Dış politikada bugüne nasıl gelindi? AKP nereye koşuyor? – 2

Bir önceki yazımızda, Türkiye’nin dış politikasının geçirdiği serüveni ana hatlarıyla hatırlatıp, sermaye ve AKP hükümetinin bugünkü dış politikasının belli başlı yönleri üzerinde durmuştuk. Özellikle Suriye ile yaşanan ilişkiler çerçevesinde gelinen son duruma değinerek, önümüzdeki dönem hükümetin dış politika alanındaki politik yaklaşım ve taktiklerinin yaşadığı çöküş ve tıkanmadan çıkıp yeni bir toparlanma sürecine girip giremeyeceğini sormuştuk.
Bu yazımızda da egemen burjuva güçlerin ve hükümetin dış politikasının belli başlı yönleriyle sorgulanmasını ve Türkiye’nin sürüklendiği çıkmazı değerlendirmeyi sürdürüyoruz.

“STRATEJİK DERİNLİK”İN ALTINDAN ÇIKAN GERÇEK
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” isimli kitabı ilk kez 2001 yılında yayınlandı. Davutoğlu, kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra dönemin başbakanı Abdullah Gül’ün, ardından da 2009 yılına kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Baş Danışmanı olarak görev yaptı. 2009 yılında AKP hükümetinin parlamento dışından kabinede görev alan ilk ve tek bakanı olan Davutoğlu, Haziran 2011 seçimlerinde milletvekili oldu ve oluşturulan yeni kabinede Dışişleri Bakanı olarak görev aldı. Bugün de görevine devam ediyor.
Yaklaşık on yılı kapsayan bu dönem içerisinde Davutoğlu’nun kitabı ve öne sürdüğü tezler esas olarak 2007 yılından sonra öne çıktı ve tartışma yarattı. Yazımızın ilk bölümünde kısaca değindiğimiz, 2007 yılında, önce MİT Müsteşarı Emre Taner’in açıkladığı 80. Yıl Raporu, arkasından da ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan’ın Washington’da yaptığı görüşmenin sonuçları, Davutoğlu’nun ortaya koyduğu dış politika çerçevesinin bir parçası olarak değerlendirilmeye başlandı.
Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”nde ortaya konulan yaklaşımın “dış politikaya özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni bir bakış getirdiği” propagandası o günden beri, hükümet ve egemen burjuvazi cephesinden yoğun olarak sürdürülüyor. Ancak yakın tarihe kısaca bir göz attığımızda, “stratejik derinlik”in ortaya çıkışı ile ABD’nin Türkiye’ye önerdiği dış politika yaklaşımı arasında fazlasıyla çarpıcı bir örtüşme ortaya çıkmaktadır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, aradan geçen yaklaşık on yıl sonra, bu gerçeği kendi ağzından itiraf edecektir. Bu örtüşme, AKP hükümeti ve egemen sınıfların izlediği dış politikanın içerdiği “stratejik derinlik”in ne kadar “özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni” olduğunu göstermesi açısından üzerinde durmaya değerdir.
90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların hemen başında ABD’nin tanınmış stratejistleri, bölge uzmanları ve ister Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun eski-yeni Başkan ve dışişleri bakanları Türkiye’nin bölgedeki rolü üzerine yeni ve kapsamlı diyebileceğimiz tartışma ve değerlendirmeler yapıyorlardı. ABD’nin bölge uzmanları olarak Türkiye basınında sık sık boy gösteren, kitapları hemen Türkçeye çevrilen CIA stratejisti Graham E. Fuller ve George Friedman, yapılan tartışma ve değerlendirmelerin en çok öne çıkan iki ismi durumundaydı. Bu şahıslar, her vesile ile dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler üzerinden Türkiye’nin bölgede üstlenmesi gereken rol ve yapması gerekenler konusunda analizler yapıyordu. Türkiye’de konferanslar düzenleniyor, basın toplantıları ve röportajlar yapılıyor ve sürekli Türkiye’nin dünya ve bölgenin yeni koşullarında ne kadar önemli olduğu vurgulanıyordu.
Özet olarak söyledikleri, “Türkiye yüzünü batıya değil doğuya dönmelidir. Türkiye’nin geleceği doğudadır. Türkiye tarihsel, kültürel köklerini, jeopolitik ve jeostratejik konumuyla birleştirirse, bölgede hızla yükselen bir ekonomi, bölgesel bir güç, lider ve model ülke olabilir. Koşullar bunun için her zamankinden daha büyük olanaklar sunmakta ve bu olanaklar her geçen gün artmaktadır.”
Bu yaklaşım, sadece adı geçen şahıslar tarafından değil, aynı zamanda dönemin ABD Başkan ve dışişleri yetkilileri tarafından da her fırsatta dile getiriliyordu. Bu kapsamda biraz uzun da olsa, hatırlanması ve önemi açısından dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un ‘99 yılı sonunda düzenlediği Türkiye ziyareti sırasında TBMM’de yaptığı konuşmanın ana bölümlerini aktarmakta yarar var.

1999’DA BİLL CLİNTON…

“Amerika’nın dayanışma hislerini iletmeye geldim. Ulusal bir trajedi sırasında, ortaklığımızın ve stratejimizin önemini belirtmek için geldim. Uzun süreden beri dostuz.
“1863 yılında, Amerika Birleşik Devletleri dışındaki ilk Amerikan koleji -Robert Kolej- kapılarını Türkiye’nin gençlerine açtı; Boğaziçi kenarında bulunmasına izin verilen tek yabancı enstitü idi. Bunun kesin sebebi, Amerika’nın, Türk egemenliğine hiçbir zaman tecavüz etmemiş olmasıydı. Başlangıcını ülkelerimize borçlu olan bu okuldan Sayın Ecevit’in mezun olmuş bulunmasından gurur duyuyorum.
“Bu yüzyılın başlarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük kurucusu Kemal Atatürk, Amerika’nın hayallerini, cesur reformlarıyla yakaladı; kendisine, İkinci George Washington adı verilmişti, Time Mecmuası’nın kapağında yer aldı, Kongre üyelerimizle yazışmalarda bulundu ve biz de, sefaretimizi, buraya, Ankara’ya, Anadolu’nun kalbindeki bu şehre taşıdık. 1927’de, altı gün süren konuşmasında, bu Meclis önünde, Atatürk, Türkiye’nin dünya ülkeleriyle olan ilişkilerini değerlendirirken, bence, Amerika’ya bir kompliman yaptı ve ‘diğerlerine nazaran, Amerika Birleşik Devletleri, daha kabul edilir bir ülkedir’ dedi.
“…
“… Türkiye ile ilişkilerimizi gözden geçirmek isterim. Soğuk savaşın başlangıcında, Başkan Truman, Türkiye’nin bütünlüğünü korumak için, Amerika’nın kaynaklarını seferber edeceğini ilan etti. Truman doktrini, ilişkimizi kaynaştırdı ve Amerika’nın soğuk savaş sonrası ilişkilerinin temelini oluşturdu. 50 yılı aşkın bir süredir, müttefikliğimiz, zamanın karşısında kuvvetli durmuş ve Kore’den Kosova’ya kadar bütün imtihanları geçmiştir. Bütün Amerikalılar adına, yarım yüzyıllık dostluk, güven ve karşılıklı saygıdan dolayı, sizlere teşekkür ediyorum.
“Soğuk savaş sona erdikten sonra, mükemmel bir şeyi keşfettik. Basitçe, ilişkilerimizin, Sovyetler Birliği’yle karşı karşıya olduğumuz zamandaki kadar önemli olmadığını ve aslında, soğuk savaş sonrasında, ortaklığımızın çok daha önemli olduğunun farkına vardık. Birlikte, NATO’yu, 21.inci Yüzyılın taleplerine adapte ediyoruz; Balkanlar’da ve Ortadoğu’da barış için ortaklık yapıyoruz; tüm bölgeye yardımcı olacak yeni enerji kaynakları geliştiriyoruz. Geçen yılki ticaretimiz 6 milyar doların üzerindeydi; son beş yılda, ticaretimiz, yüzde 50’den fazla artmıştır.
“Eski Cumhurbaşkanınız Turgut Özal’ın vizyonu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Ecevit’in devam eden liderliği ve Türk insanının dinamizmi sayesinde, Türkiye, bölgesel büyümenin motoru haline gelmiştir.
“…
“… Bu Meclis, Türkiye’yi yeni yüzyıla götürmek için, hali hazırda cesur adımlar atmıştır. Amerikan basınının bunu iyi dinlemesini istiyorum: Haziran ve Eylül ayları arasında, bu Meclis, olağanüstü 69 yeni kanun geçirdi –bunu, eve dönünce, bizim Kongremize de anlatacağım. Ama şunu da anlıyorum; sadece sayısı değil, önemli olan, bu kanunların kalitesidir. Sosyal güvenlik konusunda dönüm noktasında olacak bir yasa, Uluslararası Tahkim Kanunu, bankacılık reformu; bu kanunlar cesaret ve vizyon gerektirmiştir.
“…
“… Yeni binyılın başlangıcında, farklı geçmişlerden, bugün kutladığımız, birbirimize yaklaşmaya giden yolculuğumuza yansıyacak ender bir şans doğmuştur. Yeni binyıla girerken ortaklığımızı daha da geliştirmeliyiz.
“…
“… 20.yy’ı anlamak için, Türkiye’nin tarihi bir anahtardır; ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki binyılın ilk yüz yılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır. Bugün, birkaç dakika ayırarak, buna neden böyle inandığımı anlatmak istiyorum.
“İnsanlar, harita çizebilmeye başladıklarından bu yana, Türkiye’nin coğrafyasının sabit gerçeklerine dikkat çekmişlerdir ki, Anadolu, kıtalar arasında bir köprüdür…
“…
“… Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı birleştirebilmesindeki başarısı, bu coğrafyayı göz önüne alınca, daha da önem kazanmaktadır.
“Yaklaşık, tümü, demokrasi ve barışa aktif düşmanlık içerisinde olan veya demokrasi ve barışı sağlayabilmek için büyük engellerle mücadele eden komşular tarafından etrafınız kuşatılmıştır. Güneydoğuda İran, kapalı ve açık bir toplum savunucuları arasında olağanüstü tartışmalara şahit olurken, Irak, kendi halkına kendi baskı yapmaya, komşularını tehdide ve toplu imha silahları arayışına devam ediyor.
“Kuzey Irak’taki Çekiç Güç operasyonundaki desteğinizden dolayı size teşekkür ediyorum. Bu, Kuzey Irak’taki insanları korumamıza, Saddam’ın baskısını azaltmamıza ve cesurca karşılaştığınız 1991 yılındaki mülteci krizinin yeniden yaşanmasına mâni olmaktadır.
“Adil, detaylı bir barış kurabilmek için çok iyi bir imkân doğmuştur. Türkiye, İsrail ve Arap ülkelerine bağlantılarından dolayı, barış için bir güçtür. Kuzeybatıdaki Balkanlarda son on senede yedi yeni demokrasi doğmuştur ve dört savaş yüz binlerce masum hayata mal olmuştur. NATO bünyesindeki Türk güçleri bu savaşların sona ermesine yardımcı olmuştur ve bu sayede, yüzyılın insan hakları ve insan itibarına olan güçlü bağlarını sergileyerek son bulmasını sağlamıştır. Bugün, kalıcı barış için el ele çalışıyoruz; sadece etnik temizliği ortadan kaldırmaya değil, Balkanlara huzur ve refah getirmeye çalışıyoruz.
“Doğuda Sovyetler İmparatorluğunun harabelerinden 12 tane bağımsız devlet ortaya çıktı. Dünyada, şu anda, özellikle onların sağlam ve demokratik toplumlar haline gelmelerine yardım etmekten daha büyük bir görev yoktur. Bu görevde, aynı şekilde, Türkiye, özellikle aynı dil, tarih ve kültürü taşıyan devletlere ulaşmakta hep önder olmuştur; fakat hâlâ yapılacak çok şey var. Rusya’nın önemli demokratik devrimini tamamlamasına yardımcı olmalıyız. Rusya’ya, terörizmle verdiği savaşın doğru olduğunu; fakat sivillere karşı kaba kuvvet kullanmanın yanlış olduğunu, bunun, Rusya’nın çözmeye çalıştığı sorunları daha da ciddî hale getireceğini anlatmalıyız.
“Dağlık Karabağ’daki sorunların çözümü için uğraşmalıyız. Bölgenin enerji kaynaklarını, yeni kurulmuş bağımsız devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak ve Türkiye ile Avrupa’nın büyümesine yardımcı olacak şekilde güvenlik altına almalıyız.
“…
“… Geriye baktığımızda ve gelecek nesillere baktığımızda iki değişik istikbal hayal etmek mümkün; fazla zorlanmadan, bir pesimist kişi karanlık bir gelecek görebilir: Barış yolları parçalanmış bir Ortadoğu, Saddam’ın kontrol altına alınmayan saldırganlığı, Orta Asya ve Kafkaslar’da yıkılmış demokrasiler, bölgede yayılan aşırı uçlaşma ve terörizm, Balkanlarda yükselen şiddet, Pakistan ve Hindistan’da önlenemeyen bir nükleer gerginlik; ancak, bir de farklı bir vizyon var ki, bu da, güçlü bir Türkiye’yi gerektiren, dünyanın yol kesişiminde üç büyük inancın birleştiği, haklı rolünü oynayan Türkiye ile zenginliğin yükseldiği ve çatışmaların azaldığı bir gelecek; toleransın, inancın bir parçası olduğuna ve terörizmin saçma bir inanç olduğuna inanılan bir gelecek; insanların inançları doğrultusunda hareket edebileceği ve geçmişlerini ilan edebilecekleri, kadınların eşit saygı gördüğü, milletlerin geleneklerini korumak ve dünyadaki yaşama ayak uydurmak arasında ayrıcalık görmediği bir gelecek; farklılıklarımızı ve insanlığımızı koruyan, insan haklarına saygının arttığı bir gelecek ve özellikle, çoğunluğu Müslüman olan milletlerin, Müslüman olmayan milletlerle ortaklığının arttığı, insanların küçük ya da büyük ümitlerini yerine getirmek için beraber çalışılan bir gelecek.
“Ümit ediyorum ki, gelecekte bir Amerikan devlet başkanı Müslüman kültürü olan bir ulusa hitap ederken, birbirinden çok değişik üç ülke olan Endonezya, Nijerya, Fas’ın ilerlemelerinin hepimize eskimiş uygarlıkların çatışması sorununu unutmamızı sağladığını söyleyebilsin.
“…
“… Bütün bunlar doğrultusunda, bölgede ve dünyada milyarlarca insanın geleceği, bu odada 25 yıl boyunca alınacak kararlara bağlı. Bu insanların hepsinin, Türkiye’nin kendini güçlü, laik, geleneklerine saygılı, geçmişinden gurur duyan; ama Avrupa’nın da tam bir parçası olan bir ülke haline gelmesinden çıkarları var. Bu, çok çalışma, vizyon isteyen bir görev; ama zaten çoğunu yaptınız; Özal’ın reformları, bu Meclis’in kararları ve Türk insanının her gün binlerce yoldan enerji dolu ve sorumlu bir sivil toplum olma çabası.
“…
“…Amerika’nın, Avrupa’nın veya herhangi birinin sizin geleceğinize yön vermeye hakkı yoktur. Bu hakka sadece siz sahipsiniz. Demokrasi, bu demektir. Bu konular üzerinde durmamızın sebebi, bahsettiğim sebeplerden dolayı, Türkiye’nin başarısında derin bir çıkarımız olmasıdır. Biz kendimizi, sizin dostunuz olarak görüyoruz.
“…
“… Geleceği belirlemenin ikinci bir yolu da, Ege bölgesindeki gerginliği azaltmaktır. Bunun yapılabilmesi için, Türkiye ve Yunanistan’ın çok çalışması gerekmektedir. Bu zorlu ilişkideki derin tarihi, inanın bana, anlayabiliyorum; fakat insanlar, yeni ve daha iyi bir tarihin yaratabileceği imkânları görmeye başlıyorlar.
“…
“… Son olarak, beraber yaratmak istediğimiz gelecek için, Avrupa’daki yandaşlarımız tarafından öngörüye ihtiyacımız var; bölünmez, demokratik ve tarihte ilk kez barış içerisinde olan Avrupa vizyonumuzun Türkiye’yi kucaklamadan gerçekleşmeyeceği öngörüsü.
“Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Topluluğunun bir üyesi değildir; fakat ben, devamlı, Avrupa’nın bütünleşmesinin daha hızlı ve daha ileri gitmesini destekledim ve bu, Türkiye’yi de kapsar. Hâlâ Avrupa’ya dar bir görüşle bakanlar var. Onların Avrupa’ları, şu dağlarda veya şu su kütlesinde veya daha da kötüsü, insanların Tanrı’ya daha değişik şekilde ibadet etmeye başladıkları yerlerde bitebiliyor; fakat büyüyen ve ümit saçan bir topluluk, Avrupa’nın, bir yer olduğu kadar, bir fikir olduğunu da kabul ediyor. Bu fikir, insanların, farklılıktan –fikir, kültür ve inanç farklılığından– güç alabileceğidir.
“…
“… 10 yıl önce, bu ay, Berlin Duvarı yıkıldı; Avrupa’nın üzerinden bir perde kalktı. Bu yıldönümünü en iyi kutlamanın yolu, bu özgürlük hissini yeni nesle hissettirmektir. 1989 yılında, gözümüze ilişen birleşmeyi tamamlamanın en iyi yolu, tüm güneydoğu Avrupa’yı, Avrupa fikrine ve birliğine dâhil etmektir. Bu, Sırbistan’da demokrasi demektir; bu, Ege’de barış demektir; bu, Avrupa Birliği’ne tam olarak kabul edilen, başarılı ve demokratik bir Türkiye demektir.
“…
“… Önümüzde imtihan edilmemiş yeni bir yüzyıl bulunmaktadır; bu, büyük bir fırsattır. Bu odada başlayan ve halen yükselmekte olan demokratik devrimi derinleştirerek, Türkiye, vatandaşlarına iyi hizmet etmekten daha da fazlasını yapabilir. Sizin örneğinizle ve sizin çabanızla, Türkiye, dünyanın ilham kaynağı olabilir.” (Bill Clinton – 15 Kasım 1999 TBMM Konuşması. Meclis Arşivi – Simültane Çeviri Kayıtları)

KİTABIYLA DAVUTOĞLU…

Clinton’un bu konuşmasında söylediklerinin hemen ardından, Türkiye egemen burjuvazisi ve AKP hükümetince “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayalinin yerine geçmek üzere öne sürülen yeni hayalinin çerçevesini Davutoğlu’nun kaleminden aktarmakta yarar var. Çünkü Clinton’un konuşmasının hemen ardından Davutoğlu’nun satırlarını okuyunca, daha düne kadar “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayalini pompalayarak, her adımda ABD’nin kölesi olanlarla, onları “zamanın ruhunu anlamamakla ve gerçekçi olmamakla” eleştirip Yeni Osmanlıcı “yeni” hayaller kurup sonra da bunu allayıp pullayıp halka propaganda edenlerin nasıl dönüp dolaşıp ABD işbirlikçiliğine postu serdiğini açıkça görüyoruz. Davutoğlu “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” başlıklı kitabının “Türkiye’nin Jeopolitik Yapısının Yeniden Yorumlanması” alt başlıklı bölümünde şöyle diyor:
“Türkiye jeopolitik açıdan kara ve deniz güç merkezlerinin doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusundaki hâkimiyet alanı mücadelelerinin ve geçiş bölgelerinin merkezi konumunda bulunmaktadır. Kuzey-güney doğrultusunda Avrasya merkez kara kütlesini sıcak denizlere ve Afrika’ya bağlayan iki önemli kara geçiş bölgesi (Balkanlar ve Kafkaslar) ve bir deniz geçiş bölgesi (Boğazlar) Türkiye’de kesişmekte ve bu bölgeleri jeoekonomik kaynak merkezleri olan Ortadoğu ve Hazar bölgesine bağlamaktadır. Doğu-batı doğrultusunda ise, Anadolu yarımadası, Avrasya ana kıtasını kuşatan stratejik yarımadalar kuşağının en önemli halkasıdır.
“…
“Bu coğrafi ve tarihi faktörlere rağmen, jeopolitiğin uluslararası önemi, onu kullanan diplomatik geleneğin birikim ve dehasına bağımlı olagelmiştir. Türkiye bu jeopolitik faktörü, Soğuk Savaş boyunca son derece statik bir çerçevede, çevre unsuru olmayı kabullendiği bir ittifak bloğu nezdinde itibarını ve pazarlık gücünü artıran bir koz olarak kullanmaya çalışmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tehdidine karşı Batı Bloğunun güvenlik şemsiyesine ihtiyaç hisseden Türk hariciyesi, jeopolitik avantajlarını, bu güvenlik şemsiyesi mukabilinde önemli bir diplomatik değer olarak gündemde tutmaya gayret etmiştir. Özelde ABD’nin, genelde de NATO’nun bu güvenlik şemsiyesi ile ilgili vecibelerini göz ardı ettiği veya Türkiye’nin başka alanlardaki pazarlık gücünün zayıfladığı dönemlerde Türkiye’nin en önemli kozu olarak müzakere masasına konan jeopolitik konum, dünyaya açılım stratejisinin bir parametresi olmaktan çok, statükoyu müdafaa stratejisinin bir aracı olarak görülmüştür.
“Soğuk Savaş parametrelerinin yok olduğu yeni uluslararası çevre içinde Türkiye jeopolitiğinin rolü de yeniden yorumlanmak zorundadır. Öncelikle, bu rol, geçmişin statükoyu muhafaza stratejisi aşılarak değerlendirilmelidir. Küresel ve bölgesel dengelerin dinamik şekilde değiştiği bir dönemde, jeopolitiği statükoyu korumak için kullanmak, zamanla jeopolitik avantajların kullanılamaz hale gelmesine yol açar. Jeopolitik konum başlı başına bir değer değildir.
“Jeopolitik konum bu konuma uygun bir tarzda ortaya konan bir dış politika stratejisinin etkin aracı olması halinde değer kazanır. Bu anlamda, Türkiye jeopolitiğinin dış politika stratejisi içindeki yerini yeniden yorumlamak ve uluslararası çevre içinde yeni bir anlam kazandırmak zorundayız.
“Jeopolitik konum artık; sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir. Aksine, bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir. Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmenin öncelikli şartı, jeopolitiğin, uluslararası ekonomik, siyasi ve güvenlik ilişkilerinde dinamik bir çerçeve içinde kullanılmasına bağlıdır.
“Bu, dinamizmin yoğun temposu yerine statükoculuğun rahatını tercih eden bir dış politika geleneği, bırakın jeopolitiği küresel etkinliğe dönüştürmeyi, cari sınırları bile muhafaza edemeyecektir.
“Mesela Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin bütünlüğünü SSCB’nin sıcak denizlere inmesinin önünde bir engel olarak gören kimi müttefikler için bu jeopolitik konumun muhafazası önemli iken, aynı müttefikler, değişen şartlar içinde, bugün Ortadoğu’da Türkiye’nin su-petrol dengesine dayalı jeoekonomik etkinliğini kendi çıkarları için zararlı görüp, bu sınırların değişmesini veya uluslararası hukuk içinde görülmeyen fakat reel olarak kendini hissettiren yeni etki alanlarının oluşmasını isteyebilirler.
“Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi, güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel, ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir hinterlant oluşturulması şeklinde özetlenebilir.
“Bu açıdan bakıldığında, Türkiye, bu dış politika stratejisini, ileride uluslararası çevreye kademeli bir tarzda açılabilmek için kullanabileceği üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zarureti ile karşı karşıyadır:
“1. Yakın kara havzası: Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar
“2. Yakın deniz havzası: Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi
“3. Yakın kıta havzası: Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya.
“İç içe geçen dairevi kuşaklardan oluşan bu havzalar, Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının (hinterlant) kademeli bir tarzda genişletilerek, uluslararası küresel konumunun güçlendirilmesi hedefine yönelik dış politika stratejisinin jeopolitik temelidir. Türkiye, ancak bu jeopolitik kuşaklar arasındaki geçişkenliği ve karşılıklı bağımlılığı iyi değerlendirebilen ve bunu iç siyasi kültür ile bütünleştirebilen bir yenilenme içine girerse, uluslararası sistemin edilgen çevre unsuru olmak konumundan kurtulabilir. Aksi takdirde, bugünkü siyasi elit ülke jeopolitiğini başka siyasi güç merkezlerinin stratejik düzenlemelerinin taktik faktörü olarak görmeye devam ederse, hem bu jeopolitik kuşaklar üzerindeki itibarını kaybedecek, hem de kendi iç bütünlüğünü koruyamayan bir statükoya bağımlı olacaktır.”
ABD Başkanı’nın yaklaşık 12 yıl önce TBMM kürsüsünden söyledikleri, George Friedman ve Graham E. Fuller’in açıklamalarından aktardığımız özet, egemen Türkiye burjuvazisi, AKP hükümeti ve Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ile birlikte yan yana konduğunda, sanırız epeyce dikkat çekici olmaktadır.
Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslar arası Konumu” başlıklı kitabının yazılış ve yayınlanışıyla ABD’li yetkilerinin, CIA stratejistlerinin açıklamaları, ne tesadüftür ki çok yakın tarihlere denk gelmektedir. Dahası bu dönem, Fethullah Gülen’in ABD ziyaretleri ve ardından uzun Pensilvanya ikametiyle de çakışmaktadır. Gülen’in “medeniyetler ittifakı, dinler arası buluşma” çalışmaları ve açıklamaları da bu dönemde öne çıkmaktadır. Elbette bütün bunlar bir tesadüf de olabilir. Ama bu neyi değiştirir ki?
Sonuçta, bütün bu “tesadüflerden” yıllar sonra, Davutoğlu’nun Mart 2009’da Dışişleri Bakanı olarak gittiği ABD’de yaptığı açıklamalar, tesadüf ya da değil, “stratejik derinlik”in geldiği noktayı özetlemeye yetecek niteliktedir.
Davutoğlu, bir hafta süren ziyareti boyunca ABD Başkanı Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli orgeneral James Jones, Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg, özel Ortadoğu temsilcisi George Mitchell, İran-Güneybatı Asya ve Körfez özel temsilcisi Dennis Ross, Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Howard Berman ve daha birçok yetkiliyle yaptığı görüşmelerin içeriğini birkaç cümleyle şöyle özetliyordu:
“Hemen hemen bütün konularda tutumlarımızın örtüştüğü intibaını edindik. Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Afganistan’daki dış politika aktivitesi, muhataplarımızca takdirle karşılandı.”
Davutoğlu, aynı açıklamasında, eski Başkan Bush döneminde ABD ile bazı fikir ayrılıklarının bulunduğunu; bunun bir örneğinin Suriye konusunda yaşandığını vurguluyor, yeni Başkan Obama yönetimiyle ise, Türkiye’nin politikalarının hemen hemen tamamen paralellik taşıdığını vurguluyordu. Davutoğlu’nun açıklamalarında “hemen hemen” kısmına neden olan Suriye politikasında gelinen nokta ise, daha da çarpıcıdır. Çünkü Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen yer ve bugün yapılanlar, Bush dönemindeki bazı fikir ayrılıklarını da ortadan kaldırmış ve Suriye’ye saldırganlık konusunda Bush’tan da ileri gidilmiştir. İşi biraz daha zamana yayma, derinden ve kontrollü gitme uyarısı bu kez ABD’den gelmektedir.
İşin bu boyutuna daha sonra değinmek üzere nokta koyalım ve şimdilik bütün bunların, egemen burjuvazi ve AKP hükümeti cephesinden sürekli gündemde tutulan “dış politikaya özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni bir bakış getirme” propagandasının temelsizliğine ya da gerçek temeline işaret ettiğini vurgulamakla yetinelim.

AKTİF DIŞ POLİTİKA: ABD’NİN AKTİF İŞBİRLİKÇİLİĞİ

Açıktır ki, egemen burjuvazi ve AKP hükümetinin Türkiye’nin “bölgesel güç” ve “lider ülke” olmak iddiasıyla sürdürdüğü aktif dış politika, dönüp dolanıp, ABD’nin aktif işbirlikçiliğine çıkmaktadır. Hatta ’90’lı yılların sonunda ve 2000’li yıllarında başında Türkiye üzerine ABD’de yapılan tartışma ve değerlendirmeler hatırlandığında, “birileri yazmış, bunlar da oynuyor” dedirtecek kadar manidar bir tablo çıkmaktadır karşımıza.
Şüphesiz olup bitenler bu kadar basit ve düz bir çizgide yaşanıp ilerlememektedir. Fakat dünden bugüne yaşananlara bakıp, yarına dair bir şeyler söyleyebiliriz ki, o da şudur: Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti, izledikleri dış politika ile her geçen gün kurdukları ve halklara kurdurdukları hayallerden daha fazla uzaklaşmaktadır. ABD’nin bölgedeki aktif işbirlikçisi, Batı emperyalizminin bölgedeki vurucu gücü olma gerçeği ise, daha fazla belirginlik kazanmaktadır.
Hatırlanacaktır, bir zamanlar Turgut Özal için, “onun en büyük başarısı, ABD’nin çıkarlarını ABD’den önce görüp, Washington’un Türkiye’den beklentilerini Washington’dan önce sezip gereğini yapmaktı. Leb demeden leblebiyi anlardı” nazireleri yapılırdı. Başbakanı, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanıyla AKP hükümeti, bu konuda Özal’a rahmet okutacak kadar başarı ve yetenek göstermektedir. Bu açıdan da Türkiye’nin dış politikasına “bağımsızlık, komşu ülkeler başta olmak üzere, bölge ve bütün dünya ülkeleriyle onurlu ve eşit ilişkilere dayalı bir uluslararası ilişki sürdürme, dünya barışına ve halkların kardeşliğine hizmet etme” konusunda herhangi bir yenilik getirmediler. Ama uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda gece gündüz aktif ve dinamik bir çalışma sürdürme konusunda yeni bir çığır açtıklarına şüphe yok.
AKP hükümeti ve kurmayları sadece Türkiye açısından ABD işbirlikçiliğinde yeni bir çığır açmakla kalmadı. Aynı zamanda, başta Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) olmak üzere, özellikle Arap-Sünni İslam örgütlenmelerinin ABD emperyalizmine hizmet etmesi için de özel bir görevi yerine getirdi, getirmeye de devam ediyor.
Yazımızın ilk bölümünde, 2007 yılının sonunda Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin önemli gündemlerinden birisinin, “Türkiye’deki ABD karşıtlığının azaltılması için AKP hükümetinin ne yapmayı düşündüğü konusu” olduğunu söylemiştik. O günden bugüne, özellikle de Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından bu yana geçen yıllar içerisinde, bu konunun sadece Türkiye halkları için, değil bütün bölge halkları için geçerli bir gündem olduğunu gösterir bir aktif dış politika izliyor hükümet.
Filistin ve Gazze konusunda izlenen çizgi, özelikle Son BM Genel Kurulu öncesi ve sonrasında İsrail hükümetine efelenip ABD’yi aklayan yaklaşım, bunun en dikkat çekici örneğini oluşturmuştur. Filistin’in bir devlet olarak tanınmasını veto edeceğini açıklayan ve Gazze’deki işgal ve katliamların koruyuculuğunu üstlenen esas emperyalist gücün ABD olduğunu bile bile, ona tek bir laf etmeyip, her fırsatta İsrail’in Netanyahu Hükümeti’ne çatmanın bir işlevi de bu değil midir?
Bahreyn, Yemen, Afganistan, Irak vb. Güney Asya ve Ortadoğu ülkeleri konusunda izlenen politikalar, Mısır, Tunus ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerine ilişkin yapılan müdahaleler, yine Suriye’yi karıştırmak ve açıktan bir iç savaş örgütlemek üzere atılan adımlar, bölgede ABD seviciliği için çalışmak değilse nedir? Gerek Başbakan ve Cumhurbaşkanı, gerekse Davutoğlu yaptıkları her açıklamada, Türkiye ve yabancı basındaki röportajlarında, uluslararası toplantılardaki konuşmalarında ABD’yi üzecek tek bir cümle kurmamaya neredeyse yemin etmişçesine bir özen göstermektedirler. Sürekli Türkiye-ABD ilişkilerini övmekte, bu ittifakın “bölgenin geleceğini anlayarak, bölge halklarının çıkarına kurulmuş tek gerçek ittifak” olduğunu içerde ve başta bölge olmak üzere dış gezilerde her fırsatta propaganda etmektedirler. ABD başta olmak üzere, Batılı emperyalist propaganda merkezlerinin Türkiye’yi Arap-İslam ülkelerine sürekli örnek-model göstermesine ses çıkarmayıp, hatta bununla övünüp, “bakın siz de bizim gibi yapın, o zaman her şey daha iyi olacak ve yolunda gidecek” diye propaganda yapmanın bir anlamı da bu değil midir?
Arap-İslam ülkelerinde yaşayan halklar arasında var olan anti-Amerikancılığı ve anti-emperyalizmi izole etmek için bu kadar canhıraş çalışan bir başka politik mihrak henüz ortada yoktur desek, sanırız abartmış olmayız. Tam da bu noktada, “bölgesel güç” ve “lider ülke” olma propagandasının arka planında dile getirilen 3. Kuşak Yeni Osmanlıcılığın ruhundaki gerçekçilik karşımıza, “ABD işbirlikçisi olmadan bir şey olunmaz” hafifliğiyle çıkmaktadır.
Bu durum, insanın aklına, Can Yücel’in, Yahya Kemal’in bir dörtlüğüne nazire yaptığı mısraları getirmektedir:
“Körfezdeki dalgın suya bir bak;
göreceksin
NATO’nun kablosu durmakta derinde!”
Biz de haddimiz olmayarak bir nazire yapalım her iki şaire.
“Körfezdeki stratejik derinliğe bir bak
göreceksin
ABD’nin kabloları durmakta dibinde!”

SURİYE’YE ÇARPAN, SURİYE’DEN AYAĞA KALKABİLİR Mİ?
Türkiye, dış politika alanında, AKP hükümetiyle birlikte sadece yeni “derin stratejik” hayaller ve “yeni iddialarla” değil, aynı zamanda yeni araç ve söylemler ve yeni bir taktik politikayla da tanıştı. “Komşularla sıfır sorun”, “kamu diplomasisini etkin kullanma”, “bölge ülkeleriyle ortak gelecek, ortak çıkarlar”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge barışını güvenceye alma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” vb. taktik tutum ve söylemler bunların başında geliyordu. Bu söylemler, üstelik sadece içeride kullanılan propaganda amaçlı söylemler de değildi. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla birlikte, dışişleri bürokrasisi, sermaye örgütlerinin temsilcileri, başta yandaş medya kuruluşları olmak üzere, bir bütün olarak sermaye basını, Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) gibi hükümet ve Cumhurbaşkanlığı destekli “stratejik araştırma kuruluşları” vb. resmi ve gayri resmi bütün bir devlet ve sermaye güçleri adeta bir seferberlik-kampanya halinde bu politik-taktik anlayışla çalışmalara başladılar.
Davutoğlu’nun yukarıda aktardığımız jeopolitik taktik önceliklerinde yer alan bölgelerde, bazen günde birkaç ülkeyi birden ziyaret edecek bir tempoyla, ikili ilişkilerin askeri, ekonomik, ticari, kültürel çok yönlü bir çerçevede canlandırılması ve ilerletilmesi için aktif bir çaba içerisine girdiler. Bir yandan Türkiye’nin dış ticaret hacminde önemli artışlar yaşanırken, bir yandan da 5, 10, 15 yıllık ekonomik-ticari hedefler belirleniyor ve bu çerçevede anlaşmalar yapılıyordu. Mısır, İran, Suriye, Irak (Kürdistan Federe Yönetimi dâhil), Tunus, Libya başta olmak üzere, kısa, orta ve uzun vadeli birçok anlaşmalara imza atılıyor, ABD’den alınmış açık destekle, “bölgesel güç”, “lider ülke” olma hayallerine doğru hızla yelken açılıyordu.
Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden halk ayaklanmaları, bu aktif dış politika çalışmasında önemli bir sarsıntı yarattı. Özellikle Mısır’da Mübarek yönetimi ve Libya’da Kaddafi ile kurulan yakın ilişkiler, can-ciğer kuzu sarması dostluk söylemleriyle kurulmuş dengeler, yaşanan halk ayaklanmalarıyla yerini sancılı, gerilimli ve çatışmalı bir sürece bıraktı. Aslında, hesap yapılmıştı. Bu bölgeler, başta ABD olmak üzere, uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin ihtiyaçlarına uygun olarak liberal bir dönüşüm yaşayacaklar, uluslararası kapitalist sisteme yeniden ve yenilenerek bağlanmaları zaman içerisinde olabildiğince sancısız bir şekilde gerçekleşecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve halkların isyanı, koşulları neredeyse tamamen değiştirdi. Uzun sözün kısası, 30-40 yıllık diktatörlerle kurulmuş yakın ve sıcak ilişkiler yerini tehditlere ve çatışmalara bıraktı. Tunus’ta Bin Ali çabuk gitti, Mısır’da Mübarek’in gidişi biraz sancılı gerçekleşti! Ancak egemen burjuvazi ve AKP hükümeti cephesinden ortaya atılan politik-taktik söylemlerin alabora olduğu ilk yer Libya oldu. Öyle ki, Libya’ya NATO’nun müdahalesi gündeme geldiğinde, Başbakan Erdoğan’ın “kimse böyle bir şey beklemesin, buna izin vermeyiz” diye açıklama yapmasının üzerinden birkaç gün geçti ya da geçmedi; devlet ve hükümet, kendisini, Libya’ya NATO müdahalesinin karargâhında otururken buldu. Böylece, “Komşularla sıfır sorun”, “kamu diplomasisini etkin kullanma”, “bölge ülkeleriyle ortak gelecek, ortak çıkarlar”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge barışını güvenceye alma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” merkezli politik-taktik yaklaşım ilk büyük darbeyi almış oldu. Dahası,  geleceği dair ekonomik ve ticari ilişkiler konusunda yapılan hesaplar ve planlar da büyük bir belirsizliğe gömüldü.
Örneğin, Türkiye- Mısır Dış Ticaret hacmi 2009 yılına kadar büyük artışlar göstermiş ve 3.2 milyar dolara ulaşmıştı. Hedef 4 yıl içerisinde 10 milyar doları aşmasıydı. Yine Libya ile olan dış ticaret hacminde de önemli artışlar olmuş 2010 yılında 2.5 milyar dolara ulaşılmıştı. Ancak asıl büyük hedef, 2011 ve 12’yi içeriyordu. Önce 20 milyar doların, ardından da 35 milyar doların üzerine çıkmak hedefleniyordu. Tunus geriden geliyordu ve hedefler çok yüksek değildi. Ama onun da 2008’de 1.3 milyar dolar olan dış ticaret hacminin 2011-12’de 4-5 kat artması hedefleniyordu. Gelinen noktada, başta Libya olmak üzere, Mısır’da ve Tunus’ta artık hesaplar yeniden yapılıyor, hedefler revize ediliyor ve örneğin Libya’da 10 milyar dolar civarında bir noktaya gerilenmiş bulunuyor.
Ancak, AKP’nin dış politikasındaki çöküş, Libya’da aldığı darbenin ardından, esas olarak Suriye politikasıyla gerçekleşti. Bundan yaklaşık 10 ay öncesine kadar AKP hükümetinin bölgedeki taktik-politik tutumunun en olumlu sonuçlar verdiği söylenen ülkelerin başında Suriye ve Beşar Esad yönetimi geliyordu. Bu konuda o kadar ileri gidilmişti ki, taktik-politik tutumun öne çıkarılan hasletleri, Suriye’de “Tek millet, iki devlet” sloganıyla ifade edilir olmuştu. Daha önce Başbakan’ın Azerbaycan için kullandığı zaman bile tartışmalara neden olan bu slogan, Suriye içinde kullanılmaya başlanmış, Erdoğan ve Esad yönetimleri ortak kabine toplantısı yapar duruma gelmişlerdi. Bu pratik adımlar, içeride ve başta ABD olmak üzere dışarıda hükümetin politik başarısı olarak sunuluyor, öyle de kabul görüyordu. George Bush’un ABD Başkanlığı döneminde, 11 Eylül saldırısının ardından, Irak, İran, Suriye ve Kuzey Kore “haydut devletler” olarak ilan edilmiş ve hedefe konulmuştu. Irak’ın işgali ve ardından geçen süre içerisinde yaşananlar ABD’ye pahalıya patlayınca, Obama’nın Başkanlığı ile birlikte yeni bir taktik-politik tutum ortaya konmuştu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun deyimiyle, bu, Türkiye’nin politikalarıyla örtüşüyordu. Kimin politikasının kiminkini örttüğünü tartışmak çok önemli değildi. Ama bu taktik-politik tutum bir anda altüst oldu. Beşar Esad yönetimi, diplomaside ve uluslararası ilişkilerde savaş nedeni sayılabilecek bir üslupla “yalancı, hain, ikiyüzlü, zalim, halk düşmanı” vb. ilan edilerek, açıkça yıkılması gereken bir düşman olarak hedef alındı. Başbakan Erdoğan, son BM Genel Kurulu’nun ardından Türkiye’ye dönerken, –birçok kez yaptığı gibi ayakları havadayken(!)– Suriye’yi karıştırmakta ne kadar ileri gideceklerini, Esad’ı mutlaka devireceklerini, ambargo başta olmak üzere artık somut adımların atılacağını açıkladı. Artık Başbakan Erdoğan, sürekli olarak, bir zamanların George Bush’u gibi konuşuyor, hatta ondan bile ileri gidiyordu. Ancak ne BM’den, ne NATO’dan istenen destek gelmiyordu. Başbakan Erdoğan içine düştükleri durumu biraz tepkiyle, biraz sitemle karışık, ama asıl olarak itiraf ve serzeniş içerisinde, şöyle dile getiriyordu:
“Bugün benzer acıların Suriye’de yaşandığına şahit oluyoruz. Suriye, enerji kaynakları noktasında yeterince zengin bir ülke olmadığı için, dünya kamuoyunda yeterince dikkat ve hassasiyetle izlenmiyor olabilir. Yeterince petrole sahip olmadığı için, Suriye, Libya kadar yankı uyandırmıyor olabilir. Ama bilmenizi isterim ki, Libya’da ölenler ne kadar insansa, ne kadar cansa, Suriye’de öldürülenler de o kadar insandır, o kadar candır. Libya için iştahlarını kabartanların, Suriye’deki katliamlar için sessiz ve tepkisiz kalması, insanlık vicdanında tamiri zor yaralar açmaktadır. Bölgede yaşanan trajediyi görmek, çığlıkları işitmek ve akan kanın durması için acilen tedbir almak zorundayız…”
“…Esad yönetimine, son 9 yıllık süreçte, bir an önce reformları gerçekleştirmesi için yoğun öneri ve tavsiyelerde bulunduk. Çünkü hep bize şunu sordular? Siz Türkiye’de ne yaptınız da bu noktaya geldiniz? Biz de onlara Türkiye’deki demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti yapısını saatlerce anlattık. Hatta ‘gönderin partinizin mensuplarını onlara bizler nasıl bir parti çalışması yapıyoruz anlatalım’ dedik. Kısmen de bunu yaptılar, ama devamlılık arz etmedi. Reformların sağlıklı ve hızlı yapılması için geçmişte Suriye yönetimiyle samimi işbirliğimiz maalesef karşılık bulmadı.”
Başbakan Erdoğan’ın 3. Karadeniz Enerji ve Ekonomik Forumu’nun açılışında yaptığı konuşmadaki bu söyledikleri, dış politikadaki taktik-politik tutumun çöküşünün de özet bir itirafı durumundadır.
AKP Hükümeti’nin Suriye politikası karşısında Beşar Esad ve diğer Suriye devlet temsilcilerinin açıklamaları da zaman geçtikçe eskisi gibi “kibar ve anlayışlı” olmaktan çıkmış durumda. Onlar da, tehdide karşı tehditle yanıt verir oldular. İran ve Rusya, biraz daha geriden gelse de Çin, Suriye’nin yanında yer alıyor. Dolayısıyla Türkiye egemen sınıfları ve AKP hükümeti, “bölge ve hatta dünyanın geleceği açısından Suriye demek sadece Suriye demek değildir” gerçeği ile karşı karşıya kıvranıyor.
Sermaye ve hükümetin “stratejik derinliği” bir yandan dünya kapitalizminin ana güç merkezleri arasındaki rekabet ve çatışmanın merkezine toslarken, öte yandan bunun bir parçası olarak, bölgesel hesap ve planlar da, bölgenin güç merkezlerinin direnişine toslamış bulunuyor. Gelinen noktada, Türkiye egemenleri, AKP hükümeti ve özellikle de Fethullah Gülen cemaati, Suriye politikasını sorguluyor ve yeniden bir toparlanma, taktik-politik yenilenmeyi tartışıyor. Bu tartışmalardan da açıkça görülüyor ki, egemen sınıflar ve AKP hükümeti açısından dış politikada “cicim ayları”nın sonuna gelindiğini söylemek bir abartı veya yanlış olmayacaktır.
Biz soruyu “Suriye’ye çarpan Suriye’den ayağa kalkabilir mi?” diye sormuştuk. Yanıtını, bugüne kadar hükümetin dış politikasını yere göğe sığdıramayanlara bırakalım. Arka arkaya yapacağımız bazı alıntılar biraz uzun olacak, ama yanıt açısından buraya aktarılmalarının önemli olduğunu vurgulayalım.
İlk alıntı, TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un TRT Türk kanalındaki röportajının kendi sitesinde yayınlanan kayıtlarından:
“Şimdi genel bir fotoğraf, ayrıntıları daha net gösterir: Kuzey Afrika – Ortadoğu’dan başlayan süreçte biz başından beri Güney Asya’daki bir takım ülkelere de bu sıçrayacak diye öngörüyoruz. Bu ülkeler, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve daha sonra 11 Eylül 2001 gibi iki önemli milat içinde kurumsal dönüşümlerini tamamlayamamış, otoriter rejimlerle devam etmiş ülkeler. Bu ülkelerin sistemleri, bu otoriter sistemleri tasfiye oluyor. Batılı güçler açısından baktığımız zaman da, şu anlamı ifade ediyor; bütün süreç, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’yı içine alan yeni bir liberal ekonomik kuşak. Çünkü Batılı ekonomilerin durumunu hepimiz birlikte izliyoruz. Oldukça sıkışık… İkincisi, aynı liberal ekonomik kuşak üzerinde yeni bir güvenlik kuşağı ve ikisinin toplamıyla da Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak gibi bir hedef var. Tabii Türkiye bütün bunların neresinde duruyor? Türkiye, bu ülkelerin, bu geçiş sürecini yaşanmasının zorunluluğunu zamanında gördü. Ülkelerin bu süreci kendi iç dinamikleri ile, işbirliği içinde, bir kaosa ve çok uzun sürecek acılı bir dönemlere yol açmadan, mümkün olduğunca başarılı ve hızlı bir şekilde geçmesine yardım eden en kilit ülke konumunda şu anda. Böyle bir genel fotoğraf var önümüzde.”

“En zor rol Türkiye’nin… Çok prestijli, ama çok zor bir rol, çünkü bu, aynı zamanda Suriye üzerinden bir Doğu – Batı bloklaşmasına doğru da gidiyor. Belki konuşacağız ilerde. Bu anlamda bu süreç başarılı olursa, Türkiye bölgesel güç – küresel aktör olma iddiasının içini de çok büyük ölçüde doldurmuş olacak. Ama bir yol kazası olursa – hiç temenni etmiyoruz –  bu da, Türkiye için ciddi sorunlara yol açabilir.
“…
“Aslında Arap Birliği’nden önce bu yaptırım kararları Birleşik Milletler’de alınacaktı. Güvenlik Konseyine de sunuldu. Rusya ve Çin sürpriz yaparak, bunu veto ettiler. Batılı ülkeler, Libya’daki gibi, diğer Kuzey Afrika ülkelerindeki gibi, bu ülkelerin sessiz kalacağını düşünüyorlardı. Ama veto ettiler. Çünkü Suriye’nin çok stratejik bir önemi var. Suriye de düştüğü zaman, sıra Güney Asya’ya geliyor. Çin ve Rusya, bu oluşturulan yeni liberal ekonomik ve güvenlik kuşağının bir şekilde kendisini çevrelemek için olduğunu, bu alanlardaki Rusya ve Çin menfaatlerinin de tasfiye edileceğini öngördükleri için burada bir karşı duruş sergilemeye başladılar. Çinliler daha temkinli, Ruslar ise daha agresifler. Savaş gemilerini gönderdiler, şimdi uçak gemisi gönderecekleri söyleniyor, bu açıdan da dengelemek gerekiyor. Suriye’ye askerî bir müdahale yapmanın önünde Rusya ve Çin gibi çok önemli iki engel var ve bunlarla diyalog içinde bu süreci yönetmek gerekiyor.”
İkinci alıntı Zaman Gazetesi Yazarı İhsan Dağı’dan…
“Suriye işi başımızı çok ağrıtacak. Önceki gün Topkapı’ya yönelik ‘tuhaf’ saldırı bunun bir işareti.
“…
“Ortadoğu’da kimse iktidardan ‘gönüllü’ bir şekilde çekilmiyor. İktidar için ‘pazarlık’ da yapılmıyor; savaşılıyor.
“…
“Beşşar Esed gidecek, ama giderken kendisiyle birlikte kimleri ve neleri götürecek? Boşuna ‘bütün bölgenin kan gölüne döneceği’ tehdidini savurmuyor. Suriye meselesi, sadece Suriye’den ibaret değil. İran’dan başlayıp Irak’a, oradan Suriye ve Lübnan’a inen, Filistin’e Hamas üzerinden dokunarak, Ürdün’e kadar bulaşan, öte yandan da İran’dan Körfez’e sarkan karmaşık bir bölgesel hesaplaşmaya dönüşebilir bu iş. Dahası, Rusya’nın da gelişmelere müdahil olma isteğini unutmamak lazım.
“Kısaca, bölge içi dengeleri sarsacak derin bir krizden söz ediyoruz. Bütün bunlardan dolayı başlangıçta, Suriye’nin ‘tedrici ve düzen içinde’ dönüşümünü öngören Türkiye yaklaşımı yerindeydi. Ancak Suriye’deki rejim ve güç ilişkileri bizim sandığımız kadar basit olmadığından, Esed, destekçileri ve rejimin gerçek sahipleri iktidarlarından vazgeçmediler.
“Her halükarda şu anda ok yaydan çıkmış durumda. Suriye ve Türkiye ilişkilerinin Esed gitmeden ‘normalleşmesi’ artık imkânsız. Daha da ötesi, Türkiye’nin son zamanlarda pek gurur duyduğu Ortadoğu’daki ‘yükselen gücü’, Suriye ‘düşmeden’ restore edilemeyecek. Esed’in Şam’da oturmaya devam ettiği bir senaryo Türkiye’yi bölgesel politikada ‘kâğıttan kaplan’a dönüştürecek, ‘düzen kurucu’ rol oynadığı iddiasını gülünç hale getirecek.
“Kısaca, Suriye politikasında Türkiye, ‘kazan kazan’ politikasından ‘ya hep ya hiç’ politikasına savrulmuş görülüyor. Ya siyasal hedefi olan Suriye’de rejim değişikliğini gerçekleştirerek ‘dönüştürücü güç’ünü sergileyecek ya da geri çekilecek ve bölgesel politikasının dilini, araçlarını ve hedeflerini gözden geçirecektir. Bu, başka ülkelerde ‘rejim değişikliği’ politikası izleyen her ülkenin başına gelir; hedef gerçekleşirse bölgesel ve küresel profilleri yükselir, hedef ülkedeki ‘nüfuz’ları tavan yapar, ancak rejim değişikliği hedefini gerçekleştiremezlerse de ‘rezil’ olurlar. Suriye örneğinde Türkiye’nin yaşadığı açmaz bu.
“…
“Bazıları ‘bir taşla iki kuş’ vurmak da isteyebilir. Türkiye, Esed’in gönderilmesinde fiili bir kaldıraç rolü oynamaya başladığında, kendini birden yapayalnız bulabilir. Esed rejimiyle birlikte Türkiye’nin de batması üzerine kurulan bir senaryoya ne dersiniz? Suriye’de rejimi değişime zorlayabilen bir Türkiye’nin edineceği prestij ve gücü bölgesel ve küresel aktörler almaya hazır mı sizce?”
Son alıntıyı ise, 25. Abant toplantısına ilişkin Zaman gazetesinin manşetinde yer alan haberden bir bölüm aktararak yapalım.
“Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı önemli sorunları tartışarak çözüm önerileri sunan Abant Platformu, 25. toplantısında ‘Arap Baharı’ndan sonra Ortadoğu’nun geleceği ve Türkiye’ konusunu ele aldı.
“Protesto dalgasının etkilediği Suriye sınırına yakın Gaziantep’te gerçekleştirilen toplantıya 25 ülkeden 100’ün üzerinde bilim adamı katıldı. İlk günkü tartışmaların odağına ise, Türkiye’nin Arap Baharı’ndaki rolü yerleşti. ‘Türkiye model mi olacak, yoksa tecrübelerinden istifade edilecek bir ülke mi?’ sorusuna farklı cevaplar verildi. Arap katılımcılar, Batı’nın model dayatmasına karşı olduklarını ifade etti. Toplantıda, ‘Türkiye’nin model değil, ilham olabileceği’ görüşü öne çıktı.
“…
“Cumhurbaşkanlığı Ortadoğu Başdanışmanı Erşat Hürmüzlü, kendi ayakları üzerinde yükseldiği müddetçe Ortadoğu’daki hareketlenmelerin bahar olabileceğini ve Türkiye’nin de model değil daha çok ilham olabileceğini belirtti. ‘Rol gelip Türkiye’yi bulabilir, ancak Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yok. Suriye’nin Mısır’ın kararları kendi mutfaklarında pişirilecektir. Biz halkla rejim arasında bir seçim yapmamız gerektiğinde, seçimimizi halktan yana yaptığımızı belirtmek isteriz’ diye konuştu.”
Biraz uzun olma pahasına buraya aktardığımız bu alıntılar, yukarıda sorduğumuz, “Suriye’ye çarpan Suriye’den ayağa kalkabilir mi” sorusunun yanıtı açısından, bugüne ve geleceğe ilişkin yeteri açıklıkta bir fikir vermektedir sanırız! Evet. Türkiye egemenleri ve AKP hükümetinin “stratejik derinliği” ve ona bağlı olarak yürütülen taktik politikası dünyanın ve bölgenin gerçeklerine fena çarpmıştır ve ufukta da ayağa kalkma şansı görünmemektedir. Bunun için kafa yorup, formüller arayanların kucağında kocaman bir belirsizlik, bilinmezlik, ucu her koşulda çatışma ve savaş politikalarına çıkan ve sonucun ne olacağı kestirilemeyen açmazlar ve problemler yığını vardır.
Daha düne kadar “komşularla sıfır sorun”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” temelinde politika yaptıklarını söyleyip, “Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi, güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel, ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir hinterlant oluşturulması şeklinde özetlenebilir” diyenlerin, “at binip kılıç kuşandıktan sonra”, gelip vardıkları yer, postu ABD emperyalistlerinin kucağına sermek olmuştur. Bundan böyle her kımıldanışında ve somut bir adım atma hamlesinde ABD’nin desteğine daha fazla muhtaç olan konuma gelmiş; başta komşu ülkeler olmak üzere, bölge ülkeleriyle sorunları ve çatışma alanları artmış, oraya-buraya deli danalar gibi koşturan bir devlet ve hükümet cephesi ile karşı karşıyayız.
Dahası, diyelim ki Suriye’de istedikleri gibi bir sonuç aldılar ve Esad’ı yıkıp kendileri gibi ABD emperyalizmiyle kader birliği yapmış muhafazakâr-liberal ittifaka dayalı bir hükümet kurdular. Hatta daha da ileri gidelim ve İran’ın da bu noktaya geldiğini/getirildiğini varsayalım. Bu ülkeler, Türkiye’nin “lider ülke” ve “bölgesel güç” olarak varlığı ve etkinliğini kabul edip ona boyun mu eğecekler? İster yakın, isterseniz bakabildiğinizce uzak tarihe bir bakın. Yine ister yakın ve isterseniz olabildiğince uzak bir geleceğe bakın. Baktığınız yerde büyük savaşlar, kıyımlar, yıkımlar, katliamlar görürsünüz, ama bu soruya “evet” yanıtı verebileceğiniz hiçbir şey göremezsiniz. Eğer tabii ki aklınız başınızdaysa ve içinizde biraz olsun vicdan, biraz olsun halk sevgisi varsa.
Sadece Mübarek gittikten sonra Mısır’da oluşan tablo ve Türkiye-Mısır ilişkilerinde ortaya çıkan durum bile bu açıdan anlayana çok şey gösterecek somut ve öğreticilikte bir örnektir.
Elbette bütün bu gerçeklere rağmen böyle düşünmeyenler ve Türkiye egemenlerine “parlak ufuklar” gösterip, gaz verenler de yok değil. Bunların başında da George Friedman geliyor. Friedman, “Gelecek 10 Yıl – Neredeydik… Nereye gidiyoruz?” isimli kitabında şöyle diyor:
“Türkiye uzun süreçte İran tarafından durdurulamaz, Türkiye ekonomik açıdan çok daha dinamik bir ülke ve bu yüzden daha gelişmiş bir orduyu destekleyebilir. Daha da önemlisi İran’ın coğrafi olarak sınırlı bölgesel seçenekleri varken, Türkiye Kafkaslar’a, Balkanlar’a, Orta Asya’ya ve sonunda da Akdeniz’e ve Kuzey Afrika’ya uzanıyor; bu, İranlıların mahrum kaldığı fırsatlar ve müttefikler yaratıyor. İran’ın eskiden beri önemli bir donanma gücü olmadı ve limanlarının yerleri yüzünden gelecekte de olamaz. Türkiye, tam tersine, Akdeniz’de sık sık egemen güç oldu ve yine öyle olacak. Gelecek on yıllık süreçte Türkiye’nin bölgede egemenliğe yükselişini görmeye başlayacağız.
“… ABD Türkiye’ye uzun vadeli bakış açısıyla yaklaşmalı ve gelişimin engelleyici bir baskı uygulamamalı.”
Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti Friedman’a fazlasıyla inanıyor görünüyor ve önümüzdeki dönem için “lider ülke”, “bölgesel güç” olma hayallerini yeniden ve yeniden üretmenin bir yolunu arıyor olabilir. Ama Friedman’ınki dâhil hangi yoldan gidilirse gidilsin, Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti açısından ufukta tek bir gerçek var: “Türkiye’nin lider ülke ve bölgesel güç olması, ya gırtlağına kadar ABD işbirlikçisi olmasıdır ya da imkânsızdır.”

İÇ POLİTİKA DIŞ POLİTİKA, DIŞ POLİTİKA İÇ POLİTİKADIR
“Stratejik derinlik”in Türkiye’yi getirdiği önemli noktalardan birisi de iç ve dış politikanın birbirini belirleme ve iç içe geçme düzeyindeki yükselme olmuştur. AKP hükümetinin uluslararası ilişkilerde izlediği politik-taktik çizginin bundaki payı yadsınamaz. Ancak bu durumun temelinde, esas olarak Türkiye’nin, başta ABD ve Alman, Fransız vb. emperyalizmi olmak üzere uluslararası kapitalist sistem içerisinde geldiği bağımlı kapitalist ülke konumu yer almaktadır. Bu konuma bağlı olarak ortaya atılan ekonomik ve politik hedefler ise, bu durumu pekiştirmektedir.
Ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel, kültürel vb. çeşitli alanlarda yaşanan ve yaşanacak olan iç gelişmeler, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası konumunda doğrudan belirleyici bir rol oynarken, aynı kapsamda, bölgesel ve uluslararası arenada yaşanan ve yaşanacak olan gelişmeler de, içeriyi doğrudan etkilemektedir. Örneğin Kürt sorununda baskı, çatışma ve savaş eksenli politikaları öne çıkaran bir anlayışın, dış politikada, özelikle de bölge ülkeleriyle ilişkilerde barış, kardeşlik, karşılıklı eşit ilişkilere dayalı bir çizgide yürümesi pratik olarak mümkün değildir. Aynı bağıntıyı ters yönde de kurmak gerekir. Yani bölgede emperyalist gericiliğin en önemli merkezi haline gelmiş, tehdit, çatışma ve savaş eksenli bir politik hatta ilerleyen Türkiye’nin içerdeki sorunları eşitlikçi, demokratik, barışçı politikalarla çözmesi pratik olarak mümkün değildir.
Egemen sınıfların ve AKP hükümetinin içeride ve dışarıda savaş eksenli politikaları, aynı zamanda, Türkiye’yi giderek bir savaş ekonomisi cenderesine de daha ileriden ve derinlemesine bağlayacak yönde sürüklemektedir. ABD ile işbirliği içerisinde “PKK ve terörle kapsamlı mücadele” adı altında Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen askeri ve siyasi operasyonlar, bunun ve genel olarak bölge politikasının sonucu olarak yükselen polisiye ve askeri harcamalar, Suriye’ye yönelik uygulanan ambargo vb. başta olmak üzere içerde ve dışarıda savaş merkezli politikaların yarattığı ve yaratacağı ekonomik – ticari maliyet bunun başlıca tetikleyicileri durumundadır. Daha bugünden Türkiye ekonomisinde 2012-13’te büyüme ve toplam ticaret hacmine ilişkin önemli düşüşler yaşanacağı tahminleri ilgili ve yetkili ağızlardan gelmektedir. Dolayısıyla bundan önceki dönemlerde yaşanan örneklerde olduğu gibi, “içeride ve dışarıda savaş politikalarının” politik açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da bütün maliyeti esas olarak işçi ve emekçi halk yığınlarının sırtına yıkılacaktır.
Burada son olarak kendisine ulusalcı, sosyal demokrat ve hatta sosyalist diyen kimi kesimlerin AKP karşıtlığına ilişkin olarak da birkaç şey söylemekte yarar var.
AKP hükümetinin ilk döneminden günümüze kadar gelen süreçte, bu siyasal odakların sürdükleri AKP karşıtı propaganda esas olarak AKP’ye hizmet etmiştir. “Bunlardan başka ne beklenebilirdi ki?” diye de sorulabilir. Ancak bu siyasi odakların özelikle batıda Türk kökenli işçi, emekçi halk kesimleri üzerinde, gençlik ve kadın kitleler üzerindeki etkisi küçümsenemez. Bunun için iki önemli gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var.
Birincisi; adı geçen siyasi odaklar ve onların çeşitli renklerden türevleri, AKP hükümetinin genel olarak bölge politikasını, özel olaraksa Suriye politikasını eleştirmektedir. Ancak bu eleştiriler, esas olarak sertlikler, tehditler ve genel olarak çatışma eğilimlerine karşı gelmektedir. “Bölgesel güç”, “lider ülke olma” vb. açılardan özü itibariyle bir karşı çıkış söz konusu değildir. Bunun için de, başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin vurucu merkezi olma konusunda tutarlı bir anti-emperyalist çizgiden uzaktırlar. Bu konumda durarak AKP’ye karşı çıktığını ve muhalefet ettiğini söylemek, dönüm dolanıp, AKP’ye hizmet etmeye dönüşür.
İkincisi ise, Kürt sorunu karşısındaki baskı ve imha politikalarını kabul eden, sınır içi ve sınır dışı askeri operasyonları destekleyen, hatta yetersiz gören ırkçı-şoven tutum ve anlayışlarıdır. Bu tutum ve anlayışlar, esas olarak ABD ve AKP’nin Kürt ulusal hareketinin ezilmesine yönelik politikasıyla tam bir uyum içerisindedir. Dolayısıyla Kürt sorunu konusunda böyle bir politik tutum takınıp, bölge ve Suriye politikasında ABD ve AKP hükümetini eleştirmek, esas olarak bu güçleri desteklemek, onların ekmeğine yağ sürmektir. İçeride Kürt sorununun eşit haklara dayalı, gönüllülük temelinde, demokratik ve halkçı bir tarzda çözümünü savunmadan emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tutarlı bir mücadele sürdürülemez. Bugün Kürt ulusal hareketinin çözüm için öne sürdüğü “Bölgesel, demokratik özerklik” talebi kabul edilip, bu hakkın tanınmasını savunmadan, bütün zorluklarına rağmen bu gerçeğin Türk kökenli işçi ve emekçiler tarafından kavranması için çalışmadan, bölgede ve dünyada barış istemek en hafif değimiyle körlüktür. Bu körlük, son noktada gelip, egemen güç ilişkileri ve dengeleri açısından ABD’nin ve başta AKP hükümeti olmak üzere onun işbirlikçilerinin güçlenmesine hizmet etmiştir, edecektir.
Bir kez daha tekrarlayarak bitirelim, egemen sınıflar ve AKP’nin “stratejik derinliği” Türkiye ve bölge halklarının barış içerisinde bir arada yaşamasına hizmet etmiyor. Türkiye’nin “bölgesel güç” ve “lider ülke olma” hesapları her geçen gün daha fazla uzaklaşılan hayaller olmaktan öteye geçmiyor. Bugünün 3. Kuşak Yeni Osmanlıcıları “kılıç kuşanıp at binmiş”, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılına değil de, son padişah Vahdettin’in Osmanlısı’na doğru koşuyorlar.

Yararlanılan Kaynaklar

1 – Uluslararası Durum ve Görevler – Siyasal ve Örgütsel Bir Platform. Hazırlayan: S. Cihan – Evrensel Basım Yayın
2 – Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Ahmet Davutoğlu – Küre Yayınları
3 – Kısa Türkiye Tarihi, Sina Akşin – Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
4 – Gelecek 100 Yıl – 21. Yüzyıl İçin Öngörüler, Gelecek 10 Yıl – Neredeydik… Nereye Gidiyoruz?, George Friedman – PEGASUS Yayınları
5 – Müslüman Kardeşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık, Selin Çağlayan – İmge Kitabevi Yayınları
6 – TASAM ve konuyla ilgili çeşitli internet sitelerinin arşivleri

“Demokratik Modernite”nin ulus, devlet ve demokrasi teorisi üzerine

İki aylık periyotla yayınlanan “Özgür Halk ve Demokratik Modernite” dergisi, Kürt uluslaşması ve Kürt sorununun çözümünü konu edinen yazılarında, “yeni bir ulus ve devlet teorisi” iddiasını, toplumsal ve tarihsel çeşitli diğer sorunlara dair belirli ideolojik yaklaşımları da “eleştiri” konusu ederek, unsurları yönünden denebilir ki daha kapsamlı şekilde ‘yeniden’ gündeme getirdi.
Dergi yazarları bu “yeni teori”yi detaylandırmaya çalışırlarken, insanın tarihsel “serüveni”ni ve toplumsal gelişme süreçlerini kendi koşulları dışında anlayıp anlatıyor ve “zihinsel” kurgulamayı maddi-toplumsal gerçeklerin yerine geçiren bir öznelciliği esas alıyorlar. Toplumsal sorunları bu öznel idealist irdeleme yöntemi, dergi yazarlarını, insan ve toplumsal yaşamının tarihsel seyrini bilim ve aklın kullanımında irdeleyen materyalist diyalektiğe, insanın toplumsal kurtuluşunu sömürünün, sınıfların ve sınıf farklılıklarına dayalı kurumsallaşmanın ortadan kaldırılmasında gören Marksist devrimci sosyalizme karşı sistematik bir kampanya açmaya da yöneltmiş bulunuyor.
Kürt hareketinde, hareket adına öne çıkan ve aralarında “Özgür Halk ve Demokratik Modernite”nin belli başlı yazarlarının da bulunduğu kesimden yapılan bu tür açıklamalar ve kaleme alınan yazılar kuşkusuz yeni değil. “Yeni” olduğu ileri sürülen ulus, devlet, modernite, demokrasi teorileri uzun yıllardır çeşitli vesilelerle dile getiriliyor, açıklanıyor, konuşuluyor ve yazılıyor. Devlet sorunu örneğin, 1990’lı yıllardan bu yana, “bizim devlet sorunumuz yok” içerikli olarak işleniyor; devlet ve demokrasi sorununa ilişkin Marksist-Leninist teoriye de bu açıklamalarla gerekçelendirilmiş ‘salvo atışlar’ yapılıyordu. Buna, süreç içinde daha da sistematize edilerek, ulus teorisi ve ulusların kaderlerini tayin hakkı üzerine devrimci teori ve tutumun “eleştiri alanına çekilmesi” de eklenmiş bulunuyor.
“Demokratik Modernite” yazarlarının başlıca hareket noktasının “yeni bir demokratik ulus teorisinin inşası” olduğu söylenebilir. “Kapitalist modernite” ve Türk devletinin “tek ulus”çu Kürt politikası bu eleştirilerde belirli bir yer tutuyor. Ancak dergi yazarları, toplumsal alana dair sorunlara girdikleri her yerde, toplumsal yaşam ve gelişme süreçlerinin, devlet türü kurumsallaşmaların, uluslaşma ve ulusal hareketlerin; kısacası doğa ve toplum olayları söz konusu olduğunda, kendilerinin iddiasıyla tüm kuramların “aşılması” üzerinden geliştirilmiş “yeni bir kuram”ı “kanıtlamak” amaçlı gerekçelendirmelerle, Marksist tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi teorisini, eleştirilerinin odağına yerleştirmeye özel bir önem vermişlerdir. Bu, “çoklu” iddialarda, a) ulusların tarih sahnesine gelişleriyle toplumsal gelişme süreçleri arasındaki ilişki; b) ulusların oluşumunda “tanım”layıcı rol oynayan/işlev gören iktisadi-sosyal ve kültürel ilişkiler ile “coğrafi” etken; c) ulusların özgürlüğü ve isterlerse ayrı bir devlet kurma dahil kendi kaderlerini özgürce belirlemelerini ulusların kendi hakları olarak gören ve buna uygun bir siyasal-sosyal pratik ortaya koyan sosyalist teori ve pratik; d) devlet aygıtıyla iktisadi-sosyal sistem ilişkisi ve sömürüye dayanan kapitalist toplumun ve onun devletlerinin ulusal baskı ve eşitsizliklerin kaynağı ve sorumluları olduğu gerçeği ya tümüyle ya da esas olarak reddedilmektedir.
Kuşkusuz bu tür iddiaların, böylesine “yeni kuram”ların (!) ya da yeni kuram geliştirme çabalarının önünde herhangi bir engel bulunmuyor. Bu gibi durumlarda, ileri sürülen görüşlerin yeni ya da “aşkın” olup olmamaları, o güne dek gündeme getirilmiş başlıca felsefi-teorik ve politik ‘kuramlar’ ile birlikte, bu “yeni olanlar”ın da binlerce yıllık toplumlar tarihinin deneyimleriyle; insanın toplumsal gerçeği ve toplumsal ilişkiler sürecinin açığa çıkardığı maddi-sosyal olgularla; üretim ilişkileri ve üretici güçlerin düzeyi ve içinde hareket edilen koşullarla nasıl bir ilişki içinde olduklarıyla, uygulanabilir ve ilerletici çözümler getirip getirmedikleriyle ‘ölçülür.’ Buradan bakıldığında da, bize göre, örneğin kapitalist-emperyalist sistemi belirleyen temel toplumsal çelişkilerin ya görmezden gelinerek ya da önemsiz gösterilerek, burjuva devlet maddi gerçek bir olgu olarak yokmuş gibi davranılarak, toplumsal sorunların ve onlardan biri olarak Kürt ulusal sorununun “çözülebileceği”nin ileri sürülmesi; yeni “demokratik ve ekolojik toplum”un bir tür “zihniyet devrimi”nin eseri olabileceğinin iddia edilmesi de dahil olmak üzere, ileri sürülen bu görüşler, yeni olmaları bir yana, varlık-düşünce ilişkisinin idealist belirlenmesiyle ve tüm toplumsal sorunları, hatta doğayı ve nesnel dünyayı “düşüncede kurgulanan izafi şeyler” olarak gösteren idealist felsefi anlayışlar üzerinden yüzyıllar ötesine kadar uzanan metafizik görüşlere dayanmaktadırlar.
Bu makalede, “Demokratik Modernite” yazarlarının ortaya koydukları söz konusu görüşlerin başlıca ulus devlet ilişkisi, uluslaşma süreci ve ulusların özgürlüğü sorununa ilişkin olanları, yalnızca belirli bazı yanlarıyla değerlendirilmeye çalışılacak. “Özgür halk ve Demokratik Modernite” yazarları, söz konusu görüşlerini, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ulus, devlet ve demokrasi teorilerinin “bilgisi”ne sahip olarak, bu teorilerin reddi üzerinden geliştirdiklerinden, buradaki tartışmada, ileri sürülen bu görüşlerin toplumsal gelişme ve yaşam süreçlerinin, özel olarak da Kürt toplumsal gerçeğinin maddi-nesnel olgularıyla nasıl ve ne tür bir bağlantı içinde oldukları üzerinde durmak daha yararlı olacaktır. Bu bakış açısıyla söylenenlere daha yakından bakalım.

“YENİ-BÜTÜNLÜKLÜ” ULUS TANIMI VE TARİHSEL GELİŞME SÜRECİNİN REDDİ
Derginin bugüne dek yayımlanmış olan sayılarında işlenen ortak en önemli temalardan biri, yeni bir ulus tanımıdır. Ulusu, “dil, kültür, pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış”ı “devlet ulusu” olarak niteleyen A. Öcalan, bu “yeni tanım” etrafında ve ondan hareketle, doğaya, topluma ve toplumsal sorunlara dair birçok diğer konuda da “yeni” görüşler getiriyor. Derginin çok sayıdaki diğer yazarları da, benzer konu başlıkları üzerinden bu anlayış(lar)ı güçlendirmeyi amaçlayan çeşitli yazılar kaleme alıyorlar.
Öcalan şöyle yazıyor: “Demokratik ulusta birleştirici güç aynı ulustan olmaya karar veren toplum birey ve gruplarının özgür iradesidir. Ulusu dil, kültür, pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış devlet- ulusunu tarif eder ki genelleştirilemez. …Reel sosyalizmin de benimsediği bu ulus anlayışı demokratik ulusun zıddıdır. Özellikle Stalin’in Sovyet Rusyası için geliştirdiği bu tanım, Sovyetlerin çözülmesinin temel nedenlerinden biridir. Kapitalist modernitenin mutlaklaştırdığı bu ulus tanımı aşılmadıkça ulusal sorunların çözümü tam bir çıkmaza girer. 300 yılı aşkın bir zaman süresinde ulusal sorunların halen olanca ağırlığıyla devam etmesi, bu eksik ve mutlak tanımla yakından bağlantılıdır. Katı ulus-devlet sınırlarına mahkum edilmiş iktidarın en küçük hücrelere kadar sızmış olduğu bu tip ulusal toplumlar milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist ideolojilerle adeta serseme çevrilmişlerdir. Toplumlar için ulus-devlet modeli tam bir baskı ve sömürü tuzağıdır, şebekesidir. Demokratik ulus kavramı bu tanımı tersine çevirir. Katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine, tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı; çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarca toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder. Demokratik toplum ancak bu tür tanımla, ulusla gerçekleştirilebilir.”
Herhangi ulusa aidiyeti dil, toprak, iktisadi yaşam ve ruhi şekillenme birliği gibi nesnel toplumsal gelişmeyle bağlı etken-unsurlarla açıklamak yerine bir “karar verme” sorunu olarak alan “demokratik ulus tanımı”, “tanım”a, yani kavramın kendisine özel-ağırlıklı bir işlev yüklüyor. Kendini bir ulusa ait görüp görmeme “zihinsel” kararı, bir ulustan olup olmamanın yerine ikame edilirken, bu, örnek olsun göçler sonucu ve uzun sürelerle başka toplumlar içinde yaşayan yeni kuşakların kendilerine “köken ulus” aramamaları türünden farklı “olgu”sal tutumlarla değil, ama “karar verme” gibi iradi-öznel ‘seçiş’ ile açıklanıyor. Ulus ve ulusa aidiyete bu yaklaşımda, hareket noktasını nesnel toplumsal gerçekler değil, bireysel iradi tercih ve karar vermeler oluşturuyor. “Sınıf, cins, renk, etnisite hatta farklı ulus kökenliliğine rağmen en genelde yaşanan ortak bir zihniyet, kültür dünyasının oluşması ulus olmak için yeterlidir” deniliyor ve üzerinde yaşanan topraklar –vatan– ile pazar birliğinin “maddi birer unsur olarak ulusun belirleyici nitelikleri” arasında sayılamayacağı ileri sürülüyor. “Dil” deniliyor, “şüphesiz kültür kadar ulus için önemli olmakla birlikte zorunlu bir şart değildir. Farklı dillerden olmak aynı ulustan olmaya engel değildir. Her ulusa bir devlet ne kadar gereksizse her ulusa tek dil, şive de gereksizdir. Ulusal dil gerekli olmakla birlikte olmazsa olmaz bir şart değildir. Farklı lehçeleri de demokratik bir ulus için zenginlik saymak mümkündür.”  (abç)
Ulus “tanımı”, ulus-devlet ve demokrasi konularının birbiriyle ilişkilerine dair, derginin diğer yazarlarınca da benzer görüşler dile getiriliyor. Derginin –ve kendisinin– görüşlerini daha sistematik şekilde açıklayan Hüseyin Karakuş, ulusun “ortak dil ve kültür etrafında” örgütlenen kabile ve aşiret yapılanmalarından sonraki bir evreye tekabül ettiğini; ulusların “kimlikleşmesini bu yapı üzerinden” kurup geliştirdiğini söylerken, ulusal gelişme sürecini derginin diğer yazarlarından belirli bazı farklılıklarla ifade etmekle birlikte, “demokratik ulus” ve “devlet uluslaşması” ayrımlarını, ulus tanımı ve oluşumu safhalarını “ahlak” ile ilişkilendirerek “zihniyet”e belirleyici rol yüklemede diğerleriyle birleşiyor. Karakuş, “Kavimler yakın çağla birlikte iki farklı metotla uluslaşmışlardır. İlki toplumsalın öznesi olan ahlaki politik toplumun(yani demokratik komünalite veya demokratik toplum) uluslaşması metodudur. Kendisini ‘demokratik ulus’ olarak adlandırır. Diğeri ise, ahlak ve politik toplumu sömürerek üzerinden rant sağlayan, toplumsal özneliği pozitivist darbelerle nesneleştirmeye uğraşan devlet uluslaşmasıdır” diye yazıyor.  Ona göre, bu “iki farklı” uluslaşma “metodu” ve bu “metot”lara uygun ulus tanımı ve örgütlenmesi, “devlet uluslaşması” ve “ahlaki politik toplum” farklılıklarını şekillendirmiştir.
Karakuş, bir yandan Avrupa’da Aydınlanma, Rönesans ve burjuva devrimleri dönemine işaret ederek ulus devletlerin burjuvazi ve kapitalizm ile ilişkisini reddetmezken, diğer yandan ulus ve ulus devletlerin kapitalizm ve burjuva devrimleriyle ilişkisini reddederek, derginin Öcalan ve Kuran gibi diğer yazarlarıyla birleşiyor. Bir yandan Britanya ve Hollanda’da “kapitalizmin zaferini ilan etmesi” ve Fransa’da “orta sınıfın radikal hareketi olan Jakobenizm”in hedefinin ulus devlet olduğunu söylerken, “tüm bu süreçlerin sonunda da” ulus-devlet modelinin “seçilmiş” olduğuna göndermelerde bulunup ulus devletin burjuva kapitalist niteliğini göz önüne getirirken –ki bunlar tarihsel sürece ilişkin inkardan gelinemeyecek olgular arasında yer alırlar–, diğer yandan dönüp, ortaya çıkanın aslında “bir ulus değil”, “çok kötü bir ulus inkarcılığı olduğu”nu ileri sürüyor. Daha sonra konuyu daha da açtığı bölümde ise, Karakuş, uluslaşmanın kapitalizm ile ilişkilendirilmesine tümüyle karşı çıkan bir tutuma yöneliyor.
Karakuş, “Eğer ulus kapitalizmin bir ürünü ise ve ulus devlet de kapitalizmin devlet formuysa bundan daha normal ne olabilir” diye sorarak, kendi sorusunu şöyle yanıtlamaktadır: “Ama her iki soruya vereceğimiz yanıt hayır olduğundan, bu durumu normal, olağan karşılamamak gerekir. Burjuvazi, ulusu, dil, kültür ve toprak birliği olan, bir pazar etrafında içsel örgütlenmelere giden ve siyasi otorite çatısı altında, yani devlet çatısı altında ‘gelişen’ topluluklar olarak tanımlamış ve nitekim UKKTH’yi (Ulusların kendi Kaderlerini Tayin Hakkı) devlet kurma hakkı olarak formülleştirmiştir. Ne yazık ki Marksistler de bu tuzağa düşerek aynı formülasyonu teorileştirmişlerdir.”
Bir an için, Karakuş’un yukarıdaki uluslaşma ile kapitalist gelişme arasındaki ilişkiye işaret eden sözlerini yok sayarak, kapitalizm ile ulus arasında, ikincinin birincisinin “bir formu” olmadığını kabul ederek soralım; peki ulus ve burjuva ulus devletleri kapitalizm ile ilişkisiz, onun bir formu değillerse, neyin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır? Örneğin köleci ulus, feodal ulus, aşiret ulusu, kabile ulusu söz konusu edilebilir mi? Edilse dahi bunun tarihsel, iktisadi-sosyal dayanakları gösterilebilir mi?
Yanıtın hayır olduğu açıktır, ama biz yine de devam edelim. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık içinde yer alan “topluluklar” bir tek ulusa mı tekabül ediyorlardı? Yani bunlar örneğin Rus, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan ulusları mı idiler? Olmadıklarına Karakuş ve derginin (D.M) diğer yazarları da sanırız itiraz etmeyeceklerdir.
Buradan çıkarılabilecek olan sonuç, uluslaşma süreci feodal toplumun bağrında kapitalist ilişkilerin gelişmeye yüz tutmasıyla başlamasına rağmen, bu sürecin ancak kapitalizmin ve onun ürünü burjuvazinin hakimiyetiyle belirginleştiği ve tek uluslu burjuva devletlerinin bu sürecin ürünü olduklarıdır. Ulusların yükselen kapitalizm çağının bir kategorisi olduğunu tanıtlayan tarihsel toplumsal gelişme ve “olgu”sal gerçek, bizatihi ulus devletlerin kuruluşu sürecidir. 1789-1871 burjuva demokratik devrimler dönemi, ulusal burjuva devletlerinin kuruluş dönemi olarak tarihte özel bir yer tutmuştur. Burjuvazi bu dönemde “eşitlik ve özgürlük” söylemiyle ortaya çıkmış ve toplumun bu taleplere sahip çıkan diğer ezilenlerini de ardı sıra sürükleyebilmiştir. Dolayısıyla, “ulusun ve kapitalizmin aynı dönemlerde veya birbirlerine yakın dönemlerde ortaya çıkmış olması kapitalizmin ulus yarattığı mantığını doğurmamalı” sözleri gerçeği değiştiremeyeceği gibi, gelişme sürecini açıklayıcı da değildir. Kapitalizm ulusların oluşmasının maddi toplumsal zeminini hazırlayıp burjuvazinin bu sürece öncülük etmesini sağlamış; bu da, ulus devletlerin kuruluşunda burjuvazinin ‘öncü’ rol oynamasını olanaklı kılmıştır. Aynı dil ve kültür etrafında odaklanmalar ulus öncesi topluluklar içinde oluşmasına rağmen, bu henüz onların aynı “kökenden gelen” diğer topluluklarla, aşiret, kavimlerle ortak ulusal birlik içinde bir araya gelmelerine yetmemiştir. Kapitalizmin, ticari ve kapitalist ilişkileri yaygınlaştırmasıyla birlikte bu “topluluklar” giderek artan şekilde dil, kültür birliğinin yanı sıra üzerinde yaşadıkları toprakları “vatan” ölçüsünde benimseyip önceki dar ve kapalı alan ekonomisinin sınırlarını aşan ilişkiler içine girmişler ve bu ilişkiler içinde “ulus olma bilinci”ni, bu maddi zemin üzerinde ve ondan hareketle geliştirmişlerdir. Burjuva ulus devletinin şurada şu zamanda, başka yerde diğer zamanlarda, Kürdistan’daysa günümüzde gündeme gelmesinin nedeni de bu toplumsal iktisadi gelişme sürecinin gösterdiği farklılıklardır.
Kapitalizmin “şafağı”nda, birçok Avrupa ülkesinde, ulusal bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla bu tek uluslu devletlerde ulusal baskının esas olarak son bulduğu, fakat diğer yandan yine Doğu Avrupa ve Asya’da çok-uluslu imparatorlukların bünyesinde yer alan birden çok ulus ve ulusal topluluk açısından ayrımcılığın daha uzun on yıllar devam ettiği; bu imparatorlukların yıkılmaları süreci içinde, en gelişmiş ve diğerlerini baskılayacak güç ve örgütlenmeye bu nesnel gelişme sonucu sahip olan ulusun başa geçerek kurulan devletlere kendi “rengi”ni verdiği, diğer ulusları ve ulusal toplulukları baskı altına aldığı biliniyor.  Bunun yanında, kapitalizmin emperyalist aşamasında sömürgeci emperyalist devletlerin “okyanus ötesi” alanlarda ilhaklara giriştikleri ya da kukla “bağımsız” devletler aracıyla ulusları bağımlılık altına aldıkları; ulusal baskı ve ayrımcılık sorununun uluslararası alanda varlığını bu yolla devam ettirdiği; bunun örneğin “devlet-ulusu” uygulamalarından farklı bir duruma denk düştüğü de bir gerçektir. Burjuvazinin kendi pazarına hakim olma eğilim ve istemi, bunun kavgasına tutuşması tarihsel bir olgu olmakla birlikte, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin en önemli burjuva ulus devletleri, emperyalist aşamayla birlikte pazar ve etki alanı kavgasına tutuşurlarken, ulusal devletlerden yana değil, ama bu tür ulus ve devletleri sömürgeleştirme, etki alanına alma, bağımlı hale getirme politikası gütmüşlerdir. Dayattıkları “ulusal devlet” değil, ulusların bağımsızlıklarının tanınmamasıdır. Şoven milliyetçilik ve ulusal baskının, ulusların oluşmasından önceki zamanlarda kabileler, aşiretler, feodal beylikler ve imparatorluklar arası çatışmalardan en önemli farklılıklarından biri de, ulusal baskı ve ayrım politikasının pazar sorunuyla olan bağıdır. Burjuvazi, daha geniş pazarlara sahip olmak ve metasını pazarlayabilmek için yeni ve başka pazarlara yönelirken, o alanlarda yaşayan halkları köleleştirmeye girişmiş, boyunduruk altına alınan ya da alınmak istenen ulus ve ulusal topluluklar, bu ‘dış’ güçlerin hakimiyetine ve asimile etme politikalarına, o alanda/topraklarda yaşayan aynı dil ve kültürden, ‘ortak duygu ‘ ve ruhi şekillenmeye sahip toplulukların ulusal direnişini geliştirerek yanıt vermişlerdir. Harekete geçirici faktör, öncelikle bu ‘ilişki biçimi’, bu nesnel durum olmuş; ortak “zihniyet” ve “karar verme” onun üzerinden, bu nesnel olgulardan güç alarak ve onların bir tür ifadesi olarak anlam ve destek bulmuştur.
Kapitalizmin “özünde ulus istismarı ve inkarı üzerinde temellen”diği iddiası ise, burjuvazi ve kapitalizmin uluslararası karakteri ve kâr için üretim sistemi olan kapitalizmin tüm sınırların ve ulusal ‘dar görüşlülüğün aşılması’, bir dünya pazarı için mücadelesi, tekeller çağında emperyalizm ve siyasal gericiliğin hakimiyeti anlamında doğrudur, ancak ulusların oluşumundaki rolü yönünden de gerçeğin reddini içerir. Burjuvazi kapitalist kâr için hiçbir değerden vazgeçmez değildir ve Türkiye’nin “Müslüman Başbakanı” Erdoğan’ın da istismar amaçlı ikide bir yinelediği üzere, sermayenin dini imanı yoktur. Burjuvazi ulusal tüm değerlerin istismarı ve halk kitlelerinin “ulusal çıkarlar” üzerinden aldatılması yoluyla sınıfsal amaçlarına ulaşmaya çalışır. Ancak bundan hareketle, onun ve devletinin hakim unsurunu oluşturduğu ulus ile kapitalizmin tarih bağı yok sayılamaz. Sürecin olguları, burjuvazinin gerici sınıf karakteri ve ulusal baskının da temsilcisi olması gerekçesiyle görmezden gelinemez. Böyle olmasaydı, ‘büyük güçler arasındaki paylaşım savaşlarının dolaysız rol oynadığı Kürdistan’ın parçalanması’ ve sonrasındaki ulusal hareketler, kapitalizmin örneğin Türkiye Kürdistanı’nda giderek hakim hale gelmesiyle bağlı olarak giderek güçlenmeyecek, Kürt hareketinin bugün gördüğü “ulusal destek” yüz yıl öncesinde de söz konusu olabilecekti, ki durumun böyle olmadığı biliniyor. Kürdistan’ın toplumsal gerçeği, ulusun “zihniyet” sorununa indirgenemeyeceğinin de göstergesidir.
Avusturya, Macaristan, Rusya gibi ülkelerde Hırvatların, Çeklerin, Gürcü ve Letonların devlet öncesindeki durumları birer örnek olmakla birlikte, Doğu’nun Polonya gibi ülkelerinde uluslaşma süreci, onu anında izleyen bir devlete tekabül etmemiş, ama bu nedenle de olsa, onların ulusal oluşumlarının kapitalist ilişkilerin gelişme sürecinden bağımsız olduğu ileri sürülmemiştir. Kürdistan’ın parçalanması ve her bir parçadaki direnişlerin “ulusal boyut” alıp almamasıyla bu hareketlerin içinde geliştikleri iktisadi-toplumsal koşullar arasındaki ilişki ise, ulusların oluşumunu üretim ilişkilerindeki gelişme ve değişmeden, bu gelişmenin ulusu oluşturan/oluşturacak olan topluluklar arasında meydana getirdiği ilişkilerden koparmamak gerektiğini anlamak için yeterince veri sunmaktadır. Kürt direnişlerinin tarihsel gelişme seyri ile hareketin ‘kucakladığı’ kitlelerin durumunun dünden bugüne değişmediğini, gerçekleri göz önünde tutan hiç kimse ileri süremez. Feodal beylerin, mirliklerin, aşiret ve kabile ilişkilerinin etkin olduğu koşullarda gerçekleşen çok sayıdaki Kürt direnişi, üretim ilişkilerinin geri prekapitalist düzeyi ve durumu nedeniyle Kürt halk kitlelerinin geniş kesimlerini kucaklayacak ulus çapında bir direniş boyutuna ulaşamazken, kapitalist üretim ilişkilerinin daha ileri düzeyde geliştiği koşullarda ortaya çıkan PKK’nın başını çektiği Kürt direnişinin ulusal boyutlara genişlemesi mümkün olabilmiştir.
Ulusların oluşumunu tarihsel sürece bağlamayan; üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişmesi ‘aşama’larından bağımsız gören ve bazı ortak yaşama zorunluluklarının bir arada tuttuğu küçük kabilesel toplulukların da ulus olduğu savıyla geriye doğru yol alan ulus ‘tanımı’ gerçek durum ve gelişme seyriyle bağdaşmazdır. Aynı dini inançları benimseyen çok farklı kabileler ile etnik toplulukların farklı uluslara dahil oldukları, olabildikleri gerçeği dikkate alınmadan din ve kabile “bilinci” üzerinden ulusların tanımını yapmaya çalışmak ise, başka “coğrafyalar” bir yana, Arap, Türk, Kürt, Fars ulusları örneğine de göz kapamak olacaktır.

“AHLAKİ”-“ZİHİNSEL” ULUS KURGUSU VE MADDİ GERÇEK
Öcalan ve Karakuş başta olmak üzere dergi yazarları kapitalizm ile uluslaşma ve ulusal devletler arasındaki ilişkiyi olumsuzlarken, ulusu, “zihniyet” ve “ahlak”a ilişkin tanımlamalar üzerinden tarif etmektedirler. “Kültür ulusu”, “hukuk ulusu” gibi farklı tanımlamalar bir yana bırakılırsa, ulusun “zihnen var olan bir olgu” olarak gösterilmesiyle, somut-nesnel olgulardan “zihinsel-hayali varlık” alanına geçiş yapılmakta; böylece toplumsal sorunlara yaklaşımda hareket ettirici etken olarak toplumsal varlığın kendisi yerine, “zihnin”-iradenin belirleyiciliği geçirilmektedir. H. Karakuş’un “devlet, kendi keyfi ve zevkine göre bir ‘ulus’ yaratıyor. Yapaylığı burasıdır” tespiti ise, önemli oranda  “tek dil, tek millet…” vurgulu Türk ulusçu politikaları referans edinmiştir ve bu durum ile ulusal hareketin ve ulusun birden bire değil, ama üretim ilişkilerinin seyri içinde, belirli koşullarda ortaya çıktığı şeklindeki kendi görüşleri arasında da belli-belirsiz yer alan yaklaşımdan da farklı ve uzaktır. Bu ifade ile Karakuş, devlet-ulus bağını, burjuva ulus devletin kuruluşu sonrasına dair bir durum üzerinden tarif ederken, “soyut” bir “özne” olarak devleti, “keyf ve zevk” gibi insan öznesine ait özelliklere büründürerek, burjuvazi ve kapitalizm değil, ama tek sorunlu olanın devlet olduğu gibi bir görünüm yaratmaktadır. Kapitalist “modernite” ile, “reel” denilen sosyalizm inşası pratiği ve süreci, “modernite ortak temeli” gerekçeli olarak aynılaştırılmakta; ulusal eşitsizlik, ayrımcılık ve buna dayanan milliyetçi şovenizm kapitalist emperyalizmden azade bir “devlet-ulusu”yla bağlantılandırılmaktadır. Karakuş örneğin, ulusu “ahlaki ve politik toplumun diyalektiksel gelişiminin sonucu”nda oluşan kategori olarak tarif ederken, kapitalizm öncesi bir durum tarifine daha yakın durmaktadır. Bu tarif/tanım ve ilişkilendirme, kavimsel-aşiretsel toplulukların “diyalektiksel gelişiminin” kapitalizm ile bağını gerçekte olduğu türden kurmadığı gibi, “ahlaki politik toplumun ‘kendini bil’ düsturu”nun örneğin Kürt olan farklı sınıf ve tabakalar açısından bir tek ve aynı anlama gelmeyebileceğini, onların her birinin, “geride kalan binlerce yılın direniş ve yenilgilerinin verdiği tecrübe”den kendi çıkarları yönünde farklı sonuçlar çıkararak farklı şekilde yararlanma yolunu tutabileceklerini, hatta tutmaya başladıklarını açıklamaktan da uzaktır. Bu “dünya”nın ve her bir kapitalist toplumun/kapitalist toplumların en temel ve başlıca gerçeklerinden biri, “ahlaki” değerlerle maddi-sınıfsal çıkarlar arasında koparılamaz bir bağ olduğudur. Tüm tarih boyunca “ahlaki” olarak üretilen ya da oluşturulan ne varsa insanın içinde yaşadığı koşulların ve maddi gerçeğinin damgasını taşımış, son tahlilde bunlar tarafından şekillendirilmiştir. Buna dini inanç sistemleri de dahildir. Kürt yoksullarıyla Kürt burjuva ve burjuva feodal güçlerin ulusal Kürt direnişine yaklaşımları ve pratik tutumları da bunun örneklerinden birini oluşturur.
Toplumsal sorunların –burada Kürt sorunu– oluşumu ve çözümünde “zihniyet sorunu”na belirleyici işlev yüklemek, maddi varlıktan düşünceye değil, düşünceden varlığa bir tarif anlamına da gelir ki, aşırı anlam yüklenmiş bu tür kavramlardan hareketle “özne”nin ve “nesne”nin durumu ortaya konamaz. Ekonomik, sosyal, siyasal, ulusal, dinsel, doğasal, cinsel vb. ilişkilerden bağımsız bir “zihniyet” oluşumu ve kullanımı mümkün olamayacağına göre, ulusal kurtuluş ve ulusu, kendi haklarına sahip olmak üzere harekete geçiren ‘zihniyet’, ancak belirli toplumsal gelişme düzeyine, uluslaşma sürecine bağlı olarak gelişebilir demektir. Yani sorun zihinden/düşünceden ‘toplumsala’ doğru değil, tersinden toplumsal ekonomik koşulların belirli bir düzeyinden hareketle oluşturulan/oluşturulabilecek olan “zihniyet”e doğru bir gelişme özelliği gösterir. Bir istemi gerçekleştirmeye yönelik  “istenç” (irade) ve “zihniyet” oluşumu ya da daha doğru bir ifade ile “istenç özgürlüğü” ne “tanrı” vergisidir ne de “anadan doğma” kazanılmış olabilir. O, ancak belirli zorunluluklar ilişkisi içinde gündeme gelir. Bütün toplumsal değişikliklerin gerçek son nedenlerini insanların kafalarında, “ölümsüz doğruluk ve ölümsüz adalet üzerindeki artan kavrayışlarında değil”, üretim ve değişim biçiminin değişikliklerinde aramak gerekir. Maddesel üretim olguları politik sosyal gelişmelerin gidip dayandıkları son temeli oluştururlar.
Ulusun özgürlüğü için mücadele fikri de, ulusu oluşturanların içinde bulundukları ilişkiler ve durumdan hareketle ulaştıkları bir “zihniyet” olabilir ancak. Bu, Kürtler için de geçerlidir ve Kürtler de diğer tüm toplumlar gibi, belirli üretim ve değişim ilişkileri içindeki hareketleriyle tarih sahnesine gelmişler, bu gelişme süreci –evrimi– içinde giderek belirginleşen ve güç kazanan ortak talepler etrafında harekete geçmişler,  Kürt özgürlüğü “zihniyeti”ni doğuran asıl kaynak bu gelişme evrimi ve hareket olmuştur.
Toplumsal sorunların “ahlak” gibi, “iyi-kötü” gibi, halktan halka, dönemden döneme ve farklı sınıflara göre farklılıklar göstermiş ve gösterecek olan bir alandan tartışılması ya da örneğin “ahlaki politik toplum” türü belirsizlikler üzerinden tanımlanmakla kalmayıp, çözümlerin de buradan tarif edilmesi ise ‘totoloji’yi işin içine çeker ve buradan ilerlenemez. Geçmiş yüzyılların “iman kalıtı” ahlaktan söz edilebileceği gibi, feodal aşiretçi ahlaktan, burjuva ahlakından, proleter ahlakından da söz edilebilir pekala. “Toplum” örneğin, burjuvazisi, işçisi, tüm diğer toplumsal kesimler, katmanlar vb. hepsini kapsayan bir kategoridir ve burjuvazinin “anti toplumcu” mantığından söz ederek “ahlaki politik toplum”u “demokratik ulus”un zemini göstermek, özel muamma “jargon” bir yana bırakılsa bile, toplumsal sorunların çözümü açısından belirsizlikten öte bir anlam ifade etmeyecektir. “Ahlaki politik toplum”la neyin anlatılmak istendiğine, ancak dönüp burjuva öncesi, dahası ilkel komünal toplum dönemlerine “gidilerek”(!) bir yanıt belki bulunabilecektir. Belki diyoruz, çünkü “ahlak” çok afaki ve her bir sınıfa, kesim ve güce ve onların koşullarına göre tarifi değişkenlik gösteren bir kavramdır. Her birinin farklı sınıf ahlakına yukarıda da işaret edilen işçi sınıfının, feodal beylerin, aşiret ağalarının ve burjuvazinin bir “ahlaki politik toplum”da biraradalığı üzerinden, hele de burjuva devletinin varlığı dışlanmayarak ve hatta gerekirse “onunla bir arada” kurulabilecek bir “komünal ekolojik demokratik konfederalizm” mümkün değildir.
İnsanların ahlaksal davranışları ya da seçişleriyle mensubu bulundukları sınıfların durumu arasında; onların içinde hareket ettikleri, “eyledikleri” ve düşündükleri insan ilişkileri, üretim ve değişim ilişkileri arasında koparılamaz bir bağ bulunur ve bu bağ da değişkenlik göstermeye mahkumdur. Bu bakımdan herhangi bir ahlak dogmatizmini, geçmişten de “feyz alarak”, insanlara “ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez” gösteren, demokrasi ve toplumun demokratik yeniden örgütlenmesini bunun üzerinden “proje”lendirmeyi öngören bir yaklaşım açmaza düşecektir. Gerçekten insanal bir ahlaki tutumun ancak sınıf farklılıklarının ve bundan kaynaklanan düşünce, anlayış ve davranışların değişiminin toplumsal iktisadi temeli oluştuğunda olanaklı hale gelebileceği ve hakim olacağından bahsedilebilir ki, Demokratik Modernite ve burada andığımız yazar arkadaşların “toplum projesi”nde buna ya yer yoktur ya da bu, muğlaklıkların perde gerisine itilmiştir.

BURJUVA DEVLETİYLE BİR ARADA “DEVLETSİZ TOPLUM PROJESİ”
Demokratik Modernite yazarı arkadaşların, “devletsiz toplum projesi”ni, “tek ulusçu devlet”çiliğin işlevinden hareketle ve buna karşı olmak üzere, kapitalizm ve kapitalist burjuva devlet egemenliği koşullarında uygulanabilir gösteren yaklaşımı, kapitalist emperyalizm koşullarını ve burjuva devletin bu koşullardaki rolünü görmezden gelen bir anlayışın ürünüdür. Çok sık aralıklarla ve giderek daha çok sayıdaki Kürt politikacısı tarafından dile getirilen şekliyle “bizim devlet diye bir sorunumuz yoktur” (!) söylemi, başka bir gelecek zamanda; sömürü ve baskıdan arınmış toplumsal koşullara ilişkin olarak değil, günümüz kapitalist ‘barbarlığı’ koşullarında ve sermaye devletinin Kürtlerin ulusal varlığını ve en temel ulusal haklarını ret politikasını esas olarak sürdürdüğü koşullarda gündeme getirildi ve sürdürülüyor. “Devlet olmayan kendi demokratik öz yönetimleri”nin bugünün koşullarında “gerçekleştirilmesi”nin önündeki temel ve en önemli engel tüm örgütlü aygıtıyla burjuva devleti olmasına rağmen, bu burjuva devleti “sorun görmemek”; bırakalım sınıflı toplum gerçeğini ve bu devletin işçi ve emekçilere karşı sermayenin baskı makinesi olarak çalışmasını, Kürtlerin en küçük demokratik taleplerini elde etmeleri için dahi ona karşı mücadele zorunluluğunda oluşlarını önemsizleştirmek ya da önemsiz görmek demektir.
“Devleti amaçlamayan ama devlete demokratik taleplerini dayatan, köylerde, mahallelerde ve şehirler çerçevesinde kendi sorunlarını kendileri tartışarak kararlaştıracakları ve çözecekleri bir model kurma”yı  öngören politika ve örgütlenme ise, yukarıdakinden daha farklı ifade edilmiş olmasına rağmen, KCK operasyonlarını ve Kürtlere ve Türkiye’nin tüm işçi ve emekçilerine karşı azgın saldırılarını sürdüren burjuva devletinin yerli yerinde durması karşısında bir tür itirazsızlığı içerir ve bu haliyle de, Kürtlerin kendi sorunlarını kendilerinin tartışıp çözmeleri ve buna uygun bir “model kurma”larını olanaklı hale getiremez. Bu yaklaşımda, “talep dayatma”nın sınırı belirsizdir ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin tüm diğer kesimleri üzerindeki baskı aracı-aygıtı-makinesi –ne denirse densin– olduğu açık ve kesin olan bir burjuva kurumlar ‘bileşkesi’ ya da burjuvazinin ortak “komitesi”nin işlevini sürdürmesine temelli bir itiraz yoktur.
Kapitalist emperyalizm koşullarında ve burjuva devletinin hakimiyet alanında, onun “iradesi” geçerliliğini sürdürdüğü sürece, halkın şu ya da bu kesiminin, ezilen bir ulusun ya da çeşitli diğer azınlıkların kent, ilçe, köy ve mahalle “komünleri” kurarak, “komünal ekonomik birlikler federasyonu” oluşturarak “zihinsel ve ruhsal sağlığına kavuştuğu” bir toplum “projesi”nin, bu özellikleriyle dahi, burjuva devlet otoritesi geriletilip aşılmadan söz konusu olamayacağı tarihin dersidir. Kuşkusuz burjuva devlet koşullarında da ezilen ulusun kimliğinin resmen tanınması, dil ve kültür alanında bazı iyileştirmeler yapılması mümkündür. Ancak burada tartışılan bu değildir ve söz konusu dergi yazarlarının çözüm yolu ve şekli olarak dile getirdikleri de bundan farklı bir durum, örgütlenme ve konumlanmayı izah amaçlıdır. Ulusal sorunun kapitalizm koşullarındaki çözümünün mümkün tek yolu ezilen ulusların –burada Kürtler– tüm ulusal haklarına sahip olmasının garanti edilmesidir ki, bu da, yukarıda tarif edilen “komünal toplum modeli”nden farklılığı bir yana, “üniter devlet”in etki ve hakimiyetinin kırılmasını gerektirir.
Bu “proje”nin kapitalist sömürü cenderesine, “endüstriyalist talana”, “azami kâr peşindeki yıkım faaliyetlerine” duyulan tepkinin de ifadesi olması, tüm bunların müsebbibi kapitalizm ve onun devlet iktidarının sorun olarak görülmemesini haklı çıkarmayacağı gibi, bu devlet ve iktidarın varlığı koşullarında “demokratik ulusun komünal ekonomisi ve ekolojik endüstrisiyle en büyük devrimlerini gerçekleştirme”sini mümkün gösteren görüşleri de doğrulamayacaktır.
“Kapitalist modernitenin sorun yaratan ulus-devletine karşı her etnisite, dinsel anlayış, kent, yerel, bölgesel ve ulusal gerçekliğin öz kimliğiyle ve demokratik federe yapısıyla yer aldığı, devlet olmayan ulus”un  gerçekliğini ve gerçekleşmesini sağlayacak bir “ortak siyasal otorite” olacak ise eğer, bu otoritenin  söz konusu “devlet olmayan” kuruluştaki işlevinin en azından “ademi merkeziyetçi” bir tür devlet yapılanmasına yakın olacağı pekala söylenebilir. Bu bir yana, “kapitalist modernitenin sorun yaratan ulus-devleti”nin varlığı ve işlevi, yeni “komünal” Kürt yaşamı için “sorun” olarak görülmediğine göre, onun egemenliği alanında, bu “devlet olmayan” ve devletsiz komünal yapının vücut bulmasının ve yaşamasının nasıl garanti edileceğinin “yol”u da, bu yaklaşım içinde tümüyle belirsizdir. “Her türden devlet ve devletleşme kurgusunu ve hedefini ret eden”, “meclisli, tartışmalı komün yeteneğini” esas alacak olan bu “konfederalizme yakın, hatta iç içe bir özerklik” gösteren ulus kurgusu ya da hedefi, “kapitalist modernitenin sorun yaratan ulus-devleti”nin, –ki onun “sürekli faşizm ürettiği” de söyleniyor– baştan ayağa silahlı bürokratik aygıtının eksik olmaz salvoları altında, bu devleti (burjuvazinin hakim devleti) sorun olarak görmeksizin nasıl var edilecektir? “Öz savunma güçleri” üzerine söylenenler bunun yanıtını oluşturmamaktadır ve sermaye devleti altında “demokratik konferedal ekolojik toplum” yaratma “projesi” gerçekleşebilir olmaktan uzaktır. Kürt hareketinin ve mücadelesinin bugüne kadarki sürecinin gösterdiği de, halkların ve proletaryanın uluslararası mücadele tarihi ve deneyiminin gösterdiği de, sömürü aleti, baskıcı ve sömürgeci hakim sınıf devleti karşıya alınmadan ve ona mücadeleyle haklar kabul ettirilmeden, geriletilip saldırıları püskürtülmeden en küçük hak kullanımının dahi mümkün olamadığıdır.
Şu da bir gerçektir ki, “ne devletin içinde erime babında”, “ne de devleti yıkma sevdasında” olan ve “devlet dışında kalmış birey ve toplulukların örgütlü halini temsil eden” bir “demokratik ulus” tasavvuru tabii ki ileri sürülebilir, ama bununla ya devletin içinde erimeye mahkum olunacak ya da devleti yıkmayı zorunluluk gören bir yoldan ilerlenecektir; bunlar olmadan olamazdır. Devletin sınıflı toplumlarda gördüğü, sömürücü sınıfın sömürülen sınıflar üzerindeki baskı aygıtı olma işlevinden hareketle ve anti demokratik Türk burjuva bürokratik devletinin Kürtlere karşı öteden beri sürdürdüğü şoven baskı ve asimilasyon politikasını, giriştiği katliamları ve ulusal kaderlerini tayin önünde barikat oluşturmasını baz alarak, kesinlikle söylenebilir ki, devletlerin sosyal-politik ve askeri gerçeklikler arasında, daha da önemlisi egemenler yararına tüm ezilenleri baskı altında tutma işleviyle yüklü olarak yer aldıkları koşullarda “devletsizlik” savunusu, ne yazık ki günümüz gerçeklerine göz kapamaktan başka bir anlama gelemez. “Devletten ayrı olabileceği gibi onunla yan yana hatta iç içe de olabilen”, devleti “esas almadığı” gibi, onu “inkar da etmeyen” bir “model” tasavvurunun muğlak, ve esas olarak da somut durum, koşullar, güç ilişkileri, sınıf çatışmaları gibi maddi dünyanın toplumsal gerçeklerinden uzak oluşu, bu tasavvuru ancak bir “zihniyet sorunu” derekesinde anlamlı kılabilir.
Oysa kapitalizm ve burjuva devleti koşullarında bir çözüm, ancak tam hak eşitliğini garanti eden tutarlı bir demokratizm ile mümkündür.  Ezilen ulus ayrı devletini kurabilir ya da federasyon, özerklik gibi biçimler altında aynı devlet içinde diğer uluslar ve ulusal topluluklarla birlikte yaşayabilir. Hangi biçimi tercih edip uygulayacağına karar verme hakkı dolaysız olarak ezilen ulusun kendisine aittir ve önemli olan da bunun tanınması, uygulanmasına baskıyla yanıt verilmemesidir. Kürtlerin “idari model” olarak “bölgesel” ya da daha çok kullanıldığı şekliyle “demokratik özerklik”i öngörmeleri, açık ki, “serbest iradeleri”yle verecekleri kendi kararları ve haklarıdır. Ancak bölgesel ya da “demokratik özerklik”in, ‘yönetimin halka yayılması’nı dolaysız doğuracak bir uygulama olabileceğinin ileri sürülmesi, bunun hatta “komünal toplumsal ekolojik örgütlenmeye denk geleceği”nin iddia edilmesi  gerçeğe aykırı bir kurgudan ibarettir.
“Komünal ekolojik ahlaki politik toplum” örneğin sömürünün olmayacağı bir toplum mu olacaktır? Böyle olmadığı açık olmasına karşın, bir an için bunun “öngörüldüğünü” varsayalım. Bu durumda ama, bunun için, işçi sınıfının, kapitalizme karşı ve sömürüyü tasfiye etmekle kalmayıp, kendisi de dahil tüm sınıflar ve sınıf farklılıklarının yok olup gideceği toplumsal düzene ulaşmak üzere üretim araçlarının kolektif/ortak mülkiyetini sağlaması, önkoşuldur. Oysa “Demokratik Modernite” yazarlarının yukarıdaki formülasyonunda, bırakalım böylesi “aşırı” bir tasavvuru, işçi sınıfının varlığı dahi söz konusu değildir. Belirsizliğine karşın, bir önerme şeklinde dile getirilen “ahlaki politik toplum”un, öngördükleri şekliyle üretim araçlarının kolektif mülkiyetini gerçekleştirmesi bir yana, tüm ulus güç ve birimlerinin “komünal” bileşimiyle toprağın ve diğer üretim araçlarının ve onların kullanımıyla üretilen ürünlerin özel mülk edinilmesini içermesi kaçınılmazdır. Bunu reddedecek bir “komünalite”nin salt zihinsel ve ahlaki yargılar üzerinden oluşturulmasının olanaksızlığını ise, her bir sınıflı toplumun olduğu denli Kürt toplum gerçeği de ortaya koymaktadır. Özerklik, zora dayalı birliğin ulusal hakların tanınması temelinde gönüllü birlik yararına son bulmasıyla ezen-ezilen ulus ilişkilerinin demokratik siyasal çözümü biçimlerinden biridir ve “üniter devlet” anlayışıyla bağdaşmazdır. Uygulanması, “üniter devlet” anlayışının, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması temelinde aşılmasını gerekli kılar.
“Demokratik ulus”u, “sistemin politik-siyasi uygulaması olan Demokratik Konfederalizmin çatısı altında birey, ideolojik ve sendikal grup, cemaat, din-mezhep, cinsiyet, etnisite, kültür veya ulusların kendi öz kimlikleri ve gerçeklikleriyle demokratik özerk birimlerle kendini ifade edebileceği, yaşamsallaştırabileceği ulus modelinin bizatihi kendisi” olarak tanımlayan Karakuş’un, hemen her toplumsal kategoriden söz etmiş olmasına karşın, sınıf ifadesini açıklıkla kullanmaması kuşkusuz tesadüfi olmamıştır. Kürt işçi ve emekçilerinin böylesi bir “konfederalizm” içinde burjuvazisiyle ‘demokratik ilişki’ kurarak yaşayabileceği ve yaşaması gerekeceği, Türk burjuva devletiyle bir arada, “hatta içinde” ya da onunla “yan yana” özgürlüğü tadabileceği de –açıklıkla ifade edilmemiş olsa da–, böylece söylenmiş oluyor. Eğer insan ve toplumunun binlerce yıllık gelişme/uygarlaşma “serüveni” , özel olarak kapitalist iktisadi toplumsal gelişme ve ulusların uluslar olarak, onların burjuvazi ve proletarya olarak bölünen en önemli temel sınıflarının da sınıflar olarak hareket etmeleri bile isteye görmezden gelinmeyecekse, hem bugünün gerçeği ve hem de bugüne kadarki tarihsel gelişme aşamaları yok sayılıp, çoktan tarihin kapanmış sayfalarına intikal etmiş ütopik köy toplumuna dönülmeyecekse –ki dönülemez– “toprak ve orman alanları”nın canlandırılmasıyla sanayi toplumuna alternatif yaratılamayacağı da anlaşılır olacaktır.
“Demokratik Modernite” dergisinde ortaya konan görüşler, kimi ikircikli yanlarına karşın, “kapitalizm sonrası ve burjuva iktidarının söz konusu olmayacağı” bir safhaya dair olarak ortaya konmuş değillerdir; aksine, söylenen ve yapılacağı belirtilenlerin mevcut devlet ve iktidarın varlığı koşullarında gerçekleştirilebilirliği iddiasıyla formülleştirilmişlerdir. Bu görüşler, sosyalizm ve sosyalist teori ve pratiğe karşı içeriktedirler ve alternatif olarak “toprağın korunması” ve “çevrenin ormanlaştırılması”nı esas alan “ekolojik endüstriyel komünal toplum”un Türk sermaye devleti ve iktidarını “sorun görmeme”yi (!) de içerecek şekilde, ama her nasılsa ondan “bağımsız” ve “ona karşı” kurulmasını öngörmektedirler. Bunun, gerçeklerle, gerçeklikle ne denli çelişen bir “kurgu” olduğu, buraya kadar söylenenlerden anlaşılmış olmalıdır. Burjuvazinin, en başta “ulus devlet”ini kullanarak, başka halklara yönelik saldırılara giriştiği, şoven milliyetçi ideolojisini halk kitlelerine empoze etmek için her fırsatı ve her yöntemi değerlendirdiği, pazarlar için süren rekabette öne geçmek için işgallere giriştiği, savaşlar çıkardığı; “ulusal çıkar” adına kendi çıkarlarının kavgasını verdiği bilinen gerçeklerdendir. Öte yandan, ulusların devlet olarak örgütlenmesi ya da ulusal devlet yönetimi altında ulusun ulusal özellikler üzerinden yeniden şekillendirilmesi faaliyeti, burjuva ulus devletin, tüm toplumu ulusçuluk/milliyetçilik “zamkı” ile kendi sınıf çıkarlarına etkinliği ve dini inançlar derecesinde “ırki” ögelerin istismarına girişmesinden hareketle, herhangi ezilen ulusun, eğer isterse kendi devletini kurması “lekeli ” ilan edilemez ya da büsbütün gereksiz sayılamaz. Bu tür bir devlet, açıktır ki, işçi sınıfı ve emekçilerin yönetiminde oldukları bir devrimci yeni örgütlenmenin ürünü olmamışsa burjuva bir karakter taşıyacak ve ezilen ulusun burjuva sınıfının devleti olarak şekillendiğinden, işçi ve emekçiler açısından kalıcılığı amaç teşkil etmeyecektir. Ama buradan, hakim ulus devletinin varlığını “sorun yapmama” sonucu çıkarılamaz. Türk devleti ve burjuvazisinin şoven, gerici, inkarcı ve dayatmacı karakteriyle baskı ve ayrımcılığı besleyen “tek ulus”çu politikasının ezen-ezilen ulus kitleleri arasında milliyetçiliği körükleyici işlevinin, devletle “hatta bir arada”, sorun ve engel oluşturmaksızın bir “kömünal, ekolojik, özgür Kürt örgütlenmesi”ni olanaklı kılacağına dair varsayımlar, aynı nedenle  varsayımdan öteye geçemezler.

EK: MARKSİZME DAYANAKSIZ SALDIRI; İLERİCİLİK-GERİCİLİK; KISTAS NE?
“Demokratik Modernite” dergisi yazarları, tartışma konularıyla ilişkili olup olmamasından bağımsız olarak, sözü bir biçimde Marx ve Marksizme getirmeleri ve Marx’ı, görüşlerini şurasından burasından ‘kırparak’ ve bağlantılı oldukları koşul ve gelişmelerin tarihsel durumunu göz ardı ederek “eleştiri kapsamı”na almaları bu makalenin doğrudan konusunu oluşturmuyor.  Bu daha sonranın bir sorunu. Ama burada, uluslaşma süreci ve burjuvaziyle ulus, ulusla devlet ilişkileri ve burjuva ulus devletlerinin kapitalist karakteri üzerine, tarihsel gelişme sürecinin üzerine çizgi çeken ve burjuva gericiliğini gerekçe edinerek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddeden yaklaşıma; burjuvazinin tarihsel süreçte oynadığı rolü tek yanlı olarak ele alan “yeni kuramsal perspektif”e kısaca da olsa değinmeden geçmek doğru olmayacak.
“Demokratik Modernite” yazarlarının burada ele alınan yazılarında ileri sürdükleri iddialardan biri, ulusal sorunun çözümüne dair ve ulusların kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) üzerine devrimci tutum ve önermelere dairdir. Marx ve Marksist teoriye getirdikleri “aşkın eleştiri”nin (!) gerekçelerinden biri,  “ulus devlet oluşumunu tek biçim olarak mutlaklaştırma”dır. UKKTH’nın savunulmasını, “burjuvazinin tuzağına düşmek” ile eş gören dergi yazarları bu hakkı reddederlerken, Marksizm’e de, bu hakkı tanıyıp teslim etmesi nedeniyle itiraz ediyorlar.
Ezilen bir ulus olarak Kürt ulusunu ve mücadelesini esas alarak, onu temsilen ideolojik ve politik görüşler geliştirme pozisyonunda olduklarından kuşku duyulamayacak Demokratik Modernite dergisi yazarlarının, Marksistler olarak bizleri, ulusların kendi kaderlerini tayin etmeye hakları olduğunu ve Marksizmin ezilen ulusların bu hakkına ve kullanılmasına, mutlaklaştırılıp mutlaklaştırılmaması ayrı bir sorun olmakla birlikte, UKKTH dendiğinde en başta ve öncelikle ezilen ulusların eğer isterlerse kendi kendilerini istedikleri gibi yönetmek üzere kullanabilecekleri kendi devletlerini kurma hakkına ancak saygı duyduğunu yazıp savunmak durumunda bırakmaları şüphesiz ki ilginçtir; ancak herhalde bunu yapmak zorundayız.
Aynı biçimde ilginç olan bir diğer şey, dergi yazarlarının Marksizme ve Marx’a atfettikleri iddia ve ifadelerin hiçbir dayanağının bulunmamasıdır. Yazarlar, “sosyalist tahayyülün de kendini ulusçuluk ve ulus devlet kurgusunun yarattığı sarmal”dan kurtaramadığı; “ulus devlet haline gelmekle özgürleşeceği ve bağımsızlaşacağı” ve hatta ulusu devlet ile “koşulladığı” şeklinde saptırılarak ele alınan görüşlerin Marksizm ile en küçük bağını gösteremezler. Bu tür iddiaların kanıtsız olarak ortaya atılması ise, bilimsel bir tutuma denk düşmediği gibi, patenti liberal burjuva teorisyenlere ait olan formülasyonların tekrarından başka bir şey olmaz. Ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusunu, “her ulusun kendi devletini kurması” olarak, sadece ve sadece bu olarak “mutlaklaştırma”nın Marksizm ve Marksistler ile bir ilişkisi yoktur. Ne Marx ve Engels’te ne de Lenin ve Stalin’de, çözümün yalnızca ezilen ulusun kendi devletini kurması olarak gösterildiğine dair bir tek satır dahi olmadığı gibi, toplumsal sorunları, bu sorunların kaynağını oluşturan olgu ve ilişki biçimleriyle birlikte ele alarak irdeleyen Marksist tarihsel materyalist yöntemi benimseyen devrimci parti ve gruplarda da böyle bir savunu söz konusu olmamıştır.  Buna rağmen, o tür bir görüşün Marksizme mal edilerek, bunun “ulus devlet hastalığının bir sonucu” olduğuna hükmedilmesi, ancak bir saptırma olabilir ve öyledir.  Nasrullah Kuran, örneğin, “Trajik olan” –diye yazmaktadır, Demokratik Modernite dergisinin üçüncü sayısında– “özgürlük anlayışında olan sosyalist tahayyüllün de kendini ulusçuluk ve ulus devlet kurgusunun yarattığı sarmaldan kurtaramaması, ulus-devlet haline gelmekle özgürleşeceği ve bağımsızlaşacağı yanılmasına kapılmasıdır. Her ne kadar Marx, ‘insan devlet düzeyinde, devlete ve devlete bağlı olanda gerçekleştiremez kendini; tam tersine, devletten sıyrılarak gerçekleştirir’ dese de, ulus hakkında bir teori oluşturmamış olması ve özgürleşme sürecinde çözümü, kapitalist devletin yerine işçi devletini koymakta görmesi en önemli handikabı oluşturmuştur. Ardıllarının veya Marx yorumcularının ‘devlete karşı devlet’ çözümündeki ısrarı, kimi ulusal kurtuluş mücadelesini ve devlet sosyalizmini iktidara taşımışsa da, bu deneyimlerde insanlığın özlemi olan demokratik komünal toplum açığa çıkmamış, devletli sistem, doğası gereği yeni bir seçkinler bürokrasisinin hükümranlığını üretmiştir.”
“Her ulusa bir devlet”in “ayrı devlet kurma dahil kaderini özgürce belirleme hakkı” ile aynı şey demek olmadığını, “mutlaklaştırma” suçlamasında bulunanlar da biliyor olmalılar. Her ulusa bir devlet elbette mutlak ya da zorunlu değildir. Ulusal tam hak eşitliği temelinde birden fazla ulusun bir devlet sınırları içinde birlikte yaşamaları mümkündür ve devrimci Marksizmin bunu, işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik örgütlü mücadelesi için yararlı gördüğü de bilinmektedir. Ya da örneğin herhangi ulusal örgütlenmede yer alanların farklı şive ya da dilleri kullanmaları da mümkündür. Ancak bunların tümünün kendi aralarındaki iktisadi-sosyal ve kültürel ilişkilerde bir dilden anlaşmalarının da gerekli olacağı kendiliğinden anlaşılır olmalıdır. Resmi dilin zorunlu olmaması ve dillerin serbestçe kullanımı ile, dilin ulus için “zorunlu şart” sayılmaması/görülmemesi farklı şeylerdir.
Marksizm uluslaşma sürecini ve ulusal özgürlüğü “devletleşme koşulu”na bağlamaz ve “her ulusa bir devlet”i zorunlu ya da mutlak gereklilik saymaz. Marksizm, evrensel “dünya ulusu”nu; tüm ulusal ve sınıfsal ayrımların ortadan kalktığı –ki bunun koşulu sömürü ilişkilerinin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır– bir dünyanın kurulmasını hedefler. Sonal hedefi bu olan bir mücadelede baskı ve ayrımcılığın reddi, ulusların tam hak eşitliğinin tanınması ve sağlanması için uğraşı gerekli olmakla kalmaz, zorunluluk da gösterir. Ezen-ezilen ulus ilişkilerine son verilmesi, herhangi ezilen ulusun nasıl yaşayacağına; örneğin temel hakları tanınmak kaydıyla bulunduğu devlet sınırları içinde mi yoksa bağımsız devletini kurarak mı yaşayacağına hiçbir dış baskı ve engel olmaksızın kendi iradesiyle karar vermesi, her ezilen ulusun hakkı olmalıdır. Bunun “ulus devlet”in ya da “Demokratik Modernite” yazarlarının kullandıkları tanımla söylenirse “devlet-ulusu”nun mutlaklaştırılmasıyla en küçük bir ortak yanı yoktur. Marksizm alanından konuşulduğunda, Kürtlerin ulusal haklarına ancak ayrı bir devlet kurarak kavuşabileceklerinin  ileri sürüldüğünü kimse kanıtlayamaz, ama bunu öngören, şart gören Kürt çevrelerinin olduğu da bilinmektedir. Ulusların kaderlerini tayin hakkını ayrı ulusal devlet koşuluna bağlayan Marksist yoktur, ama istedikleri ve iradelerini o yönde belirledikleri zaman, Kürtlerin ayrı devlet kurarak geleceklerini belirleme hakkına sahip oldukları ve bunun bir hak olarak kullanılmak istenmesine karşı yöneltilmiş her tür saldırıya göğüs gerilmesi ve bu saldırıların püskürtülmesi için mücadele verilmesi gerektiğini söyleyenler, her türden şoven gericiliğe karşı bunun mücadelesini yürütenler, evet, yine Marksist devrimcilerdir.
Belirtildi, ama bir kez daha tekrarlayalım: Marksizmin dünya emekçileri ve ezilen halklarına önerdiği, sömürü ve baskıdan kurtuluşları için zorunluluk olduğunu ileri sürdüğü tutum, ulusal değil, hiçbir burjuva ulusçu sınıra takılmayan enternasyonal devrimci tutumdur. “Ulus devlet”, burjuvazi eliyle kapitalizm koşullarında gündeme gelen, ancak feodal ve köleci toplumlara göre daha ileriden gerçekleşen ve bünyesinde emek gücü sömürüsüne ve uzlaşmaz sınıf karşıtlığına dayanan modern kapitalist üretim ilişkilerinin seyrettiği bir “yapılanma”dır. Marx’ın tüm teorisi, kapitalist uluslararasılaşmaya işaret ederek, burjuvazi ve işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içinde uluslararası sınıflar olarak şekillendiklerini ve birbirleriyle mücadelelerinin kaçınılamaz şekilde bizatihi kapitalizm tarafından yaratıldığını ortaya koyar, buradan hareketle bu mücadelenin önünde sonunda proletaryanın devlet olmasına götüreceğini ve bu devlet aracıyla gerçekleştireceği sosyalist inşayı sınıf düşmanının saldırılarına karşı koruyarak, onun gereksizleşeceği bir toplumsal düzene, sınırların kalkacağı, sınıfsız, barışçıl bir dünyaya doğru yol alacağını açıklar. Bu teoride “ulusal devlet”ten sosyalizm bakımından söz edilmemiş olmakla birlikte, bunun mücadele sürecinde, örneğin Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan türden serbest cumhuriyetlerin demokratik özgür birliği olarak gerçekleşmiş olması ancak geçicilik gösterir ve proletaryanın enternasyonal hedefleri açısından aşılması gerekli bir tür ara alt aşamaya işaret eder. Uluslar sorunu açısından dile getirilen ve ezilen ulusların isterlerse kendi devletlerini kurma haklarının savunusunu esas alan teorik yaklaşımda da, bu tür devletlerin varlığı ne kalıcılık işlevli olarak savunulmuştur, ne de onların burjuvazinin devleti olarak gerçekleşmeleri durumunda, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin hedefinde olmaları gerekli ve zorunlu olmaktan çıkarılmıştır.
Kapitalist sömürü ilişkilerini tasfiye etmek üzere, işçi ve emekçilerin demokratik-özgür iradelerinin ürünü olarak şekillenecek işçi sınıfı devletine dair söylenenlere ise, ancak kapitalizmi ve onun burjuva sınıf devletini koruma kaygısı taşıyanlar karşı çıkabilir. Nitekim tüm liberal ve gerici sermaye kalemşorlarının durmaksızın yaptıklarının bu olduğunu, görüşlerine burada değindiğimiz arkadaşlar da herhalde biliyorlardır. Kapitalist emperyalizm koşullarında, işçi sınıfı, üretim araçlarının kapitalist mülk edinilmesine ve burjuva devletine karşı mücadelesinde, bu mücadeleyi bir ya da birden fazla ülkede zaferle sonuçlandırdığında da hâlâ burjuva kapitalist kuşatma altında olacağından, bu kuşatmaya karşı ve sınıf düşmanının direncini kırmak üzere, örgütlü güçleri ve kurumlarıyla –bu mücadeleye doğrudan doğruya emekçilerin elinde olan devlet en önde katılacaktır– bir savaş yürütmek zorundadır. İşçi sınıfını kendi devletini kurmaya zorunlu kılan, bu ihtiyaç ve zorunluluktur. Sovyet deneyinden çıkarılacak sonuç, kapitalizm koşullarında iktidar olmuş işçilerin kendi devletleri olmaksızın da komünizme yol alabilecekleri değil, aksine bu direnişin doğrudan doğruya halk güçlerine dayanmasıyla eski burjuva topluma ait devletten farklı olan bir yeni proletarya devletine gereksinim olduğudur. İşçi sınıfı, bu devlet aracıyla sınıf düşmanına ve onun sömürü sistemine karşı mücadele yürütmeksizin asla sömürülmekten ve toplumsal ‘adaletsizlik’, baskı, eşitsizlikler ile onlara temel oluşturan ilişki biçimlerinden tümüyle ve kesin olarak kurtulamaz.
Burada söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, “Demokratik Modernite” dergisi yazarlarınca, ulusal sorunun tarihsel konuluşu ve çözümüne ilişkin Marksist teori ve pratiğe yöneltilen “eleştiri”lerde dile getirilen görüşler hemen tümüyle liberal burjuva teorisyenleri ve politikacılarının sosyalizme karşı on yıllardır sürdürdükleri propaganda “malzemesi” üzerinden oluşturulmuşlardır. Sovyetler Birliği’nin içerdeki ve dışarıdaki kapitalistlerin, burjuvazi ve emperyalizmin uluslararası saldırılarıyla yenilgiye uğratılıp dağılmasının sağlanmış olması –bu tüm ezilenlerin ortak kaybı olmuştur–,  ‘yıkım’ın etkilerini taşıyan bu türden “yıkıcı” teori ve tezlerin geliştirilmesinin en önemli dayanaklarından biri olmuş; bu tür teori ve suçlamaların somut-pratik “kanıtı” olarak kullanılmıştır. “Demokratik Modernite” yazarları, bu kullanılmaktan eskimiş suçlamaları yinelemekten öte bir şey söylemiş değiller.
Dergi yazarlarının bir diğer suçlaması, burjuvazi ve kapitalist toplumsal gelişme sürecinin “tarih içindeki rolü ve yeri” üzerinden ve burjuvazinin gerici sınıf karakteri gerekçesine bağlanarak getirilmiştir. Bu suçlamanın en belirgin özelliği, ilerici-gerici ilişkisi ve niteliğine “zihin”den ya da salt siyasal alandan bakılarak yaklaşılmasıdır. Bu bakış açısı, toplumsal yaşama ve ilişkilere yaklaşım ile doğrudan bağlıdır ve sorunludur.
Herhangi bir sınıfın, sınıfların, toplulukların ve bireylerin; siyasal parti ve grupların tarih sahnesinde oynadıkları rol ile izledikleri çizginin ilerici ya da gerici olmasını belirleyen ilk kıstas, bu rol ve çizgileriyle, insanın tarih içinde aldığı yolda nasıl bir etkide bulunduklarıdır. Bu rol, örneğin üretici güçlerin gelişmesinde dönemsel ya da çağsal ilerletici bir rol olmuş mudur; insanın doğayla ilişkisinde, doğa güçlerinin dizginlenmesi yolunda yararlar sağlamış mıdır? Buna bakılmadan, tarihsel gelişme süreçlerinin niteliği ve çeşitli sınıf, topluluk ve kesimlerin bu süreçlerde oynadıkları rolün karakteri doğru şekilde belirlenemez! Burjuvazinin feodal despotizme karşı hem üretici güçlerin gelişmesinde gördüğü işlev, hem de “eşitlik, özgürlük” istemiyle ilerici rolünden söz edilmiş olmasını, Marx ve eserine karşı, Marksizmin toplum ve doğa yasalarına materyalist diyalektik bakış yöntemine karşı saldırı malzemesi edinebileceklerini sananlar, insanın ilkel kölelik ve yabanıl dönem koşullarından bugüne aldığı yolu, yalnızca baskı, sömürü, katliam ve tahribat özellikleriyle gerçekleşmiş gören ve gösterenlerdir.
Marx’ın kapitalizmi ve burjuvaziyi “ilerici” saydığı, İngiltere’nin Hindistan’ı işgal etmesini olumladığı, işçi sınıfı devletini savunarak devlet alanında kaldığı şeklinde, birer ikişer cümleyle de olsa ortaya atılıp geçilen iddiaların hiçbirinin iller-tutar bir yanı yoktur. Bir sınıfın ya da hareketin ilericiliği-gericiliği, temsil ettiği ve sistemleştirdiği üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminde nasıl bir işlev gördüğünden bağımsız olarak anlaşılıp belirlenemez. Burjuvazi ve kapitalist üretim ilişkileri, feodal kapalı ve toprağa bağımlı, ortaçağın köleleştirici ilişki ve değerlerini reddettiği ölçüde ilerici bir rol oynamıştır. Ne var ki kapitalizm, sömürüye dayanan bir sistem olmasıyla gericiliği daha baştan da temsil etmiş, kâr amaçlı kapitalist üretim, üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine dayanmasıyla üretici güçlerin serbestçe gelişmesinin önüne barikat çeker hale gelmiş; burjuvazinin, temsil ettiği, gelişip hakim olmasında rol aldığı sömürüye dayalı üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine set çeker hale gelmesi ve kendisinin de işçi ve emekçilere karşı baskı ve sınıf sömürüsünün temsilcisi olması nedeniyle sahip olduğu gerici karakteri, tekellerle birlikte daha da yoğunlaşmıştır.
Demokratik Modernite yazarları arkadaşlarımızın, sanki işçi sınıfını savunuyor ve onun adına kendileri konuşuyorlarmış gibi, Marx’ı ve Marksizmi, burjuvazinin gericiliğini öne sürüp, en olmadık biçimde ve tersten suçlama yoluna giderek, bir Marksist olarak bizi, burjuvazinin koşullu ilericiliği üzerine yazmak durumunda bırakmaları ilginç bir durum oluşturmakla birlikte, ortaya konulan görüşlerin Marx ve Marksizme yöneltilmiş haksız suçlamalar olarak düzeltilmeleri gerekmektedir.
Burjuvazinin ilericiliği, feodal despotluğa ve kapalı ekonomik yapıya, onun kimi durumda doğrudan senyöre kimi durumdaysa köy komünleri/miri düzen aracılığıyla insanı kişiye ve toprağa bağımlı ve otoriteye kölece tabi kılan; bu nitelikleriyle üretici güçlerin gelişmesinin; öyleyse insanın daha gelişkin koşullarda daha uygarca yaşamasının olanakları açısından değerlendirilmemek, onun işçi sınıfı ve emekçiler karşısında gerici, karşı devrimci bir sınıf olması gerçeğinden hareketle, tarihte oynadığı rolü tek yanlı ele almak, tarihi eksik, yanlış ve iradi tercihlere göre yorumlamak olur ki, bu öznel idealist bir anlayışa tekabül eder. Burjuvazinin feodal beyler ve imparatorluklar karşısında, onların sistemi içinde ortaya çıkmış bir sınıf olarak oynadığı rol tarihsel bakımdan ilerici olurken, işçi sınıfı ve emekçiler ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti karşısında rolü gerici, karşı devrimcidir. Kapitalist üretimin kâr amaçlı olması ve emekgücünü, ölmeyecek kadar tüketmesine ancak yetecek bir ücret karışılığında sömürerek sermayesini ve servetini artıran burjuvazinin, işçinin ürettiği ürünlerin ve bu üretimi gerçekleştirdiği araçların mülkiyetine sahip olması nedeniyle onu kendi emeğine yabancılaştırması, onu ‘dışsal’ duruma getirmesi, hatta kendi emeğinin kölesi durumuna düşürmesinin tüm diğer alanlardaki yoksunluk ve yabancılaşmanın maddi gerçek temeli ve nedeni olduğuysa, Marksist teoriyle az-çok tanışık herkesin kolayca bilebileceği bir şeydir ve aynı nedenle de, Marx’ın “demediği” bir “politik yabancılaşma”dan söz edip sözüm ona katkıda bulunmuş olmak, yalnızca abesle iştigal olacaktır. İşçi sınıfının kendi devletini kurması ve bu devlet aracıyla tüm sınıfların ve sömürü ilişkilerinin son bulması mücadelesini vererek, sonuçta o devletin de sönüp gideceği koşulları oluşturmasını burjuva devletiyle “aynı platformda kalma” olarak göstermek ise, ya burjuva liberal ideolojinin akarına kapılmak ya da sorunu anlamamak kaynaklı olabilir. Kimse el değirmeni ile içten yanmalı motor ve buharlı makinenin toplum yaşamında gördükleri işlevi aynılaştıramaz. Buna cüret edenin ilericiliğinden dahi söz edilemez.
Kapitalizm koşullarında doğanın korunumu ile kapitalist kâr için her yol ve aracı mubah gören kapitalist anlayış çelişki halindedir. Kapitalizm kâr amaçlı üretim sistemi olarak insan yaşamı ve doğanın tahribi/yıkımından kaçınmaz. İnsanal eşitlik fikrinin tarihsel süreçlerden bağımsız olmadığı, ilk ilkel ve göreli eşitlik fikrinden “toplum içinde hak eşitliği”ne binlerce yıllık bir değişim ve mücadelenin gerektiği, üzerinden bir hamlede atlanamayacak tarihsel gerçeklerdendir. Burjuva ilericiliği ve özgürlükçülüğü de, kölecilik ve feodalizmin insan ilişkileri, sahip ve beye köle bağımlılığının anlamı göz önünde tutulmadığında kuşkusuz ki anlamlı olamayacak, burjuvazinin modern eşitlik isteminin temsilcisi olarak ortaya çıkması, bu aynı nedenle de işçi ve emekçilerin desteğini görmesi, önemsiz ve anlamsız görülecektir.
İnsanın ilkel “özgürlüğü”, doğa ve doğal güçlerin esiri olduğu, onların bilgisinden uzak yarı hayvanca bir yaşama mahkum olma özgürlüğüydü. Bu bakımdan insanlaşma, denebilir ki, sürtünmeyle ateşin bulunması ve böylece insanın ilk kez “doğanın bir gücü üzerinde egemenlik kurma” ile hayvanlar dünyasından ayrılmasıyla başlamıştır. Ve insanın “evrensel özgürleştirici etkinlik” yolunda diğer bir önemli buluşu olarak buharlı makinenin devreye girmesi ve ısının mekanik harekete dönüştürülmesiyle doğa güçleri karşısında daha ileri hamlelere imza attığı gerçeği “unutularak”(!), daha ileriye, “her şeyin insan için” olmasına doğru yürünemez. Çünkü gerçek insan özgürlüğü için her ne kadar sömürünün ve proletaryanın kendisi dahil tüm sınıfların ortadan kalkması bir gereklilik oluşturuyor ise, doğanın ve toplumsal yaşamın yasalarının bilgisine ulaşmamış insanın, bunu gerçekleştirmesinin imkansız olduğu da bir o kadar doğrudur. İnsanın tam kurtuluşuna kadar uygarlık yolundaki her ilerlemenin aynı zamanda eşitsizlik ve baskı koşullarında ilerleme olduğu; eşitsizliği ağırlaştırıcı araç ve yöntemlerin geliştirilmesi anlamına da geldiği gerçeğine karşın, tarihin günümüze kadarki gelişmesinin, yalnızca geçmiş dönemlerin içerdiği sınıf sömürüsü, kölelik, despotizm, kıyım ve savaş vb. nedeniyle görmezden gelinmesi ya da “küçümsenmesi”, insanal geleceğin ‘inşaası’nda kesin reddiyenin geliştirilebileceği temelin önünü “dogmatik” olanları başta olmak üzere çeşitli engellerle kapamaktan başka bir yere götürmeyecektir. Toplumsal insani ihtiyaçların karşılanmasını esas alan, üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan sosyalist üretim sisteminde, doğanın, insan ve canlı yaşamının yararı gözetilerek ve üretim teknikleri doğasal tahribata yol açmayacak şekilde belirlenecek, ancak doğa güçlerinin insan için en yararlı kullanımını da hedefleyen bilimsel yöntemler uygulanacaktır.
Marksizm hiç kuşkusuz bir “ebedi hakikatler” teorisi değildir, ama toplum ve doğa olaylarının bilimsel ve akla uygun irdelenmesinin diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemidir. Donmuş kalıpları bulunan ve kendilerini “değişmez ve geliştirilemez” gösteren teorilerin Marksist materyalizm ile bir ilişkisi olmadığı gibi, o aksine bu tür anlayışları mahkum eder. Çünkü Marksizm, Marx’tan bu yana, doğa ve toplum olaylarının bilimsel araştırma yoluyla bilincine varmanın ussal yöntemini gösteren bir teori olmuştur. Diri ve gelişmeye açık olmasının “sırrı” da buradadır. Marx sınıf mücadelesini keşfetmemiş, ilkel dönemi hariç, tüm toplum tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşanması gerçeğini göz önünde tutarak, sınıf farklılıkları, çelişkileri ve sömürünün ortadan kaldırılmasının kaçınılmazlığı sonucunu, bizatihi toplum alanından, toplumların tarihini analiz edip gelişmenin yasalarını açıklığa kavuşturarak çıkarmış; üretim ilişkileriyle üretici güçler ilişkisini irdeleyerek, kapitalizmin yok oluşundan kaçınamayacağını ve onun üretmeksizin kendini sürdüremez olduğu işçi sınıfının devrimci eylemiyle tarih sahnesinden kaldırılacağını ortaya koymuştur. Buna karşın, Marx ve kuramını suçlayarak, onun bilimsel analiz yöntemi ve teorisini “aştık”larını söyleyenlerin hiçbiri, onun bilimsel diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemini yanlışlayabilecek bir gerçek hamleyi başaramamış, yalnızca “zeka ürünü” suçlamalarla yetinmek zorunda kalmışlardır.

AKP ve liberal aydınlar “Beraber yürüdük biz bu yollarda”

AKP hükümetinin bütün diğer açılımları gibi aydın açılımının da fiyaskoyla sonuçlandığı konuşuluyor bugünlerde. Başbakan Erdoğan’ın bundan kısa bir süre öncesine kadar, sanatçıların fikirlerine başvurmak amacıyla kahvaltılı toplantılar düzenleyerek; mitinglerde devletin zulmüne uğramış, bu yüzden hapislere düşmüş, erken ölmüş, sürgünde çile çekmiş sanatçıların adlarını anıp şiirlerini okuyarak kültür ve sanat çevrelerine yaptığı kur sona ermiş görünüyor. Tıpkı Kürt açılımında olduğu gibi “aydın açılımı” da sönümlenmiş durumda. AKP bu açılım ile, kendisini başından bu yana destekleyen liberal aydınlar ile bunların oluşturduğu hegemonik bir ortamda, liberal söylemlerin peşine takılabileceğini düşündüğü solcu aydınların ve geleneksel sağ eğilimden gelen ve bugün AKP’ye, bu partinin organik aydınları olarak hizmet eden dinci-muhafazakâr aydın kesiminin hükümet eksenindeki ittifakını öngörmüştü. Türkiye’deki genel aydın kitlesinin ideolojik eğilimleri itibarıyla homojen olmayan, parçalı yapısını “eğilimleri birleştiren” bir parti olmak iddiasıyla kendi etrafında buluşturabileceğini düşünen AKP kurmayları, bu çabanın, Kürt açılımından söz edildiği dönemlerdeki kısa süren beklenti dönemi bir yana bırakılırsa, nihayet imkânsız bir çaba olduğunu fark etmiş durumdalar. Öte yandan zaten 28 Şubat döneminde aydınların önemlice bir bölümü, bir kısmı AKP’yi bir kısmı da şeriat korkusuyla asker ve CHP’nin temsil ettiği geleneksel Kemalist bir çizgiyi desteklemek üzere, ikiye bölünmüşlerdi. Bu ayrım o zamandan bu yana hep sürdü, ancak bugünkü durumun özgünlüğü, AKP tarafından beklentileri tam olarak karşılanmayan liberal aydınların bir kısmının ve onlardan etkilenmiş solcu tabir edilen kimi aydınların AKP ile mesafelerini artırmış olmasıdır.
Son birkaç aydır kimi köşe yazılarında “liberal aydınlarla AKP arasında kopuş” olarak tarif edilen ve hükümet ile aydınlar arasında bir gerilim olduğu tespitinden yola çıkan tartışmalar yapılıyor ve bunun nedenleri üzerine kafa yoruluyor. Öyle ki, AKP’nin dünya görüşünü savunan medya organlarında yazan muhafazakâr yazarlar, işi, bir zaman birlikte yürüdükleri liberal aydınlara kılıç çekme noktasına kadar vardırdılar; içlerinden bazılarının adlarını anarak hedeflerine koydular.
Aslında, hükümet ile liberal aydınlar arasındaki ilişkinin başından beri sorunsuz geliştiği söylenemez. Bu ilişki Avrupa Birliği’ne yaklaşımdan hak ve özgürlükler politikasına ve en son Kürt sorununun çözüm yöntemlerine kadar pek çok konuda gerilimli seyretmiş, ancak ilişki en gergin seyrettiği noktada bile yeniden kurulabilmişti. Liberallerin AKP’ye “eleştirel destek”inde eleştiri, bu partinin neoliberal politikaları hayata geçirmesindeki ayak sürçmelerini, yalpalamalarını ortadan kaldırmak ve ona yol göstermek adına, desteğin şartlı olduğu her fırsatta dile getirilerek yönlendirmek esasına dayanır. Nitekim, bu partinin doğuş koşullarında ona sunulan destek de, bir diyet olarak, bu kesimler tarafından sürekli olarak partinin önüne konulmuş, ama bununla kalınmamış, bu partinin doğuşunu kolaylaştıran antidemokratik usûl, kamuoyunun gözünde bu aydınların bir siyasal partinin hükümetine duyduğu yakınlığı meşru gösteren, açıklayan bir doğum lekesi olarak sürekli tescillenmiştir.
AKP hükümeti ile liberal aydınların ilişkisinin gelişim sürecini kısaca özetlemek gerekirse, şöyle bir tablo çıkar önümüze: Milli Görüş eğiliminden gelen kadrolarla oluşturulan AKP’nin liberal aydınlara yönelik ilgisi, bu kesimin 28 Şubat’ta Refah Yol hükümetinin devrilmesine yol açan “postmodern darbe”ye karşı gösterdikleri eleştirel tutumla başlamıştır. Siyasal yaşamın onar yıl arayla, darbelerle üç kez kesintiye uğradığı ve bu darbelerin doğrudan hedefleri arasında aydınların da olduğu bir ülkede; seçilmiş hükümetin asker marifetiyle düşürülmesi ve 28 Şubat gününe kadar uygulanan dezenformasyon taktiği, tarikatlardan başlayarak hükümet ortağı Refah Partisi’nin belden aşağı vuruşlarla karalanmasıyla gündeme gelen darbeyi meşrulaştırma yöntemi hem AKP’nin aydınlarla kuracağı ilişkiye uygun bir zemin hazırlamış hem de şeriat korkusuyla darbeye ses çıkarmayan, aslında kendileri de 12 Eylül darbesinden eza görmüş kesimlerin darbe yanlısı olarak yaftalanmasına elveren “karşıtını” bir köşeye sıkıştırma malzemesi olarak işlev görebilmişti.
Şeriata karşı demokrasi adına doğrudan CHP ve askerin çizgisinde yürümeye devam eden Kemalist aydınlar bir yana bırakılırsa sol liberal ve muhafazakâr aydınlar bu dönemde, “darbe karşıtlığı”nı veri alarak yaptıkları propagandayla, solcu aydınları da bir darbeden doğan AKP’nin etrafında toplanmaya çağırdılar ve hatta buna zorladılar da. Bu sırada liberal-muhafazakâr ittifak tarafından öne çıkarılan seçenek ya darbeci asker ile birlikte yürümek ya da post modern darbeden doğan AKP’yi destekleyerek demokrasiden ve aslında bu partinin neoliberal politikalarına şartsız destek vermek gibi, kırk katır veya kırk satırdan birine karar verme seçeneğiydi. AKP’nin bu süreçte devletin silahlı güçleri tarafından hedefe koyulduğu ve dolayısıyla bu ülkede yaşayan çoğunluk gibi darbe mağduru olduğu bolca işlendi.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım seçimleri sırasında, partinin genel başkanı Tayyip Erdoğan’ın bir mitingde okuduğu şiir yüzünden tutuklanması ve milletvekilliğinin düşürülmesi bu mağduriyet algısını pekiştirdi ve mağdura duyulan sempati, parlamenter demokrasinin işleyişinin bizzat ordu tarafından sabote edilmiş olmasına duyulan tepkiye eklenmiş oldu. Tayyip Erdoğan’ın yeniden vekil seçilmesini olanaklı kılan, alelacele kotarılmış ara seçimden sonra AKP’nin iktidardaki Erdoğanlı dönemi resmen başladığında, darbelere karşı hoşgörüsüz sol-liberal entelektüel kamuoyu adaletin yerini bulduğu duygusuyla rahatlayacaktı.
AKP bu duygunun rantını yemeyi uzun bir süre sürdürdü. Partinin ve Erdoğan’ın bir darbeden doğarak “yükselme öyküsü”; “mağarada doğup şehirdeki rezidansa yerleşme”nin mümkün olduğu popüler kültür efsanelerine aşina bir halk açısından da kendisini mağdurla özdeşleştirmeye olanak sağlıyordu. Popüler kültürün popüler siyaset cephesindeki karşılığı olarak Tayyip Erdoğan ve AKP’si, böyle bir kültürel malzemeyi siyasal arenada bolca kullanacaktı bundan sonra. Devlete, orduya, hapis cezalarına rağmen sıyrılıp gelmiş ve nihayet iktidara yerleşmiş görünen bir partinin kendisini halkın partisi olarak ilan etmesi; karşısında alternatif olarak CHP gibi devlet geleneğinin takipçisi olduğunu iddia eden, Cumhuriyet tarihi boyunca hayata geçirilmiş bütün baskı politikalarını cisminde temsil eden, 1930’larda kurulmuş bir statükonun bekçisi ve sürdürücüsü olmaya soyunan bir parti varken, oldukça başarılı bir propagandaydı. AKP, CHP’nin bir devlet partisi, kendisininse halkın partisi olduğu retoriğini ileri sürerken, bu yüzden hiç zorlanmadı. En ileri kesimleri 1940’lı ve 50’li yıllarda operasyonlara maruz kalan, Nâzım Hikmet başta olmak üzere birçoğu hapishanelerde ve işkencelerde çürütülmüş, darbe dönemlerinde en önce hedef alınan aydınların ise, devletle ve askerle zaten ezeli bir hesabı vardı ve bu yüzden de devletin o zamanki egemen kliği tarafından dışlanmış, ama buna rağmen en yüksek oy oranını alarak hükümet olmuş bir partinin yükseliş öyküsü demokrasinin darbeciliğe karşı bir zaferi olarak gösterilebilirdi. AKP için bu toplumsal duygu, daha kendi sancılı doğum sürecinde kucağına düşmüş bir imkândı ve partinin kurmayları bunun özenle işlenmesi gereken bir malzeme olduğunu bir an bile unutmadılar.
Mağduriyet vurgusu, elbette, mağdurun baskın ve baskıcı kesimlere karşı halk için, halk adına bir mücadele yürüttüğü söylemiyle güçlendirilecekti. Nitekim Başbakan TÜSİAD’da örgütlü büyük sermayeye, orduya ve üst yargı kurumlarına karşı her ağzını açtığında aslında neoliberal iktisadi politikaların karşısında devlet kapitalizminden elde ettikleri rantı yitirmemek için ayak sürçen eski statüko yanlısı kurum ve kadrolarının direncini kırmayı amaçlıyordu, ama söylemi, gençliklerinde Marksizm tedrisatına aşina olmuş ve bu kavramları bilinç altında yaşatmaya devam eden sol liberal aydınların “burjuva devletin ve ordunun sermaye sahibi sınıfın devleti ve ordusu olduğu” bilgisine kodlanıyor ve AKP’nin devlet kurumlarında, neoliberal politikalara uyum sağlayabilsinler diye gerçekleştirmek istediği yeniden yapılandırma demokratik dönüşüm olarak propaganda edilebiliyordu. Bu aydınlar, AKP hükümetinin icraatlerini bu yüzden sık sık Marksist terminolojiden apartılan kavramlarla estetize ederek, hükümetin işini bir hayli kolaylaştırdılar.
Diğer yandan nüfusunun büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede şimdiye kadar dindarların baskı gördüğüne, cemaatlerin yeraltına itildiğine, kadınların türban taktıkları için kamusal hayattan dışlandığına dair ileri sürülen retorik, tahayyülü bireysel hak ve özgürlüklerle sınırlı liberal demokratik anlayışın hassasiyetlerini kışkırtan bir etkiye sahip oldu. Böylece siyasal alanda devletin ve ordunun mevcut kurumlaşma biçimine yöneltilen AKP eleştirisi, sosyal alanda da türban üzerinden insan hakları ve özgürlükleri konusuna genişletilebildi ve hepsi hükümet eliyle sürdürüldüğü iddia edilen bir demokrasi mücadelesine tahvil edilebildi.
Üstüne üstlük AKP hükümeti, ikinci döneminde, askeri vesayetin tasfiye edileceğini, yargının bağımsızlaştırılacağını, askeri darbe girişiminde bulunanlarla hesaplaşılacağını ve Türkiye’nin 12 Eylül Cuntası’ndan bu yana gelen karanlık tarihinin aydınlatılarak faili meçhullerin, kayıpların ve kontrgerilla cinayetlerinin müsebbiplerinin açığa çıkarılacağını da ilan etti. Bunlar zaten Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin öteden beri, gerçekleşmesi uğruna mücadele ettiği demokratik taleplerdi. Liberal aydınlar da halka ve diğer entelektüellere seslenirken AKP hükümetinin bu talepleri gerçekleştirebilecek yegâne güç olduğunu öne sürerek aslında talepleri istismar ettiler ve çözümlerine ilişkin bir beklenti yaratmaya çalıştılar. Ve esasen Avrupa Birliği normlarına uyulmasının ülkede demokratikleşmenin ön koşulu olduğuna ikna olmuş liberal kesim geçmişle yüzleşme, hakikat ve Adalet Komisyonlarının kurulması, darbelerle hesaplaşılması, bireysel hakların tanınması gibi sınırlı bir demokratik tahayyülle de sahip olduğu için AKP’nin bu konuda bir takım adımlar atacağına içtenlikle de inanıyor ve bu klanda olmayan aydınları da buna ikna etmeye çalışıyordu.
AKP hükümetinin, liberal aydınlardan kayda değer bir eleştiri görmeden yoluna devam ettiği birinci döneminden sonra vaatlerin ne ölçüde gerçekleştiğinin, daha doğrusu gerçekleştirilmediğinin görüldüğü ve sınandığı ikince dönemde liberal aydınlarla AKP arasındaki ilk ciddi tartışma yaşanmaya başladı. Hükümetin Avrupa Birliği ile ilgili politikasındaki “ne olursa olsun AB kapısından geçmeyi zorlama” eğiliminin “paşa gönülleri bilir, canları isterse alsınlar” noktasına evrilmesinin, AB’ye girişin Türkiye’nin demokratikleşmesinde çok önemli bir eşik olacağını düşünen liberal aydın kesimleri arasında bir hayal kırıklığı yarattığı söylenebilir.
Bu süreç Kemalist tabir edilen aydınları da, AKP’nin, muasır medeniyet seviyesini Batılılaşmakta gören Cumhuriyet ilkesinden yüz çevirerek hükümetin gizli ajandasında yer aldığını düşündükleri şarklılaşmaya göz kırptığı ve hatta şeriat düzenini kurguladığı “endişesiyle” bir kez daha yüz yüze bırakmıştır.
AKP’ye aydın desteğini yitirmeye başladığını hissettirerek aba altından sopa gösterme amaçlı veya tersinden, AKP’li kalemlerin liberal aydınları hizaya getirmek için aynı abayı kullandıkları “Aydınlar ile AKP arasındaki yol ayrımı” başlıklı köşe yazılarına ilk, bu dönemde rastlanması da tesadüf değildir.
2008 yılında, 16 ve 18 Şubat’ta Ali Bulaç Zaman gazetesinde şöyle yazıyordu:“AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde… demokrasi ve özgürleştirme vaadinin süslediği bir atmosfer oluşturdu. İşkenceye sıfır tolerans tanındı, Kürt sorununu telaffuz etti, Alevilerin yaşadığı sorunların altını çizdi, AB yolunda önemli mesafe aldı, Kıbrıs politikasında köklü değişiklikler yaptı, çetelerin üzerine gitti -ve elbette yapılabileceği daha nice şeyi de yap(a)madı-, ama en azından bu iktidarın referans çerçevesinin modern kent, AB üyelik süreci ve küresel duyargalar olduğu anlaşıldı. Ve belki de tarihlerinde ilk defa liberal aydınlar bir iktidar tarafından el üstünde tutuldu… AK Parti iktidarının ve sivil özgürlükçü cemaatlerin liberal aydınlara hayırhah bakmalarının anlaşılır sebepleri var. Liberal felsefenin ana vurgusu özgürlüktür ve bu felsefeden beslenenleri tarihte öne çıkaran, özgürlük uğruna verdikleri mücadelelerdir… İslam ile liberal felsefe arasında anlaşmazlık varsa da, ‘herkese özgürlük’ -yani herkesin kendi var oluşsal anlam ve amacını yaşayabileceği ortama sahip olması anlamında fikri ve politik özgürlük ortak paydadır. Bu açıdan özellikle 1990’ların ortalarından itibaren Türkiye’de kendini ‘liberal’ tanımlayan aydınlarla Müslüman entelektüeller arasında gözlenen politik yakınlaşma doğaldı… Durum böyleyken, AK Parti’yi zor bir zamanda ‘bir kısım liberaller ve demokratlar’ tabir caizse neden yarı yolda bıraktılar? AK Parti’ye ilişkin eleştirilerimi ve AB üyelik süreciyle ilgili kısmi rezervlerimi koruyarak, şunu soruyorum: Yan çizen liberaller ve demokrat aydınlar, AK Parti’den daha özgürlükçü bir iktidar mı bekliyorlar? CHP’ye mi umut bağlıyorlar?.. Politik işbirliği işlevselliğini mi kaybetti, yoksa paradigmaları mı buraya kadar özgürlükçüydü?”
Mehmet Ali Birand ise, liberal aydınların hissiyatını kaleme aldığı yazısında şunları söylemişti:
“AK Parti’nin iktidar olduğu ilk dönemde, liberal-demokrat aydınların desteğini almıştı… Liberal demokratların yıllardan beri beklediği değişim rüzgârları ilk defa esmeye başlamıştı… Liberal-demokrat kesim de, hem Avrupa, hem de Amerika’da AKP’yi açıkça taşıdı. Batılı aydınlara AKP’yi beğendirdi… AB bürokrasisine, AB Parlamentosu’na AKP’yi benimsetti… Bugünkü manzaraya bakacak olursak, bu yaklaşımda yavaş yavaş çatlaklar oluştuğunu gözlüyoruz.
“Özellikle, Anayasa tartışmaları AKP hakkındaki görüşleri değiştiriyor. Belki farkında değiliz ancak, liberal-demokrat aydınlar artık eskisi kadar kesin konuşamıyorlar. Hiç değilse, kesin konuşanların, AKP’yi savunanların sayısında azalma görülüyor.
“Bunun iki nedeni var.
“Biri, Anayasa değişimindeki hedeflerin yeterince anlatılamaması, kuşku ve kaygı yaratan gri bölgelerin sayısının artmasıdır.
“Diğer ve bence daha da önemli gelişme, AKP’nin AB ile ilgili tutumunda görülen tereddütlerdir.
“Koskoca 2007 yılı bomboş geçti.
“MHP ve CHP’ye oy kaybetme korkusundan dolayı, AKP kılını kıpırdatmadı. AB’nin adını ağzına almadı.
“‘Hadi seçim var’ dedik. Üstüne gitmedik. AB dahi anlayışla karşıladı.
“Seçim oldu bitti, artık tam zamanıdır diye yine beklemeye başladık.
“Cumhurbaşkanlığı seçimi, yine her şeyi durdurdu. Yine, olur böyle şeyler, dedik.
“Bu arada hükümetten hiçbir kıpırtı yok. Ne 301, ne de diğer bekleyen reformlar konusunda bir çalışma yapılıyor. Hatta, hükümetin içindeki bazı yetkililer “Önce AB bize güvence versin, sonra biz harekete geçelim” demeye başladılar…
“Ne olduğunu anlamak istiyoruz.
“AKP, Avrupa Birliği konusunda ayak mı sürümeye hazırlanıyor? Acaba “aday ülke statüsünü” sürdürmeyi ve bu statüde oynamayı mı planlıyor?”
“Eğer böyle bir niyet varsa, liberal-demokrat aydınların verdiği büyük desteği kaybeder. Bunun iyi bilinmesinde yarar var…”
Mehmet Ali Birand ileAli Bulaç’ın yazılarından da anlaşılacağı üzere, AKP’nin liberal aydınlara, liberallerin de AKP’ye karşılıklı desteğinin bir hizaya getirme, yönlendirme, yönetme… olmuyorsa, karşı taraftan “boşanacağı” tehdidini Demokles kılıcı gibi karşısındakinin tepesinde tutma eğilimi, ilişkiye başından beri mündemiçtir. Liberal aydınlar, her zaman, AKP’nin, üzerinde işlem yapılabilir, istenen rotaya sokulabilir, eleştiriyle yönlendirilebilir, eninde sonunda kıvama getirilebilir bir parti olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bulundukları yayın organlarından bu işlevlerini yerine getirmek için epey ter döktüler. Nitekim bundan beş yıl önce, hükümete yönelik liberal desteğin sistemleştirilmesi ve hükümetin icraatının, özellikle orta sınıf kentlilere ve bunun bir parçası olan aydınlara tarihsel misyonunun anlatılarak kuramsallaştırılması; ama daha önemlisi AKP’nin politik ufkunun oluşturulması amacıyla yayın hayatına başlayan Taraf gazetesinin yazarları da, hükümete olan desteklerinin şerhli olduğunu her fırsatta yazdılar. Zira AKP, beklentilerine uygun adımlar attığı sürece, bu gazetenin yazarları tarafından sınırsız bir tolerans görecek ve ona uzun vadeli bir opsiyon tanınacaktı. Fakat Ergenekon tutuklamaları boyunca, gözde muhabirlerine valizlerle gelen belgeler sayesinde etkili bir yayın yapan bu gazete, hızını alamayıp Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması sırasında öyle komplocu yayınlar yaptı ki, gazetecilerden önce, kanser hastası Prof. Türkan Saylan’ın evinin aranması Ergenekon tutuklamalarının ciddiyetini sarstığı için eleştirdiği hükümetin işi eline yüzüne bulaştırmasında sırt sıvazlayıcı olarak rol aldı. Bu hızını alamama durumu (durumları) Taraf gazetesinin başlangıçta iddia ettiği nesnelliğinin (!) de askıya alınması anlamına geliyordu ki, AKP politikaları doğrultusunda kamuoyu oluşturmaya kendini adamış bulunan yayın organı, bu kez, kendisi kamuoyu baskısı altında kalacaktı.
Kamuoyunun tepkisini uyandırmadan, dikensiz bir gül bahçesinde yürüyerek dezenformasyon faaliyeti yürütmek elbette zordur. Ancak Taraf gazetesi liberalleri, hem kamuoyunu hem de hükümeti çekip çevirmek gibi, bıçak sırtında yürümeyi gerektiren bir “dava”ya kendilerini hasrettiklerinden, bu iş sanıldığından da zordur. Sonuçta, gazetenin yazarlarının, okurlarının gözündeki nesnellik imgesini ne pahasına olursa olsun korumak gibi, yaptıkları işin doğası gereği imkânsız uğraşısı ile hükümete yaranmak kaygısının aynı anda tatmin olması mümkün değildi. Bir kült olarak inandıkları nesnellik kaygısı yüzünden, zaman zaman hükümetle de aralarının bozulmasını göze almak zorundaydılar; üstelik bu tarafsızlıklarını ve kendinden menkul “doğruculuklarını” pekiştiren bir etki de sağlıyordu. Ama diğer yandan AKP’nin sırtına binip hükümeti yönetme kibrinin, Tayyip Erdoğan tarafından bu gazetenin genel yayın yönetmenine açılan dava ile törpülenmeye çalışılması, liberallerin hükümet üzerindeki “vesayeti” ifrada kaçırdığının, dolayısıyla Erdoğan’ın bu gazete etrafında kümelenmiş liberallere yönelik opsiyonunun da sınırının göstergesiydi. Ama daha önemlisi, kimin kimi kullanacağına ilişkin bir teyide ihtiyaç duyulduğunun da.
Şükran Soner geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir yazıda şöyle diyor:
“…İttifak medya yayınları, bloklaşmasında, görüş açıklamaları, iktidar icraatlarına verilen destekler, yandaş cemaat medyada doğrudan yer alınarak çok açık, uzun soluklu yürütüldü. Ayrışma zaman zaman özgür, demokratik görüşler adına, aslında bir diğerlerini cephe olarak yönlendirme, baskı gücü oluşturma çerçevesinde sürüp gitti. Liboşlar AKP’yi merkeze, liberalleşmeye doğru itelediklerine, AKP-cemaat yönetim kadroları ise liberalleri kullanmaya öncelik vererek bu ilişkiler gelgitli bugüne kadar sürüp gitti…” (3 Kasım 2011)
Taraf gazetesinin misyonu, sadece liberaller ile AKP arasında bir diyalog kurmak değildir aslında. Bu kadar olsa, liberallerin ayrı bir gazete çıkarmaya ihtiyaçları olmayacaktı. Onun asıl işlevi, genel aydın kitlesinin liberalizme doğru “eğitimi”ni başarıyla gerçekleştirmektir. Türkiye’de öteden beri güçlü bir sol geleneğin olması ve bunların ağırlıklı olarak Marksizmden etkilenmeleri (Taraf yazarlarının epey bir kısmı da Marksizm külliyatını referans veren örgütlerden gelmişlerdir) ve emek hareketinin iyi- kötü etkileyici bir gücünün varlığı Türkiye’de aydın nosyonunu şekillendiren en önemli faktörler arasında yer alır.
Bu nosyon, arka planında ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden düzenleme kaygılarının yer aldığı küreselleşme politikalarının hayata geçirilmesindeki en büyük engellerden biridir. Bu yüzden Marksizmin etkisinin, onu eleştirerek, aşağılayarak, dezenformasyon yaparak kırılması, anti emperyalist eğilimin ulusalcılık yaftasıyla küçümsenmesi ve suçlanması, liberalizm karşıtlığının devletçilik karalamasıyla püskürtülmesi gazetenin öncelikli görevlerinden biridir. İkincisi ise, Sol Kemalist bir dünya görüşünden gelen, Kemalizmin ulusalcılığından beslenen bir antiemperyalizmi savunan ve hâlâ “birinci Cumhuriyetin değerlerine bağlı”, laik ve AKP’nin dinci muhafazakârlığından nefret eden, önemlice bir kısmı bu fikirlerinin karşılığını CHP’de, az bir kısmı da TKP’de bulan aydın kitlesini statükoculukla etiketlendirerek etkisizleştirmektir.
Taraf gazetesinin etkisi tirajından daha fazla olmuştur. Arkasına AKP hükümetinin desteğini, Gülen cemaatini, kimilerinin iddia ettiği gibi CIA’i alan gazetenin yayın hayatı boyunca giriştiği; dünyada olup bitenlerin liberalizmin kavramsal araçlarıyla yorumlanması, AKP politikalarının gerekçelendirilmesi, aydınların ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı tarafsızlaştırılması ve sol hareketin yerden yere vurulması çabasının, sadece Taraf okuyan kesimlerde değil, okumayan kesimler üzerinde de hegemonik bir etki yaratması için sürdürülen çabanın bir hayli kafa karışıklığı yarattığı söylenebilir.
Taraf’ın AKP’yi desteklediğini ilan ederken bile tarafsız ve nesnel bir üslup kullandığı izlenimi vermesi ve yazarlarının entelektüel birikimi, aydın kitleleri arasında eğer bir karşılık bulmuşsa, bu, yukarıda da değindiğimiz gibi, hükümete liberal desteğin şartlı olduğunun ısrarla dile getirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. AKP’nin istenildiği zaman, zahmetsizce ve bedel ödemeden terk edilebilecek bir parti olduğu gizli taahhüdü, liberallerden etkilenen bazı aydın kesimlerinde, angaje olmadan destek olabilecek ve sonra da elini ateşte yakmadan, üstünü kirletmeden geri çekilebilecek bir mesafe ve mevziyi vaadini içerdiği için; öte yandan aydın nesnelliğini ve toplumun genel eğilimlerinin dışında ve üstünde durmak gibi “aydınca” bir snobizme izin verdiği için rahatlatıcı da olmuştur.
Ama ne yazık ki, bu, sadece bir zandır. Nitekim AKP’nin, referandum döneminde aydınları yeniden kendi bayrağı altında toplama hamlesinden sonra, bu çağrıya uyan aydınları vebal altında bırakacak gelişmeler yaşanmıştır.
Geçtiğimiz yıl 12 Eylül’de referanduma sunulan Anayasa değişikliği paketi başlıca üç vaat içeriyordu: Bunlar, birincisi yargı kurumlarının reformdan geçirileceği, ikincisi 12 Eylül ile hesaplaşılacağı ve üçüncüsü de askeri vesayetin sona erdirileceği idi.
Bu paketin halktan “evet” oyu alabilmesi için, liberal aydınlar ve onların aurasından etkilenen diğerleri olağanüstü çaba harcadılar ve Anayasa değişikliğinin propagandasını yapmak için her gün birkaçı televizyon ekranlarında boy gösterdiler. Bu paketi kerhen ve belki burun kıvırarak desteklediklerini ima eden, kararsız oy vericinin duygusunu da örgütlemeyi amaçlayan bir de sloganları vardı ki soğuk savaş döneminden beri bulunmuş en iyi slogan olduğu söylenebilir: “Yetmez, Ama Evet.”
Nitekim Anayasa değişiklik paketi, referandumdan “Evet” alarak geçti. Ancak oylamadan çok kısa bir süre sonra görüldü ki, çıkarılan uyum yasaları ile yargı bağımsızlaştırılmaktan ziyade hükümetin otoritesine bağlandı ve böylece klasik demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan kaldırılarak yürütmenin her şeyin sahibi olduğu bir sürece girildi. Bunun sonucu ise, şimdi yasama organının ve süreçlerinin tamamen işlemez hale gelmesi ve kanun hükmünde kararnamelerle yönetme rejiminin kurulmuş olmasıdır.
Askeri vesayetin tasfiyesi ise, AKP hükümetinin askerle girdiği uzlaşmayı gizleyen boş bir söyleme dönüştü ve muhtemel darbeleri kovuşturma işi, olmuş bir darbenin yani 12 Eylül ile hesaplaşmamanın bir vesilesi haline geldi.
Ve referandumdan bu yana, türbanın bireysel hak ve özgürlükler manzumesi arasında sayılabilmesi için AKP hükümetine destek veren liberalizmin etkisindeki aydınlar, hükümetin toplumun diğer hak ve özgürlük talebiyle ayağa kalkan kesimlerinin hiçbir talebine kulak asmadığını, sokağa çıkan her kesimin şiddete maruz kaldığını, üstelik “Yetmez, Ama Evet” sloganının peşine takıldıkları için kendi vicdanlarının da rahatsız olması gerektiğine ilişkin eleştirilerin pek de haksız olmadığını çok kısa bir zamanda görmüş oldular. Ve üstelik türban takan kadınların hükümet tarafından sınıflarına göre tasnif edildiğini; türbanın sermaye sahibi sınıfın kadınları için başka bir anlama, ama yoksul emekçiler için hiçbir anlama gelmediğini de fark ettiler.
Ama asıl ikinci kırılma noktası, 2011 Haziran seçimleri sırasında gerçekleşmiştir. Seçimlere Emek Demokrasi Özgürlük Bloku adı altında katılan Kürt ve Türk emekçileri ve sol kesimlerin adaylarının bir kısmının Yüksek Seçim Kurulu tarafından veto edilmesi, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü konusunda hükümetin hiçbir adım atmaya hevesli olmadığının son göstergesi olduğu için AKP bu süreçte daha önce kendisini destekleyen aydınların desteğini yitirdi. Bu dönemde liberal aydınlar arasında da çatlama yaşandığı söylenebilir. Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının desteklenmesi konusunda varılan zımnî anlaşma aydın kitlesinin; Kürt sorunu deyince bölücülük paranoyasına kapılan Kemalistler ile AKP’yi kayıtsız şartsız destekleyen muhafazakâr aydınlar dışındaki kesimini seçimlerde ortak tutum almaya yöneltti. 
Seçim Taraf gazetesi yazarları arasında bile bir tereddüt yarattı, örneğin, gazetenin entelektüel birikimini temsil eden Murat Belge, AKP ile “Blok” arasında kararsız kaldığı için seçim günü oy kullanmadığını yazdı. Nabi Yağcı Bloku desteklediğini açıkladı. AKP ve Blok’a eşit mesafede durduğunu yazan yazarlar da oldu.
Geçen yaz döneminde PKK’nin eylemleri üzerine aydınlara bir çağrı yaparak, terör örgütünü kınamalarını isteyen Tayyip Erdoğan’ın, desteğini umduğu aydınları köşeye sıkıştırarak sınama taktiği işe yaramadı ve genel aydın kitlesi bu çağrıya yanıt vermedi. Bu restleşmenin rövanşı, hükümet tarafından, çok geçmeden Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun KCK operasyonları kapsamında tutuklanmasıyla alındı. Taraf gazetesi yazarlarının bu tutuklamaları açıklama ve mazur gösterme gayreti ise yükselen tepki içinde oldukça sırıtıyordu ve aslında Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmasından önce başlayan süreç, bu tarihten itibaren, bir grup Taraf yazarı ve AKP ittifakı dışında kalan, çoğu üniversitedeki aydınların önemlice bir kesiminin hükümetten beklentilerini önemli ölçüde sona erdirmiş oldu. Hükümetin bu konudaki görüşü ise, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin kaleminden yansıdı:
“KCK soruşturması kapsamındaki gözaltı ve tutuklamalar, Kürt meselesinin çözümünü samimiyetle savunanları bir yol ayrımına getirdi. Şüphesiz, gözaltı ve tutuklamalarda adaletin hassas terazisi devrede olmalıdır. Ciddi ve somut kanıt olmadan yapılan tutuklamalar, insan haklarına aykırı olduğu gibi davanın özüne de zarar verir. Fakat belli isimler söz konusu olunca, yargının yanlış yaptığını ilan etmek, terörle mücadeleyi zaafa uğratmaz mı? Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi. İlk ayrılık, bazı liberal arkadaşların, sadece KCK tutuklamalarını eleştirmeleri, PKK terörünün artan şiddetini görmezden gelmeleri ile başladı. İnsaflı olan arkadaşlara tabii ki lafımız yok. Onlar, masum insanların katledilmesiyle Kürt davasının savunulamayacağını açıkça söylüyorlar. Ama hiç bu tarafa bakmayıp sadece hükümeti, yargıyı hedefe koymanın artık sorgulanması gerekiyor. İkincisi, liberal demokrat bazı aydınlar, KCK’nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar. Sadece siyaset yapan KCK’lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından karşı çıkıyorlar. Fakat inandırıcı değiller… Ortada artık, Kürt halkının özgürlüğünü savunmaktan çoktan çıkmış, kadınları intihar bombacısı yapıp çoluk çocuk katleden, eli kanlı caniler topluluğu var. Karşımızda, Doğu ve Güneydoğu’da 24 vilayetimizde, sözde parlamentolarla, fakat aslında parti komiserlerince kontrol edecekleri ve kendi keyiflerince yönetecekleri, adı ‘özerk Kürdistan’ özü dikta bir rejim hayaline saplanmış adamlar var. Dertleri Kürt vatandaşlarımızın geleceği ise neden Kürtleri öldürüyorlar? Terör ve şiddeti, korkutmak, sindirmek için kullanan ve Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olanlardan destek alan bu yapıya müsamaha göstermek anlaşılacak bir şey değildir. Fikir ve ifade hürriyetine evet. Ama ırkçılığı esas alan ve sadece şiddetten medet uman, masum insanları hedef alan teröre hayır. KCK davasına insafla bir daha bakılmalıdır.”
Ahmet Taşgetiren ise, şöyle diyordu: “Bu iktidar, başa döneyim ‘Bu işi bitirme kararlılığında!’ Bu iktidar hem Türkiye için etkinlik alanları üretmeye çalışsın hem de kendi içindeki bir sorun sebebiyle boğulsun, bunu akıl alır mı? Belli ki bu iş ya bitecek ya bitecek. Kimse yanlış hesap yapmamalı. Türkiye’ye karşı silahlı bir örgütün sırtını sıvazlamak demek sadece ölümleri artırmak demektir.”
Bu iki yandaş yazardan yapılan alıntı, “işi bitirme kararlılığı”nın, yani yeniden Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümüne geçiş politikasının AKP hükümetinin kendisine muhalefet eden aydınlarla eninde sonunda köprü atmadan sürdürebileceği bir kararlılık olmadığının ilanıdır. 2012 yılına girerken önümüzdeki tablo böyle bir tablodur ve AKP’nin dokuz yıllık icraatı süresince liberal aydınlarla kurduğu gelgitli ilişkinin boyutlarından ve özelliklerinden Türkiye aydınlarının çıkarması gereken bir dizi ders gelecek yıla bakiye olarak aktarılmaktadır. Ancak AKP hükümeti ile aydınlar arasındaki ilişkinin başlangıcından bugüne kadarki seyrinin dünyadaki siyasal ve ideolojik dönüşüm ekseninde anlaşılması, bu bakiyenin nasıl değerlendirileceği konusunda yol gösterici olacaktır. Bunun için küçük bir hatırlatmaya ve bilgi tazelemeye ihtiyaç var:

SOĞUK SAVAŞ VE ‘KOMÜNİST OLMAYAN SOL’
Frances Stonor Saunders, kapsamlı araştırması “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş” başlıklı kitabında, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında aydınlar üzerinde hegemonik bir etki kurmak ve bu aydınları, kendi dünya çapındaki hegemonyasını yaygınlaştırmanın birer aracı haline getirmek için neler yaptığını, o dönem bu iş için rezerve edilmiş CIA memurlarının anlatımlarına ve belgelere dayanarak, akıcı bir dille anlatır. Kültürel Soğuk Savaş; dünyadaki saygın entelektüellerin her ülkede ayrı ayrı adlarla çıkarılan ve ABD’deki büyük tekeller tarafından fonlanan dergiler etrafında örgütlenmesi, bu kapsamdaki sanatçıların sanatlarını icra edebilmeleri için olağanüstü olanakların önlerine sürülmesi, yeni sanat akımlarının yaratılması gibi esaslara dayanır. Bu aydınların hemen hepsi entelektüel çevrelerde solcu olarak bilindikleri gibi, aslında anti Amerikan görüşlere de sahiptirler. Ama esas belirleyici özellikleri, o dönem dünya kapitalizmine karşı savunulması hayati önemde olan Sovyetler Birliği’ne karşı eleştirel yaklaşıyor olmaları ve Stalin’i sevmemeleridir. ABD’nin atom bombası üretimini protesto etmek için Londra’da Trafalgar Meydanı’nda yapılan mitingde konuşan ve günlerce oturma eylemine katılan filozof Bertrand Russell gibi, akademik kariyerini hakkaniyete duyarlılığı ile pekiştirmiş gibi görünen bir aydının seçkin profillerinden biri olduğu bu faaliyetin başlıca amaçları; ABD kültürünü dünya kültürü haline getirmek, politikalarına felsefe, sosyolojik ve tarihsel gerekçeler yaratmaları için aydınların birikimini kullanmak, bu ülkeye emperyalist yönelimlerini gizleyecek biçimde demokratik bir imge kazandırmak ve sosyalizmin tezlerini güçlü bir belagat ve saygın kültür ve sanat insanları tarafından üretilmiş argümanlarla çürütmekti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da anti faşist eğilimin yükseldiği, demokrasinin en önemli, biricik kriter haline geldiği düşünülürse, “Komünist Olmayan Sol”un, bu iklimde komünist partilere yönelmemiş veya bir süre katılıp ayrılmış aydınların büyük bir kısmını kapsadığı söylenebilir. CIA’nin ve fonlayıcı tekellerin, üzerinde çalıştığı ve zihniyetini dönüştürmeyi hedeflediği kesim, böyle bir siyasi atmosferde öne çıkmış kesimdir. Nitekim ABD, Sovyetlerin ezeli düşmanı Troçki’nin görüşleri doğrultusunda yayın yapan gazetelerin çevresinde toplanmış aydınların da işbirliğiyle bu operasyonunu uzun yıllar sürdürdü. Dünyadaki siyasal gelişmelerin sağladığı olanaklarla da; örneğin Avrupa’da komünist partilerin Eurokomünizm diye anılacak olan revizyonist bir çizgiyi benimsemesi; buralarda sendika bürokrasisinin gelişmesi; Stalin’in 1953’te ölümünden sonra Kruşçev’in başına geçtiği SBKP’nin Yirminci Kongre’sinde alınan, kapitalizmin restorasyonunun yolunu açan kararlar; Sovyetler’in 1968’deki Prag’ı işgali gibi gelişmeler yüzünden moral bozukluğuna düşen kimi aydınların komünizmin saflarını terk etmeye başlamasıyla birlikte, bu faaliyet zirve noktasına ulaştı ve Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru da, kapitalist hegemonik mücadelede epey mevzi kazandıktan sonra, yani 1980’lerde bu faaliyetini dondurdu. Ancak bu, ABD emperyalizminin dünya aydınları üzerinde artık herhangi bir misyon çalışması yürütmeyeceği anlamına gelmiyordu. Tersine 1990’larda “Yeni Dünya Düzeni”nin ilan edilmesiyle birlikte, sermayenin bütün dünyada engelsiz ve sınırsız dolaşımını sağlamanın koşullarını yaratmak anlamına gelen “küreselleşme” sürecinin dünya emekçileri üzerindeki yıkımına karşı mücadele olanaklarını köreltmek, kapitalizme yönelik eleştiriyi püskürtmek, ABD’nin politik amaçlarına felsefi açıklamalar getirerek, bunları rasyonelleştirmek ve bu amaçların antidemokratik sonuçlarıyla dünya demokratik birikimi arasında tuhaf tarihsel süreklilikler inşa ederek gizlemek için aydınlara duyulan yeni ihtiyaç Soğuk Savaş normlarıyla sürdürülemezdi, ama oradaki deneyimden yararlanılarak, bir tür soğuk savaş, ideolojik ve örgütsel bakımdan devam ettirilecekti.
Küreselleşme sürecinde aydınlara açılan yeni soğuk savaşın ideolojik yüklemleri dünyanın ve sınıfların algılanışıyla ilgili yeni önermelerle yazılmıştır. Birincisi; YDD’nin ideolojisi, insanlığın çok eski zamanlardan beri tanıdığı idealizmin modern bir düzlemde yeniden üretilerek, felsefi bir birikim oluşturulması temeline dayanır. Bu süreçte, sosyalizmin geçici yenilgisinin yol açtığı moral bozukluğu içinde “geçmişte neyi yanlış yaptık” sorusunu soran aydınların, sorunun yanıtını Marksizmde aramalarının önüne geçmek için, Marksist bilgi teorisinin temellerinin, önce, onun iktisadi belirleyiciliği öne çıkardığı, indirgemeci olduğu; siyasetin ve kültürün ikincil önemde görüldüğü iddia edilerek sarsılmaya çalışılmasıdır. Bunun sonucu, siyasetin ekonomiden ayrı ve bağımsız bir hayatiyetinin olduğu tezinin ileri sürülmesi olmuştur. Böylece aydınların politik iktisada ilgilerinin azalması için gerekli ilk adım siyasal olana öncelik tanıyarak gerçekleştirilmiştir.
Politik iktisadın terk edilmesinin ise iki önemli sonucu oldu. Birincisi, artık iktisadi özellikleri göz ardı edilen kapitalizm, emek gücünün, üretim araçlarına sahip sermaye sınıfı tarafından sömürüldüğü bir sistem olarak tanımlanmıyordu. Ve yine kapitalizm, sistem içinde var olan toplumsal kesimlerin her birinin eşit önemde olduğu, hiçbir sınıfın diğerinin karşısında tarihsel misyon bakımından önceliklerinin olmadığı bir toplumsal düzen olarak görülüyordu. Bu, kapitalizmin ebedi bir sistem olarak tarif edilmesinin yolunu açacaktı ve bununla ilişkili olarak, çoğu aydın için, kapitalist sistemde sonsuz iyileştirmelerin mümkün olacağı fikri itibar görmeye başlayacaktı.
İkincisi ki, birinciye bağlıdır; tarihsel materyalizmin, yani insan toplumlarının gelişiminin belirli yasalara bağlı olarak gerçekleştiği tezinin, yani tarihin motor gücünün sınıf mücadelesi olduğu Marksist tezinin göz ardı edilişidir. Ki Marx, bu tespiti, kapitalist üretim ilişkilerinin bütünsel bir analizinden çıkarmıştı. Bu tezin ihmalinin mantıksal sonucu ise, kolaylıkla, toplumun her kesimine, bu arada işçi sınıfına da, toplumsal dönüşüm sürecinde “olumsal” bir yönlendiricilik ve ilericilik vehmedilebileceği, hiçbir toplumsal katmanın diğerinden daha önemli bir rol oynamayacağı tespitine vardırıldı.
Bu iki sonuç; insanoğlunun dünyanın bütün bilgisini kavrayamayacağı, “genellemeler”in (Marksizmin) gerçeği açıklayamayacağı, insanın ancak genelin değil tikelin veya yerelin bilgisine sahip olabileceği; bütüne ilişkin bir tez ortaya atmanın imkânsız olduğu gibi; bilginin ancak birbiriyle birleştirilmesi olanaksız parçalar halinde elde edilebileceği noktasına varan felsefi çıkarımlarla da güçlendirildi. Çünkü toplumsal değişimin ana kaynağı olan temel tarihsel çelişki bir kez elden çıkarıldı mı, kapitalizme ait fenomenler, aydına, içinde yürümenin zorlaştığı sonsuz olgular yığını, toplum ise hiçbiri bir diğerine benzemeyen veya bazıları arasında ortak noktalar saptanabilir insanlar topluluğu olarak görünüyordu. Toplumsal ilişkilerin öyle değil de böyle kuruluşunu belirleyen şeyin sınıfların karşılıklı konumlanışı değil de, insan topluluklarının başka özellikleri olduğu üzerine düşünmeye başlandığında ise, içinde yaşanan dünyanın tüm bilgisinin anahtarını elinde bulunduramayacaktı aydın ve dünya ona, parçalarının arasında anlamlı bir bağıntı kurmakta zorlanacağı bir kaos olarak yansıyacaktı.
Bu tür bir “mayalandırma”nın devamında, yakın geçmişe kadar hâkim olan, demokrasinin sınıf mücadelelerinin bir ürünü olduğuna dair kanının giderek unutulmasına ve sönümlenmesine ulaşılır. Neoliberalizm dönemiyle birlikte, demokrasi, sınıflar arasındaki mücadelenin değil, toplumsal kesimlerin devletle ve birbiriyle çatışan uzlaşabilir çelişkilerinin parça parça çözülmesiyle elde edilebilir bir yönetim biçimi olarak algılanmaya başlandı. Dolayısıyla sistemin kötü işleyen yönlerinin değiştirilip düzeltilmesi ile ulaşılabilecek bir şeydi, demokrasi.
Bu demokrasi anlayışı, esasen Hardt ve Negri’nin, devletin, toplumu oluşturan bütün kesimler tarafından inşa edilen, dolayısıyla herkesin olan, toplumsal kesimlerin, üzerinde hegemonik bir güç kurabildiği bir kurum olarak tanımlandığı kuramından beslenmişti. Burjuva devletin sınıfsal bir karaktere sahip olduğunu inkâr eden böyle bir devlet teorisi, sınıf mücadelesinin önemini ikincilleştirir ve birincil önem sırasına toplumsal grupların taleplerini geçirir. Böylece neoliberal demokrasi, toplumu oluşturan kesimlerin (parçaların) birbirleriyle ve zaten bütün bu kesimlerin, oluşumunda eşit rol oynadığı devletle ilişkisinin yeniden kurulmasına indirgenir.   
İngiliz akademisyen E. M Wood, “Kapitalizm Demokrasiye Karşı” adlı kitabında bu süreci şöyle anlatıyor:
“‘Birbirinden kopuk özneler’den oluşan, parçalanmış, bütünselleştirmenin imkânsız olduğu ve tercih edilmediği bir dünyada; liberal çoğulculuğun entelektüelleştirilmiş bir şekilde köktencileştirilmesi dışında başka ne tür bir siyaset olabilir ki? Dünyada görülen en bütünselleştirici sistem olan kapitalizm ile kuramsal olarak yüzleşmekten kaçınmak için, bilgiyi bütünselleştirmeyi reddetmekten daha iyi bir yol olabilir mi? Kapitalizmin global ve bütünleştirici iktidarına karşı yürütülen en yerel ve kendine özgü direnişlerin karşısında, dağınık ve parçalanmış öznelerden daha büyük bir pratik engel olabilir mi?” (İletişim Yayınları, s. 15)
Wood haklıdır. Gerçekten de, dünyadaki siyasal süreç, İngiliz akademisyenin de vurguladığı gibi, güncel entelektüel yönelim, “toplumsal özne”nin parçalandığı bir demokrasi tarifine uygun olarak kurgulanmış ve liberal aydınlar da bu kurgunun bir parçası olarak sürece uygun davranmışlardır.
Bu yazının konusunu oluşturan AKP hükümeti ve liberal aydınlar arasındaki ilişkiyi, son birkaç on yıl boyunca yeniden oluşturulan dünya çapındaki entelektüel iklimden bağımsız olarak anlamak zor olacaktır. AKP hükümetine kuruluşundan itibaren beslenen beklenti ve ona tanınan avans ve sonra duyulan hayal kırıklığı, tam da hükümet-devlet-ordu-demokrasi arasındaki ilişkinin bilgisine, bu alanları parçalayıp birbirinden ayırdıktan sonra ulaşmayı deneyen, sonra da bütünle yüzleşmenin zorluğuna, ama bozuk parçayı tamir ederek bütünü tamir etmenin mümkün olduğuna inanarak, demokrasinin öznesi olarak işaret edilen AKP’nin imkânlarına bel bağlayan bir zihniyetin başarısızlığının teyidi olmuştur aslında.
Dünya demokrasi tarihi elbette parça parça, mevzi mevzi sürdürülen mücadelelerin kazanımlarından oluşur. Liberal aydınların dillerinden düşürmediği burjuva demokrasisi de, emekçilerin kısmi hakları için döktükleri terin ve istedikleri kararların alınmasını sağlamak amacıyla işler durumda tutmak için uğraştıkları örgütsel araçları güçlendirme çabasının ürünüdür. Burjuva demokrasinin en gelişmiş halinin yaşandığı Batı Avrupa demokrasilerinin kökeninde, bu ülke emekçilerinin örgütlü olarak sürdürdükleri mücadelenin kazanımları vardır. Kapitalizmin başlangıcında sistemin yeni efendisi burjuvazinin, şimdi demokrasiye olan düşmanlığı, en az, yıkıp yerine kendisinin geçtiği önceki sınıflarınki kadardır. Alt sınıflara, yani işçi ve emekçilere, kadınlara sistemin diğer kesimleri için bahşedilmiş olanaklar hiç değilse biçimsel olarak sağlansın diye, bu coğrafyalarda az emek verilmemiş, az çaba harcanmamıştır. Ancak emekçi sınıflar için esas olan, gelip geçen hükümetlerden birinin diğerlerinin yıkıma uğrattığı hayatlarını düzeltmesini beklemek değil, gerçek bir demokrasinin; halk iktidarı koşullarında oluşmuş bir demokrasinin gerçekleşmesidir. İçinde yaşadıkları kapitalist koşullarda ise emekçiler dünyayı bir parça daha yaşanır kılmak için mücadele ettiler ve hükümetler üzerinde baskı oluşturabilecekleri mekanizmaları işlettiler. Türkiye’de de böyle bir gelenek oluşmuştur. Tıpkı dünyanın diğer ülkelerindeki kardeşleri gibi, buradaki işçiler ve emekçiler de, örgütlü mücadele deneyiminin birikiminden haberdardırlar ve bugün başlarına gelen her kötülük için de, şimdi oldukça zayıflamış olsalar bile, ellerindeki örgütsel araçlarla mücadele etmeye devam ediyorlar.
Ancak dünya burjuvazisi de emekçilerin gücünün örgütlerinden geldiğini çok iyi bilmektedir. Bunun için de YDD’nin başından bu yana, sendikal örgütlerin içinin boşaltılması, emek yanlısı politik partilerin gözden düşürülmesi ve bütün bu örgütlerin harcını kararak hedeflerini belirleyen Marksizmin itibarının sarsılması için büyük bir savaşa girmiş durumda. Örgütlenmeyi olanaksızlaştıracak biçimde üretimin dağıtılarak işyerinin yeniden düzenlenmesi; esnek çalışma, taşeronlaştırma gibi yöntemlerle iş zamanının parçalanması, performans ve kademeli istihdam yollarıyla rekabetin kışkırtılması; kimi zaman emekçilerin tehdit ve şantajla korkutularak emek örgütlerinin boşaltılması için bunca çaba harcanıyor oluşunun nedeni budur zaten. Çünkü neoliberal iktisadi politikaların dünya emekçilerine yaşattığı yıkıma karşı barikat oluşturacak tek şey örgütlü emekçinin gücüdür.
Ancak bugün demokrasiye ulaşma yolları ve var olan demokratik düzeyin korunabilmesinin olanakları konusunda burjuvazinin yaptığı yoğun propaganda içinde, emek örgütlerinin hükümetlerle pazarlık yapma olanaklarını devreye sokacak mekanizmaların nasıl kurulacağı gibi bir sorunun yanıtı hiç aranmıyor. Burjuva demokrasisinin, birkaç yılda bir emekçinin kendisini yönetecek partiyi seçmesi ama işbaşına gelen hükümet üzerinde toplu pazarlık yöntemiyle baskı gücü oluşturabilmesi esasına dayalı geçen yüzyıldaki deneyiminden kala kala, elde bir tek oy verme pratiği kaldı. Dolayısıyla durum buyken, artık örgütsüz seçmene, oy verdiği partiden demokratik adımlar atmasını beklemekten başka bir şans da tanınmamış oluyor. Birtakım vaatlerde bulunup, sonra keyfi olarak, kimseye eyvallahı olmadan bu vaatlerden vaz geçebilen AKP hükümetinden demokratik adımlar atması beklentisi de, bu adımları atabileceğine duyulan inanç da, aslında böyle bir sosyal tablodan besleniyor.
Öte yandan, muhalefetsiz bir iktidar, en gerici burjuvazinin bile iktidarını kaçıracak bir şeydir. Burjuvazi bir sınıf olarak, işler yolunda gitmediğinde elinde sonsuz seçenekler olmasını şiddetle arzular. Ve muhalefet, işlerin yolunda gidip gitmediğini gösteren bir aynadır bu sınıf için. Ama aynı zamanda, her şeyin söylenebildiğinin, talep edilebildiğinin ve oy sayısıyla kapsanamayan kesimlerin de yönetime dahil edildiği gösterisinin sürdürülebilmesinin olanağıdır. Oysa hem dünyada, hem de Türkiye’de muhalefetin olanakları son derece daraltılmıştır artık ve talebin yerini de söylem almıştır. Ekranlarda her akşam arzı endam eden bilirkişilerin, akil adam ve kadınların tartışma programlarındaki varlığı, bir sorunun çözümünün yaratacağı toplumsal rahatlamayı, o sorunun konuşuluyor olmasıyla ortaya çıkan bir iç boşaltmaya ikame etmiştir. Böylece eylemsiz ve örgütsüz emekçiler ekran başında kendileri adına konuşan birilerini dinledikçe, dünyanın değişmesine katkıda bulunduklarını hissedeceklerdir. Kendi adına konuşanları dinledikçe rahatlama duygusu, “kendi kaderini tayin etmek” için örgütlü mücadele etme deneyiminin yerine geçirilmiştir ki, bu, ne yazık ki, varlığını, itip kaktığı, görmezden geldiği emekçi sınıfların mücadelesine borçlu olan liberal demokrasinin günümüzde ulaşabileceği en geri noktaya düştüğünü gösterir. Bu süreç, aydınla emekçi arasındaki bağları da zayıflatmıştır doğal olarak; çünkü aydının söylediği sözün, yazdığı yazının maddi bir karşılığının olabilmesi için, bunlara sosyal bir güç tarafından itibar edilmesi gerekir; siyasal iktidar tarafından değil.
Öte yandan, demokrasinin nasıl oluştuğu kadar, demokrasinin ne olduğu da önemlidir. AKP’nin sadakatle itaat ettiği ABD emperyalizminin neoliberal demokrasisi, emperyalist politikalara karşı dünya halklarının rızasını temin etmekten ve bunu klasik demokrasinin geleneksel yolları içinde sağlamaktan, eğer buradan geçmiyorsa, savaş ve işgal politikalarını hayata geçirmekten ibarettir. Türkiye’de de, yukarıda da anılan devlet-ordu-bürokrasi ve yargı kurumlarında “vesayete son verme”, “bağımsızlık”, “özgürlük” “statükonun tasfiyesi” gibi kavramlar eşliğinde sürdürülen operasyon, bu emperyalist politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştırmak için gereken yol düzenlemesini sağlamak adına yapıldığı halde, bunların, halk istediği için, halkın yararına, “demokratik bir atılım olarak” yapıldığı propagandası sürekli işlenmiştir. Ancak devlet kurumları üzerinde halkın beklediği demokratik dönüşüm ile AKP’nin alternatifi arasında önemli farklar vardır ve vaatler, propagandadan öte bir şey ifade etmez. Çünkü emekçi sınıflar için demokrasi, burjuva devletin eski statükosuna ve bu statüko sürdüğü sürece sistemden nemalanacak olan devlet kapitalizmi bürokratlarının hakimiyetine karşı, dizginsiz bir serbest piyasa ekonomisini tesis etmek üzere eski devlet kurumlarının işleyişinin elden geçirilmesi ve yeni düzene adapte edilmesi demek değildir. Emekçiler için demokrasi, hem devlet kapitalizminin, hem de neoliberal piyasa kapitalizminin tasfiyesinden geçer. Çünkü devletin her iki formunda da, egemen sınıflar, kendi iktidarlarına, geniş yığınların sömürülmesi pahasına sahip olmuşlar ve buna yönelik her türden eleştiriyi de susturmaya çalışmışlardır.
Devlet kapitalizminin bürokratik işleyişinin tasfiye edilmesini demokratik girişimler olarak gösteren ve AKP’yi de bunu gerçekleştirdiği ölçüde destekleyerek, halka demokratik kuruluşun öznesi olarak yutturmaya çalışan liberal aydınların uğradığı hayal kırıklığının nedeni, AKP’den beklediklerini, bu partinin bekledikleri hızda gerçekleştirememesi olduğu kadar, hükümet icraatlarını “başarıyla” gerçekleştirdiği ölçüde bunun halk tarafından demokratik bir adım olmadığının görülmesi olmuştur. Bu ise, liberal aydınların AKP’ye verdiği desteğin, operasyonun başlangıcındaki henüz söylem düzeyindeki meşruiyetinin çökmesi ve demokrasinin değil, dünya gericiliğinin maşası haline geldiklerinin açığa çıkması anlamına gelir ki, buradan liberalizmin geniş aydın kitlesi üzerindeki etkisinin de onarılması zor biçimde gerilediği saptaması yapılabilir.
İçinde yaşadığımız dönemin liberal hegemonyanın önemli ölçüde zafiyete uğradığı bir dönem olduğu görülüyor; bunu elbette ilk fark eden hükümet olmuştur ve ülkeyi kimin yönettiğini kendi yöntemleriyle liberal aydınlara hatırlatmaktan da imtina etmemiştir. Liberal aydınlarla ilişkisini, gazeteci ve akademisyen tutuklamalarında olduğu gibi, genel aydın kitlesine gözdağı vererek yeniden yapılandırma eğilimine giren AKP’nin, yakın bir zamanda atılmış köprüleri onarıp onarmayacağı veya nasıl onaracağı, genel halk muhalefetinin ve bunun bir parçası olan aydınların tutumuna bağlı olacaktır elbette. Kemikleşmiş ve itaatkâr liberaller dışında kalan aydınların ise iki seçeneği var; ya AKP’nin demokrasi yalanlarının siperi olmaya razı olacaklar ya da halkla birlikte bu yalanları püskürtecekler.
Dünyadaki gelişmeler; hem Arap dünyasındaki ayaklanmalar, hem de Avrupa’daki halk hareketleri, önümüzdeki döneme dair, 90’lı yıllardan bu yana uygulanan neoliberal politikaların iflasını tescil etti. Dolayısıyla sermaye tekellerinin dünya kaynaklarının yeniden paylaşımı için son yirmi yıldır uyguladığı savaş ve işgal yöntemlerine karşı etkisiz bir kitle bulduğu dönemin sonuna gelindi. Hareket halindeki halkların, aynı zamanda, bu hareketten doğan yeni bir fikrin sistemleştirilmesinin de nedeni olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Zaten son birkaç yıldır unutturulmuş Marksist klasiklere dönüş, burjuva basının da görmezlikten gelemediği bir eğilim haline geldi. Dolayısıyla neoliberalizmin hilkat garibesi olarak doğan aydın evlatlarının laboratuarlarda ürettiği ve belli bir süre bir yanılsamanın hüküm sürmesine elveren enteresan tezlerinin de bir fanteziden ibaret olduğu, sokaktaki hareket tarafından bir kez daha gösteriliyor. Önümüzdeki sürecin, entelektüeller arasında da son derece canlı fikir savaşlarına zemin hazırlayacağını, sınıf mücadelesinin bu fikir savaşlarına da renk vereceğini göz önünde bulundurmakta yarar var. İşte o zaman liberal aydınların tezlerinin de iskambil kuleleri gibi hızla çökeceğini ve bunların, bir süre sonra, bir dönemin isterik hezeyanları klasörüne yerleştirilerek, tarihin çöp sepetine atılacağını söyleyebiliriz.
Sadakatle itaat ettiği ABD emperyalizminin neoliberal demokrasisi, emperyalist politikalara karşı dünya halklarının rızasını temin etmekten ve bunu klasik demokrasinin geleneksel yolları içinde sağlamaktan, eğer buradan geçmiyorsa, savaş ve işgal politikalarını hayata geçirmekten ibarettir.

Sermaye iktidarı ve sermayenin ihtiyaçları

Soyutlama, bilimin kaçınılmaz olarak başvurduğu bir yöntemdir ve olgular arasındaki ortak özelliklerin bir araya toplanması durumunu ifade etmektedir. Kaldı ki, insanoğlu da böyle düşünmeye yatkındır. Etrafımızdaki nesneleri tanımlamak için kullandığımız birçok kavram da aslında soyutlamalardır; “mavi”, “uzun boylu”, “üçgen” gibi kavramlar, düşünmeyi ve iletişim kurmayı kolaylaştırmak için kullandığımız soyutlamalardır.
Soyutlama amacıyla, bütünün en önemli özelliği seçilerek, diğer özellikler bu özün etrafında yeniden şekillendirilir. Öz, objektif olarak parçalarda bulunan en genel ve bütünün diğer parçalarıyla olan ilişkisini tarihsel ve mantıksal olarak en iyi yansıtan özelliktir.
Buradan hareketle, diyalektik araştırma sürecinin yolu, “görünüşten öze” ifadesiyle dile getirilebilir. Bu, somuttan soyuta ifadesinin bir başka biçimde dile getirilmesidir. Örneğin; emek soyut bir kavramdır. Sadece emek kavramını ele aldığımızda, bunun bağlantıları, çelişkileri, değişimi vb. hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Yukarıdaki ifadede belirtilen haliyle bu “görünüştür”. Bu görünüşün, soyut ifadenin, özünün bulunabilmesi ve bunun bütünün içerisinde tuttuğu yer, iç işleyişi, diğer unsurlarla ilişkisinin analiz edilebilmesi için, bir diğer ifade ile özüne ulaşabilmek için bir dizi soyutlama daha yapmamız gerekmektedir. Emek örneğinden hareket edecek olursak, buradan soyut emek, yani, doğrudan artı değer üretiminde kullanılan ücretli işçinin harcadığı emek, kapitalizm koşullarında emeğin özünü oluşturmaktadır. Bu durum, emek soyutlaması içerisinde kapitalizm koşullarında objektif olarak en genel özelliktir.
Bu girişten hareketle, konumuz olan sermaye iktidarını irdeleyelim. Öncelikle bazı soruların cevaplarını aramakla başlayabiliriz. Yöneten ve yönetilen ilişkisi nasıl sağlanmaktadır? Biz nasıl yönetiliriz? Bunca haksızlığa ve sömürüye karşı, nasıl oluyor da, iktidarlar iktidarlarını koruyabiliyorlar? Gerçek iktidar kimdir?
Öncelikle yalın bir cevap bulmakla yetinelim. Bizler belirli dönemlerde gerçekleşen seçimlere katılır ve oy veririz ve birileri bizi, bizim adımıza yönetir. İstisnalar dışında, kapitalist ülkelerde iktidar böyle belirlenir ve buna da “demokrasi” denir. Böylece meselenin “görünüş” kısmını bulmuş olduk, ama asıl mesele “öz” kısmına ulaşabilmek.
İşte bu yazıdaki amacımız da, “görünüş”ün arkasındaki “öz”ü bulmaya çalışmaktır. Bu görüntü ve öz ilişkisini, Türkiye’deki iktidar ve sermayenin çıkarları arasındaki ilişki çerçevesinde ele almak, konunun anlaşılmasına ışık tutacaktır. Bunun için kapitalistlerin kâr payları ile askeri ve siyasi iktidarların iktidara geliş dönemleri arasındaki ilişki irdelenecektir.

KÂR PAYLARI VE ASKERİ DARBELER
Her askeri darbeden sonra, darbeciler yapılanın bir zorunluluk olduğunu ileri sürerler. Kimi zaman “terör”e, kimi zaman da devletin kuruluş felsefesinin dışındaki gelişimlere vurgu yapılır. Darbecilere göre, artık gelişen olumsuzluklar sivil yönetimlerin üstesinden gelemediği bir hal almıştır. Hatta sivil yöneticiler ve onların uzantıları da bizzat bu sürecin içerisindedirler. Sebep her ne olursa olsun, darbe döneminde yapılanlar herkesçe malumdur.
Biz burada, darbelerin kötülüklerinden veya darbe dönemlerindeki uygulamalardan bahsetmeyeceğiz. Kaldı ki, böyle bir konu, Türkiye’de yaşayan birçok kişinin uzak veya yakın tanık olduğu malumun ilamından başka bir şey olmayacaktır.
Türkiye’deki askeri darbeler konusunda üzerinde fazla durulmayan bir konu, askeri darbeler ile sermayenin ihtiyaçları arasındaki ilişkidir. Bu önemli bir durumdur. Eğer tüm darbeler için böyle bir sonuca ulaşırsak, herhangi bir darbe ayırımına gitmeden, “Türkiye de tüm darbeler sermayenin ihtiyaçları için yapılmıştır” sonucuna ulaşmış oluruz. Daha da ötesi, darbecilerin laiklik, terör gibi gerekçeleri bizim için anlamını yitireceği gibi, emek-sermaye çelişkisinin darbelerin asıl sebebi olduğu gerçeğiyle karşılaşmış oluruz.
Bu savı kanıtlamak aslında çok da zor değildir. Sadece imalat sanayi içerisindeki kâr paylarına bakmamız, savımızı kanıtlamak için bize yardımcı olacaktır. 

GRAFİK I

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

Yukarıdaki grafik (GRAFİK I) imalat sanayindeki kâr paylarını göstermektedir. Şimdi sırasıyla darbe dönemlerini ele alalım.
1960 darbesinin yapıldığı yıl, sermayenin kâr paylarının gelişimi itibarıyla inceleyeceğimiz ilk tarihtir. Grafikte de görüleceği gibi,(GRAFİK I) 1950’lerden itibaren düşen kârların dip noktaya ulaştığı tarih 1960 yılıdır ve aynı yıl askerler iktidara el koymuştur. Bir diğer ifade ile, analizimizin başlangıç tarihinden sonraki dip noktası, aynı zamanda darbe yılıdır. Dolayısıyla ele aldığımız birinci kritik yıl olan 1960 tarihi, savımızı kanıtlar niteliktedir.
Grafik üzerinden darbe sonrası gelişmeleri de görebilmemiz mümkündür. Görülmektedir ki, darbe sermaye açısından başarılı sonuçlar vermiştir ve sermayenin kâr payları artmaya başlamıştır. Özetle sermayenin kâr payları azalırken gerçekleşen darbe, kâr paylarındaki düşüşü durdurmak bir tarafa arttırmayı başarmıştır.
Bu noktada, öncelikle sermaye birikiminin kesintiye uğramaması için devletin ve kurumların yeniden örgütlenmesinin gerektiği durumunu görmemiz gerekmektedir. Asıl amaç bu olsa da, egemenlerin bizlere gösterdikleri olgular her darbede farklı olmuştur. Nitekim her darbe zihinlerimizde sadece dönemin simgeleşmiş olaylarıyla yer alır ve adeta başka hiçbir şey düşünmememiz amaçlanır. Bizler için çıkarılması beklenen sonuç, sadece darbelerin kötü olduğudur. Evet, darbeler kötüdür, ancak aynı zamanda burjuvazinin ihtiyaç duyduğu sermaye iktidarının da araçlarıdır. Bir diğer ifade ile, darbe, bataklık düzeninin ihtiyaç halinde salıverilen timsahlarıdır ve insanlığın mücadelesi, timsahlar kadar, bataklık düzeniyle de olmalıdır.
Bu noktada bir hatırlatma yapmakta fayda vardır. Tüm darbelerden sonra aynı iktisat politikaları uygulanamaz. Bu, çok önemlidir. Nitekim birçok kişinin 1960 darbesiyle ilgili kafaları karışıktır. Bunun çeşitli nedenleri olmakla birlikte, genellikle bu dönemde darbe öncesi hükümet ve onun temsilcilerine karşı da sert uygulamalar yapılmış olması, “özgürlükçü” anayasa vb., en çok üzerinde durulanlardır. Fakat bu noktada, darbenin olduğu dönemdeki sermayenin ihtiyaçlarını da dikkate almak gerekmektedir. Nitekim farklı konjonktürlerde sermayenin ihtiyaçları da değişmektedir. Örneğin, sanayileşmenin başında, iç pazara yönelik üretim yapan bir ekonomide ücretleri tırpanlayıcı, zaten sınırlı olan emeğin örgütlenmesine karşı politikalar sermayenin yararına değildir. Tersine, böyle bir durumda, iç talebi genişletici kurumsal yapılar oluşturulması ve devletin bu ihtiyaçlara uygun olarak yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. Artan özgürlükler, buna uygun “özgürlükçü” anayasa, kurumsal değişimin de göstergesidir. Mesele bu boyutuyla değerlendirilmezse, karşımıza “iyi ve kötü” darbeler çıkacaktır ki, bu, büyük bir yanılgı olacaktır.
1971 muhtırasını inceleyecek olursak da, benzer bir durumla karşılaşırız. Grafik I’de de görüleceği gibi, ele alınan dönemdeki (1950-1980) ikinci dip nokta, 1971 yılıdır ve bu da, bir askeri müdahale dönemidir.
Bu noktada, bazı hatırlatma ve uyarılarda bulunmakta fayda vardır. Öncelikle grafiği dikkatle takip eden okuyucu, düşüşün, sadece 1971’de olmadığını görecektir. 1960’ların ortasında da kâr paylarında düşüş söz konusudur. Ancak bu durumun açıklanabilmesi için, ileride ele alınacak sermaye ve iktidar ilişkisinin de değerlendirilmesi gerekmektedir. Kaldı ki, grafiğimiz (GRAFİK I) 1950-1980 arasında bize üç dip noktası vermektedir ve bu üç yıl da darbe yılıdır.
Bu noktada bir uyarıda daha bulunmamız ve okuyucunun sorabileceği bir soruyu cevaplamamız gerekiyor. Acaba sadece darbeler döneminde uygulanan politikalar nedeniyle mi kâr payları düşmektedir? Bir diğer ifadeyle, darbeler “piyasanın işleyişi”ne zarar mı vermektedir? Sorunun yanıtını grafiğimiz açıkça ortaya koymaktadır. Grafik I’de görüldüğü gibi, darbeye kadar olan süreçte kârlar zaten düşmekte ve darbe dönemlerinde en dip noktaya ulaşmaktadır. Kaldı ki, darbelerden sonra da, piyasanın işleyişine zarar vermek bir tarafa, kâr payları artmaktadır.
Buraya kadarki anlatımdan emek-sermaye çelişkisinin ihmal edildiği anlaşılmamalıdır. Tersine, yazının ima ettiği durum tam da budur. Kaldı ki, ele alınan dönemlerde kâr paylarındaki düşüşlerden önce, sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının kazanımlarının arttığı ve sonrasında yaratılan baskı mekanizmalarıyla burjuvazinin kazanımlarının arttığı açıktır. 
1980 yılı ise, Türkiye tarihinin en kanlı darbesine sahne olmuştur. Bu tarihin bir diğer özelliği ise, tarih boyu kâr paylarının en çok düştüğü dönem olmasıdır. Dolayısıyla, 1980 darbesi, savımızın en belirgin kanıtı niteliğindedir.
Kâr payları neden bu kadar önemlidir? Milli gelirin %85’i yerine %65’inin alınması yüz binleri hapsetmeyi ve işkence tezgâhlarından geçirmeye değer mi? Sermaye açısından, evet! Bu durumun açıklanması için, öncelikle belirtilmesi gereken, iç pazara yönelik sermaye birikiminin sınırları olduğudur ve 1980’lere gelindiğinde bu sınırlara ulaşılmıştır. Nitekim 1980 yılı, sadece kâr paylarının, değil kâr oranlarının da en düşük olduğu dönemdir. Aşağıdaki grafik (GRAFİK II) bu duruma işaret etmektedir.

GRAFİK II

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

Kâr oranlarındaki düşüş yukarıdaki grafikte de açık bir şekilde görülmektedir. Bunun ne anlama geldiğini bir örnekle açıklayalım. Örneğin, 1950 yılında 100TL’lik bir sermayenin kârı yaklaşık 50TL iken, 1980’lere gelindiğinde 10TL’nin altındadır. Dolayısıyla “yeniden üretim”in koşulları artık söz konusu değildir. Bir diğer ifade ile, sermaye birikimi krizdedir. Gerek sınıf mücadelesi, gerekse de bu döneme kadar uygulanan “ithal ikameci” sanayileşme modeli, yeterli dövizin elde edilmesine olanak tanımamaktadır.
Sermaye birikiminin önünü açmak için çok daha kapsamlı, çok daha uzun vadeye yayılması gereken ve dolayısıyla çok daha şiddet yüklü bir döneme ihtiyaç vardır. Öncelikle sınıf mücadelesinin uzun süre kafasını kaldıramayacağı bir süre, her şeyden daha önemli hale gelmiştir. Ancak bu şartlarda, yeni bir birikim modeline geçilebilecektir.
Burada hemen belirtelim ki “kâr oranlarının düşmesi”nin önemli faktörlerinden birisi, döneme damgasını sınıf mücadelesi ise de, tek neden bu değildir (Bu konu burada ele alınamayacak kadar uzun ve diğer birçok olguyu da açıklamayı gerektirmektedir).
Aslında sermaye birikim modellerinin değişmesi, sermayenin kolaylıkla benimseyebileceği bir yol değildir. Sadece iç pazara yönelik üretim yapan firmalar, kâr hadleri düşük de olsa, rakipsiz mallar üretmektedirler. İhracata yönelik üretim yapmak ise hem risklidir, hem de daha önce denenmemiştir. Öncelikle uluslararası rekabetin altın kuralı, işçi sınıfının sürekli baskı altın da tutulmasıdır. Oysa 1970’lerin sonundaki sınıf mücadelesi ortadadır. Sürecin devam edilip edilemeyeceğinin son bir kez denenmesi gerekmektedir. Bunun için “kaos” ortamında olan ekonomiye yeni kaynak girmelidir. Nitekim bu kaynak ta merkez kapitalist ülkelerden sağlanmış, o ana kadarki en büyük dış yardım IMF ve Dünya Bankası’ndan alınmıştır. Bu, 1978 yılında dip noktaya ulaşan kâr paylarının bir miktar artmasını sağlasa da, ancak rahat bir nefes almaya ve rejimi korumaya yönelik olmaya yeter düzeydedir. Kaldı ki, sermaye düzeninin sahipleri çok iyi bilmektedirler ki, taşıma suyuyla değirmen dönmemektedir.
Kuşkusuz sermaye ile iktidar arasındaki ilişki sadece askerle sınırlı olmamıştır. Sivil siyasetle kâr payları arasındaki ilişki de incelenmelidir.

KÂR PAYLARI VE SİYASİ İKTİDAR
Burada, kâr payları ile siyasi iktidarlar arasındaki bir ilişkiyi irdeleyeceğiz. Şimdiye kadar anlatılanların ifade ettiği durum, sermayenin darbecilerle olan ilişkisidir. Burada ise, sermaye ve siyasi iktidar arasındaki ilişki ele alınacaktır. Bu ilişki ele alınırken de, kâr oranları ve kâr payları verileri değerlendirilecektir. Ancak burada öncelikle kâr oranları ve kâr payları oranların bileşenleriyle ilgili bazı açıklamalara ihtiyaç vardır.
Konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Diğer koşulların değişmediği durumlarda, milli gelirin arttığı dönemler, genellikle işsizliğin azaldığı dönemlerdir. Bu, geleneksel iktisadın üzerinde ısrarla durduğu bir durumdur ve büyüme fetişizminin de temelini oluşturur. Bu önerme, kısmen doğrudur. Fakat aynı zamanda da, paylaşımı ve sınıf mücadelesini ihmal etmesinden dolayı, eksiktir. Nitekim büyüme ile birlikte işsizliğin azalması, aynı zamanda, “yedek işgücünün” azalması anlamına gelir. İşçilerin pazarlık paylarının artması sonucunu doğuran bu durumda, işçilerin ücretleri de artacaktır. Bir diğer ifade ile, ücretlerin artışının büyüme artışından daha fazla olması riskini de içinde barındırır. Nitekim yüksek büyüme dönemlerinde, tüm kapitalist ekonomilerde frene basılır. Örneğin, böyle durumlarda faizler yükseltilerek, daha fazla yüksek büyüme önlenmiş olur.
Dolayısıyla kâr payının bileşenlerinden paydada yer alan (milli gelir) kadar kesrin pay kısmında yer alan kârlar da önemlidir. Bu doğrultuda tek başına büyüme belirleyici değildir. Dolayısıyla biz de, analizimizi, kâr payları ve kâr oranları ile birlikte değerlendireceğiz.
Ele alınan dönemdeki duruma, 1961 seçimleriyle başlayalım. 1961 yılı seçimlerinin galibi CHP 173 milletvekilliği kazanmış, ikincisi AP ise, 158 milletvekilliğinde kalmıştır. Hükümet kurma görevi CHP-AP koalisyonundadır. Takip eden dönemde, iktidarın ilk yıllarında sermayenin kâr payları artsa da, daha sonra azalmaya başlamıştır. Oysa aynı dönemde, iktisadi büyüme iki haneli rakamlardadır (1961 ve 1964 arasında sanayideki büyüme sırasıyla, %11.7, %3.5, %12, %11,2’dir). Sınıflar arasındaki ilişkiyi ihmal edecek olursak, beklenen, iktidarın devamı yönünde sınıflar arasında bir memnuniyet olması gerektiğidir. Geleneksel iktisadın mekanik ve sınıflar arası ilişkiyi ihmal eden görüşüne göre, böyle durumlarda, hem işçi sınıfı kazançlıdır, hem de burjuvazi. Oysa bu dönemde kâr payları düşmektedir. Bir diğer ifade ile, sermaye, iktisadi büyüme kadar kârlarını artıramamıştır. Bizim iddiamız, böyle bir durumda, siyasi iktidarın değişmesinin gerektiği yönündedir. Nitekim böyle de olmuştur. CHP-AP koalisyonunun kurulmasından yaklaşık bir yıl sonra koalisyondan ayrılan AP 1965 seçimlerini kazanmış ve hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.
Burada hemen belirtelim ki, bu ve benzeri durumlarda, iktidarın serbest seçimlerle belirleniyor olması sonucu değiştirmemektir. Çünkü unutulmamalıdır ki, genellikle bu tür dönemler aynı zamanda yoğun propaganda dönemleridir ve propaganda araçları sermayenin elindedir.
Seçimlerin galibi AP’nin bu iktidar döneminde, sermayenin kârları tarihi zirve noktalarına ulaşmıştır (GRAFİK I). Bu dönemde de büyüme yüksek oranlardadır ve kâr oranları da yükselmeye başlamıştır. Bir diğer ifade ile, sermayenin büyümeden aldığı pay çok daha yüksektir. Bizim iddiamıza göre, AP yeniden hükümete gelmekle ödüllendirmelidir. Nitekim takip eden 1969 genel seçimlerinde, AP birinci parti olarak, hükümet kurma ile yeniden görevlendirilmiştir.
Ele alınan her iki seçim dönemdeki ortak nokta yaklaşık aynı yüksek sanayi büyüme oranı iken, farklılık, kâr paylarının birincide düşmesi, ikincide ise yükselmesidir ve iktidarın oluşmasında belirleyici olan kâr paylarıdır.
Tekrar iddiamızı incelemeye devam edelim. Yukarıdaki grafiğin bize gösterdiği, AP’nin ikinci döneminde yüksek sanayi büyüme (1970 yılı hariç) oranlarına karşın, kâr paylarının düşmeye başladığıdır. Bu düşüşün karşılığının ne olacağı da açıktır: yedeklenmek. Nitekim hükümet bir muhtıra ile el değiştirmiştir.
Askeri yönetimin oluşturduğu kabineden sonraki iktidar, 1973 yılı seçiminin galibi CHP’dir ve tek başına iktidar olmasa da, MSP ile koalisyon kurmuştur. Ancak grafikteki trendten de görüleceği gibi, kârlar azalmaya devam etmektedir. Ceza mekanizması yine işlemeye başlamış, takip eden 1975 yılında I. MC hükümeti kurulmuş ve 1977 yılındaysa II. MC hükümeti kurulmuşsa da, sermayenin kâr paylarındaki azalma devam etmiş ve sermayenin kuralları işlemeye devam etmiştir.
Buraya kadar ele alınan tüm süreçler iddiamızı kanıtlamaktadır. Çünkü dönem, sınıf mücadelesinin dorukta olduğu bir dönemdir. Askeri darbeler de dahil tüm yöntemler denense de, sermayenin kârlarındaki düşüş engellenememektedir. Siyasi iktidarlar, kârları arttırmak bir tarafa, düşüşün daha da artmasına dahi mani olamamaktadırlar. Böylesine güçlü bir sınıf muhalefetine karşı, sermaye son kozunu, “sosyal demokrat” bir partiden yana kullanmıştır. Mevcut hükümet, 1977’de gensoru ile düşürülerek, CHP azınlık hükümeti denemeye alınmıştır. Bununla da yetinilmemiş, merkez kapitalist ülkeler işin ciddiyetini anlamış olmalı ki, o zamana kadar alınmış en büyük dış yardımlar devreye sokulmuştur. Almanya’dan 130 milyon dolar, Dünya Bankası’ndan 350 milyon dolar ve IMF’den de 1,5 milyar dolarlık krediler gelmiştir. Bu, sermaye için bir can suyudur ve kârların kalıcı olarak artabilmesi için, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesinin boğulması ve kurumsal yapının değişmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, sermaye için yeni mutlu günlerin habercisi, 12 Eylül 1980 darbesidir.
Konunun daha net anlaşılması için, konunun bundan sonraki kısmı, 1980 ve 1994 arasındaki dönem ele alınarak incelenecektir. Aşağıdaki grafikler (GRAFİK III, GRAFİK IV) 1980 ve 1994 arasındaki imalat sanayi kâr payları ve kâr oranlarının gelişimini göstermektedir.

GRAFİK III

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

GRAFİK IV

KAYNAK:
TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

1980-1994 dönemi de tezimizi doğrular niteliktedir. ANAP hükümeti döneminde de kâr payları, çok daha büyük bir ivmeyle artmaya devam etmiştir. Gerçek iktidar durumundaki sermaye, uzun yıllar sonra, aradığını bulmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinin hazırlamış olduğu ortama mükemmel uyum sağlayan ANAP, kâr paylarını rekor seviyelere çıkarmış ve bunun sonucu olarak, sermaye iktidarı, 1987 seçimlerinde de, ANAP’ı bir dönem daha hükümete taşımıştır. Ancak 1980’lerin sonlarına gelindiğinde, sınıf mücadelesi de yeniden canlanmaya başlamış, Nisan 1989’da Adana’da elli bine yakın işçi ve karayollarında çalışan yüz yirmi bin işçinin mitingi, sermaye açısından tedirginlik yaratmaya yetmiştir. Üstüne üstük 1991’de Zonguldak’tan yola çıkan yüz binler, hedef olarak devletin kalbi Ankara’yı görmüş ve yürüyüşe geçmiştir. Artan sınıf mücadelesinin doğal sonucu olarak da, sermayenin kâr payları düşmeye başlamıştır.
ANAP’ın artık değiştirilmesi gerekmektedir. Nitekim 20 Ekim 1991 yılındaki seçimin galibi DYP ile üçüncüsü SHP, yeni bir koalisyon kurmuştur. Grafikte de (GRAFİK III) görüleceği gibi, koalisyon sermayenin güvenini boşa çıkarmamış ve kâr payları yükselmeye başlamıştır. Burada, savımız bir kez daha doğrulanmaktadır. Çünkü Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasından sonra DYP’nin başına geçen Tansu Çiller, uyguladığı sermaye yanlısı politikalarla, kâr paylarının artmasını yeniden sağlamış ve ödülünü 50, 51. ve 52. dönemlerde hükümete taşınmasıyla almıştır.
Gelelim, irdeleyeceğimiz son döneme. Bu dönem, 1995–2010 yılları arasıdır. Aşağıdaki grafik, bu dönemin sermaye paylarını vermektedir.

GRAFİK V

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.
GRAFİK VI

KAYNAK: TÜİK verilerinden yararlanarak, tarafımızca oluşturulmuştur.

1995’e gelindiğinde, 1990’lı yılların ilk çeyreğinde sermayenin kârları için süren bahar, yerini kışa bırakmıştır. Sınıf mücadelesi zaman zaman eylemselliğini arttırmaktadır. Nitekim 1995 yazında Ankara’da yüz bin işçi yürümüş ve 1994 yılının sonlarında başlayan grev dalgası da halen sürmektedir. Sermayenin ilk ikazı 1995 yılında Tansu Çiller hükümetinin güvenoyu alamaması ile olmuş, takip eden dönem, kısa bir DYP-CHP koalisyonu ile geçirilmiştir. Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi, 2000’li yılların başına kadar birçok iktidar denemesi olmuştur. Her defasında da, başarılı olamayan hükümet, yerini ya yenisine bırakmış ya da tenzil-i rütbe ile cezalandırılarak hükümetin ikinci ortağı haline gelmiştir. Örneğin, 24 Aralık 1995 seçimleri sonrasında, DYP artık iktidar değil, ANAYOL hükümetinin küçük ortağıdır. Üç aylık bu hükümet, yerini, bir yıl sürecek REFAHYOL hükümetine bırakmıştır. Tüm arayışlar kâr paylarının düşmesini engelleyememiş ve daha sonra denenen ANASOL-D hükümeti de sonucu değiştirememiştir. “Kâr paylarını arttıran ile devam et ve kârları azaltanı yolla” şeklinde özetlenebilecek hipotezimizi, şu ana kadarki tüm durumlar kanıtlar niteliktedir.
57. Hükümet dönemi, Türkiye tarihinin en büyük krizlerinden birinin yaşandığı dönemi işaret etmektedir. Nitekim 1999 -2002 yıllarında kâr payları artıyor gibi gözükse de, bu, kriz döneminde yaşanılan şiddetli düşüşün etkisinin azalması neticesinde gerçekleşmiştir (baz etkisi). Nitekim DSP-MHP-ANAP iktidarı, 2002 seçimlerinde, yerini AKP iktidarına bırakmıştır. AKP ise, hükümeti döneminde, kârları tarihi rekorlar seviyelerine çıkarmıştır ve yaşadığımız günlerde de görev başındadır.
Sonuç olarak, ele aldığımız bütün dönemler bize göstermektedir ki, asıl iktidar sermayedir ve kâr payları hükümetlerin karnesi niteliğindedir. Kâr paylarının düşmesiyle, hükümet öyle veya böyle, ya muhalefete çekilmekte, ya hükümetin küçük ortağı olarak tenzili rütbe cezası almakta ya da tasfiye edilmektedir. Dolayısıyla, çoğu zaman merkez siyasi partiler arasında yarışlardan ibaret gibi görünen süreçler, aslında emek-sermaye çelişkisine ve sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.

Hans Heinz Holz’un Anısına…

11 Aralık 2011’de yaşama veda eden ünlü Marksist filozof Hans Heinz Holz’un felsefe ve sanat alanındaki çalışmaları ülkemizde maalesef fazla bilinmiyor. Bunun ana nedeni, bu alandaki başlıca eserlerinin henüz Türkçeye kazandırılmamış olmasıdır (Bu bakımdan Evrensel BasımYayın’ın Holz’un “Frankfurt Okulu’nun Eleştirisi”ne ilişkin bir çalışmasını yakında yayınlama kararı sevindiricidir kuşkusuz).
Hans Heinz geniş felsefi çalışmalarının en azından bir yönünü tamamlayarak aramızdan ayrıldı. Son eseri, 5 ciltlik “Diyalektik: Antik çağdan günümüze problem tarihi” idi. Vefatından yaklaşık dokuz ay önce, “Junge Welt” gazetesinin yaptığı bir röportajda, kendisinin felsefeye yönelişinin nedenlerini açıklarken, bir yerde izlediği felsefi hattın ipuçlarını da vermekteydi: “Politika, politik olaylara refleks olarak felsefe, Hegel, Lenin, Marx bilgisi ve Leibniz – işte bütün bunlar bir araya gelmekteydi o yıllarda. İlerideki tüm yaşamım boyunca çalışmalarımın gelişimini sağlayan bu felsefi malzemeydi. Eğer Leibniz’den, Hegel üzerinden Marx’a ve oradan Lenin’e kadar düz bir problem çizgisinin bulunduğu saptaması benim keşfim ise, işte bu keşfin, 1945-1948 yılları arasında yaşadığım ilk gençlik dönemimin hadiseleriyle bağlantısı vardır.”
Leibniz ve Hegel, onun felsefi çalışmalarında özel bir yer tutmaktaydı. Sözü geçen röportajda da vurguladığı gibi, “Hegel ve Lenin’in Hegel özetlemelerinin birlikte” okunmasını gerekli görmekteydi. “Her öğrencime dediğim gibi, Lenin’in, yani onun Felsefe Defterleri’nde Hegel’in eserlerine ilişkin notlarının yanı sıra okunduğunda, Hegel’i anlamak çok daha kolaylaşmaktadır.” “Bu sayede Hegel benim için asla idealizme götüren bir yol olmamıştır, tersine her defasında sadece reel bir diyalektiğe götürmüştür.” (Bu arada, sol adına piyasada Lenin’i felsefi bakımdan küçümseyenler hâlâ kalem oynatırken, dünyaca ünlü Marksist bir filozofun bu uyarısı oldukça anlamlıdır!)
Marx’ın da özel değer verdiği Leibniz ise, 1946 yılında, yani filozofun 300. doğum yıldönümü dolayısıyla Holz’un yaşamına girer. “Frankfurter Rundschau” gazetesinin genç bir yazarı olarak, ülkedeki Leibniz sunumlarını izlemek ve haber yazmakla görevlendirilir. “O zamanları Leibniz, yaşamım boyunca bana eşlik edecek bir düşünme itkisine dönüştü. Onu okurken anladım ki, moderniteye doğru asıl dönüşüm onda gerçekleşmekte… Tözlerin çekirdeği olarak Leibnizci monadı teşkil eden şey, onun töz olarak ne olduğu değil, onu o yapan asıl özelliği tüm dünyanın yansıması olması, yani özelliğini bağıntı ilişkisinde bulmasıdır. Böylelikle, klasik felsefeden diyalektik felsefeye geçişin tohumu atılmıştı aslında.”
Hans Heinz’ın felsefi ve ideolojik plandaki uğraşının bir başka özelliği de, İkinci Dünya Savaşı sonrasının bilinen ve öne çıkan birçok burjuva ve küçük burjuva akımlarıyla mücadeleyi de bir şekilde içermesidir. O, ideolojik bakımdan bu son derece yoğun ve çalkantılı dönemin canlı tanığı idi. Sartre’ın varoluşçuluğu, Frankfurt Okulu, 68 Hareketi’nin Yeni Solu, sivil toplumculuk, Avrupa Komünizmi vb., pek çoğuyla tartışma ve polemik içerisinde geçmiştir yaşamının bu dönemi. Ülkemizde bazı entelektüel ve politik çevrelerin sübjektivist teorileri yeni ya da yeniden keşfettikleri bir dönemde, Holz’un bu alandaki eserlerinin ayrı bir değerinin bulunduğunu belirtmek bile gereksizdir. Onun “Maceracı İsyan – Felsefede burjuva protesto hareketleri. Stirner-Nietzsche-Sartre-Marcuse-Yeni Sol” adlı kitabı bunun sadece bir örneğidir. Kuşkusuz önemli olanlarıyla uğraşmıştı. (bir özel sohbetimizde, Althusser ile ilgili bir çalışmasının olup olmadığına dair sorumuza, “onu yüzeysel bulmuştum, uğraşmaya değmiyordu” demişti!)
Kısaca, Hans Heinz Holz’un özelde felsefe ve genelde teori alanındaki eser ve uğraşının şu karakteristik özelliğinden söz edilebilir: Yaşadığı dönem, uluslararası işçi sınıfının önce alttan alta, sonrasında giderek açıktan peş peşe mevzi yitirdiği bir dönemdi. Ve modern revizyonizm hakim ideolojik akımdı işçi sınıfı saflarında. Kendisi revizyonist bir partinin üyesiydi. Fakat buna rağmen, gerek partisi içerisinde (örneğin Stalin’in çizgisini ve dönemini savunması), gerekse parti dışında esasta Marksist-Leninist bir çizgiyi savunmaya çalıştı. Eserleri bu bakımdan, Marksist teorinin sözü edilen dönemde uğradığı bozuşturma ve yüzeyselleştirmeyle büyük oranda bir tezat oluşturmaktadır. Hakim modern revizyonizmin pek çok tanınmış Marksist aydını yolundan saptırdığı bir süreçte, o, başta Kruşçev revizyonizmi olmak üzere, bu sapmalara karşı, şu ya da bu eksikliği içerse de, esasta direnmiştir. Onun felsefe ve teoriye ilişkin kitap ve yazılarını değerli kılan ve çok önemsediği genç aydın kuşağının gelecekte üzerinde eleştirel incelemede bulunmasını önemli kılan da, bu seviyeli direnişidir.
Almanya’nın önde gelen muhafazakar gazetesi “Franfurter Allgemeine Zeitung”da, Hans Heinz Holz’un vefatı üzerine yayınlanan bir makalede dikkate değer bir saptamada bulunulmaktaydı: “Partisi DKP Gorbaçov’un etkisi altında Lenin’i savunmada oldukça zorlanırken, Leninist Holz partisini savundu.”
Hiç şüphesiz, Hans Heinz için “partiyi savunma”, partisinde egemen olan revizyonizmi savunma değildi. O, Lenin’i, revizyonist bir parti içerisinde savunmakta olduğunun farkındaydı. Fakat, dünyaca ünlü ve kendi alanındaki yetkinliği dost ve düşmanca saygıyla kabul edilen bir aydın olarak, Hans Heinz, partili yaşamı komünist olmanın olmazsa olmazı olarak görmekteydi. Zira onun için parti, yanılgıya düştüğü anda bile, “tarihsel gerçeğin yeri” olmaktan çıkmamaktaydı!
“Tarihsel gerçek”, insanlığı kapitalist sömürüden kurtarma kudretine sahip yegane sınıfın işçi sınıfı olmasıdır. İşçi sınıfı partisi, bu “tarihsel gerçeğin” ideolojik, politik ve örgütsel cisimlenmesidir. Dolayısıyla, bu cisimlenmeyi dert edinmeyen, onun vuku bulması sürecinde sorumluluk üstlenmeyen bir aydın komünist olamazdı. Hiç şüphesiz, Hans Heinz, tüm eksikliklerine rağmen, müstesna bir komünist aydın ve işçi sınıfı militanıydı. Almanya’nın haftalık liberal sol gazetelerinden “Der Freitag”da denildiği gibi, “davasına sadık”tı!
Hans Heinz için, sözü edilen “tarihsel gerçek” karşısında tarihsel sorumluluk üstlenme, salt teorik çalışmada bulunmaktan ibaret bir husus değildi. Hastalığının el verdiği son ana kadar, Almanya’nın bir ucundan diğerine, ileri yaşına rağmen, koşturmaktan sakınmadı. Öyle ki, sevgili eşi Silvia, artık onu ondan korumak zorunda kalıyordu! Pratik koşuşturmada bulunma olanağını yitirdiği süreçte evinde yaptığımız pek çok görüşmede de bunu bizzat gözlemleyebiliyorduk. Oturmanın bile acı verdiği bir dönemde, o, görüşebilmek için özel ağrı kesiciler almaktaydı. Görüşmeyi yapabilmenin bedelinin iki gün takatten düşme ve daha fazla ağrı çekme olduğunu bilmesine rağmen.
Son dönem görüşmelerimizin ana teması, Almanya’da revizyonist parti geleneğinin ötesinde, Marksist bir işçi partisinin politik-ideolojik platformunu oluşturma idi. Aşağıda yayınladığımız makalesi, bu yönlü bir çalışmanın temel unsurlarından birisine (revizyonizm konusu) ilişkin ilk taslaktı. Maalesef, başta sağlık nedenleriyle bu çalışma ve onunla bağlantılı tartışma daha da ileriye götürülemedi…
Sevgili Hans Heinz, seni saygıyla anıyoruz!

“Lenin’den anılar”, gazete ve işçiler!

Eşi ve mücadele yoldaşı Nadejda Krupskaya’nın Lenin’in yaşamından anılar ve kesitlerle oluşturduğu “Lenin’den Anılar” isimli kitapta Bolşeviklerin mücadele anlayışı hakkında önemli bilgiler bulmak mümkün. Lenin’in işçilere yaklaşımı, işçi sınıfı içerisinde çalışmaya verdiği önem, kolektif ajitatör, propagandacı ve örgütleyici olarak bir işçi gazetesinin çıkarılması ve yaşatılmasındaki ısrarı kitapta öne çıkan bazı noktalar.
Lenin’in abisi Aleksander İlyiç bir Narodnaya Volya’cıydı . Çar’a düzenlenen suikast girişiminden sonra yakalanmış ve idam edilmişti. Rus aydınında Narodnoya Volya’nın “halk için kendini feda eden kahramanları” her zaman saygı görmüştü ve büyük bir etkiye sahipti. Lenin, bu saygıyı paylaşmakla birlikte, Volyacıların işçi sınıfının önderliğinde gelişecek bir halk hareketinin yerine kahramanların fedakarlığını, suikastları ve silahlı propaganda eylemlerini koymalarını şiddetle eleştiriyordu. Volyacılar Rus feodalizminin “toplumculuğunu” idealleştiriyorlar, kapitalizmin gelişmesine karşı, toprak ve mülkiyet ilişkileri bakımından bir tür “köy kolektivizmi” olan eski “mir” düzenini savunuyorlar, köylülüğü de toplumsal değişimin yekpare gücü olarak görüyorlardı.

LENİN VE İŞÇİLER
Lenin, Narodniklerin devrimci hareket içinde etkin olduğu bir dönemde, Plehanov’un kurduğu ve ilk Marksist örgütlenmelerden olan “Petersburg İşçilerinin Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği”nde çalışmak üzere Petersburg’a geldi. İşçi çevreleriyle ilişkiye geçti. İşçilerin Marksist eğitiminde görev aldı.
1900’lü yılların başında Rus aydının işçilere bakışını anlatan Krupskaya “o yılların aydınlarının çoğu işçileri pek tanımaz, zaman zaman işçi gruplarını ziyaret ederek, işçilere bir tür konferans çekmekle yetinirlerdi” der.
Lenin için işçilerle kurulan bağlar çok önemliydi. Birçok işçiyle sıcak ve samimi diyologlar kurar, şakalaşır, diğer yandan da politik eğitimleri için çabalardı. “İşçilerin yaşam tarzına ve koşullarına ilişkin bilgi edinmeyi sağlayacak en küçük ayrıntı Vladimir İlyiç’in ilgisini çekiyordu. Küçük ayrıntılardan işçilerin yaşamına dair bütünlüklü bir tablo elde etmeye çalışır, devrimci propagandayla işçilere ulaşabilmek için kolaylık sağlayacak noktaları keşfetmeye uğraşırdı”.
İşçilerin günlük yaşamı, günlük yaşamda karşılaşılan sıkıntılar üzerinden yürütülen ajitasyon ve bunun genel devrimci propaganda ile birleştirilmesi Bolşevik çalışmanın temel özelliklerindendi. Ancak Lenin için bu yeterli değildi. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden ama büyük bir atılım gösterdiği ve Marksistlerin bu hareketin gerisinde kaldığı bir dönemde, Marksistlerin görevini ekonomik ajitasyonla sınırlayan ekonomistlerle savaştı. Ekonomik ajitasyonun tek başına yeterli olmadığını, asıl olanın ezilen diğer sınıf ve tabakaları da kapsayacak şekilde merkezi siyasal ajitasyon faaliyeti olduğunu, emekçilerin iktidar mücadelesinin böyle bir ajitasyon ve propagandaya ihtiyaç duyduğunu savundu.
Bu, Lenin’in ekonomik ajitasyon ve bu ajitasyonun üzerinden hareket edeceği talepleri göz ardı ettiği anlamına gelmiyor, bu talepleri ve buradan hareketle yürütülecek ajitasyonu siyasal propaganda ve ajitasyonla birleştirmeyi, dolayısıyla iktidar sorunuyla bağlamayı hedefliyordu. Krupskaya Lenin’in günlük sorunlar üzerinden yürütülen çalışmaya verdiği önemi şöyle ifade ediyor: “Teori ile pratiği birleştirmek, Vladimir İlyiç’in işçi gruplarında yürüttüğü çalışmanın özelliğiydi. Giderek grubumuzun başka üyeleri de çalışmalarında bu yöntemi uygulamaya başladılar. Ertesi yıl, Vilna’da hektografi ile çoğaltılmış ‘Ajitasyon Üzerine’ adlı broşür çıktığında, bildirilerle ajitasyon yapmak için uygun zemin tamamen yaratılmıştı; şimdi yapılacak şey işe başlamaktı. İşçilerin günlük dertleriyle bağlantılı olarak yürütülen ajitasyon yöntemi, Parti çalışmamızda derin kökler saldı. Bu yöntemin ne kadar yararlı olduğunu çok sonra, göçmen olarak Fransa’da yaşadığım dönemde kavrayabildim. Posta memurlarının dev grevi sırasında Fransız Sosyalist Partisi greve hiç karışmamış, bütünüyle olayın dışında kalmıştı. Grevin sendikaların işi olduğunu söylüyor, partinin sadece politik mücadeleyle uğraşması gerektiğini iddia ediyordu. Ekonomik mücadeleyle politik mücadeleyi birleştirmek, Fransız yoldaşlar için tamamen anlaşılmaz bir şeydi.”
1895 yılında Lenin’in yazdığı “Fabrikalarda İşçilerden Para Cezası Kesilmesine İlişkin Kanunun Açıklaması” adlı broşür, işçilerin en basit ekonomik taleplerinin nasıl dikkatle ele alındığının, “işçilerin gereksinimlerinden hareketle, ortalama bir işçiye nasıl yaklaşılacağının, onların adım adım politik mücadelenin gerekliliği sorununa nasıl yöneltileceğinin parlak bir örneğini verdi”.
Lenin, şüphesiz ki, işçi hareketine tepeden bakan, bir pedagog edasıyla öğreten, onun yaşamına girmeyen bir anlayışla, kısaca küçük burjuva bir yaklaşımla, işçinin yaşamına giren, onun yaşamındaki günlük sorun ve sıkıntıları bilen, bu sıkıntıların çözümü için mücadeleye sevkeden ve bununla da yetinmeyip diğer ezilen sınıf ve tabakaların sorunlarını da kapsayan kapsamlı bir siyasal propaganda-ajitasyonu örgütleyen tarzı ayırt ediyordu.
İşçi çalışması ve işçi devrimciler Lenin için çok değerliydi. Partinin üçüncü kongresinde, işçilerin parti örgütlerinde yer alamayacağını savunan görüşe şiddetle karşı çıkmış; parti örgütlerinde ve komitelerde aydınlardan çok işçilere görev verilmesi gerektiğini savunmuştur.
İşçiler arasında yürütülecek çalışmayı her zaman temel halka olarak kavrayan Lenin, işçi kitlelerine gidilmesini, onlara inisiyatif ve sorumluluk verilmesini savunmuştur. İşçilerin inisiyatif alması, sorumluluk üstlenmesi ve kendi kaderlerini ellerine alması Lenin için her şeyden çok önemliydi. Bu yüzden 1905 devrimini, işçi hareketinin bu devrim sırasında elde ettiği deneyimleri çok önemsedi. Bilfiil işçi hareketinin yükselişine dayanan Sovyetleri, proleter iktidarının temeli olarak selamladı. 1917 Ekim Sosyalist Devrimi de 1905 deneyimi üzerinde yükseldi.

LENİN VE GAZETE
Lenin mücadeleye atıldığı ilk yıllardan itibaren işçi hareketine müdahale edecek, propaganda ve ajitasyonun aracı olacak bir gazeteyi, sınıf partisinin temel bir mücadele aracı olarak gördü. Bunun için mücadele etti. 1902 Yılında Lenin’in doğrudan yönetiminde, diğer yoldaşlarının alaylı, hatta ‘küçümseyici’ yaklaşımlarına rağmen çıkan İskra (Kıvılcım), proleter hareketin merkezileşmesi ve partinin inşasında temel bir rol oynadı. Lenin, İskra’yı proletarya partisinin işçi kitleleri içinde sıkı bağlara sahip bir öncü müfreze olarak inşasını sağlayacak bir propaganda, ajitasyon ve örgütlenme aracı olarak görüyordu. Öyle de oldu. Iskra’nın ısrarlı çabaları sonucunda işçi kitleleriyle ilişkiler sağlandı, Iskra zor koşullarda yurtdışında basılıp çeşitli yöntemlerle Rusya’ya sokulmaya çalışılıyordu. Ancak gönderilen yayınların ancak küçük bir kısmı istenilen amaca hizmet edebiliyordu. Bu bin bir zorluğa rağmen Lenin işçi kitlelerine nüfuz edecek bir gazete fikrini ömrünün sonuna kadar savundu ve bunun içim mücadele etti.
Lenin için, merkezi bir politik gazetenin örgütlenmesi yalnızca işçi çalışmasında kullanılacak bir aracın yaratılması sorunu değildi. Asıl olarak 1900’lerin başında yükselen işçi hareketi karşısında Marksist çevrelerin nasıl bir siyaset ve çalışma tarzı izleyeceğiyle ilgiliydi. Ekonomistler, sosyalistlerin görevini işçilerin ekonomik talepleri üzerinden yapılacak ajitasyon ve propaganda ile sınırlıyor, siyasal bir teşhir ve ajitasyonu kesin olarak reddediyorlardı. İşçilerin siyasal meselelerle ilgilenmediklerini, onların böyle bir faaliyet için henüz hazır olmadıklarını ileri sürüyor, ekonomik talepler ajite edilerek işçilerin eyleme geçirilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Lenin, bu tarzı ve yaklaşımı şiddetle eleştiriyordu. Partinin ikinci kongresi öncesinde ekonomist eğilimi kesin bir dille mahkum ettiği “Ne Yapmalı” broşürünü 1902 yılında tamamladı. Ekonomistlerin, 20. yüzyılın başında Rusya’da yükselen işçi hareketinin kendiliğinden bilincine teslim olduğunu, siyasal teşhir ve ajitasyon faaliyetini ve işçi sınıfının demokratik görevlerini görmezden geldiğini belirtiyordu. Lenin için siyasal ajitasyon ve propagandanın önemi tartışılmazdı. Bu, sınıfın iktidar mücadelesi için kaçınılmaz bir gereklilikti.
Ekonomistlerin siyasal çalışmayı reddetmesinin temelinde siyasal iktidar hedefini göz ardı ederek, işçi sınıfına yalnızca muhalif bir rol biçmeleri bulunuyordu. Ekonomistlerin ekonomik ajitasyon ve eylem çağrıları ile siyasal ajitasyondan uzak durmayı salık vermesinde; henüz RSDİP içerisinde netleşmemiş olsa da, Rusya’daki devrim sürecine bakış ve işçi sınıfına biçilen rol etkiliydi. Ekonomistler –daha sonra temsil ettikleri eğilim Menşeviklerle varlığını sürdürecektir– Rusya’da devrimin burjuva demokratik aşamasında olduğunu söylüyorlardı. Burada Lenin’le bir ayrılık söz konusu değildi. Ancak Lenin’den farklı olarak, ekonomistler, devrimin burjuva demokratik aşamasında, iktidarın feodal sınıflardan burjuva sınıfa geçmesi gerektiğini, bunun tarihin kaçınılmaz bir ilerleyişi olduğunu, işçi sınıfına ise, ancak burjuvazinin iktidarına yardımcı olma görevi düştüğünü söylüyorlardı. Bu nedenle, Çarlığa karşı mücadelede işçi sınıfının siyasal hedeflere sahip olması, sosyalistlerin siyasal propaganda faaliyeti yürütmesi gerekmiyordu. Siyasal hedeflere sahip olan ve bu çalışmayı sürdüren burjuvazi olmalıydı. Ekonomistler, işçi sınıfını burjuva demokratik devrimde yalnızca burjuvaziye yardımcı bir güç görüyor, bu nedenle siyasal ajitasyon ve propagandayı reddediyorlardı.
Merkezi siyasal işçi gazetesinin gerekliliğini savunan Lenin, bu burjuva-reformist anlayışı reddediyor, demokratik devrimde işçi sınıfının görevinin burjuvazinin yardımcılığıyla sınırlandırılamayacağını belirtiyordu. 19. yüzyılda gerçekleşen ve burjuvazinin önderlik ettiği demokratik devrimlerden esinlenen ekonomistler karşısında, emperyalizm çağında burjuvazinin gericileştiğini ve Rusya’da gerçekleşecek demokratik devrimin sadece Çarlığa değil, liberal burjuvaziye karşı da ilerlemesi gerektiğini ifade ediyordu. Bu nedenle, demokratik devrimde işçi sınıfı, köylülükle ittifak halinde iktidarı hedeflemeliydi. Daha sonra “Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği” başlıklı broşürde daha net olarak ifade ettiği görüşlerinde, işçi sınıfının demokratik devrime önderlik ederek, proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü kurması ve kesintisiz olarak sosyalizme ilerlemesi gerektiğini kaydediyordu. Sadece ekonomik taleplerle burjuvaziye yardımcılığı öngören ekonomizmi reddeden Lenin, işçi sınıfının demokratik devrimde önderliğini, bu nedenle siyasal ve merkezi bir işçi gazetesiyle, işçi sınıfı ve mücadelesi ulusal ölçekte birleştirilerek iktidar hedefine ilerlemesini savunuyordu.
Lenin’in merkezi siyasal bir işçi gazetesiyle ekonomizmin sınırlarını aşan bir siyasal teşhir ve ajitasyon faaliyetini savunması, tam da işçi sınıfının stratejik hedefleriyle alakalıydı. Lenin, demokratik devrimde işçi sınıfının önderlik etmesi, iktidarı ele geçirmek üzere hazırlanması gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle, işçi sınıfı hem devlet aygıtını parçalamak, hem de iktidarı ele geçirmek üzere diğer ezilen sınıf ve tabakaların sorunlarına sahip çıkarak onlarla ittifak yapmalıydı. Örneğin ekonomistlerin işçi sınıfının işi olmadığını düşündüğü köylülerin toprak talebi, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı, Çarlık baskı rejimine karşı siyasal demokrasi talepleri bizzat işçi sınıfının gündemiydi. Sosyalistler, eğer işçi sınıfının iktidar mücadelesinden vazgeçmeyeceklerse, diğer ezilen sınıf ve uluslar ile gerici Çarlık iktidarı arasındaki mücadelede işçi sınıfının önderliğinin sağlanması ve merkezi bir siyasal ajitasyon-propaganda faaliyetini örgütlemesi gerekmekteydi.
Lenin’in merkezi bir siyasal gazetede ısrarında, gazeteyi yalnızca bir propaganda ve ajitasyon aracı değil, bunları da içerecek şekilde bir kolektif örgütlenme aracı olarak görmesi de etkiliydi. Lenin, gazeteyi devrimci bir partinin inşasının temel aracı olarak görüyordu. Partinin ideolojik ve siyasal birliğini, bu kapsamda irade birliğini sağlamak üzere, gazeteye temel bir rol biçiyordu. Ekonomistlerin böyle bir gazeteye karşı çıkışının bir yanı da, işçi sınıfı mücadelesini yerel ve kendiliğindenliğin sınırlarını aşmayan bir yönelimle sınırlamalarıdır. Bunu aşma girişiminin, işçi sınıfını elde edilmesi ‘imkansız’ olan iktidar hedefine yönlendireceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle ekonomist mantıkta yerellik ve amatörlük kaçınılmazdı.
Lenin için, yerelliğin merkezi hedeflerle birleştirilmesi ve amatörlüğün yerini profesyonelce bir çalışmanın alması için merkezi ve siyasal bir gazete olmazsa olmazdı. Parti, gazete üzerinden işçi çevrelerinde bağlar kurmalı ve ülkenin her yanında yerel özellikleri gözeten, ama merkezi ve tek bir hedefe yönelen profesyonelce bir çalışmayı örgütlemeliydi. Bu, Lenin için, partinin devrimci bir temelde inşa edilmesi, işçi sınıfı partisinin yaratılması süreciydi.

LENİN VE İŞÇİ HAREKETİ

Rus devrimi yalnızca Rus egemenlerine karşı yürütülen bir mücadelenin ürünü değildi. Mücadeleye atıldığı ilk yıllardan itibaren Lenin, Marksizm karşıtı akımlarla, sınıf-dışı eğilimlerle mücadele etti. Öyle ki, fraksiyonlar arası bu mücadele, hele yurtdışındaki göçmen hayatında süregelen fraksiyon mücadelesi Lenin’in canını çok sıkıyordu. Bu çatışmalara bir yandan karışmak istemiyor, ancak müdahale etmeden de yapamıyordu. Bu eğilimlerle açık bir dille savaştı. Hasımlarının görüşlerini tüm yönleriyle ele alır, eleştirir ve doğru politikanın temellerini ortaya koyardı. İlkesiz bir birliktelikten her zaman nefret ederdi. Ancak hasımları bir adım attığında, eski tartışmaları bir kenara koyar, sınıf hareketinin çıkarları için hiç hoşlanmadığı insanlarla dahi bir araya gelmekten çekinmezdi. Onun için temel olan proleter hareketin ilerlemesiydi. Hayatını proleter harekete ve sosyalizme adamıştı. Birlikteliği ve polemikleri buna bağlıydı. Eğer eski ve şiddetli bir hasmı bugün sınıf hareketine bir adım attıysa bunu sevecenlikle ve coşkuyla karşılardı. Elbette bu hesapsız bir kabul değil, ilkeleri olan ve temel noktalarda anlaşmayı öngören bir kabuldü.
Ama yine de Lenin göçmenler arasındaki tartışma ve fraksiyon kavgalarından uzak durmaya çalıştı; tüm dikkatini Rusya’da gelişen işçi hareketine verdi. Onun yükselişini, işçilerin inisiyatif alışını, en ufak işçi tepkisini bile dikkatle ele aldı, olanakları ve eğilimleri coşkuyla değerlendirdi.
1912 yılında işçi hareketi yeniden bir yükselişe geçtiğinde, bu yükselişe katkı sunan ve sonrasında destekleyen en önemli araç; Lenin’in üstünde ısrarlar durduğu Pravda idi. Pravda işçi hareketine en ileriden ulaşmayı hedefleyen yasal günlük işçi gazetesiydi. Kapatıldıkça başka ad ve biçimlerde yayınına devam etti.  Pravda’ya gelen işçi mektupları hem işçiler arasında bir dayanışma ağını sağlıyor, hem de farklı yerlerde işçilerin aynı sorun ve çözümlerle karşı karşıya olduğunu göstererek aynı sınıfın üyesi olma bilincinin gelişmesine katkı sunuyordu.
Lenin, her sorunun çözümünü işçilerin inisiyatifinde ve onların müdahalesine arıyordu. Bu yüzden Pravda’yı yaşatacak güç ancak işçi sınıfı olabilirdi.  Kendi gazetesini yaşatmak için işçilerden bağışlar toplanmalıydı. Grevdeki işçiler kendilerine gelen grev yardımlarını kabul etmeyip gazetelerine yönlendirdiler. Pravda işçiler tarafında yaşatıldı ve sahiplenildi.
Elbette, Rusya’da işçi sınıfı içinde güç olmak, Bolşevik etkiyi arttırmak, yığınları Menşevikler ve Sosyalist-Devrimcilerin etkisinden kurtarmak kolay olmadı. Bolşevikler birden “şahlanıp” iktidara gelmediler. İşçi hareketiyle buluşmak için her türlü olanağın değerlendirilmesi gerektiğini, en büyük olanak ve aracın da işçi gazetesi olduğunu durmaksızın ifade eden Lenin, tüm dikkatini yığın hareketine verdi. İşçi yığınlarının örgütlenmesi önemseyen, bir işçinin dahi kazanılması için tüm dikkatini toplayan Lenin, işçi hareketinin Bolşeviklerin haklılığını anlayacaklarına ve sosyalizmin yolunu tutacaklarına sonsuz güveniyordu. Bu, yalnızca propaganda ve ajitasyon ile olamazdı. İşçi sınıfı ve emekçiler; kendi deney ve tecrübeleri temelinde siyasal sınıf bilincini kazanabilirlerdi.
1917 Şubat Devrimi, işçi sınıfının hem kendi deneyimleriyle hem de Bolşeviklerin istikrarlı siyasal teşhir ve ajitasyonuyla Menşevik ve Sosyalist-Devrimcilerin gerçek yüzünü görmesini kolaylaştırdı. Lenin, ‘derhal ayaklanma’ çağrısı yapanları dizginledi. 1917 Şubat Devrimiyle henüz işçi yığınları Bolşeviklere tam güven belirtmemişlerdi, proleter saflarda Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler etkilerini sürdürüyorlardı. Lenin kitleler arasında devrimci çalışmanın örgütlenmesinde ısrar etti. Devrim için öncünün istek ve iradesi yeterli değildi. Yığınların da öncünün fikrinde birleşmesi, inisiyatifi ve hareketi gerekliydi. Bunun için öncelikli görev, burjuvazi ve onun yedek gücü haline gelen Menşevik ve Sağ Sosyalist Devrimcilerin teşhiri ve kitlelerin kazanılmasıydı. Bu başarıldığında, devrim için gerekli temel hazır demekti. Yığınlar yönetilemez, egemenler yönetemez duruma gelmişti.
Lenin ayaklanmayı bir sanat olarak ele alıyordu. Engels’in barikat savaşı üzerine çalışmalarını elden geçirdi. Marks’ın ayaklanma ve sınıf mücadelesi üzerine çalışmalarını inceledi. Ayaklanmayı proletaryanın mücadelesinin biçimlerinden biri, ancak özel bir biçimi olarak ele aldı, bir sanat olarak değerlendirdi. “Yarın geç, dün erkendi, bugün ise tam zamanıydı”.
Merkez Komite içinde ayaklanmaya karşı çıkışları, bu karşı çıkışların burjuva basında dile getirilmesini şiddetle eleştirdi ve ihanet olarak damgaladı. Lenin, sınıf hareketinin çıkarlarına aykırı davranan yoldaşlarını kazanmak için elinden geleni yapar, ancak açıkça eleştirirdi. Önemli bir tarihsel süreçte yapılan bir ihanete ve parti disiplinin ihlal edilmesine ise tahammülü yoktu. Kamanev ve Zinoviev’in derhal partiden ihraç edilmesini savundu.
Lenin’in temel özelliklerinden birisi de ısrarlı ve sabırlı çalışmasıdır. O, en zor anlarda bile proletaryanın davasında ikilem yaşamadı, kendini davaya adadı. Mücadeleye coşkuyla ve heyecanla atıldı. En büyük görevlerdeki titizlik ve özeni, en küçük ve basit görevlerde de yaşattı. İşçi kitlelerine özenle yaklaştı, onlarla sıkı diyaloglar kurdu. Kitlelerin eğilim ve ihtiyaçlarını esas aldı; partisinin taktiklerini bundan bağımsız ele almadı. İşçi sınıfı içindeki çalışmada temel araç olan gazeteyi çok önemsedi, günlük bir gazetede ısrar etti, bu ısrarından vazgeçmedi. İşçi sezgisine, onların inisiyatifine güvendi; dar, küçük burjuva aydın oportünizminden nefret etti. Geleceği kuracak güç olan işçilerin görev ve sorumluluk almasını, bu görev ve sorumlulukla gelişmesini önemsedi.
Yalnızca devrim öncesinde değil devrim sonrasında da sosyalizmin inşasını, küçük bir önder kadronun işi olarak değil, proletaryanın işi ve doğrudan örgütleyeceği bir görev olarak gördü. Bu yüzden Halk Komiserleri Konseyi Başkanı olarak ilk çağrılarından birisi fabrikalarda işçilerin denetimi ele alması oldu. İşçilerin her şeyi denetlemesi, hesaplaması için çağrı yaptı. Bu süreci işçilerin hem fabrikaları hem de devleti yönetmesi için gerekli gördü. Bürokrasiden, sınıf-dışı yaklaşımlardan nefret etti, işçi inisiyatifini, kitlelerin heyecanını dikkatle izledi. Kendisi de bu heyecanın bir unsuru oldu. Kitlelerden öğrendi ve sosyalizmi inşa eden kitlelere öğretti.
Burjuva, üstenci, işçilerin yerine aydınların tartışmalarını ikame edici anlayışları eleştirdi. Her meselenin işçilerle tartışılmasını savundu. Aydın grupları arasındaki tartışmalara karşı işçi inisiyatifinin geliştirilmesi ve her tartışmanın işçilerle, bizzat kitlelerle yapılmasını savundu. Çünkü değiştirici güç kitlelerdi; parti kitleleri ikna edebildiği zaman güçlüydü; kitlelerin partisi olduğu ve kitlelerin aktif desteğini aldığı sürece sosyalizme yürünebilecekti.
Lenin, öğretileri, görüşleri, karakteri ve yaklaşımlarıyla yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Krupskaya’nın “Lenin’den Anılar”ı bu aydınlanmada okunması gereken önemli bir eserdir.

AKP’nin kadın açılımında yeni yaklaşımlar

Diyanet İşleri Başkanlığı 2-4 Aralık 2011 tarihleri arasında 45 yazar, akademisyen ve araştırmacı; 26 katılımcı ve 13 yayınevi sahibinin katılımıyla Ankara’da  ‘Kadın Konulu Dini Yayınlar’  başlıklı V. Dini Yayınlar Kongresi’ni gerçekleştirdi. Kongre’de; “kadın konulu yayınların tarihsel süreci”,  “kadın konulu dini neşriyat”, “kadın konulu dini yayıncılığın sorunları”, “kadın konulu dini yayıncılıkta gelecek için perspektifler” konuları ele alındı. Ayrıca “kadının eğitim sorunsalı”, “kadın cinayetleri ve kültürel kodları” ve “modernizmin dayattığı cinsiyet kimlikleri” başlıklı seminerler gerçekleştirildi.
Kongre bitiminde de bir sonuç bildirgesi yayınlandı.
Bu sonuç bildirgesinde “…Günümüzde kadın gerçeğinin bir problematik olarak ele alınması ve bu bağlamda ortaya çıkan sorunların dini inanç ve uygulamalarla ilişkilendirilmesinde, İslam’ın evrensel kurucu ilkelerinin esas alınması gerektiği..”nin açıklamaya ihtiyaç olmayan bir durum olduğu belirtildikten sonra, “Küresel düzeyde ortaya çıkan kadın merkezli pek çok sorunun gerçekte tarihsel olduğu kadar, ekonomik, politik, ideolojik ve narsist saiklerle de acımasızca istismar edildiğini unutmamak gerekir. Günümüzde sıkça karşılaşılan cinsiyet ayrımı, taciz, aile içi şiddet, kadının eğitimden mahrum bırakılması gibi sorunların giderilmesinde, gerçekliğin üzerini karartmak yerine soğukkanlı bir duyarlılıkla hakikatin ortaya çıkarılması için çaba sarf etmek gerekmektedir. Ayrıca kadın haklarına ilişkin sorunları dillendirirken ve çözümler ararken bir bütün olarak insan haklarının içerdiği ilkelerin zedelenmemesi için özen gösterilmelidir.” şeklindeki ifadelerle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın,  güncel yanlarına dokunarak ve son derece güncel söylemlerle kadın sorununa “açılım” getirdiğine tanık oluyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği bu Kongre, basında kimi yazarları memnuniyet içinde bırakmıştır. Fadime Özkan “..bu zor ama lüzumlu, ertelenemez, ertelenmesi göze alınamaz konunun masaya yatırılmasını sağladığı için..”  Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Gülmez’i kutluyor (07Aralık 2011-Gazete Star); Hilal Kaplan “…Sırf kadın olduğu için zulme maruz kalması normalleştirilen bunca insan varken, bunu bir mesele olarak dahi göremeyen mütefekkirlerimizin çokluğu göz önünde bulundurulursa, muhterem Mehmet Görmez başkanlığındaki Diyanet İşleri’nin bir kez daha hayati öneme sahip bir iş başardığını söylemek mümkün..”  (Yeni Şafak 12 Aralık 2011) diyerek başladığı yazısını, söz konusu Kongre sonuç bildirgesi hakkında kısa yorumlar yaptıktan sonra, Kongre hakkındaki görüşlerini “…Müslümanların devlet yönlendirmesinden azade bir biçimde din ve diyanet işlerini ellerine alacağı o güne dek yetmez ama evet diyorum.” sözleriyle noktalıyor.
Kongre’yi ve sonuç bildirgesini sevinçle karşılayan iki kadın yazarın aksine, Ali Bulaç, söz konusu Kongre’yle bir aşama kaydettiği anlaşılan gidişatı topa tutuyor: “…12 Eylül referandumundan beri önemli adımlar atıldı. Şimdi sürece Diyanet katılıyor. Umarım üst üste gelen girişimlerin hedefi, kadının evden ‘önce camiye, sonra piyasaya çıkması’nın önündeki engelleri ‘din içinden meşruiyet bularak’ kaldırmak değildir. Batı’nın aslında kendine özgü olan değerlerini ‘evrensel gelişme endeksleri’ olarak dünyaya dayatması, ortalama Müslüman tarafından dinî meşruiyet çerçevesinde ruhen ve zihnen içselleştirilmedikçe kabul mümkün olmaz. Bu çerçevede Kur’an ve Sünnet’teki hükümleri ya tarihsel okumaya tabi tutmalı veya hükümleri yeni bir tefsir ve teville ‘gelişme endekslerine uyumlu hale’ getirmeli. Sempozyuma katılanların bunun esaslı bir kritiğini yapmalarını diliyorum.”
Ali Bulaç; kadın sorunu söz konusu olduğunda, İslami esaslar ve ilkelere bağlı yazanlar içinde en tutucu kanadın temsilcisi olarak, kadın sorunu hakkındaki görüşleri nedeniyle, sık sık kadınlar, kadın örgütleri ve kadın yazarlar başta olmak üzere, aynı kesimden pek çok yazarın da tepki ve muhalefetine yol açıyor.
Ali Bulaç’ı kızdıran ve diğerlerini memnun eden 2-4 Aralık tarihli Kadın Konulu Yayınlar Kongresi Sonuç Bildirgesi, İslam’ın kadın sorunu bağlamındaki geleneksel ilke ve yaklaşımlarının düzeltilmesi yönünde bir irade ortaya koyuyor. İslami cepheden,    sorunun günümüzde kazandığı gelişme ve boyutu dikkate alan bir bakış ve yaklaşımı öne çıkarıyor. Sonuç Bildirgesi’nin girişi şöyle:
“…Kadının cinsiyet vurgusundan bağımsız olarak, erkekle birlikte sahip olduğu varoluşsal değer, geçmişten günümüze hem geleneksel hem de modern etkilerle sarsıntıya uğramıştır.
Kur’an ve Sünnet’te açıkça vurgulandığı gibi, İslam’ın kadın imgesi, kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan iki asli unsur oluşunda odaklanmaktadır. Müslüman toplumlarda kadın algısı ve tasavvuruna ilişkin kendi zaman ve coğrafyalarıyla kayıtlı kimi örnekler, tâbi oldukları zaman ve mekanlar için anlamlı ve anlaşılabilir olmakla birlikte, bugün bu tecrübelerin yeniden okunmasına ve farklı açılardan yorumlanmasına ihtiyaç duyulmaktadır…”
Burada, Ali Bulaç’ın yaptığı gibi, bin beş yüz yıldır tekrar edilegelen ayet ve hadislerin dar çerçevesinin ve bunların geleneksel yorumlarının, günümüzde kadın sorunun kazandığı önem ve dinamikleri, ulaştığı birikim ve nitelikleri değerlendirip yorumlamakta yetersiz kaldığı gerçeğinden hareketle, yeni şeyler söylemek lazım geldiği yüksek sesle ifade ediliyor.
Temel vurgularına baktığımızda, Kongre Sonuç Bildirgesi; İslam’ın kadına geleneksel bakış ve yaklaşımını külliyen olumsuzlayarak, “bugüne kadar yapılan yorumlar kendi tarihsel dönem ve mekanlarını bağlar; gerçek İslam’ın, geleneksel yorum ve yaklaşımların içerdiği kadın düşmanı yaklaşımla ilgisi yoktur. İslam’da kadın erkek eşitliğine aykırı bir hüküm yoktur.”  Ve hatta “…kadının erkek üzerinden tanımlanıp konumlandırılması İslam’ın özüyle bağdaşmamaktadır…” şeklinde radikal, çağdaş ve feminist saptama ve yorumlar yer almaktadır.
“Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet ayrımı ve karşıtlığına ilişkin söylemlerin İslam’ın temel metinlerine yansıtılması”nı ‘çağdışı’ bir yaklaşımın ürünü saymaktan,  “…İslam Kitabiyatında … yerleşik kültür ve anlayışların etkisiyle Yüce dinimizin genel prensipleriyle çelişen, yanlış, eksik, önyargılardan beslenen ve günümüzde kadın karşıtlığı olarak görülebilecek bazı yorumların yer aldığı… Tefsir, hadis, fıkıh literatüründe kadına dair yapılan bu yorumların büyük bir kısmı(nın), nasların sarih delaletine (dini hükümlerin açık delillerine) dayanmaktan çok,  dönemin sosyo-kültürel şartları içersinde ortaya çıkan zihniyet yapılarını yansıtmakta…” olduğunun kabul ve ifade edilmesine kadar pek çok saptama bir arada bulunmaktadır.
Bütün bu saptamalar ışığında belirlenen görev şöyle özetlenmiştir:
“…Kadınla ilgili problemler bağlamında, İslam’ın temel kaynaklarının bizzat kendilerinin tartışma konusu yapılması ve bunun ısrarla sürdürülmesi anlamsızdır. Asıl yapılması gereken, sorunun gerçek temelleri üzerinde yoğunlaşmak, bu konuda sonuç alınabilir adımların atılabilmesi için uzun soluklu çalışmalara yönelmek, İslam’ın daha doğru bir şekilde anlaşılması için kalıplaşmış zihniyet yapılarını yeniden gözden geçirmek olmalıdır…”
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın AKP dönemindeki daha eski kimi istişare toplantılarında da kadın sorunu konusunda benzer görüş ve yorumlara yer verildiği olmuştu. Belki de yeni olanın; din adamları, yazar, akademisyen ve yayıncıların “İslam’da Kadın” konusunda ortaklaştıkları görüşleri, diyanet, akademi, yazın ve yayın dünyasının ortak saptamaları olarak sunmak ve göstermek olduğu söylenebilir.
Burada, en bağnaz ve kadın düşmanı görüşlerin yıllarca kaynağı haline gelmiş bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öncü ve örgütleyici bir rolü, kendisinden beklenmeyecek derecede ilerici bir yönde ve doğrudan kadın sorunu konusunda oynaması ayrıca dikkate değer!
Kongre ile ortaya çıkan diğer bir durum; geleneksel devlet tavrının, “kadın sorunu konusunda bir ilericilik yapılacaksa, bunu da biz yaparız” şeklindeki anlayışın bir kez daha gösterilmiş olmasıdır. Nitekim bugüne kadar AKP, demokrasi sorunu, Kürt sorunu gibi ülkenin temel sorunları konusunda siyasal iktidar sıfatıyla devleti temsilen radikal saptama ve taahhütlere, moda deyimi ile “açılım”lara imza atmıştı. Kimi basın-yayın organlarında “Diyaneti’in Kadın Açılımı” şeklinde ifade edilen sonuç bildirgesi içeriği de, gerçekten açılımlar dizisinin son “açılım”ı olarak nitelendirilebilir.
Kongre Sonuç Bildirgesi’nin empoze ettiği alt metinlerden asıl önemlisi kanımca şudur: İslam dini, ezelden ebede her daim, insanlığa dair ortaya çıkan her ne durum ve gelişme olursa olsun, bunları açıklamaya ve çözümlemeye muktedirdir. Hatta, insana ve insanlık alemine dair her ne olursa ve her ne olacaksa zaten bu gelişmeler Kur’an’da işaret edilmiş, önceden ifade edilmiş, zamanı ve sırası gelince de gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla, ortaya çıkan durum; kadın sorununun sosyal-kültürel-siyasal bütün yönleriyle gösterdiği gelişmenin, geçirdiği aşamanın kazanımları, sosyal mücadelelerin, toplumsal etki ve tepkilerin, sınıfsal saldırı ve kazanımların sonucu ve sınıflar arasındaki karşılıklı güç ilişkilerini gösteren bir olgu değil, İslam’ın zaten 1500 yıl önceden öngördüğü kadın sorununa ilişkin ilke ve kabullerin bugünkü tezahürüdür.
Bir diğer söyleyişle; kadın sorunun bugün kazandığı görünümleri, kadın hareketinin yarattığı birikim ve gelişmeleri, kendini ifade ve toplumsal gelişmeyi etkileme biçimlerini, bu çerçevede Türkiye’deki sınıf mücadelelerinin ve bunun bir yönü olarak kadınların mücadelesinin, bugün AKP’yi iktidar eden ve iktidarda tutan güçlerin en dinamik kesimini oluşturan kadın kitlelerini nasıl etkileyip biçimlendirdiğini anlamak ve açıklamak için sosyal gelişmenin kendisine, Marksizmin kılavuzluğuna, bilimin verilerine değil, olayların İslami açıdan yorumuna ihtiyaç vardır!
Yani, aslında İslam, sosyal gelişmelerin ve bilimin ortaya koyduğu ve ortaklaşmış, sosyalleşmiş veri ve sonuçları da kapsamak üzere, hepsine topyekun açıklama getiren ve bunları bin beş yüzyıl öncesinden öngören tek ve değişmez kılavuz, ölçü ve kaynaktır.
Sosyolog Doç. Dr. Kenan Çayır, 1 Kasım 2008’de “Türkiye’de İslamcılık ve İslami Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel Müslümanlıklara” ( İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008) adlı kitabı ile ilgili verdiği röportajda, İslami edebiyat olarak adlandırılan eserler üzerinde yaptığı araştırmasında benzer sonuçları  bulguladığını ifade ediyor: “…Temel iddia şu: Türkiye’deki bu Batılılaşma yüzünden, Batılılaşma sebebiyle Müslüman kimlik geri kaldı, Müslümanlar aşağılandı… Dolayısıyla burada iki amaç var bu kimliğin kurgulanmasında; birincisi romanlar aracılığıyla Müslümanları daha pozitif temsil etmek, ikincisi de Müslümanlar hakkında üretilen hikayelere,  yani Cumhuriyet’in diğer romanlarına cevap vermek. Baktığımız zaman hakikaten de temel cevap şu; aslında bu aktörlerin bu dindar insanların yaşayışları modernizmle çok çelişmiyor. Din ve bilim, üniversite ile başörtüsü birbiriyle çelişmiyor. Ama bir taraftan da modernliği İslamileştirme çabası da var. Yani bilim dediğimiz şeyi reddetmek yok. Ama sosyolojiyi, psikolojiyi İslamileştirme eğilimi var. “(http://habermerkezi.worpress.com)
Aynı doğrultuda, İslami kimlikli araştırmacılar, doğrudan bilimin verilerini, bilimsel araştırmaların sonuçlarını kullanarak, İslam’ı doğrulayan sonuçlara varmaktadırlar!
Fatmagül Berktay, dini, diğer işlevleri yanında bir meşrulaştırma aracı olarak tespit eder: “Dinin en önemli işlevlerinden birisi de meşrulaştırma işlevidir. Belki de tarihte bireyler, toplumlar hatta devletler tarafından en çok kullanılan ve de suistimal edilen işlevdir. Dinin meşrulaştırıcı gücüyle birey yaptıklarını haklılaştırmakta ve kendi iç dünyasını bir nevi rahatlatmaktadır. Sosyal hayatta ise dinin meşrulaştırıcı gücü daha çok insanlar arası ilişkilerde, kurumsal ve grupsal ilişkilerde kendini göstermektedir.  Bubağlamda toplumlarda var olan katı toplumsal cinsiyet ayırımları din adına meşrulaştırılmakta, dinin buyruğu gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylece din ve kültür adına uygulanıp meşrulaştırılan pratikler, kadınları ikincil bir konumda tutmakta, aile içi ilişkilerde hak eşitliğini sağlayacak ve kadınların durumunu iyileştirecek yeniden yapılanmaları engelleyebilmektedir. Din, kadın haklarının inkârı için gerekçe olarak gösterilebilmektedir.” (Tarihin Cinsiyeti, Metis yay., İstanbul, 2006, sf. 63-64)
Berktay’ın bu saptamasını da kullanarak, “Toplumsal Cinsiyet ve Din” konulu bir tez hazırlayan Araş. Gör. Nazife Gürhan, ilk çağlardan itibaren dinlerin kadın hakkındaki tutum ve hükümlerini incelediği tezinde Yahudilik ve Hristiyanlık’ın kadını nasıl aşağılandığını bu dinlerin nasıl kadın düşmanı hükümler içeren dinler olduklarını alıntılarla anlattıktan sonra konu İslam’a gelince, “İslam, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan haklarını kadına da tanımıştır. Buna göre; hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı, siyasi haklar gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.” (Adı geçen tez, sf. 72) diyerek, hiç de bilimsel ve nesnel olmayan toptan bir olumlama yaptıktan sonra, özellikle İslam’ın ilk yıllarında Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemdeki olayları aktararak ve Kur’an’dan tezini doğrulayacak alıntıları kullanarak, İslam’ın nasıl kadın dostu bir din olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır.  (Yukarıdaki alıntıda, kapitalizmin çalışma ve yaşam koşullarından doğan mücadelelerin eseri olan insan hakları katalogunun 1500 yıl önce doğmuş İslam dininde keşfedilmesine dair tarihsel olarak umutsuz çabayı görmezlikten geliyoruz..)
“…Bu açıdan bakıldığında, İslam’ın teoride ve tebliğinin ilk yıllarında kadına verdiği değeri, sonraki dönemlerde görebilmek pek de mümkün görünmemektedir. Yorum geleneğinde Kuran’ın özüyle, genel ilkeleri ve bütünlüğüyle çelişen kadın karşıtı görüşlerin varlığı dikkat çekmektedir. Yorumlarda özerk, bağımsız, hak ve sorumlulukları olan saygın insan varlığını yitirerek erkeğe bağımlı, bireyin sosyal haklarından yoksun, tek görevi erkeğe itaatten ibaret olan, adeta bir köle durumuna getirilen kadının Kur’anî bakıştan yoksun ötekileştirilmiş kimliğine rastlanmaktadır..” şeklindeki saptamalarıyla  yukarıda anılan tezin konusu Diyanet Kongresi Sonuç Bildirgesi ile hemen aynı görüşleri ifade etmektedir.
Gerek bu araştırma, gerek Kadın Konulu Yayınlar Kongresi Sonuç Bildirgesi, gerekse benzer akademik veya güncel yayın ve yazılarda özel bir çaba dikkat çekmektedir: İslam’ın kuruluş yıllarının uygulamalarına gönderme yaparak, Kuran’ı yeniden ve bugünün kadın-erkek eşitliği norm ve talepleriyle uyumlu bir tarzda yorumlama çabası. Hatta bu çaba sadece kadın konusu ile de sınırlı kalmamakta, bütün sosyal alanları kapsayan bir akım haline gelmektedir.* Diyanet’in Kadın Konulu Yayınlar Kongresi Sonuç Bildirgesi, bu çabanın artık resmi ellerde de olgunlaştırılmış ve ilan edilmiş bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Tüm bu gelişmelerin arka planında sınıf mücadelesinin ve kadınların sosyal kurtuluş mücadelesinin etkilerini görmemek mümkün değil. Şöyle ki;
1. Kadınların kapitalizme karşı yürüttükleri sınıf mücadelesi içinde gelişen eşitlik mücadelesinin iki yüz yılı aşan geçmişi ve birikimi, Türkiye’deki sosyal mücadeleleri de yüzyılı aşkın bir süredir etkileyerek ve geliştirerek kadınlar cephesinde de önemli bir birikim yaratmıştır.
2. Kadınların,  cinsiyetlerine yönelik özel baskı ve aşağılamaları da içeren sınıfsal ezilmelerine ve ikinci cins muamelesine karşı bugüne kadar yürüttükleri mücadele ve bu mücadelenin kadının toplumsal profilinde yarattığı değişim; geniş bir nüfusun ve kitlesel bir kadın nüfusun desteğine sahip bulunan ve 3. dönem iktidar sürecini yaşayan AKP ile birlikte onu da kapsamak üzere bütün bileşenleriyle politik İslam akımı üzerinde, tutum ve politika alanında olduğu gibi, düşünsel planda da dönüştürücü bir etki yaratmıştır. Nitekim Kadın Konulu Yayınlar Kongresi Sonuç Bildirgesi de, kadın hareketinin göz ardı edilemez bir olgu olduğunu teslim etmektedir: “…Türkiye’deki kadın hakları girişiminin görece olarak İslam dünyasındaki kadın hareketlerinden daha ileri bir aşamada olduğunu söylemek mümkündür…”
Elbette burada, kadın hareketinin niteliğinde süreç içinde oluşan gelişme ve ilerlemenin, İslami akımların etkilediği kadın kitlelerinde de dönüştürücü bir etkiye yol açtığı üstü kapalı bir kabul olarak anlaşılmaktadır.
Ancak burada tepkisel bir etkinin de olduğu yadsınamaz. Zira kadın mücadelesi ve birikiminin bütün unsurları; kah batıcı etkilenmeleri, kah laik cumhuriyetçi egemen söylemin etkisi ve ideolojik uzaklıkları nedeniyle, dini bütün bireye ve kadının dindar kimliğinin sosyalleşmesine, evin dışına çıkmasına üstten bakan ve dolaylı da olsa onu küçümseyen bir dil ve söylemi egemen kılmışlardır. Bu egemen söylem, İslami kesim üzerinde öylesine bir baskı ve travma yaratmıştır ki, kadın sorunu konusunda da bu travmayı ve baskıyı aşmak için İslami kimlik ile kadın eşitliğini ve güncel kadın hak ve taleplerini uzlaştıran bir söylem geliştirmek kaçınılmaz bir görev olmuştur.
3. Öncesini bir yana bıraksak bile, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda en bağnaz ve kadını din adına en çok aşağılayan, kadının cehaletinden din adına en çok nemalanan bir pratiğin sahibi olan Türkiye’nin dinci ve muhafazakar politik geleneğinin uğradığı bu radikal dönüşümde büyük devrimci bir atılım keşfetmek saflık olur. Hareketin, onları bir revizyona mecbur bıraktığı açık.
Bu mecburiyetin önemli nedenlerinden biri; daha önceki kadın mücadelesi birikiminin İslami bir bakışla ve sorgulanıp içselleştirilmesiyle birlikte, İslami kimlik içinde kendini ifade eden hatırı sayılır bir okumuş kadın kuşağının oluşmuş olması ve türbana özgürlük ve eğitim hakkı mücadelesi başta olmak üzere, bütün bu yönelimin yarattığı deney, bilgi, yazın ve söylem birikimidir. Diğeri ise, bu bilinçlenmiş kadın kuşaklarının, içinde yer aldıkları politik İslami akım ve kesimlerin fiilen ve fikren dönüşüme uğramasında önemli bir rol oynamış olmalarıdır.
4. Yine genel olarak yeni İslami kuşakların ve özel olarak bu okumuş İslami kimlikli  kadın kuşaklarının gerek yazın ve politika, gerekse sosyal bilimler alanında önemli bir İslami literatür oluşturduğu da bir gerçektir. Bu literatürün bir yanını da kadın sorunu üzerine yazılanlar oluşturmaktadır. Bu literatürün, genç İslami ve hatta liberal kadın toplulukları içinde bir aydınlanma kaynağı olarak rol oynadığı da bir gerçektir.
5. Son bir etken daha sayılabilir. AKP’nin AB ilişkileri çerçevesinde imzaladığı sözleşmeler ile yaptığı yasa ve anayasa değişiklikleri ve taahhüt ettiği kadınlarla ilgili değişiklikler ile açıkça yaslandığı dini referansları arasındaki çelişki ve uzlaşmazlığın, hem pratik politik süreç, hem ideolojik açıdan onu zora sokması, kadınlarla ilgili dini çerçeveyi revize etmek ihtiyacını dayatmıştır.
Sonuç itibariyle “…Din,  teoride ve pratikte farklı olabilir; yani farklı toplumsal ve tarihsel bağlamlarda insanlar tarafından hem algılanışı hem de uygulanışı farklı olabilir. Bu nedenle dinsel ideolojinin, farklı tarihsel/ toplumsal koşullarda farklı biçimlerde eklemlenebileceğini ve dolayısıyla değişik uygulamalara yol açabileceğini göz ardı etmemek gerekmektedir…” (“Toplumsal Cinsiyet ve Din”, Nazife Gürhan, Mardin Artuklu Üniv. Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü Araş. Gör., e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, www.e-sarkiyat.com, ISSN 1308-9633, Sayı: IV, Kasım 2010)
Özetle, son derece pragmatist bir politik tutuma sahip olan AKP, bütün bu gelişmeleri ustalık döneminin dersleriyle de birleştirerek, kadın sorunu alanında yüzyılların kazanımlarının yarattığı hak ve olgular da içinde olmak üzere, bütün mevcut hareketi kendi politik mecrasına dökecek bir yol izlemekte tereddüt etmemiştir. Dini gericiliğin devlet eliyle “…en ücra köylere kadar..” örgütlendiği bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, son kongre hamlesi ile kadın sorunu üzerinden ülkenin ‘en devrimci’ örgütü pozisyonuna yükseltmiştir.
Bu hamle ile, bir yandan kendi politik şemsiyesi ve mücavir alandaki dinamik kadın kesimlerinin mücadele ve söylemlerini kabul edip, onlara ve birikimlerine politik bir değer biçtiğini gösterirken, onlara, kadın sorunu konusunda yeni perspektiflere ve her türlü ilerici yoruma açık olduğu mesajını iletmektedir. Tek koşul, İslam ile karşı karşıya gelmemek ve hatta eklemlenebilmek ve tabii ki, düzenin temel taşlarını sarsmaya yeltenmemek..
Öte yandan üç dönem üst üste iktidar olmanın getirdiği özgüvenle, ülkenin diğer laik, feminist ve devrimci kadın hareketlerinin etki alanındaki kadınlara da kendi politik mecrasında yer alabileceklerine dair bir göndermede bulunmanın da bir diğer sonuç olduğu söylenebilir.

Sendikal bürokrasi ve “sendikal güç birliği platformu”

Sermaye, geçtiğimiz yıllar içinde, işçi sınıfının haklarına karşı attığı her adım sonrasında, bir taraftan işçi sınıfını çeşitli biçimlerde dağıtıp farklı ve güvencesiz istihdam biçimlerine mahkum ederken, diğer taraftan az sayıda örgütlü işçiyi temsil eden sendikaları, sendikal bürokrasinin de yardımıyla, giderek güçsüz ve etkisiz kurumlar haline getirme noktasında oldukça mesafe aldı.
İşçi sınıfının ekonomik, sosyal, demokratik çıkarları açısından en önemli araçların başında gelen sendikalar, son yıllarda işçi haklarına yönelik saldırıların yanı sıra, en temel konularda bile ortaya koydukları yetersiz pratik tutum nedeniyle, üyeleri başta olmak üzere, sendikal mücadelenin gerekliliğine ve önemine inanlar tarafından çeşitli yönleriyle eleştiriliyor. Bu duruma paralel olarak, gerek örgütlenme, gerekse sınıf mücadelesi içindeki etkileri açısından sendikal mücadelede yaşanan gerileme devam ediyor. Bu durum, işçiler ile sendikal merkezleri iki ayrı kutba doğru iterken, sermayenin sendikalar içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasinin etkisi ve ağırlığını kaçınılmaz olarak daha da artırmasını beraberinde getiriyor.
Konfederasyon merkezleri ile bağlı sendikalar, sendikalar ile sendika şubeleri ve nihayet sendika şubeleri ile işyerleri arasındaki mesafenin sürekli olarak açılması, bir taraftan sendikal alandaki tartışma ve kararlaşmaların aşağıdan yukarıya gelişimini zorlaştırırken, çoğu zaman böylesine somut bir ihtiyacın ortaya çıkmasının koşullarının bile ortadan kaldırıldığı örnekler yaşanıyor. İstikrarlı bir işyeri çalışmasının olmaması gerçeği ile sendikalarda tabanın denetiminin yeterince sağlanamaması birleşince, kaçınılmaz olarak, yaşanan sorunlara zamanında müdahale etmenin ve sendikal hareketi ileriye taşıyacak somut adımları atmanın koşulları gün geçtikçe zorlaşıyor.
Sendikalar açısından bakıldığında, emek ile sermaye arasında sürmekte olan mücadeleyi tehdit eden en önemli zayıflıklardan birisi, sendika bürokrasisinin uzun süredir sendikalarda yerleştirdiği sendika büroları ile sınırlı çalışma ya da çalışmama ile ilgili geleneğin klasik örgütlenme ve eylem alışkanlıklarının sürmesidir. Söz konusu geleneğin sendikalar ve sendikal hareket içindeki somut karşılığı, sendika üyesi olduğu halde, örgütsüz hale getirilmiş, başka bir ifade ile pasifleştirilmiş işçi kitleleri üzerinden, sendika bürokrasisinin, kendisini, sendikal hareket içinde bir azınlık olarak örgütlemiş olmasıdır. Bu durum, sınıfın öz örgütü olması gereken sendikaların, sıradan bir sendika üyesi için bile ulaşılması zor bir “büro örgütü” haline getirilmesine, sendikal bürokrasinin sadece genel merkezlerde değil, şubelere, hatta işyerlerine kadar inen geniş bir alanda etkili olmasını beraberinde getirmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU VE TÜRK-İŞ
Sendikal mücadele sürecinde yaşanan sorunların işyerlerinden yukarıya doğru taşınamaması, sendika merkezlerinde işyerlerinden kopuk “ayrı dünyalar”ın oluşmasını ve buna paralel olarak, sendikal bürokrasinin, yukarıdan aşağıya sendikaların bütün kademelerinde kelimenin tam anlamıyla egemenliğin ilan etmesini beraberinde getirmiştir. Öyle ki, bu durumun somut bir yansıması olarak sendikalar, günümüzde en temel işlevlerinden birisi olan “ekonomik mücadele” bile veremez hale gelmiş ya da getirilmiş durumdadır. En temel ülke meselelerinde dahi genel geçer şeyler söylenmesinden ve alışılmış eylem biçimlerinden öte gitmeyen sınırlı tepkilerin sayısındaki azalma bile, bu görüşümüzün kanıtı olarak gösterilebilir.
Sendikal mücadele sürecinde, başından sonuna açıklıkla ve sorumluluk duygusuyla hareket edilmediğinde, sınıfın, sınıf hareketinin ve mücadelenin ihtiyaçlarından çok, başka kaygılarla davranıldığında, emekçi kitleler nezdinde inandırıcılığın her geçen gün azalmasının kaçınılmaz olduğunu, bugün sendikaların içinde bulunduğu duruma bakarak görmek mümkündür. Hem işyerleri ve fabrikalarda, hem de toplumda geniş bir destek bulamayan sendika ve konfederasyonların benimsemiş oldukları “sosyal diyalog” merkezli sendikacılık tarzı, sendikaların gerçek birer işçi örgütleri haline getirilmesi ve sınıfın örgütleri olarak hareket etmelerinin önündeki en önemli engellerdendir.
Sendikaların gücü ve etkinliğini arttırabilme yetkinliği, hem üyelerin sendikalara yönelik tutum ve davranışları, hem de sendika üyelerinin sendikal kararlara katılabilecekleri ve alınan kararlar konusundaki öneri ve eleştirini iletebilecekleri demokratik kanalları sağlayan bir yapılanma içerisinde olmaları ya da olmamalarına bağlı olarak değişmektedir. Tek tek üyelerin hem sendikalarına hem de sendika yönetimlerine yönelik düşünceleri, sendikalarına olan bağlılıkları, sendikal faaliyetlere katılma biçim ve dereceleri ile sendikaların mücadelesinden duydukları memnuniyet arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar, sendikal hareketi etkileyen diğer bir konudur.
Öncesi bir tarafa, her fırsatta Türkiye’nin “en büyük işçi konfederasyonu” olmakla övünen Türk-İş’in yakın geçmişte ortaya koyduğu pratik tutum, bir taraftan sendikaların işçiler içindeki itibarını yok olma noktasına getirirken, diğer taraftan da Türk-İş’in sermaye ve onun sözcüsü olan hükümet karşısındaki “işbirlikçi” tutumu nedeniyle sık sık tartışma konusu yapılmıştır.
Bir bütün olarak baktığımızda, bugünkü sendikal yapıların, en kritik konularda bile üyelerini harekete geçirme noktasında ciddi zaaf ve zayıflıkları bulunduğu bilinmektedir. Geçmişte, sınırlı sayıda sendika merkezi ve yine az sayıda mücadeleci sendikacı Türk-İş’in işçiden çok sermaye ve hükümetlerin taleplerini gözeten tutumu nedeniyle bir şeyler yapmaya çalışsa da, çoğu zaman sendikal camiada yerleşik kuralların ve hepsinden önemlisi sendikal bürokrasinin yükselen duvarlarını karşısında bulmuştur.
Türk-İş 1990’lı yılların başında 800 bin işçi adına toplu iş sözleşmesi yaparken, 2011’de bu sayı, 230 bine kadar gerilemiştir. Sadece 9 yıllık AKP döneminde, kamuda toplusözleşme kapsamındaki işçi sayısı 300 bin kişi azalmıştır. Önümüzdeki dönem şeker, maden, enerji, karayolları vb. gibi sektörlerde yapılacak özelleştirmelerle, bu sayının 100 binli rakamlara düşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Son 20 yılda toplam ücretli sayısı 7,2 milyondan 13 milyona yükseldiği halde (aynı dönemde, sanayi işçisi sayısı ise 2,5 milyondan 4,2 milyona çıkmıştır), Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü işçi sayısı, 1991’de 1,5 milyon iken, bugün 600 bine kadar gerilemiş durumdadır. Bu durumu sadece üretim ve emek sürecinde yaşanan değişime bağlamak, sendikaları işçi örgütleri olmaktan uzaklaştırmak için gece gündüz demeden çalışan sendikal bürokrasiye karşı büyük bir haksızlık olacaktır!
Kamudaki gücünü her geçen gün yitiren Türk-İş’in kıdem tazminatının fona devredilmesi çabaları, yeni esnek çalışma biçimleri, özel istihdam büroları, kiralık işçilik, bölgesel asgari ücret gibi emeğin haklarına yönelik saldırılar karşısında nasıl bir tutum takınacağı belli değildir, açıklanmamıştır. En azından işçi sınıfının, sınırlı sayıdaki mücadeleci sendikanın zorunlu saydıkları tepkiyi gösterebilme noktasında, “aşağıdan” ciddi bir baskı gelmediği ölçüde ne tür Ali Cengiz oyunlarına başvurulacağı tartışmasızdır.

SGBP’NİN ÇIKIŞI VE SINIRI ETKİSİ
Türk-İş’e bağlı 10 sendika merkezi, geçtiğimiz Temmuz ayında bildirge niteliğinde bir açıklama yaparak, sendikal hareketin yaşadığı tıkanıklık ve mevcut sendikal yapıların emekçilerin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm üretmemesi tespitinden hareketle, Türk-İş içinde daha mücadeleci bir odak yaratmak için bir platform oluşturduklarını açıklamıştır. Kendisini Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) olarak tanımlayan oluşum, kamuoyuna yönelik olarak ilan ettiği birtakım ilkeler üzerinden sesini duyurmuştur.
SGBP’nin, öncelikli olarak, mevcut sendikal sistem karşısında yaşadıkları sıkıntıların aşılması için Türk İş yönetimini “zorlayacağını” belirtmesi ve öncelikli hedefini Türk İş’i “alternatif bir sendika düzeyine getirmek” ve “Türk-İş’in mevcut sendikal tıkanıklığın giderilmesi için görev yapmasını sağlamak” olarak belirlemesi, platformun ortaya çıkış nedenini daha başından sınırlandıran bir özellik göstermiştir. Kamuoyuna ise, platform adına, SGBP’yi oluşturan sendikaların üyeleri ve temsilcileri içinde neredeyse hiç tartışılmayan ve büyük ölçüde platformu oluşturan sendika başkanlarının inisiyatifi ile belirlenmiş 11 temel ilke açıklanmıştır.
Türk İş içindeki 10 sendika merkezi tarafından oluşturulan platformun sendikal alanda inisiyatif alarak, yüzü sınıfa dönük, mücadeleci, birleşik bir sendikal hareketi yaratmak için yola çıktığını açıklaması, üstelik bu çağrının Türk-İş gibi sendikal bürokrasinin bırakın sendika merkezlerini, sendika şubelerine kadar nüfuz ettiği bir örgütten geliyor olması, Türkiye sendikacılık hareketi açısından sık karşılaşılan bir durum değildir. Ancak gerek açıklanan ilkelerin oluşturulma biçimi, gerekse geçmişte yaşanan ve yukarıdan aşağıya oluşturulan benzer örneklerin ömrünün uzun olmaması, SGBP’nin açıklamalarının büyük ölçüde söylemde kalması riskini taşımaktadır.
Platformun benimsediği ilkeler içinde; emeğin hak ve kazanımlarına yönelik saldırılara karşı aktif mücadele yürütmek; Anayasa ve çalışma yasalarının emeğin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir içerikte olması için çalışmak; devlet güdümlü sendikacılığa karşı çıkmak; üniversitelerle, aydınlarla emek hareketi arasındaki bağları güçlendirmek; sendikalar arası dayanışma, sendika içi demokrasinin sağlanması vb. gibi çeşitli ilkeler bulunmaktadır.
Sendikal hareketin kan kaybetmesi, güçsüzleşmesi ve işçilerin sendikalara ve sendika merkezlerine karşı ciddi bir güven sorunu yaşadığı vurgusu, SGBP tarafından da dile getirilmiştir. SGBP, sendikaların demokratikleştirilmesi, tabanın söz ve karar sahibi olması, emeğin hakları için siyasal alana müdahale etmek, birleşik bir mücadele hattı oluşturmak, işçi sınıfına ve haklarına yönelik saldırılara karşı ortak duruş sergilemek, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele edileceği gibi oldukça iddialı sayılabilecek hedefler belirlemiştir.
Yapılan tespitler ve belirlenen hedefler elbette önemlidir. Ancak bütün bunların hayata geçirilebilmesi için “yukarıdan” tespitler yapmak ve birtakım ilkeler belirlemek yeterli değildir. SGBP’nin bugün için görünen en büyük zaafı, kamuoyuna açıklanan ilkelerin, bırakalım işçi tabanını, sendika şubeleri ve temsilciliklerine bile dayanmamış olmasıdır. SGBP, büyük ölçüde Türk İş Kongresi’ne yönelik olarak yaptığı bölge toplantılarının ötesine geçerek, işçileri, şube ve işyeri temsilciliklerini belirlenen program ve ilkeler doğrultusunda harekete geçirmiş ya da en azından böyle bir amaçla yola çıkmış görünmemektedir.
SGBP, kuruluşunu ilan etmesinin ardından, önemli oranda Türk İş Kongresi odaklı olarak, Türkiye’nin çeşitli illerinde, çeşitli işkollarından işçilerle bir araya gelerek toplantılar yapmıştır. SGBP’yi oluşturan sendikaların başkanları platformun yapısı ve işlevi, sendikal hareketin içinde bulunduğu durum vb. konular üzerinden konuşmalar yapmış, daha sonra toplantılara katılan işçileri dinlenerek, Türk İş Kongresi’nde ve sonrasında neler yapılması gerektiği tartışılmıştır. Toplantılarda yürütülen tartışmaların ve eleştirilerin içeriğine bakıldığında, bütün eksikliklerine rağmen, bu girişimi “yok saymak” ya da “küçümsemek” ne kadar yanlış olursa, söz konusu oluşuma halen bünyesinde taşıdığı zaaflar nedeniyle olduğundan daha fazla önem atfetmenin de aynı ölçüde hatalı olacağı söylenmelidir.
SGBP’nin yukarıdan aşağıya örgütlenmiş olması, çeşitli bölgelerde yapılan toplantılar ve bu toplantılarda yürütülen tartışmalarda gündeme getirilen eleştiriler birlikte ele alındığında, belirtilmelidir ki, en azından bugün için ilk başlandığı noktadan daha ileride olunmasına karşın, hareketin büyük işyerleri ve fabrikalar temelinde hâlâ somut bir karşılığının oluşturulmamış olması önemli bir eksikliktir. Bu eksikliğin giderilmesine girişilmeden ve sermaye ve saldırılarıyla sendikal bürokrasiyi hedefleyerek “bize nasıl sendikalar lazım?” sorusunu işyerlerinde, fabrikalarda, işçiler arasında tartıştırmadan atılacak adımların sağlıklı sonuçlar vermesini beklemek mümkün değildir.
Sendikaların sermayenin emek karşıtı politikalarına karşı faaliyetlerini sadece kendileri ile ilgili konular ve eylemlerle sınırlandırmasının, sendikal hareketi getirdiği nokta bugün çok daha net görülebilmektedir. Sermayeye karşı mücadelenin sadece ekonomik yönüyle değil, aynı zamanda siyasal boyutuyla da yürütülmesi gerektiği gerçeğinin kendisini dayattığı bir ortamda, platformun da ilkeleri içinde de yer alan “emek eksenli kitlesel bir siyasi hareket”e olan ihtiyaç hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde kendisini dayatmaktadır. Ancak geçtiğimiz altı ay içinde belli başlı illerde yapılan bölge toplantıları dışında, belirtilen ilkelerin nasıl bir plan ve program çerçevesinde hayata geçirileceği konusunda henüz herhangi bir somut ipucu görülebilmiş değildir. Bu nedenle, SGBP ve sendikal harekette yaratacağı etki değerlendirilirken, herhalde soyut ifadeler üzerinden değil, atılan ya da atılması zorunlu somut adımlar üzerinden değerlendirme yapmak gerekecektir.
Sendikaların sürekli eleştirilip tartışma konusu olması, en çok ihtiyaç duyulduğu zamanlarda saldırılara karşı mücadele edecek bir yönelime girmemesiyle, dolayısıyla sermayenin saldırı stratejisi karşısında ne yapacağını bilemez durumda olmasıyla, ama öncelikli olarak, bu zaafları kadar benzer başkalarını da koşullandıran sermayenin sendikalardaki dayanağı durumundaki sendikal bürokrasinin egemenliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Sendikal hareketin neredeyse dibe vurması, sendika bürokrasisinin kendi çıkarını sermayenin çıkarlarıyla birleştirmiş ve onun ideolojisiyle donanmış olması, işbirlikçi sendikacılık anlayışının yaygınlığı, seçim pazarlıkları ve koltuk kavgalarına rağmen, sendikaların işçi sınıfı için öneminden bir şey kaybettiğini söylemek elbette mümkün değildir.
Türk-İş’e muhalefet söz konusu olduğunda, sendikaların ve sendikal hareketin kimi, hangi sınıfın çıkarlarını temsil edeceği kadar, bu çıkarları nasıl bir sendikacılık tarzı üzerinden gerçekleştireceği sorularına da doğru ve samimi yanıtlar vermek gerekir. Mevcut sendikal yapıların işçi sınıfının beklentileri ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda değişmesi gerektiğini savunanların, sermayeye ve onunla birleşen sendikal bürokrasiye karşı net tutumlar geliştirip işçi sınıfının ekonomik talepleriyle siyasal talepleri arasında sağlam bir bağ kurulmasına girişmedikleri sürece, bir adım ileri gidemeyecekleri herhalde açıktır.
Sadece görünürde değil, gerçek anlamda işçi sınıfının çıkarlarını merkeze alarak, sendikaları yeniden işçilerin örgütü haline getiren bir çizgiye yönelmeyi önüne hedef olarak koymayan bir oluşumun işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesine somut bir katkı yapması mümkün değildir. Bunun için, sendikal bürokrasiyi tüzüksel, örgütsel ve fiili önlemlerle sınırlayan, sendikal demokrasiyi yaygınlaştıran yeni bir sendikal hareket yaratmak hedefine uygun olarak atılacak her adım elbette önemli olacaktır. Ancak SGBP gibi oluşumların, kendilerinden beklenen adımları atmadığı, sendikaların gerçek sahipleri tarafından yönetilen gerçek işçi örgütleri haline getirilmesini sağlamak için somut tutumlar ortaya koymadığı sürece sendikal bürokrasinin başka bir kanadını oluşturmaktan öteye gidebilmesi mümkün değildir.
AKP hükümeti, kıdem tazminatının kaldırılması, özel istihdam bürolarının kurulması,  bölgesel asgari ücret vb. saldırıları hayata geçirmek için Türk-İş Kongresi’ni beklemiş ve Kongre sonucunda Türk iş tarihinin en fazla eleştirilen “ekibi” seçimleri yeniden kazanmıştır. SGBP’nin Türk-İş Kongresi sırasında takındığı tutumun ardından atacağı adımlar, önümüzdeki süreçte güç birliğini oluşturan sendikaların yüzünü gerçekten işçilere dönüp dönmediğini, işçilerin güvenlerine uygun davranıp davranmayacaklarını gösterecektir.

NE YAPILMALI?
Son yıllarda işçi-sendika hareketinde yaşanan dalgalanmalar ve dönem dönem belirginleşen gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, sendikal alanda da ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Yaşanan sorunlardan çıkış noktasında, sendikal harekette yaşanan tıkanıklıkların nasıl aşılması gerektiği meselesi üzerinden, farklı nedenlerle gerekçelendiriliyor olsa da, pek çok noktada ortaklaşan tespitler yapılmaktadır. Bu durumu bir tespit olmaktan çıkarıp, pratik sonuçlar ortaya koymak için, sendikalar başta olmak üzere, sendikaların ve sendikal mücadelenin mevcut pratiği ile daha fazla yol alınabilmesinin mümkün olmadığının görülmeye başlanmış olması önemlidir.
Mevcut sendika ve konfederasyon yöneticilerinin çoğunluğunun, hareketi ve sendikaları birleştirme diye bir hedeflerinin ya da dertlerinin olmadığı açıktır. Tam tersine, konfederasyonlar ve bağlı sendika merkezlerinin önemli bir bölümü, bu sendikal rekabeti ve parçalanmışlığı derinleştirerek, kendilerine varlık nedeni yaratmayı adeta temel strateji edinmişlerdir.
Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 6’sının sendikalarda örgütlü olduğu (kamuda yüzde 8, özel sektörde yüzde 3,5) ve milyonlarca işçi sendikalaşabilir olduğu halde, sendikaların söz konusu örgütsüz işçilere yönelik somut bir örgütlenme politikasından bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de örgütsüz milyonlarca işçiyi örgütlemek için somut politikalar geliştirmek yerine, bir avuç sendikalı işçiyi çeşitli şekillerde ayartıp bir sendikadan başka bir sendikaya geçirmek, birçok sendika ve sendika yöneticisi için başlıca sendikal çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sendika bürokrasisinin sendikaların yönetiminde olduğu ve mevcut sendikaların büyük bölümünün işçi sınıfının en acil sorunlarıyla bile ilgilenmediği ya da böyle bir gündemlerinin bile olmadığı bilinmektedir. Gerek bu olgular, gerekse egemenlerin sendikalar hakkındaki olumsuz propagandası, sendikasız işçiler arasında sendikalara ve sendikal mücadeleye temkinli yaklaşma eğiliminin yaygınlığını da beraberinde getirmektedir. Bu durum, bir taraftan da, sendikalı işçiler içinde sendika bürokrasisinin uygulamaları karşısında sendikalardan ayrılma, aynı işkolundaki başka sendikalarda örgütlenme ya da sendika değiştirme eğilimlerini geliştirirken, bu durumdan en zararlı çıkan, yine, başta işçi sınıfı olmak üzere, sendikalar ve sendikal hareket olmaktadır.
Bugün için örgütlü ya da örgütsüz işçi kitlelerinin sendikalardan en temel beklentisi, mücadelenin sadece söylem düzeyinde olmasından çıkılarak, merkezinde, kendilerine yönelik en küçük bir eleştiriye bile tahammül edemeyen ve her fırsatta işçileri arkalarından hançerleyen sendika bürokratlarının değil, ama işçilerin olduğu, her adımda eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını işleten, kitlesel ve mücadeleci bir sendikal çizginin oluşturulması için pratik adımlar atılmasıdır. İşçi sınıfı, sendikalardan içinde bulundukları koşulları değiştirmek için somut adımlar atmasını beklemektedir ve bunun gerçekleşmesi için atılan her somut adımı desteklemektedir.
Sendikal bürokrasinin egemenliği nedeniyle gücü ve etkisi sınırlanmış olmasına rağmen, işçi örgütleri olarak varlığını sürdüren sendikalar, her şeye rağmen, örgütsüz işçiler tarafından sorunlarını çözmek için başvurdukları başlıca örgütler olmayı sürdürmektedirler. İşçiler, bir taraftan sendikaları yetersiz görüp bugünkü durumlarını eleştirirken, diğer taraftan onlar olmadan birleşemeyeceklerini ve haklarını koruyup geliştiremeyeceklerini herkesten çok daha iyi bilmektedirler. Sendikaların tarihte hiç olmadığı kadar itibarsız örgütler haline geldiği günümüz koşullarında işçilerin yüzünü yine sendikalara dönmüş olması ve ülkenin dört bir yanında sendikalarda örgütlenme girişimlerinin sürmesi, gerçekten mücadele etmek isteyen sendikalar açısından, doğru ve iyi değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
Sendikaların en temel sorunlarının başında, geniş emekçi yığınların sendikal mücadeleden dışlanması ve sendikal mücadeleyi sendikacıların faaliyetlerine indirgeme anlamına gelen bürokratik sendikacılık anlayışının varlığı ve egemenliği geliyor. SGBP’yi oluşturan sendikaların, mevcut durumlarıyla hâlâ bir parçasını oluşturdukları sendikal bürokrasiden en azından şimdilik ayrı bir yol izleyeceklerini ilan etmiş olmaları elbette önemlidir. Ancak SGBP’yi oluşturan sendikalar tarafından ortaya konulan platformun ve işçilerle birlikte oluşturulması hedeflenerek belirlenecek mücadele çizgisinin tek tek işyerlerinde, işyeri temsilcileri ve üyelerin aktif katılımıyla geliştirilmesi için somut adımlar atılmadığı sürece, belirlenen hedeflere ulaşılması mümkün değildir.
Gerek bileşimi, gerekse bugünkü yapısı itibari ile SGBP’nin sendikal bürokrasiden tam anlamıyla koptuğunu söylemek, en azından bugün için, erken bir tespit olacaktır. Bileşenleri, SGBP’nin Türk-İş Genel Kurulu hedefli bir oluşum olmadığını belirtse de, Türk-İş Genel Kurulu’nun söz konusu platformun ortaya çıkmasında önemli bir tetikleyici olduğu açıktır. SGBP’yi oluşturan sendika başkanlarının açıklamaları, illerde gerçekleştirilen toplantılarda yürütülen tartışmalar ve geçtiğimiz Temmuz ayı içinde kamuoyuna açıklanan ilkelerdeki samimiyetin ölçüsü, platformun tabana ne kadar yayılabileceği ve SGBP’nin önümüzdeki dönemde yürüteceği faaliyetlerin biçimi ve içeriği olacaktır.

SONSÖZ
Bugün ve yakın gelecek açısından öncelikle yapılması gereken, sendikaların başına çöreklenmiş ve onları işçi örgütleri olmaktan çok sermayenin işçi sınıfını denetlediği kurumlar haline getiren ve gidebileceği daha fazla bir yol kalmamış olan mevcut bürokratik ve sınıf işbirlikçisi sendikacılık anlayışının sınıfın başından defedilmesidir. En azından son yıllarda karşımıza çıkan sendikal mücadele pratiği bu ihtiyacı dayatmaktadır.
Sendikaların ve sendikal hareketin ne yönde gelişeceği ve gelecekte nasıl bir değişim yaşayacağı noktasında bugünden kesin bir yargıya varmak elbette kolay değildir. Sendikal mücadelenin öncelikli sorunu, hiç kuşkusuz sendikaların büyük çoğunluğunun ve konfederasyon merkezlerinin neredeyse tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde bulunması ve sendikalarda örgütlü bulunan az sayıda işçi kitlesinin örgütsüz milyonlar karşısında bir “azınlık” olarak görülmesinin yarattığı diğer olumsuzluklardır. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, işçiler yine de kendi örgütlerine sırtlarını dönmemekte, sendikalarının çağrılarına sınırlı da olsa yanıt vermekte ve mücadeleci tutumları desteklemektedir.
Sendikal mücadelenin, sendikaların işçiler arasında tartışılmasının, işçilerin gidişata müdahale etmesinin sendikal bürokrasi tarafından ya engellendiği ya da sınırlandığı bir çerçevede yürütülmek istenmesi kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Bu durumun devam etmesi karşısında sessiz kalan, sendikal politikaların oluşması ve yürütülmesinde işçilerin inisiyatifini dışlayan, sendikal hareketin sorunları ve çözümleri üzerinde fikir ve eylem birliği yapamayan işçiler ve sınıftan yana sendikacıların sadece “güzel şeyler söyleyen” durumuna düşmeleri kaçınılmazdır.
Ulusal ve uluslararası sermayenin giderek yoğunlaşan saldırılarına karşı mücadele edebilmek; sağlam bir örgütlülüğü, militan bir tutumu ve işçi sınıfına ve mücadelesine inancını yitirmemiş olanların daha somut adımlar atmasını gerektirmektedir. Bu yapılabildiği oranda sendikal bürokrasi geriletilebilecek, sendikalar gerçek birer işçi örgütü olarak mücadeleci kimliklerini yeniden kazanacak ve sınıf mücadelesini işçiler cephesinden güçlendiren araçlar haline gelebilecektir.

Kaz Dağları’nda siyanürlü altın karşıtı mücadele ve sınıf partisi

1-    KAZ DAĞLARI’NIN TARİHSEL, EKOLOJİK VE EKONOMİK ÖNEMİ
Ülkemiz kelimenin tam anlamı ile bir “altına hücum” sürecinden geçiyor. Bergama köylülerinin siyanürlü altın karşıtı direnişini, devlet-şirket işbirliği ile tezgâhlanan bir psikolojik harp hamlesi ile sönümlendirenler, Bergama kapısı açıldıktan sonra ülkemizin dört bir yanında altın madenciliği için çalışmaları başlattılar.
2004 yılında Dünya Çevre gününde yürürlüğe sokulan Maden Yasası’nın ardından, ülkemizde  sadece Batı Anadolu’da 100.000 km²’lik bir alan olmak üzere toplam 155.000 km²’lik bir alanda yabancı şirketlere maden ruhsatı verilmiştir. Bu alan mücavir alanlarla birlikte 450.000 km²’ye kadar çıkmaktadır. Yani ülke yüzölçümünün yaklaşık yarısı 99 yıllığına yabancı çok uluslu şirketlere kiraya verilmiştir.
Bu büyük talan ve yıkımın yöneldiği en önemli yörelerimizden birisi de Kaz Dağları’dır. Kaz Dağları, Balıkesir ile Çanakkale illeri içerisinde yer alır. Endemik, jeolojik, kültürel, mitolojik ve arkeolojik açıdan dünyanın en değerli bölgelerinden birisidir. Kaz Dağları’nın Edremit Körfezi’ne bakan 21 bin 300 hektarlık kısmı, 1993 yılında Milli Park ilan edilmiştir. Antik çağda “Bin pınarlı İda” da denilen Kaz Dağları önemli bir su zenginliğine de sahiptir. DSİ verilerine göre, Kaz Dağları, yılda 1.3 milyar metreküplük su verimliliğiyle yüzlerce dereyi ve su kaynağını beslemektedir. Su fakiri bir ülke olan Türkiye’de ve küresel ısınmanın su kaynaklarının önemini kat be kat arttırdığı günümüzde bu miktar çok önemli bir potansiyeldir.
Kazdağı, yer şekli olarak bir dağ olmasının yanı sıra çevresinde yer alan diğer dağlar, platolar ve ovalarla birlikte doğal-coğrafi özelliklerin bir bütünlük gösterdiği yöre kavramıyla değerlendirildiğinde (ki doğrusu budur), 380 000 hektarlık bir alanı kapsar. Yani, Kaz Dağları aslında bir jeolojik sistemin adıdır. Edremit Körfezi, Bayramiç, Yenice ve Ezine ovaları da Kaz Dağları’nın içindedir. Kaz Dağları işte bu geniş bölgede yerüstü ve yer altı su kaynaklarını oluşturan, besleyen ve onların sürekliliğini sağlayan, barındırdığı bitkilerle, hayvanlarla, temiz havasıyla ve sularıyla can verdiği tarım alanlarıyla yüzyıllardır tüm yörenin yaşam kaynağı olmuştur.
Bölgedeki 258.190 hektarı bulan orman örtüsü, çağımızın en önemli sorunlarından  küresel ısınmanın nedeni olan fazla karbondioksiti emerek (516 380 ton CO2/yıl) küresel ısınmanın olumsuz etkilerini azaltır. Fotosentez sonucu üretilen oksijen (375 400 ton O2/yıl) ise yöreyi oksijen bolluğu açısından dünyanın en zengin yerlerinden biri haline getirmektedir. Kaz Dağları, İsviçre Alplerinden sonra dünyada en fazla oksijen üreten yer olarak da bilinir.
Kaz Dağı Yöresi, barındırdığı bitki ve hayvan topluluklarıyla Anadolu’nun en önemli sığınaklarından birini oluşturmaktadır. İçerdiği 82 nadir bitki türünden 37 tanesi sadece Kaz Dağı’na özgüdür ve burası aynı zamanda kuşların ikincil göç yollarından biridir. Kaz Dağları, zengin biyolojik çeşitliliği nedeniyle uluslararası değerlendirme ölçütlerine göre, “Önemli Bitki Alanı ve Önemli Doğa Alanı” olarak kabul edilmiştir.
Kaz Dağları aynı zamanda mitolojik bir dağdır. Mitolojide “Bin Pınarlı İda Dağları” olarak da bilinir. İnsanların tanrı, tanrıların insan olduğu dönemde, Kaz Dağları, çok güzel oldukları için tanrıların yaşadıkları yer olarak geçer. Kaz Dağları’nda altın olduğu binlerce yıldan beri bilinmektedir. Hatta Truva savaşları, Helen’i kurtarma bahanesi ile bu zenginliklere göz dikenler yüzünden olmuştur.

2-    KAZ DAĞLARINDA YAPILMAK İSTENEN ALTIN MADENCİLİĞİNİN TARİHÇESİ
Türkiye’deki ilk altın madeni girişimi 1993 yılında Balıkesir Havran’da oldu. O dönem gerek yöre halkının tepkisi, gerekse bu mücadelelerin bir parçası olmak üzere, TBMM’de çıkarılan Zeytin Yasası bu girişimi püskürttü. Aradan 13 yıl geçtikten sonra, bu sefer hem Havran’da, hem de Kaz Dağları’nın birçok yerinde yeniden altın madenciliği gündeme geldi.
2007 yılında madencilik çalışmalarına karşı yoğun bir kamuoyu tepkisi gelişti. Bu süreçte hem yörede, hem ülkenin diğer bölgelerinde tepkilerin artması, basında birçok köşe yazarının Kaz Dağları’ndaki altın işletmeciliğini köşelerine taşıması hükümete geri adım attırdı. Altın madenine karşı çıkanların ardında “dış güçler var” bildik yalanı ortaya atan zamanın Bakanı Hilmi Güler, tepkiler genişleyince, “halka rağmen bir şey yapılamayacağını” açıklamak zorunda kaldı. Hükümet ve şirketlerin ortak kararı ile tepkilerin azalmasını beklemek için sondajların ve diğer çalışmaların en alt seviyeye indirildiği bir sürece girildi.
Sonuçta, aradan geçen 2-3 yılın ardından bu tepkilerin ‘kabul edilebilir’ düzeye indiğine kanaat getirmiş olacaklar ki, yeniden yoğun bir şekilde sondajlara ve diğer maden faaliyetlerine başladılar.
Kaz Dağları yöresinde, Cominco, Tüprag, Alamos Gold ve onların taşeron şirketleri tarafından maden arama faaliyetleri kapsamında, başta Çan-Söğütalan/ Bardakçılar/Halilağa/Hacıbekirler, Bayramiç-Muratlar/Karıncalı/Zeytinli/Kuşçayırı, Çanakkale-Kirazlı, Ayvacık-Bahçedere köylerinde ve daha birçok sahada sondaj faaliyetleri devam ediyor. Genellikle tarımla geçinen bölge halkının bilgisi ve onayı olmadan, Ayvalık, Edremit Körfezi ile Balıkesir Kaz Dağları Milli Parkı alanında, Çanakkale Merkez Dardanos-İntepe’de, Bayramiç, Çan ve Ayvacık ilçelerinde, Kaz Dağları ve eteklerinde çok sayıda işletme ruhsatı verildiği bilinmektedir. Oksijen deposu, biyolojik çeşitlilik alanı, uluslararası bilimsel projelerin uygulandığı gen kaynağı, Balıkesir-Erdek-Çanakkale-Edremit Körfezi-Ayvalık hattında yaşayan halkın içme, kullanma ve tarımsal sulama suyu kaynağı olan Kaz Dağları, eğer bu vahşi madencilik saldırısına engel olunamazsa, yok olacaktır. (EK1: Kaz Dağlarında altın madeni işletilmek istenen yerlerin haritası)

ALTIN MADENCİLİĞİNİN KAZ DAĞLARINA VE YÖREYE ETKİLERİ NE OLACAK?
Bu son söylediklerimiz, altı boş, soyut bir söylem değildir. Yıllardır yörede incelemelerde bulunan, bilimsel araştırmalara imza atan bilim insanlarının ortaya koyduğu bilimsel tespitler bu gerçeğe işaret etmektedir.
Çevresel etkileri açısından altın işletmelerinin olumsuzlukları aşağıda özetlenmiştir:
1- Doğal yerleşik ve endemik türlerin yok edilmesi,
2- Maden çevresinde ekolojinin olumsuz yönde etkilenerek bozulması,
3- Arazi kullanım kapasitesinin azalması, çevre arazilerin gözle fark edilebilecek düzeyde ekonomik kayba uğraması,
4-Rehabilitasyon, kapama, ve saha düzeltme çalışmalarının yapılıp yapılamayacağı hususunun her zaman belirsizlik taşıması,
5- Proses atıklarının etkilerinin minimizasyonunda ve atık minimizasyonu prensiplerine uyulmamasının oluşturacağı olumsuzluklar,
6- Katı, sıvı ve gaz atıkların olumsuz etkileri yanı sıra işletme sonrası gözlemlenen kalıntıların ve harabe görüntüsünün yarattığı estetik kayıplar,
7- Hava kirletici emisyonlar,
8- Yer altı sularında kalite düşüşü ve/veya kirlilik artışı,
9- Tehlikeli ve zararlı kimyasalların yarattığı riskler,
10- Tehlikeli ve zararlı kimyasalların taşıma, depolama ve kazalar sonucu ortaya çıkartacağı sorunların taşıdığı yüksek riskler,
11- Gürültü ve radyasyon,
12- İşyeri ve işçi sağlığı açısından oluşacak riskler,
13- Kültürel varlıklara, arkeolojik ve tarihi yerlere olan olumsuz etkiler,
14- İşletme bölgesinde ve çevrede yaşayanların sağlık problemleri.
SİYANÜRÜN SAĞLIĞA ETKİSİ
İçilen su ile, solunan hava ile ya da deriden siyanür geçişi olabilir. Bu olay gerçekleştiği taktirde;
*  Solunum merkezini baskılar,
*  Hücrelerde solunum enzimlerini baskılar,
*  Kısa süreli yüksek doz, sinir, solunum, dolaşım sistemini etkilemektedir.
*  Uzun süreli düşük doz, ruhsal dengede bozulma, iştahsızlık, guatra neden olur.
* İnsan için öldürücü doz 1mg/kg (beden ağırlığı) kadar olup, solunan havadaki 100-300 ppm siyanür öldürücü etki yapmaktadır. (Prof. Dr. Kenan Kaynaş)
*Uzun dönemde ise, siyanür zehirlenmesinin insan bedeninde saptanması neredeyse olanaksızdır.
Kaz Dağları yöresi 1. derece deprem bölgesindedir. Bölgede halen diri olan ve büyük ölçekte deprem üretmesi muhtemel olan faylar mevcuttur. Maden işletilip, alan atık barajları ile terk edildiğinde, hem deprem riski sürecek, hem de yörede tüm canlılar için ölümcül hastalıklar yüzlerce yıl etkisini sürdürecektir. (Prof. Dr. Kenan Kaynaş)

KAZ DAĞI YÖRESİNDE ALTIN MADENİ İŞLETMECİLİĞİ BAŞLARSA…
* 2.5 milyar ton kayaç ve toprak işlenecek,
* Yaklaşık 400.000 ton siyanür kullanılacak,
* 2.580.000 da orman alanı ve başta 10 milyon adet zeytin ağacı olmak üzere tüm bitkisel üretim olumsuz etkilenecek.
Toprak yenilenemez ve sınırlı bir doğal kaynaktır. Toprak kirlenmesi fiziksel, kimyasal ve biyolojik bileşiminin olumsuz yönde değişmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu kirlilikte en önemli özellik; kirlenmenin uzun zaman kalıcı olması, hava ve sudaki kirlenmeye göre temizlenmesi en zor olan, hatta ağır metallerle kirlenmişse pratik olarak temizlenmesi mümkün olmamasıdır. Ağır metaller (çinko, bakır, demir, mangan, molibden, kobalt, kurşun, kadmiyum, cıva, krom) toprağın kimyasal ve biyolojik özelliklerini bozduğu gibi, en önemli potansiyel zararları bitkiler ve bu bitkilerden yararlanan hayvanlar ve insanlarda görünmektedir.

EKONOMİK ETKİLERİ NE OLACAK?
Akdeniz ile Karadeniz iklimleri arasında bir geçiş bölgesi özelliğini taşıyan Kaz Dağı yöresi, sahip olduğu fiziki coğrafya ve buna bağlı olarak da iklim koşulları sayesinde, doğal bitki örtüsü ve tarımsal etkinlikler açısından çevreye göre daha zengin olmasını sağlamaktadır. Bu yüzden, tıpkı antik çağlarda olduğu gibi, bugün de burada tarım oldukça önemli bir yer tutar. Bölge nüfusunun yaklaşık % 50’si tarımla geçinmektedir.
Yöredeki tarımla uğraşan %50’lik nüfus, direkt olarak bitkiler ve hayvanlar olarak isimlendirdiğimiz canlılarla uğraşmakta ve insanların gereksinimlerini karşılamaktadırlar.
Bunların üretkenlikleri, uygun iklim koşulları, toprakların verimliliği, suyun kalitesi ve yeterliliğine bağlıdır. Üretimin ekonomik değeri ise, ürün miktarı kadar ürünün kalitesiyle de yakın ilişkilidir ve bu bağlamda doğal çevrenin etkisi yadsınamaz. Dolayısıyla toprak, su ve havaya zarar vermeden sürdürülebilir üretim önem kazanmaktadır.

KAZ DAĞLARI’NDA TOPLAM YILLIK TARIMSAL ÜRETİM DEĞERİ
2007 yılı birim fiyatları ile aşağıdaki gibidir:
Bitkisel üretim, 4.345 milyar $’dır.
Hayvansal üretim, 2.550 Milyar $’dır.
Toplam tarımsal üretim ise, 6.895 milyar $’dır.
Bu hesaplamalarda, bitki (ağaç, fidan, tohum ) ve hayvan varlığı hariç tutulmuştur.
Aynı şekilde, hesaplamalarda, minimal işleme ile yaratılacak katma değer de hariç tutulmuştur.
Itri ve tıbbi bitkilerin değerleriyle su ürünlerinin değerleri yine hesaplamaya katılmamıştır.
Bu yöredeki tarımsal üretimin parasal değeri yanında yörede yarattığı istihdam, sosyal değerler ve kültürel yaşama sağladığı katkı unutulmamalıdır.
Yöredeki maden işletmelerinin açılması ile toplam 1 600 kişiye iş olanağı sağlanacağı ifade edilmektedir (G.Önal, 2004). Oysa Çanakkale’de nüfusun %56’sı (261.610 kişi), Balıkesir’de ise %46’sı (495.000 kişi) tarımla uğraşmakta ve geçimini tarımdan sağlamaktadır.
Kaz Dağı yöresi altın rezervinin 338 ton olacağı ve ülke ekonomisine 5 milyar dolar kaynak aktarılacağı bildirilmektedir. Bu yöredeki tarımsal üretimin yıllık parasal değeri ise 6.895 milyar dolardır! Görülüyor ki, atılan taş kuşları ürkütmeye değmiyor !!
“Kazanç özelleştiriliyor, risk kamulaştırılıyor !!”

3-    MÜCADELEDE SINIF PARTİSİNİN YERİ VE ROLÜ
İkinci bir Bergama köylü hareketi yaratılabilir mi? Önümüzdeki günlerde gelişecek ve sertleşecek direnişe sınıf parti nasıl hazırlanabilir?
Kaz Dağları’ndaki talanı ve doğa tahribatını önleyebilecek tek güç, öznesini yöre halkının oluşturduğu halk direnişidir. Açılan/açılacak olan davalardan, TBMM’deki muhalefetin karşı çıkışlarından medet ummak, mücadele sürecini bunlara endekslemek, aslında hiçbir şey yapmamakla aynı anlama gelecektir.
Peki, burada bir halk hareketi, kitlesel bir köylü direnişi, ikinci bir Bergama köylü hareketi yaratılabilir mi? Bunun koşulları vardır. Altın işletmeciliği yapılmak istenen yörelerdeki köylülerin hemen tamamı bu işletmeciliğe karşıdır. Elmalı köylüleri, Söğütalan köylüleri, Etili köylüleri, Bayramiç halkı ve diğerleri çeşitli eylem ve etkinliklerle altın madenini istemediklerini ortala koymuşlardır. Söğütalanlılar altıncı şirkete ÇED toplantısı yaptırmamış, Elmalı köylüleri yörelerine gelecek madencileri topraklarına sokmayacaklarını defalarca söylemişlerdir.
Köylülerin bu kararlılığını destekler biçimde, özellikle Çanakkale merkezli mücadele süreci de son dönemde önemli bir atılım göstermiştir. Gerek Çanakkale Çevre Platformu’nun (ÇEP) çalışmaları, gerek kent konseyinin konuya bakış açısı ve nihayetinde kent belediyesinin altın madenciliğine yaklaşımı mücadelenin geleceği açısından umutları tazelemektedir.
Çanakkale ÇEP’in son yıl içerisinde faaliyetlerini sıralayacak olursak…
1-    Mart 2011 yılında Çanakkale kent konseyiyle aktif olarak çalışmalara başlandı.
2-    Çanakkale’nin tek içme suyunu veren ATIKHİSAR barajında bir kır şenliği düzenlendi. Bununla kentte yaşayanların içtiği suyun altın arama çalışmalarında büyük bir zarar göreceği, sadece sularının değil soludukları havanın, toprağın büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu ve artık buna karşı bir mücadele başlatmaları gerektiği anlatıldı. Kentin büyük bir kısmı bu etkinliğe katıldı. Ve orada kentlinin biraz olsun “uykudan uyandırılması” başarıldı.
3-    Kentin her yıl barış temasını işlediği geleneksel Truva Festivali, 2011 yılında, “havada siyanür kokusu” sloganıyla, tam da var olan duruma uygun bir mesajla yola çıktı. Konsey’deki çevre meclisi içinde yer alan arkadaşlar, 3 adet panel düzenleyerek, süreci bilgisel anlamda beslediler. 3000 adet hazırlanmış bildiri bir hafta boyunca dağıtıldı. Bildiri dağıtımında olanlar ve olacaklar anlatıldı.
4-    Çanakkale Orman Müdürlüğü’nün kapatılması konusunda çevre meclisi olarak kente gelecek olan orman bakanını protesto etme kararı alındı. Basın açıklaması ve protesto etkinliği düzenlemenin doğru olmadığı, kent konseyinin tarafsız olduğunu vb. söylemleri üzerine protestolu basın açıklaması yapıldıktan sonra konseyle yollar ayrıldı. Ancak bu çalışmadan sonra da Çanakkale Çevre Platformu’nda mücadeleye devam edildi.
5-    Platform’un 2007 yılından beri var olduğu, ancak dönemsel bir pasiflik içinde olduğunun belirtilmesinin ardından, tüm enerji ve inançla platformun harekete geçirilmesine girişildi. Sondaj çalışmalarının yapıldığı köylere gitme kararı alındı.
6-    Platform çalışma gruplarına ayrılarak, kentte, köylerde ve kamuoyunda platformun varlığını göstermesi için iyi bir çalışma planı yapıldı.
7-    ÇED toplantısı yapılacak köye doğa gezisi adı altında, birkaç üniversiteden hocalar ve doğaseverlerle, önce o bölgedeki 22 köy muhtarını bilgilendirme toplantısı yapıldı. Ardından Söğütalan köyü halkıyla köy meydanında toplanarak, neler olduğu ve onları nasıl tehlikelerin beklediği tartışıldı. Köylüler, bu toplantının ardından, 2 gün sonra, altın madencilerine ÇED toplantısını yaptırmadığı gibi, tepkisini, sesini birçok yere duyurmayı sağladı.
8-    Bu zaman diliminde ayrıca köy çalışma grubu da sık sık köyleri ziyaret ederek, izin verilmemesi ve iyi bir direnişle buna engel olunabileceği konusunu işlemeyi sürdürdü.
9-    Kente hazırlanan imza metni 37 demokratik kitle örgütüne imzalatılarak, destekleri ve yükseltilen sese ses katmaları istendi.
10-     Bayramiç ilçesinde, baro da harekete geçirilerek, ortak bir panel düzenlendi. Panele köylerden köylülerin de getirilmeleri ve süreç hakkında bilgilendirilmeleri sağlandı.
11-     Kazdağı’nı ve bölgeyi tehdit eden sadece siyanürlü altın değildir. Son yıllarda Çanakkale’nin kuzeyine kurulmaya çalışılan ve çoğunluğu linyitle çalışan ve 5 bin megavata varan termik santraller ile çimento fabrikaları da insana ve doğaya yönelik ciddi tehditler durumundadır. Termik santrallerin ve çimento fabrikalarının bacasından çıkan gazlar ve küller havayı kirletecek, oluşturacağı asit yağmurları ile de suları tarım alanlarını ve Kazdağı’nı ormanları yok edecektir. Platform, buna yönelik olarak da bölgede bilgilendirme ve eylemlilik sürecini işletmektedir.
12-     Bu arada, gerekli bakanlıklara, hem altın arama, hem de var olan Çan termik santralinin büyütülmesinin doğru olmadığını belirten imzalı dilekçeler gönderildi.
13-     Ayrıca Türkiye’de benzeri çevre tahribatıyla karşı karşıya kalan birçok yere basın açıklamalarıyla destekte bulunuldu. Ayrıca Gerze Mitingi’ne platform olarak katılındı.
14-    3 Aralık 2011’de platformun şehir grubunun ciddi bir çalışması sayesinde geniş katılımlı bir panel düzenlendi. Ve artık kentli “ne gerekiyorsa yapalım” deme eğilimi göstermeye ve mücadelenin gerekliliğine inanmaya başladı.
15-    4 Aralık 2011’de Hayat TV “Çepeçevre Yaşam programı”yla 2 adet açık kimya işletmesinin ve yoğun birer sondaj çalışmasının yapıldığı Ağı Dağı’na gidildi ve orada köylülerle birlikte röportajlar yapıldı.
16-    14 Aralık 2011 tarihinde merkezde ve ilçelerde kitlesel basın açıklaması yapıldı.
17-    17 Aralık 2011’de Karabiga’da hem altını hem termiği konu alacak bir miting yapılması kararı alındı.
Ayrıca, Ocak ayı içerisinde hukukun ekoloji mücadelesindeki yeri ve etkisinin yanı sıra, yaklaşık 10 yıldır çevre mücadelesine büyük zarar veren ve her fırsatta yinelenen “Alman vakıfları-dış güçler” yalanının teşhir eden “Kuyudaki Taş- Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” adlı kitapla ilgi bir söyleşi gerçekleştirilecek. Çepeçevre Yaşam, yine Ocak ayı içerisinde, Gökçeada’daki altın madeni ve buna karşı mücadele ile ilgili bir program hazırlığı içerisinde.
Kaz Dağları yöresindeki altın karşıtı direnişin ivme kazanmasında ve gelişme potansiyeli taşımasında sınıf partisinin özellikle Çanakkale ÇEP içindeki etkinliğinin önemli payı vardır. Partililer çalışmalarda aktif olarak yer almaktadır.
İşçi basını ve Hayat TV, yöredeki mücadeleyi yansıtma ve bir anlamda da yönlendirme noktasında üzerine düşeni yapmaktadır diyebiliriz. Her gelişme, her eylem ve etkinlik haberleştirilirken, “Çepeçevre Yaşam” programı da daha önceki yıllarda yaptığı birçok Kazdağı programına, geçtiğimiz günlerde bir yenisini eklemiştir. Çekimler Çanakkale merkezin yanı sıra, Çan Etili ve Söğütalan köylerinde yapılmıştır. Bu çekimlerden bir gün önce Çanakkale Merkezde gerçekleştirilen ve önemli sayıda Çanakkaleli ve köylünün izlediği panelde program sunucuları da panelist olarak yer almış ve çekimler yapılmıştır.
Kapitalist sistemin hem izin verdiği hem de seyirci kaldığı çevre felaketlerinin insanlık için yakın tehlike, yakın tehdit içerdiği bilinmelidir. Doğanın kendisini yenileme sürecinin yüzyılları aldığı düşünülürse, çevre tahribatlarının genel ve evrensel bir tehdit barındırdığını söylemek zorundayız.
Meksika Körfezi’nden Somali’ye, kutuplardan Ekvator’a, Fırtına Deresi’nden Kazdağı’na, okyanuslardan karalara kadar birçok yer yok edilmeyle karşı karşıya.
Tüm tehlikelerin arkasında büyük sermaye var; ve hükümetler, Birleşmiş Milletler gibi örgütler kapitalist sermayenin safında hayatı yok ediyorlar.
Bu çerçevede mücadele veren tüm yerel ulusal güçleri birleştirecek bir çalışmaya ihtiyaç büyüktür ve böyle bir çalışmanın sınıf partisinin aktif katkısı ve öncülüğünü gereksindiği açıktır.
Genişleyip genelleşerek her gün karşımıza çıktığı için yaşadığımız çevre tahribatı sorunu, toplumsal sorunlarla birleşmiş durumdadır. İnsan hakları sorunundan bağımsızlık sorununa, demokrasi sorunlarından emek sorunlarına, beslenme sorunundan kentleşme, istihdam sorununa kadar, tümüyle ilişkili hale gelmiştir. Neredeyse her slogan, her manşet çevre sorunlarının bir alt başlığı olarak şekillenmekte ve tehdidin yakın bir tehdit olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, toplumun ve ülkelerin temel taleplerinin yanına çevreye yönelik taleplerinin de eklenmesi zorunluluktur.
Bu çerçevede gerek HDK’nın ortayla koyduğu ortak mücadele platformu, gerekse önümüzdeki ay İstanbul’da gerçekleştirilecek olan STHP tarafından örgütlenen toplantı önemlidir. Bu toplantıların diğer iller ve mücadeleci çevre örgütleri tarafından da, eğer olanaklı ise, periyodik zaman aralıkları ile (örneğin 3 ayda bir gibi) örgütlenmesi yerinde olacaktır; buradan açılacak bilgi ve iletişim kanalının, bir süre sonra mücadele ve eylem birlikteliğine dönüşebilme potansiyeli taşıdığını öngörüyoruz. Bunun için, sınıf partisinin, EGEÇEP, Çanakkale ÇEP, Erzin Çevre Platformu gibi halkçı çevre platformlarının yukarıdaki hedefe odaklı bir çalışmayı gündemine almasına yardımcı olması herhalde gereklidir. EGEÇEP’in geçtiğimiz aylarda aldığı buna benzer bir kararı zaten bulunmaktadır.
HDK’nın mücadeleyi birleştirici ve kitleselleştirici özünü değerlendirmek için daha çok çaba göstermek zorunda olunduğu ortadadır. Çevrenin savunulması mücadelesinin yürütüldüğü alanlarda HDK’nın mücadele perspektifini kavratmaya çalışmanın yanı sıra, kuşkusuz uygun eylem ve etkinlikler de düşünülmeli ve çevre mücadelesiyle kapitalizme karşı mücadelenin yanı sıra demokrasi mücadelesinin de bağı kurularak HDK’nın örgütlenmesi için inisiyatif alınmalıdır.

NOT: Yazıda Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Kenan Kaynaş’ın bilimsel çalışmalarından yararlanılmıştır.

Revizyonizm olgusu üzerine düşünceler*

Bilimsel sosyalizmin temelleri iki adımda atılmıştır. Marx ve Engels, tarihin yasa olarak işleyen itici güçlerine dair teoriyi; yani üretici güçler, üretim araçları ve üretim ilişkilerinin diyalektiğini geliştirdiler ve bunların, sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelelerinde ortaya çıkan siyasi ifadesini tanımladılar. Evrensel bir materyalist diyalektiğin programını ortaya koydular. Ardından, bu bilgilerden gereken siyasal sonucu çıkararak, sınıfsız toplum perspektifini, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin içeriği olarak belirlediler.
Emperyalist büyük güçlerin ortaya çıkması ve bunların birbiriyle rekabete girmesiyle aynı döneme denk düşen ve I. Dünya Savaşı’na yol açan kapitalizmin genel krizinin başlangıcı, bilimsel sosyalizmin gelişimindeki ikinci aşamaya geçişi belirler. Bu aşama, temel formülasyonuna, Lenin’in teorik çalışmalarında ve siyasal strateji yazılarında kavuştu. Karakteristik özelliği ise, genel teorik anlayışların, siyasal pratiğin Marx ve Engels’in öğretilerine dolaysız yansıtılmasıyla ve tersinden, Marx ve Engels’in öğretilerinin siyasal pratiğe dolaysız yansıtılmasıyla elde edilmesidir. Marx ve Engels’te politik ekonominin karmaşık eleştirisi üzerinden açıklanan teori ve pratiğin birliği, ifadesini artık, teorinin yön verdiği pratik olarak, doğrudan politik eylemde bulmaktadır.
Bu geçişi, Lenin (ve ondan hareketle de Antonio Gramsci) gerçekleştirmiştir; dolayısıyla Togliatti, bu nedenle haklı olarak, “Gamsci’nin Leninizmi”nden söz edebilmiştir. Ve işte bundan dolayı, Leninizm, haklı sebeple, bilimsel sosyalizmin, gelişim tarihi açısından bağımsız bir unsuru olarak anılmaktadır. Bolşeviklerin siyasi iktidar mücadelesi ile birlikte, Marx ve Engels’in saptadığı “felsefenin hayata geçirilmesi” yoluyla “felsefenin ortadan kaldırılması” (yani genel teori), Ekim Devrimi’nde ilk kez başarıyla ortaya konan tarihsel bir süreç haline gelmiştir.

SOSYAL DEMOKRASİNİN İFLASI
İktidar sorununun tam da bu belirleyici noktasında, işçi sınıfının siyasi örgütü, yani sosyal demokrasi, iflas etmişti. “Baş temsilcisi eski Marksist Karl Kautsky’nin şahsında vücut bulan çağdaş oportünizm, sınıf mücadelesini, burjuva ilişkileriyle sınırlı bir alanda tasvip eder.” (Lenin, Eserler [LE], cilt 25, sf. 425, [Alm]) Burjuva demokrasisinin anayasal zemini varlığını sürdürür; bu da, burjuvazinin egemenliğinin devam ettiği anlamına gelir. Sosyal demokratlar, iktidarın el değiştirmesi sorunu karşısında geri adım atarlar ve böylece emperyalist siyasetin hayata geçirilmesinde yardımcı konumuna gelirler. Sosyal demokratların kapitalistlerin hedeflerine uyum sağlamaları, zincirleme olarak, 1914’te savaş kredilerine verilen onaydan, Yugoslavya’nın parçalanmasına ve bugün Afganistan’a asker gönderilmesine onay vermeye kadar uzanır.
Lenin, Kızıl Ekim arifesindeki haftalarda kaleme aldığı “Devlet ve Devrim”de, yalnızca sosyalizme devrimci geçişin başlıca özelliklerini değil, tersine sosyalist bir toplumun inşası için atılacak ilk adımların temel koşullarını da tanımlamıştır. “Devlet ve Devrim”, sosyalist teorinin nasıl pratiğe dönüştüğünü anlamak için anahtar bir metindir.
Lenin, Marx ve Engels’le örtüşen bir şekilde ve en küçük tereddüde yer bırakmadan, komünist topluma götürecek devlet biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğunu; yani inşa sürecindeki sosyalizmin demokrasisi olduğunu ve bu sürecin devletin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacağını ortaya koydu. Bu anlayışa göre, her devlet, bir sınıfın egemenlik düzenidir. Burjuva demokrasisi burjuvazinin diktatörlüğüdür; sosyalist demokrasi de proletaryanın diktatörlüğüdür. Bu kavramın, Hitler, Franco ve Pinochet tipi diktatörlüklerle hiçbir ortak yönü yoktur. Bunları birbirine karıştıranların yaptığı, entelektüel aldatmadır.
Lenin, sosyal demokratları, özellikle de Kautsky’yi işte tam da bunu yapmakla; kapitalist burjuva toplumuna uyum sağlayışlarını, Marksist lügati bozuşturarak örtbas etmekle suçladı. Bu yöntemi iyi biliriz! Fransız Devrimi’nden Marksizmin diline geçen bütün o büyük sözcükler ters yüz edilir: Sınıf egemenliği, sömürü ve kâr kastedildiğinde, özgürlük, kendi kaderini tayin, insan hakları gibi kavramlar öne sürülür. Kavramları manipüle edenler, insanların düşüncelerini ilhak etmektedir.
Lenin, yaşamı boyunca teorinin berraklığı ve kirlenmemesi için mücadele etti. “Ne Yapmalı?”dan (1901), “Materyalizm ve Ampiriyokritisizm”e (1908) ve “Devlet ve Devrim”e (1917) dek, siyasi çizgi ve örgütsel görevler uğruna hep yeniden verdiği kavgayı, komünistlerin eylemlerine rehber edindikleri kavramların kesin ve açık hale getirilmesi yoluyla yürüttü. Tek tek sorunlardaki fikir ayrılıklarını pratikte gidermek mümkündür. İlkeler içinse, kavga vermek gerekir. Lenin, “Ne Yapmalı?”nın önsözünde bu konuya eğilir: “Sorunların çözümüne dair görüş farklılıklarının, tek tek sorunlardaki anlaşmazlıklardan öte, çok daha ciddi biçimde, Rus sosyal demokrat hareket içindeki iki akımın temel karşıtlığıyla açıklanması gerektiği açıkça ortaya çıktı… Politik ajitasyonun niteliği ve içeriğine ilişkin görüşlerimizin açıklanması, trade-unioncu politika ile sosyal demokrat politika arasındaki farklılığın açıklanmasına; örgütlenme görevleri konusundaki görüşlerin açıklanması ise, ekonomistleri tatmin eden amatörlükle bizce ihtiyaç bulunan devrimcilerin örgütü arasındaki farkın açıklanmasına dönüştü.” (Lenin Eserler, cilt 5, sf. 358 vd, [Alm])
Pratik çizgi için teorik rehberlerin, dolaysız olarak, politik eylem halinde alınacak kararların bağrından doğuşunu, burada apaçık görmek mümkün. Teori, dışarıdan pratiğe taşınmamakta ve deyim yerindeyse “siyasi danışmanlık” olarak kafadan oluşturulmamakta; tersine, tekil olaylara genelin ufkuyla bakıldığında, politik pratikten doğmaktadır. Kavramlarda belirsizlik ve görüşlerde bulanıklık, komünistlerin politik mücadele cephesinin kırılabileceği zayıf halkalardır. Marx ve Engels bu nedenle program eleştirilerini (Gotha Programı’nın Eleştirisi, Erfurt Programı’nın Eleştirisi) yazdılar. Engels, Anti-Dühring’i bu göreve adadı. Bu örnekler, revizyonizmle mücadelenin teori cephesinde yürütülmesi gerektiğini gösteriyor.
Sosyal demokrat partilerin 1914’te programsal enternasyonalizmlerine ihanetleri apansız olmadı. Sosyalistlerin, parlamenter demokrasi sisteminde elde ettikleri başarılar, seçimlerde elde ettikleri oy artışları ve buna bağlı olarak parlamentolarda güçlenen temsilleri; devrimci bir hareketin, burjuva toplumun anayasal düzenine ve onun sınıf devletine karşı yaklaşımının ne olması gerektiği sorusunu ortaya çıkardı. Marx ve Lassalle arasındaki karşıtlık, işçi sınıfının partisinde belirleyici bir rol oynamaya başladı. Sosyalistlerin parlamenter yasama sürecine dâhil edilmeleri –her ne kadar egemenliğe gerçek anlamda bir katılımdan uzak tutulan bir azınlık olarak da olsa–, var olan toplumun biçimlendirilmesine katılmak yoluyla toplumsal yapıda bir değişiklik sağlamanın mümkün olduğu illüzyonuna yol açtı. İktidarın devrim yoluyla ele geçirilmesi hedefinin yerine, adım adım reformizmin pratiği geçirildi. Kapitalizmin düzeltilebilirliğine dair illüzyon, işçi sınıfınca, üretici güçlerin hızlı gelişimi çerçevesinde, işverenlerden mücadeleyle koparılabilen ek maddi kazanımlarla da pekişti. Yükseliş dönemlerinde kapitalistler, sayelerinde iktidarlarını güvence altına alabilecekleri tavizler vermeye daima hazırdır.
Kuşkusuz burjuva toplumun bütün alanları, komünistlerin mücadele ettikleri ve kendilerini kanıtlamak zorunda oldukları mücadele alanlarıdır. Reformcu pratiğin dışında bir pratiğin mümkün olmadığı alanlar vardır; örneğin yerel ve bölgesel yönetim politikaları, ücret ve emek talepli mücadeleler, eğitim sistemi. Böylesi alanlarda, öncelikle, varolan düzen ve onun egemenlik ilişkileri temelinde verilmesi gereken bir mücadele söz konusudur. Komünistler de, burjuva toplumunun sınırları içinde birçok iyileştirmelerin elde edilmesine çabalarlar. Ancak reformistlerle aralarındaki fark, ulaşılabilecek bu hedefleri, sosyalizm yolunda varılan ara duraklar olarak görmeleri ve reformların gerçekleşmesi halinde de yeni biçimler altında varlığını sürdüren toplumsal çelişkileri kavramalarıdır. Kendilerini reformların gerçekleştirilmesine bağlamadıkları ve görevlerini bundan menkul görmedikleri için, aksine varolan düzenin devrimci yoldan ortadan kaldırılmasını, faaliyetlerinin yalnızca söylem düzeyindeki içeriği olarak görmeyip pratiklerinin stratejisi haline getirdikleri için, komünisttirler.
Bu olağandır, ancak olağanlıkta muazzam sosyo-psikolojik ve örgütsel güçlükler saklıdır. Sosyo-psikolojik açıdan bakarsak: Toplumsal gelişimin devrimci olmayan dönemlerinde, pratik olarak güdülebilecek hedefler sadece reformcu hedeflerdir ve ancak reformların elde edilmesiyle başarılar kazanılır. Ütopyacılığa düşmek istemeyenler, bu ara durakları ciddiyetle siyasi iradesine katmak ve buralarda başarı deneyimleri peşine düşmek durumundadır. Bu durum, çevrenin uyum baskısıyla pekiştirilen, var olan düzene bir uyumu içerir. Reformun içeriği, bilinçte şimdilik ulaşılamayacak nihai hedefin önüne geçer. Süren reformlar sayesinde –deyim yerindeyse, birbiri üstüne eklenen bir reformlar süreciyle– yeni topluma ulaşılabileceği illüzyonu oluşur. Değişimlerin niceliğinden bir dönüşüm yoluyla yeni bir niteliğin oluşacağını öngören diyalektik yasa, göz ardı edilir. Devrim ile değişim karıştırılır. Buna bir de, bireysel olarak, egemen düzenin çeşitli fonksiyonlarına dahil edilme, dolayısıyla da egemen sistemle, ikincil bağımlılıklara girme eklenir. Bu, “işçi aristokrasisi”nin sınıf mücadelesinin dışına düşmesine yol açar. Sübjektif olarak bir ihanet şeklinde ortaya çıkan şey, objektif olarak, burjuva toplum koşullarında ve zemininde burjuva toplumuna karşı verilen mücadelenin barındırdığı çelişkinin bir sonucudur.
Örgütsel açıdan bakarsak: Legal bir komünist parti, burjuva toplumun anayasasına bağlıdır. Yerel yönetimlerden devlete değin, değişik düzeylerdeki parlamentolardaki fonksiyonları –ister istemez– var olan egemenlik sisteminin bir unsurudur. İngilizcedeki “her majestys opposition”  deyimi, parlamenter sistemdeki bu rolü ifade eder. Komünistler de kapitalist toplumun işleyişinde yer alır; ve sadece anarşistler bunun dışında kalabilecekleri illüzyonuna kapılırlar. Kapitalizmde burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişme, burjuvazinin hegemonyasıyla tanımlanmıştır. Bu hegemonyanın ortadan kaldırılması, kapitalizmin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Devrimci olmayan dönemde, devrimci parti, mevcut düzenin mekanizmasının bir halkasıdır. Devrimci olmayan protesto hareketlerini destekleyecek, devrimci olmayan muhalif örgütlerle ittifaka gidecek, burjuva toplumda iktidar mevzilerini ele geçirmeye çalışacaktır. Sanki devrimci bir dönüşüm hedeflemiyormuşçasına eylemde bulunmak zorundadır; ve bunu yaparken samimi olmalı, rol kesmemelidir.
Bu çelişkiyle nasıl başa çıkılacağını kavramak zordur. Bu soruna az sonra döneceğiz. Devrimci hedeflerden ve onlara denk düşen kavramlardan imtina etme, neredeyse zorunlu olarak bu çelişkili durumun sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun anlamı şudur: Komünistlerin eylemlerini ışığında düzenlemeleri gereken temel ilkelerin revize edilmesi gerekiyormuş gibi görünür. Politik olarak devrimci stratejinin yerini reformlarla sınırlanma aldığı yerde, teorik olarak revizyonizm oluşur. Yani, pratikten doğan ve peşinden yine pratik tutum biçimleri getiren bir teorik düşünme biçimi üzerinden. Lenin “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” vurgusunu yapmıştır. Revizyonizm, devrimci teoriyi değiştirerek, devrimci pratiği saf dışı bırakır. Reformcu pratik, en iyi durumda noktasal eylemlere indirgenmiş, kapitalizmin politikasına yardımcı olan oportünist bir stratejiye dönüşür. Sosyal demokrasinin 20. yüzyılda izlediği yol buydu. Komünistler buna karşı saf tutmuşlardır, ancak aynı objektif nedenlerden dolayı, her zaman, revizyonizm tarafından tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Revizyonizmle mücadele, asla son bulmayan teorik bir görev ve yükümlülüktür. Bu mücadele, teorik düzlemdeki sınıf mücadelesidir; burjuva ideolojilerin sızmasına karşı parti içinde verilen sınıf mücadelesidir. Revizyonistler partiye dışardan sızmış değillerdi ki, aksine başlarda iyi, hatta teorik bakımdan önder komünistlerdi; Bernstein ve Kautsky buna örnektir.

KAPİTALİZMDE KOMÜNİST PARTİLERİN REVİZYONİZMİ
Kavramlar bıçağa benzer; yararlı bir gereç de olabilirler, cinayet aleti de. Kavramlar, karmaşık olanı analitik olarak bileşenlerine ayırmak üzere, sorunun özünü ortaya çıkarmak üzere görüngülerinden soyutlamak için de kullanılabilirler. Ne var ki, artık gerekçelendirilemez hale gelen hükümlerde de bulunabilir ve kastedilenden farklı anlamlar yüklenebilirler. Kavramları manipüle ederek onlara farklı anlamlar yüklemek, revizyonizmin tipik özelliklerindendir. Ancak bu, altında yapısal sorunlar yatan dışsal bir özelliktir sadece. Bu nedenle, revizyonizm terimi ve bu terimde ifadesini bulan siyasi içerik hakkında birkaç çift laf etmek gerekir. Bu sözcüğü, polemik tartışmalarda, bir tür cinayet aleti olarak kullanmaya her zaman direndim (aynı şey karşıt sözcük Stalinizm için de geçerli). Revizyonizmin karakteristik özelliklerini, siyaset bilimsel bir kesinlikle nasıl tanımlamak gerekir? Daha önce söylediklerimi yineliyorum: Eğer verili düzende reformlar hedefleyen yönelim, yeni bir toplum düzenine dair devrimci hedefin önüne geçerse, nihayetinde bu hedef tümden gözden kaçırılır. Sınıf uzlaşıları, sınıf mücadelesinin önüne geçer. İşte bu, revizyonizm denilen şeyin özüdür. Terimi kelimenin taşıdığı tam anlamıyla ele almak gerekir. Latincede re-videre, –örneğin hataları görmek, eskiyeni elden geçirip değiştirmek üzere– yeniden bakmak, yeniden incelemek vb. anlamına gelir. Marksist analizin ögelerinin teorik ağırlığını değiştirmek, revizyonizmin çeşitli biçimlerinin içeriğini oluşturmuştur her zaman; Berstein ve Kautsky’den tutun da Buharin’e, Yugoslav pratik filozoflarından Avrupa komünistlerine dek.
Devrimci değişimlerin gerçekleşmiş bulunduğu koşullarda revizyonist bir pratiğin her ne kadar karşıdevrimci sonuçlara yol açması mümkün, hatta belki kaçınılmaz olsa dahi, revizyonist ile karşıdevrimci kavramlarını da birbirinden ayırmak istiyorum. Teoride revizyonistlerin hedefi, teorik öğretinin özgün taslağında değişiklikler yapmaktır yalnızca.
Bir revizyonun amacı, tüm anlayışın, gözden geçirilecek eserin tamamının bir kenara atılmasını içermez; revizyon gerektirdiği iddia edilen belirli bölümler ya da bakımlar söz konusudur her seferinde. Dikkat merkezinin yoğunlaştığı alan, revizyonist yazara göre değişir. Bu bakımdan revizyonizme karşı yürütülen genel polemikler, gerekçelendirmeleri açısından hedefini ıskalarlar, fazlasıyla genel kalırlar. Eğer bir öğretinin temel ilkeleri savunulacaksa, revizyonizmin her türünü ayrı ayrı çürütmek gerekir. Bu anlamda, genel revizyonizm kavramını, çeşitli türden alanlara bölmek istiyorum. Genel olarak şunu söylüyorum: Revizyonizm, Marksist eserlerin teorik unsurlarından oluşan bir kütlenin saklı tutulması suretiyle, Marksist teorinin (Marx, Engels, Lenin ve takipçilerinin) sistematik bağlamlarının değiştirilmesidir; ne var ki bu, siyasi pratiğin önemli (yani öze ilişkin) bir bölümünün değiştirilmesi sonucuna yol açmaktadır. Revizyonizm, ortaya çıkan yeni tarihsel-toplumsal durumlara uyum olarak doğar.
Buradan hareketle kabaca, revizyonist teori ve pratiğin şu gelişim alanlarını sıralamak mümkün:
Reformizm: Reformların birbiri üstüne eklenmesinin etkisine duyulan güvenle devrimci stratejilerden vazgeçme.
Politik eylem kategorilerinin tasfiyesi (sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının tarihsel misyonu, partinin öncü rolü vb.).
Ekonomizm, doğal bağıntının göz ardı edilmesi; üstyapının ve politik olanın görece bağımsızlığının rolünün göz ardı edilmesi, teknikçilik  vb.
Politik ekonomiye getirilen antropolojik yorum.
Sübjektivizm: Objektif koşulların, özellikle de ekonomik koşulların ve sınıf bilincinin oluşma koşullarının göz ardı edilmesi; bunun sonucunda siyasi eylemde kendiliğindencilik; “pratik-felsefesi” vb.
Burjuva demokrasisi anlayışlarının sosyalizme uyarlanması.
Burjuva dünya görüşüne ait kategorilerin Marksist teoriye sızması (felsefi revizyonizm).
Tarihsel ve siyasal olayların tarihsel-materyalist analizi yerine, bunların ahlaki değerlendirmesine öncelik verme (sosyal demokrat teori tarihindeki “idealin bakış açısı”).
Tarihsel olgulardaki değişikliklere atıfta bulunması, revizyonizme akla uygunluk görünümü vermekte. Çünkü tarihsel koşullar zaman içinde elbette değişmekte ve günümüzde bu değişiklikler birçok açıdan özellikle hızlı yaşanmaktadır. Son derece tarihsel bir bilim olarak Marksizm, teori yapısı itibarıyla “açık bir sistem”dir. Fakat, öze ilişkin özellikler ile görüngü biçimleri arasında ayırım yapar. Örneğin, sermaye birikimi kapitalizmin özüne aittir, sermaye oluşturma biçimi ise görüngü biçimlerindendir. Revizyonizm, ortaya çıkan yeni görüngülerin gözetilmesi değil, tersine, öze ilişkin değiştirilemez özelliklerin göz ardı edilmesidir.
Tarihteki belirleyici rolü, üretim ilişkilerinden alıp devlet yöneticilerinin psişik motiflerine tahsis ederseniz tarihsel materyalist kalamazsınız. Özelin mülkiyetine geçirdiği artı değeri, yani kârı yaratan mekanizmaları ortadan kaldırmadan sosyal eşitsizliği yok edemezsiniz. Buysa, bu mekanizmalar üzerine kurulu kapitalist sistemi ortadan kaldırmak gerektiği anlamına gelir. Bu örneklerle gösterilmek istenen şudur: Temelleri ve buradan doğan sonuçları sarsıp bozuşturmaya kalkanlar revizyonisttir.
Revizyonizm sıklıkla, Marksist teori unsurlarının alınıp farklı bir teorik bağlama oturtulmasıyla teşvik edilir. Burjuva, çoğunlukla da küçük burjuva teorik içerikler böylelikle, elektronik posta yoluyla bilgisayara bulaşan virüs misali, bilgi zengini ve özgün bir tarzda işlenmiş Marksist öğeler eşliğinde Marksist teoriye sızar. Fransız varoluşçuluğu, Frankfurt Okulu buna örnektir. Bir diğer örnek de, kaleme aldığı tarihsel eleştirel Marksizm sözlüğü ile (Leninizmsiz) bir Marksizm türünü tek başına temsil etme iddiasında bulunan Wolfgang Fritz Haug’un Marksizm yorumudur. Revizyonizm sık sık, parıldayan bir ütopya kisvesi altında saklanır: Sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün henüz geçiş sürecinde, komünizmin gerçekleştirilmesinin sonuçlarını talep eder; komünizmin inşasındaki (her çağın ve her toplumsal aşamanın varlık biçiminin çelişkileri altında kaçınılmaz olan) eksikliklere dair haklı eleştirileri komünizmin aleyhine yorumlar ve bunlardan revizyonist sonuçlar çıkarır. Bu sonuçlar ise, insan haklarının, burjuva özgürlüklerinin, parlamenter sistemde parti çeşitliliğinin kullanılmasında vb. gördüğümüz üzere, çoğunlukla yine burjuva değer yargılarını kıstas alır.
Ekim Devrimi’nden sonraki on yıllarda ve Sovyetler Birliği döneminde, özellikle de Çin Halk Cumhuriyeti ile karşı karşıya gelişte revizyonizm, toplumsal politik işlevinin yanı sıra bir de devlet politikası bileşenine sahip oldu. Emperyalizmin gücü –emperyalist ekonomiler arasındaki rekabetin dönemsel olarak geri plana çekilmesiyle– sistem çatışmasında yoğun bir şekilde kullanıldı: Askeri açıdan, sosyalist devletleri kuşatma stratejisiyle (NATO, SEATO); ekonomik açıdan çok çeşitli biçimlerde (ambargolar, dış mallara bağımlılık, ithalatın kredilendirilmesi), ideolojik olarak ise devreye tüm gücünü sokarak; sosyal demokrat partilerin ve sendikaların kapitalist egemenlik sistemine entegrasyonu, komünistlerin sosyal demokratlaştırılması ve bozuşturulması (Batıda Avrupa komünizmi, Doğuda Gulaş-komünizmi). Bunun yol açtığı sonuçlar, Sovyetler Birliği’nin 1990’da çöküşü sırasında ortaya çıktı.
Revizyonizm, doğası itibarıyla, kapitalist bir ortamın koşulları altında faaliyet sürdürdükleri sürece komünist partileri tehdit eden ve etkisi altına alan bir olgudur. Bu ortam, komünist partilerin taktiklerini sürekli olarak yeni ortaya çıkan gelişmelere uyarlamasını ve tutum almasını gerektirir. Komünist partiler kapitalist devletlerde tali fonksiyonlar elde edip, bunları yine varolan sistem çerçevesinde yerine getirmek zorunda olduklarında, reformist düşünce tarzının nasıl da kaçınılmaz bir etkide bulunduğundan söz etmiştik. Bu, halk için ilk başta büyük avantajlar getirebilir. İtalya’nın Bologna’yla birlikte Emilia bölgesinde, komünist bölge ve kent yönetimlerinin halkın yararına yürüttüğü faaliyetler sık sık övgülere konu olmuştur. Fakat bu çalışma, burjuva demokrasisi içinde giderek erimeyi de beraberinde getirdi. Kültürel hegemonya uğruna, mücadelenin bir sınıf mücadelesi olarak sürdürülmesinden uzaklaşıldı. Marksist renge sahip kültürün önceliği, ataerkil uzlaşmacı bir niteliğe büründü; artık burjuvazinin canını yakmaz olmuştu. Oysa bunun anlamı şudur: Bu mücadele, sınıf mücadelesinde keskin bir düşünsel silah olarak etkili değildi artık.
İtalya’da yaşanan bu örnek; güçlü, antifaşist mücadelede örgütlenmiş ve kendini kanıtlamış bir partinin, burjuva devletin mekanizmalarına, uzun yılları kapsayan entegre olma süreci koşullarında nasıl reformist bir tükeniş yaşadığını ve devrimci gücünü kaybettiğini gösteriyor. Faşizmin 1945’teki yenilgisinden sonra, halkın komünist olmayan geniş kesimlerinin desteğini alabilecek ulusal düzeydeki bir devrimin, uluslararası politik koşullar nedeniyle mümkün olmadığı gerçeğini, Stalin ve Togliatti başta olmak üzere uluslararası komünist hareketin önderleri doğru saptadılar. Batılı güçler, kendi etki alanlarında gerçekleşecek bir devrimi, son derece vahşi bir biçimde bastıracaklardı (ki bunun örneği Yunanistan’da yaşandı). Sovyetler Birliği’nin, devrimi desteklemek için, nükleer silahlarla donanıp tehdit eden ABD’ye karşı bir savaşa girişmesi mümkün değildi. Tek gerçekçi hedef, İkinci Dünya Savaşı’nda verilen muazzam kurbanlar üzerinde doğan dünyanın yeni siyasal konjonktürünü; Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği önderliğinde sosyalist bir kampın oluşturulmasını sağlamlaştırmak ve ABD’nin emperyalist bir saldırı stratejisine geçmesine fırsat vermeden, olabildiğince hızlı bir biçimde ABD karşısında nükleer güç eşitliğine ulaşmak olabilirdi. Barış ortamının sürdürülmesi, uygar insanlığın devamı açısından yaşamsal bir öneme sahipti. Komünistler, sosyalistler ve burjuvalardan (Katolik kilisenin bazı kesimleri de dâhil olmak üzere) geniş bir ittifakı meydana getirilebilecek dünya barış hareketi belirleyici bir önem taşıyordu.
Bu koşullar altında İtalyan partisi, iktidarı burjuva parlamentarizmi yoluyla ele geçirmek gerektiği fikrini savunuyordu. İktidarın devrimle ele geçirilmesinde komünist olmayan kitlelerin onayı ve buna yönelik bir ittifak politikası gerekli idiyse de –Lenin’in köylülerle olduğu kadar küçük burjuvalarla ittifakı da vazgeçilmez olarak görmesi gibi– artık İtalya’da ittifak sorunu, uzun vadeli ortak reform stratejileri biçiminde ortaya konulur oldu. Buna, Katolik kilisesinin sahip olduğu etki nedeniyle, Democrazia Christiana (Demokrat Hıristiyanlar) içinde örgütlü Hıristiyan halk kesimleri ile bir modus vivendi et operandi’nin  bulunması gereği eklendi. “Compromiesse Storico”  programı işte bunun bir sonucuydu. Orta vadede İtalya’nın koşullarına kesinlikle denk düşmekle birlikte, bu programın, kırk yılı aşkın bir süre içinde komünistlerin burjuva sisteme alışıp uyum sağlamalarına ve ortaklarına ayak uydurmalarına yol açması kaçınılmazdı. Reformizme ve revizyonizme, deyim yerindeyse, gelişim-tarihsel olarak zemin döşenmişti. Yalnızca, bir zamanlar Komintern’in oluşturduğu gibi ve onun dağılışından sonra da Sovyetler Birliği’nin oluşturması gerektiği gibi, dünya komünist hareketinin merkezindeki güçlü bir dayanak, bu eğilim karşısında bir denge oluşturabilirdi.
Burada, zayıf komünist partiler içinde farklı nedenlerden dolayı gelişen revizyonizm eğilimine girmeyeceğim. Çünkü bu analiz için en önemli örnek olan İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman komünizmi, ayrıca incelenmesi gereken bir çelişkiye maruz kalmıştır: 1956’dan beri süregelen KPD yasağıyla birlikte illegaliteye çekilmeye zorlanmış ve 1968’de DKP’nin kuruluşuna izin verilmesiyle yasaklanma gerekçelerinin koşulları altında legalleştirilmiş olması.
Komünist partilerin bugün bir Avrupa solu çerçevesinde örgütlendikleri ya da buraya eklemlenme arayışı içinde oldukları her yerde, kapitalist sistem dâhilindeki komünist olmayan hareketlere bir uyum sağlama biçimi gelişiyor. Ve bu, komünist politika hedeflerinin revizyonist bir biçimde ertelenmesine yol açıyor. Avrupa’nın uluslarüstü bir siyasi birliğinin tekelci-kapitalist emperyalist inşasına muhalefetin tamamının Marksist-Leninist temellerden hareket etmediği aşikârdır. Köylülüğün, zanaatkârların, küçük ve orta ölçekli işletmelerin, sendikaların, AB kurumlarının tekel odaklı merkezileşmesinden zarar gören çıkarları var; çevrenin korunması, sosyal güvenlik, kadın hakları, teknoloji ve bilimsel gelişimin kontrolü gibi AB’deki insanların tehlike altında gördüğü genel çıkarlar var. Bunlar, tekel karşıtı karaktere sahip hareketler ve örgütlerde, kötülüklerin kaynağının kapitalist sistemin kendisinde yattığını idrak etmeden ve bu sistemi bu yönde değiştirme amacı gütmeden bir araya geliyorlar. Komünistler bunlarla ittifaklar kurarak hareket edebilir; hedefleri birçok durumda örtüşebilir. Ancak komünistler çelişme nedenini daha temelde görür, hedefleri daha ileridir. Komünistler, sömürünün, sermaye birikiminin, sosyal haksızlıkların ve hoşnutsuzluğun (yeniden biçimlendirilmiş reformlar biçiminde de olsa) egemen olmaya devam edeceği anti-tekelci, az ya da çok demokratik bir kapitalizmi reddederler. Bilirler ki, üçüncü bir yol, sermaye mantığı nedeniyle mümkün değildir. Üçüncü yolu programlaştırmak revizyonizmdir. Komünistler tutarlı, radikal bir muhalefet olarak hareket etmek durumundadırlar; onların muhalefeti sistem içi değildir; aksine sistem karşıtıdır; partiler mücadelesi değil, sınıf mücadelesidir. Komünist partiler ancak bu tutarlılığı, kendi programları olarak söz konusu hareketlerin içine taşımadaki ısrarlarıyla işçi sınıfının öncüsü olma rolü yerine getirirler. Bu rolü, muhalif bir Mainstream’e  uyum sağlayarak terk etmek revizyonizmdir.

ÜÇÜNCÜSÜ; SOSYALİZMİN İNŞASI KOŞULLARINDA REVİZYONİZM
1917’de Rus devrimcilerinin umudu, çaktıkları kıvılcımın, gelişmiş Batı Avrupa sanayi ülkelerindeki –yani özellikle Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere’deki– işçi sınıfını sarsıp harekete geçireceğine bağlanmıştı. Bu umutları gerçekleşmedi. Sosyalizmin inşası –Marx, Engels, Lenin’in ideal tasavvurlarının aksine– ekonomik olarak az gelişmiş bir ülkede, emperyalizmin en zayıf halkasında başlamak durumundaydı. Lenin, bununla bağlantılı özel güçlüklerin bulunduğunun, durumun kendine özgü çelişkiler doğuracağının farkındaydı. İşçi ve köylü sınıflarının politik olarak birleştirilmesi, toprak mülkiyeti sorununun radikal bir çözümünü gerektiriyordu. Yalnızca soyluluğa ait arazilerin mülksüzleştirilmesi değil, aynı zamanda dirençli Kulaklığın da ortadan kaldırılması ve küçük köylülerin üretim kooperatiflerinde birleştirilmesi gerekiyordu. Kırsal alanda yeni, sosyalist olmayan mülkiyet ilişkilerinin doğmasına engel olunacaksa, radikal reformlar bir zorunluluktu. Henüz devrimin bir aşaması olan bu değişimin şiddetsiz meydana gelemeyeceği aşikârdır. Stalin, bu değişimi, partinin çoğunluğunun desteğiyle gerçekleştirdi; fakat önemsiz sayılamayacak muhalif bir azınlık da mevcuttu. Burada söz konusu olan, sosyalist gelişimine başlamış bulunan bir toplumda, parti teorisinin bir bölümünün, sınıf mücadelesi sorunu nezdinde belirlenmesiydi. Lenin’in toprak sorununa ilişkin yazdıklarına dönüp bakıldığında, Stalin ile parti çoğunluğunun klasik Bolşevik anlayışı sürdürüp onda ısrar ettiği, azınlığın ise revizyonist bir yol önerdiği görülür.
Kulaklara karşı mücadele ve tarımın kolektifleştirilmesi mücadelesi, Sovyetler Birliği’nde revizyonist akımlar için bir zeminin bulunduğunu ve parti içinde entelektüel bir liderler kesiminin bu akımların etkisinde kaldığını gösteren ilk önemli vesileyi oluşturur. Sonradan sosyalist hukuk devletinin ve sosyalizmin insancıl karakterinin devlet ve parti eliyle büyük ihlallerine kadar giden 30’lu yıllardaki büyük fraksiyon tartışmalarına, bu parti içi sınıf mücadeleleri ışığında bakmak gerekir. Bu konu ayrı bir incelemenin konusudur. 1937 Anayasası bir anlamda, fraksiyon mücadelelerinin bitimini ve devrimci değişimler aşaması sonrasındaki sosyalist bir kamusallığın başlangıç zeminini oluşturdu.
Alman faşistlerinin saldırısı ve Sovyet halkının toplumsal sistemle güçlü bağı ve büyük anavatan savaşındaki ulusal birlik, Sovyet toplumunda halen sınıf farklılıklarının bulunduğu ve bunların ideolojik ifadelerini buldukları gerçeğinin üzerini örttü. Stalin, daha ölümünden hemen önce, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve kamusal inşasında ortaya çıkan bürokratik, anayasayla çelişen yapıları dağıtmaya girişmişken ve bu bağlamda bu girişimin ardından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki durum karşısındaki klasik ve revizyonist tepkilere ilişkin yeni bir tartışmanın yürütülmesi muhtemelken, Stalin’in beklenmedik ölümüyle birlikte öncelikle merkezi aygıttaki ideolojik cephe belirsiz kaldı.
Daha sonraki süreç için dikkate alınması gereken noktalar bulunuyor: 1941’deki faşist saldırıya değin Sovyet toplumu, halka tüm geçmiş zamanlara nazaran dikkate değer, görece bir refah sağlayan bir düzeye ulaşmayı başarmıştı. “İşçi ve memurların reel ücreti ikinci beş yıllık planın uygulanması sürecinde iki katının üzerine çıktı… Kamu işçi ve memur sigortalarına, yaşam koşullarının iyileştirilmesine ve kültürel ihtiyaçlara, senatoryumlara, dinlenme tesislerine, sağlık kuruluşlarına yalnızca 1937 yılında yaklaşık 10 milyar Ruble harcanmıştı… İlk ve orta öğrenim gören öğrencilerin 1914’teki 8 milyonu bulan sayısı 1936/37 eğitim yılında 28 milyona ulaştı. Yüksekokul ve üniversitelerdeki öğrenci sayısı 1914’te 112 binken 1936/37 eğitim yılında 542 bine ulaştı. Bu gerçek bir kültür devrimiydi.” (Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi. Kısa Ders. sf. 459-461, [Alm])
İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, olağanüstü bir geriye savrulmaya yol açtı. Savaş yıllarının onca fedakârlıkları ve kurbanlarından sonra kitleler yaşam koşullarında hızlı bir iyileşmenin özlemi içindeydi. Dışarıdaki ABD tehdidi karşısında Soğuk Savaş olarak anılan süreçte, sosyalist koşullar altında yeniden inşanın bir kez daha olağanüstü zor şartlar ve yükler getiriyor olması Sovyet halkının üstünden gelemeyeceği bir şey olmasa gerekti; fakat yanılsamalı beklentilere açık olması anlaşılmaz değildir. Bu tür beklentiler, yönetici kadroların bir kısmının, yönü burjuva dünya görüngülerce belirlenen tasavvurlarıyla birleşiyordu.
Stalin’in ölümünden sonraki bu geçiş döneminde Sovyetler Birliği’nin gelişimi, dünya hareketinin tamamını derinden sarsan bir yön değişimini ifade etti. Ve bu yön değişiminin darbeci bir tarzda yürütüldüğünü inkâr etmek mümkün olmasa gerek. 20. Parti Kongresiyle birlikte Sovyetler Birliği tarihinde yeni bir evrenin başlamış olduğu herhalde tartışılmazdır. Ne var ki komünistler, hatta uluslararası düzlemde komünist partiler arasında, bu kırılmanın, inşa ve savaş sürecinden sonra toplumsal yaşamın normalleşmesine doğru bir yön değişimi mi –yani ertelenmiş bir devrim evresinin sonu mu– olduğu; yoksa komünist bir topluma doğru gelişimin kurucu ilkelerinden –sonucunda Gorbaçov’un açıkça itiraf ettiği sosyalist sistemin parçalanması niyetinin bulunduğu– bir sapmanın mı başlatılmış olduğu tartışmalıdır. Bu sorunu, daha önce sözü edilen revizyonizm kriterlerini uygulayarak sınamak istiyorum.
Bunu yaparken 1956 yılının değil, tersine 1956’dan Sovyetler Birliği’nin tasfiyesine kadar olan sürecin dikkate alınması gerektiği açıktır. Çünkü bir olay değil, tersine kendi iç çelişkilerine sahip tarihsel bir süreç söz konusudur. Ayrıca, sosyalizmin inşasına girişmiş, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve toplumsallaştırılması temel gereğini devrimci bir biçimde çözmüş bulunan bir toplumda revizyonist eğilimlerin kendilerini, kapitalist bir ortamdakinden farklı biçimde ifade ettiği açıktır.
Sovyetler Birliği’nin 20. Parti kongresinden sonraki yanılsamalı ekonomi politikası, doğrudan doğruya teorik revizyonizmle değil, ama pekâlâ genel olarak teorinin ihmal edilmesi ile ilgilidir. Toprak sorununda ağırlıklı dikkat noktalarının (bizzat Kruşçev tarafından) yanlış belirlenmesi; planların yerine getirilmesinde hatalı hesaplamalara yol açan yanlış planlama direktifleri; sosyalist ekonomik birliğinin diğer ülkeleriyle ticarette sıkıntılara ve teslimat aksaklıklarına yol açan üretimin kötü koordinasyonu; tek tek üretim birimlerinin, daha doğrusu bunların yöneticilerinin özel çıkarlarının artarak tolere edilmesi; planlamada kesinliğin ve titizliğin elden bırakılmasına ve yolsuzluğa kadar varan kötü ekonomi yönetiminin yayılmasına meydan verdi. Bütün bunlar, Sovyetler Birliği’nin Kruşçev yönetimi altında girdiği ve Mao Tse Dung’un 60’lı yıllarda doğru bir tanımlamayla “kapitalist yol” olarak adlandırdığı şeyin etmenleriydi.
Tüketim sektörünün genişletilmesi yoluyla ülkenin inşa kapasitesinin sürekli daha fazla zorlanması, kapitalist ülkelerden kredi alımlarına mecbur bırakıyordu. 20’li ve 30’lu yıllarda yalnızca büyük bir dikkat ve temkinle kabul edilen ve kontrol altında tutulan yabancı yatırımlar, şimdi özgül bir ağırlık kazanmaya başlıyordu. Büyük bir kusursuzlukla eksiksiz tutulmaktan uzaklaşan dış ticaret, giderek daha fazla ekonomik enerji yutmaya başladı. Silahlanma yarışı dikkate alınarak teknik ilerleme tek yönlü geliştirildi, üretici güçler gelişiminin oranları bozularak halk ekonomisinin bütünlüğünde kaymalara uğradı.
Sosyalist yaşam biçimi sorunu ise burada merkezi bir önem taşıyor. Genel harcamaların yüksek payı –sağlık sistemi, altyapı, kamu hizmetleri, eğitim sistemi– sosyalist bir toplum için vazgeçilmezdi. Bu sayede güvence altına alınan ve bütün Sovyet yurttaşlarının yararlandığı yaşam standardının görüngüsü, kapitalist ülkelerdeki tüketim arzına benzer değildi. Buradaki farkı bilince çıkartacak sistem karşılaştıran bir aydınlatma çalışması yetersiz kaldı. Batıya öykünme hedefi ideolojik olarak yanlış ve iktisadi olarak akılsızcaydı. Kruşçev, halka, birkaç sene içinde ABD’deki yaşam standardına erişme sözü verdi. Peki bu bir Sovyet insanı için ulaşmaya değer bir hedef midir? Maksimum sömürü üzerine kurulu ve sunny side of the road’da  yaşayanların standardı olan bir yaşam standardı; sosyal düzeyler arasında en keskin farklılıkları ve yaygın sefaleti içeren; bireyler arası en acımasız rekabet içinde başarılılar tarafından elde edilen ve başarısızları işe yaramaz olarak damgalayan; maddi mülkleri odak noktası haline getiren ve kültürel yeteneklerin gelişimini ve gerçekleştirilmesini küçümseyen; insani ve nesnel ilişkilere, bunların parasal ederine göre değer biçildiği birer meta olarak yaklaşan; kısacası, kapitalist yabancılaşmanın, barbarlığının en yüksek biçimini ifade eden ve Marx, Engels ile bütün Marksistlerin yeni bir toplum uğruna mücadele verdiği ve vermekte olduğu bir yaşam standardı! Bu, toplumsal servetin “herkes yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi doğrultusunda paylaşımına ulaşmaya çalışanların hedefi olabilir mi? Kuşkusuz, inşa ve savaş döneminin yoksunluklarından sonra insanların bir refah özlemi söz konusuydu ve haksız değildi; fakat Sovyet yurttaşları sosyalizm öncesi döneme göre olağanüstü ilerlemeler kaydettiklerinin ve herkesin ihtiyaçlarına ve yeteneklerine göre yaşayabileceği bir düzen için uzun bir inşa süreci ve de sabır gerektirdiğinin de pekâlâ bilincindeydi. Öyleyse burjuva bir ufka sahip yanlış beklentiler uyandırmak ve böylelikle (daima eğitimi de gerektiren) sınıf bilincinin içini boşaltmak niye? Kapitalist tüketim özentisi karşısında kendilerinin yaşam biçimi savunulmadı.
Bu koşullar altında Marksizm-Leninizmin devrimci teorisinin, adım adım, oportünist bir pratiği saran salt sözel bir süs olarak körelmesi kaçınılmazdı. Artık bir bütünsel-diyalektik değil, tersine parçalı-pragmatik olarak seyreden toplumsal bir sürecin teorik teçhizatı olarak, düşünme biçimine giderek daha fazla neopozitivist kökenli burjuva felsefeler sızmaya başladı; irrasyonel dünya görüşü parçacıkları ve dini zihniyetlerin yeniden canlandırılması bunun tamamlayıcıları oldu. Burjuva ideolojilere karşı yürütülen tartışmalar, eleştirilen öğretilerin düzeyinin altında kaldı ve onları engelleyecek yerde, etkilerinin yeşermesine olanak sundu. Böylelikle Sovyet bilimlerine burjuva normların geçirilmesinin yolu açıldı, burjuva değer yargıları ve ihtiyaç-yapıları sosyalizme sızdırıldı, burjuva düşünce biçimleri Marksizme aşılandı.
Elbette Sovyetler Birliği’nin savunulması, henüz öncelikli görev olarak geçerliliğini koruyordu. Ancak dünya konjonktürü 20’li ve 30’lu yıllara göre değişmişti. O dönemde Sovyetler Birliği’nin savunulması, sosyalist bir toplum biçimine sahip ilk devletin korunması, devamının sağlanması uluslararası proletaryanın, stratejisi Komintern’de hep birlikte değerlendirilen ve belirlenen ortak görevi durumundaydı. Dimitrov, Togliatti, Manilski gibi isimler, lider Stalin’in rolünün yanı sıra, bu kolektifin düzeyini temsil ediyordu.
Komintern, 1956 yılında artık mevcut değildi. 20. Parti kongresinin sorunsalına meydan veren küçük burjuva düşünce biçimi, uluslararası politikada, dünya komünist hareketinin ulusal partilerini, Sovyetler Birliği’nin devletsel çıkarlarına tabi kılma eğilimi gösteriyordu. Bu eğilim, sınıf sorununun ihmal edilmesiyle (ki bu konunun ayrıca irdelenmesine ihtiyaç var) pekiştirildi. Sovyetler Birliği, gücünü emperyalizme karşı ulusal sınıf mücadelelerinden alan dünya barış hareketini Sovyet dış politikasının bir aracı haline getirmeye çalışıyordu (ki bunu kısmen de başardı). Aslında sosyalizmin inşasının temel teorik sorunlarına ilişkin bir tartışmanın sürdürülmesini gerektiren Çin partisiyle ideolojik çatışma, iki devlet arasındaki bir iktidar mücadelesine dönüştü. Batı dünyasındaki komünistlerin, kendi kültürel geleneklerini, Marksist bir şekilde özümsemek zorunda oluşları ve bu sırada ulusal partilerde Sovyet modeline göre çözülemeyecek özgül çelişkilerin ortaya çıkışı görmezlikten gelindi. Böylece sapmalara uygun bir zemin hazırlanmış oldu ki bunlar yine burjuva ideolojilerin sızmasına yol açtı. Örneğin Avrupa komünizminin teorik bir analizinin, Sovyetler Birliği’ndeki revizyonizm ile Batı Avrupalı komünist partilerin kendi içlerinden kaynaklanan revizyonizmin karşılıklı ilişkisini irdelemesi gerekir.
En vahim sonuçlara yol açan, barışçıl birlikte yaşama kavramında giderek yaşanan kaymaydı. Leninist kavrayış, toplumsal sistemlerin birbirinden kesin farklılığından hareket ediyor ve bu karşıtlığın, savaşsal araçlar kullanmadan nasıl sonlandırılabileceğine dair stratejileri hedefliyordu. Kendi ülkesinde sınıf bilinçli güçlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya bulunmayan ABD’nin kaba saldırganlığı karşısında askeri bir denge kurmak zorunluydu.
Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin askeri gücü, Amerikan emperyalizmine sınırlar koyduğundan, barışın güvence altına alınmasına önemli oranda katkı sağlamıştır. Fakat silahlanma yarışında denge kurmanın mutlak zorunluluğunun, savaşın yıkımlarıyla büyük hasar görmüş ve güçten düşmüş ülkede aynı zamanda ilan edilen tüketim sektörünün genişletilmesiyle bağdaşması mümkün değildi. Bir ABD başkanı alayla, Sovyetler Birliği’nin ölümüne silahlandırılacağını söyleyebiliyordu. Gerçekten de, sermaye için kârlı olan silahlanma, sosyalist bir sistemde refahı frenleyen bir etkiye sahiptir. Kapitalizm, insanı hiçe sayarak işsizler orduları yaratmaktan, sosyal hakları kısıtlamak ve zayıf ulusları yağmalamaktan geri durmazken, sosyalizm, tam istihdam ve insanı gözeten kurumlar yaratır; bu da yalnızca toplumsal olarak üretilen servetin, dolayısıyla da ekonomi politikanın genel planındaki tüketim payının planlı dağıtımıyla mümkündür. Sosyalist refah, kapitalist koşullarla karşılaştırılamaz; bu düzlemde hareket eden kişi revizyonisttir.
Kapitalist yaşam biçimini kıstas alan yönelimin devamında barışçıl bir arada yaşam, giderek daha çok, ekonomik işbirliği ve kapitalist dünya pazarıyla iç içe geçmek olarak algılandı. İki toplumsal sistemin yan yanalığı ve karşıtlığı –ki bunu barışçıl yoldan çözmek mümkündü– kapitalist dünya sistemi içinde rekabet halindeki iki gücün bir aradalığına dönüştü. Bu yolda Sovyetler Birliği kendini kapitalist Batıya açarak sosyalist sistemle bağdaşmayan ekonomik iç içe geçmişliklere bağımlı kıldı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü –şimdi görüldüğü üzere, üretici ve ekonomik gücün bir çöküşü değildi kesinlikle, aksine toplumsal süreçlerin sosyalist yönetiminin bir çözülüşüydü– aydınlığa kavuşturulmak isteniyorsa bu süreçlerin titizlikle analiz edilmesi gerekir. Sistemin çözülmesi, 1990’dan sonra hep yeniden iddia edildiği gibi, sistemin maddi zafiyetinden kaynaklanmıyordu, daha çok ideolojik plandaki bir karşıdevrimin sonucuydu. Bu nedenle, 20. Parti Kongresinin ilkesel yön değişiminin açık bir yan ürünü olan ahlakçı Stalin eleştirisi böylesi büyük bir rol oynamaktadır. Bu ahlakçılık, asıl sorunun, sosyalist inşada yapısal değişikliğe gidilmesi sorununu perdelemektedir. Gerçekten de haksız uygulamalar ve suçlar işlenmiş olduğundan, şimdi, Lenin’in tasarladığı ve Stalin’in uyguladığı sosyalist topum inşasında ısrar eden herkes Stalinist olarak suçlanabilmektedir. Ve revizyonizm kendini, kapitalist barbarlığa teslim ettiği insan haklarının savunucusu olarak göstermektedir.
Burjuva yaşam beklentilerinin serbest bırakılmasının, daha önce de söylendiği gibi doğal olarak toplumsal sonuçları vardır. Son derece güç başlangıç koşullarında ve faşist saldırganlığı püskürtme hazırlıkları içerisinde sosyalizmin inşasını örgütlemek durumunda olan merkezi bir devlet planlaması koşulları altında, asıl Sovyet ilkesinin yeniden ikame edilmesi için dağıtılması zorunlu olan bir bürokrasi ortaya çıkmıştı. Yukarıda, Stalin’in, yaşamının son döneminde bu bürokrasinin dağıtılmasına ihtiyatla giriştiğine işaret etmiştim. Ne var ki burjuva yaşam beklentileriyle ilintili olarak kişisel ayrıcalık zihniyetinin ortaya çıkışı, 20. Parti Kongresinden sonra, bürokratlar tabakasının yeni bir politik üsluba geçişi, bir yönetici kastın doğuşunu beraberinde getirdi; ki Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ekonomi mafyası da onun bağrından çıkmıştır.
Parti, böylelikle, komünizme giden yolda atılması gereken gelişim adımlarını yönetecek ve toplumsal değişimin devrimci sürecini yürütecek gücü kaybetti; durgunluğa girdi. Bu durgunluk, ideolojik olarak, gelişmiş sosyalizmden komünizme geçişin hemen arifesinde bulunulduğunun, daha doğrusu gerçekleşmekte olduğunun ütopik ilanıyla örtülmeye çalışıldı. Bu ilüzyonculuk, Sovyetler Birliği içindeki sınıf sorununun ihmaline, kapitalizmin göreli gücünün küçümsenmesine; son derece başarılı doğa ve teknik bilimleri kendilerini pozitivist bir biçimde bağımsızlaştırabiliyorken, toplum bilimlerinde teorinin ve bilimsel araştırmaların güdükleşmesine yol açtı. Parti giderek daha çok, pratik olarak var olan idari yapıları ayakta tutma işlevini ve teorik olarak varolan koşulların savunulmasını üstlendi; yani kitlelerin politik angajmanının harekete geçirilmesinde öncü rolünü kaybetti. Bunun, burjuva ideolojilerinin sızabildiği bir gediğin oluşumuna yol açtığı ortadadır. Sovyetler Birliği anayasasında geliştirilmiş sosyalist demokrasi, duraklamaya girdi (ki bu daima içinde gerilemeyi barındırır) ve bunun sonucunda burjuva demokrasisi tasavvurları yeniden canlandırıldı.

REVİZYONİZMİN ÖZETİ
1956’dan sonra Sovyetler Birliği’nin toplumsal yaşamını giderek artan oranda belirleyen görüngü biçimlerine dair bu kısa özet, ekonomi, devlet fonksiyonu, bilimsel teori ve dünya görüşü alanlarındaki revizyonist eğilimleri kanıtlamaya yeterlidir. Elbette dünden bugüne bir çırpıda değil, aksine komünist yeterliliğin ağır ağır ilerleyen bir erozyonu olarak. Bu süreci tek bir kişiliğe bağlamak, olsa olsa bu olgular için sembol ismi verecek olan hatalı bir kişileştirme olurdu. Şunun ayrımında olmak gerekir ki, partinin çoğunluğu, yeni bir toplum biçiminin kuruluşunda ortaya çıkan objektif çelişkilerle gerektiği gibi başa çıkamadı. Bu başarısızlıkta elbette ki Rus tarihinin ve genç Sovyetler Birliği’nin inşa sürecinin başlangıç koşulları önemli oranda yansıma bulur. Ekim Devrimi’nin ardından gelen Sovyet devletinin başarılı inşasından, revizyonizmin etkisine direnecek savunma gücünün doğmamış olmasının toplumsal nedenlerinin ne olduğu ise daha derin araştırmalara muhtaçtır.
Sosyalist yaşam tarzı, sosyalist toplumun maddi yapılanmasına dayanır. Ne var ki o kendini ancak, davranışı yöneten ve toplumsal eylemin hedeflerini saptayan bilinçte de yansımasını bulduğunda gerçekleştirir. Sosyalist bir yaşam biçimine ulaşan bir tutumu hedefleyen revizyonizmin bertaraf edilmesi, bu nedenle her zaman doğru teorinin de bir sorunudur; yani ideolojik sınıf mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olarak teorinin. Ve revizyonizm, sınıf bilincinin teorik bir deformasyonu olduğundan, revizyonizmle mücadele bilimsel bir hakikat arayışı zemininde gerçekleşir. Revizyonist bir biçimde değişikliğe uğratılmak istenen Marksizm-Leninizmin temel ilkelerinin geçerliliği, açık bir biçimde ortaya konulup savunulmalıdır. Tarihsel olarak değişmez hakikatler vardır ve göreli olarak tarihsel bir durum için geçerli olan ve bu durumun değişmesiyle birlikte değişen hakikatler vardır. Revizyonizm bu ayrımı yapmaz; bütün hakikatlerin göreliliğinden, dolayısıyla da değişirliğinden hareket eder. Buna karşı, Marksizm-Leninizmin içeriksel ve metodolojik değişmezliklerinde ısrar etmek gerekmektedir.
Değişmez unsurlar ve değişken faktörleri, titizlikle ve kolayca birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bunlar birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler. Değişkenler değişmezlerden koparılıp kendi başına etkin toplumsal yapılara dönüştürüldüğünde, çekirdek teorinin bir revizyonuna dayanan teorik ana tasavvurlar doğar. Bu nedenle revizyonizme karşı mücadele, ancak revizyonist anlayışların artık sistematik bir biçim aldığı yerde başlamaz. Teorik çabadaki her zayıflama, analitik güçteki her gerileme, bir kez verili biçimler karşısında –bunların canlı uygulanmasının yerine– her rahatlama, bilimin her bürokratik düzenlenişi –yani Stalin’in, bilimin Arakçeyevci sistemi olarak mahkum ettiği şey– Marksist teori ve pratiğin çözülmesine yol açar ve revizyonist sızmalara kapı aralar. Lenin teorik çalışmaya azami önem biçmiştir. Doğru bilgilere ulaşma çabası ve revizyonizme karşı mücadele, sınıf mücadelesinin sürekli ve birbirine bağlı görevleridir. Revizyonizm teori alanında yenilgiye uğratılmalıdır ki pratikte kendine zemin bulamasın.
————–
REVİZYONİZM KONUSUNA EKLER
Böylelikle karşıdevrim için yol döşenmiş oldu. Kruşçev’in revizyonizminden Gorbaçov’un karşıdevriminin doğabilmesi için daha 30 yıla ihtiyaç duyulmuş olması, sosyalist inşanın sağlamlığına işaret eder. Ekim Devrimi’nin sonraki 20 yıllık devrimci dönüşümün başarısının ardından küçük burjuva eğilimlerle güçlerin neden yeniden güç kazanabilmiş oldukları sorusu ortada duruyor. Anayasanın karar altına alınması vesilesiyle Stalin, Sovyetler Birliği’nin sınıfsal yapısındaki değişimin, sınıf mücadelesinin bir anayasasının yerine Sovyet yurttaşlarının bir anayasasına izin veren bir ölçüye ulaştığını saptamıştı. Proletarya diktatörlüğü sağlamlaşmış görünüyordu. Bu konuda, faşist tehlike karşısında politik birliğe yapılan vurgudaki belirli bir ağırlığın taktik etkisi rol oynamış olsa da, anayasa metninin de gösterdiği gibi tam bir samimiyet söz konusuydu.
Sonra, “Büyük Anayurt Savaşı”, sınıf mücadelesi stratejilerinin tamamının rafa kaldırılarak ulusal güçlerin birleştirilmesini gerektirdi. Stalin’in yönetimindeki toplumsal inşa çalışmasının sağlamlığını bir kez daha vurgulamak gerekir. Ve bu sağlamlık, faşistlerin, Sovyet vatandaşlarının politik ve dünya görüşsel birliğine gedikler açmayı başaramamalarının temelini oluşturuyordu; oysa –hatırlatalım ki– parti ve devlet aygıtı içinde yoğun baskılar eşliğinde yaşanan sınıf mücadeleleri süreci, o sırada henüz bitirilmişti.
Ne var ki artık ideolojik kaymalar mevcuttu. Ulusal sorun, savaş sırasında sınıf sorununun önüne geçti. Ortodoks kilisesine tavizler verildi ve bunun özellikle aile alanında etkileri oldu. Savaş öncesi komünizm karşıtlığının Batılı güçlerce yeniden hortlatılması, uluslararası politikada sosyalist kampın güvence altına alınması sorununu öncelikli bir görev haline getirdi. Dünya barış hareketinin önemi ve bu hareket içinde komünistlerle birleşen heterojen burjuva, yurtsever ve kilise çevrelerinin gözetilmesi de buna dahildi. Kısacası, zaferle güçlenmiş Sovyet devleti yüzeyinin altında, küçük burjuva ideolojisinin sürmesine olanak tanıyan ve böylece 10 yıl sonra Kruşçev darbesinin başarılı sonuçlanmasına meydan veren birçok “yumuşak” nokta vardı. Savaş sonrasındaki sefalet ve yeniden inşayla geçen birkaç yıl, yeni durumun gerektirdiği ideolojik sağlamlaştırma stratejilerini geliştirmeye fırsat tanımayacak kadar kısaydı.
Büyük Ekim Devrimi ve “Büyük Anayurt Savaşı” kuşkusuz Sovyet halklarının belleğinde derin kökler salmıştır. Sosyalizmin inşası ve toplumsal kazanımları da hafızalarda saklı kalacak. Bunlar, sosyalizmin yeniden başlangıcının vazgeçilmez etmenlerini oluşturacaklar.
Ama işte bir yeniden başlangıç; kaybedilenin bir yeniden canlandırılması değil. Gorbaçov, karşıdevrimi gerçekleştirdiğinde partinin ve halkın direnciyle neredeyse hiç karşılaşmadı. Kitle tabanının komünist kaldığı ve yalnızca parti yönetimiyle aygıtının revizyonizme saplanmış olduğu beklentisinin bir yanılsamadan ibaret olduğu ortaya çıktı. 20. Parti Kongresinde yeni bir yaşam biçiminin propaganda edilişinin üzerinden otuz yıl geçmiş, bu süre zarfında Batılı kapitalist düşünme tarzı ve tüketim biçimlerine yönelim, genç nesillerin yetişmesinde belirleyici olmuştu. Devrimin ve savaşın neferleri yaşlanmıştı. Kitlelerin yaşam beklentilerini ve düşünme biçimlerini değiştirmeksizin, politik ve tarihsel olarak konulan bir hedefin içeriklerinin özünü değiştirmek mümkün değildir. Kruşçev’in, parti içindeki yön değişimini darbevari, ilan edilmeyen gizli bir konuşmayla başlatmış olması son derece bilinçli bir hareketti. Zira 1956’da kapitalist yol henüz geniş bir direnişle karşılaşacaktı.
1990’da ideoloji artık öyle yaygın bir çözülmeye uğratılmıştı ki Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni ve SBKP’yi tasfiye edebildi.
Revizyonizm, kişilerden doğan ancak kişilerle sınırlı kalmayan bir olgudur. Revizyonistlerin düşüncesinin, politik olarak etki gücüne kavuşabilmesi için bir sınıf zeminine sahip olabilmesi gerekir. SB’de Ekim Devrimi’nden sonra feodal aristokrasi ve sermaye burjuvazisi kalmamıştı, ama küçük burjuva toplumsal ve dünya görüşsel yapıya sahip geniş tabakalar vardı. Lenin’in, Stalin’in ve Mao’nun, proleter devriminden sonra sınıf mücadelesinin süreceği, hatta keskinleşeceği tezi, sosyolojik temele sahip ve tarihsel olarak doğruydu. Ve bu tez, tam da parti, sınıf mücadelesi pozisyonunu bir uyumlaştırma söylemi lehine terk ettiğinde doğrulandı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑