Hürmüz Boğazı ısınıyor, körfez kaynıyor ve savaş olasılığı artıyor: Türkiye bataklığın derinliklerine doğru…

Türkiye’nin en önemli sınır komşularının bulunduğu bölgede çelişki ve çatışmalar derinleşiyor. Yeni yılın bu ilk ayı içerisinde Hürmüz Boğazı merkezli yaşanan gerilimler, ABD’nin başını çektiği yeni bir emperyalist politikanın devreye konulduğunu gösteriyor. Bu politika, esas olarak, ABD tarafından Arap-İslam ülkeleri arasında Şii-Sünni çatışmasının büyütülmesini temel alıyor. ABD, özellikle Sünni çoğunluğu yedekleyerek, bölgenin Batı emperyalizmine yeniden bağlanmasında çatışmaları ve savaş koşullarını kışkırtan hamleleri arka arkaya gündeme getiriyor. Türkiye egemen sınıfları ve hükümet ise, ABD emperyalizminin çıkarlarına bağlanmış, çatışma ve savaş politikalarının ön cephesinde her geçen gün daha fazla bataklığın dibine doğru sürükleniyor.

ABD’NİN YENİ SAVUNMA STRATEJİSİ
2011’in son günleriyle yeni yılın ilk günlerinde bölgenin ve elbette Türkiye’nin geleceği açısından ABD merkezli önemli açıklamalar ve adımlar gündeme geldi. Bunlardan öne çıkan belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz:
1 ) ABD, yeni yıla iki hafta kala Irak’taki son askeri birliklerini de çekerek, 8 yıldır sürdürdüğü Irak işgaline resmen son verdiğini açıkladı. Bunun hemen ardından, Obama’nın Başkan olmasıyla gündeme getirilen ve Şii-Sünni-Kürt tarafların Irak yönetimini bir uzlaşmayla paylaşması üzerine kurulan denge ciddi anlamda bir sarsıntı yaşadı.
2) ABD Başkanı Barack Obama, 2012’nin hemen başında, 5 Ocak’ta Pentagon’da bir basın toplantısı düzenleyerek, ABD’nin “yeni savunma stratejisi”ni ilk kez resmi olarak açıkladı. Açıklamada öne çıkan hususlar bölgedeki politik-taktik değişim ve gidişat açısından çarpıcıydı.
3) İran’a yönelik tehdit ve ambargo açıklamaları arka arkaya gelmeye başladı. ABD, bu çerçevede Batılı emperyalistleri de kışkırtarak, Hürmüz Boğazı üzerine gerilimi tırmandırdı. ABD’den sonra AB’den de gelen ambargo kararları İran’ın tepkisini artırırken, Körfez’in yeniden ısındığı ve Ortadoğu’nun kaynadığı yeni bir süreç başlattı.
1. ve 3. adımlar esas olarak 2. maddede yer alan ve “ABD Ulusal Savunma Stratejisindeki Değişiklik” olarak dünya kamuoyuna duyurulan politikaların bir devamı niteliğindeydi. Obama dönemine özgü “kadife yumruk” diplomasisinin genel üslubuna uygun olması için özel bir dikkat gösterilmiş olsa da, bu konuda yapılan açıklama, esas olarak sömürü, çatışma ve savaş politikalarının tırmandırılacağını açıkça ilan ediyordu. Hatta Demokratların Obama’sının ortaya koyduğu tablodaki değişim, üslubu giderek önemsiz bir hale getirip, Cumhuriyetçilerin George Bush dönemini aratmayacak bir sürecinde işaretlerini veriyordu.
Obama, açıklamasında, artık Irak ve Afganistan türü uzun ve kapsamlı operasyonların sona erdiğini belirtirken, önceliğin Pasifik ve Ortadoğu olduğunu söyledi. Savunma stratejisini 5 ana başlık altında toparlayan Obama, bunları sırasıyla, “terörle mücadele” ve gayri nizami savaş, caydırıcılık, İran ve Çin’in adını açıkça söyleyerek dile getirdiği ABD ordusunun erişiminin engellendiği bölgelerdeki tehditlerle mücadele, kitle imha silahlarının denetimi ve son olarak siber savaş olarak özetledi.
Evet, artık ulusal güvenlik stratejisinin bir numaralı hedefinin İran olduğu açıkça ilan ediliyordu. İran bir yandan bölgesel kuşatma altına alınmaya çalışılırken, bir yandan da ihtiyaca göre İsrail’in de devreye gireceği cepheden müdahalelerle, iç çatışma ve provokasyonlarla çember daraltılarak yeni bir kıskaca alınmaya başlandı.

HÜRMÜZ BOĞAZINDA GERİLİM VE Şİİ-SÜNNİ ÇATIŞMASI
ABD’nin yeni savunma stratejisine ilişkin Obama’nın yaptığı bu açıklamalar, özellikle son iki ay boyunca Hürmüz Boğazı üzerinden İran’a yönelik artan tehditleri ve buna bağlı olarak atılan adımları daha da manidar kılmaktadır. Ayrıca ABD’nin bölgedeki emperyalist politikalarının sadece İran, Suriye ve Irak’ı değil aynı zamanda Rusya ve Çin’i de kapsayan bir hegemonya çatışmasının parçası olduğu bir kez daha ilan edilmektedir.
Bilindiği gibi, Batı emperyalizminin lideri ABD, esas hedef olan bölgedeki petrol ve diğer enerji kaynaklarının kullanımı, kontrolü ve geçiş yollarının denetimi amacıyla 2001’de Afganistan’ı, iki yıl sonra 2003’te de Irak’ı işgal etmişti. Bu işgaller, ABD’nin bölgedeki hedefleri açısından belirli avantajlar sağlasa da, esas hedef ve buna bağlı olarak İran ve Suriye’nin kuşatılması açısından istenilen sonuca ulaşılamadı.
Bu çerçevede, yıllardır İran’ın “nükleer silahlanma programı” gerekçe gösterilerek gündemde tutulan İran’a yönelik kuşatma ve baskı politikalarında yeni bir döneme girilmiş görülüyor. Hürmüz Boğazı merkezli yaşanan gerilim ve bu eksende İran’a yönelik tehditler, bu yeni dönemin bugün için öne çıkan yönünü oluşturuyor.
Bu son süreç, ABD’nin İran’a yönelik yaptırım ve özellikle petrol konusundaki ambargo kararlarına karşı İran’ın sert bir çıkış yaparak, Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinde bulunmasıyla daha sıcak bir döneme girdi diyebiliriz. İran’ın bu açıklamasına karşılık ABD ve Avrupa Birliği’nden de sert yanıtlar geldi. Karşılıklı olarak uçak ve savaş gemilerinin Körfez’deki trafiğinin artmasıyla gerilim tırmanırken, AB’nin son ambargo kararı İran’a yönelik kuşatmayı daha da büyütmüş durumda. Bugün için AB’nin ABD ile ittifak halinde hareket ederek İran üzerindeki baskıyı daha da artıracağı görülüyor. Birkaç gün önce, İran ve Suriye gündemiyle bir araya gelen Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları, yaptıkları toplantıda, İran’a yönelik yeni yaptırım kararları aldılar. Brüksel, ambargo ile Tahran’dan petrol ithalatını 1 Temmuz’dan itibaren kademeli olarak yasaklayacak. AB, bu ambargo kararını, İran’ı masaya oturtmak ve sorunları masa başında çözmek için aldığını iddia ediyor. Ayrıca AB Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Suriye’ye yönelik baskı ve yaptırımların artırılmasına yönelik kararlar da alındığı açıklandı.
Ancak İran, AB’nin bu kararı karşısında geri adım atmasının söz konusu olmayacağını belirterek, petrol ihracatı konusunda bir daralma yaşanırsa Hürmüz Boğazı’nın hemen kapanacağı tehdidini yeniledi. AB’nin bu kararına tepki gösteren sadece İran değildi. Rusya tarafından yapılan açıklamada da, “İran’ın AB tarafından tehdit edildiği, bunun kabul edilemeyeceği ve gelişmelerin endişeyle izlendiği” duyuruldu.
Hürmüz Boğaz’ı Basra Körfezi’ni Umman Körfezi’ne bağlıyor ve dünya petrol ticaretinin % 40’ı bu boğaz üzerinden gerçekleştiriliyor. Günde yaklaşık 17 milyon varil petrolün geçtiği Boğaz’ın kapatılması durumunda dünya petrol fiyatlarının altüst olacağı ve bunun özellikle ABD ve Avrupa ekonomisini ciddi bir sarsıntıya uğratacağını bilen İran, Batılı emperyalistlerin baskı ve tehditleri karşısında sinmeyeceğini ortaya koyan bir çizgide ısrar ediyor.
Öte yandan ABD’nin Irak’tan çekilmesinin hemen ertesi günü, Irak’ın işgalinin Obama dönemini oluşturan son birkaç yıllık bölümünde kurulan ve Şii-Sünni-Kürt dengesine dayanan yeni Irak yönetimi ciddi bir sarsıntı geçirdi. Neredeyse 24 saatte eskiyen bu uzlaşma ve denge yapısı son günlerde daha da belirginleşen bir çözülme yaşıyor. Irak’ın son seçimlerde iktidara gelen Başbakanı Nuri El Maliki, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi hakkında kendisine suikast düzenlemeyi planlandığı gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Bu olay, ABD’nin son askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesinden birkaç saat sonra gerçekleşti. Haşimi, bu karar üzerine Irak Cumhurbaşkanı Talabani’ye sığındı. Maliki, uzlaşmanın ve dengelerin bozulmadığı konusunda ısrarlı açıklamalar yapsa da, Irak’ta iç çatışmaların artacağı ve zaten işgal boyunca geri plana düşen ama bitmeyen Şii-Sünni çatışmasının tırmanacağı açıkça görülüyor. Maliki adil bir yargılanma sözü verip, Haşimi’ye dair kesin kararı mahkemelerin vereceğini söylüyor ve bunda ısrar ediyor. Haşimi de, mahkemeye çıkmayı bir tek koşulla kabul edeceğini, bunun da Maliki’nin istifa etmesi olduğunu söylüyor ve bunda ısrar ediyor.
Bu süreçte Şii-Sünni gerilimi tırmanırken, işgal sürecinde geri plana itilen çatışma ve eylemlerde son birkaç hafta içerisinde bir artış gözleniyor.
Suriye cephesinde ise, Beşar Esad yönetiminin yıkılması için ABD’nin açık desteğini alan Türkiye egemen sınıfları ve AKP Hükümeti’nin Sünni çoğunluğa dayanarak adeta bir iç savaş kışkırtıcılığı yaptığı biliniyor. Türkiye’nin durumuna ayrıca değineceğimizi hatırlatarak, bu tablo içerisinde ABD’nin önümüzdeki dönem bölgede Şii-Sünni çatışmasını kışkırtmayı sürdüreceğinin altını burada bir kez daha çizelim. Bu kışkırtmada esas olarak bölgedeki Sünni egemenlerin desteğini alan ve bu desteği Sünni çoğunluğu yedeklemek üzere kullanan ABD, kurduğu bu emperyalist tezgâh ile, Afganistan ve Irak’ın işgali ile ulaşamadığı hedeflerine doğru yeni ve sonuç alıcı bir hamle yapabileceğini hesap ediyor. Oyun derinleştikçe ve cari hale gelip işlerliği arttıkça, bölgenin ABD’ye olan bağımlılığının daha da büyüyeceği, bunun karşısında ABD’ye karşı direnen İran ve Suriye’nin çözüleceği ve teslim olacağı hesap edilmektedir.

SON GELİŞMELER İÇERİSİNDE TÜRKİYE’NİN DURUMU

ABD’nin bu planı/oyunu, aynı zamanda Kürt politikasında da yeni bir yönelime işaret etmektedir. ABD, düne kadar bölgede Kürtlere vaatler vererek ve tarihsel hakları olan statülerini tanıma yönünde adımlar atarak, onları kendi stratejisine bağlama tutumu izliyordu. Bugün ise, bölme ve mücadele güçlerini zayıflatma tutumunu öne çıkaran bir yaklaşımı benimsemektedir.
Türkiye egemen sınıfları ve AKP hükümeti ise, hem genel hedefleri –siz hayalleri diye okuyun– açısından, hem de özel olarak Kürt sorunu konusundaki politikaları açısından dönüp dolanıp ABD’nin bölge stratejisine ve politikalarına yeniden ve daha ileriden bağlanmaktadır. Şüphesiz durumun zorlukları ve sıkıntılarının farkındadırlar, ancak “canım cennet istiyor, ama günahlarım izin vermiyor” konumunda, bataklığın derinliklerine doğru gitmeye de devam etmektedirler. Bu açıdan Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet cephesinden Ocak ayı içerisinde öne çıkan belli başlı yeni belirtilere değinmekte yarar var.
ABD, bölge politikalarının hedefine ulaşabilmesi için Türkiye’nin önemli bir dayanak olduğunu, özellikle de İran’ın direncini kırabilecek güçteki tek bölge ülkesinin Türkiye olduğunu kabul ederek hareket ediyor. Türkiye emen sınıfları ve AKP Hükümeti de, “bölgesel güç/lider ülke” olma hayallerini öne çıkararak, aktif bir dış politika izlediğini propaganda ediyor.
Bu “çıkar kesişmesi” bağlamında, Türkiye, Malatya’nın Kürecik Bucağı’nda, ABD’nin eski radar üssü bulunan, bugün ise TSK’ya bağlı olan askeri bölgede, NATO’ya bağlı bir erken uyarı füze savunma sistemi kurmayı kabul etmişti. Bu adımın esas olarak ABD-İsrail çıkarları doğrultusunda ve İran’ı hedef alan bir stratejinin parçası olduğu gerçeği, Hükümet ve Dışişleri Bakanlığı’nın bütün kıvrak açıklamalarına rağmen üstü örtülemeden gündemde kalmaya devam etmektedir. İran ve Rusya, Türkiye’nin kıvrak açıklamalarına rağmen bu füze savunma sisteminin kendilerine karşı kurulduğunu açıkça ilan etmişler ve Türkiye’yi bundan vazgeçmeye çağırmışlardı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “zinhar böyle bir şey yok” diye her iki ülkeyle ikna görüşmeleri yapıp diplomasi hünerleri sergilerken, Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin füze gücü ile İran’ın füze gücünü karşılaştıran açıklamaları gündeme geldi. Bakan Davutoğlu’nun Başbakan Erdoğan’a “biz daha bir mızrağı çuvala sığdıramamışken sen yenisi ortaya atıyorsun” diye sitem edip etmediği bilinmez, ama Erdoğan’ın açıklamalarından birkaç hafta sonra yeniden soluğu İran’da almaktan kurtulamadığını biliyoruz.
15 Aralık 2011’de TÜBİTAK Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun 22. Toplantısı’nın basına kapalı bölümünde konuşan Başbakan Erdoğan’ın açıklaması, basına yansıdığı kadarıyla şöyleydi:
“Komşumuz İran 2 bin – 2 bin 500 kilometre menzilli füzeler yaptı. YAŞ toplantısında komutanlara sordum. ‘Bizim füzelerimizin menzili ne kadar?’ diye. ‘En fazla 150 kilometre’ dediler. Bu olmaz. Bunu geliştirmemiz lazım. (…) Kapı komşumuz İran’da bu var. Tamamen yerli. Avrupa’dan bağımsız olarak kendisi üretiyor. Ambargoya rağmen bunu yapıyor. Biz de yapabiliriz. Sizden bunu istiyorum.”
Başbakan Erdoğan’ın bu sözlerinin basına yansımasından birkaç hafta sonra, 4 Ocak 2012’de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu İran – Tahran ziyaretine çıktı. Ziyaretin gündeminde, İran-Türkiye ekonomik-ticari ilişkileri, İran’ın nükleer çalışmaları, Şii-Sünni geriliminin arttığı Irak, Suriye ve Filistin’in olduğu açıklandı. Bakan Davutoğlu’nun gezi öncesindeki açıklamaları şöyleydi:
“Bölgesel bir soğuk savaşı engellemeye kararlıyız. Bazı çevreler Sünni-Şii gerilimi etrafında bir soğuk savaş çıkarmaya eğilimliler, etkileri on yıllarca sürebilecek olan.. Zaten bu ziyaretimde bu konuyu özellikle gündeme getireceğim. Bölgesel bir mezhep gerilimi, bütün bölge için bir intihar olur. (…) Bazen görüş ayrılıkları olsa bile, bunları konuşarak çözmeye çalışan bir diplomatik geleneğimiz var. (…) Şimdi bölgede yeni bir Şii-Sünni, İran karşıtı veya Körfez’deki gerilim benzeri gerilimlerin ortaya çıkmasına Türkiye şiddetle karşıdır.”
Gezi dönüşünde ise, Davutoğlu’na, ziyaretin nasıl geçtiği ve “soğuk savaş”ı isteyenlerin kimler olduğu sorulduğunda verdiği yanıt çarpıcıydı: “Bazı durumların somut bir tarafı veya sorumlusu olmaz. Kişiler, devletler ya da kurumlara bağlı olmayan durumlar olur” vb. cümlelerle soruyu yanıtlamaya çalışan Davutoğlu “sorumluluğu ve işi Allah’a havale etmiş” bir analiz yaptı!
Davutoğlu’nun gerek gezi öncesi, gerekse sonrasında yaptığı açıklamalar, Türkiye-Suriye ilişkileri açık çatışma noktasına gelmeden önce Hükümet ve Dışişleri cephesinden yapılan açıklamalara oldukça benziyor. Hele Davutoğlu’nun “tarih, kültür, gelenek hatırlatmalı, ata-dede soslu diplomasi dili” düşünüldüğünde, benzerlikler daha bir çarpıcı hal alıyor. Ama sonuçta emperyalist dünyanın, bölgenin ve hayatın gerçeklerinin Türkiye’yi Suriye karşısında nasıl bir noktaya getirdiğini hepimiz biliyor ve görüyoruz. Bölgede Şii-Sünni çatışmasının kimler tarafından kışkırtıldığını bildiği halde açık yanıt veremeyen bir Dışişleri Bakanı’nın, İran ziyaretinde kendisine “dön ve aynaya bak önünde ve ardında kimleri görüyorsun” diye sorulmuş olabileceğini öngörmek sanırız yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla, ne kadar zor bir ihtimal olursa olsun, Suriye’ye ilişkin olduğu gibi, İran’a ilişkin olarak da, çıkıp “Bize söz verdiler. Ama sözlerini tutmadılar, ikiyüzlü davrandılar. Demokratik reformlar konusunda üzerlerine düşeni yapmadılar” vb. türü fazlasıyla “inandırıcı” açıklamaların yapılmayacağının garantisini hiç kimse veremez.
Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın bu sözlerinin yanına, Irak’ta yaşanan Başbakan El Maliki – Cumhurbaşkanı Yardımcısı El Haşimi (Şii-Sünni) çatışmasının ardından konuya ilişkin olarak Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamaları da koymakta yarar var. Başbakan Erdoğan, El Maliki’nin tutuklama kararı üzerine kendisini eleştiren sert bir açıklama yaptı. Maliki bu açıklamaya aynı sertlikle yanıt verdi ve Türkiye’nin Irak’ın içişlerine karışmaması gerektiğini söyleyerek, Erdoğan’a Türkiye’deki mezhep ve milliyet farklılıklarını hatırlattı. Bu açıklama karşısında daha da sertleşen Erdoğan, partisinin Ocak ayındaki son TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Amerika ve diğer ülkeler Irak’a girdiği zaman bize de davet geldiğinde Irak’taki kardeşlerimiz bizim oraya girmemizi istemedikleri için Irak’a girmedik. Aksi halde Türkiye de Irak’ta olacaktı. Girmedik, çünkü biz istenmediğimiz yerde olmayız. Sayın Maliki’nin şunu bilmesi gerekir. Siz bir mezhep kavgası içerisinde eğer Irak’ta böyle çatışma sürecini başlatırsanız, buna da bizim sessiz kalmamız mümkün değil. Sizler Irak’la uzaktan yakından ilişkisi olmayan, binlerce, on binlerce kilometre uzaktan gelenlere ‘hoş geldiniz’ diyeceksiniz, onları evinizde ağırlayacaksınız, onlara yönelik en ufak sesiniz olmayacak, sınır komşu Türkiye’ye karşı, ‘Türkiye bizim içişlerimize karışıyor’ diyeceksiniz. Bu nasıl siyaset etme, ülke yönetim anlayışı, önce burada söylediklerini kulaklarının duyması lazım. Onun için çirkin ve talihsiz açıklama diyorum. Mezhep çatışmalarını önleyecek sorumlu bir tutum sergilenmesini bekliyoruz.”
Başbakan Erdoğan, bu açıklamasıyla, Irak’ta ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurma sevdasını ve “aba altından sopa gösterme” tutumunu “Irak’ı işgal” tehdidine kadar vardırmıştır. Açıktır ki, bu tutumuyla Türkiye, ABD Başkanı Obama’nın “Yeni önceliğimiz Ortadoğu ve Pasifik” deyip stratejik savunma hattını topraklarından “on binlerce kilometre uzağa kurduğu” bölgede, Lübnan’dan Bahreyn’e, Yemen’den Irak’a, Pakistan’dan Suudi Arabistan, Suriye ve İran’a kadar uzanan hatta tezgâhlanan Şii-Sünni çatışmasında safını belirlemiş, bataklığın derinliklerine doğru gitmektedir. Ortadoğu ve Pasifik’te ABD emperyalist saldırganlığın ön cephesinde, Sünni egemenlerin ve çoğunluğun yedeklenmesinde üzerine düşen rolü yerine getirmek için var gücüyle çalışmaktadır.

BARIŞ, DEMOKRASİ VE ANTİEMPERYALİST MÜCADELE İÇ İÇE
Türkiye egemen sınıflarının ve AKP Hükümeti’nin, ABD’nin bölgeye ilişkin geneldeki politika ve taktiklerine ilişkin bağlılığı, özelde Kürt sorunu konusunda da yaşanıyor. İşbirlikçi egemenlerin, Başbakan Erdoğan ve bütün bir Hükümet sözcülerinin, Kürt sorunu konusunda ağız birliği yaparak sürdürdükleri “inkâr yok, baskı ve ezmeye devam” politikasında son dönemlerde öne çıkardıkları vurgular bu açıdan dikkat çekicidir. Başbakan Erdoğan ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Kürt milletvekili Hüseyin Çelik’in BDP ve onun şahsında Kürt ulusal hareketini din ve kimlik kıskacına almayı amaçlayan açıklamalar yaptığına sık sık tanık oluyoruz. Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğunu Sünni Kürtlerin oluşturduğundan ve Kürt ulusal hareketinin tabanının da esas olarak Sünni Kürtlere dayandığından hareketle, bir taraftan din ve mezhep bölünmesini kışkırtıp, bir taraftan da Sünnilikle etnik kökeni karşı karşıya getirerek, “Kürt sorununda AKP çözümü” hattında ilerleyebileceklerini hesap ettikleri görülüyor.
Başbakan Erdoğan, “Bunlar Zerdüşt olduklarını söylüyorlar. Dinsizliği savunuyorlar. Bunların dine de peygambere de bir saygısı yok. Zaten Apo’yu peygamber olarak görüyorlar” içerikli bir propagandayı sürekli işleyerek öne çıkarıyor. Bu yaklaşım Fethullah Gülen ve cemaati tarafından Kürt sorunu konusunda yapılan açıklamalar ve çalışmalarla da teşvik ediliyor. Yine bir taraftan Kürt illerinde dini propaganda, cemaat ve tarikat örgütlenmesi için bütçeden özel pay ayrılırken, Diyanet’in bölgedeki çalışmalarının merkezine benzer politikalar konuluyor ve öte taraftan “melelere maaş bağlanması” türünden girişimler gündeme getiriliyor.
Bu koşullarda içeride ve dışarıda savaşa karşı çıkıp barış için mücadeleyi yükseltmek, bu mücadeleyi demokrasi mücadelesi ve antiemperyalist mücadeleyle birlikte ele almak daha da önem kazanmıştır. Başta bütün milliyet ve inançlardan mücadeleye atılan işçi ve emekçiler olmak üzere, sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri, çevre ve yaşam alanları için mücadele verenler, Aleviler ve Kürtler barış ve demokrasi mücadele ile antiemperyalist mücadelenin iç içe geçtiğini bilerek, görerek yollarına devam etmek durumundadırlar. Açıktır ki, ABD ve işbirlikçilerinin oyununu bozmak, geniş halk yığınlarının gerçekleri görmesini sağlamak ve saldırıları püskürtmek açısından buna ihtiyaç vardır.

EMEP Genel Yönetim Kurulu’nun Türkiye Halkına Çağrısıdır!

Emek Partisi 16-17 Ocak 2012’de, başta fabrika ve işletmeler olmak üzere 410 birimde toplanan Konferanslardan başlayarak belde, ilçe ve illerde sürdürülen Konferanslar sürecinde belirlenen delegelerin katılımıyla son olarak Ankara’da bir Genel Konferans düzenleyip ülkenin belli başlı iç ve dış sorunlarıyla işçi ve halk hareketinin sorunlarını tartıştı ve bir dizi kararlar aldı, partinin yeni yönetimini belirledi. İki günlük Konferans’ın önemli bir bölümüne çeşitli ülkelerden kardeş partilerin temsilcileri de katıldı ve konuşma yaptılar. Bir gün sonra, Konferans tartışmalarını da izlemiş olan kardeş partilerin yanında, ülke içinden ve dışından, ilerici devrimci partilerle, sendikalar ve kitle örgütleriyle mücadeleleriyle halkın davasına katkıda bulunmuş şahsiyetlerden geniş bir katılımla 18 Ocak’ta düzenlenen 6. Genel Kongre’de, bu kararlar ve yenilenen parti yönetimi oylanıp onaylandı.
14-15 Ocak tarihlerindeyse İstanbul’da toplanan EMEP GYK, Konferans ve 6. Kongre kararları ışığında ülke ve işçi ve halk hareketinin başlıca sorunlarını tartışarak partinin önündeki görevleri belirleyerek kendi iç görev bölüşümünü yapmıştır. Aşağıda okura sunduğumuz metin, EMEP GYK’nın, kararlarını paylaşmak üzere, toplantısı sonrası yayınladığı çağrı metnidir.

16–17–18 Aralık’ta toplanan Genel Konferans ve 6. Kongre’de yenilenen EMEK PARTİSİ Genel Yönetim Kurulu, 14–15 Ocak tarihlerinde toplanarak Türkiye’nin başlıca sorunlarıyla, iç ve dış gelişmeleri tartışmış ve aşağıdaki kararları almıştır:

1-) AKP Hükümeti’nin elinde, Türkiye, komşularla “sıfır sorun” politikasından, özellikle doğu ve güney doğusunda, savaş ihtimalini de kapsayan, Amerikan taşeronluğunu üstlenmiş bir sürtüşme, gerginlik ve müdahale politikasına yöneldi. Bu dönüş Suriye’de çok hızlı oldu ve neredeyse şimdiden geçerli rejimleriyle Türkiye’yle Suriye’nin bir arada duramayacakları bir aşamaya varıldı.
İran’la bağlantısı içinde, Irak’la ilişkiler hızla kötüleşmektedir ve Erdoğan’ın “mezhepçi yaklaşımlar Irak’ı kaosa sürükler” “uyarısı”yla Başbakan Maliki’nin “iç işlerimize müdahale ediyor” dediği Türkiye’nin “bölgede çatışma ortamı oluşturmak isteyen ülke” olduğu, ama “kendisinin zararlı çıkacağı” açıklamasının ardından, şimdi Suriye sorunundan daha zorlu bir Irak sorunu oluşmuş durumdadır.
Şii Irak ve Suriye İran’la birlik halindedir ve Türkiye İran’la yakınlık görüntüsü verse ve bu ülkeye yönelik ambargoya uymasa bile, Amerikan (ve hatta İsrail) patronajında bir bölge gücü olarak bölgenin kontrolünü eline almak üzere bu ülkeyle çatışmaktadır. Uzun menzilli füze üretimine yönelme, Kürecik’e NATO’nun füze kalkanını yerleştirme bu kapsamda anlaşılmalıdır.
İsrail’le ise, gelişmelerin de yalanlamadığı bir yatışma sürecine girildiği söylentileri yaygındır.
İslami eğilimli bir hükümet bakımından sorunlu olsa bile AKP; Şii, Alevi nüfusu karşısına alıp bölgenin İslam halklarını bölerek, Ortadoğu’da Hıristiyan-Yahudi ittifakına yamamaya giriştiği bir Sünni ekseni oluşturmaya girişmiştir.
EMEK PARTİSİ GYK, tüm Türkiye halkını Amerikan emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin amaç ve politikalarıyla birleşen AKP’nin halkları birbirlerine karşı kışkırtma ve aralarında bölünmeler yaratma, içişlere müdahale ve savaş politikalarına karşı koymaya ve anti-emperyalizmde ısrar ederek barış mücadelesini geliştirmeye çağırır.

2-) Dışarıda savaşı göze alan müdahale ve rekabet politikası ülke içinde de zoru ve zorbalığı zorunlu kılar. Kürt halkı hedefe konarak bir topyekûn Kürt savaşı zaten tırmandırılmaktadır. Bir yönü hunharca yürütülen operasyonlarsa bir yönü de KCK tutuklamalarıdır. AKP, bu açıdan da Sünniliği yedekleme politikasına yönelmiş bulunmaktadır.
EMEK PARTİSİ GYK, tüm Türkiye halkını, özellikle Türk kökenli halkı Kürt halkıyla kardeşliğe, ülke içinde barışı ve halklar arasında hak eşitliğini savunmaya ve demokrasi mücadelesine katılmaya çağırır. GYK, özel olarak Alevi kitlelerini, hükümetin Sünnilik dayatmaları karşısında uyanıklığa ve kendi talepleri için eşitlik ve demokrasi mücadelesinde yer almaya çağırır.

3-) AKP Hükümeti, demokratik hakları yalnızca Kürtler ve eşitlik talepleri karşısında ayaklar altına almış değildir. Özelikle iktidar ipini eline geçirmesine bağlı olarak AKP, demokratik hak tanımaz olmuştur. Uludere-Roboski’de 35 sivili uçaktan bombalayarak ölümlerine neden olan Genelkurmay teşekkürle ödüllendirilmiştir. Basın ağır vergi cezaları ve hapis tehditleriyle yıldırılmış, çok sayıda gazetecinin işinden atılması sağlanmıştır. Sadece gazetecilik yaptıkları için 100’e yakın gazeteci, avukatlar ve geleceklerini savunup protestolarda bulundukları için 700 genç hapistedir ve haklarında ağır hapis cezaları istenmektedir. İzmir’den Hakkari’ye, sayıları yüzleri bulan seçilmiş yerel yönetici delilsiz-ispatsız tutukludur. Siyasal nedenle tutuklananlar, TMY hükümlerine göre ve özel savcılar tarafından soruşturularak özel mahkemelerde yargılanmaktadır.
EMEK PARTİSİ GYK, tüm Türkiye halkını, özellikle hukukçuları, Baroları ve siyasal partileri özel yetkili mahkeme ve savcılıkların lağvedilmesi, TMY’nın kaldırılması ve basın özgürlüğü için mücadeleye çağırır.

4-) Deri ve saya işçilerinin Bolu-Gerede ve Adana’da sokağa dökülmeleri, gelecekte iktisadi, sosyal ve giderek siyasal nedenlerle büyük çaplı gerçekleşecek patlamaların habercisi ve ekonomik yönden “büyüdük”, “büyüyoruz” propagandalarının sahteliğinin göstergesidir.
Uygulanması 2012’ye ertelenen GSS şimdiden tam bir kaosa yol açmıştır; emek yığınlarının yaşamını dolaysız olarak etkileyecektir. Sigortasız, sözleşmeli, ücretli vb. kısmi zamanlı çalışan işçi ve emekçiler sağlık hakkından yararlanamamak bir yana açlık sınırındaki ücretleriyle eksik primlerini kendileri ödemek zorunda bırakılmaktadır.
EMEK PARTİSİ GYK, işçi sınıfı ve emekçilerin tüm sömürülen yığınlarını sermaye ve hükümetin parasız sağlık hakkını gasp eden saldırganlığına karşı hakkını savunmaya, birleşik bir sınıf olarak davranmaya ve sınıf mücadelesini yükseltmeye çağırır.

5-) Bu mücadelenin önemi, kapitalizmin krizinin yeniden derinleştiği, bunca yüksek cari açık ve ihracata bağımlılık koşullarında Türkiye’yi etkilemezlik edemeyeceği koşullarda artmıştır. Sermaye ve hükümetin kıdem tazminatının kaldırılması, esnekliğin ilerletilmesi ve hatta bölgesel asgari ücrete geçilmesi, işten atmalar, ücretlerin düşürülmesi türü yeni saldırıları şaşırtıcı olmayacaktır.
EMEK PARTİSİ GYK, işçi sınıfı ve emekçileri, emekçi ailesinin korunmasını da kapsayarak bu saldırılara karşı mücadeleye ve krizin yüklerini üstlenmeyi reddetmeye çağırır.

6-) EMEK PARTİSİ GYK, TÜRK-İŞ içinde muhalefet oluşturmak üzere bir araya gelen 10 sendikayı başta sağlıklı yaşam hakkı olmak üzere emeğin, saldırı konusu tüm haklarını savunmaya, işçi yığınları içinde bu hakların yeniden kazanılması için mücadeleyi örgütlemeye, sendikalı-sendikasız, şu işkolundan-bu işkolundan, sigortalı-sigortasız, kadrolu-taşeron ayrımı yapmadan asıl olarak fabrika ve işyerlerinde işçi yığınlarını hak mücadelesinde birleştirmeye, sendikal bürokrasiye karşı mücadeleyle sermayeye karşı mücadeleyi birlikte yürütmeye çağırır ve bu mücadeleye desteğini açıklar.

7-) EMEK PARTİSİ GYK, halkın faşizme karşı nefretinin farkında olan AKP hükümetinin bu nefreti istismar amaçlı olarak gündeme getirdiği 12 Eylül yargılaması karşısında halkı uyanıklığa çağırır. 12 Eylül yargılanması demek, 24 Ocak Kararlarının ve bu kararların uygulanması için gerçekleşmiş bir darbenin yargılanması demektir. TİSK Başkanı H. Narin’in “şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” vecizesinde dile getirdiği tekelci sermayenin çıkar ve ihtiyaçları için kurulan 12 Eylül düzeninin yargılanması demektir. Bunu yapmayan bir 12 Eylül yargılaması,12 Eylül’ü aklamaktan öteye geçmeyecektir.

Topyekûn Savaş Düzeninin Aynası: Uludere Katliamı!

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in, NAZİ’lere rahmet okutarak, şairi, ressamı, müzisyeni, bilim insanını “terörün silahsız kuvvetleri” olarak tanımlayarak hedefe koyduğu açıklamasından iki gün sonra, Şırnak’ın Qileban (Uludere) ilçesinde sınır ticareti yapan Kürt köylüleri Türk savaş uçakları tarafından bombalandı. Bombalama sonucunda Buhej (Gülyazı) ve Roboski (Ortasu) köylerinden 34 köylü katledildi.
28 Aralık 20011 akşamı gerçekleşen katliam, Türk medyasında ancak ertesi gün bir “iddia” olarak yer alabildi. İlk resmi açıklama Genelkurmay’dan yapılmış; “operasyonun PKK’nin geçiş bölgesinde insansız hava araçlarından (İHA) alınan istihbarata göre yapıldığı” belirtilmişti. 29 Aralık akşam saatlerinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, katliamı “istihbarat eksikliğinden kaynaklanan bir operasyon kazası” olarak nitelemişti. Daha sonra Başbakan Erdoğan ve diğer hükümet yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarda da katliam; “terörle mücadele sürecinde yanlış/eksik istihbarattan kaynaklı bir kaza” olarak değerlendirildi. Yetmedi, bu “kaza”nın “terörle mücadele kararlığını etkilemeyeceği” yönünde üzerine basa basa vurgu yapıldı! Hüseyin Çelik’in katliama karşı gösteriler yapılırsa “daha fazla canın yanacağı” tehdidine ve polisin sert müdahalelerine rağmen Kürt coğrafyasında ve Batı’da katliama karşı protesto gösterileri yapıldı. Katliam, dünya basınında da Türk devletinin Kürtlere karşı saldırı politikasının vardığı boyutun resmi olarak yer aldı. Köylülerin geçimlerini sağlamak üzere sınırdan sigara ve mazot getirdiğinin askerler tarafından bilinmesi, olayın gerçekleştiği yerin her zaman kullanılan yol olması ve sınır taburuna sadece 6-7 km mesafede yer alması, üstelik operasyon başladıktan sonra köylülerin askerleri arayarak bombalananların köylüler olduğu bilgisini vermesine rağmen operasyonun devam ederek katliamın gerçekleşmiş olması gibi bilgilerin ardı sıra ortaya çıkması, hükümetin katliamın üstünü örtme çabalarının sonuçsuz kalmasına yol açtı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Uludere-Roboski’ye gitmesi de katliamın daha geniş çevreler tarafından tartışılmasını sağladı.
BDP’nin çabası ve Alevilerin, sendikacıların, aydın-sanatçıların, Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) bölgeye gitmesi, katliamın farklı çevreler arasında sürekli gündemde kalmasını sağlamak bakımından önemli bir rol oynadı. Katliamın üzerinin örtülememesi, AKP-Gülen ittifakı arasında da bir gerilim ve çatışma yarattı. Gülenciler yanlış istihbaratın “provokasyon” yaratma amaçlı olduğu ve MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) tarafından verildiği iddiası eşliğinde MİT’e bir operasyon yapılması için Erdoğan’a baskı yaptı. Özetle, katliam hem devletin savaş ve şiddet politikasının gözü dönmüş bir gaddarlık düzeyine ulaşmış olmasını, hem de egemen güç odakları arasındaki çatışmayı görünür kıldı.
1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünün kaçakçılık yaptıkları gerekçesiyle General Mustafa Muğlalı tarafından katledilmesine benzer bir şekilde Uludere’de 34 köylünün katledilmesi, Kürt sorununun savaş ve şiddet politikalarıyla çözülmesini esas alan bir zihniyetin sonucudur. Sorun, yanlış/eksik istihbarat değil; devletin “terörle mücadele” adına Kürt halkı ve demokrasi güçlerine karşı sürdürdüğü topyekûn savaş ve imha politikasıdır. Katliam, bu politikanın bir sonucudur. AKP yandaşı medyada katliamı mazur göstermek üzere, katliamdan önce HPG komutanlarından Fehman Hüseyin’in sivillerle birlikte sınırdan giriş yapacağı bilgisinin alındığı yönlü haberlerin yapılması da, aslında bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Kürt hareketini ezmek adına sivillerin topluca katledilmesi bile mubah görülmektedir. Dersim katliamı için sözde özür dileyen Başbakan Erdoğan’ın Uludere-Roboski Katliamı için özür bile dilememesi; aksine böylesi bir özrü “teröre taviz vermek” olarak görmesi ve tersine genelkurmaya teşekkür etmesi, bir yandan ABD’den alınan istihbarat bilgileri ile askeri operasyonların ve öte yandan Kürt hareketine karşı KCK adı altında siyasi operasyon ve tutuklamaların devam ettirilmesi, aslında yapılan onca laf cambazlığına rağmen AKP’nin katliamın arkasında durduğunu ortaya koyan gelişmeler olarak değerlendirilmelidir.

GENELKURMAYA TEŞEKKÜR.. MUHALEFETE SALDIRI…

Başbakan Erdoğan, Uludere-Roboski Katliamından sonraki ilk AKP grup toplantısında topyekûn savaş düzeninin sınırlarını çizmiş; bu çizgilerin dışında kalan herkesi düşman ilan etmiştir. Bu konuşma, aynı zamanda Erdoğan’ın aslında katliamdan değil, katliamın üstünün örtülmemesinden rahatsız olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermiş, Kürt halkına ve bütün muhalif kesimlere karşı dizginsiz bir saldırı ve terör politikasının devam edeceğinin ilanı olarak da anlam kazanmıştır. Erdoğan, söz konusu konuşmada “Genelkurmay Başkanı ve komuta kademesine bu konudaki hassasiyeti nedeniyle medyaya rağmen teşekkür ediyorum” diyerek katliamı yapanların arkasında durmuş, dahası bu katliam sürecinde ordu ile hükümet arasında tam bir işbirliği olduğunu ortaya koymuştur. Hatırlanırsa, önceki dönemlerde ordu tarafından gerçekleştirilen benzer katliamlar, AKP’ye rağmen ve hatta AKP’ye karşı yapılmış katliamlar olarak gösterilmişti. Dolayısıyla bu katliam, ordunun AKP’nin emrinde olduğu bir süreçte ve AKP tarafından belirlenen politikalar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İkinci olarak, Erdoğan ve AKP, köylülerin Kürt oldukları için öldürüldüklerini söyleyen, başta BDP olmak üzere katliam ile Kürt sorunu arasındaki bağa dikkat çeken çevreleri “bölücü mihraklar” olarak hedef göstermiş, üstelik konunun üzerine giden CHP’yi de bölücü odakların yolundan gitmekle suçlamaktan geri durmamıştır. Kürt ulusal hareketine din üzerinden saldırmayı da ihmal etmeyen Erdoğan, BDP’nin “Zerdüştlük” dinini savunduğu ve “Apo’ya peygamber” dediği iddialarını her fırsatta gündeme getirerek, Kürt halkının dini hassasiyetlerini kullanmaya çalışma tutumunu sürdürmüştür.
Başbakan Erdoğan’ın (ve AKP’nin) katliamı gerçekleştiren kuruma (Genelkurmay’a) teşekkür etmesinde somutlanan tutumu, her şeyden önce katliamla ilgili ciddi/sağlıklı bir araştırma yapılmayacağını ve ayrıca katliamın hükümetin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş olduğunu göstermiştir. Soruşturmayı yürüten savcıların olay yeri incelemesini katliamın gerçekleştirildiği yere ayak basmadan helikopterden kuşbakışı yapması ve üstelik soruşturmaya dair gizlilik kararının alınması, bu konudaki samimiyetsizliğin, daha doğrusu katliamın üstünün örtülmesi çabasının somut göstergeleri durumundadır. Başbakan ve hükümet cephesinden katliam sonrası yapılan açıklamalar, katliamdan iki gün önce İçişleri Bakanı Şahin’in “terör ve destekçileri” konusunda çizdiği sınırları daha da belirginleştirmiş, Şahin’in faşizan yaklaşımının kişisel bir tutum olmadığını ortaya çıkarmıştır. Kürt gazetecilere yönelik baskı ve tutuklamalar, Avrupa’da sürdürülen çeşitli pazarlıklar ve tavizler üzerinden ROJ TV’nin yayınının durdurulması, AKP’nin işlediği savaş suçlarının gizli kalması ve Kürt halkının sesinin kesilmesi için her yolu denediğini/deneyeceğini ortaya koymaktadır. Katliamın hemen ardından gerçekleştirilen AKP grup toplantısında Erdoğan’ın çizdiği görüntü, hükümetin giderek daha fazla savaş ve şiddet politikalarına yöneldiğini/yöneleceğini ve bu politikaya karşı her kesimin bu saldırıların hedefi olacağını gözler önüne sermiştir.

MEDYADAN YANSIYANLAR
Uludere katliamının burjuva medyada haberleştirilmesi süreci ve yapılan haberler, aslında yandaş ya da muhalif gözüken basın yayın kuruluşlarının Kürt sorunu konusunda nasıl tek tipleştirilmiş olduklarını açığa çıkardı. İki karşıt uçta duran Akit gazetesi ile Sözcü’yü aynı çizgideki manşetlerde buluşturan (Akit: Köylüleri PKK Bombalattı; Sözcü: Silah Taşıyorlardı) Kürt sorunu konusunda aynı gerici-şoven damardan beslenmeleridir. AKP’ye mesafeli duran Doğan Grubu’nun haber kanalı CNN Türk’te Ayşenur Arslan’ın katliamla ilgili resmi açıklama beklediklerini söylemesi, bir kanal yöneticisinin “bu haber verilmeyecek” müdahalesiyle kesilmeye çalışılmıştır. Sadece bu olay bile, Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda medya patronları ve müdürleriyle yaptığı toplantının amacı ve sonuçları bakımından yeterince fikir vericidir. AKP’nin borazanlığını yapan medya organları da haberlerini AKP’nin resmi açıklamasının çerçevesi içinde (“ölümcül kaza”/“istihbarat hatası”) belirlemişlerdir. PKK’nin Gediktepe baskınında katırları kullanması, Fehman Hüseyin’in Türkiye’ye giriş yapacağı istihbaratı, katliamın yapıldığı güzergâhın PKK kampları yolu üzerinde olduğu vb. gibi katliamı mazur göstermeye yönelik çokça haberler yapıldı. Bütün bu kara propagandaya rağmen bölgeden gelen haberlerin bu iddiaları çürütmesi nedeniyle medya yine de Erdoğan’ı memnun edemedi ve hedefi olmaktan kurtulamadı.
Medyanın AKP-Gülen düzeninin propaganda aracına dönüşmesinin bir diğer önemli göstergesi de, Uludere Kaymakamı’nın Roboski’de –kendisini olayın faili olan devletin bir görevlisi ve temsilcisi olarak gören– halk tarafından tartaklanmasını katliamın kendisinden de önemli bir habermiş gibi sunması ve üstelik bu olayı Kürt hareketine karşı saldırının vesilesi yapmasıdır. Taziyeye giden kaymakam adeta kahramanlaştırılmış; saldırıyı BDP Milletvekili Hasip Kaplan’ın kışkırttığı yönlü haberler yapılarak, katliamın bütün yönleriyle aydınlatılması için mücadele eden BDP hedefe konulmuştur. Yetmemiş, taziye yerine bile gidemeyen Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve bakanların ölenlerin uzak bir yakınının (bir korucunun) evinde kurdukları “çadır tiyatrosu”, taziye ziyareti olarak sunulmuştur. Uludere katliamı karşısındaki tutumu, medyanın, özellikle AKP’nin içeride ve dışarıda daha fazla şiddet ve gerilimi esas alan politikasını savunma çizgisinde durduğunu; dolayısıyla ülkede ve bölgede yeni felaketlere yol açabilecek bir politikanın suç ortaklığını yaptığını somutlanmış bulunmaktadır.

GÜLENCİLERLE ERDOĞAN’IN MİT KAPIŞMASI
Katliamın ortaya çıkmasından sonra yaşanan en dikkat çekici gelişmelerden biri de, iktidardaki Gülen-Erdoğan ittifakı içinde yaşanan çatışmaydı. Taraf’ın Fethullah Gülenci yazarı Mehmet Baransu, Genelkurmay’a “yanlış istihbarat”ı MİT’in verdiği iddiasını gündeme taşıdı. MİT’in Genelkurmay’a istihbarat vermediğini açıklamasına rağmen, Baransu, katliamın yapıldığı gün, MİT’in genelkurmaya, grup içinde Fehman Hüseyin’in olduğu bilgisini gönderdiğini ve 20, 23 ve 25 Aralık tarihlerinde üç ayrı rapor daha gönderildiğini yazarak iddiasını sürdürdü. Erdoğan’ın  Baransu’yu “Bu cambazların MİT içinde böcekleri var” sözleri ile eleştirmesi, tartışmayı yeni bir boyuta taşımış; bu kez Baransu, Başbakan’ın MİT tarafından bilinçli bir şekilde yanıltıldığı iddiasını gündeme getirmiştir. Aynı günlerde ülkedeki en önemli temsilcisi olarak gösterilen Hüseyin Gülerce’nin yazdıkları, Gülencilerin dertlerinin anlaşılmasını sağladı. Gülerce, “PKK’yi MİT’in kurdurduğu”nu, “MİT içinde suça bulaşmış olanların hesap vermesi gerektiği”ni ve bunun için Erdoğan’ın “derhal Başbakanlık’a bağlı MİT hakkında bir soruşturma başlatması gerektiği”ni söylüyordu. Yani Gülenciler, hükümetin sıkıştığı noktada harekete geçerek, MİT’in yeniden yapılanmasını (kendi kadrolarının denetiminde bir MİT’in oluşturulmasını) istiyor, bu nedenle Uludere Katliamını bu yönlü bir operasyon için kullanıyorlardı. Fethullah Gülen de katliamdan sonra yayımladığı mesajında katliamı bir “provokasyon” olarak niteleyerek, yanlış istihbaratın bilinçli olarak verildiği iddiasını destekliyor; öte yandan Kürt hareketini “kan üzerinden saltanat kurmaya çalışmakla suçlayarak” saldırmayı da ihmal etmiyordu.
Uludere Katliamı üzerinden yaşadıkları çatışmaya bakarak AKP’nin özellikle Suriye’ye karşı saldırı ve olası müdahalenin koçbaşı olmaya soyunduğu, sadece Suriye ile de değil, İran ve Irak’ın Şii yönetimiyle de çelişkilerinin giderek gün yüzüne çıktığı bir süreçte, içeride ve dışarıda baskı, şiddet ve müdahaleyi esas alan politikasının başarısız olduğunu; AKP’nin bu politikayı uygulamakta sıkıştığı noktada Gülen-AKP ittifakının iç çatışmalarının derinleşeceğini, kendi aralarındaki egemenlik mücadelesinin daha da öne çıkacağını söylemek kehanet olmayacaktır.

BAŞBUĞ’UN TUTUKLANMASI VE AKP’NİN PAŞASI

Özellikle AKP’yi ülkeye demokrasi getirecek bir parti olarak görüp desteklemiş olan liberallerin aydınından akademisyenine, avukatından öğrencisine, gazetecisinden sendikacısına bütün muhalif kesimlere karşı baskı ve tutuklamalar karşısında AKP’yi “sivil bir baskı rejimi” kurmaya çalışmakla eleştirdiği günlerde, Başbakan Erdoğan, Dersim katliamı ile ilgili “özür” dilemişti. Her şeyden önce Dersim katliamını, devletin bugüne kadar Kürt sorununda uyguladığı politikaların bir parçası, katliamlar zincirinin bir halkası olarak görmekten uzak olan ve aslında katliamın ruhunu yaşatan Erdoğan tarafından dilenen bu özür, söz konusu çevreler arasında “tarihi bir adım”, “resmi tarihle hesaplaşma” olarak değerlendirilmiş; özür, AKP tarafından demokrat görüntüsünün yeniden oluşturulması ve aradaki buzları çözmek için kullanılmıştı. İşte göz göre göre sivillerin nasıl bombalanıp katledildiğinin tartışıldığı bir dönemde, eski Genelkurmay Başkanlarından İlker Başbuğ, ifadeye çağrılıp “silahlı terör örgütü kurmak” ve “hükümete karşı kara propaganda yapmak” suçlamasıyla tutuklandı. Başbuğ’la ilgili iddianamenin Uludere katliamından 2 gün sonra hazırlanması ve Başbuğ’un bir hafta içinde tutuklanmasının rastlantı olmadığı açıktı. Ama sonuçta AKP, yine sıkıştığı bir dönemde gündemi değiştirmek üzere bir hamle yapmış; Cumhuriyet tarihinde 27 Mayısçılarca tutuklanan Menderes’in Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’dan sonra ikinci kez eski bir Genelkurmay Başkanını tutuklayarak, demokrasi zaferlerine bir yenisini daha eklemişti! Nihayetinde Başbuğ da Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu arkadaşları gibi, bölgede görev yaptığı dönemde Kürtlere karşı sürdürülen ‘Özel Savaş’ suçları nedeniyle değil; yine AKP-Gülencilere karşı darbe girişimi ve propagandadan tutuklanmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı döneminde kamuoyu önüne çokça çıkıp sık sık açıklamalar yapan Başbuğ’un tutuklandığı günlerde, AKP’nin paşası Genelkurmay Başkanı Necdet Özel medyada boy gösterdi. Uludere katliamındaki hassasiyeti (!) nedeniyle Erdoğan’dan teşekkür alan Özel, son Yüksek Askeri Şura sonrasında, AKP çevrelerinde, artık askerin siyaset yapmayacağı edebiyatının yapıldığı bir dönemde, ülkedeki ve bölgedeki birçok siyasi meseleyle ilgili görüşlerini açıkladı. Milliyet gazetesinden Fikret Bila’ya röportaj veren Özel, “Hükümetin direktifleri doğrultusunda terörle mücadele ettikleri”ni söylemekte; PKK’ye katılanları “kandırılmış çocuklar” olarak niteleyerek, 80’li yılların “Anadolu’dan Görünüm”ünü hatırlatmaktadır. Suriye’ye tampon bölge oluşturma dahil hükümetin vereceği her göreve hazır olduklarının altını çizen Özel; Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görmekle yetinmemekte, komşularla ilişkileri de “güvenlik” konsepti içinde değerlendirerek, 80 küsur yıllık cumhuriyet rejiminin bütün komşuları düşman olarak gören gerici-şoven zihniyetinin en rafine temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır.  Bölgede komutanlık yaptığı dönemde gerçekleştirdiği katliamlar nedeniyle Kürt halkı arasında “Kimyasal Necdet” olarak anılan Özel, anayasa konusuna da el atmakta; darbe anayasasının 3. ve 42. maddelerinin korunmasını ve Kürtçe (anadilde) eğitimin önündeki engel/yasakların devam etmesini istemektedir. Özellikle böylesi bir zamanda, yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı bir ortamda, AKP ile çatışmalı bir Genelkurmay Başkanı tarafından söylenmiş olsaydı fırtına kopartılacak olan bu açıklamalar, hükümet ve medya tarafından sessizlikle geçiştirilmiştir.  Özel’in açıklamaları, bir kez daha AKP için askerin siyaset yapmasının değil; kendi politikaları dışında siyaset yapmasının sorun olduğunu; AKP’nin demokratlığının sınırlarının kendi politik çıkarları çerçevesinde belirlenmiş olduğunu ortaya koymuştur.

AYNAYA DÜŞEN GÖLGE: ABD!
ABD’nin bölge politikası çerçevesinde Türkiye egemenlerinin rolünün yeniden belirlendiği 2007’den bu yana, ABD de PKK’ye karşı hava ve kara operasyonlarına istihbarat desteği sağlamaktadır. Bu istihbaratın sağlanmasında insansız hava araçları (İHA-İsrail Heronları ve ABD Predatörleri) belirleyici bir öneme sahip bulunmaktadır. İşte Uludere katliamında da istihbarat bilgileri yine bu İHA’lar tarafından sağlanmış; Erdoğan ellerinde dört saatlik bir görüntü olduğunu açıklamıştır. Türk ordusunun PKK’ye karşı kış aylarında da sürekli operasyonlar yapmasının/yapabilmesinin arkasında ABD’nin istihbarat desteğinin belirleyici bir önemi bulunmaktadır. AKP yandaşı yazar-yorumcuların “PKK’nin bahara kadar bitirileceği” yorumlarının arkasında yatan da tam da bu destektir. Açıktır ki, ABD’nin son dönemde bu yönlü desteğinin artmasının arkasında yatan hesapların başında, Türkiye egemenlerinin zaten bölgesel bir karakter taşıyan Kürt sorununda savaş ve şiddet politikalarını tırmandırmasının başta Suriye olmak üzere bölgede çatışma halinde bulundukları ülkelere müdahale olanaklarını/koşullarını kolaylaştıracağı beklentisi yer almaktadır. Suriye’de Kürtlerin ABD-Türkiye yanlısı muhalefete mesafeli durmaları, yine Irak’ta Türkiye’yi içişlerine karışmaması yönünde uyaran Şiilerle (Başbakan Nuri El Maliki) ittifaklarını sürdürme noktasında durmaları ve İran’da rejimle “ateşkes” yapmaları, giderek Kürtler ile ABD ve Türkiye’yi daha fazla karşı karşıya getirmektedir. Zaten ABD’nin bölgesel politikalarına yedeklenmeyi reddettiği için Öcalan’ın Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinden bugüne ABD’nin hedefinde bulunan Kürt ulusal hareketi, hem Uludere katliamının perde arkasında bulunan güç olması ve hem de Kürt hareketini imhaya yönelik operasyonları desteklemesi nedeniyle ABD’ye karşı protesto eylemleri başlattı. Türkiye ve Avrupa’nın birçok kentinde konsolosluklar önünde ABD’nin kanlı politikaları protesto edildi.
Kürt hareketinin ABD’nin gerici politikalarına karşı aldığı tavır ve anti-emperyalist tutumunun giderek belirginleşmesi, Türkiye’de gerici şoven çevrelerin Kürt hareketinin ABD emperyalizmi tarafından kullanıldığı yönlü propagandasının etkisi altında olan geniş halk kesimlerinin eşitlik, demokrasi ve barış mücadelesine kazanılması olanaklarını artırmıştır. Kürt hareketinin bu duruşu, ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin bölge politikasının amacına ulaşmasını da zorlaştırmakta; sadece ülke içinde de değil, bölge genelinde Arap, Fars ve Türk halklarının egemenlerce empoze edilen Kürt düşmanlığının yerini halkların birlik, dayanışma ve ortak mücadelesinin almasının yolunu da açmaktadır.

ORTAK ACILAR, DAYANIŞMA VE BİRLİKTE MÜCADELE…
Kürt sorunu konusunda tutarsız/çelişkili tutum ve söylemlerine rağmen CHP’nin Uludere-Roboski katliamı karşısında gösterdiği tavır ve Kılıçdaroğlu’nun taziye ziyareti, CHP’nin etkisinde olan ve Kürt sorununa mesafeli duran ulusalcı çevrelerin de gözünü bölgeye çevirmesi ve olup biteni sorgulamasına vesile olması bakımından önem taşımaktadır. Bugün Kürt hareketi (ve elbette ittifak halinde olduğu ve somut karşılığını Halkların Demokratik Kongresi’nde bulan emek ve demokrasi güçleri) Gülen-AKP ittifakına karşı en örgütlü direnç ve mücadele odağı durumunda bulunmaktadır. Ve bugün HDK, bu pozisyonu nedeniyle, ABD işbirlikçisi AKP-Gülen ittifakından rahatsızlık duyan Aleviler başta olmak üzere, geniş halk kesimlerinin birleşebilecekleri yegâne demokratik mücadele odağı durumundadır. Alevi dernek ve vakıf yöneticilerinin Uludere’ye yaptığı ziyaret, acıların paylaşılması, önyargıların kırılması ve ortak mücadelenin örülmesi yönünde önemli bir adım olmuştur. Emek Partisi’nden aydın-sanatçılara, HDK’den çeşitli kitle örgütleri ve sendikalara kadar toplumun birçok kesiminin Uludere-Roboski ziyaretleriyle acıyı ve dayanışmayı ortaklaştırması, aslında AKP-Gülen ittifakının topyekûn savaş düzenine karşı mücadele cephesinin de bileşenlerini belirginleştirmiştir. Uludere-Roboski katliamının bir tarafında savaş ve şiddet politikalarında birleşen gericilik ve öte tarafında halklar arasında barış ve kardeşlik; ülkede demokrasi ve insanca yaşam isteyen güçler saf tutmuştur. Mücadele devam etmektedir ve bu mücadelenin nasıl bir seyir izleyeceği sadece ülkenin değil; bölgenin de kaderinin belirleyecek önemdedir.

Dersim Katliamı, AKP, Dilenen “Özür” ve İşlenen Onca Kabahat…

Bilindiği üzere, Türkiye gündemi sıklıkla değişen hareketli bir süreçten geçiyor. Kasım ayı sonlarında “Dersim Katliamı” üzerine yapılan hummalı tartışmanın bugün pek etkisi kalmadı. “Dersim katliamı” ya da “Dersim İsyanı” üzerine yapılan tartışmaları “değerlendirirken” “özür” diliyormuş gibi yapan Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümetinin sonraki icraatları, özrün ne amaçla yapıldığını ifşa etmekle kalmadı, saldırgan ve faşizan uygulamalarda ısrar eden ve mesafe almak isteyen bir hükümetle karşı karşıya bulunduğumuzu da gösterdi. Ancak biz yine de Dersim katliamı üzerinden yapılan tartışmalarla AKP’nin o günden bu yana süren icraatlarını hatırlatarak, özrün ne anlama geldiğini irdeleyeceğiz.
Hatırlanacağı üzere, bir önceki hükümet döneminde, AKP’nin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak adlandırdığı “açılım” politikaları tartışılırken, TBMM kürsüsünden, Kürt halkına yönelik olarak on yıllardır uygulanan şiddeti katliamlar düzeyinde sürdürmeyi mazur göstermek için, “Dersim’de analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi?” diyerek, AKP’nin Kürtleri manipüle etmeye yönelik projesi karşısında bile paniğe kapılarak Dersim sorununun gündeme taşınmasına ve tartışılmasına vesile olan dönemin CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’den sonra, bir kez daha Dersim Katliamı, CHP’li bir milletvekilinin açıklaması üzerine tartışma konusu oldu.
Bu defa, Kürt olduğunu kabul etmeyerek yarım ağız Zazalığını dillendiren, “ben kendimi Alevi olarak tanımlıyorum” diyerek, inanç, din, mezhep ve ulus kategorilerini karmaşık ve anlamsız hale getiren, Kürt sorunu hakkında geri bilince seslenmeyi tercih eden, CHP’nin yeni dönem Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Zaman Gazetesi’ne verdiği bir röportajla Dersim tartışması yeniden yaşandı.
“Dersim katliamı” tartışması, dönemin tek partisi olan ve övünerek Cumhuriyet’in tek varisi ve temsilcisi olduğunu söyleyegelen CHP’yi bir kez daha karıştırdı. CHP’li bir bölüm vekil nasırına basılmışçasına yerinden fırlayıp avazı çıktığı kadar bağırdı. 30’lu yıllar boyunca büyük acılara, planlı ve sürekli katliamlara maruz kalan Dersim halkı başta olmak üzere, resmi tarihle “yüklenmiş” tüm halklar pür dikkat kesilerek, tartışmaları dinlemeye, olup biteni ve gelişmeleri anlamaya çalıştı, çalışıyor.
Aygün’ün, Fethullah Gülen ve hükümet yandaşlığı ile bilinen Zaman gazetesi’nde yayınlanan röportajında, Dersim katliamının sorumlusu olarak devleti ve CHP’yi göstererek Atatürk’ün devletin başında olduğunu açıklaması ve M. Kemal’in olaylardan haberdar olmamasının mümkün olmadığını söylemesi, CHP’yi, M. Kemal’i ve dönemin uygulamalarını fanatik düzeyde savunan CHP içindeki bir grup milletvekilini atağa geçirdi. CHP’li 13 milletvekili (bu kadar olmadıklarını da açıklayarak), yaptıkları açıklamada, “zinhar bir katliam olmamıştır”, “tarihimizle, CHP ile, devletimiz ve Atatürk’ümüzle gurur duyuyoruz” içerikli görüşlerini dile getirdiler ve Aygün’ün disipline sevk edilmesini istediler.
Dersim bölgesinin savaş alanına dönüştürülmesi, kapsamlı bir katliamın gerçekleştirilmesi, kadın, çocuk, yaşlı, genç on binlerce Dersimlinin kurşunlanıp süngülenerek, sığındığı mağaralarda zehirlenerek katledilmesi, katliamdan geriye kalanların dört bir yana sürgün edilmesi, kız çocuklarının köle alır gibi alıkonulması, bölgenin büyük bölümünün yasak bölge ilan edilmesi gibi insanlık dışı uygulamalar ve acı gerçekler karşısında bir milim gerileme göstermeyen bir zihniyetin ısrarla devam etmesine de bir kez daha tanık olduk.
Dersimli Zaza ve Alevi bir ailenin ferdi olan CHP’nin Genel Başkanı Kemal Klıçdaroğlu da, bu tartışmada, devleti, sistemi, CHP’yi savunan, yaşananı bir yere oturtmayan bir tutum almayı sürdürdü. Devletin bekası için ve başında bulunduğu CHP’nin durumunu ve dengelerini gözeterek “kan kusup kızılcık şurubu içtim” demeyi yeğledi. Kılıçdaroğlu, CHP’nin süregelen inkarcı tutumuna teslim olmuş halde hareket etti. Devletin bekası kadar, hesaplaşmayı ve değişmeyi göze almak yerine 90 yılı bulan geçmişiyle artık tamamen köhnemiş CHP’nin Genel Başkanı olmak neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Gerçekleri açık ve net olarak konuşamaması, Başbakan Erdoğan’ı daha da cesaretlendirdi ve Erdoğan yakalamış olduğu boşluğa büyük bir zevkle ard arda vuruşlar yaptı. Kılıçdaroğlu, daha önce, katliam yıllarında Malatya Emniyet Müdürü olarak görev yapmış olan İ. Sabri Çağlayangil ile yaptığı röportajda söylenenleri bile savunamayacak bir duruma düştü. Çağlayangil bu röportajında  “Mağaralara sığınmışlardı. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi” demişti.
Kılıçdaroğlu, yıllar önce peşine düşüp araştırdığı bir katliamın üzerindeki karanlık perdenin yırtılması için olanaklar ortaya çıkmışken, bunu ısrarla yapmadı, gerçeklerin açığa çıkması değil ama üstünün kapanması için çaba sarfetti. Bu tutumuyla, daha önce Onur Öymen’in açıklaması karşısında yaptığı açıklamanın da gerisine düşmüş oldu. Hatırlanacağı gibi, Öymen’in 10 Kasım 2009’da TBMM’deki açıklamasından sonra “gereğini yapmasını bekliyorum” diyerek onu istifaya çağıran Kılıçdaroğlu, şimdi kendisi de katliamı inkar eden bir genel başkan olarak, CHP ile uyumda, gerçekleri yok sayarak, AKP’nin riyakar politikalarına bile yanıt veremeyecek bir yerde durarak “devlet adamlığı” yolunda ilerliyor.
Ancak Dersim katliamı bir kez daha toplumun önüne gelmiş, partilerin katliam üzerinden politika yapma yarışına rağmen, halk indinde resmi tarihin dışında bir tartışma ve muhakeme ortamı yaratılmış, devletin açık bir katliamıyla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği daha anlaşılır olmuştur. Dersimin tarihiyle, gerçeklerle yüzleşmekten korkanların üstünü kapatma çabalarına rağmen bu gelişmenin böyle bir yararı olmuştur.

AKP’NİN DERSİM ÖZRÜ, ULUDERE KABAHATİ VE DİNK DAVASI
AKP, estirilen Kılıçdaroğlu rüzgarının Meclise taşıdığı CHP Milletvekili Aygün’ün Zaman gazetesine yaptığı açıklamanın “gol atmak üzere yapılan bir orta” olduğunu hemen fark etti ve CHP kalesine yüklendi. Bir kez daha, sureti haktan gözükmek için fırsatı ganimet saydı ve değerlendirmek üzere atağa geçti. Kürtlere yönelik askeri ve siyasi operasyonlara hız veren, sahte “açılım” söylemini de bir kenara bırakarak önce Kürt siyasetçilerine, belediye başkanlarına, sonra aydınlara, akademisyenlere, hukukçulara ve son olarak gazeteciler yönelik kapsamlı bir operasyona ve tutuklamalara imza atan, süren savaşla 30 yıldan bu yana 45 bin dolayında Kürt yurttaşın, 5 bin kadar asker, polis ve korucunun ölümüne, onca köyün boşaltılmasına neden olan politikaların 10 yıldan bu yana kararlı savunucusu ve uygulayıcısı olan Başbakan Erdoğan, Dersim katliamı tartışmasının üzerine balıklama atladı. Başbakan “ileri demokrasi” temsilcisi olarak partisinin il başkanları toplantısında, Dersim katliamına ilişkin bilgiler aktardıktan, CHP’ye ve onun Dersimli Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklendikten sonra, birkaç çarpıcı belge de açıklayarak “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” diyerek dikkatleri üzerine çekti.
Bu, Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde bir başbakan tarafından Dersim katliamına ilişkin yapılan en geniş açıklama ve dil ucuyla da olsa dilenen ilk özür oluyordu. Kuşkusuz bunun yarattığı bir etki de vardı. Sadece Türkiye’de değil, uluslararası ölçekte de, “Dersim katliamı ve bir başbakanın özrü“ biçiminde ilgi ve yankı buldu. AB’ye girme girişimleri, Kıbrıs’ta Annan Planı Yaklaşımı, “Kürt açılımı”, “Alevi Açılımı” “Darbe teşebbüsçülerinin yargılanması”, “Askeri vesayete son verme” açıklamaları, “12 Eylül Anayasası’nı değiştirme” sözleri, “12 Eylül 2011 Anayasa Referandumu” vb. “sivil toplum”cu, liberal ve güler yüzlü görünmelerin yarattığı etki, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle girilen çıkar ilişkileri de eklenince, AKP Genel Başkanı’nın bu açıklaması da artı puan olarak kayda geçti.
AKP Hükümeti, her dinamik toplumsal kesim içinde yandaşlar yaratarak bölme ve etkisizleştirme operasyonu yürütme politikasının bir ürünü olarak Dersim Katliamı’nı tartışma konusu etti. Bunu Alevilere yönelik politikalarında da başarmak istedi. Seçimlerde, Dersim Valisi başta olmak üzere tüm devlet kadroları ve olanaklarını seferber etmesine, daha önce Cumhurbaşkanı Gül’ün Dersim Cem Evi’ni ziyareti gibi gelişmelere rağmen Dersim halkının AKP karşıtı tutumunda ısrar etmesi, AKP’nin Dersim katliamı hakkında “cüretli” açıklamalar yapmalarına neden olsa da, dilenen “özür”ün kısa gün kârı hesabıyla yapıldığı zaman geçmeden açığa çıkmıştır. AKP’lilerin 12 İmam orucunda Cem Evleri’nde iftar açmaları, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Almanya’da Cem Evinde katıldığı matem orucu iftarında “Muharrem ayında yas tutmak Alevilik ise en önde gelen Alevi benim” demesi ve daha birçok riyakarca tutuma ve gösteriye rağmen Alevilerin taleplerinin hiçbiri karşılanmış değil. Din dersi hâlâ zorunlu ders olarak Alevi çocuklarına okutulmakta, Alevilere yönelik olarak işlenen onca katliam hâlâ “faili meçhul” sayılmaktadır. Cem Evleri hâlâ bir statüye kavuşturulmuş değildir. Sivas katliamının sanıkları kollanmış, davalar göstermelik hale getirilerek bitirilmiş, Madımak Oteli, Alevilerin taleplerine uygun olarak düzenlenip Müze haline getirilmemiştir. Diyanet hâlâ Sünni Diyanet’tir ve Alevilerin lağvedilme talebi karşısında varlığı tartışılmamaktadır bile.
Dersim katliamından dolayı “özür” dileyen Erdoğan Hükümeti’nin o tarihten sonraki birkaç icraatı ve bazı gelişmeler karşısındaki tutumu bile AKP’nin riyakarlığıyla halk ve demokrasi düşmanlığını göstermeye yetmektedir.

1- KCK Operasyonları ve AKP’nin savaşta ısrarı
Süregelen KCK operasyonları ve kitlesel tutuklamalar AKP’nin Kürt halkının örgütlü kesimlerini felç etmek amaçlı olduğunu gösteriyor. Başbakan ve bakanların yaptıkları konuşmalarda KCK operasyonlarının arkasında olduklarını açıklamaları, tutuklanan belediye başkanları, siyasetçi, aydın akademisyen, avukat ve gazeteciler için sorulan sorulara, “onlar mesleklerinden, işlerinden dolayı tutuklanmadılar, KCK’li oldukları için tutuklandılar ve biz bu operasyonların arkasındayız” demeleri, tutuklamaların emirle gerçekleştirildiğini ve faşizan uygulamaların devam edeceğini gösteriyor.

2- Uludere katliamından sonra özür dilemek bir yana Genelkurmay Başkanı Özel’e edilen teşekkür
Diğer önemli bir gelişme, bu süre içinde yaşanan Uludere-Roboski katliamıdır. 29 Aralık’ta savaş uçaklarının bombardımanı ile gerçekleşen katliam, Başbakan Erdoğan’ın “Dersim katliamı”ndan dolayı özür dilediği tarihten bir ay kadar sonra gerçekleşmiştir. Katliamda 34 Kürt köylüsü yük katırlarıyla birlikte öldürülmüş, 3 köylü şans eseri sağ kurtulmuştur.
Katliam, İHA (İnsansız Hava Aracı) denilen Heronların çektiği görüntülerden sonra Diyarbakır Askeri Üssü’nden kalkan F-16 savaş uçaklarının bombardımanı ile gerçekleşti. Yani Dersim’de yapılan katliama benzer bir durumla karşı karşıyaydık.
Ancak 23 Kasım’da AKP İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada belgeler göstererek, Dersim katliamından dolayı özür dilediğini açıklayan Başbakan Erdoğan, hükümetinin atadığı ve artık yasal ve fiili olarak başbakanlığa bağlı olduğunu övünerek bildirdiği Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e, Uludere-Roboski katliamından sonra operasyondan dolayı teşekkür etti. Başbakan ve sözcüleri, bu teşekkürün katliamı onaylamak anlamına gelmediğini ısrarla belirtseler de, katliamdan dolayı özür dilemek ve katliamı gerçekleştirenler hakkında soruşturma başlatmak gibi beklentileri karşılayacak bir adımının üzerinden geçen günlere rağmen hâlâ atılmamış olması, başka türlü yorumlara izin vermemektedir.
Sokağa taşan büyük kalabalıklarla gerçekleşmemiş olsa bile, Uludere katliamı karşısında, hemen tüm kesimlerden küçümsenemez tepki ve protestolar yükseldi. Kürt halkı içinde AKP’nin etkisinde bulunan, koruculuk yapan, PKK politikaları ile “ barışık” olmayan kesimler içinden başlayarak, liberal kesimlere, oradan CHP’ye, İslami kesimlerin AKP politikaları ile hemfikir olmayanlarına, Alevi inancına mensup örgütlü ve aydınlanmış kesimlere, aydınlara, sanatçılara, hemen hiçbir kesim katliam karşısında sessiz kalmadı. Bazı liberal yazar ve akademisyenler, gazeteler, “yandaş”lıktan sıyrılmasalar da, yaptıkları ve yazdıklarıyla AKP’yi sıkıştırdılar. Uluslararası ajanslar, katliama yer vererek, “Arap ülkelerindeki gelişmelerden hareketle, Arap liderlere akıl verip, sivillere yönelik katliamları durdurmasını isteyen Erdoğan, kendi ülkesinde Kürtleri katlediyor” şeklinde haberler geçtiler.
Ancak AKP, her zamanki gibi, algının kanaate ve karara dönüşmemesi için ajandasında hazır bulunan iki kozu ileri sürerek, kendisi hakkında oluşan kanaati değiştirmek üzere atağa geçmekte gecikmedi. Önce 12 Eylül askeri cuntasının başı olan iki eski general hakkında açılacak olan yargılama dosyasını konu etti. Arkasından emekli genelkurmay başkanı İlker Başbuğ hakkında hazırlanan soruşturma devreye sokuldu ve Başbuğ tutuklandı. Bu, Türkiye tarihinde, 27 Mayısçıların tutukladıkları Bayar-Menderes’in Genelkurmay Başkanı R. Erdelhun’dan sonra ikinci genelkurmay başkanı tutuklamasıydı. Daha bir yıl öncesine kadar mesai arkadaşlığı yaptıkları bir önceki Genelkurmay Başkanı, hükümeti devirme planlarının içinde yer almaktan dolayı tutuklanıyordu. AKP Uludere katliamı ve diğer birçok gelişme karşısında kendisine karşı gelişen tepkileri bertaraf etmek, kendisine karşı hazırlandığını düşündüğü bir darbe teşebbüsünün yarım kalmış hesabını da görmek için konjonktürü değerlendirdi ve eski genelkurmay başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’u Silivri’ye kapattı.
Bir süre sonra da 12 Eylül darbesinin “iki elebaşısı” eski genelkurmay başkanı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Org. Tahsin Şahinkaya hakkında da dava açıldı. Bu gelişmeler kayda değer gelişmeler olmakla birlikte, işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, ezilen ve sömürülen emekçi yığınların karşı karşıya bulunduğu baskılar, dağlarda süren operasyonlar, Kürtlere yönelik katliamlar, dinmeyen operasyonlar ve tutuklamalar, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde artarak devam eden tepinmeler koşullarında, ülkenin demokratikleştiğine, halkın rahat bir nefes aldığına ilişkin bir veri sunmamaktadır.

3- AKP kadim yandaşları olan liberal “sol” yazarların eleştirilerine bile tahammül göstermiyor
Bir diğer gelişme, AKP yandaşlığı ile tanınan ve uzun süreden bu yana AKP’nin ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki politikalarının sözcülüğünü ve savunuculuğu yapmış olan “sol” liberal yazar, akademisyen ve “aydınların” yaşanan gelişmeler karşısında AKP’ye yönelik “güvensizliklerini” ufak ufak ifade etmeleri ve AKP’nin bunlara bile tahammül göstermemesidir. AKP, “güvensizliği”ni belli eden bu kesimlerden kim ve kendisine ne kadar hizmet etmiş olursa olsun, sektirmeden herkesi bulundukları yerlerden fırlatıp atmakta; Yiğit Bulut örneğinde olduğu gibi, “taze yandaş”lara ise en yüksek mertebede yer açmaktadır. Star gazetesi başyazarı Mehmet Altan, AKP sahiplenir ve yere göğe sığdıramaz ve izlediği ayrılıkçı politikalara dönüş yaparken, Kuzey Kıbrıs eski Cumhurbaşkanı “derinlerin adamı” Denktaş’ın ölümünden sonra gösterdiği tepkinin yazılarına yansımasından sonra hedefe konuldu. Altan’ın ANF’ye verdiği demeç ise, AKP’nin ve yandaş medyanın “artık bizden değilsin” demesine ve noktayı koymasına neden oldu. “Ergenekon Davası” kapsamına alınmasına ramak kalmış olan, Erdoğan’la Annan Planı konusunda büyük çelişki ve çatışmalar yaşayan Denktaş’ın ölümünden sonra, M. Altan’ın şahsında AKP’nin aldığı tutumu, “AKP’nin devletleşmesi” ve “Denktaşlaşması” olarak yorumlayan liberal çevreler ile AKP arasında bir kez daha bir kırılma yaşanmış bulunuyor. Sadece 12 Eylül Anayasa Referandumu’nda değil, bir bütün olarak AKP politikalarına “yetmez ama evet” diyen ve toplumu bu politikalara ikna etmek için büyük çaba sarf eden liberal çevrelerin yaşadığı diğer bir “hayal kırıklığı” ise, Hrant Dink davasının kararıyla oldu.

4- Hrant Dink Cinayeti’nin arkasındaki kontrgerillayı gizleme çabaları, AKP’nin “Ergenekon”, “derin devlet” ve “darbecilerle hesaplaşma” propagandasının esasının kendisine pürüz yaratan pıtrakları ayaklamak olduğunu gösteriyor
Hrant Dink Cinayeti bir kontrgerilla eylemiydi. Daha önce gerçekleştirilen onlarcası gibi.. Malatya’da gerçekleştirilen Hıristiyanlara yönelik Zirve katliamı, Trabzon’da işlenen Santoro Cinayeti, Jitem’den, MİT’ten, emniyet istihbaratından bağımsız değildi. Hrant Dink cinayetinin üstünü örtmek için elinden geleni yapan AKP, isimleri katliamla anılan bürokratları korumakla kalmadı, onları daha yüksek mertebelere çıkararak taltif etti. Ancak tüm üstünü kapatma çabalarına rağmen ortaya tatmin edici bir karar çıkacağını umanlar, 17 Ocak’ta açıklanan mahkeme kararı karşısında şaşkına döndüler. AKP’den beklenti içinde olan kesimler bir kez daha hayal kırıklığı yaşadılar. Karara tepkiler sokağa taştı. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve AKP’li bakan ve sözcüler “karar kamu vicdanını yaralamıştır” demek zorunda kaldılar. Ancak yürütme olarak bir bölümünü terfi ettirdikleri Cinayet’in arkasındaki örgütü ve üyelerini kulaklarından tutup hakim karşısına çıkarmak ve cezalandırılmalarını sağlamak yerine, bir kez daha, AKP güdümünde olduğu belirgin olan yargıyı işaret ederek, “temyiz sürecini beklenmesi”ni tavsiye etmektedirler.

SONUÇ OLARAK
Burjuvazi ile işçi ve halk hareketine dayanan güçlü bir hesaplaşmanın/kapışmanın yaşanmadığı ülkede “sıra dışı” bir söylemle yola çıkan gerici-burjuva bir partinin sorunlar yumağını “çözme” vaadinin bile bir beklenti yarattığı görülüyor. Sınıf partisinin AKP Hükümetine karşı başından beri ısrarla sürdürdüğü aydınlatma, sınıfı ve emekçileri örgütleme çabası henüz geniş işçi ve emekçi kitleler içinde etkili olmasa da, bugün gerçeklerin anlaşılması, AKP’nin gerçek yüzünün görülmesi, işçi ve emekçi güçlerin örgütlenmesinin ve mücadeleye koyulmasının olanakları daha da artmıştır.
AKP gibi bir partinin Türkiye’nin demokratikleşmesi, hak ve özgürlüklerin kazanılması, Kürt sorununun demokratik haklar temelinde çözümü, inançlar üzerindeki ayrımcılığın ve baskının son bulması, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, dahası yeni demokratik bir Anayasanın hazırlanmasına öncülük edebileceği yönlü beklentiler, aynı zamanda, geleneksel burjuva politika kulvarının sınırlarının işçi ve emekçi kitleler üzerindeki etkisini ve kapsamını göstermektedir. Günümüzde CHP ve  MHP’de vücut bulan statükocu, Türkçü-milliyetçi, işbirlikçi sermaye partilerinin karşısına, “demokratikleşme”, “açılım” vs söylemle çıkan AKP gibi bir sermaye partisi etkisini hala sürdürebilmektedir. AKP’nin söylemi, Türkiye’nin karanlık tarihiyle hesaplaşabileceği, birikmiş  demokratikleşme sorunlarını çözebileceği beklentisi yaratabildi.
AKP, Türkiye’yi  kapitalist, neo-liberal programa eklemleme ve emperyalizmin YDD ihtiyaçları üzerinden yeniden yapılandırma; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel alanlarda gerçekleştirilen hak gasplarını “reformlar” olarak sunulabildi. Ancak, AKP’nin ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki hak gaspları ve baskı politikaları karşısında, –sağlık ve sosyal güvenlik alanında olduğu gibi– büyüyen tepkinin giderek büyüdüğünü gösteren veriler, önümüzdeki dönemin birleşik, bağımsız bir halk hareketinin olanaklarına işaret etmektedir.

HDK, olanaklar, güçler ve sınıf perspektifi

Halkların Demokratik Kongresi, tam da “yeni dönem”e geçilirken kurulmuştur. Örgütlenmesine girişilmesi ise seçim dönemine ve bu dönemde kurulan Blok’a uzanmaktadır. HDK tırmandırılan savaş koşullarının ürünü değildir, bu koşullarda kurulmamıştır, ancak, bu koşullar içinde örgütlenmek durumunda olduğu da ortadadır. Bu nedenle hem kuruluş ve hem de içinden geçilmekte olan dönemin koşulları ve bu koşulların doğru kavranması, HDK’nın örgütlenmesinin geliştirilmesi bakımından önem taşımaktadır ki, makale, bu ihtiyacı karşılamak üzere kaleme alınan “Tırmandırılan savaş ve HDK” başlıklı makaleyle birlikte ele alınmalıdır.

HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİNE GELİNİRKEN: BLOK…
Türkiye sınıf mücadelesi tarihinde bloklaşmalarla ilk kez karşılaşılıyor değildir. Siyasal parti ve güçler arasında bloklaşmalar, genellikle seçim süreçlerinde ve seçim yasası ittifaklara olanak tanımadığı için yine genellikle “hülleler”i de kapsayan dolaylı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Üstelik siyasal parti ve güçler arasında bloklaşmalar sadece sol ya da demokratik zeminlerde oluşmakla da kalmamış, ama –üzerinde durmayacak olsak bile, belirtilmelidir ki– sağ merkezci, muhafazakar, faşist parti ve güçler arasında da gerçekleşmiştir.
Demokratik siyasal parti ve halk güçleri arasında kurulan bloklaşmalar, öncesi bir yana ikinci binyılın başından bu yana siyasal mücadele tarihimizin bir gerçeği durumundadır. Önce ’99’da ve ardından 2002, 2007 ve 2011’de, tarihlerinden anlaşılacağı gibi, seçimlere bağlı olarak ve seçim süreçlerinin hemen öncesinde oluşan demokratik halkçı bloklaşmalar, son derece pratik siyasal ihtiyaçları karşılamak üzere tarih sahnesine çıkmışlardır.
Her siyasal olgunun maddi toplumsal ihtiyaçların ürünü olduğu kuşkusuzdur ve demokratik halkçı bloklaşmalar da maddi toplumsal ihtiyaçların ürünü olmuşlar; ancak ayırt edici özelliklerini belirtmek üzere, özel olarak da tamamen pratik siyasal ihtiyaçları karşılamak üzere gündeme gelmişlerdir. Bu, başka zamanlarda değil, ama hemen seçim öncelerinde oluşmaları ve üstelik seçim sonralarında sürdürülememeleri, ama “uykuya yatmaları” ve geçici oluşlarıyla kanıtlıdır. Oysa halkın maddi toplumsal çıkar ve ihtiyaçlarının, etrafında toplanıp belli başlı sorunlarını çözmekten ibaret olan amaçlarına ulaşabilmek için birleşik mücadelesini yükseltmek üzere güçlerini birleştireceği güç ve mücadele merkezi niteliğiyle demokratik halkçı bir bloklaşmayı zorunlu kıldığı kuşkusuzdur. Ama HDK’ya dönüşen son bloklaşmaya gelinceye kadar bu bir türlü gerçekleşememiştir. Nedeniyse, günümüze kadar blokların halkın maddi toplumsal ihtiyaçları zemininde ve bu ihtiyaçları temel alarak gündeme getirilmiş olsalar bile, başlıca ya da ağırlıklı olarak, pratik siyasal ihtiyaçların ürünü olarak ele alınıp pratiğe geçirilmesidir. Seçim kazanmaktan ibaret olmasa bile, dar örgüt çıkarları belirleyici olmuş, kısa vadeli güç oluşumları peşinden yürünmüş ve demokratik bloklaşmaların gereğince işlevsel olmaları ve örneğin bir halk cephesine evrilmeleri bakımından başarılı bir sınav verilememiştir.
2011 Bloklaşmasıysa, yine bir seçim öncesine denk düşürülmesi ve hatta bloğun başlıca güçleri seçimlere ayrı ayrı gireceklerken son anda gerçekleşebilmesine rağmen, öncekilerden farklı görüntü vererek, belirli bir süreklilik kazanmış ve Halkların Demokratik Kongresi’ne dönüşerek örgütlenmesini ilerletmeye girişmiştir.

DİNAMİKLER…
Emek Özgürlük Demokrasi adıyla 2011 Seçimleri öncesi kurulan demokratik halkçı Blok’un sürekliliğini sağlayıp Halkların Demokratik Kongresi adıyla kendisini geliştirip ilerleteceği kalıcı bir örgütsel yapıya kavuşması, pratik siyasal ihtiyaçların yanı sıra, en azından ortaya çıktığı koşullarda, ne denli maddi toplumsal bir ihtiyaç durumuna yükseldiğini belirten bir dizi olgu tarafından adeta dayatıldı ve bunların her biri HDK’nın sağladığı olanaklar olarak değer kazandı.
Bu kez belli başlı siyasal örgütçü ve katılımcılarının tutumları da hiç değilse belirli ölçülerde dar siyasal çıkar ve pratik ihtiyaçların ötesine geçen bir kavrayışa ulaşmıştı. Ancak Bloklaşma ve halkın etrafında toplanacağı bir güç birliğinin artık küçümsenemez bir ihtiyaç haline geldiğini gösteren, değerlendirilmezlik edilemeyecek maddi toplumsal veriler/olanaklar, kendilerini ortaya koymuşlardı.
Öncelikle, geniş bir devrimci, demokrat, sosyalist, yurtsever parti, örgüt ve çevre bir araya geldi. Ve birliği, kendilerinden menkul görmeyip, önlerine genişleyip güçlenme hedefini koydular; o gün katılmayıp ayrı duran örgüt ve çevreleri dışlamayacak, ama katılmaya çağıracak ve buna uygun tutumlar geliştireceklerdi.
Ve, 2011 Seçimi öncesi son anda kotarılan Blok’a verilen destek hemen tüm tahminleri aşmış, beklentilerin ötesine geçmişti. Sadece mücadele içindeki Kürt halkı değil, ama hemen bütün ezilen toplum kesimleri demokratik ve halkçı bir bloğun kurulmasını olumlu karşılamış, en ileri unsurlarıyla vakit geçirmeden etrafında birleşmeye başlamış ve bu birlik eğilimi seçim sürecine yansımıştı. İstisnasız tüm seçim bölgelerinde, tabanda, az-çok mücadele eğilimi gösteren çeşitli etnisite ve inançlardan erkek ve kadın, genç ve yaşlı işçi ve emekçilerin özellikle ileri kesimlerinin hızla birleşmeye yönelerek yürütmeye giriştikleri çalışma heyecan vericiydi.
Demokratik halkçı niteliğiyle Blok’un, emeğine saygı isteyen, özgürlük ve demokrasiye ihtiyaç duyan, barışa susamış sömürülen ve ezilen yığınları toparlayıcı/birleştirici yeteneği ya da toparlayıcı/birleştirici halkçı demokratik Blok fikri ve pratiğine sunulan destek; gidişata, zorunluluğu giderek daha geniş kesimlerce teslim edilir olan bir çıkış yolu açacak, ilerletici bir müdahalenin bunca acil ve yakıcı hale geldiği koşullarda, geniş bir aydın, sanatçı, akademisyen ve sendikacının aldığı tutumda ortaya çıktı.
Bu kadar geniş bir destek şimdiye dek görülmemişti. Farklı zamanlarda birbirlerinden farklı tutumlar geliştirmiş, değişik çevrelerden aydın, bu kez, bir arada Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu olarak yola koyulmuş bloğa, seçimlerde desteğini açıkladı. Bu, basitçe bir seçim desteği açıklaması değil, ama ötesiydi ki, hükümeti ve burjuva gericiliğini ciddi biçimde tedirgin edip hırçınlaştırdı. Yalnızca Kürt ulusal hareketine yönelik olarak tırmandırılan gericilik değil, ama sözünü söylemek isteyen gencinden yalnızca muhalif olduğu için delilsiz-ispatsız “içeri” atılan gazetecisine, sendikal hak ararken işten atılan işçisinden elinde hak bırakılmamış memuruna yöneltilmiş ve giderek saldırganlaşan gericiliğin –AKP’den az-çok beklentisi olanları da hayal kırıklığına uğratan– tırmanışı ciddi ölçüde ikna ediciydi ve önemli genişlikte bir aydın çevre, bu nedenle, devrimci ve demokratik-halkçı niteliğiyle, yeterince inandırıcı bir alternatif muhalefet merkezi olarak kendisini ortaya koyan Blok’u açıktan desteklemekte tereddüt etmedi. O güne kadar çeşitli düzeyde çekingenlikler ve “acabalar” konusu edilmiş, inandırıcı bulmamalar, küçümsemeler ya da cesaretsizliklerle uzağında durulmuş Blok’un temsil ettiği mücadeleci muhalefet merkezi, karşı kutbu oluşturan burjuva gericiliği ve AKP hükümetinin artık en ikircikli tutumlar alma eğilimi göstermiş olanları da ikna eden performansıyla, muhalif olan/muhalif olmaktan başka çare ve yol bırakılmayan herkesi birleşmeye zorlamıştı.
Toplumun en bilinen ve tanınmış aydınları da içinde olmak üzere geniş bir aydın çevre bir basın toplantısıyla desteğini açıkladı. Ardından, sanatçıların destek açıklaması geldi. Sonra oldukça ciddi bir sayıya ulaşan akademisyenlerin desteği açıklandı. Ardından hiç de az sayıda olmayan bir sendikacı grubu da desteklerini ilan ettiler.
Ve bu destekler, “laf olsun” diye, gel-geç destekler olarak açıklanmadılar. Sadece seçim öncesinin az-çok “iyi” ve “umutlu” kolay günlerin destekleri olarak kalmadılar; ama saldırganlığın tırmandırıldığı “kötü” ve durumun “umutsuz” göründüğü, zor günlerde de sürdürüldüler. Burjuva gericiliği ve AKP hükümetinin topyekûn saldırısının ülkenin üzerine çöktürdüğü havanın ağırlığı ve ürkütücülüğüne karşın, Prof. Büşra Ersanlı’nın tutuklanmasına verilen 700 imzalı akademisyen tepkisiyle, yine akademisyenlerin 300 kadarının Ersanlı’nın suçlandığı “suçu” işlemek üzere, onun gibi, BDP Siyaset Akademisi’nde ders vereceklerini açıklamaları, bunun kanıtı oldu. Bunda, şüphesiz, saldırının topyekûn olsa bile geçici de olduğunu en iyi bilenlerin başında akademisyenlerin gelmesinin payı da vardı.
Blok, yalnızca halkın ileri unsurlarının, aydın ve akademisyenlerle, sendikacıların desteğini almakla da kalmamıştır. Ama rakamlarla kanıtlı sonuçlar da derlemiştir ki, bu sonuçlar, son Blok’a kadar bunca ileriden gerçekleşmemiştir. Alınan oy miktarı küçümsenmeyecek biçimde artmıştır. Yirmi olan milletvekili sayısı otuz altıya ulaşmış, sayı neredeyse ikiye katlanarak dost-düşman herkesin gözüne batmış, burjuva gericiliği ve AKP hükümetinin muhalifi olan herkese moral olmuştur.
Öyle ki, buradan, üstelik blok ve dolaysız bileşenleri dışından gelişen bir “ana muhalefet” tartışması türemiştir. CHP’nin sağıyla-solunun ayırt edilemez hale gelişi ve Kılıçdaroğlu’nun propaganda edilen “değeri” ve etrafından oluşturulan beklentiye rağmen seçimlerde umduğunu bulamaması, ama Blok’un vekil sayısını hemen ikiye katlaması ve asıl olarak da aldığı sağlam ve direngen, mücadeleci tutumlar, ileri/ilerici toplumsal kesimlerde CHP’nin değil ama Blok’un ana muhalefeti oluşturduğu ve ancak onun etrafında toparlanılarak ilerlenebileceği algısıyla fikrinin gelişmesine götürdü ki, bunda fazlaca şaşılacak şey olmasa gerektir.
Toplumun özellikle ileri unsurlarında kabul görmeye başlayan bu fikri eğilim, seçilin milletvekillerinin tahliye edilmemeleri karşısında geliştirilen tutumlarla perçinlendi. Blok (ve BDP) bu nedenle parlamentoyu boykot ettiğini açıklarken, kısa süre içinde CHP, bu tutumu görmezden gelemediği gibi, karşısında da duramadı ve “garip” bir şekilde “Meclis’i kuran parti” olarak, Blok’un açtığı yoldan, onun peşi sıra yürüyerek, “boykot”a katılmaktan kaçınamadı. Üstelik yürüyüşünü tutarlıca sürdürememesi ve AKP önünde “diz çökerek” boykottan caymak için olmadık “yumuşaklıklar” sahnelemesi, Blok’un ana muhalefetliğine duyulan inancın pekişmesine götürdü.
(Blok’un, parçalı yapısının da zorlaştırmasıyla zamanında manevra yapamayarak ve boykot tutumunu gereğinden fazla uzatarak elde ettiği kazançların bir kısmını yitirmesi, burada konumuzu ilgilendirmiyor, bu nedenle ele alınmayacak.  Yanı sıra sözü edilen algı ve fikri eğilimin, kıyıcı niteliğe sahip son saldırının ağırlığıyla bir miktar gerilediği, ama temelli nedenlerden kaynaklandığı için ortadan kalkmadığı ve varlığını koruduğu bir gerçektir.)
Blok, anlatıldığı üzere, kısa sürede daha da güçlenip çekiciliği artarak, Kongre olarak örgütlenmeye yöneldi ki, tam da bu sırada, burjuva gericiliğini tırmandırmakta olan AKP hükümeti tarafından topyekûn saldırının “düğmesine basıldı”. Görece kolay olanın zorlaşacağı bir “yeni dönem” başlıyordu ki, bu “dönem”in üzerinde bir diğer makalemizde yeterince durmuş bulunuyoruz.
Bu arada, ama, HDK yerellerde İl ve İlçe Meclisleri olarak örgütlenme aşamasına ulaşmış bulunmaktadır ki, yoğun saldırı koşullarında atılmakta olan kitlesel örgütlenmenin ilerletilmesi doğrultusundaki adımların öneminin küçümsenemeyeceği ortadadır.

BLOK/KONGRE OLANAKTIR; SINIF PARTİSİNİN GÜÇLENMESİ KONGRE’Yİ GÜÇLENDİRİR
İkisinden ibaret olmadığı kuşkusuzdur; Halkların Demokratik Kongresi (HDK) olarak biçimlenişini yenileyerek, işlevi bakımından, bugüne kadarki güç birliklerini aşıp kendisini kalıcılaştırmaya yönelerek örgütlenmesini ilerletme pozisyonunu tutan bloklaşmanın çok sayıda siyasal parti, güç ve –bloğun çekim gücü ya da birleştirici yeteneğini kanıtlayan bir başka göstergeyi de sunarak, bu kez sadece istenir bir şey olmasının ötesine geçilip pratik olarak gerçekleşmekte olan– hiçbir partiye bağlı olamayan, gericiliğe karşı mücadele yanlısı bireylerden bileştiği bir gerçektir; ancak bir başka reddedilemeyecek gerçek de, bloğun ülke ölçeğinde yaygın örgütlenmesini üstlenen iki belli başlı ana akımdan/hareketten birinin Kürt ulusal hareketi diğerinin de devrimci sınıf partisi olduğudur. Bu, şüphesiz övünme vesilesi edilmek üzere değil, ama özellikle ülkenin hemen her yerinde örgütlü bu iki başlıca siyasal gücün üstlenmeleri zorunlu görünen görevlerine dikkat çekmek üzere söylenmektedir. Her siyasal parti ve gücün, her mücadeleci bireyin ellerinden gelenin azamisiyle HDK’nın örgütlenmesini ilerletmesinde görev üstlenecekleri ve üstlenmeleri gerektiği tabiidir. Ancak gerek örgütlenmelerinin yaygınlığıyla olanaklarının genişliği, gerekse etki ve harekete geçirici güçlerinin görece büyüklüğü nedeniyle, HDK’nın alternatif bir güç ve mücadele merkezi olarak ilerlemesi ve kalıcılaşmasında bu iki hareketin özel bir öneme sahip olduklarından söz etmek de herhalde yanlış olmayacaktır.
Üstelik bu özel önem, örgütlenme yaygınlığıyla olanak genişliği ve harekete geçirici güç büyüklüğünün yanında ve ötesinde, asıl olarak daha temelli bir nedenden kaynaklıdır ki, sözü edilen iki başlıca akım/hareket, taşıdıkları isimler ya da şu veya bu somut örgütler olmaları dolayısıyla değil, ama hangi isimleri taşıyor olurlarsa olsunlar, nitelikleri ve üstlendikleri işlevleri bakımından önemlidirler; ancak bu, aynı zamanda, bu nitelikleri taşımaya ve işlevleri üstlenmeye yönelmiş ve tutum ve davranışlarıyla bu yönlü iddialarının hakkını verme durumunda olan her bir somut örgütün de özel öneme layık olduğu/olacağı anlamına gelmektedir.
Özel önem taşıyan iki başlıca akım ya da hareketin asıl önemleri dayanaklarındadır. Anlaşılmış olması gerektiği gibi, asıl önemli olan, Türkiye’nin demokratikleşmesinin, belli başlı talepleriyle siyasal demokrasinin kazanılmasının, ülkenin önündeki, atmaktan kaçınamayacağı başlıca adım olan temel dönüşümün stratejik ittifaklarını zorunlu kıldığı olmazsa olmaz iki ana güçtür: Ezilen Kürt halkı ve Türkiye işçi sınıfı. Bu iki başlıca gücün, pratik siyasette nasıl tutum alıp davranacakları ve aralarındaki ilişki tayin edicidir ki, dayanaklarını bu iki ana güçte bulan, en azından yönelimleri bu olan siyasal parti ve güçler asıl olarak buradan önem kazanmaktadırlar.
Öyleyse, evet, bugün topyekûn saldırı koşullarında zordur, yarın daha kolay olacaktır; ama başlıca iki ana gücü, dayanaklarını Kürt halkı ve Türkiye işçi sınıfında bulan Kürt ulusal hareketi ve devrimci sınıf partisi olan HDK’nın ilerleyişi ve geleceğine dair ne söylenebilir?
Güncel gerçek odur ki, ulusal hareket dayanağı durumundaki Kürt halkıyla ileri ölçüde bağlı ve onun içinde örgütlenmişken, kitleselleşmişken; devrimci sınıf partisi bakımından durum aynı değildir. Devrimci parti, evet, tüm varlığıyla işçi sınıfına dönük ve yönelik olma, sınıf çizgisine sahip olup sınıf pozisyonları tutma, beslenmekte olduğu sınıfın dünya görüşüne sıkı sıkıya sarılma vb. ideolojik, politik ve pratik örgütsel bakımlardan bir işçi sınıfı örgütüdür; ancak bir gerçektir ki, bugün henüz işçi sınıfının ana kitleleri partileşmiş durumda değildir ve bu yönüyle devrimci sınıf partisinin önüne koyduğu merkezi görev sınıfın partileşmesinin itici gücü olmaktır.
Ancak buradan pratik bir “dengesizlik”in türediği de tartışmasızdır. Olmazsa olmaz iki ana güç olarak Kürt halkı ve Türkiye işçi sınıfı, HDK’nın başlıca iki dayanağıdır; bunda kuşku yoktur. Ama Kürt halkı oldukça gelişkin bir örgütlenmeye sahip ve buradan da güç alarak ayakta ve hareketliyken, Türkiye işçi sınıfı, henüz oldukça geri bilinç ve örgüt düzeyiyle, şurada burada yerel hareketliliğine, bunun yaygınlığına ve genel hareketlenme belirtileri de göstermesine karşın, ülke ölçeğinde ve birleşik mücadelesiyle “tartıya vurulduğunda”, şurada burada hareketlenme belirtileri gösterse de, önemli ölçüde hareketsiz durumdadır. HDK ve örgütlenmesinin ilerletilmesi bakımından buradan bir zorluğun kaynaklandığı ve giderilmesinin yakıcı bir ihtiyaç oluşturduğu kuşkusuzdur, ama bu zorluğa rağmen önce blok ve ardından HDK’nın oluşması, bu zorluğun aşılmasına ve aşılabileceğine dair hem nesnel dayanakların hem de niyetlerin varlığına işaret etmektedir ki, bu son derece olumludur.
Ancak bu “eksikli durum”dan HDK’nın birleşik gücü büyürken, işçi sınıfının ve kuşkusuz sınıf partisinin de örgütlenmesinin ilerletilmesi ve –eğer 15 milyona yakın kitlesiyle stratejik önemsizliği ileri sürülmeyecekse– işçi sınıfı ve mücadelesinin birleştirilip geliştirilmesi zorunluluğu çıkar. İşçi sınıfı, tabii ki devrimci işçi partisi başta olmak üzere, hem kendisi hareketlenip örgütlenmek ve güçlenmek, örgütlenip güçlenmesiyle de dolaysızca HDK’nın örgütlenmesi ve güçlenmesini ilerletmek zorunda ve durumundadır. Bu tamamen böyledir ve ancak böyle olabilir: İşçi sınıfı ve hareketinin, devrimci sınıf partisinin güçlenmesi, HDK’yı ancak ve ancak güçlendirir ve bu dolayımlı değil, dolaysız bir ilişkidir. İşçi hareketi ve devrimci sınıf partisinin, güncel koşullarda örgütlenmesini ilerletip kendisini güçlendirmek üzere yürüteceği çalışmaların tümü HDK’yı da güçlendireceği için, HDK’yı güçlendirmeden kendisini güçlendirmesi imkan dahilinde olmadığı gibi, tartışılır bile değildir. Bu, kuşkusuz sınıf partisinin ancak HDK’nın güçlendirilmesi çalışması yürüterek dolaylı yoldan güçlenebileceği, kendi dolaysız çalışmasıyla güçlenemeyeceği anlamına gelmez; ama kendisini güçlendirmek üzere yürüteceği bütün çalışmaların aynı zamanda HDK’yı güçlendireceğini belirtir.
Pratik olarak değerlendirilip değerlendirilememesi bir yana, sözü edilen dinamikleriyle geniş bir çevreyi, çeşitli etnisite ve inanç kesimlerinden ezilen ve hak arama ihtiyacındaki halk kesimlerini birleştirip harekete geçirme yeteneğine sahip olması gibi çok basit bir nedenle, HDK’nın bir olanak olduğu tartışmasızdır. Kışkırtılmakta olan şovenizm ve Kürt düşmanlığının özellikle farklı ulusal kökenlerden ezilen halk yığınları içinde neden olduğu bir dizi olumsuz sonuçlar ve sıkıntılara rağmen, HDK, savunduğu demokratik talepler ve mücadeleci tutumuyla yeterince birleştiricidir. Yeterince inandırıcı ve yine etrafında birleşilebilir yeterince güçlü bir merkezdir.
Evet, HDK içinde, henüz hâlâ, kitlelere yönelik birleştirici çalışmasının genişliğini olumsuz etkilediği/etkileyeceği kolaylıkla tahmin edilebilecek dar grupçu eğilimler varlığını sürdürmektedir ve “Türkiye solu”nun bu “hastalığı”nın bir süre daha varlığını koruyacağı tahmin edilebilir. Ancak geriye çekici nitelikleriyle olumsuzluk belirtileri ve eksiklikler üzerinde yoğunlaşmak yerine olumluluklardan tutularak ilerlenmeye çalışıldığında böyle bir birlik ve mücadele örgütlenmesinin sunduğu olanaklar ortaya çıkmakta, görünür olmaktadır. Sermaye ve Hükümet’in yürüttüğü içeride ve dışarıda genelleştirilmiş ağır saldırı koşullarına karşın, sözü edilen yalnızca soyut bir olanak değildir, ama bir dizi somut olgu ve eylemde kendisini ortaya koymaktadır. Ve birleştirici harekete geçirici bu olanak sadece Kürt sorunu eksenli de değildir. Tabii ki, KCK operasyonları karşısında başta İstanbul olmak üzere tüm ülke düzeyinde sokak açıklamalarıyla tepki verilmiş, Uludere katliamı karşısında geniş kesimleri birleştiren tutum alınıp açıklamalar yapılmış, HDK’nın çağrısıyla oluşturulan bir aydın heyetinin taziye ve destek vermek üzere Roboski köyüne gitmesine önayak olunmuştur. Ancak HDK, aynı zamanda, sağlık emekçilerinin sürüklediği 21 Aralık grevine tüm ülke düzeyinde verdiği destekle, bu greve ciddi bir katılım da sağlamıştır. Düşük asgari ücrete karşı yaptığı açıklama ve Ocak ayı içinde başlattığı “Sen de bir ses ver! kampanyası ile yerellerin kendi özgün talepleriyle sokağa çıkmalarının önünü açması diğer örneklerdir. Yine HDK, kıdem tazminatının gaspına karşı bir kampanya başlatmış, GSS düzenlemesi ve hak gaspları karşısında tavır alarak emekçilerin kitlesel mücadelelerinin önünü açan tutumlar geliştirmiştir. Hrant Dink cinayetinde mahkemenin verdiği karardan sonra Türkiye’nin belli başlı illerinde yapılan kitlesel protesto gösterilerinde HDK’nın varlığı ve çağrılarının önemi görmezden gelinemez. Ve bunlar HDK’nın giderek gelişmekte ve güçlenmekte olan yanını göstermektedir.
Sosyalizmi hedef edinen devrimci bir sınıf partisi açısındansa, HDK’nın sunduğu olanakların küçümsenmesi ve görmezden gelinmesi bir yana, tersine, bu olanakların farkında olarak, partinin HDK’nın oluşturulması için elinden geleni yaptığı bilinmektedir.
HDK’nın sunduğu olanakların değeri, bir yanıyla, kurtuluşu sosyalizmi gereksinen işçi sınıfının “kendiliğinden” değil, ama “kendisi için” bir sınıf olarak birleşebilmesi ve kurtuluşunu kendi elleriyle gerçekleştirebilmesi için demokrasi okulunda eğitimini tamamlaması ihtiyacından gelmektedir. HDK’nın sunduğu olanakların değeri, ikinci yanıyla, işçi sınıfının kurtuluşu davasının gidişatını kararlaştıracak sosyal devrimin, yalnızca ve tek başına işçi hareketinden oluşmaması, ama ulusal, demokratik, cinsel, inanca dair vb. vb.. eşitlik ve özgürlük talepli mücadelelerle, iktisadi sosyal, hukuki vb. hareketlerin tümünden bileştiği ve ancak onlardan bileşebileceği gerçeğinden gelmektedir. Bir devrimci işçi partisi, HDK gibi bir olanağa sahip olmadığı koşullarda da, şüphesiz ki ulusal, demokratik, iktisadi, sosyal vb. tüm mücadele ve hareketleri tek bir sosyal hareket oluşturmalarını sağlamak üzere birleştirmeye çalışacaktır; HDK türü bir demokratik halkçı örgütlenmenin böyle bir olanak olarak var olduğu koşullardaysa, işçi partisinin, kendisinin birleştirici çalışmasını sürdürürken, bu olanağı değerlendirmemesi ve ondan yararlanmaması ancak çocukluk sayılabilir.
Pratik siyaset bakımından bu çerçevede hâlâ yapılması gereken işler olduğu söylenmelidir; örnekse devrimci işçi partisinin HDK çerçevesinde üstlenmesi gereken sorumlulukların örgütlenmesindeki düzensizlik ve eksikliklerin varlığını sürdürmesinin, HDK’nın sunduğu olanakların yeterince farkında olunmaması ya da küçümsenmesiyle ilgili olduğu açıktır. Yine de sorunun bu yanında kavranmasında tartışılacak şey yok gibidir.
Kesindir ki, devrimci işçi partisi, güçlenmek için HDK’nın sunduğu olanakları değerlendirmek ve bununla dolaysızca bağlı olarak, kendisi güçlendikçe, değerlendirerek daha da güçleneceği bu olanakları büyütmek için HDK’yı güçlendirmek için çalışmak durumundadır. Üstelik burada “mekanizma” otomatik işleyişe kurulmuş türden anlaşılmalıdır: Devrimci işçi partisinin, devrimci işçi partisi olarak yapacağı her gerçek çalışma, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yükseltilmesi, ulusal dil ve hak eşitliği taleplerinin savunulup mücadelesinin desteklenmesi, işçi sınıfının mücadeleci bir sınıf olarak birleştirilmesi ve fabrika ve işletmelerle alanlarda hak talepli mücadelesinin geliştirilmesi… zaten bu talepler için mücadele etmekte olan HDK’yı dolaysız biçimde güçlendirecektir. Bu mücadelelerin tümünü kapsayan sınıfın sosyal kurtuluşu amaçlayan devrimci mücadelesiyse, sınıf düşmanıyla mücadelesinin ilerleyişine bağlı olarak, HDK’nın da başlıca hedefi durumundaki burjuva gericiliğini (ve destekçisi emperyalizmi) güçsüzleştirerek, yine HDK’yı dolaysızca güçlendirecektir.
Devrimci sınıf partisi, açık ve kesindir ki, devrimci ve sınıfsal amaçlarından kopmadıkça, demokratik halkçı bir mücadele örgütü olarak kalacak HDK’yı güçlendirmeden edemez.
Peki HDK’nın güçlenmesinin sınıf partisini güçlendirmesi için ne denebilir? Sınıf partisinin güçlenmesinin, kuşkusuz ki kendiliğinden değil, ama sınıf çıkarları ve bilinçli sınıf politikasının ürünü olarak, HDK’yi güçlendirmekten kaçınamayacağı, öte yandan, sınıf partisinin bugünkü konjonktürde ancak –tüm çalışmalarının dolaysızca güçlendireceği– HDK’yı güçlendirerek güçlenebileceği doğrudur.
Ancak aynı şekilde açık ve kesindir ki, HDK’nın güçlenmesi, kendiliğinden ve dolaysız olarak sınıf partisinin güçlenmesine götürmez. Devrimci sınıf partisinin, güçlenmek için, HDK’nın sunduğu olanakları da değerlendirerek yürüteceği kendi çalışması, olmazsa olmaz zorunluluktur.
HDK çalışması ve HDK’nın güçlenmesi, demokratik içerikli bir çalışma ve güç birikimi olarak, devrimci sınıf partisinin çalışmasının ilerletilip yaygınlaşması ve örgütlenmesinin geliştirilip güçlendirilmesi için sadece olanaktır. Bu olanağı doğru değerlendiren sınıf partisinin gelişip güçleneceği ve güncel koşullarda gelişme ve güçlenmesinin, ancak bu olanakların doğru değerlendirilip kullanılmasıyla gerçekleşeceği doğru olmasına doğrudur; ancak sınıf partisinin bu olanakları değerlendirerek fabrika, işletme, mahalle ve alanlarda yürüteceği kendi çalışması olmadan, HDK’nın varlığı ve kendisini güçlendirmesiyle otomatik olarak güçleneceği doğru varsayılamaz.
Sosyalizm ve “kendisi için” bir sınıf olarak işçi sınıfı ve örgüt ve mücadelesinin gelişip güçlenmesi, hiçbir yer ve zamanda, hiçbir koşulda demokratik halkçı bir çalışmanın ürünü olmamış; ama işçi sınıfı bu tür bir mücadele (demokrasi mücadelesi) içinde eğitimini tamamlamış, sınıf bilinçli işçi bu içerikli bir çalışmayı ancak desteklemiş ve eğer zamandaş değilse kendi ilerleyişi ve gelişip güçlenmesini üzerine oturtmak üzere miras edinmiştir.
Kendi dışından bir olanak olarak kullanıp değerlendirerek mücadele ve örgüt olarak gelişip güçlenmesinin bir dayanağı haline getirmenin yanı sıra kendisinin yürüteceği demokratik içerikli çalışma da kesinlikle önemsiz sayılıp küçümsenemez; ancak devrimci sınıf partisinin ayırt edici güçlendiricisi değildir, böyle anlaşılamaz.
Fabrika ve işletmelerle mahallelerde, sınıfın sınıf olarak, siyasal demokrasinin kazanılmasına ilişkin olanların yanında kendi ayırt edici sınıf talepleriyle örgütlenip, mücadele içinde, geri kalan sömürülen yığınları da örgütleyip peşinden sürükleyecek devrimci bir sınıf olarak birleştirilmesi, dolayısıyla sınıfın partileştirilmesi ve devrimci işçi hareketinin geliştirilmesi; devrimci sınıf partisinin, özel ve bir sınıf partisi olmanın ayırt edici yanıdır. Sınıfın partileşmesi ve devrimci sınıf hareketinin geliştirilmesi, bunun vazgeçilmez gereği olarak işçi ve emekçiler içinde iktisadi, sosyal, siyasal hak talepleriyle yürütülecek demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin, ulusal, demokratik ve sosyal kurtuluş mücadelesinin birleştirilmesi görevleri, sınıf bilinçli işçinin, devrimci bir işçi partisinin devredebileceği görevlerden değildir. Ancak sınıf bilinçli işçiler tarafından, devrimci işçi partisi eliyle yürütülebilir ve işçi sınıfı başka bir dolayımla değil, ama ancak buradan partileşebilir, devrimci işçi hareketi ancak buradan yolunu açabilir.
Son söz şu olabilir: Devrimci sınıf partisi güçlendikçe HDK güçlenir; devrimci sınıf partisinin güçlenmesiyse, değerlendirilmeden edemeyeceği HDK’nın sunduğu olanakları değerlendirerek kendi çalışması ve mücadelesine bağlıdır.

Tırmandırılan savaş ve Halkların Demokratik Kongresi

Halkların Demokratik Kongresi üzerinde konuşup tartışmak açısından yanlış zaman seçimi diye düşünülebilir. Değildir. Tersine, tam zamanıdır. Hem bugünün saldırganlık koşullarında ayakları yere basmayan gel-geç değerlendirmelerden sakınma kolaylığına sahip olunacaktır. Hem de günlük “hayhuy”un ötesinden tartışma,  daha kalıcı ve gerçek dinamiklerden hareket edilmesini koşullayacağı gibi, bir dizi olası olumsuz yaklaşım ve tutumun etkisini önemsizleştirecektir.
Evet, doğrudur; sonbahar ve özellikle kışın ilerlemekte olan günlerinde, bütün bir yaz boyunca tanık olunan, özellikle 12 Haziran Genel Seçimleri’nin hemen öncesiyle sonrasında uzunca süre varlığını sürdüren ve sonbaharın başlarına kadar devam eden cezbedici, heyecan verici gelişmelerle yüz yüze değiliz.
Yaz aylarında etkenlerinin fazlalaşmasıyla giderek yakınlaşmış gibi görünen barış umudu, yeniden “Kaf Dağı”nın ardına çekilmiştir. Yabancı kolaylaştırıcıların katılımıyla hükümetle PKK arasında yürütülen görüşmeleri de kapsayan,  tek yanlılığına karşın bir ateşkesin de yürürlükte olduğu savaşın az-çok yatıştığı uzunca bir dönem geride kalmıştır. Barış ihtimalinin hemen bütünüyle sona ermiş göründüğü ve yeniden imha operasyonları ve savaşın hem de kışa yoğunlaştığı, PKK’ye yönelik operasyonların “içeride” ve “dışarıda” sürdürüldüğü bu dönemin kalıcı olduğu herhalde ileri sürülemez. En gerici faşist asker ve sivil stratej ve uzmanlar bile sonunda tekrar masaya oturulacağını ve savaşın ancak masada bir anlaşma ile bitirilebileceğini kabul etmekten kaçınamamaktadır.
Savaşın yeniden tırmandırılması, ne kadar PKK’nin nedenini kimsenin açıklamadığı, açıklamaya ihtiyaç da duymadığı üzere “saldırı” pozisyonuna geçerek elini tetiğe atmasına bağlanırsa bağlansın, gerçek odur ki; PKK’nin “açılım”la “barışçıl” tasfiyesinin, en azından gücü ciddi biçimde kırılıp ileri sürdüğü belli başlı taleplerinden vazgeçmeye zorlanmasının başarısızlığa uğramasıyla, bu kez, “iyilik”le ulaşılamayacağı belli olmuş aynı amaca zorla ulaşılması hedeflenerek ve üstelik sürecin “yeni konseptle yürütüleceği” ilan edilerek, çok yönlü olarak hükümet tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ve AKP Hükümeti tarafından “düğmesine basılan” son saldırı, sadece şurada burada yoğunlaştırılan operasyonlara hız verilmesinden ibaret değildir. Söz konusu olan tam bir topyekûn saldırıdır. Net bir tasfiyeyi gerçekleştiremeyeceğini, bunun fazlasıyla zor olduğunu hükümet de bilmekte ve başbakanıyla konuyla ilgili bakanları “terörün tümüyle bitirilmesi mümkün değildir, ama marjinalleştirilmelidir” içerikli açıklamalarıyla bunu dile de getirmektedirler. Ancak bu, Kürt hareketinin tam bir kuşatma altına alınarak boyun eğdirilmesinin öne konmasının, karşılanacak talepleri ve Kürt halkı ve ulusal hareketinin örgütlülük düzeyi ve biçiminin en geri ölçüsüne ulaşılması hedeflenerek, olabilirse PKK’siz ya da diz çöktürülmüş PKK’li “çözüm”ün; en küçük zararlar görmeleri istenmeyen AKP’nin, Türkiye’nin kapitalist düzeninin, Ortadoğu’daki emperyalist ilişkiler ağının az-çok zedelenmesinden de tamamen kaçınılacağı türden Amerikancı, düzen-içi olmakla kalmayacak ama düzeni güçlendirecek ve AKP dayatmalarından ibaret bir “çözüm”ün amaçlanmasının engeli olmamaktadır.
Bunun ne kadar ve nasıl bir “çözüm” olduğu/olacağı ayrı meseledir, kuşkusuz tartışılabilir; ancak Kürt sorununun ağırlığından kurtulmak isteyen –arkasında efendisi Amerikan emperyalizmi ve yerli ve yabancı tekellerle birlikte– AKP Hükümeti’nin öngördüğü ve hâlâ “açılım bitmedi” derken son kapsamlı saldırısıyla “düğmesine bastığı” böyle bir çözüm olmayan “çözüm”dür. Kürt hareketinin tasfiyesi, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik taleplerinin elde edilmesinin olanaksızlığına ikna edilerek, AKP egemenliğindeki kapitalist düzende, ancak AKP’ye boyun eğmiş, örgütsüz ve “haksız Kürt”e yer olduğunu ve ancak böyle bir Kürdün dil vb. türü “hakları”nın geçerli olabileceği ve verilebileceğini kabullenmesi –istenen bunlardır, “çözüm” olarak tasarlanan budur.

TOPYEKÛN SALDIRI
Bu amaçla, “yeni konsept” denerek, son kapsamlı saldırı başlatılmıştır. Hasan Cemal’in Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) cenahında “PKK’ya devletin elinin nasıl ağır olduğunun fena halde gösterileceği” şeklinde dillendirildiğini aktardığı –ve artık AKP’nin “derini/sığı” devletle arasındaki son çekişmelerini de tüketerek, ele geçirdiği devletle hemhal olup, bu devletin başına çöreklenerek onu yönetip yürüttüğünü tanıtlayan– son topyekûn AKP saldırısı kuşkusuz “PKK’ye bir ders verilim” basitliğiyle güdeme getirilmemiştir. “Ders vermek” ya da “devletin elinin ağırlığını göstermek”ten murat edilenler vardır. Bu, kısaca yenilgiyi kabullenmek olarak tanımlanabilir ve başta kendi kendini yönetmesi olmak üzere, Kürt halkının başlıca dil ve hak eşitliği taleplerinden vazgeçerek, en aza razı edilmesi şeklinde özetlenebilir. Ve evet, sonbahardan başlayarak, tamamen pazarlık, ama kötü ve ölümcül bir pazarlık içerikli, en aza razı etmeyi hedefleyen bir güç gösterisinden başka şey olmayan saldırganlığa tanık oluyoruz.
Ancak bu, silahlı kuvvetlerden savcı ve hakimleriyle “özel” ve genel yetkili olanlarıyla yargıya, askerinden polisine başta MİT olmak üzere istihbarat örgütlerinden İmralı Cezaevi İdaresi’ne, İçişleri’nden Savunma Bakanlığı’na burjuva diktatörlüğünün tüm militarist ve bürokratik sinir merkezleri ve kurumlarının yeniden organize edilerek üst düzeyde merkezileştirilmiş güçlerinin tam bir seferberliğiyle yürütülen bir saldırganlık olarak, öncekilerden ayırt edilmektedir.
Bir dönem barış görüşmeleri yapılmış ve gelecekte de yapılacak olan  Kürt hareketinin önderi Öcalan üzerinde İmralı’da tam bir tecrit uygulanmasına geçilmiştir.. Irak Kürt Federe Devleti topraklarındaki “Medya Savunma Bölgesi” olarak ilan edilmiş PKK kontrolündeki Kandil-Haftanin-Hukurk kamplar bölgesine hava ve kara harekatları düzenlenmiştir.. Asker-sivil vb. çekişmelerinin önü alınarak, insanlı ve insansız istihbarat merkezileştirilmiş, ordu bölgedeki saldırı birliklerinden başlayarak profesyonelleştirilmiş ve saldırı birlikleri özel harekatçı polis birlikleriyle takviye edilmiştir, “operasyonlar”da bu birlikler kullanılmaktadır.. Yaz-kış demeden sürdürülen ülke içindeki “operasyonlar”da kimyasal ve biyolojik olanları da dahil kullanılmayan silah kalmamıştır; kimyasal vb. bombalarla yakılarak onar, yirmişer öldürülen PKK’lilerin yanmış ve vücut bütünlüğü bozulmuş cenazeleri birbirinden ayrılamaz ve tanınamaz halde ailelerine bile teslim edilememektedir.
“Açılım” ve savaş politikalarının birbirini dışlamayıp tersine bir arada birbirini güçlendirerek yürütülmek üzere uygulandıklarını da kanıtlamak üzere, iki yıl önceden, daha “açılım” döneminde başlatılmış olan KCK tutuklamalarında her türlü sınır aşılmıştır.. PKK militanı ya da sempatizanı ya da değil, önemli olmadan, hak mücadelesi verme, hakkını savunma yeteneği gösteren her Kürdü, hatta Kürt olmayanı da hedef edinme noktasına tırmandırılmış KCK tutuklamaları, başbakan ve bir dizi bakanının sık sık itiraf ettikleri üzere, tamamen Hükümet’in direktifleriyle yürütülmekte; hükümet istemekte, istihbarat örgütleri ve polis gözaltına alıp fezleke düzenlemekte, bu evraka göre de “özel yetkili” oluşlarının hakkını vererek mahkemeler tutuklamaktadır…
Neredeyse seçilmiş ama tutuklanmamış tek bir Kürt siyasetçisi bırakılmamıştır. Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülmüştür, beş seçilmiş vekilin tutukluluğu sürdürülmekte ve milletvekillikleri engellenmektedir. “Örgüt üyeliği” gerekçe gösterilerek düzenlenen polis-mahkeme operasyonlarıyla BDP’nin kolu kanadı kırılmak istenmekte, hemen bütün örgütlerine yönelik tutuklamalarla barışçıl ve siyasal olduğu tartışmasız mücadelesini yürütmesi önlenmeye çalışılmaktadır. Delilsiz ispatsız tutuklamalar, BDP’nin sadece il ve ilçe örgütlerine yöneltilmiş değildir. BDP Anayasa Komisyonu üyesi Prof. Ersanlı, bir KCK tutuklama dalgası kapsamında, R. Zarakolu ve onlarca BDP üyesiyle birlikte, komisyonun AKP Anayasa Komisyonu ile yaptığı toplantının ardından gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
Bir başka KCK tutuklama dalgası Kürt avukatları hedef aldı. Aralarında Öcalan’ın hemen bütün avukatları vardı ve anlaşılıyordu ki, tutuklayan mahkeme olsa bile, hükümetin topyekûn Kürt savaşı kapsamında, yine hükümetin hedef göstermesiyle, “faili belli” biçimde, öldürülmeden “ortadan kaldırılmış”lardı. Hukuk mu? Öcalan da, avukatları da, hükümete göre, hukuk dışı ya da ötesindeydiler; doğrudan siyasal bir operasyonun hedefi kılınmışlardı ve açıktı ki, topyekûn savaş, herhangi değişik bireylerden farklı olarak Öcalan’ın “kutsal” olduğu ileri sürülen savunma hakkından, avukatlarınınsa yargının olmazsa olmazı denilen savunmanlıktan yoksun kılınmalarını da kapsıyordu.
“Yeni konsept”le hak mücadelesinin ucundan tutmakta olan Kürt hedef alınmıştı bir kez ve ardından Kürt basını ve gazetecilerine sıra geldi. Yine delile-ispata ihtiyaç duyulmamaktaydı. Tümü tamamen olağan ve doğal sayılması gereken Kürt olmak ve hak arayışı içinde olmak, hak arayışını haberleştirmek, AKP ve “yeni konsepti”ne göre suç sayılmakta ve tutuklama nedeni olmaktaydı. Savcı ve mahkemeler yine hükümetin, hukuk siyasetin emrindeydi ve son topyekûn Kürt savaşı, bir kez daha, liberal solcuları da “yetmez, ama evet” şiarlarıyla peşinden sürüklemiş AKP’nin sözde “üstünlerin hukuku” yerine “hukukun üstünlüğü”nü geçirme spekülasyonuyla 12 Eylül Referandumu aracılığıyla “derinleştirdiği” –burjuva sınıf niteliğinden gelen biçimselliğiyle, her şey bir yana, hukuk önünde eşitlik anlamına gelmesi gereken– demokrasinin sınırlarını gösterdiği gibi, hukukun ne denli siyasallaşmış ve Türkiye’nin ne denli hukuksuzluğa batmış olduğunu ortaya koydu.
90’ların öldürmeli “faili meçhulleri” evet, yaygın değil, hatta neredeyse “faili meçhule rastlanmıyor; taş atan çocuklar da tutuklanıp ağır cezalara çarptırılmıyor. Ama cezaevlerinde tahliye edilmeyip hastalıktan öldürülenler mi yoktur.. Gösterilerde hunharca dövülerek komaya sokulup hastanelik edilen çocuklar mı.. Kanıtsız delilsiz “hiç uğruna” yüzlercesi cezaevine doldurulan genç-yaşlı Kürt bir yandadır.. Otomatik tüfeğinin sayısız dipçik darbesiyle kafatasında kırık ve çatlaklar oluşturarak küçük Seyfullah’a dört gün yoğun bakımda can çekiştiren, ama bir gün bile cezaevinde kalmadığı gibi, “meşru müdafaa halinde yaralama”dan aldığı altı aylık ceza bile “iyi hal” gerekçesiyle ertelenen ve beş yıl “suç işlemediği” durumda yok hükmünde olacak olan özel harekatçı polis bir yandadır.. Molotof kullanmak, önce bir emniyet müdürünün ağzından “vurulma nedeni” olsun istenmiş, hemen ardından, müdürü yanıtlamış gibi, bir mahkeme tarafından örgüt üyeliğinin kanıtı sayılmıştır.

HEDEFTE SADECE KÜRTLER YOK!
Ve hiç kuşkusuz topyekûn saldırı, adı üzerindedir ve başlıca ve en ağır darbeleri özellikle Kürt ulusal hareketini hedef almış olsa da, sadece Kürt halkına yöneltilmiş değildir. Bütün halkı hedefine koymuştur ve topyekûn bir saldırganlığının tırmanışı olarak geliştirilmektedir. Ne söz söylemek isteyen genç, ne hak talep eden işçi ya da memur, ne Alevi, ne kadın ve yeter ki muhalif tavır almış olsun ne seçilmiş ya da seçilmemiş, gazeteci, aydın, politikacı.. hiç ama hiç kimse, burjuvazi ve AKP Hükümeti’nin saldırgan gericiliğinin hışmından kurtulamamaktadır. Hapisteki gazeteci sayısı doksana ulaşmıştır. Sayıları yüzleri bulan protestocu genç cezaevlerini doldurmaktadır. Medya, sözünü söyleyen haber ve yorumcularının açıktan tasfiyesiyle eleştiriden arındırılmış, düzmece davalarla sindirilmiş, neredeyse tamamı ele geçirilmiştir. Deniz Feneri soruşturmasını yürütmeye yeltenen savcıların bile görevden alındığı bir kadrolaşmayla, polis teşkilatının yanı sıra yargı da ele geçirilmiş ve tamamen AKP muhaliflerine yönelik “sopalar” olarak kullanılacak biçimde yeniden organize edilmiştir. Ve şüphesiz sermaye ve AKP saldırganlığı yalnızca hak ve özgürlük arayışlarına ve demokrasi mücadelesine yönelik olmakla, sadece insan hakları ve hukuk çiğnenmekle kalmamakta, ama iktisadi ve sosyal cephede de yürütülmekte ve sömürülen emek yığınlarının elinde kalan tüm hak kırıntıları da gasp edilmekte ve sosyal haklarla sömürünün kaldırılmasını amaç edinen sınıf mücadelesinin sürdürülmesine katiyen tahammül gösterilmemektedir. Örnekse emeğin ve çalışma süreçlerinin esnekleştirmesi tüm hızıyla devam etmektedir. Seçimler nedeniyle iki yıl ertelenmiş olan Genel Sağlık Sigortası tam bir zulüm uygulaması olarak şimdi yürürlüğe konmuştur. Tahammül sınırlarını fazlasıyla zorlayan isyan ettirici sonuçlarına tanıklık edilecektir. Hiçbir sigortaya üye olamayanlardan bile prim toplama ya da haraç alma esası üzerine kurulu bu yasa parasız sağlık hakkını geçersizleştirmekle kalmamakta, ama sigortasız ya da yarı-zamanlı vb. sigortalı emekçilerden para tahsilini öngörmektedir. Kıdem tazminatının kaldırılması gündemdedir.. Bölgesel asgari ücret yeniden tartışma konusu edilmektedir. Sermayeden hak arayışları işten atmayla yanıtlanmakta, TEKEL işçilerinin eyleminde görüldüğü gibi işçilerin hükümetten hak talepli mücadeleleri ise zehirli gaz dahil en sert biçimde bastırılmaya çalışılmakta; bırakalım siyasal içerikli olanını sendikal örgütlenme hakkı ayaklar altında çiğnenmektedir. Ücretler zaten düşürülmektedir; “bize bir şey olmaz”, “bize uğramıyor” denen kriz, bir yandan yüzde onu aşan cari açık, bir yandan Avrupa başta olmak üzere ihraç pazarlarının daralması ve iç tıkanıklıklar nedeniyle kapıyı kaçınılmaz biçimde çaldığında, ki başlamıştır, ziller çalmaktadır, herhalde “aynı gemide olduğumuz” hatırlatılıp fedakarlık istenerek daha düşürülecektir. Şimdiden Bolu-Gerede –ki siyasal bakımdan gericiliğin güçlü olduğu yöredir– ve Adana-Büyüksaat’te deri ve saya işçileri düşük ücret ve dayanılmaz çalışma koşulları nedeniyle, yakın geleceğin hiç de şaşırtıcı olmayacak gelişme eğilimleri hakkında fikir vererek, kendiliklerinden sokağa dökülmüşlerdir.
Dışarıda da gericilik ciddi ölçülerde tırmandırılmaktadır. Suriye’ye girildi girilecektir; bu ülke yönetimi gün aşırı tehdit edilmekte, İstanbul ve Hatay’da toplanma barınma ve örgütlenme imkanları ve kamplar tahsis edilen başta Müslüman Kardeşler olmak üzere “muhalif”ler, yalnızca siyasal olarak değil, ama eğitimden geçirilip silahlandırılarak askeri olarak da örgütlendirilmektedir. Irak’ın içişlerine ciddi biçimde karışılmaktadır; ilişkilerin mevcut Irak hükümetiyle değil, ama Şii İ. Allavi’yle Kürt bölge devletine sığınan Sünni T. Haşimi ile yürütülmesi öngörülmekte ve buna uygun davranılmaktadır. PKK’ye karşı dostluk gösterileriyle bağra basılan İran’la “kapışma” yolunda ilerlenmektedir. Kürecik’te kurulan NATO radarının (füze kalkanının) en başta bu ülkeye yönelik ciddi bir tehdit olduğu ortadayken, bilmezden, anlamazdan gelinerek gerginlik savsaklanmakta, ama İran ve ardından Rusya, Kürecik radarının ilk hedefleri olacağını açıklamaktadırlar. Türkiye burjuva gericiliği ve AKP hükümeti, bindikleri Amerikan (ve genel olarak Batı) savaş arabasıyla, doludizgin Ortadoğu bataklığına ve bir savaşa doğru sürüklenmektedir.

TOPYEKÛN AMA GEÇİCİ…
Evet, “yeni bir dönem”dir; içeride ve dışarıda bütün bir halka saldırıda gemin azıya alındığı bir “yeni dönem”dir. Ve kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, en başta muhalif ileri unsurları olmak üzere, bütün bir halka yönelik olmakla birlikte, gericilik ve hükümet karşısındaki örgütlü mücadelenin asıl yığınağını sağlayan Kürt halkına ve örgütlü duruşu ve hak arayışını sekteye uğratıp en aza razı hale getirmeyi amaçlayarak özellikle örgütlü unsurlarına yönelik topyekûn saldırıyla karakterize olmaktadır. Ancak tüm hışmı ve ağır sonuçlarına rağmen, bu söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, geçicidir. Başka yolu olmadığı bilenerek, devletle, bu kez, son saldırıyla kolunun kanadının kırılacağı ve diz çöktürülemese bile yumuşatılarak aza –şüphesiz murat edilen en azıdır– katlanır hale getirileceği umulan PKK’nin ilişkisinin yenilenmesi öngörülmektedir. En net biçimde İçişleri Bakanı İ. Naim Şahin söyledi son günlerde: “PKK akıllanıncaya kadar yaz-kış demeden sürdüreceğiz…”! En “Şahin”lerden olan, ağzından köpük saçılıp kan damlayan yetkili bile “yok etmek”ten, “tasfiye”den değil, ama “PKK’nin akıllanması”ndan, tabii ki PKK’yi zorla üzerine vararak “akıllandırmak”tan söz etmektedir. Akıllandırmak ve fazla ileri bulunan taleplerin hiç değilse önemli bir bölümünün geri çekilmesini sağlamak üzere savaş tırmandırılmış, bir kez daha Kürtlerin üzerine çullanılmıştır.
Kürt Savaşı’nı ve ilgili tüm süreci koordine eden Başbakan Yardımcısı olan, “Açılım”ın da başında bulunmuş eski İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın söyledikleriyse daha anlaşılırdır. Konuk olduğu TV kanalında “Açılım bitmedi, sürüyor. Devletin bütün kurumları birlikte çalışıyor. Ben şuna inanıyorum, bu dönem, bu sorunların çözüleceği dönem olacak, silah bıraktırma da dahil” diyen Atalay, Star gazetesinde Özkan’a verdiği röportajda da benzer şeyler anlatıyor: “Türkiye bu sorunu artık kökten çözecek. AK Parti dönemlerinde bu sorunlar derinlemesine ele alındı, çözüm için çalışıldı. (…) Son dönemdeki karmaşık görüntüye rağmen toplumun her kesiminde bu konuda daha rasyonel düşünme, daha demokratik, konuları daha rahat konuşma özelliliği arttı. Artık her kesimde bu konuda pozitif değerlendirmeler oluyor.” (Star, 16 Ocak)
Sonra, “ama” deyip, kendilerinin ne denli çözüm yanlısı ve iyi niyetli, ama karşı tarafın ne denli kötü niyetli, samimiyetsiz ve çözüm istemez olduğunu anlatıp “dilin altındaki bakla” olan taleplere geliyor. Hem de “hayır pazarlık için değil” anlamına gelmek üzere, “..yeni güvenlik konsepti çerçevesinde yürütülen operasyonlar için: Bu hükümet Kürt meselesinin demokratik çözümü için önemli adımlar attı, atacak. Şu anda teröre karşı yürütülen operasyonların nedeni PKK’nın kolunu bükmek, masaya zayıf oturmasını sağlamak deniyor. Yorumunuz nedir?” sorusunu “..katılmıyorum. Tırmanan bir terör var. Operasyonlar devletin tüm kurum ve kararlığıyla bunun üzerine yaptığı güvenlik operasyonu” diyerek savsaklayıp geçiştiriyor. “Yok” dese de talepleri tartışıyor, önce yarım saatlik TV yayını, sonra TRT-6 gibi kendilerinin verdiklerini sıralıyor, istenenleri fazla buluyor, “iyiniyet”le “samimiyet”i başka bir vesileyle değil, ama “aşırı” olduğunu düşündüğü ileri sürülen taleplerle ilgili olarak anıyor!
Önce, son olarak 20 Ocak’ta HaberTürk “Basın Kulübü”nde söyledikleri: “Hep dil ön plana çıkıyordu.. Hiç bir yerde dilin kullanımıyla ilgili ya da öğrenmesiyle ilgili engeller kalmadı. Biz kendi dönemimizde inkar politikası yürütmedik. Dilin öğretimi ayrı o dilin eğitimi ayrıdır. Devletin bir resmi dili birde eğitim dili vardır. Tamam, milletin ana dili kutsaldır. Konuşulabilir, öğrenilebilir.” Beyefendi, büyüklük yapıyor, “dil konuşulabilir” diyor ve ötesini, anadilde eğitimi örneğin fazla buluyor!.. Hem Türkçe hem Kürtçenin resmi dil olmasını ise herhalde “günah” sayıyordur, tartışmıyor bile! Belli ki kastettiği laf ola beri gele “konuşmak”.. Çünkü biliniyor ki, KCK Davaları’nda yargılananların Kürtçe konuşma istekleri kabul edilmiyor. Kürt dili resmen yasak olmaya devam ediyor.
Star’da, o kadar hak tanımalarına rağmen “nankörlük” edip “fazla”sını isteyenlere sitem yağdırıp şöyle konuşuyor: “10, 20, 30, 40 yıl öncesinde Kürt sorunu neydi, bugün ne diye buna bakan, zerre kadar insafı olan bugünkü gelişmelere dört elle sarılır. Kürtler şu son dönemde çok önemli kültürel haklarını elde ettiler, daha rahat yaşıyorlar, köylere kadar giden büyük bir kalkınma seferberliği var, bölgede büyük yatırımlar var. Yüksekova’da Cizre’de hastaneler, havaalanları yapılıyor..” Hemen noktasını koyuyor: “Biraz samimiyet olsa, çözülemeyecek sorumuz yok. Devlet bütün gönlünü açmış, bütün mekanizmalarını seferber etmiş bunları çözeyim diye.”
Devamla “aşırı” bulduğu taleplerle “niyet” ve “samimiyet” bağlantısı üzerinden sürdürüyor: “Bunlara AK Parti iktidarından önceki talepleriniz ne diye sorsanız belki bizim şu gerçekleştirdiklerimizden daha azıydı istedikleri. Ama her gün değişen bir görüntü var karşımızda. Dolayısıyla iyi niyet ve samimiyet dediğimiz şey burada ölçülüyor. Devlet kucağını açıyor, yapabileceğini yapıyor vatandaşı rahat etsin diye. Bunlar dışında ayrıca, kalkınma, hayat standardının yükseltilmesi için çaba sarf ediyor. Kültürel haklar veriliyor.”
Sonra da “pazarlık için değil”miş! “PKK’nin kolunu bükmek, masaya zayıf oturmasını sağlamak için” değilmiş! Hele “demokratik özerklik” talebine çok sinirleniyor:
“Hiçbir iyi niyet yok. Ben bütün bu boyutlarda iyi niyetini koruyan, şartların içinden bile iyi niyetler çıkarmaya çalışan biriyim ama burada hiçbir iyi niyet görmüyorum. Seçimden sonra başlayan terör, Temmuz’un ortasında Silvan’da dinlenme anındayken 13 askerimizin şehit edilmesi, aynı gün bizim aklıselim diye bildiğimiz Ahmet Türk’ün başında olduğu DTK’nın demokratik özerklik ilan etmesi…”
Üstü pek de örtülemiyor, “niyet” ortaya konuyor. “Kol bükülecek”, uygun bir “pazarlık” için “toprak düzlenecek”tir. Neyle? Operasyonlarla! Sonra? “Silah bıraktırma dahil” “anlaşma”ya sıra gelecektir. Hükümet, koordinatörünün ağzından niyetini belli etmektedir. Savaşın karşı tarafı olan PKK ise, zamanında görüşmeler yapmış, anlaşma için çalışmıştır. Hâlâ görüşmelere ve anlaşmaya karşı değildir; Karayılan örneğin “..(imhaya yönelik) amaçlarından vazgeçmedikleri sürece gevşemeyeceğiz. Öyle görünüyor ki bir süre böyle götürecekler. Görüşmelerin başlaması için ille de silahların susması gerekmiyor.” diyerek açıkça görüşmelere kapıyı açık tutuyor.
Ortadadır; her durumda topyekûn saldırı süreci, yerini, yeni bir “görüşmeler” ve “anlaşmalar” sürecine bırakacaktır. Hükümet açısından PKK’nin tasfiyesi elbette istenir şeydir ve gerçekleşmesi son derece düşük bir ihtimal olan bu durumda, yine örgütlü ama artık tamamen legal unsurlarla görüşülerek yürünecek ve bu kez hemen sadece AKP’nin istediği kadar “verilerek” ve taleplerinin çok küçük bir kısmı karşılanarak, Kürt sorununun haksız-hukuksuz “çözümü” dayatılacaktır. Tümüyle tasfiyenin elde edilemediği yeni koşullardaysa, yine, yeni bir “görüşmeler” ve “anlaşmalar” süreci gelecektir. Biraz daha çoğu “verilmek” zorunda kalınacak ve doğrudan PKK ile yürütülecek bir “görüşmeler” ve “anlaşmalar” süreci kaçınılmaz olacaktır…

ÇIKARILMASI GEREKLİ ÜÇ SONUÇ
Topyekûn saldırının geçiciliğinden çıkarılacak/çıkarılması gereken bir önemli sonuç, –AKP hükümetinin güçlü görünmesine karşın, asıl güçlü olan direnen halk karşısında görece zayıflığı da bilinerek– her halükarda yaşanmakta olan zorlukların atlatılacağına duyulan güven ve koşulladığı inançla mücadeleye ve mücadelenin dayanaklarının güçlendirilmesine sıkıca sarılmaktır ki, halkın oldukça geniş kesimleri, özellikle bu kesimlerin ileri unsurları bu güven ve inançla mücadelelerini daha da güçlendireceğinden kuşku duymadıkları yeni ve birleşik örgütlenmeleri geliştirmekten geri durmayacaklardır, durmamaktadırlar. Bu, birinci sonuçtur.
Geçicidir, ama sürdürülen topyekûn saldırı ciddi ve ağırdır. Bu iki yönü açık seçiktir ve belirgindir; görülmektedir.
Tam da öncelikle Kürt halkını ve haklarını hedefine koyan bu ağır saldırı koşulları, Kürt halkı ve haklı mücadelesine verilen desteğin artırılmasını zorunlu kılmaktadır. Saldırının ağırlığının tartışılır bir yanının bulunmamasından çıkarılacak/çıkarılan temel bir sonuç budur. Bu, ikinci sonuçtur.
Ancak açıktır ki, sadece son saldırı ve ağır sonuçları dolayısıyla değil, ama 20. yüzyıl boyunca sürdürülen ulusal saldırı ve baskı politikası, koca bir halkın ve haklarının inkar edilmiş olması dolayısıyla Kürt halkı ve yürüttüğü haklı mücadelesi desteklenmeyi hak etmektedir.
Üstelik sadece Kürt halkı ve haklı mücadelesinin desteklenmesi değildir söz konusu olan. İhtiyaç, yalnızca Kürt halkı ve mücadelesinin desteklenmesi değildir; ama eşitlik ve özgürlük talepli, hak ve dil eşitliğini öngören Kürt ulusal mücadelesinin de önemli bir parçası ve bileşeni durumunda olduğu demokrasi mücadelesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt halkının yanı sıra, tüm Türkiye halkının yakıcı ihtiyacı durumundadır. Nesnel çıkarlarıyla Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kadın-erkek, işçi, emekçi, esnaf.. tüm halk hem eşitlik hem de özgürlüğe susamış durumdadır. Eşitlik ve özgürlük talep edip uzun süredir mücadelesini vermekte olan Kürt halkının yanı sıra ne Aleviler Sünnilerle eşit haklara sahiptirler ve özgürce kendilerini kendi bildikleri gibi gerçekleştirebiliyorlar, ne kadınlar erkeklerle eşittirler ve kendilerini özgürce gerçekleştirebiliyorlar, ne de gençlerin bir söz ve kendi geleceklerini belirleme hakları var. İşçi ve emekçilerse basit sendikal haklarından bile yoksunlar, örgütlenmeye eğilim gösterdikleri anda kapının önüne konup işsiz bırakılıyorlar ki, reva görüldükleri ücretlerle yaşanır, çalışma koşulları katlanılır gibi değildir. Üstüne işsizlik binmiştir.. Üstüne yeni kriz tehdidiyle ücretlerin düşürülmesi ve çalışma koşullarının daha da kötüleştirilmesi, sosyal hakların, örneğin GSS ile parasız sağlık hakkının bütünüyle gaspı binmektedir.. Kıdem tazminatı sıradadır, bölgesel asgari ücret de öyle.. Sayılanların tümü bir arada ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturmalarına ve “derin demokrasi” olarak tarif edilen ülke rejiminin halkın egemenliğine dayandığı iddia edilmesine karşın, bir teki bile devlet işlerinin görülmesine ve dolayısıyla ülke yönetimine katılamamaktadır; karar süreçlerinden bütünüyle dışlanmışlar, kendileri için “hoş bir seda”dan başka şeyler olmayan ne ifade, ne basın, ne toplantı, ne örgütlenme.. hiçbir demokratik haktan yararlanamaz durumdadırlar.
Eşitlik, özgürlük ve demokrasiye ekmek ve su kadar ihtiyaçları vardır. Kuşkusuz işçi emekçi sömürülen yığınların sosyal kurtuluşa ve bu yönde atılacak adımlara da ihtiyacı küçümsenir gibi değildir ve giderek artan ölçülerle özellikle işçiler bu ihtiyaçlarını dışa vurmaktadırlar.
Ancak henüz bu yalnızca nesnel durumdur ve Kürt halkının ulusal bilinç ve örgütlülüğü bir yana, halkın bütünü bakımından öznel durum, bilinç ve örgüt düzeyinin ciddi ölçülerde düşüklüğüyle karakterizedir. Çeşitli sınıf ve katmanları ve farklı kategorileriyle büyük bir eşitlik, özgürlük ve demokrasi ihtiyacında olan geniş halk yığınları, en az bu ihtiyaçları kadar ve bu ihtiyaçlarını gidermenin ön koşulu olarak, aydınlanma ve örgütlenmeye, –sendika ve demokratik kitle örgütü türünden ekonomik, mesleki öz örgütlerinin yanı sıra– etrafında toplanacakları, kendi belli başlı taleplerini savunan ve bu talepler uğruna mücadeleyi örgütleyecek halkçı siyasal demokratik bir örgüte ihtiyaç duymaktadırlar.
Geniş kesimleriyle saflarında örgütlenip ve hak mücadelesi verebilecekleri alternatif demokratik bir güç merkezine olan ihtiyaç, sömürülen ve ezilen halkın acil ihtiyacı durumundadır.
Bu “merkez”, her şeyden önce, halkın, olanaklı olabilecek en kolay birleşmesini sağlamaya yatkın uygun bir merkez olmalıdır. Hem halkın belli başlı taleplerini savunabileceği ve bu taleplerini elde etmek üzere mücadelesini geliştirebileceği bir merkez.. Hem çeşitli kesim ve sektörleriyle halkın birliğini ve birleşik mücadelelerini geliştirmelerini kolaylaştıracak bir merkez.. Bu nedenle, hem yeterince inandırıcı ve güçlü, hem de halkın birliği olmadan ilerlenemeyeceğini bilen ve dolayısıyla bu birliği her şeyin üzerinde tutup temel bir önem veren bir merkez…
Halkların Demokratik Kongresi, kim ne tür başka bir işlev yükleme yanlısı olursa olsun, en azından bizim açımızdan böyle bir alternatif güç merkezi olarak önemlidir ve böyle bir nesnel ihtiyaca yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Böyle bir birleşik örgütlenme (ve mücadele), Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesi bakımından birinci elden bir destek oluşturduğu ve oluşturacağı gibi, bütün sınıf ve katmanlarıyla, farklı kategorileriyle halkın/halkların birleşik demokratik mücadelesinin geliştiricisi ve sağlam örgütsel dayanağı olabilir/olacaktır. Ağır sonuçlarıyla son topyekûn saldırının bir diğer sonucu ya da ağırlaştırıp acilleştirdiği bir ihtiyaç da budur. Bu, üçüncü sonuçtur: Tüm katmanları ve kategorileriyle tekelci sermaye ve AKP hükümetinin gittikçe ağırlaştırarak dayattığı iktisadi, sosyal, siyasal sorunların bu ağırlığı altında bunalan halkın birleşik eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin geliştirilmesine olan yakıcı ihtiyaç. Halkların Demokratik Kongresi, yine en azından bizim açımızdan, tamamen nesnel bir ihtiyacı, geniş kesimleriyle halkın birlik ve birleşik mücadele ihtiyacını karşılamak üzere şekillenip kurulmuştur.
HDK’nin rolünü oynayıp oynamayacağı ya da ne ölçüde oynayabileceği sorusunun yanıtı, ezilen ve sömürülen çeşitli milliyetlerden halkın birlik ve birleşik mücadele ihtiyacını karşılamak üzere tarih sahnesine çıkmış olan bu birlik ve mücadele örgütünün bu yeteneği gösterip gösteremeyeceği ya da ne ölçüde gösterebileceğiyle, bugünden bir araya gelen güç ve dinamikleriyle bir mücadele birlikteliği oluşturup oluşturamayacağı ya da ne ölçüde oluşturabileceğiyle belirlenecektir.

Şike, futbol, ve Kapitalizm

12 Haziran Seçimleri’nden kısa bir süre sonra, Temmuz ayının başında, futbol camiasından onlarca kişinin kısa süre içinde gözaltına alınması şaşkınlık yarattı. Özellikle Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınması uzun bir süre “şike operasyonu”nun ülke gündemini meşgul etmesine neden oldu.
Operasyonla ilgili bilgiler açığa çıktıkça, ilginç ayrıntılar gözler önüne serildi. Polis, bu operasyonu yedi ay önce başlatmış, operasyon iki ay önce tamamlanmıştı, ama gözaltılar için seçimlerin sonuçlanması beklenmişti. Polis ve yargı, böylece, AKP’yi korumuştu. Çünkü gözaltılar seçimden önce başlasaydı, başta Fenerbahçe olmak üzere, en az on kulübün taraftarı en azından bir bölümü muhtemelen AKP’ye oy vermeyecekti.
Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınmasından sonra, fısıltı gazetelerinde Fenerbahçe taraftarlarınca çıkarıldığı tahmin edilebilecek söylentiler hızla yayılmaya başlamıştı. Fısıltılara göre, Başbakan, son Kongre’de Aziz Yıldırım’ın yerine kendisinin bir adamını Fenerbahçe’nin başına getirmek istemiş, fakat bunu başaramayınca, öfkelenerek Aziz Yıldırım’ı bu şekilde cezalandırıp tasfiyeye yönelmişti. Bu komplo teorisinin bir başka versiyonunda Tayyip Erdoğan’ın yerine Fethullah Gülen konuyordu. Ya da bir başka versiyonda, Aziz Yıldırım, TFF seçimlerinde Erdoğan’ ın istediği adayı seçtirmediği için gazaba uğruyordu..
Bir süre sonra bir başka komplo teorisi dolaşıma sokuldu. Tayyip Erdoğan, Aziz Yıldırım’ın aldığı inşaat ihalelerini damadının şirketine vermek istemiş, Aziz Yıldırım bunu engelleyince, Erdoğan’nın öfkesi bu operasyonu başlatmıştı.
Bir taraftan yukarıdaki ve benzeri komplo teorileri ortalıkta dolaştırılırken, diğer taraftan konu ile ilgili görüş bildiren hemen herkes, Fenerbahçe’nin son sezonda şampiyon olmak için çok sayıda maçta teşvik primi dağıttığını kabul ediyordu. Fenerbahçe’nin teşvik primi dağıttığını kabul edenlerin büyük çoğunluğu ise, Aziz Yıldırım’ın devlet içinde önemli ilişkileri olması, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı vb. önemli politik kişilerin, Ali Koç gibi büyük patronların Fenerli olması gibi nedenlerle Fenerbahçe’ye dokunulamayacağını düşünüyordu.
Gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle, spor camiasında ve taraftarlar arasında AKP, polis ve yargıya tepki arttıkça, polis tarafından verildiği tahmin edilen dosya ile ilgili bilgiler basında yer almaya başladı. Bu bilgilere göre, neredeyse şike ve yasadışı, en azından “fairplay” dışı işlere bulaşmamış kulüp ve yönetici kalmamıştı. Futbolcuların çoğu da bu tezgahın içindeydi. Tezgah büyüktü. Futbol sektöründe milyarlarca dolar para dönüyordu. Bu paranın paylaşılmasında patronlar, siyasetçiler, yerli ve yabancı mafyalar, bahisçiler, reklamcılar, derin devletin propaganda aygıtları ve basın kıyasıya mücadele ediyor ve birbirlerini tasfiye etmeye çalışıyorlardı.
Yüz elli yıl önce, Büyük Britanya’da okul ve fabrikalarda spor ve eğlence oyunu olan futbol, geniş kitleler tarafından izlenmeye başlanınca, önce kapitalizmin geniş kitleleri eğlendiren ve oyalayan bir kurumu haline dönüştü, Roma’da gladyatör döğüşlerinin ve araba yarışlarının yerini aldı, emperyalizm çağında ise, bu özelliğinin yanı sıra endüstrileşti. Futbol kulüpleri şirketleşti, borsaya girdi.
İlk günlerde, basında ve kamuoyunda yapılan “şu takım şike yaptı, bu yapmadı” gibi taraftar tartışmalarından sonra, işin ekonomik boyutu tartışılmaya başlandı. Normal prosedüre göre, şike yapan takımların cezalandırılmasından sonra ligin başlaması gerekiyordu. Fakat şikeci olarak adı geçen takımlar, “oldu bitti”ye getirilip cezalandırılmalarına şiddetle direniyordu. Böyle bir durumda ekonomik olarak büyük zarara uğrayacaklardı. Avrupa’ya gidemeyecek ve oradan gelecek paradan mahrum kalacaklardı, stat geliri, reklam geliri, forma geliri ve yayıncı kuruluştan gelecek gelirlerden olacaklardı. Onların işine, Türkiye’deki hemen bütün davalarda, sanık ve davalıların güttüğü taktik, davayı mümkün olduğu kadar uzatma ve bu arada lehe bir durum yaratma taktiği geliyordu. Yayıncı kuruluş ise, şikeci kulüplerle kader ortağıydı. Çünkü birkaç büyük kulübün küme düşmesi sonrası başlayan lige ilgi azalacak ve yayın gelirleri düşecekti. Bu durumda yayıncı kuruluş TFF’ye vaat ettiği yayın parasını ödeyemeyecekti. Türkiye Futbol Federasyonu küme düşürülmesi düşünülen kulüplerin ve yayıncı kuruluşun baskılarına dayanamadı ve şike konusunda ceza verme işini ileri bir tarihe erteleyerek, futbol sezonunu başlattı. Bu kez, UEFA’dan TFF’ye baskı başladı. UEFA, şike yapmış takımların cezalandırılmamaları halinde Türkiye takımlarının 3 sene Avrupa kupalarında oynayamayacağını söylüyordu. TFF, şike yapan takımları cezalandırsa Türkiye’deki futbol sektörü maddi, manevi krize girecek, cezalandırmasa Avrupa maçlarına katılamama nedeniyle yine maddi krize girilecek, ayrıca ulusal prestij kaybı da söz konusu olacaktı.
TFF ve Fenerbahçe önceleri, iddianamenin henüz açıklanmadığı, iddiaları sadece basından duyduklarını söyleyerek, kanıtlanmamış iddialar nedeniyle kimsenin suçlanamayacağı kuralı arkasına sığınmaya çalıştılar. Aziz Yıldırım, bu arada, suçsuz olduğunu söylemekten vazgeçmiş ve kendisiyle birlikte herkesin suçlu olduğunu söylemeye ve her şeyi açıklayacağı tehdidi ile futbol sektöründe kaos ve kriz yaratma şantajına başlamıştı.
Bu sırada iddianame açıklandı. Doksan üç sanıklı davanın bir numaralı sanığı Olgun Peker, iki numaralı sanığı Aziz Yıldırım idi. Soruşturma Olgun Peker hakkındaki şikayetlerle başlamış ve telefon ve alan dinleme yöntemleri ile diğer şüphelilere ulaşılmıştı. İddianamenin dört yüz bir sayfasının üç yüz sayfasına yakını Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım’ın eylemleri üzerine yazılmıştı. Yine iddianamede, Fenerbahçe’nin mafya ile içiçeliği üzerine uzun pasajlar bulunuyordu.
Olgun Peker ve Aziz Yıldırım ile bazı sanıklar hakkında hem örgüt yöneticiliği ve üyeliği suçundan, hem de tek tek her şike suçundan cezalandırılma istendiğinden, istenen cezaların miktarı onlarca sene oluyordu.
İddianame açıklandıktan sonra 6222 Sayılı Sporda Şiddet Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Yasa’nın değiştirilmesi gündeme getirildi. Oysa yasa daha yeni yürürlüğe girmişti. 2011 yılının Nisan başında yürürlüğe giren yasa, yedi ay sonra değiştirilmek isteniyordu. Üstelik yedi ay önce bütün kulüpler bu yasayı istemiş ve hazırlanmasında katkıları olmuştu. 6222 sayılı Yasa’daki şike suçlarına verilen ceza fazla bulunuyordu. 6222 sayılı Yasa’nın 11/1 maddesi: “Belirli bir spor müsabakasının sonucunu etkilemek amacıyla bir başkasına kazanç veya sair menfaat temin eden kişi, beş yıldan on iki yıla kadar hapis ve yirmi bin güne* kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Kendisine menfaat temin edilen kişi de bu suçtan dolayı müşterek fail olarak cezalandırılır. Kazanç veya sair menfaat temini hususunda anlaşmaya varılmış olması halinde dahi, suç tamamlanmış gibi cezaya hükmolunur.” diyordu. Şike suçu işleyen herkese beş yıl hapis cezası verilecek olması kulüp temsilcilerine ve TFF’ye fazla geliyordu. Yasayı çıkaranlar birleşti ve 2011 Aralık ayında 6250 sayılı 6222 sayılı “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun’un Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” çıkarıldı. Bu Yasa’nın 1. Maddesi’nde “31/3/2011 tarihli ve 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun 11. inci maddesinin birinci fıkrasında geçen ‘beş yıldan on iki yıla kadar’ ibaresi ‘bir yıldan üç yıla kadar’ şeklinde, “dördüncü fıkrasının (b) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.” deniliyordu. Değişiklikle beş yıllık asgari ceza sınırı bir yıla indirilmişti. Böylece hem cezanın sınırı indiriliyor, hem de suçun ağır ceza yerine asliye cezada yargılanması söz konusu oluyordu. Cumhurbaşkanı halkın vicdanı bunu kabul etmez gibi gerekçelerle yasayı TBMM’ ne geri gönderdi, ama yasa aynı biçimiyle TBMM’de yeniden kabul edildi.
Bundan sonra ne olacak? Müneccim değiliz, ama Türkiye’deki yargıyı ve devlet kurumlarını tanıyoruz. Muhtemelen, dava bir iki sene sürecek. Doksan üç sanıktan büyük bölümü beraat edecek. O sırada af çıkar, yeniden yasa değişir, orasını tahmin etmek zor, ama davanın diğer önemli davalar gibi yılan hikayesine döneceği kesin.
Gelelim TFF’nin vereceği cezaya. TFF, önceleri “elimizde yeterince bilgi yok”, “iddianame açıklanınca bakacağız” diye şike yapan kulüplere ceza vermeyi ertelemeye çalıştı. Şimdi, iddianame de açıklandı. Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım, iddianame karar değildir, iddialara karşı savunma yapmadan kimse bizi cezalandıramaz diye direniyor. Hukuken doğru bir tez. Ama, TFF’nin ceza davasını bekleme zorunluluğu yok. İddianamedeki iddiaları alıp, ilgililerden savunma isteyip, disiplin cezası verme yetkisi var. TFF’nin eğilimi şike yapan kulüplere küme düşme cezası vermeyip, puan silme ve para cezası verme şeklinde. Fakat orada da yasal bir engel var. Futbol Disiplin Talimatnamesi’nin 58. Maddesi, şike yapan takımların küme düşürülmesini emrediyor.
TFF, 58. Maddeyi aşmak amacıyla 26 Ocak 2011 tarihinde TFF Genel Kurulu’nu topladı. TFF’nin amacı, bu Genel Kurul’da tüm kulüplerin katılımı ile karar alıp 58. Madde’nin küme düşürme hükmünün bir seferlik uygulanmaması kararının alınmasını sağlamaktı. Böylece, seyirci kaybını en aza indirmeyi amaçladığı gibi, UEFA’nın da kabul edebileceği bir çözümü sağlamış olmayı hedefliyordu. Aziz Yıldırım ve Nihat Özdemir’in verdiği demeçlere bakıldığında, Fenerbahçe bu çözüme yanaşmıyor. Onlar, dava sonuçlanıncaya kadar kulüplere ceza verilmesin diye bastırıyorlar. Ya Fenerbahçe’nin baskısı ve etkisi ağır basmış ya da onun dışındaki kulüplere gına gelmiş olacak ki, Genel Kurul’da 58. Madde’nin bir kerelik uygulanmaması önerisi çoğunlukla ret edildi. Oysa, UEFA da şike yapan takımların küme düşürülmemesine razı olmuş gibi görünüyordu. Şike yapan kulüplerin puanının silinmesi, para cezası verilmesi ve Avrupa maçlara gönderilmemeleri durumunda karara razı olacak gibiydi. Genel Kurul sonrası, sorun hâlâ çözülmemiş olarak, ortada duruyor. TFF’nin takvimine göre on beş ve yirmi gün savunma için süre verilip 93 sanıktan altmış küsurunun savunması alınacak ve disiplin kurulları Nisan ayında play-off karşılaşmaları başlamadan cezaları verecek. Fenerbahçe bu takvimi de kabul etmiyor. Onlar istediklerinin olacağına o kadar inanıyorlar ki, Genel Kurul akşamı Fransa gol kralı santrafor ile sözleşme imzalamayı planlıyorlar. Fenerbahçe’nin ısrarla savunduğu çözüm uygulanırsa, Türkiye’den hiçbir takımın UEFA kupalarına bu sene alınmama durumu olabilir. Hatta üç sene boyunca alınmama durumu…
Peki, son bir yılda Türkiye’de futbol sektöründe yaşananlar nasıl yorumlanabilir?
Futbol sektörü bağırsaklarını mı temizliyor? İçindeki çürük elmaları mı ayıklıyor? Kapitalizmin rekabet ortamını ve koşullarını kurallara bağlamak istediği, keyfiliğe ve firmalar arasında hak eşitsizliğine tahammül etmediğini ileri süren ve yapılanların böyle bir düzenlemenin sancılı süreci olduğunu iddia edenler de mevcut. Fakat bu tez fazla kitabi ve iyimser. Evet, 6222 sayılı Yasa, futbol sektörünü, piyasasını düzenleme amacı taşıyan bir yasa idi. Fakat şike ve teşvik pirimi olaylarını düzenlemeden çok, tribünlerdeki başıbozukluğu düzenleme, saha kapatmalar, para cezaları, tribünlere seyirci gitmesini engelleyerek olayları azaltma amaçlı bir düzenlemeydi. Yasa maddelerinin çoğu seyirciyi zapt etmekle ilgiliydi. Zaten Yasa’nın birinci maddesinde amaç şöyle anlatılıyor: “Bu Kanunun amacı; müsabaka öncesinde, esnasında veya sonrasında spor alanları ile bunların çevresinde, taraftarların sürekli veya geçici olarak gruplar halinde bulundukları yerlerde veya müsabakanın yapılacağı yere gidiş ve geliş güzergâhlarında şiddet ve düzensizliğin önlenmesidir.” Yürürlük ve geçici maddeleri saymazsak, yirmi beş civarında maddesi olan 6222 sayılı Yasa’nın, sadece 11. Maddesi, tek bir madde, şike ve teşvik primi konusunda hüküm içeriyordu ve kulüpler bu maddeyi kanuna koyarken büyük ihtimalle “uygulanmaz nasıl olsa” diye koymuşlardı. Çünkü teşvik primi uygulaması neredeyse bütün kulüplerin yaptığı “meşru” sayılan bir uygulama idi. Teşvik primini veren kulüplerle birlikte alan kulüpleri de hesaba katarsak, bu suçu işlememiş kulüp yok gibiydi. En zengin kulüp olarak Fenerbahçe daha çok yapmış görünüyor iddianamede. Şampiyonluk ya da kupa iddiası olmayan alt sıralardaki kulüpler de bu yolla para kazanıyor.
Gerek 6222 sayılı Yasa ile gerekse Şike Davası sonra yapılanlarla TFF ve kulüplerce amaçlanan şey, futbol sektörüne maddi olarak büyük bir zarar gelmesinin önlenmesidir.
Futbol ekonomisti Tugrul Akşar’a göre: “Şike genel olarak futbolu iki şekilde etkiliyor. Birincisi futbol ligini etkiliyor. İkincisi kulüpleri etkiliyor. Liglerde temel etki olarak; 1) Rekabet Kalitesi düşüyor, 2) Futbol Pastası küçülüyor, 3) Reyting düşüyor. Bu tür skandallar dev endüstriyel ekonomilerde, pasta büyük olduğu için daha çarpıcı sonuçlara yol açıyor. En önemlisi endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretim aracı olan reyting düşüyor ve o ligler güvenilirliğini zaman içinde yitirmeye başlıyor. Güvenilirlik düzeyinin düşmesi peşinden kalite ve rekabet sorununu da beraberinde getiriyor. Düşük rekabet reytingin yükselmesinin önünü kesiyor. Reyting yüksek olmadığında da sponsorların o lige olan ilgisi en alt düzeyde oluyor. Güvenilirlik düzeyinin yüksekliği, o ülke liginde gelirlerin artması için bir baz oluşturuyor. Endüstriyel futbolun en önemli gelir kaynaklarından olan sponsorluk gelirleri özellikle reytingi yüksek, marka olmuş liglere daha çok yöneliyor. Naklen yayın gelirleri pastası buna bağlı olarak daha çok büyüyebiliyor. Bu nedenle endüstriyel futbolda gelirlerin artması ve pastanın büyümesi tamamen heyecanın en üst düzeyde tutulmasına, yani reytinge bağlı. Bu nedenle endüstriyel futbolda reyting yaşamsal bir öneme sahip… Şike soruşturmasında adı geçen üç kulübün toplam gelirden aldıkları pay %30.19’a ulaşıyor. Yani üç kulübün geçen sezon Süper Lig havuz gelirlerinden aldıkları toplam para 145 milyon 125 bin TL. Yani neredeyse üç kulüp, toplam gelirin üçte birini kendi aralarında paylaşmış. Hal böyle olunca bu kulüplerin ligden düşürülmesi ya da yarış dışı kalmaları Süper Lig’i parasal açıdan önemli ölçüde etkileyecektir. Tabii ki, bu kulüpler içinde en fazla geliri alan Fenerbahçe, toplam gelirdeki %12,54’lük payı ile ligi daha fazla etkiler…Futbol, kendisi dışında ekstra on birim daha gelir yaratıyor. Bu, tekstilden, elektroniğe, yayıcı kuruluştan, reklam ve medya sektörüne, turizmden eğlence sektörüne kadar etkisini gösterir. Bu etkiye biz futbolun dışsal etkisi diyoruz… Bu etkiyi net olarak hesaplamak için yaratılan geliri 10 ile çarpmak gerekiyor. Yani buradan çıkan matematiksel sonuç: Fenerbahçe’nin yarış dışı kalması orta vadede Türk futbolunda yaklaşık 600 milyon TL’lık bir dışsal etki, yani gelir kaybı yaratır. O zaman bu etkiyi minimize etmenin yollarını aramak gerekiyor.” (Fotospor Gazetesi 20.01.2012)
TFF ve kulüp yöneticileri Şike Davası nedeniyle Türkiye futbolunu girdiği maddi ve manevi krizden çıkarmaya çalışırken, Galatasaray Kulübü Genel Başkan Yardımcısı Adnan Öztürk, yeni bir felaket haberi veriyor; “Şu an şike dışında tüm dünyada ‘yasa dışı bahise’ yönelik bir soruşturma yürütülüyor. Bunun Türkiye ayağı da çıkacak” diyor. Öztürk’ e göre, “Üç büyük kulübün toplam 1 milyar dolar borcu var. Süper Lig’in toplam borcu 1.5 milyar dolar. Galatasaray’ın da şu anda 330 milyon doları bulan borcu var. Bunun ekonomik tarifi ‘iflastır.’ Böyle de devam edemez. Üzerine şike, teşvik gibi yüz kızartıcı suçlar da eklenince, Türk futbolunun çok ciddi bir imaj ve marka değeri kaybı var. Bu krizin yönetilmesi lazım. Asıl kriz, şike krizi değil. Sistemin tıkanmış olması krizidir. Türk futbolunun bitmişliği sorunu var. Buna çözüm şart…”
Görüldüğü gibi, Şike Davası’nda konuşulan; “fair play”, “sporcunun ahlaklısı”, yapılan ahlaksızlıklar için seyirci ve taraftardan özür dileme vb. değil. Futbol sektörünün para kaybetmesinin önlenmesi, sektörün ayakta durması vb.
Biz taraftarlar, seyirciler ya da konuyla ilgilenenlere düşen; senin takımın şike yapar, benim takımım yapmaz ya da şu takım yapmış, bu yapmamış tartışması değil, endüstriyel futbolun çanına ot tıkamak, futbolu endüstri olmaktan çıkarmaya çalışmaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑