Doğu Batı Dergisi, 59. Sayısında (Kasım-Aralık 2011-Ocak 2012), “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” başlıklı, kapsamlı denilebilecek bir dosya yayımladı.[1] Derginin söz konusu dosyasında makaleleri yayımlanan yazarların önemli bir kısmı üniversitelerin çeşitli bölümlerinde profesör, doçent ya da ‘araştırma görevlisi’ olarak çalışan kişilerden oluşuyor.[2] Ortak teması “sol ve sosyalizm eleştirisi” olan bu dosyada yer alan makaleler irdelendiğinde, hemen görülebilir olan ilk şey, eleştiri adına ileri sürülen görüşlerin, denebilir ki bütünün, “sosyalist ve devrimci çevreler”de, neredeyse yüz yıla yakın süredir şu ya da bu sorun etrafında bir vesilesiyle tartışılıp, deyiş yerindeyse, zaman aşımına uğramış türden olduklarıdır. Ekim Devrimi’ni “tarihten bir sapma” sayan, Bolşevik tipte parti örgütlenmesini, “Tek Ülkede Sosyalizm”i ve ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusunu reddeden anlayışlar, Lenin’in sağlığında ve Lenin ve Stalin döneminde de gündeme getirilmiş, ancak, sınıf mücadelesi pratiği içinde mahkum edilmişlerdi. Ne ki, uluslararası alanda proletarya-burjuvazi; sosyalizm-kapitalizm mücadelesinin tarihsel seyri içinde, değişen koşullar ve güçler ilişkisinden hareketle ve sosyalizmin aldığı yenilginin sonuçları üzerinden, Lenin-Stalin karşıtı olmakla kalmayıp, Marksist teorik temel belirlemelere dek inkarcı suçlamalar, ana hatlarıyla neredeyse birebir ve onları sözüm ona inandırıcı kılmak üzere, aktüel kimi gelişmeler de kullanılarak, son birkaç on yıldır yeniden gündemdedir.
Burada bir kez daha tanık olduğumuz, Doğu Batı’nın “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” başlıklı dosyasında görüşleri yayımlanan yazarların da, bu “geleneği sürdürdükleri”dir. Leninist parti ve devlet “modeli”nin “anti demokratik-bürokratik ve totaliter” anlayışların nedeni olarak gösterilmesi, devrimin koşulları, Ekim Devrimi ve ‘tek ülkede sosyalizm’ anlayışı ile sosyalist kuruluşun başarısı için yürütülen mücadeleye yönelik eleştiriler, emperyalizm tahlili ve antiemperyalizm üzerine devrimci teori ve politikanın “milliyetçi sosyalizm” olarak nitelenmesi vb. üzerine ileri sürülen iddia ve görüşler, buna işaret ediyor.
Çoğu üniversitelerde çalışan ve bir ikisi dışındakileri akademisyen olan yazarlar tarafından yeniden gündeme getirilen ve yazarların toplumsal sınıfların ilişki, çelişki ve çatışmalarına; bu ilişki, çelişki ve çatışmaların değişen koşullara bağlı olarak herhangi kapitalist ülke(ler)de gündeme gelebilecek/gelen toplumsal alt üst oluş ve yeninin kuruluşu gibi çok somut-pratik sorunlara yaklaşımlarına da ‘ışık tutan’ bu makalelerin bir özelliği de, yazarlarının tüm bu sorunlar karşısındaki özensizliğini açığa vurmalarıdır. Dosya’da örneğin Marx’ın sınıf mücadelesi ve bu mücadele içinde işçi sınıfının tarihsel devrimci rolüne vurgusu, bir toplumsal ilişki biçimi olarak işçiyle kapitalist, emek ile sermaye arasındaki ilişki üzerinden değil, ama işçilerin sayısal çoğunluk ya da azınlık oluşturmaları üzerinden tartışılarak, sorun çok bariz bir biçimde çarpıtılmaktadır. Baydar başta olmak üzere, yazarların Ekim sosyalist devrimine ve sosyalizmin kuruluşu sürecinin sorunlarına yaklaşımları mekanik ve kaba materyalist tarih anlayışlarının ürünüdür. Enternasyonalizm sorununa bakış açısı, “sol” görünüm altındaki bir sağcılığın ifadesidir vb. vb.. Bu durum, dosyada yer alan bu her bir konunun bir kez daha ve ayrı konu başlıkları halinde tartışılması ihtiyacı doğurmaktadır. Burada ise, bu konular burada ancak birbirleriyle ilişkileri bağlamında ve sınırlı bir genellik içinde ele alınmaktadır. Şimdi bu dosyada Baydar, Mutman, Cangızbay, Başkaya ve E. Doğan tarafından ileri sürülen iddialar ile bu iddialara yön veren anlayış(lar)a daha yakından bakalım.
A) MARX’IN TEORİSİ VE “TOPLUMSAL KUTUPLAŞMA” ÜZERİNE PROFESÖR MUTMAN’IN TEZİ
“Uzaklaşan ve Yaklaşan Sol Üzerine Düşünceler” ana başlıklı makalesinin girişinde, Prof. Dr. Mahmut Mutman, esinlendiği ve yararlandığını belirttiği Gayatri Chakravoty Spivak’ın sözlerine yer veriyor. Orada Spivak, başka şeylerle birlikte, “Marx’ın en narin kısmını, öngörülebilir Avrupa-merkezci senaryoyu, yerkürenin tarihsel olarak Avrupa’da merkezlenmeyen geniş bölgeleri üzerine empoze etmenin acımasız sonuçları hakkında bize bir şeyler öğretebilir” demektedir. Spivak’ı başlıca kaynak göstererek, Prof. Mahmut Mutman’ın da paylaştığı, Marx’ın emek-değer teorisi üzerine; “kullanımdeğeri-değişimdeğeri birlikteliği” ve “farklılaştırılması”nın süreç içinde “bir akıl kayması”na yol açtığı; “yabancılaşma olarak anlaşılan değişim değeri ile rasyonalite olarak anlaşılan kullanım değeri”nin birbirinden ayrı nesnelere “dönüştürüldü”ğü; “değerin iki yüzü arasındaki farkın” yitirilmesiyle Marx’ın “projesi”nin “gözle görülmez bir dönüşüme” uğradığı; “aklın çalışan kitle lehine kullanımı bilimsel ideoloji tarafından yönetilen bir toplum pratiğine doğru kaydı”ğı şeklindeki iktisadi teoriye ilişkin görüşünü, –başka bir makalenin konusu olmak üzere– burada tartışma dışı tutuyoruz. Mutman’ın, “Marx’ın Avrupa merkezli senaryosu”ndan söz ederek, “Peki Marx’ın düşüncesi başka türlü gelişebilir miydi? Doğru bir uygulama sözkonusu olabilir mi(ydi)?”; “20.yüzyılın hemen başında ardarda İtalyan ve Alman işçi ayaklanmalarının yenilgiye uğraması, işçilerin sadece Rusya’da zafer kazanması, en önemlisi Avrupa’da beklenen toplumsal kutuplaşmanın hiçbir biçimde gerçekleşmemesi, tersine giderek orta sınıfın büyümesi tarihsel vakaları Marx’ın yanıldığını göstermiyor mu?” şeklinde, birbirlerini izleyen soruları ise; devrimin koşulları, tarihsel gelişme süreci ve sınıfının durumuyla ilişkili bir itirazı da içeriyor olmalarıyla, bu makalenin konu kapsamı içindedirler.
Prof. Mutman, Marx’ın teorisinin/varsayımının Avrupa’da “doğrulanmadığı”nı ileri sürüyor ve “sömürgecilik ve daha sonra emperyalizm sayesinde Avrupa ve Kuzey Amerika’ya dünyanın ‘geri kalanından’ gerçekleştirilen muazzam değer transferi bu ülkelerde orta sınıfın büyümesini sağlayarak kapitalist merkezleri zenginleştirdi ve buralarda toplumsal kutuplaştırmayı durdurdu.”[3] diye yazıyor. Gelişmelerin evrensel ölçekte oluşuna işaret ederek, “Marx’ın Avrupa’da kutuplaşma öngörüsü görünürde gerçekleşmemişti, çünkü aslında toplumsal kutuplaşma küresel düzeyde gerçekleşmişti” diye yazan ve ulusal kurtuluş ve antisömürgecilik hareketleriyle sosyalizm mücadelesi arasındaki “ittifak”ın nesnel tarihsel gelişmelerle bağına dikkat çekerek derginin öteki yazarlarından bir ölçüde ayrışır ve gerçeğe daha yakın durur görünen prof. Mutman, diğer yandan, sosyalizmin “pratik öyküsü”nden söz eder ve onun “kendi projesine içkin bir zaaf dolayısıyla”, “korkutucu sonuçlar” doğurduğunu ileri sürerken, Cangızbay, Doğan ve Baydar gibi derginin öteki yazarlarıyla ‘aynı nokta’da buluşuyor!
Mutman’ın, “Avrupa’da beklenen toplumsal kutuplaşmanın hiçbir biçimde gerçekleşmedi”ği iddiasıyla, “Avrupa’da kutuplaşma öngörüsü görünürde gerçekleşmemişti, çünkü aslında toplumsal kutuplaşma küresel düzeyde gerçekleşmişti” belirlemesi arasındaki açık çelişkiyi izah gibi bir sorunu bulunmasına rağmen, meta ve sermaye ihracı sonucu dünya pazarının oluşması ve mali sermaye hakimiyetinde, emperyalist ülkelere, sömürge ve bağımlı ülkelerden kaynak akmasına ilişkin söyledikleri doğrudur. Ancak Mutman, bu doğrudan, “Avrupa’da beklenen toplumsal kutuplaşma gerçekleşmedi” gibi bir önemli yanlışı da çıkarabilmiştir! Dünyanın diğer bölgelerinden Avrupa’nın klasik kapitalist merkez ülkelerine ve Amerika’ya “değer transferi”, evet, bu ülkelerde “toplumsal kutuplaşma”nın devrimci patlamalara yol açmasını olumsuz yönde etkilemiş; sermaye ihracı üzerinden ve bazen de fiili yağmayla sağlanan kaynaklardan bu ülkelerin işçi aristokrasisi tabakasına verilen payın “pey”i, aristokrat tabakanın ve sendika bürokrasisinin, hareketi geriye çekmesi ve uzlaşıcılığı olarak alınmıştır. Ancak açıktır ki, bu “olgu”, emek-sermaye çelişkisi ve toplumsal kutuplaşmanın alternatifi değil, etkenlerinden sadece biridir. Görüşlerini bilimsel kriterlere bağlamaya özen gösterdiği anlaşılan prof. Mutman’ın, toplumsal kutuplaşmanın, kapitalist üretim tarzının ürünü ve toplumsal ilişki biçimi olarak kaçınılamazlığı sorununa bu yüzeysel yaklaşımı ilginçtir ve Avrupa “merkez”de, 19. yüzyılın Marx sonrası döneminde yaşanan “kutuplaşma” ürünü çatışmalar bir yana; 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki Alman, İtalyan, Avusturya, Fransız işçi ayaklanmalarını, sonraki yıllar itibarıyla da çeşitli biçimlerde devam eden mücadeleler “sınıf dışı” sayılıp görmezden gelinmeyecekse eğer, “hiçbir biçimde kutuplaşma gerçekleşmedi” kestirmesinin bilimsel herhangi inandırıcılığı olamaz.
Marx’ın teorisinin bu biçimdeki yorumu, her şeyden önce Marx’ın kendisinin Komünist Manifesto’dan Kapital Ciltleri’ne, tüm temel eserlerinde kapitalist üretim sistemini irdelemeleriyle aykırılık oluşturur. Bu irdelemelerde, işçi sınıfının, kapitalist sömürü sistemini tasfiye ve yeni sosyalist (sömürüsüz) toplumu kurmaya yetenekli tek sınıf olma niteliği; devrimci özne olma özelliği, esas olarak sayısal-niceliksel durumu üzerinden değil, ama, emekgücünü, kendisine ödenenden daha fazla bir değer yaratarak kapitaliste satarken, kapitalizmi var eden bir sınıf olmasıyla bağlı şekilde ortaya konmuştur. Bu şu demektir ki, emekgücü sömürüsü olmaksızın, işçi sınıfı olmaksızın bir kapitalizm düşünülemez. İşçilerin azalıp-çoğalmalarına ilişkin durumun da, yine Marx tarafından irdelendiği görülmelidir. Marx ve Engels, teorinin kurucuları olarak, kapitalizmi, tüm olgularıyla ve tarihsel gelişme eğilimini de göz önünde tutarak, irdelemişlerdi. Kapitalizmin uluslararası bir sistem olduğunu; gelişmesi içinde tüm ulusal çitleri parçalayarak bir dünya sistemine genişlediğini belirledikleri gibi, makinenin bulunuşu, bilim ve teknikteki ilerlemelerle birlikte, daha fazla işçinin işini kaybedip “yedek ordu”ya katılacağını da ortaya koymuşlardı. Makinenin teknik yetkinleştirilmesi ve bilim ve teknikteki ilerlemeler, en ileri düzeyde ve büyük çaplı üretim yapan kapitalistler başta olmak üzere, kapitalistlere, ağır sanayi dalları başta olmak üzere, verimlilik artışı olanağı sağlayarak –bant sistemi ve diğer yöntemler buna bağlı olarak gündeme gelmiştir– bu sanayi dallarında işçi sayısını azaltma nedeni olmuştur. Böylece, demir-çelik, otomotiv, petro-kimya gibi sanayi dallarında ve maden üretiminde, eskiden on işçinin yaptığı işi iki-üç işçinin yapması; ve daha önce sekiz saatte-on saatte yapılan işin dört, hatta iki saatte yapılması olanaklı hale gelmiştir. Bunun sonucu olarak işsiz sayısı da artmıştır. İşsizleşen işçilerin bir bölümü yeni ve diğer sektörlerde iş bulurken, diğerleri yedek ve ucuz işgücü ordusunun saflarına katılmışlardır.[4]
Ancak bu, gelişmenin yalnızca bir yanıdır. Kapitalist gelişme sürecinde sadece bunlar yaşanmadı. Kapitalizm bir dünya sistemine genişlerken, bir yandan eski köylü ülkelerin kapitalistleşmesi hız kazanıp ilerledi; oralarda yüz milyonlarca yeni işçi ortaya çıktı. En çok gelişmiş eski ‘klasik’ kapitalist ülkelerin sermaye ihracı bu gelişmeyi, kaynak transferi pahasına hızlandırdı. Uluslararası yapıya kavuşan büyük şirketler, üretimlerinin bir bölümünü bu ülkelere kaydırırlarken de, yüz binlerce emekçiyi ucuz ücretli işçi olarak kapitalist çarkın dişlileri arasına aldılar. Bir diğer önemli gelişme, bu ‘en eski ve en fazla gelişmiş’ kapitalist ülkelerde yeni sanayi dallarının, yeni üretim alanlarının ortaya çıkması, bunun da işçi sınıfının saflarını genişletmesiydi. Bütün bunlar, Marksist teorinin işaret ettiği toplumsal gelişme dinamiğiyle, kapitalist gelişmenin yönü ve güçlerinin oluşumuna dair belirlemelerle uygunluk göstermekteydi/göstermektedir.
Marx, kapitalizmin, bir yanda sermaye sahibi olarak burjuvaziyi; diğer yanda, emekgücünü kapitaliste satarak/kiralayarak sermayenin oluşmasını da sağlayan işçileri/işçi sınıfını (büyüyen ve genişleyen sınıf) yaratarak gelişmekte olduğuna dikkat çekmiş; bu gelişmenin toplumun diğer kesimlerinden mülksüzleştirilenleri proleterlerin saflarına doğru sürüklediğine işaret etmişti. Topraktan ayrılan/mülksüzleştirilen emekçilerin yanı sıra, kapitalist rekabete bağlı ve rekabetin keskin hale gelmesiyle elindekini kaybeden küçük kapitalistler de bunlara eklenmekteydi. Bu tarihsel toplumsal bir olguydu. Ve yüz altmış yıldan fazla bir zamandır, bunu yanlışlayan herhangi dikkate değer bir olgu yoktur. Aksine, toplumsal gelişmenin tanıklık ettiği ve doğruladığı, Marx’ın kapitalizmi tahlil ederek ortaya koyduklarıdır. İşçi sınıfı hem her bir ülkede, hem de tüm dünyada artmaya devam etmiş, büyümüştür. Bu büyümeyle birlikte, ve büyümenin kendi ‘iç evrimi’ koşullarında, şu ya da bu ülkede, şu ya da bu sektörde işçi ‘sirkülasyonu’nun, sektörler arası dengesiz gelişme kaynaklı farklılıkların yaşanmasından hareketle, ve bu ülkelerde önceleri olmadığı halde sonradan ortaya çıkan yeni üretim sektörlerindeki işçiler dikkate alınmadan ileri sürülen, “öznenin sonu”(!) ya da “kutuplaşmazlık” iddiaları bilimsel bir geçerliğe sahip değildirler. Marx’ın teorisinin, “özellikle de Avrupa’da orta sınıfın çoğunluğu oluşturması”ıyla yanlışlandığını(!); çünkü onun, işçi sınıfının büyüyeceğini varsaydığını belirten Mutman, teoride ileri sürülen/öngörülen tarihsel gelişme eğilimini doğru okumamaktadır.
Emek-sermaye çelişkisi; burjuvazi ve proletaryanın iki uzlaşmaz karşıt sınıf olarak oluşmaları, kuşkusuz sömürüden kurtuluş ve sosyalist devrim için mücadelenin toplumsal zeminini oluşturur. Marx, Komünist Manifesto’da, Engels ile birlikte, “Bugün, burjuvaziye karşı olan bütün sınıflardan, yalnızca proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar büyük sanayi ile yıkıma doğru gitmekte ve mahvolmaktadırlar; proletarya, tersine, onun en öz ürünüdür.” diye yazarken, hem somut bir durumdan söz ediyor, hem de tarihsel-toplumsal gelişmenin yönüne işaret ediyordu. Bir varsayım değil, kapitalizmin gelişmesiyle açığa çıkan ve belirli temel sınıflar arasındaki ilişkilerin tanıtladığı bir duruma işaretti. Sonrası tüm tarihsel dönemde, bu ‘durum ve eğilim belirlemesi’, salt proletarya kitlelerinin büyüyüp milyarlarla ifade edilir hale gelmesiyle değil, düşüş ve yükselişi içinde, işçi hareketinin burjuvaziye karşı, tüm öteki ‘muhalif’ sınıf ve kesimlerden daha tutarlı, daha dirençli, daha istikrarlı bir mücadelesine de tanık olundu. Marx’ın teorisinin devrimci özü, işçi sınıfının, kapitalizmi tasfiye ve yeni sosyalist toplum kurma olanağını, başka bir yerde değil, kapitalizmin kendi bağrında şekillenip, burjuva sınıfın hakimiyetine karşı savaşa atılmasında görmesinde, bunun kaçınılmazlığını ortaya koymasındadır. Marx, işçilerin matematiksel sayılarıyla değil, kapitalist üretimin -ve toplumun- varlığını borçlu olduğu sınıf olmasıyla, üretimi ellerinin ‘içinde’ ve altında tutmalarıyla; öyleyse onun can damarlarını sıkarak boğma ve kendinin sömürülmediği gibi, hiç kimsenin de sömürülmesine olanak olmayacak yeni bir toplum kurma güç ve olanağına sahip olmasıyla ilgiliydi. İşçi sınıfının sayısıyla ilişkin teori ise, matematiksel çoğunluklarla ilgili ve ilişkilidir.
Marksist teori işçinin sayısı yerine, üretimi gerçekleştiren özne olması ve bununla bağlı sorunları esas almasına karşın, işçiler, nicelik olarak da, süreç içinde artmışlardır. Marx ve Engels’in döneminde henüz yüz milyonu dahi bulamayan işçiler, bugün sanayi, tarım ve hizmetler olarak bölünen sektörlerde değil sadece, çeşitli meslek gruplarının sermaye ilişkisi içinde artıdeğer üreten emekçiler olarak giderek çoğalarak dünya nüfusunun yarısına yaklaşmışlardır.[5] 1914 yılı itibarıyla, dünya toplam nüfusu 1 milyar 667 milyon iken, işçi sayısı yüz milyon bile değildi. Bugün dünya toplam nüfusu 6.5 milyar olarak tahmin ediliyor ve bu nüfusun üç milyara yaklaşan kısmını ücretli emekçiler, işçi sınıfı ve yaşam tarzı açısından da giderek işçileşmekte olanlar oluşturuyorlar. ILO 2004 Küresel Raporu’na göre, dünyada, 246 milyon çocuk işçi bulunuyor olması bile, durumun idrak edilmesi (anlaşılması-dikkate alınması) için yeterince çarpıcıdır. Sermaye ve meta üretimi ve dolaşımının uluslararasılaşması, bilim ve teknik gelişmelerin, ulaşım-iletişim olanaklarının genişletmesi, makinelerin teknik yetkinliğinin muazzam ilerlemesiyle üretkenlikte sağlanan artış ve çeşitli diğer etkenler altında daha fazla işçi işsizliğe sürüklenmesine rağmen, bu gelişmeler, diğer yandan, yukarıda da işaret edildiği üzere, hem gelişmiş kapitalist ülkelerde, hem de kapitalizmin dünya ‘çarkı’na sonradan girmiş eski köylü ülkelerde sınıfın nicel büyümesine yol açmıştır. Ve bu devam etmektedir. Kapitalist gelişmeyi ve bilimsel teknik ilerlemeleri, yalnızca işçi sınıfının aleyhine olanlarıyla yorumlayanlar ve örneğin “orta sınıfın büyümesi”; “hizmet sektörünün genişlemesi” gerekçesiyle sınıf kutuplaşması ve çatışmasının “durduğu”nu ileri süren yazarlar, ‘orta sınıf’ içinde sayılan hizmet işkolundan çok geniş kesimlerin bugün artık artı değer üreten emekçiler haline geldiklerini gözardı etmekte; işçilerin çok geniş işsiz kesimleriyle birlikte bu ‘yeni işçileşmekte olan ve işçileşen’ kesimleri de kutuplaşma dışı görmektedirler. Oysa, hizmet sektörünün büyüyüp genişlemiş olmasının, bu “sektör”deki emekçilerin çok önemli bir kesiminin sermaye ilişkisi içinde; artıdeğer üreten emekçi olarak işçi sınıfının saflarına katılmasını engellemediği; sağlık ve eğitim, belediye hizmetleri vb. alanlardaki genişleyen özelleştirmelerin uluslararası alanda emek gücü sömürüsünü bu alanlarda da genişlettiği; emekçilerin toplam toplumsal gelirden pay alanlar statüsünden çıkıp doğrudan doğruya bir patrona, kapitalist işletmeye artıdeğer üreten işçiye doğru bir evrimin yaşadıkları, kurgu değil, gerçektir. 19. ve 20. yüzyıllarda olduğu gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin (kapitalizm varolduğu sürece devam edecek olan) toplumsal gerçeği, Avrupa’nın “merkez” ülkelerinde de, dünyanın eski köylü ve bugünün kapitalistleşen ülkelerinde de işçi sınıfının içinde tutulduğu koşullar daha da ağırlaşmış, buna bağlı olarak da çatışma unsurları sadece güç kazanmamış, aynı zamanda çeşitlenmiştir.
İşçiler sadece çoğalmıyorlar; sermayeye karşı sınıf olarak ve hakları için dünyanın çeşitli ülkelerinde değişen düzeyde mücadele de sürdürüyorlar. Daha yakın dönemde, Almanya’da yüz binlerce metal işçisi ve kamu emekçisi onlarca kez grev, uyarı grevi yaptı. Yunanistan’da son on yıldır neredeyse her sene birkaç genel grev ve direniş yaşanıyor. Portekiz’de 2010 ve 2011 Kasım’ında genel grev gerçekleştirildi. İtalya’da 2002’de 11 milyon kişinin katıldığı bir genel grev ve Roma’ya yürüyen 3 milyon emekçinin eylemiyle Berlusconi Hükümeti’nin iş yasalarında yapmak istediği değişiklik engellenmişti. İspanya’da, İngiltere ve İrlanda’da keza birçok kez grev ve genel grevlere gidildi. Fransa’da birkaç kez yüz binlerce işçi ve emekçinin yanı sıra, küçük üreticilerin eylemleri ve Paris’e yürüyüşleri oldu. Bunların tümünde de ana gövdeyi oluşturanlar, işçiler ile kamu işlerinde çalışan emekçilerdi. Böyle olmasında, işçi sınıfının tüm öteki sınıf ve kesimlerden farklı olarak aynı iş yerlerinde, aynı çalışma koşullarında, aynı sorunlarla yüz yüze gelen binlerce-on binlerce ve milyonlarcasının ortak-birleşik sınıf eylemine, bu koşulların da etken olmasıyla daha yatkın ve denebilir ki hazır olmasının dolaysız rolü vardı/vardır. İşçi sınıfının toplumsal devrimci rolüne itirazlarını sürdüren ideolog ve yazarlar, geçmiş tarihin tüm sınıf mücadeleleri pratiğine göz yummaları bir yana, günümüzün somut sınıf çatışmalarını da, bu çatışmalar henüz bir işçi devrimini gündemleştiremediklerinden olmalı, görmezden geliyorlar.
Toplumsal kutuplaşmanın “durması” ‘tezi’, kapitalizm koşullarında zenginliğin topluma dağınık olmayıp belli kapitalist azınlığın mülkiyetinde birikmesi olgusu yönünden de tutarsızdır. Kapitalist-emperyalist ülkelere gerçekleştirilen kaynak transferi, “orta sınıf”ın da dahil edildiği bir “eşit paylaşım”ı değil; bu kesime “artık”tan pay verilmekle birlikte, tekelci sermayenin ‘aslan payı’nı esas alır. Durum, kapitalist ve tekelci rekabet ‘kural’sızlığıyla da bağlıdır. Kapitalist burjuvazi bir “bütün” olmayıp, birbiriyle de çatışan, büyüğün küçüğü “yediği” bir “acımasızlık” ve “aç gözlük” sisteminin unsurudur ve tekellerin baskısı altındaki küçük-alt orta kesimlerin iflasa sürüklenmeleri ya da yutulup yok edilmeleri esas eğilimdir. “Kutuplaşmazlık”(!) bu yönüyle de geçersiz bir ‘vargı’dır.
Kapitalist üretim tarzının, nüfusun “büyük çoğunluğunu gittikçe daha tam proleterleştirmesi”, kapitalist gelişmenin ‘tarihi’nden, onun gelişme süreci, yönü ve pratiğinden soyutlanamaz. Bu tarihsel gelişme süreci, işçi sınıfının şu ya da bu ülkedeki azalıp-çoğalmasından önce, onun dünya kapitalizmi koşullarındaki gelişmesine işaret eder. Burjuvazi ve işçi sınıfının uzlaşmaz iki karşıt kutupta oluşmaları ve birbirleriyle; emek gücünün yarattığı değerin kapitalist için artıdeğer ve işçi için ücret olarak bölünen “pay” üzerinden başlayarak, sosyal-iktisadi ve siyasal alanda sürdürdükleri mücadele, düşüş ve yükseliş gösterir, ama kapitalizmden söz edildiği sürece varlığını sürdürür; durmaz ve bitmez. Kır ilişkilerinin çözülmesi, kırdan kente nüfus akışı, köylü ülkelerin sanayiye açılması ve artan işçileşme, yeni kapitalist sektörlerin ortaya çıkması ve bunların iş gücü gereksinmesi, üç yüz yıla yakındır devam ediyor. Ve bugün, Avrupa ve Amerika’da da işçi hareketinin “önemini yitirmesi”nden değil, bu en gelişmiş ülkelerdeki hareketin, yeni kapitalist merkezlerdeki yüz milyonlarca işçinin uluslararası katılımıyla güçlenmesinden söz edilmelidir. Hareketin istikrarsızlığı, mücadelesinin geriliği ve geçici dağınıklığı “olamazlığa kanıt” gösterilemez. Aksi, aktüel, ancak geçici olan üzerinden tarihsel olanın reddetmek olur.
B ) “ZORLAMA ERKEN DEVRİM” İDDİASI VE EKİM DEVRİMİ’NİN TARİHSEL KOŞULLARI
Doğu Batı’da makaleleri yayımlanmış olan yazarların 1917 Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulması pratiğine getirdikleri yorum ve ortaya koydukları tutum, sadece genel olarak Marksizm’e; özel olarak Marksist devrim teorisine yaklaşımlarını değil, tarih ve toplumsal gelişmenin yasalarına ilişkin anlayışlarını da ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım ve bakış açısına göre, Ekim Devrimi, a-) “devrimin maddi toplumsal koşullarının olgun ve uygun olmadığı bir yerde; merkezi Avrupa’da değil de “geri Rusya”da gerçekleşti(rildi)ği; b-) bununla da bağlı olarak, ‘Tek Ülkede Sosyalizm’de ısrar edildiği için, diğer ülkelerde devrimci mücadele zaafa uğratılmış, milliyetçi sosyalizm anlayışının enternasyonalizme galebe çalmasına neden olunmuş ve Lenin tarafından geliştirilen devlet ve parti modeli üzerinden “otokratik” bir baskı sistemi tesis edilmiştir; c-) Yenilginin nedeni olan bu devrim-devlet-parti anlayışları terkedilmeli ve sınıf odaklı olmayan, çoğulcu-özgürlükçü bir sosyalizm projesi geliştirilmelidir! Sınıf, örgüt, mücadele, devrim ve sosyalizm sorunlarına bu bakış açısı “ortaklığı”nın neler içerdiğine daha yakından bakalım.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiye edilmiş olmasının nedenlerini, Ekim Devrimi’nin, koşullarının oluşmamasına rağmen, “erken” bir devrim olarak gerçekleştirilmiş olmasında arayan Oya Baydar, örneğin, “Lenin’in Batı ülkelerinde devrimden umudu kesip dünya devriminin merkezinin emperyalist ülkelerden Doğu’ya, sömürge ülkelere kaydığı tespitini” yaptığını ileri sürerek, Sovyet Devrimi’ni, “kapitalist formasyonun ve modernitenin kendi sınırlarına gelip kendini içten tüketmeye başlamasından çok önce girişilmiş aceleci, sabırsız bir adım” olarak nitelemektedir.
Baydar’ın tarih ve devrim anlayışı, toplumsal koşullar gibi kapsayıcı etken(ler)i gözetmeme gibi temel bir açmazla malul olmakla kalmıyor, anti Marksist, mekanik ve kaba materyalist bir anlayışa denk düşüyor. Ekim Devrimi’ni “aceleci, sabırsız bir adım” olarak nitelerken Baydar, Rusya’nın geriliğinden gayrı neye dayanıyor? Bütün söyleyeceği –ki bunlara da girmiyor– sosyalist devrimin maddi toplumsal koşullarının kapitalist gelişmeyle bağı ve devrimci öznenin ileri düzeyde gelişmiş ülkelerdeki gelişkin durumudur. Rusya’nın geriliği üzerine vaaz vererek, devrimin oradaki gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesinin “tarihten bir sapmaya denk düştüğü”ne ya da “sabırsız bir girişim”in sonuçlarını yaşadığına hükmedilemez. Gerilik, aşağıda, bizzat Lenin’in kendisinden de öğrenileceği üzere, günün Rusyası’nın önemli/belirgin bir özelliğidir. Ama tek özelliği değildir. Rusya, kapitalist emperyalizmin dünya koşullarında, “kapitalist dünya zincirinin en zayıf halkası”nı teşkil etmektedir ve çelişkilerin en keskin olduğu ülkesi/bölgesidir. Ekim Devrimi’ni bu koşullardan ve emperyalist dünya sistemi içindeki yerinden soyutlayarak yapılacak her tartışma, ayakları havada kalmaya mahkumdur. Kapitalizmin ileri düzeyde geliştiği ülke ve alanların, proletaryanın gelişimi ve sosyalizmin maddi temelleri yönünden, daha elverişli ve olgun olması doğaldır. Bu ama, sosyalist devrimin, mutlak anlamda öncelikle bu ülkelerde olması gerektiği ya da olacağı kestirimini doğrulamaz. Kapitalizmin rekabete dayalı ve eşitsiz gelişmesi, devrimin, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yükselişine ve deneyimine bağlı olarak çelişkilerin en keskin olduğu yerde, eski sömürücü sınıflar ile sömürülen ve baskı altındaki işçi ve emekçilerin ilişkilerinin eski tarz yürütülmesinin artık olanaklı olmadığı halka(lar)da patlamasını, olanaklı hale getirir/getirmektedir; ve Ekim Devrimi bu koşulların ürünü olmuştur. Bu, tarihin akışına da uygun düşmektedir. Burjuva devrimleri yönünden de en gelişmiş ülkelerin tuttukları yer ile, burjuva devriminin en ileriden gerçekleştirildiği Fransa’nın durumu farklılıklar gösterir. Burjuva devrimi en kapsamlı haliyle Fransa’da gerçekleşirken, Fransa “en gelişmiş kapitalist ülke” değildi. İngiltere’de 17. yüzyılın ortalarında gerçekleşen devrimin “titrekliği”ne karşın, Avrupa’nın o dönem koşulları ve sınıf çelişkilerinin seyri büyük Fransız burjuva devriminin uluslararası alanda etkilerinin sonraki süreçte de devamını sağladı.
Ekim Devrimi’nin Rusya gibi bir ülkede, İngiltere, Fransa, Almanya gibi kapitalist bakımdan daha gelişkin olan ülkelerden önce gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesini tarihsel-toplumsal koşullardan ve mücadelenin düzeyinden soyutlayarak yapılan değerlendirmelerin basit bir mekanizme düşmesi, toplumsal yasalara dogmatik; kaba materyalist yaklaşımı kaçınılmazdır. Rusya’da devrim, deyiş yerindeyse gelip kapıya dayanmıştı. Emperyalist savaşın yıkıma sürüklediği milyonlarca aç-yoksul köylü ve işçi kitleleriyle onların asker unsurlarının barış, ekmek ve özgürlük talepleriyle kitlesel ayaklanmaları, devrimci partiyi, ya iktidarı burjuvaziye terkedip boyun eğme ve tıpkı yukarıda adları zikredilen yazarların tekrarladıkları türden gerekçelerle devrimden geri durma; ya da ayaklanmış ve daha önceki (1905-907)-1917 Şubat-Mart devrimlerinin mücadelesi içinde, İşçi ve Asker Sovyetleri şeklinde örgütlenerek (yeni sosyalist devletin nüvelerini oluşturan halkın, mücadelesini bir yeni sosyalist topluma doğru ilerletmek üzere, gerekli inisiyatif, etkinlik, ve cesaret gösterme tutumuyla yüz yüze getirmişti. Lenin ve Bolşevikler’in bu ikinci yolu seçmiş olmalarını; tarihin ve toplumsal gelişmenin kendileri önüne bir sorumluluk ve görev olarak çıkardığı tutumdan kaçınmamalarını, “Avrupa merkezli teorinin doğrulanmaması” ya da “Alman devriminden umut kesme” ile izah etmeye çalışan yazarlar, sözüm ona karşı çıktıkları kaba indirgemeci bir yöntemle, devrimin illa ki, örneğin önce Avrupa’nın klasik kapitalist ülkelerinde olması gerektiğine hükmediyorlar. Bu mantık yürütmenin sonucu olarak, Sovyet Devrimi’ni, “kendi sırasını beklemedi”ği için; “erken bir devrim olduğu” için, yıkılmaya “mahkum” gören anlayış, devrimin bir sıralama sorunu/işi olmayıp, somut koşullarla, mücadelenin düzeyi ile bağlı olmasını, en hafif deyişle anlamamakla sorunludur. Alman devriminin “gelmekte olduğu” gerekçesine sığınarak, Bolşevikleri ve Lenin’i, kendi ülkelerinde, “ya şimdi ya da sonra çok geç olur” dedirtecek kadar ‘yakınlaşmış’ devrimin gerçekleştirilmesi için üzerlerine düşeni yaparak, Alman ve Avrupa’nın öteki ülkelerinin işçi sınıfına ve devrimci mücadelesine, yardımı en ileriden gerçekleştirdikleri için “suçlu” gösterenler, o gün de eksik olmamışlardı. Baydar, tarihsel-toplumsal koşullara göz yummakla kalmıyor, yaşanmış gerçekleri de inkardan geliyor. O günün koşullarında, devrimin, kapitalizmin en gelişmiş olduğu Kıta Avrupası’nda (Almanya başta olmak üzere) gerçekleşmesi, Alman işçi hareketinin düzeyi ve ülke koşullarında güçlü bir olasılık olmasına rağmen, bu, devrimin mutlak olarak öncelikle orada olacağı anlamına da gelmiyordu. Birçok etken bir aradaydı ve süreç içinde gelişmelerin yönü, güçler ilişkisi değişmeye başlamıştı. Devrim, salt iktisadi koşulların elverişli olmasının sonucu değil, bununla birlikte öznel etkenlerin de bir devrimin gerçekleştirilmesine elverişli olmasına bağlıydı. Bir devrim olanağı ve olasılığının örneğin en ileri kapitalist ülke İngiltere’de değil, proletaryanın kendi adına ve sınıfsal örgütlenme ve mücadele düzeyinin daha gelişkin olması nedeniyle Almanya’da gündemde oluşu, bunun göstergelerinden biri idiyse de, diğeri, Rusya’da koşulların bir devrimi hızla gündeme getirmesiydi.
Sermaye ve meta ihracı, sanayi ve banka sermayesinin birliği ve tekellerin dünya ekonomisine hakim olmaları, her bir ülke ekonomisinin, mali sermaye egemenliğinde, bir dünya ekonomisi zinciri içinde birleşmesi, kapitalist rekabete bağlı olarak ve pazar için tekeller arası mücadele alanının genişlemesi –yani emperyalizm koşulları– emperyalist zincirin, çelişkilerin en keskin ve bir devrim için koşulların en uygun olduğu yerde, bir devrim ile ‘kırılması’nı olanaklı kılıyordu. Devrimin Rusya gibi kapitalist gelişme düzeyi bakımından geri bir ülkede gerçekleşmesini olanaklı kılan bu uluslararası koşullar ile birlikte, Rusya’da 1860’lardan başlayarak, uzun süren mücadeleler içinde yer alan ve 1905 devriminin sonuçlarından da öğrenmesini bilen Rusya işçi ve emekçilerinin neredeyse kesintisizleşen mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı büyük toplumsal çöküntü ve bununla da bağlı olarak Çarlık ve Rus burjuvazisinin devrimi ezme gücü gösterememesi gibi etkenlerin bir araya gelmesiydi. Ne emperyalizm “olgusu” Lenin tarafından “uydurulmuş” bir teorinin ürünüydü, ne de devrimin tüm nesnel ve öznel etkenlerinin bir devrim için uygun olduğu koşullarda, başka ülkelerde –özellikle Almanya’da– beklenen devrim olmadı diye, iktidarın alınmasından geri durmak devrimci ve enternasyonalist bir tutum olurdu.
1905’in “canlı gelenekleri sayesinde”, proletaryanın “en devrimci olduğu” Çarlık Rusyası’nda, savaş ve yenilgi koşullarında, devrimci “kriz”in ve devrim için ayaklanmanın “başka yerlerden daha önce” gerçekleşmesi, “doğal”dı! Proletaryanın ve “kent ve kır nüfusunun yoksul kesimlerinin tümünün çıkarlarını dile getiren”, Petersburg İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin, “barış, ekmek ve özgürlük” için mücadelenin ön cephesindeki varlığı, gerçek bir olguydu. “Emperyalist savaşın objektif kaçınılmazlıkla yol açtığı” devrimci durumda, devrimi başarıyla gerçekleştirmekten kaçarak, Marksist olunamazdı. “Özel nitelikler değil –diyordu Lenin– yalnızca özel tarihsel koşullar Rusya proletaryasını belli, belki de çok kısa bir süre için, tüm dünyanın devrimci proletaryasının öncüsü yaptı.”[6] Rusya proletaryası devrimi zafere ulaştırarak, diğer –en gelişmiş– ülkelerin işçi sınıfına, kapitalist sınıf düşmanına karşı mücadelesinde uluslararası büyük bir destek ve dayanak oluşturmuş oldu. Rusya işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının attıkları bu ilk adım, takip edecek Alman, Fransız, İtalyan, Avusturya vb. ülkelerin proletaryasınca tamamlanacaktı.
Gelişmelerin bu yönde ilerlediği biliniyor. Devrimin Almanya’da da başladığı; Alman proletaryasının 1918 Kasım Devrimi’yle iktidarı bazı bölgelerde geçici olmak üzere ele geçirdiği, ancak karşı saldırıyla yenilgiye uğratıldığı da tarihi gerçekler arasındadır. Dünya kapitalizminin ve emperyalist sömürge sisteminin aldığı peşpeşe yenilgiler, emperyalist zincirin parçalanması, ulusal kurtuluş savaşlarıyla sömürgelerin kurtuluşu yolunda kaydedilen başarılar, Doğu Avrupa’da ve Çin’de halk devrimlerinin gerçekleşmesi vb. bu yöndeki gelişmelerdi. Tüm ülkeler işçilerinin ve ezilen halkların dayanışması ilerleyip genişledi. Uluslararası sermaye ve emperyalist gericilik, en gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi hareketini, sosyal-iktisadi taleplerinin bir bölümünü karşılayarak devrimden alı koyma politikasına yönelmek zorunda kaldı vb. vb.. Bugünden bakarak ve sosyalizm ve güçlerinin geriye düşmüş olması “sonucu”ndan hareketle, devrimin nedensel nesnel dayanaklarını ve onu hazırlayan tarihsel koşulları dogmatik bir yoruma tabi tutanlar, kapitalist üretim tarzı ve içerdiği çelişkilerin onu, kendi yıkımını hazırlayacak koşul ve güçleri üretmeye zorunlu bırakan nesnel gelişme sürecine işaret eden Marksist devrim teorisi ve pratiğiyle çatışma içindedirler. “Kapitalist formasyon ve modernizmin kendi sınırlarına gelip kendini içten tüketmeye başlaması”na kadar bekleme formülasyonu, kapitalizmin çelişkilerini örtük olarak dahi ifade etmezken, sınıf mücadelesi yerine liberal reformist kendiliğindenciliği ikame etmektedir. Ekim Devrimi’ni ve devrim ile siyasal iktidarın alınmasını, “sosyalizmi bir anlık bir siyasal devrim sorunu ve salt siyasal olarak” anlama politikasıyla ilişkilendiren Baydar ya da herhangi diğer yazar, burjuvazinin sınıf hakimiyetinin “demokratik bir sistem içinde” sürdürülmesine teşne değilse eğer, “iktidar siyaseti”ni (işçi sınıfının devrimci sınıf iktidarının kurulması sorunu) “gündelik yaşam”dan uzaklaştırıcı gören tescilli bir oportünisttir! Böyledir, çünkü iktidar hedefi; iktidar sorunu her siyasal devrimin; iktisadi-sosyal ve politik programını pratiğe geçirmek isteyen her sınıf ve partinin en başta gelen sorunları arasında yer alır. Marx’ın, başlıca Komünist Manifesto ve Gotha ve Erfurt Programı’nın Eleştirisi’nde olmak üzere, sınıf siyaseti, iktidarın alınması ve proletaryanın devrimci diktatörlüğü üzerine görüşlerinin yanı sıra, Kapital ciltlerinde yüzlerce örneği sergilenen sınıf ilişkileri üzerine söyledikleri de “salt iktisadi” bağıntılar içinde değerlendirilemez. Ekim Devrimi ile girilen yolda, devrimin salt siyasal gerçekleştirilmesine indirgendiği suçlaması, 1950’lerin ikinci yarısına dek büyük çalkantılar içinde, keskin sınıf mücadeleleri pahasına ve emperyalist kuşatma altında girişilen sosyalizmin kurulması ve ilerletilmesi pratiği; ekonomide, kültürel ve bilimsel alanda, halkın doğrudan kendi yönetimini gerçekleştirilmesi yönünde kaydedilen gelişmeler; sosyalizm yenilgiye uğratıldı diye inkardan gelinemez. Savaşın kazanılmasının ardından otuz, kırk, elli yıl sonra alınmış yenilgi, o savaşın verildiğini, kazanıldığını tarihten silemez, kazanımlarının oluşturduğu tecrübeleri unutturamaz. Baydar gibilerinin yaptıkları ise, silme, unutturma, yok sayma, geçersiz ilan etmekten ibarettir. Tüm bu tarihi gelişmeleri bir yana iterek, Ekim Devrimi’nden 95 yıl sonra, onu “sabırsız erken bir devrim” olarak nitelemek, olay ve gelişmelere sınıf mücadelesinin yasalarını izleyerek değil, etiket-paket formülasyonlarla bakmaktır. Bu kadar zaman sonra ve sosyalizmin yenilgiye uğratılmış olması dayanak edinilerek geliştirilen bu tutum, daha o zamanlardan söylendiği üzere, “düpedüz gülünçtür!” Bu “gülünçlük”, devrimin “siyasal iktidarın alınması”na indirgendiği şeklindeki spekülatif söylem yönünden de geçerlidir. Bu sözde eleştiri, sosyalist ekonominin örgütlenmesi, bilimsel-teknik ilerleme vb. çok çeşitli alanlarda kaydedilen büyük mesafenin, yenilgiye rağmen inkar edilemeyecek kadar gerçek olması karşısında dahi, onu “kapitalist ülkeleri aşmaya yönelik kalkınmacı modernist ekonomipolitika” olarak , sözüm ona lekeleyecek kadar sapkınlıkla maluldür. “Biz başlangıcı yaptık –diyordu Lenin– Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna kadar vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.”[7]
C ) “TEK ÜLKEDE SOSYALİZM”İ RET YA DA DEVRİMDEN GERİ DURUŞ VE KAPİTALİZME BİAT TEORİSİ
“Tek ülkede sosyalizm” tartışmalarının Lenin’in sağlığında başladığı, Troçkist çizginin bir dünya devrimi olmaksızın sosyalizmin başarıya ulaştırılamayacağını ileri sürüp, buna karşı çıktığı biliniyor. Bu konu üzerine bir tartışma külliyatı da bulunuyor. Doğu Batı dosyasında makaleleri yayımlanan yazarlar, bu tartışmada Lenin ve Stalin karşıtı bir mevzide duruyor ve oradan konuşuyorlar. “Tek ülkede sosyalizm”in “olamazlığı”(!) teorisini sürdürüp, sözüm ona geliştiren yazarlar, bu görüşleriyle, yalnızca 20. yüzyıl Rusyası gibi “geri” bir ülkede değil, devrim için koşulları olgunlaşmış herhangi kapitalist ülkede de; bir devrimden geri durmayı, Marx’ın devrimci teorisine “uydurma”ya çalışıyorlar.
“Sosyalizmin dünya düzeyindeki en büyük talihsizliği –diye yazıyor prof. Cangızbay– ‘tek ülkede sosyalizm’ tezinin galebe çalması” olmuştur ve bu durum, Türkiye sol hareketi açısından “çifte bir talihsizlik” etkeni olarak rol oynamıştır!
“Tek ülkede sosyalizm” pratiğinin, devrimin öteki ülkelerde örgütlenmesini olumsuz etkilediği görüşünde olan Cangızbay, Fransız komünistlerinin “ülkeleri Alman işgali altında” iken “kıllarını bile kıpırdat”madıkları şeklinde, tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan ve çarpıtmadan ibaret olan iddiasını da ‘tek ülkede sosyalizm’ anlayışının sonuçlarından biri olarak gösteriyor.[8] Cangızbay’a göre, “insanlığın ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ idealini gerçeğe dönüştürme yollarını arama ve kat etme cehd ve pratiğinden başka bir şey” olmayan sosyalizm “bir devlet modeli olarak algılanıp tasarımlan”mış ve “kaynağındaki idealler”den uzaklaşmıştır! Prof. Cangızbay, yapılması gerekeni de, “doğrudan doğruya siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedeflemek değil, tam tersine, siyasal müdahale ve düzenlemeleri işlevsiz, dolayısıyla da gereksiz ve değersiz kılacak ilişki biçimleri ve örgütlenme modelleri yaratmanın peşine düşmek ve siyasi etki ve gücü, yegane işlevselliği böylesi bir sürecin önünü açmaktan ibaret olan araçsal bir değer konumuna indirgemektir.”[9] şeklinde tarif ediyor.
Cangızbay’ın sosyalizm tanımında, sömürünün ve sınıf ayrıcalıklarıyla farklılıklarının ortadan kaldırılması diye ‘bir şey’ bulunmuyor. Yazar, burjuva içerikli kavramları tekrarlıyor ve sosyalizmi bir tür hümanizme indirgemeye yöneliyor. “İnsanlığın ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ ideali”nin 1789 Fransız burjuva devrimi dolayımındaki anlamının, işçi sınıfı ve emekçiler için burjuva boyunduruğu altında yaşama mahkumiyeti olarak gerçekleştiği; insani özgürlük ve eşitliğin ise gerçekte ancak işçi sınıfının devrimci girişkenliğiyle ve sosyalizmin kurulmasıyla, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumda olabileceğini, prof. Cangızbay, kuşkusuz biliyordur. Ama onun sorunu, sosyalizmin anarko sendikalist-anarşist bir içerikte olması gerektiğine iman etmiş olmasındadır. “Doğrudan doğruya siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedefleme”den, “siyasal müdahale ve düzenlemeleri işlevsiz kılacak” ilişki biçimlerinin var edilebileceğini hayal ediyor, oradan da ‘Tek Ülkede Sosyalizm’in nasıl da büyük bir “şansızlık” olduğu sonucuna ulaşıyor!
Reçetesinde, iktidar ele geçirilmeden, siyasal müdahale ve düzenlemelerin hemen nasıl “işlevsiz”kılınabileceği/kılınabilirliğine dair bir bilgi de bulunmuyor. İçeride, devrilmiş ve fakat varlığını sürdüren sömürücü sınıfların, dışarıda dünya kapitalizminin kuşatmasını gözardı eden ve izlendiğinde teslimiyete götürecek olan bu kurguda, sınıfsız-sömürüsüz toplum koşullarını ima eden “siyasal müdahale ve düzenlemeleri işlevsiz, dolayısıyla da gereksiz ve değersiz kılacak ilişki biçimleri ve örgütlenme modelleri”nden söz edilmiş olmasının, sosyalizm gibi yeni bir toplum düzeninin kurulması ve sürdürülmesinin sorunlarına uzaklığın ötesinde bir anlamı ve somut karşılığı yoktur. Sosyalizmin “bir devlet modeli olarak algılanıp tasarımlandığı” iddiası ise sözcüğün gerçek anlamında dayanaksızdır ve sosyalist toplumun, toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir kuruluşuyla ilerlemesi ve sömürü ve sınıfların tüm biçim ve etkileriyle tarihten silinmesi için yürütülen zorlu çalışmaları görmezden gelen ya da bilerek inkar eden bir tutumun ifadesidir. Bu o denli böyledir ki, Cangızbay’ın kendi “tezi” içindeki ve sosyalizm koşullarında üretim-dağıtım sorununa yüzeysel, tek yanlı ve toplumsal gereksinmelerin zorunlu kıldığı ‘artı fon kaynakları’ türü sorunları gözetmeden, üretim-dağıtım ve dış ticaret sorununa dair bir başka iddiası tarafından da yanlışlanmaktadır. Sosyalist olup olmaması bir yana ve aktarmaktan kaçınmadığı “dialog” türü anlayışların kimin/hangi çevrenin “moral dopingi ihtiyacı”na karşılık düştüğü açık olmamakla birlikte, eski dönem Bulgaristan’ının Türkiye’ye elektrik ihracı üzerine spekülasyonları malzeme edinen Cangızbay, “ihraç etmek üzere ihtiyacı olmadığı kadar elektrik üretmek, ya da sırf bir bölümünü ihraç edebilmek için ürettiğin elektriği ihtiyacı kadar tüketmemek, Marx’ın kubul edebileceği en son şey” diye ahkam kesip, “Elekrifikasyon merkezli sosyalizm formülü Lenin’in ise, zorunlu çalışma koşulları içinde milyonlarca insanın sefaleti ve telefatı pahasına elektrik üretmek üzere devasa barajlar inşa ettirme şerefi de Stalin’e aittir” diye, sözüm ona bu politikanın yanlışlığına göndermede bulunuyor.
“Tek ülkede sosyalizm”i, “sosyalizmin dünya üzerindeki en büyük talihsizliği” olarak görmekle, K. Cangızbay, zafere ulaşan devrimin, eski yönetici sınıf ve güçlere teslim olmasını savunuyor değilse eğer, Ekim sosyalist devrimiyle birlikte, Avrupa-Asya ve öteki ülkelerde ve genel olarak dünya ölçüsünde halkların ve işçi sınıfının, bu devrimden de güç alarak burjuva gerici –ve faşist– iktidarlara karşı girişkenliklerinin yükselişe geçmesini, Alman-Avusturya devrimlerinin patlak vermesini, ezilen ulusların emperyalist sömürgecilere karşı ayaklanmalarını da “şansızlık” olarak görüyor olmalı! Bir yazarın hem bütün dünyada “anti kolonyalist/emperyalist/kapitalist silahlı hareketlerin –üstelik birçoğu da başarılı olmak üzere– ortaya çıktığı, sömürge imparatorluklarının dağıldığı, bütün bu hareketlerin baş destekçisi Sovyetler Birliği’nin ise olimpiyatlardan uzay yarışına hemen her alanda altın çağını yaşadığı” gibi, sosyalizmin kuruluşuyla ilişkili önemli olgulara dikkat çekmesi, hem de ardından dönüp, sosyalizmin “tek ülke”deki kuruluşunun –ki aslında sadece Sovyetler Birliği “sınırları”nda dahi dünyanın neredeyse beşte biri kadar topraklar üzerinde şu ya da bu düzeyde etkili olmuş/etkide bulunmuş bir sistem söz konusudur– “dünya üzerindeki en büyük talihsizliği” olduğunda karar kılması, ne yazık ki salt kendisinin çelişkisi olmaktan daha fazla bir şeydir!
Bu “minval” üzerinde “ilerleyen”lerden biri de, Yar. Doç. Erkan Doğan’dır. “1920’lerin ikinci yarısından itibaren, özellikle 1930’larda, dünya devrimi fikri” yerine “tek ülkede sosyalizm” anlayışının geçirildiğini ileri süren Doğan, “Stalinizm’in kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmeye” başlamasıyla sosyalizmin “devlet mülkiyeti artı planlamaya, yani merkezi bir devlet aygıtının gözetimi altında sürdürülecek olan milli ve hızlı bir kalkınma ve sanayileşme stratejisine indirgenmiş” olduğunu; “teknik bir projeye dönüştürüldüğü”nü söylemektedir.[10] Yazar, bunun, aynı zamanda “klasik Marksizm’in tezlerinin terk edilmesine, mesela sınıf, millet, halk gibi kavramlar arasındaki sınırların bulanıklaşmasına, işçi sınıfının devrimci dönüşümün biricik öznesi olduğu konusundaki yaklaşımın tartışmalı hale gelmesine” neden olduğu iddiasındadır.
Bu görüşün/görüşlerin yanlışlığı-doğruluğundan önce, en önemli sorunu, on yıllara yayılmış bir tarihsel dönemin olguları ve gelişmelerini birbirleriyle etkileşimlerini de gözetmeksizin, masa başı ezberi esas alan yorumlara tabi tutmalarıdır. Sosyalist toplumun devletsiz ve tüm ülke düzeyinde sanayi başta olmak üzere ekonominin tüm alanlarında ilerlemeyi toplumsal yaşamın gerçekten insanileştirilmesi için bir planlamayla sağlama çabasını, bu yapılmaksızın da sosyalizmin kurulabileceği kurgusuyla, bu kurguya aykırı işler yapıldığı için saldırı hedefine koymak, bu çabaları dünya devriminin “yerine” ya da “alternatifi” olarak göstermek, ancak böylesi bir ezberin ürünü olabilir!
Dünya devrimi amaç ve hedefi, açık ki ne Lenin, ne de Stalin tarafından gözardı edilmiş değildi. Sorun, bu hedefe nasıl, hangi yoldan; bir “hamle” ile ve bir seferde mi, yoksa , emperyalist zincirin en zayıf halkası/halkalarından parçalanıp ilerlenerek mi gidileceğiydi. Belirleyici olan ise, tarihsel toplumsal koşullardı. Bugün de öyledir. Doğan’ın, Cangızbay’ın, Baydar ve diğer yazarların gözardı ettikleri, tam da bu en önemli etkenlerdir. Oya Baydar gibi, Yar. Doç. Doğan da, devrimci durumdan bir devrim için yararlanma; uygun iç ve dış etken ve gelişmelerin egemenleri eskisi gibi yönetemez ve ezilen emekçileri eski tarz yaşayamaz duruma getirdiği koşullarda, isyan halindeki örgütlü işçi-yoksul ve emekçi köylü ve asker kitlelerinin iktidarı almasına karşı bir tutum içindedir. Marksizmin temel kavramlarının bulandırılmasının failleri de liberal reformcu çevrelerdir. Sınıfsal kavramların “bulandırılmaması” adına –ki bu elbette yapılmamalıdır– ezilen ulus ve halkların sorunlarının, işçi sınıfının devrim, demokrasi ve özgürlük sorunlarını mücadele platformunun içine almasını gereksiz ya da yanlış göstermenin, Marksist olma bir yana, tutarlı devrimci-demokrat bir tutumla dahi bağdaşmaz olduğu açık olmalıdır. Doğan’ın önemsiz saydığı bu durum, kapitalizme ve emperyalist gericiliğe karşı mücadelenin güçleri ve seyri yönünden de büyük önem taşımaktadır.
“Tek Ülkede Sosyalizm” teori ve pratiğine yönelik suçlamalardan biri de, “kapitalizme göre vaziyet almak”; “kendini kapitalist ileri ülkelerin gelişme düzeyi” üzerinden tarif etmek şeklindedir! Sosyalizmin kaydettiği ekonomik-sosyal, kültürel ve bilimsel ilerlemeleri, dünya işçi ve emekçilerinin mücadelesini güçlendirmek ve kapitalizme karşı ideolojik savaşı yükseltmenin dayanaklarından biri olarak ortaya koyma tutumunu; ancak, bu gibi konularda, ezber ötesinde herhangi sorumluluk taşımayanlar, böylesine bir önemsemezlikle karşılayabilir ve “yanlış” addederler. Bu iddia, herhangi somut ve gündemleşmiş konuda, onun gerektirdiği sorumluluğu üstlenmeden azade bir rahatlığın ürünü, salt “fikir jimnastiği” babında ileri sürülmediyse eğer, kapitalizmin özgürlükçü, refaha ve üretilenin paylaşılmasının “adaleti”ne en ehil ve onu hedefleyen sistem olarak sunulması üzerinden kitlelerin antikapitalist mücadeleden geri tutulmaya çalışıldığı bir dünyada, ona alternatif bir toplumsal sistemin, üstelik de geri toplumsal koşullara sahip bir ülkede ve kısa sürede, doğrudan işçi ve emekçilerin kendi çalışmaları ve büyük fedakarlıkları pahasına kaydettiği toplumsal iktisadi-sosyal ve kültürel gelişmenin taşıdığı büyük önemin, yok sayıldığını gösterir. Rusya’da devrimin gerçekleşmesi ve Sovyet halklarının bir “sosyalist cumhuriyetler birliği” içinde devrimi ilerletmek, eski toplumsal düzenin tüm iktisadi-sosyal-siyasal-ve diğer-etkilerine ve eskiyi geri getirmeye yönelik çabalarını dış emperyalist güçler desteğinde sürdürmekten vazgeçmeyen güçlere karşı savaşa girişmeleri, açık ki büyük fedakarlıkları da gereksinmekteydi. Devrim, toplumsal gelişme düzeyi ‘geri’ bir ülkede gerçekleştirilmişti ve sanayi ve tarımın geliştirilmesi, elektrifikasyon, tarımsal üretimin makineleştirilmesi, toplumsal ihtiyaçların en ileri düzeyden sağlanmasına yönelik üretim ve inşa seferberliği, “herkesten yeteneğine-herkese emeğine” göre ilkesi çerçevesinde, hasta ve bakıma muhtaç olanlar dışındaki herkesin çalışmaya dahil edilmesi, sabotörlerin ve iç ve dış saldırı güçlerinin etkisizleştirilmesi için emekçilerin “ayakta oluşu”nu diri tutmak zorunluydu. Türkiye’nin üniversite kürsülerinden, Lenin ve Stalin yönetimindeki sosyalist girişim ve inşayı yargılamak, elektrifikasyon-kalkınma, daha fazla ürün, makine-tarım istasyonları ve fabrikasyon çalışması ve bunun için kitle seferberliğini küçümseyip, bu çabayı güya insancıllık adına mahkum etmeye çalışmak, daha modern, daha ileri, gerçekten insanileşmiş ve herkesin ihtiyaçlarına yanıt verecek düzeyde gelişmiş bir ülke ve dünyanın, işçi ve emekçilerin büyük fedakarlıkları pahasına ancak mümkün ve gerçekleştirilebilir olduğunu, en hafif deyişle, gözardı etmektir. Sanayisi Batı’nın ileri kapitalist ülkelerinden çok geride, büyük köylü ve tarımsal nüfusu Çarlık otokrasisi koşullarında neredeyse ilkel bir yaşama mahkum edilmiş, ulusların boyunduruk altında tutulduğu bir ülkede, tüm bu geriliklere karşı açılan savaşın hem toplumsal üretimin düzeyini ve kalitesini, ürünlerin çeşitliliği ve bolluğu da içinde olmak üzere artırdığı, hem de kültürel gelişkinlik sağladığı inkardan gelinerek, ya da bunlar gerekli değilmiş gibi, sözüm ona zahmetsiz-sıkıntısız, çalkantısız bir sosyalizm kurgusunun yaşamın gerçekleriyle alakası yoktur. On milyonlarca emekçinin yaşam koşullarının iyileştirilerek ‘insanileştirilmesi’ için gerekli olan tüm ürün ve gereçlerin ‘planlı üretim ve dağıtımı’nın örgütlenmesi, yeni sosyalist dönemin en önemli gereklerinden biriydi. Emek üretkenliğinin artırılması, tüm emekçilerin sosyal-kültürel gelişmesinin en ileri düzeyine ulaşılması, üretimin “gerçekten toplumsallaştırılması” gerekiyordu ve bunun için toplumsal seferberlik kaçınılamazdı.
Siyasal iktidarın bir devrimle alınması ve proletaryanın sınıf diktatörlüğü/proleter devleti yönetimi altında sosyalizmin inşaası/kurulmasına girişilmesini, Rusya’nın ‘tescil edilmiş’ geriliği gerekçesiyle, ve Avrupa, ya da dünya devrimi “projesi”yle “uyumsuzluğu” iddiasıyla “olamazlık” hanesine yazan görüş, yüz yüze geldiği devrimci görevler karşısında yüz geri ederek, devrimden kaçışın teorisidir. Sovyet Devrimi’nin, bir ya da birkaç başka ülkede (o dönemde Almanya-İtalya-Avusturya bir devrim için diğer ülkelere göre daha olgun denebilecek koşullara sahiptiler) patlak verinceye, ya da bir ‘dünya devrimi’ oluncaya kadar, dünya kapitalizmine ve onun emperyalist büyük güçlerine karşı direnişini sürdürmesini, ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması/kolektivizasyonu ile sanayi ve tarımda sağlanacak yüksek gelişme düzeyi ile “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin gerçekleşeceği bir aşamaya doğru yürümede ısrarı, reddedip-olumsuzlayan bu teori, Marksizm’in devrimci özüyle açıkça çatışmıştır. Bu teorinin mirasçıları, bugün de, yenilginin gerçekleşmesinden hareketle; işçi sınıfının bir ülkede sosyalist devrimi gerçekleştirip burjuvaziyi yıkmasından sonra, direnci artmış iç burjuvazinin eskiyi getirme çabasının uluslararası burjuva dayanağı ve desteği başta olmak üzere, bu ilk devrimin ve sosyalist deneyiminin karşılaştığı sorunları anlayamayacak kadar da ezbercidirler.
C ) PARTİ VE DEVLET ÜZERİNE AYDIN FANTAZİSİ; PARTİSİZ DEVRİM, DEVLETSİZ SOSYALİZM KURGUSU
İşçi sınıfının –ve tüm ezilenlerin– sermaye ve gericiliğe karşı mücadeledeki gücü, salt kalabalıklar olmasında değil, disiplinli-birleşik hareketinde yatan; kendi sınıfının durumunu ve içinde tutulduğu/bulunduğu durumdan kurtuluşun yol ve yöntemleri üzerine bilinç edinmiş, bunun bilincine ulaşmış ileri kesimlerinin yönetiminde, hedefe ancak ulaştığı/ulaşabileceği tarihin dersi olmasına rağmen, devrimci parti ve örgüt fikri, “birey özgürlüğü” üzerine sözüm ona titrer görünen kimi yazar-aydın çevreleri tarafından, “özgürsüzlük” ve “hak ihlali” gerekçesi sayılmış; “despotik”-“otokratik”-“totaliter” addedilegelmiştir.
Doğu Batı’nın adı geçen dosya başlığı altında yer alan makalelerin yazarları, denebilir ki, en fazla bu konu üzerine görüşleriyle hemfikirdirler! Leninist parti modelinin “örnek alınması”nı, antidemokratik-bürokratik ve totaliter anlayışların harekette etkin olmasının nedeni sayan –zamanında, Leninist partiye hiç benzemeyen ve gerçekten bir iç demokrasiye sahip olmayan, modern revizyonizmin iyice bozuşturduğu, kendisini lağveden bürokratik partinin savunucu/yöneticiliğini yapmış– Oya Baydar’a göre, örneğin bu tür bir parti ve devlet örgütlenmesi, “Adı demokratik merkeziyetçilik de olsa parti içi demokrasinin işlemediği”; “parti disiplini adı altında özgür ifade ve tartışmanın yok edildiği parti anlayışı”nın ifadesidir ve bu da, “özgür, bağımsız, yaratıcı sosyalist insanın yetişmesinin önünde engel olmuştur.”[11] Proletarya diktatörlüğü adına “demokrasinin reddedildiği”ni ileri süren Baydar, pratikte “parti ve kadroların diktatörlüğü”nün gerçekleştirildiği; partinin (örgütün) “hem toplum hem de partililer üzerindeki, özgür düşünce ve eleştiriyi kısıtlayan, giderek yok eden” rol oynadığını; bu durumun Türkiye’deki örgüt ve partiler açısından da “partiyi bireye üstün kılan anlayış”la hesaplaşmasını önlediği iddiasındadır. Yazar buna, değişimin ve yeni dünyanın tohumlarının “siyasal devrimden çok önce, mevcut yapının içinde filizlendiği”nin unutulduğu, “sosyalizmin insani-vicdani yanı”nın ihmal edilerek, “güç ve iktidar amaçlı siyasi yanının abartıldığı”, “devrim fetişizmine kapılıp” gerçek devrimin gözden kaçırıldığı iddiasını da ekliyor.
Leninist parti ve örgütlenme modeliyle “demokratik merkeziyetcilik’ felaketi”ni(!)[12], Lenin’in “yaptığı pek çok hata”ın “en başında geleni” sayan Prof.Dr. Mahmut Mutman’a göre de, “Solun hükümranlığa sürüklenmesinin gerekçesi hep ‘kolektivite’ olagelmiştir.” Mutman, “Özgürlük ve eşitlik mücadeleleri –diyor– toplumsal hareketler oldukları için”, “ifade ettikleri toplumsal sorunların çoğu kez aynı zamanda öznellik düzeyinde tecrübe edilen bireysel yaralar olduğu”nu unutagelmişlerdir! “Hiç kimsenin yarası aynı biçimde acımaz, kimse kimsenin yerine ölmez, aşk tekil kalır, ortaklık aynılık değildir” diye sıralayarak, görüşüne felsefi-edebi bir ton da katıyor. Toplumsal hareketin “sorumluluğun karşılıklı aktığı bir ilişki kurmaya muktedir” olmadığını belirten Mutman, “herşeyi kolektiviteye indirgeme”nin totalitaryanizme yol açtığını ileri sürüyor. Aynı doğrultudaki iddiaların bir diğer savunucusu prof. Kadir Cangızbay’dır. Leninist parti modelini, “okumuş-yazmış takımı”nın kendisine “toplumsal bir rol biçmesi”yle ilişkilendiren Cangızbay, buradan kaynaklanan parti anlayışının Türkiye’de de, “Sol”a “sirayet ettiği” iddiasındadır. Ona göre, Bolşeviklerin ‘profesyonel devrimci’lere ve Leninist parti modeline verdikleri önem ve “aparatçiklerin varlığı” nedeniyle, “Rus İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde kurulan devlet”, ancak “resmi sıfatı itibariyle sosyalist” olabilmiştir! “Stalinist, merkeziyetçi, bürokratik sosyalizm” sıfatlarının vurgusuyla kavramların etkisini artırmaya çalışan prof Hasan Bülent Kahraman da, “19.yüzyıl pozitivizminin materyalizminden etkilenmiş, onu Marksizmin sınıfsallığı ile birleştirmiş” rejimin “somut-materyalist bir modernleşme anlayışıyla” hareket ettiği ve “pozitivizmin elit hegemonyasına dayalı bir yapıyı tercih ettiği”[13] iddiasındadır. Kapitalizmin liberal savunucularının tekrarlayageldikleri üzere, faşizm ile sosyalizm arasında paralellikler kuran H. Bülent Kahraman, bu, birbirine tümüyle karşıt ve düşman; biri, kapitalist emperyalizmin en gaddar, en gerici temsilcilerinin olan sistemle, ötekisi sömürünün ortadan kaldırılması hedefine bağlanmış işçi ve emekçi on milyonların enerjisi ve kararlılığıyla inşaya çalışılan sistemi, “devletçi, merkeziyetçi uygulamalar” bağıntısında, tepeden-tırnağa “benzeş”tiriyor.
Parti ve devlet gibi, kapitalizme karşı ve sosyalizm için mücadelede, işçi sınıfı ve emekçilerin birbirleriyle ilişkili olması kaçınılamaz iki “örgüt” biçimi etrafında ileri sürülen eleştirilerin başlıca gerekçesi; bu tür bir örgütlenmenin ya da parti/örgüt şekillenmesi ve işleyişinin; ve sosyalizm koşullarında da partinin devlet örgütlenmesi içindeki konumunun, demokratik merkeziyetçilik uygulaması, liderlerin ve merkezi kadroların rolü vb. gibi nedenlerle antidemokratik, baskıcı ve totaliter anlayışlara kaynaklık ettiğidir. Bu tür ve Lenin’den esinli bir örgütlenme modeli, diğer yandan Rusya’nın geri koşullarıyla ilişkili yönleri üzerinden başka ülkelerde örnek alınamaz gösterilmektedir. Baydar ve Cangızbay’ın özellikle öne çıkardıkları bu ikisidir. Prof Mutman, buna, kolektif hareket ve örgüt anlayışının olamazlığını da tanıtlamak üzere, bu tür bir parti ve devlet örgütlenmesini totaliter yönetim anlayışları ve politikalarının merkezi etkenlerinden biri göstererek, “karşılıklı sorumluluk akışının hiçbir zaman” olamayacağını; bu “model”in bu bakımdan da geçersiz olduğu iddiasını ekliyor. İtiraz ve iddiaların başta gelen özelliği, işçi sınıfının antikapitalist ve sosyalizm için mücadelesinde parti şeklinde örgütlenmesinin, bu mücadelenin başarıya ulaştırılmasının koşulu olduğunu söz konusu dahi etmeden, burjuvazinin ‘dişinden tırnağına’ silahlı bürokratik aygıtına karşı mücadelede zafere ulaşması için işçi sınıfının bir parti olarak örgütlenmesinin zorunluluğu sorununu, örgütün biçimi ve işleyişinin, bunun taşıdığı ya da taşıyabileceği eksiklikler ve zaaflar sorununun gerisine itmesidir. Yazarlar böylece, bu tartışmada, burjuvazi tarafından yalnızca iktisadi-sosyal ve siyasal alandaki baskı ve sömürü aracıyla değil, ideolojik-kültürel etkiyle de kendi sınıfının çıkarları için mücadeleden alıkoymaya çalıştığı işçi sınıfının, sömürü ve baskıya ve gerici ideolojik etkiye karşı ancak bir parti halinde örgütlenerek ve partisinin yön göstericiliği, sınıf bilincine ulaşması için çalışmasıyla savaşabilecekleri gibi temel bir sorunu bulanıklaştırmaktadırlar. Sorun ilkin, böylesi bir örgütlenmeye, parti şekillenmesine, sınıfın partileşmesine ihtiyaç sorunudur; ve ikinci olarak, bu partinin tüm çalışmasında işçi sınıfının gerçekten örgütü, bizatihi onun kendisinin parti/örgüt olarak birleşmesi ve böylece sınıf bilinçli proletarya olarak burjuvazinin karşısına dikilmesidir. Leninist parti “modeli”, bunu gerçekleştirmek için, kapitalizme karşı mücadelesinde işçi sınıfını birleştirmek ve sınıf bilinçli sınıf olarak savaşa girmesinin; yönetimi aldığında da, her kademede ve tüm toplum yaşamında kır ve kent yoksullarıyla birlikte yeni toplumun inşaasına girişmesinin tüm kanallarını yaratmaya adanmış bir parti modelidir ve tüm tarihinde güttüğü esas amaç bu olmuştur. Ne ki, kültürel olarak geri, toplumsal örgütlenme düzeyi nispeten zayıf, burjuva demokratik geleneği ya hiç olmayan ya da önemli oranda yüzeysel ve çok yeni olan bir ülkedeki örgütlenmede aksaklıkların, zaafların, sadece parti gibi örgütler içinde ve aracıyla değil, toplum yaşamında, eskiden miras toplumsal ilişkiler dolayımıyla ve yeni kurulmakta olan toplumda da henüz yeterince ilerleyememiş kolektif yaşam koşullarında, bireysel ya da grupsal sorunların çıkması, yaşanması daha fazla mümkündür. Baydar gibilerinin istismara kalkıştıkları tam da bu gibi sorunların, iç ve dış eski sistem güçlerinin baskısı altındaki ülkede “zuhur etmiş” olmasıdır! Aynı neden, örneğin prof. Mutman tarafından, kolektivite fikri ve uygulamalarının “özgürlüğün” engeli olduğuna gerekçe gösterilmiştir. “Total olan”ın bireye, bireyin kolektife sorumluluğunun tek yanlılığına dayandırılan bu görüş, böylece, kapitalizm koşullarında ve sınıflararası mücadelede, örgütsüz-tekil bireylerin, onlar ne denli yetenekli ve “özgürlüklerini sever” olurlarsa olsunlar, ortak çıkarları etrafında ve belirli bir örgütlenme içinde yer almaksızın, egemen sınıfa karşı mücadelelerinde başarılı olamayacakları fikriyle karşıtlık halindedir ve sosyalizm için bir siyasal devrimin ve siyasal iktidarın alınmasının ön ve ilk adım olması zorunluluğunu da yadsımaktadır. Toplumsal koşulların ve burjuva egemenliği altında olmanın kaçınılamaz kıldığı örgüt biçimlerini; bu örgütlerin burjuva demokrasisinin az çok işlerlik gösterdiği ülkelerdeki biçiminden hareketle dahi olmayan, ya da böyle ise, bunu da ortaya koymaksızın reddetmek, “merkezi” ve “disipliner” olmayan “örgütlenmeler” tarifiyle proletaryayı örgüt/parti ‘silahı’ndan yoksun kılmaya götürecek anlayışların güç kazanmasına hizmet edilmektedir. Oysa, hem sınıf mücadelesi politik partiler aracıyla yürütülmek zorundadır, hem de parti, işçi sınıfı için, önce kapitalizme karşı mücadelesinde ve siyasal iktidarın alınması için sendikalar, dernekler, işçi birlikleri ve komiteleri vb.nin yanı sıra en önemli aracıdır. İktidar alındıktan sonra da parti örgütlenmesi, parti-devlet ilişkisi içinde farklılaşarak, toplumsal örgütlenmelerin/örgütlenmenin birbirleriyle uzlaşmaz olmayan, aynı amaç için çalışan, tüm organlarıyla işçi ve emekçilerin elindeki bu örgütlenmelerden biri haline gelecek, ve devletin sönümlenip yok olmasına bağlı olarak, onunla birlikte, yerini o günün ihtiyaçlarınca belirlenen anlayışların sağladığı toplumsal uyuma terk edecek bir geçici örgüt olarak işlev görecektir.
Baydar’ın ve profesör yazarların devlet sorununa yaklaşımları da benzerdir. “Türkiye sosyalist hareketi”ne, devlet anlayışı, ve devlet sorununa yaklaşımı üzerinden yöneltilen eleştirilerin en belirgin özelliği, liberal “demokrasi” hayallerinden esinli ve devletin sınıf karakterini bulandırıp-örten bir anlayışın ürünü olmalarıdır. Baydar, örneğin, “Leninist devlet teorisinden hareketle” burjuva devlet eleştirisini, “Türkiye sosyalizmi”nin yanlışlar hanesine yazarken, bu zemindedir. “Türk devletinin burjuvaziden ve sınıflardan mutlak değilse de görece bağımsızlığı, devlete bürokratik oligarşinin egemen olduğu, yani klasik bir burjuva devletiyle karşı karşıya bulunulmadığı” iddiasındaki yazara göre, sosyalist mücadele, “burjuvaziye ve sermaye sınıflarına, yani burjuva devletine karşı mücadele olarak” kavranmamalıdır! Leninist devlet görüşü temelinde devlete karşı mücadele anlayışını, sol “şematizm” olarak niteleyen Baydar, “Türkiye sosyalizmi”ni, 1980 darbesi sonrasında, “devletle hesaplaşma kendini dayattığında da”, devleti “ağırlıklı olarak emperyalizmin güdümündeki işbirlikçi burjuvazinin devleti” olarak tanımlayarak, “asker-sivil bürokratik oligarşinin burjuvaziyle işbirliği içinde ama burjuvazininin de üstündeki ağırlığını” görememiş olmakla eleştirmektedir.[14] (tüm alt çizmeler bana ait)
Leninist devlet teorisini “totalitaryanizm”in kaynağı gösteren yazar(lar), bu devlet teorisinin emperyalizm koşullarının olguları ve sınıf ilişkileri üzerinden oluşturulduğunu ve Marx-Engels’in devlet ve sınıf mücadelesi teorisini dayanak aldığını, elbette biliyorlar. Baydar, devletin, belli bir sınıfın diğerleri üzerindeki sınıf hakimiyetinin aracı ve aygıtı olarak bir kez oluştuktan sonra, toplum ve sınıflar karşısında “bağımsızlık” görünümünü, devletin niteliği sorununun yerine ikame etmekle, kapitalizmin liberal savunucularının platformunda bulunuyor. Türk devleti özgülünde ileri sürdükleri de, burjuva devletinin oluşum safhasındaki durumuyla 85 yıllık gelişme-şekillenme-değişme ‘serüveni’nin gözardı edilmesidir. Baydar, “asker-sivil bürokratik oligarşi”ye karşı mücadeleyi, burjuvazinin tekelci, en gerici ve antidemokratik temsilcisine karşı mücadeleden koparan zamane liberalleriyle aynı kulvardadır. “Asker-sivil bürokratik oligarşi”yi, burjuvazi dışında, işbirliğine karşın onu da baskı altına alan bir tür “üst tabaka” olarak, sınıflar dışı ve üstü gösteren Baydar; böylece, bu “üst tabaka”ya karşı burjuvaziyle uzlaşı ve işbirliğinin teorisini de yapmış oluyor. “Özgürlükçü 21. yüzyıl sosyalizmi” adına önerdikleriyle de bunu teyit ediyor. “Türkiye sosyalizminin çeşitli çizgilerinin, sol partilerin, devrimci hareket ve örgütlerin… siyasal iktidara odaklanmış olmaları”nı, devrimi, “kapitalist düzenin topyekûn değişmesi süreci olarak” değil ama, “iktidarın alınması anı olarak kavramaları ve ekonomik temellerin(alt yapının) ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesiyle sınırlamaları”nın; “devrimci dönüşüm için gerekli olan onlarca çelişkinin çözümünü emek-sermaye çelişkisine indirgemeleri”nin kanıtı sayan yazara göre, tüm bunlar, “Marksizmin tümüyle siyasallaştırılmış, siyasal devrime indirgenmiş yorumu”na işaret etmektedir! Oysa, siyasal devrimi; yani burjuvazinin siyasal iktidarına son verip, iktidarın proletarya tarafından alınması ‘eylemi’ni, sosyalizmi inşa yolunda olmazsa olmaz ilk adım olarak almayan-görmeyen bir anlayışın, sosyalizm söylemi, lafazanlıktan öte bir anlam taşımaz. Siyasal iktidar alınmadan, “kapitalist düzenin topyekun değişmesi”nden söz edebilmek için, kişinin örneğin Baydar gibi, bu değişimin/değiştirmenin, “ekonomik temellerin(alt yapının) ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi”yle de olamayacağını “bilmesi”(!) gerekir. Ama bu durumda da, kapitalizm içinde, kapitalizmin daha iyi işleyişi çerçevesindeki reformlarla yetinmekten öteye geçilemeyecektir.
“Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları” başlığıyla yazılan ve “Gotha Programının Eleştirisi” olarak bilinen yazılarında Marx’ın dile getirdiği görüşler, o dönemde olduğu kadar, bugün de, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesine ve proletarya devriminin sorunlarına dair devrimci ve liberal anlayışların birbirinden ayırt edilmesinde “turnosol” işlevi görüyor. Marx, “sınıf savaşımının, zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü”; “bu diktatörlüğün kendisinin de, ancak bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığını” belirtir ve sosyalizmin ekonomipolitikası üzerinde dururken, “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan bir toplumdur.” diye yazmıştı.[15]
Doğu Batı yazarlarının totalitaryanizm ve “Stalinist otokrasi” üzerine söylemiyle, Leninist parti ve devlet “modeli”yle ilişkilendirerek temellendirme çabalarına bakıldığında, görülen ise, bunun bir yanında, “adalet, eşitlik ve özgürlük” savunusu adına, burjuva demokrasisine methiyenin, öte yanında, “özgür birey”lerin, merkezi ve disipliner olmayan bir kalabalığının, “yöneticisiz-lidersiz”, “lider kültü”de tanımayan “birlikte hareketi” üzerinden bir yeni toplum ‘tahayyül’üdür. Bir yandan demokrasi için mücadelenin “azımsanıp” yeterince “ciddiye alınmadığı”ndan söz edip, öte yandan “merkezi disipliner” örgütlenmeleri antidemokratik ve “totaliter” gören bu anlayışın vardığı yer, sözde özgür “çoğul” bireylerin, dişinden tırnağına örgütlü bir sınıf (burjuvazi) ve onun toplumu, onun aracıyla dikte edip yönettiği devletinin varlığı koşullarında, örgütsüz mücadelesidir! Buradan, ama, kapitalizmi tasfiye gücü gösterecek örgütlü bir mücadele çıkmayacağı gibi, herhangi gerçek bir toplumsal değişim ve yeni toplumun kuruluşu da gerçekleştirilemez. İnsanın kölelikten kurtuluşu için mücadeleye girişmesinden bu yana, örgütlü mücadeleye; belirli bir disipline, kolektif hareket etmeye dayanmayan hiçbir hareketin amacına başarıyla ulaştığına tarih tanıklığı yoktur. Toplumsal yaşamda ve sınıf mücadeleleri alanında özgürlükten, ancak siyasal-iktisadi ve sosyal bağıntıları içinde söz edilebilir. Özgürlük ve eşitlik, en belirgin gerçekleşebilirlik haliyle ancak sömürünün ve sınıfların yanı sıra, devletin de tümüyle sönümlenip tarihin gerisinde kaldığı bir gelişme düzeyinde mümkün olabilecektir. Ne ki bu böyle diye, kapitalist “demokrasi” koşullarında demokrasi ve özgürlükler mücadelesi önemsizleşmez. Liberal sol “entelenjisiya”nın demokrasi anlayışında, burjuva demokrasisinin –ki ancak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesiyle tekelci gericilik geriletildiği oranda “demokratik özgürlükler”den sözedilebilir– parlamento, seçim sistemi-partiler çokluğu ve sözüm ona kuvvetler ayrılığına dayanan biçimlenmesi, büyük bir payeye sahiptir. “İnsan hakçı”-hukuksal “demokrasi” ile iktisadi-sosyal sistem arasındaki bağ koparılmıştır ve bu tür bir demokrasi anlatısı, “sosyalist totalitaryanizm” üzerine söylev veren ilerici-‘sol’ ve “sosyalist” yazar-bilim insanları arasında da ne yazık ki, güçlü bir referans etkenidir. Ne ki, bu referansta, ne Lenin’in, ne de Marx ve Engels’in görüşlerine yer yoktur.
Bu durum, açıktır, “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun bu birinci aşaması”yla, bu koşullardaki iktisadi-sosyal durum ve etkenlerle ilişkilidir. Ve bu koşulların devleti, hem bir devlet ve ama aynı zamanda da kapitalizmin devletinden farklı olarak işçi ve emekçiler çoğunluğuna dayanan, onların iradelerinin temsilini gerçekleştiren, emekçilerin toplumsal sorumlulukla görevlendirip bu görevden alma hakkına sahip oldukları devlet olma anlamında, artık eski tipte devlet sayılamayacak bir devlettir. “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları….” artıp çoğaldığı zaman, hem bu, “emeğine göre” ilkesinden kaynaklanan hukuksal durum son bulacak, hem “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi uygulanabilir hale gelecek, hem de devlet gibi bir araca ihtiyaç kalmayacaktır. “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre –diyordu Engels–, ‘özgür-halkçı bir devlet’ten söz etmek bir saçmalıktan öteye geçmez. Proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.”[16]
Leninist devlet teorisine yöneltilen suçlamaların asıl hedefinin Marx ve Engels’in teorisi olduğu açıktır. Bu suçlama, bununla birlikte, Marx’ın, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz” şeklinde ifade ettiği sosyalist devlet teorisini ve bu teorinin pratiğe uygulanmasını da hedefe koyar. Toplumsal sorunları “demokrasi”, “birey özgürlüğü” türü, burjuva hak ölçeğindeki siyasal-hukuksal “eşitlik”ler sorununa indirgeyen liberal anlayışlar, iktisadi-sosyal sorun ve taleplerin çözümü ve gerekleri yönünden, herhangi sorumluluk taşımama kolaylığı ile belirlidir! “Birey” öncelikli özgürlük anlayışlarında, bireysel yaşam kaygısı ve kavgasının ihtiyaç olmaktan çıktığı bir toplum aşamasının ‘tasavvuru’, kuşkusuz zordur. Ama, insanı kuşatan ve onu tüm gereksinmelerini karşılama olanaksızlığıyla “terbiye”yi dayatan kapitalist yaşam koşullarının tümüyle ortadan kaldırılması ve insanın, toplumsal yaşamını bilinçli iradesiyle, dayatılmış zorunluluklardın bağlarından kurtulmuş olarak kurması, özgürlüğün gerçekten gerçekleşmesini de olanaklı kılacaktır.
D-) “ENTERNASYONALİZM” UKKTH’NI İÇERMEYEN “SOSYALİZM” MİDİR?
“Türkiye Solu Üzerine (Öz)eleştirel Notlar” başlıklı makalesinde, Oya Baydar, “Türk solunda emperyalizme karşı mücadelenin ve ulusal bağımsızlıkçı hareketlerin sosyalizme eşitlenmesi; ve ulusalcılık atfedilen güçlerle (ordu) ittifak anlayışı”nın, gerekçesini, “Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nda, ulusal güçlerin öncülüğündeki ulusal kurtuluşçu hareketlerin devrimin kaldıracı olacağının Komintern stratejisi olarak benimsenmesi ve Komintern’e bağlı komünist partilerin Doğu’nun antiemperyalist ulusal güçleriyle ortak mücadele etmesi kararı”nda bulduğunu ileri sürerek, bunu da, “Lenin’in Batı ülkelerinde devrimden umudu kesip dünya devriminin merkezinin emperyalist ülkelerden Doğu’ya, sömürge ülkelere kaydığı tespiti”(!) ile ilişkilendiriyor.[17] Baydara göre, “Ulusal kurtuluşçuluk, antiemperyalizm, modernist kalkınmacılık, devletçilik, aydınlanmacılık, devrimci adımların halk için, halk adına(çoğu zaman halka rağmen) iktidarı ve devleti ele geçirmiş elitler tarafından gerçekleştirilmesi, parti-devlet birliği, tek partili otoriter yönetim, vb. Ekim Devrimi sonrası Sovyet Rusya ile Kemalist Cumhuriyet’in hem teorik hem de pratikte, örtüşen yanları” olmuştur, ve bu “her iki tarihsel deneyim” hem “modernleşme-kalkınma” modelinde, hem de bunun “devrimci kadroların otoriter devleti eliyle gerçekleştirilmesi zorunluluğu” anlayışı dolayımıyla benzeşmişlerdir! Yazar, “Türkiyeli komünistler”in, İstiklal Mahkemeleri, Kürt isyanları, Dersim olayları sırasında devlete desteğinin; bu gelişmeleri feodal güçlerin, ağa ve şeyhlerin karşı devrimci kalkışmaları sayıp, karşı tutum almalarının kaynağında, Komintern’in “bu stratejisi”yle birlikte, ulusların kaderlerini tayin hakkı üzerine Leninist-Stalinist teori ve pratiği görüyor.
Sosyalizmi “ulusçuluk” ile suçlayan bir diğer yazar, Fikret Başkaya’dır. O da, Baydar ve Cangızbay gibi, TKP’nin, ve diğer “sol milliyetçi” anlayışların “kaynağı”nda ezilen ulusların kurtuluş mücadelesine Lenin-Stalin ve Sovyetler Birliği ile birlikte Komintern’in desteğini görüyor! Komintern’i Sovyetler Birliği’nin “diplomatik manipülasyon aracı”, “milli demokratik devrim” anlayışını “Sovyetler Birliği tarafından üretilip, Türkiye ve benzer durumdaki ülkelere ihraç edilmiş taktik amaçlı bir uydurma”; “Stalinist solun sosyalizm anlayışı”nı “sol”un her tür yanlışının kaynağı sayan Başkaya’ya göre, Türkiye’ye, “feodal”-“yarıfeodal” nitelemesi Avrupalıların; “yarı sömürge” nitelemesiyse “Stalinist sol”un “bir uydurmasından ibaret”tir. Türk ulusal kurtuluş savaşı diye bir “olay”ın söz konusu dahi olmadığını ileri süren Başkaya, tüm sol fraksiyonları, “Türkiye’nin anti-emperyalist ulusal bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna dair resmi tarih/resmi ideoloji efsanesinin büyüsüne kapılmış” olmakla suçluyor. Ona göre, “Stalinizm’in iktidar olmasıyla da” artık “Marksizm-Leninizm adı altında dünyanın her yerine ihraç edilen bir ‘resmi ideoloji” söz konusudur ve bu ideolojiyi benimseyen herkes, devrim perspektifine “yabancılaşmış”tır!
Doğu Batı’nın bir diğer yazarı, Yardımcı Doçent Dr. Erkan Doğan ise, “Sosyalizmin milliyetçilikle olan entelektüel ve pratik/politik temasının tarihi klasik Marksist figürlerin çalışmalarına kadar geri götürülebilir” olduğu iddiasındadır. Doğan, “Türkiye sosyalizminin 1960’lardaki” milliyetçilik vurgularının ve “sosyalizmle milliyetçiliği birbirine eklemleme çabaları”nın, ve hatta, “milli ekonomi, milli kalkınma, milli dış politika” gibi kavramlaştırmaların kaynağında, “1930’larda Stalinizmin yükselişi” ve sonrasında da “Üçüncü Dünyacılık”ın bulunduğunu ileri sürerken, Başkaya ve Baydar’la birleşmektedir. Türkiye’deki “sol milliyetçilik”in bu uluslararası etki ve “kaynak”tan esinlendiğini ileri süren Doğan, “Türkiye’nin dünyadaki yeri ve emperyalizm ile ilişkileri”nden hareketle ülkenin emperyalizme bağımlılığına son verme; antiemperyalizm, ekonomik ve siyasi bağımsızlık şeklindeki politik belirlemeleri, sosyalizmden uzaklaşmaya “kanıt” gösterirken, Baydar, Başkaya ve Cancızbay gibi, Avcıoğlu, Belli, Atilla İlhan gibi Türk “ulusçuluk” politikasını “sosyalizm” söylemiyle sarmalayıp Türk “sol milliyetçiliği”ne yedeklemeye çalışanların eteğine yapışıyor.
“Solun ulusçuluğu”nu, Türkiye “sol”unun asıl problemi sayan, bu “ulusçu” politika ve çizgiyi Stalin’in görüşleri; ve sosyalizmin bu görüşlere bağlı “ulusal kodlanışı”yla ilişkilendiren bir diğer yazar, Prof. Dr. Mahmut Mutman’dır. Prof. Mutman’a göre, Kürt “solu”nun “eski tarz silahlı mücadele”yi sürdürme politikası da, “Stalinci” anlayışa bağlanan bu politikanın ürünüdür ve “pasifist, barışçı ve ayrımcılık karşıtı bir demokratik kitle politikasına geçiş”i engellemektedir.[18]
Doğu Batı’nın yazarları söz birliği içinde, aynı konularda aynı tür suçlamaları tekrarlayarak, birbirleriyle dayanışma içinde görüşlerini inanılır kılmaya çalışıyor gibidirler! Bu dayanışmada dikkat çekici olan, ulusal kurtuluş hareketlerini “ulusal yapıyı bölen, gerici-feodal vb.” gösteren ve böylece biri burjuva devletine yedeklenen; öteki, anti emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesini ifade eden, iki farklı politikanın birbirleriyle karıştırılması üzerinden sosyalist teori ve pratiğin saldırı hedefine konmuş olmasıdır. Mustafa Kemal’in başını çektiği Türk ulusal kurtuluş mücadelesine, antiemperyalist karakterinden hareketle verilen destek ile, TKP’nin, ve 1960’lara kadar gelen süreçte, “sol” ve “sosyalist” etiketli yazar ve çevrelerin Türk burjuva devletiyle uzlaşı çizgisi ve hatta 70 cuntasının, “Ordu kılıcını attı” nakaratıyla desteklenmesi farksız gösterilirken, Kürt ulusal kalkışmalarının feodal-gerici güçlerin başkaldırıları sayılarak Türk devleti tarafından ezilmesi karşısında izlenen şoven politika, sosyalizme mal edilmeye çalışılmıştır. TKP’nin, Avcıoğlu ve YÖN dergisinin, M.Belli ve Perinçek gurubunun “millilik”-“halkçılık”-“devletçi ekonomi” adına devlet destekçiliği, sosyalizmin suçlanmasının ve ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin yalnızlaştırılmasının gerekçesi haline getirilmiştir. Baydar örneğin, Sovyet Sosyalist Devrimi’ni, Türk ulusal burjuva devrimiyle, “modernleşme-kalkınma” hedefi ve bunun “devrimci kadrolar eliyle gerçekleştirilmesi” gibi tiradlar eşliğinde, ülkesini emperyalist işgal olmaksızın kapitalizm koşullarında ve kapitalist olarak yönetmek isteyen burjuva kurtuluşçu kadrolar ile, anti kapitalist, sömürüyü tasfiyeyi devrimci amaç edinen komünist kadroları “benzeştirmek” için hayli çaba göstermiştir. Bunun için, bu iki sistemi; iki sistemin yöneticileri ve amaçlarını “farksız” görmek gerekir ki, Baydar bunu başarmıştır! Başardığı diğer şey, burjuva uzlaşıcı “Türk solu” çizgisinden Lenin’in devrimci, enternasyonalist çizgisini sorumlu göstermektir!
Bu tutum ve iddialar, gerçeklerin hilafınadır: çünkü, “ulusçuluk” politikası ile ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusu; ezilen ulusların kurtuluş savaşının desteklenmesi ile ezen bir ulusun milliyetçiliği çizgisi, birbirlerinden farklı siyasal ve programatik tutumlara işaret ederler. İşçi sınıfı, ezilen ulusların kurtuluşunu ve kaderlerini kendilerinin belirlemesini desteklerken, işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin koşullarının olgunlaşmasını ve onların sermayeden kurtuluşunu hedefler. Bu politika ve tutum, sınıfların ve sınırların olmadığı; emekçilerin birbirlerinden ulusal ayrım ve çitlerle ayılmadıkları, baskı ve sömürünün her türüne son verildiği bir sosyalist dünyada, deyiş yerinde ise bir “dünya ulusu”nun oluşmasına doğru gelişmeye hizmet edecektir. Proleter enternasyonalizmi evet, tüm ülkeler emekçilerinin birliğini ve dayanışmasını; onların ulusal devlet ve çitlerle birbirlerinden ayrı kalmalarının son bulmasını amaçlar. Ancak, oraya varana kadar, geçici şekillenmeler ve ayrı sosyalist devletlerin olması, devrimin tüm dünyada aynı anda mümkün olamayışı gibi nedenlerle bir tür kaçınılmazlık gösterirler. Ezilen ulusların kurtuluş hareketine desteği ve UKKTH için mücadeleyi sosyalizm ile bağdaşmaz gösteren bu sözüm ona aşırı devrimci teori, Marxizm’i “savunur” ve fakat “düzeltir”(!) görünümü ardında, Marx ve Engels dahil, sosyalist teori ve pratiğe saldırmaktan geri kalmaz. Bu teorinin, daha kendi dönemlerinde İrlanda’nın İngiliz sömürgeci imparatorluğundan kurtuluşunu savunan ve Polonya sorununda, ezen-ezilen ulus ilişkisinden hareketle tutum belirlerlerken, “başka bir ulusu ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağı” vurgusunu yapan ‘teori kurucuları’nı da hedefe koyduğu giz değildir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve Lenin-Stalin dönemi Sovyetlerinin ulusal kurtuluş mücadelelerine verdikleri desteği ve bu politika kapsamında Türk ulusal kurtuluş savaşına diplomatik, parasal ve silah yardımını, Kemalist yönetimin milliyetçi, Kürt karşıtı ve işçi ve emekçilerin kendi talepleri için mücadelesine yönelik gerici politikalarından hareketle “enternasyonalizmden ve sosyalist hedeften uzaklaştırıcı” sayan bu anlayış, emek-sermaye çelişkisini gerekçe edinip, bütün diğer olgu, etken, gelişme ve baskı-eşitsizlik türleri karşısında hayırhah bile denilemeyecek; onları görmezden gelen bir tutumun ifadesidir. Lenin’i ve Leninist devrim teorisini, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması ve ezilen sömürge ve bağımlı ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesi kararı nedeniyle, sosyalizmden uzaklaşmanın ve “milliyetçi sosyalizm” anlayışlarının dayanağı gösteren bu “eleştiri”, liberal ve hatta şoven denebilecek bir tutumun ürünüdür.
Bir yandan “demokrasi mücadelesi”nin gereklerinden söz edip bunun Türkiye “solu” ve “sosyalistleri” tarafından yeterince önemsenmediğini ileri sürerken, diğer yandan, demokrasi taleplerinin en önemlilerinden birinin savunulması ve desteklenmesini enternasyonalizmin “ihlali” saymak; içsel tutarsızlığı ve çelişkisi bir yana, emperyalist ve sömürgeci gericilikler tarafından girişilen işgal, ilhak ve baskıyla boyun eğdirme karşısında kabullenici bir tutuma da işaret eder.[19] Antiemperyalizmi ve yurtseverliği enternasyonalizm ve proleter devrimiyle “bağdaşmaz” sayan anlayışın sosyalist teori içinde herhangi bir yeri yoktur. Bu anlayış, proletarya ve burjuvazinin iki karşıt uzlaşmaz sınıf olarak uluslararası alanda gelişmelerine; ulusal çitlerin ve sınırların aşılmasının kaçınılmazlığına, bu iki uluslararası sınıfın mücadelesinin de, sınıfsal karakterde uluslararası ve tekil ülkelerin sınırları içine sıkışıp kalmayacak içerikte olduğuna işaret etmek üzere ifade edilmiş olan “proletaryanın vatanı yoktur” vurgusuyla da bağdaştırılamaz. İşçi sınıfının mücadelesi, evet içeriği yönünden uluslararası özelliktedir, ve fakat bu mücadele, öncelikle şu ya da ülkede, şu ya da bu ulusun hakim sınıfına ve onun burjuva devletine karşı örgütlenerek yürütülmek zorunluluğuyla da, biçimsel olarak “ulusal”dır. Kapitalizm meta ve sermaye hareketini uluslararasılaştırırken, işçi sınıfının mücadelesini de evrenselleştirir; ama, diğer yandan rekabet ve pazar hakimiyeti için birbiriyle dalaşan farklı kapitalist grupların, tekellerin ve devletlerin sistemi olması, ona karşı mücadelenin de her bir “ulusal” devlet sınırlarında; içeride yürütülmesini kaçınılmaz kılar.
Ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve kendi kaderlerini tayin hakkının desteklenmesi, demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz gereklerinden olduğu kadar, bu ulusların emekçi yığınlarıyla proleter sosyalizminin uluslararası sermayeye karşı dayanışmasının da gereğidir. Şu ya da bu ülkenin partisinin “ulusalcılık” çizgisine gerilemesi, sermaye iktidarıyla uzlaşması, sermaye ve iktidarına karşı bağımsız devrimci konumunu korumaması, emperyalizme karşı mücadelenin gereksizliğine değil, ama bu parti(ler)in sosyalizm davasına bağlılıktaki kararsızlığı ve oportünist politikasına işaret eder. Antiemperyalizmi “milliyetçilik” ve emek-sermaye çelişkisinin “örtülmesi”nin etkeni veya nedeni sayan görüş(ler), ‘dünya gerçekliği’nden uzaktır.
Yirminci yüzyıl sosyal şovenleri, “serbest rekabet” ve “demokrasi” üzerine propagandayla işçi ve emekçileri aldatmaya çalışırlarken; kapitalizmin, gelişmesinin “en yüksek aşaması”na; emperyalizme evrilmesiyle dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun “bir avuç ‘ileri’ ülke” tarafından mali boyunduruk altına alındığını görmezden geliyorlardı. Bugün de, bir yandan kapitalist demokrasiye methiye yazarken, öte yandan “küreselleşme”nin, tüm ulusların “karşılıklı bağımlılık” temelinde, her tür ulusçuluğu tümüyle “tarihe gömdüğü”nü vazeden liberal sağ ve “sol” bir teori vardır. Buna göre, emperyalizm’den kavramsal olarak söz etmek dahi “milliyetçilik”le maluldur! Bağımlılık, ezen-ezilen ulus farklılığı ya yoktur ya da sözü edilmeye değmezdir vb. Bu tutum ve anlayışların, enternasyonalizm bir yana, tutarlı bir devrimcilikle de bağı yoktur. Sözde arı ve aşırı “sosyalizm” savunusu adına, emperyalist hegemonyaya karış halkların silahsızlandırılması teorisidir bu!
** * * * *
Doğu Batı’da Marksist teoriye, Lenin ve Stalin’in başında bulundukları Sovyetler Birliği’nde devrimci ve sosyalist inşa pratiğine ve ona yol gösteren politikalara getirilen bu eleştirilerin ana özelliği, bunların bir yandan Marksist teorinin çarpıtılmasını, diğer yandan sosyalizmin tarihinin gerçekte yaşandığından farklı gösterilmesini içermeleridir. İleri sürülen görüşlerin ‘tarihsel gerçeğe uygunluk’ ve bilimsellik yönünden taşıdıkları aykırılık bir yana; burada, içerik ve anlamlarını bozmadan aktarmaya özen gösterdiğimiz ve neredeyse tümü de üniversitelerde görevli/görev almış yazarların sosyalizm, enternasyonalizm, ulusal kurtuluş savaşları, devrim ve parti üzerine görüş ve söylemleri, aralarından bazılarının arada sözünü ettikleri üzere “vicdan” ve “etik” yönünden de sorunludur. Bu yazarlar örneğin sosyalizmin “çöküşü” üzerine kestirimlerinde, kendi deyişleriyle de geri bir ülkede, kapitalizmin nispeten daha az geliştiği koşullarda, nicel olarak daha ‘küçük’ bir işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilen bir devrim ile içine girilen süreçte, bu koşulların ve “geriliğin” yol açtığı “iç”sorunlarla birlikte, dünya kapitalizminin kuşatmasına karşı mücadele zorunluluğunun nasıl kapsamlı sorunlarla boğuşmayı kaçınılmaz kıldığını, gerçeklere bağlılık ya da neden-sonuç ilişkileri yönünden dahi ‘hesaba katma’ ihtiyacı duymamışlardır. “Çöküş” olarak nitelikledikleri sosyalizmin yenilgisinden çıkardıkları sonuç, kimileri yönünden “tek ülkede sosyalizmin imkansızlığı” üzerine “tezlerinin doğrulanması”nın(!); diğer birileri için değişim değeri üretimini (kapitalist pazar ekonomisi) esas almayan bir sistemin –sosyalizm– yaşayamazlığının “kanıtı”; bazısı için ise burjuvaziye karşı sınıf savaşını ‘yönetme’nin ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan bir sistemi inşanın araçları olarak parti ve devletin “totalitaryanizm” olarak suçlanmasının gerekçesidir! Akademisyen yazarlar, örneğin, iki büyük dünya savaşı yaşayan, birincisinde yenilen ve tüm iktisadi-sosyal yapısı paramparça olan ve ikincisinde 27 milyon yurttaşını kaybetme pahasına yeni toplumsal sistemini (sosyalizm) yaşatmaya çalışan; aç-yoksul ve eğitimsiz bir “küçük köylüler ülkesi”nde; dünya kapitalizminin dıştan, onun desteğindeki eski sınıflar ile destekçilerinin içten çökertme politikaları izledikleri koşullarda, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak ve yıkım içindeki on milyonlarca emekçinin talepleriyle giriştikleri eylem(ler)i birleştirmeyi başararak devrimi zafere ulaştıran bir partiyi, salt bu nedenle dahi “komploculuk”la suçlayabilmekte, en gelişmiş kapitalist ‘Batı’ ülkelerinde devrimi beklemediği için Lenin’i eleştirmekte, ya da sanayi ve tarımdaki “kolektivizm”e dayanarak ve emekçilerin gönüllü seferberliğiyle gelişmiş kapitalist ülkeleri, 20-30 yıl gibi kısa bir sürede geride bırakan ya da onların seviyesinde bir ekonomik-sosyal gelişmeyi gerçekleştiren sosyalist bir devleti, “modernist pozitivist kalkınmacılık” politikası izlemekle suçlayabilmektedirler. “Görüştür, düşüncedir, analiz etme çabasıdır” vb. denebilir; ancak, eğer amaç, ilerletici fikirler üzerinde birleşme, doğruyu bulma ve başarıya götürecek hattın ne olduğunun görülüp gösterilmesi ise, iki yüz-üç yüz yıllık kapitalist gelişmenin tarihiyle 35-40 yıllık bir sosyalist inşa savaşının kıyaslanmasında daha özenli, daha “vicdanlı” olmak da zorunludur. Kişi, eğer sosyalizm gibi ‘somut bir sorun’ dolayımında ve bugünün dünyasında, “mutlak ve eksiksiz iyi” kurgusuyla yetinmiyor ve herhangi pratik sorumluluktan azade olmanın kolaylaştırıcı olanaklarını bir silah gibi kullanmıyorsa, “tek ülkede sosyalizm milliyetçiliği”, “Stalinist otokrasi”, “Leninist-Stalinist ulusçuluk”; “1920-30’larda sosyalizmden ve enternasyonalizmden uzaklaşma”, “Leninist parti ve devlet modeli felaketi” vb. üzerine, her biri ayrı ayrı ve bir arada çok sayıdaki liberal-anti Marksist teorisyen ve yazar tarafından yüzlerce-binlerce kez ‘tezgaha sürülmüş’ düşünceleri, “yeni” ve sözüm ona düzeltici tezler olarak gündeme getirirken, daha özenli olmaya çalışır. Bu özen, hiç değilse en azından sosyalizmin inşası sürecinde, o “tek ülke”de –ki on altı cumhuriyetin birliğidir– iktisadi-sosyal-kültürel ve bilimsel alanda kapsamlı ve aslında süreklilik gösteren mücadelelerle birlikte kaydedilen gelişmenin de dikkatle izlenmesini, komünizmin bu daha ilk aşamasında, “herkesten yeteneğine-herkese emeğine” ilkesinin yürürlükte olduğu; küçük üretimin devam ettiği ve “her gün yeniden” eski ilişkileri doğurma tehdidinin tümüyle ortadan kalkmadığı koşullarda, başka ülkelerdeki –özellikle de Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri– yeni devrimlerle desteklenemeyen bir devrim ve inşa çalışmasının uğradığı yenilgiyi, tezlerinin “doğrulanması”(!) saymadan önce, daha ayrıntılı ve dikkatli irdelemeyi gereksinir. Ama gördüğümüz, buna gereksinim bile duyulmayıp, ezberin tekrarıdır! Buna rağmen, bu kötü ezberin bozulması için de, ideolojik mücadele ihtiyacı devam etmektedir.
[1] “Eleştiri” makalelerinin üst başlığının “Türk sosyalizmi”(!) olarak belirlenmiş olması dikkat çekicidir. Bu belirleme en azından bugün için artık gerçeğe aykırıdır. Gerçek o ki, Türkiye “toprağı” üzerinde –buna Osmanlı’nın son dönemleri de eklenebilir– “sol” ve “sosyalizm” adına ortaya çıkan hareket ya da örgütlenmeler, bazı Türkçü “sol” ve “sosyalist”(!)ler tarafından milliyetçi bir anlayışla, ve yine 70’lerin sonu-80’lerle birlikte bazı Kürt çevreleri tarafından da ısrarla “Türk” olarak nitelenmesine; bunların TKP, Yön Hareketi başta olmak üzere bir bölümünün Kürt ulus sorunu karşısında ya da örneğin Kıbrıs konusunda şoven-Türkçü politikalar izlemelerine karşın, ülkede yaşayan hemen tüm ulus ve ulusal azınlıklardan, din ve mezheplerden işçi-emekçi-genç ve ilerici aydınlardan “bileşik” olagelmiştir. Bu durumda, “Türk” ön takılı “sosyalizm” ifadesinin, dergi yönetiminin bir tercihi ve anlayışının ürünü değilse eğer, özellikle “eski TKP”, Doğan Avcıoğlu-Mihri Belli-M. Ali Aybar gibi adları “ulusçu sosyalizm” tasavvuruyla bir arada anılan anlayışlar üzerinden kullanıldığı varsayılabilir. Ama, bu durumda da, bu nitelemenin genele ‘teşmili’ haklılık kazanıyor. Bu ‘üst seçiş’, derginin eleştiri dosyasına makale veren yazarların “Türk sosyalizmi”(!)ni eleştirilerinde kolaylaştırıcı bir rol oynamış olmalıdır, ama burada konumuz bu değil.
[2] Derginin bu sayısının yazarlar kadrosu hayli ‘renkli’ simalardan oluşuyor. Aralarında, Hasan Bülent Kahraman gibi liberal “sol”aydınlar da bulunuyor, Mahmut Mutman gibi, görüş ve eleştirilerini ortaya koyarken bilimsel “dürüstlük” açısından daha “nesnel” olmaya gayret gösteren bilim insanları da. Oya Baydar, Kadir Cangızbay, Erkan Doğan, Fikret Başkaya gibi diğer yazarlar da, “Türk sosyalizminin Eleştirisi” dosyasına makale vermişler.
[3] M. Mutman, “Uzaklaşan ve Yaklaşan Sol Üzerine Düşünceler” Doğu Batı 59, sf. 82-83
[4] Binde, on binde, milyonda bilmem şu kadar işçinin ticari işlere yönelmesi, kendi küçük dükkanında çalışması vb. den hareketle, işçinin sınıf atladığı üzerine geliştirilen tezlerin, sorunu istismar dışında bir önemi yoktur.
[5] Lenin, emperyalizm üzerine broşüründe, 1909 yılı itibarıyla ABD’de toplam işçi nüfusunu 6.6 milyon; 1907 yılı itibarıyla Almanya’da toplam işçi nüfusunu 14.4 milyon olarak belirleyen verilere yer vermişti. 1914 yılı itibarıyla, dünya toplam nüfusunun 1 milyar 667 milyon iken, işçi sayısı yüz milyon bile değildi. ABD’de işçi sayısı 1950’de 20.698.000 iken, 1971’de 26 milyona; 1998’de 31.milyona çıkmıştır. ileri kapitailst ülkeler olarak adlandırılan en gelişmiş ülkelerde 1951’de 87 milyon olan sanayi işçisi sayısı 1998’de 112 milyon olarak belirlenmiştir. Almanya ve ABD gibi ülkelerde bugün yalnızca ağır sanayi kollarında 11-13 milyon olmak üzere, toplamda diğer işkollarındakilerile birlikte on milyonlarca işçi bulunuyor. Japonya’da 1950-71 arasında sanayi işçilerinin sayısı iki katına çıkmış, ardından 2000’li yılların hemen öncesinde( 1998) yüzde 13 oranında daha da fazlalaşmıştır. vb.
[6] Lenin, Seçme Eserler Cilt 6, içinde, İsviçreli İşçilere Veda Mektubu, sf.31
[7] Ekim Devrimi’nin 4. Yıldönümü Üzerine, Seçme Eserler Cilt 6, sf. 522
[8] Fransız Komünist Partisi MK Sekreteri M. Thorez’in, 18 Kasım 1947’de Moskova’da Stalin ile yüz yüzü görüşmesinde yaptığı, tutanaklara geçirilip Marksist-Leninist Araştırmalar Enstitüsü tarafından yayınlanan metne göre, Thorez, “Komünist Partisi’nin henüz daha 1939’da Alman işgaline karşı yurdunu savunarak mücadeleye başlayan ilk parti olduğunu” anlatıyor. “İşgal altında, Fransız Komünist Partisi’nin Almanlara karşı silahlı mücadelenin başında olduğunu” söylüyor. Komünist Partisi’nin açıktan düşmanı olan de Gaulle bile, işgal sırasında Komünist Partisi’nin Almanlara karşı direnişi örgütleyen tek kuvvet olduğu gerçeğini inkâr edemiyor. Ağustos 1944’te Fransa’nın kurtuluşunun ardından Fransız Komünist Partisi’nin iktidara el koyamayışı, uluslararası karakter taşıyan birçok sebeple açıklanabilir. O tarihte, Fransız Komünist Partisi bütün çabalarını ikinci bir cephenin bir an önce açılmasına, savaşma gücünün artırılmasına ve Almanya’ya karşı zafer elde edilmesine yönlendiriyordu.” Thorez, FKP’nin bu savaşta 350 bin mensubunu kaybettiğini de ekliyor.
[9] Pro. Dr. Kadir Cangızbay, Doğu Batı, sayı 59, sf. 171-173
[10] Yar. Doç. Erkan Doğan, Türk Solunun Kısa Tarihi: Sosaylizmi Milliyetçilikle Eklemlemek, Doğu Batı 59, sf.138 ve devamı
[11] Baydar, Türkiye Solu üzerine (öz)eleştirel notlar, Doğu Batı 59, sf. 25
[13] B. Kahraman, Doğu Batı, s. 59, sf. 38-39
[14] Doğu Batı, sayı 59, sf. 20
[15] G. Proğram Eleştirisi, sol yayınları sf.29-30 ve sonrası
[16] G. Proğram Eleştirisi, sf 57.
[17] Baydar, “çerçevesi daha dar ve belirli bir alana eğilmek”le kendini sınırlamamak için “Türkiye sosyalizmi terimi” yerine “Türkiye Solu’ Başlığı”nı seçtiğini belirterek, ‘sol’ kavramının, “sosyal demokrasiden sosyalizme, komünizmden anarşizme, sendikalizme kadar, düzene emek odaklı eleştiri getiren çeşitli akımları” içermekle birlikte, “ideolojik içerikten çok siyasal örgütlerin, partilerin politik yelpazedeki yerlerini belirlemek için kullanılmakta” olduğundan söz ederek, bunu “(Sol partiler, sağ partiler gibi.)” diye örnekliyor. Bu da elbette, bir izah tarzıdır. Ama sorunlu bir izah tarzı! Sosyal demokrasiden anarşizme kadar geniş cephedeki “sol”un her türünün, “düzene emek odaklı eleştiri” getirdiği söylenemez. Günümüzde sosyal demokrasi olarak tanımlanabilecek siyasal partilerin “emek odaklı” bir eleştiri üzerinden sisteme-düzene muhalefeti artık söz konusu değildir. Bu bir yana “sosyal demokrat” patentli partiler düzen partileri olarak düzenin daha iyi işlemesi için emekçilere yönelik saldırıları “sosyal iktisadi ve siyasal gereklilikler” olarak dayatmakta sağ düzen partileriyle yarış halindedirler. Söylem düzeyinde kullandıkları “sosyal devlet”(!) ise, tekellerin hegemonik politikasını icra eden bir mekanizma-aygıt olarak işlemektedir.( abç)
[18] Mutman, aynı yerde sf. 92
[19] Görüşlerinin irdelenmesi bu makalenin konusu içine girmeyen M. Belge, A. İnsel gibilerinin AKP gericiliğine verdikleri “demokratikleştirici” desteğin ve örneğin İnsel’in NATO’dan çıkışı içermeyen bir siyasal proğramdan yana oluşunu belirtmesi, antiemperyalizmi “milliyetçilik”; ulusal kurtuluş mücadelesinin desteklenmesini ve yurtseverliği “enternasyonalizmden uzaklaşma” sayan görüşün durduğu, ya da götürdüğü yeri göstermesi yönünden, ilgi çekici olmalıdır.