1 Mayıs, İşçi Hareketi ve Kriz Vurgunculuğuna Karşı Mücadele

İşçi sınıfının, uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a dünyada ve ülkemizde önemli gelişmelerin yaşandığı bir ortamda gidiliyor. Uluslararası sermaye cephesi ve işbirlikçiler, 2008 yılı sonlarında patlak veren ekonomik krizin yüklerini işçi sınıfı ve ezilen halklara fatura etmede attığı adımları kalıcılaştırmak ve daha da derinleştirerek ilerletmek için yeni saldırıları gündeme getirirken; bunun karşısında işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen bağımlı halklar grevler, direnişler, genel grevler, halk isyanları ve ayaklanmalarla bu kapitalist saldırganlık ve barbarlığı püskürtmeye çalışıyorlar.

20011 1 Mayıs’ı bu mücadelede önemli bir nirengi noktası oluşturuyor.

KRİZ EDEBİYATINDAN KRİZ VURGUNCULUĞUNA

Kapitalizmin 2008 yılı sonlarına doğru “devrevi kriz”lerinden birinin daha içine sürüklenmesi, kapitalist propaganda merkezlerinin son on yıllar boyunca ürettiği tüm illüzyonları yerle bir etti ve sistemin gerçek yüzünü bütün çirkinliğiyle ortaya çıkardı. Sistemin şu ya da bu noktadan (ülkeden) yarılmasını ve/veya bugünkünden daha büyük onulmaz yaralar almasını engelleyen şey, işçi sınıfı ve sendikaların (sendikal hareketin) örgütlenme ve mücadele düzeylerinin geriliği oldu. Bunun sonucu, krizin kapitalist patronlar için bir fırsata dönüşmesinin yolları deyim yerindeyse ardına kadar açıldı ve kapitalist devlet ve hükümetler eliyle “kriz vurgunculuğu” bir politika olarak devreye sokuldu.

Başlangıçta, sendikacılar “kriz kapitalist sistemin krizi. Öyleyse faturasını da kapitalistler ödesinler” deseler de, daha ilk adımda “hepimiz aynı gemideyiz, batarsak hepimiz birlikte batarız. Tek çare herkesin fedakarlık yapmasıdır” diyen kapitalist patronlarla uzlaşmaya girdiler. İşçilerin ve mücadeleci sendikacıların çabaları sendika bürokrasisinin bu işbirlikçi tutumunu değiştirmeye kafi gelmedi. O güne kadar isteyip de yapamadıkları ne kadar şey varsa, patronlar tarafından kriz bahanesiyle gündeme getirildi: Ücretlerin düşürülmesi, ücretlerin dondurulması, ücretsiz izin, çalışma saatlerinin uzatılması, esnek çalışmanın her biçiminin uygulanması, taşeronlaştırmanın yaygınlaşması, sosyal hakların budanması vb. vb. gibi saldırılar; kapitalist devletlerin eğitimden, sağlığa kamusal haklarda yaptığı kısıntılar ve bu hizmetlerin metalaştırılmasına yönelik attığı adımlarla at başı gitti.

Türkiye, kriz gerekçesiyle kapitalist saldırıların en yoğun biçimde devreye sokulduğu ülkelerden biri oldu. İşsizlik çığ gibi büyür, ülke nüfusunun büyük çoğunluğu yoksulluk ve hatta açlık sınırının altında bir yaşama mahkum edilirken, kriz işçi ve emekçiler için tam bir sosyal çöküntüye dönüştü. Emekçi aileleri parçalanırken, toplumsal yozlaşma ve çürüme aşağı tabakalar arasında had safhaya ulaştı. Bunun karşısında bankalar, tekeller ve büyük işletmeler, “kriz edebiyatı” yaptıkları bu dönemde kârlarına kâr kattılar. Kriz döneminde dört bin yeni milyoner türerken, toplamda 38’e ulaşan dolar milyarderlerinin sayısında da büyük artışlar oldu. Deyim yerindeyse, kriz, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın krizin ilk çıktığı günlerde söylediği gibi “teğet geçti”, ama patronlar için; işçileri, emekçileri ve yoksul halk kitlelerini ise böğürlerinden delerek geçti. Kısacası para babaları ve patronlar el ele kriz vurgunculuğu yapıtılar ve hâlâ yapmaya devam ediyorlar.

Gelinen yerde, hem dünya ve hem de ülkemizde ekonomik krizin bitip bitmediğine ilişkin tartışmalar kapitalizmin has savunucuları arasında da sürüyor. Tartışmacılar pek çok noktada ayrışıyorlar gibi görünseler de; yürütülen tartışmaların kapitalist sisteme olan güveni daha fazla sarsmamasına dikkat etmek ve kriz gerekçesiyle devreye sokulan neoliberal saldırı politikalarını sürdürmenin zorunluluğuna işçi ve yoksul halk kitlelerini ikna etmek noktasında tam bir fikir birliği içinde bulunuyorlar.

BİTMEYEN SALDIRILAR, DERİNLEŞEN YOKSULLUK

İngiltere’de 13 yıllık İşçi Partisi hükümetinden sonra işbaşına gelen David Cameron’ın liberal-muhafazakar koalisyon hükümetinin ilk yaptığı, krize karşı önlemler çerçevesinde 500 bin kamu çalışanının işten çıkartılmasını, üniversite harçlarının iki yıl içinde üç kat artırılmasını, maaşlarda kesintiye gidilmesini ve sosyal harcamaların kısıtlamasını karar altına almak oldu.

Yunanistan’ın içine sürüklendiği borç krizinden kurtarılması için, Avrupa Birliği ve IMF 110 milyar Euroluk “kurtarma paketi” hazırladı. Bunun anlamı, milyarlarca Euronun emekçilerin ceplerinden çıkacak olmasıdır. Bu temelde kamuda çalışanların ücretleri ve emekli maaşları 3 yıl süreyle dondurulurken, hükümet, ikramiyeleri ve dar gelirlilere yaptığı sosyal yardımları kestiğini açıkladı. Vergiler sermaye lehine yeniden düzenlenirken, emeklilik yaşı kadın ve erkeklerde eşit orana getirildi. Önlemler çerçevesinde Yunanistan’da 13. maaş olarak adlandırılan Noel maaşında ve 14. maaş olarak nitelendirilen Paskalya ve yaz tatilleri için verilen yarımşar maaş ikramiyelerde % 30’luk kesintiler yapıldığı açıklandı. Özelleştirmelere hız verildi, işten atmalar yaygınlaşırken, esnek çalışma ve taşeronlaştırma uygulamaları yaygınlaştırıldı.

İspanya’da devlet memurlarının maaşlarının düşürülmesi, çocuk sahibi ailelere yapılan doğrudan yardımların kaldırılması, emekli maaşlarının dondurulması, kamu emekçilerinin bir bölümünün işten çıkartılması krize karşı alındığı öne sürülen önlemler arasında bulunuyor. İspanya’dakine benzer uygulamalar Portekiz’de de gündeme getirildi. İrlanda’da, hükümet bütçe açığını AB’nin belirlediği seviyeye indirebilmek için 4 yılda 15 milyar Euro tasarruf edeceğini açıkladı. Sağlık harcamaları kısıldı, ücretlilerin vergi oranları artırılırken, asgari ücret düşürüldü. Tasarruf tedbirleri arasında, üniversite harçlarından işsizlik fonuna, kamu emekçilerinden emeklilere maaşlarda kesintiye gidilmesi ve pek çok sosyal hakkın kısıtlanması gibi uygulamalar bulunuyor.

Fransa’da ’95 yılında işçilerin püskürttüğü “Juppe planı” değişik adlar altında parça, parça uygulamaya sokulmaya başlandı.

Bu yönlü saldırıların geleceğe yönelik ipuçları vermesi açısından en dikkat çekici olanı, ABD’de, Wisconsin eyaletinde gündeme getirildi. Kriz dönemlerinde ya da doğal afet olayları nedeniyle valinin atayacağı özel görevli, TİS’leri geçersiz kılacak ve grev yasaklamaları getirecek yetkilerle donatıldı. Bu durumun yalnızca Wisconsin eyaletine özgü kalmayacağını, önce ABD’de diğer eyaletlerde, sonrasında ise tüm kapitalist ülkelerde gündeme getirileceğini görmek için kahin olmaya gerek yoktur. Görüleceği gibi, işçi ve emekçilerin elinde bulundurduğu hiçbir hakkın güvencede olmadığı bir dönemdir, içinde bulunulan.

Ülkemizde de patronlar ve AKP hükümeti el ele vererek saldırıları sürdürüyorlar. Torba Yasa, bu saldırılara son örnek teşkil ediyor. Ama, Torba Yasa’nın çıkmış olması asla saldırıların biteceği anlamına gelmiyor. Kıdem tazminatı başta olmak üzere, şimdiden, seçim sonrası gündeme getirilecek olan Anayasa’da işçilerin, emekçilerin hangi haklarının hangi demagojik söylemler eşliğinde gasp edileceğinin hesapları yapılıyor. Patronların kâr hırsı o boyutlara vardı ki, işçiler her gün Ostim, Elbistan, Madenler, Tuzla tersanelerinde olduğu gibi, birer, üçer, beşer iş cinayetlerinde can veriyorlar. Bütün bu katliam boyutlarına varan iş cinayetleri karşısında hükümetin kılı kıpırdamıyor. Zonguldak madenlerinde göçük altında can veren işçilerin ardından Başbakan Erdoğan’ın yaptığı “bu ölümler madenciliğin fıtratında (doğasında) var” açıklaması, sermayenin ve onun hizmetindeki hükümetin işçi sınıfı ve emekçilere bakışını tüm zalimliğiyle ortaya koymaktadır.

Hükümet ve patronlar işçilerin ve yoksul halk kitlelerinin başından kriz sopasını eksik etmezken; işçi ve emekçilerin en küçük hak talebi dahi “ekonomik kriz koşulları”nın ve “uluslararası rekabet gücü”nün duvarlarına çarpıyor. Ama öte taraftan aynı hükümet ve büyük patronlar, Türkiye’nin, kriz sonrası dünyada en yüksek büyüme hızına ulaşmış birkaç ülkeden biri olmasıyla övünüyorlar. Gerçekten de Türkiye, son iki yıldır hatırı sayılır oranlarda büyüme göstermiştir. Gelgelelim, büyümeden aslan payını almak bir yana, pastanın tamamı sermayeye gitti. Hükümet, işçi ve emekçileri enflasyona ezdirmediğini, ücret ve maaşları enflasyon oranında artırdığını her vesileyle söylüyor. İşçiler, emekçiler kısacası dar gelirliler için gerçek enflasyonla devletin açıkladığı (TÜİK) resmi enflasyon rakamları arasındaki uçurumu bir yana bıraksak dahi, büyüme rakamları, enflasyondan arındırılmış rakamlar olduğu için, işçi ücretlerine ve memur ve emekli maaşlarına enflasyon artı büyüme rakamı oranında artış yapmak gerekmez mi? Hükümet ve patronlar “hayır” diyor ve ekonomik krizi yeniden, yeniden önümüze atıyorlar. Bu yüzden maaş ve ücretler sürekli eriyor, ücret ve maaşla geçinenlerin satın alma güçleri düşüyor ve yoksulluk derinleşiyor.

MÜCADELE, DİRENİŞ, GREV, AYAKLANMA

İşçi sınıfı, emekçiler, ezilen ve sömürülen halk kitleleri, kapitalist tekeller, büyük patronlar ve hükümetlerin bu saldırılarına karşı ülkeden ülkeye değişen mücadelelerle, direniş ve grevlerle, genel grevlerle, Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, gibi ülkelerde olduğu gibi ayaklanmalarla yanıt vermeye çalışıyor. Tunus ve Mısır’da diktatörleri işbaşından uzaklaştıran ayaklanmaları orta sınıf ve eğitimli gençliğin sosyal iletişim ağları üzerinden örgütledikleri bir olay gibi göstermek burjuva propagandacılarının işine gelse de, gerçekte olan bitenin işçi sınıfı başta olmak üzere yoksul toplum kesimlerinin neoliberal politikalara ve işbirlikçi diktatörlere karşı iş, ekmek, özgürlük talepleriyle mücadelelerinde aranması gerektiği gün gibi ortadadır. Ayaklanmalar, bir günde ortaya çıkmamıştır ve asıl olarak işçilerin ve yoksul halk kitlelerinin öteden beri süren mücadelelerinin üzerinde biçimlenmiştir. Devrimci süreç devam etmektedir ve emekçiler ve halk taleplerinde ısrar etmektedir.

Diğer yandan, Yunanistan işçi sınıfı genel grev ve direnişlerle saldırıları püskürtmeye çalışırken; İngiltere’de yüz binlerce işçi ve emekçi saldırı paketinin geri çekilmesi talebiyle günler boyu sokaklara çıktı. Fransa’da öğrenci gençlik, mücadelesini işçi ve emekçilerle birleştirmeye yönelmiş bulunuyor. Portekiz’de ise hükümet yeni saldırı paketini Meclis’ten geçiremedi.

Ülkemizde ise, işçilerin, kamu emekçilerinin, işsizliğe, sendikasızlaştırmaya, düşük ücret dayatmasına, esnek çalışma ve taşeronlaştırmaya, iş cinayetlerine, özelleştirmeye karşı; gençliğin, parasız, bilimsel demokratik eğitim için; kentsel dönüşüme karşı kent yoksullarının; üretim ve yaşam alanlarını altın madencilerine, termik ve hidroelektrik santrallerine karşı savunan yoksul köylülüğün mücadelesi kesintisizce sürmektedir. Metal sektöründe MESS’in dayatmasına Birleşik Metal İş Sendikası’na üye 15 bin metal işçisi grevle karşılık vermiştir. Bütün bu olgular, işçi ve emekçilerin sermayenin saldırılarına karşı birlik ve dayanışma (birleşik bir mücadeleyi örgütleme) imkanlarının ne kadar genişlediğini göstermektedir. Bir başka deyişle, bu mücadele zenginliği içinde öyle bir momentum oluşmuştur ki, sermayenin saldırıları, bu cephelerden herhangi birinde püskürtüldüğünde, bu kazanım bir anda genelleşerek diğer alanlara yayılabilecektir.

Bugün metal işçilerinin grevden başarıyla çıkması, bu nedenle son derece stratejik bir anlam kazanmıştır. Çünkü, grevin kazanımla bitmesi yalnızca BMS üyesi işçilerin kazanımı olarak kalmayacak, işçi hareketi ve sendikal hareketin geleceği bakımından da son derece ilerletici bir rol oynayacaktır. Bu yüzden, konfederasyon ayırımı gözetmeksizin, sendikaların, emek ve demokrasi güçlerinin metal işçilerinin grevi etrafında birleşmeleri ve bütün imkanlarıyla grevi desteklemeleri, sınıf çıkarlarının ve kardeşliğinin bir gereğidir. Ama, öte yandan, bu birliği örerken, birleşmenin önündeki en büyük engelin işbirlikçi sendika bürokrasisinin geleneksel yaklaşımları olacağı gerçeğini unutmamak ve sendika bürokrasisinin bozuşturucu müdahalelerine prim vermemek gerekir.

SENDİKAL BÜROKRASİ VE İŞÇİ KURULTAYLARI

Sendika bürokrasisinin sınıf mücadelesinde oynadığı uğursuz rolü işçi ve emekçiler krizin yüklerine karşı verdikleri mücadeleler sırasında bir kere daha gördüler. Yazımızın girişinde de vurgulandığı üzere, sendika bürokrasisi bir günde “krizin yükleri patronlara” şiarından, “işçi, işveren aynı gemideyiz. Batarsak birlikte batacağız. Hepimiz üstümüze düşen fedakarlığı yapmalıyız”a dönüş yapmıştır.

Bilindiği gibi, işçi sınıfı ve sendikal hareket içinde sermayenin “Truva atı” rolünü üstlenen sendika bürokrasisi, aldığı yüksek maaşlarla ve elde ettiği statü ve diğer ayrıcalıklarla sınıftan kopmuş, burjuvazinin dümen suyuna girmiştir. Sendikal rekabeti kışkırtmak, sendikal hareketi böylece içten parçalamak, işçileri sendikal mücadelenin dışına iterek sendikal demokrasiyi felç etmek ve TİS’lerde pürüzsüzce satışı gerçekleştirmek, hak alma mücadelesine giren işçilere burjuva yasalarını göstererek sırt dönmek sendika bürokrasisinin bilinen görevleri ve uygulamaları arasındadır. Bunun sonucunda, koca koca sendikalar, üyeleri nezdinde itibar yitimine uğrayıp eriyerek, birer “tabela örgütü” derekesine kadar düşmüş, sendikal hareket yerlerde sürünmeye başlamıştır.

Bürokrasinin egemenliğindeki bir sendikal hareketin sermayenin saldırılarını püskürtemeyeceği gerçeği, her gelişmeyle bir kere daha kanıtlanmıştır. İşçi sınıfının cephe gerisini temizlemeden, yani, sendika bürokrasisini sırtından atmadan ilerleyemeyeceğinin ibret verici bir başka örneği de, yakın zamanda, Gaziantep’te kurulu Çemen Tekstil’de yaşanmıştır. DİSK Tekstil Sendikası’na üye işçilerin 75 gün süren zorlu mücadelesinin kazanımları sendika yönetimi tarafından patrona peşkeş çekilmiş, bu duruma itiraz eden mücadeleci işçiler işveren tarafından işten atılırken, DİSK Tekstil bürokrasisi de bu işçileri sendika üyeliğinden ihraç etmiştir. Bu durum, sendikal hareket açısından herhalde sözün bittiği yer olsa gerektir.

Bu nedenlerle, ülkenin belli başlı sanayi merkezlerinde İşçi Kurultayları’nın gündeme gelmesi ve ileri işçilerin ve mücadeleci sendikacıların konfederasyon ya da örgütlü, örgütsüz işyeri ayırımı gözetmeksizin bir araya gelerek, sendikal hareketin sorunlarına çözüm arayışına girmeleri; işçi hareketi ve sendikaların geleceği bakımından son derece zorunlu ve sağlıklı bir gelişme olarak görülmeli; sendikaların mücadeleci temelde yeniden inşasında bir imkan olarak değerlendirilmelidir.

TALEPLER, 1 MAYIS VE SEÇİMLER

Başta işçi kurultayları olmak üzere, ileri işçiler ve mücadeleci sendikacıların 2011’in 1 Mayıs’ını örgütlerken, sınıf hareketi ve sendikal hareketin baştan beri anlatılmaya çalışılan gerçekleri ışığında hareket etmeleri oldukça önemlidir. En başta işçi ve emekçilerin birliğini sağlamak olmak üzere, sermayenin saldırılarını püskürtmenin imkanlarının neler olduğunu boydan boya işçi hareketi ve sendikal hareket içinde tartışmaya açmak, 1 Mayıs’ta dikkatlerin alan kutlamalarına hapsolmasını önleyerek, örgütlü-örgütsüz ayırımı yapmadan işyeri çalışmalarını temel almak, bütün bu çalışmalar içinde işçi ve emekçilerin en acil taleplerini formüle etmek, sendikaların yeniden mücadeleci bir çizgiye kavuşmasına hizmet etmek üzere tabanda mücadele örgütleri kurmak ve nihayetinde sermayenin saldırılarında mızrak ucu vazifesi gören AKP hükümetinden 12 Haziran’da yapılacak genel seçimlerde hesap sormak üzere işçi ve emekçilerin seçim platformlarını oluşturmak gibi çok yönlü görevler, 2011’in 1 Mayıs çalışmalarının özünü oluşturmaktadır.

İşçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kitlelerinin en acil ekonomik, sosyal, siyasal talepleri bu çalışma içinde biçimlenecek, önce 2011 1 Mayıs’ına, oradan da 12 Haziran seçimlerine taşınacaktır. İşçi sınıfının Kürt sorununun demokratik çözümü ve seçimlerden sonra gündeme gelecek yeni bir Anayasa hazırlanması girişimine müdahale edebilecek bir pozisyonu tutması da, 1 Mayıs çalışmalarının temel hedefleri arasındadır. AKP hükümetinin Türkiye’yi Libya’daki emperyalist müdahale ve olası bir işgale ortak eden bir kez gücünü ortaya koymuş olan Arap halklarının kendi güçlerine inançsızlığa sürüklenmesine ve halk ayaklanmalarının bastırılmasına yönelik politika ve tutumlarına karşı çıkılması da, bu 1 Mayıs çalışmalarının kapsamında yer almalıdır.

İşçiler ve emekçiler sermayenin ağır saldırıları altında 1 Mayıs’a hazırlanmaktadır. Ancak, saldırıların büyüklüğü kadar, bu saldırıları püskürtmenin imkanları da o ölçüde büyüktür, yeter ki işçi ve emekçiler güçlerini birleştirebilsinler. Birleşen emekçiler ve halkın neler yapabileceğinin son canlı örneklerini Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap halklarının ayaklanmalarında görebiliriz.

İşsizliğe, esnek çalışmaya, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmaya karşı durmak, kriz vurgunculuğuna son vermek için, iş, ekmek, özgürlük şiarıyla 1 Mayıs’a.

Libya’da Emperyalist Müdahaleye Hayır!

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı Koordinasyon Komitesi

Emperyalist güçlerin gerici koalisyonunun, sivil halkı korumak gerekçesiyle ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının arkasına sığınarak Libya’ya karşı başlattıkları askeri saldırı, halklara karşı saldırganlığa bir yenisini ekledi. Dün Balkanlarda, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi, bugün Libya’da aynı aldatıcı gerekçe ileri sürülmektedir. Fransa, Ingiltere ve ABD’nin oluşturduğu ve İtalya, İspanya, Danimarka … hükümetleri tarafından aktif olarak, veto haklarını kullanmayan ve saldırganlığa ikiyüzlüce onay veren Rusya ve Çin tarafından pasif olarak desteklenen koalisyon, eylemiyle gerçek yüzünü ve niyetini hemen ortaya koydu. Emperyalist koalisyonun gerçek hedefi, iddia edildiği gibi sivil halkın güvenligini sağlamak değil, petrol kaynaklarına el koymak, Libya’nın stratejik konumundan yararlanmak ve Arap halklarının devam etmekte olan devrimci isyan ve mücadelelerine gözdagı vermektir.

BM kararına dayanarak Libya’ya saldırıya girişen emperyalizm, bir kez daha kendisi için önemli olanın BM kararlarının haklılığı veya haksızlığı değil, kendi çıkarları olduğunu ortaya koymuştur. Geçmişte Filistin ve Sahra halklarıyla ilgili kararların hepsini veto etmiş olmaları, bunun açık göstergesidir.

Muammer Kaddafi gerici yönetimine karşı mücadele etmekte olan isyancılar, kısa bir zaman içinde “kurtarıcılarının” hiç de bu sıfata layık olmadığını keşfedeceklerdir. “Kurtarıcılar”ın, aslında, Kaddafi’nin yerine emperyalizm uşağı yeni piyonlar yerleştirmek isteyen acımasız yağmacı ve sömürücüler olduğunu göreceklerdir. Bu koalisyonun bileşenlerinin ve öteki emperyalist kapitalist ülkelerin, geçmişte, tıpkı Tunus’ta ve Mısır’da halk isyanlarıyla devrilen Sosyalist Enternasyonal üyesi (!) Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’e yaptıkları gibi, Kaddafi’ye de destek verdiklerini hatırlatmak gerekir.

Magrip’i ve Ortadoğu’yu (Fas, Yemen, Bahreyn, Suriye ve muhtemelen Cezayir’i) saran ve sarmakta olan isyanlar, emperyalist güçlerin stratejik çıkarlarını tehlikeye sokmakta ve aralarındaki çelişkileri keskinleştirmektedir. Aşırı gerici Sarkozy’nin başını çektiği Fransız emperyalizmi ile yine en az onun kadar gerici olan Merkel’in liderliğindeki Alman emperyalizmi arasında, Libya konusunda başgösteren sürtüşme, bunu bir kez daha orta yere sermiştir. Dünyanın bu parçasında halklar tarafından diktatoryal ve otoriter rejimlere ve sosyal adaletsizliklere karşı  yürütülen mücadele, emperyalist güçlerin ve müttefiklerinin tutumunu sarsmakta ve değişikliğe uğratmaktadır.

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı, Libya’ya yöneltilen bu ağır saldırıyı şiddetle mahkum eder. Kaddafi gerici yönetimine karşı demokrasi, özgürlük ve onur mücadelesi veren halkla dayanışmasını ifade eder.

Birleşmiş Milletler’in ve  demokratiklik iddiasındaki ülkelerin ve hükümetlerin, saldırganlık karşısındaki ikiyüzlü ve bazı durumlarda destekleyen başka bazı durumlarda ise yeren tutumunu mahkum eder. Tüm işçi ve emekçileri, Libya halkıyla ve mücadele halindeki diğer halklarla dayanışmaya çağırır.

Tunus Adım Adım İlerliyor

55 seneden beri iktidarda olan Destur Partisi (RCD)’nin, Bin Ali’siz olarak iktidarını devam ettirme manevrası suya düştü. Hükümet iki kez büyük değişikliğe uğradıktan sonra dağıldı. Bin Ali’nin yardımcıları ve bakanlarının hepsi hükümeti terketmek zorunda kaldılar. Hükümette bir iskemle ötesinde bir şey kazanabileceklerine inanmayan ve hemen ilk teklifi kabul edip kapağı hükümete atan sözde muhalefet liderleri de rezil olup koltuklarından oldular. Destur partisi lağvedildi, malvarlıklarına el kondu. Siyasi polis teşkilatı lağvedildi. Sonuçta yeni bir anayasanın oluşturulması için Kurucu Meclis oluşturulmasına, bunun seçimlerinin de Temmuz ayı içerisinde yapılmasına karar verildi.

14 Ocak’ta Bin Ali kaçtığında, bu yukarıda sayılan adımların atılmasını (Bin Ali yandaşlarının ve bakanlarının defolması, partisinin lağvedilmesi ve mallarına el konulması, siyasi polis teşkilatının dağıtılması, geçici bir hükümet kurulması, kurucu meclis seçimlerinin yapılması, yeni bir anayasa ve yasaların yapılması) isteyen ve bunu yazılı olarak da ifade eden tek bir parti vardı: Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT).

Bırakalım Bin Ali yandaşlarını, kendisine solcu diyenler bile, “bu kadarı fazla” diye düşünüyor ve ona uygun hareket ediyorlardı. Ama devrimci süreç, Tunus’ta, olması gereken şekilde adım adım ilerliyor. Gericilik ve uzlaşmacı reformist güçler güç ve itibar yitirirken, devrimci komünist güçler saygınlık, otorite ve güç kazanmaya devam ediyorlar.

***

Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) 1986 yılında kuruldu. Kuruluşundan sonraki ilk yıllarda yarı legal bir ortamda ve mücadeleyle kazanılmış fiili özgürlük ortamında mücadele eden parti, kısa sürede önemli bir kitle tabanı ve destek elde etti. İşçiler, başta üniversite öğrencileri olmak üzere gençlik, şehir yoksulları ve genel olarak halk arasında elde edilen itibar ve bazı mevziler, partinin sonraki süreçte devletin tüm terörüne ragmen ayakta kalabilmesini sağladı. PCOT, ilk dönemde yasal ve haftalık olarak, sonraki süreçte ise yasadışı ve daha uzun periyodlarla merkez yayın organı “Al Badil”i her zaman yayınlamayı sürdürdü.

Yıllarca en zor koşullarda halkın mücadelesinin yanında ve önünde duran, sebatla diktatörlüğe karşı mücadeleyi sürdüren PCOT, ülkede olaylar patlak verip hızla ilerlediğinde, kendini eylemlerin merkezinde buldu. Başından itibaren ülke çapında örgütlü tek devrimci muhalefet partisi olarak, halkın devrimci isyanını ileri götürecek taktik ve önerilerle ortaya çıktı. Şimdiye kadar geçen süreçte, Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin öngörüleri hep doğrulandı. İlk günden itibaren önerdikleri, daha sonrasında adım adım gerçekleşmeye başladı.

Şimdi Kurucu Meclis seçimleri ve ardından gelecek anayasa hazırlıkları önemli bir dönemeci teşkil ediyor. Bir taraftan işçileri, gençliği ve halkı örgütlerken, bir taraftan da ulusal düzeyde temsil organlarında yeralmak, devrimin geleceği için büyük önem taşıyor kuşkusuz.

***

PCOT, 15 Mart 2011 tarihinde resmen legalleştiğini ilan etti. Başvuruyu, 11 kişiden oluşan bir kurucular kurulu yaptı. Bunlar arasında partinin şimdiye kadarki mücadelesi içinde öne çıkan tanınmış simalar, kadınlar, gençler ve çeşitli bölgelerden temsilciler ile uluslararası ilişkileri temsil edecek kişiler yeralıyor.

PCOT, aynı zamanda Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı mensubudur.

Aşağıda, partinin Mart ayı içerisinde on gün arayla yayınladığı iki önemli açıklamayı okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.

Halk, devrimin kesin zaferine kadar uyanık ve ayakta olmaya devam etmelidir

Geçici Cumhurbaşkanı 3 Mart günü yaptığı konuşmada, Bin Ali’nin gitmesinden bir gün sonra ilan ettiği yol haritasından, yani gelecek seçimleri mevcut anayasa çerçevesinde düzenlemekten vazgeçtiğini duyurdu. Ve önümüzdeki 24 Temmuz tarihinde “eski düzenle kopuşu sağlayacak” bir kurucu meclis seçimi yapılması çağrısınıda bulundu.

Geçici Cumhurbaşkanı aynı konuşmasında, kendisinin ve başbakanlığına Beji Caid Sebssi’yi atadığı hükümetin, Kurucu Meclis işlemeye başlayıncaya kadar görevlerine devam edeceklerini de belirtti. Öte yandan, “Devrimin Hedeflerinin Gerçekleştirilmesi, Politik Reform ve Demokratik Değişim Yüksek Kurulu”nun, Kurucu Meclis seçimlerine dair yasayı hazırlamakla görevli olacağını da duyurdu.

Tunus İşçileri Komünist Partisi bu konularla ilgili olarak Tunus halkına şunları söylemek istiyor:

1–  Geçici Cumhurbaşkanının, yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis seçilmesini kabul etmesi, Tunus halkı için çok değerli bir zamanın yitirilmesine sebep olan Ganuşi hükümetinin yıkılması için yüzbinlerle sokağa çıkan, gösteri yapan, oturma eylemlerine başvuran ve kurbanlar veren Tunus halkının ve devriminin yeni bir zaferidir.

2– Çok önemli olmasına karşın bu zafer, tehdit altında olmaya devam ediyor. Geçici Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan yol haritası bulanık ve engellerle doludur. Devrime ve hedeflerine sadık politik ve sivil güçlerin hiçbirisiyle herhangi bir görüşmenin de neticesi değildir. Değişiklikler yapılmadığı takdirde bu yol haritası, devrimin düşmanlarının devrim sloganlarına sığınarak yeniden işbaşına gelmelerine sebep olabilir.

3– Halkın ve politik, sosyal, ulusal devriminin iradesini temsil edecek ve baskı rejimine son verecek bir Kurucu Meclis seçimi şunları gerektirir:

– Seçimlerin tarihini, hem politik güçlerin iyi hazırlanabilmesi ve hem de Tunus halkının seçim sürecine tam olarak katılabilmesi için, aceleye getirmeden belirlemek. Sözkonusu olan, yeni bir anayasanın hazırlanmasıdır. Ülkenin gelecekte tercih edeceği politik, sosyal, kültürel modelleri ortaya koymaktır.

– Tunus halkının haklarını tam olarak kullanabilmesine, politik güçlerin ise herhangi bir baskı ve tazyik altında kalmadan görüşlerini ifade edebilmelerine imkan sağlayacak somut önlemlerin alınması. Bu önlemlerden bazıları şunlardır:

* Siyasi polisin lağvedilmesi, üyeleri arasından katliam ve işkencelere katılmış olanların yargılanması.

* Dernekler kanunu, partiler yasası, toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili yasalar iptal edilmeli ya da en azından askıya alınmalıdır. Bütün bu özgürlükleri garantiye alacak geçici düzenlemelerin yapılması, arzu eden parti ve derneklerin yasal statülerinin tanınması.

* İdari yapıyı yolsuzluğun ve baskının sembolü olan figürlerden arındırmak, seçim sürecinde oynayacağı rolün önemine de atfen, yeni valilerin, kaymakamların atanması.

* Yargı aygıtını yargıçlar derneğinin de katkısıyla yolsuzluğun ve baskının sembollerinden arındırmak, seçimler sırasında yargı bağımsızlıgını garantiye almak.

* Kurucu Meclis seçimleri için, halkımızın iradesini ifade edebileceği ve istemlerine denk düşen ve değişik politik ve sivil güçlerin katılımını garantiye alacak tarzda, özel bir seçim yasasının hazırlanması. Seçim modeli, seçim bölgesi vb. konuların yeniden buna uygun bir tarzda düzenlenmesi.

* Seçim sürecini denetleyecek ve farklı politik ve sivil güçlerin onay ve desteğiyle oluşturulacak bir kurulun tayin edilmesi.

* Seçimlerin finansmanı ile ilgili düzenlemeyi netleştirmek. Ülke içinde şüpheli finans kaynakları ile oyları satın alma girişiminde bulunabilecek karşı devrimci güçlere ve ülke dışında devrimi etkisizleştirmek isteyen gerici sömürgeci devletlerin kendilerine yandaş bir rejim kurdurma girişimlerine karşı tedbir almak.

4-Devrimin Müdafaası Ulusal Konseyi”, diktatörlükle bağlarını kesecek demokratik bir değişimi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir yol haritası için, üzerinde hemfikir olunabilecek en uygun çerçeveyi oluşturmaktadır. Bu konseye karşı çıkanlar, halk oyuyla seçilmediğini ve bu nedenle de meşruiyetinin bulunmadığını ileri sürüyorlar. Bunlar, bugün kabul edilebilir tek meşruiyetin devriminki olduğunu unutuyorlar. Ve bu konsey, devrimi savunan güçlerin geniş bir temsiliyetini ifade eden tek oluşumdur.

Geçici cumhurbaşkanlığı ve geçiş hükümeti, aldıkları kararlar ve uygulamak istedikleri tedbirler bakımından, asla halkın ve devrimin güçlerinin denetimi dışında hareket edememelidirler.

5– Halkın sürekli mücadelesi ve devrim tarafından gerçekleştirilen oluşumların (devrimin savunulması için yerel komite ve meclisler) sağlamlaştırılması ve sürece katılımları bugün, geçici cumhurbaşkanlığı ve geçiş hükümetinin denetlenebilmesinin tek güvenceleridir. Ülkemizde devrimi tam zafere kadar sağlamlaştırarak ilerletecek tek araç bunlardır.

Mali kaynaklarıyla, devlet aygıtıyla ve dış dayanaklarıyla devrimin düşmanları bugün direnmeye devam ediyorlar. Halkın tepesinde yeniden boza pişirmek ve dize getirmek için, kuyruğunu bacaklarının arasına toplamış, fırtınanın dinmesini bekliyorlar. Şimdiye kadar, suç çetelerini de devreye sokarak yurttaşlarımıza saldırmaktan, mallarını yağmalamaktan çekinmediler. Devrimci ve halkçı güçlere karşı karalama ve tehdit kampanyaları yürüttüler.

6– Bu önemli dönemeçte 14 Ocak Cephesi’ne, devrimi savunmak ve ilerletmek bakımından önemli görev düşmektedir. 14 Ocak Cephesi işçi ve emekçilerle, yoksullarla, öğrenci gençlikle, ilerici sanatçılarla ve tüm emekçi tabakalarla birlikte, devrimi etkisizleştirme ve eski rejimin temellerine, ekonomik sosyal dayanaklarına dokunmadan, sadece basit bir “reform”dan geçirme girişimlerine karşı mücadele etmelidir.

Tunus İşçileri Komünist Partisi

5 Mart 2011

 

Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin “Devrimin Hedeflerinin Gerçekleştirilmesi, Politik Reform ve Demokratik Değişim Yüksek Kurulu” üzerine açıklaması

Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT), “Devrimin Hedeflerinin Gerçekleştirilmesi, Politik Reform ve Demokratik Değişim Yüksek Kurulu”nu oluşturanların listesini basından öğrendi. Bu listede politik partilerden 12 kişi, sivil toplum dernekleri ve örgütlerinden 17 kişi ve ülkenin tanınmış simalarından 42 kişi bulunuyor. Ayrıca PCOT, bu kurulun 17 Mart’ta toplanacak olan birinci toplantısının gündemini de öğrenmiş bulunuyor. Dört maddeden oluşan gündem maddelerinden biri, Kurucu Meclis’in seçimi ile ilgili yasa tasarısının kurul üyelerine tanıtımı ve sunumu ile ilgilidir.

PCOT’un bu konudaki görüşleri şunlardır:

1– Hükümet, bahsedilen kurula temsilcimizi bildirmemiz için partimizle ilişkiye girdi. Konuyu, parti organlarımızda, 14 Ocak Cephesi içindeki müttefiklerimizle ve “Devrimin Müdafaası Ulusal Konseyi” içindeki ortaklarımızla tartışmak için süre istedik.

Ayrıca bu kurul hakkında bir önyargımızın olmadığını, kararımızı belirleyecek olanın devrimin dayattığı görevleri yerine getirebilme yeteneği, gelişimi ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi olduğunu bildirdik. Kurul üye listesi, daha biz hükümete cevabımızı vermeden açıklandı.

2– Geçici başkanlık ve Béji Caïd Sebssi’nin geçiş hükümeti, kendi iradelerini politik güçlere ve halka dayatmak ve onları oldu bittiye getirmek için hâlâ Burgiba ve Bin Ali döneminin mirası bürokratik ve küçümseyici yöntemleri kullanıyorlar.

Kurulun bileşimi, bazı parti ve birliklerini, bölge temsilcilerini, gençliği ve örgütlerini dıştalıyor. Bu kurul ayrıca, sayıları ve isimleri üzerinde anlaşmaya varılmadan ve görüş almadan, “bağımsız” olduğu söylenen ve aralarında bazılarının devrime katılmadığını hatta desteklemediğini bilerek 42 kişiyi belirledi.

3– Bu kurulun ilk toplantısının gündem maddeleri, kurulun bir formaliteden ibaret olduğunu gösteriyor. Kurucu Meclis’in seçimi ile ilgili yasa tasarısı önceden hazırlanmış ve sadece kurulda tartışmaya açılacak ve oylamaya sunulacaktır.

4– Bu görüntü, daha önceden yaptığımız açıklamaları doğruluyor. Bu kurulun amacı; hükümetin hiçbir denetime tabî olmadan hareket etmesini sağlamak için “Devrimin Müdafaası Ulusal Konseyi”ni sabote etmek, yok etmektir.

Ganuşi hükümeti valilerin tayini sırasında denetime tabî olmadan hareket ederken, bugün de Béji Caïd Sebssi, delegasyon şeflerinin, asayiş sorumlularının tayininde, diplomatik ekibin oluşturulmasında, partilere izin verilmesinde ve siyasi polisin dağıtılması sırasında şeffaf davranılmamasında olduğu gibi, aynı şekilde davranıyor.

5– Bu bilgilerin ışığında partimiz PCOT;

Geçiş hükümetinin ve geçici devlet başkanlığının kararlarını ve yönelimlerini denetleyebilmek ve yönetmek için “Devrimin Müdafaası Ulusal Konseyi”ne olan inancını tekrar eder.

“Devrimin Hedeflerinin Gerçekleştirilmesi, Politik Reform ve Demokratik Değişim Yüksek Kurulu”nun oluşumu, görev ve rolünün belirlenmesi için benimsenen yöntemi reddeder.

Devrimi sabote etme ve boşa çıkarma girişimlerini başarısızlığa uğratmak için devrimci ve halkçı güçleri uyanık olmaya ve sürekli mücadeleye çağırır.

Politik güçlere ve halka, hedeflerini gerçekleştirmesi ve daha iyi hazırlanması için gerekli zamanı vermek üzere Kurucu Meclis seçimleri için belirlenen tarihi ertelemek için,

Valiliklerin ve delegasyonların, ekonomik kurumların, kamu idarelerinin, diplomatik ekibin başına, mevcut hükümetin kuruluşuna ve çeşitli mevkilerin sorumlularının belirlenmesine kılavuzluk eden eski rejim ve ilkel aşiretçi ve bölgecilik mantığından tamamen kopuş içinde, yeteneklere dayalı olarak yeni sorumlular atamak için,

Siyasi polisin dağıtılmasının takip edilmesi, cinayetlere, işkencelere, talanlara karışan mensupları hakkında dava açılması ve arşivlerinin yayınlanması ve bunları imha edenlerin cezalandırılması için,

Bütün partilerin ve birliklerin tanınması, Bin Ali tarafından çıkarılan, partilerin faaliyetlerini düzenleyen, özgürlükleri ortadan kaldıran yasaların iptal edilmesi için,

Bin Ali rejimi ile ilişkisi olan belediye meclislerinin dağıtılması, ortak bir kararla yeni belediye seçimlerine kadar geçici olarak yeni kadroların atanması için.

Tunus İşçileri Komünist Partisi

15 Mart 2011

Libya’da Ayaklanma ve Emperyalist Müdahale

Diktatörlerini deviren Tunus ve Mısır’ın ardından Arap halk ayaklanmaları yayılmaktadır: Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn şimdilik, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin en ileri noktalara kadar vardığı ülkelerdir.

Arap halk ayaklanmalarının hem ortak yanları bulunmaktadır, ama hem de her ülkenin kendi özgünlükleri vardır. Arap ülkeleri ve bu ülkelerdeki halk hareketleri şüphesiz ki birbirinden etkilenmek ve birbirlerini tetiklemekle birlikte, hiçbir ülkedeki hareket ve gelişmeler birbirini tekrar etmemekte, birbirlerinin tamamen bir benzeri olarak ortaya çıkmamaktadır.

Ortak yanları çoktur. En başta tümünün kaynağında neoliberal saldırganlığa ve onun zorunlu bir ihtiyacı olan bu ülkelerdeki perva tanımaz zorbalığa, otokratik diktatörlüklere karşı halkta biriken tepki ve nefret vardır. Özellikle Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ardından Magribi’nin “mal bulmuşu” türünden parmak sallayıp emperyalistleri işaret ederek “gördünüz mü? Bakın ne tür devrimlermiş!” diye haklılıklarını ileri sürmeye çalışanların iddia ettikleri gibi, hiçbiri, “yukarıdan” emperyalistler tarafından finanse edilip örgütlenmiş “toplumsal mühendislik” ürünü düzmece “halk hareketleri” değillerdir.

Hareketin yayıldığı her ülkede on binler, yüz binler, milyonlar ayaktadır. Hareket, her ülkede işsizlik ve yoksulluk gibi sonuçlarını kapitalist krizin de derinleştirdiği neo-liberal saldırganlığı hedef almış; bu yönde politikalar izleyen ve emperyalist talanla vurguncu kapitalist soygunun dış koşullarını sağlayan baskı ve zorbalıklarıyla yaşamlarını zehir ettiği halklarını bıktırmış otokratik diktatörlükleri devirmeye yönelmiştir. Yine hareket, istisnasız her ülkede, az-çok eğitimli katmanlarıyla orta sınıfların da katılımıyla, on yılların zorbalık koşullarında aydınlanma olanağı bulamamış sömürülen ve ezilen emekçi halk yığınlarının kendiliğinden tepki ve sınıf sezgileri üzerinden, oldukça geri bilinç ve örgüt düzeylerine sahip olarak ortaya çıkmış ve gelişmektedir. Bu durum, temel eksikliğini ve başlıca dezavantajını oluşturduğu hareketin yayıldığı tüm ülkelerde ayağa kalkan halkı orta-üst sınıfların, ideolojik politik etkisine, giderek emperyalistlerle işbirlikçileri ya da onlarla işbirliğine hazır üst kesimlerin aldatıcılığıyla yedekleme girişimlerine açık hale getirmektedir.

Yine yüz binlerin ayağa kalktığı ve bu kez ordunun da bölünerek, hiç de az sayıda olmayan yerli ve özellikle Bingazi’nin de bulunduğu Doğu bölgelerinden gelme askerler ve subaylardan oluşan birliklerinin ayaklanmacılar safına geçtiği Libya’da gelişmelerin bir iç savaşa götürmesini fırsat bilen emperyalistlerin de doğrudan işe karışmasıyla denkleme –eskiden üstü örtülü müdahalelerle yetinen– yeni bir “değişken” de açıktan dahil olmuş durumdadır.

Ancak, bu emperyalist müdahale, kuşkusuz ne Arap halk ayaklanmalarını emperyalizmin güdümündeki ayaklanmalara dönüştürmüştür, ne de Arap devrimlerini “renkli devrimler”e. Ancak sadece Libya’yı değil, tüm Arap ülkeleriyle bu ülkelerdeki halk hareketinin gidişatını etkileyecek ciddiye alınması gereken bir karşı-dinamik olarak Libya’ya yönelik dolaysız emperyalist müdahalenin üzerinde önemle durulması şüphesiz bir zorunluluktur.

Ve Arap ayaklanmalarıyla ilgili gelişmelerin yalnızca Libya’yı hedefleyen emperyalist müdahaleden de ibaret olmadığı ortadadır. Hareket, bir günde yüz kişinin öldürüldüğü katliamlarla önünün alınmaya çalışıldığı, elinden insan hakları ödülü aldığı arkadaşı Kaddafi’yi kurtaramayan Erdoğan’ın bir diğer arkadaşı Esad’ın –henüz daha Kürtlerin harekete geçmeyip en uygun anı bekledikleri anlaşılan durumda– derhal memur maaşlarına yüzde 30 zamla BAAS’tan başka partilerin kurulabilmesini ve 48 yıllık OHAL’i kaldırma ihtimalini gözden geçirmeyi vaad ederek “reform yapacağı”nı açıkladığı Suriye’ye.. Genelkurmay Başkanı Ali Muhsin Al Ahmar’ın saf değiştirerek henüz silaha sarılmamış olan ayaklanmacılara katıldığı, hükümete sadık birlikler tarafından kuşatılıp başka kentlerden girişler engellenmesine rağmen geçen Cuma keskin nişancılarca öldürülen 52 arkadaşları anısına düzenlenen “Ayrılma Günü”nde milyonu aşkın göstericinin buluştuğu başkent Sanaa’da, son şansını deneyerek topladığı kendi yandaşı birkaç yüz bin kişiye hitap eden 32 yıllık diktatör Ali Abdullah Salih’in “akan kanı durdurmak için iktidarı bırakmaya hazırız; ancak iktidarı hasta, kinci ve yolsuzluk yapan ellere değil güvenli ellere devretmeliyiz” açıklamasıyla aptalca giderken kendisinden sonrasını belirlemeye yeltendiği Yemen’e.. Nüfusun yüzde seksenine yakınını oluşturan ayaklanan Şii çoğunluğun küçük Sünni azınlığa dayanan Kralı Hamad Bin İsa El Halife otokrasisi tarafından zorla bastırılmaya çalışıldığı, gücü yeterli olmadığında, “Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 5 ülke arasındaki anlaşma gereğince, üye ülkelerden birinin güvenliğinin tehdit edilmesinin, tüm üye ülkelerin güvenliğinin tehdidi olarak kabul edileceğini” hatırlatarak ve Bahreyn Kralı’nın*yardım talebine karşılık verildiği”ni belirterek bin kişilik bir askeri birlikle bu küçük ülkeye müdahale eden Suudi Arabistan’ın ayaklanmacılar tarafından “ulusal düşman” ilan edildiği Bahreyn’e.. Ve Bingazi başta olmak üzere ağırlıklı olarak ülkenin doğu bölgesinde ayaklanan Libya halkına elindeki tüm silahlarla saldırarak katliama girişen Kaddafi’nin bu saldırganlığını gerekçe göstererek ABD-Fransa-İngiltere’nin başını çektiği “koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” olarak tanımlanan emperyalist saldırganların, Birleşmiş Milletler’in sözde halkı düşünerek ve sözde Kaddafi uçaklarının halkı bombalamasının önüne geçmeyi amaçlayarak hava sahasını “uçuşa yasak bölge” ilan etmesinin ardından müdahaleye giriştiği Libya’ya… Arap dünyası, hareketlenme belirtileriyle birlikte katliamların da baş gösterdiği Ürdün ve hatta özerk Kürt Yönetimi altındaki Kuzey’i de dahil olmak üzere Irak ve geri kalan Arap ülkelerine yayılma eğilimi göstererek tam bir çatışma alanına dönüşmüş bulunuyor. Halklar kendilerini ortaya koyuyorlar; uyanıyor ve ayağa kalkıyor, örgütlenmeye yöneliyorlar. Ama karşılarında da, deneyden geçmiş örgüt ve mücadele yetenek ve alışkanlıklarının birikimi, gelişkin maddi kaynak ve teknolojileri, ideolojik, siyasal ve askeri güçleriyle her ülkenin gericiliği, arkalarında emperyalist efendileri bulunuyor. Her imkanı kullanıyorlar, kullanmaya hazırlar.

Tunus’ta tamamen gafil avlanmış, hazırlıksız yakalanmışlardı. Mısır’da az-çok önlem alabildiler. Libya’da ise, bu ülkenin koşullarıyla buradan kaynaklanarak halk hareketinin taşıdığı zaaflar ve bölünmüşlüğünü kullanarak manevralar yapabildiler ve sonunda şimdilik fazla zorlanmadan müdahale edebildiler.

Libya, Yemen’e benzer şekilde, ama Tunus ve Mısır’la kıyaslanmayacak ölçüde aşiretlerin etkin olduğu bir ülke. Gücünün ağırlığını hissettiren yedi sekizi başta olmak üzere yirmiyi aşkın aşiret, hem ülke ekonomisinde hem de devlet örgütlenmesinde etkiye sahipti, hâlâ da sahip.

Ülke tarihinde, önce Libya’yı 1912’de Osmanlı’nın elinden alan İtalyanların işgaline karşı mücadele içinde Bingazi aşiretleri öne çıkmışlardı; halk kahramanı Ömer Muhtar onların önderi durumundaydı ve İtalyanlara karşı tüm ülkeyi etrafında birleştirmiş, ancak aldatılarak yakalanmış ve idam edilmişti. Ardından bağımsızlık mücadelesini yürüten ve 1951’de kazanılan bağımsızlığın ardından krallığını ilan eden Şeyh İdris Sunusi geldi, o da Bingazi’liydi. Kaddafi darbeyle Kralı devirip iktidara geldiğinde, Rusya yandaşlığı yaparak, önce Nasırcı milliyetçiliğin, sonraysa gütmeye yöneldiği İslam Cemahiriyesi davasının bayraktarlığını yaptı. Amerikan karşıtıydı, Batı’yla arası açıktı. Rusya’da revizyonizmin çökmesinin ardından bir süre ortada dolandı, “yaramaz çocukluk” yaptı, bu süreçte Libya ajanlarının İngiltere’de Lockerbie üzerinde düşürdüğü uçağa misilleme olarak ABD tarafından karargahı ve evi bombalandı; sonra “ayakları suya erdi”, duruldu İtalya başta olmak üzere Avrupalı emperyalistler ve Amerikan emperyalizmiyle yakınlaşmaya yöneldi. Geçmiş “maceraları” nedeniyle güvenilirliği az olsa bile, ülkesinde ayaklarını yere sağlam basarak duruma hakim olduğu için Batılılar, ona katlanmak ve onunla iş görmek durumunda oldular. Dünya petrollerin yüzde ikilik bir bölümünün üzerinde oturmaktaydı ve enerji ihtiyacı yabana atılır gibi değildi. Ama Kaddafi de durumdan hoşnuttu ve eskisi gibi “delilikler” yapmamaktaydı. Türkiyeli işbirlikçileri de dahil, Batılılar, medyalarında yeniden manşetlere taşıdıkları bu “delilikleri”, Kaddafi ayaklanma karşısında zor duruma düştükten sonra yeniden hatırladılar.

Öncesinde olduğu gibi, Kaddafi döneminde de petrol gelirleri kadar siyasi iktidar da aşiretler arasında paylaşılmaya devam etti. Tek farkla ki, eskiden “orkestra şefi” Bingazili Kral İdrisken, ondan sonra, Trablus’ta üslenen Sirte’li Kaddafi olmuştu. Gerek iktisadi gerekse siyasal olarak “aslan payı” iktidarı ele geçirdiği ’69’dan bu yana giderek pekişerek Kaddafi ve ailesiyle aşiretine düşmekte, hem ilk hem de son söz Albay Kaddafi tarafından söylenmekteydi. Ancak bir sınırı vardı; ve o da, aşiretler arasındaki ilişkileri ve güç dengelerini hesaba katmak durumundaydı ve katıyordu.

Aşiretler arası ilişkiler ve güç dengesi devletin yapılanmasına da yansımaktaydı. Kaddafi, birincil söz hakkını ve bunun da dayanağı olarak iktidarın “köşe taşı” oluşunu garanti altına almak üzere ordunun asıl vurucu birliklerini paralı askerlerden oluşturmuştu. Geri kalan birliklerse, gerek subay gerekse asker mevcutları olarak aşiretlerden gelmekteydi, belli başlı aşiretler arasında dağılmıştı. Bu dağılım, bakanlıklar bakımından da geçerliydi, bakanlıklar farklı aşiretler arasında dağıtılmışlardı ve üstelik bu bakanlıklar başkent Trablus’ta da toplanmamışlar, farklı kentleri merkez edinerek kurumlaşmışlardı.

Gerek aşiret ilişkilerinin halkı da etkisi altında tutan yaygınlığı ve etkinliği, gerekse iktisadi ve siyasal güç ilişkilerinin de merkezileşmiş olduğu durumda bile bu ademi merkeziyetçiliği ve bölünmüşlüğü, Libya’nın karakteristiği olarak, halk ayaklanmasının oluşumu ve gelişimiyle, yönetsel aygıt içinde tepe noktalarda yer alan general, bakan vb. türü unsurların bile safını bu bölünmeye uygun olarak belirlediği ülkenin kolaylıkla ikiye ayrılıp iç çatışmaya sürüklenmesini koşulladı.

Libya halkı bu aşiretsel bölünmeyi aşarak ülke çapında gücünü birleştirmeyi ve bölünmeden birlik olabilmeyi başaramadı. Geri feodal ilişkilerin etkinliği ve siyasal parçalanmışlık, pekiştirdiği bilinç ve örgüt düzeyinin geriliğiyle de bir arada, halkın birliğini sağlayamamasını getirdi. Libya halkı, aşiretçi siyasal parçalanmışlığın üstesinden gelmeyi deneyip bölünmüşlüğü aşmaya yönelerek gücünü ulusal çapta birleştirip ülke ölçeğinde mücadele birliğini sağlama yönünde ileri adımlar atmasına ve Trablus ve diğer batı kentlerinde de ayaklanmalar görülmesine rağmen, buralarda kolaylıkla ve acımasızca bastırıldılar. Ayaklanma, asıl olarak doğu Libya’ya özgü kaldı.

Kaddafi iktidarının merkezi Trablus başta olmak üzere Batı Libya’yı elinde tuttu. Ancak o da doğunun kontrolünü kaybetti. Daha ayaklanmanın ilk günlerinde, ülkenin parçalanmış siyasal yapısının ürünü olarak, Bingazi ve çevresi aşiretlerden bakanlarla generaller, subaylar ve elçilere varıncaya kadar çok sayıda bürokrat ayaklanmacılara katıldı. Bu halk ayaklanmasını güçlendirdi kadar ayaklanma içinde üst sınıfların ağırlığını artırarak halkın gücü ve etkisini kırdı da. Aşiretler ve aşiret reis ve önde gelenleri ayaklanma içinde öne çıktılar; halk ikinci plana gerilemeye, yedeklenmeye sıkıştırılmaya çalışıldı. Nitekim, önceden İçişleri Bakanlığı yapmış ve bakanlığı da Bingazi’de kurulu olan Kaddafi’nin son Adalet Bakanı kısa süre içinde muhaliflerin açıkladıkları geçici üst organ “Libya Ulusal Konseyi”nin başkanlığını üstlendi. Yakın zamanlarda kurulduğu açıklanan geçici hükümetin başınaysa, başbakan olarak, yine eskiden askeri ve dışişlerinden sorumlu olan kriz komitesinin başkanlığını yapmış olan Mahmut Cibril getirildi.

Ancak aşiretlerle askeri ve sivil devlet bürokrasisinden katılımların olmasının sosyal ve siyasal özgürlükler isteyerek ayaklanan Libya halkının gerici özlem ve hedeflerle ya da gericiliğin oyununa gelerek harekete geçtiklerini, dolayısıyla Libya da olan-bitenin bir “toplum mühendisliği” ve “renkli devrim”den ibaret olduğunu göstermeyeceği ortadadır. Tıpkı, uygun koşulunu bulduğunda “halkı Kaddafi’den korumak” gerekçesiyle Libya’ya müdahale eden emperyalistlerin bu müdahalesinin halkın gerici amaçlarla harekete geçtiğini ya da “emperyalizmin oyununa geldiği”ni göstermeyeceği gibi… Bunlar, sadece, ülke içinden “üst” sınıf ve katmanların, dışarıdan da emperyalistlerin çok yönlü çarpıtma, tuzak ve müdahaleyle bilinç ve örgüt düzeyleri bakımından oldukça geri durumda olan, ancak buna rağmen diktatörlüğe karşı ayaklanan Libya halkı, yönelimleri ve mücadelesi üzerinde etki sağlamaya, dolayısıyla halk ayaklanmasını kontrolleri altına alarak yatıştırıp bastırma çabası yürüttüklerini kanıtlar.

Libya içinde “üst” katmanlar, petrol gelirlerinden de pay alarak bir ucundan çoktan kapitalist ilişkiler ağına takılmış olan aşiret şeyh ve reisleriyle asker ve sivil burjuva-feodal üst bürokratlar, şimdi, başta Fransız ve Amerikalılar olmak üzere emperyalistlerle de anlaşma halinde, Kaddafi karşıtı muhalefeti kontrolleri altına alma çabasındadırlar.

Tunus ve Mısır’dan çıkardıkları dersle ve kez planlı-programlı bir biçimde ve tam bir kurmay hesapçılığıyla, başlıca büyük emperyalist devletler, siyasal stratejik yönelimlerinin hizmetinde birinden diğerine geçtikleri taktikler uygulayarak, öncelikle Libya’ya müdahalelerinin önündeki engelleri temizlemeye, ardından da koşulların yeterince elverişli hale geldiğini düşündüklerinde müdahaleye girişmişlerdir.

Ellerinde sınanıp başarısı kanıtlanmış bir deney vardır: 1. Körfez Savaşı’nın ardından hava kuvvetleriyle mekanize birlikleri Kuveyt yolunda saf dışı bırakılan, ama teslim olmaya ya da tam bir barış anlaşmasına zorlanmayarak eli –tıpkı Kuveyt saldırısına yeşil ışık yakılmasında olduğu gibi– saldırı için serbest bırakılan Saddam, Kuzey’de hak arayışında olan Kürtlerle aynı şeyi Güney’de yapmaya girişen Şiilere yönelik katliama yönelmiştir. On binlerle Kürt ve Şii’yi topa tutarak ve zehirli gazla yok etmekte olan Saddam’ın önünden kaçarak Türkiye sınırına yığılan beş yüz bin Kürtle kaçamayıp geride kalanlar, sadece Saddam değil, ama özellikle Kürtleri ayaklanmaya itip ortada bırakan Amerikalılar tarafından da öyle bir çıkmaza sıkıştırılmışlardır ki, “denize düşen yılana sarılır” sözü Irak Kürtlerinin sırtında bir kez daha sınavdan geçirilerek doğruluğu yeniden kanıtlanmış ve Kürt halkı ellerini açıp dualar ederek “kurtarıcı” bekler duruma düşürülmüştür. Bu “kurtarıcı”, bekleneceği gibi, Kürt halkını acz içine iterek kendine muhtaç kılmayı sonunda başararak, Türkiye’ye kaçıp sığındıkları Hakkari Işıkveren’de “Boşe Bush/Yaşasın Bush” diye slogan attıran/atmalarını sağlayan ABD’ydi.

Libya’da benzer plan uygulandı. Ayaklanıp ülkenin büyük bölümünde hakimiyet sağladıktan sonra, önce yerel ayaklanmanın Kaddafi birliklerince ezildiği Trablus ve ardından Misrata, Bingazi yolu üzerindeki “anahtar kent” durumundaki Ecdabiya ve petrol kenti Ras Lanuf’la petrol rafinerilerinin bulunduğu stratejik önemdeki Brega gibi bazı kentlerin sık sık el değiştirmelerini de kapsayarak, ellerine geçirdikleri diğer şehirlerden birbiri peşi sıra püskürtülerek sonunda Bingazi-Tobruk-Derme bölgesinde sıkıştırılan ve Bingazi kapılarına dayanan Kaddafi birliklerince katliamdan geçirilmekle tehdit edilen –kendisini geri plana itip muhalefetin sözcülüğünü ele geçirme çabasındaki aşiret liderleriyle burjuva-feodal bürokratların çoktan ilişki kurdukları emperyalistlere yönelttikleri ısrarlı talep ve davetlerle etkilenip kafası bulandırılmış– Libya halkı, burada da “kurtarıcı” arayışına itilmiş; “kırk katır mı kırk satır mı?” tercihiyle karşı karşıya olduğunu bile düşünmeye fırsat bulamaz halde bir emperyalist müdahaleyi ister ve bekler kılınmıştı!

Halkı sonuna kadar zorlayıp bir dış müdahaleyi kabul eder hale sıkıştırmak için Kaddafi kuvvetlerinin Ecdabiya’yı yeniden ele geçirip Bingazi yolunu açmalarını da bekleyen emperyalistler, sonunda, “meyvenin olgunlaştığı” düşüncesiyle 1973 sayılı BM kararını uygulamaya dayandırdıkları “operasyonlarını” başlattılar. Libya topraklarını, başta hava savunma sistemi olmak üzere, şüphesiz Kaddafi güçlerinin mevzilerini bombalamaya giriştiler. Libya halkına önce yalnızca Kaddafi’nin yağdırdığı ölümü, müdahalesiyle birlikte ondan daha fazlasıyla emperyalistler yağdırmaya başlamışlardı.

Fransa, İngiltere ve ABD’den oluşan “koalisyon güçleri” ya da daha “geniş”e atıf yapan tabir olan “uluslararası toplum” Kaddafi’nin ayaklanan halka karşı zulmünü, binlerce kişiyi katliamdan geçirmesini ileri sürerek, “koruyuculuk” iddiasının yanında tabii ki Libya’da “demokrasi ve özgürlüklerin tesis edilmesine önayak olmak” üzere, Irak ve Afganistan’ın ardından bombardıman altına aldığı Libya’ya müdahale etmişti.

Bu müdahale ile net olarak anlaşıldı ki, “Koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” denen şeyin çıkarları, Batılı emperyalistlerin egemenlik ve “av” alanlarına ve bu egemenliğin sarsılmazlığı ve devamının garanti edilmesine ilişkin çıkarlardan ibaretti: Petrol ve nakil hatlarının denetimde tutulması ve bu denetimi emperyalistlerle işbirliği halinde sağlamayı üstlenecek bölge yönetimlerinin varlığı ve bölgede Arap halklarının bu işbirlikçi yönetimlere yönelik değişiklik istekleri, bu yönlü iddiaları ve bu iddialarının yön verdiği ayaklanmalarının işe yaramazlığının da kanıtlanmasıyla bastırılması.

Yoksa, emperyalist müdahalenin gerekçesi yapılan ve sorun olan, ayaklanan halkların silah kullanılarak vahşetle katledilmeleri değildi, böyle olamazdı. Böyle olsaydı, daha geçen yıl Gazze’de ayağa kalkan Filistinlilere yönelik vahşi bir katliam uygulayan İsrail’in hava sahasını “uçuşa yasak bölge” ilan edip İsrail’in savaş uçak ve gemileriyle hedef alınması gerekirdi. Yine böyle olsaydı, daha geçen günlerde, bin kişilik bir askeri birlikle Bahreyn’e giren Suudi işgal birliklerine ve Suudi Arabistan’a yönelik olarak “uçuşa yasak bölge” ve müdahalede bulunup bombalama türünden “önlemler” alınması gerekli olurdu. Ama bu ülke gericilikleri müdahaleci Batılı emperyalistlerin “stratejik ortakları” oldukları için, onlara saldırmak ve katliam yapmak serbestti. Özetle, sorun “insanlık” değildi, silahla saldırıya uğramış halkın korunması değildi. Bunlar bahaneden ibarettiler ve sadece müdahalenin emperyalist niteliğini perdelemeye yöneliktiler.

Zaten Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin saldırgan niteliğiyle gerçek içeriğini ortaya koymak için ne İsrail’in Gazze saldırısını ne de Suudiler’in Bahreyn’e müdahalesi ve işledikleri cinayetlerini anmaya ihtiyaç vardır. Irak’a ve Afganistan’a yönelik olanların da adına anmaya gerek kalmadan, emperyalist müdahalede ağır bombardıman uçaklarının bombalarıyla, Kaddafi’den birkaç misli fazla insan öldürüldüğü tartışmasızdır.

Öte yandan, emperyalist müdahalenin siyasal stratejik amaç ve yönelimlerinin yalnızca Libya’yla sınırlı olduğunu varsaymak pek safiyane bir düşünce olur. Ve zaten, kimse Libya’ya emperyalist müdahalenin ne nedenleri, ne sonuçları, ne de amaç ve gerçek içeriğinin Libya’ya özgü olmakla sınırlı olduğunu düşünüp buna uygun davranmamaktadır.

Örneğin Arap Birliği, müdahale öncesinden böyle bir müdahalenin çağrıcılığını üstlenmiştir. Neden Libya’ya müdahale istemiştir de Arap Birliği başka ülkelere, örneğin İsrail’e karşı istememiştir? Neden şimdi Yemen’de A. Abdullah Salih’e ya da Bahreyn Kralı’na karşı bir müdahale istememektedir? Ya da Suriye son bir hafta içinde halkına yönelik az katliam yapmamıştır; Arap Birliği madem halka karşı silah kullanılmasına, katliamlara karşıdır, neden sadece Kaddafi’nin zulmüyle sınırlanmaktadır?

Yanıt ortadadır: Arap Birliği de, tıpkı emperyalistler gibi, halklara yönelik vicdansızlıklar ve zorbalıklarla kırımları dert ediniyor değildir. Derdi, emperyalizmin işbirlikçilerinden başkaları olmayan Arap gericiliklerinin egemenliklerinin devamı ve bu egemenliklerin ayaklanan halklar tarafından tehdit edilmemesi ve ancak emperyalistlerle işbirliği içinde ayakta kalabilecekleri için, emperyalist talan ve sultayla birlikte kendi sömürü ve zorbalıklarının garanti altına alınmasıdır. Bu, aynı zamanda, hem kendileri hem de emperyalist efendileri bakımından temel önemde olan enerji kaynakları ve nakil yollarıyla bölgenin aynı zamanda siyasal-stratejik açıdan da kontrolünün sağlanabilmesinin tek yolu olduğu için de dertleridir.

Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ayaklanan halklara vereceği mesaj herhalde açıktır: Kaddafi’den kurtulmanın ve mücadele azim ve kararlılığını kırıp kendilerini ve devasa savaş makinelerinin gücünü dayatarak Libya halkı üzerindeki kontrollerini yeniden tesis ederek bu ülkede emperyalist ve gerici egemenliğin devamını sağlamanın yanı sıra; tüm Arap halklarına, insanca bir yaşam ve özgürlük isteyerek ve kendi gücüne güvenerek emperyalizme ve Arap gericiliklerine karşı ayağa kalkmanın işe yaramazlığını, dolayısıyla diktatörlerini devirme özlemlerini gerçekleştirmenin ve devrimlerin olanaksızlığını güçlü bir biçimde hatırlatmak. Tunus’la Mısır’ın geçmişte kaldığını ve birer sapma olduklarını, halkların ayaklanmalarının Libya’daki gibi her yola başvurularak bastırılmasının kaçınılmazlığını Arap ve dünya halklarının kafalarına kazımak!

Bu, Türkiye gericiliğinin de tutumu olmuştur. AKP; CHP ve MHP’nin de olurlarını alarak, başlangıçta “biz petrolden bakmıyoruz”, “NATO operasyonuna karşıyız” açıklamalarının mürekkebi kurumadan, Arap Birliği’nin üstelik operasyonun kumandasının İngiltere-Fransa-ABD’den oluşan “koalisyon güçleri”nden NATO’ya devrini Türkiye’nin sağladığını ileri sürüp bununla övünerek, Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleye altı savaş gemisi vererek katılmıştır. Devrilecekleri anlaşılan ya da emperyalist büyük devletler tarafından kendileriyle yürünmek gündemden düşürülen gerici Arap diktatörlerine yönelik olarak önce “Mübarek gitsin” diyen, ardından “Kaddafi gitsin”i telaffuz eden Erdoğan, “biz git demiştik” açıklamasıyla “günah bizden gitti” dercesine emperyalist müdahalenin ucundan tuttu. Türkiye de, ayaklanmalarının hesabını sorup bastırmak üzere Arap halklarına yöneltilmiş saldırganlığın bir parçası olmuştur; çünkü açıktır ki, bölgede gericiliğin her zayıflaması Türkiye’yi de olumsuz etkileyecek, dünya gericiliğini ve onun bir parçası olan Türkiye gericiliğini zayıflatacaktır.

Arap dünyasını sarsan ayaklanmalarla ilerleyen ve Libya’ya karşı girişilen saldırıya rağmen hâlâ başka Arap ülkelerine yayılarak genişleyen devrim süreci, evet, sürece açık emperyalist müdahaleyle karmaşıklaşmıştır; ancak, emperyalizm, bu son müdahalesinden önce de kadiri mutlak değildi, bugün de değildir, yarın da olmayacaktır.

Üstelik emperyalist müdahalenin süreci karmaşıklaştıracağı kadar, Arap halklarında zaten birikmiş halde olan anti-emperyalist öfke, nefret ve bilinci geliştirici de olacağı kesindir. Halkların ayaklanmaları içinde bugüne kadar sağladıkları kazançlar ve ilerlemenin, bundan böyle anti-emperyalist mücadele için de bir mücadele potansiyeli ve olanak olduğu görülecektir.



* Aynı zorba Bahreyn Kralı’nın bu ülkedeki ayaklanmayla ilgili tek kelime haber vermeyen El Cezire TV’nin “mumu”nun ancak “yatsıya kadar yanacağı”nı göstermek üzere finansörü Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife El Thani’ye Bahreyn’e verdiği destekten dolayı ettiği teşekkür de, medya ve dayanaklarıyla habercilik anlayışı arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından eğitici oldu.

Nişasta Bazlı Tatlandırıcıda Peşkeş

Geçtiğimiz ay Nişasta Bazlı Tatlandırıcı (NBŞ) konusu en çok konuşulan konular arasında yer aldı. Tatlandırıcılar dolayısıyla şeker politikası ve şeker pancarı üretimi, tarım, gıda güvenliği ve güvencesi de üzerine konuşulan konular arasındalar. NBŞ üzerinden yürüyen bu tartışmalarda genel olarak gıda güvenliği meselesi öne çıkarken, Türkiye tarım politikaları, uluslararası dayatmalar, çok uluslu şirketlerin tarım alanındaki faaliyetleri ve oluşturdukları tekeller aracılığıyla çökertilen ülke tarımı ve sektörde kurulan hakimiyet çok fazla üzerinde durulmayan konular arasındalar. Bu yazıda NBŞ üretiminin artırılmasıyla şeker pancarı ve genel olarak tarım arasındaki bağlantı, biri artarken diğerinin kotalarla eksilmesinin nedeni üzerinde durulacak. Tarım üretimi ve üretici köylülük bu uygulamalardan nasıl etkileniyor bunları inceleyeceğiz. Tarım Türkiye’nin önemli bir sorunu ve toplam nüfusun yüzde 30’unu istihdam etmektedir. Gerek ABD’de gerekse Avrupa Birliği ülkelerinde tarım üretimi, kapitalist tarım işletmelerinin yönlendirdiği bir sektördür. Bizde ise tarımsal üretim orta ve az topraklı köylünün yani küçük üreticilerin faaliyet alanıdır. Bu nedenle tarım alanındaki gelişmeler ailesiyle birlikte milyonlarca üreticiyi ilgilendirmektedir. Örneğin üretime getirilen kotalar nedeniyle yüz binlerce üretici üretimden kopabilmekteler. Buğdaydan çeltiğe düşük açıklanan ya da fındıkta açıklanmayan taban fiyatlar nedeniyle ürünleri maliyetin bile altına yok pahasına satabiliyorlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

SON OTUZ YILIN POLİTİKALARI VE ÜRETİCİ KÖYLÜLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Tarımsal girdi fiyatlarının sürekli artırılması ve tarıma desteklerin azaltılarak kaldırılması, tarımsal desteklemenin aracı olan fabrikaların özelleştirilmesi ya da kapatılması, Kooperatif birliklerinin özerkleşme adı altında kamu desteğinin kesilerek kaderine terk edilmesi ve DGD’nin devreye sokularak üretimden bağımsız araziye verilen destek uygulamasına geçilmesi, her ne kadar yıllar içinde ürüne ve üretime destek kalemlerine dönüştürüldüğü söylense de tarıma ayrılan pay artmak yerine sürekli azalmıştır.

Bu uygulamaların sonucu olarak; özelleştirme, işlevsizleştirme ve tasfiye sonuç aldı. Tarıma yönelik destek GSMH’nın % 1’inin altına kadar düştü. Tarımda örgütlenme, birlik ve kooperatiflere güven sarsıldı. IMF- DB patentli politikalar sonucu Türkiye tarımda ithalatçı konuma gelirken ilk kez 1995 yılında olmak üzere bazı yıllar ithalat rakamları ihracatı geçmiştir. Tarım ürünlerinde ithalatın özellikle pamuk, hububat, bitkisel yağ ve yağlı tohumlarda yoğunlaştığı gözükmektedir. 1980’li yıllara kadar tarım ürünlerinde ithalatçı olan AB, bu yıllardan sonra tarıma yapmış olduğu destekler sayesinde ihracatçı konumuna gelmiştir. AB ortak bütçesinin neredeyse yarısını tarıma ayırarak kısmen de olsa kendi üreticilerini korurken asıl olarak tarım alanında faaliyet yürüten şirketlerin çıkarlarını gözetmektedir. Bu çıkarlar doğrultusunda da bizim gibi ülkelerin tarımsal üretimi uyum yasaları adı altında çıkartılan yasalarla çökertilmektedir.

Bugün geldiğimiz noktada AB ülkeleri ve ABD bir taraftan ihtiyaçları olan tarım ürünlerinin ucuz temini için ülkemizi arka bahçeleri gibi görürken diğer taraftan da, teknolojik gelişmeler ve kendi ülkelerinde tarıma uyguladıkları destekler sonucu, artan ürün fazlalığını eritmek içinde iyi bir pazar olarak görüyorlar. 30 yıldır ülkemize tarıma yönelik desteklerin kaldırılmasını dayatan ABD ve AB kendi tarımlarını koruyacak bütün önlemleri aldılar. Kendileri ithalatı sınırlandırıp, gümrük duvarlarını yükseltip, çiftçilerine düşük faizli kredilerle destek olurken bize tam tersini dayattılar.

II. Dünya Savaşı sırasında tarım alanındaki üretimi devasa boyutlara çıkartan ABD emperyalizmi, ikili anlaşmalarla bizim gibi ülkelerin tarım ürünleri ihracatını resmen kısıtlamıştır. Senatosundan çıkarttığı elde kalmış fazla tarım ürünlerini pazarlamak üzere, PL 480 sayılı yasa ile tarıma krediyi; yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin artırılması, dağıtımı ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurulmasını şart koşar. İşte bu yasa bile ABD ve diğer zengin ülkelerin tarım üzerindeki emperyalist emellerini açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara bir de ABD’den buğday, mısır, arpa, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu vb. ürünlerin ithalatının eklenmesi, zeytinyağı ihracatımızın engellenerek, sabun yapımında ABD’den ithal soya ve donyağı kullanılması, tarım ve hayvancılığın geldiği nokta açısından içine düştüğümüz bu perişanlığın arkasında kimlerin ve hangi saldırıların ne zamandan beri süre geldiğini göstermektedir.

Uluslararası ilişkilerde Avrupa Birliği, ABD ve Kanada arasında en büyük kavgalar tarım ürünlerinin koruyuculuğu üstünden yapılmaktadır. AB ülkeleri kendi tarımlarını ABD’ye karşı koruma önlemi alırken ABD ise bu uygulamaların serbest piyasaya aykırı olduğunu savunarak AB ülkelerine yaptırımlar uygulamakla tehdit etmektedir.

Dünya 50’li yıllarda olduğu gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkeleri olarak bölünmüş değildir. Çünkü sanayi ülkeleri aynı zamanda tarım ülkesi olarak da geliştiği için artık eski tarım ülkeleri, tarım, hayvancılık vb. alanlarda gelişmiş ülkelerin pazarı durumuna düşmüşlerdir. Buğdayda, pancarda, pamukta, tütünde ve bütün ürünlerde fiyatın ve ekim politikasının belirlenmesi şunu açıkça göstermektedir. Uluslararası tekeller, ülke tarımını bütünüyle çökertmeye yönelmişlerdir. IMF ve DB bu çökertme işini emperyalist ülkeler adına planlayan ve dayatan kurumlar olarak başroldedir. Yoksul topraksız köylüler ve küçük üreticiler saldırı politikalarından en fazla etkilenen kesimdir.

ULUSLARARASI ŞİRKETLER TARIM VE GIDADA HAKİMİYET KURUYOR

Tarıma ilişkin dayatmalar ve yaşanan bu gelişmeler aynı zamanda yabancı şirketlerle yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselmeye de neden oldu. Tarımda, gıda işlemede, hazır yemek sektöründe yüzlerce şirket faaliyet göstermeye başladı. Çok uluslu şirketler önde gelen yerli sermaye gruplarıyla ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze-meyve işlemesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve yarı hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çok uluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla birlikte Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayinin bir parçası olma yönünde dönüşmeye başladı. Böylece Türkiye tarımsal üretimi, bu üretimden doğacak ürünlerin işlenerek gıdaya çevrilmesi ve bunların fiyatlandırılması konularında çok uluslu şirketler belirleyici olmaya başladılar. Örneğin; çay sanayinin özel sektöre açılmasıyla tüketim malları üretiminde en büyük çok uluslu şirket olan Unilever Türkiye piyasasına Lipton markası ile girdi. Çay üreticilerine kontenjan adı altında kota konurken, Lipton iç piyasadan aldığı yaş çayı Hindistan, Kenya, Sri Lanka gibi ülkelerden ithal ettiği çaylarla harmanlayarak piyasaya sürmektedir. Yılda 40–50 bin ton çay bu yöntemle pazarlanmakta ve yerli çayı ve çay üreticilerini tehdit etmektedir. İzmir’de kurulu bulunan ve Seylan çayı işleyen Alman ortaklı çay şirketini satın alan Coca Cola da Çaykur’un rakipleri arasında yerini aldı. İthalat ve çok uluslu şirketlerin faaliyeti nedeniyle Çaykur’un pazar payı %55-60’lara gerilerken, Unilever-Lipton % 17 paya sahip oldu. Unilever aynı zamanda Komili’yi de satın alan şirkettir. Ayçiçeği ve mısır yağı işletmeleri ve konserve gibi pek çok alanda faaliyet yürütmektedir. Makarna üretiminde birinci şirket Barilla % 30, süt ve süt ürünlerinde Danone % 20’lik paya sahip. Türkiye’de tüketilen sıvı yağların %50’si ayçiçeğinden üretilmektedir. Yağ sanayinde kurulu kapasitenin %65′i, piyasanın ise %80′i çok uluslu şirketlerin elindedir. Şeker ve tatlandırıcıda durum bu gelişmelerden bağımsız olmamakla beraber nişasta bazlı şeker üretiminde Cargill %80’lik paya sahiptir.

Gıdada özellikle süt, yoğurt, makarna, patates cipsi, yağ ve içeceklerde dolayısıyla da nişasta bazlı şekerde çok uluslu şirketlerin hâkimiyeti artmaktadır. Bu durum üretici ve tüketicinin aleyhine işlemektedir. Çünkü bunlar aynı zamanda bir tekelleşme meydana getiriyor. Kamunun müdahale etme gücü kalmadığı için de üretici ezilirken tüketicinin de gıda güvenliği tehlikeye giriyor. Toprak Mahsulleri Ofisi hem gıda güvencesi açısından hemde üretici lehine fiyat dengesi oluşturmak açısından alım yapan bir kamu kuruluşudur. Şimdi bu işlevi yok olmak üzere ve üretici köylüler malını satmak üzere uluslararası tekellere başvurmak zorunda kalacaklardır. Doğal olarak fiyatı şirketler belirlerken önümüzdeki yıllarda üreticiye sözleşmeli üreticilik dayatılarak köylünün malı maliyetin bile altında elinden alınacaktır.

Bugün ülke tarımı ve buna bağlı olarak gıda sektöründe çok uluslu şirketler çıkan yasalar ve uygulanan politikalara ilişkin müdahalelerini gizlemek ihtiyacı bile duymuyorlar. Başta Monsanto olmak üzere şirketler tohum kanununun çıkarılmasını sağladılar. Bu kanuna göre üretici köylü kendi elde ettiği tohumunu satamıyor. Eğer yerel tohum kullanıyor ve tohum şirketleri tarafından patentlenmiş tohum kullanmıyorsa, tarım desteklemelerinden yararlanamıyor. “Patent” kelimesini genleriyle oynanan, “transgenik” tohumlarda çokça duyuyoruz. Yani tohumculuk şirketleri geleneksel yöntemle üretilmiş ürünün geninde küçük değişiklikler yaparak, yeni bir “çeşit” elde etmiş oluyorlar ve bunun patentini alıyorlar. Binlerce yıldır var olan ürünlerimize bir makineymişçesine patent alınıyor. Yerli tohum, çok uluslu şirketin tohumu olurken tohumculuk kanunu nedeniyle üretici ve tüketici, dolayısıyla ülke tamamen şirketlere bağımlı hale getiriliyor.

Amerikan borsalarında işlem gören yüzlerce şirket ülkemizde maden arıyorlar. Başta köylüler olmak üzere halkın yaşam alanları, tarım arazileri, zeytinlikler, ormanlar ve meralar maden ve enerji şirketleri için feda ediliyor. Tarım alanlarında maden ve enerji şirketlerinin tarım dışı kullanımı için şirketler lehine düzenlemeler yapılmaktadır. Sularımız HES şirketlerine 49 yıllığına kiraya verilerek özelleştiriliyor ve ticarileştiriliyor. Derelerin, akarsuların 40-50 km’lik tüneller ya da kanallara alınması nedeniyle doğal yaşam, bitki örtüsü olumsuz etkilenirken üretici köylüler suya ulaşamamaktadırlar. Dün doğal kaynak olan suyla tarlalarını sulayıp tarım üretimi yaparken bugün şirketlere para ödemeden tarlasını sulama şansı kalmadığı gibi belediyeler tarafından halk, içme suyunu da kontörle satın almaya zorlanıyor.

Bu nedenle ülkemizde şeker pancarı üretiminin kotalar nedeniyle sürekli daraltılması ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, NBŞ kotasının artırılma çabaları yukarıda saydığımız konulardan ve uluslararası tekellerin faaliyetlerinden ve IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü dayatmalarından bağımsız değildir. Şimdi bu bilgilerle birlikte şeker ve NBŞ konularını daha derli toplu, sebep sonuç ilişkileri içinde ele almak mümkün olacaktır.

Şeker dünya ticaretinde önemli ve ülkelerin ihtiyaçları açısından politik öneme de sahiptir. Dolayısıyla şeker pancarı üretilen ülkelerde gıda güvencesi, gelir devamlılığı, sosyal nedenler ve şeker pancarı ve buna bağlı sanayi, hayvancılık, nakliye gibi pek çok alanda istihdam vb. getirileri nedeniyle de stratejik bir üründür. Şekerin hammaddelerinden biri tropikal iklimin ürünü kamış iken; diğeri ılıman iklimde yetişen pancardır. Dünyada üretilen şekerin yaklaşık olarak % 70’inin kamıştan; % 30’unun pancardan elde edildiği belirtiliyor. Başlıca şeker kamışı üreten ülkeler Brezilya, Hindistan, Tayland, Meksika, Kolombiya, Küba ve Avustralya’dır. AB, Ukrayna, Türkiye ve Rusya şeker pancarı üretiminde önemli ülkelerdir. Ayrıca dünyada ABD, Çin ve Japonya gibi her iki ürünü de üreten ülkeler de bulunmaktadır. Şeker dünyada tarım ürünleri ticaretinde %2’lik ihracat payı ile de önemini hissettirmektedir.

Türkiye’de şeker üretiminin tek hammaddesi olan şeker pancarı; Ege, Akdeniz, Güneydoğu Anadolu, Doğu ve Batı Karadeniz dışında tüm bölgelerde tarımı yapılabilen ve her yıl yaklaşık 400 bin çiftçi ailesine kazanç sağlayan önemli bir sanayi bitkisidir. Yılda yaklaşık 2 milyon ton olan yurtiçi tüketimin %90’ı şeker pancarından, %10’u ise şekere kısmen ikame olabilen ve ithal mısırdan üretilen nişasta bazlı şekerlerden (NBŞ) karşılanmaktadır. Şeker pancarı üretimi üreticilerle fabrikalar arasında “Şeker Pancarı Üretim Sözleşmesi” hükümlerine göre yapılmaktadır. 1999 yılından itibaren kotalı üretim uygulamasının başlamasıyla üretim miktarı üzerinden (ton) sözleşme yapılmaya başlanmış ve buna bağlı olarak şeker pancarı ekim alanları ile üretim azalmaya başlamıştır. Buna rağmen Türkiye, AB’de ekim alanı ve üretimde Almanya ve Fransa’dan sonra 3. sırada gelmektedir. Fakat tarımsal alt yapıdaki yetersizlikler nedeniyle ortalama pancar verimi Fransa, Almanya ve diğer birçok AB ülkesinden düşüktür (Pankobirlik). Ticaretin serbestleşmesi ile iç desteklerin azaltılması, üretime konulan kotalar ve kaçak şeker girişinin engellenememesi ve nişasta bazlı şeker kotalarının artırılması, mısır ithalatında dönem dönem gümrük vergilerinin düşürülmesi gibi nedenlerden dolayı şeker ve şeker pancarının üretimi her yıl biraz daha azalıyor. Ancak öz tüketimi karşılaması (gıda güvencesi), önemli bir kitle için geçim idamesi sağlaması, çevre, kırsal kalkınma ve alternatif enerji konularının daha sık gündeme gelmeye başlaması, ekonomik ve sosyal olarak şeker pancarı tarımının ve endüstrisi stratejik önemini halen korumaktadır.

NBŞ, PANCAR ŞEKERİNE GÖRE ÇOK UCUZ MU?

Sıkça başvurulan söylemlerden birisi NBŞ’nin çok ucuz olduğu şeker pancarından üretilen şekerin ise çok pahalıya mal olduğu söylemleridir. Oysaki ”Mısırın ton fiyatı, New York Borsası’nda 302 dolar, Türkiye’de 331 dolar. Dünyanın en büyük üretici ülkelerinde NBŞ fiyatı 500 dolar, Türkiye’de ise 1200 dolardır. Bu verilere göre dünyada en pahalı yüksek fruktozlu mısır şurubu tüketen ve tekellerin en çok kâr ettiği ülkenin Türkiye olduğunu görebiliriz. NBŞ; şekerleme, şekerli maddeler, unlu mamuller, baklava, helva, dondurma, reçel, alkollü alkolsüz içecekler, sakız olmak üzere fast food ürünleri gibi hazır gıdalarda kullanılmaktadır. En son biz tüketicilere maliyeti 1200 dolara gelmektedir. Dünya fiyatları ile arada iki katı aşan farktan büyük bir rant oluşmaktadır. Bu ranttan kimler yararlanmaktadır? Türkiye mısır fiyatı çok küçük fark olsa da dünya ile aynı fiyatta olduğuna göre NBŞ’den kaynaklanan bu kâr üreticiye yansımadığına göre başta tekel olan Cargill olmak üzere Ülker ve 4 şirkete yaradığını söyleyebiliriz. 2009 yılı TMO verilerine göre 2008’de 1 milyon 151 bin ton mısır ithalatı yapıldığı göz önüne alındığında mısır ihracatçısı ülkelerin kazandığını söyleyebiliriz. Türkiye mısır üretiminde büyük bir artış olmazken dünya mısır üretimi son dört yılda 110 milyon ton artarak 822 milyon tona ulaştı. Mısır ihracatçısı ülkelerin GDO’lu mısırı ihraç ettiklerini ve bizim gibi ithalatçı ülkelerin bu GDO’lu mısırları ithal ettiğini belirtmeye gerek yok sanıyorum. Dolayısıyla tekeller ve işbirlikçileri tarafından pancar şekeri yerine ithal mısırdan üretilen NBŞ kullanıldığında mısır üreticisi kâr ediyor sözleri yalan ve aldatmacadır. Bu söylemler mısır üreticisi ile şeker pancarı üreticisini birbirine düşürmeye dönük, aldatıcı ve gerçeği gizleyen söylemlerdir. Bu nedenle de mısır üreticisi köylüler ile pancar üreticisi köylülerin sorunları ortak ve aynı merkezlerden planlanarak karşımıza çıkmaktadır. Bu uygulamalara karşı verilecek mücadele de pancar ve mısır üreticilerinin vermesi gereken mücadeledir.

TÜRKİYE’DE ÜRETİLEN ŞEKER PAHALI MI?
Pankobirlik (Pancar Ekicileri Kooperatifi) 7 şeker fabrikasını üreticiler adına yöneten bir kooperatif olarak üretilen şekerin hiç de pahalı olmadığını belirtmektedir. Aşağıdaki tabloda ülkelerin 1 ton şeker için ödediği dolar miktarı çıkarılmıştır. Tablodaki veriler Pankobirlik’e aittir.

 

Metin Kutusu: Ülke	Maliyet (KDV hariç) Ton/Dolar Fransa	1916 Finlandiya	1828 Japonya	1806 Norveç	1740 Almanya	1586 Avusturya	1586 İsveç	1564 Belçika	1476 Türkiye	1330-1335

 

 

 

 

Ülkemizde  NBŞ üreten 5 tesis var. Bunlardan Cargill’in kapasitesi 400 bin ton, Adana’da bulunan Amylum’un kapasitesi 250 bin ton, Ülker-Cargill ortaklığındaki Pendik Nişasta’nın kapasitesi 110 bin ton, Tat firmasının kapasitesi 70 bin ton ve Sunar’ın kapasitesi 55 bin ton mısır. Bu 5 tesisten biri olan Pendik Nişasta Sanayi, Ülker Grubu’na ait. Ülker Grubu, Pendik Nişasta Sanayi tesisinde Cargill ile ortak olarak mısır şurubu üretiyor. Ülker’le başbakan ailesinin ortaklığı da bilinen bir gerçek olduğuna göre dolaylı olarak hükümetin başı ile Cargill ortak olmuş oluyorlar. Her ne kadar Şeker Kurulu’nun görevinin düzenleyici, denetleyici, ülke menfaatleri doğrultusunda şeker üreten şirketleri yönlendirmek olarak belirtilse de bu görevlerden sadece biri olan düzenleyicilik görevini yerine getiren şeker kurumu bunu da NBŞ şirketleri lehine yapmaktadır. Şeker Kurulu yönetiminde NBŞ üreticisi Cargill’in temsilcisi de bulunmaktadır. Cargill kendi temsilcisi aracılığıyla şeker pancarı üretiminin azaltılarak, NBŞ üretiminin artırılması için çalışmaktadır.

NBŞ = İTHAL MISIR VE YÜKSEK KÂR MARJI = YOKSULLAŞAN VE ÜRETİMDEN KOPAN KÖYLÜLÜK

Kâr oranlarına baktığımızda tekellerin neden NBŞ’de ısrar ettiklerini anlamamız kolaylaşacaktır. GDO’lu ithal mısırdan üretilen NBŞ’den % 587-711 arası kâr elde ederken GDO’suz ithal mısırdan % 334-414 arası kâr elde ederken, pancar şekerinden en düşük % 38 kâr elde ediliyor. Bu durumda şirketlerin ve AKP hükümetinin NBŞ sevdasını kâr ve daha çok paradan başka bir gerekçeyle açıklamak mümkün değil. Bir tarafta ithal mısırdan uluslararası şirketlerin üreterek kârlarına k’ar kattıkları NBŞ diğer tarafta 3 milyar dolar katma değer sağlayan, nakliye sektöründe 25 milyon ton iş hacmi oluşturan, hayvancılık vb. birçok alana katkı sunarken doğrudan ya da dolaylı olarak ailesiyle birlikte yaklaşık 10 milyon işçi ve üretici köylü halkımıza iş ve ekmek olanağı sağlayan pancar şekeri. İşte mesele buradadır.

2009/2010 yılı NBŞ kotasının % 15’e çıkarılmasıyla NBŞ 135 bin ton artarken aynı oranda pancar şekeri üretimi azalmıştır. 270 bin dekar pancar daha az ekilerek pancar ekim alanı % 10 daraltılmasına, iki yüz köyde pancar ekiminin yasaklanmasına ve ortalama 20 bin pancar üreticisi köylünün mağdur edilmesine ve düşen üretim nedeniyle iki fabrikanın kapatılmasına sebep olduğunu da unutmamak gerekir. Zaten özelleştirilmesi planlanan 28 şeker fabrikasının özelleştirme sonrası hepsinin çalışmayacağını cümle alem bilmektedir. Nasıl ki Tekel özelleştirmesi sonucu geriye sadece Samsun’daki Ballıca Sigara Fabrikası kaldı; şeker özelleştirmesi sonrası da 3-5 fabrikanın kalarak gerisinin üretim azlığı, teknolojik yetersizlik vb. gerekçelerle kapatılması hesaplanıyor.

AB ŞEKER POLİTİKASI KENDİNİ KORUMAYA DÖNÜK İŞLİYOR

O zaman Avrupa Birliği NBŞ’ye (bugünlük) sıcak bakmadığına göre, kendi sınırları içinde NBŞ kotasını % 2 sınırında tuttuğuna göre şeker pancarı üretiminin daraltılmasını neden istiyor diye bir soru akla gelebilir. Cevabı çok açık çünkü AB iyi bir şeker pancarı üreticisidir. AB reform sürecinde 21 olan şeker pancarı üreticisi ülke sayısının kademeli olarak 6’ya düşürülmesini planlamaktadır. Şeker fiyatlarının aşağı çekilmesi, üretime kota getirilmesi nedeniyle rekabet edemeyecek ülkelerin şeker üretiminden çekilmesini öngörüyorlar. Başta Almanya olmak üzere Fransa, İngiltere, Hollanda, Danimarka ve Polonya büyük pancar şekeri üreticisi ülkelerdir. Türkiye ise 2009/2010 yılı kotası 2 milyon 709 bin ton ve 2010/2011 yılı kotasıyla 2 milyon 444 bin ton şeker kotasıyla Almanya ve Fransa’ya rakip olduğu gibi asıl olarak AB’ye rakip durumundadır. AB reformunun tamamlanarak Türkiye’nin AB’ye gireceği yıl olarak kabul edilen 2015 yılında ülkelerin şeker kotalarının da sabitleneceği belirtilmektedir. AB tarıma ilişkin dayatmaları olan desteklerin azaltılması, üretime getirilen kotalar ve şeker fabrikalarının bir an önce özelleştirilmesini istemektedir. Bu uygulamalar sonucu daralan şeker pancarı üretimi ve artan NBŞ nedeniyle üreten değil tüketen ve bağımlı bir Türkiye bulmak istiyorlar. Bu nedenle de AB tekelleri ile Amerikan tekellerinin çıkarları ortaktır.  AB ülkelerinde şeker ithalatı % 200 oranında gümrük vergisine tabiyken, DTÖ tarım anlaşması kapsamında “pazara giriş taahhütnamesi” dayatmaları nedeniyle Türkiye Şeker’de gümrük vergisinde koruma oranını % 10 azaltılmasını dayatmış ve 2004 yılında bu azalma gerçekleşmiştir. Önümüzdeki yıllarda bu tip dayatmalar daha da artacaktır.

SONUÇ

Bu durum şunu açıkça göstermektedir ki, pancardan mısıra, buğdaydan arpaya, mercimekten pirince, tohumdan hayvancılığa ülke tarımı büyük bir tehdit ve çökertme operasyonu ile karşı karşıya geliyor. Ya bu dayatmaları kabul ederek ülke tarımının çökertilmesini hep birlikte izleyerek tarımsal üretimde tekeller söz sahibi olurken köylüler kendi topraklarında sözleşmeli üretici ya da karın tokluğuna çalışan tarım işçileri olacak, gıda üretimimiz elimizden alınarak gıdaya tekellerin izin verdiği kadar ulaşarak gıda güvencemizi kaybederken, kirli ve GDO’lu üretim nedeniyle gıda güvenliğimizi de kaybetmiş bir ülke olarak tarımda, sağlıkta, gıdada bağımlı hale geleceğiz ya da tüm bu dayatmalara karşı mücadele edeceğiz. Saydığım bu nedenlerden dolayı Türkiye’de tarım sorunu, emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadeleye açıkça bağlıdır. Bu mücadelenin dayanaklarının tarımla uğraşan çok geniş bir üretici köylü kesimi olduğu ortadadır. Bu kesim gelinen noktada IMF, DB ve DTÖ politikalarına ve dayatmalarına karşı tepkilidir. Enerji, maden arama ve kirli sanayi politikaları, gıda şirketlerinin kârlarına kâr katsın diye hayatımıza, tarlamıza, mutfağımıza sokulmaya çalışılan GDO’lu ürünler köylülerle, işçileri aynı sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Üretici köylülerin sendikalaşması yukarıda belirttiğim sorunlar nedeniyle daha da önem kazanmış durumdadır. Sorunlar ortak ve aynı merkezlerden planlanarak karşımıza çıkmaktadır. Buna merkezlere karşı mücadeleyi ortaklaştırmak bugün dünden daha önemlidir.

Kaynaklar:

Türkiye tarımında kapitalizm ve sınıflar, Necdet Oral

Pankobirlik, Şeker İş ve TÜMKÖYSEN Yayınları

AKP’nin Demokrasi Karnesi

2002 Kasım seçimleriyle işbaşına gelmesinden bu yana geçen sekiz buçuk yıllık süre içinde AKP Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik hükümetini kurduğu iddiasında bulunuyor. Parti yöneticilerinin yakıştırdıkları isimle hükümetin “ileri demokrasi” programı, esasında son derece anti-demokratik uygulamalara kaynaklık etse ve zaman zaman AKP hükümetinin “sivil dikta” tesis ettiğine ilişkin eleştirilere konu olsa da, bu propaganda sürekli olarak yineleniyor.

Klasik demokrasinin 1789 Fransız Devrimi’nden beri benimsenmiş ve süreç içinde sınıf mücadeleleri içinde geliştirilmiş başlıca normlarının bile ihlal edildiği, emekçilerin yüzlerce yıllık mücadele ile kazandığı mevzilerin önemli ölçüde dağıtıldığı “ileri demokrasi”nin, AKP’nin iki dönemlik iktidarının sonuna gelirken hâlâ telaffuz edilebilmesinin bir sebebi, belagat yeteneklerini hükümet politikalarının gerçek yüzünü demagojik olarak gizlemek için kullanan, bu partinin vurucu sloganlarının oluşturulmasına entelektüel katkıda bulunarak bir propaganda bürosu gibi çalışan liberal entelektüellerin gayretkeş çalışmaları ise, diğer nedeni de, hükümetin uluslararası neoliberal politikalara uygun bir devlet-ordu ve kurumlar yapılandırması sırasında, değiştirmeye çalıştığı statükonun savunucuları ile mücadele ederken karşılaştığı tepkileri mağduriyet hanesine yazabilmesindeki başarısıdır.

AKP, Türkiye’de, vaktiyle eski tip sömürgeciliğe karşı verdikleri ulusal mücadelelerin sonucunda siyasal bağımsızlıklarına kavuşan ve uzunca bir zaman da kalkınma iktisadının ihtiyaçlarına uygun devlet ve bürokrasi şekillenmesiyle yönetilen ülkelerdeki mevcut kurumlaşmanın, sermayenin dolaşımının önünde artık önemli bir engel olarak görüldüğü ve devlet kurumlarının ve bürokrasinin yeniden yapılandırılmasının önemli bir gündem olarak emperyalistlerin ajandasına yerleştirildiği 1980’ler sonrası dönemin en parlak mamülü olarak ortaya çıktı.

Bütün dünyada serbest piyasa ekonomisinin işleyişini düzenleyen görünür bir “el” olarak devletin eski işlev ve mekanizmalarının yeniden gözden geçirildiği; sosyal hizmetlerin arzını düzenlemek için kurulmuş kalkınma iktisadı dönemi kurumlarının (Türkiye’de İller Bankası, Köy Hizmetleri, Karayolları vb.) kimilerinin kaldırıldığı, kimilerinin de rollerinin değiştirildiği ve aynı bağlamda yerel yönetimlerin sermaye ile ilişkilerini dolayımsızlaştırmak üzere yasal değişikliklerin yapıldığı; sosyal politikaların tasfiyesi kapsamında kamu hizmetlerine ayrılan sübvansiyonların iyice kısıldığı ve böylelikle bu hizmetleri piyasaya açmak için “devletin küçültüldüğü” 80’ler sonrası süreç, özel siyasal koşulların da etkisiyle Türkiye’de oldukça çatışmalı gelişmiştir.

80’lerde başlayan Kürt özgürlük mücadelesinin bastırılması amacıyla geleneksel devlet yapısını tahkim eden paramiliter organizasyonların kurulması, illegal özel savaş örgütlerinin oluşturulması bir yandan devletin baştan aşağı özel bir biçimde çeteleşmiş bir organizasyon haline gelmesine yol açmış, bir yandan da bunlar devletin eski kurumlarının yeniden düzenlenmesini şart koşan emperyalistlerin, neoliberal politikaların uygulanması için gerek duydukları düzenlemelerin uzun süre, talep edildiği hızla yapılmasını önlemişti. Dolayısıyla 1980 yılında askerî cunta zamanında başlatılan neoliberal hamleler istendiği hızda sürdürülemedi.

Bu hız AKP hükümeti zamanında kazanılmıştır.

AKP hükümetinin devletin yeniden yapılandırılması sürecinde propaganda malzemesi olarak bolca kullandığı ve “ileri demokrasi”nin temalarından biri haline getirdiği şey, devletin bu çeteleşmiş yapısının dağıtılacağı vaadidir. Gerçekte ise olan, küreselleşme sürecinde buyrulduğu gibi, uluslararası sermayenin en ücra köşelerde dolaşımını kolaylaştırmasında, yeni pazarlar açmasında engel teşkil edebilecek devletin rantiyeleşmiş ve eski statükonun sürmesinde çıkarı bulunan derindeki ve yüzeydeki tabakalarını sindirmekten; bunun yanı sıra eski statükoya göre oluşturulan yasal mevzuatı değiştirmekten, bürokrasiyi ve askeri, yeni statükoyu içselleştirecek biçimde yeni bir kadrolaşmaya zorlamak ve siyasi yaşamdaki yerlerini yeniden tarif etmekten başka bir şey değildir. Çünkü AKP hükümeti, devlet içindeki çete yapılarını dağıtmak, ordunun darbe niyetlerini mahkûm etmek amacıyla başlatıldığı ileri sürülen Ergenekon tutuklamaları yoluyla, sadece buzdağının görünen kısımlarında yer alan kimi unsurları deşifre etmiş, örgütün asker-polis-bürokrasi-politikacı-mafya uzantılarını tamamen açığa çıkarmak, birkaç on yıldır işlediği ve failleri bulunmamış “suçları” cezalandırmak gibi bir aciliyeti olmamıştır. Dalgalar halinde süren tutuklamalar ve davayla ilgili hazırlanan binlerce sayfalık iddianame Ergenekon örgütlenmesinin dipsiz bir karanlık kuyu olduğu izlenimini verirken bu davayla ilgili olarak halkın doğru bilgilenmesi de medyadaki laf kalabalığına kurban edilmiş, böylece bilgisine sade emekçinin vakıf olamayacağı bir canavar yaratılmıştır. Diğer yandan hükümetin kendisine muhalif olan kesimleri de Ergenekon kapsamına kolaylıkla alması ve davayı bir sindirme mekanizması olarak işletmesi davanın mahiyetinin “sulanmasına” yol açtığı gibi hükümetin “çeteler”in üzerine gerçekten gittiği iddiasını boşa çıkarmış, bu sürecin aslında AKP’nin kendi statükosunu güçlendirmeye, kendi derin devletini örgütlemeye yönelik bir niyetle örgütlendiği izlenimini pekiştirmiştir.

Böyle bir “ileri demokratik” bir hamlenin ise emekçilerin hayatını kolaylaştırmaktan ziyade sermaye sahibi sınıfın çıkarlarını gözettiği, emekçiler için değil sermaye sahibi sınıf için “demokrasi” tesis etmek anlamına geldiği açıktır. Uluslararası sermayeye ülke topraklarından sınırsız bir özgürlük sağlamak için devlet bürokrasisinin işleyiş mekanizmalarında ihtiyaç duyulan düzenlemeler, uzun yıllardır halkın demokratik bir talep olarak ileri sürdüğü “çetelerin dağıtılması” talebi istismar edilerek hayata geçirilmektedir ve o çetelerin dağıtılması için sekiz yıldır hiçbir şey yapılmamıştır.

Ancak AKP eski statükonun kadrolarını deşifre ederken karşılaştığı direnci, şimdiye kadar hem kontrgerilla örgütlenmesinden hem de hep bir baskı aygıtı olarak karşılaştığı devletten canı yanmış emekçilerin, Kürtlerin ve aydınların duygularını istismar ederek oya çevirebileceği bir mağduriyete tahvil etti ve iktidarda olmasına rağmen devlet kurumlarıyla kavga eden bir parti gibi görünmeyi başardı.

Yazının devamında, AKP’nin söyleminde yer alan mağduriyet temasının bu partiye yakın tarihimizdeki siyasal koşullar tarafından nasıl sunulduğunu ve sonra da “ileri demokrasi”nin içeriğini tartışmaya çalışacağız.

 

AKP’NİN SÖYLEMİ: İKTİDARDA AMA MUHALİF

AKP mağduriyet edebiyatını başlıca iki esasa dayandırır. Birincisi, partinin doğuş koşullarıyla ilişkilidir ki; o koşullar, siyasi hayatı defalarca askerî müdahaleler ve darbeler ile kesilmiş bir ülkede halkın darbelere karşı duyduğu tepkinin partiye bir halk desteği sağlamak üzere mal edilmesinde kullanılmıştır. Diğeri de, iki dönemdir iktidarda olmasına karşın bu partinin, yeniden kurmaya çalıştığı statüko sırasında karşılaştığı direnci kendisini bir muhalefet partisi olarak tanımlayacak biçimde kullanmasıdır.

Birincisi…

AKP, 1997’de Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonuna yapılan bir ordu müdahalesinin ürünüdür. Generallerin 28 Şubat Postmodern Darbesi olarak adlandırdığı bu müdahale ile hükümet görevden uzaklaştırılmış, hükümetin bileşenlerinden Refah Partisi gerçekte, anti-İsrail, anti-Batı, anti-Amerikan görüşleri içeren ve partinin millî sanayi hamlesi adını verdiği ekonomideki korumacı ve kotacı önlemleri kapsayan Millî Görüş siyaseti nedeniyle Türkiye’nin önüne konulan neoliberal politikalara uyum yeteneğinin yetersizliğinden, görünürde ise şeriat düzenini kurmaya çalıştığı gerekçesiyle hedefe konulmuştu.

AKP, 28 Şubat darbesiyle iktidardan uzaklaştırılan Refah Partisi’nin parçalanmasından doğdu. Sonradan “biz millî görüş gömleğini 28 Şubat’ta çıkardık” diyecek olan Tayyip Erdoğan, partisi Türkiye’yi yönetmeye aday olmadan önce askerin yaptığı balans ayarının işe yarayıp yaramadığının test edilmesi için, danışmanı Cüneyt Zapsu’nun yaptığı “Erdoğan’ı alın kullanın” kulislerinin ardından ABD’deki stratejik, politik merkezlerle ve İsrail lobileriyle görüşmeler yaptı ve böylece hükümet kurmak amacıyla yola çıkma iznini aldı. Ancak Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye çekilen balans ayarı bu görüşmelerden sonra da sürecekti ki, bu görevi ülke içinde, sonradan kendisinin ayar çekmeye çalışacağı asker-yargı-CHP üçlüsü ile Kemalist ideologlar üstlendi. Hükümeti kurma zamanı geldiğinde Erdoğan “şiir okuyan adam” olarak hapisteydi, milletvekili seçilmesi konusunda önüne engeller çıkarılmıştı. Erdoğan bu engelleri aşıp Başbakan olarak atandığında, nüfusunun yarıya yakını hapislerden geçmiş, diğer yarısı yakınlarının hapislere düştüğünü görmüş; darbelerden çok çekmiş, siyasetçilerin asker marifetiyle asıldığına, yasaklandığına tanık olan bir ülkede mağdur edilmiş siyasetçi rolünü oynayacağı yeterli bir birikim edinmiş sayılıyordu. Dolayısıyla Başbakan, AKP hükümeti döneminde ordu mensuplarına kadar uzanan Ergenekon tutuklamalarının da gösterdiği gibi, asker ve yargı kurumlarını yeniden yapılandırmaya giriştiğinde, iyice işlenerek sürekli görünür kılınan bir arka plana, icraatına meşruiyet sağlamakta kullanacağı bir özgeçmişe de sahip oldu.

Öte yandan girişte de söz edildiği gibi, 1984’ten bu yana süren Kürt özgürlük mücadelesini bastırmak üzere bölgede yürütülen özel savaş sırasında kullanılan kontrgerilla yöntemlerinin, kurulan istihbarat örgütlerinin, hukuk tamamen askıya alınarak gerçekleştirilen uygulamaların; faili meçhul cinayetler, şiddet yoluyla köy boşaltmalar, bugün birer birer ortaya çıkan toplu mezarlar biçiminde açığa çıkan sonuçları, seçilmiş bir hükümetin darbe yoluyla görevden alınmasında olduğu gibi, anti-demokratik bir devlet geleneğinin eleştirisinde AKP hükümetinin sürekli işaret ettiği musibetler arasında yer aldı.

Özellikle 2009’da gündeme getirilen “Kürt açılımı” ile, kontrgerillanın ve bununla bağlantılı olarak özel savaş dönemi boyunca ayrıcalık kazanmış, dolayısıyla eski devlet yapısının sürmesinden yana olan ve AKP’nin oluşturmaya çalıştığı yeni derin devlette bu ayrıcalıklarını yitireceğini düşünen kesimlerin tasfiyesini amaçlayan Ergenekon davaları sırasında AKP Kürt halkına yaşatılan acıları kendi hanesine bir kazanç olarak yazmak üzere bol bol kullandı. Ve aslında ne yakın geçmişte yaşanan darbecilerden ve darbelerden hesap sorulması konusunda bir şey yapıldı ne de özel savaş dönemi boyunca halka yaşatılan acıların sorumluları bulunup çıkartıldı. AKP bu dönemde sadece herkesin bildiği olayları tekrarlamaktan başka bir şey yapmadı.

İkincisi…

AKP’nin propagandasının içeriğini esasen bu partinin ezilen, yoksul kesimleri temsil ettiği vurgusu oluşturmuştur. Bu vurguda, öncelikle AKP ezilen sınıfların terminolojisini kullanarak, taleplerinin içini boşalttı ve sonra da bu talepleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak üzere dönüştürdü.

AKP’yi iktidara getiren 28 Şubat sürecinin kendisi ve bundan sonraki AKP hükümeti dönemi, bir yanıyla aslında bir “toplumsal mühendislik” çalışması olarak tanımlanabilir. 28 Şubat ile başlayan dönem, emekçilerin dikkatinin emek-sermaye çelişkisinden uzaklaştırılmasına ve bu kesimlerin enerjisinin egemen sınıflar arasında şiddetli bir çatışma olarak beliren statükonun yeniden kurulması sürecine yedeklenmesine ilişkin bir stratejinin hayata geçirildiği dönemdir.

28 Şubat’ın faili olan asker, RefahYol hükümetini düşürürken nasıl Refah Partisi’nin Cumhuriyet döneminin en önemli ve tartışılmaz ideolojik kabullerinden olan laikliğe aykırı girişimlerini öne çıkarmışsa, AKP de, kitlelerle daha çok, Cumhuriyet dönemi boyunca inançlarının baskı altına alındığını, görmezden gelindiklerini, itilip kakıldıklarını söyleyerek ilişki kurmayı tercih etti. Böylece hükümet kendisine oy veren emekçilerle dini esasa dayalı bir duygudaşlık kurmayı öne çıkardı. Emekçiler AKP yönetimi altında tarihlerinin en yoğun saldırılarına maruz kalmış olsalar da, AKP emekçi örgütlerine ve kazanılmış haklarına en şiddetli saldırıyı gerçekleştiren bir parti olarak tarihe kaydedilmiş olsa da, hükümetin emekçilerin mevcut mevzilenmesine yönelik dağıtıcı stratejisinin hayata geçirilmesinde bu dini söylemin rolü büyük olmuştur.

Kemalizmin yerleşik laisizm ideolojisini benimsemiş, AKP’nin şeriatı getirmek gibi bir gizli ajandasının bulunduğundan endişelenen seçmen kitlesinin desteklediği CHP’nin AKP tarafından asıl “devlet partisi” olduğunun sık sık altının çizilmesi ile de hükümetin eski devlet seçkinlerinin değil halkın hükümeti olduğu iması pekiştirilmiştir. AKP’nin propagandif söyleminde, asıl iktidarın askerin ve CHP’nin elinde olduğu, AKP’nin de 90 yıllık Cumhuriyet dönemi boyunca bir devlet partisi olarak örgütlenmiş CHP’ye ve ordu vesayetine karşı halkın muhalefetini temsil ettiği motifi sık sık işlenmiştir.

Bu söylem, AKP’nin, hükümete gelmesine cevaz veren emperyalist odaklar tarafından bir “mühendislik harikası” olarak küllerinden yaratılmış olduğunu, iktidarı süresince de bizzat bu odaklar tarafından gözetilip desteklendiğini, onaylı icazetli bir iktidar partisi olduğu gerçeğini gizlemektedir.

Bu partinin, sermayenin küresel serbest dolaşımının önündeki bürokratik, hukuki, kurumsal ve beşeri engellerin tamamen ortadan kaldırılmasının hedeflendiği neoliberal politikaların uygulanması için gereken her şeyi yapacağına dair, küreselleşme stratejisinin üretildiği uluslararası sermayenin politik merkezlerinde verdiği sözler artık bir sır sayılmıyor. Ve hükümet olduğundan bu yana AKP’nin önündeki en büyük sorunlardan biri, yerine getirme vaadinde bulunduğu politikaların hedef aldığı, 2. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan ulusal kalkınma programları kapsamında bizim gibi ülkelerde ithalat-ihracatın, sermaye birikimi ve dolaşımının belirli bir düzen altında yürümesini sağlayan kurallardan ve bunları yürürlükte tutan, denetleyen kurumlardan oluşan statüko ise, diğeri ve en önemlisi de, bu politikaların sonuçlarından etkilenecekleri çok açık olan emekçi sınıfların muhtemel ve potansiyel direnişidir.

Birinci kesim, yani AKP’nin hedef aldığı eski statükonun yürütücüsü ve denetleyicisi olan kurumlar doğal olarak yeni sermaye birikim rejiminin ihtiyaçlarına uygun bir dönüşüme ve iktidardaki ağırlıklarını yitirmeye kolaylıkla razı olmayacaklardı ve AKP ile bu yüzden yer yer oldukça şiddetli seyreden çatışmaya da girdiler. Bu noktada AKP, kendisinin yeni olanı, karşıtlarının da statükocu ve geride kalanı temsil ettiği propagandasını yapma imkânı buldu. Eski devlet bürokrasisi içindeki ayrıcalıklı konumlarını tehdit altında gören kesimlerin devletçi, AKP’nin ise özgürlükçü olduğu propagandasının etki derecesini belirleyen ise, bizimki gibi, baskıcı ve merkeziyetçi, yüzlerce yıllık bir geleneğin sürdürücüsü devlet zulmüne maruz kalmış topraklarda yaşayan bir halkın önünde dile getirilmiş olmasıdır. Böylece halkın devlete birikmiş tepkisini, egemen sınıflar arasındaki çatışmaya kanalize etme ve bu çatışma taraflarından birinin yani hükümetin temsil ettiği güçlerin etrafında saflaştırma konusunda olağanüstü çaba harcadı.

Esasen AKP’nin CHP için kullandığı “devlet partisi” kavramının ima ettiği devlet karşıtlığı bir devlet karşıtlığı olmadığı gibi partinin, devletle ilişkisi bakımından CHP’den farklı bir noktada durduğunu göstermez. Tersine bu parti hükümet ettiği dönem boyunca, “Yeni Dünya Düzeni” normlarına uygun olarak devletin emekçiler karşısındaki mevzilenmesini güçlendirdiği gibi; sosyal sorumluluklarından arındırarak salt bir zor aygıtı haline gelmesini kolaylaştırdı bunu yaparken uluslararası sermayenin kendisinden beklediklerini gerçekleştirmiş olduğu halde kendisine oy veren kitlelere bunun emekçilerin hayatını kolaylaştıracak demokratik bir müdahale olduğu yalanını söyledi. AKP’nin kullandığı demokrasi söylemi, iktidarı boyunca işsiz sayısını katlayan; özelleştirmelerden taşeronlaştırmaya, sosyal politikaların iptal edilmesinden sendikal örgütlerin zayıflatılmasına kadar bir dizi uygulamaya imza atmış olmasına karşın, hükümetin ortaya çıkan sonuçların sorumluluğunu üstünden atabilmesinde ve dikkati sınıf çelişkisinden başka noktalara (egemen sınıflar arasındaki çatışmaya) kaydırabilmesinde işlevli olabilmiştir.

Başbakanın propagandası sol siyasetin tarihsel birikimlerine göndermelerle doludur ve kimi zaman da emekçi terminolojisini aynen alıp kullanmakta bir beis görmez. Örneğin Anayasa referandumu öncesinde TÜSİAD’la girdiği tartışma sırasında “biz bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz” sözünü kullanmıştır ve böylelikle kapitalist toplumun en can alıcı çelişkisi olan “emek sermaye çelişkisi”ne atıfta bulunmuştur. Bu atıfla da hükümetin emek cephesinde yer aldığını ima etmiş ve böylece hem partinin hem de hükümetin büyük sermayenin desteğiyle ve onu temsil ederek iktidarda olduğu gerçeğini seçmenden gizlemeyi amaçlamıştır.

Aslında TÜSİAD’la girdiği tartışma AKP’nin büyük sermaye ile ciddi bir çatışma içinde olmasından kaynaklanmaz. Ancak küreselleşme stratejisi kapsamında ülkenin en ücra köşelerinin sermaye birikimi ve dolaşımı için uygun hale getirildiği bu dönemde büyük sermaye sınıfıyla gelişmekte olan sermaye kesimi arasındaki pazar ve çıkar kavgaları, zaman zaman hükümet ile büyük sermaye sınıfının örgütü arasında dalaşmalar olarak belirmiştir.

Bu yeni gelişen sermayenin sözcüsü olarak ortaya çıkan, muhafazakâr-dindar sermaye sahiplerinin örgütlendiği MÜSİAD’da kümelenen sermaye sınıfının sözcüsünün geçmişte bir röportajında söylediği gibi TÜSİAD burjuvazisinin devletten nemalandıkları MÜSİAD’dakilerin de kendi “yetenek” ve “becerileriyle” sivrildikleri iddiası da, bu tartışma “Yeşil sermaye” sınıfı ile TÜSİAD burjuvazisi arasında, sermayeye yönelen devlet korumacılığından yararlanma konusunda bir çekişmeyi ima etmektedir. Ancak bu çekişmeler AKP’nin büyük sermaye kesimine sırt çevirdiğini, ondan icazet almadan iktidarda kalabildiğini, Başbakan’ın iddia ettiği gibi partinin sadece büyük sermaye karşısında ayrıcalıksız “yeşil sermaye” tarafından desteklendiği anlamına gelmez. Zira AKP doğrudan doğruya büyük sermayenin partisidir ve onun siyasal temsilcisidir.

TÜSİAD’a çıkışarak tribünlere oynayan Başbakan’ın hükümetinin iktidarı boyunca büyük sermaye alabildiğine büyüdü ve geçen ay yayınlanan dünyanın en zenginleri listesinde “Türkler”in sayısını artıracak biçimde genişledi. Krize rağmen bu sermaye sahibi sınıfın kârları azalmadı, çoğaldı.

Uluslararası tekelci sermayenin rahat dolaşımını ve dünyanın her yerinde sermaye birikim ve dolaşım olanaklarının yaratılmasını sağlamak üzere geliştirilen ve adına “Küreselleşme-Yerelleşme” denilen strateji kapsamında büyük kentler dışındaki kentlerde de sermaye birikim ve dolaşımına kolaylaştırıcı olanaklar sağlayan AKP, yerel sermaye girişimlerine sağladığı pazar kolaylıkları, devlet ayrıcalıkları, kotalar ve sübvansiyonları büyük sermaye için de sağlamıştır ve böylece emperyalist stratejiye başarıyla hizmet etmiştir.

Elbette ki bu süreç sermaye sınıfları arasında pazar ayrıcalıklarının nasıl paylaşılacağı konusunda rekabetin arttığı bir süreçtir ve Başbakan’ın büyük burjuvaziyle girdiği polemik bu rekabetin yansımasıdır. Başbakan kendisinden önce başlayan ve Anadolu kaplanları denen yeni burjuvaların türemesini sağlayan süreçten; onların büyük burjuvazinin saflarına, stratejinin yerelleşme ayağından küresel ayağına sıçramalarından pay çıkarmaktadır ve yerel sermaye birikimi için sunulan desteğin de büyük sermayeye rağmen olduğunu, yerel sermaye birikimi teşvikinin de mağdurun ve mazlumun kollanması anlamına geldiğini iddia etmektedir.

Tayyip Erdoğan, desteklediği yeni gelişen sermaye kesimleri giderek büyüyüp, iktidar partisinin sağladığı avantajlarla da palazlanarak büyük sermayenin saflarına gitgide hızla dahil olurken, “pazara girmesi 28 Şubat’ta kılıç zoruyla engellenmiş” yerel sermayenin hamiliğine soyunduğunu, küçük girişimcinin bahtını değiştiren adam olduğunu ima ederek politik bir kazanç sağlamaya çalışmıştır.

Sermaye birikim rejimindeki yeni yönelim kapsamında Anadolu girişimciliğini neredeyse kollanması gereken esnaf kategorisine yerleştirerek büyük sermayeye laf sokuşturması Başbakan’ın aslında sermayenin her yerde, her fırsatta güçlenmesine, yayılmasına ve teşvikine kamuoyunda bir meşruiyet sağlama isteğinin göstergesidir. Sistemin gerçek mağduru emekçileri giderek daha çok mağdur eden uygulamalara imza atan Başbakan, mağduriyet edebiyatını kendi partisi ve yerel sermaye sınıfları için yapmıştır daha çok, ve şu sözleri bunu çok iyi anlatır: “İstanbul sermayesi kendisini Anadolu sermayesinden kopuk gördü. Anadolu sermayesine karşı seçkinci davrandılar. İsteseler de istemeseler de Türkiye’de sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için güven kaynağı. Türkiye’nin dört bir yanında yatırımlar ve ihracatlar nedeniyle bir sıçrama gösteriyor. Konya, Kayseri, Aksaray’da dünyaca önemli markaların parçaları üretilir hale geldi. Bu da belki onları rahatsız ediyor, bilemem. Ama biz isteriz ki sermayeyi yayalım.

Bu “sermayeyi yayma” politikasının sonuçları sadece yerel girişimciliğin palazlandırılmasıyla sınırlı değildir. Aynı zamanda uluslararası sermayenin ülkenin en ücra köşelerine kadar dolaşımını kolaylaştırmayı, buralara yatırım yapılmasını ve o ücra köşelerin sermaye için bir pazar ve ucuz iş cenneti haline getirilmesini amaçlar. Yerellerde belediyeler tarafından denetlenen kamu kaynaklarının ve dağıtılan hizmetlerin doğrudan doğruya uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesini gözetir. Doğal kaynakların; ormanların ve suların, vadilerin ve ören yerlerinin bir ticaret ve turizm metası haline dönüştürülmesini içerir.

Ve sermayeyi yayarken “halkın hükümeti”nin emekçilere reva gördüğü bir tek şey vardır; o da, sermaye sahibi sınıf serpilip gelişirken sessizce boyun eğmeyi kabullenmesidir. Bunun için de emekçinin, sermayenin saldırılarına ve hak gasplarına karşı tepki göstermesini kolaylaştıran, organize eden, harekete geçiren örgütsel araçların yani sendikaların içinin boşaltılması; sendikal örgütlenmenin artık çok zorlaştırılması anlamına gelen işyerinin ve iş zamanının parçalanması ve işçi sınıfının zihinsel olarak da bir dönüşüme tabi tutulması ve sonuçta da bulduğuyla yetinen ve haline şükreden müminler topluluğu haline getirilmesi gerekir. Sermayenin yerel birikiminin teşvik edilmesinin sonucu olarak bölgelerde işçi sınıfı saflarına yeni katılan, büyük kentlerdeki gibi bir mücadele deneyim ve alışkanlığına sahip olmayan unsurların, sınıf mücadelesi içinde sınanarak aşınmamış muhafazakâr fikirleri de, AKP burjuvazisinin işveren-işçi arasında sınıf ilişkisi dışında, sınıf çelişkisini yumuşatan bir hemşehri bağının kurulmasını canla başla istemesinde etkendir. AKP’nin “toplumsal mühendisliği”, bu ilişkiyi sınıf mücadelesi içinde kırmış olan büyük kent işçi sınıfı içinde yaygınlaştırmayı hedefler.

Ancak şunu da söylemek gerekir ki, sermayenin yeni birikim ve dolaşım alanlarında dindar ve tevekkül sahibi emekçiler sayesinde AKP işçi sınıfının damarlarına taze bir kan da pompalamaktadır ve bu işçi mücadelesinin yakın zamanlarda büyük kentler dışındaki alanlarda da bir faktör olmaya başlayacağının işaretidir. Bugünkü koşulları veri alarak “torba yasa” kapsamında bölgesel asgari ücret öneren AKP, yerel sermayenin karşısındaki yerel işçi sınıfını büyük kentteki sınıfın kazanımlarından mahrum bırakarak daha geri bir mevzide tutmaya çalışırken mağduriyet edebiyatının müfredatında bu sınıfın adını bile anmıyor. AKP’yi ilgilendiren sınıfın, keyfi olarak daha düşük statüye maruz bırakıldığı bu kesimlerinin dindarlığıdır. Ve bu dindarlığı sınıf mücadelesinin yangın söndürücüsü olarak görür.

Zaten AKP, hükümet ettiği dönem boyunca, emek ve sermaye arasındaki, giderek şiddetlenme potansiyeli taşıyan çatışmayı emek güçlerinin sermayeye karşı mevzilenme biçimlerini bozuşturarak ertelemeye, söndürmeye çalışmıştır. 20. yüzyıl boyunca süren mücadelelerinin emekçi kitlelere öğrettiği en önemli şey demokrasinin sadece ve ancak sınıf mücadelelerinin eseri olabileceğidir. Ki AKP bir yandan kendisinden önceki hükümetlerin de yaptığı gibi bu algıyı değiştirmek için, hakların ancak tepeden inme ihsan edildiği, devletin bir lütfu olarak veya uluslararası anlaşmalara, Avrupa Birliği’nin telkinlerine uyulmak suretiyle verildiği yanılsamasını sürekli işlemiş, bir yandan da demokrasinin şartının sınıf mücadelesi dışındaki saikler olduğunu iddia etmiştir. Kemalist laiklik ilkesine karşı dinci görüşlerin toplumsallaşmasını savunurken de yaptığı budur; demokrasiyi, “şimdiye kadar laik düzenin ezdiği” kesimlerin dindar bir partinin etrafında toplanıp Kemalist laisizme karşı verdiği bir mücadelenin sonucu olarak ulaşılabilecek bir hedef olarak idealleştirmek.

Elbette bu bilinç kaydırma işleminden tek başına AKP sorumlu tutulamaz. 28 Şubat darbesinden sonraki süreçte esas olarak bir tarafını siyasal olarak CHP’nin diğer tarafını AKP’nin temsil ettiği egemen sınıflar arasındaki kamplaşmanın her iki tarafı da demokratik değerleri savunanın kendisi olduğunu iddia etmiş ve bir kitle desteği sağlamak için çaba harcamıştır. AKP’nin İslamcılığından, laiklik karşıtlığından, Kemalizm’e mesafesinden rahatsız olan birinci kesimin desteğiyle düzenlenen bayrak mitingleri demokrasinin yerine şeriat düzeninin getirileceği propagandasından etkilenen orta sınıfları protesto için meydanlara çekerken; AKP’nin türban sorunu etrafında birleştirdiği muhafazakâr orta sınıflar da başta üniversiteler olmak üzere kamusal alanda başörtüsü yasaklarının kaldırılması talebiyle harekete geçtiler. Böylece her iki kesim de siyasi arenada demokrasinin esasen laiklik ekseninde süren bir mücadelenin ürünü olacağına ilişkin bir kanının yaygınlaşmasında rol oynadılar.

Türban böylece, her iki egemen sınıf kesiminin de kendilerine göre tanımladıkları demokrasinin “kırmızı çizgisi”ni belirledi, hem de insan hakları mücadelesinden eğitimde fırsat eşitliğine, din ve vicdan özgürlüğünden sınıf mücadelesine kadar bir dizi evrensel kavramın içeriğine, artık onsuz düşünülmesine olanak tanınmayacak biçimde yerleştirildi. Türban, her iki kesim açısından da, sınıfların şimdiye kadar olan karşılıklı pozisyonlarının değiştirilmesi esasına dayanan bir “toplumsal mühendislik” çalışmasında önemli bir araç olarak işlev gördü. AKP’ye göre, türbanın dini bir vesile olarak önce burjuvazi ile dinin etkisi altındaki emekçileri ortak bir davada birleştirebileceği; sonra bu tabloya insan haklarından yana demokratlar ve liberal özgürlükçülerin, kadın hakları savunucularının dahil olacağı, bunların hegemonik mücadelesinin seyrine göre kazanacağı etkinin sosyalleşmesine bağlı olarak geri kalanların da bir süre sonra sesinin çıkmayacağı varsayılmıştır. Burjuvazinin diğer kliğine göre ise, türban karşıtlığı laik burjuvazi ile emekçiler arasındaki ittifakın aracıdır.

Bu çatışmanın ortasında, sonuç olarak türban sorununun çözüm aciliyeti diğer bütün sorunların çözümünün önüne geçebildi ve diğer emekçi talepleri bu partiler ve onları destekleyen basın organları tarafından önemsizleştirildi; türban demokrasinin çözülmesi en gerekli, çözülmediği takdirde diğer sorunların çözümünü de tıkayan bir konu olarak uzun süre gündemde tutulmaya devam etti.

Bu bölüm için özetle söylenebilir ki; AKP, başından bu yana halkın taleplerini önemseyen ve gözeten bir parti olarak hükümette bulunduğu propagandasını yapmış, bunu yaparken de partinin doğuşu sırasında ve iktidardaki yılları boyunca eski statükocu güçlerden gördüğü direnci, partiyi kapatma davalarını, asker muhtıralarını mağduriyet hanesine yazmış, gerçekten mağdur kitleleri de bu şekilde politikalarına yedeklemeye çalışmış ve dini, sınıf mücadelesini öteleyen bir kaldıraç olarak “toplumsal mühendislik” çalışmasının ideolojik merkezine oturtmuştur.

Bundan sonraki bölümde, AKP’nin “ileri demokrasisi”nin demokrasiyi değil gericiliği kurumlaştırmasına değinilecek ve bu bahiste klasik demokrasinin yasama-yürütme ve yargı olarak adlandırılan kuvvetler ayrılığının yürütme lehine tasfiye edilişi; küçültüldüğü söylenen devletin aslında nasıl büyütülüp yayıldığı, güçlendirilmiş bir güvenlik aygıtı olarak yeniden yapılandırıldığı ve esnek çalışmanın ruhuna uygun bir “yerinde devlet” haline getirilişi, “askerî vesayet”in tasfiyesinin de demokrasinin inşası anlamına gelip gelmediği ele alınacak.

 

GÖRÜNÜM VE GERÇEK

En halkçı görünen, en gelişmiş haliyle bile burjuva demokrasisi, bir sınıfın, burjuvazinin iktidarda kalmasını ilanihaye garanti altına almayı amaçlar. Ancak alt sınıfların mücadelelerle edindiği kazanımlar burjuva demokrasisinin sınırlarını genişletebilir, örgütlü kitleler burjuvazinin iktidarı altında süren yaşam standartlarını yükseltebilmek, kazanımları koruyabilmek açısından devlet üzerinde yaptırımda bulunabilme olanaklarını geliştirebilirler. Hem bu nedenle, yani alt sınıflarla üst sınıflar arasındaki kaçınılmaz çatışmaları yumuşatabilmek, hem de egemen sınıflar arasındaki şiddetli rekabet yüzünden yozlaşmaya açık ilişkileri bir denge içinde sürdürebilmek için burjuvazi, kendi siyasi deneyiminden dersler çıkararak, devlet kurumları arasındaki ahengi sağlamak için kuvvetler ayrılığı ilkesini hayata geçirmiştir.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi son tahlilde aslında burjuva devletin bölünmez birliğinin teminatıdır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirine karşı özerk ve denetlenebilirlik görüntüsü emekçi sınıflarda devletin keyfiyete izin vermeyecek biçimde örgütlendiği duygusunu ve bilgisini uyandırmayı amaçlar. Gerçek karar alma organının parlamento değil çıkarlarını parlamentodaki sözcüleri ve temsilcileri aracılığıyla dile getiren egemen sınıf olduğunu, hukukun bağımsız değil kapitalist sistemin ilişkilerini gözetmeye yarar bir formülasyonlar yığını olduğunu, hükümetin de burjuvazinin sınıf çıkarları doğrultusunda alınmış kararların yürütücüsü olduğunu gizleyerek devlete sınıflar üstü bir görünüm kazandırmaya yarar.

Ancak kapitalist toplum sadece burjuvalardan oluşmadığı, sürekli bir sınıf mücadelesi ile tehdit edildiği için devlet, kuvvetler ayrılığı mekanizması sayesinde sınıfların o anki karşılıklı mevzilenmesine göre, statükoyu sürdürebilmeye yarayacak gerekli esneklikleri gösterme imkânına da sahip olur.

Gelişkin bir burjuva demokrasisinde parlamento dışındaki oluşumlar (sendikalar, kitle örgütleri, sivil toplum örgütleri, yerel meclisler), çıkarılan kanunları onaylama mercisi olarak Cumhurbaşkanı ve yürütme işini işlevlerine göre paylaşmış bir dizi özel kurum aracılığıyla iktidarın yetkisi hem dağıtılır hem de bu yetkinin kullanımı sırasında ortaya çıkabilecek itirazlara göre gerekli esnekliği göstererek kendisini ayarlayabilmesi, daha doğrusu emekçi sınıflardan yükselen tepkileri yönetebilmesi için uygun manevra imkânını devlete sunar.

AKP’nin iki dönemlik hükümetinin belki de en önemli icraatı, bu burjuva demokrasisinin bizde üstelik son derece ilkel bir biçimde uygulanan temel ilkesini süreç içinde, giderek iptal etmesi ve 12 Eylül 2010’da oylamaya sunulan Anayasa değişikliği ile de bunu bir metin olarak tespit etmesidir. AKP’nin sınıf mücadelelerini yönetmede devlete gerekli esnekliği sağlayacak kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırmaya, böylece devleti esnemez (rijit) bir hale getirmeye yönelik uygulamalarının emekçi sınıfların örgütlenmelerini zayıflatacak kararlarla birlikte alınması bir tesadüf değildir.

Daha referandum öncesinde hükümet Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kadrolarıyla çatışmaya girmişti. Hükümetin bu kurumlarla ilgili hesabı onların denetleyici etkisini zayıflatmak ve böylece parlamentoda sahip olduğu çoğunlukla zaten kontrolünü elinde tuttuğu yasama ve yürütme sürecini, çatışmaya girdiği kurumları dönüştürerek denetlenme tehdidinden çıkarmak ve bu kurumları iktidarın uygulamalarını destekleyen yapılar haline getirmektir. Türkiye’de AKP’nin üstüne gittiği yargı kurumları, bürokratik devlet kapitalizmin bekasını teminat altına alma esasına göre örgütlenmiştir ve artık şiddetlenen liberalizasyon politikalarının önünde bu haliyle bir engel teşkil etmekte, bu kurumların mevcut kadroları da birer zincir halkası olarak bulundukları bürokrasinin dönüştürülmesinden ve bu süreçte eski yetki ve pozisyonlarını yitirmekten korkmaktadırlar.

Türkiye’nin 1980’li yıllarda dahil olduğu neoliberal iktisadi rejimin yol haritası 12 Eylül askerî darbesinden hemen önce 24 Ocak 1980’de alınan iktisadi kararlarla çizilmişti. Askerî darbeyle de, bu kararların uygulanabilmesi için gerekli istikrarlı ortam sendikalar ve politik örgütler baskı yoluyla sindirilerek sağlanmıştı. Ancak 80’lerden bu yana geçen 30 yıllık zaman içinde dünya kapitalist sisteminin gösterdiği gelişim dinamiği 80’lerde çerçevesi çizilmiş bir stratejiyi artık eskitmiştir. Bir yandan 80’li yılların sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Sovyet sisteminin açık çöküşünün gerçekleşmesinden itibaren, dünya kapitalizminin önünde eski sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerinin toprakları yeniden paylaşılması gereken pazarlar olarak belirirken; diğer yandan 2. Dünya Savaşı sonrasında ulusal mücadelelerin ardından eski sömürge statülerinden kurtulmuş ve yaklaşık yarım yüzyıl siyasal olarak, görünürde bağımsız bir statüde kalmış ülkelerin muhtemel yeniden sömürgeleştirilmelerinin sağlayacağı yeni pazar olanakları uluslararası tekellerin ve onların siyasal düzeninin iştahını kabartır hale gelmişti.

Dünya emekçilerinin ve emekçi örgütlerinin zaman içindeki zayıflaması, sermaye birikiminin ulaştığı düzey ve gelişen iletişim ve teknolojiye bağlı olarak sermayenin dolaşımının kolaylaşması ve sınır ötesi ucuz işgücü piyasasına yatırımın imkân dahiline girmesiyle de dünya tekelci burjuvazisinin ihtiyaçları çeşitlenmişti.

AKP tam da 1980’de alınmış kararlara yansıyan ilk neoliberal dayatmaların yenileriyle takviye edildiği, burjuva hükümetlerin önüne, sermaye dolaşımı ve birikimi sürecini hızlandırmak için yeni görevlerin konulduğu bir dönemde işbaşına gelmiş oluyordu.

Hükümet önceden başlamış özelleştirmeleri hızla tamamlamaya girişti ve Tüpraş, Pektim, Petrol Ofisi vb. gibi devlete bağlı en önemli iktisadi teşekkülleri hızla özelleştirdi. Kendisinden önceki hükümet zamanında, Dünya Bankası’ndan transfer edilmiş Kemal Derviş’in hızla çıkarılmasına aracılık ettiği sanayi ve tarımın liberalizasyonuyla ilgili kanunları hızla uyguladı. Eğitim ve sağlığın özelleştirilmesinde epey bir yol kat edildi, iş yasaları çıkarılarak esnek çalışmanın yasal mevzuat haline gelmesine ve sonra da uygulanmasına zemin hazırladı vb. Bütün bu konuların istenen son haline o kadar kolay gelmediği ve bu sürecin hâlâ sürdüğü söylenebilir.

AKP’nin emperyalistlerin liberalizasyon kararlarına kayıtsız şartsız itaat ederek özelleştirme kararlarını uygularken devlet kapitalizmi statükosuna göre örgütlenmiş hukuk kurumlarıyla da çelişkiye düşmesi kaçınılmazdı. Bu kapsamda hükümet Anayasa Mahkemesi’nin aldığı sayısız “yürütmeyi durdurma” kararlarıyla boğuşmak zorunda kaldı. Anayasa Mahkemesi’nin durdurma kararlarının ardında bir yandan devlet kapitalizminin bürokratik aygıtlarının başında duran ve yürürlükteki uygulamalardan nemalanan kadroların bir sınıf olarak imtiyazlarını yitirme olasılığına karşı direnci varken diğer yandan da emekçi sınıfların özelleştirme politikalarına karşı mücadeleleri yer alır.

Yargı kurumları kadrolarının AKP’nin neoliberal politikalarına uygun bir değişim durumunda yitirecekleri rant alanlarını korumak için direnişi ve emekçilerin özelleştirmelere karşı mücadeleleri hükümet açısından son derece oyalayıcı bir süreç yarattı. Yürütmeyi durdurma kararları karşısında aynı paketi kabul edilebilir hale getirmek, onu küçük revizyonlardan geçirmek, bir yasayı parçalarına bölerek yeniden gündeme getirmek, amaca, yargının ve Anayasanın belirlediği bürokratik kurumların etrafından dolanarak ulaşmaya çalışmak gibi dolambaçlı bir yol izlemeyi gerekiyordu ki, bu hem uluslararası sermayeye eklemlenmiş Türkiye burjuvazisinin hem de Türkiye’yi yeterince fethedilmemiş bir pazar olarak gören, hizmet sektöründe ve dağında-taşında yatırım yapma imkânı gören ve ülkeyi Çin gibi ucuz işgücü cenneti haline getirmek isteyen uluslararası tekellerin tahammül sınırlarını zorluyordu hiç kuşkusuz.

Bu bakımdan yerel yönetimler yasasının çıkarılmasıyla ilgili gelişmeler son derece dikkat çekicidir. Öngörülen yerel yönetimlerin bitmiş resminde; yerel yönetimlerin merkezden gelen sübvansiyonlarının kesilerek belediye hizmetlerinin tamamen uluslararası sermayeye açılması, sübvansiyonun dağıtımını düzenleyen kurumların lağvedilmesi, kimi hizmetlerin sağlanabilmesi için yerel sakinlerin vergilendirilmesi, daha önce ucuza sağlanan hizmetlerin büyük bir kâr kaynağı haline getirilerek pazarlanması; belediyelerin sorumluluğundaki arazilerin, arsaların, ormanların, kamu malı olan binaların, kültürel varlıklar ile müzelerin satılması veya özelleştirilmesi, kentlerin sermayeyi kendilerine çekebilmek için birbiriyle yarışması ve böylece her kentin sermaye birikimini kolaylaştırıcı önlemler almak zorunda bırakılacağı bir duruma düşürülmesi yer alır. Bu süreci tamamlamak için hazırlanan yerel yönetim yasa taslakları birkaç kez yargıdan döndü ve taslağın içerdiği unsurların bazıları maden yasası, 2-B ormanlarının satışını öngören orman yasası vb. olarak ancak parça parça çıkarılabildi ya da suyun ticarileştirilmesi kapsamında ancak bazı pilot illerde içme suyunun uluslararası tekellere devri gibi bir uygulamaya geçildi.

Bugün AKP’nin sanayideki özelleştirme hamlesi halkın direnişine rağmen aslında bir sona ulaşmış görünüyor. Karadeniz’de tek bir vadiye 23 tane HES ihalesi çıkaran, oraya buraya termik santraller kuran, Allionai’ı suya gömmeyi göze alacak biçimde barajlar yapan bir zihniyetin geldiği nokta şimdi memleket arazisinin bir an önce satılmasıdır. Ancak santrallerin birçoğu hakkında yöre halkı tarafından açılan davalar yüzünden yürütmeyi durdurma kararı çıkmıştır, bir kısmı da yargıda bekler durumdadır.

AKP hükümeti yürütmeyi durdurma kararlarının neoliberal yatırımlar için kaybettirdiği zamanı geri kazanabilmek için yargı kurumlarının mevzuatını ve kadrolarının atanma biçimlerini değiştirmeye girişti. Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden yapılandırma sürecinin, bu kurumların kadrolarının, onları gözden düşürecek biçimde kâh Ergenekon soruşturmasına dahil edilerek kâh skandallar kışkırtılarak üzerlerine gidilmesi esasen bundandır. Son Anayasa Referandumuyla da yargı kurumlarını oluşturan kadroların nasıl seçileceği, kurumların oluşumunda kimlerin nasıl müdahil olacağı ayrıntılı bir şekilde belirlendi ve bu kurumlar AKP’nin ihtiyacını karşılayabilecek, yürütmenin ve yasamanın her uygulamasını ve kararını onaylayabilecek biçimde hükümet lehine güçlendirildi. Anayasa metni de yürütmeyi durdurma taleplerini “anayasaya uygunluk içermiyor” gerekçelerini bertaraf edecek biçimde yeniden hazırlandı.

Ancak sadece Anayasa metninin ilgili maddelerinin yeniden düzenlenmesi yeterli olmadı. Ardından uyum yasalarının çıkarılması sürecine girildi ki, örneğin Meclis kapısında bekleyen, kamuoyunda biyoçeşitlilik yasası olarak bilinen yasa tasarısı, yürütmeyi durdurma kararlarının yürütmesini durdurma amacıyla hazırlandı. Bu yasa çıktığında SİT bölgelerinde kurulan santrallerin durdurulmasını buyuran karar, SİT tanımı değiştirilerek geçersizleştirilecektir.

Hükümet bürokratik statükoyla girdiği kapışmayı halka başından beri demokrasi için yapılan bir mücadele olarak lanse ediyor. Devletin statükocu bürokratik kadrolarının direnişini de demokrasiye karşı bir direniş olarak yansıtıyor. Yeniden yapılanmaya tabi tutulan kurum kadrolarının ve onların dayandığı siyasi güçlerin iddialarına ise demokrasi AKP’nin icraatine karşı direnmekle kazanılacak bir mevzi olarak yansıyor.

AKP’nin iddia ettiği demokrasi, ülkenin bütün kaynaklarını sermayeye peşkeş çekmek için önüne bir engel olarak çıkan eski yasaları, kadroları iptal etmek, kurumları dönüştürmek anlamına geldiği gibi bu uygulamalardan hayatı etkilenen, bunun için günlerce direniş yapan halk kesimlerinin talebini de hiçe saymak, onlara haklarını hukuki sınırlar içinde arama imkânı tanımamak anlamına da geliyor. Bu kapsamda HES direnişçisi köylüleri Başbakan memleket ekonomisine zarar veren teröristler olarak ilan etti ve köylülerin mahkemede geri kazandıkları haklarını yargı düzenlemesiyle iptal etmeye kalkıştı.

Devlet bürokrasisinin tarifindeki demokrasi ise bu ülkede Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanıp görüldüğü üzere emekçi sınıflar için yoksulluğun, eşitsizliğin, baskının, örgütsüzlüğün sürmesi anlamına geliyor. Bu siyasi kesimler emekçi örgütleri dağıtılırken, özelleştirmeler yapılırken, sosyal güvenlik politikaları iptal edilirken şimdiye kadar emekçiler lehine bir tek demeç bile vermediler. Sadece kendi rant alanları tehdit edilirken ülkenin demokratik olmadığını hatırladılar.

Dolayısıyla egemen sınıfların ne bu kesiminin ne de şu kesiminin demokrasi önerisi halkın gerçek demokratik taleplerine karşı bir duyarlılık içermez. Yeniden yargıdaki yapılandırmaya dönersek; halkın kendi gündelik hayatında birebir deneyimleme imkânı bulduğu gibi yargı kurumlarının yeniden yapılandırılması, sermayenin herhangi bir girişiminin mevzuata takılmamasını sağlamayı amaçlamaktadır. Uluslararası sermayenin ulusal sınırlar içindeki dolaşımını kısıtlayan prosedürleri; bir yatırım izni alınması, bir ihaleye talip olunması için izlenmesi gereken bir dizi bürokratik süreci, imzalanması gereken kâğıtları iptal eden, dolaşılması gereken merkezi ve yerel kurumların inisiyatifini ortadan kaldıran (buna yerel yönetimlerin merkezden sübvansiyonu kesilerek yabancı sermayeye el açar, hizmetler bakımından özelleştirmelere bel bağlar duruma gelmesini kolaylaştıran yasaların da çıkarılmış olmasını eklersek) yargı yapılandırması, neoliberal hedeflere uygun bir devlet dönüşümünün gerçekleştirilmesinin en önemli adımlarından biridir.

AKP yürütmenin yetkisini onaylayacak bir biçimde dönüştürülen yargı kurumlarına ilişkin ayarlamadan mecliste çoğunluğu sağlamış bir parti olarak kurumlarda kadrolaşmak için de kullanmaktadır ve böylece AKP’nin kurmaya çalıştığı yeni statükoya karşı çıkan, eski statükoyu koruma yanlısı kesimlerin ve AKP muhaliflerinin direncini beşeri düzenlemelerle de ekarte etmeye çalışmaktadır. Bu sürecin ne kadar büyük çatışmalara yol açtığı referandum öncesinde ortaya çıkan, “Gülen ve İrticayla Mücadele Eylem Planı”nı Erzincan’da hayata geçirdiği iddiasıyla Adalet Bakanlığınca görevden el çektirilen Eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in Ergenekon iddianamesine dahil edilmesiyle ve HSYK’nın yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlanan süreç de bunun kanıtlarından biridir. Böylece AKP yargı kurumları üzerinde kontrolü ele geçirmek suretiyle hem emekçi kitlelerden kendisine yönelik hukuki itirazları bertaraf etme imkânı bulmuş, emekçilerin hukuk mücadelesinde kriter alacakları içtihadı tasfiye etmiş, hem de devlet işleyişindeki geleneksel hukuki ölçüleri kendi yararına ve sermayenin yeni yönelimine uygun biçimde değiştirebilmiştir.

Bu ülkede AKP’den önce de sonra da yargının bağımsız olduğundan söz etmek mümkün değilken hükümet referandum oylaması sırasında en çok yargının bağımlılığından şikâyet etti ve referandumdan evet oyları çoğunlukta çıkarsa yapılacak yeni düzenleme ile yargıya bağımsızlık kazandırılacağını ileri sürdü. Oysa gelinen noktada yargı kurumları tamamen iktidardaki partiye bağlanmış, daha genel anlamda da yargının hiçbir özerk statüsü kalmamıştır.

Zaten bir ülkede hukuk az çok, birbirleriyle sürekli çatışma halinde bulunan sınıfların karşılıklı mevzilenme biçimlerini de yansıtır. Bu mücadelenin düzeyine bağlı olarak hukuk emekçilerin kimi kazanımlarının içerildiği, dönemsel olarak güçler dengesinin izlerinin bulunduğu bir cümledir. AKP emekçi sınıfların örgütlerinin zayıflatıldığı bugünkü tablo karşısında emekçilerin hukuki statüsünü daha da geriye çektiği bir hukuki yapılandırmaya imza atmıştır ve bunun da yargının bağımsızlığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Tersine hukuk cümlesi, emekçilerin yıllar süren mücadeleler boyunca kazandığı hakların dışlanması, tasfiyesi ile yeniden kurularak sermaye sınıfına ve onun siyasal iktidarına tamamen bağımlı kılınmıştır.

 

AB Mİ DEMOKRASİ Mİ?

Geçtiğimiz ay iki gazetecinin Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın Ergenekon tutuklamalarına dahil edilmesi hükümetin AB tarafından eleştirilmesine yol açtı. Yeni atanan ABD’nin yeni büyükelçisi Ricciardone de ayağının tozuyla Oda TV operasyonu ile ilgili olarak “Türkiye’de olan bitenleri anlayamıyoruz” sözüyle hükümetin son tutuklamalarını eleştirdi. Başbakan Erdoğan’ın “biz bildiğimizi okuruz” diyerek yanıt verdiği AB ile hükümetin ilişkileri öteden beri gerilimli sürüyor.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin kendi zamanında gerçekleşmesinin rüyasını gören ve bunun için AB kapılarını tırmalayan ama buna rağmen henüz yeşil ışığı yaktıramayan AKP hükümeti bu yüzden bazen küsüp yüzünü AB’den çevirse de, bazen çeşitli zirvelerde kafa tutmaya devam etse de Türkiye’nin AB kriterlerine göre demokratikleştiği iddiasından hiç taviz vermedi.

Avrupa Birliği demokratik kriterleri esasen bireysel özgürlüklerin korunmasına ve tanınmasına ilişkin çok genel geçer ve evrensel prensipler içerir. Herkesin sağlık hakkı, eğitimde fırsat eşitliği, kadın hakları, seyahat özgürlüğü, sağlıklı bir konutta yaşama hakkı, basın yayın ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan hürriyetine ilişkin prensiplerdir bunlar. Bireysel özgürlüklerin dikte edildiği yerde tavsiye edilen yol haritasına bakıldığında ise tutulan yolun hiç de bu bireysel özgürlüklerin mükemmelleştirilmesine yaramayacağı görülecektir.

Sağlığın ve eğitimin özelleştirilip paralı hale getirildiği; sosyal güvenlik sisteminin güvencesiz istihdam nedeniyle uygulanamaz hale geldiği, sendikaların dağıtıldığı veya örgütlenmesinin önüne engeller çıkarıldığı bir durumda ifade özgürlüğü ve daha genel anlamda bireysel özgürlükler ancak bir temenni olarak kalacaktır.

Avrupa’nın tarihi bize, bu tarih 1789 Fransız Devrimi’nde yazılmaya başlandığından bu yana, sözü edilen bireysel özgürlüklerin de emekçi kitlelerin örgütlü mücadelesiyle kazanılmış olduğunu gösterir. Bireysel özgürlükler kitlelerin yaptırım gücünün artışıyla doğru orantılı olarak vardırlar ve başlangıçta sadece kendisini özgürlüğe ve demokrasiye layık birey olarak gören, emekçi sınıfların taleplerini demokrasisinden dışlayan burjuvazi önce sadece girişimci için istediği bireysel hak ve özgürlüklerin kapsamının genişlemesini emekçi sınıfların mücadelesine borçludur. Bu mücadele olmasaydı şimdi övgüyle bahsedilen bireysel özgürlükler ve burjuvazinin demokratik medeniyeti de olamayacaktı. Öyleyse bireysel özgürlüklerin sadece adının anıldığı, gerçekte ise özgürlük ve hakların altının oyulduğu burjuva dünyasında demokrasi bir iddiadan ibarettir.

AKP hükümeti de bireysel özgürlükler söz konusu olduğunda çok kullanılmış ama artık bir anlamı kalmamış bir şablonu tekrarlamaktan geri durmuyor. Bugün esnek çalışma kapsamında işyerinin mekân olarak parçalandığı ve üretimin işçi kazanımlarını ortadan kaldırmak için dağıtıldığı; iş zamanının esnekleştirildiği, geniş kitlelere güvencesiz işin dayatıldığı, dolayısıyla sınıfın örgütlenmesinin eskisi gibi sürdürülemez olduğu koşullar söz konusudur ve bireysel haklar ve özgürlükler tam da bu yüzden tınısı hoş, ama boş bir şablona dönüşmüştür.

Sonuçta burjuva demokrasisi ezilen sınıfların ve çeşitli kesimlerin talepleri için mücadele ettiği, örgütlü güçlerini bir yaptırım aracı olarak kullandıkları, üretimden gelen güçlerini harekete geçirebilecekleri araç ve mekanizmaları inşa ettikleri bir devlet biçimidir. Türkiye’de demokrasi; sendikaların, parlamento içinde ve dışında yer alan temsili kesimlerin, kitle örgütleri ile meslek odalarının, partilerin, kadın örgütlerinin, gençlerin, Kürtlerin, Alevilerin ve yoksul köylülerin dâhil olma yollarının kapatıldığı bir demokrasidir ve bu yüzden de burjuva demokrasisinin bile bir karikatürüdür.

Mevcut hükümet parlamentoda temsil olanağı bulamayan kesimlerin karar alma süreçlerine katılmasını kolaylaştıran hiçbir şey yapmadığı gibi Meclis’teki kendi çoğunluk oylarına dayalı iktidarını tehlikeye atmamak için seçim barajını değiştirerek emekçi kesimlerin temsilcilerinin Meclis’e girmesini sağlamaya da sıcak bakmamıştır. Bu haliyle parlamento halkın çok büyük bölümünü dışlayan, parlamento dışındaki muhalefetin sesinin temsil edilmesini engelleyen bir bileşimle oluşmuştur.

Bu yokluğu, hükümet zaman zaman toplumun çeşitli kesimleriyle keyfi görüşmeler yaparak doldurmaya çalışsa da bir prosedür haline gelmeyen ve yaptırım içermeyen görüşmelerin hükümet politikalarını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadığı da açıktır. Kamu emekçilerinin, toplusözleşme ve grev hakkı için on yıllardır süren mücadelelerinin sonucunda ancak toplu görüşme gibi yine yaptırımsız bir uygulamayla muhatap alınmaktan bir adım öteye geçmelerine de izin verilmedi. İşçi sendikaları örgütlenmelerinin önüne engeller çıkarılarak zayıflatıldı. Örgütlenmek isteyenlere şiddet uygulandı ve gözdağı verildi.

AKP emekçi kitlelerin örgütlerinin söylediklerini dikkate almaktan çok, rastgele seçilmiş insanların bir araya getirilmesiyle düzenlediği toplantılarda “fikir teatisi”nde bulunurken ise, bu platformlarda kendi politikalarını anlatma ve bu politikalara taraftar kazanma bunu yaparken de demokratik bir imaj oluşturma imkânı gördü.

Kürt açılımı başlıklı, içeriği hükümet tarafından bugüne kadar doldurulmamış bir projeyi tartışmak için sanatçılarla, futbolcularla, gazetecilerle vb. düzenlenmiş toplantılardan kayda değer bir sonuç alınmadığı; bu çok sesli ve kendi aralarında anlaşmamış topluluklardan halkın beklentisine uygun, Kürt halkının taleplerini karşılamaya yönelik bir görüşün çıkmadığı aşikârdır. Böyle bir görüşün çıkması ihtimalinde bile bu toplulukların, ortaklaşılan fikrin takipçisi olacakları biçimde süreklilik taşıyan bir varlığının ve statükosunun yokluğu da halkta oluşturulan beklentinin boşluğunu gösterir. Üstelik AKP Kürt açılımında asıl muhatap alması gereken kesimleri bu süreçten dışlamış ve bu muhataplığı tartışmalı tutmayı başarmış; Kürt siyasetçilerini ve temsilcilerini de mahkemelerde süründürmüştür.

AKP’nin demokrasi ve özgürlükler konusunda iddia ettiği, altı boşaltılmış ve ne yasal süreçlerden, ne örgütlü güçlerden beslenen, tersine bunların etkisini en aza indirmeyi amaçlayan uygulamalardan ibarettir. Hükümetin sözünü ettiği özgürlükler ve haklar uzunca bir süredir “türbanın kamusal alanda” görünür kılınmasına ilişkin bir kısırlığa ikame edildiği için toplumun genelini ilgilendiren hak ve özgürlüklerin yokluğu, türbanlı kadınların kamusal alanda görünürlüklerini bile sağlayamayacaktır. Cumhurbaşkanlığı köşkü, üniversiteler ve hizmet alanları gibi alanlarda türbanlı burjuva ve orta sınıf kadınların görünürlüğü için koparılan yaygaraya rağmen bu görünürlük talebinin ardında türbanlı-türbansız kadın emekçi istihdamına ilişkin bir politika yoktur. Yoksul emekçilerin türbanlısı da türbansızı da torba yasa kapsamına dahil edilmiştir ve dolayısıyla türbanlı kadın emekçiye dair AKP’nin sözde demokratik talebi bu kadınlara ilişkin bir rahatlatma içermez. Tersine türbanlı kadını türban için verilen mücadelenin en önemli demokrasi mücadelesi olduğuna ikna ederek dikkatini örneğin torba yasa için verilecek mücadeleden uzaklaştırır. Diğer toplumsal katmanları da (öğrencileri, kadınları, kitle örgütlerini, sivil toplum kuruluşlarını) türban mücadelesine destek vermedikleri için suçlar. AKP’nin ve onu destekleyen liberal aydınların en önemli terminolojisi de bu öncelikten türetilmiştir. Ezilenlerin mücadelesini destekleyen sol kesimleri, tutarlı olmak istiyorlarsa onlarca yıldır ezilen türbanlı kadınların hak ve özgürlüklerini desteklemeleri gerektiğini söyleyerek köşeye sıkıştırma politikası da bu tavrın devamında yer alır. Ama üniversitelerdeki neoliberal dönüşümün genel öğrenci kitlesinin önüne ne büyük sorunlar çıkardığına, üniversitelerin nasıl bilim dışı kurumlar haline gelerek şirketleştirildiğine asla değinmeksizin, bu dönüşüme karşı çıkan, protesto eden ve tepkisini birkaç yumurta atarak gösteren öğrencilerin şiddet yanlısı olarak yaftalanması da bu tavrı destekler.

AKP iktidarı boyunca türban konusunu, demokratik talepleri önemsizleştirmek ve ilgiyi neoliberal politikaların sonuçlarından uzaklaştırmak için durmaksızın gündeme getirmiş ve kaşımıştır. Öyle ki türban vesayet tartışmalarının, Danıştay’ın dönüştürülmesinin, Anayasa Mahkemesinin elden geçirilmesinin üniversitelerde YÖK düzenlenmesinin; yani iktidar kurumlarının yeniden yapılandırılmasının her aşamasında halkın karşısına çıkmış ve esas olarak da bu dönüşümün iç yüzünün anlaşılmasını engelleyen bir faktör olarak sivriltilmiştir.

AKP, türbanı bu bakımdan elverişli bir araç olarak kullanmış ve her durumda bir fetih bayrağı olarak göndere çekmiştir.

Ancak türban tartışmasından umulan bir başka murad da bu tartışmalar ile ve tartışmalar sırasında muhafazakârlığın kamuoyunda kökleşmesinin sağlanmasına ve toplumun yavaş yavaş dini gericiliğin kuşatması altına alınarak AKP’ye fikren kazanılmasına kapı açmak için baş örtüsü gibi masum ve meşrulaştırıcı bir imgeye ihtiyaç duyulmasıdır. Öyle ki “bir Müslüman komşusu açken uyuyamaz” dini prensibinin yeniden dolaşıma girebilmesi ve sosyal politikaların tasfiyesinden doğan yoksunluğun “zengin komşu” adres gösterilerek (fakirlerle zenginler artık aynı mahallede oturmuyor) ödünlenmesi; “ekmek yediğin kapıya ihanet etme”me anlayışının işçiyi işvereni karşısında ondan bir lütuf görüyormuş gibi boynu büküklüğe sevk etmesi ve bu yüzden bir sendikada örgütlenmeyi ekmek yediği kapıya ihanet olarak görmeye yatkınlaşması; herhangi bir hak talebinde bulunmaktansa elinde olana şükretmesi dini-muhafazakâr atmosferin yoğunlaşmasıyla mümkün olabileceğinden türban tartışmasının etkisi sadece türbanın serbestleştirilmesi sonucunu almakla sınırlı kalamaz. Bu tartışma masum bir tartışma değildir.

Ama AKP hükümeti yıllardır bu masum olmayan tartışmayı sürdürmekte, tam söndüğü anda ateşe benzinle yaklaşmayı bir vazife olarak görmektedir. AKP’nin askerle kavgasında da türban önemli bir rol oynamış; devlet kurumlarında yönetici eşlerinin resmî bina ve resepsiyonlara türbanla katılması konusunda bir bardak suda fırtına koparılmıştır. Bardağın ağzında görülen fırtınanın altında ise büyük bir gürültü de kopmaktadır. Bu gürültü Türkiye’de siyasi hayata kimin müdahale edeceği, kimin borusunun öteceğiyle ilgili şiddetli bir çatışmadan çıkan gürültüdür.

 

DEVLETİN TOPLUMSALLAŞMASI, TOPLUMUN DEVLETLEŞMESİ

AKP’nin “ileri demokrasi”si az çok bu kavgayla beslenir. Hükümetin halkın önüne koyduğu “askerî vesayet” veya “sivilleşme” ikilemi olarak formüle edilen burjuvazinin siyaset yapma tarzları arasındaki çatışma aslında geleneksel devlet yönetiminde en etkili ve son sözü söyleme yetkisini üzerinde taşıyan ordunun hizaya getirilmesi sürecinde ortaya çıkan çelişkili durumun özetidir.

Kendisi bir darbeden doğmuş olsa da ve temelleri 12 Eylül cuntası tarafından atılan neoliberal iktisadi ve sosyal politikaları uyguluyor olsa da, AKP’nin askerî hizaya getirme politikasının başlıca argümanını 8 yıldır sözde darbeciliğe karşı olmak oluşturmuştur.

Anayasa referandumu sırasında da halka 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşmayı vaat etmiş ama değiştirilen anayasanın ruhuna uygun “uyum yasaları”nı çıkarmakta gösterdiği aceleciliği bu konuda göstermemiş üstelik gündemden düşmesini de sağlamıştır.

Son yıllarda açığa çıkarılan Balyoz, Ayışığı vb. gibi adlar taşıyan darbe planları ile ilgili olarak çok sayıda subay tutuklanmış olsa da yakın tarihteki gerçekleşmiş davalar hakkında bir soruşturmaya gitme, darbecileri mahkemeye taşıma eğilimine girmemiştir. Bu durumda açığa çıkarılan darbe planlarının bir kısım sorumlusunun tutuklandığı Ergenekon davasının akıbetinin ne olacağı da şüphelidir.

Her biri derin devletle ilişkili, Ergenekon adı verilen bir örgüte mensup olduğu öne sürülen darbeci subayların tutuklanmasının ardında ordunun darbecilik geleneğiyle hesaplaşmaktan çok, AKP’nin yeniden organize etmeye çalıştığı derin devletle ilişkili, ABD’nin dünya ve bölge politikalarıyla hiçbir sorun çıkarmadan uzlaşabilecek, devletin yerleşik bürokratik kurumları dönüştürülürken bunlara engel olamayacak bir silahlı güce duyduğu ihtiyaç yatar.

Türkiye’de ordu, olağanüstü siyasi koşulların ürünü olarak kurulan MGK aracılığıyla siyaseti “tavsiye”leriyle yönlendirmiş, MGK hükümetler üstü bir devlet partisi olarak varlığını çok uzun süre korumuştur. MGK neredeyse 12 Eylül darbesi koşullarının sürdürülmesinde ve “iki darbe arası dönem”de askerin siyasi varlığının ve etkisinin kurumsal olarak görünür kılınmasında rol oynamış ve her bildirisinde yer alan “bölücülük”, “tehlike”, “tehdit” gibi kavramlar eşliğinde de iç politikanın yönelimlerini belirleyerek hükümetlere ayar çekme işini daimi olarak üstlenmiştir. Ama aslında toplumu tehdit eden, bölücülük söylemini kullanarak bölücülük yapan bizzat MGK’nın kendi varlığıdır.

MGK’nın en önemli ve etkili bir parçası olarak ordu özellikle Kürt özgürlük mücadelesi sırasında Jandarmaya bağlı kurulan JİTEM gibi oluşumlar, özel tim gibi paramiliter kurumlar, Batı Çalışma Grubu gibi teşkilatlar aracılığıyla Türkiye’nin son 30 yıllık tarihinde, şiddeti örgütlemekle anılabileceği siyasi bir rol oynadı. Polis, medya, siyaset, bürokrasi gibi değişik kesimlere kadar kök salmış Türk kontrgerillasına, derin devlete dahil olan kadroları sayesinde de devletin görünür kurumlarını içerden ve arkadan yönlendiren bir siyasi güç haline geldi. Bu süreçte Yeşil gibi itirafçılarla, faili meçhul cinayetlerin müsebbibi olduklarından kuşkulanılan tetikçilerle ve mafyatik işlere bulaşmış kimselerle kurulan ilişkiler derin devlet deyince akla askerin de geldiği bir siyasi atmosferi yarattı. Susurluk zamanında ve Ergenekon sürecinde basına parça parça yansıyan bilgiler bu ilişkilerin nasıl karmaşık ve köklü olduğunu da gösteriyor.

AKP hükümeti ise Ergenekon tutuklamalarına başladığında bu ilişkileri ima edecek ve üzerine gittiğini gösterecek hiçbir şey yapmadığı gibi, çelişkiyi ya askerin darbeciliğiyle ya da türbana karşı tutumuyla açıklamakla yetindi. Bütün bunlar AKP’nin askerin de dahil olduğu derin devletle ciddi bir çelişkisinin olmadığını, tersine kendisine uygun bir derin devleti yeniden yapılandırırken bunların kimi unsurlarıyla uzlaştığını düşündürttüğü gibi, Ergenekon davaları konusunda üst düzey askerî yöneticilerle yapılan görüşmelerle belirli bir mutabakata varılmış olduğu da basına yansıyan bilgiler arasında yer aldı.

AKP ve asker arasındaki çatışmada halkın darbelere karşı hassasiyeti de sık sık istismar edildi. Darbe planlarının yanı sıra faili meçhuller, yargısız infazlar, adam kaçırmalar, toplu mezarlar ve daha bir dizi karanlık cinayetle ilişkisi olan JİTEM yüzünden de derin devletle organik ilişkisi ortaya çıkan askerin hesap vermek üzere mahkemelere çağırılması, ileri gelen komutanların tutuklanması halkta elbette demokrasi adına bir beklenti yarattı. Fakat şimdiye kadar telaffuz edilen hiçbir derin devlet cinayeti aydınlığa kavuşmadı ve üstelik AKP hükümeti döneminde gerçekleşen Hrant Dink cinayetinin soruşturulmasında halkın gözü önünde ayak diremeye devam edildi.

Esasen Ergenekon operasyonunun en önemli işlevi, Türkiye ordusunun kimi ilişkilerinden temizlenerek emperyalizmin Ortadoğu’daki politikalarına uygun olarak güncelleştirilmesi ve neoliberal burjuvazinin yeni ihtiyaçlarına uygun bir biçimde ideolojik bir şekillenmeye girmesidir. Zira ordu sadece silahlı bir güç değil aynı zamanda devletin çeşitli kurumlarının işleyişini düzenleyen ideolojik yaklaşımın da bekçisidir. Bürokratik devlet yapılanmasıyla bir ölçüde bu ideolojik bağla bağlanır.

Mevcut haliyle milliyetçi-laik-Kemalist ideolojiyle şekillenmiş kadrolara sahip, Irak işgalinde olduğu gibi ABD’nin istediği biçimde mobilize olamayan bir gücün Ortadoğu projesinin gerçekleştirilmesinde ayak bağı olduğu düşünüldüğünden ordunun siyasi bakımdan belirleyici inisiyatifinin kırılması burjuvazi açısından doğal olarak önemlidir. Esasen ABD’nin Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesiyle başlayan hizaya getirme çabası şimdi AKP eliyle gerçekleştirilen, ordunun biçimlendirilmesinin de öncelidir.

Bütün bu gelişmelerin AKP’nin iddia ettiği gibi askerin siyasetten el çektirilmesiyle ya da siyasetin askerî vesayetten kurtarılmasıyla alakası yoktur, tersine şimdi ABD politikalarıyla uyumlu davranan, direktiflere harfiyen uyan bir hükümetle (sonraki hükümetler de dahil) uyumlu çalışabilecek bir ordu yapılandırmasıyla alakası vardır. Bu, askerin sivil siyasetin buyruğuna girmesi anlamına gelmediği gibi ordunun siyasetle kuracağı yeni ilişki biçimiyle tarif edilen sivilleşme de demokrasi anlamına gelmeyecektir.

Bütün konu, emperyalizmin neoliberal direktiflerine uyum sağlayacak silahlı bir yapıyla güçlendirilmiş, onun tarafından desteklenen, iki başlılığa mahal bırakmayan bir siyasetin ülkede hâkim kılınmasıdır. Öte yandan zaten AKP’nin silahlı güçlerle bir sorunu da yoktur. Polis kurumunu yeni yetki ve selahiyetlerle donatan, bu kurumun kitle eylemlerinde kullanmak üzere ağır silahlarla silahlandırılmasının yolunu açan sonra da kadın eylemlerinden kamu emekçilerinin eylemlerine, gençlik eylemlerinden işçi eylemlerine kadar hareket halindeki her kesime saldırmasına izin veren “sivil” hükümet şimdiye dek halkın üzerinde bir vesayet mercisi gibi davranmaktan imtina etmemiştir. MGK siyaset belgelerinin ruhuna mündemiç iç düşman ve iç tehdit AKP’nin ajandasında da baş sırada yer alır. Dolayısıyla aynı sınıf iktidarının yani Türkiye burjuvazisinin iktidarının sivil ya da silahlı kurumlarının birbirinden ayrı saiklerle hareket ettiği söylenemez. Sonuçta tekrarlamak gerekirse AKP’nin vesayete karşı mücadelesinin, içindeki “kötü adamlar”dan kurtulmak isteyen orduyla yapılan uzlaşmalar, gerilimler ve tekrar uzlaşmalar eşliğinde sürdüğü; AKP’nin dönüşümü bile vesayetle yerine getirdiği herkesin bilgisi dahilindedir.

Bu bakımdan Ergenekon davalarının AKP’nin iddia ettiği gibi ne derin devleti tasfiye etmek ne karanlık bir dönemi açığa çıkarmak ne de darbeleri önlemek gibi bir amacı olacaktır. Davanın bu dönüşümü garanti altına almak için kullanılan bir rehin kurumu gibi işletildiğini söylemek daha doğrudur.

Öte yandan AKP eski derin devletin bir kısmına projektör tutarken yeniden kurmaya çalıştığı kendi derin devletinin faaliyetini ve etkisini yaygınlaştırmak ve derin devleti toplumsallaştırmak gibi bir yönelime de girdi. Kürtlerin göç ettiği bölgelerde harekete geçirilmiş lümpen kitlelerin Kürt emekçilerine yönelik saldırıları en çok AKP döneminde görüldü. Şehit cenazeleri sırasında ayyuka çıkan milliyetçi ve ırkçı propagandayla yönlendirilmiş, kimisi parayla kiralanmış güruhların Kürtleri hedef olarak seçmesi ve ortaya çıkan toplumsal olaylar sırasında Tayip Erdoğan’ın bu kitlelerin hassasiyetine saygı duymak gerektiğinden dem vurması derin devletin toplumsallaştırılmasının önemli kanıtlarındandır. Öte yandan halkın artık tasfiye edilmesini istediği koruculuk kurumu hâlâ sürdürülüyor, üstelik bölgeye atanan imam ve öğretmenlerin de koruculuk işlevlerini yerine getirmesi bekleniyor.

Bunlar devlet otoritesinin her yerde olacak biçimde yaygınlaştırılmasının, devletin kimi rollerinin hem ideolojik olarak hem de kelimenin gerçek anlamıyla silahlandırılmış yandaşlara dağıtılmasıyla karakterize sürecin görünür yönlerini oluşturur. Ama AKP’nin toplumu devletleştirme çabası bununla kalmaz ve çoğu kere bu kadar görünür değildir. Bir lisede öğrencilerin protesto gösterilerine katılmasını engellemedikleri gerekçesiyle iki eğitim-sen üyesi öğretmene dava açıldı; Adana valisi çocuklarına sahip çıkmayıp eylemlere katılmasına göz yuman ailelerin yeşil kartlarına el konacağı tehdidinde bulundu… bunlar çoğaltılabilir.

Bu gelişmelerin gösterdiği, AKP hükümetinin üretim sürecini esnekleştirmesine benzer bir şekilde devleti de gerektiği zaman, gerektiği yerde hemen refleks gösterecek biçimde delege ederek güçlendirdiğidir. Bu çağın en önemli toplumsal düzenleyicisi olarak iş yaşamının esnekleştirilmesi olduğuna göre devletin de bir esnek çalışma terimi olan “zamanında üretim” (just in time) terimine nazire olacak biçimde “yerinde devlet” esnekliğine sahip bir biçimde dönüştürüldüğü ve topluma yayıldığı söylenebilir.

Böylece AKP’nin devleti yeniden yapılandırmasının özünü öncelikle güvenlik konseptinin kriterleri oluşturmuştur. AKP güvenlik devleti kavramını güvenlik toplumuna kadar uzatarak toplumu da devletin organlarından biri haline getirmeye çalışmaktadır.

Küreselleşme sürecinde devletin küçüleceğini iddia eden politikacılar ve ideologlar bunun emekçi sınıflar bakımından ne anlama geleceğini saklamışlardı. Sosyal politikaların iptal edilmeye başlamasıyla küçültme işleminin aslında emekçi refahı için ayrılan devlet bütçesinin kısıldığı, hizmet sunumuna ve küçük üreticilere ayrılmış sübvansiyonun kaldırıldığı anlamına geldiği kısa zamanda görüldü. Devletin küçültülmesi bu anlamda devletin sosyal işlevlerinin toplumun üstüne yıkılması anlamına geliyordu.

Şimdi emekçiler devletin vazgeçtiği sosyal sorumlulukları üstlenerek zaten kendilerine yük olan bir devletin yükünü iki kat taşımak hem de güvenlik toplumu olmanın gereklerini yerine getirme sorumluluğuyla yüz yüze getirildiler.

Tam da bu noktada “bireye karşı devletin çıkarı”nı değil “devlete karşı bireyin çıkarını” öncelikli gören liberal demokrasinin bu klasik tespitinin de muhafazakâr demokrat bir partinin hükümet ettiği ülkede açıkça iptal edildiği söylenebilir. Devlet artık kendisini, sahip olduğu tüm hakları elinden aldığı bireyde somutlamakta; artık haklarının değil görevlerinin konuşulduğu bir bireyi yaratmaya girişmektedir.

Dolayısıyla artık derin devletin devlet, devletin derin devlet olduğu, toplumun yine devlete dönüştürülmeye çalışıldığı; devletin küçülmekten ziyade büyüdüğü, şiştiği ve sosyolojik olarak yaygınlaştığı bir dönemde yaşıyoruz. AKP’nin ileri demokrasisinin, bir kara ütopya romanında olabileceği gibi herkesin herkesi kontrol edip cezalandırdığı, toplumun devletin reflekslerini içselleştirdiği bir anti-demokratik tahayyülün adı olduğu bir fanteziye izin verecek biçimde kurgulandığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Ama şimdilik bu fanteziyi bir yana bırakıp görünen bilançoyu çıkarırsak “muhafazakâr demokrat” hükümetin demokrasisinin aslında demokrasiyi iğdiş etmek olduğunu, demokratik kazanımların ciddi bir saldırıyla ortadan kaldırıldığını, bir ülkede demokrasiden söz edebilmek için gerekli olan emekçilerin ve diğer ezilenlerin örgütlü gücünün zafiyete uğraması için hükümetin elinden geleni ardına koymadığını ve bunun da emperyalizmin dünya çapındaki neoliberal politikalarına içkin bir cümle olduğunu söylemekle yetinelim.

Kürt Sorununda AKP Ne Yaptı?

Başbakan Erdoğan, halkları ayaklanan Arap ülkelerinin diktatörlerine “halkın sesine kulak verme” çağrısı yaparken, kendi ülkesinde en son Newroz kutlamalarında da görüldüğü gibi, demokrasi, eşitlik, insanca yaşam isteyen Kürtlere, emekçilere, Alevilere, gençlere ve kadınlara saldırmakta onlardan geri durmuyor! Geleneksel güç odaklarının kenarında yetişmiş olan (özellikle faşist MHP gibi, işbirlikçi burjuva gericiliğinin sürekli ‘yedek güç’ olarak elinin altında bulundurduğu Türk-İslam sentezci İslamcı parti geleneğinden gelen) ve 2002’den bu yana bu güç odaklarının yerine ‘merkez’e yerleşmek konusunda önemli adımlar atan AKP Hükümeti, toplumda yarattığı “statükoyla mücadele” algısı üzerinden halka, emekçilere karşı en gerici politikaları uygulamaktan geri durmuyor. Yetmiyor, talepleri için alanlara çıkanlar, “statükocu güçlerin uzantısı” olmakla suçlanarak hedef haline getiriliyor; TEKEL işçileri, Kürt ulusal hareketi Ergenekoncu ilan edilebiliyor!

AKP’nin ‘statükoyla mücadele’, ‘sivilleşme’, ‘değişim’, ‘demokratikleşme’ söylemleri eşliğinde 80 yıllık Cumhuriyet rejiminin artık kangrenleşmiş sorunlarına da el atması, geniş halk kesimlerinde bu sorunların çözümü konusunda ciddi bir beklenti oluşmasına yol açtı ve bu beklentinin bugün tamamıyla ortadan kalktığı da söylenemez. ‘Reform’, ‘çalıştay’, ‘açılım’ gibi adlar altında geliştirilen politikalarla sorunların demokratik çözümü yönünde çaba gösterildiği izlenimi yaratılırken, aslında emekçiler, Aleviler, Kürtler, AKP’nin (kuşkusuz işbirlikçi ülke egemenlerinin) çözümüne yedeklenmeye, bu çözüme razı edilmeye çalışıldı. “Reform” dendi, işçi ve emekçilerin sağlık, emeklilik, iş güvencesi gibi hakları parça parça ellerinden alındı. “Çalıştay” dendi, Sünni İslam’a dayalı Diyanet’in kaldırılması ve tüm inançlara eşitlik sağlanması yerine, Aleviliğin de Sünniliğin yanına iliştirilmesine, dinin daha geniş bir şekilde politik alana yerleştirilmesine dayalı bir “çözüm” gündeme getirildi. “Açılım” dendi, Kürt halkının anadilde eğitim ve anayasal eşitlik taleplerinin karşılanması yerine bu talepleri dillendiren Kürt siyasetçiler hapishanelere dolduruldu.

Ülkenin seçim sürecine girdiği böylesi bir dönemde, bir yanda dolar milyarderlerinin, öte yandan açlık sınırında yaşayanların artmasına ve emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadın ve gençlerin her türlü demokratik talebinin reddedilmesine rağmen, AKP’nin hâlâ alternatifsiz bir güç gibi durabilmesinin önemli nedenlerinden biri de, ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin (Kürt ulusal hareketinin gösterdiği direnç bir tarafa bırakılırsa) bu politikaları teşhir ve karşı mücadelenin örgütlenmesinde gösterdikleri zayıflıklardır. Burada, ana muhalefet partisi CHP’nin yenilenme/değişim söylemine rağmen, yönetim kadrolarını sermayenin temsilcilerine sonuna kadar açarak, öte yandan Diyanet’in kaldırılmasıyla gerçek anlamda bir laisizmi ve Kürt sorununun eşit haklara dayalı çözümünü reddeden bir mevzide durmaya devam ederek de AKP’nin işini kolaylaştırdığını söylemek mümkündür. Seçim süreçlerinin halkın dikkatinin ülkede ve dünyada olup bitenlere daha yakından çevrildiği; dolayısıyla politik teşhir için en geniş olanakların ortaya çıktığı süreçler olduğu göz önüne alındığında, sınıf partisi ve tüm emek-demokrasi güçleri bakımından AKP’nin emek ve demokrasi düşmanı politikalarının teşhiri ve bu politikalara karşı mücadelenin örgütlenmesinin öncelikli bir görev olduğu açıktır. Özellikle Kürt sorunu, demokratikleşmenin bir ihtiyacı olduğu kadar, bizzat Cumhurbaşkanı Gül ve TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütleri tarafından ülkenin önündeki en önemli sorun olarak da tarif edildiğine göre, AKP’nin bu sorun karşısındaki tutumunun demokratikleşme konusunda rengini göstermesi bakımından belirleyici bir öneme sahip olduğu/olacağı açıktır. Yazımızda, diğer konularda olduğu gibi, toplumun önemli bir kesiminde Kürt sorununun çözümü yönünde de adımlar attığı/atacağı beklentisini oluşturmuş bulunan AKP Hükümeti’nin, bu sorunda 8 yılda uyguladığı politikaların ana yönlerini ve temel dayanaklarını ortaya koymaya çalışacağız.

 

1. TEK TARAFLI ÇATIŞMASIZLIK VE “SORUNSUZ” YILLAR…

Öcalan’ın Şubat 1999’da, başını ABD ve İsrail’in çektiği uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesi, egemenlerin Kürt/”terör” sorununun çözüldüğü (çünkü Kürt sorunu ülke egemenleri tarafından bir halkın ulusal-demokratik istemlerinden kaynaklı bir sorun olarak değil, bölücü amaçlar taşıyan silahlı bir örgütün yarattığı bir terör sorunu olarak görülmekteydi) propagandası üzerinden ülkede bir zafer havasının yaratılmasına yol açmıştı. Bu rüzgârın etkisi altında yapılan 1999 seçimlerinde DSP/MHP gibi milliyetçi partiler öne çıkmış; DSP-MHP-ANAP Koalisyonuna dayanan bir hükümet kurulmuştu. Fakat 1999’da emekçilere yönelik IMF güdümlü “Sosyal Güvenlik Reformu” saldırısı ardından, 2001’deki ‘Derviş Yasaları’ (15 günde 15 yasa) ve emekçilerin sokaklara dökülmesine yolaçarak patlak veren kriz; adeta IMF/uluslararası sermayenin emir eri gibi çalışan bu milliyetçi koalisyonun ömrünü erken bitirmişti. Dayatılan yıkım politikalarına halkın tepkisi, başta koalisyon partileri olmak üzere, 1999 seçimlerinde Meclis’e giren bütün partilerin barajın altında bırakılması ve bu geleneksel politikaların dışında yetişen, üstelik bu politikalar tarafından mağdur edilmiş izlenimini yaratan Erdoğan’ın AKP’sinin büyük çoğunlukla hükümet kuracak oyu alması, bu arada 1999’da baraj altında kalan CHP’nin ikinci parti olarak meclise girmesi oldu.

Kriz sonrası ekonominin yeniden canlanmaya başlaması ve PKK’nin Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra “tek taraflı çatışmasızlık” ilan ederek silahlı güçlerini sınır dışına çekmesi, seçim sürecinde “açlık ve yoksulluğa son verme”, “huzur ve demokrasi getirme” vaatlerinde bulunan AKP’nin, aslında bir şey yapmadan başarılı göründüğü konjonktürel bir durumun ortaya çıkmasını sağlamıştı. Öncelikle Kürt sorunu, PKK’ye bağlı bir “terör” sorunu olarak görüldüğü için silahların susturulmuş olması, sorunun bitmesi gibi görüldü/gösterildi. Öte yandan AKP, bölgede savaş ve zorunlu göçün yol açtığı yıkımı ortadan kaldırmaya yönelik politikalar geliştirmek yerine, giderek ekonomik kaygıları öne çıkmaya başlayan geniş emekçi kesimleri (özellikle bölgede şehirlerin yoksul kenar mahallerinde yaşayanlar ile yoksul köylülüğü) ianeci bir ekonomi politikayla (yeşil kart uygulaması, öğrenci başına ailelere verilen paralar ve diğer sosyal yardımlar, ancak AKP’nin desteklenmesi halinde sürecek/sürebilecek yardımlar olarak sunuldu) kendine bağlama yönünde adımlar attı. Zaten burjuva unsurlar sınıf çıkarları gereği çoktan AKP’nin arkasında saf tutmuş ve AKP de, bölgede bu unsurları birleştiren ve gerek din ve tarikatlar üzerinden, gerekse yoksulluk konusunda uyguladığı ianeci politikalar nedeniyle halkın belli bir kesiminin desteğini alan bir ‘devlet partisi’ olarak örgütlenip güç kazanmıştı. Dolayısıyla ilan edilen çatışmasızlık sürecini çözüm için bir olanak olarak kullanmak yerine, Başbakan Erdoğan’ın, Rusya gezisi sırasında orada çalışan bir Kürt işçinin “Kürt sorununun ne yapacaksınız?” sorusuna “düşünmezseniz böyle bir sorun yoktur” cevabında somutlanan geleneksel inkârcı politikaların sürdürüldüğü bu dönem, AKP bakımından bölgede ulusal mücadelenin dışında yer alan bütün unsurların etrafında birleştirildiği bir dönem olarak anlam kazanmış; batıda ordu gibi geleneksel güç odaklarıyla zaman zaman gerilimlere giren AKP, bölgede bu çevreler tarafından da devleti temsil eden parti olarak kabul görmüştü.

Özellikle ulusal hareketin etkisinin zayıf olduğu, feodal değer yargılarının etkili olmaya devam ettiği çevrelerde Fetullahçılıktan Hizbullahçılığa kadar birçok dinci gerici akımın örgütlenip geliştirilmesi bizzat devlet desteğiyle gerçekleştirilmiş; Kürt halkı üzerinde önemli bir etkisi bulunan dinin ulusal mücadeleye karşı egemen güçlerin bir dayanağı olarak kullanılması politikası uygulanmaya konulmuştur. Bununla birlikte bölge illerindeki bütün vali ve kaymakamlar devletin değil, AKP’nin memuru olarak davranmış; genellikle sosyal yardım dernekleri üzerinden dağıtılan yardımlar, devletin değil, AKP’nin yardımları olarak sunulmuştur. İaneci politikalar ve dinin kullanılması, bugün de AKP’nin bölgede halk içindeki güç ve etkisinin en önemli dayanakları arasındadır.

Özetle AKP’nin ilk yılları, sorunun çözümü yönünde ortaya çıkan olanakların kullanılması –ki, AKP’nin geleneksel partilerin dışında bir parti görüntüsü bu konuda belli bir beklenti de yaratmıştı– yerine çatışmasızlığın “sorunun olmaması” olarak görüldüğü/gösterildiği, ama öte yandan AKP’nin bölgede kendine önemli dayanaklar yaratmak üzere adımlar attığı bir dönem olarak değerlendirilebilir. ABD’nin Irak müdahalesinin ardından Güneyde kurulan Kürt Bölgesel Yönetimi ve 2004 Haziran’ında PKK’nin yanıtsız bırakılan tek taraflı ateşkesi sona erdirmesi, artık AKP’nin sorunu görmezden gelme politikasının da sonunu getirmiş, bu kez AKP, oluşturduğu dayanaklar üzerinden bölgede kendini bir “Kürt partisi” olarak örgütlemeye, ulusal hareketi saf dışı bırakarak, temsilcisi olduğu burjuva-yarı feodal unsurların çıkarı temelinde bir “çözüm”ü örgütlemeye yönelmiştir.

 

2. “KÜRT SORUNU BENİM SORUNUMDUR” = “EN BÜYÜK KÜRT PARTİSİ BENİM”!

Başbakan Erdoğan’ın Ekim 2005’te Diyarbakır’da “Kürt sorunu benim sorunumdur” demesi, geniş çevrelerde heyecan ve sorunun çözümü yönünde bir beklenti yaratmıştı. Erdoğan, devletin yanlışını kabul etiğini söylüyordu, ama eğer devlet yanlıştan dönecekse, yapılması gereken şey açıktı; sorunun, muhataplarıyla müzakere edilerek çözülmesi. Oysa Erdoğan, bırakın muhataplarıyla görüşmeyi, bir çırpıda partisini “en büyük Kürt partisi” ilan etmiş ve ulusal harekete savaş açmıştı. Süreci sadece Erdoğan’ın söyledikleri üzerinden anlamaya çalışıp Erdoğan’ın farklı zamanlarda yaptığı farklı açıklamalarının arkasında yatan nedenlere bakmayanlar, elbette yanılgıya düştüler. Çünkü “Kürt sorunu benim sorunumdur” derken, değişen Erdoğan değil; koşullardı! Öncelikle ABD’nin Irak’a müdahalesinin ardından geleceklerini belirlemek için oluşan uygun koşulları değerlendiren Kürtler, Irak’ın kuzeyinde Federe Kürdistan’ı ilan etmiş; bir anda Türkiye Kürtlerle komşu hale gelmişti. Ülkedeki Kürtleri de önemli oranda etkileyen bu gelişme, aynı zamanda devletin ‘kırmızı çizgi’ siyasetini geçersiz hale getiriyordu. Öte yandan Irak’ta batağa saplanan ABD, Türkiye ile ilişkilerini yeniden düzeltmek (Türkiye’de savaş tezkeresinin reddi ve Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi olaylarında somutlanan politik gerilimi ortadan kaldırmak), Türkiye’yi hem Irak’ta hem de bölge genelinde daha aktif rol üstlenen (ve elbette esas olarak ABD’nin çıkarlarına hizmet eden) bir oyuncu haline getirmek istiyordu. Bu noktada, hem ABD’nin bölgesel çıkarları için istikrarsızlık yaratma potansiyeli taşıyan, hem de Türkiye’yi kendi politik çizgisine çekmek bakımından koz olarak kullanılabilecek olan Kürt ulusal hareketinin silahlı güçlerinin varlığı, PKK konusu gündeme getirildi. Erdoğan, Diyarbakır’daki açıklamasından önce 2005 Mayıs’ında İsrail’e ve Haziran’da ABD’ye gitti, “PKK’ye karşı aktif destek” sözü aldı. Ama bu arada devletin Kürdistan Bölgesel Hükümeti ile görüşme sürecinin önü de açıldı. Önce MİT Barzani ile görüştü, ardından diğer görüşme ve ilişkiler geldi. Bu politika değişikliğini, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 29 Ekim’de Çankaya köşkünde verilen davette şöyle izah ediyordu: “Barzani bir aşiret lideriydi. Biz öyle görüyorduk. Ama durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor. Talabani’yi de öyle görüyorduk. Şimdi Irak Cumhurbaşkanı. Yarın Irak Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi ziyaret etmek isteyecek. O gün nasıl davranacağız? Irak’ı tanıyorsak, bu değişen koşullara göre hareket edeceğiz… Kasım 2007’deki Bush-Erdoğan görüşmesi bu yeni yönelimin ilanı olmuş; PKK kamplarına karşı hava ve kara operasyonları ile ABD-Türkiye ilişkilerinde “bahar havası” esmeye başlamıştı. ABD-Türkiye-Irak (ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti) arasında oluşturulan 3’lü mekanizma ile ABD operasyonu rayına oturmuş, ABD bu güçleri kendi politik ekseninde buluşturma yönünde önemli bir mesafe kat etmişti.

Bu sürecin iç politikadaki yansıması, AKP’nin Güney Kürtleriyle ilişkisi ve onlardan aldığı destek üzerinden bölgedeki dayanaklarını bir “Kürt partisi” olarak örgütlemeye yönelmesi biçiminde olmuştur. Özellikle 22 Temmuz 2007 Seçimlerinden sonra ve bu süreçte Kürt ulusal hareketinin AKP’yi hedefe koymaktan imtina eden tutumunun da etkisiyle, bölgedeki gücünü ve oy oranını arttıran AKP, DTP’ye (Kürt ulusal hareketine) karşı “en büyük Kürt partisi biziz”, “Kürtleri asıl biz temsil ediyoruz” gibi söylemler kullanmaya başlamış ve bu temelde Kürt ulusal hareketini süreci baltalayan/baltalamaya çalışan bir güç olarak hedefe koymuştur. Anlaşıldı ki, meğer Başbakan Erdoğan, “Kürt sorunu benim sorunumdur” derken, aslında “en büyük Kürt partisi benim” demek istiyor, çözümü de ulusal hareketin muhatap alınması üzerinden değil, tasfiyesi (kendini onun yerine ikame etme) üzerinden tarif ediyormuş! Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmeye yönelik bu siyasal yönelimin arka planında ise, bölgede tarikatların, gerici ilişkilerin kullanılması ve ekonomik olarak yerel/bölgesel sermaye çevrelerine yeni olanaklar (teşvikler, GAP Eylem Planı vb.) yaratarak kendi dayanaklarını oluşturma politikası yatıyordu. Bu politika, 2009 29 Mart Yerel Seçimleri’ne kadar TRT Şêş’in açılması, bölgede halkın yoksulluğunun yardımlar üzerinden istismar edilmesi ve tarikatların/cemaatlerin etkin kullanımı gibi yönleriyle sürdürüldü. Amaç, bu seçimlerde Kürt ulusal hareketine açık üstünlük sağlamak ve ulusal hareketi etkisizleştirerek, yerine kendini ikame etmekti. Hatta bu politikanın başarısına bağlı olarak uygulanmak üzere, Güney’de de Kürt ulusal hareketinin silahlı güçlerine tasfiyeyi/silahsızlanmayı dayatma temelinde Erbil’de bir ‘Kürt Konferansı’ yapılması planlanıyordu. Bu planlar, yerel seçimlerde ulusal hareketin gücünü arttırarak elindeki belediye sayısını iki kata çıkarması, AKP’nin elindeki Van, Siirt gibi önemli kentlerin belediyelerinin de kazanılması; başka bir ifadeyle AKP’nin bölgede güç ve itibar yitimine uğraması nedeniyle uygulanamaz hale gelerek gündemden düşmüştü.

 

3. KÜRT KAPANI: AÇILIM!

Cumhurbaşkanı Gül’ün Mart 2009’da Ankara’da ABD Dışişleri Bakanı Clinton ile görüşmesinden iki gün sonra Tahran uçağında söylediği “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” açıklaması, egemenlerin sorunun çözümünde inisiyatifi ellerine almak üzere yeni bir hamle hazırlığında olduklarını gösteriyordu. İçişleri Bakanı Atalay’ın koordinatörlüğünü üstlendiği ve daha sonra ‘açılım’ olarak adlandırılan politik yönelim ile sorunun çözümü konusunda görüşleri alınmak üzere çeşitli kurumların kapıları çalınıyor, yapılan görüşmeler üzerinden devletin demokratik adımlar atacağı/düzenlemeler yapacağı söyleniyordu. Ama bir yandan görüşmeler yapılıp ‘demokratikleşme paketi’ hazırlanırken, öte yandan Nisan ayından başlayarak Kürt siyasetçiler KCK’li oldukları gerekçesiyle ardı ardına tutuklanarak hapishanelere dolduruldu. Hükümet ve ‘açılımdan sorumlu’ Bakanı Atalay; üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılmasından okullarda Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulabileceğine, Kürtçe yer isimlerinin geri verilmesinden devletin kolluk güçlerinin halkı bezdiren aramalarının kaldırılmasına ve TMK mağduru çocuklarla ilgili düzenlemelere kadar birçok demokratik adımın atılacağını söylerken, operasyonlar devam etmiş ve Aralık ayında aralarında belediye başkanlarının olduğu yüzlerce Kürt siyasetçi tutuklanmaya devam etmişti. AKP’yi samimi bulan ve ‘açılım’ı destekleyen birçok kişi ve çevre, yapılan tutuklamalara bir anlam verememiş, hatta önceleri hükümete karşı yapılmış bir komplo olarak gördükleri tutuklamaların bizzat AKP Hükümeti tarafından yaptırıldığını öğrenince, ‘açılım’ın bitebileceği kaygılarını dile getirmişlerdi.

Oysa ‘açılım’, ülke içinde tasfiyeye uygun koşulların yaratılması amacıyla, iki uçlu bir politika olarak gündeme getirilmişti. Bir yandan Bakan Atalay, ‘açılım politikası temelinde “kısa, orta ve uzun vadede yapılacaklar”ı açıklarken, öte yandan da, Kürt ulusal hareketinin (KCK’nin) demokratikleşme yönünde atılmak istenen adımları baltaladığı/baltalamak istediği söylemi eşliğinde operasyonlar devam ettirildi. Aslında yapılmak istenen açıktı, AKP, Kürt sorununu değil, Kürt hareketini çözmek/etkisizleştirmek istiyor ve bu amaçla Kürt halkını yedeklemeye ve böylelikle ulusal hareketi tasfiyeye hizmet ettiği oranda “bireysel haklar” çerçevesi içinde kimi adımlar atmayı planlıyordu. Demek ki, Kürt legal siyasetine yönelik yapılan KCK operasyonları, ‘açılım’ politikasıyla çelişmek bir tarafa, bu politikanın varlık nedeni durumundaydı. Yani AKP ve devletin ‘açılım’dan anladığı, sorunun muhataplarıyla görüşülmesi ve halkın demokratik taleplerinin karşılanması değil; aksine ulusal hareketin ve halkın örgütlülüğünü dağıtmaya hizmet edebileceği oranda bazı adımlar atmak ve sorunun çözümünde inisiyatifi ele almaktı. Bu politikanın örneklerinden biri de, TRT Şêş’in açılmasıydı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un bu konudaki bir soruya, Roj TV’yi kast ederek söylediği, “Bazı yayınlar var. Eğer onların etkisini kıracaksa elbette faydalı olur” sözü, devletin meseleye yaklaşımını adeta özetlemektedir.

Diyarbakır’da Ekim 2010’da başlayan KCK Davası, iki bine yakın Kürt siyasetçinin tutuklanması üzerinden AKP ve devletin Kürt legal siyasetine uyguladığı “siyasi soykırım” politikasının ifadesi olarak, tersine dönerek, AKP ve devletin Kürt sorununda uyguladığı politikaların yargılandığı bir dava haline gelmiş ve bu nedenle tıkanmıştır. KCK tutuklularının anadilde savunma yapma tutumu ve bu talebin mahkeme tarafından reddedilmesi, aslında tüm söylenenlere rağmen devletin sorunun çözümü konusunda bulunduğu geri noktayı tarif ediyordu. Öte taraftan Kürt halkı ve ülkedeki birçok emek ve demokrasi örgütünün davada yargılanan Kürt siyasetçileri sahiplenmesi, dayanışma içine girmesi de, devletin Kürt siyasetini marjinalize etme hamlesini boşa düşüren bir diğer gelişme olmuştur.

Bugün AKP Kürt halkı nezdinde güvenilirliğini önemli oranda yitirmiş durumdadır. AKP, Haziran’daki genel seçimler öncesinde bu güveni yeniden kazanmak, en azından bölgedeki güç ve etkisini yitirmemek için yeni arayışlara yönelmiş bulunmaktadır. Öncelikle 12 Eylül referandumundan bu yana yerel/bölgesel sermaye çevreleri AKP etrafında saf tuttuklarını açıktan ilan eder hale getirilmiştir. Referandumda “evet” diyeceklerini açıklayarak, Kürt ulusal hareketini halka baskı uygulamakla suçlayan bu çevrelerin en etkin isimlerinden Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu, bizzat Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla AKP’den milletvekili adayı olmuştur. AKP’nin bir diğer önemli hamlesi de, sürgünde bulunan Kürt aydınlarına geri dönüş koşullarının sağlanacağı propagandası ve bu temelde AKP’li bakanların Şivan Perwer, Kemal Burkay gibi isimlerle yaptıkları görüşmelerdir. AKP, Güney’de Barzani ile olan ilişki ve işbirliğini, bugün ülkede o çizgiye yakın olan Kürt çevrelerini yedekleme, kendi etrafında toplamak için kullanmak istemektedir. Şivan’ın ‘açılım’ politikasını desteklemek için TRT Şêş’te konser verebileceğini söylemesi, Burkay’ın yurda döneceğini açıklaması, kişisel tutum ve davranışlar olmanın ötesinde anlamlar taşımaktadır. Çünkü bütün bunlar, AKP ile birlikte Kürtler için artık çok şeyin değiştiği iddiasının propaganda malzemesi olarak kullanılmaktadır. Ve AKP de, TKP/TBKP’li Yağcı-Sargın’ların zamanında Özal’ı “en demokrat” ilan etmesine benzer şekilde, Kürtler içinde kaybettiği itibarı bu isimlerin yedeklenmesi üzerinden tamir etmek istemektedir. Bu gelişmelere bölgede işlenen yüzlerce cinayetin sorumlusu pozisyonunda olan Hizbullah’ın lider kadrosunun tahliye koşullarının sağlanması da eklendiğinde, bugün AKP’nin ne yapmak istediği daha bir netlik kazanmaktadır. AKP, sermaye çevrelerinden, Kürt ulusal hareketine mesafeli Kürt çevrelerine ve Hizbullah gibi dinci-gerici yapılanmalara kadar bölgede kendine dayanak yaptığı ya da yapmak istediği çevrelerin temsilcilerinin seçimlerde aday gösterilmesi üzerinden, daha geniş bir cepheyle Kürt ulusal hareketinin karşısına çıkmak ve onun gücünü, halk desteğini azaltmak istemektedir. Ancak Kürtlerin ve tüm demokrasi güçlerinin bölgenin ve ülkenin 40 il ve 86 ilçesinde alanlara çıkarak kutladığı 2011 Newroz’u, gerek önceki yılları aşan kitleselliği ve gerekse halkın dillendirdiği talepler bakımından daha şimdiden AKP’nin işinin bu kez de kolay olmadığını göstermiştir.

 

4. DEMOKRATİKLEŞME VE ÇÖZÜM İÇİN AKP VE GERİCİLİĞE KARŞI MÜCADELE…

Kürt sorunu üzerinden AKP’nin 8 yılda söyleyip yaptıklarına bakıldığında söylenebilecek ilk şey, aslında sorunu bile görmek istemediği bir noktadan bugün bulunduğu noktaya geldiği/gelmek zorunda kaldığıdır. Ve bu sürecin, atılan kimi adımların itici gücünü de, Kürt ulusal hareketinin, ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesi ve bölgesel dengelerdeki gelişmelerin/değişmelerin oluşturduğunu vurgulamak gerekmektedir. Bu genel değerlendirme üzerinden, AKP’nin geçen 8 yılda Kürt sorununda ne yaptığını, sorun karşısında nerede durduğunu birkaç başlık halinde özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

· AKP’nin 8 yılı, Kürt sorununun çözümü konusunda AKP’nin somut hiçbir planının olmadığını, daha doğrusu tek somut planının Kürt halkının kolektif hak ve taleplerinin “bireysel kültürel haklar” çerçevesi içine hapsedilmeye çalışılarak, bu temelde Kürt ulusal hareketinin baskılanıp etkisizleştirilmesinden ibaret olduğunu göstermiştir.

· AKP, Kürt sorununu görmezden geldiği ve açlık-yoksulluğu ortadan kaldırma vaadinde bulunduğu dönemde dahi, halkın yaşam koşullarının iyileştirilmesi konusunda hiçbir ciddi adım atmamıştır. Bölgede savaş ve göç nedeniyle iş, barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda bulunan milyonlarca kişinin yaşamı AKP döneminde de iyileşmemiş, değişme kötüleşme yönünde olmuştur. Hatta AKP, sorunu ortadan kaldırmak bir tarafa, sadaka/iane kültürü üzerinden dağıttığı yardımlarla bu yoksul halk kesimlerini kendi politikalarına yedeklemeye çalışmış, halkın yoksulluğunun istismarı üzerinden bölgede kendine dayanak oluşturmaya çalışmıştır/çalışmaktadır.

· Başbakan Erdoğan “Kürt sorunu benim sorunumdur” derken bile, devletin Kürtlerle müzakere ederek sorunun çözülmesi aklının ucundan geçmemiş, ABD emperyalizminin bölgesel hesaplarıyla da uyum içinde, Kürt ulusal hareketinin tasfiyesine ve kendi etrafında topladığı sermaye ve gericiliğin çıkarlarına dayalı, bir çözüm peşinde koşmuştur/koşmaktadır.

· Kürt sorununu değil, Kürt ulusal hareketini çözmeye/tasfiye etmeye dayalı ‘açılım’ politikası, bu amaca hizmet ettiği oranda adımlar atılmasını öngörmekte; başka bir deyişle ‘açılım’, sınırları halkın ulusal mücadeleden koparılarak gericiliğe yedeklenmesini sağlama hedefi tarafından belirlenen esnek bir politika olarak sürdürülmeye çalışılmaktadır.

· Ülkenin seçim sürecine girdiği bugünlerde, AKP ve her renkten yandaşları demokratikleşme konusundaki talepler için seçimler sonrasını (ve tabii, seçimlerde AKP’nin desteklenmesi koşulunu) gösterse de, AKP’nin yeni anayasa için, anayasanın değiştirilemez hükümlerini gerekçe göstererek çizdiği çerçeve, daha baştan Kürt halkının “iki dilli yaşam” ve “demokratik özerklik” taleplerini karşılamaktan uzaktır. Dolayısıyla bu durum, AKP’nin çizdiği çerçevenin değiştirilmesini zorunlu kılmakta; Kürt halkının eşit haklar, Alevilerin gerçek bir laiklik, emekçilerin insanca yaşam taleplerini kapsar hale gelmesinin ise, yine ancak AKP’ye karşı güçlü, kararlı bir mücadele ile mümkün olacağını göstermektedir.

Geçen 8 yıla dönüp bakıldığında, AKP’nin Kürt sorununun çözümü, demokratikleşme ve insanca yaşam taleplerini gerçekleştirmek yönünde adımlar atmak bir tarafa, bu taleplerin önünde en önemli engel olarak dikildiğini ve üstelik çeşitli manevralarla bu sorunların çözümünü bekleyen geniş halk kesimlerinin beklentilerini sömürdüğünü, kendi politik çıkarlarına alet etmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Bu bakımdan Kürtlerin, emekçilerin, Alevilerin, kadın ve gençlerin AKP iktidarına ve yine taleplerini karşılamaktan uzak bir platformda bulunan CHP gibi düzen partilerine karşı güçlü bir halk seçeneği oluşturmaları, mücadelenin en güncel ihtiyacı durumundadır. Bunun için yapılması gereken, 2011 Newroz’unda bölge ve ülkenin dört bir tarafında alanlara çıkan Kürtlerin, emekçilerin, demokrasi ve barış güçlerinin ortaya çıkardığı mücadele birikiminin daha ileriye taşınarak, mücadelenin birleştirilmesinin önündeki engellerle zayıflıkların aşılması ve bu sürecin AKP ve gericilikle hesaplaşmanın ötesinde halkların eşitliğine dayalı, herkesin insanca yaşam koşullarına kavuştuğu demokratik bir ülke kurma mücadelesine ilerletilmesidir.

TKP’nin 90. Yıl Tezleri Üzerine

Türkiye’de, son on yılda, çeşitli biçimlerde demokrasi-cumhuriyet ilişkisinin tartışma gündemlerinin başında geldiği söylenebilir. AKP’nin ‘bürokratik oligarşi’ olarak tarif ettiği ve geleneksel ulusalcı resmi ideolojinin yargı, ordu, bürokrasi ve ‘sivil toplum’ örgütlerindeki uzantılarını hedefe koyduğu siyasal söylemi ideolojik bir yanılsamaya yol açmış, post-modernizmle yoğrulmuş liberalizmin kavramsallaştırmaları büyük ölçüde etkili olmuştur. AKP’nin çeşitli hamle ve manevraları, geleneksel statükocu “askeri vesayet”e karşı “demokrasinin gelişmesi” olarak algılanmış, savunanı da karşı çıkanı da içeren kavramsal kaosu geliştirmiştir.

Burjuva propagandacı ve ideologların söylemlerinin ardında yatan ve dönem dönem ele verdikleri gerçek ise, bütün bu siyasal karmaşanın arkasında yatanın, artan uluslararası rekabet ve baskı koşullarında tekelci burjuvazinin egemenlik alanını genişletmek için iktisadi, siyasal ve kültürel alanı yeniden şekillendirme, işçi sınıfı ve ezilen hakların daha fazla sömürüsünün yol ve yöntemlerinin geliştirilmesinin amaçlandığıdır. Dolayısıyla, ordu-hükümet, statükocu-‘demokrat’, dinci-laik gibi bölünmeler, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle burjuvazi arasında süregelen sınıf savaşımından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır.

Neo-liberalizmin kavramsal karmaşası, post-modern ideolojik yanılsamalar, burjuva ve küçük burjuva görüşlerinin çok çeşitli kaynaklardan ve sürekli olarak üretimi, ülkemiz solculuğunun en azından bir bölümünün Kemalizm’le malul oluşu, en temel kavramların değerlendirilmesinde bilimsellikten uzaklaşmayı, neo-liberal ya da geçmişe sahip çıkmak adına pozitivist söylemlerin ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor. Demokrasi, cumhuriyet, laiklik, ulusalcılık, yurtseverlik, sosyalizm vb. kavramlar da içi boşaltılmış, sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız boş lakırdılar haline getirilip siyasal söylemin merkezine konulabiliyorlar.

Demokrasi, ulusların kaderlerini tayin hakkı, cumhuriyet, ‘sol’, sosyalizm, yurtseverlik ve devrimcilik kavramlarının bilimsellikten uzak ve sınıfsal bağlantılarından kopuk kullanılmasının örneklerden birisi TKP’nin seçim slogan ve materyallerinde görülebilir.

TKP, 12 Haziran 2011 seçimlerine hazırlık sürecinde ana sloganını “Boyun Eğmeyen 500 Bin Kişi Arıyoruz” olarak belirledi. TKP’ye oy vermek için 10 neden sıralandı. Bu nedenlerin içerik ve dili başka bir yazının konusu olabilir. Ancak kampanyanın toplamı/felsefesi değerlendirilmeye muhtaçtır.

“500 Bin Baş Eğmeyen İnsan” arayışı ile toplumu kendisine oy vermeye çağıran[1], oy vermekle halkın yaşadığı sorunlardan azade olacağını vaat eden bir seçim çalışması kaba bir parlamentarizmin ötesine geçemez. Elbette seçim dönemleri, normal dönemlerden farklı olarak halkın politikaya duyarlılığının arttığı, günlük sorunlarıyla birlikte ülke sorunlarını daha yakından tartıştığı bir dönemdir. Sosyalizmi, yani işçi sınıfının iktidarını hedefleyen bir parti, bu dönemi, işçi sınıfının aydınlatılması, burjuva düzen partilerinin teşhiri, güncel ekonomik ve siyasal talepler için mücadelenin büyütülmesi ve işçi sınıfının kendi iktidarını kurması yolunda adımlar atılmasının bir olanağı olarak değerlendirir. Seçimler, bir amaç değil işçi sınıfı mücadelesinin yükseltilmesi doğrultusunda araçtırlar. Dolayısıyla, sınıf partisi, seçim döneminde, sınıfın güncel ve tarihsel talepleri etrafında bir seçim platformuyla bir mücadele hattı örmeyi amaçlar.

“500 Bin Baş Eğmeyen İnsan” çağrısı ise, işçi sınıfının güncel ve tarihsel taleplerini ifade etmek, sınıf mücadelesini seçim döneminin olanaklarından yararlanarak ilerletmekten uzak, “500 bin kişi”yi TKP’ye oy vermeye çağıran, verecekleri oyla yaşanan sorunların çözüleceğini anlatan bir çağrıdır. Oy küçümsenmemesi gereken bir gösterge olmakla birlikte, tek ve güvenilir bir gösterge değildir. Hele, yüzde 10’luk antidemokratik seçim barajının varlığı, işçi sınıfının mevcut gücünün anlaşılmasında önemli bir engelken. Buna rağmen, sınıf partisinin seçimlerdeki tutumu, halkı yalnızca oy vermeye çağırıp, oy verdiğinde de sorunların çözüleceği yaklaşımından uzak durarak, ancak güncel ve tarihsel talepler için mücadeleyi, sınıfın çeşitli suni bölünmelerden kurtulup birlik olmasını ve kendi iktidarı için mücadelesini geliştirmesini hedefler. TKP, işçi sınıfının yerine kendisini koyan, işçi sınıfının misyonunu ise oy vermeyle sınırlayıp, kendisini sorunları çözecek güç olarak görmektedir. Burada, mücadele ters yüz edilmiş, post-modernizmin tarihin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu inkar eden tutumu benimsenmiş ve mücadele siyasal partiler arasındaki mücadeleye indirgenmiştir. Elbette, siyasal partiler arasındaki mücadele sınıf mücadelesinin yansımasıdır. Ancak, sınıfı kazanmayı, onu harekete geçirmeyi, kendi iktidarını kurmada ona yardımcı olmayı ve önderlik etmeyi hesaba katmayan ve sınıfın mücadelesini oy vermeye indirgeyen bir anlayışta, nesnellik-öznellik, sınıf-parti ilişkisi küçük burjuva idealizmiyle tersine çevrilmiştir. TKP’nin seçim sloganı böyle bir ideolojik yanılsamaya, küçük burjuva benmerkezciliğine dayanmaktadır.

Oy vermeye çağrılan insanlar işçi mi, öğrenci mi, köylü mü? Belli de değildir. Örneğin 500 bin öğrencinin TKP’ye oy vermesi yeterlidir. Seçim çalışmasının ana gündeminde ne işçi sınıfı vardır, ne de seçim materyallerinin ana omurgasında işçi sınıfının acil talep ve gündemleri.  Oysa, sınıf partisini, sıradan bir burjuva partiden farklı kılan, şu kadar oyu istemek, hele hele genel olarak toplumdan, sınıfsal içeriği belirsiz ‘500 bin kişiden’ istemek yerine, bizzat işçi sınıfı ve emekçilere yönelmektir. Onlardan yalnızca oy istemek de değil, onları oy vermenin ötesinde, talepleri, hakları ve tarihsel misyonu çerçevesinde birlik olmaya, mücadele etmeye ve kendi iktidarını kurmaya çağırmak, böyle bir mücadeleyi örgütlemeye girişmektir.

TKP’nin seçim bildirgesindeki “on neden” şöyle bir incelendiğinde, bunların, bazı farklılıklara rağmen, CHP’nin platformuyla çakıştığı da görülebilir. Bunun nedenlerine ileride, 90. yıl tezlerini incelerken değineceğiz. Ancak, bu durumu, TKP de görmüş olmalı ki “‘ben olmasam Cumhuriyet gitti gider’ diyerek oy toplayan CHP’nin Genel Başkanı ‘laiklik tehlikede değil’ diye açıklama yapamaz, kendini Cumhuriyet’in kurucusu ve garantisi olarak gösteren bu partinin ‘üye eğitimleri’ Fethullahçılara teslim edilemez” diyerek, tamamen Baykalcı bir “sınıf parspektifi”nden “şeriat” tehlikesini çekiştirip ayağı yerden kesik “laikçi-şeriatçı” saflaşmasını önererek, CHP’yi eleştirmektedir. Yani, TKP, emekçilere sadece oy verin rahatlayın demiyor. Eğer istediği sayıda oy alırsa, CHP’yi de, yani cumhuriyeti savunanları da düzelteceğini, üye eğitimlerini Fettullahçılara yaptıramayacaklarını, CHP’nin sahte laikçiliğinin de böylece en azından görünüşte devam edeceğini ifade ediyor.

Yine TKP’ye oy verme nedenlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak sınıf dışı muhalefet biçiminin etkili olduğu görülebilir. Adını doğru koymak gerekirse, siyasal çizgisi CHP’nin burjuva muhalefetiyle çakışmakta, bazı değişikliklerle durum kurtarılmak istenmektedir.

Yine de ortaya atılanın, haklılığından şüphe edilmeyecek, ancak CHP’nin de kabul sınırlarını zorlamayan taleplerle sınırlı bir program olduğu görülebilir. Örneğin, birinci maddeye CHP’nin itirazı olmadığı gibi, o da, seçim gündeminde aynı dilekleri temenni etmektedir:

Sayısız cinayetten yargılanan Hizbullahçılar ortadan kaybolsunlar, kaçıp gitsinler diye serbest bırakılamaz; insanlar sahte belgelerle, sudan suçlamalarla yıllar boyu tutuklu kalamaz; halkı soyup soğana çevirenler mutlu mesut yaşarken Başbakan’ı protesto eden gençler için hapis cezası istenemez; hükümet üyelerinin cebine para girecek diye şahsa özel kanun çıkarılamaz.

İkinci maddedeki “kimse 18 yaşındakilerin alkollü içki kullanmasına yasak getirip, belinde silahla dolaşmasına izin çıkartamaz; gazeteci ve yazarlar mahkeme ve cezaevlerinde süründürülemez; basının yer vermediği, televizyonların göstermediği taleplerini anlatmak ve haklarını aramak için sokağa çıkanlara polis düşmana saldırır gibi saldıramaz, kimyasal silahlarla, plastik mermilerle, tank gibi panzerlerle halkın üzerine yürüyemez; ağır bir sosyal yara, sapıkça bir kadın düşmanlığı olan tecavüzü mazur gösterip tecavüze uğrayan kadınları suçlu gösteren profesörler üniversitelerde barınamaz” iddiasını da CHP’nin herhangi bir il başkanı seçim çalışmasında çeşitli şekillerde açıklayacaktır.

Yine dördüncü maddede Başbakan’ın hakaretleri, beşinci maddede Ağca’nın TRT’deki övgü dolu röportajı, yedinci maddede cemaatlerin ülkeyi sarması, sekizinci maddede Kürtlerin cemaatlerden ve emperyalistlerden medet umduğu, dokuzuncu maddede ise heykel ve sanat merkezlerinin yıkımı gündemleştirilmektedir.

Kürtlere dair TKP’nin ulusal özgürlük mücadelesini emperyalizmin ve cemaatlerin işi olarak gören yorumlayış biçimi bilinmektedir. Bunu dışında tutarak, ifade edilen taleplerin haklı ve doğru olduğu söylenmelidir. Ancak, TKP’nin, talepleri belirlerken, özel olarak, CHP’nin burjuva muhaliflik sınırları içinde kalmaya çalıştığı bildirgeden kolayca görülebilir. Sosyalizme, bağımsızlığa dair söylemler ve içeriği boşaltılarak birer ‘dilek’ haline getirilen bölümlerin ötesinde muhalefet tarzı CHP’nin tarzıyla çakışmaktadır. Örneğin sınıfın güncel talepleri olan, CHP’yle birlikte tüm burjuva düzen partileriyle karşı karşıya gelmeyi zorunlu kılan esnek çalışmanın kaldırılması, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, insanca yaşayacak bir ücret, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hakkı, demokratik halkçı bir anayasa, kurucu meclis, siyasal partiler ve seçim kanununun demokratikleştirilmesi, diyanet işleri başkanlığının lağvedilmesi, Kürt siyasetçiler üzerindeki baskıların kaldırılması, derin devlet organizasyonları ve karanlık güçlerin açığa çıkartılması, faili meçhul cinayetlerin faillerinin yargılanması, Kürt gazetelerine yönelik ‘özel’ sansürün kaldırılması gibi talepler bildirgede ya yer almamış ya da toplam içinde belli belirsiz bir yer tutmuştur. Seçim bildirgesinde, burjuva düzen partileriyle ayrışmada önemli taleplerden birisi olan Kürt sorununda barış ve demokrasinin bahsi bile geçmemektedir. Kürt ulusal hareketine yönelik suçlayıcı eleştirelliğin ardında ulusal baskının nesnesi kılınan Kürt halkını emperyalizmden, cemaat ve ayrılıkçılıktan medet umarmış gibi göstermekte, Kürt ulusal özgürlük mücadelesini toptan reddetmektedir. Ulusalcı yaklaşımı Kürt dilinin kullanılması talebiyle kurtarmaya çalışsa da, artık en sıradan bir liberalin bile savunduğu anadil hakkını, TKP yine de temkinli davranıp “İngilizce, Fransızca, Almanca” ile aynı kefeye koymakta, “bu ülkenin dillerinden” biri diyerek, Kürtçe için masumene bir şekilde özgürlük istemektedir. Kürt halkının demokrasi talebi ve mücadelesi ise hiç yoktur. Zaten, TKP’nin ulusların kendi kaderine tayin hakkını, tarihi geçmiş ve emperyalizmin işi olarak gören ulusalcı yaklaşımı bilinmektedir. Bu yaklaşım, daha önce bölük pörçük yinelenen gerici cumhuriyeti AKP’ye karşı savunma, Kürt sorununun çözümü için mücadeleyi bilinmez bir geleceğe öteleme ve AKP’ye karşı burjuva tarzda muhalefet etmeyi öngören 90. yıl tezleriyle kapsamlı bir şekilde temellendirilmektedir.

“90. YIL TEZLERİ”

TKP’nin 2011 başında yayınladığı “90. yıl tezleri”; cumhuriyet, ‘sol’, Kemalizm, dinci gericilik ve ‘toplumsal çürüme’ gibi kavramları yeniden tanımlamakta, yaptığı tespitlerle özellikle Kürt sorunu, laiklik ve ülkenin demokratikleştirilmesi konularında burjuva güçlerle benzer bir platforma düşme tehlikesi taşıyan noktaya savrulmaktadır. Böylece; AKP’nin temsil ettiği işbirlikçi tekelci gericiliğe karşı mücadele, cumhuriyetin hilafet ve saltanat karşıtlığını ve zayıf anti-emperyalizmini vurgulayarak mevcut gerici rejimi ve statükoyu savunmaya dönüşebilmektedir.

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi” olarak tanımlanan Cumhuriyet, sanki onun sınıfsal bir niteliği yokmuşçasına ve cumhuriyet gerçekten milletin egemenliği ve iktidarıymış gibi, AKP’nin ve “dinci gericilik”in karşısına konulmaktadır. “Cumhuriyet’in kapitalizm tarafından çürütüldüğü”, “sol”un ezilmesiyle Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi girişimlerinin hız kazandığı, emperyalizmin ve işbirlikçisi AKP’nin son yıllardaki icraatlarıyla artık Türkiye Cumhuriyeti’nin “tamamen yok edildiği” ve AKP öncesindeki dönemden tamamen farklı “‘yeni’ bir döneme girildiği” tespitleri de, tezlerde yer almaktadır.

“90. yıl tezleri”nde, “sol 12 Eylül darbesiyle ezildiyse”, Genelkurmay hizaya getirildiyse, AKP’nin “dinci gericiliği” almış başını gidiyorsa, Cumhuriyet’e sahip çıkmak, düzen içi Cumhuriyetçilerden “çok bir şey çıkmasa” da, “onları önemsemek” gerekli görülmüştür. Üstüne üstlük, pirüpak Cumhuriyet “kapitalizm tarafından çürütüldüyse”, “12 Eylül darbesiyle Cumhuriyet’i tasfiye süreci başladıysa”, “AKP ile de Cumhuriyet tasfiye edildiyse”, TKP’ye de, 1920’lerde kalmış Cumhuriyetin ilerici değerlerine atfen bugünkü gerici cumhuriyeti savunmak düşmüştür. Bir süredir de savunmaktadır. Diğer savunan güçlerle de, Kürt sorunu, laiklik, ülkenin bağımsızlığı gibi konularda dönem dönem buluşmaktadır. Buluşurken, bir yanda milliyetçilik ve günümüzün egemen Kemalizm’i üzerinden kitlelere ulaşmanın hoşnutluğu, diğer yanda burjuva gerici güçlerle Kürt sorunu, laiklik vb. konularda benzer bir platformda yer almanın rahatsızlığı vardır. Elbette, platform doğru konulduğunda da, güncel siyaset bazen mücadele halindeki burjuva klikleri yanına getirebilir. Ama böyle mi? TKP, mevcut Cumhuriyet rejimini savunurken, burjuva gerici güçler mi onun yanına gelmiş oluyor, yoksa tersi mi?

Bu sorulara ilerleyen bölümlerde cevap verilecektir. Ancak öncelikle TKP’nin bir süredir, farklı konularda yaptığı açıklama ve aldığı tutumların bütünsel bir ifadesi olan “90. Yıl Tezleri”ndeki önermeler ele alınacaktır.

İŞBİRLİKÇİ BURJUVAZİNİN CUMHURİYETİNİ YÜCELTME!

Eskimiş, çağı geçmiş, kapitalizmin önünde engel haline gelmiş, dini yaşam biçimi olarak kabul eden feodal monarşinin yıkılması; hilafet ve saltanatın kaldırılması, zayıf da olsa anti-emperyalist yönelimler Cumhuriyetin ilerici adımlarıydı.

Ancak 1920’lerde de, bu cumhuriyetin işçi sınıfının savunmayacağı, savunmasının da beklenemeyeceği yönleri de vardır. Ve “bu cumhuriyet kimin?” sorusunu savsaklayarak ve işçilerle emekçileri düşman olarak öngören bu yönlerini ayırt etmeden onu yücelten 1920 ve 30’lu yılların TKP’si ve onun genel sekreteri Şefik Hüsnü, Türkiye’de burjuvaziye yedeklenmenin simgelerinden birisi olmuştur. Cılız anti-emperyalizmi ve bağımsızlıkçılığını abarttığı, M. Kemal’in “demokratik devrimi tamamlaması” beklentisi içinde olan Ş. Hüsnü, Cumhuriyet’i korumak adına, “İngiliz emperyalizminin kışkırtması” ve “devrimci Cumhuriyet’e karşı gerici-feodal” karakterde varsayıp, Şeyh Sait isyanından başlayarak, tüm Kürt isyanlarına karşı düşmanca bir tavır alarak Cumhuriyetin iktidarının baskı, inkar ve zora dayalı ulusal politikasını onayladı. Oysa peşine takıldığı ulusal burjuvazi ve onunla ittifak halindeki büyük toprak ağalarının cumhuriyetlerinin de, yön verici ideolojileri olan Kemalizm’in ve onun politika ve pratik uygulamalarının da bırakılım “demokratik devrimin tamamlanmasını”, “demokrasi” ile uzaktan bile ilişkisi olmamıştı, yoktu. Hüsnü, sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda taktik ve strateji geliştirmek bir yana, lafta kalan sosyalizm hedefiyle taktiğini giderek gericileşen burjuvazinin iktidarına bağladı. Taktiksel çizgi, stratejiyi güzel dilekler derekesine indirdi ya da onu da burjuvazinin insafına terk etti.

Günümüz TKP’si de “90. yıl tezleri”nde, Cumhuriyet’in başından beri malul olduğu burjuva gericiliğini görmezden gelemiyor:

Aydınlanması sınırlı ve dinsel ideoloji ve kurumlarla uzlaşmacı bir düzen. Bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim. Halkçı demagojisi bol, ama halkı harekete geçirmekten özenle kaçınan bir sistem. Bunların sonucu olarak gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik. Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus-devlet…[2]

TKP, tezlerinin yukarıda alıntılanan bölümünde, Cumhuriyet’in kuruluş sürecine dair bazı tespitler yapıyor. Bağımsızlığın gerçek anlamda sürdürülemediği, laikliğin zaten gerçek laiklik olmadığı, Kürt halkının inkar edildiği, halkın baskı altına alındığı bir Cumhuriyet tanımlıyor. Ancak “90. yıl tezleri!”, kendi yaptığı bu tespiti unutarak, az ileride “savunulması gereken” bir cumhuriyet tablosu çiziyor:

Türkiye’de Cumhuriyet bağımsızlık, laiklik ve hukuksallıkla birlikte tanımlandı. Her biri kapitalizm çerçevesinde ortaya çıkan bu tanımlayıcı ögelerin yaratıcısı ve yazıcısı sol olmamakla birlikte, ülke içinde bunların takipçisi, sahiplenicisi, gerektiğinde her tür bedeli ödeyerek mücadelesini yürüten güç hep sol olmuştur.

Hangisi doğru? Türkiye’de Cumhuriyet laik miydi, yoksa “gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik” mi vardı? Cumhuriyet’e –özgürlükler ve insan hakları bağlamında – hukuksallık mı egemendi, Cumhuriyet “hukuk önünde eşitlik”e mi dayanıyordu, yoksa “Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus-devlet” mi vardı? Tutarlı bir anti-emperyalizm miydi, yoksa “bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim” miydi? “90. yıl tezleri” bu konuda kararsız kalıyor. Bir yandan Cumhuriyet’in bağımsızlıkçılığının göstermelik, laikliğinin eksik olduğunu, baskıcı, inkarcı ve anti-demokratik bir rejim olduğunu söylüyor; diğer yandan bağımsız, laik ve hukuksallığın temel olduğu bir Cumhuriyet resmediyor. TKP biliyor ki, eğer, bir yolunu bulup burjuva gericiliğinin cumhuriyetine hakkı olmayan payeler biçip hayallerle süsleyemezse, savunulacak bir Cumhuriyet bulamayacaktır.

Yine de eksiklilikleriyle birlikte tarihsel bir ilerleme olarak Osmanlı karşısında Cumhuriyet’i sahiplenmeli miyiz? Evet, Osmanlı’ya karşı Cumhuriyet tarihsel bir ilerlemedir. Ancak, bugün, yani cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık 80 yıl sonra cumhuriyet, işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı burjuva diktatörlük aygıtının bir adı ve bir devlet biçimidir. Dolayısıyla, cumhuriyetin feodalizme karşı ilerici yönlerini savunmak, ne günümüze aktarma yaparak Kürtler ve hakları karşısında, ne de AKP’ye karşı ona laiklik ve bağımsızlıkçılık yükleyip bunları yücelterek olur!

CUMHURİYET “ÇÜRÜDÜ” MÜ?

TKP, küçük bir el çabukluğuyla, günümüzde dizginleri tekellerin eline geçmiş olan burjuva cumhuriyetini bağımsız, laik ve demokratik yaptıktan sonra; savunmaya hazırdır. Savunmak için, bu “güzel” cumhuriyetin kirletilme girişimlerinin konusu kılınmış olması lazım. Buna da çare bulunmuştur: “Kapitalizm cumhuriyeti içten içe çürütmektedir. Komünizm cumhuriyeti sahiplenirken, kapitalizmin cumhuriyeti içten içe çürütmesine karşı uyarı ve mücadele görevini unutmamıştır.

Hatta “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan süreç AKP iktidarının ikinci dönemi sona yaklaşırken nihayete ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bitiren sürecin son evresinin baş sorumlusu olan AKP, şu anda ‘Yeni Türkiye’nin de iplerini elinde tutma hakkını elde etmiştir.” “Cumhuriyet’in tasfiyesi”nin son etabı ise 12 Eylül darbesiyle başlatılmıştır: İddiasını Cumhuriyeti kurtarmakla tanımlayan 12 Eylül darbesi, Cumhuriyetin tasfiye sürecinde son etabın açılışını yapmıştır.

Cumhuriyet, kapitalizmin olası siyasi biçimlerinden birisidir. Ne kapitalizm cumhuriyete düşmandır, ne de cumhuriyet kapitalizme! Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren burjuvazinin iktidarı olmuş, onun önündeki engelleri kaldırmış, palazlandırıp güçlendirmiştir. Kapitalizmin ihtiyaçları da, Cumhuriyetçi reformları hızlandırmıştır. Örneğin harf inkılabı ya da ölçü birimlerinin değiştirilmesi, modern bir görüntü vermenin ötesinde, uluslararası kapitalist dünya ile ilişkilerin geliştirilmesine yöneliktir. Seküler değerlerin öne çıkarılması, modernleşmeci reformlar; dünya kapitalizmi ile ilişkiler için zorunludur. Çünkü; örneğin yeni moda tekstil ürünlerini tüketecek bir Türkiye pazarına emperyalist dünyanın ihtiyacı olduğu gibi, Türkiye burjuvazisinin de dünya kapitalizmine ihtiyacı vardır. Özetle, kapitalizm ile Türkiye Cumhuriyeti arasında hiçbir düşmanlık yoktur. Cumhuriyet, zaten bir burjuva cumhuriyetiydi, zaten kapitalistti. Ya da böyle değilse, kimin nesiydi, hangi sınıfındı, sınıf karakteri neydi, yoksa “küçük burjuva bürokratları” olan Kemalistlerle birlikte kurdukları cumhuriyet de sınıflarüstü müydü? Proleter sosyalist bir cumhuriyet olmadığı açıktı; Osmanlı devletinin feodal otokratik örgütlenmesinin yerini almıştı, feodal özellikler taşısa da, belirtici niteliği feodal olan bir cumhuriyet de değildi. Bir burjuva cumhuriyeti olduğu şüphesizdi.

Eğer, bir düşmanlıktan, kapitalizmin kendi cumhuriyetini çürütmesinden bahsedilecekse, “90. yıl tezleri” gerçeği ıskalamıştır. Kapitalizmin düşmanlığı, Osmanlı meşruti otokrasisi karşısında ilerici olan, ama tarihin tekerleğinin dönüşüyle gericileşen cumhuriyet rejimine değil, bağımsızlık, demokrasi ve işçi sınıfınadır; halk iktidarı ve sosyalizmedir. Tekelci kapitalizm, yani emperyalizm çağı, burjuva demokratik değerlerin de burjuvazi tarafından ayakaltı edilip çiğnendiği bir dönemdir: “Emperyalizm hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm su götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkârıdır.[3]

Türkiye Cumhuriyeti bağımsız, demokratik, laik, halk yığınlarının şu veya bu düzeyde temsil edildiği, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün olduğu, ulusal sorunun çözüldüğü bir cumhuriyet olsaydı ve böyle bir cumhuriyetten bugüne gelinseydi; kapitalizmin (doğrusu emperyalizmin, tekellerin) cumhuriyeti, yine daha doğru bir ifadeyle, bağımsızlığı, demokrasi ve laikliği “çürütüp” “tasfiye ettiği”nden bahsedilebilirdi. Oysa, durum böyle değildir.

TKP, “kapitalizmin cumhuriyeti çürüttüğü” tespitini yaparak; dolayısıyla bağımsızlığın, laikliğin ve demokrasinin tasfiye edilmesini kast ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ne, tarihi boyunca sahip olmadığı özellikleri monte etmektedir. Elbette, sorun, yalnızca 1920’li yılların ve günümüzün Cumhuriyeti’ne dair soyut bir tartışma değil, sınıflar mücadelesi ve bunun bir yansıması olarak partiler arasındaki mücadelede, bu tespitler üzerinden egemen güçlere yedeklenmektir.

DİNCİ GERİCİLİK, KAPİTALİST GERİCİLİĞİ TERCİH NEDENİ MİDİR?

Cumhuriyetin kapitalizm tarafından çürütülmesi” ve “solun Cumhuriyeti savunması”na yeniden döneceğiz. Ancak, gerek “çürüme” gerekse de “çürümeyi döndürme”, “Cumhuriyeti savunma” tespitleri ve tarihi AKP ile başlatıp AKP ile bitirme iddiası, “dinci gericiliğe karşı mücadele” adına kapitalist gericiliği savunma yaklaşımıyla doğrudan ilgilidir.

TKP, Türkiye’nin önünde, “Cumhuriyet’in tasfiye edildiği” ve cumhuriyetle kesinlikle bağdaşamayacak “ılımlı İslam” devletinin kurulduğu bir süreç görmekte; bir süredir bu sürecin işlediğini düşünmektedir. Emperyalizmin de böyle istediğini, dolayısıyla bu sürecin, “sol” da müdahale edemediği için, kaçınılmaz bir şekilde geliştiğini/ilerlediğini söylemektedir:

Bu bağlamda, uzun yıllar boyu emperyalist planların taşıyıcısı rolünü üstlenen Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz. 2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir. Nitekim Türkiye’nin güçlenen İslami tonu emperyalizmin din faktörünü kullanarak içinde yaşadığımız coğrafyayı yeniden şekillendirme planı ile uyumlu gelişirken, emperyalizmin askeri ve siyasi projelerine destek kesintisiz olarak sürmüştür. Bu misyonun taşıyıcısı olarak AKP, emperyalizmden olağanüstü bir destek almış, bu desteğin karşılığını da fazlasıyla vermiştir.

Yukarıda yaptığımız tartışmaya dönmek pahasına dikkat çekilmesi gereken nokta, TKP’nin mevcut düzeni laik olarak nitelemesi ve laikliği tehlikede görmesidir: “Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz.” “2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği, emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir.

AKP, dini siyasal amaçlarla kullanan, dinciliği olan bir partidir. Bu doğru. Ama Türkiye “2000’li yıllarda gericileşiyor, bunu yapan da AKP” denildiğinde, AKP öncesindeki Cumhuriyet’e demokrat ve laik nitelik biçildiğinde; AKP’ye karşı statükoyu, mevcut düzeni, üstelik “kapitalizmin çürütmesi”yle AKP’nin tasfiyeciğinden de korumak üzere bugünkü cumhuriyeti savunmak meşru görülebilmektedir. AKP, dinci gericilikten beslenmekte ve onu beslemektedir. Ancak AKP, dinci-şeriatçı bir fon üzerinde kurulmuş ve böyle bir zeminde hareket etmekle, tabanı ve oylarını buradan, dini kullanarak derlemekle birlikte, dinci-muhafazakar olduğu kadar ve asıl olarak tekelci burjuvazinin neo-liberal, emperyalizm işbirlikçisi partisidir. Tabanını buradan elde etmekle birlikte, onu hükümet yapan ve hükmetmeyi sürdürmesini sağlayan da, tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla AKP’nin bu çıkarları gerçekleştirmek üzere gereğini yapma ve neo-liberal politikaları uygulamadaki istek ve ısrarıdır. Dolayısıyla; günümüzde –on yıllardır egemenliğini sağlamış olan– tekelci burjuva gericiliğinin egemenliğini sürdürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak AKP ile birlikte ve 2000’li yıllardan itibaren gericileştiğini iddia etmek, en basitinden, gericiliği dinci-gericiliğe indirgemek ve tekelci gericiliğin 80 yıllık diğer biçimlerini ve esas önemlisi, asıl olarak –dinci gericiliği de kendisine bağlamış olan– tekelci gericiliği yok saymaktır. Öyle de olmaktadır. “2000’li yıllarda gericileşmiş” Türkiye’den bahsedilirken, karşısına ilerici ve modern Kemalizm konulmaktadır.

Ne Kemalizm, 1920’li yılların Kemalizm’idir, ne Cumhuriyet 1920’li yılların Cumhuriyet’idir. Günümüz Kemalizmi burjuva gericiliğinin bir ideoloji ve politika biçimidir (2000’li yıllardan önce, yani AKP iktidarda değilken de, bu, böyleydi), Kurtuluş Savaşı’ndaki anti-emperyalizmi ve ilericiliği, tekelci burjuva gericiliğin Kemalizm’inde aramak boşunadır.

TKP, hem CHP gibi, burjuva gericiliğin zamane Kemalizm’ine ilericilik payesi biçiyor, dolayısıyla belirli bir biçimi (dincilik) şahsında kapitalist gericiliği yok sayıyor; hem de dinci gericiliği tek gericilik biçimi olarak kabul ediyor. Zararı var mı? Var. Dinci gericiliği tek gericilik biçimi olarak görmek, her şeyden önce tekelci burjuvazinin kendisini ve gericiliğini gözden kaçırmaya götürüyor; bazen Genelkurmay’a, bazen de CHP’ye ve egemen burjuva güçlere sempatiye dönüşebiliyor. Bunlara girmeyeceğiz. Ancak, dinci gericiliğe karşı mücadele iddiası ve diğer gericilik biçimlerini yok sayması, onu, AKP karşıtlığı adına, burjuva gericiliğinin cumhuriyetini, dolayısıyla kapitalist gericiliği savunmaya itiyor.

Dini argümanları kullanması ve dinci bir parti olması, AKP’ye karşı daha özgün bir mücadeleyi gerektirmektedir. Tekelci gericiliğin bir biçimi olarak dinsel gericilik, yığınların inanç ve gerici önyargılarına yaslanarak, yine yığınların yaşamlarını çekilmez hale getiren politikaları uygulamaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin dini-imanı olmadığını ya da neo-liberal bir parti olarak bunları çoktan hizmetine koşulduğu paraya tahvil ettiğini, dinsel argümanları da halk yığınlarının baskı ve sömürü politikalarına ikna edilmesi ve icraatlarının kutsallaştırılması, iktidarının uhrevileştirilmesi için kullandığını ortaya koyan bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Ancak, bu, dinci gericiliğin tekelci gericilikten ayrı ve bağımsız, hatta ona karşı gibi ele alınması, dinci gericiliğe karşı çıkılırken diğer gericilik biçimlerinin, en başta da kapitalist gericiliğin onaylanması anlamına gelmez.

CUMHURİYET TASFİYE EDİLDİ Mİ?

“90. yıl tezleri”, dinci gericilikle yatıp dinci gericilikle kalktığından, AKP ile “Kemalist laiklik bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.

“Tezler”e göre, Türkiye önceden laikti, ama AKP ile laiklik bitmiştir! Sadece laiklik değil, iddiaya göre, –AKP hükümetine kadar “gül” gibi bağımsız bir ülkemiz varken(!)– AKP ile hatta bağımsızlık da bitmiştir: “Bu adımların tamamının daha fazla bağımlılık anlamına geldiği aşikardır. Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içinde göreceli olarak daha bağımsız hareket etme şansı yoktur.

Emperyalizmle işbirliği halindeki dinci gericiliğin, kendisinden önceki “ilerici, laik ve demokratik” Cumhuriyet’i tasfiye ettiği tespiti yapılmakta, TKP’ye de; –kimsenin bir diyeceğinin olamayacağı– demokrasiyi, bağımsızlığı ve laikliği değil; ama bu değerlerin hiçbirisine sahip olmayan “mevcut” Cumhuriyet’i savunma görevi düşmektedir. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarı, zaten ne bağımsızdır, ne de demokratik. Öyleyse “tasfiye edilen” nedir? Emperyalizm, tekelci burjuva gericiliğinin cumhuriyetini mi tasfiye etmektedir?

TKP’nin; AKP’ye karşı çıkmak adına gerici ve işbirlikçi “mevcut” Cumhuriyeti savunması, AKP’ye sınıf perspektifiyle değil, bir bakıma “CHP gibi” muhalefet etmesi, Kürt sorunu ve laikliğe, diğer demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine buradan yola çıkarak uzak durmadaki ısrarı; onu ulusalcı-statükocu cepheye yakınlaştırmaktadır. Kendisini ayriyeten tanımlamaya ihtiyaç bırakmayan Türk Solu dergisi çevresi de, TKP’nin bu yaklaşımını mutlulukla karşılamaktadır:

Özellikle TKP’nin son operasyon (Ergenokon tutuklamaları –a.k) çerçevesinde aldığı tavır ve işbirlikçi ‘sol’la arasına koyduğu mesafeyi önemli buluyoruz. TKP, 6 Temmuz’da Taksim’de düzenlediği yürüyüşün çağrı metninde kendisi için bir ilke imza atarak Cumhuriyet’e sahip çıkma vurgusu yaptı. Çağrının başlığı ‘Ülkemizin ve Cumhuriyet’in sahipsiz olmadığını gösterelim’ şeklindeydi. Burada gene TKP’nin Ergenekon olayını; ‘AKP darbe tehlikesini bahane ederek kendi diktatörlüğünü kuruyor’ ve ‘Türkiye bir polis darbesi yaşamaktadır’ diyerek değerlendirmesi önemlidir. Gerçekten de yaşananlar, 12 Mart ve 12 Eylül sürecini aratmayacak olaylar.[4]

TKP de, burjuva gerici cumhuriyeti savunurken, bu odakları da dikkatle izlemekten ve onları kazanmaktan yanadır: “Bugün, iktidar partisi, gündeminde tuttuğu köklü dönüşümlerin her biri ile ilgili kapitalist Türkiye’nin ve devlet yapılanmasının farklı unsurlarından gelen dirençlerle karşı karşıyadır.

Farklı unsurlardan gelen direnç” olarak tanımlanan, gerici burjuva güçlerin geleneksel gerici cumhuriyet savunusudur. TKP, bu dinamiklere gözünü dikmeyi ve burjuva güçlere yol göstermeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda, ancak D. Perinçek’in “İşçi” Partisi’ne yakınlaşmakla tarif edilebilecek biçimde, çok açık konuşulmaktadır: “Eski düzene geri dönüş olmayacaktır, ama AKP’nin temsil ve ifade ettiği dönüşümün toplum tarafından kısa zamanda sindirilmesi de beklenmemelidir. Sosyalist hareket, başka şeylerin yanında işte bu zorlu sindirme sürecinin dinamiklerine gözünü dikmek ve yeni bir yol göstermek zorundadır.

Oysa, burjuva muhalefetin iddialarının aksine; “Cumhuriyet’in tasfiyesi”nden değil, Cumhuriyet’in –ardından bir süre daha kalıntılarıyla idare edilen kuruluş döneminin kısa süreli ve zayıf bağımsızlıkçılığını bir yana bırakırsak– hiçbir zaman sahip olmadığı bağımsızlık, demokrasi, laiklik gibi değerlerin üzerinde daha fazla ve daha açıktan tepinildiğinden bahsedilebilir. Dolayısıyla mevcut cumhuriyetin, bağımsızlık ve demokrasi gibi, artık işçi sınıfının mücadele gündemi haline gelmiş özlemlerle payelendirilip “korunması, savunulması”, bunun siyasal İslam’a karşı mücadele ve sosyalizm hedefiyle yapıldığı iddiası, gerçekçi olmaktan uzaktır. Siyasal mücadelede karşılığı, hem teorik hem de pratikte ulusalcı-statükocu egemen güçlere yakınlaşma tehlikesini barındırmasıdır.

CUMHURİYET VE “SOL”

TKP tezlerinde; 12 Eylül darbesiyle birlikte “Cumhuriyet’in tasfiyesinde dönüm noktası”nın yaşandığı, tasfiyenin temel etkenlerinden birisinin de, “sol”un yenilgisi olduğunu belirtmektedir:

Daha sonraları, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist sistemde yerini sağlamlaştıran, 1950’lerde NATO’ya giren Türkiye ise, artık emperyalizmin ileri karakoludur. Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuştur. Bu koşulların ilki, 12 Eylül 1980’de solu yok etmek için girişilen huruç harekatıyla ortadan kaldırıldı. Türkiye solu Cumhuriyet’in kazanımlarının etkin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüştü. İkinci koşul ise, 1990’larla birlikte geçersizleşti. Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşıdevrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğradılar.

Sonuçta, Türkiye’de “Cumhuriyet’in tasfiyesi” için TKP gerekli verileri toplamıştır: “Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuş”sa, Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşıdevrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğramış”sa, “Türkiye solu Cumhuriyetin kazanımlarının etkin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüş”se; öyleyse “ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye” “gereksinim duymayacaktır. Ayrı bir devlete artık ihtiyaç duymayan emperyalizm, AKP’ye “Cumhuriyet’i tasfiye” görevini vermiştir. Tez böyledir!

Gerici cumhuriyeti savunma misyonu, işte böyle bir “plan” ve “görevlendirme”ye karşı ortaya çıkmıştır! “90. yıl tezleri”, emperyalizmin görünüşte bağımsız ama dişinden tırnağına kadar bağımlı devletlere bile tahammülü olmadığını iddia edip, emperyalizme ve dinci gericiliğe karşı, “sol”u, doruklarında tekellerin oturduğu burjuva diktatörlüğünün bir görünümünden başka şey olmayan –ve 1923 genç Cumhuriyet’inin ilerici değerlerinin kırıntısının bulunmadığı– burjuva cumhuriyetine sahip çıkmaya çağırıyor.

Oysa günümüz Cumhuriyeti, 1923’ün Cumhuriyeti değildir. Emperyalizmin; hele neo-liberal politikalarla ekonomik egemenliğini dünya ölçüsünde sağlamlaştırdığı, uluslararası siyasal ve askeri kuruluşlarla siyasal ihtiyaçlarını karşıladığı günümüz burjuva kapitalist dünyasında, resmi olarak bağımsız, ama ekonomisinden siyasetine ve sosyal hayatına kadar emperyalizme bağımlı bir Cumhuriyet’i beğenmeyip onu tasfiyeye girişeceğini söylemek, gerici burjuvazinin işçi ve halk düşmanı egemenliğinden başka bir şey olmayan mevcut statükoyu korumak adına hayali tehditler üretmekten başka bir anlama gelmemektedir. Emperyalizm ve AKP, tasfiye edilmiş bir cumhuriyet değil, olsa olsa, reforme edilmiş, yeniden yapılandırılmış bir cumhuriyet istemektedir. Onların düşmanlığı, kapitalizmin egemenlik biçimi olan burjuva cumhuriyetine değil, zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin de düşman olduğu bağımsızlık, laiklik, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinedir.

Yapılan, bilerek ya da bilmeyerek, tekelci gericiliğin sınıf egemenliğinin en tepe noktalarında oturduğu burjuva cumhuriyetini savunmaya çağırmak; “sol”u, burjuva kuyrukçuluğu yapmak üzere saf tutmaya davet etmektir. TKP’nin Cumhuriyetçiliği, Cumhuriyet savunusu; burjuva gericiliğinin statükoculuğuyla birleşme tehlikesi taşımaktadır.

SOSYALİZM, DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE CUMHURİYET

TKP’nin “Cumhuriyet’in tasfiyesi” tespiti, bu tespit üzerinden, “sol”a, “eski” (tabii ki sınıf niteliği bakımından “eski”si-“yeni”si yok, tek bir Cumhuriyet vardır) cumhuriyeti ve kazanımlarını savunma misyonu biçmesi, bir süredir devam eden siyasal çizgisidir. TKP’nin dönem dönem burjuva gericiliğinin “laiklik” (doğrusu laikçilik) ve modernizmine sempatisi görülse, Genelkurmay’ın bazı açıklamalarını üstü kapalı onaylasa da, bu kadar açık biçimleriyle gerici Cumhuriyet savunusu nispeten yeni bir “açılım”dır. Oysa aynı TKP, kısa bir süre önce, bırakalım Cumhuriyet’in savunulmasını bir hedef olarak belirlemeyi, YÖK’e karşı çıkmanın, ona karşı eylem yapmanın bile sosyalizm hedefiyle uyuşmadığını, kapitalizm çerçevesinde politika üretmek anlamına geldiğini savunuyordu. TKP’ye göre, savunmak bir tarafa, uğruna mücadele edilecek demokratik talepler bile olamaz, demokrasi hedeflenemezdi. Bu nedenle, YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım tarihlerinde de kendisine başka meşgale bulmak için AB karşıtı eylemler yapmıştı.

Yine, Kürt sorununun çözümüne, demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleye sıra gelince, “bunlar gündem değil”, “bunlar sosyalizmde çözülecek” yaklaşımıyla demokrasi mücadelesinin dışında kalmayı tercih etti TKP. Bunun teorisini de yaptı. Demokrasi mücadelesini rafa kaldırmak için “Demokratik devrim bir olanak veya zorunluluk veyahut bir öngörü değil, kesinlikle bir zaaftır.[5] denildi. Hatta Lenin’in demokratik devrim stratejisi bile eleştiri süzgecinden geçirildi: “Bir devrimci demokratik diktatörlüğün ya da demokratik devrim perspektifinin program anlamında benimsenmesi çağdışılıktır.[6]Lenin’in anlayışının zayıf noktası ise, kendi içinde çelişkili olan ‘proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü’ fikri idi.

Menşeviklerin de fikri böyleydi; Çarlık otokrasisinin devrilmesi içerikli demokrasi mücadelesi burjuvaziye bırakılmalı, onun meşruti monarşisi ya da cumhuriyetiyle yetinilmeli; sadece sosyalizm için mücadele yürütülmeliydi. Burjuvaziyle anlaşma, sınıf işbirliği, burjuva cumhuriyetiyle avunma.. – bunlar Menşeviklerin başlıca işleriydi, bu nedenle, örneğin “İki Taktik”te Lenin’in özetlediği “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”nü anlamayıp Lenin’in “zayıf noktası” saydılar. Lenin “Kazanmayı göze alıyor muyuz?” diye soruyordu; göze alamıyor ve Çarlığın devrilmesiyle kurulacak iktidarı, bu iktidarı almak için yürütülecek demokrasi mücadelesiyle birlikte gönül hoşluğuyla burjuvaziye terk ediyorlardı. Sosyalizmin amaç edinilmesi, demokrasi mücadelesini gönüllü olarak burjuvaziye bırakıp bu mücadelenin dışında kalınmasının Menşevikçe gerekçesiydi.

“Sosyalizm” için mücadele, TKP’nin de demokrasi mücadelesinin dışında kalmasının gerekçesi oldu. Kürt sorunu ve demokratik içerikli ulusal hak eşitliği talebi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı “emperyalizmin çıkarlarına hizmet eder[7] denilerek, tümüyle inkar edildi.[8] Ama sıra, sözde laik, modern biçimli gerici cumhuriyete gelince, TKP dayanamadı; AKP’nin “yenilemeciliği”, yeniden yapılandırmacılığı karşısında, “eski” Cumhuriyet’in savunulması görevini kabul etti.

Kuşkusuz –içeriği ve ne idüğü belirsiz genel bir Cumhuriyet ya da mevcut gerici Cumhuriyet değil– demokratik ve bağımsız bir Cumhuriyet, işçi sınıfı iktidarının yolunu açacak hedeflerden, anti-emperyalist demokratik devrimin bugünden masa başında belirlenemeyecek iktidarının olası biçimlerindir. Marx ve Engels de; zamanında Almanya’da işçi sınıfı iktidarı için en uygun zeminin demokratik bir cumhuriyet olduğunu tespit etmiş, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin önüne hedef olarak “demokratik cumhuriyet”in konulması için mücadele etmişlerdir.[9] Yine Lenin de, Çarlık Rusya’sında sosyalist devrime giderken, “demokratik cumhuriyet”i, demokratik devrimi, stratejik (ama geçici, proletarya diktatörlüğüne giden yolda bir aşama) bir hedef olarak belirlemiştir.

Lenin; işçi sınıfı ve halkın demokrasi mücadelesinin, demokratik siyasal dönüşümlerin ve devrimlerin, sosyalist devrimi yakınlaştıracağını açık olarak ifade etmiştir:

Gerçekten, demokratik bir yöndeki siyasal dönüşümler ve hele siyasal devrimler hiçbir zaman ve hiçbir durumda, koşullar ne olursa olsun, sosyalist devrim sloganını ne gölgede bırakabilir, ne de güçten düşürebilir. Tersine, sosyalist devrimin tabanını genişleterek, yeni küçük burjuvazi katmanlarını ve yarı proleter yığınları sosyalizm savaşına sürükleyerek, sosyalist devrimi yakınlaştırmaktan başka hiçbir şey yapmazlar.[10]

Zaten, emperyalizm çağında tekelci burjuvazi ilerici barutunu tüketmiştir. Bu nedenle “Burjuvazi her zaman tutarsız olacaktır. Eğer yerine getirilecek olursa, bizim burjuva demokratlarını, halkın içten dostları olarak görmemizi sağlayacak koşullar ve maddeler öne sürmekten daha aptalca ve boş bir şey yoktur. Demokrasinin tutarlı savaşçısı ancak proletarya olabilir.[11]

Dolayısıyla, emperyalizm çağında demokratik hak ve özgürlükler, bağımsızlık, ulusal eşitlik ve laiklik gibi demokrasi mücadelesinin talepleri burjuvaziye bırakılamayacak ve ondan beklenemeyecek kadar önemli ve işçi sınıfının mücadele gündemleridir. Türkiye gibi, emperyalizme bağımlı, ulusal sorununu çözememiş, laik olmayan, demokratik hak ve özgürlüklerin olmadığı bir ülkede bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi tartışılmaz önemdedir; işçi sınıfının görevlerindendir. Dolayısıyla TKP’nin demokrasi mücadelesinin dışında kalma olarak ifade edilebilecek “ekonomist” tutumu son yıllarda değişmiş; ancak bu, sosyalistçe bir değişiklik olmamış; demokrasi mücadelesiyle ilgisi olamayacak şekilde, Menşevik tarzda gerici cumhuriyete sahip çıkma ve bu noktadan gerici burjuvaziyle buluşmaya sürüklenme biçimini almıştır.

Bu ilerleme midir? Kuşkusuz değildir. Çünkü TKP, bağımsızlık, demokrasi ve laikliği değil, “eski” Cumhuriyet’in tasfiyesine karşı onu savunma misyonunu üstlenmek istemektedir. Düzen-içi güçlerin bunu yapmakta başarısız kaldığını, “Kemalizm ve onun siyasal sözcülüğüne oynayan CHP’nin, sürece müdahale edebilecek iradeden yoksun” olduğunu, dolayısıyla bu tarihsel görevin de “sol”a düştüğünü belirtmektedir. Demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakmaktan daha kötüsü: Demokratik bile olmayan, burjuva gerici içerikli “işleri” üstlenme!

İşçi sınıfı ve onun politik hareketi olarak “sol”un savunacağı, sanki sınıf karakterinden yoksunmuş gibi, içi boş ve belirsiz bir cumhuriyet ve onun kazanımları değildir. Cumhuriyet’in tarihi boyunca tutarlı ya da tutarsız bir şekilde sahip olmak bir yana, kuşkusuz karşı olduğu ve daima bastırmaya çalıştığı demokrasi –ve eğer eklemek gerekiyorsa, bağımsızlık– mücadelesidir, savunulacak olan. İktidar dizginlerini tekelci burjuvazinin elinde tuttuğu, burjuvazinin siyasal düzeni ve cumhuriyeti karşısında demokratik ve bağımsız bir cumhuriyeti savunmaktır, işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine düşen.

CUMHURİYET VE KÜRT SORUNU

TKP, cumhuriyetin varlığından kaygılıdır. Onun AKP eliyle tasfiye edildiğini, AKP’nin de “açılım” yoluyla ülkeyi bölmeye çalıştığını düşünmektedir:

Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına dair yürütülen tartışma hiç kuşkusuz 1923 referanslarının yok olmasıyla bitmeyecektir. Bu sınırların somut olarak değişmesi, cumhuriyetin ülke yapısında köklü revizyonlara gidilmesi gibi olasılıkların hepsi somut olarak gündemdedir.

“Sınırlara dair 1923 referansları” nedir? Misak-ı Milli sınırları. Ya da bugünkü sınırlar. Peki, bu sınırlar ne ile çizilmiş ve devam ettirilmiştir. Temel yönlerinden biri olarak, Kürt halkının demokratik içerikli dil, kültür ve ulusal hak eşitliği taleplerinin baskı altına alınması ve mücadelelerinin ezilmesidir bugünkü sınırları oluşturan. İşçi sınıfı, elbette, bağımsız ve demokratik bir ülkede, eşit haklar temelinde iki halkın kardeşçe birliği için mücadele eder. Ancak, burjuvazinin zor ve baskı aygıtıyla çizdiği ulusal sınırları da, burjuva güçlerin yaptığı gibi tartışılmaz kırmızı çizgiler olarak görmez. Ulusların kendi kaderini tayin hakları (UKKTH) vardır ve bu hak her ulus için geçerlidir. Hele komünistler hiçbir ulusun zorla dayatılmış sınırlar içinde tutularak ezilmesini benimseyip destekleyemez. TKP’yse, UKKTH diye bir hak tanımaz, tersine, “ulusal sınırlar”dan kaygılıdır. AKP’nin ülkeyi bölmeye çalıştığından endişelidir. Keza, bir dönem de “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” sloganını öne çıkarmıştır. Seçim bildirgesindeki Kürtlere yönelik “ayrılmaktan medet umma” iddiası da, Kürtlerin hak ve özgürlüğü, kendi kaderini tayin hakkını yok saymaktan, ülkenin zorla sürdürülen “bölünmez bütünlüğü”ne ilişkin kaygıdan kaynaklanmaktadır. Bu kaygı, “Her türlü ayrımcı politikaya karşı azınlıkların haklarını savunan KKE ve TKP azınlıkların, bölge halklarının katledilmesine neden olabilecek emperyalist planların bir ‘aracı’ değil, Balkan halkları arasında bir dostluk köprüsü olmalarını savunmaktadır” tutumunun ifade edildiği önceden sözünü ettiğimiz 23 Mart 2011 tarihli KKE-TKP ortak açıklamasına açıktan yansıdı. Yunan Partisi Epir’de Makedon azınlığın Yunanistan için teşkil ettiği “ayrılıkçı tehlike”ye, TKP’yse Kürtlerin oluşturduğu aynı tür “tehdit”e karşıydılar ve “ayrılıkçılık karşıtlığı”nda anlaşma halindeydiler: Makedon ve Kürt “azınlıkları”, doğru deyişle bu iki ezilen ulus ayrılma dahil ulusal hak eşitliği peşine düştüklerinde “emperyalist planların aracı” oluyor; ama işbirlikçi Yunan ve Türk gericiliğine bağlı kalmayı sürdürdüklerinde “halklar arasında dostluk köprüsü” oluyorlardı!

Dolayısıyla, Kürt sorununun çözümü, demokratik ve bağımsız bir ülke kurulması mücadelesi, TKP’nin artık tasfiye olduğunu ileri sürerek “eskimiş” saydığı baskıcı, inkarcı Cumhuriyet’in savunulmasına karşı da mücadeleyi gerektirir. İşçi sınıfı ve emekçiler için birlik ve ortak mücadele; bu “eski” cumhuriyetin baskıcı ve zora dayalı birliği değil, bir mücadele konusu olan gönüllülük ve hak eşitliği temelinde birliktir.

LİTERATÜRE BURJUVA “KATKILAR”!

TKP’nin tezlerinin içeriği bir yana, tezlerde ifade edilen yeni kavramlaştırmalar da dikkat çekici. Aslında kavramlar yeni ya da bilinmedik değil. Neo-liberal ve küreselleşmeci rüzgarın soldaki yansımaları ya da liberalize neo-Marksistlerin literatüre “katkıları” olarak yorumlanabilir.

“90. yıl tezleri”nde, örneğin “solun toplumsallaşması”ndan bahsediliyor. Solun “toplumsallaşamama” nedenleri ise şöyle özetleniyor:

Solun toplumsallaşamamasında, sermaye sınıfının sola ve emekçi sınıflara saldırılarına karşı zamanında ve güçlü bir direnç oluşturmayı başaramamanın önemli payı bulunmaktadır. Solun toplumsallaşamamasında, sola da sızan ya da sızdırılan liberalizmle hesaplaşmayı tamamlayamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında sık sık karşılaştığımız bencilliğin, küçük hesapların payı vardır. Solun toplumsallaşma hedefinde başarılı olamamasında gericiliğe karşı bir direnç odağı oluşturan toplumsal kesimlerin, örneğin gençlerin, Alevi yoksullarının belirli bölmelerini sosyalizm mücadelesine örgütlemekteki başarısızlığın ve bu kesimleri sosyal demokrasinin etki alanından kopartacak müdahaleleri yapamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında Kürt sorununda en başa emekçi sınıfların birliğini ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını, sosyalizm mücadelesini yazarak hareket etmemiş olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında parçalanmış ve özgül bir siyasallaşma barındırmayan, ancak giderek artan sömürü koşullarına maruz kalan işçi sınıfını sendikal politikanın dar hesaplarına terk etmenin rolü bulunmaktadır.

“Sol” ile ne kastedildiği, sınıflardan bağımsız bir “sol” olup olmadığı ya da küçük burjuva solculuğunu dışında tutup tutmadığı ayrı bir tartışma olarak kalsın. Kastedilen, “sol”un kitleselleşmesi, kitlelerle buluşmasıdır. Ancak literatüre bir katkı gibi, “solun toplumsallaşması”ndan ya da “toplumsallaşamaması”ndan bahsetmek; bu kadar basit olmasa gerek. “Toplumsallaşma” kavramının “90. yıl tezleri”nde kullanılması, işçi sınıfının üretim araçlarının toplumsallaştırılması hedefiyle bağlantılı olarak ele alınıp, küçük bir benzetme olarak da algılanabilir. İşçi sınıfının üretim araçlarını toplumsallaştırması, burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını ve kapitalist toplumun uzlaşmaz karşıtlığının çözülmesini gerektirir. Ancak, burjuvazinin olmadığı (tasfiye edildiği) ya da proletarya iktidarı kurularak burjuvazinin mülksüzleştirilmeye başlandığı ve toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından arındırıldığı/arındırılmaya başlandığı (geriye, işçi sınıfıyla köylülük arasında olan gibi uzlaşabilir karşıtlıklar kalır şüphesiz) bir toplumda üretim araçlarının, yalnızca üretim araçları değil bununla bağlantılı olarak dağıtım, bölüşüm ve iletişim araçlarının toplumsallaştırılmasından bahsedilebilir. Bunun dışında bir toplumsallaştırma, TKP’nin dönem dönem karıştırdığı burjuva devlet mülkiyetine denk düşer ki, bu da, burjuva mülkiyetinin kolektif biçiminden başka bir şey değildir.

Gelelim, “sol”un toplumsallaşmasına… TKP, toplumsallaşamadı diyor, “sol” için. Neden toplumsallaşmalı “sol”? Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış, sınıflar arasındaki mücadelenin süregeldiği bir toplumda, genel bir toplumsallaşma mümkün müdür? Böyle bir toplumsallaşma, ancak, liberal “sol” ya da düzen-içi sınıfsız, “vatandaşlıkçı” “sosyalist”lerin oy sayısını arttırma, seçmen portföyünü genişletme, üye sayısını arttırma; burjuva, küçük burjuva, esnaf ya da işçi fark etmeden, tabanını geliştirme çabasına denk düşmektedir. İşçi sınıfı içindeki çalışmayı merkezine almayan, küçük burjuvazi, aydın ve öğrenci gençlik içinde genel bir “sol” propaganda yürütmeyi merkezine koyan sınıf-dışı çalışma tarzının işçileşmek/bolşevikleşmek yerine toplumsallaşmaktan bahsetmesi çelişki değil, zorunluluktur. Oysa, gerçek bir komünist parti, işçi sınıfına dayanır; çalışmasının merkezine onu koyar; hedefi de daha fazla işçileşmek olur. Elbette, aydınları, küçük burjuvaziyi de dışlamaz, kazanmaya önem verir. Ancak, “toplumsallaşma” gibi, kapitalist toplumda fulü renkler arzeden, sınıf farkı gözetmeyen, son dönemde popülerleşen “yurttaşlık”, “vatandaşlık” bağını öne çıkartan ve sınıf mücadelesine yer bırakmayan “yeni-sosyalizm” modellerinden esinlenen burjuva kavramları kullanmaz.

Tezlerin başka bir bölümündeyse, “Türkiye solunun kendi içinde enerji tüketmek yerine toplu bir çıkış gerçekleştirmesinin, solun insan kaynaklarını yenileyici ve halkta sola dair zaman içinde oluşan kuşkuları azaltıcı bir etki yapacağının kesin olmasıyla açıklanabilir. denilmektedir. “İnsan kaynakları” kavramı, günümüzde oldukça moda. Uluslararası rekabetin arttığı, kâr oranlarının yükseltilmesinde emek gücü maliyetleriyle birlikte emek gücünün niteliğinin de oldukça önem kazandığı günümüzde, “insan kaynakları, insan sermayesi, beşeri sermaye” gibi kavramlar, Dünya Bankası ajandalarından şirket sözleşme ve reklamlarına kadar, burjuva literatürde oldukça popüler. Bu popülarite, “tezler”i de etkilemiş olmalı ki; “kadro”, “genç işçiler” gibi somut kavramlar yerine “insan kaynakları” gibi burjuva popüler literatür kullanılmaktadır. TKP’nin tezlerinde ve diğer materyallerinde, liberalize “yeni” kavramlarla sık sık karşılaşmak mümkündür.

“YENİ TÜRKİYE”DE ESKİ STRATEJİ!

Toparlayacak olursak; TKP’ye göre; “AKP, Türkiye kapitalizminin iki yüzyıllık macerasında yeni bir evreye geçişi, bir dönemin kapanışını kendi iradesinin ötesinde nedenlerle temsil etmektedir. Bir dönemin kapanışı dediğimiz şey, yukarda açıkladığımız gibi, bir ilerleme, yeni ve üst bir safhaya geçiş olarak görülebilecek bir şey değildir.

TKP’ye göre, “Cumhuriyet bitmiş”, dinci bir devlet kurulmuştur. “Eski” Cumhuriyet’in bağımsızlığı, laikliği de elden gitmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.

Örneğin laiklikten artık bahsedilemez! “Kemalist laiklik bitmiştir. Ya AKP’nin dayattığı dinsel çizgi toplumsal ve siyasal yaşantıda ağırlığını artırmaya devam edecek ya da sol laikliği sınıfsal bir perspektifle Türkiye’ye kabul ettirecektir. Bunun ortası yoktur; laikliğin sistem içi bir çıkış olanağı kalmamıştır.

Ya da bağımsızlık tükenmiştir. “İkinci Cumhuriyet’in, örneğin bağımsızlığı milliyetçilikle bağlantılı kör bir hayal, devletçiliği ve sosyal devleti kumanda ekonomisinin ve eski düzen elitlerinin toplumsal mühendislik etkinliği, aydınlanmayı İslam düşmanı entelektüel elitin bir kültürel dayatması olarak damgalayıp rafa kaldırması, sosyalist hareket tarafından bir ilerleme olarak görülemez. Yeni düzen ‘katı olan her şeyi buharlaştırmamakta’, tersine Türkiye’yi yeni ve geri bir kalıbın içine dökerek katılaştırmayı hedeflemektedir.

TKP’nin tasvir ettiği günümüz AKP düzeni böyledir. AKP, bağımsızlığı statükocu kaba bir milliyetçilik olarak görmektedir. Bu nedenle, ideolojik bir yeniden yapılandırma süreci hem dünyada hem de Türkiye’de işletilmektedir. AKP, “tezler”de belirtilenleri yapmıştır, doğrudur. Ancak, AKP’nin yaptıkları, AKP öncesi yapılanlardan daha pervasızca olmakla beraber, tamamen farklı mıdır?

TKP, önemli farklılıklar görmektedir. “Birincisi, bağımsızlık ve egemenliğin bir siyasal kalıntı haline getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasından çıkarılmasıdır. İkincisi, sınır tanımayan, bazen doğrudan AKP’nin fren koyma çabalarına bile inanılmaz bir akışkanlıkla kafa tutan gericileşme ve dinselleşmedir.

Dincileşme bir yana, “birinci” faktör bakımından, biz, böyle bir sürecin çok daha önce, 1930’larda yaşanmaya başlandığını sanıyorduk! Bu kadar aklamacılık olmaz. M. Kemal ve İ. İnönü’ye bağımsızlık ve egemenliğinin elden çıkarıcılığı yakıştıramadınız, gönlünüz elvermedi diyelim; peki, Bayar-Menderes hükümeti, Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbe hükümetleri, Özal, Çiller, Yılmaz, Bahçeli’nin de yer aldığı Ecevit hükümetleri de bağımsızlık ve egemenliği kalıntı haline getirememiş de savunmuşlar mıydı? Yani, Türkiye bağımsız bir ülkeydi; emperyalizme karşıydı da; AKP mi onu bağımlı hale getirdi? Ya da Kemalist laiklik, gerçek bir laiklik miydi? “Sosyal devlet”ten söz açılması, dünyada sosyalizmin varlığı ve etkinliğinin bir ürünü olmanın ötesinde, yalnızca eskimiş yasalardaki bir argümandan öte bir şey miydi? AKP’yi milat olarak almak, tüm kötülükleri AKP ile başlatmak mümkün müdür? AKP’nin de sadece dinciliğini görerek, dinci gericiliği tek gericilik biçimi saymak, AKP öncesindeki kapitalist-emperyalist gericiliği, bağımlılığı, demokrasi düşmanlığını göz ardı etmek nedendir? Elbette, AKP ile emperyalizmle ilişkiler daha da geliştirilmiş, emekçilere yönelik saldırılar pervasızca uygulanmış, ülkenin kangrenleşmiş sorunları ayyuka çıkmasına rağmen çözümsüzlük devam ettirilmiştir. Ancak, bütün bunlar, AKP öncesi dönemin, Cumhuriyet boyunca devam eden burjuva, tekelci gericiliği yok saymanın, dolayısıyla dinci-gericiliğe alternatif olarak sunulan tekelci gericiliği ve cumhuriyetini savunmanın, AKP’ye karşı modern-laik gericiliğin yanında saf tutmanın gerekçeleri olamaz.

Statükocu Cumhuriyet savunuculuğunun burjuva güçlerle aynı platformda yer almak anlamına geldiğini gören TKP, klasik bir şekilsel düzenlemeye ihtiyaç duymuştur: “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. AKP’nin kuruluşunu tamamlamak üzere olduğu ‘yeni Türkiye’nin tek alternatifi sosyalist bir Türkiye’dir. Böyle denilmektedir. Klasik ve geleneksel olan da budur. Şefik Hüsnü revizyonizmi de Kemalist ulusal burjuvaziyi, komünizm hedefine yakınlaşmak için desteklemiştir. Kürt isyanlarının bastırılması, yine M. Kemal’in anti-emperyalizminin desteklenip savunulmasının yanı sıra sosyalizm adına onaylanmıştır. Keza, liberal solcular da, AKP’nin açılımlarını, sosyalizme giden yolda demokratikleşme olarak açıklamışlar, “küreselleşme”yi bile “komünizmi yakınlaştırdığı” için savunmuşlardır. Menşeviklerin “demokrasi mücadelesi bizim işimiz değil” gerekçesiyle siyaseti burjuvaziye bırakması, Kautsky’nin “ultra emperyalizmi”, “Avrupa Birleşik Devletleri”nin, şimdiyse AB’nin savunulup desteklenmesi hep “sosyalizm için”dir! Şimdi de “90. yıl tezleri”, “eski” statükonun, mevcut gericiliğin savunusunu, sosyalist Cumhuriyet amacına uydurmaya çalışmaktadır.

Ancak, politikada, öznel hedefler; partiler arasındaki mücadele ile kendini gösteren sınıflar mücadelesinde hangi konumda bulunulduğuna, hangi sınıf ve katmanların politik ihtiyaçlarına cevap verildiğine göre anlam kazanabilir. TKP, bu yaklaşımıyla AKP’li “yeni” statükodan zarar gören ya da geleneksel siyaset biçimini revize etmekte bir süre inat eden gerici burjuva yaklaşımın platformuna düşme tehlikesi içindedir. Seçim platformu da bu çizgiyle uyum içerisindedir. Sınıfa, onun talep ve ihtiyaçlarına yaslanarak sınıfının kendi iktidarını kurması yolunu tutmayan, tersine burjuva reformcu, CHP tipi ve onun sınırlarını aşmamaya özen gösteren, temel sorunlara ve burjuvaziyle karşı karşıya gelecek konulara değinmeyen bir muhalefet öngörülmektedir.



[1] Sorun olan halkı oy vermeye çağırmak değildir. Seçimlerde elbette oy istenecektir. Ancak, 500 bin oy ile sorunların çözüleceğini, bu işi de halkın oy verdiği “özne”nin halledeceğini öngören, yani halkın işini seçim dönemlerinde oy vermekle sınırlayan yaklaşım sorunludur. Bu, sınıfın yerine kendini, sınıf mücadelesinin yerine ondan bağımsız parti mücadelesini koyan yaklaşımdır ki, bu idealizmin, üstenciliğin kendisidir. Dolayısıyla oy istemek parlamentarizm değildir; oy isterken, yığınları mücadeleye sevk edecek yaklaşım yerine, halkın misyonunu oy vermekle sınırlamak, çözümü sınıf mücadelesinin dışında “oy” mücadelesine indirgemek parlamentarizmdir.

[2] TKP’nin “90. Yıl Tezleri”nden. Yapılan alıntılar, aksi belirtilmedikçe, “90. Yıl Tezleri”nden alınmıştır.

[3] V. İ. Lenin, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2001.

[5] Kemal Okuyan, “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar“, Sosyalist Devrim Teorisi, NK Yayınları, İstanbul, 2005, s. 83

[6] Okuyan, s. 83

[7] Metin Çulhaoğlu, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, Gelenek, Sayı: 98, İstanbul, Şubat 2008, s. 69

[8] Sadece Çulhaoğlu değil, ama K. Okuyan da içinde, TKP, UKKTH’nın bir Marksist ilke ve bu açıdan benimsenebilir olmadığını ileri sürüp savunmaktadır; ancak bu, pragmatizm göstergesi olarak, çeşitli nedenlerle ve işine geldiğinde değişebilmektedir. Son olarak Yunanistan Komünist Partisi ile TKP’nin yayınladıkları ortak açıklamada, Yunan partisinin görüşüne uyum göstererek, TKP  tarafından “Bütün halkların, kafasına silah dayanmaksızın, emperyalist müdahaleler olmaksızın kendi geleceklerini tayin etme hakkını tüm gücümüzle savunacağız. Bu ilkeye dayanarak, Avrupa ve Amerika’nın emperyalist güçlerini içeren BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararın ardından Libya’ya karşı gerçekleştirilen emperyalist müdahaleyi lanetliyoruz.” biçiminde savunulması, bu ideolojik tutum “esnekliği”nin örneğidir.

[9] Karl Marx, Friedreich Engels; Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 2002, s. 87

[10] V. İ. Lenin, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, Ankara, 1999, s. 13

[11] V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s. 51

CHP Nereye?

GİRİŞ

Deniz Baykal, uzun yılların uğraşının ardından sağlama bağlamış göründüğü CHP genel başkanlığını bir gün içinde elinden kaçırdı. Bir seks kaseti marifetiyle istifa etmek zorunda kaldı.

Ne badireler atlatmış, görmüş geçirmiş Baykal, bu kez atlatamadı. Oysa ’95 Seçimleri’nde aldığı 10.7’lik oy oranıyla barajı kıl payı geçebilen CHP, Ecevit’in DSP’nin başında %22 oy alarak Başbakan olduğu bir sonraki ’99 Seçimleri’nde aldığı 8.7’lik oyla bu kez barajın altında kalmış ve hırsını dizginlemekten kaçınamayarak genel başkanlıktan istifa etmişti. Ama kaset “olayı”ndaki türden çaresiz kalmayan ve 1,5 yıl sabrederek, bu arada ekibini yönetmeyi ve (genel başkanlığı Altan Öymen’e kaptırmış görünse de) ekibi aracılığıyla partiyi elinde tutmayı bilen Baykal, Eylül 2000’de yeniden başkanlığa dönmeyi “başarmış”tı.

Sağlam mı sağlamdı parti içindeki mevzileri. Yalnızca başkanlıktan ibaret değildi. Üstelik CHP Kurultaylarında açıktan, yani Baykal’ın ve ekibinin de gözü önünde, yine üstelik aradan kaçmış istisnalar bir yana tümü Baykal tarafından özenle seçilmiş “asker delege”nin %20’sinin oyunu alarak genel başkan adayı olunabiliyordu. Başkanlık da olağanüstü sağlamdı ya da öyle görünüyordu. Yetinilmemiş, yeni bir tüzük hazırlanmıştı. Delegenin bunca “asker”liğine rağmen, onlar tarafından Kurultaylar arasında partiyi genel başkanın yanı sıra partiyi yönetmek üzere seçilen Parti Meclisi’nin elinden, partiyi pratik olarak yöneten Merkez Yürütme Kurulu’nu belirleme yetkisi bile alınmıştı. Gerçi tartışma çıkmış, 50 yıldan uzun zamandır birlikte olan Baykal’la genel sekreteri Önder Sav konuyla ilgili anlaşmazlığa düşmüş ve bu nedenle tüzüğün yürürlüğe girmesi ertelenmişti. Sonradan Önder Sav’ı yönetimden tasfiye ederken Kılıçdaroğlu’nun kullandığı bu tüzük değişikliğine göre, tüm MYK’yı, genel başkan yardımcıları olarak genel başkan atıyordu. Özetle genel başkan, “diktatörlük” yetkileriyle donatılmış oluyordu; her şey Baykal’ın iki dudağının arasına alınmıştı. Ama olmadı. Yetmedi.

Herhalde bu tahkimat nedeniyle Baykal’ın düşüşü de trajik oldu. Başka türlüsü neredeyse imkansızlaştırılmış olan lider değişikliği ve çizgisine ilişkin oynamalar, olağan yolların dışından, aslında burjuva siyaset, sadece siyaset de değil iktisadi-mali alanı da kapsayan burjuva içerikli tüm rekabet alanları bakımından kullanılan damping, rüşvet, satın alma, gangsterlik/mafya ve hatta darbe ve savaş gibi yöntemler hatırlandığında pek de olağandışı sayılamayacak bir yöntemle “bel altı”ndan vurularak gerçekleştirildi.

Kim yaptı, neden yaptı –bağlantılı olmakla birlikte, ayrı bir tartışma konusu. Böyle bir tartışma değer taşımaz mı? Taşımasına taşır da. Ancak conspiratif/komplocu yaklaşımlar üzerinden yürümeyi bir yana bırakmakta fayda vardır.

Bununla birlikte eklenmesi gerektir ki, kim, hangi amaçla ve neden düzenlemiş olursa olsun, “kaset olayı”, tartışmasız olarak tam “zamanında” patlak vermiştir. Her şey ve herkes, CHP kadroları, hatta hesap hatası yaptığı kısa sürede içinde ortaya çıkan Ö. Sav ve böyle bir hata işleyip işlemediğinin görülmesi için çok değil seçimin sonuçlanmasının beklenmesi yetecek olan Kılıçdaroğlu, CHP’ye umut bağlayanlar, bağlamayanlar… tam hazırdılar, “komplo”yu her biri kendisi düzenlemiş olsa ancak bu kadar olurdu. Kimse şaşırmadı. Neredeyse tüm “senaryo” baştan yazılmışcasına, adımlar birer birer atıldı. Yüründü gidildi.

İlk adım, direnemeyen Baykal’ın istifasıydı. Nasıl dirensindi ki?

DEĞİŞİKLİK ZORUNLUYDU

Baykal’la gitmiyordu. Mutlaka “bal tutanın parmağını yaladığı” kendi hizbinin dışında seveni de yoktu. Ama partiyi kendi hizbi ya da kendi hizbini parti haline getirmiş, yalnızca dar bir örgüt cihazıyla yetinir olmuştu. Daha fazlasını, istemiyor gibiydi; sanki kendi “küçük partisi” ve onun başkanlığını yeterli görüyor gibiydi. Devlet içinde, çeşitli kurum ve düzeylerde sevenleri, yandaşları, uzantıları vardı şüphesiz. Ecevit’in, İ. İnönü tarafından yolu açılan “ortanın solu” çıkışından bu yana, CHP’nin “devlet kurucu parti” oluşunun hakkını en çok o vermişti. 28 Şubat ve ardından 27 Nisan (Büyükanıt’ın “muhtıra”sı) sürecinde, Amerikan emperyalizminin yol göstericiliği ve planlamasında siyasal İslam’ın, dinciliğin, “ılımlı İslam” adı takılarak, hatta Türkiye’nin de bir “ılımlı İslam ülkesi” olduğu ileri sürülerek, devlet yönetiminde rol üstlenmesiyle resmi olarak da burjuvazinin dayanakları arasına katılmasına, devlet kademelerinden, yargı da içinde askeri ve sivil bürokrasiden gelen tepkilerle yekvücut olarak, darbe girişimlerinin desteklenmesine varıncaya kadar, tüm olağan ve olağanüstü hukuki, siyasal vb. yöntemlerin kullanıldığı çatışmanın tarafı olmuştu. Gerici burjuvazi içindeki çekişmenin dolaysız bir parçasıydı; 80 küsur yıllık Cumhuriyet’in süreç içinde bir gelişme göstererek, ulusal devrimcilikten emperyalizmle birleşmeye ve karşı devrimciliğe evrilmiş ve “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanması adetten olmuş –öncekilerle birlikte– 90’lardaki mevcut yapısını savunmayı üstlenmişti. Düpedüz gericilikti. Halka yer yoktu bu savunmada; ancak Baykal CHP’si bunu, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki ilerici ve devrimciliğine atıfla Kemalizm’in özellikle “laiklik” ve “irticaya karşı mücadele” tutumuna dayandırmaya çalıştı. Hatta bu laikçi “şeriat tehlikesi”ne vurgu yapan “irticaya karşı mücadele” çizgisini biricik varlık koşulu düzeyine yükseltti.

Baykal’ın siyasal çizgisi, “soğuk savaş”tan kalma anti-komünist laikçi, halk ve talepleriyle ilişkisiz milliyetçilikten oluşuyordu. Halktan uzaklığıyla özelleştirmeleri, taşeronluğu, esnek çalışmayı, düşük ücreti, sendikasızlaştırmayı vb. esas alan neoliberalizme uyum göstermede hiç sorun çıkarmadı. Özelleştirme CHP programına alındı, esnek istihdamın yasalaştırılmasına hiç muhalefet edilmedi, sendikalar desteklenmedi, hatta bu alan CHP tarafından boşaltıldı.

Ama iki alanda ayak direndi: “Ilımlı İslami” gidişat karşısında “şeriat tehlikesi” korkuluğu sallandı ve başka hiçbir alanda gösterilmeyen direnç bu alanda ortaya kondu. Baykal laisizmi öne aldı, hatta başka bir işle uğraşmadan sadece “türban” üzerinden dini kullanan, dini hassasiyetleri yüksek tabanını ardında tutmak için kendisi de “türban” kılıç gibi sallayan AKP ile laikçi-şeriatçı kılıç-kalkan oyunu oynamayı tek uğraş alanı haline getirdi. Ne emeğin talepleri, ne özgürlük ve demokrasi talepleri ne de bağımsızlık –her şey bir yana, “türban” ve “irtica tehlikesi”ne karşı mücadele bir yanaydı! Ama din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek olan bir burjuva laisizmini bile benimsemiyordu. Tam bir laikçiydi: Devlet dine müdahale ettiği gibi finanse de edecekti, Diyanet’e dokunulmayacak, zorunlu din dersi eğitimi sürecekti. Bu yaklaşımla CHP ve eski lideri Alevilere ve taleplerine hiçbir yakınlık duymadığı gibi, parti içinde de daima önlerini kesti. Yapay bir devlet dininin dayatılması yanlısıydı; yeter ki F. Gülen ve AKP’nin yükselişi sürecinde olduğu gibi, din devlete karşı sesini yükseltmesindi. Devlet dini güttüğünde sorun yoktu, ama dinci bir akım devleti ele geçirmeye yöneldiğinde, buna katlanılamazdı.

İkinci direnç alanıysa milliyetçilikti: Kürt düşmanlığı, “irtica” karşıtı laikçiliğin yanı sıra ikinci başlıca uğraşıydı. AKP’nin türban üzerinden tabanına gönderdiği mesajlar türünden Kemalizme göstermelik atıflarla zaman zaman “tabanına oynama” amaçlı genellikle Kıbrıs ve Kürt sorunu bağlantılı “show”lar bir yana emperyalistler karşısında sesi çıkmıyordu CHP ve eski liderinin, “boynu kıldan ince”ydi. Bazen Kıbrıs üzerinden özellikle AB’ye çatar görünüyor, bazen da “PKK’yi destekliyorsunuz” diye “büyük devletler”e sitemlerini yolluyordu. Ama işte, ulusal ayrıcalıkları savunmak üzere ulusal baskı ve zoru sonuna kadar destekliyor, ayrılmaya destek anlamı taşıyabilir korkusuyla Kürtlerin ne en küçük demokratik talebini, ne savunulmadan insan olunamayacak anadil talebini benimsiyor ve hele, ne de Kürtlerin ayrı bir millet oluşturduklarını ve kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olduklarını kabul ediyordu. Emperyalistler karşısında “süt dökmüş kedi”, Kürt halkı ve ulusal hareketi karşısında ise “aslan”dı.

Baykal’ın varlığı ve tartışmasız iticiliği nedeniyle çoğu CHP’li partisine oy vermez olmuş, itilip kakılan “oy deposu” Aleviler “ne yapmalıyız?”arayışlarına, hatta yeni parti kurma tartışmalarına sürüklenmiş, Kürtler tamamen düşmanlaşmış, bir edebiyat olarak çoktan terk edilmiş “emek en yüce değerdir” ritüeli ve dayanağı olarak “sosyal devlet” kapsamında görünüşte ya da az-çok gündem edinilen emek haklarının CHP ilgi alanı dışına düşerek tümden unutulmasıyla sömürülen “alt tabakalar” CHP’den umut kesip uzaklaşmış, demokrasi sorunlarına ilgisizlik ve tersine örneğin seçim barajları özenle savunulurken darbecilikle içli dışlı görüntü verilmesi ve Ergenekon’un avukatlığının ilan edilmesi demokrat kesimleri partiyle kopuşmaya götürmüştü. Baykal, CHP tabanında bile son derece kötü bir ün sahibiydi. Kimse Baykallı bir CHP’nin AKP ile yarışabileceğine ihtimal vermiyordu. Ne partililer, ne halk kitleleri, ne Türkiye ve ne de dünyanın egemenleri…

Herkes “böyle gitmez”, “Baykal’la olmuyor” diyordu.

Türkiye üzerinde kuşkusuz hesapları olan ve gerçekleştirmek üzere planlar yapan, çünkü hem ülke içinde hem de Arap ayaklanmalarının, ölçeğini büyüttüğü stratejik bir kapı olarak önemli bir yer tuttuğu Ortadoğu’da, ciddi çıkar ve ilişkilere sahip emperyalist gericilik, evet uzunca bir süredir AKP’yi destekliyordu. “Ilımlı İslam”, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya, hatta Avrasya’ya ilişkin ortaya atığı “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin küçümsenmeyecek bir ihtiyacı ve dayanağıydı ve bu kozu, Türkiye’de, AKP ve Fethullah Gülen cemaati üzerinden pazarlıyor ya da hayata geçiriyordu. Ancak başta Amerikalı emperyalistler sorunlar yaşamıyor da değillerdi. Birlikte planlasalar ya da kendisi “yeşil ışık” yakıp önünü açsa bile, çıkar çıkara tam uymuyor, su sızdırmamacasına üst üste oturmuyor, problemler oluşuyordu.

Örnekse, İran’ın ve nükleer “araştırma” ve santralleri sorun olmuştu. Obama ile anlaşılıp Brezilya ile birlikte “arabuluculuk”a soyunulmuş, ama, her koşulda mümkün olmadığı görülerek emperyalist efendiye uygun düşecek manevra yapılamamış ve BM’de ABD’den farklı olarak “hayır” oyu kullanılmasına varılmıştı.

Amerikalı efendilerin gerçek stratejik ortağı İsrail’le ilişkiler de sorun olmuştu. Yine efendinin “yeşil ışığı”yla başlanmıştı; ABD’nin Obama’yla Ortadoğu’daki konumlanışını yenilemek üzere başlatmayı tasarladığı “barışçıl” atak Netanyahu Hükümeti’nin direnciyle karşılaşmış, İsrail yeni yerleşim birimleri kurmayı bir türlü durdurmamıştı. Mısır da tüm desteğini vermesine ve Mahmut Abbas “tamam” demesine rağmen, olmuyor, Amerikalılar, bölgeyi bir türlü kendi hesaplarınca toparlayamıyorlardı. İsrail’e geri adım attırılacaktı, “kestaneyi ateşten alma” işi Türkiye ve Erdoğan’a düşmüştü, onun da canına minnetti. Efendiyle birlikte hesaplanmıştı; İsrail’le sürtüşme üzerinden aynı zamanda İslami bir atak da başlatılmış olacak, Türkiye “ılımlı İslam”ının hareketlenme belirtileri gösteren Müslüman halklar nezdinde daha fazla işlevsel olması sağlanacaktı. “One minute” ile ilk adım atıldı. Ama sonra iş çığrından çıktı. Amerikalıların hiç hesaplamadıkları gibi, istemedikleri de bir noktaya tırmandı. “Show” abartıldı ve sonunda Mavi Marmara gemisinde 9 Türk vatandaşının öldürülmesine varıldı; iş, AKP’nin herhalde öngörmediği ve Gülen’in itiraz ettiği ölçüde “şirazesinden” çıkarak, İsrail’le neredeyse kopuşulmaktaydı. AKP’nin İslami rengi hesap dışı gelişmelere neden olmuştu.

Başka örnekler de verilebilir. Ancak yeni Elçisi Riccardione’nin ağzından yapılan “Basın özgürlüğü var deniyor, ama gazeteciler tutuklanıyor. Anlamıyoruz.” açıklaması ve verilmek zorunda kalınan sitemkâr ama tersleyici yanıtlar, ABD-AKP ilişkilerinde gelinen noktayı belirtti. ABD şüphesiz desteğini çekmiyordu, ama herhalde bir “alternatif”e de ihtiyacı vardı. Zaten nerede görülmüştü Amerikan emperyalizminin “tek at”a oynadığı! Özetle, Amerikalılara, hiç değilse gerektiğinde manevra yapabilmek üzere “koz” olarak ve gerektiğinde AKP’ye çeki-düzen verebilmek üzere “sopa” olarak kullanabileceği bir “alternatif” gerekiyordu.

Yalnız emperyalistler ve özellikle Amerikan emperyalizmi bakımından değil, ama tekelci büyük burjuvazi bakımından da problemler yaşanmaktaydı ve onlara da “alternatif” gerekliydi. Özellikle Erdoğan, örneğin TÜSİAD’ı olmadık biçimlerde hırpalamakta, bağırıp çağırmasının ötesinde, devlet olanaklarından yararlanmalarının önüne setler koymakta; hazine ve sair olanakların “muslukları”nı, hızla palazlanmalarına elinden gelen tüm katkıyı yaptığı “yeni yetme-yerden bitme” “yandaş sermayedarlar”a akıtmaktaydı. Hatta A. Doğan örneğinde olduğu gibi, sonradan mahkemelerden dönmeye başlayan fahiş vergi cezalarıyla “diz çöktürme” tutumlarına yöneldiği bile olmaktaydı. Fazlası sayılabilir; ancak özellikle TÜSİAD’çıların, güçleri hiç de küçümsenmemesi gereken ünlü işbirlikçi tekelcilerin de, tıpkı Amerikan emperyalizmi gibi, bir “alternatif”e ihtiyaçları vardı. Bu, hazine “muslukları”nı “düzgün” akıtmasa bile, özelleştirmelerden taşeronlaştırmaya, asgari ücretten esnek çalıştırmaya, hatta kıdem tazminatı ve sendikaların bitirilmesine kadar genel olarak tekelci kapitalistler lehine tüm önlemleri alarak, izlediği ekonomi politikasıyla, banka ve şirket bilançolarının da kanıtladığı gibi yükselen kârlılık oranlarıyla sermaye birikiminin tavan yapmasının politik koşullarını sağlayan AKP’ye dirsek çevirdikleri ya da çevirecekleri anlamına gelmiyordu, ama onların da işlerine yarayacak bir “koz” ve gerektiğinde kullanacakları bir “sopa”ya ihtiyaçları olduğu kuşkusuzdu.

Halk da bir “alternatif” arayışı, doğrusu, şimdilik arayışından da çok, beklentisi içindeydi. Yılların deneyimi CHP’nin halkın işine yarar bir alternatif olmadığını, olamayacağını ve CHP zemininden böyle bir alternatif oluşmasının sıfıra yakın bir olasılık olduğunu gösterse de, bilinç ve örgüt düzeyindeki geriliğin koşullamasıyla, AKP’den yeterince darbe yiyen ya da yediği darbelerin ucundan kıyısından farkına varmaya başlayan geniş kesimler de AKP ile problemliydiler, ama Baykal’lı CHP’yi de “umutsuz vak’a” sayıyorlardı. Ama ayırdında olsunlar olmasınlar, kesindi ki, AKP karşısında bir alternatife nesnel olarak ihtiyaçları vardı.

Aynı şey CHP’liler için de geçerliydi. Küçük bir azınlık oluşturan Baykal’ın hizbi dışında kalan ve hele aslında oylarıyla CHP’yi var eden, “atadan CHP’li olmak”, “AKP’den CHP aracılığıyla kurtulabileceğine inanmak”, “daha solda olmakla birlikte ancak CHP gibi büyük bir parti ile iktidara gelinebileceğini düşünmek” vb. gibi geri bilince işaret eden çeşitli nedenlerle CHP’ye gönül vermiş milyonlar, deneyleriyle ancak Baykal’sız bir CHP’nin alternatif olabileceği fikrindeydiler. Baykal’a kızıp lanet okuyorlar ve “ah!” diyorlardı, “bir Baykal olmasa”.

Kaset skandalının patlamasıyla Baykal o anda bitti. Herkesin istediği olmuş, Baykal gitmiş, CHP’nin “alternatif” olma ihtimali belirmişti. Memnun olmayan yok gibiydi ve Baykal’a kimse üzülmedi.

Kılıçdaroğlu, böyle bir beklentiyle geldi. Öncelinin olumsuzluğu, kendi hakkında oluşan beklentinin başlıca hareket ettiricisi ve temel dayanağıydı. Baykal’la olmadığı kesindi, Kılıçdaroğlu ile denenecekti! Umut Memedin ekmeğiydi, Memet yiyecekti.

Kılıçdaroğlu’nun kendi artıları yok muydu? Haksızlık etmemek gerek; kuşkusuz vardı. Belki Ecevit’ten bile dürüsttü. Kırk yıllık devlet memurluğu yaşamında rüşvet yememiş, “boğazından haram lokma geçmemiş”ti. Yolsuzluğa karışmamıştı. AKP’liler çok aramışlardı; rüşvet, yolsuzluk türü bir takıntısı olsa, çoktan bulmuşlardı. Yoktu. Sade bir yaşamı vardı; villalarda falan oturmuyordu. Halka yakın sayılırdı. Uzaklığı, memurluğuydu. Amir-memur ilişkisi içinde varolmuştu; yukarıdan gelen emirlere “boynu kıldan ince” olmuştu, CHP’nin, ta M. Kemal’den gelen üstencilik”i ile büyümüştü. Yine de halkçılık yapma eğilimindeydi ve bu, artıları arasındaydı.

CHP’nin grup başkan vekilliğini yapmıştı, başarısız değildi. Bu mevkiye Baykal’ın ön ayak olmasıyla geldiği, onun tarafından yükseltildiği, “yukarılar” için hazırlandığı belliydi. İyi sınavlar vermiş; yolsuzluk dosyalarıyla iki AKP genel başkan yardımcısını yemişti. AKP’li Ankara belediye başkanını da iyi harcamış, Gökçek ilk kez dalgasını geçip üstesinden gelemediği birisiyle karşılaşmıştı TV ekranında.

Ama bu artılar CHP genel başkanlığı için yeter miydi –bu ayrı sorundu. Yetmediği, yetmeyeceği tartışılır gibi değildi.

HAZIRLIKSIZLIK

Baykal’ın seveni yok, gitmesini isteyense çoktu; ama son dönemlerinde önlerini açtığı Kılıçdaroğlu ile sonra onun ikinci adamı olan G. Tekin belirli bir atak yapıp parti içinde yükselme sinyalleri verseler de, yerine, hem parti yönetimini çekip çevirmede hem de halkı etrafında toparlamada tecrübe kazanmak üzere deneyden geçmekte olan ikinci, üçüncü… adamlar hazırlamamış, tersine, kendisi açısından tehlike yaratırlar endişesiyle, parti içinde ve politika sahnesinde parlama belirtileri gösterenleri fazla beklemeden tasfiyeye yönelmişti. Eski genel sekreter Adnan Keskin, zamanında genel başkanlık da yapmış olan H. Çetin, A. Öymen ya da Tarhan Erdem gibi “görmüş geçirmişler”le M. Sarıgül türü iddia sahibi olup önleri kesik olduğu ve kaale alınmadıkları için kendisine bayrak açmaktan başka çareleri olmayanlar, yalnızca son yılların atılan “safraları” olmuşlardı.

Baykal CHP’sinde parti-içi muhalefetin önü kesikti ve muhalif isimler kendilerini hep parti dışında bulmuşlardı.[1] Ama önemli olan, yalnızca canlı bir parti-içi yaşamın ihtiyacı olan farklı görüşlerin savunulabilmesi ve tartışılabilirliği, hiziplerin varlığını dahi öngörüp meşru sayan burjuva parti normları açısından hizbe dönüşmesi bir yana muhalefetin olanaklılığının inkârı değildi; Baykal’ın kendi hizbinin egemenliğini korumak üzere en küçük görüş farklılığı ve politik tartışma girişimini bile karşısına alıp partiye ve yönetimine muhalefetle suçlayarak meşru saymaması ve hesaplaşmayı tahrik ederek tasfiyeyi gündemine almasıydı. Bu, partide üyelerin halk içinde örgütlenme ve mücadelede ve çeşitli kademelerde partiyi yönetmekte az-çok deney kazanıp tecrübe sahibi olarak ilerlemelerini olanaksız kılıyordu. Biraz ilerleyen bir CHP’li kendisini ya yönetimin karşısında muhalefette ya da Baykal hizbine kayıtsız şartsız boyun eğmiş ve kişilik kaybına uğramış halde buluyor, ama –eğer başlangıçta bir yakınlığı varsa bile– halk ve mücadelesi karşısında bütünüyle ilgisiz bir pozisyon tutarak, politik mücadeleyi halktan kopuk ve onun dışında grup ve hizipler arası çekişmeler ve katakullilerden ibaret sayar oluyor; yanlıca bu alanda ustalaşıyordu.

Kesindi ki, Baykal CHP’si halk içinden gelenlerin politikleşmeleri, bu niteliklerini az-çok koruyarak deneylerden geçip politik tecrübelerini artırmaları bakımından olağanüstü olumsuz bir zemin durumundaydı.

Baykal’ın kaset olayı patlak verdiğinde, partide ne bir fikir tartışması ve buradan yenilenme potansiyeli vardı, ne de parti içi tartışmalarda ve halka arasındaki çalışmalarında sivrilerek, etrafında belirli bir kabul görmüş parti üyeleri… Belliydi, CHP’nin yeni bir genel başkana ihtiyacı olmuştu; ama parti içi mücadelelerin yanı sıra politik mücadelede tuttuğu yer bakımından belirli bir ön-hazırlıktan geçmiş, bu çabalarının bir sonucu olarak, etrafında kendi “ekibi”ni toparlamış ya da kolaylıkla toparlamaya aday böyle bir kişi bulunmuyordu. Tek “olabilir” isim Kılıçdaroğlu’ydu; ancak o da, hiç değilse bir süredir mücadelesini vermekte olduğu bir fikri zemine, politik bir platforma sahip olmadığı gibi, sivrilmiş ismi bir yana, böyle bir politik platformun, dolayısıyla kendisinin etrafında birikmiş belirli bir kadroya da sahip değildi. Baykal toprağı öylesine derin sürmüştü ki, CHP, –hoşnutsuzluklara neden olmuş ve alttan alta bu hoşnutsuzluk dile getiriliyor bile olsa– Baykal’ın “irticaya karşı mücadele” olarak tebarüz etmiş ulusalcı-şoven, devletçi- halktan kopuk, emek ve halk karşıtı anti-demoktratik çizgi ve politikaları dışında fikri bir hareket ve politik yönelimlerinden de, egemen hizip dışında bir kadrolaşma ve kadro hareketinden (ya da bir kadro hareketine dönüşebilecek hareketlenme belirtilerinden) de yoksundu.

Kılıçdaroğlu, kendisini partinin başına paraşütle inmiş buldu. Neredeyse “düşman toprakları”na mecburi iniş yapmış jet pilotu gibiydi! Ne halkı izlemeye çağıracağı politikaları ve bir politik platformu, ne de bu politikaları geliştirip uygulayacak kadroları vardı.

Kılıçdaroğlu bunlara sahip değildi, ama başkaları sahipti.

Baykal zorunluluktan geri çekilmiş; ama politik bir mücadeleyle yenilgiye uğratılmamış ya da püskürtülmemişti, “Baykal’la olmuyor” yargısı çizgisini tartışılır kılıp bir yenilenmeyi kolaylaştırsa bilse, yerine konacak, onunla mücadele içinde geliştirilmiş yeni bir platform bulunmadığı gibi, böyle bir çaba da görülmemişti. Bir yenilenmenin ihtiyaç duyacağı dayanaklar; üretilmiş ayrıntılı politikalarıyla bir politik platform ve savunucusu kadrolar “gökten zembille inecek” de değildi. Dolayısıyla Baykal’ın çizgisi ve politik platformu sağlam bir şekilde, olduğu yerde duruyordu. Üstelik yıllardır bu platformu savunagelmiş, Baykal’ın tedrisinden geçmiş ciddi bir kadro birikimi de vardı. Başlangıçta, başka çare olmadığını görüp Kılıçdaroğlu’nu desteklemiş eski genel sekreter Ö. Sav, kendi deyimiyle Baykal’ın “53 yıllık arkadaşı”ydı; aralarında siyasal çizgi ve platform farkı yoktu. Aynı okuldan yetişmişler; aynı çizgiyi savunmuşlardı, aynı hizbe mensuptular. Son dönemde aralarının açılması, Baykal’ın Sav’ın bile gücüne tahammül edemeyip, tüm yönetimi avucunda toplamak üzere CHP’yi “ikinci adamsızlaştırma”ya da yönelmiş olmasındandı. Yeni tüzükle, güçlü genel sekreter dönemi sona eriyor, MYK’yı oluşturacak genel başkan yardımcılarını genel başkan atıyordu; Sav da, on küsur genel başkan yardımcısından biri olacaktı. Bu kadar da olmazdı; Sav, gücünü, güçlü sandalyesini kaybetmemek için direnmeye başlamış, tüzük değişikliği kararı alınmasına rağmen, uygulanmasını erteletmişti. Sav’ın da az gücü yoktu: Kurultay delegelerini ve belde ve ilçe yönetimlerinden başlayarak tüm parti yönetimini Baykal’la birlikte atamışlardı. Hatta örgüt, genel sekreter olarak doğrudan elinde olduğundan, delege ve yöneticiler daha çok da Sav’ın “adamı”ydılar. Kaset olayı patlayıp Baykal istifa ettiğinde, onun çizgisi ve kadrolarının yanı sıra, çizgi ve kadro olarak Baykalcılar nerede bitip Savcıların nerede başladığı tam belli olmasa da, bir de Sav ve “adamları” vardı, parti içinde örgütlü güç olarak. İkbal ve ilerleme arayışının çoktan halka yönelik parti çalışmasındaki başarı ve etrafında halkı toplama yeteneğiyle değil, ama genel başkana biat ve güç önünde eğilme ile belirlendiği CHP’de (ve genel olarak burjuva partilerinde) Baykal’ın ayağı tökezleyince, zaten aynı siyasal platforma mensup ve Baykalcı mı Savcı mı oldukları ayırt edilmez halde olan delegeler Sav’ın etrafına yığıldılar.

Bir üçüncüsü, henüz bir parti (ve mücadele) platformu olarak şekillenmemiş haliyle CHP içinde örgütlü güç durumunda olmayan, ama dünya ve ülkede egemenliği elinde tutan ve etkisini CHP ve CHP’liler üzerinde de yayan neoliberal eğilim, politikalar ve savunucularıydı. Baykal döneminin özellikle iktisadi politikalar bakımından neoliberalizme açıklığı, bu eğilimi savunanların henüz siyaseten açıkça liberal platform etrafında toplanmış bir hizip oluşturmasalar da, önlerini açmış, hatta CHP’yi “yeni orta sınıf” adını verdiği kesimlerin partisi olarak tanımlayarak yeni bir platform geliştirme işaretleri veren Prof. Sencer Ayata gibilerinin parti içinde adlarının duyulmasını sağlamıştı. Gürsel Tekin ve halkla birleşme adına daha Baykal döneminde öne çıkarak “öncülüğü”nü yapmayı üstlendiği “çarşaf” ve “örtünme”yi de kapsayan “irticaya karşı mücadeleyi yumuşatma” ve liberal bir yön tutma yönelimi de bu açıdan anılmayı hak etmektedir. Baykal’ın ardından bu eğilim gelişmiş ve Ayata’nın yanında, aralarında Demirel’ci olarak tanınmış, siyaseten Kemalist, iktisadi bakımdan neoliberal Süheyl Batum gibi “hocalar”ın da olduğu partiye yeni katılımlarla güç kazanmıştır.

Kılıçdaroğlu’ysa genel başkan olmuş ve davulu boynuna asmıştır, ama anlaşılacağı gibi “tokmak” başkalarının elindedir. Baykal’ın son döneminde yerel seçimlerde İstanbul’da birlikte çalıştığı G. Tekin’i “ikinci adamı” belleyip, ayağı örgütten kesik olarak “üstte”, Meclis’te grup başkan vekilliği yapmış bürokrasiden gelme bir kişi olarak, tanımadığı örgüt içinde, ona dayanarak ilerlemeyi seçmişti. Dürüstlük tartışması bir yana kendi adına savunduğu, başını çekerek genel başkanlığa yürüdüğü politikalar da yoktu, politik platform ve savunucuları da. Bu durum, ilk kararsızlıkları koşulladı. Ortaya koyduğu tutumlar, söyledikleri ve genel başkan olarak açıklamaları, anında, kendisini kuşatmış Savcı hizbin tepkisini çekiyor ve yalanlanıyordu. Sav, “partinin sahibi” olduğunu düşünüyor, öyle davranıyordu; “ben ne dersem o olur” havasındaydı, sonunda isyan ettirdiği Kılıçdaroğlu’yla “kılıçlar” çekildiğinde yaptığı ve “kim ki o?” dediği, burnu Kaf dağındaki ilk açıklaması buna kanıttı.

Ama tabii –Sav ne denli kaale almıyor havasında olsa da– Kılıçdaroğlu sonuçta genel başkandı ve başkanlık yetkileriyle, Baykal’ın, kendisi için yenilediği tüzük vardı. Üstelik arayış ve beklenti içinde olan halk –ya da daha ziyade “kamuoyu” demeliyiz– “bir umut” tutumuyla Kılıçdaroğlu’ndan yanaydı, şüphesiz, bu kamuoyunun oluşumunda “aslan payı”nın sahibi, Hükümet yanlısı olanların dışındaki medya da. CHP delegeleri ve “ileri gelenleri”, yönetim kademelerinde yer tutanlar, evet, ezici çoğunluğu Ö. Sav tarafından bulundukları yerlere getirilmişler, atanmışlardı; ancak “hava”nın değiştiğini, rüzgârın Kılıçdaroğlu’ndan yana estiğini, on yılların iktidar ve dolayısıyla ikbal hasretiyle dolu olanlar görüyor ve geleneksel “güçlüden yana” tutumlarını bir kez daha alıyorlardı.

Kılıçdaroğlu, yeni tüzükle düzenlediği Olağanüstü Kurultay’la Sav hizbini tasfiye ederek, en yüksek organ olan Parti Meclisi’ni bildiği gibi belirledi. Artık yetki fiilen de kendisindeydi.

Yetkiyi sadece kağıt üzerinde değil fiilen de ele almıştı Kılıçdaroğlu, ancak bu yetkiyi nasıl kullanacağı, ne yapacağı, uygulamaların ne olacağı, hangi politikaları, hangi kadrolarla yürüteceği, partiyi hangi “mücadele platformu” üzerinde hareket ettireceği meçhuldü. Ülkenin geleceğine ilişkin iddialarla geliştirilmiş planlı programlı bir hareketin başındaki örgütleyicisi olmadan, tamamen hazırlıksız başkan olmuştu.

CHP tarihinde, ilk hazırlıksız genel başkan olduğu kesindi; yönetimi ele alanlar içinde de belki hazırlıksız olan yine tek kişiydi. Parti-içi gruplaşmalar/hizipleşmeler ve aralarındaki hesaplaşmaların gelenek oluşturduğu CHP, tarihinde ne yöneticiler görmüş, kaç tanesi hiç iz bırakmadan gelip geçmişlerdi. Ama ne denli “dişe dokunur” işler başardıkları, partilerine ve hele ülkeye bir yararları olup olmadığı ve gerçeklere ne denli uygun düşen politikalar izledikleri bir yana bırakılırsa, başkan ve genel sekreterler bakımından kural oluşturan, belirli politik tutumlara ve bunların dayanaklarına sahip olmaları, belirli bir süreçte sahiplik ettikleri politik platformun yürütücülüğünü yapabilecek deneylerden geçerek geldikleri yönetici mevkilerde ne yapacaklarını az-çok bilmeleridir.

İki örnek verelim.

İNGİLİZ-ALMAN YANLILIĞI ÇEKİŞMESİ

Birinci örnek nispeten eski tarihlidir, II. Emperyalist Savaş dönemine ilişkindir.

1930’lar boyunca, büyük emperyalist devletlerarasındaki pazarlar, hammadde kaynakları ve topraklarıyla birlikte dünyayı paylaşmaya yönelik rekabetin ürünü olan dünyadaki büyük saflaşma Türkiye’ye de kendisini dayatmış ve üst sınıflar arasındaki bölünme, burjuvazinin, cılız anti-emperyalist tutumlarını da geride bırakıp emperyalizmle birleşme yönünde ciddi ilerlemeler sağlamış olmasından da beslenerek, buradan derinleşmeye başlamıştı. Emperyalist savaş, tüm dünyayla birlikte, başlıca savaş alanının göbeğindeki Türkiye’ye, kuşkusuz burjuvazisine kendisini ve genel emperyalist ilişkileri dayatmakta; iki emperyalist kamptan da burjuvaziye ve hükümetle, hükümet partisi olan CHP’ye yönelik baskı, burjuvazinin emperyalizmle birleşme sürecini geliştirici etki yaparken, birbirine karşı silah çekmiş iki düşman emperyalist kampın varlığı manevra alanını büyütmekteydi. Ancak Türkiye’nin pozisyonu bıçak sırtındaydı. Savaş kapıdaydı ve ülkeye yönelik işgal tehdidi küçümsenir gibi değildi; ama yine de iki rakip düşman emperyalist kamp birbirlerini dengeliyor ve Türkiye’nin “tarafsızlık” siyaseti izlemesini olanaklı kılıyordu.

M. Kemal’le başlayan “Batı demokrasileri”yle, İngiltere ve Fransa’yla yakınlık politikası, bu iki ülkeyle imzalanan dostluk anlaşmasıyla pekiştirilmişti. Ancak Hitler Almanya’sının ürkütücü gücü ve saldırgan politikaları Türkiye’de etkilerini göstermekte gecikmedi ve faşizm yanlısı bir akım, hem Turancılık adı altında, hem de CHP içinde ve yönetici katlarında ortaya çıktı. Daha ’36’da İtalya’ya bir inceleme gezisi yapan CHP genel sekreteri Recep Peker, Türkiye’ye, elinde, TBMM’nin üzerinde bir “faşist Konsey” kurulmasını öneren raporla döndü. İ. İnönü’nün de onayladığı rapor M. Kemal tarafından reddedilirken, önce Peker ve bir yıl içinde, buradan başlayan sürtüşme sonucunda, İnönü görevlerinden alındılar.

Yine de kendisini Alman yanlılığına tam kaptırmayanların başında İnönü vardı. “Tek şef”lik ve faşizme özgü önlemler geçerliydi, faşizmin etkisi kesindi; ancak İngiliz-Fransız ittifakıyla olan geleneksel ilişkiler de az köklü ve kolaylıkla izleri silinebilir türden değildi. Almanya’nın Fransa’yı işgaliyle NAZİ etkisi ve eğilimleri büyür ve İngilizlere eğilimli Refik Saydam hükümetinin yerini Almancılığı belirgin Şükrü Saraçoğlu hükümetinin almasıyla hükümet katına taşınırken, İnönü, Abdülhamit’ten kalma geleneksel “denge politikası”nı elden bırakmadı; Kâh Almanya’ya kâh İngiltere’ye yanaşan bir denge politikası izledi. Belirleyici olansa, birbirleriyle boğazlaşmakta olan emperyalistler arasındaki güç ilişkileriydi. Önce Alman yanlılığı ağır basarken, özellikle Stalingrad yenilgisi sonrası, Churchill’in Türkiye’nin savaşa İngilizler safında katılmasını dayattığı, İnönü’nünse silah talepleriyle zamana oynadığı Churchill-İnönü görüşmeleriyle ağırlık kazanan İngiliz yanlısı “tarafsızlık” oldu.

Önceleri Alman yanlılığının başını çeken, Varlık Vergisi’nin Nazi toplama kampları türünden “çalışma kampları”yla özellikle Türk/Müslüman olmayanlara yöneltilmesinin sorumlusu Saraçoğlu, İngiliz gücü ve etkisinin ağır basmasıyla, bu kez, geleceğin “Başbuğ”u Türkeş’in de aralarında bulunduğu Turancılar’a yönelik kampanyanın yürütücülüğünü üstlendi. Henüz burjuvazi ve temsilcileri, dışarıdaki “büyük patronları” “satacak” denli, emperyalistler arasında manevraları olanaklı kılan “ulusal” niteliklerini tümden yitirmemişlerdi. Ancak uzunca bir dönem, ülke ve “kurucu ve yöneticisi” CHP içindeki saflaşma İngiliz ve Alman yanlılığı biçiminde belirlenmiş, parti içi mücadele, bu eksende yürümüştü.

Almanya’nın yenilgisiyle birlikte “Batı demokrasileri” ile iyi ilişkiler kurma işini, öncenin faşizm özentilisi Recep Peker’in kurduğu hükümet üstlendi. Ancak bu kez, iş, kolay ve tek parti çatısı altına sığacak türden değildi. Nazi’lerin yenilgisi ve “Batı demokrasileri”nin yükselişiyle zorunlu hale “demokratikleşme” ihtiyacı, yeterince ılıman davranamayıp “geçiş süreci”ni yürütemeyen R. Peker hükümetini devrilişe götürmüş, ardından ilk olarak H. Saka, o da “beceremeyince”, dinci Ş. Günaltay hükümetleri kurulmuş, bunlar iz bırakmadan gelip geçen başbakanlar olduktan sonra, bir süre parti içinde muhalefet yürüterek kopup yeni parti kuran ve 1950 seçimlerini kazanan “demokrasi” havarisi DP ve özellikle “Küçük Amerika olacağız” sloganıyla “demokratikleşme” program ve platformlarını kendisinden aldıkları Amerikan emperyalizmine bağlanmış Bayar-Menderes geldiler ve iz bıraktılar.

Refik Saydam’la Şükrü Saraçoğlu ve sonra Bayar’la Menderes, her biri, belirli büyük emperyalist devletlerden yana politikalar izliyorlardı ve dolayısıyla feyz ve akıl aldıkları yerler ve ülke içinde de dayanakları vardı; buradan kadrolaşmışlardı da. Hazırlıksız oldukları söylenemezdi.

ECEVİT’İN YÜKSELİŞİ

İkinci örnek, Ecevit, parti içindeki yükselişi, İsmet İnönü’nün elinden genel başkanlığı alması ve “ortanın solu” platformudur. Tarih, 27 Mayıs sonrasıdır ve Ecevit’in hazırlığı ve “tırmanışı” neredeyse bir on yılı bulmuştur.

27 Mayıs ve hemen sonrası, burjuva devlet aygıtının temel kurumu olarak ordunun hem açıktan siyaset yaptığı hem de bununla da bağlantılı olarak ciddi biçimde birbirine düştüğü; bir yanda generaller, bir yanda darbeyi vurup iktidar “ipi”ni ele geçirmiş olan ve hemen her biri farklı siyasal eğilimde 37 alt rütbeli subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi, çeşitli cuntaların birbirleriyle çekiştiği, iki başarısız darbenin gerçekleştiği bu dönem, ülkeyi yönetenlerin, egemenlerin en fazla dağınıklık içinde olduğu dönem olarak tarihe geçti ve birleştiricilik rolünü, tüm gruplaşmaların kesişme noktasında yer tutan CHP, özel olarak da İnönü üstlendi.

Sonunda, MBK’nın 14 üyesini ülke dışı “görevler”e sürerek tasfiye eden ve T. Aydemir liderliğindeki iki darbeyi bastıran CHP ile birlik oluşturmuş Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel etrafında birleşen ve giderek yeniden hiyerarşik yapıyı oturtmaya girişen grup, yönetimi elde etmiş ve “bekareti bozulmuş” olsa bile, “çok partili demokrasi”nin devamında karar kılınmıştı. DP kapatılarak, yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis teşkil edilmiş; İnönü’yle eski genel sekreter Kasım Gülek başta olmak üzere CHP’liler bu meclise seçilmişlerdi.

Ancak bu dönem CHP’nin iç tartışmalarının da kızıştığı bir dönem oldu. Ekim ’61 Seçimleri’nin ardından kasımda kurulan ilk koalisyon hükümetinin Başbakanı olan İnönü, ilki seçimlerden önce, ikincisiyse ’62 sonunda yapılan Kurultay’larda yeniden genel başkan seçilirken, bu kez karşısında “fazla” demokrasiden yana olmayan Gülek-Erim* hizbiyle askerlerle yakın duran “Üçüncü Dünyacılar” vardı. İç mücadele, ’59’da genel sekreterlikten istifa edip ’61’deki kurultaydan önce kendi hizbinin başında muhalefetini tırmandıran K. Gülek’le birlikte N. Erim’in ’62 Kurultayı’nda CHP’den geçici ihracıyla sonuçlandı; İnönü, “tek şeflik”ten sonraki en güçlü günlerini, “yeniden diriliş”ini yaşıyordu. Ama ancak üç koalisyon hükümeti kurarak ve kısa bir süreliğine yönetebildi ülkeyi.

CHP’deki parti içi mücadele, 62’de, ihraçların yanı sıra İnönü’nün adayı Kemal Satır’ın Genel Sekreter olmasıyla sonuçlanmıştı. Ama aynı Satır, ’65 Seçimleri’ne giderken partisinin İnönü’nün ağzından ilan ettiği “ortanın solu”na karşı çıkacak ve Gülek’i tasfiye eden ekibin (ve tabii ki İnönü’nün) genel sekreteri olmasına rağmen, ondan farksız bir tutum izleyecek, hatta daha ileri giderek, sonunda, 27 Mayıs’ın ünlü SBF’li profesörü, Aydınlar Ocağı’nın kurucularından Turhan Feyzioğlu ve Ferit Melen ile birlikte ayrılıp Güven Partisi’ni kuracaktı. Tıpkı Alman ve İngiliz yanlılığı arasındaki çekişme gibi, parti içindeki gerici klikler sürekli çekişme halindeydiler; İnönü’yse, bazen şu, bazen bu kliğe yaklaşarak, onların üzerinde yer alıyor, partinin hâlâ belirli ulusal tutumları da kapsayan, halka karşı anti-demokratik genel yönünü belirliyordu.

Ancak ülkenin 27 Mayıs’ın ardından ’60’lardaki durumu, başlıca devlet organlarının zaafa uğramasıyla oluşan az-çok demokratik ortam, özellikle gençliğin ve giderek halkın, işçi ve köylülerin kendi talepleriyle mücadeleye atılmaları, TİP’in sosyalist sloganlarla parlamentoya girmesi, üst sınıflar arasındaki bölünmenin süreğenliği, TÜRK-İŞ’in kontrol altında tutulamaz olan bazı sendikaları tarafından DİSK’in kurulması gibi gelişmeler, emekçi kitleleri ve gençliği yedeklemek üzere gündeme getirilen “ortanın solu” çizgisinin “yukarıdan” planlananın ötesine kayarak, CHP’de ilk kez “İsmet Paşa”nın otoritesini sarsacak hal almasını koşulladı.

AP ve Genel Başkanı S. Demirel başta olmak üzere, “sağ” muhafazakâr muhalefet ve özellikle yeni yeni palazlanmaya başlayan faşist parti tarafından “Ortanın Solu Moskova’nın yolu” olarak suçlanan CHP’de “solculuk” çığırını İ. İnönü açmıştı. Ancak avangardı, 27 Mayıs sonrası her üç İnönü hükümetinde de Çalışma Bakanlığı yapmış olan Bülent Ecevit’ti. Başlangıçta Zonguldak maden işçilerine verilmesini sağladığı sabun ve havlu ile “emek-yanlısı” olarak ünlenen ve bu durumu değerlendirerek sürekli olarak Zonguldak’tan milletvekili seçilen bu şair ruhlu “sola açık” Robert Kolejli (okunduğu gibi yazmalı) (üniversite olmadan önceki Boğaziçi’nin adı), şimdiye kadar CHP içinde etkili olmuş her öne çıkmış kişi gibi, İnönü’nün korumasında ve ona dayanarak yavaş yavaş kendi ekibini örgütlemeye başladı. Elindeki anahtar, “ortanın solu” olarak ortaya atılmış yeni yönelimdi. Bu, dünyada yeni olmayıp kullanıla kullanıla çoktan eskimiş olan “sosyal demokrasi”den başkası değildi.

Kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişmeye başladığı Türkiye’de, hele, 27 Mayıs sonrası gibi az-çok demokratik bir ortamın ve “sol”a açılmanın geçerli olduğu, gençlik başta olmak üzere, halk kitlelerinin demokratik tutumlardan etkilenmeye ve kendi talepleriyle mücadele alanına çıkmaya yöneldikleri, sosyalist parti olarak TİP’in kurulup parlamentoya 15 milletvekili soktuğu koşullarda, kendi bağımsız örgütlenmelerini sağlamaya ve kendi bağımsız politikalarını geliştirmeye girişmelerinin önünü kesmek için “sol”, “demokrasi”, “emek” ve hatta “sosyalizm” gibi kavramları kullanan, halkın taleplerini sahiplendiğini ilan eden/görüntüsü veren, dolayısıyla örgüt ve mücadelelerini kontrol altına alıp yedeklemeyi amaçlayan bir “yeni” politika türüne ihtiyaç baş göstermişti.

Bu “yeni” politikayı İ. İnönü ortaya attı, ama örgütlenmesi de içinde tüm yükünü Ecevit üstlendi. Yüksek sesle savunucusu, çağırıcısı olduğu kadar, çağrıyı doğru bulanların etrafında toplandığı “merkez” durumundaydı da. Ecevit’in kendisi “ortanın solu”-sosyal demokrasi hareketinin gelişmesi sürecinde Ecevit olurken, hareketi de bizzat oluşturup ilerleterek yükseldi. Hareketi kendi etrafında merkezileştirdi, geliştirilen politikalarında imzası olduğu ve bildirilerini kaleme aldığı gibi, “ortanın solu” hareketinin misyonerliğini de yüklendi.

“Ortanın solu” sloganıyla girilen ilk seçimlerde, ’65’te AP zafer kazanırken, CHP %30’un altında kalarak ciddi bir yenilgiye uğradı. ’69 seçimlerinde de yine oy artıramadı. Aradaysa, ’66’da Ecevit genel sekreter seçilmiş, 69 seçimleri onun da yenilgisi olmuştu. Ancak mazur görüldü; çünkü Ecevit’in genel sekreterliği, İnönü’nün desteğini almakla birlikte, parti içi ciddi bir çatışmanın ortasında gerçekleşmiş; Ecevit “sol” kanadın önderliğini üstlenir ve artık kendi hizbini örgütlemekte ileri adımlar atmaya girişirken, “Göbekçiler” diye bilinen ve T. Feyzioğlu ve eski genel sekreter K. Satır’ın başını çektiği “sağ” kanat ciddi direniş göstermiş ve Ecevit’in yükselişini önleyemezlerken, son atakları olarak toplantıya çağırdıkları ’67 olağanüstü kurultayında da yenilgiye uğrayınca CHP’den ayrılıp bir süre sonra da kendi partilerini kurmuşlardı. Bu parti ve kadroları sonradan 12 Mart 71 Muhtırası’nın ürünü olarak kurulan hükümetlerin başlıca dayanakları arasında yer aldı.

12 Mart faşist darbesi kendisine başbakan olarak N. Erim’i seçti. Ardından da, Feyzioğlu’nun yardımcısı F. Melen geldi. 12 Mart’ın Demirel ve AP’sini de, kurulmasını istediği hükümete bakan vermeye zorlarken, asıl dayanaklarını CHP içinde arayıp İnönü’nün “eski göz ağrıları”nı hükümetin başına çağırması, zaten en başta gözettiği şey “devletin bekası” olan ve bunun için demokratik-anti demokratik yöntem tartışmalarını lüks bulan İnönü’nün, darbe sürecinde “içeriden” etkili olarak kendi ağırlığını ve yönlendirici gücünü artırma ve giderek darbeyi kendi yanına çekme hesabı yaparak, özellikle militan tutumlar geliştiren gençlerin başını çektiği, “çizgiyi aşan” halk muhalefetini bastırmayı ve bu işi beceremeyen “rakibi” Demirel’i ve partisini hükümetten uzaklaştırmayı hedefleyen 12 Mart darbecilerini desteklemesine yetti.

İ. İnönü, parlamentonun kapatılmamış olmasını ve bunun “demokrasiye dönüş” için yeterince güçlü bir zemin oluşturduğunu gerekçe göstererek12 Mart muhtırasıyla kurulan yarı-askeri faşist rejimi desteklerken, Ecevit, kendisini “Karaoğlan” yapacak şeyi yaptı, İnönü’yle anlaşmazlığını ilan edip darbeye karşı çıkarak, genel sekreterlikten istifa etti.

CHP bir kez daha ve bu kez o güne kadar olanlardan daha derin şekilde karışmıştı. Ecevit, “ortanın solu”nu, en başından beri il il ilçe ilçe gezerek örgütlemekte, kadrolarını oluşturmaktaydı ve hareketin gerçek önderi durumundaydı. Genel sekreterlikten istifası, İnönü’ye muhalefet ve açık bir çatışma ilanıydı ki, Ecevit, buna uygun davrandı. Köşesine çekilip oturmadı, yaklaşan Kurultay öncesi düzenlenen ve önemlilerine şahsen katıldığı ilçe ve il kongrelerinde kendi listelerini çıkarmaya ve çoğu kongreyi “İsmet Paşa’ya rağmen” kazanmaya başladı. Ciddi bir iç mücadele için fazlasıyla yaşlanmış olan İnönü geç kalmıştı; ancak yine de son kozunu oynayıp Olağanüstü Kurultay’ı çağırarak*, “ya ben ya Bülent” diye bitirdiği bir konuşma yaptı, ama yaklaşık 200 oyla kaybetti. “Milli şef” buna katlanamazdı, iki gün sonra kendi kurduğu partinin genel başkanlığından istifasını açıkladı ve bir hafta sonra Genel Başkan seçimi için yapılan bir diğer olağanüstü Kurultay’da Ecevit, CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu.

Partiyi mücadeleyle ele geçirmiş, geçirirken, hem “ortanın solu/sosyal demokrasi” içerikli ideolojik-politik yenilenmeyi hem de kadrosal yenilenmeyi gerçekleştirerek yeni bir hareket oluşturup başında yürüyüp gelmişti.

Bayrak açmasının zamanını da iyi kollamış; bütün bir toplumsal harekete, talep ve mücadeleleriyle birlikte gençliği, işçi sınıfını, köylülüğü hedeflemiş, Türkiye’nin öne çıkmış çok sayıda aydınını da tutuklayarak “balyoz”la demokratik hareketi ezmeye yönelmiş bir faşist darbeye karşı çıkarak, ezilen ve demokratik tüm güçlere kol-kanat germe pozisyonu almış görünmüştü. 12 Mart darbesine muhalefeti ve eleştirileri, gençler ve işçiler işkenceden geçirilip öldürülür, idam edilirken toplumsal hafızaya kazınıyor, sömürülen ezilen halkın vicdanında yer tutuyordu.

12 Mart zaten devrimci harekete, halk hareketine ciddi bir fiziksel darbe vurmuş, örgütlenmeleri dağıtmış ve sendikal mücadeleyi engellemişti; ancak beyinleri teslim alamamış ve umutları ezip yok edememişti. Devrimciler halkın yüreğine yerleşmiş, simgeleşmişlerdi. 12 Mart fazla uzun süremeyip geriye çekilirken, halk hareketi eskisinden daha güçlü şekilde ileri atılışa geçti, devrimci amaçlar eskisinden güçlü ve yaygın hareketlere dönüşmekteydi.

Ecevit ve “ortanın solu” ya da sosyal demokrat hareket, 12 Mart’a karşı aldığı muhalif tutuma yaslanıp, toplumsal hareketin, düzeni hedefleyen demokratik haklar talep ederek ve 12 Mart karşıtı anti-faşist yükselişini görerek, bu tutumu geliştirmeye ve 68 halk hareketinin prestijini kendi hesabına yazarak halkı ve gelişmekte olan hareketini yedeklemeye yöneldi. Ecevit CHP’sinin birinci parti olarak çıktığı 1973 seçim başarısı, tamamen bunun ifadesi oldu. Örgütsel olarak yenilmiş, ama ezilmemiş ve ideolojik olarak yenilgiye uğratılarak umutları kırılamamış halk ve yeniden yükselişe geçen hareketini, CHP, “umudumuz Ecevit”, “faşizmden hesap soracağız”, “ne ezen, ne ezilen, insanca ve hakça bir düzen” sloganlarıyla peşine takmayı başarmıştı. Bu, aynı zamanda, devrimci hareketin ideolojik ve politik olarak eksikli ve yeterince iyi örgütlü olmadığının da göstergesi oldu.

Ama işte Ecevit de uğraşıp didinerek, tamamen yürüttüğü politik ve pratik mücadeleye bağlı olarak Ecevit olmuş ve CHP’nin başına hakkıyla geçmişti.

Kılıçdaroğlu’nunsa, bir mücadelenin ürünü olmaktan çok sanki şans eseri olarak geldiği partinin başında sıkıntılar yaşamasından doğalı yoktu.

KEMALİZM’LE LİBERALİZM ARASINDA

Baykal’ın yerine gelen, ancak belirtildiği gibi bu geliş Baykal ve çizgisiyle bir mücadele ve hesaplaşmanın ürünü olmayan, dolayısıyla Baykal başkanlıktan düşmekle birlikte, “etrafı” bir yana, özellikle zamane Kemalizmi olarak tanımlanabilecek dayanağıyla gerici-ulusalcı ve solculuğu dinci gericilikten ibaret saydığı “gericiliğe” (irticaya) karşı mücadeleye indirgeyen “türban” vurgulu çizgisi tüm haşmetiyle yerli yerinde duruyordu. Sorun yalnızca, Baykal’ın kadrosu durumundaki parti yöneticileriyle çalışmaya devam etmekten ibaret değildi, bu da oldu, örneğin Baykalcı avangartlardan Kemal Anadol yerindeydi, Meclis grup yönetiminde fazla bir değişiklik olmadı; ama asıl önemlisi püskürtülen bir-iki türban takılabilirliğine** ilişkin Kılıçdaroğlu açıklamaları bir yana, yılların gerici-ulusalcı çizgisi partiye ve partililerin yaklaşım ve tutumlarına sinmişti. Ve zaten sorun Baykal ve çizgisinden de ibaret değildi. Kılıçdaroğlu’nun da sahip çıkarak vurguladığı gibi, CHP “devleti kuran” partiydi ve kökü M. Kemal ve zamane Kemalizmine dönüşse de onun yaklaşım ve tutumlarına dayanıyordu.

İ. İnönü, zaten M. Kemal’in adına, ama onunla birlikte inşa ettikleri Kemalizm’i savunup öncesi ve sonrasıyla II. Emperyalist Savaş koşullarında uygulamayı sürdürmüş, bir Kemalist “yeniden-doğuş” olan 27 Mayıs’la on yıl aranın ardından yeniden uygulama fırsatı bulmuş; İnönü’den sonra, onu devirerek genel başkanlığı alan, ama Kemalizmi sahiplenmekle birlikte güncel uygulanışıyla, İnönü’nün “devletin bekası”nı her şeyin üstünde tutan, buradan darbeciliği de mazur gören ve “halkçılık”a/popülizme hiç yer bırakmayan çizgisiyle hesaplaşarak ilerleyen Ecevit, hükümet katına da taşımayı başardığı popülist ama yine ulusalcı uygulamalarıyla bir birikim oluşturmuştu. Baykal’sa, 12 Eylül’ün arkasından –zaten 12 Eyül değerlendirmesi ve ona karşı tutumda olduğu kadar 12 Eylül’ün yasakladığı partilerin yeniden kurulması sürecinde anlaşmazlığa düştüğü– Ecevit’in “sola açılma”/sol jargon kullanma ve halkçılık ve darbe karşıtlığı türünden birikimlerini, partinin başına gelen belaların nedeni olarak değerlendirerek, yeniden sol edebiyatı ve halkçılığı tırpanlayarak, darbeler ve darbecilerle içli dışlı olarak devletçiliğe değil ama “devlet adamlığı”na, İnönücülüğe dönüş yapmıştı. Buradan, sağ tandanslılık ve MHP’den ayırt edilmez hale gelen şoven milliyetçilik ve darbeciliği de kapsayarak, halka karşı devlet savunuculuğu türemişti. Her halükârda CHP’de Kemalizmin özellikle ideolojik ve politik mevzileri sağlamdı.

Zaten Ecevit’in popülist “ortanın solu”/sosyal demokrasi atağı da, –tüp, sigara, sana yağı kuyrukları ve Türkiye’nin iflas kapısına dayanmasıyla– başarısızlıkla nihayete ermesinin yanında CHP’yi baştan ayağa değiştirmemiş, ama ilk kez silkelemiş ve bir kısım taleplerinin sözünü ettiği halkı peşine takma eğilimi içine sokup ayağa kaldırmıştı.

Ecevit’in “yeni” “ortanın solu” politikası, ideolojik olarak sınıf işbirliğine dayanabilirdi, öyle oldu. Batı’da “sosyal devlet” taviz politikaları üzerinden şekillenip güç olmuş eskinin Marksist partilerinden sınıf işbirliğinin savunulmasına saparak bozuşmuş sosyal demokrat partiler, özellikle “İsveç sosyalizmi” adı altında model alındı. Ama sorun oydu ki, CHP, Marksist bir kökenden gelmiyordu, tersine, Kurtuluş Savaşı’nın kan ve barutu içinde doğmuş, benimsediği cılız bir anti-emperyalizmden süreç içinde geriye bir miktar “devletçilik”in yanı sıra başlıca “laiklik”/“laikçilik” ve “milliyetçilik” kalmıştı.

Ecevit’in yükseliş döneminde, CHP, kuşkusuz hâlâ cumhuriyetçiydi. Burada bir sorun yoktu; zaten Monarşi’yi savunan bir akım ve kimse de bulunmuyordu, cumhuriyetçilik aşılmış bir tartışmanın adıydı. Peki, “inkılapçı” mıydı CHP? Örneğin 27 Mayıs’ı sahiplenip savunmaktaydı; “inkılapçılığı” bundan ibaretti. Eski anti-emperyalist devrimciliğinden çoktandır eser kalmamıştı. “Halkçı” mıydı? Halkçılığın çekiştirilmesi demek olan “popülistlik” bir yana bırakılırsa, –kurucusu M. Kemal de dahil– CHP, hiçbir zaman halkçı olmamış; ama “köylü milletin efendisidir” türü, gerçeklerle taban taban zıt bir popülizmi yapagelmişti.

Devletçilik ilkesi de, “karma ekonomi” savunusuyla ciddi bir gevşemeye uğramış, ancak “çağdaşlaşma”nın gereğidir diye, “özel teşebbüs”ün “girişimciliği”yle birlikte onun yapamadığı yatırımların üstlenicisi olarak devletin ekonomiye müdahalesi benimsenmişti. Milliyetçilik, devam etmesine ediyor, ancak, eski cılız anti-emperyalizmden geriye kalanlarla daha çok, ülke içinde ve farklı milletlere karşı eşitlikçi olmayan tutumda yansıyordu. Ama hâlâ devletçilikten arta kalanlar, anti-emperyalizmden arta kalanlarla birlikte, örneğin sonradan diğerlerinin yanında bu iki alanda da CHP ilkelerini tamamen sıfırlayacak olan D. Baykal’ın Enerji Bakanlığı’nda “ulusal petrol” politikası ve haşhaşın yasaklanmasına karşı tutum alınmasında kendilerini ortaya koyabiliyordu.

Laiklik, başından beri “laikçilik” olarak benimsenmişti; devlet, Diyanet İşleri aracılığıyla dine müdahale ediyordu, din ve devlet işleri ayrılmamıştı, üstelik devlet dini görevlileriyle ibadet mekânlarının yapımı ve bakımını finanse ediyordu. CHP, M. Kemal’le kontrollü bir din politikası benimsemişti ve bu politika sürdürülüyordu. Ancak “eski” CHP’nin tutumu, AKP’yle tartışmasını Kuran’dan ayetlere, Şeyh Edebali’ye vb. dayandırma çabasına giren Baykal ve dönemiyle, –Alevi olmasına karşın– halka açılma ve propaganda niyetine “siyaseten” Balıkesir-Harran’da Çanakkale Kahramanı Seyit Onbaşı anısına düzenlenen Mevlit’te dua ederken poz verme Kılıçdaroğlu ve bugünle karşılaştırıldığında, yine de daha ileri olduğu söylenebilirdi. Döneminde İnönü ve başka bir CHP’liyi camilerde görmek olanaklı değildi, ayetlerle konuşmazlar, besmele ile bile başlamazlar, ellerini kaldırıp dua ederken poz vermezler; dini amiyane biçimde kullanmamaya özen gösterirlerdi. Bunca imam hatip lisesi ve Kur’an kursu da açılmış değildi, CHP bu konularda henüz “sağlam” dururdu.

“Ortanın solu”nda olunduğunun ilan edilmesiyle birlikte, özellikle Ecevit, “altıok”ta yazılı bulunan, hiçbir zaman gereği yapılmasa bile popülizm olarak uygulanmış olan “halkçılık”ı hatırladı ve parlattı. Halkın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda kendi bağımsız örgütlenmeleri ve politikalarını geliştirmesi kuşkusuz desteklenmedi, önü açılmadı; ancak Ecevit, sendika ve kitle örgütleriyle kendisi ve CHP’nin ilişkilerini geliştirmeye, buralarda güç olmaya ve ekibini yalnızca parti içine değil, ama buralarda da örgütlemeye yöneldi. Bu popülist yönelimini politika düzeyine de yükseltti; CHP tarafından Cumhuriyet tarihi boyunca durmaksızın tekrarlanmakla birlikte tek bir ciddiye alınabilecek adım atılmayan toprak reformu konusunda Ecevit de somut hiçbir girişimde bulunmamasına, bu amaçla bir köylü örgütlenmesinin önünü açmaktan bilindiği gibi kaçınmasına rağmen, topraksız ve az topraklı köylü kitlelerinin toprak talebine gönderme yapan “toprak işleyenin, su kullananın” sloganıyla, kendisini ve CHP’yi, kendisinden solda olanlarla, düzenledikleri mitinglerde bile ayırmaya özen göstermesine rağmen “solculuğumuzun sınırı halk çizer” iddialı tutumu, onundur ve halk içinde dayanaklarını geliştirme tutumunu yansıtıp ifade ettikleri tartışmasızdır.

Bu “halkçı” görüntü, Kemalizm’le sosyal demokrasiyi tek bir parti olarak bağdaştırma çabasına çimento görevi yapmak üzere çağrılmıştı.

Olanca görüntüselliğine karşın, Ecevit’le birlikte, CHP, ilk kez ruhuna sinmiş seçkincilikten, elitizmden halka doğru bir adım atmaktaydı. M. Kemal ve İnönü ile, “halk”, ne derse ve ne talep ederse etsin, “yukarıdan” göründüğü gibiydi; onun adına kararları hep CHP’nin seçkinleri vermişti. Kendisi de kuşkusuz bir seçkin olan Ecevit, şüphesiz halkın adına kararları partisinin –tabii ki kendisinin– vermesinde ısrarı sürdürdü; ama –halkın mücadelesinin yüksekliği ve devrimci mücadelenin birikimlerinin zorlamasıyla– bir yandan çeşitli sektörleriyle halkın taleplerinin sözünü daha çok etti, diğer yandan da, “sırça köşkler”den dışarıya bir adım atıp halkla toplantılar düzenlemeye ve halkın arasında dolaşmaya önem verdi. Bu tutum, “muhalefette örgütlenme”nin zorunlu koşullarından sayılmalıdır.

Ama işte Ecevit, zaten “umdeleri”nden geriye pek bir şey kalmayan, ama cılız anti-emperyalizmini de yitirerek gericileşip zamane Kemalizmi halini alan Kemalizmi, sol jargon ve edebiyatın ötesine geçmese bile halkçılık ve darbe karşıtlığıyla dengelemeye girişmiş, adını da “ortanın solu”, “sosyal demokrasi” ya da “demokratik sol” takmıştı.

Şimdi Kılıçdaroğlu’nun elinin altında böyle bir birikim var: M. Kemal’den Ecevit’e epey “derin” bir külliyat, küçümsenmeyecek etkileri olan bir birikim. Kılıçdaroğlu’nun hem avantajı hem de dezavantajı olan bu birikim, bir yandan dayanağı ve üzerinden hareket edeceği zemin durumundadır, bir yandan da çerçeve dışı farklı herhangi adımlar atmaya niyetlendiğinde hesaplaşmak zorunda olduğu, kendisini engellemeye yönelik bir kuşatma.

Tercih edecektir: Ya az-çok farklı bir yol tutmadan, aynı politikalar ve platformla Baykal’ın yolundan yürüyecektir. Ama bu ölüm fermanını kendinin imzalamasından farksızdır: Kılıçdaroğlu, “Baykal’la olmuyor” yargısının genelleşmesinin ürünü ve bir “alternatif” arayışı ya da beklentisinin “yanıtı”dır. Dolayısıyla bu şansa sahip değildir: Değiştirecektir, değiştirmek zorundadır. Ama o durumda da zordadır; çünkü Kemalist kuşatma altında bulunmaktadır. Sadece, bir miktar yumuşatarak Baykal’ın “avukatlık” tutumunu sürdürmekte olduğunu yansıtan Soner Yalçın’ın gözaltına alınmasına verdiği amacını fazlasıyla aşıp ciddi bir “pot kırma” olarak da kullanılan “Suçlama Ergenekon terör örgütüne üye olmak. Bu örgüte nasıl üye olunuyor, bir türlü çözemiyorum. Nerede bu örgüt? Gidip üye olacağım. Ama yok ki böyle bir örgüt.” tepki değil! Kendi yeni yönetimini belirlerken olduğu kadar, milletvekilliği için tercih ettiği görülen isimler de, Kılıçdaroğlu’nun bu “kuşatma” ile bir derdinin olmadığı, onu bir dayanağı olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Örneğin Baykal kenara itmişken kendisinin yükselttiği Muharrem İnce “sağlam” bir Kemalisttir. Cumhuriyet eski yazarı M. Faraç ise daha da “sağlam”dır. Ya da başlangıçta genel sekreter yapacak kadar güvendiği anlaşılan, ama sonra yumurta atan öğrencilere “faşistler” diyerek başlattığı “pot” kırmalarla bu işi yapamayacağı belli olan Süheyl Batum da öyle. O kadar ki, ilk kez o, Ergenekon tutukluları M. Balbay ve T. Özkan’ın milletvekilliklerini CHP’ye dayatmıştır. Zaten eskiden kalma bu tür isimler öylesine çoktur ki, örneklemeyi sürdürmek gerekmemektedir. Ama daha öteleri de vardır: Zamanında “militan” birer Ülkü Ocaklı faşist olan Sinan Aygün ve Mehmet Haberal, hayatlarının hiçbir döneminde “sol”a ve halka eğilim göstermemişler, ama yönetim katında geniş bir kabul görerek Ergenekoncu ekipten milletvekili adayları arasında yer almışlardır.

Sadece kişiler ve ekip değil, yaklaşım da bu yöndedir ve olan-biten Kılıçdaroğlu’nun Kemalist ve sair sağ tandaslı ulusalcı  “kuşatma”dan şikayetçi olmadığını ve bu yönlü yaklaşımları değiştirme peşinde olmadığını göstermektedir.

Ama değişmek ve değiştirmek zorunda olduğunu da bilmektedir. Farkındadır ki, eski ve bilindik Baykal’ın yolundan yürüdüğünde sonu hüsran olacaktır. Yine farkındadır ki, Baykal’ın sonu hüsran olduğu için genel başkandır. Bu nedenle, birincisine, Kemalist “kuşatma”ya kılıç çekmek bir yana, onu da dayanağı edinerek, zaten karşı karşıya olduğu ikinci “kuşatma”ya, liberalizme yaslanmayı seçmiş; Kemalizmi liberalizme dengelemeyi çare saymıştır. Bu yönlü bir “açılım” için, daha başından tartışmaya yol açmamak üzere fazla sivri isimler olmamasına dikkat ederek, Baykal’ın önünü kestikleriyle dışladıklarının önünü açmış, “her devrin adamı” olacak türden eski Baykalcı ve Sav’cılardan da katılımlarla Kemalist-liberal dengesini tutturmaya çalıştığı “yeni” bir “takım” oluşturmuştur. Başta “ikinci adam” Gürsel Tekin olmak üzere, genellikle sermayedarlar olan –ikisi de işadamları dernekleri kuruculukları yapmış– Umut Oran’la Erdoğan Toprak, –Kamil Koç Grubu’nun İcra Kurulu Başkan Yardımcısı– Sena Kaleli, –birkaç bankanın genel müdürlüğünden gelme– Mevlüt Aslanoğlu, Merkez Bankası eski başkanlarından Faik Öztrak, liberal iktisatçılardan Hurşit Güneş’in yanlarına S. Ayata gibi “iddialı” bir liberal sosyologla, Enver Aysever gibi liberal solcu bir gazeteci eklenip, İstanbul’un başına da başkan olarak –beceremeyip bir süre sonra istifa eden– A. Doğan grubunun eski CEO’su Nebil İlseven getirilince dengenin kurulacağı düşünülmüştür.

Kılıçdaroğlu, yetinmemiş, “Yeni CHP’de liberallere de yer var” diyerek, sanki liberallerin derdi, sömürünün ve uluslararası kapitalizmin önündeki tüm engellerin kaldırılması, “demokrasi” lafları ardında ABD ve AKP’nin savunulması ve örneğin Libya’ya emperyalist müdahalenin desteklenmesi değil de “özgürlükler”miş gibi, onlara çağrı da çıkarmıştır: “Liberallere şunu söylemek istiyorum: Bizi hep eleştirdiniz. Şimdi yeni CHP’ye biraz daha yakından bakın. Kim demokrasiyi, özgürlükleri, kadın-erkek eşitliğini, temiz ve dürüst siyaseti samimi olarak istiyor? Yeni CHP’de niçin onlara da yer olmasın? Biz Türkiye’nin gerçek anlamda demokrasiye kavuşması için tüm engelleri kaldırmaya kararlıyız. Bu bağlamda liberallerin de desteğini bekliyor, istiyoruz.*

Ancak doğaldır ki, böyle bir “denge” tutturulması kolay ve sancısız olmayacak, “melezleme”, sorunlarla gerçekleşebilecektir.

Patavatsızlığı bir yana, Süheyl Batum’un orduya ilişkin “kağıttan kaplan” saptamasında olduğu gibi sorun, içinden çıkılmaz hal aldığında, sürekli demokrasiden söz açan Kılıçdaroğlu, çözümü, çıkıp “orduyu bir tek kendisinin eleştirebileceğini” söylemekte ve bunu da eski gelen başkanın eski bir talimatına dayandırmakta bulmaktadır.

Ama sorun çoktur: Milletvekili adaylıkları bir sorundur örneğin. Konu, CHP içinde ve yönetim katlarında tartışmalıdır. Daha çok neoliberal –diyelim ki etki altındaki– kanat, başlarını çekiyor görünen G. Tekin Ergenekon “kökenli” adaylara mesafeli görünmekte; ama o da “12 Haziran seçimlerinde muhafazakar, merkez sağ aday gösterebileceklerini” söylemektedir. “Adaylık için sosyal demokrat olmak şart değil. CHP ilkelerine sıcak bakan herkese kapımız açık. Temel ilkelere karşı çıkmayan, bizden farklı aday da olabilir” düşüncesinde olan Tekin, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz ile Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu’na CHP’den milletvekilliği çağrısı yaparak, “Saflarımızda olurlarsa mutlu oluruz* demektedir. Ergenekon tutukluları olmasa bile “sağa açıklık” ve “muhafazakârlarla yakınlık”ta fikir birliği var görünmekte; ancak bir “birlik”in içinin nasıl doldurulacağında çekişilmektedir: Ergenekon’dan yargılanan sağcı/muhafazakârlara mı daha yakın durulacaktır, neoliberal sağcı ve muhafazakârlara mı – bu konuda tartışma vardır.

Ancak genel olarak “devletçilik”in ilke düzeyinde de savunulmasının çoktan tarihe karıştığı, Baykal’ın özelleştirmeciliği program maddesi haline getirdiği, taşeronlaştırma türü esnek çalışma biçimleriyle “yeni iş yasası” ve sendikasızlaştırmayı dayatan yeni sendikalar yasası çıkarılırken parmağını kımıldatmayan CHP’de şimdi neoliberalizmin daha ileri uygulamaları bakımından toprak sürülmüş durumdadır. Gelişkin halk hareketlerinin olmadığı koşulların ürünü olarak, Baykal Ecevit deneyiminden fazla sola kayıldığı ve halkçılıkta ileri gidildiği sonucu çıkararak dümeni MHP’yle farkın silikleşeceği ölçüde sağa kırmış, halkla, sendikalar türü kitle örgütleriyle bağlar koparılmış, işçi ve emekçi taleplerinden uzak durmaya özen gösterilmiş, Ecevit’in iki darbeye karşı çıkarak zedelediği CHP’nin, ordu ile geleneksel ilişkileri onarılarak devlet partisi olarak örgütlenmesi yenilenmişti. Şimdi de CHP’yi fazla ulusalcı zamane Kemalisti bir devlet partisi haline getiren Baykal’ın başarısızlığından küreselleşme ve sonucu olarak “kaçınılmaz hale gelmiş” kabul edilen neoliberal politikalarla araya fazla mesafe konulmuş olması hata sayılmış ve Kemalizme liberalizm aşısıyla sorunun halline çalışılmıştı.

“İtici” Baykal’ın başarısızlığı, neoliberaller tarafından “devlet” yanlısı Baykal çizgisinin başarısızlığı olarak yorumlanmakla kalınmadı; ama yerine sözde “birey” yanlısı, “devlet karşısında birey’in hakları” savunmanlığı, öyleyse “sivillik” dedikleri şey, bir yanıyla “sivil toplum örgütü” saydıkları cemaatlere, tarikatlara yakınlık bir yanıyla da “darbe karşıtlığı” ve “demokrasi” adına birkaç on yıldır Dünya Bankası tarafından ileri sürülmekte olan yerelleşmeden kentsel dönüşümcülüğe, büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak ne varsa, onların savunuculuğunun geçirilmesi için CHP dışarıdan da güdümlenmeye uğraşıldı. Sermaye savunucuları, AKP yandaşı ya da liberal solcu hemen tüm kalemşorlar CHP, bu yönde adım atmaya yöneldiğinde sevinçle desteklediler, aksi durumdaysa eleştirdiler. AKP’ye bir “alternatif” arayan büyük sermaye, kuşkusuz yüzünü halka ve taleplerine dönecek, gerçekten halkçı bir CHP istemeyecekti, istemiyordu; öngördüğü gerektiğinde kendi işini görecek, ama “halkçılık” edebiyatı yaparak her halükarda Erdoğan ve AKP pervasızlığını frenleyecek bir CHP’ydi. Bu nedenle CHP, Kemalizmini törpülemeye yöneldiği politik platformuna liberalizm takviyesi yaptığı her durumda sermaye tarafından övüldü, övülüyor.

Sosyal demokrasi, zaten Batı’da ortaya çıkış koşulları hatırlandığında, sömürenle sömürücüler arasında sınıf işbirliğini öngören liberal bir işlev yüklenerek tarih sahnesine katılmış; ancak asıl gelişimini, II. Savaş sonrasının “sosyal devlet” uygulamalarını dayanak edinerek göstermişti. Sınıf işbirliğini öngören liberalizmden; bu kez sömürülenleri ve taleplerini görmezden gelen, halkı yatıştırmaya yönelik de olsa tüm iyileştirme (reform) önlemlerini fazladan masraf kapısı sayan ve azami kârın önündeki tüm engellerin temizlenmesini boynunun borcu bilen tüm pervasızlığıyla neoliberalizme geçiş kolay olmasa bile, iki tür liberalizm de sermayenin çıkarlarının yüce bilinmesi gibi bir ortak paydaya sahipti. Ecevit’in uzlaşmacı reformist liberalizmiyle yaşattığı ilk deneyimden akılda kalanlarla, özellikle Ecevit halkçılığına yapılan göndermelerle, onun Kemalizmle liberal reformizm arasında tutturduğu denge ve ikisini birbirine ekleyerek ilerlemesi, bu kez neoliberalizmle Kemalizm arasında bir denge tutturularak, yeniden denenmeye “karar” verildi. “Kararlaştırılmak”tan çok, sürüklenilerek kendiliğinden bu yola girildiğinin söylenmesi herhalde daha doğru olacaktır.

Birincisinden Türkiye’ye özgü Kemalizm-sosyal demokrasi kırması bir melez türemişti. İkincisindense Blair’in “üçüncü yolu” soslu bir melezin melezi türeyecek olmalıdır.

KILIÇDAROĞLU’NUN PLATFORMU’NA DAİR

Bu kez merkezi yapıları önemli ölçüde dağılmış hiziplerin yeniden oluşum halinde olduğu “hizipler partisi” CHP’de, çift yönlü “kuşatma” altında melezin melezi bir yol izlemekten başka çare bulunamaması, Kılıçdaroğlu ve CHP’yi fazlasıyla dara soktu.

Ülke gündeminin, birbirleriyle çelişme halindeki sınıflarla etnik, mezhepsel vb. kategorilerin ileri sürdüğü talepler ve buradan yönünü bulan mücadelelerde yansıyan toplumsal siyasal hayatın çatışmalı akışı tarafından dayatılmış sorunları karşısında Kılıçdaroğlu CHP’sinin politika belirleyip tutum alması zordu: Birbirleriyle kesişen parti içi görüş ve yaklaşımlar, –Baykal’dan kurtulma ortak paydasında birlik sağlanmış olsa bile, yerine nasıl bir politik platform konacağının muallakta olduğu ve ötesinde de, önceden bir mücadeleyle böyle bir yenilenme doğrultusunda kazanılıp hazırlanmamış– parti kademeleriyle üye ve oy tabanının –kendisinden kurtulduğuna sevinse de– tutum ve alışkanlıklarıyla Baykal çizgisinin etkisi altında olması, daha “geniş bir zaman”da belki göze alınabilecek bir iç tartışma ve çatışmadan, genel seçimin kapıda olması nedeniyle uzak durma ihtiyacı, CHP’yi politikasız bırakmaktaydı. Ya da “aşağısı sakal yukarısı bıyık” tutumu egemen olmakta; her ne kadar Kemalist-liberal melezi bir yenilenme peşine düşülmüş olsa da, “gak” dense Kemalistler, “guk” dense liberaller mutsuz olacakları ve olumsuz tepki verecekleri için en ehven yol tutulmakta, ülke ve halkın en belli başlı gündem maddeleri sessizlikle geçiştirilmekteydi.

Demokratikleşme, Türkiye’nin, geniş halk kitlelerinin yaşamsal ihtiyacı. Düşünce ve ifade, örgütlenme, toplantı-gösteri, basın vb. özgürlükleri ayak altında çiğnenir; İ. Beşikçi gibi akademisyenlerle çok sayıda “düşünce suçlusu” gazeteci vb. tutukluyken, parti kapatmalar sıradanlaşmış, sendikalar tabela örgütlerine dönüştürülmeye çalışır, sendikalaşmaya çalışan işçiler işten atılırken, küçüklü büyüklü her gösteri gazlı-coplu, hatta panzerli, bombalı saldırıya uğrarken, seçilmiş belediye başkanlarının gelecekleri hükümetin iki dudağı arasındayken ve çok sayıda Kürt başkan tutukluyken, “halkın egemenliği” olarak tarif edilen demokrasiyle çelişerek bürokrasinin/atanmışların egemenliği anlamına gelmek üzere, Merkez Bankası, radyo-TV, şeker, BDDK, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu gibi “halk adına” egemenliği kullanan “üst kurullar”ın yanı sıra subay, polis, hakim-savcı türü asker-sivil bürokratların keyfi karar ve uygulamaları her şeyin üzerindeyken ve hemen tümü örtülü ödenek ve halkın denetiminden kaçırılan çok sayıda fondan finanse edilirken, Hrant Dink Davası başta olmak üzere cinayetin gelip dayandığı devlet memurları “Memurin Muhakemat Kanunu” ile korunup kollanırken, anayasa ve yasalar baştan ayağa anti-demokratik maddelerle doluyken, binlerce kişi faili meçhule kurban götürülmüş… Türkiye’yi tanımladığı iddia edilen “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”nin sadece bir edebiyat ve kötü bir demagojiden ibaret olduğu ortadadır.

CHP bu konularda sessizdir. Çünkü bunların önemli bir bölümü Kemalizm’den yadigârdır. Geri kalanı ise neoliberal uygulamalarla pekiştirilmiştir. CHP’yse ikisinin kuşatması altında kımıldayamamaktadır.

Ancak “iktidara yürüme” iddiasındaki bir partinin ülke ve halkın temel bir gündem maddesi olan demokrasi sorunu karşısında kayıtsız görüntü vermesi, konuya ilişkin politika üretememesi ve çeşitli yönleriyle ilgili ayrıntılı çözüm önerileri ortaya koyamaması olabilecek şey değildir. Ama böyledir: Sağa sola kıpırdayamayan CHP, demokrasi sorununa dair genel “top zıplatmalar” dışında bir açıklama yapamamaktadır.

Uzun uğraşlardan sonra “seçim barajı indirilsin” diyebilmiştir. AKP yandaşı ya da yanaşması sendikacıları AKP yanlılıkları bakımından siyaseten eleştirmektedir; ama sendikalar yasası ya da sendikalaşma uğraşı içindeyken işten atılan işçilerin sahiplenilmesi ilgi alanı dışında kalmaktadır. Son olarak hazırladığı “Sivil Toplum Raporu”nda, CHP, “biz getirdik” övünmesiyle devlet-demokrasi ilişkisi üzerine konuşmaktadır: “Cumhuriyet Halk Partisi, önce cumhuriyet rejimini sonra da çok partili demokratik sistemi getiren bir partidir. Şimdi de çoğulculuk ve katılımcılık temelli özgürlükçü demokrasiyi getirmek için çabalamaktadır. Şimdiye kadar güçlü devlet, zayıf sivil toplum örgütü modeli geçerliydi. Biz ‘güçlü sivil toplum olursa devlet daha güçlü olur’ diyoruz. AKP güçlü sivil toplum değil, baskıcı devlet uygulaması yürütüyor. Gazeteciler bile temel hakları için yürüyorsa o rejime artık demokrasi denilemez.*

Kılıçdaroğlu, Ecevit’ten bu yana “toplumsal”lığından ve toplumsal mücadele konusu olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılarak “özgür birey” soruna indirgenen demokrasi sorununu, bu içeriğiyle belirgin biçimiyle formüle etmiştir: “Sivil toplumun merkezinde özgür insan vardır. Sivil toplum, özgür bireylerin kendi özgür iradeleriyle kurdukları toplumsal birliklerden oluşur. Örgütlü bir toplumun yaşatılması ve güçlendirilmesi CHP’nin en önde gelen siyasi hedefidir. CHP, kendisini bir zümrenin, ırka dayalı bir aidiyetin ya da yerleşik iktidar güçlerinin değil, örgütlü sivil toplumun partisi olarak görür.

AKP karşıtı ajitasyon yaparken Türkiye’de demokrasi olmadığını CHP sözcüleri de söylemekte; ama aynı zamanda “çok partili demokratik sistem”in CHP tarafından getirildiğinden söz açmaktadır. Bu bir yana, işin kolayına kaçarak, halkı, talep ve mücadelelerini desteklemeyi bir tarafa bırakarak, demokrasi sorununda “birey” ve “sivil toplum”a vurgu yapmaktadır. “Özgür birey” kuşkusuz ne kendiliğinden, ne de “sivil toplum”la özgürleşmeyecek, ama özgürlüklerin kazanılması halkın, üstelik sadece AKP karşıtlığıyla sınırlı olmayan, sivil-asker bürokratik baskı ve şiddet aygıtıyla tekelci burjuva gericiliğe karşı mücadelesini gerektirecektir ki, CHP bu konuda sessizdir. Ve halkı ve mücadelesini hareket noktası edinmek yerine, AKP’yle liberallerin kendisine yönelttiği “devletçi parti” suçlamasını savuşturma peşindedir. Tabii ki, Baykal’ın yerleştirdiği gibi, bu devletten yana olmak, onu savunmak kötüdür; ama alternatifinin devletçi olmamak/görünmemek adına halka değil, sözde sivil toplum ve bireyselliğe yaslanma, buradan tekelci gericiliğin ve dayanaklarının kucağına oturmak olduğu ileri sürülemez. Alternatif, halkın iktidarı, halk egemenliğine dayalı bir devlet öngörülmesi olabilir ki, liberallerin ölesiye karşı oldukları bu alternatife, kapitalist tekelci düzenin sınırlarını zorlamayı iş ve işlev edinmeyen, dolayısıyla halk ve halkçılığın lafını etmekle yetinen CHP de kapalıdır.

Demokrasi sorununa ilişkin CHP’nin asıl üzerinde durduğu konuysa Anayasa referandumuyla yapısı değişen yargının durumudur. Yeni HSYK ve Sayıştay yasaları ile ilgili Anayasa mahkemesine başvuran CHP, Yargıtay ve Danıştay’a ilişkin değişiklikleri de hedef tahtasına koymuştur.

HSYK’nın Yargıtay ve Danıştay’a seçtiği yeni üyeler gerçekten problemlidir. Önüne gelen binlerce hâkimden oluşan listeyi dört günde “inceleyip” Yargıtay’a 160, Danıştay’a 51 yeni isim atayan HSYK, nedense, atamalarında, son dönemin Ergenekon, Balyoz, Zirve Yayınevi, Devrimci Karargah, Kozmik Oda, Hrant Dink, Şemdinli gibi ünlü davalarının hâkim ve savcılarıyla Adalet Bakanlığı bürokrat ve müfettişlerinden yirmi ikisine yer vermiştir. Başka problemli kararları daha vardır HSYK’nın: Örneğin zamanında Balyoz Davası’nda generallerin tutukluluklarını kaldıran hâkim, tenzili rütbeyle olağan bir mahkemeye tayin edilerek “özel yetkili hâkim” olmaktan çıkarılmıştır. “Özel yetkili savcı” İlhan Cihaner de tenzili rütbe konusu olarak sıradan savcılığa indirilmiştir. Örnekler artırılabilir.

CHP bunları eleştirmektedir: Kılıçdaroğlu, “hangi gerekçeyle niçin yargıçları değiştiriyorsunuz. Bu konuda kaygılarımız var* demekte ve Anayasa referandumunda HSYK değişikliğini gerekçelendirirken Erdoğan’ın dile getirdiği “hukukun üstünlüğü değil üstünlerin hukuku var” saptamasına gönderme yaparak, eklemektedir: “Üstünlerin hukuku oluşturuluyor şu anda.” Zaman geçtikçe Kılıçdaroğlu, özgürlükler ve demokrasi sorununu yargının durumuna indirgeme yoluna girip demokrasi sorunuyla ilgili eleştirisini yargıya yönelik eleştiriyle sınırlama eğilimi göstererek, eleştiri dozajını sertleştirmektedir: “AKP’den talimat alan, hukuku tanımayan, hukuk dışı işlerin içinde olan, çarşaf çarşaf kişilerin özel hayatlarıyla ilgili bilgileri yandaş gazetelere servis eden savcılara sesleniyorum. Demokrasiyi katleden savcılara, özgürlükleri sınırlayan savcılara sesleniyorum. Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin olmadığını siz kanıtladınız. Bugün iktidarın gücünü arkanızda görebilirsiniz. Ama hiçbir güç baki değildir, gün gelecek siz de bunun hesabını vereceksiniz.

Eleştirmesi kötü değildir. Ancak bu eleştiri son derece sınırlıdır ve sadece siyaseten AKP yanlılığını hedef almaktadır. Ne hukukun keyfiliği, ne hâkim ve savcıların halk tarafından seçilmek yerine bürokratik mekanizmalarla atanarak gelmelerini, ne de özel yetkili mahkemelerle savcı ve hakimlerin “hukuk önünde eşitlik”le bağdaşmayan ve “kitaba” sığmayan bu “özel yetkiler”ini tartışma konusu etmekte ve hedef almaktadır. HSYK yine yerli yerinde duracak ve hâkim ve savcıları atayacaktır; Kılıçdaroğlu’nun karşı olduğu HSYK ve seçim yerine atama sistemi değildir; AKP yandaşı atamalara karşı çıkmakla yetinmektedir. Ama bunun demokrasinin savunulmasıyla ilgisi fazlasıyla zor kurulabilir. “Sen-ben” kavgasına girmektedir, bu muhalefet! Bu tutum, referandum’da CHP’nin HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin eski atama usulleriyle eski yapısını savunmasıyla da sabittir, son olarak Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun Tasarısı görüşmeleri sırasında Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin, Meclis’teki konuşmasında dile getirilmiştir: “TBMM’nin Anayasa Mahkemesine üye seçiminde bizim ısrarımız, Anayasa Mahkemesine üye seçerken nitelikli çoğunluğun aranmasıdır.** Grup Başkanvekili Meclis’in ya da HSYK veya Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesine üye atamasına karşı değildir; hiçbir CHP’li yargıç ve savcıları halkın seçmesinin sözünü etmemektedir, karşı olunan, çoğunluğu elinde tutan ve bir süre daha tutacağı düşünülen AKP’nin tek başına kendi yandaşlarını atamasıdır.

“Kürt sorunu”, ülkenin kangren olmuş ve ülkeyi de kötürümleştiren başlıca sorunları arasında, en önde gelenlerindenken, CHP bu sorun karşısında da sessiz mi sessizdir. Önerdiği bir yaklaşım ve “çözüm” yoktur. AKP “Kürt açılımı”nı ileri sürmüş, beğenilir-beğenilmez, sorunu kendi cihetinden çözme”ye girişmişken, AKP’ye “alternatif” olarak tasarlanan Kılıçdaroğlu başkanlığındaki “yeni” CHP’nin politik bakımdan onun gerisinde kaldığı ve gerisinden geldiği bellidir.

AKP “açılım” demekte, “çözeceğim” demekte, TRT-6’yı açmakta, seçimlerde Kürtçe propaganda yapmanın önündeki engelleri kaldırmaya girişmekte, daha da önemlisi kargaları güldürmek üzere “ben değil, devlet görüşüyor” dese d Öcalan’la görüşme masasına oturmaktadır.

Ya CHP? Bırakın yeni önerilerde bulunmayı, arkadan gelmekte, AKP’yi eleştirmemekle yetinmeyi önemli saymaktadır. Kılıçdaroğlu başlangıçta, “Öcalan’la görüşülebir” demiş ve “Genel Af”ın sözünü etmiş, en başta partiden gelen tepkilerle söylediğine söyleyeceğine pişman olmuş, tevil yoluna girmiştir. Yine de bugün söylediği en ileri şey, yine de Öcalan’la görüşme ile ilgilidir, “Biz çıkıp da ‘Neden görüşüyorsunuz’ demedik. Eğer sorun çözümlenecekse, barış gelecekse…* Böyle negatiflikle alternatif olmak olanaklı değildir. “Çözülecekse…” ne demektir? CHP’nin bir çözüm önerisi yok demektir? Geçmişten günümüze gelen inkarcılığı onaylamak demektir. Önermek ve yapmak yerine yapanı eleştirmemek ne demektir? Yapamamak, yapmaya gücü ve takatı olmamak demektir! Kürt sorununun “çözülmesi”nden Kürt halkanın ulusal eşitlik taleplerinin karşılanmasını değil, ama tersine talepleriyle birlikte Kürt halkının inkarına dayalı olarak demokratik ulusal hareketinin çözülmesini, yani tasfiyesini anlayan ve “Kürt açılımı”nı bu içeriğiyle gündemine alan AKP ile aynı platformda olmak ve onu desteklemek demektir.

CHP en sonunda sessizliğini “bozmaya” karar vermiş, Van’a gidilerek ve “Kürt Sorununun Çözümünde Üçüncü Yol Arayışı Çalıştayı” düzenlenmiştir. Adım atma eğiliminin belirtileri vardır, sessiz kalmanın olanaklı olmadığı görülmüştür; ama yüklerinin fazlasıyla ağır olduğu bellidir. Daha bir hafta önce “Bu sorunu çözmek için ‘Kürt’ demek de şart değil.** demişken, 20 Şubat’ta Van’da Kılıçdaroğlu, şunları söylemiştir:

Toplantıda Kürt sorununu da tartıştık. Biz olaya Doğu ve Güneydoğu sorunu olarak bakıyorduk, Kürt sorunu da bunun bir parçası, ama olay sadece bir Kürt sorunu değil, ekonomik, sosyal, kadına yönelik şiddet, örgütlenme sorunları var. Olay, bizim düşündüğümüz gibi, bir üçüncü yol olayıdır. Etnik kimliğe saygılı, inançlara saygılı, ama insan odaklı, insanı kucaklayan, aileyi kucaklayan bir bakış açısına ihtiyaç var.***

Hala “Kürt sorunu” bile denememekte, yumuşatılmaya, etrafından dolaşılmaya çalışılmakta, sonunda AKP ile BDP’nin dinsel ve etnik yolları reddedilerek, “insani” yol benimsenmektedir. Anlamı nedir? Kürt halkının talepleri ne olacaktır? Desteklenecek midir, desteklenmeyecek midir? Çok somuttur ve problem buradadır; ama laftan ibaret “üçüncü yol” önerisiyle yetinilmektedir. Genel af öneriyor mu CHP? Anadilde eğitim konusunda ne diyor? Ya demokratik özerklik? CHP, somut olarak Kürt sorunu karşısında sessizdir, öneride bulunmaya bile cesaret edememekte, bunu göze alamamaktadır. Ama bu durumda da politika üretmiş, tutum açıklamış ve alternatif sunmuş olmamaktadır.

Bu genelleşmiş sessizlik çerçevesinde bir-iki kırık dökük söz söylenmeye çalışıldığında, söylenenler ancak Baykal döneminden miras saf Kemalist içerikli yaklaşımı yansıtmaktadır. İki örnek verelim. İlki “Van Çalıştayı”ndan: “Anadilde öğretime sıcak bakıyoruz. Anadilde eğitimin ise bugün için çözülecek bir sorun olduğuna inanmıyoruz.**** Yani; Kürtçe “kurs” falan olabilir, isteyen öğrenebilir; bu “kart-kurt” edebiyatından yalnızca bir adım ilerisidir; ama henüz “Kürtçe eğitim”in zamanı değildir, olmaz! Kılıçdaroğlu, Kürt halkının talepleri arasında belki de en kolay karşılanabilir olan “Kürtçe eğitim” konusuna son olarak 14 Mart’ta “Sivil Toplum Raporu”nu açıklarken değinmiştir: “Biz ‘Doğu ve Güneydoğu sorunu’ diyoruz. Kürt sorunu bu sorunun parçalarından birisidir. Doğu ve Güneydoğu’daki ekonomik ve sosyal sorunları da dikkate alan daha genel ve kapsayıcı bir politika yürütüyoruz. Ben Van’da vatandaşla görüşürken anadil talebi ile değil, yoğun biçimde iş talebiyle karşılaştım.***** Yani? CHP’nin son geldiği nokta, başlangıç noktasından farklı değildir. Hâlâ “Kürt sorunu” yoktur. Ve hâlâ birilerinin, herhalde PKK olmalı, Kürt halkına Kürtçe eğitimi dayattığı, aslında böyle bir şey olmadığı, Kürtlerin Kürtçe diye bir dertlerinin bulunmadığı, Kürt halkının Kürtçe eğitim talep etmediği ileri sürülebilmektedir. Neredeyse Kürt de yoktur denecektir; ama o kadarı da yapılamamaktadır. Bunu ne AKP, ne MHP başarabilmektedir!

Alevi sorunu da içinde inançlar ya da Laisizm sorunu, –Alevi sorunu bir yana– Baykal zamanında biricik politika zeminiyken, Kılıçdaroğlu’nun “yeni” CHP’sinin sessizlikle geçiştirdiği, söz söylediğinde de, demokratik olmayan bir zeminden konuştuğu Türkiye ve halkının bir diğer temel ve kangrenleşmiş sorunudur.

Alevi sorunu, CHP için yoktur. Alevilerin eşitlik talepleriyle baskı ve dayatmalara karşı haykırışlarını CHP hiç duymuyor gibi davranmaktadır. Tutumunu “inançlara saygı” ile açıklayan, ancak görmezden geldiğinde Alevi inancına saygılı davranmadığı ortada olan CHP, bu konudaki sessizliğini, el altından Kılıçdaroğlu’nun Alevi olması ve eğer bu konuyla ilgili konuşursa Alevicilik/mezhepçilik yapmakla eleştirileceği ve yanlış anlaşılacağıyla gerekçelendirmektedir.

Ancak Alevilerin talepleri de ortada kalmaktadır: Zorunlu din dersi bir dayatmadır; ama “özgürlük ve demokrasi” iddiasında bulunan CHP bu dayatmaya karşı çıkmayı iş edinmemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da Sünnilerin Alevilere bir dayatması ve bir eşitsizlik göstergesi olmasının ötesinde laisizmle ilişkisiz bir devlet-din ilişkisi biçimidir. Devletin dini inançlar karşısında tam tarafsızlığı ve din ile devlet işlerinin, din ile eğitimin ayrılması, laisizmin açık ve kesin zorunluluğuyken, Diyanet devletin dine müdahalesinin aracıdır ve halka bu araçla yapay bir devlet dini dayatılmaktadır. Üstelik devlet, dini finanse ederken katiyetle laik olamayacakken, Diyanet aracılığıyla yüz bin civarında imam ve binlerce cami finanse edilmektedir. Yine üstelik bunca cami açıkça devlet tarafından finanse edilirken, Cemevleri hâlâ AKP’nin himmetine bırakılmış durumdadır ve kimi zaman “cümbüş evi” sayılmakta kimi zaman kültür evi olarak kabul görebileceği belirtilmekte, ama Alevinin Sünni ile eşitliğinin inkarı anlamına gelmek üzere kesinlikle cami statüsünde tanınmamakta; ama CHP’den bir eleştiri bile gelmemektedir.

Ve sanki durum tersineymiş, Sünniler baskı altındaymış ve eşitsizlikten dertliymişler gibi, “yeni” CHP Kılıçdaroğlu’nun ağzından “üniversitelere türbanla girilebileceği”ni, son günlerde G. Tekin’in ağzından AKP’nin “türbanlı milletvekilliğini deneyebileceğini, CHP’nin karşı çıkmayacağını” savunmaya, tarikatlarla cemaatlere elini uzatmaya yönelmiştir.

14 Mart günü Kılıçdaroğlu, yardımcısı S. Ayata ve U. Oran ile birlikte CHP’nin “Sivil Toplum Raporu”nu açıkladılar. Konu ertesi günkü gazetelerde yer aldı. HaberTürk’ten Muharrem Sarıkaya, “Kılıçdaroğlu, inanç temelli diye tanımladığı, ‘cemaatler’ diye adlandırdığı STK’ları ‘katı’ ve ‘yumuşak’ diye ikiye ayırdı. ‘Bunlar Türkiye’nin bir gerçeği’ deyip ekledi: ‘Bu gerçeği kabul ederek çözüm önerilerimizi ve raporumuzu hazırladık’…” Hizbullah ya da Mustazaf-Der “katı”yken Fethullah Cemaati “yumuşak” sayılıyor olmalı; çünkü tüm Fethullahçılar bunu CHP’nin “aklıselim”e, tabii ki kendilerine doğru attığı ciddi bir adım sayarak olumlayıp övdüler. Örneğin Zaman’da Mustafa Ünal 19 Mart’ta şöyle yazdı: “Kılıçdaroğlu’na bazı dinî gruplar vurgulanarak sivil toplum açılımının pratiğe dönük yansımaları da soruldu. Cevabı özetle şöyle oldu: ‘Biz her türlü sivil toplum örgütünü savunuyoruz. Düşünce ve inanca yasak getirmekten yana değiliz. Dinî inanç gruplarının bir araya gelerek yaşamalarını, örgütlenmesini kimse yasaklayamaz. Biz inanç gruplarına saygılıyız. Siyasete belli bir mesafe içinde olmasını istiyoruz. İnanç birlikteliği siyasetin ötesinde olmalı. Etnik ve inanç örgütlenmesi Türkiye’ye özgü değil, Avrupa’da da var. Devletin insanların manevi dünyasına, inançlarına müdahale etmesini doğru bulmuyoruz.’

Milliyet’ten Fikret Bila ise, “yeni” CHP’nin cemaatlere yaklaşımının ilkelerini saydı: “Kılıçdaroğlu ve Sencer Hoca, inanç temelli cemaatlerin toplumsal bir gerçek olduğundan hareketle, toplumun manevi ihtiyaçlarını karşılayan; ancak iktidarın uzantısı haline gelmemiş, bir partinin arka bahçesi gibi işlev görmeyen, kâr amacı gütmeyen, içine hükümetleri de alan yolsuzluklara adı karışmamış, iktidarın sağladığı ihaleler yoluyla maddi olanaklardan nemalanmayan, katı hiyerarşik kuralları olmayan, bazı toplum kesimleri hakkında kuvvetli önyargılar taşımayan, kadınları arka plana itmeyen, biat kültüründen uzak inanç temelli cemaatleri bireyin yalnızlaşmasını önleyen ve manevi doyuma ulaşmasını sağlayan önemli kuruluşlar olarak görüyor. Kılıçdaroğlu, inanç temelli cemaatleri bir gerçek olarak görüyor ve kabul ediyor. Yasaklamakla bir yere varılamayacağını düşünüyor. Bu yaklaşım Devrim Kanunları ve onları koruyan Anayasa’nın 174. maddesinin tartışmaya açılmasına varacak yeni bir yaklaşım gibi duruyor.

Bu Rapor, kendisine bir yön belirleyen “yeni CHP’nin yeni yolunu dayandırma çabasındaki –belki akademik– bir hayal üzerine kurulu değil midir? “Devletin insanların manevi dünyasına müdahalesi” elbette vahimdir, zorbalıktır; ama “siyasete mesafeli”, “siyasetin ötesinde”, “iktidarın uzantısı haline gelmemiş, bir partinin arka bahçesi gibi işlev görmeyen, kâr amacı gütmeyen, içine hükümetleri de alan yolsuzluklara adı karışmamış, iktidarın sağladığı ihaleler yoluyla maddi olanaklardan nemalanmayan, katı hiyerarşik kuralları olmayan, bazı toplum kesimleri hakkında kuvvetli önyargılar taşımayan, kadınları arka plana itmeyen, biat kültüründen uzak” bir tarikat ya da cemaat olabilir mi? Bu olanaklı mıdır? Gülen cemaati mi siyaset yapmamaktadır, yapmayacaktır? “İktidarın uzantısı” olmak bir yana Gülen Cemaati, bir dizi CHP sözcüsü tarafından polisi ve yargıyı ele geçirmiş olmakla suçlanmakta; örneğin 25 Mart’ta A. Şık’ın basılmamış kitabına el konulması ile ilgili Meclis kürsüsünden konuşurken İsa Gök’ün açıktan yaptığı gibi “Emniyet içinde bir çete”, “yargı içinde bir çete” olarak nitelenmektedir. “Kâr amacı olmamak”, “ihaleler yoluyla nemalanmamak”, “katı hiyerarşik kuralları olmamak”, nasıl olabilir de, tam da zıddıyla ünlenmiş olan, binlerce şirketin etrafında toplandığı, tek kişinin adıyla anılan Gülen Cemaati’ne izafe edilebilir? Bunca hayal görülmesi nasıl mümkün olabilir? Olmaktadır. Çünkü “yeni” CHP, kendisine hiç de yeni olmayan bir yol çizmiştir: Kemalizmin yanına liberalizm eklenmektedir, konuyla ilgili olarak da, cemaatlerle iyi geçinilecektir!

Alevilerin talepleri karşısında ketumiyet, ama Cemaatlere yakınlaşma, “yeni CHP”nin bir özelliği olmaktadır.

Emperyalizm karşısında ezilen ulus ulusallığı; Kürt karşıtı ezen ulus belirgin olan CHP’nim, Kurtuluş Savaşı’nın cılız anti-emperyalizmi hatırasına hiç değilse söz söylemeyi denediği bir alan olagelmiştir. Bu tutum, güncel olarak Libya konusunda da denenmiştir. Ama nasıl? Öncelikle, sanki AKP’nin derdi, genel olarak ve Libya özelinde demokrasiymiş, sanki AKP demokratik bir partiymiş, yine sanki Libya halkının zenginliklerinin Libya halkında kalmasından yana ve emperyalizme karşı bir partiymiş gibi, cesaretsizce “Biz hükümetin ‘Kaddafi’nin çekilmesi, Libya’ya demokrasinin gelmesi, Libya’nın zenginliklerinin emperyal güçlerce paylaşılmaması’ söylemini doğru bulduk. Bunlar bizim de söylemlerimiz.” sözleriyle hükümete destek açıklanmış, sonra sıra eleştiriye gelebilmiştir: “‘Oyun kurmak’ diyorlardı, Türkiye bu olayda bırakın oyun kurmayı, figüran bile olamadı.” Ama asıl önemlisi, CHP’nin uzun süredir belki ilk kez olarak bir soruna ilişkin açıkladığı “çözüm”e dair politik tutumdu. Politik tutumunu 5 maddede toparlayan CHP önerisinin ilk maddesi, BM Güvenlik Konseyi kararıyla gerekçelendirilmesi bir yana bırakılacak olursa, doğruydu:  “1. Türkiye 1973 sayılı BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili hükümlerinin emrettiği gibi Libya’nın işgaliyle sonuçlanacak her türlü gelişmeye karşı çıkmalıdır. NATO’nun süren operasyona dahil olmasına izin vermemelidir.*

Kim ne diyebilir? Doğrudur.

Ancak bu konuda CHP ve Kılıçdaroğlu’nun kafa karışıklığı içinde olduğu da ortadadır. Çünkü daha 2 Mart tarihli gazeteler Kılıçdaroğlu’nun Libya konulu tersine açıklamalarını manşetleştirmişti. CHP liderinin genel ilkelerin savunulmasıyla başlayıp işgalin onaylanmasına ve NATO savunuculuğuna varan sözleri şöyleydi: “Hiçbir ülkeye dışarıdan müdahaleyi ilke olarak doğru bulmam. Ancak uluslararası camianın duyarlılıklarıyla Libya halkının talepleri örtüşürse, yeni gelişmeleri beklemek doğaldır. 21. yüzyılda insanların öldürülmesine kimse seyirci kalamaz… Bir başka ülkeye müdahaleye olanak tanıyan tezkere Meclis’e gelirse, tezkerenin içeriğine bakmak lazım. NATO çerçevesinde durumu değerlendiririz… Ben sayın başbakan gibi ‘NATO’nun Libya’da ne işi var’ gibi bir cümle kurmam.”*

Perhizle lahana turşusu gibi!.. Pragmatizm mi? Evet. Ve bir şey daha: Erdoğan “Biz Libya’ya petrolden bakmıyoruz” vurgusu yaptıkça, Kılıçdaroğlu, AKP ve Erdoğan’ın gerisine düştüğü eski NATO’cu mevzisinde duramamış, en azından onların hizasına gelmeyi siyaseten doğru bulmuştur. Ama burada ilke yoktur. Kıvraklıkla ve pragmatizmle politik tutum değiştirme vardır.

Aynı kıvraklığı CHP, işgale ve NATO’nun “Libya operasyonu”na dahil olmasına karşıtlık açıkladıktan iki gün sonra yapılan TBMM oylamasında, Türkiye’nin, Erdoğan hükümetinin ısrarıyla Libya saldırısının komutasını ele almasının kararlaştırıldığı propagandası yapılan NATO’nun bir üyesi olarak “operasyon”a katılması tezkeresine utangaçça ama “evet” oyu verirken de göstermiştir.

 

Emeğin talepleri üzerinden popülizm

Türkiye’nin belli başlı sorunları üzerinde ya sessiz kalan ya da söz söylediğinde halktan yana konuşmayan CHP, seçimlere giderken, asıl olarak halkın yoksulluğu ve geçim derdi üzerinde, emeğin talepleri üzerinde, doğrusu spekülatif bir çekiştirme içinde, popülizm yapmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa adımını atmasıyla birlikte, hem ülkenin temel sorunları üzerinde konuşmak riskli olduğundan, hem de neoliberal saldırganlığın işsizlik ve sefaletin çarkları arasında ezdiği emekçilerin özellikle krizin de vurmasıyla ekonomik olarak nefes alamaz duruma sıkıştırılmış olması nedeniyle en yüksek etkiye sahip olacağı tahmin edilebileceğinden geniş ölçüde üzerinde durduğu emekçilerin geçim derdi ve çalışma koşullarına ilişkin bazı sorunlar olmakta ve CHP, “projeleri”ni ağırlıklı olarak buralardan ortaya atmaktadır.

Referandum kampanyasında zengin-yoksul çelişkisine gönderme yapan, yoksulları kazanmaya yönelik “havuzlu villa” ajitasyonuyla başlamıştı. Aile sigortası ile devam etmektedir. Kılıçdaroğlu, geliri olmayan ailelerin kadınlarının hesabına her ay 600 TL yatırılacağını söylemektedir. Üstelik “kaynak nereden?” sorusunu sorması, CHP’ye, yoksulların yoksulluğu üzerinden kuşkusuz etkili olacak Erdoğan ve AKP karşıtı ajitasyon yapma fırsatı vermiştir: “Bize aile sigortası deyince kaynak soruluyor. Bu para kamu harcamalarının yüzde 1.7’si. Sen yedi sülalene, köşeyi dönenlere parayı buluyorsun, fakir fukaraya gelince, kaynak soruyorsun.** Ve buradan devam ediyor: “Sizin Kemalinizin sözü, bu parayı namuslu adamlar bulur. Ben bulacağım.

Neoliberal politika ve uygulamaları kapsamında sosyal güvenlik sistemini, özelleştirdiği hastane ve okullarla parasız sağlık ve eğitim sistemini ortadan kaldıran AKP’nin, ianeciliği yaygınlaştırdığı ve oy karşılığı sadaka dağıtımı yapar gibi, genel olarak ama özellikle seçim dönemlerinde beyaz eşyaya varıncaya kadar, kömür, makarna, para vb. dağıttığı koşullarda, bu öneri, kuşkusuz hiç yoktan iyidir.

Ancak tartışma dışı sayılacak türden mutlak iyi ya da doğru olmadığı da kesindir. Yoksul yoksul olarak kalmakta, ne mülkiyet ilişkileri ne yoksulluğu doğuran diğer nedenlerin değiştirilmesine girişilmekte, ne de emekçi halk buradan mücadeleye çağrılmaktadır. Yoksulun durumu bir parça iyileşecektir, doğrudur; ama yoksulluğu ve bunu doğuran nedenler baki kalacaktır. Hele CHP tarafından emekçilerin sermaye egemenliğinden kazanım elde etmeye yönelik mücadeleleri lehine çağrı çıkarılmayıp, bu yöndeki işçi ve emekçi grev, direniş, gösteri gibi mücadelelerinin desteklenmemesiyle birlikte düşünüldüğünde, aile sigortası da, AKP’nin ianeci, fitre verir gibi sadaka dağıtıcısı “sosyal yardım” anlayışından nitelik olarak fazla farklı durmamaktadır. Yine burjuvazi egemendir, yine aile sigortası çıkaracak parti olan CHP de, yönetim kademeleri ve sömürüye ses çıkarmayan kapitalist düzenin devamından yana yaklaşım ve politikalarıyla burjuva bir düzen partisidir; yoksullar da çulsuz. Ve CHP onlara haklarını sahiplenip mücadeleyle kazanmayı öğretmemekte, üstelik onlarla birlikte hak mücadelesini örgütlemeye girişmemekte, ama AKP’ninki türünden açık biçimli olmasa bile yine sadaka çağrışımlı az-çok “hak dağıtımına” yönelmektedir. AKP’nin sadakacılığından iyidir; bir tür sosyal yardım örgütlenmesidir; ama kendi derdi de yoksulluk olmayanlar tarafından ortaya atılmış burjuvaca bir sosyal yardım türü ve tarzıdır.

Hatırlanmalıdır ki, CHP AKP’nin sosyal politikalardan tümüyle vaz geçerek sosyal yardımların; sosyal güvenlik sistemiyle parasız sağlık ve eğitimin tasfiyesine girişmesine hiç ses çıkarmamış, bir itirazı ve engellemesi olmamıştır. Aile yardımı türü “iyileştirmeler”se, aslında sosyal yardımların tasfiyesiyle ortaya çıkan yoksulluğu bir risk olmaktan çıkarmaya yönelik DB kaynaklı liberal bir öneri olarak, emekçilerin hak arayış ve mücadelelerini yatıştırma amaçlı gündeme getirilmektedir.

Yine de reddedilmesi gerekmemektedir, ama özellikle kaynak sorusuna sağlam bir yanıt verilmelidir. Ne demektir, “Kemalinizin sözü”? Halka siz durun oturun, ben halledeceğim diyen bir seçkinci anlayıştır bu. Halkı mücadeleye çağırma yerine, mücadeleden uzak tutmayı amaçlayan bir tutumdur. Kılıçdaroğlu, hemen bütün konularda “ben” demekte, “yapacağım” diye sürdürmektedir! Hiç “biz”i yoktur, hiç “yapalım”ı, “gelin birlikte mücadele edelim”i yoktur. Bu “ben”i, iktidarı bile sanki tek başına alacakmış gibi “iktidarı alacağım” türü bireyselci, “üstenci”, seçkinci tarz, dolaysızca sadakacılık benzeri burjuva sosyal yardım tarzına yönelik söylediklerimizi doğrulamaktadır.

Kaynağın, örneğin “servet vergisi” her durumda gerekmeyebilir. Ama nereden kısılacaktır? Yolsuzlukların önlenmesi ve lüksten tasarruf bir yoldur, artan oranlı gelir vergisi bir diğer yoldur. Buradan, örneğin yoksulluk sınırının altındaki gelirlerin vergi dışı tutulmasının yanında hem işçi ve emekçileri bezdirmiş olan KDV, ÖTV türü dolaylı vergilerin kaldırılması ya da hiç değilse hafifletilmesi ve bir vergi politikası olarak kayıt-dışının engellenmesiyle dolaysız vergilerin, örneğin gelir vergisinin artan oranlı hale getirilmesi konusuna ilerlenebilir ki, halkçı bir ekonomi, vergi politikalarına hiç dokunmadan olanaklı değildir. Ne olacaktır? Yine “bordro mahkumları” gelir vergisinin yüzde 80-90’ını öderlerken, büyük sermaye çok sayıda yolla vergi kaçırmaya ve ödememeye devam mı edecektir? Herhalde “Kemal’in sözü, namuslu adam bulur” demek yeterli değildir ve nasıl bulunacağı açıklanıp tartışılmalıdır; çünkü sadece “Kemal”i değil, tüm vergi ödeyenleri ilgilendirmektedir.

Kaynak nereden bulunacaktır, açık seçik ortaya konup, kaynakların bu yönde harekete geçirilmesi için halka mücadele çağrısı yapmak, kaynakları farklı kullanabilmenin de garantisi ve tek yolu değil midir? Açıktır ki, kaynakların bugünkü gibi dağılımı, birilerinin, açıktır ki vurguncu rantiyenin, büyük sermayenin çıkarını yansıtmaktadır; kuşkusuz yalnızca Erdoğan ve palazlanan yakınlarının çıkarından ibaret değildir söz konusu çıkarlar. Ve kolaylıkla kaynak dağılımının değiştirilmesine izin vermeyeceklerdir. Zamanında TÜSİAD’ın Ecevit’e yaptıkları hatırlanacaktır. Yağ ve tüp kuyrukları, gazete ilanlarıyla Ecevit Hükümeti’ni devirmek üzere verilen ilanlar, tümü, Ecevit’in TÜSİAD’çıların işine gelmeyen ufak-tefek adımları nedeniyleydi. Eğer “yeni CHP” azıcık “raydan çıkma” belirtisi gösterirse yine öyle olacaktır. Öyle ya da böyle, kaynak dağılımının, eğer bunda ciddiyet payı varsa, ancak emekçi halkla birlikte yapılabileceği tartışmasızdır. Ama Kılıçdaroğlu, “Kemalinizin sözü, namuslu adamlar bulur” demektedir. Ya “aile sigortası” bakımından ve eğer gerekli olacaksa başka bakımlardan da kaynak dağılımını emekçi halk lehine değiştirme tutumu ciddidir, bu durumda, emekçi halkla birleşip, ondan güç almak zorunludur ya da bu yeni kaynak dağılımı önerisi ciddi değildir, spekülatiftir, popülizmdir.

Kılıçdaroğlu’nun “Taşeronu kaldıracağım” tutumu da böyledir. Taşeron çalışma, bir esnek çalıştırma biçimi olarak, tüm kazanılmış hakları gasp edilmiş ve sosyal haklardan tümüyle yoksun olarak, olağanüstü düşük ücretle ve sendikasız… vb. çalışmadır; kuşkusuz yasaklanmalıdır. Kılıçdaroğlu, Anayasa referandumu kampanyasından başlayarak taşerona karşı olduğunu açıklamıştır. Ama eğer sadece görüntüye oynanmayacak ve emekçilerin taşeron düşmanlığının istismarı yoluna gidilmeyecekse, ciddi bir iş olduğu bilinerek, taşeron karşıtlığı tutumunu ciddiye almakta yarar vardır.

Taşeron, birkaç aklıevvelin uygulaması değildir. Uluslararası neoliberal saldırganlığın sermayenin emeğe yönelik “giderlerini” minimuma indirip sömürü oranı ve kârını maksimalize edecek bir uygulaması olarak işçi ve emekçilere dayatılmıştır. Sadece Türkiye’de de değil, tüm kapitalist dünyada, bütün ülkelerde taşeron uygulaması, tekelci büyük sermayenin, uluslararası kapitalizmin –en azından bugün için ve işçi sınıfı ve emekçilerin birleşik eylemiyle püskürtülünceye kadar– vazgeçilmez bir tutum ve uygulamasıdır.

Kaldırılamaz mı? Kuşkusuz kaldırılabilir. Ama herhalde “Sizin Kemalinizin sözü, kaldıracağım” şeklinde değil. İşçi ve emekçilerin ciddi boyutta birleşik mücadelesine ihtiyaç duyacaktır taşeronun kaldırılması.

Kılıçdaroğlu’nun “kaldıracağım” demesi ve işçi ve emekçilerin bu talebini sahiplendiğini söylemesi kötü değildir?

Ama öncelikle taşeronluk “esnek çalışma”nın bir biçimi olarak neoliberal politika ve uygulamaların bir unsuru olduğundan CHP’nin genel olarak bu politika ve uygulamalar karşısındaki önerisinin sorulması önemlidir. Ve ikinci olarak, eğer yarın unutulacak bir “seçim vaadi” ve düpedüz işçi ve emekçileri aldatmaya yönelik bir spekülasyon ve popülizm değilse, bugünden gerekleri vardır. Bir gereği gündeme de gelmiştir: CHP’li patronların işletmeleri bir yana, başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, CHP’nin elindeki bütün belediyelerde taşeron uygulanmaktadır ve en azından bu belediyelerde taşeronun derhal kaldırılmasının önünde CHP’den başka engel olamaz. Seçimi beklemeye ve bir CHP “iktidarı”na da gerek olmadan, Kılıçdaroğlu, bu “sözü”nde ciddiyse ve gereğini yerine getirmek istiyorsa, hiç vakit kaybetmeden, taşeronun kaldırılmasına CHP’li belediyelerden başlayabilir. Örneğin Karşıyaka Belediyesi’nde belediye işçilerle böyle bir sorun da yaşamaktadır, Kılıçdaroğlu işçilerin yanında yer alarak onları destekleyebilir ve sorunun uzamasını önleyebilir.

İkincisi, bu son söylenenin genelleştirilmesidir. Eğer Kılıçdaroğlu ve “yeni CHP” taşeronun kaldırılması konusunda ciddiyse, bugünden tezi yok, ülke ölçeğinde, öncelikle taşeronun kaldırılması için mücadele vermekte ve bu taleple direniş, grev yapmakta olan işçi ve emekçilerin mücadelelerini aktif ve pratik olarak sahiplenmesi gerektir. Bu da yetmeyecektir: Türkiye’de milyonlarca işçi taşeron uygulamasıyla canından bezdirilmektedir; eğer ciddiyse, Kılıçdaroğlu ve “yeni CHP” işçi ve emekçileri taşerona karşı mücadeleye çağırmalı ve tümünün yanında olmakla kalmamalı, bu mücadeleyi örgütlemelidir.

Aynı şey, esnek çalışmanın diğer iki biçimi olan 4-B ve 4-C’ye ilişkin olarak da geçerlidir ki, CHP, seçim vaatleri arasında bu iki esnek çalışma biçimini kaldırmanın da sözünü vermektedir.

Sendikasız, sigortasız, düşük ücretle, çalışma saatleri belli olmadan ve bir kısmı da kısmi zamanlı olarak taşeron çalıştırılan, 4-B ve 4-C kapsamında olan işçiler, bu belaya karşı mücadelelerini desteklemesini istemek üzere, herhalde sıcağı sıcağına seçim öncesinde CHP’nin kapısına dayanacaklardır.

Taşeronun kaldırılması için kendi elinde olan belediyelerde hemen karar alıp girişimde bulunmak ve ülke ölçeğinde işçilerin taşerona karşı mücadelelerini örgütleyip desteklemek, üretici köylünün mazotunun ucuzlatılması vaadi gibi, bir CHP iktidarını gerektirmemektedir ve bu nedenle, CHP’nin ciddiyetinin bir karinesi olacaktır.

Üretici köylünün kullandığı mazotun ucuzlatılması da “yeni CHP”nin bir başka vaadi durumundadır. Kılıçdaroğlu, Ödemiş’te düzenlediği “tarım mitingi”nde, “Ben size söz veriyorum, işçi Kemal’in, çiftçi Kemal’in, halkçı Kemal’in sözü. Mazotu yarıya indireceğiz. 1,5 lira yapacağız.” diye konuşmuştur. Yine “tek başına yapacaktır”! Peki, yapsın, kuşkusuz kimse elini tutmayacaktır. Bu, halkı kollarını kavuşturup oturup beklemeye davet eden “ben yapacağım” tutumu, halkı mücadeleden uzak tutmaya yönelik burjuva bir tutumdur ve olacağı varsa da yapılacak şeyi en azından zorlaştıracak, hatta çoğu yerde imkansızlaştıracak bir tutumdur. Buna rağmen, “yapacağım” diyorsa, yapmalıdır. Ama bilmelidir ki, yukarıda değinildiği gibi, kaynak dağılımıyla her oynamanın bir “maliyeti” vardır ve bu örgütlü halk ve mücadelesi olmadan zor aşılır!

Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP”nin Ankara’da düzenlediği ve seçim vaatlerini açıkladığı “İktidar Yürüyüşü” adlı toplantıda ayrıca iki vaatte daha bulundu.

Memurlara grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı bunlardan biridir. Yukarıda emeğe ve emekçilere ilişkin diğer taleplerle ilgili söylenenler memurların grevli toplusözleşmeli sendika hakkı talebi için de geçerlidir. Bu memurların bu talebini benimsediğini açıklayan ve seçim vaadi haline getiren CHP, iktidara gelmeyi kuşkusuz beklemeden, memurların bu talepli eylemlerini aktif ve pratik olarak destekleyerek sahiplenmeli; örneğin memurların sözleşme dönemleri geldiğinde dolaysızca ve tüm gücüyle onların yanında yer alarak bu tutumunun “hakkını” vermelidir!

İkinci vaatse bedelli ve kısa dönem askerlik vaadidir. CHP bu konuda bir yasa önerisi de yapmıştır. Grup Başkanvekili A. Hamzaçebi’nin açıkladığı yasa taslağına göre;

Yıllık gelir düzeyi 12 bin TL’nin altında olan herhangi bir nedenle askerliğini yapamamış olan gençler, herhangi bir bedel ödemeksizin, temel askerlik hizmetini yapmak suretiyle, askerliğini yapmış sayılacaktır.” şeklindedir.

Yıllık gelir düzeyi 12 bin TL ile 15 bin TL arasında olan gençlerin ödeyeceği bedel 7500 TL, 25 bin TL’nin üzerinde olan gençlerin ödeyeceği bedel ise 15 bin TL olarak öngörülmektedir. Genelkurmay’ın “bedelli”ye sıcak bakmadığı bilindiği ve AKP de “orduyu ve terörle mücadeleyi zayıflatır” gerekçesiyle karşı çıktığı için, savunması şöyle yapılmaktadır: “Bedelli askerlikle birlikte terörle mücadelede yeni bir safhaya gelinecektir. Daha profesyonel, daha eğitimli, bölgenin şartlarını daha iyi bilen askerler olacaktır.

Kaş yapayım derken göz çıkarılmakta ve “profesyonel ordu”ya geçilmesi savunulmaktadır ki, bu paralı askerlik/lejyonerlik benimsenmesiyle, ordunun halkla tüm bağlarını koparması ve Kaddafi’nin lejyonerleri örneğinde olduğu gibi, halka rahat kurşun sıkar hale getirilmesinin savunulması anlamındadır.

Ötesinde, yalnızca üniversitelileri ilgilendirse bile, hele geliri düşük olanlar için parasız bedelli askerlik, şüphesiz, seçim vaadi olarak bile, karşı çıkılamayacak bir vaattir. Popülizmdir, oy toplamaya yöneliktir; ama kötü de değildir. Hele Kılıçdaroğlu’nun “iktidar yürüyüşü” toplantısında açıkladığı, “askerlik süresini 9 aya indireceğiz, aşamalı olarak 6 aya kadar inecek. Çocuğunuz üniversitede okurken yaz tatillerinde gidecek askerliğini yapacak, mezun olduğunda da askerlik sorunu olmayacak.” şeklindeki açıklamalarıyla birlikte, hiç kötü değildir.

“Yeni CHP”, ilk kez bunca “proje”yle çıkmaktadır halkın karşısına ve projelerinden biri de “gence artı” adlı gençleri meslek sahibi edindirme amaçlı eğitimden geçirmeyle ilgilidir. Bu arada yine gençlerle ilgili olarak “YÖK’ü ve harçları kaldırma” vaadi, gençlerin bir talebinin sahiplenildiğini açıklamaktadır. Kuşkusuz iyidir.

Tümü “yapacağız”, hatta “yapacağım”, “kaldıracağım” tarzlı olan ve asıl öznelerini hareketsizliğe davet eden bu taleplerin yalnızca popülist bir seçim vaadinden ibaret olup olmadığını en çok, CHP’nin, iktidarı beklemeden, bu yönde mücadelelere katılıp vereceği ya da vermeyeceği destek gösterecektir. Örnekse gençlerin YÖK’e karşı mücadelesi karşısında CHP ne yapacaktır –tayin edici olan budur. Ve yine hiçbir şeyi beklemeye gerek yoktur ve İngiltere’de üniversite harçlarının üç misli artırılması karşısında boykotlara gidip sokakları dolduran İngiliz gençlerinin yaptıkları gibi bir mücadeleye var mıdır CHP? Harçlara karşı mücadelelerinde gerçekten gençlerin yanında olacak mıdır? Seçim vaadi hiçbir şeydir, ama gençlerin mücadelesinin katılımcısı ve destekçisi olmak –işte bu anlamlıdır.

CHP buradan, taşeron ve 4-B, 4-C karşısında işçiler, grevli toplusözleşmeli sendika hakkı karşısında memurlar ve YÖK ve harçlar karşısında gençler tarafından kuşkusuz ki sınavdan geçirilmektedir, geçirilecektir.



[1] Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığındaki CHP’de de, yeni liderin parti-içi demokrasi vaadlerine rağmen, durum fazla değişmiş görünmüyor. Aralarında Fikri Sağlar ve Gürbüz Çapan gibi isimler bulunan Baykal’ın tasfiye ettiği eski CHP’lilerin partiye dönmelerine CHP Parti Meclisi “olur” vermemiştir. Hem de Demokrat Partili olduğu bilinen ve Ergenekon Davası’ndan yargılanan S. Demirel’in yakını Mehmet Haberal’ın üyeliği onaylanırken…

* Nihat Erim, sonradan, 12 Mart faşist darbesinin ardından generaller tarafından Başbakan olarak atandı.

* Bu Kurultay 5 Mayıs ’72’de toplantıya çağrılmıştı; ancak Denizleri kurtarmak üzere kaçırılan uçakta oğlu Ömer de bulunan İnönü, bunca stresle kalp krizi geçirince, kaderin cilvesi olarak, Kurultay Denizlerin idam günü olan 6 Mayıs’ta toplandı.

** Kılıçdaroğlu Anayasa Referandumu sürecinde “Türban sorununu biz çözeriz” demiş, ama pişman olmuş, bir yandan Erdoğan’ın “haydi gel çözelim” sıkıştırmasına, diğer yandan CHP içinden gelen ciddi tepkilere muhatap olmuş, sözünü geri almaktan kötü duruma düşmüş, bocalayıp lafı ortada bırakmıştı.

* Hürriyet, 7 Şubat

* bkz: http://www.chp.org.tr/?p=15540

* Hürriyet, 13 Şubat

** bkz: http://www.chp.org.tr/?p=16796

* Hürriyet, 14 Şubat

** Agy.

*** Hürriyet, 23 Şubat

**** Hürriyet, 21 Şubat

***** bkz: http://www.chp.org.tr/?p=15540

* Milliyet, 23 Mart

* Hürriyet, 2 Mart

** Hürriyet 9 Mart

Arap Halk Ayaklanmaları Işığında Filistin-İsrail Sorununa Bakış

Tunus’taki halk ayaklanması tüm Arap dünyasını etkisi altına aldı. İşsizlik ve açlığın kol gezdiği Tunus’ta tezgahta sattığı birkaç parça eşyadan kazandığı parayla yaşamını sürdüren Muhammed Buazizi’nin, diktatör Zeynel Abidin bin Ali yönetiminin güçleri tarafından tezgahına el konulup dövülmesi bardağı taşıran son damla oldu. Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus’ta üniversite mezunu, işsiz bir gencin Bin Ali yönetimine isyanı bölgesel düzeyde gelişen halk ayaklanmalarının ateşleyicisi oldu. Buazizi’nin derdini anlatacağı bir yer bulamayacağı kanaatine vararak 17 Aralık’ta Belediye binası önünde bedenini ateşe vermesi ve 4 Ocak 2011’de hayatını kaybetmesi, patlamaya hazır halde olan Tunus halkının ayaklanmasını tetiklemeye yetti. 14 Ocak’ta başlayan ve giderek yayılan halk ayaklanması Tunus’la da sınırlı kalmayarak, aynı zamanda patlama ogeleri birikmiş olan tüm Arap-İslam dünyasında bir hareketlenmeye, bir birbirini motive ederek bölgesel düzeyde gelişen ayaklanmalara neden oldu.

Darbelerle, suikastlar ve entrikalarla iradesi gasp edilen,  polis ve asker gücüyle, babadan oğula geçen yöneticilerin, diktatörlerin ayaklanan halkı durdurmaya yönelik her girişimi; vaat, rüşvet, tehdit, şantaj, reform, paralı asker şiddeti ve diğer yöntemleri geri tepti. Halklar iş, ekmek ve özgürlük talepleri için kararlı bir tutum sergiledi. Yeraltı ve yerüstü kaynakları gaspedilmiş, ezilen ve sömürülen Arap halkı uzun yıllardan beri çektiklerinin artık katlanılamaz düzeye geldiğini ortaya koyarak ayağa kalktı, isyan etti. Her biri 50, 100, 150 milyar dolar servet sahibi olan 20, 30, 40 yıllık baskıcı ve emperyalizm işbirlikçisi iktidar sahipleri bir bir yıkılmaya başladı. Emperyalizm işbirlikçisi diktatörlerin yıkılışı karşısında “halktan yana”, “demokratikleşme destekçisi”, “diktatörlük karşıtı” bir görünüm sergilemeye çalışan kapitalist-emperyalist dünya egemenleri, bir yandan da “dünyanın ve bölgenin sahipsiz olmadığı, halkların tepki ve isyanının da bir sınırı var” demek için fırsat arayışına girdiler.

Tunus’tan sonra bölgedeki diğer ülkelerde de hareketlenmeler, protestolar, çatışma ve yerel ayaklanmalar dinmedi. Ancak esaslı tutum Mısır halkı tarafından sergilendi. Birçok Arap ülke halkının moral ve güç bularak aynı dönemde ortak bir refleks göstererek ülke yönetimlerine karşı harekete geçmesinde Tunus’tan çok Araplar üzerinde tarihi ve manevi etkisi büyük olan Mısır etkili oldu. Mısır’da, Tahrir Meydanı’nda günlerce süren ve tüm dünyaca dikkatle izlenen direnişin Arap halklarının harekete geçmesinde, on yıllardır bastırılmış duygu ve düşüncelerini haykırmaya, yönetimlere karşı ayaklanmaya geçmesinde önemli etkisi oldu. Böylece uzun yıllardan bu yana bastırılmış olan Arap halkı, bölgedeki ve dünyadaki politik gidişatı sarsacak bir süreci de başlatmış oldu.

HALK AYAKLANMALARININ ÖZGÜN VE GENEL NEDENLERİ, ARAP HALK DAYANIŞMASINI ARTIRACAKTIR

Enver Sedat, Begin ve Carter arasında imzalanmış olan 1978 Camp David Anlaşması’ndan sonra İsrail ile girilen sıcak ilişkileri arttırarak sürdüren işbirlikçi Hüsnü Mübarek’e karşı duyulan öfkenin Mısır halkıyla sınırlı kalmadığı, tüm Arap dünyasına yansıdığı bir gerçek. Mübarek’e karşı patlayan öfkenin aynı zamanda işbirlikçiliğe karşı patlayan öfke olduğunu düşündüren birçok neden bulunuyor. 32 yıldan bu yana oturduğu devlet başkanlığı koltuğunu oğluna devretme hazırlığı içindeki Hüsnü Mübarek halk hareketine direnemeden yıkıldı. Ortadoğu’nun ‘Amiral Gemisi’ndeki bu gelişmeyle birlikte Ortadoğu’daki gelişmeler dikkatlerin merkezine  oturdu.

Gelişmelerin gösterdiği, 2011 yılı başında Tunus’ta başlayan ve tüm Arap-İslam coğrafyasını etkileyen halk ayaklanmalarının yeni bir dönem açtığıdır. Bu halk ayaklanmaları dalgasından hemen her ülke değişik düzeylerde de olsa etkilenecektir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda çizilmiş sınırlar ve atanmış temsilcilerle vücut bulan Ortadoğu bölgesinde yaşanan bu gelişmeler aynı zamanda yeni gelişmelerin de habercisidir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da tahrip olan halk hareketinin yeniden toparlanması ve örgütlenmesinin önünü de açacak olan bu gelişmeler karşısında emperyalist güçlerin sessiz sedasız izleyici olacaklarını düşünmek de saflık olurdu. Henüz her ülkenin kendi diktatörüyle sınırlı bir tepki olmakla beraber, bu gelişmelerin giderek bir Arap halklarının ortak mücadele duygu ve fikrine evrileceği, halk isyanlarının işbirlikçileri hedef almakla kalmayacağı, giderek emperyalizme ve çizilmiş statüye yönelebileceğini beklemek hayalcilik olmasa gerek. Devam eden devrimci halk isyanlarının emperyalistlerin çıkarlarını tehlikeye soktuğu, ABD çıkarları ve Siyonist İsrail yönetiminin geleceğini tehdit ettiği de bir gerçek.

Nihayet Libya’daki gerici Kaddafi yönetimine karşı baş gösteren isyandan sonra ABD, Fransa, İngiltere gibi emperyalist güçlerin ve diğerlerinin aralarındaki çelişki ve çatışmaları da göstererek harekete geçmeleri, saldırıyı işgale vardırma arayışına girmeleri, Kuzey Afrika’dan başlayarak yeni bir planı devreye sokmaları olarak anlaşılmalıdır. Libya’ya yönelik emperyalist saldırının Saddam Irak’ını çağrıştıran argümanlar kullanılarak gerçekleştirilmiş olması, bu müdahalenin Libya ile sınırlı kalacağı ve Kaddafi’nin Saddam’ın akıbetine uğrayacağı anlamına gelmez. Arap dünyasındaki ayaklanmanın seyri içinde gelişen Libya’ya saldırı ve işgal hesabının daha şimdiden tüm Arap halklarını endişeye boğduğu, orta yerde duran Irak işgali ve sonuçlarının Arap halkını düşündürdüğü ve arayışa sevk ettiği unutulmamalıdır. Irak, Afganistan işgalleri ve emperyalizmin bu ülke halklarına çektirdiği acıların, işbirlikçi yönetimlerin “hafifletme” çabalarına rağmen halkın ruhunda derin izler yarattığı gerçeği unutulmamalıdır. Libya’da Kaddafi’ye karşı ayaklanan, ancak gerici Kaddafi diktasını yıkacak kadar güçlenemeyen hareketin, aynı zamanda, emperyalist müdahaleye karşı bir direniş potansiyeli olduğu da unutulmamalıdır.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının bastırılması, yeni işbirlikçilerin oluşturulacak “yeni” yönetimlerin başına geçirilmesi hesabını da kapsayan Libya saldırısı, emperyalistler ve onların bölgedeki işbirlikçileri için eskisi kadar kolay olmayacaktır.

ARAP HALK HAREKETLERİ, FİLİSTİN DİRENİŞİNDEN İLHAM ALIYOR

Arap halk hareketleri karşısında sarsılan ve yıkılan diktatörlerin imdadına yetişmeyi de kapsayan Libya’ya yönelik emperyalist saldırı, İsrail yönetimini de sevindirmiş oldu. Arap Ligi ve emperyalizmin dümen suyundaki bölge yönetimleri de emperyalist müdahaleden memnun görünüyorlar. Ancak Magrip ve Ortadoğu’da tek bir ülke yoktur ki, halk emperyalist müdahaleye alkış tutsun. Fas, Yemen, Bahreyn gibi ülkeleri derinden etkileyen, Cezayir’de mayalandığına dair veriler sunan, Suriye’de dalga dalga büyüyen iş, ekmek, özgürlük taleplerinin giderek birleşik bir Arap direniş hareketine bürünme potansiyeli taşıdığı da atlanmamalıdır. Filistin direnişinin içindeki bazı şahsiyet ve birleşme eğilimi gösteren odağın ve yine Arap dünyasındaki aydın, sendikacı ve sınıf eksenli bazı oluşumların bu yönlü bir arayış içine girdikleri de görülüyor. Filistin halkının yaşadığı sürgün ve esaret koşullarının değişmesini de kapsayan bir dayanışmanın, hem işbirlikçi yönetimlere, İsrail yönetimine ve emperyalizme karşı gelişmesine ilişkin emarelerin uzun olmayan bir sürede ortaya çıkması hiç de imkansız görünmüyor

Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının, Filistin halkının on yıllardır süren sürgün yaşamına ve uğradığı katliamlara seyirci kalan, ABD’nin ve emperyalistlerin dümen suyunda yüzen, servetine servet katan, halkı yokluk ve yoksulluk içinde yaşarken lüks ve sefahatle ünlenen, İsrail’in işgal ve katliamlarına ses çıkarmayan işbirlikçi yönetimlere karşı birikmiş öfkesinin dindiği düşünülmemelidir. Tunus, Mısır ve Libya’da olduğu gibi on yılların yıkılmaz gibi görünen iktidarlarının bir bölümünü yıkan, bir bölümünü sarsan ve sarsmaya devam eden halk, sessiz gibi görünen diğer ülkelerin başında bulunan diktatörleri korkutmakla kalmıyor, olup bitenler, dünya işçi ve emekçilerine, ezilen ve sömürülen halklara umut ve moral aşılıyor. İsrail’in yeni provokasyonlar peşinde koşması, ABD, AB ve diğer emperyalist güçlerin bir yolunu bulup gelişmelere müdahale etme ihtiyacı duymaları, sadece Libya’nın petrol kaynaklarına el koymak, stratejik konumundan yararlanmakla sınırlı değil, Arap halklarının giderek bölgesel bir devrimci hareket kazanma özelliğinden duyulan kaygıdır.

1948’den bu yana işgal ettiği Filistin  ve Arap topraklarından çekilmemekte direnen, ABD ve emperyalizmin yeminli jandarması, Arap halklarına karşı bir saldırı üssü haline gelen İsrail’in de yaşanan gelişmeler karşısında “rahatsız” olduğu, bir nesnel gerçek olmanın ötesinde, İsrail’in girişim ve çırpınışlarıyla da görüldü. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ateşinin en çok endişelendirdiği ülkelerden biri de İsrail. Gelişmelerin İsrail’e yönelen tepkilere dönüşmesi sadece İsrail’i değil, arkasındaki esas güçleri de tedirgin ediyordu. Aslında gelişmelerin İsrail’i tedirgin etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak bunun fiili bir harekete dönüşmeden engellenmesi, aynı zamanda etkisiz ve halkın özlem ve taleplerinden uzaklaşmış, Arap Ligi ve emperyalist ülkelerin bir kuklası haline gelmiş bulunan Filistin yönetiminin geleceğini de derinden etkileyecektir. Emperyalist ülkelerin Arap halkları arasında (işbirlikçi yönetimler eliyle) ektikleri nifak tohumlarının yerini dayanışmanın yeşermesine bıraktığı günümüzde, gelişmelerin Irak-İran Savaşı, Saddam’ın teşvik edilerek 1990’da Kuveyt’e saldırması, Körfez Savaşı boyunca açtığı yaraları, halk arasındaki dargınlık ve kırgınlıkları onarması gibi bir işlev görmesi de beklenmelidir. Irak’ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali, 1 milyondan fazla insanın ölümü gibi gelişmelerin yeniden değerlendirileceği bir sürece de girilmiş oluyor.

Filistin Sorunu Yeniden Bir Arap Halkları Sorunu Olarak Gündeme Gelebilir

Görünen o ki, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları aynı zamanda en azından yakın tarihin bir muhasebesi olarak da rol oynayacak, Filistin sorununu yeniden gündeme taşıyacaktır.

Gelişmeler, Filistin halkının İsrail işgalinin püskürtülmesi mücadelesini de etkileyecektir; halkın devrimci eyleminin Filistin sorununa duyarsız kalması düşünülemez zira. Bu gelişmelerin Filistinliler içinde zayıflayan direnişi yeniden tetikleyeceği gibi, bu günden olmasa da Arap dünyasında yeniden bir dayanışma ve direniş fikrini ateşleme rolü oynaması şaşırtıcı olmayacaktır. Henüz kendi diktatörlerini yıkmakla meşgul Arap halklarının, yerine ne koyacağını belirleme sürecinin, aynı zamanda Filistin halkının yaşadığı acıları gündemine alma süreci olması da beklenmelidir. Nitekim, Filistin halkının kendi kaderine terk edildiği, ancak diplomatik görüşmelerle bir çözüm bulunabileceğini vaaz eden mevcut yöneticilerin de hedef haline gelebileceği şimdiden konuşulup tartışılıyor.

Ayaklanmaların esas olarak halk gücüne dayandığı ve yayılan hareket üzerinde bir etkiye sahip olmamakla beraber bölgede gelişme gösteren HAMAS, Hizbullah, Müslüman Kardeşler gibi radikal İslamcı örgütlerin İsrail ve ABD karşıtlığı üzerinden bir merkez olma arzusu içinde oldukları da hesaba katıldığında, bunun İsrail’i hedef almaması düşünülemez. Libya saldırısı ve işgal planlarının, emperyalizme ve Siyonizme ve aynı zamanda suskun ve sessiz kalan ülke yönetimlerine karşı yeni birikimler yaratacağı da söylenebilir. Filistin yönetimindeki iki başlılık, Mahmut Abbas’ın Mısır’daki halk ayaklanması sürecinde Mübarek yanlısı bir tutum alması ve statükoyu sürdürmeye yönelik açıklamalarda bulunmasından sonra ortaya çıkan tepkilerin gösterdiği de bu yönlü bir gelişmenin olduğudur zaten.

Arap Halkları yeni bir döneme girerken, İsrail ve Filistin Sorunu

Emperyalistlerce istedikleri her an ateşlemeye hazır bir silah olarak Ortadoğu’ya yerleştirilen, desteklenip donatılan İsrail, sadece Filistin topraklarını işgal etmek ve Filistin halkına büyük acılar yaşatmakla kalmadı, aynı zamanda tüm Arap dünyasının ortasına yerleştirilmiş bir çok yönlü nifak işlevi gördü ve görmeye devam ediyor. İsrail’in Filistin topraklarını, Golan Tepeleri’ni işgali, Suveyş Kanalı’nın Mısır’ın ulusalcı lideri Nasır tarafından millileştirilmesi girişimine karşı başlatılan savaş, Lübnan’a saldırı ve başkaca bir çok gelişme bir çok defa İsrail Arap savaşına neden oldu.

1897 yılında Siyonist hareketin merkezi olarak hedefe konulan Filistin toprakları adım adım işgal edilerek, güçlü bir devlet yaratıldı. 1916’da yapılan, Arap topraklarının paylaşılmasına dayanan Sykes Picot Anlaşmasıyla elleri hepten güçlenen İngiltere ve Fransa bölgenin kaderini sınırlarıyla birlikte çiziyordu. Bu dönem, Siyonizm için fırsat olarak değerlendirilen “altın çağ” denilebilecek bir dönem oldu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz Yönetimi hazırladığı bir düzenlemeye dayanarak (Belfour Deklerasyonu) mandası altındaki Filistin topraklarına 16.500 Yahudinin yerleştirilmesi için karar aldı. Bundan önce toplam Filistin nüfusu 700 bin dolayındaydı; 574 bini Müslüman, 74 bini Hıristiyan ve 56 bini Yahudi idi. İngilizler Suveyş Kanalı’na yönelik bir tampon bölge oluşturmayı da amaçlayarak, ABD’nin de desteğini alarak “Filistin topraklarında Yahudilere ‘Milli Yurt’ kurulması” için hızla adım atıyorlardı.

1921’de buna tepki olarak Kudüs merkezli büyük bir Arap ayaklanması çıksa da, bastırılması zaman almadı. Ürdün’ün Filistin’den ayrılması, iki devletin de İngilizlerin mandasına alınması ve “Churchill Bildirisi”nin yayınlanması 30’lu yıllara kadar bir sessizlik sürecine neden oldu. Bu süre içinde Yahudi nüfusun artışı devam ediyordu. 1930’da 40 bin olan sayı, 1935’de 62 bine ulaşmıştı. 1931’de, 22 Arap ülke temsilcisi Müslüman Ülkeler Kongresi’ni toplayarak “Siyonist Tehlikeye Dur” diyeceklerini ilan ettiler. Ancak emperyalist ülkelerin hızlanan desteği, Yahudi nüfusunun hızla artışı, Filistinlilerin işsizlik, açlık ve yoksulluk girdabına sürüklenmeleri ve giderek kendi topraklarında ikinci sınıf vatandaş uygulamalarına tabi tutulmaları Arapları telaşlandırıyordu. 1936 yılında toplanan Arap liderleri Yahudilerin işgalini engellemek amacıyla Arap Yüksek Komitesi’ni oluşturarak gelişmelerin karşısında tutum almak istediler ve arkasından başlattıkları genel grevi İngilizleri de hedefleyen biçimde bir ulusal ayaklanmaya dönüştürdüler. Filistin’in bölüştürülmesi gerektiğini öneren Peel Raporu bardağı taşıran son damla oldu. Bu rapor, Filistinlilerin bağımsızlıklarını gölgeleyecek şekilde topraklarını ikiye böldüğü için Arapların ayaklanmasının daha da şiddetlenmesine neden oldu. 1931 yılında 20 kadar İslam ülkesi Kudüs’te bir araya gelerek “Siyonist tehlike” olarak gördükleri bu yığılmayı durdurma hesapları yaptılar. Ancak 1935’teki gelişmeler ve giderek kendi topraklarında ikinci sınıf vatandaş durumuna düşen Filistinliler harekete geçtiler. Beş Arap partisi bir araya gelerek ortak tutum almaya başladı. 1936-1939 yılları boyunca her yere yayılan ayaklanmalar İngilizleri tedirgin etmeye yetti. Ortadoğu’daki gücünü muhafaza etme çabasındaki İngiltere, 1920’den beri mandası altındaki Filistinlileri ve Arapları rahatlatacak bir hamle yapmak amacıyla, Beyaz Belge adlı bir açıklama yaptı. İlerleyen yıllarda İsrail’i rahatlatacak ve işbirliğini ilerletecek yeni hamleler yapmak durumunda kalan İngiltere bu belge ile esas olarak, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması planının İngiliz siyasetinin bir unsuru olmadığını, bölgeye yerleşecek olan Yahudi mültecilerin kabulünün ancak Arapların onayı ile ve tedricen olabileceğini açıklıyordu. ABD ile İngiliz politikalarının ve İngiliz Yahudi ilişkilerini de etkileyen bu tutum karşısında, Araplar arasında tutum farklılıkları da ortaya çıktı ve direniş hareketi etkisizleşti.

Ancak 1947’de Filistin topraklarının verimli bölümlerini oluşturan %56’sının Yahudilerin yerleşimine verilmesi, çöl ve verimsiz alanların ise Filistinlilere bırakılması ve hızla buralara yerleşen Yahudilerin şiddete de baş vurarak Filistin topraklarını işgal etmeleri, Araplar arasında huzursuzluğu artırmakla kalmadı, örgütlenmenin ve direnişin ivmesini de yükseltti. BM tarafından yürürlüğe konan ve o sıralar Filistin’de %31’lik bir nüfusa sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak veren bu karar, Arap ülkeleri tarafından kabul edilmemesine rağmen yürürlüğe girdi. II. Dünya Savaşı boyunca Hitler faşizmi tarafından tarifsiz acılar yaşatılan ve soykırıma tabi tutulan Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşimi de hız kazandı. ABD, bu girişimi özellikle destekleyip teşvik etti.

14 Mayıs 1948’de, Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, bir bildiri yayınlayarak İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan ettikten hemen sonra, Arapların muhalefetine rağmen, BM tarafından onaylandı. Ancak Siyonizmin merkez üssü işlevi biçilen  İsrail’in kuruluşuna karşı tepkiler gecikmedi. İsrail’in kuruluşunun ilanından sonra Arap Birliği, İsrail devletinin ilanının kabul edilmeyeceğini açıklayarak karşı çıktı. 1948’de Mısır, Suriye, Irak ve Ürdün silahlı güçlerini de harekete geçirerek İsraile karşı saldırıya geçti. Ancak olası bir saldırıya karşı hazırlıklı olan İsrail, bu saldırıya İngiliz, Fransız ve Amerikan desteğinde yanıt vermekte gecikmedi ve Arapları püskürtmeyi başardı.

Böylece, Ortadoğu’da bir emperyalist ileri karakol olarak kurulan İsrail, peyderpey yerleştiği ve 1948’de devlet ilan ettiği topraklarla da yetinmeyip yeni topraklar işgal ederek önemli bir emperyalist üs haline geleceğine kesinlik kazandırmış oldu. Daha devlet olmayı ilan etmeden 1947’de işgal ettiği % 56’lık Filistin toprağıyla da yetinmeyerek kısa süre içinde bunu %78 düzeyine çıkaran İsrail, Filistinlileri topraklarından sürüyordu. Savaşta 700 bin kadar Filistinli topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Yerlerini yurtlarını terk eden Filistinlilerin 250 bin kadarı Gazze’ye yerleşirken, bir bölümü de farklı ülkelere ve başka Arap bölgelerine sığınmak zorunda bırakıldı.

Savaştan karlı çıkan, elde ettiği zaferi aynı zamanda meşruiyet kazanma hesabına dönüştüren İsrail, emperyalistlerin desteğiyle Mısır, Irak, Suriye ve diğer Arap ülkeleriyle ateşkes imzalamak için girişimde bulunmakta gecikmedi. Böylece  parçaladığı Filistin toprakları üzerinde söz ve karar sahibi olacağını düşünüyordu. Parçalanmış ve paylaştırılmış topraklardan sürülen Filistinliler mülteci yaşama mahkum edilirken, Filistinlilerden boşalan topraklara SSSB, Polonya, Romanya gibi ülkelerden getirilerek yerleştirilen Yahudi nüfusu hızla artıyordu. Savaştan sonra Batı Şeria, Ürdün topraklarına eklenirken, Kudüs’ün doğu kesimi de bu ülkenin kontrolünde kaldı. Gazze’nin denetimi Mısır’a bırakılırken, Kudüs’ün batı kesimi İsrail’in kontrolüne geçti.

Bu gelişmelerle birlikte, İsrail tarafından işgal edilen topraklardaki Yahudi yerleşimi çarpıcı rakamlara ulaşıyordu. 1920’lerde Yahudilerin yerleşim alanı 60.100 hektar iken, 1940’da sahip olunan toprak 155.200 hektara ulaşmıştı. Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı ise 1914’te 85 bin, 1943’te 539 bin, 1946’da 608 bin iken 1947’de 650 bin olmuş, savaştan sonra ise hızlı bir toplanma ve yerleşim yaşanmış ve Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu 1949’da 758 bine ulaşmıştı.

Anlaşılacağı gibi, 1948 Arap-İsrail Savaşı aynı zamanda Arap dünyasında büyük çalkalanmaların, rejim arayışlarının ve değişikliklerinin de başlangıcı oldu.  Zaten fazla zaman geçmeden Mısır’da Kral Faruk bir askeri darbeyle devrildi ve yerine darbe yapan subayların lideri Cemal Abdülnasır geçti.

Mısır, Süveyş Kanalı’nı millileştirmeye kalkınca…

Asya ile Avrupa arasındaki deniz ulaşımında, Afrika çevresinde dolaşmaya gerek kalmadan taşımacılık yapılmasını sağlayan Süveyş Kanalı’nın emperyalist ülkelerin denetiminden alınarak, Mısır’ın eline geçmesi yönlü girişimlerin 1956 yılında başlatılmasıyla birlikte, yeni bir İsrail-Arap krizi gündeme geldi. İngiltere, Fransa ve ABD İsrail’i destekleyerek Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı devletleştirme hesaplarını bozmak için harekete geçirdi. Özgür Subaylar Hareketi’nin Kral Faruk’u devirmesinden sonra, 1952 yılında Mısır’ın başına geçen hareketin lideri konumundaki Arap Milliyetçisi Cemal Abdülnasır, sadece Mısır halkı üzerinde değil, tüm Arap dünyasında da ilgi uyandırıyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra faşizmin yenilgisi, bir çok ülkenin halk cumhuriyetleri ve sosyalizm yolunda gelişme göstermesinin de yarattığı etkiyle, Arap halkları emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı gelişen her hareketlenmeye sempatiyle bakıyor, destek sunuyordu. İsrail’e karşı yaptığı açıklama ve tutumuyla da sempati toplayan Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı devletleştirme girişimi de sadece Mısır halkı içinde değil, tüm Arap halkları ve dünya halkları tarafından sempatiyle karşılık buldu. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması gerektiğini ilan ederek tutum alan Nasır, Filistin-Arap davasının sembol ismi olarak da dikkat çekiyordu.

Ancak Süveyş Kanalı’nı işleten şirketi milleştiren Nasır, İngiltere ve Fransa’nın hışmıyla karşı karşıya kaldı. ABD de bu gelişmenin kabul edilemez olduğunu ilan etti. Zira emperyalistler için Süveyş Kanalı, Basra Körfezi ülkelerinden batıya taşınan petrol için hayati derecede önemliydi. Bir süredir SSCB ile ekonomik, askeri ve siyasi ilişkiler kuran ve Arap milliyetçiliğinde başa oynayan Nasır’ın kanal şirketini millileştirme girişimi emperyalist ülkelerin harekete geçmelerine neden oldu. Emperyalist güçler, yıllardır destek sunarak önemli bir karakol olarak tahkim ettikleri İsrail’i devreye soktular. İsrail’in Mısır’a saldırısı için yapılan planlar zaman geçmeden devreye sokuldu.

İngiltere, Fransa ve İsrail Anlaşması olarak da bilinen görüşmelerden sonra hızla savaş ortamı yaratıldı ve saldırıya geçildi. Mısır’ı kararından vazgeçirmek için toplanan Londra Konferansı‘ndan bir sonuç sağlanamayınca, İngiltere Başbakanı Antony Eden Fransa ile tutum belirlemek üzere Paris’e gitti ve kısa süre sonra İngiltere, Fransa ve İsrail, Mısır’a askeri müdahale kararı aldıklarını ilan ettiler. Emperyalist ülkeler, kanalın denetimini elden bırakmak istemiyor, bunu gerekçe ederek Sovyetler’in artan etkisini de kırmak üzere yeni pozisyon kazanmayı da hesaplıyorlardı. Bunun için yapılan hesap çok açıktı; İsrail Mısır’a saldıracak, İngiltere ve Fransa, savaşı durdurmak için harekete geçecek, kanalın denetimi ele geçirildikten sonra da orada emperyalist askeri bir birlik (güvenliği sağlamak üzere!) uzun süreli olarak konumlandırılacak, Süveyş Kanalı’nın komutasını da üzerine alacaktı.

Süveyş Krizi; İngiltere, Fransa desteğinde İsrail’in Araplara Saldırısı

İsrail, 29 Ekim 1956’da Sina yarımadasını işgal ederek Mısır’a karşı harekete geçtiğinde, hazır tetikte bekleyen İngiltere ve Fransa  gecikmeden Süveyş Kanalı bölgesine silahlı askerlerini göndererek “arabulucu” rolüyle Mısır-İsrail savaşını durdurma çağrısında bulundu. Bu çağrıyı reddederek savaşacağını açıklayan Nasır, yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya kaldı. ABD durumu izliyor gibi görünse de Mısır’ın ezilmesi için yoğun bir çaba gösterdi. Bir yandan da Körfez Krizi’nin büyük ve hızlı bir yarılmaya neden olmaması ve SB’nin tüm Ortadoğu ve Arap dünyasında güç ve sempati kazanmasını engelleyici planları devreye sokmakla meşguldü. ABD ileride daha etkin olmak için tüm bu gelişmeleri takip etmek ve yeni planlar uygulamak üzere çalışmalar içindeydi. II. Dünya Savaşı’nda güçlenerek çıkmış olan ABD, Ortadoğu’da esas tehlikenin SSCB olduğunu düşünüyor ve giderek her türlü etkisi zayıflayan Fransa ve İngiltere’nin bölgede kendisi için bir rakip değil, olsa olsa yedek güç olacağından hareketle, İsrail üzerinde esaslı bir denetim ve etki yaratmak için hızla harekete geçiyordu.

ABD, İsrail’in kendi emperyalist emelleri için ne denli önemli olduğunu fark etmiş ve İsrail ile özel olarak ilgilenmiş bir devlet politikası devreye sokmakta gecikmeyecekti. Zira petrol bölgesinin Sovyetler Birliği’nin etkisi ya da denetimine geçmesi büyük bir tehlike olurdu! SB ise, Nasır yanlısı gözükmek ve Arap halkının yükselen öfkesine anlayan ve destekleyen devlet görünümünde hareket ederek İngiltere ve Fransa’ya yönelik tehditlerde bulunsa da, etkili bir tutum almaktan kaçınıyor, alçak sesle gürlemekten öte bir icraat içine girmiyordu.

Nihayet İngiltere ve Fransa uçak gemilerinin de katıldığı savaşı başlattı. Ancak Sovyetler Birliği bu dönemi, bölgede etki ve güç kazanarak değerlendirdi. Nasır ile iyi ilişkiler geliştiren SB, İngiliz ve Fransız sömürgecilerine karşı gelişen bağımsızlık mücadelelerini destekleyen açıklamalarda bulunmakla birlikte, bunu açık bir politikayla desteklemeye vardırmakta uzak kalıyordu.

Çok geçmeden İsrail, İngiliz ve Fransız askerleri Mısır’ın direncini kırarak üstünlük sağladılar ve Kanal bölgesini ele geçirdiler. İngiltere, Fransa ve emperyalist tekeller için şimdilik bu kadarı yeterliydi; İsrail verilen görevi yerine getirmiş, iyi iş çıkarmış, yeni topraklar elde etme olanağı da yaratmıştı. Şimdi sıra bu durumu anlaşmalarla kalıcı hale getirmek, işgal ettiği topraklar üzerinde söz ve karar sahibi olmaktı. Emperyalist ülkeler tam bir işbirliği içinde hareket ediyorlardı. Barış ve masa başında zafer için Kanada devreye sokuldu ve barış görüşmelerinin mimarı olarak görevlendirildi. Mısır ve İsrail arasındaki savaşın büyümemesi için Barış Gücü kurulması ve Gazze Şeridi, Sina Yarım Adası ve Süveyş Kanalı’nın Barış Gücü’nün denetimine verilmesi gündeme getirildi. Emperyalistlerin planı olarak bu karar, Arapların toparlanıp yeniden harekete geçmeleri anlamına da gelen 1967’deki Altı Gün Savaşı çıkıncaya kadar uygulandı.

Mısır’ın Arap Dünyasının ‘Büyük Abi’si Olması Engellendi

Bilindiği gibi, “Ortadoğu’da Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz” sözü, emperyalistlerin hem yakıştırması ve hem de rol biçmeleri anlamına gelmektedir. Mısır gerçekten de Ortadoğu’da Arap dünyası için amiral gemisi! Süveyş Krizi’nde büyük asker kaybı vermekle kalmamış, savaşı da kaybetmiş Mısır bu durumu değiştirme arayışından vazgeçmedi. BM Acil Müdahale Gücü’nün Sina Yarım Adası ve Gazze Şeridi’ne yerleşmelerini kabul eden Nasır güç kaybetmişti. Ancak başka gelişmeler de yaşanmış, savaştan sonra, 1881’den beri Mısır üzerinde süren İngilizlerin hakimiyeti önemli oranda darbe almış; İngiltere’nin Arap devletleriyle ilişkileri onarılamaz düzeye gelmişti. Bu gelişme İngiliz kamuoyu ve partileri arasında da çalkantılara neden olmuş ve İngiliz Başbakanı Eden istifaya zorlanmış, Fransa ise bölgedeki eski sömürgeleri üzerinde güç ve itibar kaybına uğramıştı.

Kanal üzerinden yaptığı çıkışla öne çıkan Nasır, yenilse de ünlenmiş ve tüm Arap halkları için dikkat merkezi olmuştu. Bu dönem Arap ulusal uyanışının ve sömürgeciliğe karşı tutum ve direnişlerin ve SB’ye yönelik ilgi ve sosyalizme sempatinin arttığı bir dönemdi. Filistin direnişinin sadece Arap halklarınca değil, tüm Müslüman dünya başta olmak üzere ilerici demokrat kamuoyunca da destek bulduğu bir dönemdi.1948 İsrail-Arap Savaşı’nda Arap arkadaşlarıyla İsrail’e karşı savaşmak üzere Kahire’de okuduğu üniversiteyi bırakan genç Yaser Arafat’ın Süveyş krizinde Mısır ordusuna çağrıldığı,  savaştan sonra işgal edilen bölgeden çıkarak Kuveyt’e gittiği de bir not olarak düşülmelidir. Bunun aynı zamanda Filistin halk temsiliyetinin önünü açan, Nasır ve diğer Arap liderlerince teşvik edilen bir durum olduğu görülmektedir.

Bu süre boyunca SB, Süveyş Kanalı krizi ile başlayan süreçte açtığı yollardan hızla ilerleyerek bölge ülkeleri ile ilişkilerini daha da geliştirdi. Arap milliyetçiliği, Nasır’a destek çıkan tutumuyla birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı büyük ilgi duymuş, bazı Arap milliyetçileri kendilerini sosyalist parti ve devletler olarak ilan etmeye kadar vardırmışlardı. Bu sürecin BAAS hareketinin gelişiminde önemli rol oynadığı da bir gerçek.

Mısır; Arapların ‘Kutup Yıldızı’

Daha önce de dikkat çekildiği gibi 1956’da yaşanan Süveyş Krizi, Mısır için önemli bir askeri yenilgi olmakla birlikte, yeni dönem ve konjonktürün de sunduğu koşullarla birlikte önemli bir süreç oldu. Hiçbir Arap ülkesi İsrail’i meşru görmüyor ve halkın öfkesini de hesaba katarak diplomatik ilişkiler geliştirmiyordu. Hatta Suriye gibi ülkelerde biriken öfke İsrail’e karşı gerilla savaşına dönüşüyordu. Nasır’ın özel çabalarıyla da  birleşen hemen tüm Arap dünyasını etkileyen yeni bir politik atmosfer  oluşmaktaydı.

İsrail de bu süre içinde güç ve moral bularak durumunu korumakla kalmamış daha da güçlenmişti. SB’nin de baskı unsuru olduğu bu süre içinde, İsrail’in işgal ettiği Sina Yarımadası’ndan çekilmesi önemli bir kazanım olarak sunuldu ve bu Nasır’ın hanesine bir başarı olarak kaydedildi. Ancak Nasır’a prim yaptırılmak istenmiş olsa da, İsrail genişlettiği işgal edilmiş Filistin topraklarında yeni saldırılar için güç topluyordu. Bu süre içinde Süveyş krizi baş gösterdiğinde Mısır tarafından İsrail gemilerine kapatılmış olan ve İsrail’in stratejik önemde malzemeler taşımakta kullanacağı Tiran Boğazı da tekrar açılıyordu. İlerleyen yıllar, İsrail’in bu dönem yapılan anlaşmalarla önemli pozisyon kazandığı, ABD ve emperyalist ülkelerin Süveyş Kanalı ve geçiş yolları üzerinde önemli kazanımlar elde ettiğini gösterecekti. Ancak görüşme, anlaşma ve uygulamalarla geçen bu sürede Nasır yönetimindeki Mısır’ın başını çektiği Arap-İsrail çatışması bir süreliğine ertelenmiş olsa da, İsrail’in işgal edilmiş topraklara su ihtiyacını gidermek üzere başlattığı bazı girişimler, zaten bitmeyen kavgayı, için için yanan koru yeniden alevlendirdi.

Ürdün Nehri Suyu, El Samu Kampına Saldırı ve yeni Arap-İsrail Çatışması

İsrail’in 1964 yılında gündeme getirdiği Ürdün Nehri’nin İsrail’e akıtılması girişimi, Arap ülkelerini yeniden ayağa kaldıran bir gelişme oldu. Ürdün Nehri’nden su almaya başlayan İsrail, başta Suriye olmak üzere, Arap tepkisini karşısında bulmakta gecikmedi. 1965 yılında Ürdün Nehri üzerinde Suriye tarafından başlatılan baraja yönelik İsrail saldırısı ise “bardağı taşırmaya” yetti. Üç ay boyunca Suriye baraj tesislerine saldırıda bulunan İsrail, yeni bir çatışmayı da tetiklemiş oldu. Bu gelişmeleri takip eden aylarda İsrail ile Ürdün arasında da sorunlar başladı ve bir yıl sonra 12 Kasım 1966’da İsrail bir mayına çarpan araçta ölen üç askerini gerekçe göstererek 13 Kasım’da Ürdün’deki Batı Şeria-El Samu’ya saldırıya geçti. 4 bin kişilik bir askeri kuvvetle son on yıldaki en büyük saldırıyı gerçekleştiren İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) denetiminde bulunan, kendi topraklarından sürülmüş olan Filistinli mültecilerin yaşadığı dört bini aşkın insanın yaşadığı El Samu’da 100’ü aşkın evi yerle bir etti. Uçaklarla desteklenen ve tankların katıldığı vahşice bir saldırı gerçekleştirildi. Filistinlileri desteklemek üzere çatışmaya giren Ürdünlü askerler de öldü. Saldırı karşısında, El Samu’ya sığınmış mülteci Filistinlileri korumakta aciz kalan Kral Hüseyin’e karşı da büyük bir tepki olmuştu. 6 Gün Savaşı’na yol açan koşulları da hazırlayan bu saldırı, aynı zamanda Nasır’ın da yönlendirmesiyle, Yaser Arafat’ın FKÖ’nün başına geçmesinin yolunu açıyordu.

Ürdünlüler, Filistin ve Araplar bu saldırıdan sonra İsrail’e karşı öfkelerini arttırdı. Ancak Filistinlilerin ve Arapların Ürdün topraklarından İsrail’e karşı harekete geçeceği, yanıt vereceği korkusuyla, Ürdün yönetimi, ABD ve İsrail ağız birliği ederek Ürdün askerlerinin ölümünü gizlemeyi sürdürdüler. Bu durum, Ürdün halkı içindeki tepkiyi daha da büyüttü. Ürdün ile İsrail arasında bir denge kurma çabasında olan ABD, telaşla bu gelişmenin üstünü örtmeye ve Ürdün Kralı Hüseyin’i rahatlatacak arayışlara girdi. İsrail’i azarlama tutumunu hissettirmeye çalıştı. Ancak bu operasyon, İsrail için önemli bir tatbikat, askeri teknikleri deneme olanağı da yaratmıştı ve ABD de bundan oldukça memnundu. Hem Arap ülkelerinde ve Arap halklarında, hem de dünya ölçeğinde gelişen tepkiler karşısında 25 Kasım 1966’da BM Güvenlik Konseyi İsrail’i kınamak zorunda kaldı. Bu tipte kapsamlı bir operasyonun yapılması halinde  “BM gerekli karşı önlemler alacaktır” çerçevesinde bir açıklama yapıldı.

Tiran Boğazı İsrail’e yeniden Kapatıldı

Mısır 22 Mayıs 1967’de yaptığı bir açıklama ile Tiran Boğazı’nı geçişine kapatacağını duyurdu. “Gemilerin İsrail’e stratejik malzemeler taşıdığı”nı gerekçe gösteren Mısır, 23 Mayıs’ta Boğaz’ı İsrail bandıralı gemilerin geçişine kapattı. Bunu kabul etmeyeceğini ilan eden İsrail, yeni savaş ve çatışma nedenleri aramaya başladı. Ürdün’ü etkisiz kılarak Mısır ve Suriye’den koparmayı bir İngiliz, Fransız, ABD ve İsrail stratejisi olara gören güçler bunda başarılı olamadıklarını görüyor ve endişe duyuyorlardı. Zaten El Samu saldırısı ile büyük tepki toplayan, “emperyalizm uşağı” olarak çağrılan ve Nasır tarafından da itham edilen Ürdün Kralı, durumu kurtarmak için uygun bir ortam yaratmış olduğunu düşünerek Filistin ile bir askeri anlaşma imzaladı. Mısır ve Suriye’nin yanında yer alacağını açıklayan Kral Hüseyin böylece İsrail karşısında Mısır, Ürdün ve Suriye eksenli bir Arap birliğinde yer almış oldu. Ürdün ve diğer Arap ülkelerine dağılmış olan Filistinlileri örgütlemek ve İsrail’e karşı etkili bir mücadele vermek üzere, 1964 Mayısı’nda, Ürdün’ün denetimindeki Doğu Kudüs’te I. Filistin Kongresi’nin toplanıp FKÖ’nün kuruluşunun ilan edildiği süreçten sonra yaşananlar, bu cephede de önemli gelişmelere ve toparlanmaya neden oldu. Ürdün’ün savaşa dahil olması, toparlanan ve hazırlık içinde olan Batı Şeria’daki Filistinlilerin hiçbir engelle karşı karşıya kalmadan İsrail saldırısına karşı direneceği anlamına geliyordu. İsrail, ABD ve diğer emperyalist güçler Ürdün’ü olası bir savaşa dahil olmaması için ikna etmek için oldukça çaba gösterseler de Arap baskısı ağır bastı, emperyalistler başarılı olamadılar. Savaşa girmekte kararsız olan Ürdün Kralı büyük bir ikilem içinde kalsa da, Arap halk baskısı onu İsrail karşısında tutum almaya mecbur bıraktı.

Mayıs 1967’de Nasır tarafından yapılan bir açıklama ile Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan ordularının İsrail’e karşı hazırlandığı ilan edildi. İşgal edilen Arap topraklarının geri alınacağını açıklayan, Irak, Cezayir, Kuveyt, Sudan ve tüm Arap halkının da hazır olduğu ve destek verdiğini duyuran Nasır, hemen tüm Arap devletlerini ortak bir tutum etrafında birleştirmişti. Nasır, İsrail’i baskı altına almak, gücünü göstermek, SB, ABD ve diğer güçler karşısında güçlü bir tablo sergilemek istiyordu. SB’nin desteğine de güvenen Nasır, Sovyet yapımı 450 savaş uçağına ve yine SB’nin güç ve destek sunduğu, silah sattığı Suriye’ye güveniyordu. Oysa Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu olarak konumlandırılan İsrail’in 264 bin askeri vardı. 100 bin askerini Sina Yarımadası’na yerleştiren Mısır’ın 167 bin, Ürdün’ün 55 bin, Suriye’nin ise 75 bin askeri bulunuyordu. Bekleyiş başladı ve bir süre sonra 5 Haziran 1967’de İsrail’in Mısır’a saldırısıyla savaş başlamış oldu.

1967 ‘Altı Gün Savaşı’

5 Haziran 1967’de İsrail ile Araplar arasında başlayan ve altı gün sürdüğünden dolayı Altı Gün Savaşı adı alan Arap-İsrail Savaşı, Arap milliyetçiliğinin zirve yaptığı bir zamanda, Nasır’ın SB ile geliştirdiği siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerin de yarattığı güvenle başlayan üçüncü Arap-İsrail savaşıdır. İsrail’e karşı geniş Arap ittifakının sağlandığı savaşa Mısır, Ürdün ve Suriye ile birlikte girerken, Irak, S. Arabistan, Sudan, Fas, Tunus, Cezayir gibi Arap ülkeleri de asker ve silah da dahil olmak üzere destek ve güç verdiler. SB’de bu cepheyi destekliyor görünüyordu. Ancak ABD ve tüm emperyalistlerin açık desteğini alan İsrail, bu savaştan da galip çıkmış, işgal ettiği yeni bölgelerle birlikte denetimindeki toprakları dört katına çıkarmıştı. İsrail, Mısır’ın Sina Yarımadası’nı işgal etmekle kalmadı, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni, Filistin’in Gazze Şeridi ile birlikte Batı Şeria topraklarını da işgal ederek yerleşmeye başladı.

ABD’nin yeni pozisyon elde etmekten kaynaklı telkin ve yönlendirmesi, BM üzerinden sürdürülen yeni etki hesapları hızla sürüyordu. “Barış Gücü”nün yerleştirilmesi kesinleştikten sonra, Filistinli gerillaların etkisiz kılındığını da düşünerek Sina Yarımadası’ndan çekileceğini açıklamış olsa da, İsrail, ne BM kararlarını ne de uluslararası baskıyı ciddiye aldı. İsrail, Golan Tepeleri’nde elde ettiği nihai zaferi ilan etti ve arkasından ateşkes imzalamaya yanaştı. Yapılan anlaşmada İsrail; Doğu Kudüs Golan Tepeleri, Gazze Şeridi ve Sina Çölü’nde kalıyordu. Böylece Ürdün, Suriye ve Mısır topraklarında 68 bin 300 kilometrekarelik bir alanı da işgal ederek sınırlarını iki buçuk kat genişletmiş oldu. BM kararlarına rağmen işgal ettiği topraklardan çıkmayan İsrail, Kudüs’ü, hiç bir devlet tanımasa da “sonsuza kadar ve bölünmez başkent” olarak kabul ettiğini bir kez daha tekrarlıyordu.

Ancak bu gelişmenin Filistin cephesine yansımaları başka türlü devam ediyordu. Nasır ve ittifak güçlerinin kaybettiği savaş, Filistinlilerin Arafat ve El Fetih Örgütü etrafında birleşmelerine neden olmuş ve daha önce çeşitli Arap ülkelerinden medet umar durumda olan Filistinliler kendi davalarını sürdürmenin yollarını aramaya başlamışlardı.

İngiltere ve ABD İsrail’in Arkasında

Savaş, Arap ülkeleri arasında bir dağılma ve güvensizlik unsuru olmakla kalmadı, ABD emperyalizminin bölge ülkeleriyle işbirliğini geliştirmesinde de önemli bir başlangıç oldu. Ortadoğu’ya silah ambargosu olmasına rağmen, İsrail’e silah sevkiyatı için her türlü yardımı yapmış ve sürekli olarak desteklemiş olan ABD’nin, Mısır kara kuvvetlerinin yerlerini gece tespit ederek bilgilerini İsrail’e veridiği ve İsrail’in buraları bombaladığı da açığa çıktı. İngiliz bölüklerinin İsrail askerlerinin yanında savaşa girdiği, yine uçak gemilerinden kalkan ABD ve İngiliz uçaklarının Mısır’a sortiler düzenlediği tartışma konusu oldu. Bu yıllarda Libya’daki Amerikan Wheelus Hava Üssü’nden kalkan uçakların Mısır’ın içlerini vurduğu iddialarını Kaddafi hükümeti de onayladı. Amerikan casus uydularının İsrail’e görüntüler sunduğu bir çok kanıtla desteklendi. 6. Filo’nun bölgede bulunduğu bu dönemde, stratejik önemde askeri bölgelere yapılan saldırıların İngiliz ve ABD bilgi ve desteğiyle yapıldığı iddiaları İsrail, ABD ve İngiltere tarafından yalanlansa da, dünya kamuoyu İsrail’in başarısını ABD’nin desteğine bağlıyordu. Açığa çıkan bu destek tablosu karşısında petrol üreten Arap ülkeleri, İngiltere ve ABD’ye ambargo uygulamaya karar verdiler ve halkın öfkesi dininceye kadar bu tutum devam etti. Arap ülkelerinden altısı ABD ile diplomatik bağlarını keserken, Lübnan, Amerikan elçisini geri çağırdı. ABD’nin İsrail’den yana açık tutum almasıyla birlikte Arap halkları içinde ABD karşıtlığı giderek yayıldı ve Altı Gün Savaşı sonrasında Ortadoğu’da anti-Amerikancılık güç ve dinamizm kazandı. Radikal İslamcı örgütlerin güçlendiği ABD karşıtlığı buradan beslenmiş olsa da, ilerleyen yıllarda ABD’nin bunu büyütüp kışkırtacak çok daha fazla neden yarattığı biliniyor.

Altı Gün Savaşı’nda büyük darbe alan Arap Birliği ve Arap milliyetçiliğinin ilk yansımaları devletler üzerinde görüldü. Bölge yönetimleri İsrail’in gücü karşısında daha temkinli davrandılar, açık tutum almaktan kaçındılar. Dahası, dümeni ABD’den yana kırmaya başladılar. Filistin halkının kurtuluş mücadelesinde “temkinli” olmak, diplomatik destek ve dayanışma mesajlarıyla yetinmek gibi yol ve yöntemler geliştirdiler. İsrail’in işgal ettiği toprakların geri alınması mücadelesi de ortak bir sorun olmaktan çıkarılarak, her ülkenin ayrı sorunu olarak gündemde kaldı. Filistin’i el altında destekleme vb. ince yöntemler geliştirdiler.

Rogers Planı devrede

1970’de İsrail tarafından “barış” adına gündeme getirilen Rogers Planı, ABD’nin ve SB’nin Ortadoğu’daki gelişmeler üzerinden bir mutabakata varma anlaşması olarak şekillendi. Rogers-Gromiko Planı da denilen, İsrail için zafer anlamına gelen planı, SB’ye umut besleyen Arap halkları için bir dönemin kapanması, Filistin direnişinin denetim altına alınması için ise bir tuzak işlevi gördü. İsrail baskısıyla yaşadıkları ülkelerden kovulan ve Lübnan, Suriye, Ürdün ve diğer Arap ülkelerinde oldukça kötü koşullarda mülteci olarak yaşayan Filistinlilerin ve işgal altındaki topraklarda yaşayanların aynı anda başlattıkları direnişin boğulması için tek merkezden, özellikle Ürdün Kralı üzerinden tezgahlanan bir çok provokasyon da devreye sokuldu.

Aileden geleneksel İngiliz ajanı Ürdün Kralı Hüseyin, Filistin halkının mücadelesi karşısında bir İngiliz-Amerikan işbirlikçisi olarak açıkça rol üstlendi. CIA ve İsrail tarafından örgütlenen ve başlatılan saldırılar bir bir devreye sokuldu. Arap dünyasında bir silahlı mücadele ve emperyalizme karşı tutum alan ulusalcı direnişlerin önünü kesmek için Filistin silahlı direnişinin boğulması, sadece emperyalistler için değil, bölgede Arap işbirlikçi yönetimler için de oldukça önemliydi. Arap direnişinin yaygınlaşması sadece İsrail’in işgaline son vermek, el koyduğu topraklardan püskürtülmesini sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda İsrail devletinin varlığını da tehlikeye düşürecekti.

Dolayısıyla Rogers –Gromiko Planı aslında Arap uyanışını bastırarak, İsrail devletine yol açmak, işbirlikçi yönetimleri güçlendirmek, Arap milliyetçiliğini parçalayarak etkisiz kılmak, ABD ve SB hegemonyasını tescil etmek ve El Fetih’i ve silahlı Filistin direnişini yok etmek planı olarak devreye sokulmuştu. Filistinliler bu plana karşı tepki ve direniş gösterdiler ancak Amman ve Ürdün’deki Filistin kamplarının yerle bir edilmesini engelleyemediler. Kral Hüseyin’in askerlerinin başını çektiği, tank ve toplarla süren saldırıda çocuk, kadın, gerilla ayrımı yapılmadan Filistinliler katledildi. Ürdün askerlerinden binlercesinin öldüğü saldırıda, Filistinliler büyük bir komplo ile karşı karşıya kalmış ve Arap işbirlikçi yönetimlerinin de desteğiyle büyük bir darbe almışlardı. Bu gelişme Arap dünyasında büyük bir yankı uyandırmış, Kral Hüseyin’e karşı büyük bir nefret oluşmuştu. Daha sonra Filistin direnişini etkisiz kılmak ve örgütlerini tasfiye amaçlı olarak El-Fetih ile Kral Hüseyin arasında imzalatılmak istenen “ateşkes” kuşatması başlatıldı. Arap milli burjuvazisinin kararsız, bocalayan durumu büyük bir fırsat olarak değerlendirilerek, emperyalistlerce ayrıntısına kadar değerlendirildi. SB ve ABD tarafından hesaplarına uygun olarak etkisiz hale getirilmiş olan Arap ulusal direniş hareketleri ise bunu reddederek direnişi sürdürme tutumundaydı. Gerçekleşen “ateşkes”in yeniden Filistin direnişiyle sürdürülmesi uzun zaman almadı. Bu gelişmenin Arap gericiliğine karşı devrimci direnişi bilediği gibi halk arasında bir kafa karışıklığına ve bölünmeye denk geldiği de eklenmelidir.

Kral Faruk’u deviren ve İngilizlerin Mısır ve Süveyş Kanalı üzerindeki tahakkümüne son vererek Arap dünyasında hayranlık uyandıran, uzun bir dönem SB ile ABD arasında gidip gelen, bu iki güç arasındaki çelişkiler üzerinden manevralar yapan, Mısır ile Suriye’nin birleştirilmesi çabasında başarısız olan ve son yıllarında İsrail ile girdiği savaşta aldığı yenilgiyle sarsılan Cemal Abdul Nasır’ın 28 Eylül 1970’de ölümü, Ortadoğu’da önemli bir figürün de yok olması demekti.

Nasır’ın ölümü, tutarsız olsa da Filistin davasının savunulmasında, Filistinliler ve Araplar için önemli bir kayıp olmuştu. İsrail güç ve moral bulmuştu.

1973 Yom Kippur Savaşı (Arap-İsrail Savaşı)

Mısır, Ürdün, Suriye ile İsrail arasında 6-26 Ekim 1973’te Yom Kippur’da başlayan savaş, dördüncü savaş olarak da bilinmektedir. 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra adeta bozguna uğrayan Arap devletleri, emperyalistlerin denetimindeki kurum ve temsilcilikleri etrafında yapılan toplantılarla zaman geçirmeye başladılar. BM toplantıları, “barış görüşmeleri” ABD ve SB arasındaki görüşme ve toplantıları dikkatle ve umut besleyerek izlediler. Ancak gelişmeler lehlerine işliyor ve içeriden yükselen halk muhalefeti ve İsrail karşıtlığı Arap liderlerini sıkıştırıyordu.

1967’deki Altı Gün Savaşı’nda mağlup çıkan Mısır, Ürdün ve Suriye çıkardıkları derslerle yeniden İsrail’e karşı bir savaş hazırlığına giriştiler. Golan Tepeleri, Ürdün Nehri’nin Batı Yakası, Gazze Şeridi ve Şarm El Şeyh ve diğer işgal edilmiş toprakların geri alınması ve Filistin topraklarındaki işgalin son bularak Filistinlilerin kendi topraklarında bir devlet olarak yaşamaları duygu ve fikrinin halk içerisindeki gücü karşısında Arap devlet yönetimleri yerlerinde rahat oturamıyorlardı. Nasır’ın yenilgisini ABD ve İngiliz desteğine bağlayan Araplar, Enver Sedat’ın işbirlikçi tutumlarına da sıcak bakmıyor, onun hakkında kuşku ve endişe yayıyorlardı.1 Nisan 1973’te Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat arasında varılan mutabakattan sonra, ‘tatbikat’ diye savaş hazırlıklarına başlanıldı. Lübnan ve Ürdün resmen yer almasalar da savaşta Mısır ve Suriye’ye destek vereceklerini, diğer Arap ülkeleri ise mali, siyasi ve askeri olarak tam bir dayanışma ve destek içinde bulunacaklarını açıkladılar.

6 Ekim 1973’te Suriye İsrail’in büyük Bayram’ı (Yom Kippur) kutladığı gün işgal altındaki Golan Tepeleri’ndeki İsrail askerlerine karşı saldırıya geçti. Ancak Sina bölgesinde Mısır, Golan Tepeleri’nde Suriye ilerlemesi çok sürmedi. Suveyş Kanalı’nın batısını da kullanan İsrail güçleri Mısır ve Suriye ordularını durdurdu. İsrail’i durdurmaya yönelik BM kararları da etkili olmuyordu. SB’nin bölgeye kuvvet göndereceğini açıklaması ve ABD’nin elde edilen “başarıyı” yeterli bulması gibi nedenler ve “Barış Gücü”nün bölgeye gelmesiyle birlikte, 26 Ekim 1973’te İsrail ateşkese uyacağını açıkladı. ABD’nin ve emperyalist güçlerin bir kez daha güç ve moral bulduğu bu savaştan sonra, İsrail, ABD himayesinde daha aktif rol alacak bir ülke konumuna gelmiş oldu.

Camp David Anlaşması

Camp David’de Sedat, Begin ve Carter tarafından yapılan anlaşmadan sonra yayınlanan bildiride geçici bir barış sağlandığı ilan edildi. Batı Yakası, Gazze Şeridi ve Necef çölü üzerindeki İsrail işgalinin tedricen son bulması gibi oyalamaya yönelik kararlar alındı. Buna göre, İsrail’in 5 yıl içinde Ürdün Nehri’nin batı yakası ve Gazze’den tedricen çekileceği ve bölgeye Filistinlilerin yerleştirilerek bir Otonom (Özerk) Bölge oluşturulacağı taahhüt edilse de, bölgede ABD himayesi arttırılarak, Filistinlilerin Mısır, Ürdün ve İsrail denetiminde yaşamaları tescil edilmiş oluyordu. Bölgede, İsrail ve Ürdün polis gücünün kurularak Filistinlilerin iradesinin ve haklarının ipotek altına alınması anlamına gelen Camp David Barış Anlaşması, aslında bir “İsrail-Mısır Barış Anlaşması” olarak ABD’nin elini güçlendiren, Mısır’a batıda yeni kredi açan bir işlev gördü. Filistin halkını yok sayan, direnişi tasfiye etmeyi amaçlayan bir anlaşma olarak tarihe geçen Camp David Anlaşması ile beş yıl boyunca etkisiz kılınan Filistin halkı, aynı zamanda beklenti içine sokuldu. Böylece Filistin ve Arap halkları ABD, İsrail ve Sedat politikalarına mahkumiyetiyle yüz yüze kaldı.

Anlaşma kapsamında Filistinliler için hiçbir ilerleme ve kazanım bulunmuyordu. Onca görüşme ve diploması trafiğinden sonra “dağ fare doğurmuştu”. Anlaşma ile Sedat’ı memnun edecek, ABD himayesini güçlendirecek bazı adımlar da atılarak bir İsrail gücü ve bir bölüm Yahudinin Sina’dan çekilmesi sağlandı. ABD’nin bir başarısı olarak Ortadoğu ve Arap halkları üzerindeki hegemonyasını artırmanın anlaşması olan Camp Davit Anlaşması’nın hemen ardından Ürdün, anlaşmada imzalarının olmadığını açıklarken, Suriye, Cezayir, Fas, Libya ve diğer bazı Arap ülkeleri anlaşmanın kabul edilmeyeceğini açıkladılar. Ancak ABD, Arap devletlerine anlaşmaya uymaları ve alınan kararları desteklemeleri için rüşvet de dahil olmak üzere yoğun bir baskı uyguladı, diplomatik çaba gösterdi. ABD’nin belli bir kıvama getirdiği Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail  başbakanı Menahem Begin arasında günlerce süren gizli pazarlıklardan sonra, 17 aralık 1978’de ABD başkanı Jimmy Carter’ın gözetiminde gerçekleşen ve (26 Mart 1979) yürürlüğe girecek olan sözleşmeye göre, İsrail, Mısır ile diplomatik ilişkilerini de geliştirecek, Mısır ile İsrail arasında petrol satışı ile birlikte tüm ticari ilişkiler hızlandırılacak, Altı Gün Savaşı’nda İsrail’in işgal ettiği Sina Yarımadası, Mısır’a geri verilecekti. Buna karşılık Mısır, İsrail’i resmen tanıyacak ve karşılıklı ilişkiler başlatılacaktı. Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilere Mısır ve Ürdün’ün belirleyeceği şekilde özerklik verilecek, özerklik statüsü üç yıl sonra Mısır – Ürdün – İsrail – Filistin arasında Batı Şeria ve Gazze statüsünü belirlemek için tekrar görüşme yapılacak, İsrail – Ürdün arasında barış görüşmeleri başlayacak, İsrail Filistin’deki asker sayısını azaltacaktı. Bu anlaşmadan sonra barışa katkılarından dolayı, Menahem Begin ve Enver Sedat’ın, 1978 yılı Nobel Barış Ödülü’ne birlikte layık görüldüklerini de atlamamak gerek!

Filistin sorununa bağlı olarak Lübnan sorunu ve İsrail saldırganlığı

Arap-İsrail savaşlarının başlangıcını Filistin’in işgal edilmiş toprakları oluştursa da, 1948’de İsrail devletinin ilanından sonra yaşananlar bölgede oldukça farklılıklar gösteren gelişmelere neden oldu. İsrail’in kuruluşu aynı zamanda II. Dünya Savaşı’ndan sonraki emperyalist politikaların hayat bulması, Arap halkları üzerinde baskı ve hegemonya oluşturmak, işbirlikçi yönetimler aracılığıyla Arap halklarının teslim  alınması, bölgenin petrol kaynaklarının ve diğer stratejik önemdeki varlıklarının gasp edilmesi demek oldu. Bu süre boyunca bir çok Arap ülkesi İsrail saldırısıyla yüz yüze kalmış, İsrail, Mısır, Lübnan, Suriye gibi ülkelerin topraklarını işgal etmekle kalmamış, bu bölgelerde yarattığı istikrarsızlıkla iç karışıklıklara, provokasyonlara ve saldırılara başvurmuştur. Lübnan bu durumun yaşandığı ülkelerin başında gelmektedir. Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Filistinlilerin varlık göstermeye başladıkları Lübnan’da İsrail’den ve arkasındaki emperyalist güçlerden bağımsız düşünülmeyecek olan katliamlarla dolu bir süreç yaşandı.

1975 yılında başlayan dini etiketli çatışmaların bir iç savaşa ulaştığı hala akıllardadır. 1991 yılına kadar süren, toplam 150 bin insanın ölümüne, başta Beyrut olmak üzere, Lübnan’ın yerle bir olmasına neden olan savaşın yaraları hala sarılmış değil. Lübnan iç savaşı, Lübnan, Suriye, Mısır, Kuveyt ve Suudi Arabistan, İran arasında bir sorun olmakla kalmamış, Arap halklarının bölünmesinde de rol oynamıştır. FKÖ güçlerinin sıkıştırılmak istendiği bu gelişmeler süresinde 1976’da yapılan Riyad Toplantısı kararlarına göre, FKÖ’nün Lübnan’da kalması kabul edilmiş ancak belirlenen bir cenderede sıkışıp kalması dayatılmıştır. İsrail’in belirlediği ve Litani Nehrine uzanan Güney Lübnan topraklarını kendisi için güvenlik bölgesi ilan etmesi karşısında sessiz kalan Arap ülkeleri, Filistinlilerin “taşkınlıkları”ndan dolayı kaygı duymakta ve sık sık uyarma gereği duymaktadırlar. Dahası İsrail Siyonistlerinin Beyrut’u kuşatarak FKÖ’nün Lübnan’ı terk etmeye zorlamaları karşısında da Arap devletleri ihanetçi bir tutum sergilediler. İsrail, Filistin halkına burada da rahat vermedi. FKÖ’ne bağlı güçler ve Filistinliler dünyanın gözü önünde süren saldırılara maruz kaldılar ve 21 Ağustos 1982’de Beyrut’tan ayrılmak zorunda bırakıldılar. Ancak sorunun Filistinliler olmadığı, 1985’te yeniden başlayan ya da başlatılan Müslüman-Hıristiyan çatışmasıyla bir kez daha görüldü. 1989’dan sonra bir bölüm FKÖ’lü yeniden Güney Lübnan’a dönse de, İsrail ve arkasındaki emperyalist güçler ve işbirlikçi Arap yönetimleri, Filistin halkının mücadelesine önemli bir darbe vurmayı başarmışlardı.

FKÖ ve OSLO Anlaşması

1964’te Kudüs’te, El-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi işgal edilmiş Filistin topraklarının geri alınması amacıyla kurulan FKÖ, 70’li yıllar boyunca meşruiyetini arttırdı ve Filistin halkının temsilcisi olarak kabul gördü. 1979’da Ankara’da temsilcilik açan FKÖ, yüzden fazla devlet tarafından tanındı. 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşından sonra Filistin halkı üzerinde inisiyatif sahibi oldu. Uzun yıllar boyunca resmi görüşmelerin başlaması için ABD tarafından ileri sürülen koşulların Arafat tarafından kabul edilmesiyle birlikte FKÖ, ABD tarafından da kabul gördü. İsrail devletinin yok edilmesi hedefini revize eden Arafat, 1949 sınırları içinde bir İsrail devleti ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin devleti kurulmasını kabul ediyordu. 2 Nisan 1989’da Arafat, Filistin Ulusal Konseyi’nin merkezi tarafından ilan edilen Filistin devletinin başkanı seçildi. Oslo Anlaşmasıyla FKÖ’yu İsrail de tanımış oldu.
İlerleyen yıllarda; 4 Mayıs 1994’te Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail, 1993’te Oslo görüşmeleri sonunda imzalanan bildirinin yürürlüğe konması konusunda anlaştılar. Buna göre İsrail, Yahudi yerleşimleri hariç, Gazze Şeridi’nin büyük bölümünden ve Batı Şeria’daki Eriha kentinden çekilecekti. Batı Şeria’ya bağlı El Halil kentinde Yahudi bir fanatiğin namaz kılan Filistinlilere ateş açıp 29 kişiyi öldürmesi görüşmeleri zora soksa da, imzalanan Oslo Anlaşmasına göre, beş yıllık bir geçiş süreci hesaplanıyordu. Filistin devletinin kuruluşu, Kudüs’ün yeni statüsü, Yahudi yerleşim alanlarının belirlenmesi, Filistinli mültecilerin durumu ile birlikte, İsrail birliklerinin geri çekilmesi de bu süre içinde karar altına alındı.

Anlaşmadan sonra Yaser Arafat, özerk bölgelerde kurulan Filistin Yönetimi’nin başına getirildi. 1996 yılının Ocak ayında ise Filistin halkı tarafından yönetimin başkanı seçildi. Ancak Oslo Anlaşması 4 milyon kadar mülteci Filistinlinin durumuna bir açıklık getirmemişti. Bir yandan da çeşitli gerekçelerle sürdürülen İsrail saldırganlığının devam etmesine karşı bir çözüm olamamıştı. Bu gerçek orta yerde dururken, Arap ülkelerinin işbirlikçi yönetimleri ABD ve İsrail baskısıyla anlaşmaya alkış tuttular. Filistin sorununun “nasıl olursa olsun bir çözüme bağlansın” mantığıyla ele alındığı ve Filistin sorunun bir yük olarak görüldüğünü her vesileyle gösteren halka yabancı Arap yönetimleri bugün büyük bir halk öfkesiyle karşı karşıya bulunuyor ve bir bir devriliyorlarsa, Filistin halkının çektiği acılara karşı biriken öfkenin de payı bulunmaktadır bunda. Bir bölüm Filistin örgütü tarafından kabul edilmeyen ve Arafat’ı hain ilan edecek kadar tepki gösterilen Oslo Anlaşması’ndan sonra da İsrail’in işgali ve saldırırları devam etmekle kalmadı, İsrail yeni yerleşim birimleri inşa etmekten de geri durmadı. 1978’de imzalanan Camp David anlaşmasının ardından yaptığı gibi, toprak gaspı da hızla devam etti. Bugün hala çözülmemiş bir Filistin sorunu ile karşı karşıyayız. Üstelik kendi iç sorunlarıyla boğuşan örgütlerin birbiriyle kıyasıya bir mücadeleye girdiği, Arafat’tan sonra yönetimi devralan Mahmut Abbas’ın uzlaşmacı-teslimiyetçi tutumunun büyük tepki topladığı günümüzde, emperyalist müdahalenin desteklendiği, halk ayaklanmalarını desteklemek yerine, halkın hedefi haline gelen diktatörlerle dayanışma içinde olduğunu açıklayan bir Filistin Devlet Başkanı ile karşı karşıyayız.

Tunus’tan başlayıp Mısır’da zirveye ulaşan, Libya’da iç çatışmaya ve giderek emperyalist müdahaleye dönüşen, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’nun tüm ülkelerine sirayet eden halk ayaklanmalarının, halkçı-devrimci gelişmelerin, tarihi acılarla dolu Filistin halkınca sevgi, sempati ve dayanışmayla karşılanması anlaşılır bir durum. Ancak gelişmelerin bununla sınırlı kalmayacağı, Filistin halkının İsrail Siyonizmine ve İsrail’i destekleyen emperyalist güçlere karşı mücadeleye atılacağını beklemek hiç de hayalcilik olmayacaktır. Arap halk ayaklanmalarının aynı zamanda Filistin sorununu gündemine alacak devrimler olarak gelişmesi, Ortadoğu’da yeni bir dönemin yaşanmasında yeni bir aşama olacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑