Türkiye’nin en önemli sınır komşularının bulunduğu bölgede çelişki ve çatışmalar derinleşiyor. Yeni yılın bu ilk ayı içerisinde Hürmüz Boğazı merkezli yaşanan gerilimler, ABD’nin başını çektiği yeni bir emperyalist politikanın devreye konulduğunu gösteriyor. Bu politika, esas olarak, ABD tarafından Arap-İslam ülkeleri arasında Şii-Sünni çatışmasının büyütülmesini temel alıyor. ABD, özellikle Sünni çoğunluğu yedekleyerek, bölgenin Batı emperyalizmine yeniden bağlanmasında çatışmaları ve savaş koşullarını kışkırtan hamleleri arka arkaya gündeme getiriyor. Türkiye egemen sınıfları ve hükümet ise, ABD emperyalizminin çıkarlarına bağlanmış, çatışma ve savaş politikalarının ön cephesinde her geçen gün daha fazla bataklığın dibine doğru sürükleniyor.
ABD’NİN YENİ SAVUNMA STRATEJİSİ
2011’in son günleriyle yeni yılın ilk günlerinde bölgenin ve elbette Türkiye’nin geleceği açısından ABD merkezli önemli açıklamalar ve adımlar gündeme geldi. Bunlardan öne çıkan belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz:
1 ) ABD, yeni yıla iki hafta kala Irak’taki son askeri birliklerini de çekerek, 8 yıldır sürdürdüğü Irak işgaline resmen son verdiğini açıkladı. Bunun hemen ardından, Obama’nın Başkan olmasıyla gündeme getirilen ve Şii-Sünni-Kürt tarafların Irak yönetimini bir uzlaşmayla paylaşması üzerine kurulan denge ciddi anlamda bir sarsıntı yaşadı.
2) ABD Başkanı Barack Obama, 2012’nin hemen başında, 5 Ocak’ta Pentagon’da bir basın toplantısı düzenleyerek, ABD’nin “yeni savunma stratejisi”ni ilk kez resmi olarak açıkladı. Açıklamada öne çıkan hususlar bölgedeki politik-taktik değişim ve gidişat açısından çarpıcıydı.
3) İran’a yönelik tehdit ve ambargo açıklamaları arka arkaya gelmeye başladı. ABD, bu çerçevede Batılı emperyalistleri de kışkırtarak, Hürmüz Boğazı üzerine gerilimi tırmandırdı. ABD’den sonra AB’den de gelen ambargo kararları İran’ın tepkisini artırırken, Körfez’in yeniden ısındığı ve Ortadoğu’nun kaynadığı yeni bir süreç başlattı.
1. ve 3. adımlar esas olarak 2. maddede yer alan ve “ABD Ulusal Savunma Stratejisindeki Değişiklik” olarak dünya kamuoyuna duyurulan politikaların bir devamı niteliğindeydi. Obama dönemine özgü “kadife yumruk” diplomasisinin genel üslubuna uygun olması için özel bir dikkat gösterilmiş olsa da, bu konuda yapılan açıklama, esas olarak sömürü, çatışma ve savaş politikalarının tırmandırılacağını açıkça ilan ediyordu. Hatta Demokratların Obama’sının ortaya koyduğu tablodaki değişim, üslubu giderek önemsiz bir hale getirip, Cumhuriyetçilerin George Bush dönemini aratmayacak bir sürecinde işaretlerini veriyordu.
Obama, açıklamasında, artık Irak ve Afganistan türü uzun ve kapsamlı operasyonların sona erdiğini belirtirken, önceliğin Pasifik ve Ortadoğu olduğunu söyledi. Savunma stratejisini 5 ana başlık altında toparlayan Obama, bunları sırasıyla, “terörle mücadele” ve gayri nizami savaş, caydırıcılık, İran ve Çin’in adını açıkça söyleyerek dile getirdiği ABD ordusunun erişiminin engellendiği bölgelerdeki tehditlerle mücadele, kitle imha silahlarının denetimi ve son olarak siber savaş olarak özetledi.
Evet, artık ulusal güvenlik stratejisinin bir numaralı hedefinin İran olduğu açıkça ilan ediliyordu. İran bir yandan bölgesel kuşatma altına alınmaya çalışılırken, bir yandan da ihtiyaca göre İsrail’in de devreye gireceği cepheden müdahalelerle, iç çatışma ve provokasyonlarla çember daraltılarak yeni bir kıskaca alınmaya başlandı.
HÜRMÜZ BOĞAZINDA GERİLİM VE Şİİ-SÜNNİ ÇATIŞMASI
ABD’nin yeni savunma stratejisine ilişkin Obama’nın yaptığı bu açıklamalar, özellikle son iki ay boyunca Hürmüz Boğazı üzerinden İran’a yönelik artan tehditleri ve buna bağlı olarak atılan adımları daha da manidar kılmaktadır. Ayrıca ABD’nin bölgedeki emperyalist politikalarının sadece İran, Suriye ve Irak’ı değil aynı zamanda Rusya ve Çin’i de kapsayan bir hegemonya çatışmasının parçası olduğu bir kez daha ilan edilmektedir.
Bilindiği gibi, Batı emperyalizminin lideri ABD, esas hedef olan bölgedeki petrol ve diğer enerji kaynaklarının kullanımı, kontrolü ve geçiş yollarının denetimi amacıyla 2001’de Afganistan’ı, iki yıl sonra 2003’te de Irak’ı işgal etmişti. Bu işgaller, ABD’nin bölgedeki hedefleri açısından belirli avantajlar sağlasa da, esas hedef ve buna bağlı olarak İran ve Suriye’nin kuşatılması açısından istenilen sonuca ulaşılamadı.
Bu çerçevede, yıllardır İran’ın “nükleer silahlanma programı” gerekçe gösterilerek gündemde tutulan İran’a yönelik kuşatma ve baskı politikalarında yeni bir döneme girilmiş görülüyor. Hürmüz Boğazı merkezli yaşanan gerilim ve bu eksende İran’a yönelik tehditler, bu yeni dönemin bugün için öne çıkan yönünü oluşturuyor.
Bu son süreç, ABD’nin İran’a yönelik yaptırım ve özellikle petrol konusundaki ambargo kararlarına karşı İran’ın sert bir çıkış yaparak, Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinde bulunmasıyla daha sıcak bir döneme girdi diyebiliriz. İran’ın bu açıklamasına karşılık ABD ve Avrupa Birliği’nden de sert yanıtlar geldi. Karşılıklı olarak uçak ve savaş gemilerinin Körfez’deki trafiğinin artmasıyla gerilim tırmanırken, AB’nin son ambargo kararı İran’a yönelik kuşatmayı daha da büyütmüş durumda. Bugün için AB’nin ABD ile ittifak halinde hareket ederek İran üzerindeki baskıyı daha da artıracağı görülüyor. Birkaç gün önce, İran ve Suriye gündemiyle bir araya gelen Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları, yaptıkları toplantıda, İran’a yönelik yeni yaptırım kararları aldılar. Brüksel, ambargo ile Tahran’dan petrol ithalatını 1 Temmuz’dan itibaren kademeli olarak yasaklayacak. AB, bu ambargo kararını, İran’ı masaya oturtmak ve sorunları masa başında çözmek için aldığını iddia ediyor. Ayrıca AB Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Suriye’ye yönelik baskı ve yaptırımların artırılmasına yönelik kararlar da alındığı açıklandı.
Ancak İran, AB’nin bu kararı karşısında geri adım atmasının söz konusu olmayacağını belirterek, petrol ihracatı konusunda bir daralma yaşanırsa Hürmüz Boğazı’nın hemen kapanacağı tehdidini yeniledi. AB’nin bu kararına tepki gösteren sadece İran değildi. Rusya tarafından yapılan açıklamada da, “İran’ın AB tarafından tehdit edildiği, bunun kabul edilemeyeceği ve gelişmelerin endişeyle izlendiği” duyuruldu.
Hürmüz Boğaz’ı Basra Körfezi’ni Umman Körfezi’ne bağlıyor ve dünya petrol ticaretinin % 40’ı bu boğaz üzerinden gerçekleştiriliyor. Günde yaklaşık 17 milyon varil petrolün geçtiği Boğaz’ın kapatılması durumunda dünya petrol fiyatlarının altüst olacağı ve bunun özellikle ABD ve Avrupa ekonomisini ciddi bir sarsıntıya uğratacağını bilen İran, Batılı emperyalistlerin baskı ve tehditleri karşısında sinmeyeceğini ortaya koyan bir çizgide ısrar ediyor.
Öte yandan ABD’nin Irak’tan çekilmesinin hemen ertesi günü, Irak’ın işgalinin Obama dönemini oluşturan son birkaç yıllık bölümünde kurulan ve Şii-Sünni-Kürt dengesine dayanan yeni Irak yönetimi ciddi bir sarsıntı geçirdi. Neredeyse 24 saatte eskiyen bu uzlaşma ve denge yapısı son günlerde daha da belirginleşen bir çözülme yaşıyor. Irak’ın son seçimlerde iktidara gelen Başbakanı Nuri El Maliki, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi hakkında kendisine suikast düzenlemeyi planlandığı gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Bu olay, ABD’nin son askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesinden birkaç saat sonra gerçekleşti. Haşimi, bu karar üzerine Irak Cumhurbaşkanı Talabani’ye sığındı. Maliki, uzlaşmanın ve dengelerin bozulmadığı konusunda ısrarlı açıklamalar yapsa da, Irak’ta iç çatışmaların artacağı ve zaten işgal boyunca geri plana düşen ama bitmeyen Şii-Sünni çatışmasının tırmanacağı açıkça görülüyor. Maliki adil bir yargılanma sözü verip, Haşimi’ye dair kesin kararı mahkemelerin vereceğini söylüyor ve bunda ısrar ediyor. Haşimi de, mahkemeye çıkmayı bir tek koşulla kabul edeceğini, bunun da Maliki’nin istifa etmesi olduğunu söylüyor ve bunda ısrar ediyor.
Bu süreçte Şii-Sünni gerilimi tırmanırken, işgal sürecinde geri plana itilen çatışma ve eylemlerde son birkaç hafta içerisinde bir artış gözleniyor.
Suriye cephesinde ise, Beşar Esad yönetiminin yıkılması için ABD’nin açık desteğini alan Türkiye egemen sınıfları ve AKP Hükümeti’nin Sünni çoğunluğa dayanarak adeta bir iç savaş kışkırtıcılığı yaptığı biliniyor. Türkiye’nin durumuna ayrıca değineceğimizi hatırlatarak, bu tablo içerisinde ABD’nin önümüzdeki dönem bölgede Şii-Sünni çatışmasını kışkırtmayı sürdüreceğinin altını burada bir kez daha çizelim. Bu kışkırtmada esas olarak bölgedeki Sünni egemenlerin desteğini alan ve bu desteği Sünni çoğunluğu yedeklemek üzere kullanan ABD, kurduğu bu emperyalist tezgâh ile, Afganistan ve Irak’ın işgali ile ulaşamadığı hedeflerine doğru yeni ve sonuç alıcı bir hamle yapabileceğini hesap ediyor. Oyun derinleştikçe ve cari hale gelip işlerliği arttıkça, bölgenin ABD’ye olan bağımlılığının daha da büyüyeceği, bunun karşısında ABD’ye karşı direnen İran ve Suriye’nin çözüleceği ve teslim olacağı hesap edilmektedir.
SON GELİŞMELER İÇERİSİNDE TÜRKİYE’NİN DURUMU
ABD’nin bu planı/oyunu, aynı zamanda Kürt politikasında da yeni bir yönelime işaret etmektedir. ABD, düne kadar bölgede Kürtlere vaatler vererek ve tarihsel hakları olan statülerini tanıma yönünde adımlar atarak, onları kendi stratejisine bağlama tutumu izliyordu. Bugün ise, bölme ve mücadele güçlerini zayıflatma tutumunu öne çıkaran bir yaklaşımı benimsemektedir.
Türkiye egemen sınıfları ve AKP hükümeti ise, hem genel hedefleri –siz hayalleri diye okuyun– açısından, hem de özel olarak Kürt sorunu konusundaki politikaları açısından dönüp dolanıp ABD’nin bölge stratejisine ve politikalarına yeniden ve daha ileriden bağlanmaktadır. Şüphesiz durumun zorlukları ve sıkıntılarının farkındadırlar, ancak “canım cennet istiyor, ama günahlarım izin vermiyor” konumunda, bataklığın derinliklerine doğru gitmeye de devam etmektedirler. Bu açıdan Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet cephesinden Ocak ayı içerisinde öne çıkan belli başlı yeni belirtilere değinmekte yarar var.
ABD, bölge politikalarının hedefine ulaşabilmesi için Türkiye’nin önemli bir dayanak olduğunu, özellikle de İran’ın direncini kırabilecek güçteki tek bölge ülkesinin Türkiye olduğunu kabul ederek hareket ediyor. Türkiye emen sınıfları ve AKP Hükümeti de, “bölgesel güç/lider ülke” olma hayallerini öne çıkararak, aktif bir dış politika izlediğini propaganda ediyor.
Bu “çıkar kesişmesi” bağlamında, Türkiye, Malatya’nın Kürecik Bucağı’nda, ABD’nin eski radar üssü bulunan, bugün ise TSK’ya bağlı olan askeri bölgede, NATO’ya bağlı bir erken uyarı füze savunma sistemi kurmayı kabul etmişti. Bu adımın esas olarak ABD-İsrail çıkarları doğrultusunda ve İran’ı hedef alan bir stratejinin parçası olduğu gerçeği, Hükümet ve Dışişleri Bakanlığı’nın bütün kıvrak açıklamalarına rağmen üstü örtülemeden gündemde kalmaya devam etmektedir. İran ve Rusya, Türkiye’nin kıvrak açıklamalarına rağmen bu füze savunma sisteminin kendilerine karşı kurulduğunu açıkça ilan etmişler ve Türkiye’yi bundan vazgeçmeye çağırmışlardı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “zinhar böyle bir şey yok” diye her iki ülkeyle ikna görüşmeleri yapıp diplomasi hünerleri sergilerken, Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin füze gücü ile İran’ın füze gücünü karşılaştıran açıklamaları gündeme geldi. Bakan Davutoğlu’nun Başbakan Erdoğan’a “biz daha bir mızrağı çuvala sığdıramamışken sen yenisi ortaya atıyorsun” diye sitem edip etmediği bilinmez, ama Erdoğan’ın açıklamalarından birkaç hafta sonra yeniden soluğu İran’da almaktan kurtulamadığını biliyoruz.
15 Aralık 2011’de TÜBİTAK Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun 22. Toplantısı’nın basına kapalı bölümünde konuşan Başbakan Erdoğan’ın açıklaması, basına yansıdığı kadarıyla şöyleydi:
“Komşumuz İran 2 bin – 2 bin 500 kilometre menzilli füzeler yaptı. YAŞ toplantısında komutanlara sordum. ‘Bizim füzelerimizin menzili ne kadar?’ diye. ‘En fazla 150 kilometre’ dediler. Bu olmaz. Bunu geliştirmemiz lazım. (…) Kapı komşumuz İran’da bu var. Tamamen yerli. Avrupa’dan bağımsız olarak kendisi üretiyor. Ambargoya rağmen bunu yapıyor. Biz de yapabiliriz. Sizden bunu istiyorum.”
Başbakan Erdoğan’ın bu sözlerinin basına yansımasından birkaç hafta sonra, 4 Ocak 2012’de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu İran – Tahran ziyaretine çıktı. Ziyaretin gündeminde, İran-Türkiye ekonomik-ticari ilişkileri, İran’ın nükleer çalışmaları, Şii-Sünni geriliminin arttığı Irak, Suriye ve Filistin’in olduğu açıklandı. Bakan Davutoğlu’nun gezi öncesindeki açıklamaları şöyleydi:
“Bölgesel bir soğuk savaşı engellemeye kararlıyız. Bazı çevreler Sünni-Şii gerilimi etrafında bir soğuk savaş çıkarmaya eğilimliler, etkileri on yıllarca sürebilecek olan.. Zaten bu ziyaretimde bu konuyu özellikle gündeme getireceğim. Bölgesel bir mezhep gerilimi, bütün bölge için bir intihar olur. (…) Bazen görüş ayrılıkları olsa bile, bunları konuşarak çözmeye çalışan bir diplomatik geleneğimiz var. (…) Şimdi bölgede yeni bir Şii-Sünni, İran karşıtı veya Körfez’deki gerilim benzeri gerilimlerin ortaya çıkmasına Türkiye şiddetle karşıdır.”
Gezi dönüşünde ise, Davutoğlu’na, ziyaretin nasıl geçtiği ve “soğuk savaş”ı isteyenlerin kimler olduğu sorulduğunda verdiği yanıt çarpıcıydı: “Bazı durumların somut bir tarafı veya sorumlusu olmaz. Kişiler, devletler ya da kurumlara bağlı olmayan durumlar olur” vb. cümlelerle soruyu yanıtlamaya çalışan Davutoğlu “sorumluluğu ve işi Allah’a havale etmiş” bir analiz yaptı!
Davutoğlu’nun gerek gezi öncesi, gerekse sonrasında yaptığı açıklamalar, Türkiye-Suriye ilişkileri açık çatışma noktasına gelmeden önce Hükümet ve Dışişleri cephesinden yapılan açıklamalara oldukça benziyor. Hele Davutoğlu’nun “tarih, kültür, gelenek hatırlatmalı, ata-dede soslu diplomasi dili” düşünüldüğünde, benzerlikler daha bir çarpıcı hal alıyor. Ama sonuçta emperyalist dünyanın, bölgenin ve hayatın gerçeklerinin Türkiye’yi Suriye karşısında nasıl bir noktaya getirdiğini hepimiz biliyor ve görüyoruz. Bölgede Şii-Sünni çatışmasının kimler tarafından kışkırtıldığını bildiği halde açık yanıt veremeyen bir Dışişleri Bakanı’nın, İran ziyaretinde kendisine “dön ve aynaya bak önünde ve ardında kimleri görüyorsun” diye sorulmuş olabileceğini öngörmek sanırız yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla, ne kadar zor bir ihtimal olursa olsun, Suriye’ye ilişkin olduğu gibi, İran’a ilişkin olarak da, çıkıp “Bize söz verdiler. Ama sözlerini tutmadılar, ikiyüzlü davrandılar. Demokratik reformlar konusunda üzerlerine düşeni yapmadılar” vb. türü fazlasıyla “inandırıcı” açıklamaların yapılmayacağının garantisini hiç kimse veremez.
Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın bu sözlerinin yanına, Irak’ta yaşanan Başbakan El Maliki – Cumhurbaşkanı Yardımcısı El Haşimi (Şii-Sünni) çatışmasının ardından konuya ilişkin olarak Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamaları da koymakta yarar var. Başbakan Erdoğan, El Maliki’nin tutuklama kararı üzerine kendisini eleştiren sert bir açıklama yaptı. Maliki bu açıklamaya aynı sertlikle yanıt verdi ve Türkiye’nin Irak’ın içişlerine karışmaması gerektiğini söyleyerek, Erdoğan’a Türkiye’deki mezhep ve milliyet farklılıklarını hatırlattı. Bu açıklama karşısında daha da sertleşen Erdoğan, partisinin Ocak ayındaki son TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Amerika ve diğer ülkeler Irak’a girdiği zaman bize de davet geldiğinde Irak’taki kardeşlerimiz bizim oraya girmemizi istemedikleri için Irak’a girmedik. Aksi halde Türkiye de Irak’ta olacaktı. Girmedik, çünkü biz istenmediğimiz yerde olmayız. Sayın Maliki’nin şunu bilmesi gerekir. Siz bir mezhep kavgası içerisinde eğer Irak’ta böyle çatışma sürecini başlatırsanız, buna da bizim sessiz kalmamız mümkün değil. Sizler Irak’la uzaktan yakından ilişkisi olmayan, binlerce, on binlerce kilometre uzaktan gelenlere ‘hoş geldiniz’ diyeceksiniz, onları evinizde ağırlayacaksınız, onlara yönelik en ufak sesiniz olmayacak, sınır komşu Türkiye’ye karşı, ‘Türkiye bizim içişlerimize karışıyor’ diyeceksiniz. Bu nasıl siyaset etme, ülke yönetim anlayışı, önce burada söylediklerini kulaklarının duyması lazım. Onun için çirkin ve talihsiz açıklama diyorum. Mezhep çatışmalarını önleyecek sorumlu bir tutum sergilenmesini bekliyoruz.”
Başbakan Erdoğan, bu açıklamasıyla, Irak’ta ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurma sevdasını ve “aba altından sopa gösterme” tutumunu “Irak’ı işgal” tehdidine kadar vardırmıştır. Açıktır ki, bu tutumuyla Türkiye, ABD Başkanı Obama’nın “Yeni önceliğimiz Ortadoğu ve Pasifik” deyip stratejik savunma hattını topraklarından “on binlerce kilometre uzağa kurduğu” bölgede, Lübnan’dan Bahreyn’e, Yemen’den Irak’a, Pakistan’dan Suudi Arabistan, Suriye ve İran’a kadar uzanan hatta tezgâhlanan Şii-Sünni çatışmasında safını belirlemiş, bataklığın derinliklerine doğru gitmektedir. Ortadoğu ve Pasifik’te ABD emperyalist saldırganlığın ön cephesinde, Sünni egemenlerin ve çoğunluğun yedeklenmesinde üzerine düşen rolü yerine getirmek için var gücüyle çalışmaktadır.
BARIŞ, DEMOKRASİ VE ANTİEMPERYALİST MÜCADELE İÇ İÇE
Türkiye egemen sınıflarının ve AKP Hükümeti’nin, ABD’nin bölgeye ilişkin geneldeki politika ve taktiklerine ilişkin bağlılığı, özelde Kürt sorunu konusunda da yaşanıyor. İşbirlikçi egemenlerin, Başbakan Erdoğan ve bütün bir Hükümet sözcülerinin, Kürt sorunu konusunda ağız birliği yaparak sürdürdükleri “inkâr yok, baskı ve ezmeye devam” politikasında son dönemlerde öne çıkardıkları vurgular bu açıdan dikkat çekicidir. Başbakan Erdoğan ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Kürt milletvekili Hüseyin Çelik’in BDP ve onun şahsında Kürt ulusal hareketini din ve kimlik kıskacına almayı amaçlayan açıklamalar yaptığına sık sık tanık oluyoruz. Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğunu Sünni Kürtlerin oluşturduğundan ve Kürt ulusal hareketinin tabanının da esas olarak Sünni Kürtlere dayandığından hareketle, bir taraftan din ve mezhep bölünmesini kışkırtıp, bir taraftan da Sünnilikle etnik kökeni karşı karşıya getirerek, “Kürt sorununda AKP çözümü” hattında ilerleyebileceklerini hesap ettikleri görülüyor.
Başbakan Erdoğan, “Bunlar Zerdüşt olduklarını söylüyorlar. Dinsizliği savunuyorlar. Bunların dine de peygambere de bir saygısı yok. Zaten Apo’yu peygamber olarak görüyorlar” içerikli bir propagandayı sürekli işleyerek öne çıkarıyor. Bu yaklaşım Fethullah Gülen ve cemaati tarafından Kürt sorunu konusunda yapılan açıklamalar ve çalışmalarla da teşvik ediliyor. Yine bir taraftan Kürt illerinde dini propaganda, cemaat ve tarikat örgütlenmesi için bütçeden özel pay ayrılırken, Diyanet’in bölgedeki çalışmalarının merkezine benzer politikalar konuluyor ve öte taraftan “melelere maaş bağlanması” türünden girişimler gündeme getiriliyor.
Bu koşullarda içeride ve dışarıda savaşa karşı çıkıp barış için mücadeleyi yükseltmek, bu mücadeleyi demokrasi mücadelesi ve antiemperyalist mücadeleyle birlikte ele almak daha da önem kazanmıştır. Başta bütün milliyet ve inançlardan mücadeleye atılan işçi ve emekçiler olmak üzere, sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri, çevre ve yaşam alanları için mücadele verenler, Aleviler ve Kürtler barış ve demokrasi mücadele ile antiemperyalist mücadelenin iç içe geçtiğini bilerek, görerek yollarına devam etmek durumundadırlar. Açıktır ki, ABD ve işbirlikçilerinin oyununu bozmak, geniş halk yığınlarının gerçekleri görmesini sağlamak ve saldırıları püskürtmek açısından buna ihtiyaç vardır.