Kaz Dağları’nda siyanürlü altın karşıtı mücadele ve sınıf partisi

1- KAZ DAĞLARI’NIN TARİHSEL, EKOLOJİK VE EKONOMİK ÖNEMİ

Ülkemiz kelimenin tam anlamı ile bir “altına hücum” sürecinden geçiyor. Bergama köylülerinin siyanürlü altın karşıtı direnişini, devlet-şirket işbirliği ile tezgâhlanan bir psikolojik harp hamlesi ile sönümlendirenler, Bergama kapısı açıldıktan sonra ülkemizin dört bir yanında altın madenciliği için çalışmaları başlattılar.

2004 yılında Dünya Çevre gününde yürürlüğe sokulan Maden Yasası’nın ardından, ülkemizde sadece Batı Anadolu’da 100.000 km²’lik bir alan olmak üzere toplam 155.000 km²’lik bir alanda yabancı şirketlere maden ruhsatı verilmiştir. Bu alan mücavir alanlarla birlikte 450.000 km²’ye kadar çıkmaktadır. Yani ülke yüzölçümünün yaklaşık yarısı 99 yıllığına yabancı çok uluslu şirketlere kiraya verilmiştir.

Bu büyük talan ve yıkımın yöneldiği en önemli yörelerimizden birisi de Kaz Dağları’dır. Kaz Dağları, Balıkesir ile Çanakkale illeri içerisinde yer alır. Endemik, jeolojik, kültürel, mitolojik ve arkeolojik açıdan dünyanın en değerli bölgelerinden birisidir. Kaz Dağları’nın Edremit Körfezi’ne bakan 21 bin 300 hektarlık kısmı, 1993 yılında Milli Park ilan edilmiştir. Antik çağda “Bin pınarlı İda da denilen Kaz Dağları önemli bir su zenginliğine de sahiptir. DSİ verilerine göre, Kaz Dağları, yılda 1.3 milyar metreküplük su verimliliğiyle yüzlerce dereyi ve su kaynağını beslemektedir. Su fakiri bir ülke olan Türkiye’de ve küresel ısınmanın su kaynaklarının önemini kat be kat arttırdığı günümüzde bu miktar çok önemli bir potansiyeldir.

Kazdağı, yer şekli olarak bir dağ olmasının yanı sıra çevresinde yer alan diğer dağlar, platolar ve ovalarla birlikte doğal-coğrafi özelliklerin bir bütünlük gösterdiği yöre kavramıyla değerlendirildiğinde (ki doğrusu budur), 380 000 hektarlık bir alanı kapsar. Yani, Kaz Dağları aslında bir jeolojik sistemin adıdır. Edremit Körfezi, Bayramiç, Yenice ve Ezine ovaları da Kaz Dağları’nın içindedir. Kaz Dağları işte bu geniş bölgede yerüstü ve yer altı su kaynaklarını oluşturan, besleyen ve onların sürekliliğini sağlayan, barındırdığı bitkilerle, hayvanlarla, temiz havasıyla ve sularıyla can verdiği tarım alanlarıyla yüzyıllardır tüm yörenin yaşam kaynağı olmuştur.

Bölgedeki 258.190 hektarı bulan orman örtüsü, çağımızın en önemli sorunlarından küresel ısınmanın nedeni olan fazla karbondioksiti emerek (516 380 ton CO2/yıl) küresel ısınmanın olumsuz etkilerini azaltır. Fotosentez sonucu üretilen oksijen (375 400 ton O2/yıl) ise yöreyi oksijen bolluğu açısından dünyanın en zengin yerlerinden biri haline getirmektedir. Kaz Dağları, İsviçre Alplerinden sonra dünyada en fazla oksijen üreten yer olarak da bilinir.

Kaz Dağı Yöresi, barındırdığı bitki ve hayvan topluluklarıyla Anadolu’nun en önemli sığınaklarından birini oluşturmaktadır. İçerdiği 82 nadir bitki türünden 37 tanesi sadece Kaz Dağı’na özgüdür ve burası aynı zamanda kuşların ikincil göç yollarından biridir. Kaz Dağları, zengin biyolojik çeşitliliği nedeniyle uluslararası değerlendirme ölçütlerine göre, “Önemli Bitki Alanı ve Önemli Doğa Alanı olarak kabul edilmiştir.

Kaz Dağları aynı zamanda mitolojik bir dağdır. Mitolojide “Bin Pınarlı İda Dağları” olarak da bilinir. İnsanların tanrı, tanrıların insan olduğu dönemde, Kaz Dağları, çok güzel oldukları için tanrıların yaşadıkları yer olarak geçer. Kaz Dağları’nda altın olduğu binlerce yıldan beri bilinmektedir. Hatta Truva savaşları, Helen’i kurtarma bahanesi ile bu zenginliklere göz dikenler yüzünden olmuştur.

 

2- KAZ DAĞLARINDA YAPILMAK İSTENEN ALTIN MADENCİLİĞİNİN TARİHÇESİ

Türkiye’deki ilk altın madeni girişimi 1993 yılında Balıkesir Havran’da oldu. O dönem gerek yöre halkının tepkisi, gerekse bu mücadelelerin bir parçası olmak üzere, TBMM’de çıkarılan Zeytin Yasası bu girişimi püskürttü. Aradan 13 yıl geçtikten sonra, bu sefer hem Havran’da, hem de Kaz Dağları’nın birçok yerinde yeniden altın madenciliği gündeme geldi.

2007 yılında madencilik çalışmalarına karşı yoğun bir kamuoyu tepkisi gelişti. Bu süreçte hem yörede, hem ülkenin diğer bölgelerinde tepkilerin artması, basında birçok köşe yazarının Kaz Dağları’ndaki altın işletmeciliğini köşelerine taşıması hükümete geri adım attırdı. Altın madenine karşı çıkanların ardında “dış güçler var” bildik yalanı ortaya atan zamanın Bakanı Hilmi Güler, tepkiler genişleyince, “halka rağmen bir şey yapılamayacağını” açıklamak zorunda kaldı. Hükümet ve şirketlerin ortak kararı ile tepkilerin azalmasını beklemek için sondajların ve diğer çalışmaların en alt seviyeye indirildiği bir sürece girildi.

Sonuçta, aradan geçen 2-3 yılın ardından bu tepkilerin ‘kabul edilebilir’ düzeye indiğine kanaat getirmiş olacaklar ki, yeniden yoğun bir şekilde sondajlara ve diğer maden faaliyetlerine başladılar.

Kaz Dağları yöresinde, Cominco, Tüprag, Alamos Gold, Normandy ve onların taşeron şirketleri tarafından maden arama faaliyetleri kapsamında, başta Çan-Söğütalan/ Bardakçılar/Halilağa/Hacıbekirler, Bayramiç-Muratlar/Karıncalı/Zeytinli/Kuşçayırı, Çanakkale-Kirazlı, Ayvacık-Bahçedere köylerinde ve daha birçok sahada sondaj faaliyetleri devam ediyor. Genellikle tarımla geçinen bölge halkının bilgisi ve onayı olmadan, Ayvalık, Edremit Körfezi ile Balıkesir Kaz Dağları Milli Parkı alanında, Çanakkale Merkez Dardanos-İntepe’de, Bayramiç, Çan ve Ayvacık ilçelerinde, Kaz Dağları ve eteklerinde çok sayıda işletme ruhsatı verildiği bilinmektedir. Oksijen deposu, biyolojik çeşitlilik alanı, uluslararası bilimsel projelerin uygulandığı gen kaynağı, Balıkesir-Erdek-Çanakkale-Edremit Körfezi-Ayvalık hattında yaşayan halkın içme, kullanma ve tarımsal sulama suyu kaynağı olan Kaz Dağları, eğer bu vahşi madencilik saldırısına engel olunamazsa, yok olacaktır. (EK1: Kaz Dağlarında altın madeni işletilmek istenen yerlerin haritası)

 

ALTIN MADENCİLİĞİNİN KAZ DAĞLARINA VE YÖREYE ETKİLERİ NE OLACAK?

Bu son söylediklerimiz, altı boş, soyut bir söylem değildir. Yıllardır yörede incelemelerde bulunan, bilimsel araştırmalara imza atan bilim insanlarının ortaya koyduğu bilimsel tespitler bu gerçeğe işaret etmektedir.

Çevresel etkileri açısından altın işletmelerinin olumsuzlukları aşağıda özetlenmiştir:

1- Doğal yerleşik ve endemik türlerin yok edilmesi,

2- Maden çevresinde ekolojinin olumsuz yönde etkilenerek bozulması,

3- Arazi kullanım kapasitesinin azalması, çevre arazilerin gözle fark edilebilecek düzeyde ekonomik kayba uğraması,

4-Rehabilitasyon, kapama, ve saha düzeltme çalışmalarının yapılıp yapılamayacağı hususunun her zaman belirsizlik taşıması,

5- Proses atıklarının etkilerinin minimizasyonunda ve atık minimizasyonu prensiplerine uyulmamasının oluşturacağı olumsuzluklar,

6- Katı, sıvı ve gaz atıkların olumsuz etkileri yanı sıra işletme sonrası gözlemlenen kalıntıların ve harabe görüntüsünün yarattığı estetik kayıplar,

7- Hava kirletici emisyonlar,

8- Yer altı sularında kalite düşüşü ve/veya kirlilik artışı,

9- Tehlikeli ve zararlı kimyasalların yarattığı riskler,

10- Tehlikeli ve zararlı kimyasalların taşıma, depolama ve kazalar sonucu ortaya çıkartacağı sorunların taşıdığı yüksek riskler,

11- Gürültü ve radyasyon,

12- İşyeri ve işçi sağlığı açısından oluşacak riskler,

13- Kültürel varlıklara, arkeolojik ve tarihi yerlere olan olumsuz etkiler,

14- İşletme bölgesinde ve çevrede yaşayanların sağlık problemleri.

SİYANÜRÜN SAĞLIĞA ETKİSİ

İçilen su ile, solunan hava ile ya da deriden siyanür geçişi olabilir. Bu olay gerçekleştiği taktirde;

* Solunum merkezini baskılar,

* Hücrelerde solunum enzimlerini baskılar,

* Kısa süreli yüksek doz, sinir, solunum, dolaşım sistemini etkilemektedir.

* Uzun süreli düşük doz, ruhsal dengede bozulma, iştahsızlık, guatra neden olur.

* İnsan için öldürücü doz 1mg/kg (beden ağırlığı) kadar olup, solunan havadaki 100-300 ppm siyanür öldürücü etki yapmaktadır. (Prof. Dr. Kenan Kaynaş)

*Uzun dönemde ise, siyanür zehirlenmesinin insan bedeninde saptanması neredeyse olanaksızdır.

Kaz Dağları yöresi 1. derece deprem bölgesindedir. Bölgede halen diri olan ve büyük ölçekte deprem üretmesi muhtemel olan faylar mevcuttur. Maden işletilip, alan atık barajları ile terk edildiğinde, hem deprem riski sürecek, hem de yörede tüm canlılar için ölümcül hastalıklar yüzlerce yıl etkisini sürdürecektir. (Prof. Dr. Kenan Kaynaş)

KAZ DAĞI YÖRESİNDE ALTIN MADENİ İŞLETMECİLİĞİ BAŞLARSA…

* 2.5 milyar ton kayaç ve toprak işlenecek,

* Yaklaşık 400.000 ton siyanür kullanılacak,

* 2.580.000 da orman alanı ve başta 10 milyon adet zeytin ağacı olmak üzere tüm bitkisel üretim olumsuz etkilenecek.

Toprak yenilenemez ve sınırlı bir doğal kaynaktır. Toprak kirlenmesi fiziksel, kimyasal ve biyolojik bileşiminin olumsuz yönde değişmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu kirlilikte en önemli özellik; kirlenmenin uzun zaman kalıcı olması, hava ve sudaki kirlenmeye göre temizlenmesi en zor olan, hatta ağır metallerle kirlenmişse pratik olarak temizlenmesi mümkün olmamasıdır. Ağır metaller (çinko, bakır, demir, mangan, molibden, kobalt, kurşun, kadmiyum, cıva, krom) toprağın kimyasal ve biyolojik özelliklerini bozduğu gibi, en önemli potansiyel zararları bitkiler ve bu bitkilerden yararlanan hayvanlar ve insanlarda görünmektedir.

 

EKONOMİK ETKİLERİ NE OLACAK?

Akdeniz ile Karadeniz iklimleri arasında bir geçiş bölgesi özelliğini taşıyan Kaz Dağı yöresi, sahip olduğu fiziki coğrafya ve buna bağlı olarak da iklim koşulları sayesinde, doğal bitki örtüsü ve tarımsal etkinlikler açısından çevreye göre daha zengin olmasını sağlamaktadır. Bu yüzden, tıpkı antik çağlarda olduğu gibi, bugün de burada tarım oldukça önemli bir yer tutar. Bölge nüfusunun yaklaşık % 50’si tarımla geçinmektedir.

Yöredeki tarımla uğraşan %50’lik nüfus, direkt olarak bitkiler ve hayvanlar olarak isimlendirdiğimiz canlılarla uğraşmakta ve insanların gereksinimlerini karşılamaktadırlar.

Bunların üretkenlikleri, uygun iklim koşulları, toprakların verimliliği, suyun kalitesi ve yeterliliğine bağlıdır. Üretimin ekonomik değeri ise, ürün miktarı kadar ürünün kalitesiyle de yakın ilişkilidir ve bu bağlamda doğal çevrenin etkisi yadsınamaz. Dolayısıyla toprak, su ve havaya zarar vermeden sürdürülebilir üretim önem kazanmaktadır.

 

KAZ DAĞLARI’NDA TOPLAM YILLIK TARIMSAL ÜRETİM DEĞERİ

2007 yılı birim fiyatları ile aşağıdaki gibidir:

Bitkisel üretim, 4.345 milyar $’dır.

Hayvansal üretim, 2.550 Milyar $’dır.

Toplam tarımsal üretim ise, 6.895 milyar $’dır.

Bu hesaplamalarda, bitki (ağaç, fidan, tohum ) ve hayvan varlığı hariç tutulmuştur.

Aynı şekilde, hesaplamalarda, minimal işleme ile yaratılacak katma değer de hariç tutulmuştur.

Itri ve tıbbi bitkilerin değerleriyle su ürünlerinin değerleri yine hesaplamaya katılmamıştır.

Bu yöredeki tarımsal üretimin parasal değeri yanında yörede yarattığı istihdam, sosyal değerler ve kültürel yaşama sağladığı katkı unutulmamalıdır.

Yöredeki maden işletmelerinin açılması ile toplam 1 600 kişiye iş olanağı sağlanacağı ifade edilmektedir (G. Önal, 2004). Oysa Çanakkale’de nüfusun %56’sı (261.610 kişi), Balıkesir’de ise %46’sı (495.000 kişi) tarımla uğraşmakta ve geçimini tarımdan sağlamaktadır.

Kaz Dağı yöresi altın rezervinin 338 ton olacağı ve ülke ekonomisine 5 milyar dolar kaynak aktarılacağı bildirilmektedir. Bu yöredeki tarımsal üretimin yıllık parasal değeri ise 6.895 milyar dolardır! Görülüyor ki, atılan taş kuşları ürkütmeye değmiyor !!

“Kazanç özelleştiriliyor, risk kamulaştırılıyor !!”

3- MÜCADELEDE SINIF PARTİSİNİN YERİ VE ROLÜ

İkinci bir Bergama köylü hareketi yaratılabilir mi? Önümüzdeki günlerde gelişecek ve sertleşecek direnişe sınıf parti nasıl hazırlanabilir?

Kaz Dağları’ndaki talanı ve doğa tahribatını önleyebilecek tek güç, öznesini yöre halkının oluşturduğu halk direnişidir. Açılan/açılacak olan davalardan, TBMM’deki muhalefetin karşı çıkışlarından medet ummak, mücadele sürecini bunlara endekslemek, aslında hiçbir şey yapmamakla aynı anlama gelecektir.

Peki, burada bir halk hareketi, kitlesel bir köylü direnişi, ikinci bir Bergama köylü hareketi yaratılabilir mi? Bunun koşulları vardır. Altın işletmeciliği yapılmak istenen yörelerdeki köylülerin hemen tamamı bu işletmeciliğe karşıdır. Elmalı köylüleri, Söğütalan köylüleri, Etili köylüleri, Muratlar Köylüleri, Bayramiç halkı, ve diğerleri çeşitli eylem ve etkinliklerle altın madenini istemediklerini ortala koymuşlardır. Söğütalanlılar, Muratlar Köylüleri altıncı şirkete ÇED toplantısı yaptırmamış, Elmalı köylüleri yörelerine gelecek madencileri topraklarına sokmayacaklarını defalarca söylemişlerdir.

Köylülerin bu kararlılığını destekler biçimde, özellikle Çanakkale merkezli mücadele süreci de son dönemde önemli bir atılım göstermiştir. Gerek Çanakkale Çevre Platformu’nun (ÇEP) çalışmaları, gerek kent konseyinin konuya bakış açısı ve nihayetinde kent belediyesinin altın madenciliğine yaklaşımı mücadelenin geleceği açısından umutları tazelemektedir.

Çanakkale ÇEP’in son yıl içerisinde faaliyetlerini sıralayacak olursak…

1- Mart 2011 yılında Çanakkale kent konseyiyle aktif olarak çalışmalara başlandı.

2- Çanakkale’nin tek içme suyunu veren ATIKHİSAR barajında bir kır şenliği düzenlendi. Bununla kentte yaşayanların içtiği suyun altın arama çalışmalarında büyük bir zarar göreceği, sadece sularının değil soludukları havanın, toprağın büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu ve artık buna karşı bir mücadele başlatmaları gerektiği anlatıldı. Kentin büyük bir kısmı bu etkinliğe katıldı. Ve orada kentlinin biraz olsun “uykudan uyandırılması” başarıldı.

3- Kentin her yıl barış temasını işlediği geleneksel Truva Festivali, 2011 yılında, “havada siyanür kokusu” sloganıyla, tam da var olan duruma uygun bir mesajla yola çıktı. Çevre meclisi, 3 adet panel düzenleyerek, süreci bilgisel anlamda besledi. 3000 adet hazırlanmış bildiri bir hafta boyunca dağıtıldı. Bildiri dağıtımında olanlar ve olacaklar anlatıldı.

4- Çanakkale Orman Müdürlüğü’nün kapatılması konusunda çevre meclisi olarak kente gelecek olan orman bakanını protesto etme kararı alındı. Basın açıklaması ve protesto etkinliği düzenlemenin doğru olmadığı, kent konseyinin tarafsız olduğunu vb. söylemleri üzerine protestolu basın açıklaması yapıldıktan sonra konseyle yollar ayrıldı. Ancak bu çalışmadan sonra da Çanakkale Çevre Platformu’nda mücadeleye devam edildi.

5- Platform’un 2007 yılından beri var olduğu, ancak dönemsel bir pasiflik içinde olduğunun belirtilmesinin ardından, tüm enerji ve inançla platformun harekete geçirilmesine girişildi. Sondaj çalışmalarının yapıldığı köylere gitme kararı alındı.

6- Platform çalışma gruplarına ayrılarak, kentte, köylerde ve kamuoyunda platformun varlığını göstermesi için iyi bir çalışma planı yapıldı.

7- ÇED toplantısı yapılacak köye doğa gezisi adı altında, birkaç üniversiteden hocalar ve doğaseverlerle, önce o bölgedeki 22 köy muhtarını bilgilendirme toplantısı yapıldı. Ardından Söğütalan köyü halkıyla köy meydanında toplanarak, neler olduğu ve onları nasıl tehlikelerin beklediği tartışıldı. Köylüler, bu toplantının ardından, 2 gün sonra, altın madencilerine ÇED toplantısını yaptırmadığı gibi, tepkisini, sesini birçok yere duyurmayı sağladı.

8- Bu zaman diliminde ayrıca köy çalışma grubu da sık sık köyleri ziyaret ederek, izin verilmemesi ve iyi bir direnişle buna engel olunabileceği konusunu işlemeyi sürdürdü.

9- Kente hazırlanan imza metni 37 demokratik kitle örgütüne imzalatılarak, destekleri ve yükseltilen sese ses katmaları istendi.

10- Bayramiç ilçesinde, baro da harekete geçirilerek, ortak bir panel düzenlendi. Panele köylerden köylülerin de getirilmeleri ve süreç hakkında bilgilendirilmeleri sağlandı.

11- Kazdağı’nı ve bölgeyi tehdit eden sadece siyanürlü altın değildir. Son yıllarda Çanakkale’nin kuzeyine kurulmaya çalışılan ve çoğunluğu linyitle çalışan ve 5 bin megavata varan termik santraller ile çimento fabrikaları da insana ve doğaya yönelik ciddi tehditler durumundadır. Termik santrallerin ve çimento fabrikalarının bacasından çıkan gazlar ve küller havayı kirletecek, oluşturacağı asit yağmurları ile de suları tarım alanlarını ve Kazdağı’nı ormanları yok edecektir. Platform, buna yönelik olarak da bölgede bilgilendirme ve eylemlilik sürecini işletmektedir.

12- Bu arada, gerekli bakanlıklara, hem altın arama, hem de var olan Çan termik santralinin büyütülmesinin doğru olmadığını belirten imzalı dilekçeler gönderildi.

13- Ayrıca Türkiye’de benzeri çevre tahribatıyla karşı karşıya kalan birçok yere basın açıklamalarıyla destekte bulunuldu. Ayrıca Gerze Mitingi’ne platform olarak katılındı.

14- 3 Aralık 2011’de platformun şehir grubunun ciddi bir çalışması sayesinde geniş katılımlı bir panel düzenlendi. Ve artık kentli “ne gerekiyorsa yapalım” deme eğilimi göstermeye ve mücadelenin gerekliliğine inanmaya başladı.

15- 4 Aralık 2011’de Hayat TV “Çepeçevre Yaşam programı”yla 2 adet açık kimya işletmesinin ve yoğun birer sondaj çalışmasının yapıldığı Ağı Dağı’na gidildi ve orada köylülerle birlikte röportajlar yapıldı.

16- 14 Aralık 2011 tarihinde merkezde ve ilçelerde kitlesel basın açıklaması yapıldı.

17- 24 Ocak 2012’de altıncı şirketin “altın madencilerinin kalesi” olarak bilinen Muratlar Köyünde yapmak istediği ÇED halkın katılımı toplantısı köylülerin ve çevrecilerin yoğun tepkileri sonucu yaptırılmadı. Bu olaydan bir hafta sonra Muratlar Köylüleri köy meclisini toplayarak altın madencilerini köylerine sokmama, madende çalışan köylülerin işten çıkması gibi kararlar aldılar.

18- 18-19 Şubat 2012 tarihlerinde Kirazlı bölgesinde yapılmak istenen altın işletmeciliğine karşı çeşitli köylerde halk toplantıları gerçekleştirildi.

Kaz Dağları yöresindeki altın karşıtı direnişin ivme kazanmasında ve gelişme potansiyeli taşımasında sınıf partisinin özellikle Çanakkale ÇEP içindeki etkinliğinin önemli payı vardır. Partililer çalışmalarda aktif olarak yer almaktadır.

İşçi basını ve Hayat TV, yöredeki mücadeleyi yansıtma ve bir anlamda da yönlendirme noktasında üzerine düşeni yapmaktadır diyebiliriz. Her gelişme, her eylem ve etkinlik haberleştirilirken, “Çepeçevre Yaşam” programı da daha önceki yıllarda yaptığı birçok Kazdağı programına, 2011 Aralık ve Şubat aylarında yenileri eklemiştir. Çekimler Çanakkale merkezin yanı sıra, Çan Etili, Söğütalan, Kirazlı, Muratlar, köylerinde yapılmıştır. Bu çekimlerden bir gün önce Çanakkale Merkezde gerçekleştirilen ve önemli sayıda Çanakkaleli ve köylünün izlediği panelde program sunucuları da panelist olarak yer almış ve çekimler yapılmıştır.

Kapitalist sistemin hem izin verdiği hem de seyirci kaldığı çevre felaketlerinin insanlık için yakın tehlike, yakın tehdit içerdiği bilinmelidir. Doğanın kendisini yenileme sürecinin yüzyılları aldığı düşünülürse, çevre tahribatlarının genel ve evrensel bir tehdit barındırdığını söylemek zorundayız.

Meksika Körfezi’nden Somali’ye, kutuplardan Ekvator’a, Fırtına Deresi’nden Kazdağı’na, okyanuslardan karalara kadar birçok yer yok edilmeyle karşı karşıya.

Tüm tehlikelerin arkasında büyük sermaye var ve hükümetler, Birleşmiş Milletler gibi örgütler sermayenin emperyalist örgütleri olarak hayatı yok ediyorlar.

Bu çerçevede mücadele veren tüm yerel ulusal güçleri birleştirecek bir çalışmaya ihtiyaç büyüktür ve böyle bir çalışmanın sınıf partisinin aktif katkısı ve öncülüğünü gereksindiği açıktır.

Genişleyip genelleşerek her gün karşımıza çıktığı için yaşadığımız çevre tahribatı sorunu, toplumsal sorunlarla birleşmiş durumdadır. İnsan hakları sorunundan bağımsızlık sorununa, demokrasi sorunlarından emek sorunlarına, beslenme sorunundan kentleşme, istihdam sorununa kadar, tümüyle ilişkili hale gelmiştir. Neredeyse her slogan, her manşet çevre sorunlarının bir alt başlığı olarak şekillenmekte ve tehdidin yakın bir tehdit olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, toplumun ve ülkelerin temel taleplerinin yanına çevreye yönelik taleplerinin de eklenmesi zorunluluktur.

Bu çerçevede gerek HDK’nın ortayla koyduğu ortak mücadele platformu, gerekse geçtiğimiz Ocak ayında Suyun ticarileştirilmesine Hayır Platformu (STHP) tarafından İstanbul’da örgütlenen toplantı önemliydi. Bu toplantıların diğer iller ve mücadeleci çevre örgütleri tarafından da, eğer olanaklı ise, periyodik zaman aralıkları ile (örneğin 3 ayda bir gibi) örgütlenmesi yerinde olacaktır; buradan açılacak bilgi ve iletişim kanalının, bir süre sonra mücadele ve eylem birlikteliğine dönüşebilme potansiyeli taşıdığını öngörüyoruz. Bunun için, sınıf partisinin, EGEÇEP, Çanakkale ÇEP, Erzin Çevre Platformu gibi halkçı çevre platformlarının yukarıdaki hedefe odaklı bir çalışmayı gündemine almasına yardımcı olması gereklidir.

HDK’nın mücadeleyi birleştirici ve kitleselleştirici özünü değerlendirmek için daha çok çaba göstermek zorunda olunduğu ortadadır. Çevrenin savunulması mücadelesinin yürütüldüğü alanlarda HDK’nın mücadele perspektifini kavratmaya çalışmanın yanı sıra, kuşkusuz uygun eylem ve etkinlikler de düşünülmeli ve çevre mücadelesiyle kapitalizme karşı mücadelenin yanı sıra demokrasi mücadelesinin de bağı kurularak HDK’nın örgütlenmesi için inisiyatif alınmalıdır.

 

NOT: Yazıda Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Kenan Kaynaş’ın bilimsel çalışmalarından yararlanılmıştır.

 

Dindar ve kindar nesillere doğru

Başbakan Erdoğan, dindar nesiller yetiştirmek istedikleri yönündeki açıklamasına tepki gösterilmesi üzerine “tinerci mi olsunlar?” diye cevap verdi. Sanki dindar nesil yetiştirmenin alternatifi, tinerci nesil yetiştirmekmiş gibi.. Türkiye’yi İttihat Terakki’nin hatalarının takip ettiğini söyleyerek, “..1900’lü yıllardaki büyük hataların, büyük ihmallerin bedelini bugün dahi öderken aynı zamanda uslanmaz, yüzü kızarmaz, ders almaz bir zihniyetle bugün hala mücadele ediyoruz..” diye gerekçelendirdi, dindar nesil yetiştirme arzusunu. Gazeteler, Erdoğan’ın, valilere dindar nesil projesine dört elle sarılmaları talimatı verdiğini yazdı.

 

Son olarak AKP Gençlik Kolları Kongresi’ne hitaben yaptığı konuşmada Erdoğan dindar gençlik savunusunu sürdürdü: “Bu ülkede geçmişte yapılan hatalar milletimize de, ülkemize de çok ağır bedeller ödetti. Bu bedellerin tekrar tekrar ödenmesine, millete yeniden ağır faturalar ödetilmesine biz razı olamayız. İşte onun için biz gençlik diyoruz. En önemlisi de milli manevi değerlerine sahip çıkan, onları yaşatan, geleceğini geçmişinden aldığı güç, gurur ve ilhamla şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz. Altını çiziyorum modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.

 

Başbakan’ın gençlik hamlesinin ardından, dikkat çekici birkaç gelişme, Hükümet’in eğitim sistemi üzerinden toplumun dokularıyla oynama sathı mailine girdiğini gösterdi.

 

Nasıl, tarım ürünlerinin genetiğiyle oynayarak, amaçlanan niteliklere sahip ürün elde ediliyorsa, bizim ülkemizde de öteden beri eğitim sistemi ile oynayarak, kolay yönetilebilir, fazla sorgulamayan, zihin yapıları öngörülen çerçeveler içinde şekillenen nesiller yaratılmak istendi.

 

Şimdi bunun yeni bir örneğine, “toplum mühendisliği”nin en kaba müdahale örneğine tanık oluyoruz.

 

İlk gelişme, Başbakan’ın “dindar nesil” nutkunun hemen ardından milli eğitimin ilk ve orta öğretim sisteminde değişiklik açıklaması olarak tezahür etti. 8 yıllık eğitim 12 yıla çıkacak, ama öyle “dayatma” yok! 4+4+4 şeklinde üç dilimlik bir eğitim sistemi öngörülüyor. İsteyen 4 yıl, isteyen üstüne 4 yıl daha, fazlasını isteyene bir 4 yıl daha.

 

İkinci gelişme, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, çekmecesindeki hazırlığı derhal masa üstüne çıkararak yaptığı açıklama. Açıklamanın özeti şöyle: “…Çocuklar, gençler, kadınlar için cami dışı din hizmetleri artırılacak. Kurumun 2012-2016 Stratejik Planı’nda yer alan bilgilere göre, gençlerin ahlakını korumak amacıyla dini içerikli romanlar yazılacak, yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz yayınlar hazırlanacak. Kurumun 4 yıllık Strateji Planı’nda yer alan bazı projeler şöyle:
– Başkanlık merkezinde ‘irşat ekipleri’ oluşturulacak. Aile irşat ve rehberlik bürolarının hizmet etkinliği arttırılacak.
– Cami dışı din hizmetleri için özel kadrolar oluşturulacak.
– Din görevlileri cami dışı din hizmetlerine teşvik edilecek. Cami derslerine etkinlik kazandırılacak.
– Aile konusunda çalışma yürüten diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapılacak.
– Gençlere ve yetişkinlere yönelik dini bilgiler içeren eden eserler hazırlanacak.
– Öğrencilere yönelik umre hizmetleri geliştirilecek.
– Medyada yer alan dini programlara Diyanet temsilcilerinin katılımı sağlanacak.
– Sürekli bakıma muhtaç olan engelli, yaşlı ve hastalara yönelik din hizmeti sunulacak.
– İllerde ve nüfusu 50 binin üzerinde olan ilçelerde işitme engellilere dini hizmet verilecek.
– Merkezi camilerde ‘dini danışmanlık’ büroları açılacak.
– Şehirlerin uygun yerlerindeki camilerde ve Başkanlık hizmet binalarında Diyanet Okuma Salonu adı altında salonlar açılacak.
– Mültecilere yönelik dini hizmet alanları üretilecek.
– Engellilere yönelik olarak umre hizmetleri geliştirilecek.
– Kadınların dini sorunlarını konu alan eser hazırlanacak.
– ‘Kura’n-ı Kerim Müzesi’ kurulacak.
– Yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz dini yayın dağıtılacak…
”  (Aktaran Akşam Gazetesi)

 

Üçüncü gelişme; Erzurum’da Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı “Huzur” toplantısında Dumlupınar İlköğretim Okulu Müdürü Ahmet Aydın’ın yaptığı ve TV’lerde yayınlanan konuşması idi. Aydın açıkça şöyle diyor: “Madem tıp bu kadar gelişti, suçlu insanların gen haritasını çıkaralım. Doğan çocukların gen analizini yapalım. Bu çocuklar vatana millete hayırsız olacak ailelerden geliyorsa daha yürümeye başlamadan yok edelim.

 

Başbakanın “Tabii ki dindar nesiller yetiştireceğiz, yoksa tinerci mi olsunlar?” diyerek yeni bir projenin işaretini vermesiyle birlikte ardından gelecek hamlelere bakıyoruz: İlk ve orta öğretim sitemi değişecek; Diyanet, hiçbir kategoriden kimse dışında kalamayacak şekilde halkın her kesiminin –kadın, çocuk, genç, yaşlı, engelli, mülteci, hasta, yetişkin, aile, öğrenci– dinen eğitimine yönelik seferberlik başlatacak. Eğitim Bakanlığı 4+4+4 modeliyle dini müfredatı bütün sisteme dahil edecek. Kız çocukları başta olmak üzere eğitim giderine bütçe ayıramayan, ayırabilse bile kız çocuklarının okumasını ya da çocuklarının okumasını istemeyen aileler çocuklarını okula göndermekten hızla vazgeçecek. (Bu çocuklar tabii ki, Kur’an kurslarına hiçbir ödeme yapmaksızın gidebilecekler.) Hatta önerilen sistemin övgüsü yapılırken, ABD’den örnek vererek, zorunlu eğitimin insanın özgürlüğüne ne büyük bir müdahale olduğu ve isteyen ailelerin kendi çocuklarına kendilerinin eğitim verdikleri hatırlatıldı. Bütün bu çabalara rağmen, doğan çocuk, hayırsız, vatana millete zararlı bir ana babadan doğarak dinden nasibini alma şansını kaybetmiş bir talihsiz ise, yapacak bir şey yok; daha yürümeyi öğrenmeden yok edilmesi isteniyor!

 

Bu kadar fütursuz bir vahşet, böylesine normal ve basit bir öneri olarak ifade edilebiliyor! Bu öneriyi “düşüncelerini ifade özgürlüğü”nü kullanan bir öğretmen yapıyor! Hani çocuklarımızı emanet ettiğimiz, hem de ilk öğretimde; onları bilim, davranış, bilgi ve yetenek yönünden geliştirsin, yetiştirsin, geleceğe hazırlasın diye günde 6-8 saat eline teslim ettiğimiz bir işi yapan, öğretmen olan kişi yapıyor; “…yok edelim!..” diyor. Türkiye; böyle anormal, cani ruhlu kişilerin rahatça konuşabildiği, huzurumuzu kaçıran “huzur” toplantılarıyla,  hiçbir kimseyi çemberin dışında bırakmaksızın halkı din yolunda eğitmek için paralanan bir Diyanet örgütü ile ve eğitim sistemini parçalı bir şekilde çocuksuzlaştırma, çocuğun yetenek ve becerisini, çocuğun ve ailenin istek ve iradesini yok sayıp, geleceğini belirleyerek dindarlaştırma gayreti içindeki bir Eğitim Bakanlığı ile geleceğe koşuyor.

 

Başbakan bütün bu gayretlerin, “İttihat Terakkicilik”in üstesinden gelinerek, ülkenin 150 yıl önceki minvaline yöneltilmesi için gösterilmekte olduğunu ve gereğinin yapılması lazım geldiğini ileri sürüyor!

 

Tabloya baktığımız zaman, Başbakan, 90 yılı Cumhuriyet dönemi olmak üzere, İttihat Terakki zihniyetinden dem vurarak, Türkiye’nin son 150 yıllık tarihini eleştiriyor. Büyük hata olarak değerlendiriyor bu dönemi. Bu çok kapsamlı bir tartışmanın konusu; lakin, bu “hatalı 150 yıllık tarihsel sapma süreci”ni doğrultmak, ülkeyi düze çıkarmak için “dindar nesil” yetiştirmeyi öneriyor. Hem de “modern, çağdaş bir dindar nesil”! Tartışmasız olan, henüz bugünden değil, daha dünden gündeme alınıp uygulanmaya başlanan bu.

 

Başbakanın şahsında, AKP, bu hamleleriyle, Türkiye politika arenasına tarihsel, ideolojik, bilimsel, politik, sosyolojik, felsefi vb. alanlara dair pek çok tartışma konusu açıyor. Pratik olarak politika alanında ‘yeni’ denklemler ileri sürüyor. Hiçbir yeni tarafı olmayan ırkçı, yobaz ve pragmatist denklemler. Üstelik Hitlervari bir potansiyel de taşıyor, bu çabalar. Hitler de işe eğitim alanından başlamıştı. Açtığı, ilkokul mezunlarını öğretmen yapacak okullarda müfredata “Genetik ve Irk Dersi” koymuştu. Bütün o Avrupa’yı boydan boya kasıp kavuran, insanları kendi ayaklarıyla ölüme gitmeye razı eden korku imparatorluğunun kuruluşu, kuşkusuz eğitim sistemi üzerinde de gerçekleştirdiği yoğun ırkçı-faşizan politik ve ideolojik etki ve yönlendirmelerle yetiştirilen “nesiller” eliyle gerçekleştirilmişti.

 

Başbakanın şahsında AKP, güncel politikayı, tarihsel “hata”ları düzeltecek bir “ameliyat masası” olarak değerlendiriyor. Yani Türkiye halkından laik, demokratik ve bilimsel eğitim istemine kaynaklık eden “tümör” ya da “gen”i çıkarıp alıp, yerine dini dokular yerleştirirsek geleceği kurtarırız diye öngörüyor. Eğitim sistemi yeniden organize edilirken, aslında, okullu olacak çocuk ve genç nüfusun bir bölümünü okul dışına itecek bir sistem öneriliyor. 4+4+4 sistemi, çıraklık eğitimi yaşını 11’e düşürüyor. Kız çocukların küçük yaşta evlendirilmesinin önünü açıyor. 1930’dan beri en az 5 yıl olan zorunlu eğitimin süresini 4 yıla indiriyor. İlköğretimi ikiye bölüp, yarısını açık öğretimle ilişkilendiriyor; kız çocuklarını eğitim ortamından uzaklaştırıyor. Mesleki eğitimde hangi çocuğun hangi meslek alanına yönlendirileceğine hükümetin karar vermesiyle, tek tip insan yetiştirmenin zeminini hazırlıyor. Ayrıca, okumak isteyene de din temelli yahut din eklemli bir eğitimi dayatıyor. Bunu “28 Şubat’ın 8 yıllık eğitim dayatması”na karşı bir rövanş hamlesi olarak yapıyor. Sözde “tutsak” ilköğretim çocuklarını özgürlüklerine kavuşturuyor! Ve gençliği de bu “rövanş” zihniyeti ile motive ediyor: “…Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum…

 

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik”, “hem modern”, “hem de çağdaş” bir gençlik oluyor!

 

Bu sistemin içinde; Türkiye’de yaşayan Kürtlerin ana dilinde eğitim hakkı, Laz, Çerkes, Gürcü, Rum, Ermeni, Yahudi vb. ulusal toplulukların dil ve kültürünü dikkate alan demokratik bir duyarlılık, inançsızların ve Alevi, Hıristiyan, Musevi gibi diğer din ve mezheplerin mensubu çocuk ve gençlerin varlığını gözeten din, inanç ve vicdan özgürlüğüne saygılı bir yaklaşım yok. Türk, İslam, Sünni ve erkek kodları dışında bu ülkede yaşayan ve ezilen diğer halkların, inançların, diğer cinsiyetin varlığının iktidar için bir anlamı yok. Demokratik, laik, bilimsel, parasız, çağdaş bir eğitimin tartışması bile yok. Tablet bilgisayar dağıtmak “çağdaşlık”ın ölçütü olarak sunuluyor. Ama çağdaşlık, en ileri teknolojiyi halkın aleyhine kullanmak demek değildir. En ileri teknolojinin eseri olan silahlar, insanı yok etmek gibi kötü, canice bir eylem için kullanıldığında, öldürme çağdaş hale gelmiyor. O tabletlerin içindeki bilgilerin niteliği ve “çağdaşlığı” önemli.

 

AKP’nin derdi derin! O “toplum mühendisliği” ile yola geleni dinen eğitecek, yola gelmeyeni de yok sayarak ezecek! Erzurum’daki cani ruhlu öğretmen gibilerinin sesine kulak vermesi olasılığını düşünmek bile tüyler ürpertici!

Kadınlar ve gerçek eşitlik

Bugünkü emek ve demokrasi mücadelesinin en temel kavramlarından biridir “eşitlik” kavramı. Herhangi bir gruba (ulus, cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf vb.) yönelik toplumsal yaşam içerisinde, kanun önünde ya da üretim ilişkileri içerisinde çeşitli ayrımcılık pratiklerine karşı yükseltilen bir talep olarak, “hak, adalet, hukuk” kavramlarının yanı sıra durur. Her sınıfın kendine özgü bir eşitlik tarifi bulunmaktadır. Kavramın tarihsel sürecine baktığımızda, politik bir talep olarak kitlesel bir şekilde örgütlenişinin en önemli örnekleri burjuva devrimleridir. Örneğin, Fransız Devrimi’nin (1789) “bütün insanlar eşit doğar” önermesi, politik olarak normatif bir önermedir. Yani, toplumsal olarak bir kuralı norm haline getirmeyi öngörür. Bu da, bizi, kavramın algılanışında başka bir tartışma zeminine çeker. Felsefi olarak, böylesi bir “eşitlik” kavramı, gerçeklikten hareketle değil, kavramdan hareketle kendini ortaya koyar. Bu, en yalın haliyle liberal düşüncenin eşitlik kavramıdır ve zorunlu olarak ideolojik bir sorun yaratır; çünkü bu noktada yaşanan toplumsal gerçeklikle, yani eşitsizlikle, normatif olarak oluşturulmuş kavram arasında bir çelişki doğmaktadır. Diğer bir deyişle, eşitlik/eşitsizlik kavramı, toplumsal gerçekliğin kendisinden değil, kavramın kendisinden türetilmiş, aslında indirgenmiştir; somutlanmak yerine soyutlanmıştır. Kavram gerçekliği karşılamaz, gerçeklik kavrama uydurulmaya çalışılır. Engels, Anti-Dühring’de bu çeşit bir eşitlik kavramını şöyle eleştirmektedir: “İki insan onların istençlerinin birbirine tamamen eşit oldukları ve ikisinden hiçbirinin ötekine verecek hiçbir buyruğu olmadığı temel belitini saptamak için herhangi iki insandan hiçbir zaman yararlanamayız. Bunların tüm gerçeklikten, yeryüzünde varolan ulusal, ekonomik, siyasal ve dinsel ilişkilerden, bütün cinsel ve kişisel özelliklerden geriye her ikisinden de yalın insan kavramından başka bir şey kalmayacak denli kurtulmuş iki insan olması gerek: Ancak o zaman ‘tamamen eşit’ olurlar…..iki eksiksiz hayalet.[1]

Nitekim, insanlar, içlerine doğdukları ailenin sınıfsal, ulusal, kültürel ve sair farklılıkları tarafından halihazırda belirlenmiş durumdadır. Kaldı ki, bir yenidoğan, kendi sınıfsal, ulusal, kültürel aidiyetliklerinin içerisinde dahi cinsiyetine dayalı bir eşitsizlik sistemi içerisine doğar. Kısacası, “bütün insanlar eşit doğar” önermesinin hiçbir şekilde bir doğruluk değeri yoktur. Bu yüzden, liberalizmin ve bugünkü çeşitli türevlerinin eşitlik söylemi tamamen ideolojiktir. Eşitlik, ne haklar temeline indirgenebilir ne de yasalarla hayata geçirilebilir. Eşitliğin, hele ki toplumsal cinsiyetler arası eşitliğin varlığından söz edilebilmesi için, öncelikle bu eşitliğin üzerinden kurulacağı belirli maddi koşulların yaratılması gerekmektedir. Bu maddi koşulların tartışılması da, kavramın tarihsel bir analizini gerektirmektedir.

CİNSİYET EŞİTLİĞİ TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

İnsanlık tarihini toplumsal cinsiyetlerin birbirleri arasındaki eşitlik durumu açısından irdelediğimizde, bilinen binlerce yıllık tarihi kabaca ortadan ikiye ayırabiliriz: eşitlik hukukunun eşitliğe dayandığı ve “eşitlik hukuku”nun eşitsizliğe dayandığı toplumsal formasyonlar. Tüm bu süreçleri ayrı ayrı ya da bir bütün olarak analiz ederken akıldan çıkarılmaması gereken temel Marksist ilke, her bireyin toplumdaki konumunun belirli bir üretim biçimindeki belirli üretim ilişkileriyle olan ilişkisi tarafından belirlendiğidir. Birçok feminist akımın neredeyse aksiyomatik bir şekilde varsaydığının aksine, kadınlar da bu ilkeden muaf değildirler. Kadının toplumsal konumu da, o toplumun üretim ilişkileri içerisindeki rolüyle doğrudan ilişkilidir. Bu eksende, tarih boyunca toplumsal üretim biçiminin hareketli değişimleriyle bağlantılı olarak, kadının konumuna ve “eşitlik hukuku”na kısaca bir göz atalım.

 

İlkel Komünal Toplumlar

Bilinen ilk komünal topluluklarda toplumsal üretimin temel karakteri avcılık ve toplayıcılığa dayanmaktadır. Bu, insanın emek faaliyetinin henüz vahşi doğada besin, giyim, vb. ihtiyaçları karşılamak için hayvan avcılığı, yaban bitkisel besin toplayıcılığı ve bu faaliyetler sırasında ortaya çıkan klanlar arası savaşlardan ibaret olduğu bir süreçtir. Geçmişe dönük bilimsel bilgimiz, bilinen bu ilk komün toplumlarında hem cinsiyete dayalı bir işbölümünün gelişmediği, hem de kadın ve erkek arasında henüz eşitsizliğin doğmadığı, yani eşitlik hukukunun gerçekten eşitliğe dayandığı yönündedir. Kadın ve erkek vücudunun kas yapısının çok farklılaşmadığı, hemen hemen aynı fiziksel güce sahip olduğu birçok bulgu tarafından doğrulanmıştır. Kendi başına bu, kadın ve erkeğin doğası/yapısı gereği doğuştan üstünlük/aşağılık ilişkisi içerisinde var olageldiği safsatalarını çöpe atmamız için yeterli bir sebeptir. Kadınları, erkeklerle eşit derecede bulundukları bu emek faaliyetlerinden kısa süreliğine alıkoyan yegane unsur doğurganlıklarıdır. Klan/kabile halinde yaşayan bu ilk komün toplumlarında, yeni doğum yapan kadınlar, güvenli bölgelerde bırakılıyor, doğum yapmamış kadınlar da dahil olmak üzere, klanın geri kalan üyeleri ava ya da meyve toplamaya çıkıyordu. Hatta yeni doğum yapan kadınların da bu faaliyetler içerisinde bulunabildiklerine dair geçmişe dönük bazı veriler de bulunmaktadır. Bu verilere dayanarak, insan türünün atalarının iki ayağı üzerinde yürümeye başlamasının, gerek vahşi doğada avcılık yaparken, gerekse klanlar arasında çıkan herhangi bir savaşta bir eliyle bebeğini korurken, diğer eliyle kavgaya tutuşup böylece iki ayak üzerinde durabilme ve hareket edebilme kabiliyetini geliştiren kadınla birlikte gerçekleştiği sanılmaktadır. Ayrıca, avcılık ve toplayıcılık sürecinde cinsiyete dayalı bir işbölümü olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmaması, yani ‘kadın işi’, ‘erkek işi’ diye bir ayrımın olmayışı, kadın ve erkek eşitliğinin varlığına dair düşünceleri pekiştirmektedir. Sonuç olarak, ilkel komünal toplumun bu ilk örneklerinde kadın ve erkek bireyler arasındaki eşitlik, herhangi bir kurallar bütününün buyurduğu, yani ilkel de olsa toplumsal bir formun olduğu politik bir olgudan ziyade, organik bir bütün gibi hareket eden ve etmek zorunda olan klanın hayatta kalabilme mücadelesinin gerekli bir ilkesi olarak ortaya çıkmaktadır.

İlkel komünal toplumun daha sonraki aşamalarında ise, temel olarak iki üretim biçiminin hakim olduğu, dolayısıyla iki yaşam tarzının yaşandığı iki toplum örneği görmekteyiz. Birincisi, yerleşik ve ilkel tarıma dayalı toplumlar; ikincisi, göçebe ve hayvancılığa dayalı toplumlar. Bu iki toplum tarzının ortaya çıkışı, aynı zamanda cinsiyete dayalı işbölümünün de ilk örneklerini doğurmaktadır. Fakat iki farklı toplum tarzındaki cinsiyete dayalı işbölümü farklı iktidar ilişkilerine yol açmıştır. Tarıma dayalı yerleşik toplum, bu aşamasında, kadının bebeğine bakmak için doğanın güvenli bölgelerinde zamanla yerleşik bir hayata yöneldiği ve sonucunda tarımsal üretimi geliştirdiği, erkeğinse klan içerisinde hala avcılık ve toplayıcılıktan sorumlu olduğu toplumdur. Anaerkil olarak da anılan bu toplumsal yapıda kadınların görece önder konumda olmasının tek sebebini, genellikle grup evliliklerinin baskın olduğu bu toplumlarda, soyun kadın üzerinden devam etmesine bağlamak eksik olur. Kadın-erkek eşitliğinin ibresinin bu dönemde kadından yana ağır basmasının en temel sebebi, üretim ilişkilerinde kadının sorumluluğunda olan tarımsal üretimin, erkeklerin sorumluluğundaki avcılık ve toplayıcılıktan çok daha verimli ve üretken olması, dolayısıyla toplumsal hayatın yeniden üretilmesinin temelinde kadının sorumluluğu altında olan tarımın yatmasıdır.

Toplumun hala sınıflara ayrılmadığı bu dönemde, özel mülkiyet ilk haliyle kendini gösterir. Henüz tek eşliliğe geçilmemiş olması, soyun hala kadın üzerinden takip ediliyor oluşu, bu ilkel özel mülkiyet birikiminin, yani mirasın anneden kız çocuğuna aktarımını mümkün kılmıştır. Öte yandan ateşin kullanımı üretimin çeşitlenmesine sebep olmuştur ve bugün birçok kadını köle durumuna düşüren ocağın kullanımı, o dönemde kadınların toplumdaki gücünü pekiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın, toprağı sadece tarım için işlememekte, ateşi de sadece et pişirmek için kullanmamaktadır. Artık, toprağı ateşte işleyerek yeni araç ve gereçler yaratmaktadır.

Öte yandan hayvancılığa dayalı göçebe topluluklarda, cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünün ortaya çıkışı kadının aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Hayvancılık toplumsal üretim biçimine karakterini henüz vermemişken, insanlar avladıkları ya da başka bir kabileden yağmaladıkları hayvanları öldürüyor ve anında tüketiyorlardı. Burada hala cinsiyete dayalı bir işbölümünden söz etmek mümkün değildi. Zamanla bu hayvanları canlı olarak yakalamaya başlayan insan, göçebe klanlarda özel mülkiyetin doğuşuna sebep oldu. Baskın üretken emek, bu hayvanları canlı yakalayabilme becerisi iken; bu hayvanların evcilleştirilmesi ihtiyacını karşılayacak emek ikincil bir öneme sahip oldu. Tarıma dayalı toplumda kadının yerleşik hayata geçişini kolaylaştırıp tarımı geliştirmesine yol açan doğurganlık, hayvancılığın gelişip başlıca üretim biçimi haline geldiği toplumlarda kadını hayvanı evcilleştirme sorumluluğuyla birlikte “eve” kapattı. Doğum yapmamış kadınlar bir süre avlanmaya devam etseler de, doğum yapan kadınların canlı yakalanan bu hayvanların evcilleştirilmesi işini üstlenmesi zamanla toplumsal bir karakter kazandı. Tarihte kadın erkek eşitliğinin ibresinin erkekten yana dönmesinin ilk örneği böyle ortaya çıktı.

İnsanlık tarihindeki bu ilkel komünal toplum deneyimlerinden çıkarılacak önemli sonuçlardan birisi, cinsiyete dayalı iş bölümünün tek başına toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yol açmadığıdır. Köleci toplum ortaya çıkana kadar, insanlık, binlerce yıl bu üretim ilişkileri içerisinde yaşamıştır. Yukarıda bahsettiğimiz iki temel ilkel komünal toplum aşamasında da özel mülkiyet ilkel biçimiyle var olmakla birlikte, birikim henüz sınıfları meydana getirecek denli etkin değildir. Tüm bu süreç devam ederken, tarımsal üretim ve hayvancılıkta elde edilen birikim daha fazla emek/iş gücü ihtiyacını doğurmuştur. Bunun sonucu olarak, kabileler arası savaşlarda esir alma dönemi başlamış, giderek bundan böyle kölecilik doğmuştur. Kadının toplumsal üretim ve yeniden üretimin bel kemiği olan tarımsal üretimdeki üretken emeği, bundan böyle, yerini köle emeğine bırakacaktır. Benzer bir şekilde, zaten cinsiyet eşitsizliğinin ilk hallerinin oluştuğu göçebe kabilelerde de hayvanların evcilleştirilmesi kölelere bırakılmıştır. Her iki toplum biçiminde de, toplumsal bir karaktere sahip olan ev ekonomisi atomikleşmiş, toplumsallıktan soyutlanmaya başlamış ve tek eşliliğin ortaya çıkmasıyla da pekişerek, özelleşmiştir. Kısacası, aile kurumu, kadını köleleştiren biçimini kuşanmıştır. Ticaretin ilk örneklerinin de ortaya çıktığı ilkel toplumdan köleci topluma geçiş süreci, sermaye birikimin, dolayısıyla sınıflı toplumun da ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak, binlerce yıl sürecek olan kadının da köleleştirilme süreci haline gelmiştir. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik hukukunun eşitsizliğe dönüşmesi bu koşullar altında gerçekleşmiştir ve bu noktadan sonra, sınıfsal karakterinden bağımsız düşünülemez; hem sınıflar arasında hem de aynı sınıf içerisinde tartışılmalıdır.

Köleci toplum

Kadının erkeğe tabi olması, köleci toplumda, artık tamamlanış bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır ve kadının üretken emeğinin değersizleşmesi maddi temeli üzerinde gelişmiştir. Burada önemle hatırlatmak gerekir ki, kadının üretken (maddi yaşamı üreten) emeği tamamen ortadan kalkmamış, köle kadınlar üzerinden devam etmiştir. Antik Yunan, Roma, Mısır ve Kartaca Uygarlıkları tarihinde daha belirgin bir şekilde görülen ilk sınıflı toplum, temelde iki karşıt sınıftan oluşmaktadır: Özgür yurttaşlar ve köleler. Elbette zanaatın sürekli gelişmesiyle yüzyıllar sonra başka bir sınıfı doğuracak olan küçük zanaat ustaları ve asil olmayan küçük tüccarlar (özellikle köle tüccarları) da bulunmaktadır. Fakat köle olmayan, yani özgür sayılan bu ara sınıflar, politik olarak –başlıca toprak ve hayvanlarla köleler üzerindeki mülkiyete dayalı– servet birikimini ve askeri gücü elinde bulunduran özgür yurttaşlara tabidir. Biriken servetler ve askeri güç bu özgür yurttaşlar arasında paylaşılmıştır. Oldukça ironiktir ki, kölelik dönemi, aynı zamanda insanlığın kültürel mirası içerisinde, özellikle Antik Yunan’da politik olarak “demokrasi ve eşitlik” kavramlarının da ortaya çıktığı dönemdir. Eşitliğin pozitif kavramı, yani eşitliğe dayanan “eşitlik hukuku”, “yasa önünde eşitlik” ilkesiyle sadece devletin özgür yurttaşları arasında geçerlidir. Yurttaşlık, kişinin elindeki mülkiyet birikimi ve askeri gücünün verdiği bir haktır ve bu hakka, tamamen, yalnızca o devletin erkekleri sahip olabilir. Kadınların özgür sayılma koşulu ise, sadece ‘köle olmama’ durumuna indirgenmiştir. Bu da soylu ailelerin bir parçası olmayı ya da sahibi tarafından kölelikten azad edilmiş olmayı gerektirir. Kadın-erkek eşitsizliği, köleler arasındaysa belirgin olarak kendini ortaya koymaz. Kadın ve erkek tüm köleler, sahipler tarafından sömürülme ve ezilme yönünden eşittir. Hepsi sınıfsal ve cinsel sömürüye tabidir. Fakat bu sömürünün boyutları kadın köleler için çok daha fazla katlanılmaz boyuttadır. Bu durum “özgür” kadınların erkeklere bağımlılığıyla yakından ilişkilidir.

Soylu özgür kadınların soyluluğu ailelerinden kaynaklanmaktadır ki, bu da, babanın ya da kocanın unvanıyla birlikte gelmektedir. Köle sahibi kocaları/babaları dolayısıyla “sahibe” olabilmişlerdir. Bu noktada, özgür kadınların erkek boyunduruğu altındaki “özgürlükleri” ve bu özgürlüklerin dereceleri, söz konusu toplumu önceleyen toplumun tarıma ya da hayvancılığa dayalı olarak gelişimine bağlı olarak da çeşitlenmektedir. Örneğin hayvancılığa dayalı göçebe ve talancı Tatar toplumlarına kıyasla, Roma’daki kadınların hareket alanları ya da yasa önündeki ayrıcalıkları görece daha serbesttir. Romalı sahibeler hiçbir şekilde maddi üretimde üretken emekleriyle yer almazlar. Üretken emek kölelikle özdeşleştirildiğinden insanlığın aşağılanmasını çağrıştırmaktadır. Sahibe ev içi ekonomiyi ve yönetimi idare edicidir. Onlara yakıştırılan iyi bir idareci olmaları, kocalarını mutlu ve hoş tutmaları ve ölümüne sadık olmalarıdır. Aksi takdirde, kocanın takdirine göre boşanmadan tutun, köle olarak satılmaya ya da bazı toplumlarda öldürülmeye kadar çeşitlenen bir ceza mekanizmasına tabi tutulurlar. Erdem ve doğurganlıktan ibaret bir tanımları vardır.

Antik Yunan’da bu algıyı kıran özgür kadınlar da bulunmaktadır. Her ne kadar tek eşlilik yasa altına alınmış olsa da, erkeğin istediği köleye tecavüz etmesi ve metreslere sahip olması toplumsal olarak meşru kılınmıştır. Hetereler, soyluluğun alt kademelerinde özgür doğmuş ya da sahipleri tarafından özgür bırakılmış kadınlardır. Birçoğu bilim ve felsefeye ilgi duyan ve “erdemli” olmayı reddedip evlilik kurumuna meydan okuyan bu Hetereler, her kadın gibi karar verme ve kanun koyma sürecine katılma hakkından yoksun olmalarına rağmen, oldukça önemli politik etkilere sahip olmuşlardır. O dönemde birçok filozofla (Sokrates gibi) felsefi, politik ve bilimsel tartışmalarda yer almalarının yanı sıra iktidara karşı başkaldırıların içerisinde de aktif olarak bulunmuşlardır. Ne var ki, köle ve evli özgür kadınlara göre daha özgür görünen Hetereler de, ekonomik olarak, metreslik yaptıkları erkeklere bağımlıdırlar ve kadının bu toplumdaki yerine karakterini veremeyecek kadar az sayıda ve üretim ilişkilerinden uzaktırlar. Köleci toplum, kölelerin zorla çalıştırılmasına dayanan üretim sisteminin verimsizliğiyle giderek daha da acımasızlaşmış ve bunun sonuncunda, toplumsal değişim, yine üretken emeği hayata geçirenlerin, yani kölelerin mücadeleleriyle mümkün olmuştur.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kadının ezilmişliğinin cinsiyetler arası karakteriyle sınıflar arası karakteri arasındaki ilişkidir. Sahibe ile kölenin özgür erkeğe göre konumları, kendi toplumsal konumlarını da belirlemektedir. Sahibe erdemlileştikçe, özgür erkeğin cinsel şiddeti köle kadına yönelmektedir. Bu noktada, bu iki kadın arasında doğan çelişki, öte yandan, birini aile hapishanesine, diğerini ise kölelik hapishanesine mahkum etmektedir. Kabaca söylemek gerekirse, sahibe, köle kadını sömürerek, kendi boyunduruğunu da pekiştirmektedir. Dolayısıyla, bu noktadan sonra toplumsal cinsiyet eşitsizliği ya da kadının ezilmişlik sorunu sadece kadın ve erkek (ya da kadın ve …….) arasındaki ikili bir ilişkiye indirgenemez. Ancak üretim ilişkilerinin karakterini verdiği farklı kültürel, coğrafi, sosyolojik vb. unsurlarla çeşitlenen toplusal ilişkiler bütünü ve bu bütün içerisindeki ilişkilerin birbirleriyle olan iç bağıntıları içerisinde analiz edilebilir ve edilmelidir. Ne var ki, özgür kadın, üretim ilişkileri içerisindeki konumlanışıyla, özgürleşme mücadelesindeki tüm donanımlarından soyutlanmış, silahsız bırakılmıştır. Bu nedenle, tarihin bu noktasına tekabül eden kadının özgürleşmesi sürecindeki adım, sahibe tarafından değil, ama köle kadın (ve erkek) tarafından atılabildi.

Feodal toplum

Kölelerin efendilere başkaldırmalarıyla başlayan süreç, barbar akınlarıyla zayıflatılmış şehir devletlerinin ve antik imparatorlukların yıkıldığı bir yönetim biçimine ve üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesiyle yeni sınıfsal formasyonlara yol açmış ve feodal (haraçlı) toplumun ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. Serfler ve feodal beylerin oluşturduğu tarıma dayalı köy yaşamı ve tüccar ve zanaatkarların yaşadığı kentler ortaya çıkmıştır. Toplumsal formasyona karakterini veren üretim tarzı köy tarımıyken, feodal dönemin sonlarına doğru, ibre, ticaret ve zanaatın önem kazanmasıyla kente doğru kayacaktır. Köleci toplumdaki özgür kadın ve kocası (ya da babası) arasındaki eşitsizlik hukuku ve kadının kale/malikane/şatonun “Hanımı” olarak ev içi ekonominin idarecisi ve sorumlusu olması durumu, feodal bey ve hanımı arasında biçimsel olarak korunmuştur. Verimli topraklar feodal beylerin mülkiyetindedir ve bu topraklar üzerinde kurulu ev işletmelerinin idaresi, bu toprakları işleyen ve bunun karşılığında feodal beye haraç (aynî vergi ya da para) ödeyen serfler, zanaatkarlar, uşaklar ve hizmetliler hanımın komutasında çalışmaktadırlar. Ev ekonomisi ve idarecilik görevi, kadınların okuma-yazma, matematik ve sair yeteneklerinin gelişmesini zorunlu kılmıştır. Ayrıca, çoğunlukla prenslere kısmet olan özel doktorlar, feodal beylik hiyerarşisinin her katmanına nasip olmadığından, kadınlar öteden beri yatkın oldukları şifa bilimlerinde uzmanlaşmış, bu da, hanımın çiftliğinin aynı zamanda köy hastanesi olarak işlev görmesine de yol açmıştır. O dönemde birçok erkeğin okuma-yazma bilmemesi ve Hanımların bu entelektüel üstünlüğü onlara yer yer bazı ayrıcalıklar, özgürlükler ve üstünlüklerin kapısını açsa da, bunlar, çok kısıtlı kaldığından, toplumsal ilişkilere karakterini verememiştir. Genellikle yağma, talan, savaş ve politikayla meşgul olan feodal bey, tüm gelişmişliklerine rağmen, hanımının üzerindeki hakimiyetini korumuş ve pekiştirmiştir.

Serf kadınları ise, sınıfsal eşitsizlik anlamında, erkeklerinden farklı bir konumda değildir. İlk sınıflı toplum örneğinde olduğu gibi, ezilen sınıf olarak serfler, kadın-erkek feodal beyler tarafından sömürülme eşitliğine sahiptirler. Köylü kadının erkeğine olan tabiiyeti, feodal hanımın beyine olduğundan görece daha zayıftır diyebiliriz. Çünkü daha çocuk yaşta sırf sınıfsal çıkarlar için zorunlu evliliklere zorlanan hanımın aksine, köylü kadın, koşullar zorlasa da, aşk evlilikleri yapabilmektedir. Ayrıca, özellikle feodal toplumun ilk aşamalarında, ‘namus’ kavramı, soyluların aksine, köylüler arasında kadın cellatlığı biçiminde gelişmemiştir. Evlilik öncesi ya da dışı cinsel ilişki ya da çocuk sahibi olmak, soylu kadının soyunu kirleten ve cezası ölüme varan bir unsur olarak görülürken, çoğu yerde, köylü kadının aşağılanmasına, ölümcül cezalara çarptırılmasına henüz sebep olmamaktadır. Hatta kimi Avrupa toplumlarında, evlenecek bir köylü kadının, kocasından önce, ‘ilk gece hakkı’ olarak feodal beyle yatması zorunluluğu yüzünden, evlilik dışı ilişki çok daha tercih edilesi bir hal alabilmektedir. Çünkü feodal bey, beğendiği herhangi bir köylü kadın üzerinde onu kullanma hakkına yasal olarak sahiptir.

Köylü sınıfı içerisinde kadın ve erkeğin konumuna gelecek olursak, kadının üretken emeğinin devam ettiğini görürüz. Fakat bu üretken emek, hiçbir şekilde bir değişim değeri bulmadığı için, aile köleliği olarak da değersizleştirilmiştir. Kadın, hem tarlada işçi olarak çalışmakta, hem de ev (küçük çiftlik) içi ekonomiden de sorumlu olmaktadır. Bu durumun köy toplumu içerisinde kısmi özgürlükler sağladığı doğrudur. Örneğin, köy meclislerinde kadınlar da bulunup karar mekanizmasına katılabilmektedir. Kaldı ki, henüz özel mülkiyetin boyunduruğuna girmemiş meralar, çayırlar ve ormanlardan oluşan köy topluluğunun ortak mülkiyeti üzerinde söz sahibi olabilmektedirler. Ya da evlenecekleri erkekleri kendileri seçebilmektedirler. Ne var ki, bu kısmi özgürlükler, küçük toprak ve çiftlik mülkiyetinin yine köylü erkeğe ait olmasından dolayı, köylü kadını da ataerkil boyunduruk altında tutmaktadır.

Feodal toplumda ortaya çıkan bir diğer sınıf ise, kentsoylu tüccarlar ve zanaatkarlardır. Daha çok köy arazilerinin kesişim noktalarında kurulan kullanım mallarının takas edildiği pazarlar, zamanla gelişerek, ticaret merkezleri olarak, kentleri oluşturmuştur. Ticaret, makro düzeyde yabancı malların alım satımı, mikro düzeyde ise zanaatkarların ürettiği malların pazarlarda satılması olarak iki düzlemde gelişmektedir. Büyük tüccar sınıfı içerisinde kadının konumu, soylu kadınlarınkinden pek farklılık göstermez; yine, ev içine hapsolmuş idare sorumluluğuyla esaret altına alınmıştır. Zanaatkarlar arasında ise, durum biraz daha farklıdır. Kent soylu zanaatkarlar, genellikle feodal beylerin köylerdeki barbar yaptırımlarından kurtulmak için kente göç eden köylülerdir ve nüfusun çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Dokumacılık, iplikçilik, terzilik, mumculuk, natırlık, çorapçılık, lokantacılık meslekleri ve pazarlarda yürütülen mikro ticaret (günlük kullanım ve tüketim mallarının alım satımı) kadınların elindedir. Kadın zanaatkarlar, üretken emeklerinden gelen gücü politik bir güce de çevirip, loncalarda oldukça etkin bir şekilde örgütlenmektedir. Örneğin, 14. yy İngiltere’sinde mevcut 500 loncanın 495 tanesinde kadın ve erkek üye sayısının eşit olduğu, hatta diğer Avrupa kentlerinde bazı loncaların tamamen kadınlardan oluştuğu bilinmektedir. Zanaatkar kadınlar, köylerdeki ve malikanelerdeki hemcinslerine göre, çok daha fazla hakka, ayrıcalığa ve politik güce sahiptir. Benzer bir durum, Anadolu coğrafyası açısından da mevcuttur. 13. yy’da Anadolu Selçuklu hakimiyetindeki Kayseri’de, ilk ahi teşkilatıyla birlikte, bu teşkilatın kadın versiyonu olan Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) kurulmuştur. Hatta Avrupa’daki muadillerinden farklı olarak, Bacılar, aynı zamanda silahlı kadın birlikleriydiler. Fakat kadınların üretim ilişkilerine doğrudan katılımından gelen bu güç, yasal anlamda radikal bir dönüşümü beraberinde getirmeye yeterli değildi. Kadınların çırak-kalfa-usta hiyerarşisinin en üst aşamasına kendi emekleriyle çıkmasına izin verilmiyor; kadın, usta unvanını, ancak ölen kocasından miras kalırsa alabiliyor, ama ustalık haklarının hepsinden yararlanamıyordu. Ya da bazı coğrafyalarda, bu unvana hayatı boyunca sahip olma hakkından yoksun bırakılıyordu.

15. ve 16. yy’a gelindiğinde ise, kapitalist sermaye birikimi ilk nüvelerini göstermeye başladı ve zanaatkar ve tüccar sınıfları arasındaki rekabet derinleşti. Bu durumda en zayıf halka yine kadınlar olarak görüldü ve ilk önce hamile kadınların çalışması yasaklanırken, kadınların zanaat üretimine katılımını kısıtlayan bir dizi yasa ve uygulama ardı ardına geldi.

Feodal toplum içerisinde kapitalizmin gelişiminin yanı sıra Ortaçağı kadınların cehennemine çeviren bir başka unsur ise, dindi. Avrupa’da, kilise ve feodal beyler arasındaki rekabetin faturası yine ezilen sınıflara ve kadınlara kesildi. Bu faturanın kadın kısmının başlıca nedenleri arasında, tecavüz, feodal beyin baskısı, kısırlık vb. sebeplerden dolayı manastırlara kapanan kadınların giderek bilim, felsefe ve din alanında etkinleşmesi ve kadının ticaret ve zanaatkarlıkta giderek güçlenmesi yer almaktadır. Öyle ki, bu süreçte panteist rahibelere (Rahibe Hildegard) ya da imparatora karşı cumhuriyet fikrini savunan gayri resmi belediye başkanı kadınlara (Marfa Boretskaya) rastlamak mümkündür. Başka birçok etmenle birlikte, kadınların edindikleri bu sosyal statüler, kilisenin otoritesi için bir tehditti. Sonrasında, kilise, köylerde evlilik dışı çocuk doğuran, malikanelerde şifacılık yapan, kentlerde iplik dokuyan kadınlara karşı bir “cadı avı” başlattı ve binlerce kadını “cadı” olarak mahkum edip, kamu önünde ateşe vererek yaktı. Benzer bir şekilde Anadolu’daki Bacılar öncelikle silahsızlandırıldı. Silahların ellerinden alınması, özgürlüklerini teslim etmelerinin resmi belgesi oldu. Daha sonraları zanaatkarlıkları yasaklanan Bacılar, İslamiyet’in daha da etkinleşmesiyle birlikte dini hayır işlerine sevk edildiler ve nihayetinde teşkilat tamamen ortadan kaldırıldı. Kadının mülk sahibiyle, kadının ruhbanla/ulemayla, kadının bilim “adamıyla”, kadının kocasıyla eşit olması kabul edilir bir şey değildi.

Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş süreci, kadının ezilmişliğinin birden ve keskin bir şekilde derinleştiği bir süreçtir; çünkü hem zanaatkar, hem köylü kadın kitlelerine uzunca bir zaman dönmemek üzere evin yolu görünmüştür.

Yine de, kadınların bu eve kapanmasını üretken emeklerinin ortadan kalkması olarak algılamamak gerekir. Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci birçok karmaşık pratiğiyle birlikte zıtlıkları barındırmakta, var olan karşıtlıkları derinleştirmekteydi. Ticaret sermayesinin gelişimi, belirli bir sermaye birikimiyle birlikte, daha önceleri zanaatkar-tüccar arasındaki siparişle işleyen kısıtlı üretimin ve pazarın genişlemesine sebep oldu. Bu da kapitalist rekabetin ilk biçimlerini ortaya çıkardı ve üretimin yoğunlaşması ihtiyacını zorunlu kıldı. Bu rekabet ortamına dayanamayan zanaatkarlar ve köylüler hızla proleterleştiler. Diğer yandan da, kentlerdeki basit kapitalist işbirliğine dayalı üretimin yanı sıra çeşitli sistemlerle (Kaufsystem, Verlag sistemi) ev sanayisi gelişti. Bugünkü ev eksenli üretim tarzının kapitalist üretim biçimindeki ilk örnekleri bunlardır. Burjuvazi ve aristokrasi arasındaki savaşta ezilen, yersiz yurtsuzlaştırılan, işsizleştirilen kadınlar, kitlesel bir şekilde ev sanayisi altında işçileştiler. Daha önceleri köylülerden haracını çoğunlukla aynî vergi olarak alan feodal beyler, ticaret burjuvazisinin yükselişiyle, önemi artan para sistemine ayak uydurmakta zorlandılar, otoriteleri sarsılmaya başladı. Bu noktada köylüler ve feodalizmde erkeklerin boyunduruğu altında ezilen soylu kadınlar, yükselen burjuvazi karşısında erkek egemenliğini de şahıslarında cisimleştiren feodal beylerin ve Kilise’nin otoritesinin sarsılmasıyla birlikte Reform hareketine katıldılar, destek verdiler. 16.yy’la başlayan kapitalizmin yükseliş süreci Rönesans hareketlerini de beraberinde getirdi. Soydan ya da tanrıdan gelen güç algısına karşı, burjuvazinin, insanın ve insan aklının gücü fikriyle birlikte ortaya attığı “eşitlik” talebi döneme damgasını vurdu. İktisadi ve politik olarak güçlenme sürecini, yasalar önünde eşitlik talepli mücadele izledi. Katolik Kilisesi’nin boyunduruğundan kurtulan bilim ve sanat dalları hızlı bir gelişim gösterdi ve zenginleşen sınıfın kadınları fiilen bu gelişimin içerisinde yer aldılar. Fransız Devrimi’nde kadınlar ve erkekler yan yana saf tuttular. Yükselen burjuvazi, onlara, bin yıllardır özlemini çektikleri bir şeyi vaat ediyordu: Eşitlik. Bu vaat sadece aristokrat ve zengin kadınların değil, yeni ortaya çıkan proleter kadınların da özlemiydi. Fakat aristokrasiyi yıkıp kendi egemenliğini kurmak için ezilen emekçi sınıfların ve bir kısım aristokrat kadınların desteğini yedekleyen burjuvazi, ilerici özelliğini yitirdiği anda, kitlesel ve barbar bir emek sömürüsü düzenini yerleştirdi. Burjuva eşitliği, biçimseldi ve eşitsizliği temel edinmiş görünürdeki bir eşitlikten ibaretti. “Hukuk önünde eşitlik”, gerçek bir eşitliğe dayanmıyor, proleterin burjuvayla eşitsizliği gibi, kadın da erkekle eşit olmamanın yükünü üstleniyordu. Birçok yerde, feodal toplumda kadının yasal mülkiyeti sayılan çeyiz ve miras gibi diğer mülkiyet hakları da hemen kocalara geçirildi. Yerlerinden edilen, işsizleşen, yoksullaşan ve açlıkla savaşan kadınlar fuhuşa yöneldikçe fuhuş için inanılmaz sertlikte yasal cezalandırmalar getirildi. Rönesans ortamının serbestlik rüzgarında ‘bilgeleşen ve politikleşen’ zengin kadınlar, tekrar evlerine, kocalarının dizlerinin dibine yollandı. Kapitalizm, her sınıftan kadının eve hapsiyle birlikte gelmiş oldu; ya kocalarının evine ya da genelevlere.

SANAYİ DEVRİMİ’NDEN GÜNÜMÜZE

Erken kapitalist dönemde, kökenleri zanaatsal ev işinden gelen manüfaktür döneminin ardından, makineleşmeyle birlikte, teknolojik bir sıçrama yaşandı. Üretimde makineleşmeyle birlikte, 18.yy’ın sonlarında ve 19.yy’ın başlarında kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacı kadın ve çocukların kitleler halinde ücretli emek piyasasına sokulmasıyla karşılandı. Bazı yerlerde kadın ve çocukların birkaç saat uyuyabileceği yatakhanelerin olduğu fabrikalarda, üretim, neredeyse hiç durmadan devam ediyordu. Kapitalizmin bundan sonraki aşaması, neredeyse sınıflar arası mücadelenin hiç bitmeyen bir kızgınlık ve ateşle sürdüğü bir sürece girdi. Avrupa ve ABD başta olmak üzere, ileri kapitalist ülkeler, sürekli işçi sınıfının mücadele pratiklerine sahne oldu. 19.yy’ın başlarında ABD’de hızla her yerde tekstil fabrikaları açılıyordu. Bu tekstil fabrikalarında kadınlar kitleler halinde işe alınıyordu. Daha 10-12 yaşlarındayken bu fabrikalarda çalışmaya başlayan küçük kız çocukları ve genç kadınlar, neredeyse yok pahasına çalıştırılıyorlardı. 1836 yılında Lowell Mill’de büyük direnişler ve grevler patlak vermeye başladı. Binlerce kadın ilk defa sokaklara dökülüyor ve “eşit işe eşit ücret” talebini haykırıyordu. Çok geçmeden burada bir kadın işçileri sendikası kuruldu. Benzer bir şekilde, New York’taki dokuma ve tekstil fabrikalarında çalışan çoğunlukla kadın işçilerin “eşit işe eşit ücret” ve 8 saatlik işgünü talepleri yükselmeye başladı ve 40 bin kişilik bir fabrikadaki greve polisin saldırılması sonucu, yine çoğu kadın, 129 işçinin öldürülmesiyle, sınıflar arasındaki kavga daha da çetinleşti (8 Mart). Birçok işçi direnişi kanla bastırılsa da, talepler karşılanmadıkça ayaklanmalar ve direnişler baş gösteriyordu.

İngiltere, Fransa, Almanya da durmaksızın irili ufaklı işçi eylemlerine tanık oluyordu. 19.yy’ın sonlarına doğru Fransa’da patlak veren eylemler, nihayetinde, 1871’de Paris Komünü deneyimini getirdi. Paris Komünü’nün mimarları arasında emekçi ve sosyalist/komünist kadınlar en ön saflarda yer tutuyordu. Paris’in ele geçirilmesinden sonraki günlerde kurulan Paris Savunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği ataerkil sistemin ortadan kalkışının yalnızca kapitalist sistemin yıkılmasıyla mümkün olduğunu savunuyor; cinsiyet eşitliği, “eşit işe eşit ücret”, kadınların boşanma hakkının tanınması, laik eğitim hakkı ve genç kadınların mesleki eğitim hakkı için mücadele ediyordu. Ayrıca, nikahsız birliktelik yaşayan kadın ile nikahlı kadın arasındaki, meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki farkların ortadan kaldırılması o dönemin en ileri taleplerindendi. Fuhşun tüm kurumlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiğini de savunan Kadınlar Birliği, aynı zamanda silahlanarak, barikatlarda savaşmıştır. Paris’te süren iki aylık komün süresince, Lyon ve Grenoble’da da günler süren ayaklanmalar yaşandı. Yaşanan bu ayaklanmalar birçok romana konu olmuş, özellikle de kadınların “eşitlik” hakları için nasıl savaştıkları görülmüş ve hemen herkes tarafından teslim edilmiştir.

20.yy’a gelindiğinde ise, bir yandan emekçi kadın hareketi ilerlerken, bununla birlikte aydın ve orta sınıf kadınlar da “yasa önünde eşitlik” için kampanyalar örgütlediler. Bu kampanyaların başlıca talepleri; kadınların eşit bir yurttaş olarak seçme ve seçilme hakkının tanınması, medeni kanun düzenlenerek kadınların evlilik sözleşmesindeki mağduriyetlerinin giderilmesi, boşanma hakkı, eşit ücret hakkı idi. Avrupa’nın hemen her ülkesinde 20.yy’ın başında bu taleplerden en az birini merkeze alan burjuva kadın dernekleri kurulmuştu. Bunca mücadeleye rağmen, bu ülkelerin çoğunda, bu haklar yasal olarak 1960’lardan sonra tanınmıştır ve hala dünyanın birçok yerinde tam eşitlik sağlanabilmiş değildir. Zaten bir dönem emekçi ve burjuva kadınların mücadeleleri ortaklıklar gösterse de (ABD’de ve İngiltere’de örgütlenen kitlesel seçme ve seçilme hakkı kampanyalarında olduğu gibi), “eşitlik” kavramına bakış, sınıfsal farkını ortaya koymuştur. Emekçi ve sosyalist kadınlar, her gün bilfiil yüz yüze geldikleri kapitalist emek sömürüsünün, cinsel sömürünün ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sadece yasalar önünde, kağıt üzerinde kalacak bir eşitlik anlayışıyla çözülemeyeceğinin farkına varmışlardır. Gerçek eşitlik ve yasa önünde eşitlik ya da fırsat eşitliği arasındaki ayrım, kendisini, elbette ki bu döneme damgasını vuran Büyük Ekim Devrimi ve SSCB’nin kuruluşu/inşası ile açık bir şekilde ortaya koymuştur. Gerçek eşitliğin sağlanması için, toplumsal ilişkilerin tümünde eşitsizliğe dayanan ve sadece biçimle sınırlı olan eşitlik hukukunun maddi koşullarının ortadan kalkması gerekmektedir.

 

SSCB VE GERÇEK EŞİTLİK

1917 Ekim Devrimi’nin ilanını takip eden birkaç gün içerisinde çıkan ilk yasalar, kadın ve erkeklerin eşitliğinin koruma altında alınmasına yöneliktir. Fakat bugüne kadar binlerce yıldır hüküm sürmüş bir ilişkiler sisteminin ortadan kaldırılması o kadar kolay olmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca, tartıştığımız her toplumsal formasyonda, kadının sosyal statüsü, onun üretim araçları ve ilişkileriyle olan ilişkisi ve konumunca belirlenmiş, başkaca kültürel ve sosyal etmenlerle çeşitlenmiş ya da derinleşmiştir. Dolayısıyla, gerçek bir eşitliğin ilk koşulu, kadınların tamamını kapsayacak şekilde üretken emek gücüne katılımının sağlanmasıydı. Sosyalist devlet, hem daha önce erkek işi olarak tarif edilegelmiş birçok iş sahasını kadın emeğine açarak kadının bağımsız çalışma hakkını tanımış, hem de cinsiyet temeline dayalı ücret sınıflandırmasını derhal ortadan kaldırmıştır. Hayata geçirilen ilk ilkelerden biri olan “eşit işe eşit ücret” ilkesinin “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesiyle biraradalığı, sosyalizmin ilk zamanlarında kadınlara oldukça güç koşullar yaratmıştı. “Kadınların çok önemli bir bölümünün okur-yazar dahi olmadığı, herhangi bir mesleki eğitimden geçmediği ve sair durumda, ‘herkese yeteneğine göre’ ilkesi tabi ki bireylerin başka koşullarda gerçekleştirebilecekleri ‘yetenekler’i değil, andaki durumu çıkış noktası yapmakta, dolayısıyla kadın ile erkek arasında bu alanda var olan eşitsizliği bir vuruşta ortadan kaldıramamaktaydı. Öyle ki ‘eşit işe eşit ücret’ ilkesi uygulamaya konmasına rağmen, 1918 yılında kadınların ortalama ücretleri erkeklerin ortalama ücretinin ancak yarısı kadardı.[2]

Sosyalist rejimin ilk aşamalarında kadın ve erkek ücretleri arasındaki farkın tek kaynağı kadınların emeğinin çoğunlukla vasıfsız emek olması değildi. Ayrıca kadınlarla erkeklerin o ana dek yoğunlaştıkları sektörler farklıydı; kadınlar tekstil sektöründe yoğunlaşırken, maden ve metalcilik sanayisinin iş gücünün tamamını erkekler oluşturuyordu. Her ne kadar devlet istihdamın her alanını kadına açmış olsa da, bin yılların getirdiği alışkanlıkları yenmek, istikrarlı, disiplinli ve yoğun bir çabayı gerektiriyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi, emekçi kadınlar içerisinde örgütlenmek üzere, kadın militanlarını dört bir yanda görevlendiriyordu. Nitekim 8 yıl gibi kısa bir süre içerisinde, tekstil sektörü ile metal sektöründeki ücret farkı %50’den %37’ye düşürülebildi. 1929 ile 1930 yılları arasında, sadece bir yıl içerisinde, üretime çekilen kadın, tüm emekçi kadın kitlesinin %10’u oranında artırılabildi.

Kadınların, yukarıda bahsedilen iki ilkenin hayata geçmesi koşullarında, adil bir şekilde üretime katılmasının ilk ön koşulu, kadın emeğinin kalifikasyonuydu. Çalışma Halk Komiserliği organları tarafından eğitim verilen kadınların sayısı, 1928/29’da 30.000 iken, hemen bir yıl sonra, 1929/30’da 70.000 oldu. 1931 yılı planlarında ise, yarısı sanayide istihdam edilmek üzere, 329.000 genç kadının eğitimi yer almaktadır. Ayrıca, bir dizi sektörde (ticaret, ulaştırma, belediye hizmetleri), yıllık planlamalarla, erkek emeğinin yerine kadın emeği geçirilmiştir (satıcılık, kondüktörlük, makinistlik vb.). Zannederiz ki, hiçbiri, kadınların inşaat ve metalcilik sektörlerinde eğitim görüp, bu sektörlerde sadece kadın işçilerden oluşan tugaylar tarafından yapılan işler kadar etkili olmamıştır. Kadınların tüm bu sektörlerde çalışma yaşamına katılmalarından önce, İş Emniyeti Enstitüleri kadınların sağlığının bu çalışma koşullarından zarar görüp görmeyeceğine dair araştırmalar yapmış ve kadın istihdamı, bu araştırmaların sonuçları ışığında hızla kalifiyeleştirilmiştir. Ekim Devrimi’nin okuryazarlık oranı açısından kısa sürede gösterdiği başarı ise, destansıdır. 1920 yılındaki istatistiklere göre, toplam nüfusun %68,1’i, toplam kadın nüfusunun da %75,6’sı okuryazar değildi. 1930’lu yılların sonlarına gelindiğindeyse, toplumun %99,9’u okuryazar hale gelmişti.

Ev angaryasının toplumsallaştırılması ise, devrimin hemen ertesinde gerçekleştirilmeye başlanan ilkelerden biriydi. Ne var ki, çocuk-yaşlı-engelli bakımı, çamaşırhaneler, kreşler, aşevleri gibi ev hizmetlerinin toplumsallaştırıldığı kurumlarda, ilk elde, yine “cinsiyete dayalı bir işbölümü” ile yola çıkılmış, okuryazarlığı olmayan ev kadınlarının çoğu, ilk elde buralarda istihdam edilmiştir. Bu duruma eleştirel yaklaşımlar olabilir. Ancak, derhal çözülmesi gereken bir problemi en pratik şekilde çözmüştür, sosyalist devlet. Hem ev işini toplumsallaştırmış, hem de ev kadınını proleterleştirmiştir. Bu cinsiyetçi işbölümünün ortadan kalkıp eşitlikçi bir yapıya kavuşması içinse, hızla kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi çalışmalarına girişilmiştir. Bu sorunu, her yerde “Her Okuryazar Bir Okuryazar-Olmayanı Yetiştiriyor” kampanyasıyla 10 yıllık bir sürede çözebilmiştir. O dönemde, Parti, Jenotyel denilen kadın birliklerini, kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi, gerçek eşitliğin pratikte sağlanması için mücadele yürütmek üzere emekçi kadın kitleleri arasında görevlendirmişti. Örneğin, Jenotyeller bir tekstil fabrikasında okuryazar olmayanların oranının yüksek (%30) olduğunu tespit ediyor ve hemen orada “Kadın tekstil işçileri, gelin cahilliği yenelim” kampanyaları başlatıyor; ülke baştan başa ajitasyon trenleri ve arabalarıyla geziliyordu.

Bu cinsiyetçi-olmayan işbölümünün 1930’lu yılların sonunda ciddi bir aşama kaydettiğini söyleyebiliriz. SSCB MYK, mesleki eğitim veren okullarda kalifikasyona tabi tutulan öğrencilerin %50’sinin kadın olması zorunluluğu getirmişti. Üretim ve eğitimin bir arada yürütüldüğü sosyalist rejimde, 1931’de, tüm kadınların %30’u yüksekokullarda öğrenim görmekteydi. Aynı dönemde, bu oran, Almanya’da %17 idi. Temel kalifikasyon eğitimi alan kadın işçiler, daha sonraları yüksek kalifikasyon eğitimlerine başvuruyor, emeklerinin kalifiyeleşme sürecini ilerletiyordu. Bu durum, kömür madenciliği, petrol, demir cevheri sanayi, ağır demir sanayi, elektrik sanayi gibi, kapitalist toplumda sadece erkeklere yakıştırılmış sektörlerde, hızla kadın işçi istihdamının artmasına yol açıyordu. Örneğin, 1912 yılında maden-makine sanayinde çalışan kadın sayısı 15 bin iken (%4,2), 1935 yılında bu sayı 319 bine (%24) çıkarılmıştır.

Sovyetler Birliği’nde aile ve evliliğe ilişkin ilk yasa tasarısı çalışmaları, “savaş komünizmi” koşullarının artık sona erdiği 1920’li yılların başında, tam olarak da 1923 yılında başlamıştır. 1925 yılında, Tüm Sovyetler Merkez Yürütme Komitesi’nde ana hatlarıyla oylanmış, fakat yürürlüğe konması için 1 yıl süren bir tartışma süreci yaşanmıştır. Yaşamın her alanında, işyerlerinde, okullarda, sendikalarda, kooperatiflerde, köylerde, Sovyetlerde vb. tüm halkın doğrudan katılımıyla yürütülen tartışmalar sonucunda, 1926 yılında yürürlüğe konmuştur. Buna göre, resmi evlilik ve fiili evlilik arasındaki yasal eşitsizlikler ortadan kaldırılmış, eşler arasındaki mal ayrılığı ilkesi, kadınların bu durumlardaki muhtemel mağduriyetlerine karşı önlem alınması için “eşler arası mal ortaklığı” ilkesiyle değiştirilmiştir. Evlenme ve boşanma kolaylaştırılmıştır. 1933’te resmi evliliğin olmadığı birlikteliklerden doğan çocukların gayrimeşruluğu ortanda kaldırılmıştır. Kadınlara tam ücretli gebelik izni hakkı tanınmaktadır, doğumevi, kreş ve çocuk yuvası devletin sorumluluğu altındadır. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise, Hitler Faşizmi’nin Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla, 1944 kararnameleri gündeme gelmiş, savaştan zarar görebilecek kadınların tam korunması için kurallar konmuştur. 1945’te, artık yüksekokullarda öğrenim gören nüfusun yarısı kadındır

Bu ve bunun gibi bir dizi uygulama daha sayılabilir, uzun uzun listeler yapılabilir. Fakat burada görülmesi gereken mesele şudur ki, gerçek bir toplumsal cinsiyet eşitliğinden söz edebilmek için, öncelikle bunun maddi koşullarının yaratılması gerekir. Kadın-erkek eşitliği, SSCB’de, esasta gerçek eşitlikle sağlanmıştır. Fakat kadın ve erkeğin nihai kurtuluşu ve özgürlüğü, devlet mekanizmasının sönümlendiği, devletin Engels’in de öngördüğü şekilde hiçbir şekilde kişiler arasındaki aşka ve cinsel birleşmeye müdahale etmediği komünizmde mümkündür. Yukarıda sayılan eşitlik koşullarının hiçbirinin kapitalist toplumda gerçekleşmesi mümkün değildir; bu toplumlarda, yasalar önünde bile kadın erkek eşitliği sağlanamamıştır. Ancak bugün kadın ve erkek arasında tam bir eşitliği savunmak, “eşit işe eşit ücret”, kayıtsız şartsız tam sosyal güvence, 8 saatlik iş günü, ücretsiz doğumevi, kreş, çocuk yuvası gibi taleplerle birlikte kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin ortadan kalkmasının maddi koşullarının hayata geçirilmesini talep etmekle olanaklıdır. Kitlelerin kavraması bugün açısından zor olsa da, aslında kadınların bugünkü gündelik gibi görünen bütün bu talepleri, tek bir talebi zorunlu kılmaktadır; kadınlar sosyalizmi talep etmektedir.

Kaynakça

1. Engels, F. (1995), Anti Dühring, Sol Yayınları, 3. baskı, Ankara

2. Engels, F. (1998), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 11. baskı, Sol Yayınları: Ankara

3. Kollontai, A. (2000), Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, İnter Yayınları: Ankara

4. Özgür, G. (1993), Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu: Tavuk kuştur, kadın insandır”, 1. ve 2. cilt, Dönüşüm Yayınları: İstanbul


[1] Engels, Anti-Dühring, sf. 116

[2] Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadının Kurtuluşu, cilt 1, sf. 49

Birinci yılında Arap halk ayaklanmaları ve TKP’nin “devrim” anlayışı

Tunus’lu üniversite mezunu işsiz genç Mohamed Bouazzi’nin seyyar satıcılık yaptığı tezgahına el konulmasını protesto etmek için bedenini ateşe veren kibriti çaktığında takvim yaprakları Aralık 2010’u gösteriyordu. Çaktığı kibritin yalnızca genç bedenini değil, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya bütün bir Arap coğrafyasını da tutuşturup yangın yerine çevireceğini olasıdır ki Bouazzi’nin kendisi de hiç aklına getirmemişti.

Çakılan bu kibrit, o ana kadar oryantalist bakış açısına sahip olanlarca, bırakalım hak ve özgürlükleri için başkaldırmayı, “itiraz edemeyecek kadar uyuşuk” olmakla suçlanan Arap halkları için kelimenin tam anlamıyla bir işaret fişeği oldu. On yıllar boyu diktatörlük rejimlerince baskı altında tutulan halk kitleleri on binler, yüz binler halinde sokaklara aktılar, iş, ekmek, özgürlük talepleriyle meydanları doldurdular.

“Dingin” görünen Arap çöllerinde artık kum fırtınaları esiyordu. Şiddeti kasırga boyutuna varan bu fırtına sonucudur ki, yıkılmaz görünen diktatörlük rejimleri kumdan şatolar gibi ardı ardına çökmeye başladı.

Ayaklanmaların ve halk hareketlerinin üstünden bir yıl geçti. Gelinen noktada, emperyalistlerin sürece müdahalesini, dahası bu müdahalelerin sonucunda belli mevziler kazanmış olmalarını, Arap halklarının devrimci toplumsal uyanışının sona erdiğinin bir göstergesi olarak kabul etmek mümkün değildir.

Halk kitleleri taleplerinden vazgeçmeyeceklerini, “devrimlerinin çalınmasına izin vermeyeceklerini” grev, genel grev ve sokak hareketlerine yönelerek her vesileyle ortaya koyuyorlar. Bu durumun son ve en çarpıcı örneği, Hüsnü Mübarek’in, devrilmesinin yıldönümünde Mısırlı işçilerin ve sendikaların askeri konseyin iktidarı sivillere devretmesini talep ederek genel grev ilan etmeleridir. On binler Tahrir meydanında ve bakanlıkların önünde gösteriler düzenleyerek eski rejimin makyajlanarak sürdürülme girişimlerine izin vermeyeceklerini belirtmişlerdir. Benzer, gösteri ve eylemler ayaklanmaların yıl dönümünde hemen bütün ülkelerde yaşanmaktadır.

Kısacası, yukarıda da vurgulandığı gibi, Arap işçileri, emekçileri ve halkları bakımından süreç tamamlanmış değil, mücadele yeni biçimlere bürünerek devam ediyor. Gerek dünyada, gerekse de ülkemizde Arap ayaklanmaları ve halk hareketleri üzerine değerlendirmeler sürüyor. Yazımızın konusunu, ülkemiz sol hareketindeki değerlendirmeler oluşturuyor.

 

SÜRECİN NİTELİĞİ

Bu çerçevede, ÖDP’nin alışılagelen orta yolcu tutumunu (dipnot1) bir yana bıraktığımızda, ülkemiz sol hareketinde Arap ayaklanmalarına ilişkin en olumsuz değerlendirmeler TKP tarafından yapılmıştır. Yaşananları Arap halkı ve emekçilerinin neoliberal emperyalist saldırganlığa ve işbirlikçi gerici diktatörlüklere karşı devrimci bir eylemi olarak gören değerlendirmelere Türkiye Komünist Partisi (TKP) şiddetle karşı çıkmaktadır. Üstelik ÖDP gibi sürecin sonucunu beklemek gibi bir düşüncesi de yoktur.

… Komünistlerin emperyalistlerin yaptıklarına hazırlıklı olması, hatalardan kaçınması ve tehlikeli bir hattı takip etmekte ısrar edenlerle ayrışması gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum.

Bahsettiğim süreç, bir süreliğine Arap ülkelerine kaymıştır. TKP, Arap işçilerin haklı mücadelelerine saygı duysa da, uluslararası kapitalin bölgede kanlı bir planı uygulamaya koyduğunu başından beri açıkça ilan etmiştir. Dostlarını ve halkı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin hiçbir şekilde devrimci olmadığı gerçeği konusunda uyarmıştır.” (dipnot2)

Görüldüğü gibi, TKP, Arap işçilerinin ve halklarının haklı ve meşru talepler temelinde verdiği mücadeleye saygı duyduğunu belirtmesine karşın, son noktada bu hareketleri/mücadeleleri emperyalistlerin baştan sona planladıkları bir sürecin figüranları olarak görmektedir. Peki, ama TKP Arap işçilerinin mücadelesini meşru ve haklı görmekteyken sürece niye karşı çıkmaktadır? Sorunun yanıtı TKP’nin “devrim anlayışı”nda yatmaktadır.

… Ancak, sevgili yoldaşlar, bizler Leninistiz; ‘devrim’ dediğimizde, Leninizmin ilkelerini ve bu ilkeler ışığında başarılmış büyük Ekim Devrimi’ni kendimize rehber alırız. Marksist-Leninistler, sadece meşru ve haklı bir temel üzerinde gelişiyor diye bir halk ayaklanmasının devrimci karaktere sahip olması için yeterli olmadığı önermesi üzerinde hareket eder. Marksist-Leninist anlamda bir devrim siyasi iktidarın bir toplumsal sınıfın ellerinden diğerine geçmesidir.

Şimdi şunu soralım: halk ayaklanmalarının vuku bulduğu hangi ülkede böylesi bir siyasi iktidar değişimi gözlemliyoruz ya da bunların hangisinde böylesi bir değişim ufukta görünüyor diyebiliriz?

…Yoldaşlar, bu ideolojik saldırının hedefini görmek amacıyla Marksist-Leninist devrim teorisinin ayrıntılarına girmemize gerek yok. Devrim teorimizin sadece iki hususunu hatırlamalıyız: Birincisi, her devrim tarihte bir kopuştur. Belirli gelişmeleri tarihte bir kopuş olarak karakterize etmek için, ya Ekim Devrimi’nde olduğu gibi siyasi iktidarın başka bir sınıf tarafından ele geçirilmesini ya da 1848 Devrimleri’nde gördüğümüz gibi sınıf mücadelesi sayesinde siyasi iktidarı elinde bulunduran toplumsal sınıfların tarihsel rolleri ve karşılıklı ilişkileri bakımından büyük bir dönüşümü görmek zorundayız… (Dipnot3)

Anlaşılan o ki, TKP, eğer sosyal devrim gerçekleşmemişse, bir başka ifadeyle siyasal devrimler sosyal devrim ile tamamlanmamışsa “dünya yıkılsa” devrim olarak görmüyor. Bu mantıkla, siyasi iktidarı Çarlığın elinden alan, ancak üretim ve sınıf ilişkilerinde köklü bir değişikliğe yol açmayan 1917 Şubat Devrimi’ni, benzer şekilde Çarlık tarafından bastırılmış 1905 devrimini; bu burjuva demokratik karakterdeki devrimleri devrim olarak nitelememek gerekir! Hele Şah Rıza Pehlevi diktatörlüğüne karşı Humeyniciler, burjuva liberaller, küçük burjuva radikalleri ve komünistlerin birlikte gerçekleştirdikleri İran Devrimi’nin ya da 1908 Jöntürk Devrimi’nin sözünün bile edilmemesi gerekir.

Ancak, TKP ile asıl tartışma, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu içine alan coğrafyada gerçekleşen Arap ayaklanmalarının bir devrim olarak nitelenip nitelenmemesi üzerinde değil, gerçekleştiği sürecin niteliğine ilişkin çıkmaktadır. TKP gelişmelerin zinhar devrimci bir yön içermediğini öne sürmekte, gerçekleşen ayaklanmaları ve halk hareketlerini, emperyalistlerin bölgeye ilişkin kanlı planlarının gerçekleşme zemini olarak ifade etmektedir. TKP olan biteni emperyalistlerin bir “toplum mühendisliği”nin ürünü olarak görmekte, fakat bunu açıktan söylememekte, lafı dolaştırmaktadır. Sınıf mücadeleleri tarihini bilenler açısından Arap coğrafyası bütününde ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalardan milyonların eylemi olarak ortaya çıkmış bu harekete yapılacak en büyük bühtan herhalde bu hareketin bir toplum mühendisliği işi olduğunu söylemek olurdu. Gelin görün ki, TKP’nin bir parça utangaçça da olsa yaptığı budur.

TKP, herhangi bir konuda bir sav ileri sürerken “Marksist-Leninist kimliği”ne özel olarak vurgu yapmayı adeta alışkanlık haline getirmiştir. Arap ayaklanmalarına ilişkin değerlendirmeler yaparken de aynı tavrını sürdürmektedir. Madem öyle, biz de bu çerçevede, Marx ve Lenin’in devrim ve devrimci durum üzerine söylediklerine bakalım. Bilindiği gibi, devrimci durum tespiti asıl olarak Lenin’de formülasyonunu bulmaktadır.

Marx 1848 Devrimi’ni (dipnot4) önceleyen koşulları sayarken, mali aristokrasinin yolsuzluklarını vurgular: “ …Temmuz monarşisi, Fransız ulusal zenginliğinin sömürülmesi için kurulmuş bir anonim ortaklıktan başka bir şey değildi, bu ortaklığın hisseleri, bakanlar, meclisler, 240 000 seçmen ve onların yardakçıları arasında paylaşılmıştı… (…) Mali aristokrasi, yasaları kendi isteğine göre kabul ettirdiği, devlet yönetimini çekip çevirdiği, kurulu bütün kamu güçlerini elinde bulundurduğu, basın yoluyla ve olguların gücüyle kamuoyunu elinde bulundurduğu sürece cafe borgne’ye kadar bütün çevrelerde aynı ahlak bozukluğu, aynı hayasız sahtekarlık, üreterek değil de başkasının elindekini kurnazlıkla ele geçirerek aynı havadan zengin olma susuzluğu doğuyordu.” (dipnot 5) Ve ayaklanmayı olgunlaştıran, devrimi çabuklaştıran dünya çapındaki iki ekonomik olaya dikkat çeker: “… sonunda, dünya çapında iki ekonomik olay, genel bir huzursuzluğun patlak vermesini çabuklaştırdı ve hoşnutsuzluğu ayaklanmaya kadar olgunlaştırdı. 1845 ve 1846 yıllarında görülen patates hastalığı ve kötü ürün alınması halk içinde genel kaynaşmayı artırdı. 1847 yılında yaşamın yeniden pahalılaşması, Kıtanın bütün geri kalan kısmında olduğu gibi Fransa’da da kanlı çatışmalara yol açtı. Bu, mali aristokrasinin utanç verici sefahatleri karşısında, halkın, en basit geçim araçları uğruna savaşımı idi! (…) Devrimin patlak vermesini çabuklaştıran ikinci büyük ekonomik olay, İngiltere’de, ticaret ve sanayi genel bunalımı oldu. (…) Bunalımın yankıları Kıta üzerinde henüz kesilmemişti ki, Şubat devrimi patlak veriyordu.” (dipnot 6)

Arap ülkelerinde patlak veren ayaklanmalara baktığımızda, Marx’ın 1848 Devrimi öncesi Fransa’sı için söylediklerine benzer bir tablo çıkar karşımıza. Gırtlağına kadar yolsuzluk batağına batmış ülkenin zenginliklerini yağmalayan, sefahat içinde yüzen sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen -1848 öncesi Fransa’sından farkı feodal üretime bağlanmış para ve mal ticaretiyle sınırlı olmayan, uluslararası kapitalizme entegre- oligark aileler, halkın en küçük özgürlük arayışını kanla bastıran diktatörlük rejimleri, tarımı göçerten, işsizliği ve sefaleti derinleştiren neoliberal politikaların acımasızca on yıllar boyu uygulanışı ve nihayetinde yoksulluk ve acıyı daha da büyüten bütün bir kapitalist sistemi saran 2008 ekonomik krizi. Tarımın göçertilmesi sonucu aç ve işsiz kalarak taşradan Kahire’ye akan yüz binlerce insanın mezar evlerde yaşamasına yol açan koşullar… Mısır’da, Tunus’ta ekmek isyanları, grevler, genel grevler ve sokak gösterileri, çatışmalar biçiminde yıllardır yürütülen sınıf mücadeleleri ve kitle hareketleri… İşte milyonları ayaklanmaya sevk eden koşullar ve mücadele süreçleri bunlar.

Konuya bir de Lenin’in bakışıyla yaklaşalım. Lenin, bir devrimin olabilmesi için, devrimci bir durumun varlığını zorunlu koşul sayarken, her devrimci durumun devrime yol açmayacağının altını çizer ve devrimci duruma ilişkin görüşlerini özetle şöyle ortaya koyar:

Marksistlere göre, devrim için elverişli bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır; üstelik her devrimci durum bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız; 1) egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman: ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya da bu şekilde bir bunalım olduğu zaman; egemen sınıf politikasındaki bu bunalım, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların da’ eski biçimde ‘yaşayamaz duruma gelmeleri’ gerekir; 2) ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinimleri dayanılmaz duruma geldiği zaman; 3) yukardaki nedenlerin sonucu olarak, ‘barışta’ soyulmalarına hiç seslerini çıkartmadan katlanan, ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat ‘üstteki sınıfların’ bağımsız tarihsel bir eyleme sürüklemeleriyle, yığınların faaliyetinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman.

Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, ayrı sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişmeler olmaksızın, genel kural olarak bir devrim olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden, devrim durumu denilmektedir.

Böyle bir durum Rusya’da 1905’te var olduğu gibi, Batıda bütün devrimci dönemlerde vardı; aynı durum geçen yüzyılın altmışlarında (1860’larda-ç) Almanya’da, 1859-61 ve 1879-80’de Rusya’da var olduğu halde, bu sıralarda hiçbir devrim olmadı. Peki, niçin böyle oldu? Çünkü her devrim durumu (devrimci durum-ss), bir devrime yol açmaz; bir devrim, ancak yukarıda sayılan nesnel değişmelerin yanı sıra öznel bir değişme de olursa, yani bunalımlı dönemlerde bile zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ eski hükümeti yıkacak (ya da uzlaştıracak) güçte bir devrimci sınıfın yığın eylemi yapmaya gücü yetmesi halinde meydana gelir. (Dipnot 7)

Gelin şimdi de, ayaklanma ve kitle hareketleri sonucu tek tek ülkelerdeki ekonomik ve siyasal plandaki değişimlere bir bakalım ve ortaya çıkan tablonun, Lenin’in ortaya koyduğu haliyle devrimci durum ile bağını kurmaya çalışalım. Ancak belirtelim ki, TKP sürecin başından itibaren devrimci bir yön taşımadığı iddiasında bulunduğu için, aşağıda, belirtici olması bakımından bir yıl öncesinin gelişmelerini ele aldık.

 

AYAKLANAN HALK.. DEVRİLEN DİKTATÖRLER…

Tunus: Ülke çapında yaygın protesto gösterileri örgütlendi, kamu binaları işgal edildi, yaygın grevler gerçekleşti. 23 yıldır işbaşında olan Zeynel Abidin bin Ali ve ardından Başbakan Muhammed Gannuşi ülke dışına kaçtı. Siyasi polis teşkilatı dağıtıldı, siyasi mahkumlar serbest bırakıldı ve eski iktidar partisi RCD dağıtıldı.

Mısır: Ülke çapında yaygın protestolar oldu. Yüz binler, Arap ayaklanmalarının simgesi haline gelen Tahrir Meydanı’nı işgal etti. İşçiler ücretlerinin artırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle greve gittiler. Göstericiler kamu binalarını işgal ettiler. Devlet binaları ve polis merkezleri ateşe verildi. Hapishaneler basılarak mahkumlar salıverildi. 30 yıldır devlet başkanı olan Hüsnü Mübarek ve Başbakan Ahmet Şefik istifa etti. Devlet Güvenlik Soruşturma Servisi kapatıldı, iktidar partisi ve parlamento dağıtıldı. Siyasi Polis komutanlarından çok sayıda general görevden alınıp tutuklandı.

Cezayir: 19 yıllık olağanüstü hal uygulamaları kaldırıldı, ekonomik tavizler verildi.

Ürdün: Yaygın halk gösterileri örgütlendi. Kral Abdullah, Başbakan Rıfai’yi ve hükümeti görevden alarak tepkileri yatıştırma yoluna gitti.

Umman: Sultan Kabus bin Seyd El Ebu Seyd gösteriler karşısında geri adım atarak, bazı bakanları görevden aldı. Halka bir dizi ekonomik tavizler vermek zorunda kaldı ve Umman Meclisi’ne yasama yetkisi vermek zorunda kaldı.

Yemen: En yaygın protesto ve çatışmaların yaşandığı ülkelerden biri Yemen’di. Gösteriler sonucu iktidar partisinden pek çok milletvekili istifa etmek zorunda kaldı. Devlet Başkanı Salih dokunulmazlık verilmesi durumunda istifa etmeyi kabul etti. Süre kazanmaya yönelik manevraları reddedildi ve Başkan Salih iktidarı bırakmadan tedavi olmak üzere gittiği Suudi Arabistan’dan dönüp, pazarlıkla çekilerek hükümeti devretti; şimdilerde ABD’de kalmaya devam ediyor.

Fas: Gösterilerin yaygınlaşması karşısında Kral Muhammet halkın yaşamını iyileştirmeye yönelik bir dizi ekonomik taviz vermek zorunda kaldı. Yolsuzlukları önlemek üzere önlemler alınmaya başlandı. Seçimler düzenlendi, parlamento yetkilendirildi.

Bahreyn: Gösteriler Kral’ın “davet” ettiği Suudi Arabistan ve Ürdün askerlerince bastırıldı. Ancak bununla birlikte, Kral Hamad ibn İsaAl Khalifa ekonomik ve siyasal tavizler vermek zorunda kaldı. Bazı bakanlar görevden alınırken, siyasi tutuklular serbest bırakıldı.

Kuveyt: Yaygın gösterilerin olduğu ülkede polisle bedeviler arasında çatışmalar yaşandı. Hükümet istifa etmek zorunda kaldı.

Libya: Emperyalistler doğrudan askeri müdahalede bulundu. Kaddafi rejimi askeri operasyonlarla yıkıldı ve Kaddafi “muhalif güçler” tarafından öldürüldü. Yeni rejimin ne yönde şekilleneceği sorunu henüz çözülebilmiş değil, aşiretler arası kavga ve çekişmeler sürüyor.

Suriye: Libya dışta tutulduğunda emperyalistlerin diğer ülkelere göre daha açıktan müdahale ettiği bir süreci yaşıyor. Suriye’de yekpare bir muhalefetten söz etmek mümkün değil. Kitlesel muhalefet her türlü dış müdahalelere karşı çıkan bir çizgide hareket ederken, muhalefetin bir bölümü (Müslüman Kardeşler) ise dış müdahaleye davetiye çıkartarak işbirlikçi bir çizgide hareket ediyor. Esad rejiminin kısa bir sürede çökeceğini söylemek mümkün değil. Buna karşın, Beşar Esad durumun yeterince farkında ve rejimini ayakta tutabilmek için bir dizi reforma yönelmiş durumda.

Aktarılanlardan da görüleceği gibi, alttaki sınıflar” eskisi gibi yaşamak istemezlerken; “üstteki sınıflar” da eskisi biçimde yaşayamaz hale gelmişlerdir. Bunun sonucunda, “bunalımlı dönemlerde bile zorlanmadığı takdirde ‘devrilmeyen’ diktatörlük rejimleri işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerinin yığın eylemleriyle Tunus ve Mısır’da olduğu gibi yıkılırken, diğer ülkelerde yönetimleri tavizler vererek uzlaşmaya zorlamıştır. Özellikle üst yapıda (dar anlamda siyasal devrim denebilecek) önemli değişimlere yol açan bu gelişmeler Arap coğrafyasında devrimci bir durumun varlığına delalettir. (dipnot8)

Ne ki, on yıllar boyu hüküm sürmüş (Zeynel Abidin bin Ali 23, Hüsnü Mübarek 30 yıl) muktedir diktatörler alaşağı ediliyor, siyasi polis, istihbarat örgütlenmeleri, dayanakları siyasi örgütleri (siyasi partiler) dağıtılıyor, karakollar ateşe veriliyor, cezaevleri basılıp mahkumlar salıveriliyor, hükümetler ve meclisler lağvedilip seçim kararları aldırtılıyor, siyasal özgürlük ve ekonomik haklar için genel grevler örgütleniyor; gelgelelim TKP bütün bu olanlarda devrimci bir yan bulamıyor, bu yüzden gelişmeleri (süreci)devrimci saymıyor, tersine emperyalizmin kanlı planlarına çanak tuttuğunu iddia ediyor. Bu tutum karşısında, insanın, Arap işçi sınıfı ve halklarının TKP’den “devrimci beratı” alabilmeleri için daha ne yapmaları gerekir diye sorası geliyor.

Üçüncü bir yol icat edilmediğine göre, bir şeye ya karşısındır ya da o şeyi destekliyorsundur. Tarafsızlık varolan statükoyu desteklemektir çünkü. Ortada “yesinler bir birlerini” deyip, aralarındaki çelişkilerden yararlanılacak düşman güçler de yok. Bir yanda, emperyalistler ve onların işbirlikçileri ve koruyup kollayıcıları olarak diktatörlük rejimleri, diğer yanda bu gerici cepheye karşı ekmek ve özgürlük talepleriyle ayağa kalkmış halk kitleleri… Sorun bu ölçüde net. Sen kimi destekliyorsun, onu söyle. NeymişLeninistler, sadece meşru ve haklı bir temel üzerinde gelişiyor diye bir halk ayaklanmasının devrimci karaktere sahip olması için yeterli olmadığı önermesi üzerinde hareket eder”miş. Çok güzel! Öyleyse Arap ayaklanmalarının bölgede emperyalizmi güçlendiren mi, yoksa zayıflatan mı bir etkide bulunduğunu söyleyeceksin. TKP kendisini Arap ayaklanmalarının karşısında konumlandırarak, fiilen emperyalistlerin mevzisine düşmüş durumda. Bir de başkalarına “devrimcilik dersi” vermeye kalkıyor.

 

DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE SOSYALİZM

TKP Arap ayaklanmalarına verili koşullarda işçi sınıfı, emekçiler ve halkın devrimci görevlerini yerine getirip getirmeme bağlamında değil, doğrudan bir sistem olarak (işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesi yönüyle) sosyalizmi getirip getirmediği bağlamında yaklaşıyor. Bu yüzden, sosyal ve özellikle siyasal cephedeki kazanımlara dudak büküyor; “gelişmelerin hiçbir şekilde devrimci olmadığı tezini asıl olarak herkesin bildiği bir gerçeğe; hareketin kendiliğinden hareket olma yönünün öne çıkmasına ve devrime önderlik edecek özne yokluğuna dayandırıyor. Diyelim ki, özne yok. Bu durumda bir devrimcinin görevi bu mücadeleler içinde özneyi inşa etmek için çalışmak değil midir? Ötesi sınıf mücadelesinden yan çizmek anlamına gelmez mi?

Kaldı ki, Mısır ve pek çok ülke için devrimci özne (sosyalist bir partinin varlığı) açısından durum böyle olmakla birlikte, Tunus’ta devrime önderlik edebilecek devrimci bir programa ve işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri içinde hatırı sayılır bir örgütlenme düzeyine sahip Tunus İşçileri Komünist Partisi vardı. Ancak bu durum, Tunus’ta da -şimdilik kaydıyla da olsa- bugünkünden daha ileri bir sonucun çıkmasını sağlamaya yetmedi. Çünkü, işçi sınıfı ve halkın bilinç ve örgütlülük düzeyi pek çok şeyi koşulluyordu; çünkü, Arap işçi sınıfı Lenin’in ifadesiyle “demokrasi için savaşım okulunda okumaya”, sosyalizm mücadelesinde eğitim görmeye henüz yeni başlamıştı.

TKP’nin Arap ayaklanmaları sürecinde devrimci bir yan görmeyişinin nedeni tam da bu noktada karşımıza çıkıyor. TKP demokrasi mücadelesiyle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi doğru temelde kuramıyor; Lenin’in eleştirdiği üzere, sosyalist devrimi tek bir hareket, bir cephede tek bir muharebe olarak görürken, demokrasi uğruna savaşımın da proletaryanın dikkatini sosyalist devrimden başka yöne çektiğini düşünüyor. Oysa; Sosyalist devrim tek bir hareket, bir cephede tek bir muharebe değil, çetin sınıf savaşlarının yer aldığı bütün bir çağ, tüm cephelerde, yani ekonomi ve siyasetin tüm sorunları üzerine uzun bir muharebeler dizisidir. … Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini, ya da bu devrimi gözden gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz.” (Dipnot9)

Lenin’den devam edelim. Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir – ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir… (Dipnot 10)

Kitlelerin gerçek eğitimi hiçbir zaman, bizzat kitlelerin bağımsız politik ve özellikle de devrimci mücadelesinden ayrı ve onun dışında gerçekleşemez. Sömürülen sınıfı eğiten, güçlerini ölçmesine olanak sağlayan, ufkunu genişleten, yeteneklerini geliştiren, onu aydınlatan, iradesini çelikleştiren ancak mücadeledir..” (Dipnot11)

Lenin, demokrasi için mücadeleyle sosyalizm arasındaki ilişkiyi işte böyle koyuyor. Demokrasi mücadelesi içinde eğitilmeden işçi sınıfının sosyalist devrim yapma yeteneği kazanamayacağını ısrarla vurgulayan Lenin, kitlelerin devrimci mücadele içinde eğitilebileceğini, kendi deneylerinden öğrenerek ilerleyebileceğini söylüyor. Arap işçi sınıfı ve emekçi halkı işte bu süreci yaşıyor ve daha şimdiden (TKP’nin 1848 devrimleri için söylediği ayırdedici yan da dahil olmak üzere) muazzam deneyimler edinmiş bulunuyor.

Mısır ve Tunus’ta İslamcı partilerin (Müslüman Kardeşler, Selefiler) seçimlerin galibi olmaları, TKP’nin “gelişmeler başından beri devrimci değil” tezini haklı çıkarmıyor, tersine sınıf mücadelesinin yeni koşullar altında değişik biçimlere bürünerek sürdüğünü gösterirken; bütün toplumsal sınıfları içine alan altüst oluş dönemlerinde, kim ne kadar örgütlüyse süreçten ancak o ölçüde yaralanabileceği tezini tarihsel olarak bir kere daha deneyimliyor. Neoliberal siyasal İslamcılar, Mısır’da da, Tunus’ta da işçi sınıfı ve devrimci güçlere göre daha örgütlüydüler, geleneksellikten de beslenen dayanakları daha güçlüydü. Müslüman Kardeşler, halkın gözünde yalnızca diktatörlere karşı mücadele yürütenler olarak değil, aynı zamanda anti Amerikancılar olarak da biliniyordu. Dahası, açlıktan kırılan yoksul tabakalara bir dilim ekmek de olsa veren (bizde AKP başta olmak üzere neoliberal İslamcı parti ve örgütlenmelerin yaptıkları erzak yardımları hatırlansın) bir “sosyal dayanışma” örgütü kimliğine sahipti.

Arap ve İslam dünyası, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ çerçevesinde ABD tarafından desteklenen ve ‘ılımlı’ olarak adlandırılan İslamcı güçlerin etkisi altındaydı. Bu güçler, ABD’nin ve Siyonistlerin çıkarlarına dokunmama işaretleri vermişlerdi. Nitekim bizim ülkemizdeki İslamcı güçlerin aynı işaretleri vermelerinden sonra, bunlarla Katar ve Suudi Arabistan arasında anlaşmalar yapıldı, seçim kampanyası sırasında maddi olarak bu ülkeler tarafından finanse edildiler. Bizim öngörmediğimiz bir diğer konu da; İslamcılar ben Ali diktatörlüğü yılları boyunca baskı altına alınmışlardı ve Tunus halkının bir kısmı, seçimlerde bunları, rejimin kurbanı oldukları, özgürlük uğruna hayatlarını kaybettikleri ve hapishanelerde kaldıkları için destekledi. Bir diğer faktör de, İslamcı güçlere sağlanan medya desteği oldu. Basın, yayın organlarında İslamcılar lehine yoğun propaganda yapıldı. Gerici ve burjuva güçlerin hizmetindeki kara para oyların satın alınmasında kullanıldı. Bilinç seviyesi düşük olan kitleler, partilerin programlarına değil, ama vaatlere oy verdiler…(…) Tunus toplumunda yeni bir kutuplaşma var. Bu kutuplaşma, liberallerin öne çıkarmaya çalıştığı gibi, İslamcılar ile ‘çağdaşlar’ arasında değildir. Bize göre, toplumumuzdaki kutuplaşma, birincisi, Ennahda’nın başını çektiği emperyalizmin hizmetindeki gerici güçler; ikincisi, liberal demokrat muhalefet; üçüncüsü, başlarında Essebsi’nin bulunduğu ve yeni bir merkez partisi kurmaya çalışan eski RCD artıkları ve burjuva gericiler ve dördüncüsü, devrimci demokratik güçlerden oluşan bir kutuplaşmadır… (…) Devrimci süreç hala devam ediyor… Daha iyi örgütleneceğiz, hilelere karşı daha uyanık olacağız, burjuvazinin oynayacağı yanıltma ve dini alet etme oyunlarına karış uyanık olacağız… (…) ben Ali rejiminin yıkılması için 23 yıl bekledik, şimdi de halkımızın kendi deneyimleriyle devrimci olmayan mevcut gerici hükümete karşı mücadeleye atılması için biraz daha bekleyebiliriz. Halkımız kendi deneyimleriyle dostlarını, partisini seçmeyi bilecektir.(Dipnot12)

Monder Kalfaoui’nin sözlerinden de anlaşıldığı gibi, Arap işçileri ve halkları kendi mücadelelerinden dersler çıkartarak, ortaya çıkan yeni sınıf güç ilişkilerine uygun bir hatta mevzilenerek, sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getiriyorlar.

Bu özgüvenle, ayaklanmanın yıldönümünde “yeniden devrim” şiarıyla meydanları doldururken, kendilerini gerçek siyasal ve sosyal kurtuluşa götürecek yeni muharebelere hazırlanıyorlar. TKP, varsın her şeye muktedir bir emperyalizm ürküntüsüyle “kesinlikle devrimci değil” diye söylenmeyi sürdüredursun, Arap coğrafyasında yaşanan, desteklenmesi gereken devrimci bir süreçti ve hala sona ermiş olmaktan uzaktır.

DİPNOTLAR:
Dipnot 1: “Emeğin Özgürlüğü” adlı blogun, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş ile 02. 11. 2011 tarihli söyleşisinde, Alper Taş’ın “ÖDP yaşanan Arap Baharı’nı kapitalizmi sorgulayan isyanlar kategorisinde mi değerlendiriyor?” sorusuna yanıtı: … İsyanlar, işsizliğe yoksulluğa başkaldırı olarak gelişti. Ama emperyalistlerin bu hareketlilikleri önce kontrol edip sonra da yön verdiğini görmemiz gerekiyor. Yaşanan isyanlar, emperyalizmin bölgede yeniden tahakkümü için bir araç olarak kullanılıyor. Ama süreç bitmiş sayılmaz.” şeklinde olmuştur.

Dipnot 2: 9-11 Aralık 2011 tarihinde Atina’da yapılan 64 ülkeden 78 örgütün katılımıyla yapılan “Gelecek Sosyalizm” başlıklı konferansa TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın sunduğu metin. Kemal Okuyan katılımcılara bu konuşmanın yazılı metnini dağıtmış, fakat konuşma sırası geldiğinde, “Yoldaşlar, size dağıttığım konuşmayı yapmayacağım” diyerek, irticalen TKP’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarına karşı tutumunu tekrar etmiştir. Kısaca, Tunus ve Mısır’da başlayan hareketlerin başlangıçta ileri hareketler gibi göründüğü, ama aslında başından beri olduğu ve gelinen son noktanın da gösterdiği gibi, bu ayaklanmaların emperyalistlerin bölgedeki kapsamlı planının bir parçası olmaktan öteye gidemediği tespiti yinelenmiştir.

Dipnot 3: 11-12 Nisan 2011 tarihinde Bürüksel’de yapılan “ Avrupa Komünistler Toplantısı”nda Kemal Okuyan’ın sunduğu metin.

Dipnot4: Bilindiği gibi, 1848 Şubat devrimiyle iktidar monarşiden, burjuvaziye geçmiştir. Devrime burjuvaziyle birlikte katılan işçi sınıfı burjuvazi tarafından iktidardan bütünüyle dışlandığı ve kendisine hiçbir hak tanınmadığı için Paris proletaryası, kendi bağımsız sınıf (talepleri) çıkarları uğruna 1848 Haziran’ında burjuvaziye karşı ayaklanmaya girişir, ayaklanma burjuva hükümet tarafından kanla bastırılır.

Dipnot 5: Karl Marks, Fransa’da Sınıf Savaşımları. Sol Yayınları, üçüncü baskı, sf. 41

Dipnot 6: Agy, sf. 43

Dipnot 7: Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, altıncı baskı, sf. 102

Dipnot 8: Gerçi, TKP çevresinde İlker Belek gibi yaşanan süreci “devrimci durum” olarak görenler de var. Bu durumu TKP’de yaşanan kafa karışıklığına yormak mümkün olmakla birlikte, nihayetinde Belek de gelip bağladığı yer itibariyle aynı noktada durmaktadır: “Mısır’da 2011 başında devrimci bir durum söz konusuydu. Ancak Mısır’ın sosyalist devrimci bir partisi yoktu. O nedenle daha başından o devrimci durumdan devrim çıkmayacağı ve hatta o devrimci durumu karşı devrimin kullanacağı belliydi. İçinden sosyalist devrimin çıkmayacağı durum devrimciydi. Çünkü durumun öznesi yoktu.” İlker Belek’in “Arap Baharı”nın yıldönümü vesilesiyle “Devrimci Durum”a bakış adlı Sol Haber Portal’da yayınlanan makalesinden.

Dipnot 9: Lenin’in “sosyalist devrim ve demokrasi uğruna savaşım” adlı makalesinden.

Dipnot 10: Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., 1. baskı, sf. 24

Dipnot 11: Lenin, Seçme Eserler, Cilt 3, sf. 17, İnter Yayınları

Dipnot 12: Özgürlük Dünyası, Şubat 2012 tarihli 226. sayı. Tunus İşçileri Komünist Partisi Politik Büro Üyesi Monder Kalfoui ile yapılan röportaj. Sf. 69, 71, 72

“Emperyalist ekonomizm”in güncelliği

Lenin’in 1915 ilkbaharında yazdığı birbirine bağlı üç makale, “Emperyalist Ekonomizm – Marksizmin bir Karikatürü” adıyla Türkiye’de ilk kez 1979 yılında yayımlanmıştı.

Ulusal sorun ve özellikle de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi üzerine yazılmış bu makaleler, dönemin özellikleri bakımından Türkiye açısından çok önemliydi. Genel olarak halk muhalefetinin devrimcileştiği o koşullarda, Kürt ulusal sorunu da ağırlıklı olarak gündeme oturmuş, bütün devrimci siyasi hareketler içinde ulusal sorun ve buna bağlı sorunlar kimi zaman oldukça sertleşen tartışmaların konusu olmaya başlamıştı. Pek çok devrimci-demokrat örgüt içinden Kürt devrimciler ayrılarak kendi örgütlerini kuruyor, mücadele ve örgütlenme çizgilerini kendi koşullarına göre yeniden inşa ediyorlardı.

Türkiye solu içinde, oldukça geniş fakat bugünden bakınca pek de derinliği olmayan bir tartışma içinde Kürt sorunu defalarca ve farklı boyutlarıyla ele alındı. Ancak dönemin koşulları içinde bu tartışmanın, Kürdistan’ın sömürge olup olmadığı, Kürt devrimcilerin ayrı örgütlenme hakları bulunup bulunmadığı gibi bugün önemini tümüyle yitirmiş iki belirleyici noktaya takılıp kaldığını söyleyebiliriz. O gün hararetle tartışılan başka pek çok konu da, günümüz devrimcileri bakımından gereksiz hatta gülünç bulunabilir.

“Tarihin demir süpürgesi” ortalığı çoktan tozdan dumandan arındırmış gibi görünse de, “Emperyalist Ekonomizm – Marksizmin Bir Karikatürü” adlı derleme, belki de o günlerde olduğundan daha büyük bir dikkatle bugün de okunmayı hak ediyor. Çünkü bu üç makalenin ele aldığı konular, eleştirdiği görüşler hâlâ “yeni ve yepyeni” görüşler kılığında karşımıza çıkabiliyor.

Makalelerin önemi, yalnızca belli siyasi taktiklerin değerlendirilmesi bakımından değil, aynı zamanda Marksizmin ilkesel bütünlüğünü anlama bakımından da geçerliliğini koruyor.

Bu yüzden kitabın incelenmesini, ilkeler ve taktikler açısından iki bölümde yapacağız.

UKTH (ULUSLARIN KADERLERİNİ TAYİN HAKKI) VE LENİNİZM

Marksizmi emperyalizm çağının Marksizmi olarak tanımlayan Stalin, basit bir formül ileri sürmüyordu. Emperyalizm çağıyla birlikte yalnızca kapitalizmin özellikleri değişmekle kalmamış, aynı zamanda devrimin sorunları da çeşitlenmiş ve proleter devriminin cephesi genişlemişti. Örneğin, kapitalizmin tekel öncesi çağında “burjuvazinin işi” olarak görülen pek çok sosyal ve siyasal ilerleme, artık büyük ölçüde proletaryanın devrimci görevleri haline gelmişti. Burjuvazinin devrimci misyonunu yitirmesi hakkındaki önerme, bir yandan da burjuva devrimciliğinden tarih adına beklenen kimi görevlerin hâlâ yerine getirilmemiş olduğuna işaret ediyordu. Burjuvazi tekelci-emperyalist haliyle “devrimci barutunu tüketti” diye, bu görevlerin yerine getirilmesi gereği ortadan kalkmıyordu. “Demokratik devrim” kavramı bu koşulların ürünüydü. “Demokratik devrimde proletaryanın görevleri” diye yeni bir başlık açma gereği de bu yüzden doğmuştu.

UKTH sorunu da, bu kapsamda devrimci proletaryanın ele alması gereken problemlerden biri halini aldı.

Lenin, sözünü ettiğimiz kitap içinde yer alan, “Gelişen Emperyalist Ekonomizm Eğilimi” başlıklı ilk makalede şunları yazıyor:

1894-1902 yılları arasında görülen eski ekonomizmin mantığı şuydu: Narodnik teoriler çürütülmüştür; Rusya’da kapitalizm zafer kazanmıştır. Bu durumda siyasal devrim söz konusu olamaz. Pratik vargı şudur: Ya ‘iktisadi savaşım işçilere, siyasal savaşım liberallere bırakılmalıdır’ –bu sağa doğru bir sıçrayıştır– ya da siyasal devrim yerine, sosyalist devrim için genel greve gidilmelidir…

Şimdi yeni bir ekonomizm doğuyor Onun mantığı da benzer biçimde iki sıçrayış üzerine kuruludur: ‘Sağa doğru’ –biz ‘kendi kaderini tayin hakkına’ karşıyız (yani ezilen halkların kurtuluşuna, toprak ilhaklarıyla savaşıma karşıyız–… ‘Sola doğru’ –biz sosyalist devrimle çatıştığı için asgari programa karşıyız (yani reformlar ve demokrasi için savaşım verilmesine karşıyız)–.” (sf. 7)

Kalıplar içinde düşünen ve böyle siyasi programlar, taktikler inşa edenler karşısında Lenin’in durumu şöyle görünüyor: Lenin, sosyalist devrim için mücadeleye, sosyalist devrim programına karşıdır; bunlar yerine reformlar, düzen içi çözümler öneren bir burjuva politikacısıdır! Daha da ileri götürüldüğünde, Lenin’in sosyalizmin çözeceği problemleri burjuva-kapitalist çerçevede çözmeye çalıştığı; dolayısıyla sosyalizmi istemediği sonucunu çıkaranlar olmuştur, günümüzde de Lenin’e yöneltmeye cesaret edemeseler ve üstelik hatta Leninizm adını kullansalar bile, Lenin’in bu aynı görüşlerini savunanlara benzer biçimde suçlamalar yöneltenler olmaktadır!

Oysa Lenin, “eski” ekonomizme karşı mücadelesinde önerdiği propaganda, ajitasyon ve örgütlenme planıyla ne ölçüde çığır açıcı ise, UKTH ve diğer demokratik reform taktikleriyle de, emperyalizm çağının devrimci mücadele taktikleri konusunda o kadar ileri ve evrenseldir.

Onun eleştirdiği sağ ve “sol” karşı çıkışların genel mantığında devrimi ilerletebilecek olanaklar üzerinde düşünmek yerine, görünüşte çok “mantıklı”, “devrimci-sosyalist” programlar yapmak vardır. İşçilerin ve ezilen halkların mücadelesini ilerletmek, ayrı gelişen bu iki toplumsal gücü asgari noktalarda olsun birleştirmek, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin saflarını genişletmek Lenin’in hedefiyken, diğerleri keskin ama içi boş, toplumsal ve siyasal karşılığı bulunmayan “büyük laflarla” uğraşmaktadırlar.

Rahmetli ekonomizm, kapitalizmin doğuşuyla demokrasi savaşımını nasıl birbirine bağlayamamışsa, o da emperyalizmin doğuşunu reformlar ve demokrasi için verilecek savaşımla nasıl bağlayacağı sorununu çözememiştir.

Bunun sonucu, emperyalizm döneminde demokratik isteklerin ‘elde edilemezliğine’ varan bir kargaşadır.

Bunun sonucu, siyasal savaşımın, bugün, şimdi, derhal ve her zaman için yadsınmasıdır ki, bir Marksist buna izin veremez…

Bunun sonucu, (rahmetli ekonomizmin, kapitalizmi tanıyıp anlamak yerine onu mazur gösterme çabasına kayması gibi) emperyalizmi tanıyıp anlamak yerine ısrarla onu mazur gösterme çabasına ustalıkla ‘kaymak’tır.” (sf. 10)

Marksizmi, Marksizmin yeni ve yüksek bir aşaması yapan özelliklerinden biri de, yeni koşullarda ve özellikle de somut devrimci durum süreçlerinde uygulanabilecek esnek, ama ilkeleri bakımından çelik gibi sert taktik ilkeler koymaya uygun bir teorik bütünlüğe sahip olmasıdır. Bazen birilerinin dediğinin aksine, bunlar, Lenin’in geçici ve özel durumlar için ortaya attığı görüşler değildir. Her şeyden önce, UKTH gibi bir sorun, bütün emperyalizm çağı boyunca (yani günümüzü de kapsayacak bir zaman genişliğinde) dünyanın pek çok bölgesinde demokratik talepler listesinin başında bulunmaya devam etmektedir. Bir mücadele konusu olmaya devam ettiği gibi, işçi sınıfı hareketinin müttefiki olarak taşıdığı önemi de korumaktadır. Kuşkusuz, ülkeden ülkeye ve emperyalistlerce uygulanan politikaların güncel içeriğine bağlı olarak farklı biçimler kazanabilmekte, hatta kimi zaman, örneğin geçtiğimiz yıllarda Yugoslavya’nın parçalanmasında olduğu gibi, emperyalistler tarafından bizzat kendi politikalarının parçası haline de getirilebilmektedir. Ancak bu durum, ezilen halkların mücadelesi karşısında Leninistlerin ilkesel tutumunu etkilemeyeceği gibi, işçi sınıfının demokratik haklar için mücadelesinin bir parçası olma özelliğine de son vermemektedir. Çünkü ezilen halkların mücadelesi karşısındaki tutum, yalnızca siyasal ve taktik bir gereklilik değil, aynı zamanda ideolojik bir zorunluluktur da.

 

TAKTİK BOYUTUYLA UKTH

Rusya’nın siyasal yapısı, Rus olmayan halklar için “büyük bir hapishane” idi. Çarlık despotizmine karşı mücadelede halkların muhalefeti önemli bir potansiyeli temsil ediyordu. Fakat ulusların ezen ve ezilen olarak bölünmesi gerçeği yalnızca Rusya’ya özgü bir durum değildi. Avrupa’da pek çok ülkede farklı ulusal topluluklar üzerinde egemen ulus baskısı ve sömürüsü kapitalizmin o çağdaki gelişme düzeyine rağmen devam ediyordu. Dolayısıyla Bolşeviklerin UKTH konusundaki tutumları, yalnızca Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni değil, Avrupa’nın diğer sosyalist ve komünist partilerini de ilgilendiriyordu. Dolayısıyla sorunun tartışılması enternasyonal bir çerçevede yürüyordu. 1914’te Lenin, 1875, 1880 ve 1892’de yazılmış olan “Batı Avrupalı sosyalistlerin programları”nda, “kendi kaderini tayin hakkını aramanın saçma” olduğunu yazmıştı. Tarihsel olarak henüz politik ve taktik bir önem göstermeyen bu sorunun geçmiş yüzyıla ait belgelerde yer alması elbette beklenemezdi. Ama artık Birinci Emperyalist Savaş’ın sonuçları alınmaya ve bütün Avrupa’da uluslararası rejimin yeniden kurulmaya başladığı bir dönemde, bu sorun, artık Lenin için “ivedilikle ele alınması gereken” bir sorun halini almıştı.

Sosyalist politikanın pratik olarak hangi sorunlar üzerinde yoğunlaşacağı, hangilerini öncelikle ele alacağı ya da hangilerini erteleyebileceği dolaysız olarak tarihsel koşullara bağlıdır. Lenin’in bu iki farklı tavrını bu gerçek açısından yorumlamak gerekir. Ne var ki, incelediğimiz makaleler, Lenin’in tartışma konusu yaptığı “emperyalist ekonomistler”in bu esnekliği hiç anlamadıklarını görebiliyoruz. İki farklı döneme ilişkin farklı görüşler söylemiş olan Lenin, onlar tarafından tutarsızlıkla ve “mantıksızlıkla” suçlanıyor! Diğer yandan yine aynı çevreler, sosyalizm uluslara zulmedilmesinin maddi temellerini ortadan kaldıracağına göre, sosyalistlerin bu konuda siyasal hedefler belirlemesinin gereksiz olduğunu ileri sürmektedir.

Lenin, bu görüşleri “Marksizmin ve mantığın reddi” olarak nitelemektedir.

Çünkü Lenin’in politika anlayışına göre, herhangi bir sorunun sosyalizm tarafından nihai olarak çözüleceğini söyleyerek onun bugün bir sorun olarak ele alınmasını reddetmek, doğrudan doğruya sosyalizm için mücadeleyi reddetmek anlamına gelmektedir.

Sosyalizm için yürütülen mücadelenin çok farklı toplumsal alanların tümünü kucaklayan ve bu farklı alanları belli bir ilkeye göre içten bağlarla ören bir bütünlüğünü olduğunu görmeyenler için, örneğin UKTH, sosyalizmin çözeceği, öyleyse sosyalizm için mücadelenin bugünden konusu olamayacak bir alan halinde görülebilmektedir. Yaklaşık 100 yıl öncesine ait bu tartışmanın günümüzde de yaşanabilmesi şaşırtıcı gelebilir; ama biliyoruz ki, Kürt sorunu söz konusu olduğunda “bunu sosyalizm çözecektir, öyleyse biz sosyalizm için mücadele edelim, bırakalım o sorun için mücadeleyi başkası yapsın” diyenler, burada, bugün, burnumuzun dibinde bulunmaktadır.

Lenin, sosyalizm için mücadeleyi, hiçbir zaman birbirinden kopuk ve birinden diğerine geçişi sıraya konulmuş tarzda anlamamıştır.

Toplumsal hareketi bir bütün olarak görmek, hareketin dinamikleri arasındaki içsel bağıntıları ve bunların birbirine nasıl bağlandıklarını anlamak, gerektiğinde bu bağlantılar üzerinde etkide bulunarak hareketin yönünü ve içeriğini değiştirmenin yollarını aramak, devrimci politikanın temel özelliğidir. Leninist politika anlayışı, bu diyalektik yapısıyla özgündür. Devrimci taktikler ancak bunun sonucu olarak doğabilir. Diyalektik olmayan bir bakış açısı ise, genelde hareket halindeki toplumsal unsurları görür: ama bunlar arasındaki bağlantıları, bunların oluşturduğu bütünlüğü görmez. Unsurları sıraya koyar, biri bitmeden diğerinin başlayamayacağını düşünür. Farklı unsurlar arasındaki çelişmeyi mutlaklaştırır ve birlikte ele alınmalarının imkânsız ya da gereksiz olduğuna karar verir. Oysa hayat böyle akmıyor. Bir yandan Kürt sorununu oluşturan olgular, diğer yandan sosyalizmi zorunlu kılan kapitalist sömürü, emperyalizmin çelişmeleri, uluslararası çelişmeler… ara vermeden ve birbirini beklemeden devam edip gidiyor. Gerçeklik sıra tanımıyor. Hiçbir toplumsal olay, bir diğerinin başlamasını ya da bitmesini beklemiyor. Her şey aynı zamanda ve birbiri içinden akıp gidiyor. Önemli olan, hangi unsurun, diğerine nasıl, hangi amaçla ve hangi hedefi gözeterek devrimci politikanın ihtiyacını karşılayacak biçimde bağlanacağını bulabilmektir.

Kürt sorununa ve genel olarak UKTH’ya bakışı da taktik açıdan incelemek demek, budur. Herhangi bir parti, örgüt ya da yalnızca bir görüş olarak kendisini ortaya koymuş olanlar, bugün ve Türkiye’de Kürt sorunu ile sosyalist hedefler arasında ilişki kurarken bu özelliklere dikkat etmiyorsa, bir başka deyişle konuyu sosyalist siyasi mücadelenin ihtiyacı açısından ele almıyorsa, tartışmaya değmez.

Bunun ötesinde, sosyalizm, komünizm, emperyalizme karşı savaş vb. gibi büyük sözler ardına saklanıyor, sorunu küçümsüyor, bir başka yüce hedef için erteliyor ya da hatta sosyalizme aykırı ve düşman bir konuma itiyorsa, yine tartışmaya değmez.

 

DEMOKRASİ İÇİN MÜCADELENİN İDEOLOJİK VE TAKTİK ÖNEMİ

Bireylerin yaşamındaki ya da ulusların tarihindeki her bunalım gibi, savaş da bazılarını baskı altına alır ve ezer, bazılarını çelikleştirir ve yeni bilgilerle donatır.

Bu gerçek, kendini sosyal-demokrasinin savaş hakkındaki düşünüşünde ve savaşla ilgili olarak da gösteriyor. Çok gelişmiş bir kapitalizmin ürünü olan emperyalist savaşın nedenleri ve önemi, böyle bir savaşa ilişkin sosyal demokratik taktikler, sosyal-demokratik hareket içindeki bunalımın nedenleri vb. üzerinde ciddi olarak düşünmek başka bir şeydir, savaşın düşüncemizi baskı altına almasına izin vermek, onun yarattığı korkunç izlenimlerin ve azap verici ağırlığı altında düşünmekten ve tahlil etmekten vazgeçmek başka bir şeydir.” (sf. 17)

Savaş ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı sorunu, emperyalizm çağının bir özelliği olarak, ikisi aynı dönemde birlikte ortaya çıkıyorlar. Çözümleri de çoğu kez birbirine bağlı olarak doğuyor. Ya bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı için verdiği mücadele uluslararası bir savaşa bağlanıyor ya da uluslararası bir savaş, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı için verdiği mücadeleye bağlanıyor. Tarihin değişik dönemlerinde, dünyanın farklı bölgelerinde bunun pek çok örneği var. Genellikle de her iki sorunun gelişim özelliklerini belirleyen ortak bir zeminleri bulunuyor. Lenin, sorunlar ve olgular arasındaki bu ilişkiden hareket ederek, sosyal-demokrasinin (dünya çapındaki sosyalist hareketin) ideolojik ve taktik sorunlarını tartışıyor ve ilkeler düzeyinde cevaplar üretiyor.

Bir kısım sosyalist, bunlar arasında özellikle Kievski, emperyalist savaşın büyük bir yıkım ve vahşetle insanlığın üzerine çöktüğü koşullarda, UKTH’yı tartışmayı, hele sosyalistlerin programlarına konulmasını kabul edemiyor. “Böylesine korkunç bir yangının ortasında…” bu konuyu tartışmanın ne anlamı var?

Emperyalist Ekonomizm – Marksizmin Bir Karikatürü” adlı derlemenin ikinci makalesi, “P. Kievski’ye Yanıt” başlığını taşıyor ve özellikle ata topraklarının savunulması deyimiyle özetlenen ulusal sorun ile savaş arasındaki ilişkinin ele alınışını tartışıyor.

Lenin, “ata topraklarının savunulması” sloganının iki yönlü özelliğine vurgu yapıyor. Emperyalistler arası savaşta bu sloganın kullanılmasının bir “yalan” olduğuna dikkat çekiyor; ama öte yandan demokratik ve devrimci bir içeriğe sahip bir savaşta yine aynı sloganın bir “hakkı” ifade ettiğini gösteriyor. “Ata toraklarının savunulması, emperyalist bir savaşta bir yalandır, ama demokratik devrimci bir savaşta değil.” (sf. 18)

Kievski ve aynı görüşte olan diğerlerinin ayırdına varmadıkları budur.

Bir savaş sırasında, görünüş odur ki, ‘haklardan’ söz etmek saçma görünür, çünkü her savaş hakların yerine doğrudan ve sınırsız şiddeti getirir. Ama bu, tarihte savaş sırasında her türlü ‘hak’kın ve her türlü demokrasinin yerine şiddeti koymakla birlikte, toplumsal içeriği ve sonuçları bakımından gene de demokrasi davasına ve dolayısıyla sosyalizme hizmet eden savaşlar (demokratik ve devrimci savaşlar) olduğunu (ve gelecekte de olacağını, olması gerektiğini) unutmamıza yol açmamalıdır.” (sf. 18)

Lenin açısından önemli olan, genel olarak emperyalizm koşullarında demokratik haklar için mücadele etmenin gerekli olup olmadığıdır. Evet, emperyalizm yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmdir, demokrasinin tümüyle yadsınmasıdır, ama bunların doğruluğu kesin olmakla birlikte, demokrasi erişilebilir bir şey olmaktan çıkar mı? Emperyalist savaşın karşısına konulabilecek tek seçenek yalnızca sosyalizm midir? Emperyalist kapitalizm altında demokratik sloganlar ileri sürmemiz bir aldanış ya da hayal midir? Bunları ileri sürdüğümüzde, sosyalist devrim sloganını saptırmış ya da ertelemiş mi oluruz?

Diyalektik bakış açısından, karşıtların birliği yasası gereği, bütün bunların doğru olduğunu kabul etsek bile, karşıtı için de bir olanağı taşıdığını kabul etmemiz gerekir. Lenin, öyle yapıyor.

Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir… Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle yıkılabilir; demokratik dönüşümlerle, en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile devrilmez. Ne var ki demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. . (sf. 20)

Asıl sorun budur. Kapitalist emperyalizm, bütün yıkıcılığı ve despotluğunun yanı sıra, kitlelerdeki demokrasi taleplerinin canlı ve değiştirici özelliğini ortadan kaldıramaz, aksine daha da güçlü kılar. Bu bir olanaktır ve devrimci sosyalizmin bunu nasıl değerlendireceğine bağlı olarak, kapitalizmin ve emperyalizmin nihai olarak ortadan kaldırılmasının bir gücü haline gelebilir. Proletaryayı eğer kapitalizmin mezar kazıcısı olarak görüyorsanız, onun eline kazmayı vermek ve bu kazmayı nasıl kullanacağına dair bir eğitimden geçmesi için yolu açmak görevini yerine getirmeniz gerekir. Demokrasi için mücadele, bunun okuludur.

Yalnızca bu bakımdan da değil.. Emekçi halkın tüm kitlesini, proleterleri, yarı-proleterleri, küçük köylüleri, ancak böyle bir mücadele içinde devlet işlerine katılım için demokratik biçimde örgütlemek ve seferber etmek de ancak bu tutumla mümkün olacaktır. Dikkat edilirse Lenin, demokratik haklar için mücadeleyi, yalnızca bunların kapitalizm koşullarında elde edilip edilmeyeceği açısından değil, bütün halk güçlerinin devrimci tarzda örgütlenip kapitalizmi tümüyle ortadan kaldıracak şekilde seferber edilmesinin bir aracı olarak ele almakta ve konuyu da bu açıdan tartışmaktadır. Diğerleri, sosyalizm hedefi orada dururken, biz kapitalizm koşullarında şu ya da bu demokratik hakkı elde etmek için neden uğraşalım ki diye homurdanırken, Lenin, sosyalizmin temellerinin yaratılması bakımından kitlelerin örgütlenmesi problemi açısından soruna yaklaşmakta ve demokrasi mücadelesini bu açıdan önemsemektedir.

Demokrasi sorununun Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.” (sf. 20)

Makalenin sonraki bölümünde Lenin, geçmişte büyük gürültülerle tartışılan ve hâlâ izleri, etkileri yaşamaya devam eden demokratik devrim-sosyalist devrim ikileminin Marksist çözümünün temellerini atıyor. Bu kavramların ifade ettiği durumu bir “sırayla birbirini izleyen aşamalar” şeklinde anlayan metafiziğe karşı, iç içe geçmiş ve biri diğerinden doğan toplumsal devrimci dönümler olarak anlamamızı sağlayacak örnekler geliştiriyor.

Bu makale, yalnızca UKTH sorunuyla sosyalizm arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağını öğretmekle kalmıyor, genel olarak demokratik haklar için mücadelenin sosyalist devrim bakımından taşıdığı anlamı da büyük bir açıklık ve derinlikle sergiliyor.

Öyleyse, devrimci taktikler üzerine düşünürken, stratejik hedeflerle taktik uygulamalar arasındaki bağı gözetmek kadar, ideolojik sağlamlık ve tutarlılık da büyük bir rol oynamaktadır. Belki de denilebilir ki, Kievski’de görüldüğü gibi, eğer ikincisi yerlerde sürünüyorsa, birincisini sağlamak mümkün olmayacaktır.

 

MARKSİZMİN KOMİK OLMAYAN KARİKATÜRÜ

Kitabın üçüncü makalesi, kitaba adını veren makaledir: “Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm”.

İlk iki makale, UKTH başta olmak üzere, demokratik taleplerle emperyalizme karşı ve sosyalizm için mücadele arasındaki ilişkileri tanımlayan, özel olarak işçi ve emekçi kitlelerin örgütlenme ve mücadeleye seferber edilmelerinde demokrasi için mücadelenin nasıl bir yer tuttuğunu inceleyen makalelerdi. Son makale ise, bu iki makalede ileri sürülen görüşleri daha kapsamlı ve sistemli bir biçimde ele alan, uluslararası örnekleri derinlemesine inceleyen ve tezleri kesinleştiren bir makale olarak yazıldı. Ancak yazıldığı dönemde basılamadı ve Rusya’da ve Avrupa’da elden ele çoğaltılarak dolaştı. 1919’da, yani Ekim Devrimi’nin zaferinden iki yıl sonra basıldı. Biz bu makalede, yalnızca işlenen konuyla sınırlı bilgiler edinmekle kalmıyor, örneğin “Devlet ve İhtilal”, “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi” gibi proletarya devriminin strateji ve taktiğinin geliştirildiği temel eserlerde de rastladığımız bazı çok önemli sorunların ele alınışında Lenin’in hangi verilere ve bunlar hakkındaki hangi tartışmalara dayandığını da görüyoruz. Leninist düşüncenin bütünselliği, Leninist politika sanatının temel özellikleri hakkında kapsamlı araştırma yapmak isteyenler, makalenin bu özelliğinden yararlanabilecektir.

Fakat makalenin güncel bakımdan asıl önemi, emperyalist savaş ve ezilen uluslar ilişkisi hakkındaki Marksist tutumun derinlemesine ele alınmasındadır. Bölgemizde savaş bulutlarının gittikçe yoğunlaştığı bir zamandan geçiyoruz ve özellikle İran’a karşı bir saldırının gündemde olduğu ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki süreçte, emperyalist saldırganlığın bu yeni vahşetini tartışırken, yine 100 yıl önceki tartışma konularıyla karşı karşıya kalacağız. Yine bazı kişiler Bay Kievski’nin keskin “Marksist” tezleriyle boy gösterecekler. “Savaşa karşı tek yol sosyalizm”, “emperyalizmin İran’a saldırısı iki gerici arasındaki savaştır” vb. türünden keskin “devrimci” sloganları duymaya şimdiden hazır olalım.

Gerçekten ciddi bir sosyalist siyasal çevre tarafından dinlenen ve kabul edilen Kievski, emperyalist savaş ve ulusal direnişler konusunda oldukça katı bir “Marksist politikacı” görünümü sergiliyordu. Lenin tarafından eleştirilen görüşlerini Marx’a dayandırdığı izlenimi veriyor, her yazısı sosyalizme olan inancı ve sosyalist devrimi tek seçenek olarak gösteren kararlılığıyla öne çıkıyordu. Sağlam duruyor ve gür sesle konuşuyordu.

Lenin onun bu görünüşünü parçaladı. Bu keskinliğin arkasındaki gericiliği, kitlelerin devrimci tarzda örgütlenmesinin önünde bir engel teşkil edişini teşhir etti. Onun bir Marksist değil, olsa olsa Marksizmin bir karikatürü olabileceğini gösterdi.

İyi bir usta elinden çıkmış bir portre-karikatür, aslının en temel ve göze batan özelliklerini taşır. Ama aynı zamanda onu kolayca farkına varamadığımız özellikleriyle bir kez daha düşünmemize de yardım eder. Turan Selçuk’un üç üçgenden oluşan İnönü portre-karikatürü bu bakımdan tam bir klasiktir. İsmet Paşa, iç içe geçmiş üç adet üçgenin ustalıklı bir biçimde yerleştirilmesiyle anlatılıyordu. Bu karikatür, keskin bir zekâyı, sağırlık gibi fiziksel bir özelliği ve kendi politikalarında inatçılığı anlatırken, İsmet Paşa’nın dış görünüşünü de başarıyla resmediyordu. Ama asla İsmet Paşa’nın tam bir portresi, fotoğrafı, ta kendisi falan değildi. Lenin, Kievski’nin görüşlerini bir “karikatür” olarak nitelerken, karikatür sanatının bu özelliklerini hatırlatıyor bize. Görünüşte, aslının bütün özelliklerini taşıyor. Onda gördüğünüz her çizgide, Marksizme benzeyen bir şeyler var. Devrimden, sosyalizmden, uzak ve büyük hedeflerden, proletaryadan söz ediyor. Emperyalizm ve kapitalizmin iktisadi ve siyasi bakımdan yok edilmesini anlatıyor, bankalar el koyuyor, ticareti ve sanayiyi kamulaştırıyor, burjuvazinin sınıfsal varlığına son veriyor.. Ama ezilen uluslar, onların mücadeleleri, saldırıya uğramış küçük devletler hakkında bir şey söylemiyor.. Bunlar hakkında konuşmayı sosyalizmin büyük hedefleri yanında küçük görüyor. Çünkü zaten sosyalizm gerçekleştiğinde bu sorunlar kendiliğinden çözülecek…

Lenin, söz konusu makalesinde, Marksistlerin savaş konusundaki tutumunu özetlerken, belki de her sosyalistin ezberlemesi gereken sözler söylüyor:

Sosyalistler, ‘ata topraklarının savunulması’ için verilen savaşları ya da savunma savaşlarını, yalnız ‘yabancı baskısını yok etme’ anlamında ‘haklı ve ilerici’ gördüklerini açıkça belirtir. Bu savaşlar, ilk saldıran kim olursa olsun, haklı, savunma savaşlarıdır; her sosyalist, ezen köleci ve yağmacı ‘büyük’ güçler karşısında, ezilen, eşit görülmeyen ve bağımlı devletlere zafer dileyecektir.

Savaşan güçler açıkça iki sınıfta toplanmıştır: Ezen, köleci ve yağmacı büyük güçler ve bunların karşısında ezilen, eşit görülmeyen ve bağımlı devletler!

O günün koşullarında kimi somut durumlarda tartışma konusu yapılan “ilk saldıran kim” sorusu Lenin bakımından hiç önem taşımamaktadır.

Bunun yanı sıra, bu makalede, Lenin söz konusu tartışmada belirleyici bir özellik taşıyan “savaşının özünün tayin edilmesi” meselesine de açıklık getiriyor. Gerçekten herhangi bir savaşın Marksist tarzda çözümlenebilmesi, onun önce özünün ne olduğunun doğru biçimde tespit edilmesine dayanmalıdır. “Savaş, siyasetin devamıdır. Öyleyse, savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasetse, yani mali-sermayenin çıkarlarını güvenceye almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş, emperyalisttir. (sf. 29)

Makalede tartışılan önemli bir diğer konu, yine birçok bakımdan güncelliğini koruyor. Kievski, sömürge halkların kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olup olmadıklarını tartışırken, şunları söylüyor: “Saf sömürge tipinde, sözcüğün asıl anlamıyla proletarya yoktur. Öyleyse, kendi kaderini tayin sloganı kimin için? Sömürge burjuvazisi için mi? Fellahlar için mi? Köylüler için mi? Elbette değil. Sosyalistlerin sömürgeler için kendi kaderini tayin hakkı istemeleri saçmadır. Çünkü işçisi olmayan ülkeler için bir işçi partisinin sloganlarını ortaya atmak, genel olarak saçmadır.

Karikatür yakıştırmasının bir abartı olmadığını görüyoruz.

Ama gülünç olmaktan çok acıklı bir durumu anlatıyor bu karikatür. Çünkü Avrupa’da ve Rusya’da o sırada bu sözleri doğru ve Marksist nitelikli bulanların sayısı az değil. Yoksa Lenin niye uğraşsın bu saçmalıklarla!

Saçma sapan da olsa, 100 yıla dayanıklı görüşler bunlar. Bir türlü eskimiyor, geçersiz hale düşmüyor. Savunulmaya, ileri sürülmeye devam ediyor. Bizim ülkemizde de, Kürt halkının taleplerini, Kürt burjuvazisinin işine gelecek şeyler diye reddedenler yok mu? Kürtlerin hakları olarak ileri sürülen talepler onları emperyalizme bağlayacaktır diyenler yok mu? Ya da Arap halklarının ayağa kalkışlarında hiçbir ilerici devrimci yön bulamayıp tümünü “emperyalizmin oyunu” sayanlar yok mu?

“Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü” adlı kitapçık, içerdiği tartışmalar ve incelediği konular bakımından dünyamız ve özellikle de bölgemiz için son derece güncel olmasının yanı sıra, Leninist politikanın kuruluş ve uygulanış özelliklerini tanımamız bakımından da temel bir klasik değeri taşımaktadır.

AKP’nin ‘bahar planı’, bölgesel gelişmeler ve newroz!

Geçmişi 2600 yıllık Kawa Destanı’na dayanan Newroz, son 25-30 yılda Kürt ulusal mücadelesi bakımından ‘ulusal uyanış’ın ve ulusal-demokratik hak istemli mücadelenin sembolü olmuştur. 90’lı yıllarda dizginsiz terör ve katliamlara karşı direniş olarak anlam kazanan Newroz, inkârın koşullarının ortadan kalktığı günümüz koşullarında Kürt ulusal mücadelesinin güç ve etkisini gösteren; halkın ulusal-demokratik talepleri sahiplenme düzeyini ortaya koyan bir mücadele günü olarak anlam kazanmıştır. Bölgede gerilim ve çatışmanın giderek tırmandığı koşullarda kutlanacak olan 2012 Newroz’u ise, Kürt hareketine karşı 2009’dan bu yana ‘KCK operasyonları’ adı altında siyasi ve ABD desteğinde yürütülen askeri operasyonların en yoğun biçimiyle sürdürüldüğü; Kürt hareketinin bitirilmesi, siyasal etkisinin kırılması planlarının yapıldığı, ülke genelinde de emekçi halk kesimlerine karşı saldırıların tırmandırıldığı koşullarda kutlanacak olması bakımından, daha şimdiden ABD ve işbirlikçisi AKP’nin gerici plan/politikaları ile Kürt halkı ve ülkenin/bölgenin emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesi arasındaki hesaplaşmanın önemli bir dönemeci haline gelmiş bulunmaktadır.

 

AKP BAHAR PLANI: TASFİYE VE MUHATAPSIZ ‘ÇÖZÜM’!

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve arkadaşlarının özel yetkili savcı Sarıkaya tarafından KCK soruşturması kapsamında ve “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılması ve sonrasında yaşananlar, AKP-Gülen ittifakının iç çatışmasını gözler önüne sermişti. MİT operasyonu, KCK/Kürt sorunu üzerinden yaşanan bir anlaşmazlıktan yapılmış gibi görünse de, gerçek tam da tersi bir duruma işaret etmektedir. Savcının, devletin KCK ile görüşme yapmak için görevlendirdiği MİT’çileri “şüpheli” olarak görmesi, her şeyden önce, devletin, bütün kurumlarıyla, Kürt sorununda, sorunun çözümünü muhataplarıyla konuşarak/görüşerek çözme anlayışından uzaklaştığının bir göstergesidir. Öte taraftan, İmralı ve Oslo’da yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakat üzerinden hazırlanan protokolleri yok sayarak, Kürt hareketine karşı çok yönlü saldırı politikalarının önünü açan da, daha önce bu görüşmeler için Fidan’ı görevlendiren de, Başbakan Erdoğan’dan başkası değildir. Yani Erdoğan-Gülen arasındaki iç çatışmanın, ne kimi çevrelerce iddia edildiği gibi söz konusu güçlerden birinin (Erdoğan’ın) ABD ile çatışma haline girmiş olması gibi bir anlamı vardır, ne de çatışma, bu güçler arasında Kürt sorununa dair politikalarda bir farklılığa işaret etmektedir. Aksine kendi aralarında devletin kurumları içinde etkinlik mücadelesi veren bu iki güç de (ki, uygulanan politikalardaki başarısızlıklarına bağlı olarak bu çatışmaların farklı kurum ve alanlar üzerinden devam etmesi beklenir bir durumdur), bugün hem bölgesel rolleri bakımından tam anlamıyla Amerikan stratejisine bağlanmış durumdadırlar, hem de Kürt sorununda Kürt hareketinin ezilmesi, tasfiye edilmesi politikasında bir anlayış birliği içindedirler. Uludere’de sınırda katledilen köylülerin bombalanması emrinin Ankara’dan verildiğinin kesinlik kazanmış olması ve Erdoğan’ın bir yandan BDP’yi “terör uzantısı” ilan etmesi, öte yandan “devam edecek” diyerek arkasında durduğu KCK operasyonlarının toplumun muhalif-örgütlü bütün kesimlerini hedef haline getiren boyuta varmış olması AKP’nin bu sorunda geldiği yeri göstermektedir. Yine sorunun barışçıl çözümü bakımından belirleyici rolü ve önemi bulunan Öcalan’a yönelik 6 ayı aşkın bir süredir devam eden ‘tecrit’, AKP’nin savaş ve şiddet politikasında ısrarının bir diğer göstergesi durumundadır.

Bölge halklarının ayaklanma ve değişim mücadelesinin Libya ile birlikte dış müdahaleye açık hale gelmesi, AKP’nin “bölgesel liderlik” iddiası üzerinden Libya’daki çatışmada ‘aktif rol’ üstlenmesinin önünü açmış; bu rol, Rusya-İran’a karşı Malatya Kürecik’e kurulan NATO Radar Üssü ve Suriye’ye karşı müdahalenin öncülüğüne soyunma ile yeni bir boyuta taşınmıştır. İşte ‘aktif müdahale’ rolü ile birlikte bölgesel dengeleri ABD ile birlikte kendi lehlerine çevirme hesabı yapan ülke egemenleri ve AKP Hükümeti, üstlendiği rolü ABD’den aldığı destekle Kürt sorununda da inisiyatifi ele geçirme yönünde ilerletme peşinde koşmaktadır. ABD destekli askeri ve siyasi operasyonların (ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone’’nin “Roj TV’yi biz susturduk” açıklaması ve Türkiye’ye sağladıkları istihbarat bilgilerinin ‘askeri sır’ olduğunu söylemesi bu desteğin boyutunu göstermektedir) kış şartlarında da aralıksız sürdürülmesinin nedeni işte bu arayıştır. Yine Taraf’ın Gülen-ABD menşeli yazarı Emre Uslu’ya PKK’nin “baharda bitirileceği”ni söyleten de bu yönelim ve işbirliğinden başka bir şey değildir. AKP’nin Kürt hareketini hedef haline getirmek ve saldırılarını meşrulaştırmak için medya tarafından “Kürt aydını” sıfatıyla vitrine çıkarılan Kemal Burkay, Orhan Miroğlu, İbrahim Güçlü gibi isimleri de kullanması saldırının boyutu ve çok yönlülüğü hakkında yeterince fikir vericidir. Suriye’de Kürtlerin PYD (Demokratik Birlik Partisi) öncülüğünde fiili olarak özerkliği kurmaya yönelmesi ve bu temelde PKK içindeki Suriyeli Kürt militanların bu süreçte ‘öz savunma gücü’ olarak rol alacağını açıklaması, Burkay tarafından PKK’nin Suriye rejimini desteklemek için 1500-2000 militanını Suriye’ye gönderdiği biçiminde çarpıtılmış; Burkay, AKP’nin hem Suriye rejimine, hem de Kürt hareketine karşı savaş ve şiddet politikasının arkasında durduğunu ilan etmiştir. Sadece bu açıklaması bile, Burkay’ın AKP tarafından el üstünde tutularak Türkiye’ye getirilmesinin nedenini yeterince açıklamaktadır.

AKP bu dizginsiz saldırı politikasını sürdürürken bile demokrasicilik oyunu oynamaktan geri durmamaktadır. En son, restorasyon çalışmaları yapılırken, Diyarbakır’da eski Saraykapı Hapishanesi’nin bahçesinden çıkan insan kemikleri, AKP’nin geçmişle hesaplaşma, karanlıkları aydınlatma çabasının bir sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Oysa Botaş’ın ‘ölüm kuyuları’nın açılmasından bu yana birçok toplu mezar bulundu. Ama aradan 3-4 yıl geçmesine ve bu toplu katliamların nasıl yapıldığına dair birçok bilgi-belge ortaya çıkmasına rağmen AKP tarafından ne yapılmıştır? Laf cambazlığının ötesinde yapılan bir şey yoktur. Bu katliamlar ve açılan mezarlar nedeniyle bir tek JİTEM’ci bile yargılanmamaktadır. Hakikat Komisyonu kurulması için yapılan başvurular her defasında AKP tarafından reddedilmiştir. 90’lı yıllarda bölgede görev yapan generaller bugün sadece AKP’ye karşı darbe girişiminde bulunmak/suç örgütü kurmak gibi gerekçelerle yargılanmakta; bütün tersi iddialara rağmen AKP ve bu soruşturmalar için gizlilik kararı aldıran yargıçları, gerçeklerin karanlıkta kalması için çalışmaktadırlar.

Başbakan Yardımcısı Arınç’ın geçtiğimiz aylarda yaptığı “Kürtlerin bütün haklarını vereceğiz” açıklaması ve devamında söyledikleri, AKP’nin Kürt sorununun çözümü karşısındaki tutumu ve daha önemlisi çözümden ne anladığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Arınç’ın açıklaması, özellikle liberal çevrelerde AKP’den demokratikleşme ve çözüm yönünde beklentilerin yeniden canlandırılmasının vesilesi yapılmıştı. Oysa daha en baştan “Kürtlerin haklarını vermek” söylemi, Kürtleri bir taraf olarak kabul etmediklerinin ifadesi olarak anlam kazanmaktadır. Öte yandan eğer Kürtler taraf olarak kabul edilmez ve talepleri üzerinde müzakere yapılmazsa, aslında Kürtlere verilecek bir şey de yoktur. Zaten Arınç da, Ocak ayı sonunda Diyarbakır’a yaptığı ziyarette, “Kürtçenin bir medeniyet dili olmadığı”nı ve Kürtçe eğitim yönünde bir talep bulunmadığını söyleyerek, Kürtlerin “verilecek hakları” arasında anadilde eğitimin yer almayacağını açıkça ifade etmiştir. Bu saldırı-savaş hükümetinin demokrat/yumuşak yüzünün temsilcisi olarak öne çıkan/çıkarılan Arınç’ın söyledikleri, bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın “ülkenin birinci meselesi” olarak tarif ettiği bir sorunun demokratik çözümünü içermeyen bu yaklaşımla yeni bir anayasa yapılıp yapılamayacağı, yapılsa bile ne kadar demokratik olacağı sorularının da cevabını vermektedir.

Son iki yılda KCK operasyonları adı altında tutuklanan Kürt siyasetçi, aydın, sendikacı, genç, kadın sayısı 7 bine yaklaştı. İçişleri Bakanı Şahin, geçtiğimiz günlerde bir soru önergesine verdiği yanıtta, 2003’ten bu yana “etkisiz hale getirilen” PKK’li sayısının 27 bin olduğunu açıklamıştı. Bu rakamlara göre, o günden bugüne PKK’nin birkaç kez bitirilmiş olması gerekiyordu! Ama AKP Hükümeti bu rakamlardan sorunun baskı ve şiddet politikalarıyla çözülemeyeceği sonucunu çıkarmak bir tarafa, bölgede üstlendiği ‘aktif müdahaleci’ rol ile birlikte içeride de Kürt halkı ve bütün demokrasi güçlerine karşı her alanda dizginsiz bir saldırı politikasını uygulamakta ısrar etmektedir. Amaç bellidir, Kürt hareketinin ve demokrasi güçlerinin bütün örgütlü kesimlerini baskılayıp tasfiye etmek; toplumsal dayanaklarından yoksun bırakılarak meclise sıkıştırılmış bir BDP ile ya da BDP’siz yapılacak bir anayasayla kendi çözümlerini dayatmaktır. Ve elbette AKP’nin amacına ulaşıp ulaşmaması, Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin bu politikayı boşa çıkaracak bir mücadele hattını örecek yeteneği gösterip gösterememesi tarafından belirlenecektir.

BÖLGESEL GELİŞMELER VE KÜRT SORUNU

Suriye’ye müdahale konusunda Katar Emiri Şeyh Hamad’la birlikte öncülüğe soyunan AKP ve Erdoğan, Irak’ta da ABD’nin bu ülkeden askerlerini çekmesi sonrasında Şii Başbakan Maliki ile karşı karşıya gelmiş ve bu çatışmada kendi destek alanını genişletmek üzere bu çatışmaya mezhepsel (Şii-Sünni) bir biçim vermekten bile geri durmamıştır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Humus, Sarajevo olmasın” söylemi eşliğinde Suriye’de Bosna’ya yapılana benzer bir müdahale için ABD’yi ikna etmek için çalışması, öte yandan “Suriye’nin Dostları” adı altında Suriye rejimini devirmeye yönelik uluslararası toplantıların liderliğine soyunması, AKP’nin müdahalecilikte geldiği noktayı özetlemektedir. Suriye’ye müdahale için ABD’ye “baskı yapılması”, Türkiye egemenlerinin bölgesel rollerini oynamak; güç ve etkilerini sürdürmek için giderek daha fazla müdahale politikasına sarıldıkları/sarılacaklarını göstermekte ve öte yandan bu politika, her adımda onları daha fazla güçle karşı karşıya getirerek bir çıkmaza doğru da sürüklemektedir. Bir yandan bu müdahale için Bosna benzeri “insani” bir kılıf yaratılmaya çalışırken, öte yandan ‘Hür Suriye Ordusu’nu desteklemek üzere Suriye’de bulunan MİT’çilerden 40’ının Suriye rejimi tarafından tutuklanmış olduğunun ortaya çıkması Türkiye egemenlerinin asıl amaçlarının ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Suriye’de iç karışıklık/çatışmada doğrudan rol oynayan AKP Hükümeti, öte yandan Suriye’de yaşananların kendi “güvenlik”lerini tehdit ettiğini de söylemekten geri durmamaktadır. Nedir bu tehdit? Her şeyden önce Suriye’de Kürtlerin özerklik statüsü yönünde attıkları adımlardır. Kürtlerin Suriye’de yeni bir pozisyon edinmesinin önüne geçilmesi, AKP’nin “insani” kılıf altındaki müdahale arayışının en önemli nedenlerinden bir durumundadır. Türk medyasında aylardır yer alan Suriye rejimi ile PKK arasındaki işbirliği haberlerine en son “PKK’nin Suriye’de devriye görevi yapmaya başladığı” haberleri eklenmiş; bu haberler AKP’nin hem Suriye rejimini devirip işbirlikçisi güçlerin başa geçmesini, hem de Kürt hareketinin statü mücadelesini engelleyerek ülke içinde de Kürt hareketinin dayanaklarından birini kaybetmesini sağlayacak bir müdahaleye gerekçe yapılmak istenmektedir. Burkay’ın yukarıda değindiğimiz açıklamaları da aynı amaca hizmet etmektedir.

Irak’ta ABD’nin askerlerini çekmesi sonrasında başlayan iç mücadele, ülkenin Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri üzerinden bölünmesine doğru ilerlemektedir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani, bu gelişmeler üzerinden bir yandan dört parçadaki (Türkiye-Suriye-İran ve Irak) Kürtleri kendi etrafında toplamaya çalışmakta, ama öte yandan bağımsızlık yönünde adım atabilme ve ayakta kalabilme adına Türkiye ve ABD ile iyi ilişkilerini sürdürme ihtiyacını hissetmektedir. Barzani’nin böylesi bir politik manevra bakımından en büyük açmazı/engeli PKK/PYD/PJAK çizgisindeki Kürt hareketinin ABD ve Türkiye egemenlerinin politikalarına karşı bölgede direnç gösteren önemli bir güç pozisyonunda bulunmaya devam etmesidir. Barzani’nin 2009’dan beri yapılacağını açıkladığı ‘Kürt Ulusal Konferansı’nın iki de bir ertelenmesinin nedeni de, söz konusu Kürt demokratik güçlerinin baskılanıp marjinalize edilmesinin başarılamaması ve öte yandan bunun başarılamadığı koşullarda onlarla ortak politikalarda birleşme olanağının olmamasıdır. Hatırlanırsa, Kürt Ulusal Konferansı’nın ilk olarak 2009 baharında yapılması planlanmış (Türkiye’deki 29 Mart seçimlerinde de AKP’nin DTP/BDP’yi etkisizleştireceği hesaplarıyla birlikte) ve MİT-Barzani görüşmelerinde hem Türkiye’nin bu konferansa gözlemci olması, hem de Konferans’tan “PKK’nin silahsızlandırılması” kararının çıkması konusunda anlaşma yapılmıştı. Ancak Kürt hareketinin, AKP’nin bütün baskı ve manevralarını etkisiz kılacak şekilde, yerel seçimlerden gücünü ikiye katlayarak (ve AKP’nin elinden aldığı Van, Siirt gibi belediyeler başta olmak üzere, kazandığı belediye sayısını 56’dan 99’a çıkartarak) çıkması, bu Konferans’ın yapılma koşullarını o gün için ortadan kaldırmıştı. Ardından Barzani, bu Konferans için devletin Öcalan ve KCK ile yaptığı görüşmeler üzerinden 2011 Sonbaharını gösterse de, “siyasal koşulların uygun olmadığı” gerekçesiyle, Konferans, bu yılın bahar aylarına ve geçtiğimiz günlerde de tekrar 2012 sonbaharına ertelendi. Barzani, geçtiğimiz günlerde, Suriye’de de inisiyatifi ele almak için adım atmış; PKK çizgisindeki PYD (Partiya Yekîtiya Demokratîk-Demokratik Birlik Partisi) dışındaki Kürt parti ve örgütleri Hewler’de (Erbil) toplamış, ama başlıca Suriye Kürtlerinin PYD’nin arkasında duruyor olması nedeniyle istediği sonucu alamamıştı.

Barzani’nin “bütün Kürtleri aynı ulusal amaç/ortak politikalar etrafında toplamak” amaçlı Kürt Ulusal Konferansı’nı ertelemesi, bölgesel gelişmelerin ve Kürt sorununun bu gelişmeler içindeki rolünün tek yönlü bir seyir halinde ilerlemiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Barzani, bir yandan bütün Kürtleri etrafında toplayarak bölgesel değişim sürecinde etkin bir pozisyon edinmeye çalışmakta, ama bu pozisyonunu ABD ve Türkiye egemenleriyle uyum ve işbirliği içinde geliştirmek istemektedir. Fakat Irak dışındaki parçalarda örgütlü olan Kürt ulusal hareketinin söz konusu güçlerle çatışma halinde olması, Barzani’nin rolünü oynamasını da zorlaştırmaktadır. Öte yandan Barzani, ne PKK ile doğrudan çatışabilir noktaya gelebilir durumdadır, ne de ABD ve Türkiye egemenleri ile işbirliğinden vazgeçebilir durumdadır. Elbette burada söz konusu ettiğimiz vazgeçilmezlik, böylesi bir politikanın uygulanmasının olanaksızlığından değil; Barzani’nin sınıfsal konum ve ilişkilerinin buna uygun olmamasındandır. Bu açmazı, ister istemez Barzani’yi “bekle gör” politikası izlemeye (Konferansı sonbahara ertelemeye) mecbur kılmış bulunmaktadır. Sadece buradan bakıldığında bile, Kürtlerin “ne olacağı”nın bölgesel gelişmelerle dolaysız bir şekilde iç içe geçmiş halde bulunduğunu ve öte yandan da Kürtlerin tutum ve politikalarının da bu gelişmelerin seyri bakımından önemli bir rol oynayacağını söylemek mümkündür.

 

HALK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN MÜCADELE HATTI OLARAK NEWROZ!

Açıktır ki, AKP’nin gerilim ve şiddete dayalı politikası, ülke içinde sadece Kürt halkını değil, demokrasi ve insanca yaşam için mücadele eden bütün halk kesimlerini de baskılama, düşünme ve örgütlenme özgürlüklerini ortadan kaldırma, her türlü hak eylemini zorla bastırma/engelleme biçiminde yürütülmektedir. Bu baskı politikası, AKP önünde eylem yapılmasının yasaklanmasına, panellerin polisler tarafından basılarak AKP’nin eleştirilmesinin suç olarak görülmesine kadar vardırılmış durumdadır. Bolu Gerede ve Adana Saya işçileri örneğinde olduğu gibi, talepleri için iş bırakıp eylem yapan işçiler, dün Kürt halkının eylemlerinde gördüğü panzerlerin, polis copunun kendilerine yöneldiğini yaşayarak görmektedir. Erzurum’da, Karadeniz’de HES’lere karşı çıkan köylüler, hayatlarında ilk kez eylem yapan kadınlar, kendi yaşam alanlarını savunurken kendilerine “terörist” muamelesi yapan bir devletle karşı karşıya gelmiştir. Aydınlar, akademisyenler, sanatçılar gözaltına alınan, tutuklanan arkadaşlarına sahip çıkarak, kendilerini “terörün arka bahçesi” olarak gören zihniyete karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Dün Hükümet’in ‘çalıştay’larında boy gösteren kimi Alevi çevreleri, Erdoğan’ın özellikle Suriye’yi hedef yapan açıklamalarında adeta Alevi olmayı “suç” ilan etmesi karşısında AKP’den umutlarını kesme noktasına gelmiştir. Peki, halkın birçok kesiminin bunca hoşnutsuzluğuna rağmen, AKP bu saldırı politikalarını uygulamayı nasıl başarmakta; bu gücü nereden almaktadır? Bu sorunun cevabı, bu halk güçlerinin ortak talepler etrafında birleşik bir mücadele hattını kuramamış olmasında yatmaktadır. Ücretlerinin ve çalışma koşullarının düzeltilmesini istedikleri için işten atılan işçiler, devletin yaptığı tek “yatırım”ın karakol, silah ve bomba olduğu Uludere’de köylülerin sınır ticareti yaparken bombalanması karşısında bile, bu “olay” AKP inandırıcılığında en ciddi kırılmalardan birine yol açmakla birlikte, henüz şoven bakış açısını esas olarak terk edememektedir. Kendi inançlarından dolayı baskı gören Aleviler, şimdilik hala Kürtlerin ulusal talepleri karşısında devletin baskı ve şiddet politikalarını eleştirip karşı çıkmaya yönelememektedir. Özetle, mesele, bu baskı gören, ezilen halk kesimlerinin devletin kendilerine yönelen saldırısı ile diğer alanlardaki saldırıları arasındaki ilişkinin görünür kılınması ve bu görünürlük üzerinden taleplerin ve mücadelenin ortaklaştırılmasıdır. İşçinin kendi sömürüsü ile Kürt sorunu arasındaki ilişkiyi fark edebilmesi; şovenizmin sınıfın birliğini baltaladığını, sınıf çelişkisinin üstünü örterek Türk işçinin kendi egemenine/gericiliğine yedeklenmesi, üstelik 30 yıllık savaşın bütün ülkede açlık ve yoksulluğun, işsizliğin derinleşmesinde oynadığı rolü görmesi ya da Alevinin kendi inancı ile Kürdün ulusal varlığının inkarının aynı gerici/tekçi anlayıştan beslendiğinin farkına varabilmesi gibi… AKP ve ülke gericiliğinin saldırılarına karşı Kürt halkı ve ülkedeki bütün emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesinin geliştirilmesi bakımından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden Newroz’a ve 1 Mayıs’a kadar önemli tarihler önümüze duruyor. 2012 baharının Kürt halkı ve ülkedeki emek-demokrasi güçleri bakımından kazanılması, bu tarihlerin mücadelenin birleştirilmesi için sunduğu olanakların kullanılabilmesinden geçecektir. Bu temelde mücadelenin birleştirilmesi amacıyla oluşturulmuş olan ve daha yolun başında bulunan Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) belirleyici bir önemi olduğu/olacağı açıktır.

2012 Newroz’u; askeri ve siyasi operasyonlarla, ABD emperyalizmi destekli saldırılarla Kürt mücadelesini etkisizleştirme, marjinalleştirme hesabı yapan AKP’nin “halksız çözüm” arayışlarına halkın yanıt günü olarak anlam kazanacaktır. Ama Kürt halkının bu yanıtının savaş politikaları ve emperyalist gericiliğin saldırılarını durdurabilmesi için, Kürt coğrafyasının sınırlarını aşarak, ülke genelinde ve bütün bölgede emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle birleşmesi gerekmektedir. O yüzden 2012 Newroz’unun ülkenin metropolleri ve Batı kentlerinde bir ‘barış ve kardeşlik günü’ olarak bütün emek, barış ve demokrasi güçleriyle birlikte kutlanması, en az Kürt coğrafyasındaki kutlamalar kadar önem kazanmış bulunmaktadır. Bu bakımdan, Newroz’un, savaş ve şiddet politikalarının geriletilerek halkların kardeşleşmesi, demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi temelinde kutlanabilmesi için, HDK bileşenlerinin bütün güçlerini seferber etmeleri acil bir görev durumundadır. HDK’nın Newroz’u mücadeleyi birleştirmenin bir olanağı haline getirebilmesi, Newroz’un, sadece Kürtlerin kürsüsü değil; sendikacıların, işçi temsilcilerinin, kadınların, Alevilerin, çevre örgütlerinin, aydın ve sanatçıların kürsüsü olmasıyla mümkün olacaktır. Bilinmelidir ki, Newroz’un Kürt halkı ile emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadele hattının örüldüğü bir gün olması, sadece ülke içinde değil; bölge genelinde emperyalizm ve işbirlikçi gerici rejimler karşısında mazlum halkların kendi geleceklerini belirlemesi ve halkların barış, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşayacağı bir gelecek kurmalarının da yolunu açacaktır. Bütün bölge halkları tarafından “baharı müjdeleyen” bir “barış ve kardeşlik” günü olarak kutlanan Newroz’un güncel anlamı, savaşa, sömürüye, emperyalist saldırganlığa karşı halk ve demokrasi güçlerinin birleşik mücadele hattının kurulabildiği bir gün olarak kutlanmasıdır. Newroz, ancak o zaman anlamına uygun olarak, halkların bayramı haline gelmiş olacaktır.

Sınıf-iktidar-ideoloji ilişkisi ve “indirgemecilik” üzerine liberal söylem

Ferdan Ergut, Birikim’in 271. Sayısında “Tanınma Siyaseti ve Sol” başlıklı makalesinde, “yeni bir sol siyaset” için, “geleneğin takip edilmesi”nin değil, ama “dikkate alınması”nın gereğine işaret ederek, sınıf sorununu “sınıf çıkarı olarak sunma”nın “Kaba Marksistler”in işi olduğunu; onların, “sınıf kapasitesi” sorununu önemsiz gördüklerini yazdı. Ergut, bu “sorun”un aşılması için, “tanınma kavramı”nı kilit bir kavram olarak gösteriyor ve hem bir ara başlık altında, hem de uzunca bir dipnotunda, “Tanınma”nın, esas olarak “emeğin kendini gerçekleştirmesi sorunu” olduğuna dikkat çekerek,  “üretim sürecindeki birey, bir yandan kendini gerçekleştirirken bir yandan da yanı başındakilerin o ürettiğine muhtaç olduğunu ve o ihtiyacı karşılamanın verdiği kendini olumlama hissini yaşar” diye yazıyor. Bu “ihtiyacı karşılama hissi”nin vereceği mutluluğa işaret eden Ergut’a göre, Marx, sonraki çalışmalarında, “iç çelişkileri barındıran bu bakış”ı terkedip, sınıf mücadelesini “tanınma için verilen mücadele”den sınıf çıkarları için mücadeleye çektiği için, “özneler arası alan”ın kaybına neden olmuştur. Ergut, ayrıca, Marksist teorinin “bolluk toplumu” üzerinden kurgulandığını, oysa artık “doğanın” insanın “hizmetine girmeyi reddettiği”ni, bunun da, geleceği bolluk varsayımı üzerinden değil, kıtlık hakikati üzerinden” kurmayı gerektirdiğini söylüyor. Bu önemli çarpıtmasıyla birlikte Ergut, “onurlu ve saygın bir yaşam”ın, bireylerin yaşam tarzı, hedefleri, istek ve eyleminin “yakınımızdakiler tarafından meşru görülmesi”ne bağlı olduğunu ileri sürerek, “tanınma”-”meşru görülme”nin önemine değinir ve mücadelenin de bunun üzerine kurulmasını savunur. ODTÜ Tarih Bölümü öğretim üyesi yazar, “toplumsal hareketler ve kolektif eylemler alanında”ki iki farklı yaklaşımı, “i) bu hareketleri ve eylemleri grup/sınıf çıkarlarının bir yansıması olarak alanlar ve ii) onurlu ve saygın bir yaşam sürebilmenin arayışı olarak alanlar” şeklinde ayırarak, ikincisinden yana tutum açıklıyor ve “nesnelci’ ya da ‘bilimsel’ Marksizmin ‘sınıf siyaseti’ adı altında yaptığı bütün indirgemeci analizler”in birinci eğilimden kaynaklandığını belirterek, “buradan bakıldığında -diyor- emekçi sınıfların tarih boyunca verdikleri bütün mücadeleler sanki sadece maddi hayatlarındaki sorunları merkeze almıştır, sanki bütün bu mücadeleler sadece aş ve iş meselesidir.” Ona göre, işçi sınıfının mücadelesinde esas olan “bireysel saygınlığı elde edebilme adına özneler arası koşulların dönüştürülmesi”dir ve “yeni bir sol tahayyül, bütün bu sömürü biçimlerinin (cinsel, etnik, ulusal, çevresel, kültürel vb.,) ‘son tahlilde’ tek bir sömürü biçimi (sınıf) tarafından belirlendiği varsayımı altında kurgulanamaz.”([1])

Ferdan Ergut’un, Marksizm “eleştirisi” adına, ciddi çarpıtmaları da içeren liberal iddialarıyla benzer görüşleri, bir başka yazar -Çağhan Kızıl-, ekonomi-politika; sınıf ve iktidar ilişkilerini ele aldığı ve Birikim Dergisi’nin Mart 2008 sayısında yer alan “Siyaset mi Değişiyor Yoksa Kavramlar mı?” başlıklı makalesinde daha geniş şekilde dile getiriyor.

Aşırı güdülenme eğer Marksist öğreti içinde yıkıcı etkilerini bu güne kadar getirebilmişse -diye yazıyor Çağhan Kızıl-, “bunun nedenlerinden biri en başından beri son kertede ekonominin belirleyiciliğinin mekanik bir şekilde verili kabul edilmesidir. Eğer bu ereksel determinizm her tür toplum için geçerli olsaydı, böylesi bir belirlenimle onu oluşturan koşullar tarihsel süreç içinde gün ışığına çıkmazdı. Aksine, bu koşullar her tür toplumda en başından beri var olan ‘verili gereklilikler’ olurdu. Görüşünü güçlendirmek için Laclau’ya baş vuran Kızıl, onun, eğer ekonomi son kertede her toplum tipi için salt belirleyici ise, ekonomi, herhangi bir toplum tipinden bağımsız değerlendirilmeli ve ekonominin varoluş koşulları herhangi bir somut toplumsal ilişkinin dışında tanımlanmalı sözlerini aktararak devam ediyor: “.. .yalnızca somut bir toplumsal ilişkiler ağı içinde geçerliliği olan ‘üretim’ kavramının soyutlanarak bir dogma haline getirilmesinden kaçınılmalıdır. Çağhan Kızıl’a göre, Günümüz koşullarında üretim ilişkileri, toplumsal yaşamı etkilemeye devam ediyor, ancak bunun yanında kültür gibi başka faktörler de bu etkileşim ağının içine girmiş durumda… Kızıl ileri sürmektedir ki, Son kertenin belirleyiciliği ve yapısal nedensellik, toplumsal yapının bir düzenleyici öge tarafından denetlendiğini varsayan tezlerin ana itkileridir. Tarihsel materyalizmin ve bilimsel sosyalizmin naif pozitivizminde kendini belli eden açmazlardan biri, tamamen akılcı bir görüyle, kendi çıkarları etrafında mükemmelce kümelenmiş toplumsal etmenlerin karşısına çıkan şeffaf parametrelerdir…”([2]) Yazar, “Bu nedenle sosyal teması sağlarken çizilecek yol; açık, katılımcı, çoğulcu, kapsayıcı ve güleryüzlü bir siyasetten doğacak olan yoldur” diye, çıkardığı sonuçlara uygun bir “çıkış yolu” da gösteriyor!([3]) Bu “sol” yol, F. Ergut’ta “onurlu-saygın” bir “tanınma”ya dönüşüyor.

Marx’ın teorisini “indirgemeci” diye niteleyerek bu diğerleriyle birleşen bir üçüncüsü ise, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümü’nden akademisyen Fulya Karaismailoğlu’dur. O bir akademisyen ve tezi “Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marx, Nietzsche, Weber, Foucault” başlığını taşıyor. Kaynakları da, ilk iki yazarla hemen hemen aynı teorisyenler. Fulya Özkaya Karaismailoğlu tarafından kaleme alınan ‘”Yüksek Lisans Tezi”,  -tez yazarının, bu dört teorisyenin görüşlerini Türkiye’de ilk kez kendisinin, “bir kıyaslama yapmaksızın bir arada” ele aldığını belirtmesine karşın, Marksizme karşı ve fakat Foucault-Weber karışımı görüşlerin daha ilk paragraflardan başlanarak sergilendiği bir ‘sosyoloji’ makalesi olarak da alınabilir. Fulya Karaismailoğlu, önce kapitalist devletin ‘aşılması’na dair Marksist görüşü kendince bir yoruma tâbi tutarak, “işçilerin üretim süreci içindeki denetimi yeniden ele geçirmeleri” ile ilişkilendirip, “kalite çemberi” politikasını andırır sistem içi bir ucubeye indirgiyor, ardından da bu kendi tarifini Marx’a mal ederek, “bunun nasıl sağlanacağı”nın “Marx’dan günümüze çözümlenemeyen bir sorun olarak kalmış” olduğunu ileri sürüyor. Anthony Giddens ve Jon Elster‘in Marx’a yönelttikleri eleştirileri Marx’ın görüşlerinin “ikincil kaynakları” olarak gösteren tez yazarı, “günümüz toplumlarında devlet ve iktidar kavramlarını sadece sınıf çıkarları çerçevesinde açıklamak gücün dağılım etkisini gözden kaçıran fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşım olarak durmaktadır”diye yazıyor. Ona göre, “Marx’ın kapitalist devlet anlayışından sınıfsal egemenliğin aracı olduğuna ilişkin bölümü” çıkarıldığında, devlete ilişkin konuda geriye, ancak “‘ekonomik ilişkilerin içinde gerçekleştiği koordine edici bir çerçeve” kalacaktır.([4]) Sınıf kavramının toplum tarihini açıklamada yetersiz kaldığı iddiasındaki yazar,  “Çünkü –diyor- kolektif eylemde belirleyici yegâne baskın etken katılan bireylerin sınıfsal konumu değildir.” Ve şöyle devam ediyor: …Özellikle dikkat çeken nokta ise ‘Marx’ın sınıf ölçütü olarak mülkiyete haddinden fazla önem vermesi, gücü ise olduğundan önemsiz görmeye yönelmesidir.’ Marx’ın üretim araçlarının mülkiyeti dışındaki güç ilişkilerini olduğundan önemsiz görmesi onun analizlerinin kusurlu noktalarından biridir.”([5])

Marx ve teorisine karşı ileri sürülen “sınıf indirgemeciliği” ve “determinizm” ortak temalı bu “eleştiri”leri, yeri geldikçe ele alacağız. Ama önce, bu görüşlerin feyz aldığı “kökleri”ne-kaynağına bakmakta yarar var.

 

BİR ARA NOT YA DA BUGÜNÜ ÖNCELLEYEN SOYKÜTÜKSEL GÖRÜŞLER

Her şeyin bir “evveliyatı” bulunuyor; burada ele alacağımız görüşlerin de soykütüksel bir geçmişleri var: Eleştirel Teori”den Foucault’ya, kapitalizmin ‘vicdani ret’ci kurgusu ve devrim reddiyesi olarak da okunabilir bir geçmiş.

Thedor Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse, Marksist teoride kültür-siyaset-ekonomi ve sınıf ilişkisinin doğru şekilde kurulmadığı ve eksik bırakıldığı iddiasındaydılar. Sömürü ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanına etkin sonuçlar doğurması, egemen sınıfın düşüncelerinin egemen düşünceler haline gelmesi, burjuva ideolojisinin ve kültürünün sinema, tiyatro, roman, şiir vb. edebiyat-sanat dalları üzerinden toplum yaşamına girmesi vb. “Frankfurt Okulu”nun teorisyenlerinin yazıp söylediklerini ilgi çekici kılıyordu. Onları Nietzscheci-Freudcu “aşkın” psikanalist teorinin Deleuze, Derida, Guattari, Lacan gibi tilmizleri tamamladılar. Freudcular, Nietzsche’nin ardı sıra yürüyen Foucault gibileri ve “devletin ideolojik aygıtları”na işaret ederek Marx’ı “tamamlama” iddiasıyla Marksizmi tahrif edenler, insanın üretici etkinliğini; bu etkinliğin ürünü toplumsal üretim ile üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti arasındaki bağı, kültürel-ideolojik kategorilerle ilişkisini tersten kurarak, sınıf çelişkisi ve mücadelesini muğlaklaştırmakta birleşiyorlardı. Onlara göre Marksizm, toplumsal sorunları ve toplumlar tarihini “indirgemeci” bir yöntemle irdelemiş, doğru olmayan sübjektif sonuçlara varmıştı! Teorinin “yenilenmesi” adına, toplumsal sorunların ve tarihinin diyalektik materyalist yöntemle irdelenmesi ve kâr amaçlı kapitalist üretimde ekonomi-siyaset-ideoloji ve kültür alanları arasındaki ilişki ile bunların karşılıklı etkileşiminin “son kerte”de nasıl belirlendiğine dair Marksist açıklamaya itiraz edilirken, tarih düşünceye, ahlak ve kültüre ilişkin bir “form” olarak yazılıyor; iktidarın “söylem gücü”ne karşı bireysel muhalefetin teorisi yapılıyor; ideolojik ‘form’ ve “aygıtlar”a, “verili maddesel varlık” etiketi yapıştırılıyordu. Toplumsal sorunların sınıfların çelişkileri merkezli olarak irdelenmesi, özellikle işçi sınıfı söz konusu olduğunda, artık en önemli “ihtiyat” unsuruydu; kapitalizm aşılmasını önleyecek mekanizma ve olanaklara kavuşmuş, işçi sınıfı mücadelenin kolektif öznesi olmaktan “çıkmış”tı vb..

“Okul” teorisyenleri, kapitalist “refah” ile sınıf mücadelesinin üretimi darbelemeden sürdürülmesi arasında kurdukları bağ üzerinden bir toplumsal rasyonalizasyon modeli kurguladılar.  Bu kurgu, kapitalizm tarafından “manipüle edildikleri için” sömürülüp-ezilen kitlelerin yeni ve sömürüsüz bir toplum kavgasından geri durmalarını vazedip, kapitalizmin sınırları içindeki ‘düzenleyici bir karşı çıkış’la kendini avutmayı esas aldığı için, ‘vicdani rahatlama’dan öteye gidemezdi. Frankfurt Okulu teorisyenleri arasında sosyoloji ve politika alanındaki yazılarıyla dikkat çeken Herbert Marcuse, toplumun her türünün, her durumda egemenlik dayattığı ve dayatacağı gerekçesiyle, teorisini, toplumsal kategorilerin işlevini reddeden sonuçlara kadar genişletmişti. “Çağrı”sı “özgürlüğe yabancılaşmış” bireye idi. Kapitalizm, aşılmasına yönelik pratiklerin ortaya çıkmasını kitle manipülasyonuyla engellediği, sağladığı “ileri kazanımları”yla, bütünlüklü değiştirilmesi ve dönüştürülmesinin “rasyonel temelleri”ni yok ettiği için, artık aşılamazdı. Birey-”özne”ye düşen, içinde bulunduğu koşularda “alternatif yaşam tarzları” oluşturmak üzere, bireysel “özgürlüğe yabancılaşma” durumunu ret ederek, “özgür varoluşunu” kurmasıydı. Marcuse şöyle yazıyordu: “…. toplum, özü itibarıyla yeni bir tarihsel özne tarafından örgütlendiği, ayakta tutulduğu ve yeniden üretildiği ölçüde akılcı ve özgür olabilir. İleri sanayi toplumlarının bugünkü gelişim aşamasında, hem maddi, hem de kültürel çıkarlar, bu gereksinimi yadsır. Sistemin gücü ve performansı, ruhun gerçeğe, düşüncenin zorunlu davranışa, arzuların gerçekliğe tamamen uyarlanması, yeni bir öznenin oluşmasının önünde engel teşkil ederler. Aynı zamanda, üretim süreçleri üzerindeki egemen denetimin yerine ‘tabandan bir denetimin’ geçirilebileceği ve böylece nitel bir değişimin habercisi olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasının önünde de bir engeldirler. Bu düşünce, işçilerin var olan toplumun yadsınmasının canlı unsurları oldukları geçmişte de geçerliydi, bu topluma karşı bir itiraz oldukları günümüzde de geçerlidir. Ancak bu sınıfın egemen yaşam tarzının destekçisi haline geldiği durumda, denetimi ele geçirmesi sadece bu denetimin süresinin uzatılması anlamına gelir.”([6])

Üretimin ve tüketimin yaygınlaşmasıyla toplumu “tüketime endeksli bir temelde birleştir”diğini, ve kapitalizme, hakimiyeti altındaki sınıf ve kesimleri “yönlendirilen ve karşılanan ihtiyaçlar temelinde” kendine bağlama olanağı sağladığını vaazeden bu teorinin başlıca sorunu, kapitalizmi çelişkileriyle değil, “olanakları”yla;  sınıf mücadelesini de burjuvazi yararına tek yanlı ele almasıydı. Kapitalizmin ürettiği işsizlik, yoksulluk, açlık, savaş ve tüm bunlarla birlikte temel sorun olarak da sınıf çatışması önemsiz ve karşı hareket ettirici işlevi yok sayılıyordu. Kapitalizmin ve işçi sınıfı tarihinin çarpıtılmış bir görünümü veriliyor, devindirici-dönüştürücü olgusal etkenler yok gösteriliyor, pratiğe şaşı gözle bakılıyordu.  Marcuse’un “manipülasyon” gerekçeli “gerçekleşemezlik” teorisiyle Foucault’nun “söylemin gücü” kurgulaması aynı kökten filizlenen ‘akraba’ tezlerdi. Bütün “özne”ler; bütün “ben”ler, manipüle edilmiş, sistemle uyumlulaştırılmışlardı. Buna göre, bu durum, ancak; ideolojik aygıtların gücü, kitle iletişim araçlarının muazzam gelişmişliği, kapitalizmin evrensel ölçekli ve büyük ilerlemesi, yalnızca ve ancak bu durumun farkında olan ya da farkına varabilme olanaklarına sahip tek tek bireylerin reddedişine, direncine imkan tanıyabilmekteydi!

Marcuse kapitalizmin olanaklarına odaklanarak “aşılamazlığı” teorileştirirken, Foucault’ya göre, güç karşısında direniş ‘olanaklı’ ama her zaman “bozguna uğrayan” olarak ancak söz konusu olabilirdi. Foucaultcu görüşün önemli bir özelliği, “totalite”den uzak durma iddiasıyla, tikel-marijinal ve “anormal” özneden hareket etmesiydi. Ona göre, insanları “şekillendiren”, karşı söylem geliştirildiğinde dahi “aşılamayacak”, ancak “sarsılabilecek” olan “düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar ve gelenekler”den oluşan ve “içerisinde birçok güç ilişkilerini bulunduran devasa ve yaşayan bir organizma” vardı! Foucault, “söylem”in gücü karşısındaki düşüncelerin de onun tarafından belirlendikleri iddiasındaydı. “Söylem”in “sırrı”na  ancak, “soybilim” yöntemiyle ve  her düşünce ve “norm” “yapısökümü”ne tabi tutularak, “marijinal” ve “öteki” olanlar dikkat merkezine çekilerek, varılabilirdi! Bundandır ki, o, sistemin “açıkları”nı “marijinal”-”ötekiler”in varlığında aradı. Bilimsel “total” düşünce sistemlerine karşı, “dağınık, aykırı, öznel bilgi”nin peşindeydi. İktidar merkezinden önce, “güce tabi olan özne”ye odaklanarak, “söyleme karşı çıkarken yeni bir söylem oluşturmama”yı salık veriyordu. “Söylemin gücü” önünde o denli eğilmişti ki, onun “ne içinde ne dışında” yer almamayı vaaz etti. Ona göre, insan(lar)ı kuşatan “söylem” bir tür “maddi gerçek” ölçüsünde belirleyicilik kazanmıştı; karşı çıkılamaz ve değiştirilemezdi. Yapılması gereken, çelişkilere dikkat çekmek, onları göstermek ve düzenlenmelerini etkileyebilmekti! Toplumsal gerçeklik maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde değil, “söyleme göre şekillenmiş” güç ilişkilerini doğalmış gibi gösteren “çok güçlü ve karmaşık semboller”deydi! Ve onlar, ancak  “yapıbozum” yöntemiyle anlaşılır kılınırlardı.

İktidarın, egemen sınıfın, kendi egemenliğini tesis etmek üzere geliştirdiği ve yaşamın tüm alanlarına yayma savaşımı içinde olduğu kurumlar, ilişkiler ve aygıtlar ağı olarak değil; “öznenin üzerinde mutlak hakimiyeti olan, sahiplenici, özneye yazılı emirler veren, onlara uyarsa mutlak iyiye ulaşacağına dair vaatleri olan somut bir görüntü” olarak değil,  “merkezilik ve sahiplenici yoğunlaşma yoluyla da değil; dağılmış yerelleşmiş mikro iktidar ağları yoluyla işlediğini”nin ileri sürülmesi; hasta ile doktoru arasında bir iktidar “tezahürü” keşfi, modern akılcılığın “hayatın tümünü kuşatan iktidar ilişkileri”nden sorumlu tutularak bire bir insan ilişkilerinin iktidar ilişkileri sayılması; “iktidar ile teba arasındaki ilişki”nin kaba güce dayanmayan bilgi ile şekillenen karşılıklı etkilemeye dayalı bir ilişki” olarak kurgulanması ve bunun “başkalarının üzerinde bir eylem”i değil,mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesi” olarak ifade edilmesi; burjuva iktidarının meşrulaştırılmasıdır. Bu irdelemede, kapitalist üretim sistemine özgü “özneler arası ilişki”nin, üretim araçları sahipliğiyle ilişkisi ve bununla birlikte bu ilişkinin yarattığı zora ve “rıza”ya dayalı; sosyolojik, psikolojik, etik, hukuksal, inançsal vb. bağlantılı tüm ilişkiler baş aşağı çevrilmiştir. Buna göre, iktidar, tüm yaşam alanı ve pratiklerinin “gerçekleştiği”, “baskı altına almaktan çok”, şekil verilmeye çalışılan “özgür özneler”in karşılıklı “etkileştikleri” bir “alan”; özneleri eğitim vb. yoluyla zenginleştiren ve hatta “bedende” ve insan “ben”inde somutlanan bir “bioiktidar”dır! Bu iktidar, “kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir ögesi”dir, ama “bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasını, seçimler vb. yollarla içerilmesi”ni “belli gruplar ya da bireylerin tekelinde bir şey olarak düşünülmemesi gereken bir iktidardır! İnsanların bilgi, yetenek, deneyim vb. ile geliştirilmelerini ve böylece “yeniden şekillenmeleri”ni sağlayan, özneyi “canlı ve üretken” kılarak onu da iktidar tesisine katan bir iktidardır.

Bilgi ve normlara” dayanan bu “Bio-iktidar”, “ayrımcılık ve toplumsal hiyerarşi yaratma” gibi bir amaç gütmeyen; “özne”nin daha iyi ve daha fazla üretmek üzere “güçlendirilerek etkin kullanılması, örgütlenmesi ve denetlenmesi”ni kendine görev edinen; ve bunun için, onu hatta bilgi ve yetenekle donatan iktidardır! O baskı uygulamaz, norm yaratır ve normatif olarak işler! Normalizasyon toplumunu oluşturmayı ve negatif olmamayı esas alır! Foucault, işi, devlet iktidarının diğer iktidar biçimlerinden türediğini söylemeye kadar varmasak da, en azından bu iktidarlara dayandığı, devlet iktidarının var olmasını sağlayanın onlar olduğu söylenebilir demeye kadar vardırır ve İki cins arasında, yetişkinlerle çocuklar arasında, ailede, işyerlerinde, hastalarla sağlıklılar arasında, normallerle anormaller arasında var olan iktidar ilişkilerin”den söz ederek, sorunu bir kez daha bulandırmak üzere, tüm toplumsal kesimler ve bireyler arası ilişkilere genişletmeye yönelir. Foucault’nun iktidarı, “hakikatleri şiddet kullanmaksızın, söylem aracılığı ile dayatır, onu inşaa eder!” Foucault “bireyi temel bir çekirdek, ilkel bir atom, iktidarın etkisi altına aldığı ya da cezalandırdığı çoğul ve atıl bir şey olarak iktidarı da bireyleri böylece bastıran ya da parçalayan şey olarak düşünmemek gerekir diye ahkam keser. Sanki “yalnızca öyle olduğunu” söyleyen varmış gibi, iktidarın “yalnızca bastırmak, engel çıkarmak, cezalandırmak işlevlerine sahip olmadığından söz edip, iktidarın “özneler” tarafından nasıl da istenerek ve benimsenerek “içselleştiridiğini” anlatır. İktidar sorununun bu ele alınışında, iktidara karşı “öznelerin direnişi”, bir söz olarak kalmaktan öteye geçmez ve bir aldatmacaya dönüşür. Onun “Panoptik” kavramıyla ifade ederek öne çıkardığı “güç” ise, ‘modern toplum düzeni’(kapitalizm)in “denetim ilişikleri” içindeki güçtür. Bu “güç”ün uygulanışıyla,  toplum, “bir hapishane içi gibi” denetime alındığından, herkes sürekli ve her yönden gözetlendiği düşüncesiyle belirlenen disipline uyacak, işçi kendine dayatılan çalışma koşulları ve sistemine boyun eğecek; kontrol altına alınmış tüm toplum sindirilmiş olmayı kabullenecek, her an her yandan gözetlenme korkusu içselleştirildiğinden herhanği bir değiştirici eylemden uzak duracaktır! “Özne”ye düşen, bu denetim içinde kendini “özne olarak yeniden kurmak”(!); böylece “ahlaki özne” haline gelmektir. ([7])

Bu teori, kapitalizmin değiştirilemezliği teorisiydi. Kaderci-nihilist ve karamsar olması bir yana, teorisyeni, düşüncelerinin “mayın tarlası işlevi görmesi”nden söz etmiş olmasına rağmen, mayın temizleyici, burjuvaziyi ve onun güç ilişkileriyle ideolojik etkisini aşılamaz, hatta gücünün sınırları tasavvur dahi edilemez gösteren gerici bir teoriydi. Foucault ve Marcuse, kapitalizmi aşılamaz göstermekte birleşmişlerdi. Sadece Nietzsche’yi izleyen Foucault değil, Adorno-Horkheimer ve Marcuse’un “eleştirel teori”sinde de, tarihselliği içinde gerçekliğin değişimi düşüncesi, var olan sistemin eleştirisi bu sistemin değiştirilmesi sonucu çıkarılamayacak şekilde; var olanın zemininde kalma yönünde irdelenmiş ve bu yönde sonuçlar çıkarılmıştı. “Eleştirel Teori”nin kuramcıları daha ilk adımda, “gerçekliğin iyileştirilmesi”nden söz ederek, sınırlarını ‘kurulu gerçeklik’ içinde belirlemişlerdi. Faşizme karşı mücadele zaferle sonuçlanmasına, antifaşist mücadelenin ürünü olarak siyasal hakların kullanımı alanında demokratik ilerleme sağlanmasına karşın, faşist saldırganlık ve dünya savaşının yarattığı yıkım ve çöküntü Avrupa ve ABD’yi sarmıştı ve Frankfurt Okulu teorisyenlerinin “düşünce dünyası”nda bunun etkileri, süreç içinde netlik kazanmak üzere, sistem eleştirisinin sistem içi sınırlarda kalacak şekilde yapılmasına yol açtı. Oysa, sınıfların mücadelesini ve “kendini yenileyerek sürdüren” kapitalizmin tüm o değiştirilemez gibi görünen “düzen”inin, gerçekte için için kaynamakta olan ve tüm etkin güçlerinin birbirleriyle savaş halinde oldukları “kaotik” bir sistem olduğunu; aynı nedenle de yerini başka bir topluma-sisteme bırakmaya mahkûm bulunduğunu göremeyen bir teorinin bilimsel olma iddiası havada kalırdı. Marcuse, Adorno ve Foucault ve bunları izleyen diğerlerinin kapitalizmin “aşılamazlığı” üzerine söylemlerinin aksine, kapitalist üretim sistemi ve kapitalist işbölümü, makinenin teknik yetkinleşmesi, bilimsel teknik gelişmeler ve yeni sektörlerin ortaya çıkmasıyla birlikte daha da dallanıp budaklanırken, insanı, olanaklı tüm gelişiminden yoksun kılarak belirli-kısmi ve sınırlı edimlere adapte olmuş duruma getiren koşulların daha da ağırlaşmış olması, ona boyun eğmeye değil, insanın olanaklı her yönlü gelişiminin koşullarını sağlayacak gerçekten rasyonel bir toplumsal düzene duyulan gereksinimin daha da artmış olduğuna işaret ediyordu. Kapitalizmi, “kitlesel tüketim olanağı” ve burjuva ideolojisinin-“devletin ideolojik aygıtlarının” artan toplumsal etkisi nedeniyle aşılamaz gösteren teoriler ise, sadece kapitalizmi tarih dışı bir süregenlik olarak göstermekle kalmıyor, ideolojik kategorileri de, onlar bir kez  oluştuktan ve hakim hale geldikten sonra aşılamaz gösteriyorlardı. Bu, onların, sorunu böyle ifade edip etmemelerinden bağımsız olarak, insanın maddi gerçeği, toplumsal ilişkileri ve eylemini ele alış tarzlarının bir tür sonucuydu. Kitlelere hakim düşüncelerin maddi ilişkilerden bağımsız görünümüyle birlikte işçiyle kapitalist arasındaki ilişkinin ters yüz gösterilmesi bunlar için bir dayanak oluşturuluyordu. İlişkinin bu baş aşağı konuluşunda, işçi, kapitalist olmaksızın iş bulup çalışamazdı. Gerçekte ise buna yol açan, üretim araçlarının kapitalist mülkiyette oluşuydu. Bu ilişkiyi açığa çıkarmayan bir teorinin toplumsal yaşamla ilişkisi, onun çelişkilerinin örtüsü olmaktan ileri gidemezdi. Gerçekte yaşanan, emekgücünü kapitaliste satarak ya da kiralayarak ona, onun başta sahip olmadığı ve bu emek gücü olmaksızın asla sahip olamayacağı bir artı değer sağlayarak, sermaye ve mülk edinmesini sağlayan; onun mülk sahipliğinde kendi mülksüzlüğünü; zenginliğinde kendi yoksulluğunu üreten; böylece kendinin işçi, işsiz, yoksul ve yoksun duruma gelmesini sağlayan, içinde tutulduğu koşullar nedeniyle işçinin kendiydi çünkü. İlişkinin doğru konması halinde, işçinin yaşamı, “çalışırsan kazanırsın” anlayışına, tersten verilmiş bir yanıt oluşturuyordu. İşçi çalıştıkça kendi yoksulluğunu yarattığı gibi, yarattığı-ürettiği metaların karşısında, bu üretici eylemin öznesi olmaktan çıkarak onların baskısı altındaki bir nesneye dönüşür. Bizzat ürettiğini tüketebilmesi için, kendi emeğinin ürününe, “değişim değeri” olarak ödemede bulunması gerekir. İşçiyi, bu durumundan kurtuluş için ayağa kaldıran da bu durumunun bilinciyle birleşmesidir. İşçi ve emekçileri, hakim sınıfın düşünceleri tarafından ‘manüple edilme’ye götüren toplumsal maddi koşulların değiştirilmesi; üretim araçlarının kapitalist mülk karakterine son verilip onları kolektif üretim aracı ve toplumsal mülk haline getirilmesi, “bilincin tersyüz edilmişliği”ni de değiştirecektir. Manipülasyon parçalanacak, hakim düşüncelerin boğucu atmosferi yırtılarak, emekçiler kendilerinin çıkarları yönünde ayağa kalkacaklardır. Bu ise, teoriyle silahlanmış pratiğin işidir. İnsan çünkü, ancak toplum, kendi dışındaki zorunluluklardan üretilmiş dayatmalardan kurtulup kendini özgürce geliştirebileceği koşullara sahip olduğunda, gerçekten özgür olabilecektir. İnsan öznesinin üretken etkinliğinin anlamı, dünyanın ve nesnelerin edilgen kölesi olmasında değil, ona etkin biçimde müdahale ederek değiştirmeye yönelmesindedir. İnsan, sadece kendisini kuşatan nesneler dünyasını gözleyerek, onun gerçekliğinin bilgisine ererek değil, içinde bulunduğu ve bir öğesi olarak hareket ettiği ilişkileri değiştirerek ilerleyebilmiştir. Mevcut ve egemen toplumsal gerçekliğin temel özelliği, emek güçlerini satarak ancak yaşam olanağı bulabilen bir sınıf (işçi sınıfı) ile, onun, belli bir ‘asgari’ karşılığında ve emek harcayarak ürettiği değerin bir bölümüne el koyarak hem yaşamını sürdüren hem de sermaye-ve servet edinen sınıf (burjuvazi) arasındaki uzlaşmaz çelişkiye dayanması, bu çelişkiyi durmaksızın üretmesidir. ‘Gerçek daha iyi bir gelecek’ bu çelişkinin düzenlenmesini değil, onu var eden ilişki tarzının değiştirilmesini, çelişkinin çözümünü gerektirmektedir.

Marx kendi zamanında, felsefecileri dünyayı değiştirmek için değil yorumlamakla sınırlı ele aldıkları için eleştirmişti. Herbert Marcuse, ondan yüzyıldan fazla bir zaman sonra, “Mevcut bir durumun değiştirilmesi felsefenin meselesi değildir” diyebildi ve Horkheimer ve Adorno ile birlikte, var olanın eleştirisiyle yetinmeyi vaz’etti. Foucault, direnişe evet, ama “yeni toplumsal tahayyül”e hayır diye onları hem izledi hem de yinelemiş oldu. Teorilerinin ana karakteri kapitalizmin çelişkilerini ve sınıf çatışmasının “netliği”ni bulanıklaştırıp dikkatleri ikincil, hatta daha da türevsel kategorilere çekerek işçi sınıfının devrimci mücadelesini gözden düşürmekti. Marcuse, Adorno ve Horkheimer’in görüşleri, “Frankfurt Okulu”nun bu ünlü teorisyenlerinin savaşa, doğanın tahrip edilmesine ve kültürel çöküşe karşı çıkışlarıyla tanınmış olmaları sonucu, ikinci büyük savaşın yol açtığı büyük yıkımın sonuçlarının yaşandığı koşullarda değil yalnızca, sonrasında da etkili olabildi. Bu görüşler, 68 sonrası dönemde Avrupa ve ABD’de yayılan bireyci “yaşamını kurma”cı akımının güçlenmesinde rol oynadıkları gibi, “küresel kapitalizmin kendini yenileyerek sürdürme olanaklarına sahip olduğu” üzerine güncel sol liberal ve burjuva görüşlerin “doğumu”na, “devredilmiş deneyim” olarak da hizmet ettiler. Kapitalist direnci ve “Özne”nin kapitalist manipülasyonunu, kapitalizmin tasfiyesinin “mümkünsüzlüğü”ne gerekçe gösteren teori, işçi sınıfının tarihsel rolünün artık olamayacağını ilan ederken, kapitalizmin ve işçi sınıfının “küresel kapitalizm koşulları”nda nitelik değişimine uğrayarak “büyük anlatı”ları geçersizleştirdiği iddiasıyla ortaya çıkan “post yapısalcı”-”postmodern” teorilerin de önceli oldu. Bu teorilerin “sol” versiyonları ise, yine değişimin gerçekliği ve engellenemezliği gibi genel bir olguya sığınarak, toplumsal sorunlara “daha geniş ufuktan bakma gereksinmesi” vaazı eşliğinde günümüz yazar, sosyolog ve iktisatçılarının önemli bir kesiminin sınıf inkârcı tezlerinde, yol gösterici işlev gördüler.([8])

1960’lı yılların Avrupasında, Marksizm kökeninden gelip sisteme bir biçimde entegre olmuş ideologların kaleminden, “artan üretimin, toplumsal refahı kitlelere yaygın şekilde sağlaması, kol işçiliğinin öneminin azalması, ‘çoğulcu‘ bir demokrasinin güçlenmesi ve yerleşikliği” üzerine döşenilen makaleler, bizde 90 sonrasının ‘uygun iklimi’nde “kapitalist değişim ve teorik yenilenme ihtiyacı” gibi masum bir gerekçelendirmeyle furya halinde yayıma konarken, buradan işçi sınıfının, kapitalizmi tasfiyeye yetkin devrimci değiştirici niteliğinin “artık ileri sürülemeyeceği” sonucuna varıldı. Adorno, Horkheimer, Marcuse’nin yanı sıra, Althusser, Foucault, Derida, Lacan ve Deleuze gibileri, özellikle “akademik araştırma”nın konusu olarak Türkiye topraklarına taşındılar. Onların, mevcut düzenin yeniden üretilmesi sınırları içinde kalan teorik birikimi rehber edinilerek, Marx ve teorisinin “eskidiği”, “küresel dünyanın yeni olgularını açıklamada yetersiz kaldığı”; “sınıf perspektifli teorilerin günün gerçekliğini açıklayamayacağı” vb ileri sürüldü; “varoluşçu”-”nihilist”, “bilinemezci”, “postyapısalcı” etiketleri taşıyan ve ortak paydaları Marx eleştirisi olan tezler ortalığı kapladı. Şimdi, şu ya da bu “sol”-liberal ya da “Marksist” etiketli dergide değil sadece, “Akademia”nın “sol” ve liberal, ve muhafazakâar sosyolog ve iktisatçılarının küçümsenemez bir kesiminin kaleminden de bunları yeniden okuyoruz. ([9])

EKONOMİ-POLİTİKA İLİŞKİSİ; “İNDİRGEMECİLİK” ÜZERİNE GÜNCEL LİBERAL SÖYLEM

Maddi üretim ilişkileri ve toplumsal koşullar ile insan eylemi arasındaki ilişkinin idealist, ‘varoluşçu’ ya da Freudçu psikanalizist yorumlarına tekabül eden görüşlerin ‘soy kütüğü’ne yukarıda işaret edildi. Tarihin ve toplumsal yaşamın neden-sonuç ilişkileri dolayımında, zıtların birliği ve mücadelesinin kaçınılmazlaştırdığı değişim ve hareketin dinamiğiyle; sınıfsal kategorilerin ve sınıf mücadelelerinin maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimiyle bağı içinde açıklanması; tarihsel olayların devindirici gücünün ekonomik gelişme ile bağlantılandırılması, Freudçu-Foucaultcu ve post yapısalcı yazarlar tarafından  “indirgemeci-nedenselci ve nesnelci” bir tür “doğmatizm” ifadesi olarak gösterilmektedir. Ç. Kızıl ve F. Ergut, bu “tehdit”(!)e karşı okuru donanımlı kılmak için “ereksel determinizm” ve “sınıf indirgemeciliği”ne karşı siyasal-kültürel kategorilerin “günümüzdeki önemi”ne işaret ederek, “ sol”a, özellikle de adını “yeni sol” olarak belirledikleri “sol”a, zorunluluk, kaçınılmazlık, nedensellik, sınıfsallık gibi kategorilerin “işlevsiz kalacakları” düşünsel-ideolojik kültürel “iyi”nin eseri “müzakereci”; “açık, katılımcı, çoğulcu, kapsayıcı ve güler yüzlü” bir siyaset öneriyorlar. Toplumsal sorunların üretim ve sınıf ilişkileri merkezli olarak, ve kapitalizmin çelişkilerinin sergilenmesi üzerinden irdelenmesini; bu materyalist tarih diyalektiğinin yöntem edinilmesini Marksizm’in “sınırları” ve “çözümsüzlüğü”ne(!)  sebep gösteren Akademisyen Fulya Karaismailoğlu ise, bu ilk iki yazarı, “tarafsız bölge”den, ama elbette tarafı açık-seçik anlaşılır şekilde tamamlıyor. ([10])

Marksizm’e  “ekonomik indirgemecilik” suçlaması, madde-düşünce; ekonomi-politika; maddi üretim-sınıf ve-ideoloji ilişkisinin idealist-irrasyonel yorumundan kaynaklanır. Marx’ın o hem çok bilinen hem de “indirgemeciliği”nin en önemli kanıtı olarak gösterilip istismar edilen belirlemesi şöyledir: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddî altüst oluşu ile … hukukî, siyasal, dinî, artistik ya da felsefî biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir”(Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya önsöz‘den)

Marx, bu “sonuç”a, ilişkinin bu tarihsel, diyalektik ve materyalist kuruluşuna, insanın yaşam gereçlerini üretmeye başlamasının onu hayvanlar aleminden ayırmasıyla içine girdiği sürecin tüm tarihsel seyrini irdeleyerek varır. Kızıl’ın görüşünü güçlendirmek için Laclau’dan aktardığı, “eğer ekonomi son kertede her toplum tipi için salt belirleyici ise, ekonomi, herhangi bir toplum tipinden bagımsız değerlendirilmeli ve ekonominin varoluş koşulları herhangi bir somut toplumsal ilişkinin dışında tanımlanmalı” şeklindeki ele alış, ekonominin toplumsal ilişkilere “dışsal” bir kategori olarak gösterildiğini ima eden bir çarpıtma ve sözcük oyunundan ibarettir. Bir ilişkilendirmede ‘sonal belirleyici’den söz edilmiş olması o ilişkilendirmeyi yanlışlayıp gereksizleştiren neden değil, aksine, ilişkilendirmenin mantığı açısından gerekli olandır. Laclau’nun, “son kerte” ve “salt” sözcüklerini, iddiasını kuvvetlendirmek amacıyla bir araya getirme hilesine başvururken, unuttuğu(!), insanın yaşam gereçlerini sağlamak üzere giriştiği üretici etkinliği ile bu etkinliğin, üretici güçlerin ve üretim araçlarının gelişme düzeyi ile de bağlı olarak üretimin tarzına göre göstereceği değişikliktir. Bu ikisi bir ve aynı şey degillerdir ve ekonominin “herhangi bir somut toplumsal ilişkinin dışında tanımlanma”sı şeklindeki meydan okuma da, yalnızca toplamı binlerce sayfa tutan Marksist analiz karşısındaki siyasal-ideolojik miyopluğun yanı sıra, ekonominin ‘toplumsal ilişki’ karakterinin anlaşılamadığı/görülemediğini de gösterir. Ekonomi-politika ilişkileri bire bir ve her koşulda belirleyen-belirlenen şeklinde tek yanlı etkileşmezler ve sömürülenlerin sömürenlere karşı mücadelesinde,  üretim sürecindeki konumlarıyla onun dolayımındaki ilişkilerinin şekillendirdiği düşünce, alışkanlık, önyargı ve inançlar, tümü bir arada rol oynarlar. Önceki kuşaklardan “miras” edinilen ve bir bölümü kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin ürünü olan ideolojik ‘form’lar, hukuki, dinsel, siyasal, felsefi, kültürel etki, oluşum ve kategorilerle içinde yaşanılan toplumsal koşullarda ve üretim ilişkileri içinde oluşturulmuş yenileri, etkinlikleri ve eylemleri üzerinde, çıkarlarına uygun ya da değil, etkili olurlar.  “Herkesin eşit olduğu”; “tüm varlıkların yüce bir gücün eseri olarak, oldukları haliyle yaratıldıkları” anlayışı gibi, ya da sinema, tiyatro, gazete-televizyon gibi iletişim araçlarıyla sanat eserlerinin ‘empoze ettikleri‘ anlayışlar, toplumsal iktisadi ilişkiler içindeki insan eylemi ve tutumunun etkenleri arasına katılırlar. Çünkü insan her ne yaparsa, önce beyninde onun düşüncesini oluşturarak, (ediminin düşüncesi beyninde oluşmuş olarak), yapar. İnsan etkinliğinin, onun üretici eyleminin ve ne türden olursa olsun mücadelesinin buna uygun düşen bir bilinci vardır. Ne ki, tinsel olanları dahil tüm önyargı ve düşünsel yönelişlerin ilk hareket ettirici etkeni, söz uygunsa doğum yeri, maddi yaşamın üretimi alanı; ekonomik ilişkiler alanıdır. Maddi üretim araçlarını ellerinde tutanlar, devlet olarak egemen konumda olanlar, yarattıkları ideolojik formlar ve onları etkin kılma araç ve aygıtlarıyla toplumsal yaşam ve ilişkileri etkileyip yönlendirmeye çalışırlar. Egemen hale getirdikleri/egemen hale gelen onların çıkarlarının ifadesi olan düşüncelerdir. Bürokratik “özerk” aygıtın meslekten politikacıları, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçuları, “gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler.” Buna rağmen, “her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklarından, ve aynı zamanda, daha önceden yürürlükte olan bütün hukuk sistemini hesaba katmak gerektiğinden, hukuksal biçim her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır.” İlişkinin yanıltıcı görünümüdür bu aynı zamanda. Hukuksal belirlemelerde bulunduğunu düşünen yargıç, ekonomik çıkarların yönlendirdiği, bu çıkarların dayandığı sınıf güçleri arasındaki mücadelenin seyri tarafından şekillenişleri etkilenen yasalar çerçevesinde karar vermek-hukuku işletmek- zorundadır. Hukuksal işleyiş ise, ekonomik ilişkileri, aile ve miras hukukunda daha açık görüldüğü üzere, mülkün dağılımındaki rolüyle vb.  etkiler.
Marksizmi “ekonomik indirgemecilik” ile suçlayanların anlayamadıkları, toplumsal gelişmenin ve toplumlar tarihinin diyalektiğidir. Marx, toplumsal üretim sürecini “gizemli bir hale getiren” sermaye-kâr, toprak-rant, emek-ücret ilişkilerini açığa çıkarmakla, ekonomik kategorileri ve onların ilişkisini sergilemekle kalmadı, ideolojik anlam ve işlevlerini de ortaya koydu. Sermayenin kâr, toprağın rant getirdiği, emeğin karşılığını ücrette bulduğu şeklindeki yanıltıcı görünümün temelindeki artı değer gerçeğini; dolaşıma giren ürünün emek ürünü olduğunu; emeğin karşılığının ücrette somutlaşmayıp, karşılığı ödenmemiş bölümünün kapitaliste, onun kullanımı ve sermaye edinmesini sağlayan artıdeğer olarak gittiğini gizleyen örtüyü kaldırdı. İndirgemecilik suçlaması, ekonomi-politika ilişkilerinin tersyüz görünümünü veri almıştır. Bu görünümü esas alan görüşlerin sorunu, politik-ideolojik hukuksal kategorilerin maddi yaşamın üretimi süreçlerinin ürünü olup, ekonomik-maddi temel üzerinde yükseldiklerini gizleyerek bu kategorilere bir tür bağımsız statü atfederken, onların üzerinde yükseldikleri temele etkilerini de abartmalarıdır.

Oysa gerçekte ideolojik kategorilerin oluşumuna “döl yatağı” olan; insanın maddi etkinliği, maddi yaşamın üretimidir. Bu, ideolojik kategorilerin son kertede ekonomik temel tarafından belirlenmelerinin nedeni olup, ideolojik kategoriler de tersinden, maddi temel üzerinde, esası oluşturmamakla birlikte değiştirici-hız katıcı ya da yavaşlatıcı etkide bulunurlar. Maddi hayatın üretimi süreçlerinin ürünü olarak ortaya çıkıp şekillenen ideolojik formlar insanın kendi yaşam koşulları ve pratiği içinde edindikleriyle birlikte önceki kuşaklardan devraldıklarıyla biçimlendirdiği düşünceler ve tasarımlar olduğundan, koşullardaki ve ilişkilerdeki değişim, düşünce ve tasarımların değişimine de yol açar. Usa aykırı metafizik-mistik önyargı ve düşünceler dahil tüm ‘fikirsel kategoriler‘ insanın doğa ve toplum koşullarının ürünleri olup, kaynağını da doğa, ve insanın yaşam koşulları ve deneyiminde bulurlar. Bu,  maddi yaşamın üretiminin araçlarına egemen olanların, ‘düşünce dünyası’na da egemen olmalarını sağlayan temel etkendir. Teorinin kitleleri sarması durumunda “maddi bir güç” haline gelmesini sağlayan, onun insanın kendi somut-maddi gerçekliğiyle uygunluğu durumunda kazandığı etki gücüdür. ([11]) İnsanı harekete geçiren ne varsa zorunlu olarak beyninden geçer, yani insanı eyleme geçiren ya da bir tutuma yönelten düşüncenin beynin ürünü olması, bir iradenin bir istencin ortaya konmasına denk gelmesine rağmen, o ilkin, duyularla algılanan maddi nesnelerin bilgisiyle ve içinde hareket edilen koşulların etkisiyle bağlantılıdır. Belirli bir tarza göre üretici etkinlikte bulunan insan bireyleri, aralarındaki siyasal ve toplumsal ilişkileri, bu belirli üretim tarzlarına bağlı olarak gerçekleştirmektedirler. Böylece, belirli verili koşullar içinde maddi üretimi, öyleyse yaşam tarzlarının üretimini gerçekleştiren somut nesnel bireyler ve onlardan oluşan sınıfların bu yaşam ve üretim süreçlerinin ürünü olarak onların ilişkilerini düzenleyen toplumsal yapı ve devletler oluşmaktadırlar. Yani, insanlar maddi üretimlerini-yaşamlarını sürdürme gereçlerini; ve böylece karşılıklı ilişkilerini oluştururlarken, bununla birlikte ahlaki, düşünsel, siyasal, dini vb tüm ideolojik biçimlenmeleri de oluştururlar. Bundandır ki bilinci belirleyen sonal olarak maddi yaşam pratiği, toplumsal yaşam ve ilişkiler bütünüdür. Birey, dış etkilere açık, onlar tarafından etkilenen bir varlık olup, düşüncesinin oluşmasında ve değişiminde bu oluşum ve ilişkiler rol oynarlar. Bilincinin, “kendinin bilinci” olup, “kendisi için bilinç” olmaması, bu maddi ilişkiler içinde, üretim ilişkilerinin tarzı tarafından belirlenen ve baş aşağı çevrilerek bireyi -burada işçiyi- yanlış bilince sevk eden maddi gerçeğin bu çelişkili durumudur. İdeolojik kategorilerin insan ilişkilerinin ve insanın üretici etkiliğinin sürece bağlı gelişimi ve değişiminin ürünü olmaları, onların, sınıfsal karakterli oluşlarının ve değişimlerinin de temel etkenidir.([12])

Akademisyen Karaismailoğlu, Marx‘ın toplum irdelemesini sınıf indirgemeci bir darlık olarak niteliyor. Ona göre, “sınıf kavramı tarih boyunca farklı üretim ilişkileri içindeki toplumları açıklamakta yetersiz kalmaktadır.” “Çünkü”, diyor yazar, “kollektif eylemde belirleyici yegâne baskın etken katılan bireylerin sınıfsal konumu değildir.” Ve devam ediyor: “…Özellikle dikkat çeken nokta ise ‘Marx’ın sınıf ölçütü olarak mülkiyete haddinden fazla önem vermesi, gücü ise olduğundan önemsiz görmeye yönelmesidir.’ Marx’ın, üretim araçlarının mülkiyeti dışındaki güç ilişkilerini olduğundan önemsiz görmesi onun analizlerinin kusurlu noktalarından biridir.”([13])

Bu iddianın birinci sorunu, toplumsal tarihin sınıf kavramı merkezli, “sınıf ölçütüyle” ve sınıf mücadeleleri temelinde açıklanmasının bir “tercih” işi olmadığını; insanın üretici etkinliğinin tarihsel gelişimi ve şekillenişine bağlı olarak üretim tarzıyla üretici güçlerin ilişkisi tarafından belirlendiğini; bu ilişkiden çıkarıldığını göz ardı etmesidir. Bu iddia diğer yandan, toplumların, mülkiyetle ilişkileri içinde şekillenen sınıf “ölçütü”yle bağlı olmayan hangi tür “baskın etken” merkezli açıklanabileceğine açıklık getirmemektedir. Akademisyen yazar, “yegâne baskın etken”in sınıfsal olmadığını ve Marx’ın, mülkiyete “haddinden fazla önem” verdiğini düşündüğüne göre, mülkiyet dışındaki o baskın etkenin geleneksel ahlaki, dini vs anlayışlar ya da duygu, istenç, erek vs, her ne ise, -sınıfsal aidiyet mutlak koşul olmasa da esas etken olmaktan çıkmaz- bunların, bireylerin içinde bulundukları koşullar ve ilişkilerin dışında, bu ilişkilerin üzerinde şekillendikleri maddi yaşamın üretimi dışındaki bir kaynaktan mı gelip gelmediğini yanıtlamalıydı! Yazar bu soruna doğrudan yanıt vermez, ama biz devam edelim: ilkin, tarihte, tek tek bireylerin, dahili bulundukları sınıfların çıkarlarının zıttına, bu sınıf(lar) tarafından baskılanan, sömürülen sınıf ve kesimler yanında; ya da tersinden kendileri ezilen ve sömürülen sınıfların saflarından doğup gelmiş olmalarına karşın sınıflarının aleyhine ve onların düşmanı durumundakilerin safında yer tutarak onların sistemine eklemlenmeleri mümkündür ve bunun çok sayıda örneği gösterilebilir. Yani sınıf aidiyeti tek tek bireyler bazında mutlak değişmez, geçmişten geleceğe süregen olmayabilmektedir. Ancak böylesi tekil ve “özgül” hallerden yalnızca istisnalar düzeyinde söz edilebilir. Karaismailoğlu, güç ilişkilerinin tarih boyunca oluşumunun koşullarıyla, koşullara bağlı değişiminin tarihini göz önüne getirmediği gibi, insanın üretici etkinliğinin, yaşamının maddi gereçlerininin üretimi olduğu gerçeğini de atlamıştır. “Güç” ile mülkiyet; üretim tarzı ve ilişkileriyle insan eylemi ve düşüncesi arasındaki bağ atlanmış; “özerk” gibi görünen güç kurumsallaşmalarının mülkiyet ilişkilerinin şekillenmesindeki rolleri ve sınıf çatışmaları içindeki konumlarının üzerinde yükseldikleri üretim tarzı ve iktisadi temele bağımlı oluşu, gözardı edilmiştir.

Kapitalist toplumda sınıflar arasındaki ilişkinin “iki yönlü”, “dolaylı” olup “birebir gerçekleşmediği”nden bahisle, ilişkinin bu karakterinin “toplumsal çatışma yaratması önünde engel” olduğunu ileri süren Karaismailoğlu, Marx’ı, onun tarafından asla baş vurulmayan basit bir mantık yürütmeyle yorumlayarak sınıf ilişkilerinin dolaylı-dolaysız ilişkiler tezahürünü; ilişkinin, öyleyse çelişkinin de belirli koşullarda edilgen-tali olan yanının, bir başka durumda etken konuma gelmesi; dolaylı ilişkinin dolaysız-doğrudan hale dönüşmesi olanaksız olmadığı şeklindeki hareket “tezahürü” yasasını görmezden geliyor ve işçi sınıfı ve burjuvazi (emek-sermaye) söz konusu olduğunda, çelişkinin dolaylı unsurları içermekle birlikte esas olarak dolaysız-açık ve uzlaşmaz oluşunu gözardı ediyor. Binlerce sayfalık Kapital ciltlerinde bu ilişkinin, ayrıntılarıyla ve sürecin tüm boyutları, özellikleri ve bağlantılı unsurları irdelenerek açıklanmış olmasını ve Marx’ın büyük teorik hazinesinin aydınlattığı bu ilişkinin teorik konuluşunu bir an için saklı tutarak, pratik bir örnek üzerinden söylersek, işçi ile kapitalist arasındaki “özgür” ilişkinin özelliği, işçinin kendi işgücünü belli bir ücret karşılığı ve belirli bir süre için para sahibi kapitaliste satması, karşılığında da ürettiği metanın değerinden bir kısmını ücret olarak almasıdır. İşçinin ürettiği metada gerçekleşen değerin diğer bölümü ise patronun ‘hanesi’ne; onun geçimi için harcamalarına ve sermaye olarak kullanımı/değerlendirmesi için gitmiştir. Bir yanda birebir-somut ilişki vardır; öte yandan ‘emek-sermaye‘ bazında alındığında soyut bir ilişki. Karaismailoğlu ilişkinin bu ikili özelliğini, ilişkinin “dolaylı”lığını çatışma engeli göstererek,  kapitalizm yararına yorumluyor. Oysa, bu ilişkinin dolaylı yanı, karşıtların uzlaşmazlığını örtme işlevi görse bile, işçi, genelde sömürüldüğünün farkındadır ve kendisini sömürenin kendi patronu kapitalist olduğuna dair-tekil örnekler üzerinden de olsa bilgi sahibidir. Çatışma, bütün engelleyici etkenlere karşın, -”yukarıdakiler aşağıdakilere” karşı, evet güç kullanırlar- önünde sonunda kaçınılmazdır ve işçi, talepleri için hareketinde sermaye sahibiyle karşı karşıya geldiğini, geleceğini, sadece ‘birey’inin öz pratiğinde değil sınıf kardeşlerinin-kendisiyle aynı iktisadi ilişkiler içinde olanların pratiğinde de tecrübe eder.

Çağhan Kızıl, Karaismailoğlu’nun gerekçelendirmelerinin gerekçesi olarak da alınabilecek nitelemeleri yan yana getirerek ve benzer noktalardan hareketle Marksizm’i, “ereksel determinizm”-”nedensellik”-”belirlemecilik” ve dogmatizm vb. gibi, “bütünsel” suçlamaların hedefine koyuyor. Bu suçlamaları ele almadan önce, suçlamanın düzeysizliğini de göstermek üzere,  konu üzerine Engels’in söylediklerinden kısa bir aktarma yapalım. “Bütün önemli tarihsel olayların büyük devindirici gücünü ve ilk nedenini toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve değişim tarzlarının dönüşümünde, bunun sonucu olarak toplumun sınıflara bölünmesinde, ve bu sınıfların birbirleriyle savaşımlarında arayan tarih anlayışını adlandırmak için, tarihsel materyalizm sözünü, başka birçok dilde yaptığım gibi, İngilizcede de kullanırsam, Britanyalı ‘saygınlığını’ incitmeyeceğimi umarım.” diye yazmıştı Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, 1892 İngilizce Baskıya Önsöz’de. Joseph Bloch’a yazdığı 21 Eylül 1890 tarihli mektubunda ise Engels; “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik: Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı ögeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları- savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb- hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri -hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler. Bütün bu ögeler arasında bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler(accidents)(yani aralarındaki iç bağlantı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan var-değil sayıp gözardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında, ekonomik devinim, sonunda kendisini olurlamak zorundadır. Yoksa teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu” diye yazıyordu. Conrad Schmidt’e yazdığı mektubunda Engels, bir kez daha bu konuya dönerek şunları yazmıştı: “Genelde ekonomik hareket egemendir, ama bizzat kurduğu ve bir yandan devlet gücünün hareketinden, öte yandan aynı anda yaratılan muhalefetin hareketinden bir ölçüde bağımsızlıkla donattığı siyasal hareketin tepkilerine de katlanmak zorundadır. Sınai piyasa hareketinin esas itibarıyla ve belirtilen kayıtlar altında, para piyasasına yansıması ve kuşkusuz tersyüz edilmiş biçimde yansıması gibi, çoktan ortaya çıkmış olan ve birbirleriyle çatışan sınıflar arasındaki savaşım da hükümetle muhalefet arasındaki savaşıma yansır; ama yukarıdaki gibi, bu yansıma da tersyüz edilmiş bir yansımadır; yani artık doğrudan ya da dolaylı bir sınıf savaşımı olarak değil, ama siyasal ilkeler için çatışma gibidir; üstelik öylesine çarpıtılmıştır ki, sorunun özüne ulaşabilmek, binlerce yılımızı almış bulunuyor.”([14])

Doğaya ve toplumsal yaşama bilimsel-ussal bir yaklaşım ve bunun ifadesi olarak bilimsel teori toplum ve sorunları karşısında sorumludur. Bilimsel bilgi ve onun teknik uygulanması, -teknik buluşların üretim sürecinde uygulanmasına benzer biçimde- teori ile pratik, birbirleriyle kopmaz şekilde bağlı olmak durumundadır. Öyleyse, bilimsel irdeleme ya da güncel toplumun ‘teorisi’ olma iddiasındaki herhangi teori ve tezin ‘güncel toplum’un iktisadi-sosyal-siyasal-ideolojik tüm yanlarıyla “bütünsel” bir irdelenmesini içermesi fazlalık değil, gerekli olandır. Dünyanın ve toplumun gerçekliğinden hareketle, dünyayı ve toplumu; dünyasal ve değişen-hareket halindeki toplumu, ona içkin çelişkilerinin çözümü üzerinden ‘insanal hale getirme’yi amaç edinen bir teorinin gücü, “nesnesi”yle ilişkisinin rasyonalliğinde, ve onu değişime zorunlu kılan olgusal iç kuvvetlerinin bilincinde olmasındadır. Pratik politik hedeflerle ilişkilenmeden, yalnızca “toplumsal iyi” ,”insanal mutluluk” ve “kültürel yücelik” gibi “aşkın” kategorilerin kurgulanmasına ya da “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” üzerine hümanist ideallerin seslendirilmesine dayanan bir “soyut” teoricilik, “pozitivist akılcılığın eleştirisi” hedeflenmesine rağmen, içinden çıktığı toplumsal sistemin eleştirisinden öteye geçemez. Böyledir, çünkü toplum tarihini anlamaya gerçekten olanak sağlayan şey, “emeğin gelişmesinin tarihidir.” “Farklı toplumsal oluşumların varoluş koşullarından, bunlara tekabül eden siyasal, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel vb. görüşler çıkarsama”dan önce, bu koşulların ayrıntılı irdelenmesi bilimsel bir analizin, bilimsel görüş oluşturmanın asgari gereğidir. Marx’a ve Marksist teoriye yöneltilen suçlamaların materyalist tarih anlayışını ve sosyalist teoriyi nasıl çarpıttığını, Engels’in bu bir iki paragrafta dile getirdikleri, hiçbir ikircikli hileye pabuç bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor. Ekonominin ve çeşitli “üst yapı öğeleri”nin “karşılıklı etki”si üzerine, başka vurgulara da işaret edilebilir. Bu bir yana, Kapital’de işçinin yaşam ve çalışma koşullarının; iş günü yasaları ve bunların emekgücü ile sermaye arasındaki ilişkide oynadıkları role dair, hacimli bir bölüm ayrılmıştır. Siyasal, hukuki, dinsel ve insan tarafından üretilmiş tüm diğer ilişki biçimleri ve kategorilerin “büyük devindirici gücü” ve “ilk nedeni”nin toplumun ekonomik gelişmesinde olduğu; üretim tarzının tarih boyunca gösterdiği değişimle birlikte bu kategorilerin gösterdiği değişim tarafından da kanıtlanır. Üretimin kapitalist tarzında, maddi yaşamın üretim koşullarının siyasal-hukuksal yapı üzerinde son tahlilde belirleyici etkiye sahip oldukları, tek tek ülkelerin bir dünya pazarı içinde, bir zincirin halkaları halinde “eklemlenmesi”ni sağlayan gelişmeye bakılarak da görülebilir. Kapitalist gelişme, iletişim ve ulaşım araçlarındaki büyük ilerleme ve teknik uygulamalar üretimin kalitesini, kapasitesini, verimlilik düzeyini çalışma ve iş koşullarını; siyasal iktidarın uygulamalarını, kararlarını, yasalarını, hatta başka ülkelerin iktidarlarıyla ilişkilerini ve uluslararası özellikleri olan kurumsal organizasyonların rollerini koşullamaktadırlar. Günümüzde siyasal iktidarlar ve “ulusal devlet”lerin; ekonomideki gelişmenin uluslararası niteliğini; meta ve para hareketinin uluslararasılaşmasını gözetmeyen herhangi ciddi siyasal kararlar alamamalarını sağlayan, bu politikaların, üzerinde uygulanabilir olduğu ekonomik temelin, uluslararası alanda bir dünya pazarı şeklindeki varlığıdır. Öyleyse, üretim kavramının “dogma haline getirilmesi” üzerine spekülatif-totolojik bağırmaların haklı hiçbir dayanağı yoktur. Kültürün, “günümüz”e ilişkin, ve toplumsal yaşamın üretim ilişkileriyle “özdeş” etken bir kategori olarak gösterilmesi, “engin” bir bilinç eksikliği kaynaklı değilse eğer, onu üretim ilişkilerine tümüyle dışsal bir kategori olarak almak, onu dışarıdan toplum yaşamına dahil olup ilişkiler ağının “içine girmiş” göstermek,  “günümüz” olmayan zamanlarda, örneğin kölecilik ve feodal düzende, onların kendi koşullarının ürettiği ve ‘teslim aldığı’ kültürü bir tür yok saymak vb, üzerinde ayrıca durmayı gerektirmeyen bilinçli bir saptırmadır.

 

SINIF TEORİSİ KARŞITLIĞINDAN KAPİTALİZM SAVUNUSUNA BAĞLANAN “İNCE YOL!”

Fulya Karaismailoğlu, Ç. Kızıl ve Ferdan Ergut’un Marksizme yönelik ortak suçlamalarının en önemlilerinden biri, onun, “sınıf indirgemeciliği” yaptığı iddiası üzerinden kurgulanmıştır. İşçi sınıfının kapitalist üretim sisteminde tuttuğu yerin, onu, sömürüye dayanan bu sistemin yıkıcı kuvvetlerinin başına yerleştirmesine dair belirleme,  bu yazarlar tarafından “sınıf kültü”ve “sınıfsal indirgemecilik” olarak suçlanmaktadır. Üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin sınıf çatışması ve devrimci değişimin temellerini oluşturduğu ve kapitalizmin çelişkilerinin onu, kendisi tarafından üretilen güçler eliyle tasfiyeye mahkum ettiği yönündeki materyalist görüş, Marx karşıtı liberal teorisyenlerden ilhamla, ve güya dogmatizme karşı çıkış adına, “aynı objeye referans, önermelerin üretimindeki ortak jargon, kavramların sabitliği ve ortak tema referansı” diye sıralanarak suçlanmakta; emek, emekgücü, sınıf, sınıf mücadelesi, üretici güçler ve üretim araçları, devrimin nesnel maddi koşulları ve güçleri gibi kavram kategorilerinin kullanımı, Marksizmin sınıf “indirgemeciliği” ve iktisadi “determinizm”inin kanıtı olarak gösterilmektedir. “İşçilerin siyasi ve iktisadi mücadelesinin işçi sınıfının bünyesinde cisimleştiğini düşünmek, mücadele zemininin meşruiyetini daraltır” diye kestirimde bulunan ve bunu bir “yanılsama” olarak değerlendiren Çağhan Kızıl, “Çünkü buradaki asıl yanılsama, üretim ilişkilerinin o dönemki özgül koşulları içindeki özgül bir özneyi tanımlamak yerine, o özgül özneye o dönemde karşılık gelen toplumsal grubu adlandırmadadır” diye Foucault’yu yineliyor, ve “Kapitalist sömürünün sınırlarına karşı çıkan toplumsal grupların çeşitlenmesi ve farklılaşması karşısında sınıf kültünün mücadeleyi okumasının zor olduğu ortadadır…”([15]) sonucuna ulaşıyor. Kızıl, sınıf mücadelesinde “emekçi pozisyonu ‘kendinde iyi’ ve doğruya ulaşmanın garantisi olarak gördüğü sürece” darlıktan, sınıf “totolojisi”nden, çözümsüzlükten kurtulmanın olanaksızlığı üzerine kendi totolojik söylemini böylece sürdürüp gidiyor.

İşçi sınıfı siyaseti her şeyden önce sınıfın siyasetidir! Sınıfın, kapitalizm koşullarındaki sömürü ilişkilerinden kaynaklanan talepleri ve bu sömürüden kurtuluşu amacı tarafından belirlenen bir siyasettir bu. Ama bunun için bu siyasetin, kendini kendi sınıfıyla sınırlı bir darlaştırması gerekmez, o tüm ezilenlerin sermaye ve baskı sistemine karşı taleplerinin savunusuyla, sınıf baskısının her biçimine karşı siyasal demokrasinin talepleri için mücadele ederek burjuva egemen sınıfa karşı sınıfının siyasetini ve siyasal bilincini geliştirir. İşçi sınıfının burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelesi doğal olarak ve kaçınılmazlıkla, önce “işçi sınıfının bünyesi”nde ‘cisimleşir.’ Böyle olmasının nedeni “düşünmek”ten, öyle olmasını istemekten önce, sınıfın nesnel konumundan gelme kendi durumudur. Kızıl’ın, “mücadele zemininin meşruiyetini” daraltmamak için, kapitalizmin ezip baskıladığı diğer emekçi kesimleri de “özne” saymak gereğine dikkat çekmek istediği düşünülüp, geçilebilir. Ne var ki, o burada kalmaz, sorunu işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki temel çelişkiyi bulandıracak bir ilişkilendirmeye girişir. Yol gösterici teorisyenlerinin ardı sıra yürürken, onların daha derinlikli bir kavramanın üslupsal kıvraklığı eşliğinde vaz’ettiklerini, “buradaki asıl yanılsama, üretim ilişkilerinin o dönemki özgül koşulları içindeki özgül bir özneyi tanımlamak yerine, o özgül özneye o dönemde karşılık gelen toplumsal grubu adlandırmadadır. Kapitalist sömürünün sınırlarına karşı çıkan toplumsal grupların çeşitlenmesi ve farklılaşması karşısında sınıf kültünün mücadeleyi okumasının zor olduğu ortadadır” şeklinde yineleyerek, bunu açığa vurur. Göz ardı ettiği kapitalizme karşı çıkma ile onun “sınırları”na karşı olma arasında fark olması kaçınılmazlığıdır. Tekellerin dayatmaları karşısında örneğin işçi sınıfı ve emekçi kesimler dışındaki sınıf ve kesimlerden de bu dayatmaların sınırlanması ya da başka türlü şekillenmesi için karşı çıkış mümkündür ve olmaktadır. Ancak bu karşı olmanın emek gücü ile kapitalist arasındaki uzlaşmaz çelişkinin çözümünü esas alan kapitalizm karşıtlığından farklı içeriği de oldukça açıktır. “Sınıf kültü”ne karşı çıkış, tüm antiMarksistlerin ortak paydasıdır; “kapitalizmin sınırlarına karşı çıkış”larının sınırları kapitalizmin kendi sınırlarıdır. Buradan da reformizm ve çelişkilerin uzlaştırılır kılınması çıkar.

Çağhan Kızıl, Herbert Marcuse’un, Foucault ve “kapitalizmin ikinci savaş sonrası sahip olduğu yeni güç ve olanaklar” üzerine kalem oynatan dönemin diğer teorisyenlerinin yazdıklarını kopyalayıp förmülleştirirken, onları olduklarından da fazla yüzeyselleştiriyor.([16]) “Nerede güç varsa orada direnç de vardır” diye güya aradaki nedensel bağlantıya işaret eden yazarın yerine, Foucault ve Herbert Marcuse konuşur gibidirler. Aynı gerekçelere dayanan “çıkarımlar” farklı ifadelerle dile getirilir: “örgütlü bir biçimde yaşanan tahakküm sistemine karşı gelmesi ve bu rejime bir son vermesine” ancak “ çok ender” rastlanabilir; genellikle de sonuca ulaşamaz bir durumdur bu! “Sistem içi sübap ayarları; sistemin “manipülasyon” ve “söylem gücü” direnç “soğurulur.” Yazara göre, bu umutsuz vakıa ancak, “demokrasi, bireysel özgürlükler, siyasetin toplumsallaşması ve toplumun siyasallaşması için bütünlüklü bir proje” ile aşılabilir! Sıralanan nedenler karışımı Marcuse-Arendt-Laclau ağırlıklıdır; neredeyse sonu gelmezdir ve “olamaz”ı gerekçelendirmektedir. “İkinci dünya savaşından sonra yeni toplumsal ilişkilerin tahsis edildiği bir sürece girildi. Emek hareketleri, devlet biçimleri, ve kültürel değişimin baskın biçimlerine geçiş bu sürecin göstergelerinden bazıları. İktisadi anlamda dışsal bir birikim rejiminden içsel bir birikim rejimine geçilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tüm toplumsal ilişkiler bütününü karakterize etmesini ve daha fazla kâr üretim mantığının tüm sosyal alanı kuşatmasını doğurdu (esnek üretim, tüketim toplumu, özel mülkiyet vs). Talep artışı ve meta üretim dengesi, sosyal ilişkilerin metalaşmasını da beraberinde getirdi. Bu süreçte kapitalist birikim mantığı, özel ve kamusal alanın her noktasına nüfuz etti. Bugün kapitalizmin ilişkilerinin esiri olan yalnızca işgücü değil, aynı zamanda kültür, eğitim, cinsiyet, çevre gibi diğer toplumsal ilişkiler ve kavramlardır…”([17])
“Olamaz”ı gerekçelendirmek üzere sıralanan gelişmelerin gösterdiği, kapitalist ilişkilerin yaşamın tüm alanlarını “evrensel ölçekte” sardığıdır. İşçi ve emekçi karşıtı iş ve yaşam koşulları ağırlaştırılmış, iş örgütlenmesi daha yaygın ve fakat parçalı hale getirilmiş, özel ve kamusal alanın her yanı sömürü ağı içine alınmış, kapitalist sömürü ilişkileri, “kültür, eğitim, cinsiyet, çevre gibi diğer toplumsal” alanları da sarmıştır. Ancak makale yazarı, bu gelişmeleri, kapitalist üretim sistemine ilişkin kimi özellikleri ikinci dünya savaşı sonrası koşullara ‘yazması’ bir “zamanlama hatası” sayılsa bile, saydığı tüm nedenleri işçi sınıfının belirginleşen rolüne, büyüyen-genişleyen gücüne, “bağlaşıkları”nın artışına işaret etmek için değil, sınıfa ve devrimci öncü eylemine karşı yeni engeller olarak sıralar. Kızıl, “süreçte değişim”in “imgeler ve kavramlar”ı değiştirmesi nedeniyle “imgelerin yapısı” ve “objelerin maddesel özellikleri”nin de değiştiğini; bunun da, “klasik öğreti”yi “demirbaş” alan siyaset(ler)i inandırıcı olmaktan çıkardığını; öyleyse toplumsal yaşama, üretim süreçlerine, üretici etkinlik içinde şekillenen insan ve toplumun sınıflar olarak bölünmesine, sınıf mücadelesine ve sömürüden kurtuluşa dair temel önemdeki “kavramsal” anlamların, “öz nitelikleri” yönünden bu değişime uydurulması gerektiğini söylemektedir. Önerdiği, yukarıdan beri özetlenen, ve başta işçi sınıfının devrimci sınıf niteliği ve kapitalizmin temel çelişkisi olmak üzere, tüm temel toplumsal ilişki biçimleriyle bunların çözümüne dair Marksist önerme ve politikaların “revizyonu”; liberal reformist ve postyapısalcı görüşler ve onların ifadesi kavramlarla değiştirilmesidir. Buradan devamla yazar, “dogmatizme, toplumsal öznenin yanlış tanımlanması yanlışlığına, salt sınıfsalcılık ya da ekonomizme veya stakükoculuğa düşmemek” gerektiği sonucuna ulaşmakta ve büyük sözler ettiğini düşünerek, işçi sınıfının devrimci sınıf karakteri ve rolüne vurguyu “toplumsal öznenin yanlış tanımlanması” ve “salt sınıfsalcılık”; kapitalist üretim tarzının işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin kaynağını oluşturduğu yönündeki tarihsel belirlemeyi “ekonomizm ve indirgemecilik”; üretim ilişkileriyle üretici güçler, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişkinin devrimi kaçınılmazlaştıran uzlaşmaz karakterine vurguyu “doğmatizm” olarak tanımlamaktadır. “Klasik anlayış”a; Marksist temel teorik ‘çıkarımlar’a itiraz eden yazar, “Geleceğin taşıyıcısı özne olarak referans verdiğimiz toplum kesimlerinin politik tercihleri uzun zamandır sol şablondakine pek benzemiyor” diye de, güya somut sınıfsal durum tespiti yapmaktadır.

Bir kez daha anımsa(t)makta yarar var, işçi sınıfının, tarihi ileriye ‘taşıma’; insanın içinde tutulduğu zincirlerinden kurtulma mücadelesine öncülük etme “özne”si olma özelliği, politik tercihleriyle değil, üretim süreci-ilişkileri içindeki konumuyla, emeğine el konulan ve emekgücü bir tür(canlı) üretim aleti durumuna gelmiş olmasıyla; emekgücünden gayrı üretim aracına sahip olmamasıyla ilişkilidir. Ancak bu en önemli “mülk”ünü; fiziki-zihni enerjisini; yaşam gereksinmelerini temin etmek için sermaye sahibine -paranın, makinelerin, toprağın sahibi- satmadan; onunla ücretli işçi-kapitalist(emek-sermaye) ilişkisine girmeden, sahip olduğu bu kendi ‘metası’nın bir getirisi olamayacaktır. Bu ilişki zorunluluğu ve tarzı ama, ilişkinin sömüren-sömürülen karakterini örten bir işleve de sahiptir. Bu örtü ‘yırtıldığı’ oranda, çatışma, işin ve çalışmanın düzenlenmesi koşulları üzerine kapışmanın düzeyine göre şekillenir ve taraflar, üretim sürecindeki konumlarına uygun düşen politikalara yönelirler. Sancılı bir süreçtir bu: inişli-çıkışlı; çatışma ve uzlaşı unsurlarını bir arada barındıran; alışkanlık, deneyim, gelenek, inanç vb’nin rol oynadığı; ve işçi açısından ancak mücadele pratiği içinde düşe-kalka; tarihinden ve başka halkların pratiğinden çıkarılan derslerle edinilebilen sınıfının bilinci geliştiği oranda, işçinin kendisi için politik tutumla hareketini ayrıştırdığı ve burjuva politikası-partisine (onun tüm biçimlerine) karşı “tercih”e yöneldiği bir süreç. Sınıfın nesnel durumuyla politik “tercihleri” arasındaki çelişkiyi, onun kapitalizmin ‘değişen koşulları’nda “sahip olduğu yeni iktisadi olanaklar” ve “tüketime yöneltilmesi”yle izah eden “Eleştirel Teori” kaynaklı tezlerin günümüzde revaçta olduğu düşünüldüğünde, Kızıl’ın bu ilişkinin karakterini anlayamamış olması, hatta “masum” bile sayılabilir! O, ve “üçüncü el” çok sayıdaki “itirazcı”, kapitalizmin olanakları bahsinde, gelişmeleri sıralayarak bir türden tezlerin savunuculuğuna soyunurlarken, işçi sınıfının büyüyen niceliği, genişleyen safları ve doğaya ve toplumsal yaşama dair bilgilenmesinde kaçınılmazlıkla gerçekleşen ilerlemeyi görmezden gelirler.([18]) Bu görememe ya da görmezden gelme hali, “ezilenlerin kurtuluşu sosyalizmde bulması için önlerinde ikna edici somut bir örnek bulunmamaktadır” şeklindeki kendi gerekçesine sarınıp, “çıkış yolu” olarak “tüm toplumsal kesimlerin ortak emek örgütlenmesi” türünden formüllere bürünür. Tüm toplumsal kesimlerin “ortak emek örgütlenmesi”! Bu formüle ediş emekçi kesimlerin birliği “niyetiyle” yapılmış olsa bile, “tüm toplumsal kesimler”in işçi-emekçi kesimlerden farklılığı açıktır. Yazar, küçük üreticiyi, küçük esnafı, meslek sahibi bazı orta kesimleri göz önünde tutarak bunu söylüyor ise, o durumda da “tüm toplumsal kesimler” ile, bu ikinci gruptakiler yine aynı anlamı vermezler. Bu formülasyonun emekçi dışı “toplumsal kesimler”i de kapsadığı; bunun ise, “sınıf kültü”nü aşan ‘gönül enginliği’ içinde dahi sorunlu olduğu açıktır.

 

“HER İLİŞKİDE HİYERARŞİK, HER KESE DAĞINIK HER KESİMİNİN İKTİDARI” SAFSATASI!

Fulya Karaismailoğlu,  daha tezinin ilk satırlarında, “…İktidar her ilişkide ortaya çıkan katmanlı, çift yönlü, hiyerarşik bir yapıdır” şeklinde, iktidar sorununun sorunlu bir tanımını yapıyor.

İktidarın, “her ilişkide ortaya çıkan katmanlı, çift yönlü, hiyerarşik bir yapı” olarak bu tanımı, onu belli bir sınıfın, gücün, çıkar kesiminin diğerlerine yönelik hakimiyeti boyun eğdirme aracı olmaktan çıkarıp farklı ve “çift yönlü, hiyerarşik”, her bir bireysel ve toplumsal ilişkide temsil edilir ve tersinden hiyerarşik gösterir. Tüm ‘bağlamları‘ içinde sorunlu bir tariftir bu. İktidarın, “toplumların ve bireylerin birlikte hareket edebilme aracı” olmasından, ancak koşullu olarak, toplumsal kesimlerin ve bireylerin belirli yaptırımlar düzeninde birbirleriyle ilişkilendirilmiş olmaları anlamında söz edilebilir. İktidar bağlantılı zor, baskı, rıza, gönüllülük, ret ve kabul; direniş ya da boyun eğme türünden ancak çok çeşitli türden bireysel, grupsal, sınıfsal ilişki ve çelişkiler ile yaşam olanaklarını üretme-var etme eylemleri tarafından belirlenen “birlikte”(!) hareket alanını tarif etmek üzere. Ancak bu yine de, iktidarın işlevini ve niteliğini gizlemeye açık bir tarif olmaktan çıkmaz. İktidar kavramını, sınıf ilişkileri yerine birey ilişkilerini ikame ederek, bireyi ‘iç dünyası’na; kendiyle ve başkalarıyla ilişkilerindeki edilgenliği ya da direngenliğine, hatta cinselliğine kadar indirgemek, toplumsal yaşam ve hareketin dönüşümünü ve yerini başka tür hareket ve yaşam alanına terk etmeye zorunlu kalışını belirleyen çelişkileri örter.

Fulya Karaismailoğlu, toplum, birey -“insan”-  ve iktidar ilişkilerinden söz ederek şöyle yazıyor: “İktidar üzerinde düşünmeye başlamak, insanın doğa ile, diğer insanlarla ve kendisi ile olan ilişkileri hakkında düşünmeye başlamak demektir; çünkü iktidar her ilişkide var olan bir kavramdır. İnsanın ilişkileri doğada, toplumda, kendi benliğinde tezahür eder. İlişkilerin toplum içindeki görünümleri, insanların farklılıklarının görünümleridir, eşitsizliklerinin görünümleridir. Toplumu toplum yapan temel özellik eşitsizliktir. İnsanlar eşit olmadıkları için bir aradadır. Eşitlik bir değer, eşitsizlik bir realitedir. ‘Toplum dediğimiz dünya bir hiyerarşiler, bir eşitsizlikler ve dolayısıyla bir eşitsizlik ilkeleri, bir güç şebekesidir. Sosyolojik açıdan bakıldığında iktidarın dayanağı eşitsizliktir. Toplumda iktidarı, gücü olmayan kurum, grup yoktur. İktidar herkesin sahip olduğu bir şeydir fakat hiyerarşik düzenleme vardır, herkesin iktidarının sınırları vardır.”([19])

Bu akademik irdeleme, iktidar sorununu sosyo politik karakteriyle değil, psiko sosyolojik “semptomları”yla ele alır. Konu Freudcu-Nietzscheci “ben”in problemleri olsaydı, “ben”in hallerine odaklanarak, onun ilişkisel dünyasının kapsamını irdelemek gerekli olabilirdi. Ama buradaki sorun sınıf iktidarı sorunu; devlet sorunudur! Böyleyse, insanın doğa ve kendiyle ilişkilerini değil, egemen sınıf ve onun iktidar aygıtlarıyla ilişkilerinin muhtevasını tartışmak gerekir. İktidar sorunundan, toplumsal sınıflar ve onların kendi çıkarlarına bağlı kurumsallaşmış organları-örgütleri sözkonusu edilmeden, birey insanın doğaya, başka insanlara, kendiyle ilişkilerine “bakması”; insan ilişkilerinin “doğada, toplumda, kendi benliğinde tezahür” etmesi; ya da insan ilişkilerinin toplumsal görünümlerinin “farklılıklarının, eşitsizliklerinin görünümleri” olması çerçevesinde söz etmek “mümkün olsa” bile, bu, siyasal iktidar gibi sınıf mücadelesinin önemli temel bir alanıyla ilgili soruna bir açıklama getirmiş olmaz. İnsan ilişkilerinin toplum içindeki görünümlerinin farklılıkların, eşitsizliklerin görünümleri olması; bu farklılık ve eşitsizlikleri doğuran nedenlere işaret edilmeksizin; ve onların ‘toplumsal anlamı‘ ortaya konmaksızın anlaşılır kılınamaz. Sorun insanların farklı farklı fiziki-biyolojik özelliklerinden, dar bireysel küçük olanak-araç, vs’den kaynaklı ya da onunla sınırlı görülmüyor ve gösterilmek istenmiyorsa eğer, farklılıkların ve eşitsizliklerin daha belirleyici etken ve nedenleri ortaya konmalıdır! İktidarı “her ilişkide var” saymak, “sürekliliği”ni kaçınılamaz göstermek; bireyden bireye ve bireyle doğa ilişkisinden hareketle sınıf iktidarı sorununun hep var olacağına hükmetmek,  “toplumu toplum yapan temel özellik eşitsizlik”tir diyerek, eşitliği “peşinde koşulan bir hayal”den ibaret saymak, var alana bağlı ve bağımlı kalmanın teorisini yapmaktır. Kavramları, ilişkilerin belirli yönlerini ve hatta içeriklerini örtecek şekilde kullanmak bilimsel olmayıp, bilimsel etiğe de sığmaz. Öyle toplumlar olmuştur ve olacaktır ki, eşitsizlik bireyler bakımından fiziki güç, yeme-içme; “ekmek-tereyağı” ihtiyacı farkı ve yetenek farklılıklarından ibaret kalabilecektir. Ama öyle diğer toplumlar vardır ki -’en parlak örneği kapitalizm’dir- eşitsizlik, sahip oldukları iktisadi-sosyal ayrıcalık ve güçlerini politik güç olarak da kullanma olanağına sahip belirli bir kesim ya da sınıf(lar)ın diğer kesimler üzerindeki tahakkümünün ifadesi olarak anlamlıdır. İlkinde eşitsizlik ‘doğal‘ bir eşitsizlik olup, bütünüyle ortadan kaldırılması olanaklı olmaz iken, ikincisi, bir azınlığın toplumun diğer kesimlerini sömürmesine bağlı olarak şekillenen eşitsizliktir ve ezilenlerin, sömürülenlerin bu durumdan kurtulmak için verecekleri uğraşla, farklı ölçülerde ve içerikte olmak üzere değişmeye, ortadan kaldırılmaya mahkûmdur. Eşitsizlik, “her eşitlikte bir eşitsizlik vardır” döngüsel ilişkisi içinde tarif edilerek, eşitsizliği toplumsal varoluşun temeli olarak almak, onu örten bir işleve büründürmek demektir. Diğer yandan, her iktidarın dayanağı evet, eşitsizliktir. Karaismailoğlu’na göre, Marx, kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizmin kolektif üretim ve iktidar anlayışını geliştirirken,toplumun yapıtaşı olan bireylerin çıkar edimlerini eşitleme sevdası içinde bireylere kaldırabileceklerinden daha fazla sorumluluk, bilinç yükleyerek eşitlikçi toplumu konfigüre etmeye” çalıştığından, aynı zamanda ütopiktir! Şaşırtıcı olmamakla birlikte, yazarın, Marx’ın etkisi ne yazık ki tarihsel süreçte olumlu yönde gerçekleşmemiştir” diyerek, tarih ve bilim dışından konuşması, yine de ilginçtir. Karaismailoğlu, bireylerin farklı “çıkar edimleri”nde “edimlerini eşitleme” olanaksızlığı görmektedir. Kapitalizmin çıkarlara ve çıkar eşitsizliğine dayanan gerçeğini değişmez ölçü alarak, birbirleriyle eşitsiz tekil kişilerin üretim süreci içinde ve üretim araçlarından ‘arındırılıp’ mülksüzleştirilerek “eşitlenmeleri”, ve onların doğrudan doğruya bu konumları tarafından aynı sınıfın mensupları olarak ortak eylemde ve çıkar birliğinde bir araya gelmelerini, olasılık olarak dahi reddediyor ve “eşitlikçi bir toplum”un oluşturulamayacağını ileri sürüyor. “Eşitçilik” fikrini kabaca -ve mutlaklaştırarak- ele aldığından, gerçek eşitlikten, ancak, herkesin tüm gereksinmelerini karşılama olanağına sahip olmaları anlamında söz edilebileceği; bunun da farklı bireylerin ihtiyaç farklılıklarından gelen eşitsizlik ile çelişmeyeceği, yazar için doğal olarak anlaşılamaz oluyor. Tez yazarı, insanın yaşam gereçlerini üretiminin tarihsel serüveni içinde, bu gereçleri üretim tarzına bağlı olarak, -bu durum üretim araçlarının gelişmesiyle dolaysız bağlıdır- yarattığı toplumsal sistemlerin her birinin birer uğrak ‘noktaları’ olup değişime zorunlu olduklarına dair tarih ve toplum yasasını işlevsiz görüyor. Kendinin üretim içindeki yeri ve çıkarlarının farkındalığıyla sınıf bilinçli kolektif öznenin, -işçi sınıfı- sömürülmekten kurtulmak ve kendi kurtuluşunda tüm bir toplumun kurtuluşunun koşullarını yaratmak üzere, yeni bir toplumsal sistem-sosyalizm- inşasına kalkışması, bundandır ki yazar için gerçekleşemezdir. “Marx bilinçli öznenin, toplumun zorunluluk olmasından kaynaklanan akılcılıkla sosyalizmi iktidar olarak benimseyeceğini düşünür” diyerek, zorunluluğun bilincini üslubunca küçümsemesinin nedeni buradadır. “Toplumda iktidarı, gücü olmayan kurum, grup yoktur. İktidar herkesin sahip olduğu bir şeydir fakat hiyerarşik düzenleme vardır, herkesin iktidarının sınırları vardır”([20]) görüşüyle ise, günümüz eşitsizlikler toplumunun hâkim anlayışı onanmış- kabul edilmiş olmaktadır. Sorunu bu tarzda koymak, iktidar sorununu bulandırmak, onu ‘bir şey yapabilme gücü‘ ya da iradesine indirgemek, siyasi iktidarın sınıfsal anlamının yerine “herkesin iktidarı” gibi, bireysel irade gücünü çağrıştırır herkese dağıtılmış bir “iktidar”ı geçirmek; böylece de onu, kendilerine karşı iktidar olduğu kesimlerin direnişinin hedefinden çıkarmaya çalışmak olacaktır. Karaismailoğlu’nun öyle bir hedefi açıktan güdüp gütmediği ayrı bir sorun olmakla birlikte, siyasal iktidar sorununu konu edinen bir ‘tez’in, “herkesin iktidarı”ndan söz etmesi ve sorunu sözüm ona bu boyutlu olarak genişletmesi aslında, onu amaçlamış olup olmamasından bağımsız olarak, egemen sınıf iktidarını mücadele hedefinden çıkarma girişimidir. Tez yazarı, toplumun “iktidar çatışmaları alanı” olmasını, “çatışmacı ekolün mirası”yla ilişkilendirirken ise, sorunu “istenç”lerin çatışması sorununa indirgiyor, kaos koşullarında bireylerin “iktidar arayışı”ndan ve “düzenin iktidar tarafından sağlanması”ndan söz ederek, farklılığı, “güç dereceleri” farklılığı olarak açıklıyor. Yazar, “Birey iktidara maruz kaldığında iktidarın farkına varır; çünkü düzeni yalnızca iktidar sağlayabilir, yani en güçlü olan, gücü diğerlerinden fazla olan. İlişkileri birbirinden farklılaştıran onların iktidar biçimleri, güç dereceleridir. Toplumda gücü diğerlerinden fazla olan iktidar yoksa güç ilişkileri karmaşık ve polarize olmuş demektir…” diye geniş ve genel bağlantılar içinde, toplumda çatışmaların bir “kaos durumu”nda bireylerin farklı arayışlarına dikkat çekerken, kaostan çıkış ve “düzen sağlayıcı” güce ihtiyaç duyulması, bu ihtiyacın iktidar ya da “en güçlü olan”ca karşılanması, güç ilişkilerinin iktidar oluşumuna ve biçimlerine yansıması gibi pekala olası durumlardan hareket ediyor, ve yine örneğin “Kavram olarak ‘iktidar’ın ‘toplumda hükmetme yetisini elinde bulunduranları’ işaret ettiği”nden söz ederken, ya da “Toplumu yönetmek adına iktidar talebi, tahakküm etmek, hüküm sürmek, egemen olmak ile bireyin kendi yaşamı üzerinde iktidar talebi”ni birbirinden farklı görürken, gerçeğe uygun bir duruma işaret ediyor. Buna rağmen ama, yazarın iktidara bakışı, “iktidar her ilişkide, herkesin sahip olduğu bir şey” olarak tarif edişinde olduğu üzere, yine de Foucaultcu muğlaklıkla maluldür.([21]) Karaismailoğlu, “ Günümüz toplumlarında devlet ve iktidar kavramlarını sadece sınıf çıkarları çerçevesinde açıklamak gücün dağılım etkisini gözden kaçıran fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşım olarak durmaktadır” diyor ve “Marx’ın kapitalist devlet anlayışından sınıfsal egemenliğin aracı olduğuna ilişkin bölümü” çıkarıldığında, devlete ilişkin geriye, ancak “‘ekonomik ilişkilerin içinde gerçekleştiği koordine edici bir çerçeve’kaldığını ileri sürüyor. Bu iddia, farklı şekilde ifade edilmekle birlikte öteki iki yazar tarafından da sahipleniliyor; yanı sıra O, Marksizme yönelik “sınıfsal” ve “sınıfçı olmayan”(!) tüm eleştirilerin ortak noktalarından biridir.([22])

“Gücün dağılım etkisi” çıkışsız bir labirenti ifade etmiyorsa,  gücün birey-”özne”ye “dağılımı”yla, bireyin “sınıf dışı” ve “özerk”-tekil  haliyle örneğin parlamenter seçimlere “genel oy” ile katılmasıyla “iktidar kavramı içinde” olduğunu ya da “gücün örgütlenmesi”nin dini, ahlaki, hukuksal vs, alanları da kapsayarak daha geniş şekilde yayılan iktidarını varsaydığı açık olmalıdır. Böylece, Foucaultcu literatürü kopyalayarak entelektüel zenginlik gösterisi yapılacağına, toplumsal sorunların siyasal iktidar gibi, işlevi ve ‘eylemi‘ çıplak gözle bile, ve hak talebindeki emekçinin bedenine uzanan zorbalıkta somutlaşarak görülebilir bir sorun böyle “müphem”leştirilmemiş olur. Ve yine böylece, bu muğlaklığı içindeki “gücün dağılım etkisi”yle burjuvazi ve kapitalizmin “iktidarı”nı gizleme çabaları, “akademik bilimsel çalışma” adına haklı gösterilemez.

“Özetle-diye devam ediyor Karaosmanoğlu, “Marx’ın iktidar olarak burjuva sınıfının aracı olan kapitalizmi anlaması, Marx’ın iktidar anlayışının ve eleştirisinin sınırlarını çizer. Kapitalizmin sorunlarını iktidarın sorunları olarak değerlendirmesine sebep olarak peşinde koştuğu eşitlik ideali uğruna teorisini çözümsüzlüğe iter. Marx’ın kapitalist iktidar yerine bir başka iktidarı koyması ise toplumun iktidar ilişkilerine mahkûm olduğunun Marx tarafından kabul edildiğinin göstergesidir.” Bilimsel akademik bir araştırma adına bu cümlelerin, hele de Marx gibi, görüşlerini maddi dünyanın gerçekleri, toplumsal yaşamın olguları ve bilimsel verilerle tanıtlama titizliğiyle bilinen bir büyük kuramcının “eleştirisi” amaçlı olarak dile getirilmiş olmaları, en hoşgörülü ifadeyle dahi, bir saptırma üzerinden anlam karmaşası ve bozukluğunu Marx’a mal etme girişimine işaret eder. “İktidar olarak burjuva sınıfının aracı olan kapitalizm” ifadesi, örneğin bulanıklığı-muğlaklığı ve karışıklığıyla hemen dikkat çekicidir. Marx’ın iktidar görüşüne atfen yazılmasına rağmen, onun görüşünün netliğini deforme etmiştir. Bu bir yana bırakılsa bile, kapitalizmin sorunlarının burjuva “iktidarın sorunları olarak değerlendirilmesi”nin, ya da düzelterek söylersek, iktidar sorununun Marx tarafından kapitalizm ve burjuvazinin sınıf iktidarı dolayımında irdelenmiş olmasının “çözümsüzlük” etkeni olması-öyle sayılması için yazarın elinde, mevcut sistemin savunusu dışında bir gerekçesinin olup olmadığı burada yine açık değildir. Buna rağmen, toplum tarihini konu edinen ve insanın maddi yaşamını üretiminin gelişme süreçlerini irdeleyen bir teorinin gücü, toplumların gelişme tarihinin gerçeğine; varoluş ve değişim sürecinin yasalarının mantığına uygunluğundadır. Diğer yandan Karaismailoğlu, tarih boyunca sadece ezilen ve sömürülenlerin değil, baskı ve eşitsizliklerden rahatsızlık duyan çeşitli hümanist birey ve kesimlerin de peşinde koştuğu “eşitlik ideali”ni sahiplenmeyi, bir teori ve eylemin “çözümsüzlük” nedeni sayarken, eşitlik istemi ve düşüncesini “gerçekleşemez” ve “afaki” saymaktadır.

İnsanların, bireysel özne olarak yaşamsal gereksinmeleri ve çıkarlarıyla; onların, kendi iradeleri dışında oluşmuş ilişkiler içinde, sürdürmek zorunda kaldıkları ya da bırakıldıkları yaşam tarzı arasındaki çelişki, bir yandan her bireyi ötekiyle ve ötekinin çıkarlarıyla karşı karşıya getirirken, diğer yandan, var olan ilişki biçimlerinin içinde hareket etmeye zorlar. Bireylerin egemen sınıf tarafından birbirlerine karşı rekabete sokulmalarını ancak, onların ortak çıkarları tarafından harekete geçirilen istem ve eylemlerinin birliği engelleyebilir. Bu “birlik”in temeli, onların maddi yaşam koşullarında, yaşam gereçlerinin üretimi süreçlerinde tuttukları yerlerine bağlı olarak, içine girdikleri maddi-manevi ilişkiler “tümü” tarafından oluşturulur. Eşitsizlik, maddi hayatın üretimi sürecinde, üretim araçları sahipliği tarafından koşullanmış olarak vardır ve bu koşulların değişimi/değiştirilmesiyle dayanakların kaldırılmış olmasına bağlı o da kaldırılabilirdir. Öyleyse toplumsal eşitsizliğin yok edilebilir olmasının öngörülmüş olması bir teorinin olumsuzlanması için kullanılamaz.

Devletin “zora başvuran, baskıcı rolü”nün “diğer rollerini göz ardı” edecek şekilde öne çıkardığı şeklindeki eleştiri, devleti ortaya çıkaran ihtiyacın “toplum düzeni”ni belli-egemen sınıfın çıkarları temelinde sağlama olduğunu göz ardı eden ve yanı sıra, devletin tüm rollerini birbirleriyle aynı özellikte gösteren bir anlayışa işaret eder. Bu görüş açısı, devletin polis, ordu, zindanlar ve mahkemeler gibi ilk akla gelen baskı kurumlarıyla eğitim, sağlık, iletişim, kültür ve sanat kurumlarının işlevi arasında “aynı”lık ilişkisi kurma çarpıklığıyla ayrışır.([23]) Oysa devlet söz konusu olduğunda, hangi biçimi altında olursa olsun, her şeyden önce bir zor örgütlenmesi ve başlıca özelliğinin de sınıf çıkarlarının savunulması olduğu reddedilemez. Zoru salt polis şiddeti, devletin işlevini de “özerk” görünümünün yanıltıcı algısına indirgeyen görüşler, burjuvazinin sınıf devletinin “herkesin şemsiyesi olduğu” yalanına güç verirler. Devletin “toplum üstü, özerk” görünümü; ve sosyal yaşamın ihtiyaçlarıyla, örneğin “kamusal hizmet”lerle bağı, onun zor örgütü olmasının ne engeli ne de alternatifidirler. Devlet, kendini insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak sunar bize” diye yazmıştı Engels. O, toplum tarafından, “ortak çıkarlarını savunmak üzere” oluşturulmuş bir organizmadır. Ortaya çıkar çıkmaz, belirli egemen sınıfın diğerleri üzerindeki iktidarının aygıtı olmasına karşın, “toplumdan bağımsız”, “toplum üstü” bir görünüme bürünür. Bu görünüm, o burjuvazinin sınıf egemenliğini kesin şekilde temsil ettiği oranda daha da belirginleşir. Bir kez oluştuktan sonra, “toplumun üstünde”-”özerk” bir konumda görünen devlet, her şeyden önce bir zor örgütü/örgütlenmesi olmakla; bu zor gücünü bir sınıf yararına kullanmakla işlevlidir. “Diğer roller” vurgusu, sosyal hayata katılımını vaz’eder, ama bu, onun zor örgütü işlevli olarak ortaya çıkışını da, zorun teknolojik takviyesini de esas olmaktan çıkarmaz. Devlet, “burjuvazinin ortak işlerini gören bir komite” olarak iktisadi-sosyal ve diğer tüm yaşam alanlarına, onlar arasındaki ilişkileri düzenleme “erki”ni ele geçirmeyi de ihmal etmeksizin, sağlık, yol, su kanalizasyon, konut vb alanlardaki düzenlemeleri gerçekleştirir. Egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için bunlar, halk ile ilişkiler alanındaki gerekliliklerdir. Görünürdeki “özerk”lik, sınıf egemenliğinin örtüsüdür. Egemenliğin korunması ve sürdürülmesi için okullar, dini ideoloji, kurum ve örgütlenmeler, polis ve ordu kurumları, hapishaneler ile tüm öteki “güvenlik zinciri”, burjuvazinin uluslararası hakimiyeti koşullarında ve bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yardımıyla “mükemmelleştirilerek” çok daha ileriden takviye edilmiştir. Burjuvazinin zor kullanımı; kapitalistler ile işçi ve öteki emekçi kesimler arasındaki ilişkilerin her günkü ‘görünümleri’nde; hükümetlerin iş ve grev yasalarında, ücret ilişkilerine müdahalelerinde, işçi taleplerine ve eylemlerine karşı uygulamalarında, grevlere saldırılar ve yasaklarda karşımıza çıkar. Devlet, “burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komite” olarak, burjuvazinin çıkarlarını işçi sınıfına ve diğer emekçilere karşı savunma gücü olmakla kalmaz, bu sınıf çıkarları savunusu ve işlerin yürütülüşünü, burjuvazinin iç kapışması ve rekabetinden zarar görmemesi için ‘düzenlenmesi’ni de üstlenir. Devleti, “üretim araçlarının mülkiyetini ve denetimini elinde tutması nedeniyle egemen sınıfın aracı olarak” gören Marksist “görüş”([24]), insan ilişkilerinin üretim, ürün dolaşımı ve bölüşümü ilişkilerinin üzerinden şekillendiği, toplumların farklı çıkar gruplarına ayrılmalarının ya da ortak çıkarlar etrafında birlikte kolektif yaşamına yönelmelerini belirleyen toplumsal ilişkileri temel hareket noktası edinir. İnsan çünkü, bu toplumsal ilişkiler bütünü içinde, toplumsal insan olabilmiştir. Tarihin, tüm bir ‘insanlık tarihi’nin akışı içinde gösterdiği, üretim araçları mülkiyetinin tüm öteki ilişki alanlarını koşulladığıdır.

Düşünce sistematiğini Foucault, Laclau, Baudriallard gibilerinden kopyalamayla oluşturan Kızıl, “İktidar -diyor- çok geniş olarak devletin tekelindeki bir güç olarak görülür. Ancak iktidarın esnek ve kapsayıcı yapısı, onu toplumun her kesiminin eline geçebilecek bir biyolojik-politik (biyopolitik) olgu haline getirmektedir.” Hayli “enteresan” bir görüş! İktidar a) devletin tekelindeki bir güç değil; b) esnek ve kapsayıcıdır; ve c)bu esneklik ve kapsayıcılığı “toplumun her kesiminin eline geçebilecek” olmasını sağlıyor. Sorun bu kadar “naif” olunca da, işçi sınıfı açısından iktidar mücadelesini politik iktidarın alınması gibi bir sorun olarak görmesinin nedenleri ortadan kalkmış oluyor! Sorun o denli netleşmiştir ki, “toplumsal tüketim ve teknolojk gelişme”ye bağlanan güç ilişkisi “salt devlet bağlamının dışına” çıkmış, burjuva politikasınca da ileri sürüldüğü üzere kapitalist demokrasi ve burjuva parlamenter sistem içinde, “genel oy” hakkı üzerinden gerçekleşen “esneklik ve kapsayıcılık”la herkese açık iktidar olma; ya da kendini iktidar içinde ifade etme mümkün hale gelmiştir. Bundandır ki Çağhan Kızıl, “erk”, “iktidar”, “otorite” ve “devlet” kavramlarını iktidar sorununu örtecek şekilde birbirleriyle dolanık bir bulamaç içinde görünmez kılan Foucaultcu “argümantasyon”u sahiplenmiş, “iktidarın gücü-gücün iktidarı” ikiliği üzerinden totolojiyi, iktidar sorununun güç ilişkilerine bağlı, sınıf mücadelesinin gelişme düzeyi tarafından etkilenen bir sorun olmasıyla, onun herkese “dağınık” “esnek-kapsayıcı” olamamasını bulanıklaştırarak, aynılaştırma üzerinden sürdürmeye soyunuyor. Foucault’nun “egemenlikten ayrı”, “yaşam üstünde etkili ve üretken”, “baskıya indirgenemez” ve aksine “pozitif bir üretkenliği de olan” güç iktidarı formülasyonunu sahipleniyor. Hal böyle olunca da, “asıl sorun iktidarı `ele geçirmek` değil içinde uygulandığı sistemi değiştirebilme”ye indirgenmiş oluyor. Yani iş kolaylaşıyor!  Kolaylaşıyor, çünkü iktidar, “grup/sınıf çıkarlarının bir yansıması”(!) olmayıp, “iktidarın kimde ve nerede olduğu değil, çokluk üzerindeki hegemonyanın kimde ve nasıl olduğu daha önemli” hale geliyor! Sorun bu denli “yalın” konulunca da, adı geçen yazarlar bu iktidarın “toplumun üstünde özerk” görünümüne sığınarak, “özne”lere dek tüm güçlere “dağınık” gösterip onun sınıf karakterini karanlığa itip “görünmez” kılmayı başarmış oluyorlar!([25]) İktidar böyle hiç kimsenin “dışarılmadığı” herkesin iktidarı; haliyle de “her kesimin eline geçebilir” özellikte olunca da; zordan gayrı özellikleriyle daha yapıcı, devletin kimin elinde olduğu önemsizleşmiş olur. Ve bu durum, örneğin Ç. Kızıl’a, içinde bulunulan “çözümsüzlük”lerden “çıkış”ın “sol yol”unu kurgulama kolaylığı sağlar. Şöyle: “Bu aşamada özgürlükçü, demokratik, sivil, paylaşımcı, çoğulcu ve sol bir siyaset anlayışının gerekliliği ayan beyan karşımızda duruyor. Ancak burada şu prensip sorunu karşımıza çıkıyor: demokrasinin içinde kalarak bir sistem değişikliği için yapılması gereken şey ideolojik bir hegemonya kurmaktır, yani bilinç biriktirmektir.” Sistem içi bir anlayışın açık ifadesidir bu satırlar. “Bilinç biriktirme” adına mevcut burjuva gericiliğinin sınırları içinde kalmaya mahkum bir “prensip” tarafından belirlenmiş bir liberal reformist sol siyaset anlayışı! Boyun eğmeye uyarlanmış, uyumlu-uzlaşıcı ve aşılamazlığı anlamış bir siyasettir bu. Herbert Marcuse’un uyumluluğu öneren, F. Ergut’un “müzakereci” siyaseti! İşçi sınıfına, burjuva koşullarıyla yetinmeyi salık veren “devrimci” siyaset! Aşılması, etkisinin yok edilmesi zorunlu olan liberal sol siyaset.

 

*     *     *

Kapitalizm ve burjuva toplumun hâkim düşüncelerine karşı ideolojik mücadelenin işçi sınıfının burjuvaziye karşı politik mücadelesiyle dolaysız bağı, işçi ile kapitalist arasında, emekgücünün değeri ve iş koşulları üzerine ekonomik mücadele ile bunun siyasal alandaki biçimlenişleri üzerinde de etkide bulunur. İşçi sınıfı -ve emekçiler- üretimin kapitalist biçimi içinde kendilerine biçilen rolü reddedip değiştirmek üzere, emeklerinin ürünü üzerinde, onun hangi gereksinmeleri karşılamak için ve nasıl kullanılacağı üzerinde; haliyle kendilerinin kaderleri üzerinde belirleyici söz sahibi olmak üzere, bilinçle değiştirici eyleme başvurarak, yeni bir toplumu var edeceklerdir. Bunun maddi güçleri mevcut toplumun içinde, onun tarafından kaçınılmazlıkla oluşturulmaktadır. Bundan olmalı, “geleceği var edecek maddi güçleri bugünün toplumu içinde görmek”, “kapitalizmin sosyalizme yerini bırakmak zorunda olduğunu, tarihsel süreci belirleyen toplumsal yasaların gereği saymak”,  “İndirgemecilik” suçlamasının bayat bir bağırtıyla yinelenmesinden başka anlama gelmez. Marksizme “ekonomik indirgemecilik” suçlaması, metafizikçi muhafazakârlarla, liberal solcuların ve postyapısalcı “Marksistler”in birleştikleri bileşke idealist “kurgu”dur.

Egemen sınıfın; iktidarını korumak ve sürdürmek amacıyla sadece baskı araçlarını, baskı politikalarını uygulamadığı; bununla birlikte ve “gerektiğinde” bunların da uygulanmasını haklı gösterecek propaganda eşliğinde kitlelerin, içinde tutuldukları üretim koşulları ve yönetim biçimi altında yaşamanın kaçınılmazlığına inanmalarını sağlamak üzere ideolojik-kültürel, dinsel, hukuksal, ahlaki kategorileri kullandığı; bu araç ve yöntemlerle kitleler üzerinde yarattığı etkiyle onları kendi talepleri ve çıkarları için mücadeleden alıkoymayı belirli koşullar altında ve belirli sınırlar içinde başardığı doğrudur. Reklam ve eğlence sektörünün, yeni ihtiyaçlar ve alışkanlıklar yaratma işleviyle birlikte bireylerin birbirleriyle ve nesnelerle ilişkilerine kuşatıcı bir yaygınlığı ve propagandanın gücü kitleleri, düşünüşleri ve hareketlerini etkileyerek kuşatan bir ağ oluşturmuştur. Bu güçlü -karmaşık ve çekici kılınmış formlar içinde empoze edilen “değer” ve anlayışlar, bireyler ve kitlelerin onları bizzat kendi talepleri ve özlemlerinin “nesneleri” olarak, kendi yararlarına oluşturulmuş “form”lar olarak algılamalarına yol açabilmektedir. Dahası bu durum, ve genel oy yoluyla partiler politikasında “rol oynama” -”güç”e katılma- eklemlenme hali, iktidar “oyunu”nda(!) “yer alma”; onun tarafından “içerilme” görünümü yaratmaktadır. Foucault gibi ideologların teorilerine “öznenin iktidarı” olarak yerleştirdikleri bu görüngü, oysa egemen sınıf tarafından dayatılan sınıf boyunduruğu ve zorbalığının, zehirli çekirdeğini gizlemek üzere tatlandırılmış halidir. Ancak bu durum; bu etki mutlaklaştırılarak, kitlelerin kendi çıkarları için burjuva manipülasyonunu aşamayacakları ve kendileri için mücadele bilincine ulaşamayacakları şeklinde teorileştirilemez. “Özne”nin nesnel gerçeğiyle “görüngüsel öznellikler” arasında kurulmuş bu ilüzyon, kırılmaya mahkûm ve koşullara bağlı olarak değişkendir. Kapitalizm, kitleleleri, sömürü ve baskıyı üreten ilişkiler sistemiyle kendilerinin yeri ve geleceklerine dair düşünmeye; durumlarını değiştirici eyleme girişmeye sürüklemekten kaçınamaz. Yıkıcı çelişkilerinden azade olmayıp, bunları sürekli yeniden üretir. “Söylemin gücü”nün, “öznenin kuşatılmışlığı”nın ve manipüle edici etkinin kırılmasının başta gelen etkeni bu çelişkili ‘yapısal’lığın kendisidir. Üretimin bolluğu, tüketime yöneltme araçlarının gelişmişliği ve refah düzeyinin yüksekliği; bunların tümü bir arada olmaları durumunda da kapitalizmin temel çelişkisi hükmünü icra eder. Öngörüsel bir tahayyül değil, ‘sürekli pratik‘ halinde toplumsal ilişkiler alanında etkin olan olgusal gerçektir bu.([26]) Aşırı üretim ve ürün bolluğuyla kitlelerin yoksulluğu ve temel gereksinmelerini karşılayamaz koşullarda yaşamaya mahkûm edilmelerinin bir aradalığı, kapitalist kâr için üretimin sonucudur. Dünyayı kaynakları ve doğasıyla, üzerindeki canlılar ve en fazla da insan soyunu sömürü nesnesi görüp, yıkım ve tahribatın malzemesi yapan kapitalizm, kapitalist emperyalizmdir. İşçi sınıfı ve insan soyu bu sistem içinde kaldığı; liberal, sol-liberal ya da sağ muhafazakâr önermelerde olduğu üzere kapitalizm içi iyileştirmelerle yetindiği, burjuvaziyle “müzakere”yle “mutluluk hissi”ne kapılıp, kendini sömürü nesnesi yapan sermayenin dünyasını yıkmaya yönelmediği sürece, tüm bu köleleştirici ve yıkıcı ilişkiler varlığını sürdürecektir. Sorun, görüşlerinin bir bölümüne burada değinilen, Marcuse-Foucault takipçilerinin, postyapısalcı politikacı ve ideologların göstermek istedikleri gibi, kapitalizmin aşılamaz güçlere sahip olması değildir. O, kendini yıkıma götürecek çelişkileri ve güçleri sürekli var etmeye mahkûm olmakla, aşılabilirliğinin koşullarını da olgunlaştırıyor. Olgusal gerçekleri ve uzlaşır olmayan yıkıcı çelişkileri, sistem sınırları içinde kalarak burjuvaziye boyun eğmeyi vaz’eden tüm teorilerin panzehiri olmaya devam ediyor.

 


([1]) Ferdan Ergut, Birikim 271, sf. 70-81

([2] )Çağhan Kızıl, Siyaset mi değişiyor, kavramlar mı?, Birikim, Mart 2008

([3])Çağhan Kızıl, Birikim, Mart 2008

([4])Devlet ve iktidar kavramları”nın günümüz toplumlarındaki anlamını, “sınıf çıkarları çerçevesi”ne sıkıştırılamayan “güç dağılımı etkisi”ni formülleştiren Foucault‘nun  görüşleri etrafında şekillenen “akademik sosyoloji” türünü Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2012 sayısında yayımlanan makalede ele almıştık.

[5] Fulya Özkaya Karaismailoğlu, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  ‘Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marx, Nietzsche, Weber, Foucault ’, internette yayımlanmış Yüksek Lisans tezi

[6] Aktaran Hans Heinz Holz, Frankfurt Okulu- “‘Eleştirel teorinin‘ politik güncelleştirilmesi” başlıklı makale

 

([7] )Ferdan Ergut, “onurlu-saygın” ve “müzakereci” öznesini buradan esinlenerek oluşturmuş olmalı.

([8]) Frankfurt Okulu teorisyenleriyle Foucault’nun kapitalizme atfettiği özellikler ile, kapitalizmin değişimini ileri sürerek onun “kendi değiştirilemez dinamiklerini de durmadan ve yenileyerek ürettiği” sonucuna varan günümüz liberal sol aydınlarının görüşleri, alelade sistem savunucusu burjuva muhafazakar politikacı, iktisatçı ve sosyologların her fırsatta ve neredeyse her gün tekrarlayarak ileri sürdükleri argüman’larla benzerlik gösteriyor. “Kitle mistifikasyonu” üzerine “Okul” kaynaklı söylemin, ve “söylemin gücü” ya da “ideolojik uyumluluk” üzerine Foucaultcu-Althusserci tezlerin, Marx’ın teorisini “sınıf indirgemeci” ve “determinist” olmakla suçlayan sol ya da sağ, liberal ya da devrimci yazar ve politikacıların söyledikleriyle, bu ikincilere teorik temel oluşturma gibi bir önceleme‘ ilişkisi bulunuyor. Foucaultculuğun “akademi alemi”nde “derin düşünür” ve sol politik çevrelerde, “kapsamlı düşünceler geliştiren filozof” olarak rağbet görmesinde, teorisinin önemli oranda toplumsal pratikten uzak oluşunun ve son zamanlarda burjuvazi tarafından yeniden keşfedilen “teolojik etki alanı”na yakınlığının payı olmalıdır! O’nun bir diğer özelliği de çünkü, Schopenhaeurcu karamsarlık ve Marx’ın teorisine karşı düşmanca kinidir.

 

([9] )Bunlardan birkaçına, dergimizin Şubat 2012 sayısında değinildi.

 

 

([10])”Bilimsel yöntem” iddiasıyla, farklı felsefi, iktisadi ve sosyal sistematik görüşler ortaya koyan düşünürlerin fikirleri üzerine yapılan bir akademik çalışmada beklenen, bu çalışmayı yapan akademisyen(ler)in, onlar, baştan “bilimsel tarafsızlık”(!) bunun olup olamayacağı ayrı bir tartışma konusudur-iddiasında bulunmuşlarsa eğer, belirli fikirlere karşı cephe alarak diğer bazılarını savunmaya koyulmamalarıdır. Pratikte görülen ise, uluslararası alanda olduğu gibi Türkiye üniversitelerinde de, bu bilimsel-etik anlayışın büyük oranda ihlal edildiğidir. Genel olarak burjuva kapitalist sistemin ‘ruhu’na uygun düşen, yürürlükteki siyasal yönetme yöntemlerinin belirli sivriliklerine karşı, esas olarak öze ilişkin olmayan eleştiriler getirmekle birlikte, kapitalist sömürü ilişkilerine “zeval” vermeyen bir “bilimsel yaklaşım” söz konusudur.

 

([11])İdeolojik formların bu karakterinden hareketle ideolojiyi “maddenin ayrılmazı”, “madde ile birlikte var olan” olarak gösteren anlayışlar -örneğin Louis Althusser- ideolojik kategorilere, maddi güç‘ işlevinden daha çok bir şey; insan ve üretici etkinliği olmadan da var olan, değişen ve yok olmayan karakteriyle; insan etkinliğinin doğal koşullarını da oluşturan maddesel bir varlık özelliği atfedetmiştir. Althusser, ideolojiyi, “varoluşu maddi varlığa sahip”, “tarihsiz” ve her koşulda varlığını sürdürerek “bireyi çağırır” gösterirken, onun toplumsal pratikle, maddi yaşamın üretimi süreçleriyle ilişkisi içinde ve değişen koşullarda, o koşulların egemen gücünün varlığı-yokluğuyla bağlı değişimini atlayarak, ona bir tür altyapısal unsur vasfı biçmiştir. Onun, ideoloji ile birey-”özne” arasında kurduğu “çağırıcı” ilişki, ideolojinin sınıf karakterini, sınıf ideolojisi olma özelliğini örtme işlevi görür.  Althusser’e göre, ideoloji, bir sınıfın diğerlerine empoze ettiği, kabul ettirdiği ya da kabul ettirmek için çabasını yürüttüğü bir ‘şey‘ olmayıp, hep var olan ve tüm sınıfların birlikte katıldıkları “pratikler toplamı” olarak bireyleri-“özne”leri otomatik olarak “kavrayan” anlayış-düşünüş bütünüdür. Althusser, bu görüşüyle, Foucault’nun “söylemin gücü” anlayışına yakın düşer.

 

([12]) burjuva politikacılarının, kapitalizm savunucusu sosyolog, yazar ve iktisatçıların, mevcut düzen ve iktidara karşı düşünceleri ve eylemleri olumsuzlamak amaçlı olarak başvurdukları “ideolojik tutum” söylemi, ideolojinin olumsuzlanması görünümü ardında kendi ideolojik politik görüşlerinin hegemonyasını sürdürme amaçlı ideolojik bir savunu ve saldırıyı ifade eder. Kuşku yok ki burjuva ideolojisinden söz edildiği gibi proletarya ideolojisinden de söz edilebilir.

 

([13])Fulya Özkaya Karaismailoğlu, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  ‘Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marx, Nietzsche, Weber, Foucault ’, internette yayımlanmış Yüksek Lisans tezi

 

 

([14]) F. Engels, Carl Schmidt’e mektup, Felsefe Metinleri derlemesi içinde, sol yayınları.

([15]) Çağhan Kızıl, Siyaset mi Değişiyor Yoksa Kavramlar mı?, Birikim, 2008

 

([16]) Merak eden okur, Kızıl’ın hemen tüm kaynaklarının postyapısalcı-yapıbozumcu olduklarını, onun toparlama makalesinin “kaynakça”sından da görebilir.

[17] Tüm alıntılar Kızıl’ın aynı makalesinden alınmıştır

([18]) Kızıl’ın “toplumsal demokrasi”yi kapitalist emperyalizmde araması ve “toplumun tüm kesimlerini kapsayan demokratik bir emek siyasettüründen ‘ucube’ önermelerini ise, burada söz konusu etmeye bile değmez.

([19]) Karaismailoğlu, aynı adlı yüksek lisans tezi, 2006

([20]) Karaismailoğlu, aynı makale

([21]), Makalesinin girişinde “… Bu tezin dile getirilebilecek biricik özgün yanı Türkiye’de ilk kez bu dört düşünürün bir arada ele alınmış olmasıdır” diye not düşen Karaismailoğlu, “iktidar kavramını sosyal bilimlerin alanına giren bir kavram olarak” değerlendirdiğini; ‘tez’inde “sosyalbilimcileri birbirleriyle kıyaslamak, fikirlerini birbirleriyle kıyaslayıp bir sonuca bağlamak” gibi bir amaç gütmediğini; Marx, Nietzsche, Foucault ve Weber’in görüşlerini “hem disiplin farklılıklarını, hem de tarihsel farklılıklarını” dikkate alarak hareket ettiğini belirtmektedir. Ne var ki, bu satırların yer aldığı bölümde ve aynı paragraf içinde, “‘iktidar’ kavramını bir disiplinin bakış açısı ile tartışan çalışmaların yaptığı çözümlemeler deterministik nedensellik ilkeleri üretir; kavramı daraltır; zaman ve mekân faktörünü göz ardı ederek toplumların değişim sürecine ilişkin bilgi vermez.” tespitiyle de o, hemen tarafını belirleyerek materyalist Marksist görüşleri “deterministik nedensellik”le suçlamaya yönelmektedir. Marx’ın görüşlerini aktarır ve irdelerken, “ikincil kaynaklar” olarak Anthony Giddens ve Jon Elster’e baş vurmuş olması ise, Gidens ve Elster‘in, Marx ve Marksizme “eleştirel” teorisyenler olmaları ve yazarın da onlardan -ve yanısıra Foucault gibi antiMarksist teorisyenlerden- yararlanarak Marksizmi değerlendirmeye çalışması nedeniyle, bu taraflı ve objektif olmayan değerlendirmenin, başlangıçtaki iddiasıyla çelişir diğer yanıdır.

(*)Bu sorun Ö.D.nın Şubat 2012 sayısında yayımlanan makalenin konusu olmuştu. Ancak burada, Kızıl, Karaismailoğlu ve Ergut’un “savları” bağlamında ve bazı yönleriyle yeniden değinmemiz gerekiyor.

 

 

([22]) Devlet ve iktidar kavramları”nın günümüz toplumlarındaki anlamını, “sınıf çıkarları çerçevesi”ne sıkıştırılamayan “güç dağılımı etkisi”ni formülleştiren Foucault‘nun görüşleri etrafında şekillenen “akademik sosyoloji” türünü Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2012 sayısında yayımlanan makalede ele almıştık.

 

([23]) Tarihin belirli geçiş dönemlerinde, sınıflar arası güç ilişkilerinin “pata durum”uyla bağlı bir “eskisi gibi işleyememe”den söz edilebilir. Ama böylesi bir durumda dahi güçlerden birinin ötekisini yenilgiye uğratmasıyla devlet yenen sınıfın devleti olarak “tarihsel rolü”nü yerine getirmeye devam eder. Devletin sınıf devleti olarak rolünden, ancak sınıfsız ve sömürüsüz (komünist) toplumda, böylesi bir zor aygıtına gereksinim kalmaması nedeniyle artık söz etmeye gerek kalmaz.

([24]) Marx, kapitalist gelişmeyi, kapitalizm öncesi toplumun koşullarında ortaya çıkan “nüve”lerden hareketle ve tekelci gelişmenin sağlayabileceği değişimleri haber vererek irdelerken, sınıf sömürüsünün bu en modern sisteminin toplumsal-iktisadi ilişkilerinin sergilenmesine özel bir önem vermiş ve iktidar ilişkilerinin bu temel üzerindeki şekillenmesine dikkat çekmiş, göndermelerde bulunmuştur. Ancak iktidar ve devlet sorununun Marksist teorideki yerinin, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni‘nden Manifesto’ya; Fransa’da Sınıf Savaşları’ndan Gotha Programı Eleştirisi’ne; Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm’den Anti-Duhring’e bir dizi eserde ortaya konan görüşlerin bütünlüklü bir analiziyle ancak daha net ve doğru şekilde görülebileceği de diğer bir gerçektir. Marksist teoride iktidar sorunu salt üretim sistemleri ve üretim sürecindeki değişimlere bağlı olarak değil, tarih boyunca ve ilkel komünal dönem dışta tutularak tüm bir sınıflı toplum tarihi irdelenerek ortaya konmuştur.

 

([25])”Hannah Arendt’a başvurarak görüşlerini güçlendirmeyi deneyen yazar, Arendt’ın toplumun “sınıflar arası çatışma zemininde” tanımlanmasına, “bu çatışmanın dışında kalan ya da kendini bunun dışında konumlandıran bireylerin” varlığı gerekçeli itirazını gündeme getiriyor. Tekil ağaçların varlığını gerekçe gösterip ormanı görmeyi yadsımak, ağacı sadece birkaç küçük dalıyla izaha kalkışmak gibi bir şeydir.

 

([26]) Güncel toplumun hangi ‘birimi’ne bakılırsa bakılsın; işçilerin kapitalistlere karşı, yaşam koşulları üzerine kavgalarının, ilerleyen-geriye düşen bir çizgide de olsa sürüp gittiği görülür. İhtiyaçların karşılanması bir yana, işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, savaş ve rekabetin bağırtısı duyuluyor; 260 milyon işsiz, 900 milyon aç, hemen tüm önemli kapitalist ülkelerde nüfusun yüzde 80’inin üretimden aldığı payın, en üst gelir grubu olan yüzde 20’den çok daha az olması vb. Refahın tüm nüfusa yayıldığı, koca bir yalan.

Sunu ve İçindekiler 227

Özgürlük Dünyası Mart 2012 Sayısı (227)

 

İÇİNDEKİLER

Sınıf-iktidar-ideoloji ilişkisi ve ‘indirgemecilik’
Yusuf Akdağ

‘Emperyalist ekonomizm’in güncelliği
Aydın Çubukçu

AKP’nin gençlik projesi: Dindar nesil

Nuray Sancar

Dindar ve kindar nesillere doğru
Cevriye Aydın

AKP’nin ‘bahar planı’, bölgesel gelişmeler ve Newroz!
Y. Yılmaz Karataş

Birinci yılında Arap halk ayaklanmaları ve TKP’nin ‘devrim’ anlayışı
Seyfi Selçuk

Kadınlar ve gerçek eşitlik
Fulya Alikoç

Kaz dağları’nda siyanürlü altın karşıtı mücadele ve sınıf partisi
Özer Akdemir – Filiz Ceylan

 

 

SUNU

Sermaye ve hükümetin har alanda saldırılarını tırmandırdığı ve halkın bütün kesimlerini, kazanılmış hakları ve özlemlerini hedefe koyarak ateş altına aldığı koşullardayız. “Demokrasi”yi “derinleştirme” iddiası ve görünüşte “seçilmişlerin egemenliği”ni gerçekleştirme ve savunma teziyle ülkede “vasi” değişikliği yönünde ciddi adımlar atan AKP, kuşkusuz dayanaklarıyla birlikte, hem içeride hem dışarıda, elinden geleni ardına koymayarak saldırı üstüne saldırı tazelemektedir. Elbette Amerikalı emperyalistlerle el eledir, onların saldırı ve savaş arabasına, hatta “şoför mahalli”ne binmiş, çıkmazlara dolana dolana “ilerlemektedir”.

Suriye’yle ilişkilerde böyledir.. Bir takım köşe yazarına inanılırsa hatta ABD yönetimini bile daha ileri müdahalelere ikna etme pozisyonundadır. Heyhat! Boynuz kulağı geçmemiştir, ama bugünkü durumun böyle süregitmesinin en çok AKP Türkiye’sini etkilemekte olduğu da gerçektir –Hükümet, “sıfır sorun”un ardından Türkiye’yi komşusu ile bir arada durmakta olağanüstü zorlandığı bir noktaya sürüklemiştir. İran’la ilişkilerde, yumuşatılmaya ve nükleer pazarlığın Türkiye’de düzenlenmesi üzerinden ötelenmeye çalışılsa da, hızla bu noktaya sürüklenilmektedir. Irak farklı değildir. PKK’ye karşı dayatmalarda bulunulan Barzani ve Kürt Özerk Bölgesi’yle Irak Sünnileriyle kurulmaya çalışılan yakınlık yetmemektedir. Hem Türkiye Kürtleriyle bunca düşmanlık ortamında Irak Kürtleriyle problem çözülememekte, hem de Şii çoğunluklu Irak hükümetiyle düşmanlaşılmaktadır.

İçeride de artık pratik hal alan açmazlarıyla karakterize olma sürecine girmiş olan hükümet, giderek “mağdur”u oynayamaz hale gelmekte ve “inandırıcılık” sorunu yaşamaya başlamaktadır. Hiçbir şekilde izahı yapılamayan Uludere Katliamı’nın bu açıdan yarattığı “kırılma”, “koalisyon” halindeki iki Amerikancı neoliberal tekelci mihrağın, “Cemaat”le Hükümet’in dalaştığı MİT “olayı”yla mesafe almıştır. Kürt saldırı altındadır. Sendikalar yasası, kıdem tazminatı, GSS dolayısıyla, yalnızca iktisadi bakımdan değil, ama örgütlenme özgürlüğünün hemen tamamen inkarıyla politik olarak demokratik hakları bakımından da işçi ve emekçiler saldırı altındadır. Üstelik özel mahkemeler ve ifade, basın ve toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarına yönelik “özel” saldırganlık tüm halkı ve haklarını hedef almıştır.

Gerekenin, uluslararası sermaye ve gericiliğin saldırısı altındaki tüm halk sınıf ve tabakalarıyla bütün ezilen kategorilerin ve mücadelelerinin birleştirilmesi olduğu tartışmasızdır.

8Mart’la başlayıp Newroz’la sürecek ve 1 Mayıs’la taçlanacak mücadelenin ilerleyişinin özel günleri vesile edilerek, bu yönüyle mesafe alınmak üzere değerlendirilmesi herhalde gereklidir. 8 Mart dolayısıyla “kadın ve eşitlik” sorunuyla Newroz dolayısıyla Kürt sorununun güncelliğini ele aldık. Gerek Kürt sorunu gerekse Arap ayaklanmaları dolayısıyla, her ikisinde de ilerici ve ilerletici hiçbir yön bulamayan TKP’nin “sosyalizmi”nin anlamını işledik. Bu açıdan Arap ayaklanmaları üzerine makalemiz kadar, Aydın arkadaşımızın “sosyalizm”in bir karikatür olmadığını gösteren Lenin’den derlenen “Emperyalist Ekonomizm – Marksizmin bir Karikatürü” isimli üç makalelik broşürüne ilişkin incelemesi dikkatle okunmalı.

Özgürlük Dünyası’nın bu sayısında da, geçen sayımızda başladığımız Foucault eleştirisi sürdürüyoruz. Yusuf arkadaşımız, eleştirisinde, yine Foucault ile birlikte Althusser ve Dellauze gibi iktidar ilişkilerini gizleyip anlaşılmaz hale getiren, sınıf mücadelesinin üzerini örtmeyi iş edinen ve sınıf siyaseti yapması dolayısıyla “indirgemecilik”le suçladıkları Marksizm’in sözde “ikinci kaynakları”nın Türkiye’deki savunucularının görüşlerinden hareket ediyor. “Dindar ve kindar gençlik”, inandırıcılık sorunu yaşamaya başlayan AKP’nin, bir açıdan “kulluk”u benimseyen, ama “kini” için cihada hazır “militanlar”a olan ihtiyacını karşılamak üzere yeni bir “atağı”nın, bir diğer açıdansa Sünni, Türk, erkek dayanaklı “dini” mevziye geri çekilmesinin işareti. Biri kısa, iki makalemiz geçtiğimiz ayın bu tartışma konusuna ilişkin. Kazdağları ve çevre mücadelesine ilişkin makalemizle bitirdik.

Nisan sayısında buluşmak üzere…

 

AKP’nin gençlik projesi: Dindar nesil

 

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “dindar nesil yetiştireceğiz” sözleri, demokratik kamuoyunu, sinir uçlarına yüksek voltajlı elektrik akımı verilmiş kadar irkiltti. AKP Hükümeti, üniversitelerde derslere türbanla girilmesini bir hak ve hukuk mücadelesi kapsamında görerek harcadığı çabanın, “Kemalist tek parti dönemi boyunca dışlanmış dindarlar”a kamusal alanda bir alan açma çabası olduğuna geniş bir kesimi ikna etmişken, aslında özü itibarıyla bu partinin türbana bakışının yansıması olan Başbakan’ın ifadesi, türban hakkında önceden söylenen sözler kadar sempatiyle karşılanmadı.

Çünkü türban mücadelesi, eninde sonunda, hükümetin kimi aydınların ve basın kalemlerinin de desteğini alarak sürdürdüğü, devletin kadim ayrımcı politikalarına karşı açılmış bir insan hakları mücadelesi olarak görülürken, Başbakanın bu ülkede yaşayan bütün kesimleri aynı dinden, aynı mezhepten; ayrışmamış ve farklılaşmamış bir kitle olarak tanımladığının ifadesi olan bu söz, farklılıkları tek bir ulus çatısı altında eritmeye yönelen tek parti ruhunun AKP hükümeti nezdinde hortlaması olarak rahatlıkla yorumlanabilirdi. Yorumlandı da.

AKP Hükümeti’nin ideologları, partinin dokuz yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyet rejiminin Kemalizm paydası altındaki ideolojik ve politik referanslarına savaş açtılar. Hükümetin, Türkiye’nin neoliberal iktisadi sisteme tam entegrasyonunu sağlamayı amaçlayan yasal ve kurumsal düzenlemeler aracılığıyla yeni bir statüko adım adım kurulurken, hem bu süreci kolaylaştırmak, hem de gerekçelerini halka izah etmek için de eski statükoya mündemiç ruhu eleştirel bir kalburdan geçirdiler. Yeniden yapılandırmaya çalışılan kurum ve kadrolarda ortaya çıkan ayak diremeler karşısında ve hukuki sürecin AKP’nin kapatılması için çalıştırılması, Abdullah Gül’ün, eşi türbanlı olduğu gerekçesiyle cumhurbaşkanlığı sürecinden dışlanmak istemesi gibi kritik dönüm noktalarında bu eleştirinin dozu hep arttı ve partinin, dışlananların sesi olduğu iddiasını güçlendirmek üzere “mazlum” edebiyatından sağlanan fayda kâr hanesine yazıldı. Halkın desteğini alarak iktidara geldiği halde muktedir olması “darbeci”, “gerici”, “tutucu” ve halkın eğilimlerini dışlayıcı güçler tarafından engellenen bir parti imgesi hükümetin yeniden yapılandırmaya çalıştığı kurumlarla girdiği çatışma içinde/sırasında özenle inşa edildi. Hükümetin “askeri vesayet sistemi”ne son verileceği vaadi, darbe teşebbüslerinin açığa çıkarılması, Ergenekon tutuklamalarının üst düzey ordu mensuplarına kadar genişletilmesi, 12 Eylül Referandumunda “yargı bağımlılığı” sorununun öncelikli olarak ele alındığının iddia edilmesi de bu imgeyi güçlendirici rol oynadı.

Ancak AKP’nin kamuoyuna yansıttığı görüntüsü, iktidardaki, özellikle üçüncü döneminde bulanıklaştı. Zira başta Kürt sorunu olmak üzere toplumsal sorunların hepsine şiddetle müdahale eğiliminin belirginleşmesi, başlangıçtaki gibi, bu partiyi “halkın partisi”, “ezilenlerin partisi” olarak pazarlamayı mümkün kılmayan bir rotaya soktu. Nitekim basında da hükümetin “sivil dikta” oluşturduğu, “ devletleştiği” veya “Ankaralılaştığı” biçiminde ortaya çıkan tespitlerin de, yüzde 50’den fazla oy olarak üçüncü dönemine başlayan ve devlet kurumlarındaki yeniden yapılandırma misyonunun ve kadrolaşmanın önemli bir kısmını yerine getirdikten sonra kentsel dönüşümden çevre sorununa, sosyal güvenlik politikalarından sendikalar yasasına kadar pek çok alanda kendisine oy veren kimi kesimleri bile karşısına alan; vaat ettiği açılımların hiçbirini yerine getiremeyen hükümetin artık eski imgesine yerleşememesi ve bu yüzden de buna ihtiyaç duymaz hale gelmesiyle birlikte, artık törpülemeye ihtiyaç duymadığı pervasızlığın görünürleşmesinin rolü vardır. Başbakan’ın seçim sonuçlarının ilan edildiği akşam yaptığı ve içeriğinde bu ülkede yaşayan, kendisine oy veren, vermeyen herkesin başbakanı olacağına dair bir teminat bulunan “Balkon Konuşması” hemen ertesindeki icaraatıyla boşa çıkmaya başladıkça, hükümetin aslında sadece kendisine biat edenlerin, politikalarını destekleyenlerin veya ses çıkarmayanların hükümeti olduğu, Başbakan’ın pek öyle kapsayıcı değil tersine “dışlayıcı Kemalist pratiği” aynen devralan bir hükümetin başı olduğu teyit edilmiş oldu.

Zaten örneğin hem HES kurmak isteyen şirketlere ruhsat dağıtıp hem de Karadenizli köylünün, Kürt sorununu şiddetle çözmeyi tercih ederken Kürt’ün, bir yasayla işveren lehine sendikalar iş yerlerinde yetkisizlik tehdidi altına sokulurken işçinin, hastaneler tekellere peşkeş çekilmek üzere özelleştirilirken GSS yasası dayatılan ve ellerindeki yeşil kartları toplanan yoksulun, üniversiteler şirketleşirken öğretim kadroları ve öğrencilerin… çıkarları farklı kesimlerin hepsinin birden başbakanı olmak da mümkün değildir. Tekellerin çıkarlarının gözetildiğinin bu kadar açık bir biçimde ilan edildiği bir yerde hükümetin “dışlananların hak ve özgürlükleri” adına bir siyaset yürüttüğünü iddia etmeye devam etmesinin hiç şansı kalmamıştır. Çünkü, biraz daha dayanıldığında, halkın karşısına bir serap çıkacağı vaadinin tutmayacağı bir noktaya; söylemlerin beklenti yaratmayı beceremeyeceği, vaatlerle oyalanılamayacağı bir noktaya gelinmiştir artık.

Başbakanın tam da bu noktada dile getirdiği “dindar nesil yetiştireceğiz” beyanı, yaklaşık doksan yıl boyunca sınıf çelişkilerini örtmek üzere dile getirilmiş “sınıfsız imtiyazsız bir kitle” söyleminin alt metin olarak eşlik ettiği yekpare bir bütün olarak “Türk ulusu” mitinin çöktüğü, resmi nazarda Kemalist paradigmaların bu hayali yekpare bütünün bir arada tutulması için elzem bir ideoloji olarak görülmekten çıktığı; ancak bütün kesimleri AKP politikalarına tepki göstererek şu veya bu şekilde harekete geçmiş toplumu bir arada tutacak ve yatıştıracak birleştirici bir ideolojiye ihtiyaç duyulduğu sırada telaffuz edilmiştir. Ama tabii ki, bütün toplumun tek bir bayrak altında çelişkisiz-çatışmasız, sonsuza kadar ayrışmadan kalabileceğini düşünen, devletin şimdiye dek bir din mertebesine yükselterek eleştiri dışı tuttuğu Kemalizm gibi, dini ideoloji de, şimdi bizzat bu hükümet tarafından çelişkileri derinleştirilen bir toplumda çıkarları giderek daha çok çatışan sınıfları ve kesimleri bir tutkal görevi görerek birleştirme yeteneğine sahip değildir. Nitekim bunun böyle olmadığının pek çok örneği yakın tarihimizde görülmüştür.

Yazının bundan sonraki bölümünde, Tayyip Erdoğan’ın “dindar bir nesil yetiştireceğiz” beyanına gelinceye kadar AKP Hükümeti’nin gençliğe yönelik uygulamalarına; gençlikten beklenen ve toplumsal yeniden yapılandırmayla da doğrudan ilişkili ideolojik dönüşüme değinilecektir. Daha sona ise AKP’nin, eski statüko olarak adlandırdığı, devletin piyasa-pazar ilişkileri üzerinde daha geniş kontrolü ve düzenleyici rolünün olduğu dönemin ideolojik yönelimi olan Kemalizme eleştirisi ile, neoliberal piyasa ekonomisine eklenmede çok önemli rol oynayan bu hükümetin dini-muhafazakâr ideolojisi arasındaki ilişkiye değinilerek dindar nesil tahayyülünün ne anlama geldiği tartışılacaktır.

AKP VE GENÇLİK

Hükümet’in şimdiye kadar uyguladığı gençlik politikası da tıpkı diğer toplumsal kesimlerde de olduğu gibi, bu en dinamik ve ülke nüfusunun hatırı sayılır bir bölümünü oluşturan katmanı ideolojik bir dizayna sokmaktan ibarettir. Cumhuriyet dönemi boyunca zaten her zaman bir proje olarak görülen gençliğin AKP tarafından da aynı yöntemle ele alınması, bir devlet geleneğinin sürdürülmesi bakımından aslında şaşırtıcı değildir; Başbakan sadece malumu ilan etmiştir.

Çünkü, 12 Eylül döneminde ve sonrasında gelen hükümetler tarafından desteklenen cemaatlerin (Başta Fettullah Gülen’inkiler olmak üzere) kurduğu yurtlar, okullar, vakıflar dindar bir gençlik yetiştirmeye çok uzun süredir aralıksız zaten devam etmektedir. Hükümet dışı ve sivil birer organizasyon görüntüsünü şimdiye kadar koruyan ancak Özal Hükümeti döneminden bu yana gelip geçen hükümetlerin örtük desteğini alan Gülen cemaati, AKP hükümeti zamanında hem hükümetin gizli koalisyon ortakları olarak giderek palazlandı ve son Kamu İhale Kurumu’na yapılan polis baskınının da ortaya çıkardığı üzere kendisi de tekelci sermayenin rant paylaşımına dahil olan ekonomik bir faktör olarak sahneye çıktığını gösterdi. Öyle ki geçtiğimiz ay boyunca ortaya çıkan MİT krizinde de iktidar nimetlerinin paylaşımının yeniden düzenlenmesini talep edecek kadar da etkili olduğu bir kez daha görüldü. Bu rant paylaşımı sırasında zaman zaman çatışan ama daha genel bir zeminde uzlaşan AKP Cemaat ortaklığının basında da en büyük tekelin aleni ya da gizli ortakları olduğu gerçektir ve basının önemlice bir bölümü “yandaş” haline gelmiştir. Buralarda köşe tutan ideologlar aracılığıyla bir yandan siyasal gündem yönlendirilmeye diğer yandan da toplumun gündelik hayatı, muhafazakâr-dini bir ideoloji zerk edilerek şekillendirilmektedir.

Diğer yandan ilköğretim müfredatı da genç nüfusu, daha çok küçük yaşlardan itibaren toplumsal rollerine hazırlama görevini yerine getirsin diye Milli Eğitim Bakanlığı tarafından elden geçirildi. Böylece hem eğitim-öğretim kurumlarında hem de basın yoluyla gündelik hayatın muhafazakârlaştırılmasında hükümet hiçbir şeyi raslantıya bırakmayacak biçimde gençleri kuşatma altına aldı.

İlköğretim müfredatının milliyetçi-muhafazakâr, Türk-İslam sentezci bir içerikle oluşturulmasında birinci dereceden sorumlu 12 Eylül zihniyeti bu hükümet tarafından da benimsendi ve gençler okullarda, Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı, yoksulluğun bir kader olduğu, kadınların erkeklerle eşit olmadığı, aile ve toplum içinde sınıfsal, cinsel ve yaşa bağlı hiyerarşilerin bulunduğunu öğrenerek yetiştiler. AKP Hükümeti, destek aldığı cemaatin de yönlendirmesiyle İmam Hatip Liselerinin sayısını çoğalttı ve buradan mezun olan gençlerin üniversitelere yerleştirilebilmesini kolaylaştırmak amacıyla yasal düzenlemeleri de gündemine aldı.

Ancak üniversiter eğitime biçilen rolün sadece milliyetçi-mukaddesatçı gençler yetiştirmek olduğunu söylemek eksik olacaktır. AKP’nin üniversitelere biçtiği misyon tek başına bu biçimde açıklanamaz. Hükümet, üniversiteleri de tekellerin daha “fazla kâr” beklentisini karşılayacak biçimde, kalan bir parça özerkliklerini de iptal ederek piyasa ilişkilerinin içine dahil etmiş ve üniversiteler rekabetçi bir sistemin aktif öğeleri olarak yeniden tasarlanmışlardır. Devlet üniversitelerinin sübvansiyonları kısılmak suretiyle yapacakları araştırmaların “giderlerini” karşılamak için tekellerin kapısını çalmak zorunda bırakılan öğretim kadroları, bugün istedikleri alanda araştırma yapma özgürlüğüne sahip değildirler ve bu araştırma alanları, araştırmayı desteklemek için yatırım yapacak olan tekellerin beklentilerine uygun olarak sınırlandırılmıştır. Bunun sonucunda, üniversite bileşenlerinin “üniversiteler şirketleşti” saptamasını haklı çıkaracak gelişmeler yaşandığı ve bu eğitim kurumlarının, bilgiyi şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda üretmeye yönelen birer teknik kurum, birer Ar-Ge laboratuarına dönüştüğü söylenebilir.

Sosyal bilimler fakültelerinde ise, bir toplum hakkındaki total bilgiye ulaşmanın imkânsızlığından başlamak üzere, bilinemezci, idealist, Ortaçağ’dan kalma bilgi kuramlarının öğretilmesi bir eğilim haline geldi ve böylece iki durum arasında bağlantı kurmaktan yoksun, bütünün bilgisiyle değil tikelin bilgisiyle oyalanan ve disiplinlerarası etkileşimi azaltan bir eğitim anlayışı giderek hâkim hale geldi. Bu süreci destekleyen moda analiz yöntemleri, modern kuramlar üretildikçe bunlar hâkim ideolojik platformda ayrıcalıklı bir yer edindiler. Denebilir ki üniversiteler, eskiden iyi kötü yapılabilen, bilim üreten kurumlar olmaktan çıkarak tamamen emperyalist tekellerin hizmetinde teknik birer kurum halini aldılar.

Kuşkusuz üniversitelerin yeniden biçimlendirilmesinin temelleri 12 Eylül döneminde ve sonraki hükümetler eliyle atılmıştır. Ancak AKP Hükümeti döneminin özgünlüğü, iktidara geldiğinde hazır bulduğu gerici YÖK sisteminin karşılayamaz hale geldiği neoliberal dönüşüm sürecinin ihtiyaçlarına uygun bir kadrolaşma ve mevzuat değişimini gerçekleştirmiş olmasıdır. AKP Hükümeti dönemi, 12 Eylül’den bu yana başlayan dönüşümün zirvesini oluşturur.

Son yirmi yılda devlet kontrolündeki üniversite eğitimi sistemine paralel olarak yeni bir eğilim ortaya çıktı ve denetimi vakıflara bırakılan özel üniversiteler kayda değer biçimde çoğaldı. Özel üniversite eğitiminin yasallaşması dini vakıfların da bu alana el atmasını kolaylaştırdığı için, kadrolaşması mütevelli heyetleri tarafından belirlenen ve böylece üniversite gençliğinin şekillenmesinin şansa bırakılmadığı, tez ve ödev hazırlanma sürecinin muhafazakâr ve iktidar yanlısı öğretim kadroları ile bizzat şirket temsilcileri tarafından sıkı bir şekilde kontrol edildiği yüksek öğretim kurumlarının sayısında artış yaşandı. AKP’nin YÖK’ü de dahil ettiği yeniden yapılandırma, kadrolaşmanın merkezi bir denetime tabi tutulmasını öngörüyordu ve rektör atamalarında son söz hakkı bulunan Cumhurbaşkanı’nın seçilmişler arasından rektör atarken, üniversite bileşenlerinin inisiyatifini ve seçimlerini çiğneyerek yaptığı tercihler de kamuoyunun gözünün önünde bu kaygıları doğrulayacak cinsten oldu.

Üniversitelerdeki durum buyken, eğitim görememiş, erkenden iş yaşamına dâhil olmak zorunda kalan gençlerin durumunun da daha iyi olduğu söylenemez. Gençlerin çalışma yaşamını yeniden düzenleyen yasa, onların sosyal güvenlik sistemine dahil oluş biçimlerine, çıraklık sürelerine ve asgari ücretlerine kadar her konuya el atarak bu alandaki kazanılmış hakların büyük çoğunluğunu iptal etti. Nüfusun büyük bir kısmını da kayıt dışı ekonomiye sürerek güvencesiz ve geleceksiz işlerde çalışmak zorunda bıraktı.

Bugün Türkiye genç işsiz nüfusu sayısı bakımından dünya listelerinin üst sıralarında yer alıyor. Bu nüfusun kadın kesiminin durumu ise daha vahimdir. Kadınların, ev kadını statüsünde kalmaya teşvik eden geleneksel toplumsal yargılarını aşarak güvenceli iş sürecine katılmalarını kolaylaştıran hiçbir önlem yokken, tersine onlara 18 yaşından itibaren evlenmekten başka seçenek bırakmayacak biçimde, genç kadınlar sigorta kapsamından çıkarıldılar. Eğitim almış kadınların çoğu da evlenip çoluk çocuk sahibi olmaya özendiriliyorlar.

AKP Hükümeti’nin, çağdaşı, dünya burjuvazisinin diğer ülkelerdeki diğer temsilcilerinin de yaptığı gibi hem çalışan hem de okuyan, emekçi sınıflara mensup gençlik için yarattığı tablo, böyle karanlık bir tablodur. İngiltere’de üniversite harçlarını iki katına çıkararak gençliğin sokaklara dökülmesine neden olan, Yunanistan’da IMF, DB ve AB patentli iktisadi politikalara karşı gençliği ayaklandıran, keza Avrupa’nın diğer ülkeleriyle ABD’de de “kemer sıkma politikalarına karşı” protesto gösterilerinin doğmasına neden olan neoliberal politikalar, uluslararası tekellerin halklara ve dünya gençliğine dayattığı politikalardır ve AKP Hükümeti, bu emperyalist direktifleri büyük bir sadakatle uygulayan, üstelik halkı, dini inançlarını körükleyip bu hükümetten beklenti içinde olabileceğine inandırarak kitle desteği almayı başarmış, böylece yapıp ettiklerini meşru görmeye devam eden hükümetlerden biridir.

Bu hükümetin yeni ve taze sermaye sınıfı yaratmaya, mevcut sermaye sahibi sınıfı daha da palazlandırmaya hizmet eden politikaları gençler arasında sınıf farklılıklarını derinleştirerek statü uçurumları yaratmayı başarmıştır. Ve yoksul halk kesimlerinin çocukları giderek daha fazla bu sürecin mağduru haline getirilerek, üniversiter eğitimden dışlanma sürecine gelinceye kadar ilköğretim sürecinde de ayrımcı ve dışlayıcı bir pratiğe maruz bırakıldılar.

Ünal Özmen, Birgün gazetesindeki bir yazısında şöyle anlatıyor: “Kısa bir süre önce (Kasım 2011), Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Formu tarafından gerçekleştirilen bir araştırmada da okulların toplumun gelir düzeyine göre ayrışmasından söz ediliyordu. ‘Devlet İlköğretim Okullarında Ücretsiz Öğle Yemeği Mümkün mü?’ diye araştırmak için yola çıkanlar, toplumdaki gelir düzeyi farkının yarattığı eşitsizliğin okullarda daha da görünür bir hal aldığını tespit ediyorlar. İlginç olan gelir farklılığından kaynaklanan eşitsizliğin yoksul tarafının devlet tarafından dışlanıp, zengin tarafının devlet nezdinde daha da itibar ve ayrıcalık gördüğü tespitiydi. Araştırmacılara göre öğrenciler bir konuda eşittiler: Hem yoksul hem zengin aile çocuklarının devam ettiği okulların kantinlerinde hamburger bulunuyordu. Fakat yoksul okulun kantinindeki hamburgerler et içermiyordu! Boğaziçi Üniversitesinin yaptığı araştırmanın sponsoru Açık Toplum Vakfı; diğeri, bildiğiniz Dünya Bankası. Yani bu iki yapısal eleştiri muhaliflere ait değil. Kendileri basbayağı liberaldirler ve bu hükümetin uyguladığı eğitim politikalarının biri maddi diğeri zihinsel destekçilerindendir. Onlar, araştırma sırasında rastladıkları çarpıklığı dile getirmek zorunda kaldıklarına göre, sorunu yaşayan yoksullar da aldatıldıklarının farkına varıyor olabilirler miydi? Yoksulların sistemin dışına itildiklerini fark etmeye başlamalarını Erdoğan da fark ediyor muydu?..”

Elbette, Erdoğan bunu fark ediyordu. Üniversitelerdeki kadroları, ABD’de yaşayan nüfuzlu lideri sayesinde emperyalizmin Türkiye’deki sözcülüğünü yapan ve burjuvazinin güncel politikalarının sadık izleyicisi, devlet kurumlarındaki kadrolaşması sayesinde de yürütücüsü haline gelmiş olan Gülen Cemaati mensuplarına ve yandaş aydınlara açtığı gibi, öğrencileri de daha sınav aşamasında elemek üzere skandal yöntemler geliştirdi. Üniversiteye giriş sınavında yanıtların şifrelenerek “makul” öğrencilere dağıtılması, KPSS sınavında soruların çalınması, hükümetin ve hükümetin çevresinde toplaşan rant kesimlerinin, üniversitedeki öğrenci profilinin de tesadüfe mahal bırakmayacak biçimde göz önünde bulundurulduğunu gösteriyordu.

Fakat üniversiteleri dikensiz gül bahçesi haline getirmek o kadar kolay değildir. Bunun için sadece beyin yıkama operasyonu yeterli olmaz. AKP hükümeti dönemi boyunca görüldü ki, kendilerine dayatılan sisteme itiraz eden gençlik kesimleri hükümetin istediği forma girmeye direndiler. Ve bu direnişin karşılığını da şiddete maruz kalarak ödediler. Bugün çok sayıda öğrenci ipe sapa gelmez gerekçelerle; “ideolojik halay” çektikleri, “uygunsuz” döviz taşıdıkları, poşu taktıkları, yemek boykotu yaptıkları için yargılanıyorlar. Başbakanın gençliğe karşı beslediği husumet; hamile olduğunu söylediği halde genç bir üniversite öğrencisinin bebeğini düşürmesine neden olacak biçimde dövülmesini, Ankara’daki bir eylemde tankın üzerine çıkan bir genç kız hakkında “kız mıdır kadın mıdır bilemem” biçimindeki garabet sözlerini, içerdeki arkadaşlarıyla dayanışma için saçlarını kestirerek fotoğraf çektirip hapishaneye gönderen gençlerin yargılanmasını, Dolmabahçe’de gençlere polis saldırısını, Egemen Bağış’a yumurta atan gençlerin başına gelenleri gösteren resimlerden okunabilir. Veya kendisine yoksulluktan yakınan bir köylüye söylediği “ananı da al git” lafından… Bu hükümetin tarihinden, her biri yeterince sarsıcı sayısız sansasyonel örnek çıkarılabilir.

Neoliberal-muhafazakâr, ayrımcı ve köleleştirici bir eğitim sistemine karşı mücadele eden öğrencilerin zor yoluyla susturulduğu, mahkemelerin ve hapishanelerin hükümetle davalık olan öğrencilere çalıştığı böyle bir dönemde Başbakan’ın idealindekinin, biat eden bir gençlik, sessiz ve boyun eğen bir kitle olmasından daha doğal bir şey yoktur. Dindarlık formatından geçirilmiş bir gençlik ise, bu idealin tamamına yakın gerçekleşmesini sağlamayı amaçlar. Bulduğuna şükreden, başına gelen her kötülüğü toplumsal ilişkilerin mevcut kuruluşuyla açıklamaktansa kendi kaderi olarak gören, itaatkâr ve uysal olduğu sürece bu dünyadaki yoksulluğunun öteki dünyada cennetle ödüllendirileceğine inanan, erkeğin kadından daha üstün olduğunu telkin eden dini akideleri benimseyen, kendinden yaşça büyüklere saygı gösterme geleneği çerçevesinde üniversite ve ülke yöneticileriyle patronlara boyun eğen, hayrın ve şerrin devletten değil de Allah’tan geldiğine iman eden, sorgulamayan bir gençlik idealidir bu. Yani hükümetin hükmetme becerisini destekleyerek halkın başına geçirmek istediği her tür çorabı engelsiz örmesini kolaylaştıracak bir ideolojik format.

Başbakan’ın dindar gençlikten kastı tam da budur.

 

YENİDEN YAPILANDIRMA VE İDEOLOJİK İNŞA

Hükümetin yaratmak istediği genç profilini, onun toplumun geneli hakkındaki kurgusundan ve bu toplumu bir arada tutmak üzere ele aldığı ideolojik dizayn sorunundan bağımsız görmek mümkün değildir. Ya da tersinden söylenirse, toplumun AKP hükümeti tarafından dizayn edilişiyle dindar bir nesil yetiştirme eğilimi arasında doğrudan bir ilişki vardır.

AKP Hükümeti döneminde toplumun muhafazakârlaştırılmasın kayda değer ölçüde artmıştır. AKP bunu hem yaygın ve yandaş medyayı, hem yerel örgütlerini, hem de müdavim cemaatlerini bir örgüt gibi ele aldığı camileri kullanarak yaptı ve kitleleri iktisadi desteklerle kendi hükümetine bağlamaktan toplu vaazlara kadar birçok yöntemi kullandı. Bunların yanı sıra dinsel ritüellerin yeniden ve yaygın biçimde canlandırılması, kimilerinin de, Osmanlı İmparatorluğu dönemiyle kültürel köken ilişkisi kapsamında yeniden diriltilmesi bu süreci besleyen faaliyetlerdir. Yerel yönetimlerin kültür daireleriyle, hükümet döneminde açılan vakıflar, dayanışma evleri ile Kültür, Milli Eğitim ve Kadın ve Aileden Sorumlu bakanlıkların çalışmaları esasen toplumun muhafazakâr dünya görüşü doğrultusunda şekillendirilmesine, dini ritüellerin yükselen değer haline getirilmesine ve cemaat alışkanlıklarının empoze edilmesine yardım etmişlerdir.

AKP Hükümeti’nin gençlerden beklediği ile toplumun genelinden beklediği şey aslında bir ve aynı şeydir. Murad edilen; emek gücünün devlete ve işverenlere maliyeti en aza düşürülürken; eğitim ve sağlık paralı hale getirilirken, bu ülkede her beş dakikada bir kadın cinayeti işlenirken, işsizlik oranları tavan yaparken ve sosyal politikalar iptal edilirken bütün bu gelişmelerin mevcut yönetim biçimiyle ve sistemle ilişkisini kurmaktan yoksun zihin yapısına sahip insan toplulukları oluşturmaktır. Böyle bir emekçi sınıflar kitlesi, yoksulluğun ve sömürünün, bu dünyada tanrının kullarını tabi tuttuğu bir sınav olduğuna, giderek büyüyen servet uçurumunun tepesinde yer alan burjuvazinin ayrıcalıklı konumunun da Allah’ın bir lütfu olduğuna inanacaktır. Dolayısıyla dini-muhafazakâr ideoloji, sınıf çelişkilerini bir çatışmaya dönüşmeden yumuşatarak, emekçi sınıfların eylemsizliğini garanti altına alacak, hükümetin büyük bir hızla gerçekleştirdiği neoliberal politikalara rıza, değilse bile uyum sağlayacaktır. Eşitlik ve daha iyi bir dünyada yaşama talebini sönümlendiren, bunlar için mücadele etme isteğini, hesaplaşmayı öteki dünyadaki, esirgeyici ve bağışlayıcı tanrının huzuruna çıkacağı zamana erteleyerek körelten ve emekçi sınıfları geçmiş mücadele ve deneyim birikiminden uzaklaştıran bir ideolojik süreçtir bu. Bu ideolojik süreç, aynı zamanda küçük kırsal topluluklarda toplumsal hayatı kolaylaştırmak için üretilmiş ve bir toplumu oluşturan maddi şartlar değişse de kuşaklar boyu direnerek günümüze kadar gelebilmiş ne kadar gerici-geleneksel-feodal değer yargıları varsa onları da canlandırıp kendisine eklemleyerek ilerletilmiştir. Emekçilerin modern sosyal dayanışma örgütlerinin yerine cemaat ve hemşerilik ilişkilerinin güçlendirilmesi, batıl itikadın nesnel bilginin yerine geçmesi, nedenlerine ilişkin bilgi yoksunluğu duyulan toplumsal ve doğal olayların parafizikle veya metafizik bir determinizm ile açıklanması, artık bütünlüğü parçalanarak raslantısal olaylar toplamı olarak algılanan gündelik hayatı düzene sokmak için muhafazakâr-popüler doktrinizasyon kalıplarının yaratılması, bu durumun fenomenleri arasında yer alır. AKP Hükümeti’nin ideolojik mühendisliği, metafizik, gizemli ve sırrına vakıf olunması zor dünya kurgusunu, mevcut dünyanın ta kendisi haline getirmiştir giderek ve bu metafiziğin çekim alanına sadece sade emekçiler değil, pozitivist-laik bir eğitimden geçmiş olan eğitimli orta sınıf da dâhil olmuştur. Bugün sosyal medya kullanan kentli orta sınıf gençliğin ideolojik bir profili çıkarılsa, bu, oldukça net görülecektir.

Buradan yola çıkarak söylenebilir ki, AKP Hükümeti’nin dindar nesil yetiştirmekten kastı sadece günde beş vakit namaz kılan, oruç tutan, zekât veren… yani İslam’ın Beş Şartı’nı harfiyen uygulayan “teknik olarak dindar” bir nesil oluşturmak değildir. Zaten Erdoğan, partisinin 20 Şubat’taki gençlik kolları toplantısında “Dilinin, dininin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyoruz”  diyerek dindar gençlikten neyi kast ettiğini açıkladı. Burada kullandığı her kavram ayrıca ele alınıp tartışılmaya değerdir, ancak hiçbiri “kininin” sözcüğü kadar irkiltici değildir. Çünkü bir gence daha baştan kin duygusunun zerk edilerek muhayyilesinin köreltilmesi, onun, hükümetin hazır ve paket değerlerinin gerektirdiği biçimde, dahil olmadığı toplumsal kesimlerle sürekli bir savaş ve didişmeye zorlanmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Başbakanın gençliğe sunduğu dava, devletin resmi literatüründe ve tarihinde makbul görülmemiş, sindirilmesi için çaba harcanmış kesimlere karşı bir tür cihad çağrısı olarak da okunabilir. “Dindar gençlik” kavramının içeriğinin nefret söylemiyle doldurulması, pedagojik açıdan tehlikeli, hukuki açıdan insanlık suçu, sosyolojik açıdan da bölücüdür; gençlik kesimlerini, hem homojen olmaya zorlamakta, hem de hükümet için makul ve makbul olan kısmına diğer kesimini terbiye etmeyi telkin etmektedir.

Dinin farz, sünnet ve vacip olan ritüellerini yerine getirmenin kendisi kendiliğinden Başbakan’ın çizdiği profile uygun bir genç yaratmayı beceremez. Bu ritüellerin böyle bir işlevinin olabilmesi için daha genel bir ideolojik bağlamda anlamlandırılması gerekir. Böyle bir ideolojik bağlamda ise, dini akideler, metafizik bir dünya görüşüne geçişte kullanılan yolun başlangıcındaki bir eşik haline dönüşür. Hükümetin şimdi talep ettiği de, dini ritüellerin gözle görülür, deneyimlenebilir ve somut bir parçasını oluşturduğu, daha genel ve soyut anlamda da idealist, metafizik olan bir dünya görüşünün hâkimiyetidir.

Yazının girişinde de değinildiği gibi, AKP’nin türban tartışmalarından bu yana Kemalizm’in laiklik ilkesinin dindarları dışladığını ileri sürmesi, Başbakan’ın “dindar bir nesil yetiştireceğiz” sözünün arka fonunu beslemektedir. Cumhuriyet’in 1950’li yıllarına kadar devlet tarafından bu ülkedeki çeşitli halklara uygulanan ayrımcı politikaların, toplu kıyım ve katliamların suçunu “tek parti iktidarı”nın adresi olan CHP’nin üzerine atarak veya devletin derin suretlerine havale ederek, bir yandan da devleti “kirleri”nden temizlediğini iddia ettiği, Hükümet’inin şimdiki sürecinde de, dindarlaşmayı, daha temiz ve yeni bir devletin kurucu ideolojisi olarak gündeme getirmektedir. Ancak bu “temiz” ve “yeni” devletin temizliği ve yeniliği sadece Başbakan’ın tahayyülündedir. Gerçekte ise böyle bir şey yoktur.

Ordunun, üniversitenin, yargı kurumunun, yasama-yürütme-yargı gücünün, kamu iktisadi teşekküllerinin ve kalkınma iktisadı döneminden kalan kurumlarla arazi kullanımına ilişkin düzenlemelerin çoğunda gerçekleştirilen yeniden yapılandırma nasıl asılında neoliberal sermayeye ülke topraklarının kayıtsız koşulsuz açılması anlamına geliyorsa, “dindar nesil” de, bu süreci kolaylaştırmak için, kurumları yeniden yapılandırılan devlete makul yurttaş yetiştirme hevesinin ifadesidir.

Devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması ise, bugün uluslararası sermayenin dolaşımına zorluk çıkaran, bu dolaşımın daha fazla hız kazanmasına ayak bağı olan yasa ve prosedürlerin ve bu kurumların faaliyetine şevk veren ideolojik dayanakların değiştirilmesi esasına dayanır. Bizde bu süreç oldukça çatışmalı seyretmektedir. Türkiye’deki devletin resmi ideolojisi Kemalizm’in ögeleri, CHP’nin altı okunda ifade edildiği haliyle; milliyetçilik, devletçilik, laiklik, halkçılık, devrimcilik ve cumhuriyetçilik gibi kavramlarla tanımlanmıştır. AKP, zaman zaman darbeciliğe, tepeden kurmacılığına gönderme yaparak, “İttihat Terakkicilik”le suçladığı Kemalizm’i sürekli olarak top ateşine tutmuştur. Eski statükoyu temsil eden güçlerin AKP’ye karşı ideolojik bir silah olarak kullandıkları Kemalizm’e karşı, devletin ondan beslenen dayanaklarını etkisizleştirmek için bu ideolojik referansları sürekli yıpratmaya çalışan AKP, hem devleti yeniden yapılandırmaya, hem de devlet partisi olarak tanımladığı, rakibi CHP’yi yıpratmaya çalışmaktadır.

Ancak bir ideolojinin gücü onun gündelik hayata ne kadar sirayet ettiği ve gündelik ilişkileri nasıl etkilediği ile ilişkili olduğundan, kurumların yeniden yapılandırılmasına eşlik eden ideolojik eleştiri, bir eleştiri olarak kaldığı sürece, AKP’ye yetmeyecektir. Bu yüzden hükümet, toplumsal mühendislik çalışmasının gereği olarak, Kemalist-laik kadrolar tarafından kurulmuş pozitivist eğitim sistemini bloke etmek, eğitim sistemindeki ve gündelik hayatta öteden beri tekrarlanagelen ve esnetilemez kurallar haline gelen ritüelleri gözden düşürmek ve hatta onları yürürlükten kaldırmak gibi öncelikler de edinmiştir.

Zaten, devletin katı, müdahaleci ve despot özellikleriyle özdeşleşmiş Kemalizm’in, şimdiye kadar sınıfsal bir eleştiriden geçirmiş sosyalistler ve onun ulus retoriğini reddetmiş Kürtler tarafından mahkûm edilmesi, onu tartışılır bir ideoloji mertebesine çoktan indirmişti. AKP’nin bu eleştiriden yararlandığı iki nokta olmuştur. Birincisi; 60’lı yıllarda devlet ve ordu hakkında henüz Marksist bir teorik donanım edinmemiş ve bu yüzden stratejik hedefine giden yolu “ordu millet el ele” diyerek teorize eden “sol”un geçmişini ikide bir tekrarlayıp, AKP’ye yönelik “sol”dan gelen eleştirileri, onları güvenilmez lakırdılar olarak göstererek, çürütmeye çalışmak; öte yandan da “sol”un başlangıçta Kemalizm’den beslendiği en önemli damarın anti emperyalizm olduğunu gözden gizleyerek, şimdi AKP’nin büyük bir sadakatle bağlandığı emperyalizm ve neoliberalizme karşı direnişlerin de “sola özgü arkaik bir söylem” kategorisinde görünmesini bekleyerek itibarsızlaştırmaktır.

İkincisi nokta da; bugün savunusu daha çok, kapsamı belirsiz genişlikte kullanılan “solcular”a kalmış gibi gösterilen laikliğin aslında Kemalist bir icat olduğunun sık sık tekrarlanmasıyla, “sol”un Kemalizm eleştirisinin tutarsızlığının ilan edilmesi ve  Kemalist tepedenciliği ve dışlayıcılığı hâlâ savunmakla malul bir siyasal güç olarak yaftaladığının ilan edilmesidir. Çünkü AKP, Kemalizm’in, Marksist değil, şimdi Kemalist doktrinin kendisine dar geldiği apaçık ilan edilmiş burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda ve muhafazakâr-gerici bir eleştirisine destek olunmasını beklemektedir.

Hükümetin yandaş ve destek sunan kalemleri bu eleştiriyi pek çok bakımdan olgunlaştırdılar. Hem kurumların yeniden yapılandırılmasına, hem de gündelik hayatın dönüşümüne katkıda bulunsun diye oldukça etkili bir kavramsal levazım da sağladılar.  Daha AKP hükümetinin ikinci döneminde, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığının gündeme geldiği sırada Hayrünnisa Gül’ün türbanla Cumhurbaşkanlığı konutuna girip girmeyeceği konusunda kavga sürerken, Zaman gazetesinde Mümtaz’er Türköne Çankaya’da yapılan Cumhuriyet Resepsiyonu ile ilgili, 2007 yılında şöyle yazdı: “…Türkiye değişiyor. Bu değişim Çankaya’da sembollerle tezahür ediyor. Türkiye’nin rejimi veya anayasal esasları değil, düpedüz seçkinleri değişiyor. Hayrünnisa Hanım’ın başındaki beyaz yarı siperli şapka, yarı türban görünümündeki başlık belki de bu değişimin simgesi. Sadece taklit edilen frak veya ağır koyu renkli tuvaletlerin yerine bu başlığı koyduğumuz zaman, Türkiye’nin yaşadığı değişimde estetik ölçülerde bir ilerleme olduğu apaçık ortada. Daha büyük bir ilerleme ise, halkın yönetimde temsilinde görülüyor. Türban, laiklik karşıtı eğilimleri değil, doğrudan doğruya halkı temsil ediyor.

“Geçen yılın Cumhuriyet Resepsiyonu, gazetelerden hatırladığım kadarıyla soğuk yüzlerin ve ağdalı bir ciddiyetin gölgesinde, adetten olduğu için yapılmıştı. Bugün ise özgün bir zarafete, samimi bir nezaket ve sıcaklık eşlik ediyordu.

“Cumhuriyet 84 yılda çok büyük mesafeler aldı. Çankaya Köşkü, yaşadığı medd ü cezirler arasında bugün halka daha yakın ve sıcak geliyor. Hayrünnisa Hanım’ın zarif beyaz başlığında, kendini bütünüyle gerçekleşmiş hisseden Anadolu kadınlarının mutluluğunda, bizatihi Cumhuriyet’in kendisi kökleşiyor.

“Türkiye seçkinlerini değiştiriyor. Anlamı bilinmeden tekrarlanan gelenekler, yerini bugün daha insanî ve kucaklayıcı sembollere bırakıyor. Bu semboller içinde Çankaya Köşkü’ndeki Cumhuriyet, cumhura daha yakın duruyor. Bir işkence gibi berbat bir ritim içinde vals ve rumba yapan çiftlerin yerini, daha fazla kendisi ve daha fazla bu topraklara ait bir atmosfer alıyor…”

Üsluptaki Yakup Kadri Karaosmanoğlu edası dikkat çekicidir. Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, yeni bir ülke kurmakla mükellef ilk Cumhuriyet kadroları arasında yer alan aydınlardandır Yakup Kadri ve Ankara romanında, yeni Türkiye’nin kuruluşunu, aynı Türköne’nin burada kullandığı üslupla anlatır. Türköne’yi 2007’de heyecanlandıran Cumhuriyet Balosu ritüelindeki ve sembollerindeki değişim, kuşkusuz ona pek çok heyecanlar tattıracak biçimde başka alanlarda da yaşandı. Son birkaç ayın haberlerine bakınca bu, çok iyi görülecektir.

2011 10 Kasım’ında, Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, anma ritüelinin eleştiriye açılması ve ondan sonra da art arda gündeme gelen gelişmeler ve aynı mecralarda süren tartışmalar, gündelik hayata ilişkin ritüelleri konu alır. Bunlardan en önemlileri gençleri ilgilendiren konulardır. Hükümet, önce 19 Mayıs kutlamalarının Ankara dışında stadyumlarda yapılmasını kaldıran bir yönetmelik çıkardı.

Daha sonra, Özel Okullar Yönetmeliği’nden, özel okulların amaçları arasında yer alan “Öğrencileri Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir” ifadesi çıkarıldı. Ve bu kapsamda, özel ortaöğretim kurumlarındaki Atatürk köşelerinden Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin kaldırılması gündeme geldi ve yeni yönetmelikten özel ortaöğretim okullarında Atatürk köşesinin zeminden yüksekte olması, Atatürk büstü veya maskının konulması, Atatürk’ün fotoğrafı, Türk bayrağı, İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin uygun biçimde asılması, madalyon, gravür, Atatürk’ün eğitimle ilgili sözlerine yer verilmesine ilişkin hükümler kaldırıldı. Bunun ardından da, “Andımız”ın kaldırılacağı haberleri yayınlandı. Tartışmayı İstiklal Marşı’na kadar uzatanlar oldu.

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, katıldığı bir televizyon programında Gençliğe Hitabe’nin ve Andımız’ın kaldırılması hakkında kendisine sorulan soruyu “bunlar ayet midir ki değiştirilmesin?” şeklinde yanıtladı ve ekledi: “Kanunla kimseyi kimseye sevdiremezsiniz. Neyi ideolojik hale getirirseniz onu dogmatik hale getirirsiniz. Siz eğer Atatürk’ü bir ideolojinin sığ çerçevesi içine hapsederseniz, Atatürk’ü kimsenin tartışmasına müsaade etmezseniz bu Atatürk’e yapılabilecek en büyük kötülüktür… Bir insan kendi milli liderini kanunla korur mu? Böyle bir şeye gerek var mı? Siz onu insanların gönlüne yerleştirmediğiniz sürece, silah zoruyla, devlet zoruyla kimseyi kimseye kabul ettiremezsiniz… Neyi ideolojik hale getirirseniz onu dogmatik hale getirirsiniz…”

Çelik bu sözleri söylediği programda, Andımız’ı eleştirirken, “Mesela Bodrum’da yaşayan İngilizler var. Alanya’da oturan Almanlar var… Biz Türk değiliz, biz Türkiye’de yaşıyoruz ve çocuklarımız Türk okullarına gidiyor. Her sabah çocuklarınızı sıraya geçiriyorsunuz ve onlara and içiriyorsunuz, dediler. İnsani mi bu peki, doğru bir şey mi?” dedi, ama bu ülkede her sabah “Türküm doğruyum…” diyerek sınıflarına gitmek zorunda kalan Kürt çocuklarından nedense bahsetmedi. “Andımız”, başta Kürt çocukları olmak üzere, bu ülkede yaşayan farklı milliyetlerden öğrencileri Türk kimliğine asimile eden bir eğitim sistemine alfabe değerinde bir giriş özelliği taşıyorken, Kemalizm’e karşı çıkışın, İngiliz, Alman çocukları üzerinden yapılması manidardır. Kürtlerden bahsetmemek için Bodrum’daki, Alanya’daki İngiliz ve Alman öğrencileri öne sürmesi, Erdoğan’ın yardımcısının nezdinde AKP ve hükümetinin aslında tam da eleştirdiği Kemalizm’le örtüştüğünü gösterir. Dersim katliamını, Kemalist tek parti hükümetinin bir marifeti olarak göstererek, “gerekirse özür dileriz” diyen Başbakan’ın yardımcısı, Kürtleri atlayarak kurduğu cümlelerle, aslında partinin ideolojisinin Kemalizm’in negatifi olarak kurgulandığını bir kez daha göstermiştir.

Hükümet eliyle çıkarılan kararname ve yönetmeliklerle topluma ve gençliğe “bundan sonra ideolojiniz bu değil de şudur” demenin, Başbakan’ın ana muhalefet partisi başkanına yönelttiği tepeden inmeci, İttihatçılık suçlamasının aslında kendisine de yakıştığını gösterir.

Öte yandan, şimdiye dek eğitim sisteminin olmazsa olmazlarından sayılmış olan “Gençliğe Hitabe”, “Andımız”, okullardaki Atatürk büstlerinin simgelediği devletin neredeyse bir kült ve kitsch haline getirdiği ideolojik simge ve ritüellerin hatırlattığı bütün ideolojik birikimle birlikte ortadan kalkması, elbette bu ideolojik birikimin bütün yükünü taşımak zorunda kalan gençliğin isteyebileceği bir şeydir. Ancak bunun yerine tepeden inme bir biçimde önerilen dindarlığın da, gençliği bu ritüel ve simgelerden kurtarmak anlamına gelmediği de açıktır.

AKP Hükümeti tam da bunu yapmaktadır. Din ile yurttaş arasına devleti sokarak, kişisel bir inanç konusunu bir devlet politikası haline getirerek, onu toplumu yeniden yapılandırmanın bir aracı haline getirmekte; ülke kaynaklarını ve topraklarını emperyalist tekellere açıp, neoliberal politikaları sektirmeden uygularken, bu politikaların yıkımına karşı ses çıkarmadan şükredecek bir gençlik profilini yaratmak için de, örneğin “Gençliğe Hitabe”nin hatırlattığı anti emperyalizmi ya da “harici bedhahlar” ile birlikte “dahili bedhahlar”a karşı itaatsızlığı içeren sözlerden kurtulmak istemektedir.

Şunu unutmamak gerekiyor; dokuz yıldır saltanat süren bir hükümetin zuhuru, Kemalizm’i resmi ideoloji olarak benimsemiş bir devlet organizmasında, ona rağmen değil, onun sayesinde mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla AKP Hükümeti, devlet geleneğinin –teamüllerin bir parça dışında kalan ama– dışlayamadığı bir seçeneği olarak var olabilmiştir. O halde, AKP Hükümeti’ni dokuz yıldır yaşayabilir kılan zemin, bir ideoloji olarak Kemalizm’in de, içinde yaşadığımız dünyanın mevcut siyasi koşullarında kendisini yenileyebilme olanaklarından birisidir. Zaten AKP’nin en çok eleştirdiği şeye benzemesinin sebebi de budur.

Gençlerin; ister öğrenci ister emekçi olsunlar, her günkü pratikleri bunu doğruluyor. Daha önce paylarına düşen neyse gene o: Tekeller kârlarına kâr katarken ezilmeye ve sömürülmeye devam etmek. Güçsüz kaldıkları anda başlarına inecek yumruğun Kemalist veya dindar olması fark etmiyor!

Bitirirken; bu yazı hazırlanırken gündeme getirilen ve kamuoyunda “4+4+4” olarak telaffuz edilen yeni öğretim yasa tasarısına herhalde değinmeliyiz. Hükümetin, sekiz yıllık zorunlu eğitim süresini, sözde kesintili olarak 12 yıla çıkardığını iddia ettiği, ancak ilk dört yıllık diliminin ardından zorunlu eğitim uygulamasını fiilen uygulamadan kaldıran bu tasarı gerçekleşirse, devlet, genç yurttaşlarının eğitim sorununu çözmekten, onu finanse etmekten tamamen elini çekmiş olacağı gibi, yoksul emekçi ailelerinin erkek çocuklarının erken yaşta (11 yaşında), mesleki yönlendirme adı altında, organize sanayi bölgelerinin çırak ihtiyacını karşılamak üzere ucuz emek gücü kaynağı haline gelmesine, kız çocuklarının da, sözde evden eğitimi teşvik adı altında, baba ya da özellikle kocaevine kapatılmasına imkân sağlayacak.

Bu sorunun kadınları, çocukları ve aile kurumunun durumunu, ama daha genel anlamda toplumun geleceğini etkileyen pek çok yanı var. Ama kısaca, bir yandan Başbakan “üç çocuk yapın” fetvasını vermişken; doğan çocukların, kreşlerin kapatıldığı, ortaöğretim kurumlarının devreden çıkarılmaya çalışıldığı, sosyal güvenlik politikalarının tasfiye edildiği bir ortamda yaşamaya zorlanmasını telafi edecek tek şeyin dindarlık olarak öne sürülmesindeki ciddiyetsizlik ve sinsilik dikkat çekicidir. Daha doğumundan itibaren, bu ülkenin yurttaşı, önce insan olarak değil sermayenin bir parçası olarak görülmeye başlanacak demektir. Tasarı, çocuğun bir mesleğe yönlendirilmesinde kullanılacak inisiyatifi Bakanlar Kurulu’na ve aileye bırakıyor. Zorunlu eğitimde ilk dört yıllık dilimi bitiren, on’lu yaşlarına yeni girmiş bir çocuk üzerindeki tasarrufun onun bütün hayatını belirleyecek biçimde kullanılması ve seçim yapabilme şansının çok erken yaşlarda çizilen yol nedeniyle elinden alınması, sözcüğün en hafif anlamıyla bir gençlik kırımıdır. Ama bu kırıma günde on vakit namaz kılarak bile katlanmak o kadar kolay olmayacaktır.

Hiç kuşku yok, AKP ve temsil ettiği uluslararası tekelci kapitalizm, kendi mezar kazıcılarını, dindar nesli kurgularken yaratacaktır. Başbakanın, şimdi dindarları, hükümetine destek olmaları sayesinde “ezilmekten kurtararak egemen hale getirdiği”; partisinin de “halkın partisi” olduğu yalanının mumu, günümüzde iki kat daha derinleşen sınıf çelişkilerinin gölgesinde, öyle görünüyor ki, uzun süre yanamayacak. Çünkü dindarlaştırarak bile, insanları, hükümetin her dediğine inanacak ve olan biteni anlayamayacak şekilde zihnen kötürümleştirmek sonsuza kadar mümkün değildir.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑