin küresel dolaşımını bürokratik prosedürlerle yavaşlatan mevcut hukuk kurumu başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması, küresel kapitalizmin önündeki sosyal ve siyasal engellerin temizlenmesi için tasarlanmıştır. Sermayenin ihtiyaçlarına göre yenilenen hukuk kurumu, değiştirilen Anayasalar, bu değişikliklere göre kendilerini organize etmek zorunda kalacak olan diğer siyasal kurumların da yeniden yapılandırılmasının yolunu açar. Böylece, seçim sırasında Soros’un gözde haline getirdiği adayın propagandasından etkilenerek oy vermeye giden seçmenler, seçim eşiğini aştıklarında, küreselleşme için ideal rejimin kuruluşuna da rıza göstermiş sayılacak; Soros’un “toplum mühendisliği”nin başarısı için ihtiyaç duyduğu ikna da sağlanmış olacaktır. Ne karşılığında, peki? “Mülkiyet haklarını gözeten, dezavantajlı kesimlere sosyal güvenlik şemsiyesi ve fırsatlar sağlayan bir piyasa ekonomisi” karşılığında.
Bütün dünyada refah uygulamalarının, sosyal güvenlik politikalarının devletlerin, daha doğrusu sermayenin sırtında artık bir kambur olarak görüldüğü ve bu yüzden hepsinin birer birer tasfiye edildiği günümüzde, devletin gözetiminde piyasa ekonomisine bırakılmış “sosyal güvenlik şemsiyesi” kurma işinin inandırıcı olup olmadığı artık tartışma dışı olduğuna, ve hele “renkli devrimler”in yaşandığı ülkelerde sosyal güvenlik meselesini denetleyecek, sorgulayacak ve talep edecek örgütlü bir halk hareketi söz konusu olmadığına göre, Soros’un önerdiği şeyin bir göz boyama olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Zaten Soros’un da benimsediğini belirttiği yeni Keynesyen politikalar kapsamında, “dezavantajlı kesimler” denilen yoksullara yönelik sosyal güvenlik politikası; “sosyal güvenlik şemsiyesi” denilen şeyin tamamen ortadan kaldırılmasına; ve emekçilerin yardımlara, girişimci yaratmak için dağıtılan birkaç yüz dolara, çok yoksullara verilen yeşil kartlara muhtaç bırakılması anlamına gelir. Soros’un önerdiği, “sosyal”lik vasfını yitirmiş devletlerin “hayırsever” devletlere dönüşmesidir ki, bunu ve kendisinin bir hayırsever olduğunu yinelemekten de çok hoşlanır.
Esasen bu, Sanayi Devrimi dönemi liberallerinin, İngiltere’de günde 15 saat çalışıp hiçbir sosyal güvenceye sahip olmayan yoksul emekçiler için duydukları vicdani rahatsızlığı telafi etmek, ama daha çok kapitalizmin bekasının, bu, canları çıkana kadar sömürülen emekçilerin muhtemel patlamalarından dolayı tehlikeye girebileceğini kestirdikleri için önerdikleri eski bir sosyal güvenlik anlayışıdır. Liberal “hayırseverler”, henüz modern sosyal güvenlik kurumlarının oluşmadığı, kilise yardım kurumlarının ve vicdanlı liberallerin önlenemeyecek kadar çoğalan yoksullara artık yardım edemez hale geldiği koşullarda, kapitalizmin önündeki tehdidi görebilmiş ve çalışan ve çalışmayan yoksullara yönelik kamu yardımı anlayışının yerleşmesi için çaba harcamışlardı. Bu çabaların, o tarihsel koşullara denk düşen anlamlı bir yanı olabilirdi. Günümüzde Soros’un paketinde yer alan “sosyal güvenlik şemsiyesi” ise, yakın zamanlara kadar izlenen sosyal politikaların, yani 19. yüzyıldan beri kazanılmış ve kurumlaşmış olan uygulamaların iptalinin söz konusu olduğu bir dönemde, emekçilerin üstüne açılmaktadır. Bu nedenle de, iddiası ve vaadinin altı boştur ve sosyal güvenlik politikalarının tasfiyesiyle gelişen, neredeyse vahşi kapitalizm koşullarına dönüş demek olan küreselleşme sürecinin yıkımlarını ehlileştirmeye, buna karşı ileri sürülecek itirazları da törpülemeye yöneliktir.
Nitekim “renkli devrimler”in yapıldığı iki ülkedeki bu yıl içinde yaşanan çözülmeye kadar varan süreç, bunu kanıtlayan deneylerle doludur.
SOROS’TAN OBAMA’YA
Soros’un “renkli devrimler”in sorumluluğunu tek başına üstlenmesine, Sovyetler Birliği’nin çökmesinde aktif rol aldığını söylemesine ve pek çok ülkedeki siyasal gelişmelerde mutlaka bir parmağının bulunduğunu ilan etmesine ve kendisini devlet kontrolünden azade, tek başına bir devlet gibi, hatta devletlere karşı tek başına savaşan bir “sivil toplum militanı”, “demokrasi kahramanı” gibi pazarlamasına karşın, onun cüretinin ve finansal kaynağının ABD’nin örtülü ödeneklerinden geldiğini, büyük tekellerin vakıflarında aklanmış maddi imkânların, Soros etiketiyle uluslararası dolaşıma çıkarıldığını düşünmek, daha akla yatkındır.
Soros’un fikri ve eylemi, ABD emperyalizminin, bir yüzünde işgal, savaş ve zorbalıktan oluşan eylem ve politikasının bulunduğu madalyonun, öteki yüzünü oluşturur. Bununla birlikte, Soros’un savunduğu tez, özellikle Bush döneminin neo muhafazakar ekibi tarafından umduğu sempatiyle karşılanmamıştır.* ABD’nin temel stratejik hedefleri konusunda farklı düşünmeseler de, bu stratejinin nasıl hayata geçirileceği, önceliklerin ne olacağı konusunda liberaller ile muhafazakarlar arasındaki ezeli çelişkide Soros’un konumu, liberal politikalardan yanadır.
Dünyanın yeniden paylaşımı sürecinde ABD’nin rakipleri (Rusya, Çin, AB) yeterince güçlü olmadığı için en uygun zamanın yaşandığını düşünen ve dünya egemenliği hedefine, onu durduracak güçlü bir kamuoyu olmadığına da inandığı için şiddet yoluyla ulaşmayı savunan Bush ekibi, bu “toplumsal mühendislik”çi, mali yükü fazla, diplomasi öncelikli liberal yöntemlere pek itibar etmedi.
Yine de, hegemonyanın zorla kurulması yolunda ABD’nin en zıvanadan çıktığı, liberallerin seslerini pek çıkaramadığı o koşullarda bile, liberaller ile muhafazakarlar arasındaki çelişki, bir çatışma ögesi olarak belirmemişti. Üstelik, Sorosçu müdahaleler, çoğunlukla, ABD’nin iki Bush’un yönettiği muhafazakâr iktidarları döneminde yaşandı. Bir yandan Irak’ta işgal sürerken, diğer yandan eski Sovyet topraklarında “renkli devrimler” ya da “renkli devrim” felsefesine uygun müdahaleler gerçekleşebildi. Soros’un fikri hükümette değildi kuşkusuz, ama yine de, dünya, emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden düzenlenirken, liberalizmin de kendine özgü bir hareket alanı vardı, ve şimdilik, askeri müdahalenin gereksiz ve imkânsız olduğu bölgelerde, ABD emperyalizminin bayrağını, “devrimci” bir tarzda, ABD’den binlerce mil uzaklara dikme işini üstleniyordu.
Son Bush döneminin de bitmesiyle, Soros açısından durum, biraz daha değişmiş görünüyor. Obama-Hillary Clinton kliğinin iktidara geldikten sonraki icraatlerine ve söylemlerine bakılarak, Soros’un yöntemlerine daha sıcak durdukları söylenebilir. Hem Başkan’ın, hem Dışişleri Bakanı’nın ABD ile sorunlu ülkelere yaptığı ziyaretler, özellikle Ortadoğu’da ABD politikalarına mutabakat arama/oluşturma girişimleri, şimdiye kadar Soros ile özdeşleştirilmiş “rıza”ya dayalı hegemonya girişimlerinin, mevcut hükümet tarafından benimsendiğinin göstergesi niteliğinde.
Ama bu tercih, keyfi bir tercih değildir. Irak ve Afganistan’ı kısa zamanda bir sonuç almak üzere işgal eden, ama orada bir bataklığa saplanan, üstelik işgal yüzünden zaten ABD’ye yönelik nefreti körükleyen Amerikan stratejisinin de, aynı saldırgan yöntemleri ve inandırıcılığını yitirmiş propagandaları sürdürebilmesinin koşulu kalmamıştır. ABD için, bundan birkaç yıl önce piyasaya sürülen ve Ortadoğu’yu tamamen ABD’nin bir gül bahçesi haline dönüştürmeyi öngören Büyük Ortadoğu Projesi ile, ikide bir ambargolarla ve diplomatik yaptırımlarla köşeye sıkıştırılan İran’a o hızla yapılan işgal tehditlerinin gerçekleşmesi de, bu emperyalist ülkenin ulaşılmaz hayaller listesine dâhil olmuş gibi görünmektedir. Ortadoğu’nun da, ABD halkının da, ne yeni bir savaşa, işgale sessiz kalacağı ne de ABD’nin üstünlük hayallerinin ceremesini çekecek sabrının kaldığı iddia edilebilir. ABD, şimdi, düşmanlar listesini kabartmaktansa, o listedeki ülkeleri ikna edecek söylem kullanmayı, dünya çapındaki egemenliğini pekiştirirken de, muhatap olduğu ülkelere küçük rüşvetler vermeyi, aba altından sopa gösterirken sırt sıvazlamayı tercih etmek zorunda kalmıştır. Bütün bu taktik değişikliklerinden umulan, güle oynaya bir rıza veya katılım olmasa da, devletlerin, ABD’nin birer işbirlikçisi haline gelmesini sağlayacak asgari bir uzlaşmadır.
Bu süreçte elbette Türkiye’ye de bir görev biçilmiştir.
Yaklaşık 10 yıl önce, postmodern sıfatı yakıştırılan bir askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılan Refah Partisi’nden dönüştürülüp yenilenerek üretilen neoliberal AKP’nin, ABD’nin, hem Ortadoğu’daki planlarına uygun hareket etmesi, hem de işini kolaylaştırması bekleniyor. Bir yandan Ortadoğu’da birbiriyle sorunlu ülkelerin arasında arabuluculuk yapmak, diğer yandan –etkisi altında tutmayı hedeflediği tabanının inançları ve dinci bilinç altı nedeniyle İsrail’le ilişkileri şirazesinden çıkarma noktasına getirmiş olsa da– İsrail-Filistin sorununun İsrail yönetiminin yeniden yapılandırılarak çözülmesinde rol almak ve böylece kendi içinde az çok çatışmasız bir Ortadoğu’da Amerikan üstünlüğünü inşa etmek için gerekli yolu düzenlemek, Türkiye’ye biçilen misyondur. Öteden beri, eski Osmanlı İmparatorluğu alanlarında yeniden söz sahibi olmak, Ortadoğu’nun liderliğini üstlenmek gibi hevesleri olan Türkiye’nin bu hevesinin belirli oranda ABD tarafından kışkırtıldığı da görülüyor. ABD Temsilciler Meclisi’nde bekleyen Ermeni soykırımı kararının, bir türlü çözülemeyen Kıbrıs meselesinin, Kürt sorununun sürekli bir baskı gerekçesi ve AKP hükümetinin ileri gitmesini engelleyen, ABD rotasından çıkma riskini önleyen birer siyasal malzeme olarak kullanıldığı bu süreçte, Türkiye, hem tarihsel kırmızı çizgilerini esnetmek, hem de ne yaparsa yapsın, ABD’ye yeterince yaranamamak durumunda kaldı.
28 Şubat’ta, liberalizasyona direnen Batı karşıtı İslamcı bir partiden neoliberal bir parti yaratan Amerikan stratejisi, tarihin ilginç bir cilvesiyle, ülkedeki iç dinamikleri, şimdi o neoliberal dönüşümün engeli gibi görünen askeri yola getirmesi için AKP’nin arkasına dizmeye çalışıyor. Bunda da önemli bir yol kat ettiği söylenebilir. Türkiye, bu bakımdan, “Açık Toplum” felsefesine uygun “toplumsal mühendislik” çalışmasının en mümbit sonuçlar verdiği ülkeler arasında sayılabilir. Bu ülkede bir “renkli devrim” projelendirilmemiştir, ama bu “devrimler”in ruhuna uygun bir hava, neoliberal dönüşüme hiçbir engel çıkarmayan yöneticileri ve onları destekleyen liberalleri ve basını tarafından sürekli canlı tutulmuştur.
Soros, Türkiye’de de, 2001 yılında Açık Toplum Vakfı kurmuştu, daha sonra bu vakıf kapatıldı. Bu vakfın üç yıllık çalışması sırasında, projeler için ödediği paranın 6 milyon dolar olduğu söyleniyor. Vakıf’ın kapanma gerekçesini açıklarken, Soros, artık Türkiye’de “Açık Toplum” prensiplerine uygun bir gelişimin yaşanmakta olduğunu belirtmişti. Zira Açık Toplum Vakfı’nın yöneticileri, AKP hükümetiyle organik ilişkiler içindeydiler ve kimisi bizzat Erdoğan’ın danışmanlığını da yapıyordu.
Türkiye’de de öngörülen özelleştirmeler, kamu olanaklarının büyük tekellere satışı, tarımda kapitalist tekelleşmeye yönelik adımların atılması, sosyal politikaların tasfiyesi ve uluslararası sermayenin dolaşımının önüne engel çıkaran yasal mevzuat ve Anayasa’daki değişiklikler büyük ölçüde gerçekleşti. Bütün bu liberalizasyon sürecinin ağır sonuçlarını yaşayan emekçilerin direnişlerini imkânsızlaştıracak biçimde örgütlü yapıların tasfiyesi, sendikalara kan kaybettirecek düzenlemeler, işyeri ve iş statülerinin parçalanması gibi önlemler de alındı.
En önce bizim ülkemizdeki gelişmelere bakarak, “renkli devrimler”de iddia edilen Açık Toplum kurgulama işinin, “toplumsal mühendislik” çalışmalarının sürmeye devam ettiği söylenebilir. Ukrayna ve Kırgızistan’daki gelişmeler “renkli devrimler” ile ilgili miti son erdirse de, bu “devrimler”e ruhunu veren liberal siyasetin hedefleri değişmemiştir ve hedefe ulaşmak için kullanılan yöntemler çeşitlendirilmiştir. Silahsız darbelerden “sivil itaatsizlikler” yoluyla yapılan hükümet değişikliklerine, “sivil toplum” manüpilasyonuyla ortaya çıkmış birçok harekete kadar, hepsinde, ABD’nin şimdi resmi stratejisi haline gelen liberal gericiliğin ruhu dolaşmaktadır. “Renkli devrimler”in, “toplumsal mühendislik” çalışmasının bir yüzünde yer aldığı madalyonun diğer yüzünde, burjuva demokrasisinin en güçlü olduğu geçen yüzyılda da olduğu gibi, silahlı ve silahsız darbeler yer almaya devam ediyor.
Emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyası için uğraşanlar, bu hedefe hangi hangi yolla daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlarsa, o yöntemi seçeceklerdir. Obama’nın işbaşına gelmesiyle, dünyada savaşların ve işgallerin sona erdiğini, liberal demokrasinin mevsiminin geldiğini düşünerek sevinenlerin sevincinin çok uzun sürmeyeceği de, tahmin edilebilir. Dünyadaki çelişkiler hızla keskinleşiyor ve bu durum askeri darbelerin, açık işgal ve savaşların bir yöntem olarak yeniden gündeme alınacağının kuvvetli işaretlerini de veriyor.
Son olarak, şunu söylemekte yarar var: “Renkli devrimler”in gerçekleştiği ülkeler, bir siyasal değişim döneminin ardından, yıkım içinde oldukları, çok hızlı bir toplumsal çözülme yaşandığı ve sınıf örgütleri güçsüz veya yok olduğu için müdahaleye bu kadar açık hale gelmişlerdi. “Renkli devrimler”, bölgedeki ABD nüfuzunu, ama bu arada Rusya ile çatışma olasılıklarını çoğaltıp derinleştirdi. Toplumsal çözülme ise, uydu hükümetler sayesinde iyice derinleşti. Kırgızistan’daki gelişmeler, bunun en bariz örneğidir. Kısaca denebilir ki, “renkli devrimler”le “demokrasi inşa edeceği”ni (doğru deyişle, “demokrasi” adını taktığı halkları yedekleme sürecini ilerleteceğini) düşünen emperyalizm, el attığı ülkelerin ekonomilerini olduğu gibi, toplumsal hayatlarını da istikrarsızlaştırmış ve soysuzlaştırmıştır.
İster liberal yöntemlerle, ister neo muhafazakarların savunduğu gibi şiddetle gerçekleştirilmeye çalışılsın, ABD stratejisinin bölge halklarına vaat ettiği demokrasinin iç yüzünün ne olduğu, “renkli devrim” yaşamış ülkelere ve Irak’a bakılarak görülebilir.
Her iki bölgede de olan bitenin birbirinden farkı yoktur.
KAYNAKÇA
– Turuncu Devrimler, Sinan Oğan, Birharf yayınları, İstanbul, 2006
– George Soros, Amerikan Üstünlüğü Hayali, Çeviren: Doğan Selçuk Öztürk, Truva Yayınları, İstanbul, 2005
– George Soros, Açık Toplum – Küresel Kapitalizmde Reform, çeviren: Doğan Selçuk Öztürk, Truva Yayınları, İstanbul, İstanbul, 2004
– Karl Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çeviren: Sabri Orman, Plato Yayınları, İstanbul, 2008
– Karl Popper, Yüzyılın Dersi, çeviren: Ceyhan Aksoy, Plato Yayınları, İstanbul, 2006
– Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, 2. cilt, çeviren: Harun Rızatepe, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989
– Brzezinski, Tercih, çeviren: Cem Küçük, İnkılap, İstanbul, 2005
– Yoksulluğun Küreselleşmesi, Michel Chossudovsky, çeviren: Neşenur Domaniç, Çivi Yazıları, İstanbul, 1999
– Can Dündar’ın Soros ile röportajı, Milliyet 12 Mayıs 2005