Tarım ve gıdada tekelleşme

Tarımsal ürünlerde pestisit* kalıntısı dönem dönem gündemimize giriyor. Son günlerde Greenpeace’in yayınladığı rapor nedeniyle yine yaş sebze ve meyvede tarım ilacı kalıntısı sorunu gündemdeki yerini aldı. Diğer taraftan nerdeyse her televizyonda dakikalarca reklam edilen balların da aslında bal olmadığı ortaya çıktı.

 

Gıda maddelerindeki tarım ilacı kalıntısı ve sahte bal mevzuları yeni fark edilen konular olmadığı gibi, 30 yıldır süregelen tarım politikalarından da bağımsız değil. Bir taraftan ihraç edilen ürünler tarım ilacı kalıntısı nedeniyle geri gönderiliyor, diğer taraftan şeker pancarından pamuğa, tütünden çaya, fındığa kadar pek çok tarım ürününde kota uygulanıyor. Tüm bunlar olurken, buğdaydan mısıra, etten tütüne ne varsa ithal edilirken, gazeteler, şimdi de çekirdekten fıstığa, bademden cevize kuruyemişin bile ithalatının arttığını yazıyorlar. Burjuva medyası hepsini yan yana koyuyor ve ürettiğini satamayan, üretebildiği pek çok tarım ürününü yurt dışından satın alan, tarımını çağın bilim ve teknolojisine ayak uyduramamış bir ülke karşımıza çıkarıyor ve bütün bunların sorumlusu olarak da üretici köylüyü gösteriyor. Örneğin ihraç edilen sebze ve meyvede ilaç kalıntısı bulunmasının üretici köylülerin bilinçsiz ilaç kullanmaları nedeniyle olduğunu propaganda ediyorlar.

 

 

İLAÇ TEKELLERİNİN SUÇU VE SORUMLULUĞU ÜRETİCİ KÖYLÜYE YÜKLENMEK İSTENİYOR

 

Ziraat Mühendisleri Odası, tarım ürünlerinde ilaç kalıntısının en belirgin nedeni olarak, ilacın tavsiye edilen dozuna uyulmaması ve emsalden ruhsatlandırılan ilaçların kullanılması olduğunu belirtiyor. Emsalden ruhsatlandırılan ilaçların ise, maliyetin düşük tutulması için daha düşük fiyatı olan ilaç aktif maddesi ve kalitesiz yardımcı maddeler kullanılarak yapılmakta olduğunu da ekliyor. Böylece raflarda yerini alan bu ilaçlar diğerinden çok daha ucuza satılabiliyor. Üretici köylünün bunu bilme ve anlama olanağı olmadığı için, üreticiler kullanarak öğrenmeye çalışmaktadır. Tabii ki az etkili ilacın gerekli sonucu vermesi için daha çok kullanılması nedeniyle, ilaç kalıntısının oluşması da artmaktadır.

 

Kolaya sapılıp, “köylü de emsal ürün yerine orijinal ilaç kullansın” denilirse, en başta “piyasanın üstünlüğü” dikkate alındığında, bu, akılcı olmadığı gibi, fazla mümkün olan bir şey de değildir. Bunun nedenlerinden birincisi şudur ki; tarım ürünlerinde ithalat ihracattan daha fazla gerçekleşiyor. Yani sattığımızdan çok alır durumdayız. Serbest piyasa dedikleri tüccar değirmeni, Turgut Özal’dan günümüze ithalatla terbiye etme yöntemi izliyor. İstanbul Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı kendileri açısından, bunu, daha açık bir şekilde, çekirdek türü ürünlerde ithalatın yokluktan değil fiyattan kaynaklandığını belirtip, “ithalat ucuz fiyat yakalandığında yapılıyor” diyerek izah ediyor. Yani “yerli malı halkın malı, bunu herkes ucuza düşürürse kullanmalı, düşüremezse ithalat baskısıyla ve spekülasyonlarla üreticinin ürünü elinden alınmalı” diyor. İkincisi ise; üretici köylülerin ithalatla terbiye uygulamalarıyla rekabet olanaklarının ellerinden alınmasıdır. Üretici destekten mahrum bırakılmaktadır. Son otuz yılın politikaları incelendiğinde, uygulamaların tarımı çökertmeye ve köylülüğü tasfiyeye dönük olduğunu görüyoruz. Bu uygulamalar kapsamında tarıma ayrılan desteklerin azaltılması, tarımsal üretimde girdinin unsurlarından olan ilaç, gübre, mazot ve tohumluk fiyatları sürekli artması, ama üretilen tarım ürünlerinin fiyatının kimi zaman maliyetin bile altında kalması üretimi zora sokarken, üretici köylüyü ise, toprağından kopartarak kentlere göçe zorlamaktadır. Kimi göç etmeyenler ise, kendi topraklarında ırgatlaşarak sözleşmeli üretime mecbur bırakıldılar. Buna direnen ve toprağında kalarak üretime devam edenler ise, bütçesinin yarısını tarıma ayıran AB, ABD ve uluslararası tekeller karşısında rekabet edebilmek için ilaç tekellerin dayattığı ilaçları kullanmak durumundalar.

 

Avrupa’nın iade ettiği yaş sebze ve meyvedeki ilaç kalıntısının bir nedeni de; AB’de yasak olan ilaç aktif maddelerinin ülkemizde serbest olmasıydı. Şimdilerde bunlar ülkemizde de yasaklansa da, ilaç firmalarına stoklarındaki yasaklanan ilaçları bitirmeleri için 2 yıl süre verilmesi, ülke tarımı ve halk sağlığının birkaç ilaç tekelinin stoklarını eritmesi için nasıl feda edildiğini göstermektedir. Konu sermayenin, ilaç ve tarım tekellerinin kârı olunca “stoklar bitsin öyle yasaklarız” diyen AKP Hükümeti, “kuş gribi” bahanesiyle köylünün kümesinden topladığı tavukları canlı canlı kepçelerle toprağa gömerek üretici köylüye karşı aynı şefkatle yaklaşmadığını ve kimin partisi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu uygulama bize yabancı değil: DDT adıyla bilinen haşere ilacının 1970’lerde yasaklanmasına rağmen stokların bitirilmesi için yasağın tamamen uygulanmadığını tarımla uğraşan herkes bilir.

 

Tekellerin kârı için halk sağlığı ve tarım üretimini gözden çıkaran siyasi iktidarlar, söz konusu üretici köylü ve halk olunca, aynı çabayı göstermiyorlar. Tarımı tekellerin hakimiyet alanı haline getirirken, gıda güvencesi tehlikede olan halkın sağlığını korumak ve yeteri kadar gıda üretiminin yapılması için önlem alması gereken devlet ve icranın başındaki hükümet ve tekellerle köylüyü hedef gösteren propaganda yapan ideolojik aygıtları sorumluluğu üretici köylünün bilinçsizliğine yükleyemez. AKP iktidarı tarımı kapitalist tarım işletmelerinin faaliyet alanı yapmaya çalışıyor. Tarımsal üretimde dengeleyici rol oynayan birlik ve kooperatifleri tasfiye ediyor. SEK, EBK, Tekel ve şeker fabrikaları özelleştirildi. Meraları, devlet üretme çiftliklerini, şirketlere peşkeş çekerken kredi musluklarını sonuna kadar açmakla kalmayıp, sigorta ve vergi indirimi gibi ilave avantajlar sağlıyor. Daha fazla üretim ve kâr hırsıyla hareket eden uluslararası tekeller için gıda güvenliği ve halk sağlığının hiçbir önemi olmadığı çok açıktır.

 

Bugün sebze meyvedeki ilaç kalıntısı ya da ürünlere kullanılan tavsiye edilmeyen ilaçlar nedeniyle oluşan sorunların yaşanmaması için sağlıklı ve temiz gıda üretimine ihtiyaç vardır. Bunun sağlanması için de gıda güvenliğine önem verilmesi gerekmektedir. Gıda güvenliğinin sağlanması içinse, tarımın gerçekten desteklenmesi, üretici köylünün gelir seviyesinin mühendislik hizmeti alabilecek seviyeye yükseltilmesi ya da asıl olarak devletin bu hizmeti gerçek ve ücretsiz olarak kendi köylüsüne sunması gerekiyor. Gıda denetimlerinin artırılması ve bu denetimi yapacak denetimcilerin artırılmasıysa zorunludur. Atanamayan öğretmenler ve işsiz binlerce mühendis gibi ziraat ve gıda mühendisleri de iş beklerken, Tarım Bakanı, “kontrol yapacak elemanım yok” diyor. Pamuk ve tütünde kullanılan ilaçların domates ve biberde kullanılmaması gerekiyor, ama bunu düzenleyen ve denetleyen kurum olan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü zamanın Özal hükümeti tarafından kapatıldı. Ayrıca bölgelerde faaliyet yürüten Zirai Mücadele Enstitüleri de çoktan kapatıldı. Bunlara bir de ilaç ruhsatlandırmadaki eksikler ve tarım ilacı bayiliklerinin denetimi de eklenince, sonuçta, tarımsal üretimde ilaç kalıntısı ve güvencesiz gıda karşımıza çıkıyor.

 

 

SAHTE BAL =NBŞ = İTHAL, GDO’LU MISIR = GIDA VE ŞEKER TEKELLERİ

 

Sahte bal sorunu geçtiğimiz yıllarda da yaşanmıştı. Bugün dakikalarca televizyon reklamları ve promosyon ilanlarıyla karşımıza çıkan balların sahte olduğu yeniden ortaya çıktı. “Arısız bal üretimi”ni de böylece görmüş olduk. Gördük, ama, bunu da, yine devlet kurumlarından Sağlık, Tarım ya da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı açığa çıkarmadı. Onlara kalsa, sahteciler, nişasta bazlı şeker (NBŞ)’den ürettikleri balları daha çok yedirirlerdi halka. Bir devlet kuruluşunun açtığı ihaleye girerek diğer üreticilerden daha düşük fiyat verip ihaleyi alan firmanın ballarının, başka firmalar tarafından analiz ettirilmesi sonucu, balların nişasta bazlı şeker olduğu ortaya çıktı. Yani bu sahteciliği AKP ve bakanları göremiyor ya da görmüyor! Halkın sofrasında ithal ve muhtemelen Genetiği Değiştirilmiş (GDO’lu) mısırdan elde edilen “Nişasta Bazlı Şeker”e bal esansı katılarak elde edilen balın, tadına bakarak anlaşılması mümkün değil. Fakat bu durumun sorumlusu olarak sadece “kötü niyetli”, doğrusu gözünü kâr hırsı bürümüş şirket yöneticileri gösterilemez. Asıl sorumlu AKP ve onun AB’ye IMF’ye, DTÖ’ne bağlanmış tarım politikaları ve NBŞ’nin önünü açan uygulamalarıdır. Sahte balın hammaddesi ve gıda ürünlerinin pek çoğunda kullanılan NBŞ, AKP döneminde yaygınlaştı. Şeker pancarı tarımını tasfiyesi eden ve şeker fabrikalarını özelleştiren AKP iktidarı, 2011 yılında NBŞ kotasını % 7.5’tan % 15’e çıkardı. O nedenle bugün pancar şekeri yerine kullanılan mısırdan elde edilen NBŞ ile üretilen tüm sağlıksız ürünlerin sorumlusu, en başta AKP hükümeti, tabii ki bu hükümetin savunmak üzere elinden geleni yaptığı tekellerin egemenliğindeki uluslararası kapitalizme entegre edilmiş kapitalist ekonomi ve bu kapitalist dünya ekonomisinin dizginlerini elinde tutarak Türkiye gibi ülkelere tatlı kârlarını gerçekleştirmekten ibaret çıkarlarını dikte ettiren Cargill gibi büyük tekellerdir. Türkiye yılda ortalama 1 milyon ton mısır ithal etmektedir. İthal edilen mısırlar genelde GDO’lu üretim yapan ülkelerden alınmaktadır. Biyogüvenlik Kurulu, daha önce izin verdiği 3 GDO’lu soya çeşidine ek olarak, ayrıca 13 çeşit GDO’lu mısırın da yem amaçlı ithalatına izin verdi. Geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz ki, buzağı maması adı altında süt tozu ithalatı yapılarak, sütün yerine kullanıldı. Süt tozu, başta yoğurt olmak üzere, unlu mamullerde, pasta, dondurma, şekerleme ve UHT süt gibi pek çok yerde kullanılıyor. Bu nedenle, vergisi daha ucuz ve maliyeti süt tozuna göre %60 daha düşük olan buzağı maması belgeli süt tozu ithalatı, yem sanayicilerinden bile tepki çekmişti. AKP Hükümeti’nin engel olmadığı/önünü açtığı bu uygulama nedeniyle, yarın da yemlik mısır diye tohumluk ya da NBŞ imalatı için GDO’lu mısır ithal edilmeyeceğini kimse garanti edemez.

 

Sahte bal, ucuz baklava ve şekerleme, fastfood yiyecekler, gazlı-gazsız içecekler ve daha pek gıda maddesinde NBŞ kullanılıyor. NBŞ ithal mısırdan yapılıyor. İthal mısır GDO’lu tohumdan üretiliyor. Yoğurtta, sütte ve pek çok gıdada süt tozu kullanılıyor. Süt tozu suni yemle beslenen hayvanlardan elde ediliyor. Hayvanlar GDO’lu mısırdan elde edilen yemi yiyor. İnsanlar hem GDO’lu beslenen hayvanın etini hem de sütünü gıda olarak satın alıyor. GDO’lu mısırın tohumunu ve bu tohumun ekildiği tarım alanlarında kullanılacak ilaçlar, başta Monsanto olmak üzere, birkaç Amerikan şirketinin tekelinde. Yani mısır ve mısırdan elde edilen maddelerin girdiği her şey/her yer (toprak, hayvan, gıda ve dolayısıyla mutfak) bu tarım tekellerinin talan ve tahrip alanı durumuna geliyor.

 

Amerika, geçtiğimiz yıllarda, Türkiye’deki gümrük vergilerinin yüksek olması nedeniyle pirinç satışının engellendiği gerekçesiyle Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) şikayet bulunmuş ve Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında gümrük vergilerini düşürmesini istemişti. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ama bir sonuca varmak için, örnekler sanıyoruz yeterince açıklayıcı olmuştur. Tohumu kontrol eden, tarımı da kontrol ediyor; bu sayede, kullanılacak ilacı ve gübreyi de kontrol ediyor. Tarımı kontrol eden, gıdayı da kontrol ediyor. Bu kontrolün halk yararına gıda güvenliği için olmadığı, hakimiyet kurma ve daha çok kâr için kontrol olduğunu bilmek zor değil. IMF, DB, DTÖ gibi kurumlarsa, uluslararası tekeller adına bu sürecin planlanmasını sağlıyor.

 

 

SÖZLEŞMELİ TARIM ÖNERİSİ KİME YARAR?

 

Domates ve biberde ilaç kalıntısı var. Çam fıstığı, kekik, kurutulmuş adaçayı, dondurulmuş sosiste gıda zehirlenmesi var. İncir ezmesi, kuru incir, fındık, fıstıkta karaciğere zarar veren hastalıklarına yol açan aflatoksin var. Kayısı çekirdeği ve kuru kayısıda AB’de onaylı olmayan ve yüksek düzeyde tespit edilen katkı maddesi yer alıyormuş. Saydığımız ve sayamadığımız bu kadar ürün ve bunların kirliliğinin sorumlusu olarak üretici köylüyü görmek ve göstermek, düpedüz ağaca bakıp ormanı görmemek demektir. Ama yine de, bunu fırsat bilip, “aslında sözleşmeli tarım olsa bu sorunlar yaşanmaz, sözleşmeli tarımda ne üretileceği ve ne kadar üretileceği bellidir, üretim her aşamasında kontrol ediliyor” diyenlere de birkaç cümle etmek gerekiyor.

 

Sözleşmeli tarım, devletin üretimin her aşamasında geri çekildiği ve şirketlerle üretici köylüyü baş başa bırakan bir uygulamadır. Üretici köylü, yapılan tek taraflı sözleşmeyle şirketlere bağlanmaktadır. Şirketler, bu tek taraflı sözleşmelerle, ticaretini yapacakları ve bağlantısını kurdukları tarım ürünlerini, uluslararası şirketlere (ucuz fiyat garantili olarak) istedikleri kadar tedarik etme imkanını sağlama almış oluyorlar. Marmara bölgesinde Bolu, Adapazarı ve Balıkesir’de Amerikan tipi tütün sözleşmeli üretimi yapılıyor. Koç holding, GAP bölgesinde sözleşmeli besicilik projesi uyguluyor. NBŞ tekeli Cargill, Konya çevresi ve Ege’de sözleşmeli üretim yaptırıyor. Niğde ve Nevşehir’de patates, Bursa’da domates, ayrıca Ege ve Akdeniz’de konserve ve dondurulmuş gıda sanayi için sebze ve meyvede sözleşmeli tarım yapılmaktadır. Adı sayılan tarım ürünlerinin ihracında dönem dönem sorun yaşadığımız hatırlanacak olursa, temiz ve kaliteli gıda için sözleşmeli tarım önerisinin yerinde bir öneri olmadığı anlaşılacaktır. Kaldı ki; yıllarca mücadele edilen DDT denilen ilacın kullanılmasını yaygınlaştıran patates böceği de, sözleşmeli tarımın uygulandığı ülkelerden ithal edilen patates tohumlarıyla gelmiştir. Bu nedenle tarım ürünlerinin kalitesini artırmanın yolunun sözleşmeli tarımdan geçeceğini savunmak kapitalizmin üretim ilişkilerinden bihaber olmakla açıklanabilir. Diğer bir gerçek ise, sözleşmeli tarımın, tarımsal üretimde üretici köylüyü tarım tekellerine bağımlı bir duruma getirdiği açıktır. Çünkü pazara hakim olan tekeller; “ürününü satmak istiyorsan benle sözleşme yapacaksın”, “ürün garantisi veriyorum, sen de benim verdiğim fiyatı kabul edeceksin” dedikleri gibi, “benim belirlediğim tohumu ve ilacı kullanacaksın” da demektedirler. İşte bu nedenle, sözleşmeli tarım, tamamen bir bağımlılık dayatmakta, köylünün bütünüyle köleleştirilmesini varsaymaktadır.

 

TİGEM’lerin önce işlevsizleştirilmesi ve ardından da satılmaya başlanması, uluslararası tohum tekellerinin egemenliğine yol açtı. AKP’nin çıkardığı tohumculuk kanunu geleneksel tohumu yasaklarken, tohumların kullanım hakkını da, patentini tescil eden şirketlerin eline bıraktı. Tohum alanındaki denetimlerse, Türkiye Tohumcular Birliği’ne, yani uluslararası tekellerin temsilcisi ve yerli işbirlikçisi tohum şirketlerine terk edildi. Böylece üretici köylülerin ve genel olarak kamunun ortak kullanım hakkı olagelen ve nesiller boyu babadan oğula aktarılan tohumun kullanım hakkının kamusallığı ortadan kaldırıldı. Ve tarımsal girdiler arasında maliyeti artıran bir rol oynayan tohum, tamamen sermayenin egemenlik alanına girdi.

 

Sonuç olarak, ülke tarımı uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçilerinin faaliyet ve hakimiyet alanı haline getirilmek üzere tüm koşullar olgunlaştırılıyor. Üretici köylünün tarımdan ve topraktan vazgeçmesi için destekler azaltılıyor, yararlandığı düzenleyici ve dengeleyici kurumların hepsi ya özelleştiriliyor ya da kapatılıyor. Arazi toplulaştırılması adı altında yapılan uygulamayla Tarım Bakanı niyetini açıkça ortaya koymak üzere, “ya köylüler şirketleşecek ya da işin ehli olanlar tarım yapacak” diyerek, tarım arazilerinin tarım tekellerinin eline geçeceğini ilan etmiş oluyor. Tarımsal üretimin girdilerinden mazottaki ÖTV, ilaç, gübre ve tohumluktaki KDV başta olmak üzere girdilerin fiyatlarının sürekli artması da, geçimini topraktan sağlayan üretici köylünün belini büküyor. Buna rağmen üretime devam edenler ise, bankalardan kullandıkları kredi borçları yüzünden evi, tarlası, traktörü haciz tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlar. AKP uluslararası sermeye için her türlü fedakarlığı yaparken, üretici köylüye ya “ananı al git” diyor ya da “gözünüzü toprak doyursun”!

 

 

 


 

* tarım ilacı

Emek Gençliği 6. Genel Konferans karar ve sonuçları

1-) Yeni anayasa tartışmaları, demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. İşçi sınıfı ve ezilen halklar üzerindeki baskı ve antidemokratik uygulamalar karşısında “İş ve eğitim hakkı, barış ve özgürlük” mücadelesinin yükseltilmesi gerekmektedir. AKP hükümeti, sermayenin ve kendisinin çıkarlarını yeni anayasanın merkezine koyarken Türk ve Kürt gençliğinin taleplerini yok saymaktadır. Konferansımız bütün Türkiye gençliğini, hükümetin ‘sivil’ anayasa olarak lanse ettiği, 12 Eylül’le hesaplaşmaktan uzak yeni anayasa tartışmaları sürecine; parasız, bilimsel, anadilde eğitim ve YÖK’süz, demokratik üniversite talepleriyle katılmaya çağırmaktadır. Emek Gençliği, üniversitelerde, liselerde, sanayi siteleri ve atölyelerde demokratik talepler etrafında anayasa tartışmalarının örgütlenmesi ve bu alanda yürütülen mücadelenin birleştirilmesi için üzerine düşeni yapacaktır. Konferansımız, gençlik kitleleri içerisinde “Nasıl bir gelecek, Nasıl bir anayasa” başlığı altında, özel olarak üniversite gençliği içerisinde ise “Nasıl bir üniversite, Nasıl bir anayasa” çerçevesinde kurultay, konferans vb. etkinliklerle bir kampanya yürütülmesini karar altına almıştır. Gençlik örgütümüzün merkez yönetimini, bu çalışmanın planlanması, takibi ve yürütülmesi için görevlendirmiştir.

Konferansımız ayrıca, cezaevlerinde bulunan tutuklu öğrenciler, aydınlar, siyasetçilerin özgürlüklerine kavuşmasını demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak görür. Bu kapsamda Müge TUZCUOĞLU ve 31 yıldır cezaevinde bulunan Tahir CANAN’ın serbest bırakılması için yürütülen kampanyaların güçlendirilmesini karar altına alır.

 

2-) Emek Gençliği, Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümü, bu kapsamda Kürt halkının demokratik taleplerinin kabul edilmesi ve bölgesel özerklik hakkının tanınması için mücadeleyi yükseltecektir. İçeride Kürt halkına dayatılan ve Roboski’de de kendini gösteren imha politikasında ısrar eden egemen politikalara karşı çıkacaktır. Bununla birlikte, bölgede Suriye, İran ve Irak başta olmak üzere, egemenlerin çatışma, gerilim ve savaşı kışkırtan dış politikasına karşı gençlik sessiz kalmayacaktır. İçeride ve dışarıda savaşa karşı mücadelenin yükseltilmesi, Kürecik’te kurulan füze kalkanı üssü ve İncirlik üssü başta olmak üzere emperyalist savaş üslerinin kapatılması, savaş politikalarına karşı gençliğin barış ve özgürlük için antiemperyalist mücadelesinin güçlendirilmesi, temel hedeflerimizden birisidir.

 

3-) Egemen sınıflar muhafazakâr, liberal, ırkçı, gerici, ulusalcı burjuva akımlarla gençliği kuşatmaktadır. Emek Gençliği, bilimsel sosyalizm temelinde ideolojik eğitim seferberliği kararı alarak, bu akımlara karşı bulunduğu her alanda etkili bir propaganda, ajitasyon ve teşhir çalışması yürütecektir.

 

4-) İşçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs kutlamalarına tüm sanayi siteleri, işyeri ve semtlerde, lise ve üniversitelerde kurulacak ‘1 Mayıs Komiteleri’ ile hazırlanılacaktır. İşçi, işsiz, öğrenci bütün gençlik kesimlerinin 1 Mayıs kutlamalarına, miting, gösteri ve etkinliklerine kitlesel katılımı için yaygın bir aydınlatma ve örgütleme çalışması sürdürülecektir.

 

5-) 6 Mayıs’ın 40. yılında Türkiye’nin her yerinde propaganda ve ajitasyonumuzu yükselttiğimiz ve yoğun bir aydınlatma faaliyeti yürütülerek, gerçekleştireceğimiz eylem ve etkinliklerle Denizlerin idamı lanetlenecektir. Emek Gençliği, 68 öykünmeciliğini ve gençlik mücadelesinin tarihine küçük burjuva nostaljisi ile yaklaşan her tür anlayışı reddeder. Buna karşı, 6 Mayıs anmalarında antiemperyalist mücadelenin ilerletilmesi ve gençliğin sınıf mücadelesine kazanılmasını esas alan bir politik tutumla hareket eder.

 

6-) Konferansımız, çeteleşme, yozlaşma ve uyuşturucu kullanımına karşı, gençlik yığınları içerisinde kültürel, sanatsal, sportif çalışmaların yaygınlaşmasını, yerel yönetimlerin bu alanlarda üzerine düşenleri yapmasını ve gerekli olanakları sunmasını, var olan olanakların ise birer mücadele alanı olarak değerlendirilmesini karar altına alır.

 

7-) Üniversiteleri, ticaret ve rant alanı haline getirme politikalarına, Bologna planı adı altında yeni bir ivme kazandırılmaktadır. Üniversiteler bütün bileşenleriyle bu plana karşı mücadele etmelidir. Bu mücadelenin bir parçası olması gereken gençliğin akademik, sendikal, siyasal örgütlenmeleri AKP hükümeti tarafından baskı altına alınmış, üniversite gençliğinin kitle örgütleri YÖK eliyle zayıflatılmıştır. Emek Gençliği, tüm engellemelere ve baskı ortamına karşı üniversite gençliğinin mücadelesinin ilerletilmesini; kol, kulüp, topluluk, ÖTK vb. gençliğin kitle örgütlerinin güçlendirilmesini, bunun için hiçbir ayrım gözetmeden bu örgütler içerisinde yer almayı ve çalışma yürütmeyi kendisine ilke edinir.

 

😎 Emek Gençliği, tüm üniversite, lise ve mahallelerde Halkların Demokratik Kongresi gençlik meclislerini oluşturarak, Türk ve Kürt milliyetinden bütün Türkiye gençliğinin Emek, Demokrasi ve Özgürlük talepleri etrafında birleştirilmesi için mücadele eder.

 

9-) Genç kadınlar içindeki çalışma, Emek Gençliği’nin çalışmasının önemli bir parçasıdır. Sanayi siteleri, üniversiteler ve liseler başta olmak üzere toplumsal yaşamın her alanında baskıya uğrayan, şiddete, taciz ve tecavüze maruz kalan genç kadınların, emeğinin, bedenin ve kimliğinin özgürleşmesi için erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadele güçlenmelidir. Bu çerçevede Konferansımız, Ekmek ve Gül dergisinin sahiplenilmesini ve Genç Hayat dergisinin içeriğinin bu alanda zenginleşmesini bütün örgütlerini sorumluluğu olarak ilan eder. Ayrıca, 27 Nisan’da gerçekleşecek olan Fethiye Davası’na genç kadınların katılımını örgütlemeyi karar altına alır.

 

10-) Konferansımız, doğanın, kültürel ve tarihi varlıkların uluslararası tekellere ve işbirlikçilerine peşkeş çekilmesine karşı direnen halkımızın Kazdağları, Karadeniz ve Munzur’daki HES’lere, kentsel dönüşüm vb. politikalara karşı yürüttüğü mücadeleyi selamlar. Emek Gençliği, gençliğin bu mücadelelere katılımının güçlenmesi ve bu alanda çalışma yürüten tüm güçlerin birleştirilmesi için daha aktif bir tutum ve sorumlulukla hareket edecektir.

 

11-) Sağlıkta uygulanan yıkım politikaları ve sağlığın ticarileştirilmesiyle birlikte, gençliğin sağlık hakkı elinden alınmış, tıp ve dış hekimliği öğrencilerinin özlük haklarına el konulmuş, performansa dayalı bir çalışma dayatılmıştır. Buna karşı Emek Gençliği, TÖK’ü (Tıp Öğrencileri Kolu) merkez alarak, tıp öğrencileri içindeki çalışma ve örgütlenmesini yükseltecektir. Buradan hareketle sağlık meclisleri içerisinde etkin rol alacak ve mücadelenin birleşerek güçlenmesi için çalışacaktır.

 

12-) Konferansımız sanayi sitelerinden, atölyelerden genç işçi arkadaşlarımızın düne göre daha ileri bir katılımıyla gerçekleşmiştir. Önemli bir eğilimin de göstergesi olan bu durum, Emek Gençliği’nin genç işçiler içerisindeki çalışmasının güçlenmesinin olanaklarına da işaret etmektedir. İş cinayetleri ve kötü çalışma koşullarına son verilmesi, herkese parasız ve ayrımsız sağlık ve sosyal güvence hakkının sağlanması, çalışma koşullarının insanca yaşayacak duruma getirilmesi, iş ve güvenli gelecek talepleri bu alandaki çalışmalarımızın temel talepleridir.

Konferansımız meslek liselerinde staj sömürüsüne maruz kalan, çıraklık eğitim merkezlerinde güvencesiz, ağır koşullar altında çalışan gençler başta olmak üzere, genç işçilerin yoğun olarak çalıştığı sanayi siteleri ve atölyelerde gençliğin örgütlenmesi için güçlü ve etkili bir çalışma yürütmeyi gençlik örgütümüzün temel sorumluluğu olarak görür. Bu çerçevede Hey Tekstil, Savranoğlu, Billur Tuz ve tüm diğer mücadele eden işçilerin direnişini selamlayan Konferansımız, bu mücadelelerle dayanışma içerisinde olmaya devam edeceğini ilan eder.

 

13-) Konferans çalışmalarımız, yayınlarımızın etkili kullandığı alanlarda çalışmamızın hızla değiştiğini, ilerlediğini bizlere bir kez daha göstermiştir. Bu gerçekten güç alarak, tüm birimlerimizde günlük işçi basını başta olmak üzere yayın organlarımızı temel alan bir çalışma örgütleyeceğiz. Bu kapsamda bütün alanlarda yayınlarımızın yaygın dağıtımı, okunması ve okutulması için seferber olacağız. Bütün gençlik yığınlarını da bu seferberliğe katılmaya, işçi sınıfının, emekçilerin birikiminin bir ürünü olan Evrensel gazetesi ve Hayat Televizyonu’na sahip çıkmaya, güçlendirmeye ve büyütmeye çağırıyoruz.

 

14-) Kapitalist krizin etkileri, ABD ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada sürüyor. Kapitalist kriz gençliğe geleceksizliği vaat ederken, gençler alanlarda iş, barış ve özgürlük şiarıyla mücadele ediyor. Emperyalist savaş hükümetleri Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışırken dünya gençliğinin antiemperyalist mücadelesi ve enternasyonal dayanışması önem kazanıyor. Emek Gençliği, Venezüella’da gerçekleştirilecek olan uluslararası gençlik kampının örgütleme komitesinde yer almaktadır. Bu kapsamda, 4–11 Ağustos tarihleri arasında yapılacak olan gençlik kampımızın çalışmaları hızlandırılacak ve katılım için gerekli pratik adımlar atılacaktır.

 

15-) Türkiye’de düzenlenecek olan 10. yaz kampımız bu sene İzmir-Dikili’de gerçekleştirilecek. Konferansımız, gençlik kampımızı gençliğin örgütlenmesi, Türkiye’nin her yerinden binlerce gencin sorunlarını tartışarak mücadele kararları alması ve sosyalist kültür ve kolektif yaşamın hayata geçirilmesi noktasında önemini hatırlatarak, 10-18 Temmuz tarihleri arasında yapılacak kampımız için geniş bir çalışmanın yürütülmesini ve bu çalışmaların her yerelde özgün bir şekilde ele alınmasını karar altına alır.

Dünya gençliği iş, eğitim, gelecek ve özgürlük için mücadele ediyor!

Dünya kapitalizminin kalbi olan ABD’de başlayan kriz, dalga dalga bir çok ülkeyi sarmış ve geride milyonlarca genç işsiz bırakmıştır. Kriz ve krizden çıkmak için izlenen politikalar sonucunda bugün dünya genelinde milyonlarca genç daha kötü koşullarda yaşamaya ve çalışmaya mahkûm edilmiştir. Yeni Dünya Düzeni denilen sömürü ve savaş düzeni dünya gençliğine karanlık bir gelecekten başka bir şey vaat etmiyor.

Serbest piyasacı, liberal kapitalistler dün, “Devlet piyasadan elini çekmelidir” diyorlardı. Bugün ise “devlet batan şirketleri ve bankaları kurtarmalıdır” diyorlar. Genç yaşlı, kadın erkek bütün işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkaların emeğini, alın terini, zenginliklerini uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin sermaye havuzuna akıtıyorlar.

Elbette dünya gençliği bu politikalar karşısında sessiz kalmıyor. Geride bıraktığımız birkaç yıl, dünya gençliğinin, eğitim ve sağlığın ticarileştirilmesine, işsizliğe ve dayatılan geleceksizliğe karşı alanlara çıktığı, boykotlar örgütlediği ve mücadeleyi yükselttiği yıllar oldu. Kapitalist kriz emperyalizmin merkezlerini vururken, Amerika’daki gençler işsizliğe ve gelir dağılımındaki adaletsizliğe karşı aylarca Wall Street’i işgal etti. İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yankı bulan eylemler, kent kent yayılarak, gençliğin kapitalizme karşı öfkesini sokağa yansıttı. Dünya kapitalizmi durgunluk içerisinde yeni krizlere doğru yelken açarken, işçi, işsiz, öğrenci bütün gençlik yığınlarına birleşmek ve mücadele etmekten başka bir seçenek bırakmamıştır.

Eğitimin ve sağlığın bütünüyle özelleştirilip paralı hale getirilmesine karşı ilk tepkiyi gösteren kesimlerin başında gençler geliyor. İspanya’da Puerto Del Sol ve Yunanistan’da Omonia Meydanı’nda, İtalya sokaklarında genç kardeşlerimiz daha güzel ve onurlu bir yaşam için, gelecek için büyük gösteriler yaptılar. Almanya ve Fransa’da lise ve üniversite öğrencileri işçi ve emekçilerle birleşerek güçlü boykotlar gerçekleştirdiler. Şili’de gençlerin mücadelesi iki eğitim bakanını istifaya mecbur etti. Sömürü ve barbarlığın hükümranı bir avuç zenginin tahakkümünde yaşamak istemediklerini haykıran gençler, iş, eğitim ve gelecek için, eşit, adil ve özgür bir dünya için mücadelesini sürdürüyor.

 

Arap Halkları “İş, Ekmek ve Özgürlük” İstiyor!

Arap halklarının özgürlük mücadelesinin fitilini gençler yakarken, işçi sınıfı ve emekçilerin eylemleri ve grevlerinden güç alan gençlik, eylemlerin en aktif ve dinamik kitlesini oluşturdu. Tunuslu bir genç olan Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan isyanlar, gençlerin Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarını da kullanarak eylem çağrıları yapmasıyla büyüdü, kitleselleşti ve yayıldı. Eylemler kısa sürede Tunus ve Mısır’ın ardından tüm Kuzey Afrika, Güney Asya ve Ortadoğu ülkelerine sıçradı. Halkların diktatörlere karşı “iş, ekmek, özgürlük”, “demokrasi ve onurlu bir gelecek” taleplerinin yükseldiği mücadele bitmedi, sürüyor.

Avrupa’da ve Ortadoğu’da kitleselleşerek devam eden bu eylemler, işçi ve emekçilerin örgütleriyle ve dolayısıyla işçi sınıfıyla birleştikçe daha da güçlenecek ve sonunda kazananlar bizler olacağız. Dünya gençliği savaşa, yoksulluğa ve sömürüye karşı, kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfıyla birleşip, mücadele ettikçe sosyalizme ve özgürlüğe ulaşacaktır.

 

Türkiye gençliği dünya gençliğinin mücadelesinden güç alarak ilerlemelidir

Sermaye ve AKP hükümetinin “ekonomi büyüyor, Türkiye gelişiyor” propagandası altında büyüyen, gerçekte Türkiye’de genç işsizlik oranı olmuştur. Türkiye’de genç işsizlik oranı % 30’larla ifade edilmektedir. Kentlerde bu oran daha da büyüktür. Gençlere iş alanı yaratılması bir yana, kamu kuruluşları, devlete ait fabrikalar satılarak ve kapatılarak, tamamen dışa bağımlı bir ekonomik düzen kurulmuştur. Gençlerin payına düşen ise, daha kötü koşullarda, sigortasız, sendikasız, eğitim ve sağlık hakkından yoksun, belirsiz ve geleceksiz bir yaşam olmuştur. Çalışan gençler ise, eğitimlerini gördükleri, yetenekleri olan alanlarda değil, yaşamlarını sürdürebilmek için iş bulabildikleri herhangi bir alanda ayakta kalma mücadelesi veriyor.

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) uygulamalarıyla emeklilik yaşı 65’e çıkarken, kaldırılmak istenen kıdem tazminatları ile kazanılmış haklar tamamen yok edilmek isteniyor. AKP hükümeti torba yasalarla, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile düzeni restore ettikçe, büyük patronlar, zenginler seviniyor, Türk ve Kürt gençliği ise yokluğa ve geleceksizliğe mahkûm ediliyor.

Sermaye ve AKP hükümetinin ekonomik ve sosyal saldırıları karşısında gençlik olarak, dünya gençliğinin mücadelesinden güç alarak, birleşmeli ve haklarımız için örgütlenmeliyiz. Emek Gençliği’nin 6. Konferansı bu yolda somut bir adımdır. Bütün genç kardeşlerimizi, kendi geleceğimiz için bu adımı güçlendirmeye çağırıyoruz.

 

İçeride ve Dışarıda Savaşa Hayır

Ölmek ve Öldürmek İstemiyoruz!

Türkiye Avrupa’daki en büyük genç nüfusa sahip ülke olarak, yerli ve yabancı sermayenin sömürü cenneti olmuştur. “Gençlik geleceğimizdir” nutuklarının arkasından, savaş projeleri, profesyonel ordular çıkmıştır.

AKP hükümeti, Malatya-Kürecik’teki Füze Kalkanıyla ABD’nin savaş üssü olmada bir adım daha atmıştır. Türkiye ve Ortadoğu halklarının çıkarına olmayan yıkım ve savaş politikalarının bir parçasıdır bu. ABD’nin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda savaş düğmesine basıldığında Türk ve Kürt gençliğinin mahkûm edildiği ölmek ve öldürmek kıskacı daha da büyüyecektir. Buna karşı Türk ve Kürt gençliği olarak, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için birleşmek ve mücadele etmekten başka yolumuz yoktur.

AKP önce “Komşularla Sıfır Sorun” deyip, “Bölgesel Güç ve Lider Ülke” hayalleri pompalayarak, ikiyüzlü politikalarıyla savaş çığırtkanlığı yapıyor. Suriye’de Beşer Esad’ın diktatörlüğüne karşı Suriye halklarını desteklediğini söyleyenler, içeride Kürt halkına karşı düşmanlığı ve ırkçılığı kışkırtıyor. “Kadın da çocuk da olsa gerekeni yapacağız” diyerek tutuklamalara ve Uludere’de olduğu gibi katliamlara imza atıyor. Kürt halkıyla barışmayan, çözümsüzlükte ısrar eden AKP, dışarıda demokrasi havarisi kesilerek, diktatörlere defalarca kez seslenerek “halka rağmen iktidarınızı sürdüremezsiniz” diyor. O da yetmiyor, işçilere, emekçilere, çevreyi ve yaşam alanlarını savunanlara, kadınlara ve gençlere karşı baskı ve polis terörünü artırarak, yalan üzerine kurduğu iktidarını sürdürebileceğini düşünüyor.

Ama unutulmasın ki, Türk ve Kürt gençliğinin bağımsız, demokratik ve barış içinde bir ülke ve dünya özlemi, emperyalistler ve işbirlikçilerinin yalanlarıyla bastırılıp yok edilemeyecek kadar güçlüdür. Bu inançla işçi, işsiz, öğrenci bütün genç kardeşlerimizi, “İçeride ve Dışarıda Savaşa Hayır! Ölmek ve Öldürmek İstemiyoruz” diyerek, Emek Gençliği’nin 6. Konferans çalışmalarına katılmaya, birleşmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz.

 

Eşitlik ve Özgürlük İçin Birleşelim

Cumhuriyetin kurulmasının üzerinden neredeyse 90 yıl geçti. On yıllar boyunca gençliği potansiyel tehlike ve suçlu olarak görenler bugün de aynı yolda yürümeye devam ediyorlar. Egemen sınıfların ve AKP hükümetinin politikalarına itiraz eden gençler, 12 Eylül darbesini ve darbecilerini aratmayacak bir anlayışla kovuşturuluyor, gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. 700’ün üzerinde öğrenci arkadaşımız hukuksuzluklar çemberi içinde cezaevlerine dolduruldu. Tutuklamaları protesto etmek için saç kestirmek, parasız ve anadilde eğitim istemek, puşi takmak, Deniz Gezmiş’ in kitaplarını okumak suç delili sayılıyor. Parasız eğitim, parasız sağlık, eşitlik, kardeşlik, insanca bir yaşam ve gelecek istemek soruşturma ve gözaltı terörüyle bastırılıyor.

AKP hükümeti, 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın, Ceylan Önkol’un, Şerzan Kurt’un acılarının yanına, Uludere Katliamını ekledi. Çoğu çocuk 34 kişi F-16 savaş uçaklarının bombalarıyla Roboski’de katledildi. Eğitim masraflarını karşılamak için “kaçakçılık” yapan çocuklar ve gençler artık yaşamıyor.

Onların eğitimi için harcanması gereken milyonlarca, milyarlarca dolar savaşa harcanırken, eğitim hakkından mahrum kalan biz gençler savaşın kurbanı oluyoruz.

Gençliğin örgütlenme özgürlüğü, siyaset yapma hakkı elinden alınırken, sendika ve sigorta hakkı için, emeğinin, alın terinin karşılığını almak için mücadele eden, parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim isteyen binlerce, on binlerce genç sindirilmek isteniyor. Hrant Dink’i vuranları çocuk sayanlar, hakkını arayan gençleri utanmadan, sıkılmadan “terörist” ilan ediyorlar.

Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde Türkiye’de gençler olarak tüm bu saldırılar karşısında eylemler örgütledik. Formasyon hakkı için yapılan eylemler, rektörlerin geri adım atmasını sağlarken, lise ve dershane öğrencilerinin “şifre skandalı”yla birlikte başlattıkları “Parasız Eğitim, Sınavsız Üniversite” eylemleri bütün toplumun desteğini kazandı. Kriz vurgunculuğuna, hak gasplarına karşı onlarca grevin örgütleyicisi genç işçiler oldu. Van depremi ve Uludere katliamının medya ve AKP tarafından ırkçı-gerici bir propagandayla gizlenmeye ve maniple edilmesine karşı Türk kökenli gençler olarak Van’a giderek, kardeşlik elimizi uzattık. Uludere katliamına karşı Türkiye’nin her yerinde sokağa çıkarak, katliamın aydınlatılmasını ve onurlu bir barışı haykırdık.

AKP, CHP ve MHP gibi sermaye ve düzen partilerinin ekonomik, sosyal ve siyasal programları, sistemi yenileyip ve güçlendirmenin yanı sıra gençliği de yedeklemenin hesaplarından ibarettir. Türkiye gençliği bu hesaplarla olan bağlarını koparıp, işçi sınıfı ve emekçilerle birlikte kendi geleceği için mücadele etmek zorundadır.

Kapitalist barbarlığa, savaşı kışkırtan emperyalist sömürgeciliğe, ırkçılığa ve gericiliğe karşı durmalıyız. İnsanlığın ve bilimin bütün ilerici ve devrimci birikimine sahip çıkmalıyız. Demokratik halk temsiline dayanan, halkın kendi geleceğine sahip çıktığı bir halk demokrasisi için, eşitlik ve özgürlük için mücadele etmeliyiz. Emek Gençliği’nin 6. Konferansı’na katılarak bu yolda somut ve ileri bir adım daha atmalıyız.

 

İş ve Onurlu bir Gelecek İstiyoruz!

Daha çocuk yaşta ailesinin ve kendisinin temel ihtiyaçlarını, eğitim ve sağlık masraflarını karşılamak üzere gençler iş yaşamına atılıyor. Sanayi sitelerinde, atölyelerde güvencesiz ve esnek çalışma şartları altında, düşük ücretlerle işsizlikle koyun koyuna milyonlarca genç arkadaşımız yaşam mücadelesi veriyor. Sayıları milyonlarla ifade edilen genç işsizler ordusuna her gün yenileri ekleniyor.

Asgari ücret açlık sınırının altındayken hükümet, Türkiye ekonomisinin dünyanın sayılı devletleri arasına gireceğiyle övünüyor. Bankalar, holdingler, dev tekeller kâr rekorları açıklarken, binlerce genç işten atılıyor. Az işçiyle çok üretmenin sefasını sürüyorlar. Meslek liselerine kadar uzanan iş cinayetleri, yüzlerce genç işçi arkadaşımızın ölümüne neden oluyor. “Dikkatsizlik ve kader” edebiyatıyla geçiştirilmeye çalışılan iş cinayetleri, elektrik akımını iletmeyen eldivenler ya da baretler gibi küçük önlemlerle bile azaltılabilecekken, daha fazla kâr hırsının altında yine işçi kardeşlerimiz kalıyor. Kürt sorunundaki çözümsüzlük ortamını patronlar, işçi ve emekçileri bölmek, mücadelelerini parçalamak için kullanıyorlar.

SSGSS’nin yeni düzenlemeleriyle paran kadar sağlık politikalarına mahkûm ediliyoruz. Sağlık sistemi tümüyle ticarileştirilerek, sigorta hakkımız, sosyal bir güvence olmaktan çıkartılarak, parası olanın, parası kadar sağlık hizmeti aldığı bir rant alanına dönüştürülüyor. Yoksul emekçi mahallelerinde, uyuşturucu ve çeteleşmeye göz yuman, teşvik eden sistem, bizleri uyuşturarak teslim almak istiyor.

Sistemin ve AKP’nin dayattığı yıkım ve rantsal dönüşüme, uyuşturucu ve çeteleşmeye karşı, gençlerin kültürel ve sosyal tesislere sahip olduğu, modern ve yaşanılabilir kentler için hep birlikte mücadele etmeliyiz. Sınırsız örgütlenme özgürlüğü ve sendikalaşma hakkı için, spor tesisleri ve kültür merkezleri gibi alanların kurulması için örgütlenmeliyiz.

İşçi ve işsiz gençler olarak, iş, güvenli bir gelecek ve onurlu bir yaşam için güçlerimizi birleştirilmeliyiz. Sendikalarımıza sahip çıkarak, işçi-işsiz gençlik birlikleri, dernekleri kurarak, mücadele ve örgütlülüğümüzü büyütmeliyiz.

Bunun için bütün işçi, işsiz, emekçi genç kardeşlerimizi Emek Gençliği 6. Konferansı’na katılmaya çağırıyoruz.

Ezberci, eleyici, rekabet ve yarışa dayalı bir ortaöğretim istemiyoruz!

Eğitimin sınav sistemleriyle dershanelere hapsedilmesi, katkı payı ve dershane ücretleriyle eğitimin ticarileştirilmesi, zorunlu din dersleri ve müfredattaki hurafeci gerici içeriğin bilimsel öğretiler gibi dayatılmasına karşı parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim hakkını savunuyoruz.

Meslek liselerinde binlerce genç arkadaşımız, sermeyenin ihtiyaçlarına göre yönlendirilip yetiştirilmekte ve yine gençler staj sömürüsü altında kölece koşullarda çalıştırılmaktadır. Şifreci/elemeci sınav sistemleriyle milyonlarca gencin geleceği ipotek altına alınmaktadır. Ezberci, eleyici, rekabete dayalı, yarışın ve bireyciliğin öne çıkartıldığı eğitim anlayışıyla, kendi çıkarlarını toplumsal çıkarlardan koparmış, insana, çevresine, ülkesine ve dünyaya duyarsız bir gençlik yaratılmak isteniyor.

Yeni Osmanlıcılık hayalleri savaş politikalarıyla birleşen bir hat izlerken, tek tip giyinen, tek tip düşünen öğrencilerin yaratılmaya çalışıldığı eğitim modeliyle tüm tercihlerimiz baskılanıyor. Liselerdeki sanatsal, kültürel ve sportif faaliyetler yerini YGS etütlerine bırakıyor. Gençlerin tüm yaşamlarını etkileyecek sınavlardaki skandallar ise AKP kadrolaşmasını ve eğitim sisteminin içinde bulunduğu bataklığı derinleştiriyor. Elenmek ve yarışmak istemiyoruz. Sınavlar kalksın, hayat bize kalsın. Rekabet değil, özgür düşüncenin hâkim olduğu bilimsel bir eğitim istiyoruz.

AKP ve onun temsil ettiği güçler, gençliği bilinmezciliğin, kaderciliğin kucağına atarak, manevi değerlerle teslim almaya çalışmaktadır. Gençlere kendilerini kurtarmayı, bireysel kurtuluşu öğütleyen AKP, bunun yolunun yandaşlıktan, teslimiyetçilikten geçtiğini dayatmaktadır. Tarikatlara biat eden bir gençlik tipi yaratılmaya çalışılıyor. Biz biat eden, cemaatlere el pençe divan duran gençler olmayacağız. İnançlara saygı ve özgürlüğü savunuyoruz. Biat kültürünü ve sadakacılığı kabul etmiyoruz. Bizler bize dayatılanın “arkadaşlarının üstüne basarak yüksel” anlayışının tersine paylaşmak istiyoruz. Piyasacılık gençliğin doğasına düşmandır. Bizler, birlikte ürettiğimiz, paylaştığımız, dayanışma içinde yaşadığımız bir eğitim sistemi ve dünya özlemindeyiz.

Geçtiğimiz yıl binlerce, on binlerce liseli arkadaşımız “şifre skandalına” karşı mücadele ettiler. Bu mücadeleden edindiğimiz deneyim bize taleplerimiz etrafında birleştiğimizde kazanabileceğimizi göstermiştir.

Geleceğimizi üç saatlik sınavlara, rekabetçi/elemeci dershane ve eğitim sistemine teslim edemeyiz. Bunun için yeteneklerimize göre eğitim gördüğümüz, iş ve gelecek kaygımızın olmadığı, parasız ve sınavsız bir eğitim ve bir üniversite için birleşmeli ve örgütlenmeliyiz. Öğrenci temsilcilikleri (ÖTK) başta olmak üzere, öğrencilerin talepleri için çalışan temsilcilik, komite, kulüp vb. öğrenci örgütlerini işler hale getirmeli ve öğrenci-öğretmen-veli dayanışmasını sağlayarak birliğimizi güçlendirmeliyiz.

Bunun için bütün lise ve dershane öğrencisi arkadaşlarımızı, Emek Gençliği olarak, 6. Konferansımıza katılmaya çağırıyoruz.

 

YÖK Sistemine Karşı, Parasız, Özerk, Demokratik, Bilimsel Üniversite İstiyoruz!

Üniversiteler, YÖK sistemi altında sermayenin ırkçı, gerici, savaş politikalarına ideolojik zemin yaratmak için kullanılıyor. Bilinmezciliğin ve liberalizmin pompalandığı kürsüler olarak işlev görüyor. Sistemin ihtiyacı olan eleman/işçi ve gençlik tipinin yaratılması için öğretim üyeleri, YÖK eliyle ustabaşı haline getirilip, bilimin sermaye için üretildiği, gençlerin ise polis ve soruşturmalarla baskı altına alındığı bir üniversite anlayışı hüküm sürüyor.

Bologna süreci adı verilen sermaye odaklı eğitim anlayışı ile birlikte üniversitelerin yönetimleri şirketlere terk ediliyor. Harçlarla başlayan eğitimin ticarileştirilmesi süreci, öğretim üyelerinin YÖK’ün verdiği müfredatı sunan bürokratlar, öğrencilerin ise müşteri haline getirilmesiyle tamamlanıyor. Barınma, ulaşım, beslenme giderleri devlet tarafından karşılanması gerekirken, özel şirketlere devredilerek, öğrencilerin yaşamları ve gelecekleri üzerinden ticari anlaşmalar imzalanıyor.

Devlet yurtlarının kapasiteleri ihtiyacı karşılamaktan ve nitelikli bir yaşam olanağı sunmaktan uzaktır. Yemekhaneler ise, birçok devlet üniversitesinde, şirket lokantalarıyla yarışmaktadır. Rektörler şirketlere devredilmiş yemekhane ve kantinlerle, döner sermayeye daha fazla kâr getirmek için anlaşmalar yaparak, öğrenci odaklı değil kâr odaklı olarak üniversiteyi yönetmektedirler.

AKP’nin YÖK’ü ele geçirmesi ve üniversitelerde kadrolaşması, eğitimin niteliğinin ve gençliğin özgürlük alanının genişlemesine katkı sunmamıştır. Tersine gençliğin daha fazla baskı altına alınmasına ve bilimsel üretim özgürlüğünün daha fazla kısıtlanmasına neden olmuştur. Üniversite gençliğini, işsizlik, sosyal haklardan yoksun bir hayat, belirsiz bir yaşam beklemektedir.

Eğitim bir haktır. Ve bu hak cebimizdeki paradan bağımsız olarak sağlanmalıdır. Bunun için her kademede eğitim parasız olmalı ve giderleri devlet tarafından karşılanmalıdır. Bizler, bilimin halk için yapılmasından yanayız. Üniversitelerin toplum için, halk için bilim üretmesini savunuyoruz. Oysa bize dayatılan, AKP’ye ve sermaye odaklarına biat eden öğrenciler olmamızdır. Üniversite gençliği olarak, böyle bir geleceği kabul edemeyiz.

AKP’nin ve ona karşı mücadele ettiğini söyleyen ulusalcı güçlerin ortaya koyduğu çözüm Türkiye gençliğinin geleceği olamaz. Parasız, özerk, demokratik ve bilimsel bir eğitim için üniversite gençliği olarak başta akademik örgütlerimiz olan ÖTK’lara sahip çıkmalıyız. Kol kulüp ve öğrenci kongreleri aracılığıyla bilgimizi ve donanımımızı artırmalı, geleceğimiz için mücadele etmeliyiz. Ancak o zaman bilim özgürlüğünün egemen olduğu, demokratik bir üniversiteye kavuşabiliriz.

Üniversiteli genç arkadaşlarımızı Gençlik Konferansımıza katılmaya, kendisine ve topluma karşı genç aydın sorumluluğunu yerine getirmeye çağırıyoruz.

 

Türk ve Kürt Gençliğinin Kaderi Ortaktır!

Türk ve Kürt gençliği, egemenlerinin dilleri, dinleri, kültürleri yok sayan, sınırsız sömürü özgürlüğü isteyen, işsizlik ve geleceksizliği dayatan politikaları karşısında birleşmelidir.

Türk kökenli gençler, ırkçı, şoven, düşmanlığı körükleyen politikalara karşı çıkmalıdır. Onlarca yıldır sürdürülen bu politikaların kendi geleceklerini kararttığını görmelidir. Kürt gençliğinin demokratik taleplerini yok sayanlar, tüm Türkiye gençliğinin de taleplerini, özlemlerini, umutlarını da yok saymaktadır.

Yoksulluk, işsizlik, geleceksizlik ve anti-demokratik uygulamalar tüm gençlik kesimlerini aynı kaderde birleştirmektedir. Dili, kültürü ve kimliği yok sayılan, işsizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen Kürt gençlerinin kaderiyle, iyi bir gelecek isteyen Türk gençlerinin kaderi aynıdır.

Türk gençliğinin eşit ve özgür bir yaşama sahip olması için Kürt gençliğinin eşit ve özgür bir yaşama sahip olması şarttır.

İçeride savaş politikaları hüküm sürerken bölgede ve dünyada barışı savunmak mümkün değildir. Tutarlı bir demokrasi, gerçek ve kalıcı bir barış için, içeride ve dışarıda savaşa karşı ortak tutum almalıyız.

Gençler olarak tüm gençliğin ekonomik, kültürel, sosyal hakları için mücadeleyi ortaklaştırmalıyız. Ancak böyle bir ortaklaşma, sermayenin gençliği bölmeye çalıştığı, örgütlerini dağıtmak için operasyonları yoğunlaştırdığı bir dönemde, onların oyununu bozacak ve mücadeleyi büyütecektir. Türkiye gençliği olarak, bugün en önemli görevimiz, sorumluluğumuz budur.

Emek Gençliği Konferansımız bunun bir dayanağı olacaktır.

 

Emek, Demokrasi ve Özgürlük İçin,

Halkların Demokratik Kongresi’nde Birleşelim!

12 Haziran seçimleri sürecinde kurulan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu, 36 milletvekili çıkararak önemli bir başarı kazandı. Seçimlerden sonra, halkın temsilcilerinin katıldığı bir kongre toplanarak Halkların Demokratik Kongresi (HDK) kuruldu. HDK, halkların olduğu gibi, parasız, bilimsel, anadilde, demokratik bir eğitim isteyen, barış talep eden, uyuşturucuya, çeteleşmeye, işsizlik ve geleceksizliğe karşı çıkan gençlerin de mücadele platformudur. HDK’nın büyümesi ve güçlenmesi, Türkiye gençliğinin acil taleplerinin, demokrasi ve barışın kazanılmasına hizmet edecektir. HDK’yı üniversitelerde, işyerleri ve mahallelerde örgütlemeliyiz.

Ya ırkçı, şoven, savaştan ve sömürüden yana olanlar hüküm sürmeye devam edecek; ya da eşitlik, kardeşlik, barış, demokrasi ve özgürlük isteyenler geleceği kazanacak. Bunun için HDK’ya sahip çıkmak geleceğimize sahip çıkmaktır.

 

Türk, Kürt Her Milliyetten Türkiye Gençliğine Çağrımızdır;

6. Konferansını toplayan EMEK GENÇLİĞİ, işçi, işsiz, köylü, üniversiteli, liseli her kesimden gençleri el ele vermeye, birlikte tartışmaya, paylaşmaya ve örgütlülüğünü güçlendirmeye çağırıyor. Barış içinde, eşit ve özgür koşulların sağlandığı bir gelecek için Türk, Kürt her milliyetten ve her inançtan Türkiye gençliğini bir araya gelmeye, üniversitelerde okullarda, mahallelerde atölyelerde çözümü kendi ellerine almaya davet ediyor.

Geleceksizliğe, sınav adaletsizliğine, dershane eşitsizliğine, hak gasplarına, işsizliğe ve güvencesiz çalışmaya karşı olan Emek Gençliği, bu düzenle derdi olan, kapitalist barbarlık son bulsun diyen her gencin örgütüdür. Emek Gençliği, bağımsız, demokratik, sosyalist bir Türkiye için mücadele eden gençlerin birliğidir.

Militarizme, kapitalizme karşı olan her genci Emek Gençliği saflarında birleşmeye ve 6. Konferansımıza katılmaya çağırıyoruz.

Emek Gençliği kitleselleştikçe, Türkiye gençliğinin mücadelesi gelişecek ve yarınlara daha umutla ve güvenle bakabileceğiz.

Konferansımız, işçi, işsiz, köylü, öğrenci bütün gençliğin kürsüsüdür. Sorunlarımızı tartışmak, çözüm aramak, deneyimlerimizden öğrenmek ve yarını birlikte kazanmak için sende sesini sesimize kat.

Gençlerin kendi mücadele örgütünde söz sahibi olduğu, seçme ve seçilme hakkını özgürce kullandığı ve ileriye dönük kararlar aldığı konferansımızda buluşalım.

 

İş ve Eğitim Hakkı, Barış ve Özgürlük İçin Buluşuyoruz !

 

EMEK GENÇLİĞİ

1 ŞUBAT 2012

Genel Kuruldan bugüne KESK ve önümüzdeki dönem

“Düşlerin sonsuza koştuğu yerde, / Sabrın çiçeklerini açtığı yerde,

Asla kapanmaz yaşanan defter. / Çünkü tarihin en güzel yerinde,

Son sözü hep direnenler söyler…

Yukarıdaki dizeler Adnan Yücel’e ait. KESK, 4688 Sayılı Yasa değişikliği ile ilgili 2 Nisan 2012 tarihinde Meclis önünde 60 kişi ile yaptığı basın açıklamasında pankartına talep yerine bu dizeleri yazdı ve altına da kendi imzasını attı. Hemen peşinden, yasaya karşı; 5 Nisan 2012 tarihinde yasanın Meclis’te görüşüldüğü son günde KESK MYK üyeleri ve bağlı sendikaların başkanları ile yaptığı “Çalışma Bakanlığı’nı İşgal!” ya da resmi açıklamaya göre “Bakanı Bekleme/Bakanlığı Terk Etmeme!” eylemi ile öncü kadroların “en” öncülerinin katıldığı “direniş” eylemlerinin finalini yaptı. Böylece, 4688’i geri çektirtme, grevli toplusözleşme hakkını elde etme, yasaya yönelik istemlerini kabul ettirme vb. talepler için başlattığı “mücadele süreci”ne dair eylemlerini sonlandırdı.

Bu yazıda, KESK’in, Adnan Yücel’den alarak kullandığı direniş şiirinin arkasına gizlenerek, aslında yenilgiyi kabulünün itirafını da barındıran, mücadeleyi, öncü kadroların yeni bir “direniş” destanına bırakan sürecini ve önümüzdeki dönemi değerlendireceğiz. Değerlendirmemiz, 2011 Genel Kurulu, sendikal yönelimler, iddialar ve sonrasında yapılan eylemler ile KESK’in hareket ve eylem tarzı üzerinden yapacağımız tespitlerle sınırlı tutulacak.

2011 GENEL KURUL DÖNEMİ

1-2-3 Temmuz 2011 tarihinde yapılan son KESK Genel Kurulu’nda ittifak yaparak yönetimi şekillendiren “siyasi güçler”, olup bitenleri, “KESK’i yeniden yapılandırma”, ”KESK’in bir muhalefet örgütü olması” ve “Devrimci KESK”i yaratma çabaları olarak açıkladılar. Oysa bir önceki dönemin ”yurtsever devrimci” ittifakının da argümanları hemen hemen aynıydı. 2011’de kaybettiği koltukları yeniden kazanan DSD (Devrimci Sendikal Dayanışma) grubu, önceki dönemi “liberal–etnik ittifak dönemi” olarak nitelemiş, bir aşamadan sonrasını da (25 Kasım’da Kamu Sen’le yapılan ortak grevden sonrası) “eksen kayması” olarak saptamıştı. Evet, sonuçta her iki genel kurulda yapılanlar, kaynağını yeni liberalizmden alan “yeniden yapılandırma” ve burjuvazinin işçi sınıfına ve onun örgütlerine layık gördüğü “muhalefet olma” kavramlarına indirgendi. Söz konusu indirgemeci yaklaşımlar çerçevesinde KESK’in, bugüne kadar yaptıkları ya da yapamadıkları ile bugün her zamankinden daha çok değerlendirilmeye ve tartışılmaya ihtiyacı var.

Eğitim Sen ve KESK Genel Kurullarında yapılan tüzük değişiklikleri, örgütün kendini “muhalefet örgütü[1] olarak yeniden tanımlaması ve iddialı bir şekilde “ikinci kuruluş”un ilan edilmesiyle birlikte, KESK’in, bugüne damgasını vuran yönelimlerinin de alt yapısı oluşturulmuş, bu yönelimlere uygun olarak yönetimler belirlenmiştir. KESK’i “yeniden yapılandırma” ve “ikinci kuruluş” gibi iddialar bir emek örgütü olan sendikaları yeniden tanımlayan “muhalefet örgütü olma” hedefi üzerinden gerçekleşince, bu duruma uygun tüzüksel değişiklikler yapmak doğal bir sonuç olmuştur.

KESK ve bağlı sendikaların genel kurullarını topladığı dönem, uluslararası tekellerin yerli işbirlikçilerinin “yürütme komitesi” olarak AKP hükümetinin önümüzdeki 4 yılının, kendi ifadeleriyle “ustalık” döneminin, emekçiler ve ezilen halklar açısından daha zorlu geçeceğinin çok iyi bilindiği bir dönemdir. Bu durumda sendikaların ve yöneticilerinin görev ve sorumluluklarının daha da ağır olması kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda, sendikalardan beklenen, güçlerini biriktirerek arttırması ve en geniş emekçi kitleleri için birleşme ve mücadele merkezileri haline gelmek için somut adımlar atmasıdır. Beklenen budur, fakat “sendikaların mevcut durumu buna uygun mudur?” sorusunu sorduğumuzda, ne yazık ki, emekçilerin gözünde sendikaların itibarı hiç de olumlu değildir. Kuşkusuz bu tablonun oluşumunda, sınıftan uzak, sosyal diyalogcu, işbirlikçi sendikaların payı çok büyüktür. Onlara dair yapılacak çokça eleştiri, söylenecek çokça şey vardır. Ancak iddiaları, söylemleri, emek ve demokrasi mücadelesine bakışı, geçmişteki mücadeleci tutumu ile diğer emek örgütlerinden belirli şekilde farklılaşan KESK ve bağlı sendikaların, emekçilere ve ezilen halklara karşı yoğun saldırıların olduğu bir dönemde, yeterli düzeyde hatta hemen hiç etkin olamamasının, emekçileri örgütleyerek harekete geçirememesinin sorumluluğunu sadece dış nedenlerde aramamak gerektiği açıktır.

KESK, uzunca bir süredir, sendikalarını, kamu emekçilerinin ortak talepleri etrafında ortak hareket etmeye yöneltememiş, istikrarlı bir mücadele hattı oluşturarak, hak almayı hedefine koyan bir mücadele yönelimi oluşturamamıştır. Çok geniş katılımla gerçekleştirilen ve heyecan yaratan grev ve mitinglerin arkası getirilmemiş, KESK protestocu tarzından kurtulamamıştır. Yönetimlerde ağırlık oluşturan sendikal dinamiklerin birleşik mücadeleye, sendikalara bakışı, karar alma süreçlerini tüm aksi söylemlerine rağmen gün geçtikçe darlaştırmaları ve merkezileştirmeleri ile bugünlere gelinmiş, bu durum sendikalarımızın üzerine oturduğu sınıfsal zemini de tahrip etmeye başlamıştır.

Sendikal yaklaşımın ideolojik gerçekliğinden hareket edersek, tartışmaların gereken zeminde sürdürülmesi, sendikal hareketin bugünü ve geleceği açısından önemlidir. Yenilenmeye dair tüm sancıları bağrında taşıyarak ilerleyen sendikal süreçle karşı karşıya olduğumuz açıktır. İşçi ve emekçilerin birikmiş sorunları ve emekçilere yönelik süren saldırılar karşısında sendikalarımızın aldığı/alacağı tutum ve bu saldırılara vereceği yanıt açısından bu tartışmalar gerekli olduğu kadar zorunludur.

Bugüne kadar kongrelerde kazanmayı “zafer” olarak değerlendirip, kurtuluşu sınıfın ve hareketin ihtiyaçları dışında aramayı tercih eden her sendikal anlayış, mücadeleyi ilerletmekten çok, sınıf mücadelesinin dışına düşen bir sondan kendini kurtaramamıştır. Günümüz açısından, özellikle işçi sendikalarının yaşadığı sorunları ve sermayenin topyekûn saldırıları karşısında düştükleri aczi başka türlü açıklamak mümkün değildir. KESK’teki hakim sendikal anlayış ve yaklaşımlar, işçi sendikalarındaki bu bürokratik anlayışı adım adım takip etmektedir.

Son genel kurullarda yaşananları sendikal anlayışlardan soyutlayarak değerlendirmek gerçeğe gözlerimizi kapatmak olur. Sorunu, basit olarak, ittifaklaşmada yaşanan bir sorun olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. “Benzemez” gibi görünenlerin bu kadar kolay yan yana gelmesi, sendikalarımızda giderek daha da berraklaşan ve bugün iki sendikal çizgi olarak daha da belirginleşen faklılığının doğal bir sonucudur. Yoksa kongre süreçlerinde mücadeleci bir anlayışın baskılanması, yönetimlerden tasfiye edilmesi girişimleri ve yönetim organlarının dışında tutulmak istenmesi gibi adımlar başka türlü izah edilemez.

STATÜKOYA DEVAM

KESK’in 2011 Genel Kurul süreci, sendikal mücadelenin sorunlarına yaklaşımda görülen anlayış farklılığının gizlenemez bir biçimde açığa çıkmasını sağlamıştır. Sendikal hareketin sorunlarına, işçi ve emekçilerin sorunlarını, karşı karşıya olduğu tehlikeleri yok sayarak yaklaşma tutumu, var olan statükoya teslim olmak demektir. Geleceğini sınıf mücadelesine bağlayan emekçiler için kabul edilemez olan da budur. Bu nedenle, özellikle SES, Eğitim Sen ve KESK’in genel kurul sürecinde yaşananlar, mevcut statükonun güçlendirilerek tekrarından çok daha ötesini ifade etmiştir. Ne kadar süslenirse süslensin, “iktidara gelen” ya da geldiğini sanan sendikal bürokrasidir. Söz konusu sendikal bürokrasi kişilere bağlı olmayan bir ilişkiyi ve sendikalara ve sınıf hareketine yönelik ortak ideolojik yaklaşımı ifade etmiştir.

2008’de oluşan yönetici organları “etnik-liberal” olarak değerlendirmek, kongrelerde yaşanan “makro ikti‘dar’laşma” biçimlerini; temsiliyeti yüksek, geniş tabanlı ya da “devrimci” olarak ifade etmek için yeterli değildir. Bu nedenle, sendikalarımızda “kimlerin gelip, kimlerin gittiği” önemli değildir. 2011’deki “iktidarlaşma” biçiminin 2008’in trajik bir tekrarı olmasının nedeni, bu yaklaşımdır. 2011’de gerçekleşen ise, sendikal bürokrasinin, bireysel ve grupsal çıkarlarını gözeterek kendisini korumaya almasıdır.

“Eskiyen iktidar” biçimi yerine yenisini ikame etmek, ne yazık ki, her zaman yeniyi ifade etmemektedir. Yönetimlerde çoğunluk sağlamaya dönük iktidarlaşma, yeni iktidar anlayışının merkezinde durmayı sürdürmektedir. Örgüt içi demokrasinin işletilmesi, karar alma süreçlerinin demokratikleştirilmesi vb. söylemler de, bu yaklaşımın kendisinden dolayı heder olmaktan kurtulamamıştır.

SENDİKAL DEMOKRASİ VE KARAR ALMA SÜREÇLERİ

KESK’in 4688 sonrası hazırlanan tüzüğünde, tüm karşı çıkışlara rağmen, karar organı Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ile sınırlandırılmış, Danışma Meclisi ve Danışma Kurulu’nun karar organları olması ve bileşenleri açısından isimlerinin değiştirilmesi önerileri kongrede reddedilmiştir. Yasa sonrası ilk Danışma Kurulu’nda (şube başkanları ve bağlı sendikaların MYK üyelerinden oluşuyordu) ise, kurulun aldığı kararlar yok sayılarak, hatta gündeme bile getirilmeyerek bugüne gelişin temelleri atılmıştır. Nihayet “Amerika yeniden keşfedilmiş” ve karar organlarının genişletilmesi, tabana yayılması vb. tüzüksel öneriler sendika kongrelerinin gündemi haline getirilmiştir.

2011 genel kurulları, sendikalarımızda bürokrasinin yerleştirilme ve geliştirilmesine yönelik tutumların daha güçlendiği bir genel kurul süreci olmuştur. Kimi sendikalarımızda elde edilen delegasyon gücüne dayanılarak, örgüt tarafından tartışılmayan, yönetimleri oluşturan kimi anlayışların siyaseten bakışlarına ve kendi örgütsel yapılarına paralel tüzüksel değişiklikler yapılmış, kimi sendikalarda bu girişimler ertelenmiştir. Sadece delegasyon çoğunluğuna dayanarak bu değişikliği yapmak kadar, bugüne kadarki tüm karşı çıkış noktalarını “iktidar hırsı” uğruna yok saymak apayrı bir çelişkidir. İşyerleri ve şubelerden geçmeden, “yukarıdan” yapılan değişikliklerle oluşturulmaya çalışılan yeni örgüt hukuku, aynı zamanda emekçilere ve örgüte yabancılaşmanın da hukuku olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bazı sendikalarda karar organlarının demokratik olarak işlemediği ya da işletilmediği bilinmektedir. Durum böyleyken, Eğitim Sen’in ve KESK’in son genel kurullarında karar süreçlerini genişletme ve demokratikleştirme adına, örgütte “siyasi komiserlik” mekanizması tüzüksel güvenceye alınmış ve Eğitim Sen’de Başkanlar Kurulu’na genel kuruldan seçilecek 17 “siyasi kadro” eklenmiştir. KESK’te ise, bunun daha genişi, 50 kişilik bir “KESK Genel Meclisi” kontenjanıyla getirilmiştir. Böylece örgüt, çoğunluğunun herhangi bir örgütsel sorumluluğu bulunmayan siyasi kadrolar üzerinden “vesayet” altına alınmıştır. Bu durum, üyelere ve örgüte olan güvensizliğin başka bir şekilde ifadesidir. Adı değiştirilse de, Eğitim Sen’de Başkanlar Kurulu’nun (yeni adı Genel Meclis) karar organı haline getirilmesi olumlu bir gelişme olmuş, ancak yapılan eklemeyle, örgütün şube kongrelerinde seçilen ve üyelere karşı sorumluluğu olanlardan oluşan bu organ yetersiz(!) görülmüştür.

Sendikal mücadelenin ilk yıllarında işyerlerinde alınan kararlar, işyerlerine dayanan eylemler, yıllar içinde yerini, kadroların karar aldığı, sınırlı sayıda üyenin bu kararları uyguladığı bir karar alma tarzı ve eylem çizgisine bırakmıştır. Üyelerle kurulan ilişkilerin zayıflaması ise karşılıklı güven ilişkisini önemli ölçüde zedelemiştir. Bu durumun en somut göstergesi, üyelerin bir fikre ya da eyleme ikna edilmesinin giderek zorlaşmaya başlamasıdır. Bu durumun en açık kanıtı, şubelerin tüm çabalarına karşın son yapılan eylemlere katılımın beklentinin çok altında olması, işyerleri ile sendika yönetimleri arasındaki açının giderek açılmasıdır. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, kitlelere rağmen, kitleler adına “en devrimci”, “en radikal” ve “en mücadeleci” eylem kararları almanın kolaylaştığı yolların yapı taşları döşenmiştir.

KESK’TE KONGRE SONRASI

Kongreden itibaren KESK ülkede olup bitenler, emek ve emekçilere karşı sermaye ve hükümetlerinden gelen saldırılar karşısında ya basın açıklamaları ya da kendini muhalefet örgütü yerine koyan tarzda eylemlerle yetinilmiş olmasıyla karakterizedir. Bu açıklama ve eylemlerde, kendinin ne kadar “devrimci” ve “radikal” olduğunu kanıtlamak gibi anlamsız yönelimlere girilmiştir. Hükümetin çeşitli konularda gündeme getirdiği meselelerde kamu emekçilerini birleştirmek, onların örgütleri ile güçbirliği yapıp hükümetin karşısına birleşmiş bir güç olarak çıkmak yerine, yukarıda belirttiğimiz hatta sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır.

KESK’in mevcut yönelimini daha iyi anlamak için Genel Kurul’dan bugüne kadar belli başlı meselelerdeki yaklaşım ve yönelimlerine daha yakından bakmak gerekmektedir. KESK’i yönetenlerin ilk sınavı, Ağustos ayında başlaması gereken Toplu Görüşme süreci olmuştur. Fakat yapılan anayasa değişikliğiyle ilgili olarak Toplu Sözleşme yapmak için yasa çıkarılması için görüşmeler ertelenmiştir. Bunun yerine, 4688’de yapılacak değişikliklere yönelik görüşmeler başlamıştır.

Hükümet, 4688 Sayılı Yasa’da yapmak istediği değişikliklerle işlevsiz bir TİS düzeni, yasaklanan grev hakkıyla “sosyal diyalogcu” bir “sivil toplum örgütü” yaratmak ve bu şekliyle eskisinden de beter bir sendika yasasıyla kamu emekçileri mücadelesini denetim altına almak niyetini ortaya koymuştur. Buna karşın KESK, diğer konfederasyonlarla yasaya yönelik taleplerde ortaklaşarak hükümetin karşısına güçlü çıkmak yerine, yine kendini yalnızlaştırarak, kamu emekçileri hareketinin işini daha da zorlaştırmış, Hükümet’in ve Memur Sen’in elini güçlendirmiştir. Hatta konfederasyonların birbirine yaptığı “nezaket” ziyaretleri sırasında Kamu Sen’in güçbirliği anlamına gelebilecek teklifini bile reddederek, Kamu Sen’i karşı tarafa itmiş, birleşik mücadelenin kaçanı olma görüntüsü vermiştir. Hükümetle oturulan masada yasaya yönelik talepleri kabul edilmeyince, yasa Meclis’e geldiğinde belli sayıda kadroyu Ankara’ya çağıran eylem kararı almış, 4688 Meclis’e öngörülen zamanda gelmediği için de eylem kararını birkaç defa ertelemiştir.

2011 Sonbaharı, AKP hükümetinin, seçimlerden önce aldığı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yetkisiyle, kamunun tasfiyesi ve çalışma hayatını sermayenin istekleri doğrultusunda düzenlemeye kaldığı yerden devam ettiği, eğitim, sağlık, yerel yönetim, sosyal güvenlik vb. kamusal hizmetleri tamamen paralı hale getirmeye çalıştığı, Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında bu hizmeti üreten kamu emekçilerinin de kazanılmış haklarının yok edilmesini hedefleyen yasaları gündemine aldığı bir dönem olmuştur.

Yeni düzenlemelerle güvencesiz ve esnek çalışma yaygınlaştırılmak istenirken, bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları, kıdem tazminatının fona devredilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması gibi hak gaspları da gündemdeki yerini korumuştur. Özellikle benzin, elektrik ve doğalgaza yapılan zamlarla kriz beklenir olmaktan çıkıp emekçiler için yaşanır hale gelmiştir. Kürt sorununda bilindik “terör” ve “güvenlik” eksenli yaklaşım ve çözümsüzlükteki ısrar, yeni acıların yaşanmasına kapı aralamıştır. Devletin ve iktidarın tepe noktalarından yapılan açıklamalar şovenizm ve ırkçılığı tırmandırmış, tehlikeli boyutlara taşımıştır. KCK adı altında sürdürülen operasyonlar barış isteyen her kişi ve kurumu hedef haline getirmiş ve KESK de bundan nasibini almıştır.

Emek, demokrasi ve barış mücadelesinin sermaye ve AKP’nin birincil saldırı hedefi haline geldiği ve saldırıların böylesine arttığı bir dönemde, KESK, diğer konfederasyonlar gibi, uzun süre süreci izlemekle yetinmiş, sonrasında KESK, DİSK, TMMOB ve TTB ile ne olduğu belirsiz bir “Sokağın Meclisi”ni kurmak için 8 Ekim’de Ankara’da merkezi bir miting gerçekleştirilmiştir. Kamu emekçilerinin ana kitlesinden kopuk, çok sese rağmen, taleplerin olmadığı 8 Ekim mitingi, birçok yönüyle eskinin tekrarı olmaktan öteye geçememiştir. Miting, emekçilerin dönemsel talep ve hedeflerinden daha çok, düzenleyicilerin siyasal yönelimlerinin açığa çıkmasına vesile olmuştur. Ancak bu miting ne kamu emekçilerinin sorunlarının çözümüne, ne barış mücadelesinin yükseltilmesine, ne de miting kararının bu şekilde alınmasında etkili olan anlayışların amacına hizmet etmemiştir. Sadece Halkların Demokratik Kongresi’nin karşısına “Sokağın Meclisi”ni koyma amacının nafile bir çabası olarak tarihteki yerini almıştır.

Daha sonra hükümetin sağlıkta dönüşüm politikalarına karşı birçok sağlık örgütünün ortaklaşa aldığı 21 Aralık grev kararı gündeme gelmiştir. KESK, gündemde olan sorunlar üzerinden aynı gün grev kararı almıştır. Bu grev kararı, kamu emekçilerinin, sağlıkçıların taleplerini sahiplenmesi ve diğer emek talepleriyle birleştirmesi ve sağlıkçıları yalnız bırakmamak açısından doğru olmuştur. Ancak grev, eylemde ve taleplerde diğer emek örgütleri ve emekçilerle ortaklaşamama, üstelik bu konularda herhangi bir somut çaba göstermeme, sağlıkçıların grevinin üstünden kendini başarılı kılma isteği vb. gibi fırsatçı yanlarıyla bazı örgütsel zaafları gündeme getirmiştir.

Sonuçta sendika merkezlerinin olumsuzluklarına, sürece yeterince katkı koyamamalarına rağmen, şubelerin işyeri çalışmaları sayesinde azımsanamayacak sayıda emekçi greve katılmış ve talepleriyle alanlara çıkmıştır. Bu, grev kararını alanların beklentilerini aşan bir durumu da ifade etmiştir. Fakat 21 Aralık grevi de, daha önceki eylemler gibi biriktirmeyen, öncesi ve sonrası olmayan, üzerine basılarak gelecek saldırıları göğüslemede bir aşamayı ifade etmeyen bir eylem olarak tarihteki yerini almıştır.

4+4+4 VE 4688 SAYILI YASA’DA DEĞİŞİKLİK SÜRECİ

Yeni yıla Başbakan’ın dindar nesil tartışmaları üzerinden 8 yıllık kesintisiz eğitimin tartışmaya açıldığı ve kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nda yapılmak istenen tartışmaların eşliğinde girilmiştir. Aslında tartışma eğitim kanunun üzerinden yeni başlasa da, olan, öğretmenlerin çalışma saatleri, yaz tatilleri, “kendilerini yenileyememeleri”, yapmak zorunda kaldıkları angarya işler (İKS, ADEY RİDEF vb.), rotasyon, pilot olarak başlatılan performans uygulamaları vb. söylem ve uygulamalar üzerinden sağlıkta dönüşümde izlenen yolun eğitimde izlendiğinin ortaya çıkışıdır. Bu da, öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırarak savunmasız konuma getirip, eğitimin kangrenleştirilmiş çeşitli sorunları üzerinden de daha önce başlatılan eğitimde dönüşüm sürecinin önemli bir aşamasını ifade ediyordu.

Öğretmenleri mesleki itibarsızlaştırma ve eğitimde dönüşüm kampanyası, bizzat, AKP Hükümetlerinin her dönem kilit isimlerinden ve kamuda dönüşüm sürecinin ülkemizdeki baş mimarı olan Bakan Ömer Dinçer eliyle yükseltilmiştir. Tüm bu olup bitenlere Eğitim Sen cenahından merkezi yanıtlar verilmemiş, merkezi aydınlatma ve teşhir faaliyeti yapılmamıştır. Eğitim Sen’i yönetenler, “yürütme” dedikleri MYK’da durumu tartışmış, kararlar almış ve örgütün önüne, bölge toplantılarında 2012 Eylül ayını da kapsayan 7–8 aylık “Mücadele Programı Taslağı” çıkarılmıştır.

Eğitim Sen’in mücadele programında, kravat takmama eyleminden zorunlu din derslerinin kaldırılmasına, eğitime bütçe istemekten demokrasi konulu ders işlemeye kadar hemen hemen her şey vardır. Mayıs ayının başında başlayıp sonunda nihayete erecek, her şubeden bir kişinin katılacağı 20 günlük yürüyüş ve sonrasında Ankara mitingi, Eylül ayında zorunlu din derslerinin kaldırılması ile ilgili eylem ve faaliyetler öngörülürken, bunların bir kısmı şube yöneticilerinin tepki göstermesi üzerine geri çekilmiş, bir kısmı da yapılmıştır. Fakat yaşam başka şekilde akmış ve masa başında yapılan kurguya uymamıştır. Hükümetin saldırıları Eğitim Sen’in “Mücadele Programı”nı beklemeyince, Eğitim Sen, daha önce pek çok kez olduğu gibi, yine hazırlıksız yakalanmıştır. Bu durum, uzun süredir eğitimin ve eğitim emekçilerinin sorunlarına ilgisiz kalmış, yabancılaşmış olan Eğitim Sen’e durumu tersine çevirmek için önemli fırsatlar da sunmuş, ancak bu da yeterince değerlendirilememiştir.

Hükümetin eğitim alanına yönelik saldırılarını “bakın biz ne kadar mücadeleciyiz, direngeniz, biz elimizden geleni yaptık, ama gücümüz yetmedi” şeklindeki içeriğiyle kendini kanıtlama adına, birleşik bir hatta mücadeleyi yükseltme fırsatı ve hükümetle geniş emekçi kesimleri karşı karşıya getirme olanağı bir kez daha heba edilmiştir.

Sendikalar; emekçilere içinde bulundukları durumu anlatmak ve bunu bilince çıkartmak için aydınlatmak, hükümetlerin saldırılarını teşhir etmek, emekçilere yönelik saldırıları püskürtmek, yeni haklar elde etmek ve birleştirebileceği güçleri birleştirip mücadeleye sevk etmek, sermaye ve hükümetleri ile karşı karşıya getirmek için vardır. Yaşanan durum karşısında KESK ve Eğitim Sen ne yapmıştır? Ne işkolundaki sendikalarla, ne de sorunun muhatabı diğer halk kesimleriyle birleşmek, ortaklaşmak için bir çaba gösterilmiştir. Birkaç bildiri ve afişin dışında önemli bir aydınlatma ve teşhir faaliyeti yürütülmemiş, hatta 28-29 Mart “grevi” bile merkezi bildiri olmadan işyerlerinin ve kadroların hazırlanması ile yapılmaya çalışılmıştır.

Eğitim Sen 4+4+4 Yasası Meclis’e geldiği gün grev yapacağını ilan etmiş ve örgütün buna hazırlanmasını istemiştir. Yasaya merkezi bakış net olmayınca, AKP’nin kolayca bertaraf edeceği bir pozisyonda kalınmıştır. Merkezi bakış açısı yetersiz olunca şubeler kendi bakış açılarını yansıtmaya başlamışlar, böyle olunca da, her şube anladığı, kavradığı biçimde ve şube yöneticilerinin kendi siyasi ideolojik bakış açıları doğrultusunda soruna müdahale etmeye çalışmış; bunun sonucunda da, tarihinde ilk defa “birden fazla Eğitim Sen” ortaya çıkmıştır. Yasa tasarısına karşı eğitim ve bilim emekçilerinin iradesini ortaya çıkarıcı bir yönelime girilmemiş, eğitim ve bilim emekçilerindeki tepki örgütlenip, onları hükümetle karşı karşıya getirici bir hat izlenememiştir.

Eğitim Sen, bu yasa tasarısına karşı; zorunlu din derslerinin kaldırılması üzerinden Alevilerle[2], anadilde eğitim talebi üzerinden Kürtlerle (Kürt halkı bu talep için milyonlar halinde irade beyanında bulunmuştur), parasız eğitim talebi üzerinden gençlerle ve gençlik örgütleriyle, akademiyle, öğrenci velileriyle ve yapılan düzenlemeyi “laik eğitime” yönelik bir saldırı olarak gören güçlerle bile birleşememiş, hatta buna yönelik bir çaba ya da hamlesi olmamıştır. Yasanın Meclis sürecinin uzaması üzerine, önce 15 Mart’ta bir sevk kararı alınmış, (şubeler 2-3 günlük bir sürede eylemi örgütlemek zorunda bırakılarak), uygulamaya yine yalnız başına karşı koymaya çabalanmıştır.

4+4+4 düzenlemesine karşı Türk Eğitim Sen ve başka sendikalar da taraf konumuna getirilebilecek ve mücadele cephesi genişletilip, Eğitim Bir Sen’in tabanında bile çatlaklar yaratılabilecekken, bunların hiçbiri yapılmamıştır. Elbette Eğitim Sen ve KESK bütün bu güçleri birleştirip taraf konumuna getirerek mücadeleye katmak için elinden gelen her şeyi yapabilir, ama bir birlik sağlanamayabilirdi. Böyle olsaydı bile, 28-29 Mart’ta mücadeleye katılan güçlerden daha fazla bir kesimin mücadeleye katılması sağlanabilir, en azından bu süreç içinde KESK’e bağlı diğer sendikalarla ortaklaşma sağlanabilirdi. KESK kendi içinde bile birlik gösterebilseydi, AKP’nin işini zorlaştırır, birlikte mücadelenin dışında kalmış örgütleri teşhir edebilir ve süreçten güven tazeleyerek ve güçlenerek çıkabilirdi.

Eğitim Sen ve KESK, kurgusunu protestoya dayalı, yasaların Meclise gelmesine endeksli bir eylem takvimine göre yapmayı tercih etmiştir. Bu, hem yasaya karşı koyuşun azalmasına, hem de Meclis’ten geçmesinin kolaylaşmasına hizmet etmiştir. Kitlelerin yasanın Meclis aşamasına geldikten sonra geri püskürtülebileceğine olan inançları azalıp, birleşik bir mücadelenin belirtileri de olmayınca; yasaya karşı mücadele de, kitlesellikten uzak ve bir grup kadronun protestosuna dayalı eylemlerden öteye geçememiştir[3].

Hükümet, Eğitim Yasası ile birlikte 4688 ve 2-B yasasını da Meclis’e getirince, KESK’i yönetenlerin ezberleri bozulmuş, birkaç defa erteledikleri kadrolarla “Ankara’ya gelme” “eylemi”, Eğitim Sen’in aldığı grev kararı ile birleştirilmiş ve böylece ne grev ne Ankara eylemine benzeyen 28-29 Mart eylem kararı ortaya çıkmış; KESK, yasalara karşı kendi sendikalarının bile bütünlüğünü sağlayamayan bir tutum göstermiştir. Üstelik bu süreçte, büyük anlamlar yüklenen “yeniden yapılandırma”nın temel organlarından olan KESK Meclisi’ni toplayıp durumu tartışma gereği bile duyulmamıştır.

4688 değişiklikleri konusu, sadece birkaç basın açıklaması, olmayan direnişin şiiri ile sonuçlandırılmıştır. Süreç, ne olduğuna, eylemi yapanların duruma ve söylendiği yere göre değişen yanıtlar verdiği bir “işgal” eylemi ile kabullenilmiştir. Yapılan ise, gerçekte, Ankara’da bir kadro eylemi yapmak için “grev” kararı almak olmuştur. Aslında olan, KESK’in ve Eğitim Sen’in “kendi eyleminin altını boşaltmasından” başka bir şey değildir. Böyle olunca da, hem iki günlük greve, hem de Ankara’ya gelmeye sınırlı sayıda katılım olmuştur. İçişleri Bakanlığı ve Valiliklerin despot tutumunun olmaması durumunda, Ankara’da, 2–3 bin kişinin il dışından geldiği, birkaç bin kişinin de Ankara’dan katıldığı bir eylem olacakken, bu gerçekleşmemiştir. KESK’in beklediği on binlerin rağbet etmediği, fakat kadro eylemiyle gündem olmaya çalışılan bir eylem tarzı benimsenerek, her iki yasaya karşı “görev”in yerine getirileceği hesap edilmiştir.

AKP İçişleri ve valiliklerinin talimatlarıyla Ankara’ya gelecek olanların illerden çıkarılmaması ve KESK kitlesinin illerden çıkmak için yaptığı eylemler ve kitleye karşı gaz kullanılması ile basının ve televizyonların bu durumu yansıtması sayesinde eylem gündemleşmiştir. Birkaç bin kişinin yasadan etkilenen milyonlar adına yaptığı işler üzerinden yazıldığı iddia edilen “direniş destanı” ile başından sonuna başarısız olan bir yönetim tarzı aklanmaya çalışılmış, sürecin iyi yönetilmediğine dair eleştirilere bile tahammülsüzlük gösterilmiştir.

AKP bile bu yasayı bu kadar kolay geçirmeyi düşünememiştir herhalde. Zaten sonradan öğreniyoruz ki, yasaya karşı alanlara çıkan ve gaza, suya, copa maruz kalan bizlerin asıl amacı olarak, AKP faşizmini teşhir etmek, basında gündem olmak vb. öngörülmüştür. Ankara’da alanda, Şubeler Platformu’nu boşa düşürmeye çalışan bir KESK, KESK’i boşa düşürmeye çalışan bir Eğitim Sen görüntüsü ortaya çıkmıştır. Kimsenin bir şey bilmediği, kendi yapmak istedikleri üzerinden yapılan bir kurgu değil, olanlar üzerinden kitleye duyurulan bir kurgu ile hareket tarzı 28-29 Mart eylemlerinde görülmüştür. Eylem günlerine yönelik söylenecek ve değerlendirilecek birçok mesele vardır kuşkusuz. Eylem, KESK’in, Eğitim Sen’in yönelimlerinin, sınıfa ve sınıf mücadelesine bakış açısının bir sonucu olarak ortaya çıktığı için, eylem gününe ait değerlendirmeler bütünün içinde çok da fazla bir yer tutmamaktadır.

KESK ve Eğitim Sen daha önce de Ankara’da kalmalı eylemler yapmışlardır. 17-18 Haziran 1995’te yüz elli bin kişiyle Ankara’da iki gün kalınmış, yine 4-5-6 Mart 1998’de Ankara ve tüm Türkiye’de kamu emekçileri sokakta sabahlamışlardır. 21-26 Mayıs 2001 Ankara yürüyüşü, Haziran 2001’de Ankara’da kalma eyleminde de gaz, su ve coplara maruz kalınmıştır. Yine Eğitim Sen kapatma davası sırasında ve sonrasında Büyük Eğitimci Yürüyüşü ile Ankara’da kalmalı eylemler yapılmıştır. Üstelik bunların bazılarında önceden belirlenen hedeflere de ulaşılmıştır. Ancak bu eylemlerin hiçbiri, 28-29 Mart eylemleri kadar merkezi düzensizliğin, plansızlığın, bilinmezliklerin hakim olduğu ve hiç bu kadar kendi örgütüne kapalı eylemler olmamıştır.

Tüm bunlar üzerinden Eğitim Sen, 28-29 Mart eylemlerinin verdiği “heyecanla” bir örgütlenme (kuşkusuz bu dönemde birçok faktörün etkisiyle üye sayısında artış olacaktır) ve mücadele programı başlattığını şubelere 18.04.2012 tarihli bir yazıyla bildirmiştir. Yazıda durum tespiti yapılmış, 4+4+4 eğitim yasasına karşı yapılan eylemlerin kitlelerde ne kadar umut oluşturduğu vurgulanmış, yönetimin planları ve yapılacak edilecekler sıralanmıştır. Örgütünün önüne de bir takım pratik işlerin yanında: “…eğitim emekçilerinin talepleri etrafında işyeri bütünlüğü sağlanmalıdır…” ve …önümüzdeki günlerde işyerlerinden devlet güdümlü, iktidar beslemeli, yurtsever makyajlı, milliyetçi ve sahte sendikaların gerçek yüzlerini TİS taleplerimizde buluşturarak açığa çıkarmalıyız. Kamu emekçilerinin toplu söyleşilerle, fiskos masalarına, tiyatro oyunlarına ihtiyaç duymadığı yapacağımız etkinliklerle bilince çıkarılmalıdır…” gibi anlaşılması zor, ama TİS dönemine yaklaşımını, hareket ve eylem tarzını, temel amacını ortaya koyan bir yazı konmuştur. Bu yazı da, bir kez daha yenilenen ve uzun bir süredir KESK’e ve bağlı sendikalarına hakim olan eylem tarzı üzerinde birkaç söz söylemek zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.

KESK’İN EYLEM TARZI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Uzunca bir süredir işçi ve emekçilerin sendikalarını sermayenin bitmek bilmez saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak yeterince kullanamadıkları bilinmektedir. Mevcut sendikal örgütlenmelerin büyük bölümü ‘sosyal diyalog’ adı altında, hakları için mücadele etmekten çok sermaye ve hükümet çevreleriyle “müzakere” etmeyi marifet sayan “sınıf uzlaşmacı” bir yönelime girmiş durumdayken, “mücadeleci” olması beklenen KESK ve bağlı sendikalar ise, büyük ölçüde kadrolara dayalı ve “medyada ses getirecek” eylem ve etkinlikler yapmanın derdine düşmüş durumdadır.

Sermaye ve onun hükümet partisi AKP tarafından bugüne kadar atılan adımlar emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, kamu emekçileri sendikaları sayısal olarak büyümek ve etkinlik anlamında güçlenmek bir yana giderek küçülmüş ve darlaşmıştır. KESK ve bağlı sendikalar, son dönemde benimsedikleri eylem ve mücadele tarzları ile ciddi anlamda kitle mücadelesinin dışına düşme ve daha da önemlisi, gerek mücadele tarzı gerekse etki olarak ciddi anlamda “marjinalleşme” tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu durum, sendika içinde “grupçu” ya da “fraksiyonel” eğilim ve davranışların sendikal politikalarda neredeyse tek belirleyici olmasını beraberinde getirmiştir. Bundan en çok zararı ise, başta sendikal hareket olmak üzere, sendikalar ve üyeler görmeye başlamıştır. Nitekim sendikaların içindeki politikleşmiş kesimlerin arasın­daki “kısa gün kârı”na da­yalı ittifaklar, sınıfın değil grupların çıkarlarını öne alan bir mevcut sendikal çizgiyi daha da belirgin hale getirmiştir.

Gittikçe üye kitlesinden ve kitle mücadelesinden kopuk sendikal anlayışların egemen olduğu sendikalarda emekçiler sendikalarına olan güvenlerini gün geçtikçe kaybederken, sendikalara inançsızlık ve bunun sonucunda ortaya çıkan hak kayıplarının yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu durum, sendikaların işlevlerini yitirdiklerini değil, aksine tarihin ve güncel gelişmelerin sırtlarına yüklediği görev ve işlevleri yerine getirmedikleri zaman güç ve itibar kaybetmelerinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

Özellikle son yıllarda üyelerin sendikal politikaların ve kararların oluşturulması sürecine katılmaları engellemekte, sendikal demokrasinin asgarisinin bile işletilmediği görülmektedir (bu durum örgütte hakim anlayış haline gelmiş olmalıdır ki, KESK’ in son Danışma Meclisi toplantısına 439 üyeden sadece 213’ü katılmış, katılım yüzde elliyi bile bulmamıştır). Oysa sendikal hareketin öncelikli ihtiyacı, sendika üyelerinin kararların alınmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlere aktif olarak katılması ve birlikte mücadele anlayışının işyerlerinde üye ya da üye olmayan ayrımı yapmadan işletilmesinden geçmektedir.

Son yıllarda hizmet bi­rimlerinde yığınların günlük talepleri etrafında müca­delenin örgütlenmesi yerine sadece “politik kadroların” katıldı­ğı eylem tarzının egemen eylem hattı olarak izlenmesi, yaşanan darlaşma ve marjinalleşmenin temel bir başka nedenidir. Bugün kamu emekçileri sendikalarının yaşadığı darlaşma ve eylemlerin etkisizliğinde, bir süredir benimsenen “taşıma” güçlerle yapılan kadro eylemlerinin küçümsenmeyecek bir etkisi vardır. 28-29 Mart eylemi, bahsi geçen “taşıma” eylemlerin en son ve en kötü örneklerinden biri olmuştur. Çalışma Bakanlığı’nı “işgal” eylemiyle de “öncü kadro” eylemlerinin doruğuna ulaşılmıştır. KESK’in bir süredir içinde bulunduğu darlaşma ve “kadrolu eylemciler” dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi nedeniyle yaşanan “yalnızlaşma”, üyelerin en temel sendikal faaliyetlere bile katılmaktan imtina etmesini beraberinde getirmiştir.

Eğitim Sen, 28-29 Mart’ta iki günlük grev yapacağını açıklamış, ancak bütün üyelerini Ankara’ya çağırarak, sendikal mücadele tarihinde eşi benzeri olmayan bir “grev” biçimini hayata geçirme tutumunu benimsemiştir. Sonuç olarak, Ankara’da 2-3 bin kişi ile sözde “militan” bir eylem tarzı oluşturulmaya çalışılmış, polisin acımasız saldırısı ile başından bu yana hedeflenen “medyada ses getirme” amacına fazlasıyla ulaşılmıştır.

Polis şiddeti ile kamu emekçileri mücadelesinin gündeme gelmesi ve birkaç bin kişiyle düzenlenen “radikal” eylemlerin, kelimenin tam anlamıyla yapılan yanlışların ve hataların üzerini örtmek ve “zevahiri kurtarmak” anlamına geldiği açıktır. Gerek 4+4+4 düzenlemesinde, gerekse 4688 sayılı yasa sürecinde kitleleri bilgilendirecek ve onları birleşik bir mücadeleye sevk edecek etkinlikte ve yaygınlıkta –velileri vb. de hedeflemekle birlikte, en başta işyerlerinde üye ve üye olmayan eğitimci ve genel olarak kamu emekçileri saflarında çalışmaya dayalı bir sendikal çalışma tarzı benimsenmemiştir. Onun yerine, kamu emekçilerinin sesini burjuva basında çıkacak birkaç haber ya da görüntü ile duyurmaya çalışan sendikal anlayışlar, yıllarca bütün gücünü işyerlerinden alan ve bunun üzerinden fiili meşru mücadele geleneğini oluşturan KESK’i bugün ve gelecek açısından içler acısı bir duruma sürüklemiştir.

Kuruluş süreçlerinde, bir çağrıyla kendi üye tabanının çok ötesinde yüz binlerce kamu emekçisini eyleme geçiren KESK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, dönem dönem tıpkı Türk-İş bürokrasisi gibi, tabanın ve şubelerin beklenti ve önerilerini önemsemeyen, hatta zaman zaman onlardan şikâyet eden noktalara kadar savrulabilmiştir. Diğer başka etkenlerle birlikte bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, KESK’in karşısında, Memur-Sen, Kamu-Sen gibi devlet güdümlü ve hükümet destekli sendikalar, KESK’in üye sayısını katlayarak çok daha kitlesel ve sözü dinlenir örgütler haline getirilmiştir. Bu durumun oluşmasında, hükümet kadar, KESK’in benimsediği sendikal çizgi ve işyerinden çok sadece “sokak odaklı” kadro eylemciliği tarzının etkisi büyüktür.

Emek Hareketi açısından, sürece müdahalesi ve tutumunun gözden geçirilmesi gereken bir dönem geride bırakılmıştır. Sendikal demokrasinin işletilmesi, kararların işyerlerinden alınması, teşhir ve aydınlatma çalışmasındaki yaygılık ve zenginlik (zaman zaman bu merkezi bildiri ve afiş örnekleri ile aşılmaya çalışılsa da) açısından olumlu örneklerin yanında gerekenin yeterince yapıldığı söylenemez. Geçtiğimiz süreç içinde sınırlı sayıda olumlu çalışmalar ortaya çıkarılabilmiş, fakat bunlar, kamu emekçileri hareketini etkileyerek değiştirecek nitelikte ve yaygınlıkta olmamıştır.

Emek hareketinden arkadaşlarımızın yönetiminde olduğu şubelerde, faaliyet ve eylem kararlarını büyük oranda merkezden bekleyen pozisyonda kalınmıştır. Hareketi darlaştırmaktan çıkarıp değiştirecek ve ilerletecek müdahalelerin merkezi ve yerel olarak zamanında yapıldığı söylenemez. Özellikle var olan yerel sendikal birlik ve platformları hareketlendirme, olmayan yerlerde yenilerini oluşturmada eksik kalındığı açıktır.

Emek Hareketi tarafından 24-25 Eylül 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Emekçileri Konferansı’nın sonuç bildirgesinde önümüze koyduğumuz görevleri yapma konusundaki eksiklikler, yetmezlikler ve bunların dar bir kadronun işi olarak görülmesi, bizlerin bu süreçteki görev ve sorumluluklarımızı arttırmıştır. Ayrıca örnek çalışmaların Evrensel ve Hayat Televizyonu’na yeterince yansımaması bu çalışmaların yaygınlaşmasını kendiliğinden engellemiştir.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEM VE SORUMLULUKLARIMIZ

Önümüzdeki dönemde sermaye ve hükümet, emek ve demokrasi güçlerine yönelik saldırılarını arttırarak devam ettirecektir. Yukarıda tartıştığımız nedenlerden dolayı işinin geçmişe göre daha kolay olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bir yandan bu durumu değiştirme mücadelesi olarak siyasi ve ideolojik mücadele devam ederken, bir yandan da bütünlüklü bir mücadele stratejisi çerçevesinde, emekçilerin güncel talepleri ve sorunlarına yönelik işyeri çalışmalarımızı daha planlı, daha etkin bir şekilde arttırarak devam ettirmek gerekmektedir.

Kamu emekçilerinin önünde hükümetle yapacakları TİS görüşmeleri vardır. Bu görüşmeler, iki yılı kapsaması ve pek çok yönden ilk olması nedeniyle daha da önem kazanmıştır. Üstelik bu yıl toplusözleşmeler, sonraki yıllardan farklı olarak, tatil dönemine değil, kamu emekçilerinin hemen hemen tamamının işyerlerinde olacağı bir dönemde yapılacaktır. Bu avantajın iyi değerlendirilmesi gerektiği açıktır.

Öncelikle KESK’in her koşulda masaya oturması, taleplerin işyerlerinden alınacak öneriler çerçevesinde hazırlaması ve emekçilerin taleplerini masada sonuna kadar savunması gerekliliği vurgulanmalıdır. Mayıs ayı itibarı ile başlayacak görüşmelere, konfederasyonların ortak talepler ileri sürmeleri ve bunların gerçekleşmemesi durumunda, bir grevle talepleri kabul ettirmeyi zorlayacak ortaklaşmayla gidilmelidir. KESK ve bağlı sendikalar bu konuda sorumluluğunu yerine getirmeli, öncülük yapacaksa böyle bir içerikte yapmalı, hem yönetimler hem işyerlerindeki kadrolar bunun için seferber edilmelidir.

KESK; Kamu Sen ve Memur Sen’i hükümetle karşı karşıya getirecek bir taktik anlayışla hareket etmeli, talepleri ve mücadeleyi ortaklaştıracak yol ve yöntemler izlemelidir. TİS sürecinin bütün aşamalarında tabanını bilgilendirici araçları yaratmalıdır. Sendikalı sendikasız bütün kamu emekçilerinin gözü-kulağı TİS sürecinde olacağından, bunun işyeri çalışmasını kolaylaştırıcı bir işlev göreceği gerçeği dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bu, toplusözleşme sürecine ilişkin eylem kararlarının kamu emekçileri tabanıyla birlikte hazırlanmasını kolaylaştırmaktadır.

Kamu emekçilerinin talepleri: Herkese kadrolu iş güvenceli çalışma; performansa dayalı, esnek, kuralsız ve angarya çalışmaya son verilmesi; herkese ayrımsız ek ödeme; ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması; kreş, servis, gelir vergisi dilimlerinin aşağı çekilmesi; toplusözleşme zammının, doğalgaz, akaryakıt ve elektrik zamlarının yanı sıra büyümeden almamız gereken payla birlikte geçmiş kayıpları telafi edici bir oranda olması vb. başlıklar üzerinden tartıştırılarak belirlenmesi gerekmektedir. Fakat gerek sürenin kısa olması, gerekse KESK’in bu konuda bir imza metni çıkarması bizlerin bu konudaki görevlerini azaltmamalıdır. Bu imza metinleri işyeri toplantıları ile tartıştırılmalı ve zenginleştirilmelidir.

Emek Hareketi’nden her kademedeki yöneticiler, işyeri temsilcileri ve üyeler, bu sürecin aktif bir müdahalecisi, örgütleyicisi olmak zorundadır. KESK merkezine ve bağlı sendikalara hakim anlayışın; tabanın isteklerinin gereğini yapmaları, işyerlerine ve kamu emekçileri hareketinin mücadelesini örgütleyecek kararlar almalarını zorlamak ve mücadelenin içine çekmek için tüm olanaklarımızı zorlamalı, özellikle örnek çalışmaları Evrensel ve Hayat Televizyonu üzerinden tüm kamuoyu ile paylaşmalıyız.

AKP Hükümeti’nin saldırıları karşısında işyerlerinden başlayan en geniş kamu emekçilerinin birliğini sağlayan ve işyerlerini temel alan bir mücadele hattı izlenmedikçe olumlu yönde ilerlemenin olamayacağı bilinmelidir. Bununla bağlantılı olarak, bizim de çalışmalarımızın yenilenmesi, güçlenmesi ve sürece yeni güçleri sürmenin mümkün olmadığı anlaşılmalıdır.

Ne 4688’in bugünkü hali, ne de 4+4+4 düzenlemesi değişmez yasalar değildir. Ne grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesi, ne de demokratik, parasız, bilimsel, laik ve anadilde eğitim hakkı mücadelemiz, ne de kamu emekçilerine yönelik saldırılara karşı mücadele ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşularını düzeltme mücadelesi bitmiş değildir. Önümüzdeki dönemde bütün bu alanlarda, demokrasi mücadelesinde olanaklarla da dolu yeni ve çok daha zorlu bir mücadele süreci bizleri beklemektedir.

SONUÇ YERİNE

KESK’in, örgütlü ya da örgütsüz bütün kamu emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye olduğu kadar, bu mücadeleyi yönlendirecek yönetimlerin belirlenmesinde de dolaysız bir biçimde etkin olması için alınacak önlemler, kamu emekçileri sendikal hareketinde son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında, daha da önem kazanmış bulunmaktadır. Bu konuda en büyük sorumluluğun yıllardır işyerine dayanan bir sendikal çalışmayı temel alan Emek Hareketi’ne düştüğü açıktır. Emek Hareketi’nin, sendika üst yönetimlerinin emekçilere yönelik önyargılarını bir kenara bırakarak, onların talepleri için birlikte mücadeleyi örgütlemeyi hedeflemesi, örgütsüz ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakılan emekçileri her koşulda sahiplenmesi, başka sendikalara üye olan emekçileri “rakip sendikaların” üyesi değil, kamu emekçilerinin bir parçası olarak görmesi, KESK ve bağlı sendikalara hakim sendikal anlayışlarla aramızdaki sendikal çizgi farklılığının temel göstergeleridir.

Sendikal mücadelede somut talepler üzerinden mücadele edilmeden, emekçilerin sendikalardan beklentilerini ve taleplerini sahiplenmeden sonuç alındığı bugüne kadar hiç görülmemiştir. KESK’in bütün kamu emekçilerini birleştiren bir sınıf tutumu benimsediğini ve bu tutumun bir gereği olarak sadece üyelerinin değil, tüm kamu emekçilerinin mücadelesini yürüttüğünü emekçiler arasında hissettirmeden, mevcut durumu değiştirmek mümkün değildir. Bu nedenle ilk olarak yapılması gereken, somut talepler üzerinden mücadelenin örgütlenmesi, sermaye ve hükümet ile hem ekonomik hem de siyasal olarak –zaten karşı karşıya olan­ emekçilerin, bu karşıtlığın farkında olarak– karşı karşıya gelmesinin sağlanması ve bu karşı karşıya geliş içinde KESK’in mücadeleci ve hak almaya yönelik tutumunun yine somut olarak ortaya konulmasıdır. Ancak bu yapıldığında, bir taraftan var olan üyeler harekete geçirilirken, diğer taraftan bu tutumu gören yüz binlerce örgütsüz kamu emekçisinin yüzünü KESK’e ve onun mücadelesine dönmesi sağlanabilir.

Sınıf iradesini temel alan, sendikal demokrasinin aşağıdan yukarıya, her adımda emekçilerin iradesine dayanarak örgütlenmesi ihtiyacı, sadece kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi açısından değil, aynı zamanda bütün emekçilerin taleplerini kucaklayan birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi açısından da önemlidir. KESK’in son dönemde benimsemiş olduğu dar ve kitlelerden uzak eylem ve mücadele tarzı, bu açıdan değerlendirildiğinde ve bunu değiştirmek için üzerimize düşenleri yaptığımızda, işçi ve emekçilerin kazanması kaçınılmazdır.

Bu yazıda sıkça belirttiğimiz protestocu eylem ve sendikacılık tarzını ve her türlü sınıf dışı tutumu tartışmaya açmak, yapılan sınıf dışı eylemleri ve etkinlikleri teşhir ederek kamu emekçilerine anlatmak, kamu emekçileri ve dolayısıyla Emek Hareketi açısından bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu tartışma, anlatma ve teşhir faaliyetinin; “nasıl bir mücadele”, “nasıl bir sendika” ve “nasıl bir KESK” tartışmalarına verilecek yanıtlarla birlikte günlük mücadeleden ve taleplerden koparılmadan yapılması gerekmektedir. Bu süreçte şüphesiz sadece teşhir faaliyeti ile yetinilmemeli, işyerleri merkezli yapılacak tartışmalarda üst yönetimlerin aldığı kararlar yukarıda ortaya konulan çerçevede geniş emekçi yığınların tartışma süzgecinden geçirilmelidir. Sadece eleştiren ve teşhir eden durumundan çıkılıp, yönetimlerinde olduğumuz merkez ve şubelerde bu tutuma uygun örnek yönelimlerin ortaya çıkarılması, buna uygun bir hattın tutturulması gerektiği açıktır.

Şubelerde, işyerlerinde artık yukarıdan bekleyen pozisyonunda olunmamalıdır. Yerelden yapılacak çalışmalarla; hem sınıf dışı tutumlar teşhir edilmeli ve kitlelerden soyutlamalı, hem de sermayenin, hükümetin saldırılarını teşhir etme ve buna uygun birleşik mücadeleyi yükseltme boyutuyla örnek çalışmalar yapılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Bu konuda yerel platformları oluşturma, yaygınlaştırma ve işyerleri ile bağlarını güçlendirme en önemli görevlerdendir. Ancak o zaman işyerlerinde ortaya çıkan emekçi iradesinin sendikal harekete ve birleşik mücadeleye doğrudan etkisinden bahsedilebilir.

Bugün karşı karşıya olduğumuz tüm sorunlara ve engellere rağmen, sendikalarımızı birer sınıf örgütü olarak yeniden inşa etmenin, mücadeleci tarzda yeniden örgütlemenin olanakları her zamankinden daha fazladır. Yeter ki, bu olanaklar uygun araçlarla kullanılsın, gerekli cesaret ve ataklık gösterilsin.

 


[1] Emekçilerin hak ve çıkarlarını savunan bir örgüt doğal olarak muhaliftir, ancak sendikaların görev ve sorumlulukları muhalefet etmekle sınırlandırılamayacak kadar geniştir. Mutlaka muhalefet yapılmak isteniyorsa, bunun, Emek Platformu’nun 1999 eylemleri ve 1 Aralık 2000 iş bırakma vb. gibi eylemlere bakılarak yapılması ile mümkün olacağının bilinmesinde yarar vardır.

[2] Aleviler, 29 Mart’tan iki gün sonra 1 Nisan’da İstanbul’da yaptıkları eyleme elli binin üzerinde katılım sağlamışlardır. Eğitim Sen ve KESK bu kesimle ortaklaşma yönünde bir çaba harcayıp bunun uygun araçlarını yaratmayınca, KESK eylemine sınırlı sayıda Alevi katılmıştır.

[3] Süreç o kadar dışlayıcı kendini merkeze koyan bir yerden işletildi ki, bu mücadelede taraf olan, Eğitim Sen ve KESK’in her eyleminde ona destek veren güçler bile, bu süreçte, kitlesel eylemlerde alana çıkardıkları güçlerini bile seferber edememişlerdir.

Belge-Berktay tartışması: Marksizm düşmanlığında birlik

Liberal solun iki yazarı Taraf gazetesinde, belirli bir çevrenin de gündemi haline gelen bir tartışma sürecini geride bıraktılar. Birçok konuda anlaştılar, ayrıntılarda takıldılar.

‘Askeri vesayet rejimi’ne karşı ‘mücadeleyi’ temel halka olarak belirleyen Taraf gazetesinin bel kemiği sayılabilecek bu yazarların derdi neydi? Serbest piyasa reformları, özelleştirmeler, uluslararası tekellerin serbest ticaret dayatmaları? Hayır, burada bir anlaşmazlık yoktu. İkisi de, bazı küçük şerhler koysalar da, sonuna kadar ‘anti-devletçi’ydi. Askeri vesayete karşı mücadele, AKP’nin ‘demokratikleşme’ çabaları, ‘bürokratik oligarşi’nin tahtından indirilmesi… Heyhat, coşkuyla desteklediler… Sosyalizmin kazanımları, tarihsel deneyimleri, işçi sınıfı ve ezilen hakların antiemparyalist, antikapitalist kalkışmaları? Düşmanlıkta kol kola idiler. Ne oldu? Sorun, problem neydi? Ortada paylaşılamayan ne vardı? Askeri vesayetin son çırpınışları devam ederken, Berktay’ın deyimiyle demokrasi karşıtı güçlerin yeni bir blok oluşturma çabası varken, nereden çıktı bu tartışma?

Öncelikle, kısa bir not düşülmesi faydalı olacaktır. Halil Berktay, Marksizmin ilerici-gerici, ezen-ezilen ulus, sınıf mücadelesi, sınıf iktidarı vb. kavramlarının Kürt hareketini değerlendirmede yanlış sonuçlara neden olduğunu ‘Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi’[1] başlıklı köşe yazısında ifade ediyor. Bunu kanıtlamak üzere, sosyalizmin tarihsel olarak bittiğini, artık insanlığın önünde sosyalist bir seçeneğin bulunmadığını iddia ediyor. Tartışma da buradan başlıyor. “Sosyalizm bitti mi?” “Zamanında neden sosyalist olmuştuk?” “Sosyalizm nedir?” “Gelecek sosyalizm ile ‘eski’ sosyalizm arasındaki ilişki” vb. – birçok mesele tartışmanın kapsama alanına giriyor. Belge’nin ‘rahat’ dili, Berktay’ın üsten, her şeyi bilen ve herkesi bir çocuk gibi azarlayan üslubuyla tartışma ilginç bir hal alıyor.

Berktay ve Belge “sosyalizm tartışmasını hiç bırakmadılar ki” denilebilir. Evet, bir ölçüde doğrudur. Berktay da zaten Benim yirmi küsur yıldır uykularım kaçıyor bu iç hesaplaşmalarla. O yüzden, Marksizm, sosyalizm ve uluslararası komünist hareket tarihine post-mortem notları düşüp duruyorum.[2] demektedir. Buna rağmen; liberal sol içinde böyle bir tartışmanın bugün yapılıyor olması için bazı koşullar daha uygun hale gelmiştir:

Birincisi; liberal solun cansiperane bir şekilde AKP’yi, onun ‘askeri vesayete’ karşı mücadelesini, ‘demokratik’ açılımları ve resmi ideolojiyle ‘didişmesini’, mesela 12 Eylül’ü ‘yargılamasını’ destekleyen döneminin sonuna gelindiği söylenemese de, bu fikrin saflarında eski kalabalığı ve etkinliği bulmak mümkün değil. Çünkü, belki 2-3 sene önce Genelkurmay’la karşı karşıya gelen, Danıştay’ın kapatmaya çalıştığı, Kürt açılımı yapan ve bir ölçüde Kürt kamuoyunu da gözeten bir dil kullanan AKP dönemi kapanmıştır. Bütün diğer mücadele ve çatışmaları örtmeyi amaçlayan sözde asker-sivil karşıtlığı büyük ölçüde aşılmıştır. Artık, AKP, Kürt açılımını kapatan, KCK operasyonlarıyla sadece BDP’liler değil tüm muhalif kesimler üzerinde baskı kuran, basın özgürlüğünü ayaklar altına alan, farklı fikirlere karşı kin kusan, dindar bir gençlik hedeflediğini söylemekte beis görmeyen bir AKP’dir. AKP’nin liberal solculardan aldığı destek devam etmekle birlikte giderek daha çetrefilli bir hale gelmektedir. Bu nedenle Taraf ve onun iki önemli yazarının, sağcısından solcusuna, Ateist’inden Müslüman’ına kadar herkesin neden AKP’yi desteklemesi gerektiği üzerine teoriler ürettiği coşkulu dönemin genel olarak son bulduğu söylenebilir (Bu, hâlâ böyle çabaların olmadığı anlamına gelmez).

İkincisi; AKP’nin görünüşte egemen statükoyla mücadele ettiği fikri yerini AKP’nin yeni bir statüko oluşturduğu ve ‘iktidar ama muhalefet’ durumundan tam anlamıyla iktidar durumuna geldiği düşüncesine bırakmaktadır. Bu, bir dönem AKP’nin sözde muhalif pozisyonuyla yedeklediği aydınlar arasında bir bölünmeye, AKP’ye karşı güvensizliğin artmasına yol açmaktadır ki; hala AKP’nin dümen suyunda seyreden aydınlar arasında bile ölçülü bir eleştirellik gözlenmektedir. Başbakan’ın Ahmet Altan’a dava açması, Star gazetesinin Mehmet Altan’ı işten atması, bu ‘bir gözü dışarıda’ eleştirelliğin sonucudur. AKP’nin hala desteklenmesi gerektiği fikrinde farklı tonlar ve yaklaşımlar, yukarıda ifade edilen ‘coşkulu’ dönemin de son bulmasıyla öne çıkmış, karşı karşıya gelişler artmıştır.

Üçüncüsü ise; ekonomik kriz, krizin yükünü üstlenmemek üzere yükselen işçi ve halk hareketi, kapitalizmin giderek sorgulanır hale gelmesi ve alternatif bir sistem arayışının aydınlar ve emekçi sınıflar içerisinde artması, sosyalizmi, liberal sol içinde de yeninden tartışılır hale getirmiştir. Bu, kapitalizmin çelişkileri, yoksulluk, işsizlik, kriz, baskı ve sömürü gibi kapitalizmin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bir çıkış arayışı değil, tersine bu arayışa giren emekçi ve aydınlar karşısında ön kesici ve yönlendirici bir tartışma niteliğini taşımaktadır. Liberal sol kendince sosyalizmi ‘mahkum eder’ ya da ‘eski’ sosyalizm eleştirisi üzerinden kapitalizmin sınırlarını aşmayacak bir ‘sosyalizm’ tarif ederken sosyalizm güçleri karşısında ideolojik hegemonya mücadelesi vermektedir.

Belge ve Berktay elbette ‘özgür’ bireylerdir! Ne zaman neyi tartışacakları konusunda özgür olduklarını söyleyebilirler. Hatta, bu değerlendirmeyi en basit bir ‘bilimsellik’ gündeme geldiğinde ifade ettikleri biçimde ‘determinist’ de bulabilirler. Ancak, bahsedilen, bu iki yazar açısından bir mutlaklık ya da bir zorunluluk değil, bir siyasal ve ideolojik ortamın yol açtığı eğilimlerdir. Bu eğilim bir yana, liberal solun fikri sosyalizm düşmanlığı olduğu sürece zikri de buna uygun olacaktır. Özetle, yukarıda ifade edilen koşullar söz konusu iki yazarla sınırlı değil, liberal sol içindeki AKP’ye yönelik sınırlı eleştirelliğin farklı tonlarıyla alakalıdır.

Bu makalede, Belge ve Berktay arasındaki tartışmanın ağırlıklı olarak Belge “tarafı”nı, Belge’nin görüşlerini ele alacağız. Berktay’ın sosyalizm anlayışı ya da gerçeklerin tahrifine dayalı düpedüz sosyalizm inkarcılığı ve düşmanlığıyla bilim dışı tarihçiliği üzerinde ayrıca durulacak, ancak, bu makalede de Berktay’ın görüşlerine tartışmanın seyri gereği değinilecektir.

SOSYALİZM DENEYİMİ ÜZERİNE

Sosyalizmin ne olduğu ya da ne olmadığı Belge-Berktay tartışmasının temel konularından birisini oluşturuyor. Ancak, iki yazar buraya gelmeden önce bir mutabakat zaptı imzalıyorlar. Berktay’a göre, “Sovyetlerin çöküşüyle komünizm tarihsel olarak bitti. …Giden, sosyalizmin şakası veya karikatürü değil, ta kendisiydi.[3]

Belge de sosyalizm deneyimini proletarya adına diktatörlük[4] olarak tanımlıyor: “Şimdi bunları kimse vaat etmez (vaat edenler gene olabilir, ama kimseyi ikna edemezler). Bir deneyim yaşanmış ve beklenen sonucu vermediği ayan beyan ortaya çıkmışsa, aynı deneyime bir kere daha kalkışmaya kimseyi ikna edemezsiniz.[5]

Berktay, iddiasını ifrata vardırıyor, ona göre sosyalizm ve Sovyet tecrübesinden alınacak hiçbir olumlu unsur yoktur:

Halka, kitlelere sunacağımız kapitalizm alternatifi ne olabilir? Böyle bir programa (1Sovyet tecrübesinden aktaracağın; (2) teorik bakımdan sosyalizme özgü sayabileceğin herhangi bir olumlu unsur var mı? Siyasî rejim midir, ekonomi midir? Piyasa karşıtlığı mıdır, devlet mülkiyeti midir?[6]

Sosyalist bir toplumun iki temel unsuru; ekonomik sistem (esas olarak sosyalist üretim ilişkileri) ve siyasal sistemdir (proletarya diktatörlüğü). Berktay bu ikisini de reddediyor. Geriye ne kalıyor? Berktay’a göre hiçbir şey. Üretim araçlarının kapitalist mülkiyetine dayanan sömürü sistemi yıkılıyor, yerine, üretim ve dağıtımın halkın ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesini öngören bir toplumsal düzen, yani sosyalizm kuruluyor. Kapitalizmin, insanlık tarihinde görülmemiş biçimde yol açtığı yıkımlar; yoksulluk, işsizlik, sosyal ve kültürel yaşamdan dışlanma, çalışma yaşamındaki sorunlar, evsizlik, eğitim, sağlık, kadın hakları, çocuk bakımı gibi devasa sorunlar çözülüyor ve sayın Berktay (ve tabii Belge) bu deneyimde faydalanacak hiçbir şey bulamıyor. Neden? Kendisinin de belirttiği gibi, “piyasa karşıtlığı ve proletarya diktatörlüğü” nedeniyle:

Hiç olmazsa şu basit gerçeği idrak edelim artık: Her tekel konumuna karşı piyasanın daha iyi olması gibi, bu parlamenter rekabet de çok daha iyidir.[7]

Berktay, tekel konumu derken, bir yandan toplumsal mülkiyeti, diğer yandan proletarya diktatörlüğünü kastederek, bunların karşısında piyasayı ve burjuva parlamenter rejimi koyuyor.

Evet, Berktay’ın deyimiyle, sosyalizm özünde “piyasaya karşıdır”. Emek gücünün sömürüsü (artı-değerin üretimi) ile meta üretimi, bu metaların pazarda değişimi (artı-değerin gerçekleşmesi) ve tüm meta olmayanların da (daha fazla artı-değer üretme zorunluluğuyla) metalaşmasına dayanan kapitalist piyasa sosyalizmde ortadan kaldırılmış; koşulları oluştukça tümüyle ortadan kalkmak üzere, meta üretim ve değişimi ve dayanağı olarak değer yasasının etkisi sınırlandırılmıştır.

Oysa, Berktay’a göre piyasa özgürlüktür! Birey, piyasada kendini gerçekleştirip zengin olma ihtimaline sahiptir. Fırsatlar dünyası vardır ve bu fırsatları değerlendiren, biraz da şanslı olanlar hızla yükselebilir! Kapitalizm insanlara böyle büyük bir olanak sunmaktadır. Bu olanağı gerçeklik haline getirmek insanların özgür iradesine bağlıdır. Olmuyorsa yine bireyin suçudur. İşsizse birey çalışmamıştır, ya da çalışmasını sağlayacak kadar düşük bir ücrete razı olmamıştır. Yoksulsa yeterince çalışmamış, tasarruflu olmamıştır. Ama piyasa özgürlüktür, fırsatları değerlendirebilenlere sınırsız zenginlik sunmaktadır. Amerikan rüyası da budur!

1930’lu yıllardan kalma bu hür dünya propagandası, Berktay ve Belge için önemli bir temeldir. Yazarlarımıza göre, sosyalizmin, ‘piyasa’ karşıtlığıyla demokrasi karşıtlığı iç içedir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, piyasanın sunduğu özgürlük, tercih edebilme hakkı, tüketici seçimi, girişimcilik vb. ortadan kaldırılmıştır. Çok sevdikleri deyimle “kumanda ekonomisi”[8] kurulmuştur. İddialar böyledir. Alternatifleri ise açıktır, sözde bireysel özgürlüklerin temeli olan piyasa ve piyasanın üzerinde yükseleceği kapitalist üretim ilişkileridir.

Oysa, piyasanın baş tacı edilmesinin sonuçlarını milyarlarca emekçi gün be gün yaşamaktadır. Ortada sömürü özgürlüğünden başka bir özgürlük olmadığı açıktır ve açıklamakla vakit kaybetmek gereksizdir. Eğer özgürlükten bahsedilecekse, bu kapitalist mülk edinme ve sömürü özgürlüğüdür!

Berktay ve Belge’ye göre sosyalizm tam da bu özgürlüğü ortadan kaldırdığı için “totaliter, baskıcı ve özgürlük karşıtıdır”. Yazarlarımıza göre, bunlar yoksa gerisi laf-ı güzaftır. Siyasal rejim de demokrasi yokmuş, tek parti diktatörlüğü varmış, temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış; bütün bunlar asıl derdi gizlemek üzere gündeme gelen demokrasi havariliğinin kırıntılarıdır.

 

SOSYALİZMİN NİTELİĞİ TARTIŞMASI

İlk konuda anlaşan Berktay ve Belge’nin tartışması bundan sonra başlıyor. Mesele sosyalizmin ne olduğu… Belge’ye göre; “Sosyalizm Marksist-Leninist sıfatıyla yürüyen kolunun iktidardaki performansı, bu düşünce tarzının gerçekten de geri gelemeyecek biçimde tarih sahnesini terk ettiği görüşünde itiraz edeceğim bir şey yok.[9]

Belge, şimdiye kadar ki sosyalizm uygulamalarını reddedip gelecek için başka bir sosyalizmin mümkün olduğunu söylerken, “Bizler insanların eşit ve özgür yaşadığı bir toplumun kurulabileceğine, sömürünün her türlüsünün ortadan kalkmasını sağlayacak bir ahlâkın oluşabileceğine inanıyorduk. Olup biten her şeye rağmen, çoğumuz, buna inanmaya devam ediyoruz. O halde ‘sosyalizm oydu, gitti, bir daha gelmeyecek’ denebilir mi?[10] diye soruyor.

Berktay, Belge’nin sosyalizm tanımlamasını aktardıktan sonra şöyle diyor: “Buna itirazım kısaca şöyle: Bu tavrıyla Murat, sosyalizmin sosyalliği ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor; sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlâki niyet ve özlemler yumağına indirgiyor. Marksizm materyalistti ve bir praxis vurgusu vardı. Oysa bu yaklaşımda sosyalizmin maddesi ve pratiği gidiyor; sadece ‘ruhu’ kalıyor –ve sosyalizm, pratiğinin değil bu ruhun adı oluyor.[11]

Tartışmanın en azından bir kısmının anlaşılması için alıntıların uzunluğunu göze almak durumundayız. Oya Baydar da Belge’nin gösterdiğine benzer bir ‘duyarlılık’ içerisinde tartışmaya dahil oluyor:

Peki sol nedir? Daha da daraltalım, sosyalizm nedir? Teorik, ideolojik, politik, tarihsel, vb. tanımlara, yorumlara, tartışmalara girmeden: şu yaşadığımız dünyanın ahvalinden, insanların çektikleri türlü türlü acıdan, zulümden, zalimden, şu kurulu düzenden memnun muyum, sorusuna verilen HAYIR cevabıdır sosyalizm. Bu dünyanın değişmesi gereği ve başka bir dünyanın mümkün olabileceği umududur. İnsanın doğayla ve kendisiyle barışık olarak her türlü baskıdan ve sömürüden kurtulmuş, özgür yaşayacağı eşitlikçi, adil, barışçı bir dünya özlemidir. İnsanlığın, eski çağlardan beri süren; dinlerin yeryüzünden gökyüzüne taşıyıp yaşamdan ölüm sonrasına ertelediği büyük ütopyasının bu dünyada gerçekleştirilebilmesi çabasıdır.[12]

a. İdealler ve sosyalizm

Eşitlik ve özgürlük idealleri ilk insan topluluklarından beri insanlığın (elbette tarih boyunca ezilen sınıfların) hasletleri olmuştur. Roma İmparatorluğundaki köle isyanlarından derebeyliklerindeki köylü ayaklanmalarına ve Osmanlı Anadolu’sundaki halk hareketlerine kadar ezilen halk kitleleri, insanların eşit olduğu, baskı ve zorun tüm biçimlerinin son bulduğu bir toplum tasavvur etmiştir.

Bütün bu ‘ideal’ projeleri, insan ‘doğasına’ dair ümitleri ve sömürü düzenine karşı insanların eşit ve özgür yaşadıkları bir dünya özlemini, özlem olmaktan çıkartıp bilimsel bir temelde ele alan Marksizm olmuştur. Elbette, Marksizmin kurucuları Marx ve Engels, “insanlığın kurtuluşu için nasıl bir çözüm bulunur”, “nasıl bir dünya olmalıdır” diye düşünerek bir sosyalizm projesi üretmemişlerdir. Gerek Marksizm öncesi gerek sonrası bu tür projeler zaten epeyce bulunmaktadır. Marksizmin bunlardan farkı, kapitalist toplumu, onun içsel çelişki ve görüngülerini inceleyip tarihsel eğilimleri ortaya koymuş olmalarıdır. İşte bu eğilimler (başka bir deyişle nesnel yasalar), kapitalizmin doğuşundan günümüze tüm temel önermeleriyle geçerliliğini korumaktadır.

2008-2009 Krizi, Avrupa’da borç krizi olarak adlandırılan ekonomik bunalımlar, ekonomik büyümeye rağmen artan işsizlik ve yoksulluk, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki durmaksızın süren ve günlük yaşamda çeşitli biçimlerde ifadesini bulan eden sınıf çatışmaları. Bunlar ve daha burada saymakla bitmeyecek örnek, gelişme ve yaşanmışlıklar, hem Marksizmin temel tespitlerinin hem de onun dünyayı yorumlama yönteminin vardığı sonuçların geçerliliğini doğrulamaktadır.

Bu açıdan, bilimsel sosyalizmi; diğer sosyalizm türleri ve ideal toplum tasarımlarından ayıran, onun bugünün toplumunda tohum halinde bulunması; kapitalizmin çelişkileri keskinleştikçe yeniden ve yeniden güncel bir alternatif olarak tarih sahnesine çıkmasıdır. İşte, burjuvazinin bilimsel sosyalizme, onun pratik ve tarihine bitmek bilmez düşmanlığı da bundandır.

19. yüzyılda, Marksizmin ortaya çıkışı ile aşılan projeci sosyalizm ya da ütopik sosyalizmin bugün başka biçimlerde ifade ediliyor olması, ilki kadar masum sayılamaz. “Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak..[13]

19. yüzyılda, kapitalizm, onun yol açtığı sefalet, işsizlik ve acımasız çalışma koşullarına karşı paylaşıma ve adalete dayalı bir toplum hayal etmek, idealist bir felsefeye dayansa da kapitalizme karşı bir tepki ve arayışı ifade ediyordu. Bugün, böyle bir ‘hayal’, olsa olsa pratik gerçeklik ve kapitalist sömürü düzeni karşısında yığınları hayallerle uyutmaya kalkışmak olabilir.

 

b. ‘İdealler’le sosyalizmin toplumsal özününün çarpıtılması

Sosyalizm, yukarıda ifade edildiği üzere, entelektüel bir zümrenin zihninde tasarladığı ideal bir toplumsal düzen değil mevcut kapitalist toplumsal çelişkilerin ve sınıf mücadelesinin koşulladığı gerçek bir harekettir. Sosyalizm fikri, elbette ideolojik ve fikirsel mücadelenin tarafıdır, ama bu mücadelenin zemini işçi sınıfıdır; onun çıkar ve hedefleridir.

Kapitalist toplumsal çelişkilerin somut bir çözümü olarak sosyalizm; üretim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarının işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Burjuvazinin tüm toplum üzerine çöreklenen iktidarının yıkılması ve işçi sınıfının iktidarının kurulmasıdır.

Belge’nin eşitlik ve özgürlük idealiyle sosyalizm fikri arasında kurduğu ilişki ilk bakışta doğru gibi gözükebilir. Şüphesiz, bu ideal ve özlemler sosyalizmin değerleri, sosyalist bir dünyanın ‘pratik’leridir. İşçi sınıfının iktidarı kurulmadan ve sosyalizm zafer kazanmadan bu ideallerin yaşam bulması mümkün değildir.

Ancak, elma ağacı ile elma aynı şey değildir. Sosyalizm de genel bir eşitlik ve özgürlük ideali değildir. Çünkü, böyle tanımlandığında sosyalizm, sınıf mücadelesinin bir sonucu ve işçi sınıfının iktidarı olmaktan çıkarılmış olur. Belge’nin yaptığı tanımlamanın amacı/sırrı tam da burada yatmaktadır. Elbette, yapılan bir niyet okuma değildir. Belge, zaten, sosyalizmden işçi sınıfının iktidarını anlamadığını, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının sosyalizmin programı açısından bile aceleye getirilecek bir iş olmadığını düşünmekte ve söylemektedir. Sınıf mücadelesini, en azından belirleyici rolünü reddetmektedir. Bu nedenle, yaptığı sosyalizm tanımlaması ile ütopik sosyalizm biçimlerinden kapitalizme karşı genel bir öfkeyi yansıtan alternatif arayışlarına (bu alternatiflerin tamamı kapitalizme bağlanmaktadır) ve anarşizme kadar uzanan bulanık suda avlanmayı tercih etmektedir.

İşte bu bulanık su, sosyalizmin toplumsal özü, onun dayandığı sınıf güçlerini gizlemekte, hem sosyalizmin programı hem de sosyalizm açısından problemli bir durum ortaya çıkarmaktadır. Eğer sosyalizm, genel olarak eşitlik ve özgürlük idealleriyle tanımlanabiliyorsa ve onun özünü sınıf iktidarı, üretim araçlarındaki kapitalist mülkiyetin kaldırılması vb. değil bu idealler oluşturuyorsa; sosyalizm sınıf mücadelesinin konusu olmaktan çıkmıştır.

Bu, yalnızca geleceğin toplumuna dair spekülatif bir tartışma olmaktan çok daha fazlasıdır. Sosyalizmin sınıfsal niteliğinin reddedilmesi, onun bir düşünce sistemine ve ideallere bütünlüğüne indirgenmesi kaçınılmaz olarak kapitalizmin de örtülü bir tanımını içermektedir. Sosyalizm eşitlik ve özgürlük idealinin gerçekleşmesi ise kapitalizm İnsana yer bırakmayan, somut insanı sorunun bir ögesi olarak görmeye yanaşmayan bir zihniyettir.[14] Artık zihniyetlerin dünyasına geçiş yapılmıştır. Sosyalizm mi? Eşitlik ve özgürlük idealidir. Bu idealleri taşıyan insanlar tarafından kurulmalı ve yaşatılmalıdır. Kapitalizm mi? Kapitalizmin çarklarını ‘rasyonel’ biçimde döndürmek dışında bir ‘fikir’ yoktur. [15] Öyleyse mücadele fikirsel olmalıdır; bir idealler mücadelesi. Bu tanımlamada, sınıf mücadelesine, sınıf tahakkümüne ve iktidarına yer yoktur. Varsa yoksa idealler…

Diğer yandan eşitlik idealinin işçi sınıfı ve burjuvazi açısından farklı anlamları vardır. Fransız devrimi başta olmak üzere burjuva devrimler çağından beri burjuvazinin eşitlik ile kastettiği yasalar önünde eşitliktir. İşçi sınıfı içinse “bu istem, ya- özellikle ilk başta, örneğin köylüler savaşında durum budur- apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı zengin ile yoksul, efendi ile köle, harvurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak o, yalnızca devrimci içgüdünün dışavurumudur ve doğrulanmasını da burada –yalnızca burada– bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür ve bu durumda bu istem, burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılmasıdır. Bundan öte bir eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.[16]

 

c. ‘İdealler’ mi maddi gerçeklik mi belirleyici?

İnsanların ideallere sahip olması iyidir. Hele bir komünist için eşitlik ve özgürlük yalnızca söylem düzeyinde bir ideal değil onun yaşamını şekillendiren temel değerlerdendir. Ama bu ideallerin yaşamdaki karşılığının bilimsel olarak belirlenmiş olması şartıyla. Örneğin özgürlük ideali, bireyin hiçbir toplumsal sorumluluk duymadan dilediği gibi yaşaması olarak tanımlandığında, burjuva bir özgürlükten fazlası ortaya çıkmayacağı gibi; kapitalist toplumun bireyciliğinin zincirleri arasındaki özgürlük yanılsamasından başka bir şey de olamayacaktır.

Sosyalizmin ideallere ve bu ideallerin uygulanmasına indirgenmesi; ideolojik sakatlıklarının dışında, Belge’nin pratik amaçları açısından iki noktada önemlidir.

Sosyalizm, yani bugün dünyada mevcut olmayan bir toplumsal düzen üzerine yapılan bir çarpıtmanın Belge’ye ne faydası olacaktır? Evet, Belge, belki bir burjuva entelektüelidir, ancak oldukça da ‘pratik’tir. Belge’nin yaptığı yalnızca geleceğe dair bir tanımlama değil, bugünü tanımlamak üzere ya da bugünün tanımlamasıyla uyum içerisinde bir modeli ortaya koymaktadır. Belge’ye göre, sosyalizm bir idealler toplumu olduğu gibi, kapitalizm de tersinden bir ‘idealler’ toplumudur. Hegel’in mutlak tininin tüm maddi yaşamı belirlemesi gibi, kapitalist ‘idealler’ de (kâr güdüsü, rasyonalizm vb.) tüm toplumsal yaşamı belirlemektedir!

Dolayısıyla, bu anlayışa göre kapitalizm; burjuvazinin ekonomik alandan başlayarak tüm toplumsal yaşamda egemen olduğu bir toplumsal düzen değil, bir zihniyet ürünüdür. Bu zihniyet maddi gerçekliğin yansıması olmak bir yana, maddi gerçeklik zihniyetin yansımasıdır! Maddi gerçeklikle bağlarını koparmış bir kapitalizmde sınıf mücadelesi, burjuvazinin iktidarı, sömürü ilişkileri vb. yoktur. Marx, Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine dikerken, maddi gerçeklik ve düşünce ilişkisini materyalist bir temele oturturken, Belge iyi niyetli idealler üzerinden bu ilişkiyi tekrar idealizme çevirme gayretkeşliği içerisinde. Hem de Marksistlerin en etkili olduğu alanlardan birisinde; sosyalizm tartışmasında!

Belge, bu yaklaşımıyla kapitalizmin üretim ilişkileri başta olmak üzere maddi gerçeklik tarafından şekillendirilen bir toplumsal formasyon olduğunu gizlemeye çalışıyor. Böylece sosyalizm bir toplumsal devrim ve dönüşüm meselesi olmaktan çıkarak esas olarak düşünsel dünyada (ideallerin hegemonik etki sağlamasıyla) gerçekleşecek zihinsel bir devrim ve bunun toplumsal yaşamdaki bazı karşılıklarına indirgeniyor. Özetle, kapitalist toplumsal ilişkileri kökten değiştirmeden, eşitlik ve özgürlük ideallerinin etkili olduğu bir kapitalizm olarak sosyalizm öneriliyor!

İkinci olarak, idealler üzerinden bir sosyalizm ve kapitalizm tanımı, sınıf mücadelesinin de göz ardı edilmesini getiriyor. “Sosyalizmin somut pratiği nedir”, “sosyalist işçi hareketinin ilk hedefi nedir” sorularının karşılığı ‘eşitlik ve özgürlük ideali’ değildir elbette. Bu ideallerin yaşama geçmesi için işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri parçalamak üzere iktidarı ele geçirmesi gerekmektedir. Belge, sosyalizm tanımı ve tartışmasında sınıfları, sınıf mücadelesini ve iktidarı tamamen bir kenara bırakıyor. ‘İdeal’ sosyalizminden işçi sınıfı iktidarına, dolayısıyla sınıf mücadelesine yer kalmıyor.

 

d. Postmodernist ‘söylem’ ve Belge’nin idealleri

Belge’nin söyledikleri elbette yeni değil. Neoliberal politikaların egemen olduğu son 30 yılın postmodern ideolojik dünyasında, nispeten yeni zemine ayak uyduran postmodernizmin Marksizm kılıflı tezlerinin Türkiye’deki basit bir versiyonu. Postmodernist ‘Marksistlerin’[17] tezleri ile postmodernist tezler birbirine o kadar yaklaşmıştır ki, postmarksizm denilen akım, post modernizmin bir parçası haline gelmiş, ayırt edilemez olmuştur.

Belge de böyle bir ideolojik atmosferdedir. Benzer, yakın falan değil tam da bu cepheden Marksizme karşı savaşmaktadır. Marksizmin tüm temel tez ve referanslarını reddetmektedir. Yukarıda yapılan tartışmada, Belge’nin, sosyalizmi idealler, kapitalizmi zihniyetler üzerinden tanımlaması da Marksizme yönelik saldırının bir parçasıdır.

Postmodernist ‘Marksistler’in temel argümanlarından birisi; iktidarın, iktidar için mücadele edenleri yozlaştırdığı tezidir. Bu yaklaşıma göre, iktidar için mücadele edilmemelidir. Sosyalizm kurulacaksa bile, bir sınıfın iktidarı ele geçirmesi, iktidarı yıkması, yenisini kurması vb. değil iktidar mücadelesinden uzaklaşarak olmalıdır. Sınıf iktidarından vazgeçildiyse sınıf mücadelesine de gerek yoktur.

Bu akımın temsilcileri açısından, böyle bir mantıksal çıkarıma gitmek de gereksiz. Çünkü zaten, işçi sınıfına özel bir rol biçmek, ontolojik bir hata yapmak demektir! İşçi sınıfına asla olmadığı vasıflar atfetmek, onun diğer özelliklerinin yok sayarak özcü bir yaklaşıma hapsolmaktadır! Postmodernistler, Marksizmi tekçi ve homojen olarak nitelendirerek çoğulcu ve heterojen bir toplumsal muhalefet öğütlemektedirler.

Burada, “postmarksist” tezler tek tek ele alınıp değerlendirilmeyecektir. Konumuz Belge’nin sosyalizm tanımı. Ancak Belge, sosyalizmi ideallere indirgiyorken, Marksizme yönelik uluslararası postmodernist saldırı dalgasının üzerine oturuyor. “Postmarksistler” ve Türkiye’deki başta gelen temsilcilerinden Belge, sosyalizmi ideallere indirgedikleri gibi, idealleri ve ‘söylem’i sınıf mücadelesinin yerine ikame etmişlerdir. Laclau ve Maffie gibi sözde Marksistler, sınıf mücadelesini özcü ve antidemokratik bir yaklaşım olarak kabul edip heterojen bir birlik olarak yerel toplumsal muhalefetlerin iktidar blokuna karşı söylemsel hegemonyasını öngörmektedir. Buna göre, insanlığın ilerici değerleri, söylemde bütünleştirilerek kapitalizmin ideolojik söylemi karşısında üstünlük sağlamalıdır. Toplumun farklı katmanlarının argümanlarının söyleme eklenmesiyle ideolojik hegemonyanın sağlanması, kapitalizmin alternatiflerine kapıyı açacaktır!

Bu açıdan, kapitalizme karşı mücadele bir sınıf mücadelesi değildir! İşçi sınıfının hiçbir ayrıcalıklı rolü yoktur! İktidarı almak bir hedef olmadığı gibi ondan uzak durulmalıdır. İşte, böyle bir yaklaşımda, burjuvazi ve iktidarı tehdit edilmez, dolayısıyla bu aydın gevezeliği burjuvazi tarafından büyük bir hoş görüyle karşılanır. Tıpkı, Belge’nin olduğu gibi!

e. Berktay’ın sosyalizm düşmanlığı

Berktay, Belge’ye itirazını şöyle özetler:

Bu tavrıyla Murat, sosyalizmin sosyalliği ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor; sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlâki niyet ve özlemler yumağına indirgiyor. Marksizm materyalistti ve bir praxis vurgusu vardı. Oysa bu yaklaşımda sosyalizmin maddesi ve pratiği gidiyor; sadece ‘ruhu’ kalıyor –ve sosyalizm, pratiğinin değil bu ruhun adı oluyor.[18]

Öyleyse, Berktay haklı mıdır? Belge’nin mistik sosyalizm anlayışını eleştirirken bir doğruya işaret etmektedir. Ancak, Berktay’ın Belge’ye yönelik eleştirisi kendi durduğu yeri aklamaktan çok uzaktır. Çünkü Berktay, kendisinin de ifade ettiği gibi iflah olmaz bir sosyalizm düşmanıdır. Onun sosyalizm tanımını, “sosyalizm deneyimi üzerine” başlıklı bölümde bir ölçüde değerlendirilmiştir. Berktay için sosyalizm totalitarizmdir. Tarihsel ve pratik gerçeklik derken kastettiği de budur.

PROGRAM TARTIŞMASI

a. Kapitalist unsurlardan sosyalizm programı

Sosyalist bir partinin program ne olmalıdır? Belge, Berktay’ın tartışma boyunca sorduğu soruyu yanıtlama alicenaplığını gösteriyor. Belge, sosyalist bir program ortaya koyacak ama belirtmeden geçemiyor: …yalnız sosyalizme özgü tedbirler içeren bir program yazmak mümkün değildir, ama yalnız kapitalist mantığa (19. yüzyılda tecelli ettiği biçimde) uygun bir program yazmak da eşit derecede imkânsızdır.[19]

Belge, sosyalist programda kapitalizme özgü tedbirler de olmalı diyor. Neden?

Belge, neden sosyalizm programını dert eder? Bunu bir sosyalist partiye mi öneriyor yoksa bir sosyalist parti kurmayı mı düşünüyor? Nereden çıkıyor bu sosyalist program? Kendisi zaten eşitlik ve özgürlük ideali olarak tanımlamamış mıydı sosyalizm mi? İdealin programına gerek var mıdır?

Ama Belge daha önce ifade ettiğimiz gibi oldukça ‘pratik’tir. İdeallerden somut programa hızlı bir geçiş yapmıştır. Ve programda sadece sosyalist değil kapitalist tedbirler de olmalıdır! Peki, nedir bu kapitalist tedbirler? Belge, bu ifade ile burjuva demokratik çerçevede çözülebilecek, örneğin demokratik bir kapitalizm için aşılmış meseleleri mi kastediyor? Örneğin Kürt sorununun çözümü, laikliğin tesisi, demokratik hak ve özgürlükler mi kapitalist tedbirlerle ifade etmek istediği?

Hayır, Belge kapitalist unsurlardan bahsederken bunları kastetmiyor. Çünkü bunlar kapitalizmin çözdüğü değil tersine kapitalizmin yarattığı ve beslediği sorunlar. Evet, demokrasi mücadelesinin genişletilmesi ve büyütülmesi, ezilen sınıf ve tabakaların demokratik ittifakı bu sorunların çözümünün yolunu açabilir. Ancak, kapitalizm başka demokrasi mücadelesi başkadır.

Dolayısıyla Belge’nin sosyalist partinin programına sıkıştırmaya çalıştığı kapitalist unsurlar bunlar değildir. Sosyalizmin, kapitalizmden alması gereken ne olur ki? Sosyalizm ile kapitalizm, işçi sınıfı ile sermaye arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yok muydu? Belge’ye göre yoktur. Hele antagonist çelişki demeye görün! Marksistlerin kendi kafalarındaki kavramları toplumsal yaşama dayatma çabasıdır, Belge’ye göre!

Öyle ya da böyle, birbiriyle uzlaşamayacağı kesin olan, (Belge en azından burjuvazinin sosyalizm konusundaki net tutumuna bakmalıdır) sosyalizmin kapitalizmden alacağı unsurlar, sosyalizmi sosyalizmin olmaktan çıkartmayacak mıdır? Sorular daha da uzatılabilir. Ancak Belge’nin cevabı nettir: Sosyalizmin kapitalizmden alacağı şey piyasanın egemenliğidir.

Çünkü Belge, burjuvazinin çok sevdiği deyimle “kumanda ekonomisi”ne karşıdır. Burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyetin toplumsallaştırılması çok da önemli değildir. Asıl olan üretim araçlarının ya da üretim ilişkilerinin toplumsallaştırılması değil yönetimin toplumsallaştırılmasıdır Belge’ye göre:

Bir deneyim yaşanmış ve beklenen sonucu vermediği ayan beyan ortaya çıkmışsa, aynı deneyime bir kere daha kalkışmaya kimseyi ikna edemezsiniz. Ama belki bundan daha önemlisi, geçen bütün bu süre içinde dünyanın da yığınla değişimden geçmesidir. ‘Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmelidir’ sloganının güvenle söylendiği çağdaki mülkiyet durumuyla şimdiki aynı mı?

Benim düşünebildiğim ‘sosyalizm programı’ mülkiyetin toplumsallaştırılmasından önce ‘karar mekanizmalarının toplumsallaştırılması’nın mekanizmalarını kurmaya yönelir. Burada ‘toplumsallaştırma’dan kastım, ‘çalışan’ kesimin yapılan işle ilgili kararlarda giderek daha fazla söz sahibi olmasını sağlamak.[20]

İşte, Belge’nin sosyalizm programının özü: Kapitalizm ya da bir bütün olarak sömürü düzeni devam etsin, ancak emekçiler yaptıkları işle ilgili kararlarda daha çok söz sahibi olsunlar. Bilimsel sosyalizmin programı ya da sosyalizmin abecesi olan “kapitalist üretim ilişkilerini parçalamak yerine üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde yeni sosyalist üretim ilişkilerini tesis etmek; buradan yola çıkarak tüm toplumsal yaşamı yeniden şekillendirmek” yerine söylenen “çalışanların daha fazla söz sahibi olması”[21].

Mesela; Almanya’daki işyeri konseylerindeki gibi işçilerin “fabrika yönetiminde” söz sahibi olmaları mı? Ya da Almanya’da işçiler yönetimde söz sahibi mi? Ya da daha da ileri gidelim: Almanya’da işletmeleri işçilerin de içinde bulunduğu işyeri konseyleri mi yönetiyor? (Kağıt üstünde işyeri konseylerinin işletmelerin yönetiminde önemli bir yeri vardır) Kapitalizm koşullarında böyle bir şey mümkün müdür? Belge’nin sosyalizminin en ileri örneklerinden birisi kabul edebileceğimiz ve literatürde işçilerin işletme yönetimine katılma araçları olan işyeri konseylerinin ne kadar işlevsiz olduğunu görmek ‘reformcu’ gözlükleri çıkarmak yeterlidir. İşyeri konseylerinin olduğu fabrikalarda, fabrikanın örneğin başka bir ülkeye taşınacağını işçiler ancak günler kala öğrenebiliyor. Karar alınmasından bahsetmiyoruz. İşçilerin fabrikanın kapatılıp başka bir ülkeye taşınması konusunda görüş bildirmesinden de. İşçilerin bilgisi bile olmuyor. İşyeri konseyleri, işletmelerin yönetimlerine dair tüm temel konuların dışında tutulmakta, birkaç önemsiz konuda bir danışma organı olmaktadır.

Daha ötesi de mümkün değildir. Çünkü fabrikanın ya da işletmenin sahibi olarak bireysel kapitalist kendi keyfinin ya da işçilerin görüşlerinin uygulayıcısı değildir. İşçi sınıfı ve sermayenin toplumsal yeniden üretimi piyasa kurallarına tabidir. Birey olarak kapitalistin kararları, kendi bireysel sermayesinin piyasada karşılaştığı rekabet çerçevesinde belirlenmektedir. Yani, bireysel kapitalistin ruhu, düşüncesi, kararları sahibi olduğu sermaye ve onun genişletilmiş yeniden üretimi için gerekli olan sömürü ilişkileri tarafından belirlenir. Burada karar alma süreçlerine işçilerin gerçek bir katılımı –büyük bir işçi hareketi söz konusu değilse- mümkün değildir.

Belge, eğer işçilerin yönetim ve karar aygıtlarına katılımını istiyorsa; işçileri bu mekanizmanın dışında bırakan sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması gereğini kabul etmesi gerekir. Yani baştan reddettiği mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gerekmektedir. Bu olmadan, sermayenin devasa ekonomik ve buna bağlı olarak siyasi ve ideolojik olanakları elinden alınmadan, işçi sınıfı ve sermayenin eşit ve soyut bireyler olarak karar alma süreçlerine katılmasını düşünmek ham hayaldir.

Ancak, kapitalist üretim ilişkileri ve bunun temeli olan üretim araçlarındaki burjuva özel mülkiyet son bulduğunda, bunlar tüm toplumun mülkiyeti haline geldiğinde, işte o zaman işçi sınıfı ve tüm ezilenler hem üretim hem de siyasal süreçlerde karar alma süreçlerine katılabilir ve bizzat karar alıcılar haline gelebilirler.

b. Mülkiyet-bilgi ilişkisi ve sosyalizm

Belge, karar alma süreçlerine katılma hedefiyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi görmemesi mümkün değildir. Aslında yönetime katılma tezi, eğer az da olsa tutarlı olacaksa kaçınılmaz olarak burjuva özel mülkiyet sistemini hedef almak zorundadır. Ancak, bu işçi sınıfının iktidarı ve gerçek sosyalizm anlamına gelir ki, Belge’nin mücadele ettiği hedefin kendisi de budur. Belge çelişkisini şöyle aşmaya çalışır:

Ama belki bundan daha önemlisi, geçen bütün bu süre içinde dünyanın da yığınla değişimden geçmesidir. ‘Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmelidir’ sloganının güvenle söylendiği çağdaki mülkiyet durumuyla şimdiki aynı mı?[22]

Devamla:

Marx’ın‘proletarya diktatörlüğü’ (‘proletarya adına diktatörlük’ dememişti) ilân ederek ve mülk sahiplerini mülksüzleştirerek kestirmeden varacağına inandığı o ‘hedef’, bugün öyle kolay varılır bir yer gibi görünmüyor. Ayrıca, koşullar değişmiş: mülkiyet ile bilgi ilişkisi, 2012 yılında, 1848’de göründüğü gibi görünmüyor. Bugün ‘mülkiyet’ten çok, ‘bilgi’hegemonik. Onun için, ‘yönetime katılım’ın sindirilerek uygulanması ve sindirildikçe genişlemesi, yaygınlaşması, sosyalizmi çok daha yakından ilgilendiren bir proje.[23]

Belge, ‘sosyalizmi istemediğinden’ değil, mülkiyet durumu değiştiğinden burjuvazinin mülksüzleştirilmesine ve sosyalizmin kurulmasına karşı çıkıyor! Mülkiyet durumu 1848’dekiyle aynı mı? Eskiden mülk sahibi olanlar egemendi, şimdi bilgi sahibi olanlar! Mülkiyet egemen değil artık bilgi egemen!

Belge, evet, bir olguya işaret ediyor. Bilgi, bilim ve teknolojinin sermaye tarafından kullanılması, bilginin kapitalistler arasındaki rekabette giderek önemini arttırması. Bunlar tartışılabilir[24]. Ama sermaye, piyasa, kar, rekabet olgularıyla iç içe bir “bilgi”den bahsediyoruz. Kapitalist üretim ilişkilerinin dışında bir ‘bilgi’ hegemonyasından bahsedilebilir mi? Kapitalist özel mülkiyetle birleşmeyen bir ‘bilgi’nin toplumda egemen olduğu iddia edilebilir mi?

Belge, 30 yıllık ‘Bilgi Çağı’ propagandasına dair artık eskimiş bir güzelleme çabası içinde. Mülkiyet değil bilgi egemen!

Belge’nin bilgi güzellemesi birkaç konuda tartışılabilir. Birincisi; kapitalist toplumda bilgi üretiminin sermayenin yeniden üretiminin bir parçası haline gelmesi ve giderek sermaye ile bütünleşmesidir. Sadece devlet kurumlarının değil artık bireysel sermayedarların da özel bilgi üretim merkezleri (Ar-Ge) vardır. Bunun dışında, uzmanlaşmış sermaye kuruluşları tarafından ‘bilgi’ meta olarak üretilmektedir. Üniversiteler ve uzmanlaşmış enstitüler, sermayenin ve piyasanın çıkarları tarafından yönetilir olmuşlar, adeta bireysel sermaye gruplarının hizmetine girmişlerdir. Öyle ki, adı kamusal olan bu kuruluşların araştırma konuları sermaye tarafından belirlenmektedir.

İkincisi, sermaye sınıfı açısından bilgi üretimi tek başına bir amaç değildir. Bilgi üretimi, bireysel kapitalist için üretim giderlerini düşürüyor ve kârı arttırıyor ise anlamlı, eğer böyle bir katkı sunmuyor ise gereksizdir. Dolayısıyla sermaye için bilgi üretimi, tıpkı emek gücünün verimliliğinin arttırılması ve daha fazla sömürülmesi gibi rekabetin unsurlarından birisidir (Belge’nin zannettiği gibi tek unsuru da değildir).

Üçüncüsü, bilgi çağı iddialarına rağmen, hala toplumun büyük bir kısmı bilim ve teknolojideki devasa gelişmelerden yararlanamamaktadır. Cep telefonu ve bilgisayar gibi tüketim araçları halka sunulurken ‘bilgi’ esas olarak sermayenin elinde tekelleşmekle, lisans ve fikri mülkiyet halkları ile düşünce özgürlüğü sermayenin parmaklıkları arasında hapsedilmektedir. Örneğin çok önemli bir hastalığın ilacı ve bilgisi, henüz dünyada yeterince hastalık bulaşmadığı için açıklanmayabilir. Tersi de; belirli bir hastalık çözülebilirken yapılmış yatırımlar nedeniyle, bu hastalığın çözümüne ilişkin araştırmalar engellenebilir. Bunlar kapitalist mantık açısından gayet normaldir.

Özetle, kapitalizmde ‘mülkiyetin yapısı değişmiş, bilgiye bağımlı olmuş’ değildir. Tersine bilgi daha çok metalaşmış ve kapitalist mülkiyete bağımlı hale gelmiştir. Mülkiyet yapısı ise 1848’den bu yana ‘değişmiş’ ama dünya genelinde mülkiyet çok daha küçük bir azınlığın elinde tekelleşmiş, yüz milyonlarca küçük mülk sahibi mülksüzleşerek tekelci burjuvaziye bağımlı hale gelmiştir. 1848’lerdeki mülkiyet yapısı daha da katmerlenmiş ve mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki çelişki 150 yıl öncesinden kat be kat büyük hale gelmiştir.

Dolayısıyla bilgiye erişim, karar alma süreçlerine katılım, piyasaya emekçilerin akıllı müdahalesi gibi safsatalar, ancak emekçilerin aldatılması anlamına gelir ki, bunun pratik uygulamasına yaklaşmak ne burjuvazi ne de işçi sınıfı açısından kabul edilebilir değildir. Kapitalist üretim ilişkilerine rengini veren burjuva özel mülkiyet rejimi kaldırılmadan bilginin tekelci zincirlerinden boşalması, halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarının tatminini sağlamak üzere toplumsal gelişiminin manivelası haline gelmesi mümkün değildir.

 

c. Sol reform partisi

Program tartışmasını çok uzatmak pek anlamlı değil! Zaten Belge ve Berktay, ‘öznel’ ve duygusal tartışmalarını aylarca uzatmayı başarabilseler de ara ara özetleme yönetimini de kullanıyorlar:

Aksi takdirde, meselâ Murat’ın Program (1)’de (14 Ocak) sözünü ettiği, benim de paylaştığım hemen her şey, faraza bir Sol Demokrat Parti veya Sol Reformlar Partisi veya Demokratik Reform Partisi kurup toplumun önüne çıkmayı haklı kılar (nitekim günümüz Türkiye’sinde bu müthiş bir ihtiyaçtır) da, bu kadarıyla sosyalist bir partiden söz edemez ve sosyalistlik iddiasını sürdüremeyiz.[25]

Belge ve Berktay’ın program tartışmasının “özü” budur. Söylenen tüm istemlere iki taraf da katılmaktadır. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini bir kenara koyarak toplumun yönetimde fazla söz sahibi olması, yani aşağıdan yukarıya bir yönetim, kapitalist kâr baskısının biraz olsun dizginlenmesi, insanların sabah çalışıp öğle vakti balık tutmaya gidebilmesi (Belge, Marx’ın komünizm örneklemesine atıf yapıyor) ve tabi demokratik bazı talepler.

Sosyalizm bir gelecek fikri olamaz” diyen sosyalizm düşmanı Berktay ile “yeni bir sosyalizm” kurulabilir diyen Belge’nin öngördüğü talepleri aynıdır. Bu talepleri kimin savunacağı, hangi sınıfların bahsi geçen istemler için mücadele edeceği belirsizdir. Bunlar olması istenenlerdir. Olmasını isteyenler, mesela demokratlar, bunlar için mücadele etmelidir. Böylece Belge’ye göre yeni bir sosyalizme, Berktay’a göre demokrasiye yol alınacaktır.

Ancak Belge’nin sosyalizm sandığı şey ile Berktay’ın kapitalizm olduğunu bildiği şey aynıdır. Belge, kapitalist sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadan, bir başka deyişle kapitalizm içinde sosyalizmin olabileceğini iddia etmektedir. Oysa söylenenler, Berktay’ın da ifade ettiği gibi, “Sol Demokrat Parti veya Sol Reformlar Partisi veya Demokratik Reform Partisi”nin ikiyüzlü bir programı olabilir ancak. Yani burjuva reformcu bir parti programı. Görevi kapitalizmi muhafaza etmek, reform umudu yaymak, ancak kapitalizmin gerçeklikleri karşısında hep reformları başka baharlara saklamak. Belge ve Berktay’ın tarif ettikleri ve Türkiye’nin ihtiyacı var dedikleri sol burjuva reformcu partiler ya da sosyal demokrat partiler çok uzakta da değil. Şöyle bir bakınmak yeterlidir.

Avrupa ülkelerinde iktidara gelen sosyal demokrat partiler, programlarında kırıntı olan reform önerilerini gündeme dahi getirmediler. Tekelci burjuvazinin neoliberal programını klasik bir muhafazakar parti gibi ama ‘sol’ söylemi de elden bırakmadan sonuna kadar uyguladılar. Özelleştirmeler, esnek çalışma biçimleri, finansal serbestleşme, sermayeye teşvikler vb. hepsi sosyal demokrat partiler eliyle yaşama geçirildi.

Belge ve Berktay, evet, kapitalizmi cansiperane savunuyorlar. Kapitalizme karşı gerçek bir alternatif olan sosyalizme karşıtlıkları, küçük burjuva ‘sol’ kırıntılar ile birleşince, onları en azından günümüz için misyonunu tamamlamış sosyal demokrasi ve burjuva reformculuğuna itiyor. Ve okurlarına sunabilecekleri sömürü düzeninden başka bir şey söz konusu olmuyor.

SONUÇ OLARAK

Belge ve Berktay’ın tartışması, burjuva ‘sol’ arasında bir münakaşa olarak da görülebilir. Ancak, bu kadar basit değildir. Sol liberalizm ve uluslararası düzeyde Marksizmin düşmanlığının (“postmarksizm”, ekolojik, feminist, yeşil, demokratik vb. “sosyalizm” adı altında) inceltilmiş biçimde yeniden üretilmesidir.

Belge’nin sosyalizmi kaba bir idealizme indirgemesi, ‘özcülük’ eleştirisiyle kapitalizmin sömürüye dayanan ilişkilerini gizleme çabası, sınıf mücadelesinin yerine ‘ideallerin’ mücadelesini koyması, işçi sınıfının tarihsel rolünün inkarı; bu inceltilmiş sosyalizm düşmanlığının bazı yönleri. Berktay’ınki ise inceltmeye ihtiyaç duymadan toptan inkardır. Açıktan sosyalizm düşmanlığıdır. Ancak Berktay, kaba sosyalizm düşmanlığının propagandasıyla postmodern tezleri birleştirme çabasındadır. Tarihsel materyalizm, diyalektik, nesnel yasalar, sınıf iktidarı, proleter demokrasi gibi olgu ve kavramları burjuva liberal perspektifle eleştirmektedir. Berktay’ın bu konulardaki görüşleri başka bir makalede daha ayrıntılı biçimde değerlendirilecektir.

Belge ve Berktay arasındaki tartışma, sosyalizm üzerine bir tartışmaymış gibi gözükse de günümüz kapitalizminden bağımsız değildir. Gelecek üzerine spekülatif bir tartışmadan çok, “bugün ne yapmak lazım, kapitalizm içinde nasıl çözümler bulunabilir” gibi sorulara yine burjuvazinin sınırları içinde cevap arayışıdır. Bu nedenle tartışma hızla program tartışmasına dönüşmüştür.

Ve Belge sözde bir sosyalizm savunması yapsa da iki yazarın da okurlarına vaat edebilecekleri, burjuva-reformculuğu ya da sosyal-demokrasiden öte bir şey olamamaktadır. Berktay da bunu açıklıkla “Bu kadarıyla sosyalist bir partiden söz edemez ve sosyalistlik iddiasını sürdüremeyiz.[26] diyerek ifade etmektedir.

İşte bunlar sonuna kadar doğru. Tartışma da burada şimdilik bitiyor. Bu Sol Reformlar Partisinin reformlarına pek değinilemiyor. Niyet okumaya gerek de yok; serbest piyasa savunusu, küreselleşmecilik, özelleştirme çığırtkanlığı ortada. Önerilen partinin platformunun neoliberalizm olduğundan da kimsenin şüphesi olmasa gerek.

Özetle, sonuç: Liberal solun ayrıntılardaki farklılıkları bir yana sosyalizm düşmanlığındaki birliği tartışılmaz!

 

 


[1] Berktay, Halil; “Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi”, Taraf Gazetesi, 26.11.2011

[2] Berktay, Agy

[3] Berktay, “Solun hayal perdesi ve reel Kürt hareketi”

[4] Belge, Murat; “Yönetime katılım”, Taraf Gazetesi, 17.01.2012

[5] Belge, Agy

[6] Berktay, “Hayır, sorun ‘political correctness’ değil”, Taraf Gazetesi, 11.01.2012

[7] Berktay, “Devrim, Dersim, normalite”, Taraf Gazetesi, 03.12.2011

[8] Berktay, “Temel tanımlar: Sol, Marksizm, sosyalizm”, Taraf Gazetesi, 29.12.2011

[9] Belge, “Niye sosyalist olduk”, Taraf Gazetesi, 29.11.2011

[10] Belge, “Niye sosyalist olduk”

[11] Berktay, “Tartışmanın özeti (1): Murat Belge”, Taraf Gazetesi, 08.12.2011

 

[12] Baydar, Oya; “Sol Geçmişte Kalmadı mı?”, http://t24.com.tr/yazi/sol-gecmiste-kalmadi-mi/4378, 07.12.2011

[13] Marx, Karl, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Sol Yayınları, Ankara, s. 9

[14] Belge, “Program II”, Taraf Gazetesi, 20.01.2012

[15] Belge, “Program II”

[16] Engels, Friedrich; “Anti-Dühring”, Sol Yayınları, Ankara, s. 175

[17] Burjuva literatürde postmarksizm diye geçen, ancak Marksizmin bir parçası olmak bir yana, Marksizmin en temel tezlerinin inkarı üzerine kurulu bu akım, postmodernist teorilerin bir kolu durumundadır. Bu akımın temsilcilerini postmodernist ‘Marksistler’ olarak tanımlayabiliriz.

[18] Berktay, “Tartışmanın özeti (1): Murat Belge”

[19] Belge, “‘Program’ konusuna ‘Giriş’”, Taraf Gazetesi, 13.01.2012

[20] Belge, “Yönetime katılım”

[21] Belge, “Yönetime katılım”

[22] Belge, “Yönetime katılım”

[23] Belge, “Yönetime katılım”

[24] Bilgi kapitalist rekabette tek belirleyici olduğu da yine kaba bir “bilgi çağı” propagandasıdır. ‘Bilgi’den çok daha fazla emek gücünün maliyetinin hala sermaye için önemli/temel bir rekabet unsuru olduğu doğrudur. Emek gücünün maliyetini düşürmek için sermayenin büyük çabası ve sermaye için ‘bilgi’ üretiminin de bir bakıma emek gücünün maliyetini düşürmeyi amaçlaması bu durumu açıklamaktadır.

[25] Berktay, “Sol Reform Partisi”, Taraf Gazetesi, 18.01.2012

[26] Berktay, “Sol Reform Partisi”.

Doğu Batı’nın “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” Dosyası Üzerine Eleştirel Notlar

Doğu Batı Dergisi, 59. Sayısında (Kasım-Aralık 2011-Ocak 2012), “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” başlıklı, kapsamlı denilebilecek bir dosya yayımladı.[1] Derginin söz konusu dosyasında makaleleri yayımlanan yazarların önemli bir kısmı üniversitelerin çeşitli bölümlerinde profesör, doçent ya da ‘araştırma görevlisi’ olarak çalışan kişilerden oluşuyor.[2] Ortak teması “sol ve sosyalizm eleştirisi” olan bu dosyada yer alan makaleler irdelendiğinde, hemen görülebilir olan ilk şey, eleştiri adına ileri sürülen görüşlerin, denebilir ki bütünün, “sosyalist ve devrimci çevreler”de, neredeyse yüz yıla yakın süredir şu ya da bu sorun etrafında bir vesilesiyle tartışılıp, deyiş yerindeyse, zaman aşımına uğramış türden olduklarıdır. Ekim Devrimi’ni “tarihten bir sapma” sayan, Bolşevik tipte parti örgütlenmesini, “Tek Ülkede Sosyalizm”i ve ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusunu reddeden anlayışlar, Lenin’in sağlığında ve Lenin ve Stalin döneminde de gündeme getirilmiş, ancak, sınıf mücadelesi pratiği içinde mahkum edilmişlerdi. Ne ki, uluslararası alanda proletarya-burjuvazi; sosyalizm-kapitalizm mücadelesinin tarihsel seyri içinde, değişen koşullar ve güçler ilişkisinden hareketle ve sosyalizmin aldığı yenilginin sonuçları üzerinden, Lenin-Stalin karşıtı olmakla kalmayıp, Marksist teorik temel belirlemelere dek inkarcı suçlamalar, ana hatlarıyla neredeyse birebir ve onları sözüm ona inandırıcı kılmak üzere, aktüel kimi gelişmeler de kullanılarak, son birkaç on yıldır yeniden gündemdedir.

Burada bir kez daha tanık olduğumuz, Doğu Batı’nın “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” başlıklı dosyasında görüşleri yayımlanan yazarların da, bu “geleneği sürdürdükleri”dir. Leninist parti ve devlet “modeli”nin “anti demokratik-bürokratik ve totaliter” anlayışların nedeni olarak gösterilmesi, devrimin koşulları, Ekim Devrimi ve ‘tek ülkede sosyalizm’ anlayışı ile sosyalist kuruluşun başarısı için yürütülen mücadeleye yönelik eleştiriler, emperyalizm tahlili ve antiemperyalizm üzerine devrimci teori ve politikanın “milliyetçi sosyalizm” olarak nitelenmesi vb. üzerine ileri sürülen iddia ve görüşler, buna işaret ediyor.

Çoğu üniversitelerde çalışan ve bir ikisi dışındakileri akademisyen olan yazarlar tarafından yeniden gündeme getirilen ve yazarların toplumsal sınıfların ilişki, çelişki ve çatışmalarına; bu ilişki, çelişki ve çatışmaların değişen koşullara bağlı olarak herhangi kapitalist ülke(ler)de gündeme gelebilecek/gelen toplumsal alt üst oluş ve yeninin kuruluşu gibi çok somut-pratik sorunlara yaklaşımlarına da ‘ışık tutan’ bu makalelerin bir özelliği de, yazarlarının tüm bu sorunlar karşısındaki özensizliğini açığa vurmalarıdır. Dosya’da örneğin Marx’ın sınıf mücadelesi ve bu mücadele içinde işçi sınıfının tarihsel devrimci rolüne vurgusu, bir toplumsal ilişki biçimi olarak işçiyle kapitalist, emek ile sermaye arasındaki ilişki üzerinden değil, ama işçilerin sayısal çoğunluk ya da azınlık oluşturmaları üzerinden tartışılarak, sorun çok bariz bir biçimde çarpıtılmaktadır. Baydar başta olmak üzere, yazarların Ekim sosyalist devrimine ve sosyalizmin kuruluşu sürecinin sorunlarına yaklaşımları mekanik ve kaba materyalist tarih anlayışlarının ürünüdür. Enternasyonalizm sorununa bakış açısı, “sol” görünüm altındaki bir sağcılığın ifadesidir vb. vb.. Bu durum, dosyada yer alan bu her bir konunun bir kez daha ve ayrı konu başlıkları halinde tartışılması ihtiyacı doğurmaktadır. Burada ise, bu konular burada ancak birbirleriyle ilişkileri bağlamında ve sınırlı bir genellik içinde ele alınmaktadır. Şimdi bu dosyada Baydar, Mutman, Cangızbay, Başkaya ve E. Doğan tarafından ileri sürülen iddialar ile bu iddialara yön veren anlayış(lar)a daha yakından bakalım.

 

A) MARX’IN TEORİSİ VE “TOPLUMSAL KUTUPLAŞMA” ÜZERİNE PROFESÖR MUTMAN’IN TEZİ

Uzaklaşan ve Yaklaşan Sol Üzerine Düşünceler” ana başlıklı makalesinin girişinde, Prof. Dr. Mahmut Mutman, esinlendiği ve yararlandığını belirttiği Gayatri Chakravoty Spivak’ın sözlerine yer veriyor. Orada Spivak, başka şeylerle birlikte, “Marx’ın en narin kısmını, öngörülebilir Avrupa-merkezci senaryoyu, yerkürenin tarihsel olarak Avrupa’da merkezlenmeyen geniş bölgeleri üzerine empoze etmenin acımasız sonuçları hakkında bize bir şeyler öğretebilir” demektedir. Spivak’ı başlıca kaynak göstererek, Prof. Mahmut Mutman’ın da paylaştığı, Marx’ın emek-değer teorisi üzerine; “kullanımdeğeri-değişimdeğeri birlikteliği” ve “farklılaştırılması”nın süreç içinde “bir akıl kayması”na yol açtığı; “yabancılaşma olarak anlaşılan değişim değeri ile rasyonalite olarak anlaşılan kullanım değeri”nin birbirinden ayrı nesnelere “dönüştürüldü”ğü; “değerin iki yüzü arasındaki farkın” yitirilmesiyle Marx’ın “projesi”nin “gözle görülmez bir dönüşüme” uğradığı; “aklın çalışan kitle lehine kullanımı bilimsel ideoloji tarafından yönetilen bir toplum pratiğine doğru kaydı”ğı şeklindeki iktisadi teoriye ilişkin görüşünü, –başka bir makalenin konusu olmak üzere– burada tartışma dışı tutuyoruz. Mutman’ın, “Marx’ın Avrupa merkezli senaryosu”ndan söz ederek, “Peki Marx’ın düşüncesi başka türlü gelişebilir miydi? Doğru bir uygulama sözkonusu olabilir mi(ydi)?”; “20.yüzyılın hemen başında ardarda İtalyan ve Alman işçi ayaklanmalarının yenilgiye uğraması, işçilerin sadece Rusya’da zafer kazanması, en önemlisi Avrupa’da beklenen toplumsal kutuplaşmanın hiçbir biçimde gerçekleşmemesi, tersine giderek orta sınıfın büyümesi tarihsel vakaları Marx’ın yanıldığını göstermiyor mu?” şeklinde, birbirlerini izleyen soruları ise; devrimin koşulları, tarihsel gelişme süreci ve sınıfının durumuyla ilişkili bir itirazı da içeriyor olmalarıyla, bu makalenin konu kapsamı içindedirler.

Prof. Mutman, Marx’ın teorisinin/varsayımının Avrupa’da “doğrulanmadığı”nı ileri sürüyor ve “sömürgecilik ve daha sonra emperyalizm sayesinde Avrupa ve Kuzey Amerika’ya dünyanın ‘geri kalanından’ gerçekleştirilen muazzam değer transferi bu ülkelerde orta sınıfın büyümesini sağlayarak kapitalist merkezleri zenginleştirdi ve buralarda toplumsal kutuplaştırmayı durdurdu.[3] diye yazıyor. Gelişmelerin evrensel ölçekte oluşuna işaret ederek, “Marx’ın Avrupa’da kutuplaşma öngörüsü görünürde gerçekleşmemişti, çünkü aslında toplumsal kutuplaşma küresel düzeyde gerçekleşmişti” diye yazan ve ulusal kurtuluş ve antisömürgecilik hareketleriyle sosyalizm mücadelesi arasındaki  “ittifak”ın nesnel tarihsel gelişmelerle bağına dikkat çekerek derginin öteki yazarlarından bir ölçüde ayrışır ve gerçeğe daha yakın durur görünen prof. Mutman, diğer yandan, sosyalizmin “pratik öyküsü”nden söz eder ve onun “kendi projesine içkin bir zaaf dolayısıyla”, “korkutucu sonuçlar” doğurduğunu ileri sürerken, Cangızbay, Doğan ve Baydar gibi derginin öteki yazarlarıyla ‘aynı nokta’da buluşuyor!

Mutman’ın, “Avrupa’da beklenen toplumsal kutuplaşmanın hiçbir biçimde gerçekleşmedi”ği iddiasıyla, “Avrupa’da kutuplaşma öngörüsü görünürde gerçekleşmemişti, çünkü aslında toplumsal kutuplaşma küresel düzeyde gerçekleşmişti” belirlemesi arasındaki açık çelişkiyi izah gibi bir sorunu bulunmasına rağmen, meta ve sermaye ihracı sonucu dünya pazarının oluşması ve mali sermaye hakimiyetinde, emperyalist ülkelere, sömürge ve bağımlı ülkelerden kaynak akmasına ilişkin söyledikleri doğrudur. Ancak Mutman, bu doğrudan, “Avrupa’da beklenen toplumsal kutuplaşma gerçekleşmedi” gibi bir önemli yanlışı da çıkarabilmiştir! Dünyanın diğer bölgelerinden Avrupa’nın klasik kapitalist merkez ülkelerine ve Amerika’ya “değer transferi”, evet, bu ülkelerde “toplumsal kutuplaşma”nın devrimci patlamalara yol açmasını olumsuz yönde etkilemiş; sermaye ihracı üzerinden ve bazen de fiili yağmayla sağlanan kaynaklardan bu ülkelerin işçi aristokrasisi tabakasına verilen payın “pey”i, aristokrat tabakanın ve sendika bürokrasisinin, hareketi geriye çekmesi ve uzlaşıcılığı olarak alınmıştır. Ancak açıktır ki, bu “olgu”, emek-sermaye çelişkisi ve toplumsal kutuplaşmanın alternatifi değil, etkenlerinden sadece biridir. Görüşlerini bilimsel kriterlere bağlamaya özen gösterdiği anlaşılan prof. Mutman’ın, toplumsal kutuplaşmanın, kapitalist üretim tarzının ürünü ve toplumsal ilişki biçimi olarak kaçınılamazlığı sorununa bu yüzeysel yaklaşımı ilginçtir ve Avrupa “merkez”de, 19. yüzyılın Marx sonrası döneminde yaşanan “kutuplaşma” ürünü çatışmalar bir yana; 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki Alman, İtalyan, Avusturya, Fransız işçi ayaklanmalarını, sonraki yıllar itibarıyla da çeşitli biçimlerde devam eden mücadeleler “sınıf dışı” sayılıp görmezden gelinmeyecekse eğer, “hiçbir biçimde kutuplaşma gerçekleşmedi” kestirmesinin bilimsel herhangi inandırıcılığı olamaz.

Marx’ın teorisinin bu biçimdeki yorumu, her şeyden önce Marx’ın kendisinin Komünist Manifesto’dan Kapital Ciltleri’ne, tüm temel eserlerinde kapitalist üretim sistemini irdelemeleriyle aykırılık oluşturur. Bu irdelemelerde, işçi sınıfının, kapitalist sömürü sistemini tasfiye ve yeni sosyalist (sömürüsüz) toplumu kurmaya yetenekli tek sınıf olma niteliği; devrimci özne olma özelliği, esas olarak sayısal-niceliksel durumu üzerinden değil, ama, emekgücünü, kendisine ödenenden daha fazla bir değer yaratarak kapitaliste satarken,  kapitalizmi var eden bir sınıf olmasıyla bağlı şekilde ortaya konmuştur. Bu şu demektir ki, emekgücü sömürüsü olmaksızın, işçi sınıfı olmaksızın bir kapitalizm düşünülemez. İşçilerin azalıp-çoğalmalarına ilişkin durumun da, yine Marx tarafından irdelendiği görülmelidir. Marx ve Engels, teorinin kurucuları olarak, kapitalizmi, tüm olgularıyla ve tarihsel gelişme eğilimini de göz önünde tutarak, irdelemişlerdi. Kapitalizmin uluslararası bir sistem olduğunu; gelişmesi içinde tüm ulusal çitleri parçalayarak bir dünya sistemine genişlediğini belirledikleri gibi, makinenin bulunuşu, bilim ve teknikteki ilerlemelerle birlikte, daha fazla işçinin işini kaybedip “yedek ordu”ya katılacağını da ortaya koymuşlardı. Makinenin teknik yetkinleştirilmesi ve bilim ve teknikteki ilerlemeler, en ileri düzeyde ve büyük çaplı üretim yapan kapitalistler başta olmak üzere, kapitalistlere, ağır sanayi dalları başta olmak üzere, verimlilik artışı olanağı sağlayarak –bant sistemi ve diğer yöntemler buna bağlı olarak gündeme gelmiştir– bu sanayi dallarında işçi sayısını azaltma nedeni olmuştur. Böylece, demir-çelik, otomotiv, petro-kimya gibi sanayi dallarında ve maden üretiminde, eskiden on işçinin yaptığı işi iki-üç işçinin yapması; ve daha önce sekiz saatte-on saatte yapılan işin dört, hatta iki saatte yapılması olanaklı hale gelmiştir. Bunun sonucu olarak işsiz sayısı da artmıştır. İşsizleşen işçilerin bir bölümü yeni ve diğer sektörlerde iş bulurken, diğerleri yedek ve ucuz işgücü ordusunun saflarına katılmışlardır.[4]

Ancak bu, gelişmenin yalnızca bir yanıdır. Kapitalist gelişme sürecinde sadece bunlar yaşanmadı. Kapitalizm bir dünya sistemine genişlerken, bir yandan eski köylü ülkelerin kapitalistleşmesi hız kazanıp ilerledi; oralarda yüz milyonlarca yeni işçi ortaya çıktı. En çok gelişmiş eski ‘klasik’ kapitalist ülkelerin sermaye ihracı bu gelişmeyi, kaynak transferi pahasına hızlandırdı. Uluslararası yapıya kavuşan büyük şirketler, üretimlerinin bir bölümünü bu ülkelere kaydırırlarken de, yüz binlerce emekçiyi ucuz ücretli işçi olarak kapitalist çarkın dişlileri arasına aldılar. Bir diğer önemli gelişme, bu ‘en eski ve en fazla gelişmiş’ kapitalist ülkelerde yeni sanayi dallarının, yeni üretim alanlarının ortaya çıkması, bunun da işçi sınıfının saflarını genişletmesiydi. Bütün bunlar, Marksist teorinin işaret ettiği toplumsal gelişme dinamiğiyle, kapitalist gelişmenin yönü ve güçlerinin oluşumuna dair belirlemelerle uygunluk göstermekteydi/göstermektedir.

Marx, kapitalizmin, bir yanda sermaye sahibi olarak burjuvaziyi; diğer yanda, emekgücünü kapitaliste satarak/kiralayarak sermayenin oluşmasını da sağlayan işçileri/işçi sınıfını (büyüyen ve genişleyen sınıf) yaratarak gelişmekte olduğuna dikkat çekmiş; bu gelişmenin toplumun diğer kesimlerinden mülksüzleştirilenleri proleterlerin saflarına doğru sürüklediğine işaret etmişti. Topraktan ayrılan/mülksüzleştirilen emekçilerin yanı sıra, kapitalist rekabete bağlı ve rekabetin keskin hale gelmesiyle elindekini kaybeden küçük kapitalistler de bunlara eklenmekteydi. Bu tarihsel toplumsal bir olguydu. Ve yüz altmış yıldan fazla bir zamandır, bunu yanlışlayan herhangi dikkate değer bir olgu yoktur. Aksine, toplumsal gelişmenin tanıklık ettiği ve doğruladığı, Marx’ın kapitalizmi tahlil ederek ortaya koyduklarıdır. İşçi sınıfı hem her bir ülkede, hem de tüm dünyada artmaya devam etmiş, büyümüştür. Bu büyümeyle birlikte, ve büyümenin kendi ‘iç evrimi’ koşullarında, şu ya da bu ülkede, şu ya da bu sektörde işçi ‘sirkülasyonu’nun, sektörler arası dengesiz gelişme kaynaklı farklılıkların yaşanmasından hareketle, ve bu ülkelerde önceleri olmadığı halde sonradan ortaya çıkan yeni üretim sektörlerindeki işçiler dikkate alınmadan ileri sürülen, “öznenin sonu”(!) ya da “kutuplaşmazlık” iddiaları bilimsel bir geçerliğe sahip değildirler. Marx’ın teorisinin, “özellikle de Avrupa’da orta sınıfın çoğunluğu oluşturması”ıyla yanlışlandığını(!); çünkü onun, işçi sınıfının büyüyeceğini varsaydığını belirten Mutman, teoride ileri sürülen/öngörülen tarihsel gelişme eğilimini doğru okumamaktadır.

Emek-sermaye çelişkisi; burjuvazi ve proletaryanın iki uzlaşmaz karşıt sınıf olarak oluşmaları, kuşkusuz sömürüden kurtuluş ve sosyalist devrim için mücadelenin toplumsal zeminini oluşturur. Marx, Komünist Manifesto’da, Engels ile birlikte, “Bugün, burjuvaziye karşı olan bütün sınıflardan, yalnızca proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar büyük sanayi ile yıkıma doğru gitmekte ve mahvolmaktadırlar; proletarya, tersine, onun en öz ürünüdür. diye yazarken, hem somut bir durumdan söz ediyor, hem de tarihsel-toplumsal gelişmenin yönüne işaret ediyordu. Bir varsayım değil, kapitalizmin gelişmesiyle açığa çıkan ve belirli temel sınıflar arasındaki ilişkilerin tanıtladığı bir duruma işaretti. Sonrası tüm tarihsel dönemde, bu ‘durum ve eğilim belirlemesi’, salt proletarya kitlelerinin büyüyüp milyarlarla ifade edilir hale gelmesiyle değil, düşüş ve yükselişi içinde, işçi hareketinin burjuvaziye karşı, tüm öteki ‘muhalif’ sınıf ve kesimlerden daha tutarlı, daha dirençli, daha istikrarlı bir mücadelesine de tanık olundu. Marx’ın teorisinin devrimci özü, işçi sınıfının, kapitalizmi tasfiye ve yeni sosyalist toplum kurma olanağını, başka bir yerde değil, kapitalizmin kendi bağrında şekillenip, burjuva sınıfın hakimiyetine karşı savaşa atılmasında görmesinde, bunun kaçınılmazlığını ortaya koymasındadır. Marx, işçilerin matematiksel sayılarıyla değil, kapitalist üretimin -ve toplumun- varlığını borçlu olduğu sınıf olmasıyla, üretimi ellerinin ‘içinde’ ve altında tutmalarıyla; öyleyse onun can damarlarını sıkarak boğma ve kendinin sömürülmediği gibi, hiç kimsenin de sömürülmesine olanak olmayacak yeni bir toplum kurma güç ve olanağına sahip olmasıyla ilgiliydi. İşçi sınıfının sayısıyla ilişkin teori ise, matematiksel çoğunluklarla ilgili ve ilişkilidir.

Marksist teori işçinin sayısı yerine, üretimi gerçekleştiren özne olması ve bununla bağlı sorunları esas almasına karşın, işçiler, nicelik olarak da, süreç içinde artmışlardır. Marx ve Engels’in döneminde henüz yüz milyonu dahi bulamayan işçiler, bugün sanayi, tarım ve hizmetler olarak bölünen sektörlerde değil sadece, çeşitli meslek gruplarının sermaye ilişkisi içinde artıdeğer üreten emekçiler olarak giderek çoğalarak dünya nüfusunun yarısına yaklaşmışlardır.[5] 1914 yılı itibarıyla, dünya toplam nüfusu 1 milyar 667 milyon iken, işçi sayısı yüz milyon bile değildi. Bugün dünya toplam nüfusu 6.5 milyar olarak tahmin ediliyor ve bu nüfusun üç milyara yaklaşan kısmını ücretli emekçiler, işçi sınıfı ve yaşam tarzı açısından da giderek işçileşmekte olanlar oluşturuyorlar. ILO 2004 Küresel Raporu’na göre, dünyada, 246 milyon çocuk işçi bulunuyor olması bile, durumun idrak edilmesi (anlaşılması-dikkate alınması) için yeterince çarpıcıdır. Sermaye ve meta üretimi ve dolaşımının uluslararasılaşması, bilim ve teknik gelişmelerin, ulaşım-iletişim olanaklarının genişletmesi, makinelerin teknik yetkinliğinin muazzam ilerlemesiyle üretkenlikte sağlanan artış ve çeşitli diğer etkenler altında daha fazla işçi işsizliğe sürüklenmesine rağmen, bu gelişmeler, diğer yandan, yukarıda da işaret edildiği üzere, hem gelişmiş kapitalist ülkelerde, hem de kapitalizmin dünya ‘çarkı’na sonradan girmiş eski köylü ülkelerde sınıfın nicel büyümesine yol açmıştır. Ve bu devam etmektedir. Kapitalist gelişmeyi ve bilimsel teknik ilerlemeleri,  yalnızca işçi sınıfının aleyhine olanlarıyla yorumlayanlar ve örneğin “orta sınıfın büyümesi”; “hizmet sektörünün genişlemesi” gerekçesiyle sınıf kutuplaşması ve çatışmasının “durduğu”nu ileri süren yazarlar, ‘orta sınıf’ içinde sayılan hizmet işkolundan çok geniş kesimlerin bugün artık artı değer üreten emekçiler haline geldiklerini gözardı etmekte; işçilerin çok geniş işsiz kesimleriyle birlikte bu ‘yeni işçileşmekte olan ve işçileşen’ kesimleri de kutuplaşma dışı görmektedirler. Oysa, hizmet sektörünün büyüyüp genişlemiş olmasının, bu “sektör”deki emekçilerin çok önemli bir kesiminin sermaye ilişkisi içinde; artıdeğer üreten emekçi olarak işçi sınıfının saflarına katılmasını engellemediği; sağlık ve eğitim, belediye hizmetleri vb. alanlardaki genişleyen özelleştirmelerin uluslararası alanda emek gücü sömürüsünü bu alanlarda da genişlettiği; emekçilerin toplam toplumsal gelirden pay alanlar statüsünden çıkıp doğrudan doğruya bir patrona, kapitalist işletmeye artıdeğer üreten işçiye doğru bir evrimin yaşadıkları, kurgu değil, gerçektir. 19. ve 20. yüzyıllarda olduğu gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin (kapitalizm varolduğu sürece devam edecek olan) toplumsal gerçeği, Avrupa’nın “merkez” ülkelerinde de, dünyanın eski köylü ve bugünün kapitalistleşen ülkelerinde de işçi sınıfının içinde tutulduğu koşullar daha da ağırlaşmış, buna bağlı olarak da çatışma unsurları sadece güç kazanmamış, aynı zamanda çeşitlenmiştir.

İşçiler sadece çoğalmıyorlar; sermayeye karşı sınıf olarak ve hakları için dünyanın çeşitli ülkelerinde değişen düzeyde mücadele de sürdürüyorlar. Daha yakın dönemde, Almanya’da yüz binlerce metal işçisi ve kamu emekçisi onlarca kez grev, uyarı grevi yaptı. Yunanistan’da son on yıldır neredeyse her sene birkaç genel grev ve direniş yaşanıyor. Portekiz’de 2010 ve 2011 Kasım’ında genel grev gerçekleştirildi. İtalya’da 2002’de 11 milyon kişinin katıldığı bir genel grev ve Roma’ya yürüyen 3 milyon emekçinin eylemiyle Berlusconi Hükümeti’nin iş yasalarında yapmak istediği değişiklik engellenmişti. İspanya’da, İngiltere ve İrlanda’da keza birçok kez grev ve genel grevlere gidildi. Fransa’da birkaç kez yüz binlerce işçi ve emekçinin yanı sıra, küçük üreticilerin eylemleri ve Paris’e yürüyüşleri oldu. Bunların tümünde de ana gövdeyi oluşturanlar, işçiler ile kamu işlerinde çalışan emekçilerdi. Böyle olmasında, işçi sınıfının tüm öteki sınıf ve kesimlerden farklı olarak aynı iş yerlerinde, aynı çalışma koşullarında, aynı sorunlarla yüz yüze gelen binlerce-on binlerce ve milyonlarcasının ortak-birleşik sınıf eylemine, bu koşulların da etken olmasıyla daha yatkın ve denebilir ki hazır olmasının dolaysız rolü vardı/vardır. İşçi sınıfının toplumsal devrimci rolüne itirazlarını sürdüren ideolog ve yazarlar, geçmiş tarihin tüm sınıf mücadeleleri pratiğine göz yummaları bir yana, günümüzün somut sınıf çatışmalarını da, bu çatışmalar henüz bir işçi devrimini gündemleştiremediklerinden olmalı, görmezden geliyorlar.

Toplumsal kutuplaşmanın “durması” ‘tezi’, kapitalizm koşullarında zenginliğin topluma dağınık olmayıp belli kapitalist azınlığın mülkiyetinde birikmesi olgusu yönünden de tutarsızdır. Kapitalist-emperyalist ülkelere gerçekleştirilen kaynak transferi, “orta sınıf”ın da dahil edildiği bir “eşit paylaşım”ı değil; bu kesime “artık”tan pay verilmekle birlikte, tekelci sermayenin ‘aslan payı’nı esas alır. Durum, kapitalist ve tekelci rekabet ‘kural’sızlığıyla da bağlıdır. Kapitalist burjuvazi bir “bütün” olmayıp, birbiriyle de çatışan, büyüğün küçüğü “yediği” bir “acımasızlık” ve “aç gözlük” sisteminin unsurudur ve tekellerin baskısı altındaki küçük-alt orta kesimlerin iflasa sürüklenmeleri ya da yutulup yok edilmeleri esas eğilimdir.  “Kutuplaşmazlık”(!) bu yönüyle de geçersiz bir ‘vargı’dır.

Kapitalist üretim tarzının, nüfusun “büyük çoğunluğunu gittikçe daha tam proleterleştirmesi”, kapitalist gelişmenin ‘tarihi’nden, onun gelişme süreci, yönü ve pratiğinden soyutlanamaz. Bu tarihsel gelişme süreci, işçi sınıfının şu ya da bu ülkedeki azalıp-çoğalmasından önce, onun dünya kapitalizmi koşullarındaki gelişmesine işaret eder. Burjuvazi ve işçi sınıfının uzlaşmaz iki karşıt kutupta oluşmaları ve birbirleriyle; emek gücünün yarattığı değerin kapitalist için artıdeğer ve işçi için ücret olarak bölünen “pay” üzerinden başlayarak, sosyal-iktisadi ve siyasal alanda sürdürdükleri mücadele, düşüş ve yükseliş gösterir, ama kapitalizmden söz edildiği sürece varlığını sürdürür; durmaz ve bitmez. Kır ilişkilerinin çözülmesi, kırdan kente nüfus akışı, köylü ülkelerin sanayiye açılması ve artan işçileşme, yeni kapitalist sektörlerin ortaya çıkması ve bunların iş gücü gereksinmesi, üç yüz yıla yakındır devam ediyor. Ve bugün, Avrupa ve Amerika’da da işçi hareketinin “önemini yitirmesi”nden değil, bu en gelişmiş ülkelerdeki hareketin, yeni kapitalist merkezlerdeki yüz milyonlarca işçinin uluslararası katılımıyla güçlenmesinden söz edilmelidir. Hareketin istikrarsızlığı, mücadelesinin geriliği ve geçici dağınıklığı “olamazlığa kanıt” gösterilemez. Aksi, aktüel, ancak geçici olan üzerinden tarihsel olanın reddetmek olur.

 

B ) “ZORLAMA ERKEN DEVRİM” İDDİASI VE EKİM DEVRİMİ’NİN TARİHSEL KOŞULLARI

Doğu Batı’da makaleleri yayımlanmış olan yazarların 1917 Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulması pratiğine getirdikleri yorum ve ortaya koydukları tutum, sadece genel olarak Marksizm’e; özel olarak Marksist devrim teorisine yaklaşımlarını değil, tarih ve toplumsal gelişmenin yasalarına ilişkin anlayışlarını da ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım ve bakış açısına göre, Ekim Devrimi, a-) “devrimin maddi toplumsal koşullarının olgun ve uygun olmadığı bir yerde; merkezi Avrupa’da değil de “geri Rusya”da gerçekleşti(rildi)ği; b-) bununla da bağlı olarak, ‘Tek Ülkede Sosyalizm’de ısrar edildiği için, diğer ülkelerde devrimci mücadele zaafa uğratılmış, milliyetçi sosyalizm anlayışının enternasyonalizme galebe çalmasına neden olunmuş ve Lenin tarafından geliştirilen devlet ve parti modeli üzerinden “otokratik” bir baskı sistemi tesis edilmiştir; c-) Yenilginin nedeni olan bu devrim-devlet-parti anlayışları terkedilmeli ve sınıf odaklı olmayan, çoğulcu-özgürlükçü bir sosyalizm projesi geliştirilmelidir! Sınıf, örgüt, mücadele, devrim ve sosyalizm sorunlarına bu bakış açısı “ortaklığı”nın neler içerdiğine daha yakından bakalım.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiye edilmiş olmasının nedenlerini, Ekim Devrimi’nin, koşullarının oluşmamasına rağmen, “erken” bir devrim olarak gerçekleştirilmiş olmasında arayan Oya Baydar, örneğin, “Lenin’in Batı ülkelerinde devrimden umudu kesip dünya devriminin merkezinin emperyalist ülkelerden Doğu’ya, sömürge ülkelere kaydığı tespitini yaptığını ileri sürerek, Sovyet Devrimi’ni, “kapitalist formasyonun ve modernitenin kendi sınırlarına gelip kendini içten tüketmeye başlamasından çok önce girişilmiş aceleci, sabırsız bir adım” olarak nitelemektedir.

Baydar’ın tarih ve devrim anlayışı, toplumsal koşullar gibi kapsayıcı etken(ler)i gözetmeme gibi temel bir açmazla malul olmakla kalmıyor, anti Marksist, mekanik ve kaba materyalist bir anlayışa denk düşüyor. Ekim Devrimi’ni “aceleci, sabırsız bir adım” olarak nitelerken Baydar, Rusya’nın geriliğinden gayrı neye dayanıyor? Bütün söyleyeceği –ki bunlara da girmiyor– sosyalist devrimin maddi toplumsal koşullarının kapitalist gelişmeyle bağı ve devrimci öznenin ileri düzeyde gelişmiş ülkelerdeki gelişkin durumudur. Rusya’nın geriliği üzerine vaaz vererek, devrimin oradaki gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesinin “tarihten bir sapmaya denk düştüğü”ne ya da “sabırsız bir girişim”in sonuçlarını yaşadığına hükmedilemez. Gerilik, aşağıda, bizzat Lenin’in kendisinden de öğrenileceği üzere, günün Rusyası’nın önemli/belirgin bir özelliğidir. Ama tek özelliği değildir. Rusya, kapitalist emperyalizmin dünya koşullarında, “kapitalist dünya zincirinin en zayıf halkası”nı teşkil etmektedir ve çelişkilerin en keskin olduğu ülkesi/bölgesidir. Ekim Devrimi’ni bu koşullardan ve emperyalist dünya sistemi içindeki yerinden soyutlayarak yapılacak her tartışma, ayakları havada kalmaya mahkumdur. Kapitalizmin ileri düzeyde geliştiği ülke ve alanların, proletaryanın gelişimi ve sosyalizmin maddi temelleri yönünden, daha elverişli ve olgun olması doğaldır. Bu ama, sosyalist devrimin, mutlak anlamda öncelikle bu ülkelerde olması gerektiği ya da olacağı kestirimini doğrulamaz. Kapitalizmin rekabete dayalı ve eşitsiz gelişmesi, devrimin, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yükselişine ve deneyimine bağlı olarak çelişkilerin en keskin olduğu yerde, eski sömürücü sınıflar ile sömürülen ve baskı altındaki işçi ve emekçilerin ilişkilerinin eski tarz yürütülmesinin artık olanaklı olmadığı halka(lar)da patlamasını, olanaklı hale getirir/getirmektedir; ve Ekim Devrimi bu koşulların ürünü olmuştur. Bu, tarihin akışına da uygun düşmektedir. Burjuva devrimleri yönünden de en gelişmiş ülkelerin tuttukları yer ile, burjuva devriminin en ileriden gerçekleştirildiği Fransa’nın durumu farklılıklar gösterir. Burjuva devrimi en kapsamlı haliyle Fransa’da gerçekleşirken, Fransa “en gelişmiş kapitalist ülke” değildi. İngiltere’de 17. yüzyılın ortalarında gerçekleşen devrimin “titrekliği”ne karşın, Avrupa’nın o dönem koşulları ve sınıf çelişkilerinin seyri büyük Fransız burjuva devriminin uluslararası alanda etkilerinin sonraki süreçte de devamını sağladı.

Ekim Devrimi’nin Rusya gibi bir ülkede, İngiltere, Fransa, Almanya gibi kapitalist bakımdan daha gelişkin olan ülkelerden önce gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesini tarihsel-toplumsal koşullardan ve mücadelenin düzeyinden soyutlayarak yapılan değerlendirmelerin basit bir mekanizme düşmesi, toplumsal yasalara dogmatik; kaba materyalist yaklaşımı kaçınılmazdır. Rusya’da devrim, deyiş yerindeyse gelip kapıya dayanmıştı. Emperyalist savaşın yıkıma sürüklediği milyonlarca aç-yoksul köylü ve işçi kitleleriyle onların asker unsurlarının barış, ekmek ve özgürlük talepleriyle kitlesel ayaklanmaları, devrimci partiyi, ya iktidarı burjuvaziye terkedip boyun eğme ve tıpkı yukarıda adları zikredilen yazarların tekrarladıkları türden gerekçelerle devrimden geri durma; ya da ayaklanmış ve daha önceki (1905-907)-1917 Şubat-Mart devrimlerinin mücadelesi içinde, İşçi ve Asker Sovyetleri şeklinde örgütlenerek (yeni sosyalist devletin nüvelerini oluşturan halkın, mücadelesini bir yeni sosyalist topluma doğru ilerletmek üzere, gerekli inisiyatif, etkinlik, ve cesaret gösterme tutumuyla yüz yüze getirmişti. Lenin ve Bolşevikler’in bu ikinci yolu seçmiş olmalarını; tarihin ve toplumsal gelişmenin kendileri önüne bir sorumluluk ve görev olarak çıkardığı tutumdan kaçınmamalarını, “Avrupa merkezli teorinin doğrulanmaması” ya da “Alman devriminden umut kesme” ile izah etmeye çalışan yazarlar, sözüm ona karşı çıktıkları kaba indirgemeci bir yöntemle, devrimin illa ki, örneğin önce Avrupa’nın klasik kapitalist ülkelerinde olması gerektiğine hükmediyorlar. Bu mantık yürütmenin sonucu olarak, Sovyet Devrimi’ni, “kendi sırasını beklemedi”ği için; “erken bir devrim olduğu” için, yıkılmaya “mahkum” gören anlayış, devrimin bir sıralama sorunu/işi olmayıp, somut koşullarla, mücadelenin düzeyi ile bağlı olmasını, en hafif deyişle anlamamakla sorunludur. Alman devriminin “gelmekte olduğu” gerekçesine sığınarak, Bolşevikleri ve Lenin’i, kendi ülkelerinde, “ya şimdi ya da sonra çok geç olur” dedirtecek kadar ‘yakınlaşmış’ devrimin gerçekleştirilmesi için üzerlerine düşeni yaparak, Alman ve Avrupa’nın öteki ülkelerinin işçi sınıfına ve devrimci mücadelesine, yardımı en ileriden gerçekleştirdikleri için “suçlu” gösterenler, o gün de eksik olmamışlardı. Baydar, tarihsel-toplumsal koşullara göz yummakla kalmıyor, yaşanmış gerçekleri de inkardan geliyor. O günün koşullarında, devrimin, kapitalizmin en gelişmiş olduğu Kıta Avrupası’nda (Almanya başta olmak üzere) gerçekleşmesi, Alman işçi hareketinin düzeyi ve ülke koşullarında güçlü bir olasılık olmasına rağmen, bu, devrimin mutlak olarak öncelikle orada olacağı anlamına da gelmiyordu. Birçok etken bir aradaydı ve süreç içinde gelişmelerin yönü, güçler ilişkisi değişmeye başlamıştı. Devrim, salt iktisadi koşulların elverişli olmasının sonucu değil, bununla birlikte öznel etkenlerin de bir devrimin gerçekleştirilmesine elverişli olmasına bağlıydı. Bir devrim olanağı ve olasılığının örneğin en ileri kapitalist ülke İngiltere’de değil, proletaryanın kendi adına ve sınıfsal örgütlenme ve mücadele düzeyinin daha gelişkin olması nedeniyle Almanya’da gündemde oluşu, bunun göstergelerinden biri idiyse de, diğeri, Rusya’da koşulların bir devrimi hızla gündeme getirmesiydi.

Sermaye ve meta ihracı, sanayi ve banka sermayesinin birliği ve tekellerin dünya ekonomisine hakim olmaları, her bir ülke ekonomisinin, mali sermaye egemenliğinde, bir dünya ekonomisi zinciri içinde birleşmesi, kapitalist rekabete bağlı olarak ve pazar için tekeller arası mücadele alanının genişlemesi –yani emperyalizm koşulları– emperyalist zincirin, çelişkilerin en keskin ve bir devrim için koşulların en uygun olduğu yerde, bir devrim ile ‘kırılması’nı olanaklı kılıyordu. Devrimin Rusya gibi kapitalist gelişme düzeyi bakımından geri bir ülkede gerçekleşmesini olanaklı kılan bu uluslararası koşullar ile birlikte, Rusya’da 1860’lardan başlayarak, uzun süren mücadeleler içinde yer alan ve 1905 devriminin sonuçlarından da öğrenmesini bilen Rusya işçi ve emekçilerinin neredeyse kesintisizleşen mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı büyük toplumsal çöküntü ve bununla da bağlı olarak Çarlık ve Rus burjuvazisinin devrimi ezme gücü gösterememesi gibi etkenlerin bir araya gelmesiydi. Ne emperyalizm “olgusu” Lenin tarafından “uydurulmuş” bir teorinin ürünüydü, ne de devrimin tüm nesnel ve öznel etkenlerinin bir devrim için uygun olduğu koşullarda, başka ülkelerde –özellikle Almanya’da– beklenen devrim olmadı diye, iktidarın alınmasından geri durmak devrimci ve enternasyonalist bir tutum olurdu.

1905’in “canlı gelenekleri sayesinde”, proletaryanın “en devrimci olduğu” Çarlık Rusyası’nda, savaş ve yenilgi koşullarında, devrimci “kriz”in ve devrim için ayaklanmanın başka yerlerden daha önce gerçekleşmesi, “doğal”dı! Proletaryanın ve “kent ve kır nüfusunun yoksul kesimlerinin tümünün çıkarlarını dile getiren”, Petersburg İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin, “barış, ekmek ve özgürlük” için mücadelenin ön cephesindeki varlığı, gerçek bir olguydu. “Emperyalist savaşın objektif kaçınılmazlıkla yol açtığı” devrimci durumda, devrimi başarıyla gerçekleştirmekten kaçarak, Marksist olunamazdı. “Özel nitelikler değil diyordu Lenin yalnızca özel tarihsel koşullar Rusya proletaryasını belli, belki de çok kısa bir süre için, tüm dünyanın devrimci proletaryasının öncüsü yaptı.[6] Rusya proletaryası devrimi zafere ulaştırarak, diğer –en gelişmiş– ülkelerin işçi sınıfına, kapitalist sınıf düşmanına karşı mücadelesinde uluslararası büyük bir destek ve dayanak oluşturmuş oldu. Rusya işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının attıkları bu ilk adım, takip edecek Alman, Fransız, İtalyan, Avusturya vb. ülkelerin proletaryasınca tamamlanacaktı.

Gelişmelerin bu yönde ilerlediği biliniyor. Devrimin Almanya’da da başladığı; Alman proletaryasının 1918 Kasım Devrimi’yle iktidarı bazı bölgelerde geçici olmak üzere ele geçirdiği, ancak karşı saldırıyla yenilgiye uğratıldığı da tarihi gerçekler arasındadır. Dünya kapitalizminin ve emperyalist sömürge sisteminin aldığı peşpeşe yenilgiler, emperyalist zincirin parçalanması, ulusal kurtuluş savaşlarıyla sömürgelerin kurtuluşu yolunda kaydedilen başarılar, Doğu Avrupa’da ve Çin’de halk devrimlerinin gerçekleşmesi vb. bu yöndeki gelişmelerdi. Tüm ülkeler işçilerinin ve ezilen halkların dayanışması ilerleyip genişledi.  Uluslararası sermaye ve emperyalist gericilik, en gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi hareketini, sosyal-iktisadi taleplerinin bir bölümünü karşılayarak devrimden alı koyma politikasına yönelmek zorunda kaldı vb. vb.. Bugünden bakarak ve sosyalizm ve güçlerinin geriye düşmüş olması “sonucu”ndan hareketle, devrimin nedensel nesnel dayanaklarını ve onu hazırlayan tarihsel koşulları dogmatik bir yoruma tabi tutanlar, kapitalist üretim tarzı ve içerdiği çelişkilerin onu, kendi yıkımını hazırlayacak koşul ve güçleri üretmeye zorunlu bırakan nesnel gelişme sürecine işaret eden Marksist devrim teorisi ve pratiğiyle çatışma içindedirler. “Kapitalist formasyon ve modernizmin kendi sınırlarına gelip kendini içten tüketmeye başlaması”na kadar bekleme formülasyonu, kapitalizmin çelişkilerini örtük olarak dahi ifade etmezken, sınıf mücadelesi yerine liberal reformist kendiliğindenciliği ikame etmektedir. Ekim Devrimi’ni ve devrim ile siyasal iktidarın alınmasını, “sosyalizmi bir anlık bir siyasal devrim sorunu ve salt siyasal olarak” anlama politikasıyla ilişkilendiren Baydar ya da herhangi diğer yazar, burjuvazinin sınıf hakimiyetinin “demokratik bir sistem içinde” sürdürülmesine teşne değilse eğer, “iktidar siyaseti”ni (işçi sınıfının devrimci sınıf iktidarının kurulması sorunu) “gündelik yaşam”dan uzaklaştırıcı gören tescilli bir oportünisttir! Böyledir, çünkü iktidar hedefi; iktidar sorunu her siyasal devrimin; iktisadi-sosyal ve politik programını pratiğe geçirmek isteyen her sınıf ve partinin en başta gelen sorunları arasında yer alır. Marx’ın, başlıca Komünist Manifesto ve Gotha ve Erfurt Programı’nın Eleştirisi’nde olmak üzere, sınıf siyaseti, iktidarın alınması ve proletaryanın devrimci diktatörlüğü üzerine görüşlerinin yanı sıra, Kapital ciltlerinde yüzlerce örneği sergilenen sınıf ilişkileri üzerine söyledikleri de “salt iktisadi” bağıntılar içinde değerlendirilemez. Ekim Devrimi ile girilen yolda, devrimin salt siyasal gerçekleştirilmesine indirgendiği suçlaması, 1950’lerin ikinci yarısına dek büyük çalkantılar içinde, keskin sınıf mücadeleleri pahasına ve emperyalist kuşatma altında girişilen sosyalizmin kurulması ve ilerletilmesi pratiği; ekonomide, kültürel ve bilimsel alanda, halkın doğrudan kendi yönetimini gerçekleştirilmesi yönünde kaydedilen gelişmeler; sosyalizm yenilgiye uğratıldı diye inkardan gelinemez. Savaşın kazanılmasının ardından otuz, kırk, elli yıl sonra alınmış yenilgi, o savaşın verildiğini, kazanıldığını tarihten silemez, kazanımlarının oluşturduğu tecrübeleri unutturamaz. Baydar gibilerinin yaptıkları ise, silme, unutturma, yok sayma, geçersiz ilan etmekten ibarettir. Tüm bu tarihi gelişmeleri bir yana iterek, Ekim Devrimi’nden 95 yıl sonra, onu “sabırsız erken bir devrim” olarak nitelemek, olay ve gelişmelere sınıf mücadelesinin yasalarını izleyerek değil, etiket-paket formülasyonlarla bakmaktır. Bu kadar zaman sonra ve sosyalizmin yenilgiye uğratılmış olması dayanak edinilerek geliştirilen bu tutum, daha o zamanlardan söylendiği üzere, “düpedüz gülünçtür!” Bu “gülünçlük”, devrimin “siyasal iktidarın alınması”na indirgendiği şeklindeki spekülatif söylem yönünden de geçerlidir. Bu sözde eleştiri, sosyalist ekonominin örgütlenmesi, bilimsel-teknik ilerleme vb. çok çeşitli alanlarda kaydedilen büyük mesafenin, yenilgiye rağmen inkar edilemeyecek kadar gerçek olması karşısında dahi, onu “kapitalist ülkeleri aşmaya yönelik kalkınmacı modernist ekonomipolitika” olarak , sözüm ona lekeleyecek kadar sapkınlıkla maluldür. “Biz başlangıcı yaptık diyordu LeninNe kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna kadar vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.[7]

 

C ) “TEK ÜLKEDE SOSYALİZM”İ RET YA DA DEVRİMDEN GERİ DURUŞ VE KAPİTALİZME BİAT TEORİSİ

Tek ülkede sosyalizm” tartışmalarının Lenin’in sağlığında başladığı, Troçkist çizginin bir dünya devrimi olmaksızın sosyalizmin başarıya ulaştırılamayacağını ileri sürüp, buna karşı çıktığı biliniyor. Bu konu üzerine bir tartışma külliyatı da bulunuyor. Doğu Batı dosyasında makaleleri yayımlanan yazarlar, bu tartışmada Lenin ve Stalin karşıtı bir mevzide duruyor ve oradan konuşuyorlar. “Tek ülkede sosyalizm”in “olamazlığı”(!) teorisini sürdürüp, sözüm ona geliştiren yazarlar, bu görüşleriyle, yalnızca 20. yüzyıl Rusyası gibi “geri” bir ülkede değil, devrim için koşulları olgunlaşmış herhangi kapitalist ülkede de; bir devrimden geri durmayı, Marx’ın devrimci teorisine “uydurma”ya çalışıyorlar.

Sosyalizmin dünya düzeyindeki en büyük talihsizliği –diye yazıyor prof. Cangızbay– ‘tek ülkede sosyalizm’ tezinin galebe çalması” olmuştur ve bu durum, Türkiye sol hareketi açısından “çifte bir talihsizlik” etkeni olarak rol oynamıştır!

“Tek ülkede sosyalizm” pratiğinin, devrimin öteki ülkelerde örgütlenmesini olumsuz etkilediği görüşünde olan Cangızbay, Fransız komünistlerinin “ülkeleri Alman işgali altında” iken “kıllarını bile kıpırdat”madıkları şeklinde, tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan ve çarpıtmadan ibaret olan iddiasını da ‘tek ülkede sosyalizm’ anlayışının sonuçlarından biri olarak gösteriyor.[8] Cangızbay’a göre, “insanlığın ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ idealini gerçeğe dönüştürme yollarını arama ve kat etme cehd ve pratiğinden başka bir şey olmayan sosyalizm “bir devlet modeli olarak algılanıp tasarımlan”mış  ve “kaynağındaki idealler”den uzaklaşmıştır! Prof. Cangızbay, yapılması gerekeni de, “doğrudan doğruya siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedeflemek değil, tam tersine, siyasal müdahale ve düzenlemeleri işlevsiz, dolayısıyla da gereksiz ve değersiz kılacak ilişki biçimleri ve örgütlenme modelleri yaratmanın peşine düşmek ve siyasi etki ve gücü, yegane işlevselliği böylesi bir sürecin önünü açmaktan ibaret olan araçsal bir değer konumuna indirgemektir.”[9] şeklinde tarif ediyor.

Cangızbay’ın sosyalizm tanımında, sömürünün ve sınıf ayrıcalıklarıyla farklılıklarının ortadan kaldırılması diye ‘bir şey’ bulunmuyor. Yazar, burjuva içerikli kavramları tekrarlıyor ve sosyalizmi bir tür hümanizme indirgemeye yöneliyor. “İnsanlığın ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ ideali”nin 1789 Fransız burjuva devrimi dolayımındaki anlamının, işçi sınıfı ve emekçiler için burjuva boyunduruğu altında yaşama mahkumiyeti olarak gerçekleştiği; insani özgürlük ve eşitliğin ise gerçekte ancak işçi sınıfının devrimci girişkenliğiyle ve sosyalizmin kurulmasıyla, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumda olabileceğini, prof. Cangızbay, kuşkusuz biliyordur. Ama onun sorunu, sosyalizmin anarko sendikalist-anarşist bir içerikte olması gerektiğine iman etmiş olmasındadır. “Doğrudan doğruya siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedefleme”den, “siyasal müdahale ve düzenlemeleri işlevsiz kılacak” ilişki biçimlerinin var edilebileceğini hayal ediyor, oradan da ‘Tek Ülkede Sosyalizm’in nasıl da büyük bir “şansızlık” olduğu sonucuna ulaşıyor!

Reçetesinde, iktidar ele geçirilmeden, siyasal müdahale ve düzenlemelerin hemen nasıl “işlevsiz”kılınabileceği/kılınabilirliğine dair bir bilgi de bulunmuyor. İçeride, devrilmiş ve fakat varlığını sürdüren sömürücü sınıfların, dışarıda dünya kapitalizminin kuşatmasını gözardı eden ve izlendiğinde teslimiyete götürecek olan bu kurguda, sınıfsız-sömürüsüz toplum koşullarını ima eden “siyasal müdahale ve düzenlemeleri işlevsiz, dolayısıyla da gereksiz ve değersiz kılacak ilişki biçimleri ve örgütlenme modelleri”nden söz edilmiş olmasının, sosyalizm gibi yeni bir toplum düzeninin kurulması ve sürdürülmesinin sorunlarına uzaklığın ötesinde bir anlamı ve somut karşılığı yoktur. Sosyalizmin “bir devlet modeli olarak algılanıp tasarımlandığı iddiası ise sözcüğün gerçek anlamında dayanaksızdır ve sosyalist toplumun, toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir kuruluşuyla ilerlemesi ve sömürü ve sınıfların tüm biçim ve etkileriyle tarihten silinmesi için yürütülen zorlu çalışmaları görmezden gelen ya da bilerek inkar eden bir tutumun ifadesidir. Bu o denli böyledir ki, Cangızbay’ın kendi “tezi” içindeki ve sosyalizm koşullarında üretim-dağıtım sorununa yüzeysel, tek yanlı ve toplumsal gereksinmelerin zorunlu kıldığı ‘artı fon kaynakları’ türü sorunları gözetmeden, üretim-dağıtım ve dış ticaret sorununa dair bir başka iddiası tarafından da yanlışlanmaktadır. Sosyalist olup olmaması bir yana ve aktarmaktan kaçınmadığı “dialog” türü anlayışların kimin/hangi çevrenin “moral dopingi ihtiyacı”na karşılık düştüğü açık olmamakla birlikte, eski dönem Bulgaristan’ının Türkiye’ye elektrik ihracı üzerine spekülasyonları malzeme edinen Cangızbay, “ihraç etmek üzere ihtiyacı olmadığı kadar elektrik üretmek, ya da sırf bir bölümünü ihraç edebilmek için ürettiğin elektriği ihtiyacı kadar tüketmemek, Marx’ın kubul edebileceği en son şey” diye ahkam kesip, “Elekrifikasyon merkezli sosyalizm formülü Lenin’in ise, zorunlu çalışma koşulları içinde milyonlarca insanın sefaleti ve telefatı pahasına elektrik üretmek üzere devasa barajlar inşa ettirme şerefi de Stalin’e aittir” diye, sözüm ona bu politikanın yanlışlığına göndermede bulunuyor.

“Tek ülkede sosyalizm”i, “sosyalizmin dünya üzerindeki en büyük talihsizliği” olarak görmekle, K. Cangızbay, zafere ulaşan devrimin, eski yönetici sınıf ve güçlere teslim olmasını savunuyor değilse eğer, Ekim sosyalist devrimiyle birlikte, Avrupa-Asya ve öteki ülkelerde ve genel olarak dünya ölçüsünde halkların ve işçi sınıfının, bu devrimden de güç alarak burjuva gerici –ve faşist– iktidarlara karşı girişkenliklerinin yükselişe geçmesini, Alman-Avusturya devrimlerinin patlak vermesini, ezilen ulusların emperyalist sömürgecilere karşı ayaklanmalarını da “şansızlık” olarak görüyor olmalı! Bir yazarın hem bütün dünyada “anti kolonyalist/emperyalist/kapitalist silahlı hareketlerin üstelik birçoğu da başarılı olmak üzere ortaya çıktığı, sömürge imparatorluklarının dağıldığı, bütün bu hareketlerin baş destekçisi Sovyetler Birliği’nin ise olimpiyatlardan uzay yarışına hemen her alanda altın çağını yaşadığı” gibi, sosyalizmin kuruluşuyla ilişkili önemli olgulara dikkat çekmesi, hem de ardından dönüp, sosyalizmin “tek ülke”deki kuruluşunun –ki aslında sadece Sovyetler Birliği “sınırları”nda dahi dünyanın neredeyse beşte biri kadar topraklar üzerinde şu ya da bu düzeyde etkili olmuş/etkide bulunmuş bir sistem söz konusudur– “dünya üzerindeki en büyük talihsizliği” olduğunda karar kılması, ne yazık ki salt kendisinin çelişkisi olmaktan daha fazla bir şeydir!

Bu “minval” üzerinde “ilerleyen”lerden biri de, Yar. Doç. Erkan Doğan’dır. “1920’lerin ikinci yarısından itibaren, özellikle 1930’larda, dünya devrimi fikri” yerine “tek ülkede sosyalizm” anlayışının geçirildiğini ileri süren Doğan, “Stalinizm’in kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmeye” başlamasıyla sosyalizmin “devlet mülkiyeti artı planlamaya, yani merkezi bir devlet aygıtının gözetimi altında sürdürülecek olan milli ve hızlı bir kalkınma ve sanayileşme stratejisine indirgenmiş” olduğunu; “teknik bir projeye dönüştürüldüğü”nü söylemektedir.[10] Yazar, bunun, aynı zamanda “klasik Marksizm’in tezlerinin terk edilmesine, mesela sınıf, millet, halk gibi kavramlar arasındaki sınırların bulanıklaşmasına, işçi sınıfının devrimci dönüşümün biricik öznesi olduğu konusundaki yaklaşımın tartışmalı hale gelmesine” neden olduğu iddiasındadır.

Bu görüşün/görüşlerin yanlışlığı-doğruluğundan önce, en önemli sorunu, on yıllara yayılmış bir tarihsel dönemin olguları ve gelişmelerini birbirleriyle etkileşimlerini de gözetmeksizin, masa başı ezberi esas alan yorumlara tabi tutmalarıdır. Sosyalist toplumun devletsiz ve tüm ülke düzeyinde sanayi başta olmak üzere ekonominin tüm alanlarında ilerlemeyi toplumsal yaşamın gerçekten insanileştirilmesi için bir planlamayla sağlama çabasını, bu yapılmaksızın da sosyalizmin kurulabileceği kurgusuyla, bu kurguya aykırı işler yapıldığı için saldırı hedefine koymak, bu çabaları dünya devriminin “yerine” ya da “alternatifi” olarak göstermek, ancak böylesi bir ezberin ürünü olabilir!

Dünya devrimi amaç ve hedefi, açık ki ne Lenin, ne de Stalin tarafından gözardı edilmiş değildi. Sorun, bu hedefe nasıl, hangi yoldan; bir “hamle” ile ve bir seferde mi, yoksa , emperyalist zincirin en zayıf halkası/halkalarından parçalanıp ilerlenerek mi gidileceğiydi. Belirleyici olan ise, tarihsel toplumsal koşullardı. Bugün de öyledir. Doğan’ın, Cangızbay’ın, Baydar ve diğer yazarların gözardı ettikleri, tam da bu en önemli etkenlerdir. Oya Baydar gibi, Yar. Doç. Doğan da, devrimci durumdan bir devrim için yararlanma; uygun iç ve dış etken ve gelişmelerin egemenleri eskisi gibi yönetemez ve ezilen emekçileri eski tarz yaşayamaz duruma getirdiği koşullarda, isyan halindeki örgütlü işçi-yoksul ve emekçi köylü ve asker kitlelerinin iktidarı almasına karşı bir tutum içindedir. Marksizmin temel kavramlarının bulandırılmasının failleri de liberal reformcu çevrelerdir. Sınıfsal kavramların “bulandırılmaması” adına –ki bu elbette yapılmamalıdır– ezilen ulus ve halkların sorunlarının, işçi sınıfının devrim, demokrasi ve özgürlük sorunlarını mücadele platformunun içine almasını gereksiz ya da yanlış göstermenin, Marksist olma bir yana, tutarlı devrimci-demokrat bir tutumla dahi bağdaşmaz olduğu açık olmalıdır. Doğan’ın önemsiz saydığı bu durum, kapitalizme ve emperyalist gericiliğe karşı mücadelenin güçleri ve seyri yönünden de büyük önem taşımaktadır.

“Tek Ülkede Sosyalizm” teori ve pratiğine yönelik suçlamalardan biri de, “kapitalizme göre vaziyet almak; kendini kapitalist ileri ülkelerin gelişme düzeyi üzerinden tarif etmek şeklindedir! Sosyalizmin kaydettiği ekonomik-sosyal, kültürel ve bilimsel ilerlemeleri, dünya işçi ve emekçilerinin mücadelesini güçlendirmek ve kapitalizme karşı ideolojik savaşı yükseltmenin dayanaklarından biri olarak ortaya koyma tutumunu; ancak, bu gibi konularda, ezber ötesinde herhangi sorumluluk taşımayanlar, böylesine bir önemsemezlikle karşılayabilir ve “yanlış” addederler. Bu iddia, herhangi somut ve gündemleşmiş konuda, onun gerektirdiği sorumluluğu üstlenmeden azade bir rahatlığın ürünü, salt “fikir jimnastiği” babında ileri sürülmediyse eğer, kapitalizmin özgürlükçü, refaha ve üretilenin paylaşılmasının “adaleti”ne en ehil ve onu hedefleyen sistem olarak sunulması üzerinden kitlelerin antikapitalist mücadeleden geri tutulmaya çalışıldığı bir dünyada, ona alternatif bir toplumsal sistemin, üstelik de geri toplumsal koşullara sahip bir ülkede ve kısa sürede, doğrudan işçi ve emekçilerin kendi çalışmaları ve büyük fedakarlıkları pahasına kaydettiği toplumsal iktisadi-sosyal ve kültürel gelişmenin taşıdığı büyük önemin, yok sayıldığını gösterir. Rusya’da devrimin gerçekleşmesi ve Sovyet halklarının bir “sosyalist cumhuriyetler birliği” içinde devrimi ilerletmek, eski toplumsal düzenin tüm iktisadi-sosyal-siyasal-ve diğer-etkilerine ve eskiyi geri getirmeye yönelik çabalarını dış emperyalist güçler desteğinde sürdürmekten vazgeçmeyen güçlere karşı savaşa girişmeleri, açık ki büyük fedakarlıkları da gereksinmekteydi. Devrim, toplumsal gelişme düzeyi ‘geri’ bir ülkede gerçekleştirilmişti ve sanayi ve tarımın geliştirilmesi, elektrifikasyon, tarımsal üretimin makineleştirilmesi, toplumsal ihtiyaçların en ileri düzeyden sağlanmasına yönelik üretim ve inşa seferberliği, “herkesten yeteneğine-herkese emeğine” göre ilkesi çerçevesinde, hasta ve bakıma muhtaç olanlar dışındaki herkesin çalışmaya dahil edilmesi, sabotörlerin ve iç ve dış saldırı güçlerinin etkisizleştirilmesi için emekçilerin “ayakta oluşu”nu diri tutmak zorunluydu. Türkiye’nin üniversite kürsülerinden, Lenin ve Stalin yönetimindeki sosyalist girişim ve inşayı yargılamak, elektrifikasyon-kalkınma, daha fazla ürün, makine-tarım istasyonları ve fabrikasyon çalışması ve bunun için kitle seferberliğini küçümseyip, bu çabayı güya insancıllık adına mahkum etmeye çalışmak, daha modern, daha ileri, gerçekten insanileşmiş ve herkesin ihtiyaçlarına yanıt verecek düzeyde gelişmiş bir ülke ve dünyanın, işçi ve emekçilerin büyük fedakarlıkları pahasına ancak mümkün ve gerçekleştirilebilir olduğunu, en hafif deyişle, gözardı etmektir. Sanayisi Batı’nın ileri kapitalist ülkelerinden çok geride, büyük köylü ve tarımsal nüfusu Çarlık otokrasisi koşullarında neredeyse ilkel bir yaşama mahkum edilmiş, ulusların boyunduruk altında tutulduğu bir ülkede, tüm bu geriliklere karşı açılan savaşın hem toplumsal üretimin düzeyini ve kalitesini, ürünlerin çeşitliliği ve bolluğu da içinde olmak üzere artırdığı, hem de kültürel gelişkinlik sağladığı inkardan gelinerek, ya da bunlar gerekli değilmiş gibi, sözüm ona zahmetsiz-sıkıntısız, çalkantısız bir sosyalizm kurgusunun yaşamın gerçekleriyle alakası yoktur. On milyonlarca emekçinin yaşam koşullarının iyileştirilerek ‘insanileştirilmesi’ için gerekli olan tüm ürün ve gereçlerin ‘planlı üretim ve dağıtımı’nın örgütlenmesi, yeni sosyalist dönemin en önemli gereklerinden biriydi. Emek üretkenliğinin artırılması, tüm emekçilerin sosyal-kültürel gelişmesinin en ileri düzeyine ulaşılması, üretimin “gerçekten toplumsallaştırılması” gerekiyordu ve bunun için toplumsal seferberlik kaçınılamazdı.

Siyasal iktidarın bir devrimle alınması ve proletaryanın sınıf diktatörlüğü/proleter devleti yönetimi altında sosyalizmin inşaası/kurulmasına girişilmesini, Rusya’nın ‘tescil edilmiş’ geriliği gerekçesiyle, ve Avrupa, ya da dünya devrimi “projesi”yle “uyumsuzluğu” iddiasıyla “olamazlık” hanesine yazan görüş, yüz yüze geldiği devrimci görevler karşısında yüz geri ederek, devrimden kaçışın teorisidir. Sovyet Devrimi’nin, bir ya da birkaç başka ülkede (o dönemde Almanya-İtalya-Avusturya bir devrim için diğer ülkelere göre daha olgun denebilecek koşullara sahiptiler) patlak verinceye, ya da bir ‘dünya devrimi’ oluncaya kadar, dünya kapitalizmine ve onun emperyalist büyük güçlerine karşı direnişini sürdürmesini, ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması/kolektivizasyonu ile sanayi ve tarımda sağlanacak yüksek gelişme düzeyi ile “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin gerçekleşeceği bir aşamaya doğru yürümede ısrarı, reddedip-olumsuzlayan bu teori, Marksizm’in devrimci özüyle açıkça çatışmıştır. Bu teorinin mirasçıları, bugün de, yenilginin gerçekleşmesinden hareketle; işçi sınıfının bir ülkede sosyalist devrimi gerçekleştirip burjuvaziyi yıkmasından sonra, direnci artmış iç burjuvazinin eskiyi getirme çabasının uluslararası burjuva dayanağı ve desteği başta olmak üzere, bu ilk devrimin ve sosyalist deneyiminin karşılaştığı sorunları anlayamayacak kadar da ezbercidirler.

 

C ) PARTİ VE DEVLET ÜZERİNE AYDIN FANTAZİSİ; PARTİSİZ DEVRİM, DEVLETSİZ SOSYALİZM KURGUSU

İşçi sınıfının –ve tüm ezilenlerin– sermaye ve gericiliğe karşı mücadeledeki gücü, salt kalabalıklar olmasında değil, disiplinli-birleşik hareketinde yatan; kendi sınıfının durumunu ve içinde tutulduğu/bulunduğu durumdan kurtuluşun yol ve yöntemleri üzerine bilinç edinmiş, bunun bilincine ulaşmış ileri kesimlerinin yönetiminde, hedefe ancak ulaştığı/ulaşabileceği tarihin dersi olmasına rağmen, devrimci parti ve örgüt fikri, “birey özgürlüğü” üzerine sözüm ona titrer görünen kimi yazar-aydın çevreleri tarafından, “özgürsüzlük” ve “hak ihlali” gerekçesi sayılmış; “despotik”-“otokratik”-“totaliter” addedilegelmiştir.

Doğu Batı’nın adı geçen dosya başlığı altında yer alan makalelerin yazarları, denebilir ki, en fazla bu konu üzerine görüşleriyle hemfikirdirler! Leninist parti modelinin “örnek alınması”nı, antidemokratik-bürokratik ve totaliter anlayışların harekette etkin olmasının nedeni sayan –zamanında, Leninist partiye hiç benzemeyen ve gerçekten bir iç demokrasiye sahip olmayan, modern revizyonizmin iyice bozuşturduğu, kendisini lağveden bürokratik partinin savunucu/yöneticiliğini yapmış– Oya Baydar’a göre, örneğin bu tür bir parti ve devlet örgütlenmesi, “Adı demokratik merkeziyetçilik de olsa parti içi demokrasinin işlemediği; parti disiplini adı altında özgür ifade ve tartışmanın yok edildiği parti anlayışı”nın ifadesidir ve bu da, özgür, bağımsız, yaratıcı sosyalist insanın yetişmesinin önünde engel olmuştur.”[11] Proletarya diktatörlüğü adına “demokrasinin reddedildiği”ni ileri süren Baydar, pratikte “parti ve kadroların diktatörlüğü”nün gerçekleştirildiği; partinin (örgütün) “hem toplum hem de partililer üzerindeki, özgür düşünce ve eleştiriyi kısıtlayan, giderek yok eden” rol oynadığını; bu durumun Türkiye’deki örgüt ve partiler açısından da “partiyi bireye üstün kılan anlayış”la  hesaplaşmasını önlediği iddiasındadır. Yazar buna, değişimin ve yeni dünyanın tohumlarının “siyasal devrimden çok önce, mevcut yapının içinde filizlendiği”nin unutulduğu, “sosyalizmin insani-vicdani yanı”nın ihmal edilerek, “güç ve iktidar amaçlı siyasi yanının abartıldığı”, “devrim fetişizmine kapılıp gerçek devrimin gözden kaçırıldığı iddiasını da ekliyor.

Leninist parti ve örgütlenme modeliyle “demokratik merkeziyetcilik’ felaketi”ni(!)[12], Lenin’in “yaptığı pek çok hata”ın “en başında geleni” sayan Prof.Dr. Mahmut Mutman’a göre de, “Solun hükümranlığa sürüklenmesinin gerekçesi hep ‘kolektivite’ olagelmiştir. Mutman, Özgürlük ve eşitlik mücadeleleri –diyor toplumsal hareketler oldukları için, ifade ettikleri toplumsal sorunların çoğu kez aynı zamanda öznellik düzeyinde tecrübe edilen bireysel yaralar olduğu”nu unutagelmişlerdir! “Hiç kimsenin yarası aynı biçimde acımaz, kimse kimsenin yerine ölmez, aşk tekil kalır, ortaklık aynılık değildir diye sıralayarak, görüşüne felsefi-edebi bir ton da katıyor. Toplumsal hareketin sorumluluğun karşılıklı aktığı bir ilişki kurmaya muktedir olmadığını belirten Mutman, “herşeyi kolektiviteye indirgeme”nin totalitaryanizme yol açtığını ileri sürüyor. Aynı doğrultudaki iddiaların bir diğer savunucusu prof. Kadir Cangızbay’dır. Leninist parti modelini, “okumuş-yazmış takımı”nın kendisine “toplumsal bir rol biçmesi”yle ilişkilendiren Cangızbay, buradan kaynaklanan parti anlayışının Türkiye’de de, “Sol”a “sirayet ettiği” iddiasındadır. Ona göre, Bolşeviklerin ‘profesyonel devrimci’lere ve Leninist parti modeline verdikleri önem ve “aparatçiklerin varlığı” nedeniyle,  “Rus İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde kurulan devlet”, ancak “resmi sıfatı itibariyle sosyalist” olabilmiştir! “Stalinist, merkeziyetçi, bürokratik sosyalizm” sıfatlarının vurgusuyla kavramların etkisini artırmaya çalışan prof Hasan Bülent Kahraman da, “19.yüzyıl pozitivizminin materyalizminden etkilenmiş, onu Marksizmin sınıfsallığı ile birleştirmiş” rejimin “somut-materyalist bir modernleşme anlayışıyla” hareket ettiği ve “pozitivizmin elit hegemonyasına dayalı bir yapıyı tercih ettiği[13] iddiasındadır. Kapitalizmin liberal savunucularının tekrarlayageldikleri üzere, faşizm ile sosyalizm arasında paralellikler kuran H. Bülent Kahraman, bu, birbirine tümüyle karşıt ve düşman; biri, kapitalist emperyalizmin en gaddar, en gerici temsilcilerinin olan sistemle, ötekisi sömürünün ortadan kaldırılması hedefine bağlanmış işçi ve emekçi on milyonların enerjisi ve kararlılığıyla inşaya çalışılan sistemi, “devletçi, merkeziyetçi uygulamalar” bağıntısında, tepeden-tırnağa “benzeş”tiriyor.

Parti ve devlet gibi, kapitalizme karşı ve sosyalizm için mücadelede, işçi sınıfı ve emekçilerin birbirleriyle ilişkili olması kaçınılamaz iki “örgüt” biçimi etrafında ileri sürülen eleştirilerin başlıca gerekçesi; bu tür bir örgütlenmenin ya da parti/örgüt şekillenmesi ve işleyişinin; ve sosyalizm koşullarında da partinin devlet örgütlenmesi içindeki konumunun, demokratik merkeziyetçilik uygulaması, liderlerin ve merkezi kadroların rolü vb. gibi nedenlerle antidemokratik, baskıcı ve totaliter anlayışlara kaynaklık ettiğidir. Bu tür ve Lenin’den esinli bir örgütlenme modeli, diğer yandan Rusya’nın geri koşullarıyla ilişkili yönleri üzerinden başka ülkelerde örnek alınamaz gösterilmektedir. Baydar ve Cangızbay’ın özellikle öne çıkardıkları bu ikisidir. Prof Mutman, buna, kolektif hareket ve örgüt anlayışının olamazlığını da tanıtlamak üzere, bu tür bir parti ve devlet örgütlenmesini totaliter yönetim anlayışları ve politikalarının merkezi etkenlerinden biri göstererek, “karşılıklı sorumluluk akışının hiçbir zaman” olamayacağını; bu “model”in bu bakımdan da geçersiz olduğu iddiasını ekliyor. İtiraz ve iddiaların başta gelen özelliği, işçi sınıfının antikapitalist ve sosyalizm için mücadelesinde parti şeklinde örgütlenmesinin, bu mücadelenin başarıya ulaştırılmasının koşulu olduğunu söz konusu dahi etmeden, burjuvazinin ‘dişinden tırnağına’ silahlı bürokratik aygıtına karşı mücadelede zafere ulaşması için işçi sınıfının bir parti olarak örgütlenmesinin zorunluluğu sorununu, örgütün biçimi ve işleyişinin, bunun taşıdığı ya da taşıyabileceği eksiklikler ve zaaflar sorununun gerisine itmesidir. Yazarlar böylece, bu tartışmada, burjuvazi tarafından yalnızca iktisadi-sosyal ve siyasal alandaki baskı ve sömürü aracıyla değil, ideolojik-kültürel etkiyle de kendi sınıfının çıkarları için mücadeleden alıkoymaya çalıştığı işçi sınıfının, sömürü ve baskıya ve gerici ideolojik etkiye karşı ancak bir parti halinde örgütlenerek ve partisinin yön göstericiliği, sınıf bilincine ulaşması için çalışmasıyla savaşabilecekleri gibi temel bir sorunu bulanıklaştırmaktadırlar. Sorun ilkin, böylesi bir örgütlenmeye, parti şekillenmesine, sınıfın partileşmesine ihtiyaç sorunudur; ve ikinci olarak, bu partinin tüm çalışmasında işçi sınıfının gerçekten örgütü, bizatihi onun kendisinin parti/örgüt olarak birleşmesi ve böylece sınıf bilinçli proletarya olarak burjuvazinin karşısına dikilmesidir. Leninist parti “modeli”, bunu gerçekleştirmek için, kapitalizme karşı mücadelesinde işçi sınıfını birleştirmek ve sınıf bilinçli sınıf olarak savaşa girmesinin; yönetimi aldığında da, her kademede ve tüm toplum yaşamında kır ve kent yoksullarıyla birlikte yeni toplumun inşaasına girişmesinin tüm kanallarını yaratmaya adanmış bir parti modelidir ve tüm tarihinde güttüğü esas amaç bu olmuştur. Ne ki, kültürel olarak geri, toplumsal örgütlenme düzeyi nispeten zayıf, burjuva demokratik geleneği ya hiç olmayan ya da önemli oranda yüzeysel ve çok yeni olan bir ülkedeki örgütlenmede aksaklıkların, zaafların, sadece parti gibi örgütler içinde ve aracıyla değil, toplum yaşamında, eskiden miras toplumsal ilişkiler dolayımıyla ve yeni kurulmakta olan toplumda da henüz yeterince ilerleyememiş kolektif yaşam koşullarında, bireysel ya da grupsal sorunların çıkması, yaşanması daha fazla mümkündür. Baydar gibilerinin istismara kalkıştıkları tam da bu gibi sorunların, iç ve dış eski sistem güçlerinin baskısı altındaki ülkede “zuhur etmiş” olmasıdır! Aynı neden, örneğin prof. Mutman tarafından, kolektivite fikri ve uygulamalarının “özgürlüğün” engeli olduğuna gerekçe gösterilmiştir. “Total olan”ın bireye, bireyin kolektife sorumluluğunun tek yanlılığına dayandırılan bu görüş, böylece, kapitalizm koşullarında ve sınıflararası mücadelede, örgütsüz-tekil bireylerin, onlar ne denli yetenekli ve “özgürlüklerini sever” olurlarsa olsunlar, ortak çıkarları etrafında ve belirli bir örgütlenme içinde yer almaksızın, egemen sınıfa karşı mücadelelerinde başarılı olamayacakları fikriyle karşıtlık halindedir ve sosyalizm için bir siyasal devrimin ve siyasal iktidarın alınmasının ön ve ilk adım olması zorunluluğunu da yadsımaktadır. Toplumsal koşulların ve burjuva egemenliği altında olmanın kaçınılamaz kıldığı örgüt biçimlerini; bu örgütlerin burjuva demokrasisinin az çok işlerlik gösterdiği ülkelerdeki biçiminden hareketle dahi olmayan, ya da böyle ise, bunu da ortaya koymaksızın reddetmek, “merkezi” ve “disipliner” olmayan “örgütlenmeler” tarifiyle proletaryayı örgüt/parti ‘silahı’ndan yoksun kılmaya götürecek anlayışların güç kazanmasına hizmet edilmektedir. Oysa, hem sınıf mücadelesi politik partiler aracıyla yürütülmek zorundadır, hem de parti, işçi sınıfı için, önce kapitalizme karşı mücadelesinde ve siyasal iktidarın alınması için sendikalar, dernekler, işçi birlikleri ve komiteleri vb.nin yanı sıra en önemli aracıdır. İktidar alındıktan sonra da parti örgütlenmesi, parti-devlet ilişkisi içinde farklılaşarak, toplumsal örgütlenmelerin/örgütlenmenin birbirleriyle uzlaşmaz olmayan, aynı amaç için çalışan, tüm organlarıyla işçi ve emekçilerin elindeki bu örgütlenmelerden biri haline gelecek, ve devletin sönümlenip yok olmasına bağlı olarak, onunla birlikte, yerini o günün ihtiyaçlarınca belirlenen anlayışların sağladığı toplumsal uyuma terk edecek bir geçici örgüt olarak işlev görecektir.

Baydar’ın ve profesör yazarların devlet sorununa yaklaşımları da benzerdir. “Türkiye sosyalist hareketi”ne, devlet anlayışı, ve devlet sorununa yaklaşımı üzerinden yöneltilen eleştirilerin en belirgin özelliği, liberal “demokrasi” hayallerinden esinli ve devletin sınıf karakterini bulandırıp-örten bir anlayışın ürünü olmalarıdır. Baydar, örneğin, “Leninist devlet teorisinden hareketle” burjuva devlet eleştirisini, “Türkiye sosyalizmi”nin yanlışlar hanesine yazarken, bu zemindedir. “Türk devletinin burjuvaziden ve sınıflardan mutlak değilse de görece bağımsızlığı, devlete bürokratik oligarşinin egemen olduğu, yani klasik bir burjuva devletiyle karşı karşıya bulunulmadığı” iddiasındaki yazara göre, sosyalist mücadele, “burjuvaziye ve sermaye sınıflarına, yani burjuva devletine karşı mücadele olarak” kavranmamalıdır! Leninist devlet görüşü temelinde devlete karşı mücadele anlayışını, sol “şematizm” olarak niteleyen Baydar, “Türkiye sosyalizmi”ni, 1980 darbesi sonrasında, “devletle hesaplaşma kendini dayattığında da”, devleti “ağırlıklı olarak emperyalizmin güdümündeki işbirlikçi burjuvazinin devleti” olarak tanımlayarak, “asker-sivil bürokratik oligarşinin burjuvaziyle işbirliği içinde ama burjuvazininin de üstündeki ağırlığını” görememiş olmakla eleştirmektedir.[14] (tüm alt çizmeler bana ait)

Leninist devlet teorisini “totalitaryanizm”in kaynağı gösteren yazar(lar), bu devlet teorisinin emperyalizm koşullarının olguları ve sınıf ilişkileri üzerinden oluşturulduğunu ve Marx-Engels’in devlet ve sınıf mücadelesi teorisini dayanak aldığını, elbette biliyorlar. Baydar, devletin, belli bir sınıfın diğerleri üzerindeki sınıf hakimiyetinin aracı ve aygıtı olarak bir kez oluştuktan sonra, toplum ve sınıflar karşısında “bağımsızlık” görünümünü, devletin niteliği sorununun yerine ikame etmekle, kapitalizmin liberal savunucularının platformunda bulunuyor. Türk devleti özgülünde ileri sürdükleri de, burjuva devletinin oluşum safhasındaki durumuyla 85 yıllık gelişme-şekillenme-değişme ‘serüveni’nin gözardı edilmesidir. Baydar, “asker-sivil bürokratik oligarşi”ye karşı mücadeleyi, burjuvazinin tekelci, en gerici ve antidemokratik temsilcisine karşı mücadeleden koparan zamane liberalleriyle aynı kulvardadır. “Asker-sivil bürokratik oligarşi”yi, burjuvazi dışında, işbirliğine karşın onu da baskı altına alan bir tür “üst tabaka” olarak, sınıflar dışı ve üstü gösteren Baydar; böylece, bu “üst tabaka”ya karşı burjuvaziyle uzlaşı ve işbirliğinin teorisini de yapmış oluyor. “Özgürlükçü 21. yüzyıl sosyalizmi” adına önerdikleriyle de bunu teyit ediyor. “Türkiye sosyalizminin çeşitli çizgilerinin, sol partilerin, devrimci hareket ve örgütlerin… siyasal iktidara odaklanmış olmaları”nı, devrimi, “kapitalist düzenin topyekûn değişmesi süreci olarak değil ama, “iktidarın alınması anı olarak kavramaları ve ekonomik temellerin(alt yapının) ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesiyle sınırlamaları”nın; devrimci dönüşüm için gerekli olan onlarca çelişkinin çözümünü emek-sermaye çelişkisine indirgemeleri”nin kanıtı sayan yazara göre, tüm bunlar, “Marksizmin tümüyle siyasallaştırılmış, siyasal devrime indirgenmiş yorumu”na işaret etmektedir! Oysa, siyasal devrimi; yani burjuvazinin siyasal iktidarına son verip, iktidarın proletarya tarafından alınması ‘eylemi’ni, sosyalizmi inşa yolunda olmazsa olmaz ilk adım olarak almayan-görmeyen bir anlayışın, sosyalizm söylemi, lafazanlıktan öte bir anlam taşımaz. Siyasal iktidar alınmadan, “kapitalist düzenin topyekun değişmesi”nden söz edebilmek için, kişinin örneğin Baydar gibi, bu değişimin/değiştirmenin, “ekonomik temellerin(alt yapının) ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi”yle de olamayacağını “bilmesi”(!) gerekir. Ama bu durumda da, kapitalizm içinde, kapitalizmin daha iyi işleyişi çerçevesindeki reformlarla yetinmekten öteye geçilemeyecektir.

“Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları” başlığıyla yazılan ve “Gotha Programının Eleştirisi” olarak bilinen yazılarında Marx’ın dile getirdiği görüşler, o dönemde olduğu kadar, bugün de, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesine ve proletarya devriminin sorunlarına dair devrimci ve liberal anlayışların birbirinden ayırt edilmesinde “turnosol” işlevi görüyor. Marx, “sınıf savaşımının, zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü”; “bu diktatörlüğün kendisinin de, ancak bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığını” belirtir ve sosyalizmin ekonomipolitikası üzerinde dururken, “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan bir toplumdur.” diye yazmıştı.[15]

Doğu Batı yazarlarının totalitaryanizm ve “Stalinist otokrasi” üzerine söylemiyle, Leninist parti ve devlet “modeli”yle ilişkilendirerek temellendirme çabalarına bakıldığında, görülen ise, bunun bir yanında, “adalet, eşitlik ve özgürlük” savunusu adına, burjuva demokrasisine methiyenin, öte yanında, “özgür birey”lerin, merkezi ve disipliner olmayan bir kalabalığının, “yöneticisiz-lidersiz”, “lider kültü”de tanımayan “birlikte hareketi” üzerinden bir yeni toplum ‘tahayyül’üdür. Bir yandan demokrasi için mücadelenin “azımsanıp” yeterince “ciddiye alınmadığı”ndan söz edip, öte yandan “merkezi disipliner” örgütlenmeleri antidemokratik ve “totaliter” gören bu anlayışın vardığı yer, sözde özgür “çoğul” bireylerin, dişinden tırnağına örgütlü bir sınıf (burjuvazi) ve onun toplumu, onun aracıyla dikte edip yönettiği devletinin varlığı koşullarında, örgütsüz mücadelesidir! Buradan, ama, kapitalizmi tasfiye gücü gösterecek örgütlü bir mücadele çıkmayacağı gibi, herhangi gerçek bir toplumsal değişim ve yeni toplumun kuruluşu da gerçekleştirilemez. İnsanın kölelikten kurtuluşu için mücadeleye girişmesinden bu yana, örgütlü mücadeleye; belirli bir disipline, kolektif hareket etmeye dayanmayan hiçbir hareketin amacına başarıyla ulaştığına tarih tanıklığı yoktur. Toplumsal yaşamda ve sınıf mücadeleleri alanında özgürlükten, ancak siyasal-iktisadi ve sosyal bağıntıları içinde söz edilebilir. Özgürlük ve eşitlik, en belirgin gerçekleşebilirlik haliyle ancak sömürünün ve sınıfların yanı sıra, devletin de tümüyle sönümlenip tarihin gerisinde kaldığı bir gelişme düzeyinde mümkün olabilecektir. Ne ki bu böyle diye, kapitalist “demokrasi” koşullarında demokrasi ve özgürlükler mücadelesi önemsizleşmez. Liberal sol “entelenjisiya”nın demokrasi anlayışında, burjuva demokrasisinin –ki ancak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesiyle tekelci gericilik geriletildiği oranda “demokratik özgürlükler”den sözedilebilir– parlamento, seçim sistemi-partiler çokluğu ve sözüm ona kuvvetler ayrılığına dayanan biçimlenmesi, büyük bir payeye sahiptir. “İnsan hakçı”-hukuksal “demokrasi” ile iktisadi-sosyal sistem arasındaki bağ koparılmıştır ve bu tür bir demokrasi anlatısı, “sosyalist totalitaryanizm” üzerine söylev veren ilerici-‘sol’ ve “sosyalist” yazar-bilim insanları arasında da ne yazık ki, güçlü bir referans etkenidir. Ne ki, bu referansta, ne Lenin’in, ne de Marx ve Engels’in görüşlerine yer yoktur.

Bu durum, açıktır, “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun bu birinci aşaması”yla, bu koşullardaki iktisadi-sosyal durum ve etkenlerle ilişkilidir. Ve bu koşulların devleti, hem bir devlet ve ama aynı zamanda da kapitalizmin devletinden farklı olarak işçi ve emekçiler çoğunluğuna dayanan, onların iradelerinin temsilini gerçekleştiren, emekçilerin toplumsal sorumlulukla görevlendirip bu görevden alma hakkına sahip oldukları devlet olma anlamında, artık eski tipte devlet sayılamayacak bir devlettir. “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları….” artıp çoğaldığı zaman, hem bu, “emeğine göre” ilkesinden kaynaklanan hukuksal durum son bulacak, hem “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi uygulanabilir hale gelecek, hem de devlet gibi bir araca ihtiyaç kalmayacaktır. “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre –diyordu Engels–, ‘özgür-halkçı bir devlet’ten söz etmek bir saçmalıktan öteye geçmez. Proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.[16]

Leninist devlet teorisine yöneltilen suçlamaların asıl hedefinin Marx ve Engels’in teorisi olduğu açıktır. Bu suçlama, bununla birlikte, Marx’ın, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz” şeklinde ifade ettiği sosyalist devlet teorisini ve bu teorinin pratiğe uygulanmasını da hedefe koyar. Toplumsal sorunları  “demokrasi”, “birey özgürlüğü” türü, burjuva hak ölçeğindeki siyasal-hukuksal “eşitlik”ler sorununa indirgeyen liberal anlayışlar, iktisadi-sosyal sorun ve taleplerin çözümü ve gerekleri yönünden, herhangi sorumluluk taşımama kolaylığı ile belirlidir! “Birey” öncelikli özgürlük anlayışlarında, bireysel yaşam kaygısı ve kavgasının ihtiyaç olmaktan çıktığı bir toplum aşamasının ‘tasavvuru’, kuşkusuz zordur. Ama, insanı kuşatan ve onu tüm gereksinmelerini karşılama olanaksızlığıyla “terbiye”yi dayatan kapitalist yaşam koşullarının tümüyle ortadan kaldırılması ve insanın, toplumsal yaşamını bilinçli iradesiyle, dayatılmış zorunluluklardın bağlarından kurtulmuş olarak kurması, özgürlüğün gerçekten gerçekleşmesini de olanaklı kılacaktır.

 

D-) “ENTERNASYONALİZM” UKKTH’NI İÇERMEYEN “SOSYALİZM” MİDİR?

“Türkiye Solu Üzerine (Öz)eleştirel Notlar” başlıklı makalesinde, Oya Baydar, “Türk solunda emperyalizme karşı mücadelenin ve ulusal bağımsızlıkçı hareketlerin sosyalizme eşitlenmesi; ve ulusalcılık atfedilen güçlerle (ordu) ittifak anlayışı”nın, gerekçesini, “Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nda, ulusal güçlerin öncülüğündeki ulusal kurtuluşçu hareketlerin devrimin kaldıracı olacağının Komintern stratejisi olarak benimsenmesi ve Komintern’e bağlı komünist partilerin Doğu’nun antiemperyalist ulusal güçleriyle ortak mücadele etmesi kararı”nda bulduğunu ileri sürerek, bunu da, “Lenin’in Batı ülkelerinde devrimden umudu kesip dünya devriminin merkezinin emperyalist ülkelerden Doğu’ya, sömürge ülkelere kaydığı tespiti(!) ile ilişkilendiriyor.[17] Baydara göre,  “Ulusal kurtuluşçuluk,  antiemperyalizm, modernist kalkınmacılık, devletçilik, aydınlanmacılık, devrimci adımların halk için, halk adına(çoğu zaman halka rağmen) iktidarı ve devleti ele geçirmiş elitler tarafından gerçekleştirilmesi, parti-devlet birliği, tek partili otoriter yönetim, vb. Ekim Devrimi sonrası Sovyet Rusya ile Kemalist Cumhuriyet’in hem teorik hem de pratikte, örtüşen yanları olmuştur, ve bu her iki tarihsel deneyim hem “modernleşme-kalkınma” modelinde, hem de bunun “devrimci kadroların otoriter devleti eliyle gerçekleştirilmesi zorunluluğu” anlayışı dolayımıyla benzeşmişlerdir! Yazar, “Türkiyeli komünistler”in, İstiklal Mahkemeleri, Kürt isyanları, Dersim olayları sırasında devlete desteğinin; bu gelişmeleri feodal güçlerin, ağa ve şeyhlerin karşı devrimci kalkışmaları sayıp,  karşı tutum almalarının kaynağında, Komintern’in “bu stratejisi”yle birlikte, ulusların kaderlerini tayin hakkı üzerine Leninist-Stalinist teori ve pratiği görüyor.

Sosyalizmi “ulusçuluk” ile suçlayan bir diğer yazar, Fikret Başkaya’dır. O da, Baydar ve Cangızbay gibi, TKP’nin, ve diğer “sol milliyetçi” anlayışların “kaynağı”nda ezilen ulusların kurtuluş mücadelesine Lenin-Stalin ve Sovyetler Birliği ile birlikte Komintern’in desteğini görüyor! Komintern’i Sovyetler Birliği’nin “diplomatik manipülasyon aracı”, “milli demokratik devrim” anlayışını “Sovyetler Birliği  tarafından üretilip, Türkiye ve benzer durumdaki ülkelere ihraç edilmiş taktik amaçlı bir uydurma”; “Stalinist solun sosyalizm anlayışı”nı “sol”un her tür yanlışının kaynağı sayan Başkaya’ya göre, Türkiye’ye, “feodal”-“yarıfeodal” nitelemesi Avrupalıların; “yarı sömürge” nitelemesiyse “Stalinist sol”un “bir uydurmasından ibaret”tir. Türk ulusal kurtuluş savaşı diye bir “olay”ın söz konusu dahi olmadığını ileri süren Başkaya, tüm sol fraksiyonları, Türkiye’nin anti-emperyalist ulusal bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna dair resmi tarih/resmi ideoloji efsanesinin büyüsüne kapılmış” olmakla suçluyor. Ona göre, “Stalinizm’in iktidar olmasıyla da” artık “Marksizm-Leninizm adı altında dünyanın her yerine ihraç edilen bir ‘resmi ideoloji söz konusudur ve bu ideolojiyi benimseyen herkes, devrim perspektifine “yabancılaşmış”tır!

Doğu Batı’nın bir diğer yazarı, Yardımcı Doçent Dr. Erkan Doğan ise, “Sosyalizmin milliyetçilikle olan entelektüel ve pratik/politik temasının tarihi klasik Marksist figürlerin çalışmalarına kadar geri götürülebilir” olduğu iddiasındadır. Doğan, “Türkiye sosyalizminin 1960’lardaki” milliyetçilik vurgularının ve “sosyalizmle milliyetçiliği birbirine eklemleme çabaları”nın, ve hatta, “milli ekonomi, milli kalkınma, milli dış politika” gibi kavramlaştırmaların kaynağında, “1930’larda Stalinizmin yükselişi ve sonrasında da Üçüncü Dünyacılıkın bulunduğunu ileri sürerken, Başkaya ve Baydar’la birleşmektedir. Türkiye’deki “sol milliyetçilik”in bu uluslararası etki ve “kaynak”tan esinlendiğini ileri süren Doğan, “Türkiye’nin dünyadaki yeri ve emperyalizm ile ilişkileri”nden hareketle ülkenin emperyalizme bağımlılığına son verme; antiemperyalizm, ekonomik ve siyasi bağımsızlık şeklindeki politik belirlemeleri, sosyalizmden uzaklaşmaya “kanıt” gösterirken, Baydar, Başkaya ve Cancızbay gibi, Avcıoğlu, Belli, Atilla İlhan gibi Türk “ulusçuluk” politikasını “sosyalizm” söylemiyle sarmalayıp Türk “sol milliyetçiliği”ne yedeklemeye çalışanların eteğine yapışıyor.

Solun ulusçuluğunu, Türkiye “sol”unun asıl problemi sayan, bu “ulusçu” politika ve çizgiyi Stalin’in görüşleri; ve sosyalizmin bu görüşlere bağlı “ulusal kodlanışı”yla ilişkilendiren bir diğer yazar, Prof. Dr. Mahmut Mutman’dır. Prof. Mutman’a göre, Kürt “solu”nun “eski tarz silahlı mücadele”yi sürdürme politikası da, “Stalinci” anlayışa bağlanan bu politikanın ürünüdür ve “pasifist, barışçı ve ayrımcılık karşıtı bir demokratik kitle politikasına geçiş”i engellemektedir.[18]

Doğu Batı’nın yazarları söz birliği içinde, aynı konularda aynı tür suçlamaları tekrarlayarak, birbirleriyle dayanışma içinde görüşlerini inanılır kılmaya çalışıyor gibidirler! Bu dayanışmada dikkat çekici olan, ulusal kurtuluş hareketlerini “ulusal yapıyı bölen, gerici-feodal vb.” gösteren ve böylece biri burjuva devletine yedeklenen; öteki, anti emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesini ifade eden, iki farklı politikanın birbirleriyle karıştırılması üzerinden sosyalist teori ve pratiğin saldırı hedefine konmuş olmasıdır. Mustafa Kemal’in başını çektiği Türk ulusal kurtuluş mücadelesine, antiemperyalist karakterinden hareketle verilen destek ile, TKP’nin, ve 1960’lara kadar gelen süreçte, “sol” ve “sosyalist” etiketli yazar ve çevrelerin Türk burjuva devletiyle uzlaşı çizgisi ve hatta 70 cuntasının, “Ordu kılıcını attı” nakaratıyla desteklenmesi farksız gösterilirken, Kürt ulusal kalkışmalarının feodal-gerici güçlerin başkaldırıları sayılarak Türk devleti tarafından ezilmesi karşısında izlenen şoven politika, sosyalizme mal edilmeye çalışılmıştır. TKP’nin, Avcıoğlu ve YÖN dergisinin, M.Belli ve Perinçek gurubunun “millilik”-“halkçılık”-“devletçi ekonomi” adına devlet destekçiliği, sosyalizmin suçlanmasının ve ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin yalnızlaştırılmasının gerekçesi haline getirilmiştir. Baydar örneğin, Sovyet Sosyalist Devrimi’ni, Türk ulusal burjuva devrimiyle, “modernleşme-kalkınma” hedefi ve bunun “devrimci kadrolar eliyle gerçekleştirilmesi” gibi tiradlar eşliğinde, ülkesini emperyalist işgal olmaksızın kapitalizm koşullarında ve kapitalist olarak yönetmek isteyen burjuva kurtuluşçu kadrolar ile, anti kapitalist, sömürüyü tasfiyeyi devrimci amaç edinen komünist kadroları “benzeştirmek” için hayli çaba göstermiştir. Bunun için, bu iki sistemi; iki sistemin yöneticileri ve amaçlarını “farksız” görmek gerekir ki, Baydar bunu başarmıştır! Başardığı diğer şey, burjuva uzlaşıcı “Türk solu” çizgisinden Lenin’in devrimci, enternasyonalist çizgisini sorumlu göstermektir!

Bu tutum ve iddialar, gerçeklerin hilafınadır: çünkü, “ulusçuluk” politikası ile ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusu; ezilen ulusların kurtuluş savaşının desteklenmesi ile ezen bir ulusun milliyetçiliği çizgisi, birbirlerinden farklı siyasal ve programatik tutumlara işaret ederler. İşçi sınıfı, ezilen ulusların kurtuluşunu ve kaderlerini kendilerinin belirlemesini desteklerken, işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin koşullarının olgunlaşmasını ve onların sermayeden kurtuluşunu hedefler. Bu politika ve tutum, sınıfların ve sınırların olmadığı; emekçilerin birbirlerinden ulusal ayrım ve çitlerle ayılmadıkları, baskı ve sömürünün her türüne son verildiği bir sosyalist dünyada, deyiş yerinde ise bir “dünya ulusu”nun oluşmasına doğru gelişmeye hizmet edecektir. Proleter enternasyonalizmi evet, tüm ülkeler emekçilerinin birliğini ve dayanışmasını; onların ulusal devlet ve çitlerle birbirlerinden ayrı kalmalarının son bulmasını amaçlar. Ancak, oraya varana kadar, geçici şekillenmeler ve ayrı sosyalist devletlerin olması, devrimin tüm dünyada aynı anda mümkün olamayışı gibi nedenlerle bir tür kaçınılmazlık gösterirler. Ezilen ulusların kurtuluş hareketine desteği ve UKKTH için mücadeleyi sosyalizm ile bağdaşmaz gösteren bu sözüm ona aşırı devrimci teori, Marxizm’i “savunur” ve fakat “düzeltir”(!) görünümü ardında,  Marx ve Engels dahil, sosyalist teori ve pratiğe saldırmaktan geri kalmaz. Bu teorinin, daha kendi dönemlerinde İrlanda’nın İngiliz sömürgeci imparatorluğundan kurtuluşunu savunan ve Polonya sorununda, ezen-ezilen ulus ilişkisinden hareketle tutum belirlerlerken, “başka bir ulusu ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağı” vurgusunu yapan ‘teori kurucuları’nı da hedefe koyduğu giz değildir. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve Lenin-Stalin dönemi Sovyetlerinin ulusal kurtuluş mücadelelerine verdikleri desteği ve bu politika kapsamında Türk ulusal kurtuluş savaşına diplomatik, parasal ve silah yardımını, Kemalist yönetimin milliyetçi, Kürt karşıtı ve işçi ve emekçilerin kendi talepleri için mücadelesine yönelik gerici politikalarından hareketle “enternasyonalizmden ve sosyalist hedeften uzaklaştırıcı” sayan bu anlayış, emek-sermaye çelişkisini gerekçe edinip, bütün diğer olgu, etken, gelişme ve baskı-eşitsizlik türleri karşısında hayırhah bile denilemeyecek; onları görmezden gelen bir tutumun ifadesidir. Lenin’i ve Leninist devrim teorisini, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması ve ezilen sömürge ve bağımlı ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesi kararı nedeniyle, sosyalizmden uzaklaşmanın ve “milliyetçi sosyalizm” anlayışlarının dayanağı gösteren bu “eleştiri”, liberal ve hatta şoven denebilecek bir tutumun ürünüdür.

Bir yandan “demokrasi mücadelesi”nin gereklerinden söz edip bunun Türkiye “solu” ve “sosyalistleri” tarafından yeterince önemsenmediğini ileri sürerken, diğer yandan, demokrasi taleplerinin en önemlilerinden birinin savunulması ve desteklenmesini enternasyonalizmin “ihlali” saymak; içsel tutarsızlığı ve çelişkisi bir yana, emperyalist ve sömürgeci gericilikler tarafından girişilen işgal, ilhak ve baskıyla boyun eğdirme karşısında kabullenici bir tutuma da işaret eder.[19] Antiemperyalizmi ve yurtseverliği enternasyonalizm ve proleter devrimiyle “bağdaşmaz” sayan anlayışın sosyalist teori içinde herhangi bir yeri yoktur. Bu anlayış, proletarya ve burjuvazinin iki karşıt uzlaşmaz sınıf olarak uluslararası alanda gelişmelerine; ulusal çitlerin ve sınırların aşılmasının kaçınılmazlığına, bu iki uluslararası sınıfın mücadelesinin de, sınıfsal karakterde uluslararası ve tekil ülkelerin sınırları içine sıkışıp kalmayacak içerikte olduğuna işaret etmek üzere ifade edilmiş olan “proletaryanın vatanı yoktur” vurgusuyla da bağdaştırılamaz. İşçi sınıfının mücadelesi, evet içeriği yönünden uluslararası özelliktedir, ve fakat bu mücadele, öncelikle şu ya da ülkede, şu ya da bu ulusun hakim sınıfına ve onun burjuva devletine karşı örgütlenerek yürütülmek zorunluluğuyla da, biçimsel olarak “ulusal”dır. Kapitalizm meta ve sermaye hareketini uluslararasılaştırırken, işçi sınıfının mücadelesini de evrenselleştirir; ama, diğer yandan rekabet ve pazar hakimiyeti için birbiriyle dalaşan farklı kapitalist grupların, tekellerin ve devletlerin sistemi olması, ona karşı mücadelenin de her bir “ulusal” devlet sınırlarında; içeride yürütülmesini kaçınılmaz kılar.

Ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve kendi kaderlerini tayin hakkının desteklenmesi, demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz gereklerinden olduğu kadar, bu ulusların emekçi yığınlarıyla proleter sosyalizminin uluslararası sermayeye karşı dayanışmasının da gereğidir. Şu ya da bu ülkenin partisinin “ulusalcılık” çizgisine gerilemesi, sermaye iktidarıyla uzlaşması, sermaye ve iktidarına karşı bağımsız devrimci konumunu korumaması, emperyalizme karşı mücadelenin gereksizliğine değil, ama bu parti(ler)in sosyalizm davasına bağlılıktaki kararsızlığı ve oportünist politikasına işaret eder. Antiemperyalizmi “milliyetçilik” ve emek-sermaye çelişkisinin “örtülmesi”nin etkeni veya nedeni sayan görüş(ler), ‘dünya gerçekliği’nden uzaktır.

Yirminci yüzyıl sosyal şovenleri, “serbest rekabet” ve “demokrasi” üzerine propagandayla işçi ve emekçileri aldatmaya çalışırlarken; kapitalizmin, gelişmesinin “en yüksek aşaması”na; emperyalizme evrilmesiyle dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun “bir avuç ‘ileri’ ülke” tarafından mali boyunduruk altına alındığını görmezden geliyorlardı. Bugün de, bir yandan kapitalist demokrasiye methiye yazarken, öte yandan “küreselleşme”nin, tüm ulusların “karşılıklı bağımlılık” temelinde, her tür ulusçuluğu tümüyle “tarihe gömdüğü”nü vazeden liberal sağ ve “sol” bir teori vardır. Buna göre, emperyalizm’den kavramsal olarak söz etmek dahi “milliyetçilik”le maluldur! Bağımlılık, ezen-ezilen ulus farklılığı ya yoktur ya da sözü edilmeye değmezdir vb. Bu tutum ve anlayışların, enternasyonalizm bir yana, tutarlı bir devrimcilikle de bağı yoktur. Sözde arı ve aşırı “sosyalizm” savunusu adına, emperyalist hegemonyaya karış halkların silahsızlandırılması teorisidir bu!

**     * *     *  *

Doğu Batı’da Marksist teoriye, Lenin ve Stalin’in başında bulundukları Sovyetler Birliği’nde devrimci ve sosyalist inşa pratiğine ve ona yol gösteren  politikalara getirilen bu eleştirilerin ana özelliği, bunların bir yandan Marksist teorinin çarpıtılmasını, diğer yandan sosyalizmin tarihinin gerçekte yaşandığından farklı gösterilmesini içermeleridir.  İleri sürülen görüşlerin ‘tarihsel gerçeğe uygunluk’ ve bilimsellik yönünden taşıdıkları aykırılık bir yana;  burada, içerik ve anlamlarını bozmadan aktarmaya özen gösterdiğimiz ve neredeyse tümü de üniversitelerde görevli/görev almış yazarların sosyalizm, enternasyonalizm, ulusal kurtuluş savaşları, devrim ve parti üzerine görüş ve söylemleri, aralarından bazılarının arada sözünü ettikleri üzere “vicdan” ve “etik” yönünden de sorunludur. Bu yazarlar örneğin sosyalizmin “çöküşü” üzerine kestirimlerinde, kendi deyişleriyle de geri bir ülkede, kapitalizmin nispeten daha az geliştiği koşullarda, nicel olarak daha ‘küçük’ bir işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilen bir devrim ile içine girilen süreçte, bu koşulların ve “geriliğin” yol açtığı “iç”sorunlarla birlikte, dünya kapitalizminin kuşatmasına karşı mücadele zorunluluğunun nasıl kapsamlı sorunlarla boğuşmayı kaçınılmaz kıldığını, gerçeklere bağlılık ya da neden-sonuç ilişkileri yönünden dahi  ‘hesaba katma’ ihtiyacı  duymamışlardır. “Çöküş” olarak nitelikledikleri sosyalizmin yenilgisinden çıkardıkları sonuç, kimileri yönünden “tek ülkede sosyalizmin imkansızlığı” üzerine “tezlerinin doğrulanması”nın(!); diğer birileri için değişim değeri üretimini (kapitalist pazar ekonomisi) esas almayan bir sistemin –sosyalizm– yaşayamazlığının “kanıtı”; bazısı için ise burjuvaziye karşı sınıf savaşını ‘yönetme’nin ve üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan bir sistemi inşanın araçları olarak parti ve devletin “totalitaryanizm” olarak suçlanmasının gerekçesidir! Akademisyen yazarlar, örneğin, iki büyük dünya savaşı yaşayan, birincisinde yenilen ve tüm iktisadi-sosyal yapısı paramparça olan ve ikincisinde 27 milyon yurttaşını kaybetme pahasına yeni toplumsal sistemini (sosyalizm) yaşatmaya çalışan; aç-yoksul ve eğitimsiz bir “küçük köylüler ülkesi”nde; dünya kapitalizminin dıştan, onun desteğindeki eski sınıflar ile destekçilerinin içten çökertme politikaları izledikleri koşullarda, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak ve yıkım içindeki on milyonlarca emekçinin talepleriyle giriştikleri eylem(ler)i birleştirmeyi başararak devrimi zafere ulaştıran bir partiyi, salt bu nedenle dahi “komploculuk”la suçlayabilmekte, en gelişmiş kapitalist ‘Batı’ ülkelerinde devrimi beklemediği için Lenin’i eleştirmekte, ya da sanayi ve tarımdaki “kolektivizm”e dayanarak ve emekçilerin gönüllü seferberliğiyle gelişmiş kapitalist ülkeleri, 20-30 yıl gibi kısa bir sürede geride bırakan ya da onların seviyesinde bir ekonomik-sosyal gelişmeyi gerçekleştiren sosyalist bir devleti, “modernist pozitivist kalkınmacılık” politikası izlemekle suçlayabilmektedirler. “Görüştür, düşüncedir, analiz etme çabasıdır” vb. denebilir; ancak, eğer amaç, ilerletici fikirler üzerinde birleşme, doğruyu bulma ve başarıya götürecek hattın ne olduğunun görülüp gösterilmesi ise, iki yüz-üç yüz yıllık kapitalist gelişmenin tarihiyle 35-40 yıllık bir sosyalist inşa savaşının kıyaslanmasında daha özenli, daha “vicdanlı” olmak da zorunludur. Kişi, eğer sosyalizm gibi ‘somut bir sorun’ dolayımında ve bugünün dünyasında, “mutlak ve eksiksiz iyi” kurgusuyla yetinmiyor ve herhangi pratik sorumluluktan azade olmanın kolaylaştırıcı olanaklarını bir silah gibi kullanmıyorsa, “tek ülkede sosyalizm milliyetçiliği”, “Stalinist otokrasi”, “Leninist-Stalinist ulusçuluk”; “1920-30’larda sosyalizmden ve enternasyonalizmden uzaklaşma”, “Leninist parti ve devlet modeli felaketi” vb. üzerine, her biri ayrı ayrı ve bir arada çok sayıdaki liberal-anti Marksist teorisyen ve yazar tarafından yüzlerce-binlerce kez ‘tezgaha sürülmüş’ düşünceleri, “yeni” ve sözüm ona düzeltici tezler olarak gündeme getirirken, daha özenli olmaya çalışır. Bu özen, hiç değilse en azından sosyalizmin inşası sürecinde, o “tek ülke”de –ki on altı cumhuriyetin birliğidir– iktisadi-sosyal-kültürel ve bilimsel alanda kapsamlı ve aslında süreklilik gösteren mücadelelerle birlikte kaydedilen gelişmenin de dikkatle izlenmesini, komünizmin bu daha ilk aşamasında, “herkesten yeteneğine-herkese emeğine” ilkesinin yürürlükte olduğu; küçük üretimin devam ettiği ve “her gün yeniden” eski ilişkileri doğurma tehdidinin tümüyle ortadan kalkmadığı koşullarda, başka ülkelerdeki –özellikle de Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri– yeni devrimlerle desteklenemeyen bir devrim ve inşa çalışmasının uğradığı yenilgiyi, tezlerinin “doğrulanması”(!) saymadan önce, daha ayrıntılı ve  dikkatli irdelemeyi gereksinir. Ama gördüğümüz, buna gereksinim bile duyulmayıp, ezberin tekrarıdır! Buna rağmen, bu kötü ezberin bozulması için de, ideolojik mücadele ihtiyacı devam etmektedir.

 

 

 


[1] “Eleştiri” makalelerinin üst başlığının “Türk sosyalizmi”(!) olarak belirlenmiş olması dikkat çekicidir. Bu belirleme en azından bugün için artık gerçeğe aykırıdır. Gerçek o ki, Türkiye “toprağı” üzerinde –buna Osmanlı’nın son dönemleri de eklenebilir– “sol” ve “sosyalizm” adına ortaya  çıkan hareket ya da örgütlenmeler, bazı Türkçü “sol” ve “sosyalist”(!)ler tarafından milliyetçi bir anlayışla, ve yine 70’lerin sonu-80’lerle birlikte bazı Kürt çevreleri  tarafından da ısrarla “Türk” olarak nitelenmesine; bunların TKP, Yön Hareketi başta olmak üzere bir bölümünün Kürt ulus sorunu karşısında ya da örneğin Kıbrıs konusunda şoven-Türkçü politikalar izlemelerine karşın, ülkede yaşayan hemen tüm ulus ve ulusal azınlıklardan, din ve mezheplerden işçi-emekçi-genç ve ilerici aydınlardan “bileşik” olagelmiştir. Bu durumda, “Türk” ön takılı “sosyalizm” ifadesinin, dergi yönetiminin bir tercihi ve anlayışının ürünü değilse eğer, özellikle “eski TKP”, Doğan Avcıoğlu-Mihri Belli-M. Ali Aybar gibi adları “ulusçu sosyalizm” tasavvuruyla bir arada anılan anlayışlar üzerinden kullanıldığı varsayılabilir. Ama, bu durumda da, bu nitelemenin genele ‘teşmili’ haklılık kazanıyor. Bu ‘üst seçiş’, derginin eleştiri dosyasına makale veren yazarların “Türk sosyalizmi”(!)ni eleştirilerinde kolaylaştırıcı bir rol oynamış olmalıdır, ama burada konumuz bu değil.

[2] Derginin bu sayısının yazarlar kadrosu hayli ‘renkli’ simalardan oluşuyor. Aralarında, Hasan Bülent Kahraman gibi liberal “sol”aydınlar da bulunuyor,  Mahmut Mutman gibi, görüş ve eleştirilerini ortaya koyarken bilimsel “dürüstlük” açısından daha “nesnel” olmaya gayret gösteren bilim insanları da. Oya Baydar, Kadir Cangızbay, Erkan Doğan, Fikret Başkaya gibi diğer yazarlar da, “Türk sosyalizminin Eleştirisi” dosyasına makale vermişler.

[3] M. Mutman, “Uzaklaşan ve Yaklaşan Sol Üzerine Düşünceler” Doğu Batı 59, sf. 82-83

[4] Binde, on binde, milyonda bilmem şu kadar işçinin ticari işlere yönelmesi, kendi küçük dükkanında çalışması vb. den hareketle, işçinin sınıf atladığı üzerine geliştirilen tezlerin, sorunu istismar dışında bir önemi yoktur.

[5] Lenin, emperyalizm üzerine broşüründe, 1909 yılı itibarıyla ABD’de toplam işçi nüfusunu 6.6 milyon; 1907 yılı itibarıyla Almanya’da toplam işçi nüfusunu  14.4 milyon olarak belirleyen verilere yer vermişti.  1914 yılı itibarıyla, dünya toplam nüfusunun 1 milyar 667 milyon iken, işçi sayısı yüz milyon bile değildi. ABD’de işçi sayısı 1950’de 20.698.000 iken, 1971’de 26 milyona; 1998’de 31.milyona çıkmıştır.  ileri kapitailst ülkeler olarak adlandırılan en gelişmiş ülkelerde 1951’de 87 milyon olan sanayi işçisi sayısı 1998’de 112 milyon olarak belirlenmiştir. Almanya ve ABD gibi ülkelerde bugün yalnızca ağır sanayi kollarında 11-13 milyon olmak üzere, toplamda diğer işkollarındakilerile birlikte on milyonlarca işçi bulunuyor. Japonya’da  1950-71 arasında sanayi işçilerinin sayısı iki katına çıkmış, ardından 2000’li yılların hemen öncesinde( 1998) yüzde 13 oranında daha da fazlalaşmıştır. vb.

[6] Lenin, Seçme Eserler Cilt 6, içinde, İsviçreli İşçilere Veda Mektubu, sf.31

[7] Ekim Devrimi’nin 4. Yıldönümü Üzerine, Seçme Eserler Cilt 6, sf. 522

[8] Fransız Komünist Partisi MK Sekreteri M. Thorez’in, 18 Kasım 1947’de Moskova’da Stalin ile yüz yüzü görüşmesinde yaptığı, tutanaklara geçirilip Marksist-Leninist Araştırmalar Enstitüsü tarafından yayınlanan metne göre, Thorez, “Komünist Partisi’nin henüz daha 1939’da Alman işgaline karşı yurdunu savunarak mücadeleye başlayan ilk parti olduğunu” anlatıyor. “İşgal altında, Fransız Komünist Partisi’nin Almanlara karşı silahlı mücadelenin başında olduğunu” söylüyor. Komünist Partisi’nin açıktan düşmanı olan de Gaulle bile, işgal sırasında Komünist Partisi’nin Almanlara karşı direnişi örgütleyen tek kuvvet olduğu gerçeğini inkâr edemiyor. Ağustos 1944’te Fransa’nın kurtuluşunun ardından Fransız Komünist Partisi’nin iktidara el koyamayışı, uluslararası karakter taşıyan birçok sebeple açıklanabilir. O tarihte, Fransız Komünist Partisi bütün çabalarını ikinci bir cephenin bir an önce açılmasına, savaşma gücünün artırılmasına ve Almanya’ya karşı zafer elde edilmesine yönlendiriyordu.” Thorez, FKP’nin bu savaşta 350 bin mensubunu kaybettiğini de ekliyor.

[9] Pro. Dr. Kadir Cangızbay, Doğu Batı, sayı 59, sf. 171-173

[10] Yar. Doç. Erkan Doğan, Türk Solunun Kısa Tarihi: Sosaylizmi Milliyetçilikle Eklemlemek, Doğu Batı 59, sf.138 ve devamı

[11] Baydar, Türkiye Solu üzerine (öz)eleştirel notlar, Doğu Batı 59, sf. 25

[12] Mutman, agd, sf. 84

[13] B. Kahraman, Doğu Batı, s. 59, sf. 38-39

[14] Doğu Batı, sayı 59, sf. 20

[15] G. Proğram Eleştirisi, sol yayınları sf.29-30 ve sonrası

[16] G. Proğram Eleştirisi, sf 57.

[17] Baydar, “çerçevesi daha dar ve belirli bir alana eğilmekle kendini sınırlamamak için Türkiye sosyalizmi terimi yerine  “Türkiye Solu’ Başlığı”nı seçtiğini belirterek, ‘sol’ kavramının, “sosyal demokrasiden sosyalizme, komünizmden anarşizme, sendikalizme kadar, düzene emek odaklı eleştiri getiren çeşitli akımları içermekle birlikte, ideolojik içerikten çok siyasal örgütlerin, partilerin politik yelpazedeki yerlerini belirlemek için kullanılmakta olduğundan söz ederek, bunu “(Sol partiler, sağ partiler gibi.) diye örnekliyor. Bu da elbette, bir izah tarzıdır. Ama sorunlu bir izah tarzı! Sosyal demokrasiden anarşizme kadar geniş cephedeki “sol”un her türünün, “düzene emek odaklı eleştiri” getirdiği söylenemez. Günümüzde sosyal demokrasi olarak tanımlanabilecek siyasal partilerin “emek odaklı” bir eleştiri üzerinden sisteme-düzene muhalefeti artık söz konusu değildir. Bu bir yana “sosyal demokrat” patentli partiler düzen partileri olarak düzenin daha iyi işlemesi için emekçilere yönelik saldırıları “sosyal iktisadi ve siyasal gereklilikler” olarak  dayatmakta sağ düzen partileriyle yarış halindedirler. Söylem düzeyinde kullandıkları “sosyal devlet”(!) ise, tekellerin hegemonik politikasını icra eden bir mekanizma-aygıt olarak işlemektedir.( abç)

 

[18] Mutman, aynı yerde sf. 92

[19] Görüşlerinin irdelenmesi bu makalenin konusu içine girmeyen M. Belge, A. İnsel gibilerinin AKP gericiliğine verdikleri “demokratikleştirici” desteğin ve örneğin İnsel’in NATO’dan çıkışı içermeyen bir siyasal proğramdan yana oluşunu belirtmesi, antiemperyalizmi “milliyetçilik”; ulusal kurtuluş mücadelesinin desteklenmesini ve yurtseverliği “enternasyonalizmden uzaklaşma” sayan görüşün durduğu, ya da götürdüğü yeri göstermesi yönünden, ilgi çekici olmalıdır.

Büyük bir hızla ‘duvara’ doğru!

Başbakan Erdoğan, Seul’e “nükleer güvenlik” tartışmalarına katılmak için gitti, ama orada dünya barışı ve nükleerle ilgili Türkiye’nin yaklaşımları kimseyi ilgilendirmedi. Tersine, bu gezinin dikkat noktası Obama-Erdoğan görüşmesiydi. Ve önceden bilinen oradan bir kez daha ilan edildi.

Bilinen, ABD’nin bile, Türkiye’nin “Suriye’ye bir an önce müdahale edilmesi” konusundaki aşırı saldırganlığı karşısında bir adım geri atarak, gelişmeleri izlemeyi tercih ettiği gerçeğiydi. Obama, bu tutumlarına gerekçe olarak, Suriye Ulusal Konseyi (SUC)’un ne yapacağının belli olmaması ve Suriye içinde bir gücünün olmamasını gösterdi. Ve ABD’nin bu tutumu zaten biliniyordu. Nitekim “Annan Planı” denilen plan da bu varsayımlara dayanılarak, BM ve Arap Birliği tarafından oluşturulmuştu.

İran, Rusya ve Çin’in İran yanlısı açık tutumu da dikkate alındığında, “Suriye’ye hemen müdahale” tutumunun savunucusu sadece Türkiye kaldı. Belki SUC’a destek konusunda Türkiye ile ortak davranmalarına bakıldığında, Suudi Arabistan ve Katar, Bahreyn gibi birkaç ülke daha Türkiye’nin bu isteğine destek verebilirdi. Ancak bu ülkelerin diplomaside bir ağırlığı olamadığı gibi, ABD’nin gözüne bakma ötesinde bir etkinliklerinden söz edilemeyeceği de gerçektir.

Seul’den sonra Tahran’a uğrayan Erdoğan, daha uçağı Tahran yolundayken, İran’dan “Suriye’ye desteğimizin sınırı yoktur” yanıtını alarak Türkiye’ye döndü.

Bu gelişmeler sürecinde yapılan Bağdat’taki Arap Birliği toplantısı Türkiye’nin çağırılmadığı bir toplantı biçiminde Annan Planı’na destekle sonuçlanırken, Türkiye’de bir araya gelen SUC toplantısından da ”imdat” çağrılarından başka bir şey çıkmadı. Yine İstanbul’daki “Suriye’nin Dostları”(!) toplantısı, herhalde önceden belirlenmemiş olsa yapılmasını kimsenin istemeyeceği bir toplantıya dönüştü.

TEK BAŞINA, ORTADA KALMA HALİ!

Kısacası uzunca bir zamandan beri Suriye’ye bir müdahale ile Esad rejiminin çökertmeyi baş hedef edinen Erdoğan Hükümeti’nin bu son müdahale hamlesi, Türkiye’nin, sözcüğün gerçek anlamıyla yalnız başına kalmasıyla sonuçlandı.

Şimdi Türkiye, bir yandan en yakın müttefiklerinden bile destek görmeyen, ama öte yandan da komşusu Suriye ile artık yan yana yaşayamayacak kadar ilişkilerini gerginleştirmiş bir ülke haline gelmiş bulunuyor.

Bölgedeki gelişmeleri az çok izleyen herkesin bildiği gibi, Suriye sadece Suriye değildir!

ABD için de değil zaten ve Suriye’ye müdahale, İran’ı kuşatarak boyun eğdirmenin önemli de olsa sadece bir adımı. Bu yüzden de, Türkiye’nin Suriye üstünden yarattığı gerginlik, Türkiye-İran, Türkiye-Irak ilişkilerini de germektedir. Nitekim geçtiğimiz bir aydan kısa zamanda Türkiye’nin İran ve Irak’la ilişkileri de Suriye ile ilişkilerinin düzeyine hızla yaklaşan bir yola girdi. Bir adım arkada da Türkiye ile Rusya ve Çin’in ilişkilerinin gerilmesi var. Ama bunların görünür olması için sürecin biraz daha ilerlemesi gerekiyor.

KOMŞULARLA DÜŞMANLIK HANGİ AKLA HİZMETTİR?

Bugün gelinen aşamada öne çıkan sorunlardan birisi, Türkiye’nin herhangi bir konuda uluslararası alanda yalnız kalmışlığından öte, en yakın komşularıyla düşmanlaşmış olmasıdır.

AKP Hükümeti’nin ABD stratejisine bağlanma ve Osmanlıcı hayallerle süslediği dış politikasının Türkiye’yi getirdiği yerdir, bu. Ve “komşularıyla düşmanlaşma”yı hiçbir aklı başında hükümet istemez, hele bunu bir dış politika başarısı gibi sunmaz, sunamaz.

Çünkü insanlığın gelişme serüveni içinde, uluslararası ilişkilerin bir kurala kavuşmaya başlamasından beri, her ülkenin dış politikasının en öncelikli konusu, eğer savaşarak topraklarını genişletmek, onlar üstünde hegemonya kurmak gibi bir niyeti yoksa, komşularıyla barış içinde olmak; ekonomik, siyasi, askeri, kültürel, insani, … her konuda dostça ilişkiler geliştirmektir. Çünkü komşularıyla iyi ilişkileri içinde olmayan bir ülkenin ne ticaretinin istikrarlı bir biçimde gelişmesi ne de başka ülkelere karşı yürüttüğü ekonomik, siyasi, diplomatik, askeri vb. ilişkilerde başarılı olması beklenemez. Hele de emperyalizm çağında, emperyalist güçlerin müdahalelerinin sınır tanımadığı koşullarda, ülkelerin komşularıyla ilişkilerinin mümkün olduğunca sorunsuz olması, az çok huzur ve güven içinde olmaları için bile hayatidir. Bu yüzden de, bütün ülkelerin en öncelikli kaygıları, iyi ya da kötü, sevsin ya da sevmesin, rejimlerinden hoşlansın ya da hoşlanmasın, komşularıyla barış içinde yaşamalarının bir yolunu bulmak olmuştur. Aksi halde, komşularıyla barış içinde yaşamanın yolunu bulamayan ülkelerde huzur ve güvenden, halkın geleceğe umutla bakmasından söz edilemez. Çünkü komşularıyla barış içinde yaşamanın yolun bulamamış ülkeler, bir yandan komşularıyla rekabet içinde imkanlarını boşa harcarken, öte yandan da bölgeye müdahale etmek isteyen emperyalistlerin oyuncağı ya da müdahalelerinin kolay hedefi olurlar; en azından bugüne kadar hep böyle olmuştur.

Burada, diplomasi tarihi, bize, ülkelerin bir arada ve barış içinde yaşamalarının ön şartının, ülkelerin birbirinin içişlerine karışmama olduğunu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstermenin de uluslararası ilişkilerin tek gerçekçi çıkış noktası olduğunu gösteriyor. Aksi halde, bir dünya barışından söz edilemeyeceğini de gösteriyor, bu tarih. Dahası, eğer komşu ülkeler birbirinin içişlerine karışıyorsa, bunların kaçınılmaz olarak düşmanlaşacaklarını, hatta birbiriyle savaşmak zorunda kalacaklarını, hele bu içişlere müdahaleler büyük emperyalist devletlerin planlarıyla uyumluysa, bu durumda komşu ülkelerin emperyalist ülkelerin planları uğruna birbiriyle savaşacağını söylemenin hiç de abartma olmadığını insanlığın yakın tarihi bile apaçık gösteriyor.

Yukarıdaki soyutlama, sadece bir tarih dersi olarak değil, ama ülkelerin haklı haksız, doğru yanlış politikalar izliyor olmasından bağımsız, mantıksal bakımdan da itiraz edilemeyecek kadar gerçektir. Tabii eğer emperyalist, yayılmacı amaçlarınız, “Ben zayıf komşularımı ezerek hizaya getirir, benim söylediğim koşullara boyun eğmelerini sağlayarak, ülkemde barışı, huzuru, sağlarım!” gibi niyetiniz yoksa.

Elbette burada; “Böyle barış mı sağlanır?”, “Böyle bir barış, sadece yeni savaşlar ve bitmez tükenmez düşmanlıklar için moladır” gibi itirazlar da yapılabilir, ama bu akıl yürütme, bu itirazlar bile ihmal edilerek, yapılabilir.

HERKESLE KONUŞAN BİR ÜLKEDEN HERKESLE KAVGA EDEN BİR ÜLKEYE!

Suriye politikasını gelip dayandığı Türkiye’nin yalnızlaşması, bölgesindeki en önemli ülkelerle ilişkilerinin “düşmanlık”la tarif ediliyor olması (Irak Başbakanı Maliki, Türkiye’yi “bölgede kendine düşman arayan ülke” olarak ilan etti) AKP Hükümeti tarafından başarılı bir dış politika olarak sunulurken, düşmanlaşmanın nedeni olarak İran, Suriye, Irak yönetimleri gösteriliyor.

Bu ülkelerde bir yıl önce de aynı yönetimler vardı ve o zaman AKP Hükümeti; dış politikasını “komşularla sıfır sorun” diye ifade ediyor ve “Bölgedeki ülkelerle konuşabilen tek ülke Türkiye”dir diyordu. Ve başbakan ABD ile de, İran’la da, Irak’la da, Suudi Arabistan’la da, Filistin’in her iki hükümetiyle de, İsrail’le de, Suriye ile de,… konuşabilen tek hükümet olduğunu vurgulayarak, kürsülerden “Neredeeeen nereyee geldik, ey muhalefeeet!” diye övünüyordu. Ama bir yıl içinde bu övünülen tablo tamamen tersine dönmüştür. Irak’la, Suriye ile, İran’la konuşabilmek için, Türkiye, artık kendisi başkalarının aracılığına muhtaç hale gelmiştir.

Peki, komşularıyla sorunlarını konuşarak çözme yeteneğini kaybeden bir ülke ne yapar?

Komşularıyla sürekli çatışma halinde olur. Komşuları da ona karşı, elindeki silahları kullanır. Bundan bölgeye müdahale etmek isteyen emperyalistler yararlanır, komşu ülkeleri kendi çıkarları uğruna kullanmak üzere “destekler” ya da hizaya getirmek için karşı tarafa destek verir…

DÜŞMANLAŞMADA BU HIZ NEDEN?

Başbakan Tayip Erdoğan’ın 26 Nisan’da Güney Kore’nin Başkenti’nde yapılan Nükleer Güvenlik Zirvesi’yle başlayan ve 20 Nisan’da Katar ziyaretine uzanan, bir aydan bile az zamanı kapsayan dönemdeki gelişmeler, izlenen dış politikanın, Türkiye’yi nasıl bir yalnızlığa ittiğini göstermeyi de aşarak, bir “duvara çarpmaya” hızla yaklaştığını gösteren gelişmeleri gözler önüne serdi.

Bu geziler başladığında Türkiye, resmiyette sadece Suriye ile ancak düşman ülkelere yönelik yürütülebilecek bir polemik yürütüyordu. Dahası, sorun bir polemiği de çok aşarak, “Suriye muhalefeti” denilen, ama uluslararası planda hiçbir itibarı olmayan, Suriye içinde de bir güç oluşturmayan SUC’u örgütlüyordu.

Ama Mart sonundaki Seul ve Tarhan gezilerinden, 20 Nisan’daki Başbakan Erdoğan’ın Katar’ gezisinin ardından yapılan “Suriye’nin Dostları”nın İstanbul toplantısı, İran’la “nükleer görüşmeler” üstünden yapılan polemik, Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye’ye gelmesi, arkasından Barzani’nin Türkiye gelip “devlet başkanı protokolü”yle karşılanması gibi gelişmeleri kapsayan diplomatik ilişkiler, İran’ı ve Irak’ı da, Türkiye karşısında Suriye ile aynı konuma getirdi. Daha doğrusu, bu son gelişmeler içinde Türkiye’nin tutumu, Irak’ın “Türkiye’yi bölgede düşman arayan ülke” ilan etmesine ve Türkiye’yi “Irak’ın iç işlerine karışmaması” için resmen uyarmasına yol açarken, İran’la ilişkiler de hızla açık düşmanca “vücut hareketleriyle” de desteklenen polemiğe dönüştü.

DIŞ POLİTİKA ‘KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ’YLE DE BİRLEŞTİ!

Barzani’nin, ABD’de Obama ve Clinton’un da katıldığı toplantılarla ağırlamasının hemen ardından, Türkiye’de “devlet başkanı” gibi karşılanması, Tarık El Haşimi ile Ankara’da görüşmesi, Irak’ın sert tepkisine yol açtı, ama sorun sadece Irak değildi.

Bu ziyaretlerde ele alına konular ve yapılan pazarlıklar, Suriye sorunuyla Irak ve İran’la ilgili “sorunları” bağlarken, aslında Türkiye’nin Kürt sorununu bölgenin (4 ülkedeki) Kürt sorunuyla da birleştirdiğini gösteriyor, hatta Suriye, Irak, İran sorunuyla “Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü”nü de önemli ölçüde birbirine bağlıyordu.

Çünkü uzunca bir zamandan beri gerek ABD, gerekse Türkiye’nin seçkin Amerikancıları, “Kürt sorununun çözümünü Barzani’yle konuşma”yı savunuyorlardı.

ABD ve uzantılarının buradaki dayanakları ise; “Irak’ın yakında bölüneceği ve Iraklı Kürtlerin Irak’ın Şii çoğunluk Hükümeti tarafından ezilmek isteneceği, bu durumda da Barzani’nin Türkiye’nin himayesini gireceği” varsayımına dayanıyordu. Ve elbette bu tespitin arkasında, böylece PKK’nin ve hak eşitliği talep eden Kürt güçlerinin tasfiyesi, Barzani’nin muhatap alındığı bir Kürt sorununun çözümü tasarlanıyordu. Bu çözüm, aynı zamanda Musul ve Kerkük petrollerinin Türkiye’nin denetine girmesi gibi Türkiye’nin egemenlerinin eski hayallerini canlandıran ödüllerle süslenirken, “dört ülkedeki Kürtlerin hamiliği” üstünden Türkiye’nin bölgeye çeki düzen vereceğine dair emperyal motiflerle de çekici hale getiriliyordu. Bugün de bu hayallerin beslediği bir tür “Kürt sorununun çözümü” giderek daha çok öne çıkarılmaktadır.

YALNIZLAŞMADAN BÜYÜK BATAKLIĞA DOĞRU!

ABD’nin bölge stratejisiyle uyum sağlama ve Kürt sorununun çözümünde kendi Kürtleri yerine bölge gericiliği ve emperyalist güçlerin çıkarlarına göre “muhataplar arama” tutumu, Türkiye’yi, bölge ülkelerindeki iç çatışmalardan mezhep çatışmalarına, emperyalistlerden Talibancı, El Kaideci güçlerin müdahalelerine her melanetin oluşturduğu büyük bataklığa çekmiştir. AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan liderliğinde Türkiye, bu bataklığın en derin yerine doğru büyük bir hevesle yürümektedir.

Şöyle ki;

1-) AKP Hükümeti’nin izlediği dış politika, Türkiye’yi bölgede yalnızlaştırmıştır. Suriye’ye karşı izlediği saldırgan tutum, Batılı emperyalistleri bile daha “ihtiyatlı” olmaya itecek kadar saldırgandır. Bu politikanın, emperyal, Yeni Osmanlıcı amaçlar değil de, insan hakları, Suriye Hükümeti’nin özgürlük düşmanı tutumu ve kendi halkına zulmeden bir rejim olması gibi gerekçeleri inandırıcı bulunmamaktadır. Çünkü Türkiye’nin en yakın müttefikleri Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn gibi ülkelerin Suriye rejiminden bile daha fazla insan hakları ve özgürlük düşmanı olmaları, Türkiye’nin (ve Batılı emperyalistlerin) iddialarını tümüyle çökertmektedir.

2-) Bu süreç içinde, kimi itirazları olsa da, Türkiye’nin baş destekçisi, ABD (onun Ortadoğu’daki uzantıları Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn) olmuştur. Fransa, İngiltere ve kısmen de Almanya, öteki destekçileridir ve bu emperyalist devletlerin beklentisi, bu yolda ilerleyen Türkiye’nin İran’la her bakımdan kapışan bir ülke durumuna gelmek için alması gereken yolu en kısa sürede almasıdır. Gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin bu yolu onların umduğundan bile hızlı aldığı görülmektedir. Onun için de, zaman zaman Türkiye’nin atacağı adımlara fren koymaktadırlar.

3-) Türkiye’nin bütün bu politikalarına sessiz kalarak destek veren bölgedeki öteki ülke, İsrail’dir. Çünkü sesli desteğin İslam dünyasında geçeklerin görülmesine, Erdoğan’ın gerçekte ABD ve İsrail’in bölgedeki en önemli destekçisi olduğunun anlaşılmasına yol açacağını düşünerek, İsrail, olanları sessizce ve “tarafsız” bir eda ile seyretmeyi tercih etmektedir. Çünkü Suriye yönetimini yıkmak, Suriye’de Batı emperyalizminin dümen suyunda bir rejim kurmak İsrail’in tarihi rüyasıdır ve “İslam dünyasının koruyucusu” iddiasıyla politika sahnesine çıkan Tayyip Erdoğan’ın Hükümeti, bu rüyayı gerçek kılmak için çalışmaktadır.

4-) AKP Hükümeti’nin dış politikası, “Türkiye’nin Kürt sorununu çözümü”nü, Türkiye’nin dış politikasının; İran, Irak ve Suriye ile düşmanlaşmasının da bir bileşenine dönüştüren bir yola sürüklemiştir. ABD’nin Sünni-Şii ayırımı üstünde yaratacağı istikrasızlık üstünden bölgeyi yeniden biçimlendirme amaçlı hamleleriyle birleşen Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin bölge ülkelerine yönelik politikaları, Kürt sorununun çözümünü de “Barzani muhataplığı”na indirgeyerek, Türkiye’nin Kürt siyasi güçlerini dışlayarak sorun çözme yanlışını derinleştirmeye yönelmiştir. Bu, Türkiye’nin komşularıyla ve kendi Kürtleriyle kavgasını derinleştiren ve daha da büyüten etkenlerin güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Ve bu, Türkiye’nin dış politikasının olduğu kadar, demokratikleşmesi ve kendi Kürtleriyle barışmasına dair beklenti ve umutların da hızla duvara çarpamaya doğru gittiği anlamına gelmektedir.

5-) Kendi çıkarların gerçekleştirmek için, emperyalistlerin, müdahale ettikleri bölgenin ülkelerini birbirine karşı kışkırtmaları, bilinen en eski ama hiç eskimeyen yöntemleridir. Türkiye, şimdi bu eski yöntemin sahneye konulduğu oyunda “başrol” oyuncusu durumundadır. Ama şu da bir gerçek ki, komşularının içişlerine müdahale etmek, onlarla kavgalı olmak ya da savaşmak hiçbir ülkeye hayır getirmemiştir. Tersine, emperyalist müdahalelerin hedefi olan bölgelerdeki ülkeler için tek doğru seçenek, halkların kendi kaderlerini tayinine saygı göstermeyi esas alan ve sorunlarını da bu temel geçeği dikkate alarak çözmekten geçmektedir.

Ancak ne yazık ki, Tayyip Erdoğan ve Hükümeti’nin gözünü bürüyen hırslar ve kayığına bindikleri güçlerin amaçları, bu gerçekleri dikkate alarak yolundan dönmeye izin vermez. Bu yüzden de Türkiye’nin bu yoldan döndürülmesinin tek imkanı, ülkemizin demokratik ve anti emperyalist güçlerinin bu yolu tıkayacak bir mücadelede adımlar atmasıdır. Aksi halde “duvara çarpacak” politikalar, sadece AKP Hükümeti’nin değil, Türkiye’nin de “duvara çarpması” olacaktır.

Sunu ve İçindekiler 229

Özgürlük Dünyası Mayıs 2012 Sayısı (229) Çıktı!

İÇİNDEKİLER

Büyük bir hızla ‘duvara’ doğru!
İhsan Çaralan

Doğu Batı’nın ‘Türk Sosyalizminin Eleştirisi’ dosyası üzerine eleştirel notlar
Yusuf Akdağ

Belge-Berktay tartışması: Marksizm düşmanlığında birlik
Arif Koşar

Genel Kuruldan bugüne KESK ve önümüzdeki dönem
İsmail Sağdıç

Dünya gençliği iş, eğitim, gelecek ve özgürlük için mücadele ediyor!
Emek Gençliği

6. Genel Konferans karar ve sonuçları
Emek Gençliği

Tarım ve gıdada tekelleşme
Satılmış Başkavak

 

SUNU

Dergimiz, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’a sayılı günler kala çıkıyor. Sendikal bürokrasinin sınıfın birlik gününü bölme, sınıf kardeşlerini ayrı ayrı alanlara yönlendirme, hatta işçilerin 1 Mayıs’a katılmasını engellemeye yönelik tutumlarına rağmen bu 1 Mayıs’ta da yüz binlerce işçi Türkiye’nin dört bir yanında alanlara çıkacak, sendikal ve siyasal taleplerini, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemini haykıracak.
Ulusal İstihdam Stratejisi, kıdem tazminatının fona devredilerek fiilen ortadan kaldırılması, her gün çeşitli biçimlerde yaşanan iş cinayetlerini sözde önlemek üzere gündeme getirilen ve bir “iş güvenlik” piyasası oluşturmayı amaçlayan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, Toplu İş İlişkileri Kanunu, sermayeye sınırsız teşvik olanakları gibi doğrudan işçi sınıfını hedef alan, onun ücret, çalışma süreleri ve sosyal haklarını tırpanlamak, artık neredeyse kalmamış iş güvencesini tamamen ortadan kaldırmak üzere gündeme getirilen saldırılara karşı işçiler 1 Mayıs’ta alanlarda olacak.
Türkiye’nin dış politikası da tam olarak ‘arap saçı’na dönmüş durumda. Suriye’de emperyalizmin hedef ve çıkarlarını ‘kraldan çok kralcı’ bir üslupla savunan, bu nedenle dönem dönem ABD tarafından da uyarılan Türk hükümeti, bölgede yürüttüğü Amerikancı politika ile her geçen gün düşmanlarının sayısını arttırıyor. İran’la ABD’nin hesapları çerçevesinde süren, ama Kürecik’teki NATO üssü ve nükleer görüşmelerle şiddetlenen ilişkisi, bölgede Şii-Sünni kamplaşmasını körüklemesi ve Sünni kampının neferi olma yönünde ilerleyişiyle Türkiye, Irak hükümetiyle de karşı karşıya gelmektedir. Suriye’den sonra İran ve daha açık bir biçimde Irak’la kapışmayı göze alan Türkiye’nin dış politikasının -bağımsız politika iddiasıyla süren- gözü kara Amerikancılığı, önümüzdeki süreçte bölge halklarının ve kaçınılmaz bir biçimde AKP hükümetinin başını belaya sokacaktır.
Ortadoğu’da ve Türkiye’de çözümsüzlüğünü sürdüren Kürt sorunu da Türkiye’nin zayıf karnı konumunda. Hükümet dönem dönem ‘müzakere’ lafları etse de, Suriye’de Kürtlerin izlediği politika, Irak Kürdistan’ında Kürtlerin ayrılma olasılığı, hükümetin Kürt sorunu konusundaki çözümsüzlüğünü giderek sancılı hale getirecek gibi gözüküyor. Ancak, bütün bu olgularla beraber hükümet, bölgede operasyon, sorunu silahla ‘çözme’ ve PKK’nin silah bırakması dayatmasından vazgeçmiş değil. Bu da, Kürt halkının onursuz bir biçimde silah bırakmayı kabul etmeyeceği realitesiyle birleşince, hükümetin tutumu çözümsüzlükte ısrar olarak kendini gösteriyor.
Dergimizin bu sayısında hükümetin dış politikadaki yaklaşımını değerlendiren ve herkesle konuşan ülke olma iddiasından herkesle düşman olma haline giden süreci ve yönelimleri değerlendiren bir makalemiz yer alıyor. Bir diğer makalemiz, Doğu Batı Dergisi’nin 59. Sayısındaki (Kasım-Aralık 2011-Ocak 2012) “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” başlıklı dosyada, Ekim Devrimi’ni “tarihten bir sapma” sayan, Bolşevik tipte parti örgütlenmesini, “Tek Ülkede Sosyalizm”i ve ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusunu reddeden anlayışlarını eleştiriyor. Taraf gazetesinde M. Belge ve H. Berktay arasında yaklaşık 3 ay süren polemik ve tartışmanın bir değerlendirmesi, KESK’teki gelişmeler ve sınıf dışı yaklaşımlar, tarımsal üretim ve gıda sektöründe tekelleşme bu sayımızda yer bulan konular.
Mayıs’ın bir diğer önemli ve anlamlı günü de 6 Mayıs. Katledilişlerinin 40. yılında devrimin militanlarını, Denizlerin şahsında halka bağlılık ve devrime adanmışlık değerleriyle anacağız. Emek Gençliğinin 6. Konferans Platformu’nu, Konferans Sonuç Bildirgesi ve Kararları’na da bu sayımızda yer veriyoruz.
Haziran ayında buluşmak üzere…

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑