Son on yılın resmi: Eşitsiz gelişim

Son on yılın resmi: Eşitsiz gelişim

 

Sinan Alçın

 

 

AKP’nin on yıllık iktidar döneminde, belki de tek ve en önemli gücü olarak, ekonomi alanında gösterdiği “başarılar” öne sürülmektedir. AKP iktidarının ekonomi alanında bir şeyleri başardığı kesin ve ancak, başarılanların ülkenin işçi ve emekçileri üzerindeki etkileri yıkıcı özelliktedir.

 

Son on yılın ekonomiye dair resmi göstermektedir ki, bir yandan sermeye sınıfı içinde, öte yandan da işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki eşitsizlik beslenmiş ve böylelikle ülkede yeni bir sosyo-ekonomik ilişki bütünü meydana getirilmiştir.

 

On yıllık süreç, geniş emekçi yığınlar için hak olanın hak olmaktan çıktığı ve Anadolu Kaplanları (yeşil sermaye) içinde belli grupların kamu kaynaklarının devri, harcama politikaları ve teşvik programları ile palazlandığı; geri kalan sermaye gruplarının çeşitli “önlemlerle” önlerinin kesildiği ve görece cılızlaştırıldığı bir görünüm sunmaktadır.

 

Bir taraftan üstyapı kurumları (ordu, yargı gibi) “yeni sisteme” adapte olurken, diğer taraftan da alt yapı önemli ölçüde biçim değiştirerek mevcut üretim sisteminin devamlılığını sağlayacak biçimde örgütlenmiştir.

 

Makro ölçekte ele alındığında, ekonomi “besleme” özellikler göstermektedir. Bir yandan kayıt-dışı Arap sermayesi, öte yandan 2002 yılından itibaren tüketici kredilerinin teşviki ve devletin müteahhitliğe soyunması ile sözde bir canlılık ortaya çıkmıştır. Bu sözde canlılığın bedeli ise, ağırlaşan borç yükü ve sürekli yeni rekor denemeleri yapan cari açık olmuştur.

 

Bu yazıda, bir yandan AKP’nin on yıllık iktidar döneminde makroekonomik alanda ortaya çıkan gelişmeler ve diğer yandan da işçi ve emekçileri ilgilendiren sosyal ve ekonomik düzenlemeler üzerinde durmaktayız.

 

Öncelikle temel sorun alanlarına göz atalım. Ardından temel sorunu ayırt etmeye çalışalım.

 

 

 

BORÇLULUK DURUMU

 

Toplam borç stoku, ülkede, “kamu kesimi”, “Merkez Bankası” ve “özel kesim sermaye”nin yabancı ülkelere olan borçlarınının toplamını ifade etmektedir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 129.559 milyar dolar olan toplam borç stoku, 2011 yılında 309.636 milyar dolara çıkarak, tarihi bir rekora ulaşmıştır.

 

AKP kurmaylarının özellikle övündükleri konulardan biri, kamu kesimi borçlanma gereğindeki azalıştır. Doğrudur, son on yılda kamu kesiminde borçlanma gereği azalmıştır. Çünkü, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine yönelik uygulanan politikalar, sağlık hizmetlerinin kamusal nitelikten uzaklaştırılması gibi adımlarla harcamalarda şiddetli kısıntılar ortaya çıkmış; öte yandan da, özelleştirme adı altında doğrudan KİT’lerin tasfiyesi ve kamuya ait taşınmazlarının satışı yoluyla devlet gelirleri artırılmıştır.

 

Söz konusu dönemde kamu borçlanma gereği azalmakla birlikte, “özel kesim sermaye”nin yabancı borçları çok hızlı biçimde artmıştır. 2002 yılında 13.854 milyar dolar olan özel kesim sermaye borçları, 2011’in ikinci çeyreği itibarıyla, 77.543 milyar dolar düzeyine yükselmiştir. Ülkenin toplam borçları içerisinde en riskli olan kalem, “özel kesim borçları”dır. “Özel kesim borçları” arttıkça, bir yandan cari açık hızlanarak artar, öte yandan da ekonomik yapıdaki kırılganlık artar. İşte borçlanma meselesinde son on yılın çizdiği yapı budur.

 

 

 

CARİ AÇIK

 

2001 yılında 3 milyar 760 milyon dolar fazla veren cari işlemler hesabı, 2011 yılı sonu itibarıyla, 77 milyar dolar açığa dönüştü. Bir yandan değerli tutulan TL kuru, öte yandan sanayinin yabancı girdiye bağımlı yapısı ve petrol bağımlılığı, ülkeyi, Cumhuriyet tarihinin en yüksek cari açığıyla karşı karşıya bırakmıştır. Uluslararası kriterlere göre, bir ülkenin cari açığı, “Gayri Safi Milli Hasıla”sının yüzde 7’sine ulaştığında, ödemeler dengesi krizinin başladığı kabul edilmektedir. Türkiye’de, mevcut cari açığın GSYİH’a oranı yüzde 11’i aşmıştır. Bu kadar büyük bir açık, izlenen ekonomi politikalarının ülkeyi tamamen dışa bağımlı hale getirdiğini göstermektedir. Cari açığın yarattığı temel problem, söz konusu açığın finansmanı açısından büyük sorunlar yaratmaktadır. Cari açığın finansmanı için bir yandan kamu harcamaları kısılırken, öte yandan da daha fazla üretim için sermayeye çeşitli teşvik programları peşi sıra açıklanmaktadır. Bu durum, eşitsiz gelişimi besleyen ve sınıflararası gelir kutuplaşmasını artıran bir yapı oluşturmaktadır. İşte bu nedenle, bir yanda AKP iktidarı döneminde hızla zenginleşen bir zümre, diğer yanda ise gittikçe yoksulluğa itilen geniş halk kesimleri ortaya çıkmaktadır.

 

 

 

İŞSİZLİK

 

Her ne kadar AKP, iktidar olmadan önce, işsizlik sorununu çözeceğini iddia etmiş olsa da, on yıllık iktidarı döneminde katlayarak büyüttüğü sorunların ilk sırasında işsizlik gelmektedir. İşsizlik sorununun temel önemi, işsiz kalanların giderek yoksullaşması ve halihazırda bir işte çalışanların da, ‘yedek işçi ordusu’ ile korkutularak, daha düşük ücret ve daha ağır koşullarda çalıştırılmaya razı bırakılmalarıdır. GEGP ile birlikte stratejik hedef haline getirilen ‘verimliliğe dayalı büyüme’ için olmazsa olmaz koşul, geniş halk yığınlarının daha düşük ücretle, daha uzun süreler çalışmayı kabul etmeleridir. İşsizlik ile başarılan budur. Ulusal istihdam stratejisinde ve diğer politika metinlerinde işsizlik “sorun” olarak tanımlanmakla birlikte, somut çözüm için uygulanacak politikalar belirlenmemektedir. Amaçlanan, işsizliğin toplumun genelinde tehdit unsuru olarak kabul edilmesinin sağlanması ve bunun üzerinden ‘bölgesel asgari ücret’, ‘atipik’ çalışma biçimleri (yarı zamanlı, evden çağırma, taşeron çalışma gibi) gibi mevcut güvenceleri de ortadan kaldıracak uygulamaların kabul edilmesinin sağlanması olmaktadır. Örneğin orta vadeli planda işsizlik sorunun, yatırım ortamının iyileşmesi ve buna bağlı olarak “özel kesim sermaye”nin daha fazla istihdam yaratmasıyla çözülebileceği temennisine yer vermektedir.

 

 

 

ÖZELLEŞTİRME

 

24 Ocak 1980 kararları ile birlikte hedef olarak belirlenen kamunun ekonomi içersindeki ağırlığının azaltılması; AKP iktidarında, KİT’lerin ve kamu taşınmazlarının doğrudan satış ve tasfiyesine dönüşmüştür. Böylelikle, ’89 Bahar Eylemleri ile durağanlaştırılan süreç, AKP iktidarıyla hızlanmıştır. 1986 – 2002 döneminde 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken, 2002 – 2012 yılları arasında 40 milyar dolarlık satış gerçekleştirilmiştir. Yoğun borçluluk durumu ve sermaye birikimi için kaynakların tahsisi aşamasında ihtiyaç duyulan finansman, topluma ait işletmelerin satış ve tasfiyesi ile elde edilmiştir. Bu durum, bir yandan uzun dönemli ekonomik gelişim açısından risk oluştururken, öte yandan da kamu kesiminde çalışanların işsizlik veya güvencesiz kadrolarda çalışma riskiyle karşı karşıya kalmalarına yol açmıştır. Özelleştirme kapsamında elde edilen gelirlerin büyük kısmı ise, satılan işletmelerin rehabilitasyonu ve benzeri işlemlere harcanmıştır.

 

 

 

GASP EDİLEN ÇALIŞMA HAKLARI

 

AKP Dönemi’nde yeni çıkarılan İş Yasası ile esnek çalışma biçimleri hayata geçirilmiş ve  “kiralık işçilik” uygulaması getirilmiştir. Emeklilik yaşı kademeli olarak 65’e çıkarılmış, prim ödeme gün süresi yükseltilmiş, emekli aylığı bağlama oranları düşürülmüş, sağlıkta katkı payı artırılmıştır. “Torba Yasa” ile güvencesiz istihdam yaygınlaştırılmış, memurlara ve 52 bin belediye işçisine sürgün yolu açılmış, stajyer sömürüsü genişletilmiştir.

 

Taşeron uygulaması ve ölümlü iş kazaları ciddi boyutlara ulaşmış, sendikasızlaşma yaygınlaşmış, işten çıkarmalar artmıştır.

 

2003 yılında iş kanununda gerçekleştirilen değişiklikler ile iş hukukunun temel prensibi olan “işçiyi koruma” ilkesinden uzaklaşılarak, “işletmenin korunması” ilkesi benimsenmiştir. Bu “korumacılığı”, “işçi sağlığı ve iş güvenliği” kavramındaki değişiklikte de görmekteyiz: Kanunun adı “İş Sağlığı ve Güvenliği”ne dönüştürülmüştür.

 

10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu ile esnek çalışma biçimleri yasallık kazanmıştır. Böylelikle part – time (kısmi süreli) çalışma, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, ödünç iş ilişkisi (kiralık işçilik) gibi esnek çalışma modelleri gündeme gelmiştir.

 

4857 sayılı yasayla “asıl işveren” – “alt işveren” ilişkisi yeniden tanımlanmış, işverenin asıl nitelikteki bir takım işlerini “alt işveren”e (taşerona) vermesine olanak sağlanmıştır. Böylece sendikal örgütlenmenin önündeki en önemli engellerden biri olan taşeron uygulaması yaygınlaştırılmıştır. Hükümet yetkilileri her fırsatta kayıt dışıyla mücadele ettiklerini ve edeceklerini iddia etseler de, gerçekte, yasal ve fiili uygulamalarla üretim ilişkileri topyekûn kayıt dışına itilmiştir.

 

Deneme süresi bir aydan iki aya çıkarılmış, özel istihdam bürolarının kurulmasına izin verilmiştir. Yine aynı yasada, iki aylık süre içinde, haftalık ortalama 45 saat olmak koşuluyla, günde 11 saatten, haftada 66 saat çalışılmasına olanak sağlanmış ve bu yolla “işveren”in fazla mesai ücreti ödememesine imkan tanınmıştır.

 

4857 sayılı yasanın geçici 6. maddesinde “Kıdem Tazminatı Fonu”nun kurulacağı belirtilerek, yakın gelecekte kıdem tazminatının ortadan kaldırılacağının sinyali verilmiştir. Halihazırda konu Çalışma Bakanlığı’nın gündemindedir.

 

2002’de Ecevit Hükümeti döneminde çıkarılan 4773 sayılı kanunla, 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde işçilere iş güvencesi hakkı sağlanıyordu. AKP döneminde çıkarılan 4857 sayılı yasayla iş güvencesi hakkından yararlanma 30 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde geçerli oldu. Bu durumda, iş güvencesinden yararlanan işyeri sayısı, toplam işyerlerinin ancak yüzde 10’una denk geliyor. Ayrıca, işyerinde altı aydan az kıdemi olanlar da iş güvencesinden yararlanamıyor.

 

 

 

SOSYAL GÜVENLİK HAKLARINA DARBE

 

Yakın dönemde sosyal güvenlik haklarına ilk darbe 1999 yılındaki 4447 sayılı yasayla yapıldı, ikinci darbe ise, 5510 sayılı yasayla AKP iktidarı döneminde gerçekleştirildi. Önce SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Ardından 2008 yılında 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yasalaştı. 5510 sayılı yasanın başlıca özellikleri şöyle:

 

a)        Yeni işe girecek olan kadınlar 58, erkek sigortalılar ise 60 yaşında emekli olacak. Emeklilik yaşı 1 Ocak 2036 ve 31 Aralık 2037 tarihleri arasında kadınlarda 59, erkeklerde 61 olacak. Bu tarihten sonra emeklilik yaşı kademeli olarak artacak ve 2048 yılında kadın ve erkekler için 65’te eşitlenecek.

 

b)       Prim ödeme gün süresi 7 binden 7 bin 200 güne çıkarıldı.

 

c)        Gazeteci, postacı, gemi adamı, infaz memuru, uçuş personeli, tren makinistleri gibi meslek sahiplerine tanınan yıpranma hakkı kaldırıldı.

 

d)       Emekli aylığı bağlama oranı, yeni işe girenler açısından her yıl için yüzde 2 oranında uygulanacak. Eskiden bu oran, Emekli Sandığı’nda yüzde 3, SSK ve Bağ-Kur’da ise yüzde 2.5 idi. Yasa öncesinde SSK ve Bağ-Kur’da emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65 iken, bu yasa sonrasında yüzde 50’ye kadar düşecek.

 

e)        Emekli aylığının hesaplanmasında kullanılan güncelleme katsayında, GSMH’nin, yani refah payındaki artışın yüzde 100’ü değil, yüzde 30’u dikkate alınacak.

 

f)          30 Nisan 2008’den sonra ilk defa sigortalı olanlar, emekli iken prim ödeyip emekli aylıklarını alamayacaklar, emekli olup çalıştıkları takdirde emekli aylıkları kesilecek.

 

g)        Çalışarak ücret alan ya da Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan aylık alan çocuksuz dul eşe bağlanacak olan ölüm aylığı oranı yüzde 75’ten yüzde 50’ye düşürüldü.

 

h)       Sağlıktaki muayene ücretleri, devlet hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde ise 15 TL olarak belirlendi.

 

i)          İşsiz kalanların 6 ay süreyle sağlık hizmetlerinden yararlanma süresi, 3 aya indi.

 

j)          Brüt asgari ücretin üçte birinden fazla geliri olanlar, zorunlu olarak Genel Sağlık Sigortası primi ödeyecek. Prim ödeyemeyen sağlık hizmeti alamayacak.

 

 

 

İSTİHDAM PAKETİ’NDEKİ HAK KAYIPLARI

 

15 Mayıs 2008 tarihinde kabul edilen 5763 sayılı kanunla, istihdam ve işsizlik sigortası ile ilgili bazı değişiklikler yapıldı. Kamuoyunda “İstihdam Paketi” olarak bilinen yasada, özürlü ve eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu azaltıldı.

 

“İşverenler”in 50 ve daha fazla işçi çalışan işyerlerinde işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü kaldırılarak, yerine hizmet satın alınması hükmü getirildi. Böylece “işverenler” doktor çalıştırma yükümlülüğünden kurtulup, gerekirse dışardan anlaşmalı olarak işyeri hekimi çalıştırabilecekler. İş güvenliği uzmanı çalıştırma yükümlülüğü de kaldırılarak, dışardan hizmet satın alınması yoluna gidildi.

 

İşsizlik Sigortası Fonu’ndan sermaye gruplarına, teşvik adı altında, ve Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) 2008 yılında 1.3 milyar TL, 2009 – 2012 döneminde de fondaki nema gelirlerinin dörtte biri aktarılmıştır. Böylelikle, çalışanların primlerinden oluşan ve işsizler için kullanılması gereken fon, politik çıkar sağlayacak alanlara ve sermaye gruplarına dağıtılmıştır.

 

18 – 29 yaş arasındaki gençlerle 18 yaşından büyük kadınların istihdamındaki “işverenler”in sigorta payı, 5 yıl boyunca, kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak. Böylece, eski işçilerin işten çıkarılarak, yerlerine daha düşük ücretle, örgütsüz genç işçi ve kadın istihdamının artırılması hedeflenmektedir. Böylelikle daha düşük ücret ve ağır çalışma koşulları, genel standart haline gelebilecektir.

 

Öte yandan, tüm sigortalılar için “işveren”in sigorta priminden yapılacak 5 puanlık                         indirim, Hazine tarafından karşılanacak. Böyle bir indirimle, 8.5 milyon sigortalı için yılda yaklaşık 4 milyar TL’lik bir kaynağın sermayeye aktarılması mümkün olmaktadır. Hazine’nin yapacağı aktarmalar sonucunda ise, bütçe gelirleri azalacak, sosyal devlet harcamaları kısılacaktır.

 

150’den fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde “işveren”in kreş açma yükümlülüğü kaldırılarak, dışardan hizmet satın alınması hükmü getirildi. Uygulamada, “işveren” maliyetler arttığı için hizmet satın almayacak ve böylelikle kadın çalışanlar da kreş bulunmadığı için işten ayrılabilecektir.

 

 

 

TORBA YASADAKİ HAK KAYIPLARI

 

25 Şubat 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6111 sayılı “Torba Yasa”, “işverenler”in vergi ve sigorta prim borçlarına af getirirken, aynı zamanda, çalışanlarla ilgili dört temel yasada yeni hak kayıplarına yol açan düzenlemeler yaptı. Torba Kanunu’ndaki hak kayıpları şöyledir:

 

1. Stajyer sömürüsü artıyor:

 

Artık 5 işçinin çalıştığı işyerlerinde de stajyer çalıştırılabilecek. Eskiden bu sınır, 20 işçi idi. Ayrıca stajyerlerin ücreti 239 TL’den 189 TL’ye düşürülüyor. 20’den az işçinin çalıştığı işyerinde bu miktar 100 TL’nin bile altına iniyor.

 

2. Kısa çalışma ödeneği fona yıkılıyor:

 

Genel ekonomik krizin yanı sıra sektörel ve bölgesel krizlerde de kısa çalışma ödeneği verilecek. Böylece “işveren”in ücret ödeme yükümlülüğü fona devrediliyor.

 

3. Kısa süreli çalışmada GSS primini işçi ödeyecek:

 

1 Ocak 2012’den itibaren, özel sektörde kısa süreli çalışanların boşta geçen günlere ait Genel Sağlık Sigortası primini artık kendisi ödeyecek. Kamuda devlet ödüyor.

 

4. Kadrolu işçiye sürgün:

 

Belediyelerde kadrolu çalışan işçiler, rızası dışında MEB ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün taşra teşkilatlarına gönderilecek. 5 gün içinde işe başlamayan işten çıkarılacak.

 

5. Sözleşmeli personele grev yasağı:

 

Sözleşmeli personelin sendikaya üye olması serbest, ancak greve katılması, grevi desteklemesi, propaganda yapması yasak.

 

6.Özel sektörden bürokrat:

 

Özel sektörde 10 yıl çalışan bir yönetici kamuda görevlendirilebilecek. Yani kamu, özel sektör zihniyetiyle yönetilecek.

 

7. İşsizlik Fonu amaç dışı kullanılacak:

 

a)                                Hükümet, fon gelirlerinin yüzde 50’sine el koyabilecek,

 

b)                               31 Aralık 2015’e kadar yeni işçiler için “işveren primi” fondan ödenecek,

 

c)                                Mart 2002’den 31 Aralık 2010’a kadar fonda 61.5 milyar TL birikti, Bunun 3.8 milyar TL’si, yani ancak yüzde 6’sı işsizlere verildi,

 

d)                               Halen 184 bin kişi işsizlik ödeneğinden yararlanıyor. Yani her 100 işsizden ancak 6’sı işsizlik parası alabiliyor,

 

e)                               Fondan GAP’a ve işverenlere prim desteği olarak 11 milyar TL. kaynak aktarıldı. Bu, fonun yüzde 18’ini oluşturuyor.

 

8. Kamu çalışanının iş güvencesi riske giriyor:

 

a)                               Kademe ilerlemesi için disiplin cezası almama şartı getirildi.

 

b)                               8 saatlik günlük çalışma süresi artırılabilecek.

 

c)                                Performans uygulaması getiriliyor.

 

d)                               Memur rızası dışında 6 aya kadar başka yere gönderilebilecek.

 

e)                               Tüm uzman personel, sözleşmeli statüye geçiriliyor.

 

f)                                 Uzmanlık isteyen denetim yetkisi, düz memurlara veriliyor. Yolsuzluğa ve iş kazalarına olanak sağlanıyor.

 

g)                               İş yavaşlatan memur ile disiplin cezası alan aday memurun işine son veriliyor.

 

 

 

“BÜYÜME” ÜZERİNE…

 

AKP iktidarı, her ne kadar kendisini “hak”çı olarak tanımlayarak yönetime geçtiyse de, on yıllık uygulamaları, bu parti ve temsil ettiği anlayışın tamamen kapitalist eklemlenmeci ruhunu ele vermektedir.

 

Bir yanda hızla zenginleştirilen küçük bir grup, öte yanda ise, her türlü engelle açlık ve yoksulluğa itilen milyonlar. Bu eşitsiz gelişim süreci, biraz da nereden baktığınıza bağlı olarak, farklı yorumlara gebedir. Örneğin –her ne kadar ortalamada yüzde 4,5 gibi Cumhuriyet tarihinin en düşük düzeyi olsa da– belli dönemlerde hızlı büyüme gerçekleşmiştir. Büyüme üzerinden kurulan dile baktığımızda, iktidar ve yanlıları, bu durumu müjde olarak sunmaktadırlar. Ancak bu büyüme (verimliliğe dayalı büyüme), ülkede güvencesizliği ve yoksulluğu artırmıştır. Muhalefet tarafından ekonomi konusunda getirilen eleştiriler, temelde, sözkonusu büyümenin “sanal” olduğu iddiasına dayalıdır. Bu, özellikle kısa dönemli yabancı sermaye (sıcak para) girişinin, aslında büyüme yokken varmış gibi gösterdiği yönünde bir “inanışa” dayanmaktadır. Her ne kadar bu eleştiri tarzı, büyümenin kaynaklarına yönelik açıklama yapma gayreti içinde olsa da, esas yapısal çarpıklığı gizleyici bir söylemle hareket etmektedir. Bu “büyümeci” yaklaşım taraftarları (CHP, MHP, Ulusalcılar, Sol içinde bazı gruplar gibi), sürekli olarak, aslında büyüme olmadığını anlatmak için çaba içine girmektedirler. Diyelim ki büyümenin kaynakları değişti; yabancı sermaye girişi önemini yitirdi, sorun çözülecek midir? Elbette, işçi sınıfı ve emekçiler açısından problem, büyümenin hızlanması veya yavaşlaması değil, doğrudan üretim ilişkilerinin kendisidir. Bunu da, en damıtılmış haliyle bölüşüm üzerinden okumak mümkündür. Kuşkusuz üretim araçları mülkiyetinin kimin elinde olduğuna bağlı ve onun ürünü olan bölüşüm problemini temele almayan eleştiri odakları, bir yerden mevcut sisteme bağlanmak durumundadırlar.

 

Ülkede, şu veya bu ölçüde, şu veya bu kaynakla büyüme olmuştur. Büyüme olmuştur, ancak, bu büyümeden toplumun sadece küçük bir zümresi nemalanmıştır. Halkın genel kitlesi ise, açlık ve yoksulluğa terkedilmiş, sosyal hakları elinden alınmış ve tam anlamıyla boyunduruk altına alınmıştır.

 

Şimdi böyle bir gerçeklik var iken, sınıfsal bir analize girmeden “kriz var” ya da “kriz yok” demek, yani daha açık haliyle, “ekonomi iyi” demek ya da “ekonomi kötü” demek, hemen hemen hiçbir anlam ifade etmiyor. 2008 küresel kapitalist krizi sonrasında, ülkedeki birçok büyük sermaye grubu, kendi deyişleriyle, durumu “fırsata” çevirmiş ve çevre ülkelere yatırımlara girişmişlerdir. Kriz, gerçekten de, sermaye açısından bir fırsata, emekçiler için ise cendereye dönüştürülmüştür.

 

Netice itibarıyla, on yıllık AKP iktidarında, kamusal kaynaklar talan edilmiş, sömürü oranı sistematik araçlarla artırılmış, sosyal haklar neredeyse yok edilmiş, yeni sermaye grupları palazlandırılıp geliştirilmiş, uluslararası kapitalist yağmacılığa sınırsız biat sağlanmıştır. Mevcut sistemin eşitsizliği besleyen gelişimi, kendi içerisinde, özellikle cari açık ve finansman sorunları nedeniyle tehlikededir. Yaygın deyişiyle, ekonomik yapı “sürdürülebilir” değildir. Ancak, buna ağıt yakacak olan, ne işçi sınıfı ve emekçiler ne de onların örgütlü kesimleri olmalıdır. Bugün sınıf açısından kritik olan nokta şudur ki; faiz inse de, çıksa da, döviz kuru yükselse de, düşse de, petrol pahalansa da, ucuzlasa da, kaybeden kendisidir.

 

Bu noktada, ekonomi konusunda muhalefet edilecek temel nokta; faiz, büyüme, enflasyon oranı gibi makroekonomik değişkenlerden ziyade, geniş halk yığınlarını doğrudan etkileyen gıda ve diğer tüketim maddelerine uygulanan zam oranları, ücretleri baskılayıcı politikalar, sosyal güvenlik sisteminde gerçekleştirilen hak gaspları, iş cinayetleri ve güvencesiz çalıştırma dayatmaları olmalıdır. Ekonominin eşitsizliği besleyen sınıfsal yönü, ancak, gündelik hayatta an be an karşılaşılan somut durumlara bakılarak anlaşılabilir.

 

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

 

Atilla Özsever, Sosyal Haklara Tırpan, Cumhuriyet Gazetesi, 12 Mayıs 2011.

 

Basın – İş Sendikası’nın “AKP Döneminde Çalışma Yaşamına Dair Düzenlemeler ve Hak Kayıpları (2003 – 2011) isimli Raporu,

 

Yıldırım Koç: AKP İşçilere Nasıl Zarar Veriyor, Kaynak Yay., İstanbul, 2006.

Metal sözleşmesi ve işçi hareketinin durumu

Metal sözleşmesi ve işçi hareketinin durumu

 

 

 

Muzaffer Özkurt

 

 

 

Metal patronlarının sendikası MESS ile metal sektöründe örgütlü işçi sendikaları arasında 100 binin üzerinde işçiyi ilgilendiren grup toplusözleşmesi süreci başladı. Sendikalar, sözleşme yetkisi için başvurularını yaptılar. Hazırlık sürecinin tamamlanmasının ardından Eylül ayında ilk görüşmeler yapılacak. Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörü olan otomotivi de kapsayan bu sözleşme, sadece sendikalı işçilerin değil, yan sanayi ve yan sanayiye üretim yapan küçük ölçekli işyerleri de katıldığında yüzbinlerce metal işçisinin çalışma koşullarını ve ücretini belirleyecek. Temel bir sektörde imzalanan bu sözleşme aynı zamanda diğer iş kollarında imzalanacak sözleşmeler için de örnek teşkil edecek.

 

Sendikal alanda yaşanan gelişmeler, AKP Hükümeti’nin sözleşmelere müdahaleleri, krizin başta otomotiv olmak üzere sektördeki etkisi ve fabrikalarda artan huzursuzluk bu dönem sözleşmesini önceki dönem sözleşmelerine göre daha önemli kılıyor. Metal ve özelde otomotiv sektöründeki gelişmeler toplamda işçi hareketi için belirleyici olacağından, ileri işçilerin, mücadeleci sendikaların ve elbette sınıf partisinin dikkati bu sözleşmenin üzerinde. Peki metal sektörü, sözleşme görüşmelerini nasıl bir dönemde karşılıyor?

 

Bunun için krizin patlak verdiği 2008 yılından bugüne kadarki gelişmelere bakmakta fayda var.

 

 

 

 

 

REKORLAR KIRILDI

 

Türkiye ihracatı, krizin patlak verdiği 2008 yılında 132 milyar dolara ulaşarak rekor kırdı. Bu rekorda en büyük pay otomotiv sektörünündü. Geçen yıllarda kısmi iniş çıkışlar olsa da 2011 yılına gelindiğinde ihracat yeni bir rekor daha kırdı. 2011 yılı ihracatı 134 milyar 571 milyon 338 bin dolara ulaştı. 2008 yılı rekorunun da üzerine çıkan bu rakam 2002 yılında 36 milyar dolar olan ihracat rakamını da neredeyse 4 katlamış oldu. Bu rekorda en büyük pay yine otomotivin oldu. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) rakamlarına göre otomotiv ihracatı 2010 yılına göre yüzde 17.4 artarak 20.4 milyar dolara yükseldi. Bu rakamla toplam ihracattaki payı ise yüzde 15.2 olarak gerçekleşti.

 

2002 yılından bugüne kadar olan gelişmelere bakıldığında, özellikle 2003 yılından itibaren AB ülkeleri ile entegrasyon sürecindeki yoğun gelişmelerle birlikte otomotiv sanayinin ihracatı da hızla gelişti. İç pazarda artan taleple birlikte bugüne gelindiğinde otomotivde üretim 4’e katlandı. 2002 yılında 347 bin adet olan üretim, 2011 yılında 1 milyon 189 bine yükseldi. Yine 2002 yılında 262 bin olan ihracat rakamı 2011 yılında 801 bine çıktı. İhracat gelirlerine bakıldığında ise son üç yılın gelirleri şöyle gerçekleşti: 2009 15 milyar dolar, 2010 17.4 milyar dolar, 2011 18.5 milyar dolar. 2002 yılında ise bu rakam sadece 2.5 milyar dolardı.

 

İstanbul Sanayi Odası’nın ilk 500 büyük şirket sıralamasında Ford Otosan, Oyak Renault ve Tofaş satış hasılatı sıralamasında ilk 5 içinde yer aldı. Bu firmalar dönem kârı sıralamasında ise ilk 20’nin içinde. 2002 yılından itibaren bakıldığında ise hem satış hem de kâr açından otomotivin ilk 500 içindeki yerleri istikrarlı bir şekilde arttığı görünüyor.

 

Bu geçen sürede fabrikada çalışan işçilerin verimliliği, yani birim zamanda yapılan üretim miktarı, yüzde 40 arttı. Ücretlerin üretimdeki payı ise yüzde 40 geriledi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ SÖZLEŞME GEÇTİ

 

İhracatta iki rekorun gerçekleştiği 2008 ve 2012 yılları arasında metal işçileri iki sözleşme gördü. İlki 2008-2010 arasını kapsayan sözleşmeydi. Buna göre işçi ücretlerine ilk altı ay yüzde 8 zam yapıldı. 2. 3. ve 4. altı aylık dilimler için ise enflasyon oranında artış yapıldı. İhracat rekorunun kırıldığı bir dönemde yüzde 8’e imza atan dönemin Türk Metal Genel Başkanı Mustafa Özbek, bayram arifesinde biten sözleşmeyi “Bayram müjdesi” olarak duyurdu. İşçiler bu sözleşmeye tepki gösterse de, kriz ve işten atma tahditleri arasında bu tepkiler söndürüldü. Geçen sürede Türk Metal’in genel başkanı değişti ve 2010-2012 sözleşmesi için bu kez masaya Mustafa Özbek yerine Pevrul Kavlak oturdu. Kavlak sözleşme sürecinde “TÜİK’in ilan ettiği enflasyonla, bizim enflasyonumuz örtüşmüyor. Biz işyerleri dara düştüğünde üzerimize düşen fedakarlığı yaptık, şimdi sıra onlarda” açıklamasını yaptı.

 

Hem sendika başındaki bu değişim hem de Kavlak’ın iddialı sözleri işçiler arasında umudu büyüttü ve beklentiyi yükseltti. Hatta kimi temsilciler “Pevrul başkan masaya öyle bir vuracak ki masa ikiye ayrılacak” yönlü açıklamalarıyla işçilerdeki beklentiyi daha da yukarı çekti. Ancak sözleşme yine bayram arifesinde sona erdi ve bu kez ilk altı ay için yüzde 5.35’e imza atıldı. Kavlak’ın “Muhteşem bir sözleşme” olarak duyurduğu bu imza, beklentinin çok altında kalması nedeniyle işçiler tarafından tepkiyle karşılandı. Özellikle otomotiv sektörünün kalbi olan Bursa’daki fabrikalarda yemekhane protestoları, sendikaya yürüyüşlerle düşük zamma tepki gösterildi. Bu sözleşme, işçiler arasında sadece sendika genel başkanını değişmesinin sorunlarının çözümüne olumlu bir etkisinin olmayacağı fikrini de geliştirdi.

 

 

 

 

 

BİRLEŞİK METAL-İŞ’İN DEĞİŞEN TAKTİĞİ

 

Metal fabrikalarının önemli bir bölümünde, otomotiv sektöründe ise belirleyici olan temel fabrikaların (Ford, Mercedes, Renault, Tofaş, Bosch) tamamında örgütlü olan Türk Metal’in yöneticilerinin bu sözleşmelere imza atmasında en büyük güvencesi diğer metal sendikaların tutumuydu, Hak-İş’e bağlı Çelik-İş sözleşme dönemlerini sessizlikle geçirirken, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş ise genel taktiğini Türk Metal’i sıkıştırmak ve onu daha yüksek bir sözleşmeye imza atmaya mecbur bırakmak üzerine kuruyordu. Türk Metal anlaşmaya vardığında sözleşme süreci bitmiş oluyor, diğer sendikalar da aynı zammın altına imza atıyordu. Türk Metal Sendikası da bu nedenle diğer sendikaları “fotokopi sendikası” olmakla suçluyordu.

 

Birleşik Metal-İş yönetimi, ileri işçilerin ve işyeri temsilcilerinin bastırmasıyla 2010-2012 sözleşmesinde bu taktiğini değiştirdi. “1 puan da olsa Türk Metal’den daha yüksek zamma imza atılacak. Aradaki fark belli olacak” diyerek MESS’e bağlı 21 işyerinde grev kararı aldı ve anlaşma sağlanamayan fabrikalarda değişen zamanlarda greve çıktı. Grevlerin sonunda Türk Metal’e göre biraz daha yüksek zam alındı. Nispi de olsa bu kazanım, işçilerde kendine güveni geliştirirken, Kavlak’tan olan beklentinin hüsranla sona ermesi nedeniyle Türk Metal üyesi metal işçilerinin yeni bir arayışa girmesinin yolunu açtı.

 

 

 

BİRİKEN SORUNLAR

 

Türk Metal üyesi işçileri bu arayışa iten sorunlar şöyle özetlenebilir:

 

-Özellikle genç işçilerin ücretleri çok düşük. Yeni işe giren bir işçinin ücreti 950 lira. 10 yıllık bir işçinin ücreti ise 1250 lira.

 

-Verimlilik artışı adı altında çalışma koşulları ağırlaştı. İşçilerin birim zamanda yaptığı üretim artırıldı. Bunun sonucu olarak bel ve boyun fıtığı çok sık görülen rahatsızlıklar oldu. Rahatsızlık nedeniyle istirahat alan işçiler ise her işten atma döneminde ilk kapı önüne konulanlar oluyor.

 

-İşçilerin, çalışma koşulları ve sözleşmelerle ilgili hiçbir söz hakkı yok. En ufak itirazları “Beğenmiyorsan kapı orada” tehdidiyle karşılanıyor.

 

-Atılan işçilerin, suçlu muamelesi yapılarak güvenlik eşliğinde kapı dışarı edilmesi arkadaşlarıyla veda etmesine bile izin verilmiyor. Bu uygulamayı “onurlarıyla oynanması” olarak nitelendiren işçiler, sendikacıların “Hak etmişlerdi” yanıtı vermesine de öfkeli.

 

-Sözleşme dönemlerinde işçilerin talepleri sorulmuyor, sözleşme imzalanırken de işçiye danışılmıyor.

 

-Sendikacıların ve fabrika yöneticilerinin sorunlarını anlatmak isteyen işçilere yönelik aşağılayıcı tutumları.

 

-Ücretler düşük olduğu halde uygulanan ücretsiz izinler, yıllık izinlerin yıl içinde parçalanarak kullandırılıyor.

 

-Borçlanmalarla işçilerin fazla mesai hakkı elinden alınıyor.

 

-Ücretlerden kesinti yapılsa da sendika aidatlarının her zaman tam kesiliyor.

 

-Emeklilik yaşı gibi sınıfın haklarına yönelik saldırılar karşısında sessiz kalınıyor.

 

-Seçimle değil atamayla gelen temsilciler işçilerin hiçbir sorusuna yanıt veremiyor, sıkıştıkları yerde işçileri tehdit ediyor.

 

Bu sorunlar daha da çoğaltılabilir.

 

Biriken bunca sorun 2012-2014 sözleşmesi öncesi Bosch merkezli önemli bir gelişmenin kapısını araladı.

 

 

 

 

 

BOSCH İŞÇİLERİ NEDEN SENDİKA DEĞİŞTİRDİ?

 

Bosch’ta sorunlarına çözüm bulmak isteyen işçiler, sendikaları Türk Metal’i harekete geçirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptı. Sendikalarına yürüyen, sözleşmeyi protesto eden Bosch işçileri sonunda “Türk Metal’i çalıştırmak için her şeyi yaptık ama olmayacağını gördük” noktasına geldi. İşçiler sorunlarının kaynağının sendikal anlayışta olduğunu bizzat deneyimlerinden öğrendiler. Yaklaşık 5 bin işçinin çalıştığı Bosch’ta işçiler 2010-2012 sözleşmesi bittikten sonra sendika değişikliği için sabırlı bir çalışma başlattı. Birleşik Metal-İş’e geçebilmek için fabrika içinde 200’e yakın komite kuruldu. Bu komitelerin çalışması sırasında ne para ne sosyal haklar konuşuldu. Çalışmanın temel sloganları şunlardı: “Temsilcini, delegeni, şube yöneticini kendin seçeceksin”, “Sözleşme taslağı belirlenirken her şeye sen karar vereceksin”, “Sözleşmelerde imza kararı işçiye danışılmadan alınmayacak.”

 

İşçiler söz haklarının olduğu, sözleşme dönemlerinde taleplerin kendilerine sorularak hazırlandığı, sendika yönetimlerinde seçme ve seçilme haklarının olduğu, verdikleri aidatları denetleyebildikleri, yani sendikal demokrasinin etkin bir şekilde hayata geçtiği bir yapı istiyorlardı. Uluslararası dayanışma yoluyla patronun ‘tarafsız’ hale gelmesinden de cesaret alan binlerce işçi Türk Metal’den istifa ederek Birleşik Metal-İş’e üye oldu. Bu etkisini hemen gösterdi. Temel otomotiv fabrikaları Bosch’ta yaşanan gelişmelerle sallanırken, kimi yan sanayi fabrikaları da istifa edenlere katılarak sendika değiştirdi. 1998’de yaşanan kalkışmanın ardından yaşanan bu gelişme işçiler arasında büyük bir heyecan, patron cephesinde de büyük bir tedirginlik yarattı. Geçişlerin ardından işçiler yasal prosedürlerin tamamlanması için bekleme aşamasına girdi. Bu aşamada devreye MESS girdi ve Bosch patronu tarafsızlığına son verdi. Patronun Türk Metal’den yana taraf olmasıyla beraber geri dönüşler yaşandı. Yetki tartışması halen sürüyor. Kararsız işçiler, kararlarını belirlemek için yetki sürecinin sonuçlanmasını bekliyor. Toplu İş İlişkileri Kanunu yasalaşmadığı için bakanlığın yetki vermediğini bilen işçiler, yetki çıksa bile sendikalar arası mahkeme süreci nedeniyle bir süre daha yetkisiz kalacaklarını biliyorlar. Bu nedenle şu an Bosch işçileri arasında öne çıkan talep, yetkili sendikanın referandum sonucuna göre belirlenmesi.

 

 

 

 

 

BOSCH’UN GÖSTERDİKLERİ

 

Bosch’taki gelişmeler henüz sona ermiş değil. Ancak şimdiden işçi sınıfı hareketi açısından önemli deneyimler sağladı. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

 

-Ücret ve çalışma koşullarından şikayet eden işçiler için ana tartışma konusu sendikal demokrasi. Bosch’ta çalışma bu merkezli yapılırken, diğer fabrikalarda da en merak edilen sorular “Sözleşme de karar işçilerin mi olacak? Temsilciyi işçiler mi seçecek?” oldu.

 

-İşçi ücretlerini düşürmek için eski işçileri işten atarak, yerine yeni genç işçi alan patronların bu tutumu genç işçilerin fabrikalardaki ağırlığını artırdı. Grev ve yüksek oranlı sözleşme görmüş eski işçilere oranla çok düşük ücret alan genç işçiler, düşük zam içeren sözleşmelere verilen tepkilerde de sendika değiştirme çalışmasında da en önde yer aldı.

 

-1998 yılında fabrikalarından sokağa taşan metal işçileri, öfke ve patlamayla Türk Metal’den istifa etmiş daha sonra sendikal bürokrasinin marifetleri ve patronların baskısıyla Türk Metal’e geri dönmek zorunda kalmıştı. Bosch’taki süreç ise derinden, disiplinli ve ısrarcı bir çalışmayla örüldü.

 

-Bosch işçilerinin hedefinden sadece Türk Metal ve yöneticileri vardı. Patrona karşı bir mücadele için bir hazırlık yapılmamıştı. Birleşik Metal-İş’in tutumu da bu anlayışı kışkırttı. Patronun taraf değiştirmesi Bosch’ta yaşanan sendika değiştirme çalışmasını da akamete uğrattı. Ancak patron-sendikal bürokrasi işbirliğini çıplak gözle görülür hale geldi. Bu durum Bosch dışındaki fabrikalarda çalışan işçiler arasında yaygın olan “Onların patronu Alman, onlar demokrat. Bizimkiler öyle değil” şeklindeki yanlış algıyı da değiştirdi.

 

-Bosch’ta yaşanan gelişmeler aynı zamanlı olarak diğer metal fabrikalarında da konuşuldu. Bunun en büyük nedeni Bosch’ta çalışan işçilerin eş, dost ve akrabalarının diğer otomotiv fabrikalarında çalışıyor olmasıydı. Bu durum Bursa’da metal işçileri arasında hızlı çalışan doğal bir iç haberleşme ağının varlığına işaret etti. Genç işçilerin internet ve sosyal medyayı etkin olarak kullanması da bu haberleşmeyi kolaylaştırdı. İşçiler içinde, sendikal örgütlenmeden ayrı bir doğal örgütlenme olduğunu da gösterdi.

 

-Türk Metal sendika değişikliğini önlemek için önce milliyetçi ve şoven bir dil kullandı. Birleşik Metal-İş’in terörist olduğu, o sendikaya gidenlerin de PKK’ye destek olduğu iddialarını yaydı. Ancak sendika değiştirebilmek için kendi içinde birlik olmak gerektiği bilincine varan Bosch işçileri bu taktiğin kendilerini bölmeye yönelik olduğunu bilerek prim vermedi. Bosch işçileri kendi içlerinde hür türlü ayrıma son vererek (Kürt-Türk, Alevi-Sünni-Ateist, solcu-sağcı…) tam bir demokrasi uygularken, onları yakından tanıyan diğer fabrika işçileri de Türk Metal’in bu yönle propagandalarına aldırmadı. Hatta, bu iddialar Türk Metal’e yönelik tepkiyi daha da büyüttü. Bosch deneyimi, birleşen ve mücadeleye giren işçilerin sınıf refleksi olarak ırkçılığa ve şovenizme darbe vurduğunu, vurmak zorunda olduğunu; bu yönlü demogojilerin fabrikalarda yaşanan sorunları gölgeleyemediğini gösterdi.

 

-Patronun destek vermediği durumda sendikal bürokrasinin çaresizliği ortaya çıktı. Türk Metal ancak patronu da arkasına alarak Bosch işçisine kısmi bir geri adım attırabildi. İşyeri temsilci seçimine karşı olan Türk Metal yöneticileri, kendisine verilen tüm desteğe rağmen Bosch işçilerine temsilcilerini ve şube yöneticilerini en demokratik yönden seçebileceği sözünü vermek zorunda kaldı. Bunun bir adımı olarak da sadece Bosch fabrikası için bir şube kuruldu. Şu anda Türk Metal üyesi işçiler içinde 3 grubun, delege seçimleri ve şube yönetimi için çalışmalara başladı. Bu süreç daha önceki dönemlere göre görece daha demokratik bir şekilde yürütülüyor. Diğer fabrikalarda ise daha önce işçileri aşağılayan bir dil kullanan temsilciler işçilere daha yakın durmak, işçilerin sorunlarıyla ilgilenmek zorunda kaldı. Bu durum sendikal bürokrasinin tıkanıklığını bir kez daha gösterdi.

 

-Bosch süreci, işçi inisiyatifinin sınıf sendikacılığının olmazsa olmazı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. İlk sendika değiştirme döneminde her kararı işçiler verirken, değişikliklerin ardından inisiyatif sendika yöneticilerine devredildi. İşçinin hareketin dışına çıktığı, sendika değiştirmenin yasal prosedür ve mevzuatlara sıkıştığı dönem, hareketin de en zayıf dönemi oldu. Bu dönemde sendikal bürokrasi ve patronların saldırısı hareketi akamete uğrattı. Sürecin işçinin lehine sonuçlanmasının tek yolunun, işçinin inisiyatifi yeniden ele alarak patrona da geri adım attıracak bir örgütlenmeyi ve mücadeleyi hayata geçirmesi olduğunu yeniden yeniden gösterdi.

 

-Bosch deneyimi şu gerçeğin altını bir kez daha çizdi: Mücadele içindeki işçinin kendiliğinden bilinçle hareket ettiği müddetçe, sendikalizmin sınırlarını aşıp sendika bürokrasisinin rolünü bütün yönleriyle görmesi ve inisiyatifi elden bırakmama zorunluluğunu kavrayabilmesi de mümkün değil. Dolayısıyla, yaşananlar işçi sınıfının gelişen bütün olay ve olgulara politik bir mevziden yaklaştığı ölçüde sorunlarına gerçekçi çözümler üretebileceğini; bunun ise işçi hareketinin genel anlamda siyasallaşma, özel olarak ise fabrikalar temelinde politik olarak örgütlenme düzeyiyle bağlantılı olduğu gerçeği bir kere daha görüldü.

 

 

 

 

 

2012’DE İŞÇİLERİ BEKLEYEN TEHLİKE

 

Bosch işçilerinin bu deneyimini yaşayan metal işçilerini 2012 sözleşmesinde ciddi tehlikeler bekliyor. Bunun ilk emaresini Otomotiv Sanayii Derneği (OSD) verdi. Dernekten yapılan açıklamaya göre 2012 yılında üretimin az da olsa bir azalma yaşayacağı duyuruldu. Kârdan zarar etmek istemeyen, hatta bu dönemde kârlarını daha da artırmayı hedefleyen patronlar ise rekabeti ve krizi de ileri sürerek işçilerin ellerinde kalan son hakları almak, krizin olası etkilerinin tamamını işçilerin üzerine yıkmak istiyor. Bunun örnekleri şimdiden yaşanmaya başladı. Geçtiğimiz aylarda TOFAŞ’ta kriz gerekçesiyle haftada sadece 4 gün çalıştırılan işçilere ücretlerinin de yüzde 76’sı ödendi.

 

Sadece ücretler, değil çalışma koşulları açısından da işçileri zor günler bekliyor. Renault bu duruma çarpıcı bir örnek. İşçilerin zaman bulamadığı için tuvaletlerini makine parkuruna yapmak zorunda kaldığı Renault’da şu an saatte 63 araba üretiliyor. Renault’un önümüzdeki dönem hedefi ise saatte 67 araba. Çalışma koşullarının daha da ağırlaşacağı bir döneme gireceklerinin bilincinde olan işçiler bunun tedirginliğini yaşıyor.

 

Kimi fabrikalarda patronların yetki alınmaması için elinden geleni yaptığı, MESS dışında kalıp da sözleşme imzalayan bazı fabrikalarda ise patronların pazarlığı “sıfır” zamdan başlattığı gelen haberler arasında.

 

Patronların açıklamalarına bakıldığında bu örneklerin artmasının sürpriz olmayacağı görünüyor.

 

 

 

İŞÇİLERİN TALEPLERİ

 

Son 10 yıldır biriken sorunlarına çözüm isteyen işçiler ise önümüzdeki dönem sözleşmesinde şu taleplerin gerçekleşmesini istiyor:

 

-Metal sektöründe çalışma süresinin günlük 7 saate düşürülmesi.

 

-Sakatlanmalara yol açan ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, meslek hastalıklarına karşı önlem alınması.

 

-İş güvencesinin sağlanması.

 

-En düşük ücretin 2 bin liraya çıkarılması, zam oranlarının belirlenmesinde enflasyonun yanı sıra büyüme payının hesaba katılması.

 

-Toplusözleşme taslağının işçilere sorularak hazırlanması.

 

-Toplusözleşmenin her aşamasında işçilerin bilgilendirilmesi.

 

-Sözleşme imzalanmadan önce işçilere sorulması.

 

-Yetkili sendikanın belirlenmesi için bütün fabrikalarda referandum yapılması.

 

-Sendika işyeri temsilcilerinin ve şube delegelerinin demokratik bir seçimle belirlenmesi.

 

 

 

 

 

SENDİKAL BÜROKRASİ-PATRON-HÜKÜMET

 

Bosch süreciyle birlikte çalkantılı bir dönem geçiren metal işçileri, geçici gerilemeler olsa da mücadeleye her zamankinden daha yakın. Almanya merkezli olmak üzere Avrupa’daki metal işçilerinin, Türkiyeli işçilerle hemen hemen aynı talepleri için yakın geçmişe göre çok daha büyük eylemleri (grevler, yürüyüşler…) hayata geçirmesi bunun bir işareti. İşçilerin başarısı ise gerekli müdahalelerin en etkin şekilde yapılması ve doğru bir mücadele stratejisinin hakim kılınmasıyla mümkün.

 

Önceleri sadece sendikal bürokrasiyi hedef alan, yaşadıklarından sadece sendika yöneticilerini sorumlu tutan işçiler, Bosch süreciyle birlikte patronlarla sendikal bürokrasi arasındaki ilişkiyi daha yakından gördü. Ancak THY işçilerinin toplusözleşmesi sürerken hükümetin havacılık işkolunda grev hakkını yasaklanması, sadece burada kalan bir mücadelenin de başarıya ulaşamayacağını gösteriyor. Sendikal bürokrasi, patronlar ve onların hükümeti arasındaki işbirliğinin en yalın biçimiyle kendini gösterdiği bu dönemde metal işçilerinin taleplerini hayata geçirmesi için bu üçlü mihrakı hedef alan bir mücadeleyi yürütmesi gerekiyor. Zira otomotiv sektörü için cam ve lastik grevlerinin erteleyerek yasaklayan, THY işçilerinin grev hakkını tamamen ortadan kaldıran hükümetin olası bir metal grevine izin vereceğini düşünmek en hafif deyimle saflık olur.

 

Bu nedenle metal işçileri için sözleşme dönemi THY işçilerinin verdiği mücadeleyle başladı. Bu süreçte metal işçileri sessizliğini bozmak, sendikalarını THY sürecine dahil etmek zorunda. Bir ayağı Anayasa tartışmalarına kadar giden bu süreçte gerekli mücadele ortaya konmazsa, yeni Anayasa’da başta grev olmak üzere, işçi haklarını budanması kaçınılmaz olur.

 

 

 

BİRLİK SAĞLANMALI

 

Böyle bir mücadelenin verilmesinin ve taleplerin gerçekleştirilebilmesinin en temel koşulu da işçilerin tabanda birliğinin sağlanmasından geçiyor. Bunun için öncelikle işyerlerinde sözleşme komiteleri kurulmalı, sözleşmede dair tüm değerlendirme ve bilgilendirmeler bu komiteler yoluyla yürütülmeli. İşçi kurultayları ve sendikal konferansları düzenleyenler başta olmak üzere, her sendikadan ileri işçiler ve sendikacılar bunu gerçekleştirme göreviyle karşı karşıya. Özellikle Birleşik Metal-İş Sendikası’nın geçen dönem sözleşmesinde gerçekleştirdiği grevin etkisi düşünüldüğünde, bu sendikaya üye işyeri temsilcileri ve işçiler; çalışmalarını tüm metal işçilerinin birliğini sağlayan ve bu talepleri gerçekleştirecek güçte bir mücadeleyi örgütleyecek bir hatta sürdürmeli. Sözleşme hangi aşamada olursa olsun işçi inisiyatifini esas alan bir çizgi ise asla terk edilmemeli.

 

Sadece işyerinde birliğin sağlanması da yetmez. Her bir sözleşmenin, her bir saldırının işçi sınıfının bütününe yapıldığı bilinciyle hareket edilmeli. Birliğin işyerinden başlayan, işçi havzalarını ve giderek il ve Türkiye geneline yayılmalı. Yerellerde kurulan sendikal platformların, olmayan yerlerde ise kurulması bu süreci hızlandırır. Bu platformlar bir süre önce tarihlerinin en büyük grevini yapan kamu emekçileriyle ve diğer emekçi kesimlerle işçilerin birleşmesinin olanağını da artırır. Üstelik bir süredir sendikal anlayış tartışması yapan ve sınıf sendikacılığı için çalışmalarını yürüten bu platformların etkisini artırması, sendikalarda sınıftan yana bir dönüşümün de önünü açar. Bu süreç, bu çalışmaların içinde yer alan sendikalara ve sendikacılara de güç verir.

 

Bosch süreciyle birlikte sendikal bürokrasinin yaşadığı sıkışıklık da işçiler için yeni hareket alanı açtı. Türk Metal yöneticileri bir yandan Bosch’ta başlayan yangını söndürmek ve bu yangının diğer fabrikalara sıçramaması için “Bu yıl sözleşme yılı, fedakarlık yapmayacağız” yönlü açıklamalar yaptıkları gibi işçilere belli tavizler de vermek zorunda kaldı. Diğer yandan Türk Metal yöneticilerinin Bosch’taki sorunun çözümü noktasında yardım aldıkları MESS’e, bu sözleşme döneminde geçmiş sözleşme dönemlerinde olduğundan daha fazla bağımlı olduğu ve verilen tavizlerin de sendikal bürokrasinin kalesinde açılan gediğin onarılması için yapılan bir manevra olduğu unutulmamalı. Gediğin onarılması halinde 1998’de yaşandığı gibi Bosch’tan ileri işçilerin işten atılacağı bir kıyım döneminin başlayacağı ortada. Türk Metal’in ve diğer sendikaların başındakilerin nasıl bir yola gireceğini, sendikaların toplamda nasıl bir dönüşüm yaşayacağını, sendikal bürokrasinin kalesinde açılan deliğin onarılmasına müsaade edilip edilmeyeceğini ise elbette işçilerin tutumu belirleyecek. Metal işçilerinin tarihinde bunun örnekleri mevcut.

 

Doğru bir mücadele stratejisi izlenmesi ve sendikaların sınıf örgütü olarak yeniden inşası için gerekli hamlenin yapılması, Türkiye işçi sınıfının birliğini sağlayarak, saldırıları püskürtmesinin hatta yeni haklar kazanmasının kapısını da aralayacaktır.

Laiklik ve demokrasi

Laiklik ve demokrasi

 

Kadir Yalçın

 

 

Son aylar, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere önde gelen kurmaylarıyla, AKP’nin, dini hareket noktası edinmiş “atakları”na sahne oldu, oluyor.

 

AKP, yine başta Erdoğan olmak üzere, şüphesiz, örneğin “büyüme”ye dair iktisadi ajitasyonu, örneğin Suriye konusunda “Esad rejiminin halkın celladı olduğu”na ve “demokratikleşme” uğruna “çekip gitmesi”ne dair siyasal ajitasyonu sürdürüyor.

 

Tabii ki AKP salt dinsel bir akım ya da partiye rücû etmedi, baştan beri de böyle bir parti değil. Mali sermayenin en geri ve az gelişmiş ya da geri bıraktırılmış ülke ve toplumların istisna tanımadan hemen tüm hücrelerine bunca sızdığı, başta ekonomik ve mali olmak üzere egemenliği altına alıp denetlemediği hemen hiçbir ülke ve toplum bırakmadığı günümüzde artık zaten kapitalist tekellere ve çıkarlarına bağlanmamış salt dinsel bir akım ya da örgüt bulmak da neredeyse olanaksızdır.

 

Suudi şeriatçıları örneğin, şeriatçı olmasına şeriatçıdırlar, dünyevi yönetimlerinde dini kuralları kullanırlar; ama kim onların paranın egemenliğinin sözcüleri olduklarını görmezden gelebilir? Kim bütün kurallarını belirleyen ana kurallarının “dini, imanı olmayan” paranın, şüphesiz atıl servet değil, sermaye olarak paranın egemenliği olduğunu inkar edebilir? Dini sonuna kadar kullanmaları, onu mali sermayenin hizmetine sokmuş oldukları gerçeğine halel getirmez. Tersine dini tam da mali sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanırlar. İsrail ve Türkiye’nin yanı sıra emperyalizmin Ortadoğu’daki başlıca dayanağıdırlar. “Allah”ın adını çok fazla ve olur-olmaz her konuda ve yerde sakız gibi ağızlarında çiğnedikleri, hemen her sorunda ona göndermede bulundukları bilinir. Ancak kesindir ki, “esirgeyen, bağışlayan” “Allahın egemenliği”nin değil, ama emperyalizmin, mali sermaye egemenliğinin bölgedeki temsilcisi ve dayanağıdırlar. Üzerinde oturdukları petrol ve doğalgaz kaynaklarının “Allah”ın nasıl bir “lütfu” olduğunun farkındadırlar. Ama en çok, bu hidrokarbon bolluğunun başta Amerikalılarınkiler olmak üzere tekellerin himmetiyle çıkarılıp pazarlandığının, kendilerininse buradan aldıkları komisyonla büyüdükleri ve egemenliklerinin başlıca koşulunun bu komisyonu hak etmede yattığının farkındadırlar. Bir yere kadar dinsel gevezeliklerde bulunurlar, ancak işlerin gevezelikle yürümediğini ve yürümeyeceğini bilirler ve sonuna kadar gerçekçidirler. Tabii ki dini bol bol kullanırlar. Bu kullanım, ama, kendilerinin de net olarak farkında oldukları, karşılığında komisyon aldıkları, kendilerine olan ihtiyaç yönünde olur. Başlıca misyonları, dinin kullanımını da gereksinir, ancak, tekellerle birleşme ve artık kendilerinin de çıkarı haline gelmiş çıkarlarını savunmaktır.

 

İran şeriatçıları farklı mıdır? İranlı şeriatçıların, Suudi rakiplerinden ayırt edici farkı, onlar gibi, Batılı emperyalistlerle birleşip bütünleşmiş işbirlikçileri olmayışlarıdır. Onların “yakınlıkları” Rusya ve Çin emperyalizmiyledir. Hâlâ bir ulusal temelleri vardır, İran “Çarşısı” ile bağlıdırlar. Ama bu kadar da değil. Tefecilik ve ticaretle sınırlanmış olduklarından tabii ki söz edilemez. Dünya yüzeyinde girmedik “delik”, sızmadık “aralık” bırakmamış olan, “işleri” her zaman çok iyi gitmese ve egemenliği mutlak bir egemenlik olarak gerçekleşmeyip (bu, dünyanın hiçbir yeri için ileri sürülemez) bu ülkeyle çatışmaya varan sorunlar yaşansa da, iç içe geçmiş örümcek ağları gibi ilişki ağlarıyla tüm gezegeni sarmış olan mali sermayenin, İran’ın ulusallığına pek az bir “yer” ve olanak tanımakta olduğu tartışmasızdır. Bu ülkede de egemenlik kuşkusuz “Allah’ın” değil, ama sermaye olarak paranın, en başta İran burjuvazisinindir. Ve bu burjuvazi de dünyadan bütünüyle yalıtılmış, tamamen kendi başına ve kendine yeter bir burjuvazi, İran kapitalizmi de “çölün ortasındaki serap” misali böyle bir kapitalizm değildir. Batılı emperyalistlerle, evet önemli sorunları vardır İran’ın, İran burjuvazi ve kapitalizminin; ancak önünde sonunda bu ülkenin burjuvazisi burjuvazi, kapitalizmi de kapitalizmdir. Kural olarak büyük balığın küçük balığı yuttuğu ya da geri ülkelerin, dört bir yandan kuşatma altına alan, sadece siyasal askeri kuşatmayla yetinmeyen, ama, iktisadi, mali bakımdan, hammadde kaynağı ve pazar olarak mali sermaye ağlarıyla nefes alma olanağı en alt düzeye sınırlanarak emperyalistler tarafından bağımlı hale getirildiği dünya kapitalizmi koşullarında İran “çölün ortasında vaha” olamaz, ama ancak “serap” görebilir. Özetle İran’ın emperyalist tekellerle, uluslararası mali sermayeyle ilişkilenmesi kaçınılmazdır, en çok bu “ilişki”nin “düşük düzeyli” oluşundan söz edilebilir. Öte yandan, mali sermaye Batı mali sermayesi, uluslararası emperyalist kapitalizm de Batınınkinden ibaret değildir. En iyi ihtimalle Batı emperyalizmi karşısında “denge” arayışındaki İran burjuvazisinin Doğu emperyalizmi kapsamında Rus ve Çin emperyalizmiyle, “doğu mali sermayesi”yle küçümsenmez ilişkiler geliştirmekten kaçınamayacağı ve zaten geliştirdiği tahmin edilecektir. Yine bu ilişkilerin, yalnızca mal alım-satımıyla, ticari ilişkilerle sınırlı olamayacağı ve olmadığı da tahmin edilecektir. Biliniyor ki, bu ilişkiler, petrol üretimine ilişkin olanlardan, kredi ilişkilerine, askeri sınai üretim ve bu kapsamda mal (ağır silah) tedarikine kadar uzanmaktadır.

 

Sonuçta, hem “ulusal” saikle ve kendi burjuvazisinin egemenliği nedeniyle, hem de uluslararası sermaye ilişkileri dışında kalamayışı dolayısıyla genel olarak mali sermaye egemenliği nedeniyle İranlı şeriatçılar da “Allahın egemenliği”ni paranın egemenliğiyle çoktan değiş-tokuş etmişlerdir.

 

Mısırlı, Suriye ya da Tunuslu Müslüman Kardeşler de öyledirler. Şeriatçı olmasına şeriatçıdırlar. Ama işte hepsi o kadar. Asıl olaraksa sermaye olarak paranın egemenliği önünde diz çökmüşler, Allah’ı değil ama “dini, imanı olmayan” parayı, sermayeyi en yüce, en “esirgeyici, bağışlayıcı” bilmişlerdir.

 

Belki, iktidarda olmayan ya da yakında iktidarı alma yönelimi içinde henüz sarıp sarmalayıcı ilişkileriyle mali sermaye ününde secde etmemiş ve henüz o ilişkiler içinde örneğin Müslüman Kardeşler gibi dayanaklarıyla birlikte palazlanmamış El Kaide türü örgütler –o da bir yere kadar– dışta tutulabilirler. “Allah adına” cihad ilan etmiş ve mali sermaye egemenliğine kılıç çekmiş gibidirler. Salt şeriatçı görüntüdedirler.

 

Ancak bu tür akım ve örgütler bakımından da görüntüye aldanmamakta fayda vardır. Bin Laden ve Kaide’sinin “Sovyet” işgaline karşı Afganistan’da dolaysız olarak CIA ve kuşkusuz Amerikan emperyalizminin avuçları içindeki tarihsel şekillenişi bilinmektedir. “Komünizme karşı” ve “Allah adına” ortaya çıkmıştır, ama ne ortaya çıkışı ne de gelişmesi kendi başına ve salt Allah’a ve “yüceliği”ne bağlanmış amaçlarla olmuş; tersine CIA tarafından beslenmiş, donatılıp büyütülmüş, Amerikan emperyalizminin çıkar ve siyasal stratejik hesapları içinde belirli bir yer tutmuştur.

 

Üstelik El Kaide türü şeriatçı örgütler “muhalif”tirler; iktidar olmamışlar, yaklaşım ve politikalarını, iktidar koşullarında savunup uygulama şansı elde edememişlerdir. Yalnızca Afganistan Taliban’ı, radikal dinci bir örgüt olarak, şeriatı amaçlayan yönelimiyle iktidar olmuş, amaçlarına ısrarlı bağlılığını sürdürdüğü için de Amerikan saldırısı ve işgaline uğrayan Afganistan’da iktidardan devrilmiştir. Taliban’ın şeriatçı İslamcı bir akım ve örgüt durumunda olduğunda şüphe yoktur; ancak Taliban’ın ne iktidara geliş ne de devriliş nedeni şeriatçılığıdır. Yalnızca bu niteliğe sahip olsaydı, iktidardan devrilmeyeceğini ileri sürmek ne kahinlik ne de tarihi zorlamak olurdu. Sovyet işgaline karşı savaşan bir dizi radikal İslami yönelimli örgüt içinde giderek sivrilip iktidarı ele geçiren Taliban, öncelikli olarak ulusal nitelikli bir örgüt olarak iktidara gelmiş ve Amerikan dayatmalarına boyun eğmediği için emperyalist işgalin siyasal muhatabı olmuş ve işgal karşısında da teslim olmayıp direnişi sürdürmüştür. İdeolojik olarak şeriatçı İslamcı nitelikliyken, politik bakımdan ulusal nitelikli bir örgüt olarak, ABD ile, asıl olarak, şeriatçılığı nedeniyle değil, ama ulusalcılığı nedeniyle çatışmış, iktidara gelişi gibi devrilişini de bu niteliği belirlemiştir. Burada da, göksel/dinsel olan dünyevi olana, Taliban’ın temsilciliğini üstlendiği –halkın da özlemini yansıtan– ulusallığın dayanağı Afgan ulusal burjuvazisinin çıkarlarına bağlanmaktadır.

 

Özet gerekiyorsa şudur ki, emperyalizm ve mali sermaye egemenliği çağında, üstelik uluslararası sermaye ve egemenliğinin dünya ölçeğinde bunca gelişip dal budak saldığı koşullarda, artık Ortaçağ’daki türden dinsel akım ve örgütlenmeler bulabilmek şansı kalmamıştır. Şeriat talebi, şeriat talep eden akımlar, şeriatçı amaçlarıyla çeşitli örgütlenmeler ve bunların Suudi Arabistan ve İran’daki türden uygulamaları kuşkusuz hâlâ vardırlar. Ancak objektif ve subjektif idealizme dayalı yaklaşım ve görüşlerin tersine, düşünce ya da inançlar değil, ama maddi gerçek; toplumlar söz konusu olduğunda üst yapıya dair olan din, hukuk, ideoloji, ahlak vb. değil ama maddi geçim araçlarının üretim biçimi, dolayısıyla mülkiyet ilişkileri belirleyicidirler. Konumuz açısından da, din ve şeriat talepleri ve “din devletleri” vb. dünyevi olanı değil, ama dün (Ortaçağ) bakımından feodal egemenlik, bugünse mali sermaye egemenliği dini ve dinsel olanı kendine bağlar, bağlamıştır. Küçümsemek için söylenmemektedir; şeriatçı zihniyet ve tutumlarla şeriatçı uygulamaların karanlığı, halklara dayattıkları küçümsenir şeyler değildir. Ancak kesindir ki, günümüzde mali sermaye egemenliğine bağlanmaktan kaçınamamış, günümüz modern dünyasında, dünyevi olan, kendisini tüm kutsallıklarıyla “göklerin krallığı”na dayatmış, kendisine bağlayıp hizmetine koştuğu maneviyatı koşullamıştır.

 

Görüntü, modernite yetiştirmesi orta sınıfların ürküntüyle tehlikesini yüceltmelerine ve “yobazlığa karşı” maneviyatlarını güçlendirmeye çalışmalarına karşın, tersine gibidir: Örneğin ABD’de Evangelizmin Bush’u, hatta onunla birlikte Amerikan tekellerini, bizdeyse çeşitli tarikatların, örneğin Fethullah Cemaati’nin AKP’yi, onun ve hükümetinin aracılığıyla Türk sermayesini yönettiği, örneğin TÜSİAD’a vb. kendisini dayattığı sanılır, konuşulup yazılır çizilir. Oysa, Kilisenin egemenliğinin hiç değilse Büyük Fransız Devrimi’yle berhava edilmesinin ardından bunca yıl geçtikten sonra ABD’de Evangelizmin, bizdeyse Fethullahçılığın yenilenmiş dinsellik olarak “yeniden vücut bulmaları” (reenkarnasyon) bile dinî olanın dünyevi olanı, Evangelizm ya da Fethullahçılığın Bush ya da AKP ve Amerikan ya da Türk sermayesini güttüğünü değil, ama tam tersini kanıtlamaktadır. Evangelizmi kendi çıkarları için dirilten, besleyip güçlendiren, itikatları güçlü kişilikler olarak Baba’sının ardından oğul Bush’u yardımına çağıran, “Medeniyetler Çatışması” doktriniyle Ortadoğu’ya sefer açma yönelimindeki Amerikan sermayesiyken, Fethullahçılık da, Amerikancı “Ilımlı İslam” olarak, kuşkusuz yine başlıca Amerikan sermayesinin çıkarları çerçevesinde (ikinci emperyalist savaştan bu yana kendi çıkarlarını Amerikan çıkarlarının gerçekleşmesinde göregelen yerli tekellerin çıkarlarının da ifadesi olarak) göreve çağırılıp etkinleştirilmiştir. Fethullah Cemaati’nin, bizatihi kendi “orijinal” yapılanışı da, dinselliğin mi dünyeviliğin mi birincil ve güdücü olduğunun kanıtıdır. Yoksul Aczmendiler itilip kakılırlarken, şirketler grubu olarak örgütlenmiş, ancak bu yapılanışını dinsellik ardında “gizlemiş” Cemaat’in Ergenekon, Balyoz vb. türü yargılamaların yürütücüsü olmanın yanında emekli ve muvazzaf generalleri yargılamakta olan “özel yetkili mahkemeler”in sürmesi/kaldırılması konusunda politika dikte etmekte oluşu onun yalnızca gücünün kanıtı değil, ama bu gücün kaynağı hakkında da fikir vericidir.

 

Öncesinde, örneğin Ortaçağ’da din ve dinsel olanın kölelik ve feodalizmle bağı çok daha açık seçik ve görünürdür. Örnekse, Papalık, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan beri, Hıristiyan kutsallığının/maneviyatının maddi temelini sağlayan dünyevi egemenliğin de aygıtı olarak örgütlenmiş; “öte dünya”da iyi bir yer için pahalı biletler keserken “Allah adına” ilanıyla dünyevi egemenliğini pekiştirmek üzere Engizisyon mahkemelerini de çalıştırmış, egemenliğini, bu egemenliğin bütün alanlarında örgütlenmiş Kilise teşkilatıyla sahip olduğu geniş toprakların feodal mülkiyetine dayandırmıştır.

 

Uhrevi ve dünyevi egemenliğinin birliği, kuşkusuz feodal mülkiyet ilişkilerine dayalı olarak, Hıristiyanlık bakımından olduğu gibi, İslam bakımından da geçerli olmuştur. Emevilerle İmparatorluk düzeyine yükselen İslam egemenliği, uhrevi ve dünyevi tüm egemenliği elinde toplayan İslam Peygamber’inin “Halifesi”nin şahsında gerçekleşmiş, “Allah adına” sürdürülen egemenlik, feodal bir egemenlik olarak gerçekleşmiştir. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden “Halifelik” payesiyle birlikte dönüşüyle Osmanlı Sultanlarının şahsında daha görünür biçimiyle sürmüştür. Evet, şeriat, evet uhrevi kutsallığın egemenliği.. Ama bütün egemenlik, Osmanlı toprak düzenine dayanarak, askeri feodal Sultan’ın ellerinde toplanmıştır. Sultan, tersinden, dünyevi egemenliğini, Halifeliğin uhrevi kutsallığıyla pekiştirmiştir.

 

Şimdi, günümüzde, din-mülkiyet ilişkisi, sermaye egemenliği koşullarında daha dolaylıdır. Dolayımlarla gerçekleşmektedir.

 

 

***

 

 

Türkiye’ye dönersek, AKP ve “iktidarı”, dinin önceliği ve egemenliği demek olmadığı gibi, bu parti, ne parti olarak dinsel saiklerle oluşup kurulmuş, ne de dinsel saiklerle hükümet kurmuştur. Bu, onun küçümsenmez dinsel ideolojik yaklaşım ve tutumlara sahip olmadığı anlamına gelmemekte, din ve dinselliğin AKP açısından önemsiz bir ayrıntı olduğunu belirtmemektedir. AKP, kuruluşunu önceleyen zamanlardan başlayarak, dini sadece sıkıştığında değil her daim kullanmış; sırası gelmediği ve zamansız olduğunu öngördüğünde “gizli ajanda”sındaki hemen ortalığa dökmeden, takiyye yolunu tutarak, beklemesini bilmiş, ancak koşullarını yarattığında ya da uygun bulduğunda değme halifeleri kıskandıracak adımları, hiç sektirmeden atmaktan da kaçınmamıştır.

 

Ancak bütün dinselliği, gizli ve açık ajandalarının tüm dinî amaçları dünyevi çıkar ve amaçlarının, savunmasını yükümlendiği –neoliberal– politikaların kontrolündedir ve bu çıkar, amaç ve politikalara bağlanmıştır. Bu, AKP’nin Amerikan çıkar, strateji ve politikalarına bağlanmış “Ilımlı İslam”ının da bir ifadesidir ve bu “İslam”ın tanımı gereği böyledir.

 

Kuşkusuz dinsel yanı da yönü de vardır. O, dini kullanan sıradan bir burjuva partisi değildir. En başta işinin ehlidir. “Bir de dini kullanarak neleri başarmam ki” diyen Menderes ya da Demirel türü burjuvazinin “merkez” politikacılarından değildir Erdoğan ya da çevresindekiler. AKP, dini ileri ölçüde kullanan, neredeyse dini bir örgütlenme görüntüsü vermeye özel önem atfetmiş Erbakancılık geleneğinden gelmektedir ki, Türkiye’de İslam’ın siyasal alanda örgütlü kullanımının patenti ondadır. Diğerleri dini kullanırlarken, Erbakan doğrudan din politikası yapmaya girişmiş ve din üzerinden politika geliştirmiştir. Nakşibendi ya da Nurcu tarikatlardan farkı, onlar dini alanda iştigal ederlerken, politika yapıyor oluşudur. Demirel türü burjuva politikacılardan farkı ise, onlar gibi basitçe din istismarıyla yetinmeyip, buradan derinleşerek, din üzerinden politika yapmasıdır.

 

Bu durum, kuşkusuz “işinin ehli” olmayı gereksinmektedir ki, gerek Erbakan ve gerekse günümüz Başbakanının da dahil olduğu çevresi, hakkını vermek gerektir, “içeriden” gelmedirler, Arapça yol=tarik’tir, “yollarda birlikte yürümüş”lerdir, tarikat ehlidirler. Kullanandan, hele kullanmaya kalkışandan daha iyi bildikleri, o halde daha iyi kullanacakları kesindir. Erdoğan örneğin, üstelik bir de İmam Hatip kökenlidir, “ilmi”ni de görüp öğrenmiştir kavlince.

 

Ancak neden hükümet olmuştur AKP? Neden siyaset sahnesindedir? İmamlık ya da hatiplik için mi? Dinsel amaçlarla mı? Dini yüceltmek ve dünyayı, dünyevi olanı dine, dinsel olana, Kur’an’a göre yönetmek mi? Bundan kuşku duyulduğu açıktır ve modern yaşam tarzını benimsemiş orta sınıf, özellikle aydınıları AKP’nin en azından bu eğilime sahip olduğunu düşünmüşlerdir, hala da düşünmektedirler. Ama generaller değil. Onlar –pervasızlık ve kendilerine aşırı güvenle sonradan yakalatacakları ellerindeki avuçlarındakileri sere serpe ortalık yerde bırakarak ne yaptıklarının farkında olmayan bir görüntü vermiş olsalar da– ne yaptıklarını hiç değilse bu yönüyle bilmişler ve psikolojik savaş vb. yönleriyle AKP-Fethullahçılar grubuyla çatışmalarını tam bir iktidar kavgası olarak yürütmüşlerdir. Yoksa bir din çatışması, dinin ya da bir mezhep ya da tarikatın engellenmesi veya propagandif olarak ileri sürülegeldiği gibi “yobazlık” ya da “şeriat tehlikesi”ne karşı bir mücadele olarak değil.

 

Öyle eğitildikleri ve doğru bildikleri, peşlerinden sürükledikleri içinde “kafa çeken” çok olsa bile iki kadeh bile içmemiş oldukları, genel çerçevesini Kur’an’ın emirlerinin belirlediği biçimde düşünmeye ve davranmaya eğilimli oldukları herhalde tartışma götürmez. Son aylarda bunun belirtileri de birer ikişer ve ardı ardına ortaya dökülmeye başlamıştır.

 

Ancak asıl yaptıkları nedir? Asıl nasıl davranmışlardır, davranmaktadırlar? Soru aynı sorudur: AKP neden hükümet olmuştur? Neden siyaset sahnesindedir? İlk AKP’li yılların pek önemli sorunu olan türban sorunu nedeniyle mi? Şimdi fiilen çözülmüş durumdaki bu sorunu çözmek için mi iktidar olmuştur AKP? Türban diye diye geniş mütedeyyin kitleleri kazanıp peşinden sürüklemiştir AKP, ancak bu ve benzeri taleplerle siyaset sahnesine çıktığı söylenebilir mi?

 

Oradan başlanırsa, AKP’nin 28 Şubat ürünü olduğu tartışma götürmez gerçektir. Generallerin Erbakan ve Refah Partisi’ne karşı giriştikleri iktidar kavgası, bu partiyi bölmeyi de önüne koyarak geliştirilmiş ve “milli görüş”çülüğün yerine yine İslami, ama bu kez “Ilımlı İslami”, ayırt edici niteliği neoliberal oluşu olan AKP’nin zuhur etmesi hedeflenmiştir. O da hakkını vermiş, tıpkı palazlandıkça ve iktidar “gömleği” giyme fırsatını yakalayınca eski fundemantalist/radikal İslamcı mevzisini terkeden Mısır ya da Tunus Müslüman Kardeşleri gibi, “gömlek değiştirir” türden görüş/inanç, yaklaşım ve davranış değiştirmiştir. “Davranış” deyince, yine camiye gitmek sürdürülmüş, yine içki içilmemiş vb., ancak faizle bile uyuşmanın yolu bulunmuş, “sermayenin dini imanı olmaz” deme noktasına ilerlenilmiş, “millilik”ten vazgeçilmiş, sonradan “one minute” denip ABD ile birlikte Ortadoğu’da “nurlu ufuklar”a açılmanın gereği yerine getirilse bile uzun süre İsrail’le içli-dışlı olunup, Kuşadası, Galataport gibi devası ihaleler, uçak ve tank modernizasyonu ihaleleri İsrail’e verilmiş, tıptı Fethullah Gülen’in vaaz ettiği gibi, içki içenlerle el sıkışılıp birlikte olunmuş, kadınlarla el sıkışmak bile abdest bozmaz olmuştur! Dini bir gelenekten gelen bir parti için özetlenen türden ciddi adımlar atarak neredeyse “dinde reform” denecek mesafeler alan AKP, bütün bunları da açıklamak üzere, asıl olarak dünyevi sorunlarla ilgili temel adımlar atmıştır ki, neden hükümet olduğunun açıklaması da buradadır.

 

 

***

 

 

AKP, neredeyse özelleştirilmemiş kamusal kuruluş bırakmamış, bütünüyle özelleştirilmemiş olanlarsa, THY örneğinde olduğu gibi, üretim ve hizmete dair bir kuruşluk bile kamusal yönü kalmamacasına ve baştan ayağa kâr kaygısıyla işletilmek üzere şirketleştirilmişlerdir.

 

AKP, Özal’ın başlattığı ve ardından gelen hükümetlerce sürdürülen Türkiye ekonomisinin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonunu tamamlamıştır. Yasaların da buna uygun düzenlenmesini sağlayan AKP Hükümeti, yatırım, “sıcak para” sirkülasyonu, kâr transferi vb. konularda elinden geleni ardına koymamış, özellikle “sıcak para” adı takılmış spekülatif sermayeyi koruyup kollamayı başlıca iş edinmiş, hareketliliğini en ileriden teşvik etmiştir. Tekelci mali sermaye zaten rantiye ve adı üstünde spekülatifken, AKP, onun “sıcak para” denen spekülasyonun özel biçimini baş tacı etmiştir.

 

AKP, hâlâ, Dünya Bankası ajanı Kemal Derviş’ten devraldığı ekonomi politikasını sürdürmekte, Başbakan, Hükümetinin izlediği, Derviş tarafından –adıyla bile– “güçlü ekonomi” ile bağlantılandırılmış bu politikanın Türk ekonomisini büyüttüğü ile övünmekte, Türkiye’nin 2023’te dünyanın ilk on ekonomisi içinde olacağını ileri sürmektedir.

 

Bu ekonomi politikası, emekçilere “sıfır tolerans” politikası olarak, ellerinde neredeyse hiç kazanılmış hak bırakmamış olmasının yanında, yeni saldırıları da içermiştir. Sağlık ve eğitim alanı baştan aşağı piyasaya bağlanmıştır, artık parasız ne sağlık ne de eğitim hakkına ulaşılabilmektedir. Sosyal sigorta sistemi tarihe mal edilmiş ve zaten memurlarla işçilerin küçük bir azınlığının “ayrıcalığı” haline sokulmuştur.

 

Ülkenin tüm zenginlik kaynaklarını uluslararası sermayenin tatlı kâr alanına dönüştürme politikası izleyen AKP’nin on yıllık Hükümeti döneminde sağlığın, eğitimin, yerel (Belediye) dahil tüm kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının yanında Kültür varlığı, SİT alanı demeden toprağın altı ve üstü (Maden Yasası) ile birlikte suyun piyasalaştırılması, devasa rant kapısı HES’ler de düşünüldüğünde neredeyse tamamlanmak üzeredir. Hem suyu hem de tümüyle doğayı piyasalaştırmaya yönelip bir dere üstüne 12 HES kurmaya girişerek kırları baştan ayağa rant kapısına çeviren AKP’nin kendisini yalnızca kırlarla sınırlamadığı kuşkusuzdur. Kentlerde de, “kentsel dönüşüm” adı altında, yüksek kârlılık sunan özellikle büyük kentlerin merkezi alanlarını tarumar etmeye çoktan başlamıştır. Atadan kalma evlerinden sürülen kent yoksulları ve hatta küçük burjuvazisi, son çıkarılan yasayla, yıkımlarda zorlanan yerel yönetimlere değil Valilikler ve emrindeki polis gücüne muhatap kılınmıştır.

 

Derviş’ten devralınan bu politikayla esneklik, sömürü ve artı-değer oranı olabilir en yüksek düzeye çıkartılmak üzere, iş ilişkilerinin temeline oturtulmuş, emek, emeği harcayan tarafından nerede, ne zaman, ne kadar vb. soruları yanıtlanamaz haliyle bütünüyle esnekleştirilmiştir.

 

Sermayeye teşvikler, vergi kolaylıkları, işsizlik fonunun peşkeş çekilmesi türünden palazlandırıcı/kurtarıcı destekler sağlarken, emeğin haklarını tırpanlayarak, AKP, 2001 Krizi karşısında K. Derviş’in izlediği ekonomi politikasını, bu yönüyle de sürdürmüş ve bir yönüyle 2008 Krizi’nin Türkiye’yi “teğet geçmesi”nin maliyetini oluşturan tüm yükleri işçi ve emekçilerin sırtına yıkmayı “başarmıştır”.

 

Ücret de “esnek”tir. Asgari ücretin bile altında çalıştırılmak mümkün hale getirilmiştir AKP döneminde ve asgari ücret, bırakalım yoksulluk sınırını, açlık sınırın altında saptanmaktadır. Türkiye’ye genel bir Çinlileştirilmeyi dayatan AKP, bölgesel asgari ücret tartışmalarını sürdürerek Kürt bölgesi gibi belirli bölgelerin özellikle Çinleştirilmesi peşinde olduğunu göstermektedir. Toplusözleşme süreçleri, haklarını teslim etmek gerek, sendika bürokrasisinin de katkısıyla, ama asıl olarak sermayenin AKP Hükümeti tarafından önü ardına kadar açılıp teşvik edilen pervasız hak tanımazlığı ve kamu emekçileri bakımından da “işveren” olarak, hak tanımazlığı bizzat kendisi en ileri noktadan savunup uygulamasıyla sermaye düğün-bayramlarına çevrilmiştir. Hemen tüm AKP “iktidarı” döneminde ne sendikalı işçiler ne de memurlar enflasyonun üzerinde ücret/maaş artışı sağlayabilmişler, gerçekler ücretler azalan bir eğri çizmeyi sürdürmüştür. Zaten küçük bir azınlığın “ayrıcalığı” durumuna geriletilmiş kıdem tazminatıysa çoktan yük durumuna gelmiş ve kaldırılması tartışmaları başlatılmıştır.

 

İşçi, emekçi düşmanlığı ortada olan AKP ve hükümeti, ekonomik ve sosyal haklarına yönelik “en alt sınırı” tutturan bir politika izlerken, bu politikasını tamamlamak üzere işçi, emekçi örgütlenmesine ilişkin olarak da hak tanımaz/dağıtıcı bir çizgi izlemiştir. 12 Referandumu’nda “iki sendika hakkı” propagandası sürdürmüş olan AKP’nin hükümet ettiği dönemde işçi ve memur örgütleri olan sendikalar emek düşmanı saldırganlıktan nasiplerini almalarının yanında, işçilerin işten atılmadıkları hemen tek bir sendikalaşma girişimine tanık olunmamıştır. Hükümeti döneminde AKP, sendikalı emekçi sayısını en alt düzeye düşürmek üzere elinden geleni yapmıştır.

 

Sendikal örgütlenme hakkını tanımayan, işçi ve emekçiler açısından bu en önde gelen demokrasi talebini ayaklar altına alan AKP’nin ülkenin belli başlı iç ve dış sorunları karşısında demokratik bir tutum alması olanaksızdı ve almadı.

 

Afganistan işgaline katılımdan tutun, Libya’ya yönelik emperyalist koalisyon içinde yer alınmasına kadar emperyalist çıkarlar ve zorbalığa bağlanan politikalar izleyen AKP, Mısır’dan Tunus’a Arap ayaklanmalarında yine özellikle Amerikan emperyalist hesaplarına uygun davranıp o doğrultuda politikalar geliştirmiş, bu açıdan en uç noktaya Suriye’ye ilişkin politikalarında varmıştır. “Komşularla sıfır sorun”dan geriye kalan, “sıfıra sıfır, elde var sıfır”dır.

 

Dışarıda şiddet ve savaş politikası izleyen AKP içeride de aynı politikayı izlemiş; işçi ve emekçilere yönelik (sınıf mücadelesinin düşük seyretmesi nedeniyle açık teröre dökülmemiş ama içerik bakımından) şiddeti (hak tanımama, mücadelelerini gaz bombası, cop vb. türü uygun silahlarla bastırma) Kürt halkı söz konusu olduğunda açık terörcü niteliğe büründürerek göz açtırmamacasına sürdürmüştür. Sorunun çözümü, laf yuvarlamaların ardından, Cumhuriyet dönemi boyunca başlıca generaller tarafından sadece zora dayalı olarak uygulanagelen inkarcı politika ve tutuma bağlanmıştır. Artık yalnızca operasyonlar ve bombalamalar vardır ve AKP, Kürt sorununda adım atmak için “terör örgütünün silah bırakması”nı ön şart sayma noktasındadır.

 

Tüm laf cambazlığı ve örneğin “demokratik açılım” vb. türden spekülasyonlara karşın Kürtler bakımından AKP politikasının özü olan inkarcılık, Alevilere yönelik olarak da aynısıyla uygulanmış, Kürde Türklüğün dayatılması gibi, Alevi’ye de Sünniliği dayatmıştır.

 

AKP Hükümeti, hak arayan herkese saldırmaktadır. Gence, bilim insanlarına, hak bile aramadan yanlıca mesleğini yapmaya uğraşan gazetecilere, avukatlara.. herkese, ama herkese saldıran AKP, emperyalist efendileriyle yerli tekelci burjuvazi için tam bir “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya uğraşmış ve epey bir mesafe de almıştır.

 

Uzatmaya gerek yok! Ancak önemli olan şudur ki, kuşkusuz eksik bırakılarak sayılmış olan politika ve uygulamalarında AKP, “partizanlık”, “kendine Müslümanlık” vb. türü yönelimlerin ötesinde bütün olarak uluslararası ve yerli tekelci sermayenin çıkarlarını esas almış, bu çıkarları gerçekleştirmek üzere çalışıp didinmiştir.

 

Öte yandan sermaye ve hükümetin saldırılarının içeride ve dışarıda olumsuz sonuçları hızla birikmekte ve içeride ve dışarıda “açmazlar” artmaktadır. Bolu Gerede’de bir anda sokaklara dökülen binlerce saya işçisiyle, yine bir anda Türk Metal’den Birleşik Metal’e sendika değiştiren binlerce metal işçisi, sermaye ve hükümetin içerideki saldırganlığının ürünlerinin göstergeleriyken, bir keşif uçağının düşürülmesiyle Suriye’yle savaşın eşiğine gelinmesi, ama Rusya vb. etkeni ve bölgedeki dengeler nedeniyle “aşağısı sakal yukarısı bıyık” misali günlerdir laf üretilmekten başka şey yapılamaz oluşu dışarıya yönelik saldırganlığının ürünlerindendir.

 

Özetle, içeride ve dışarıda tekellerin ve emperyalist efendilerin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politikalar AKP’yi yıpratmaya başlamıştır ve bundan, en azından olası istikrarsızlıklar vb. türünden sermayenin payına düşenler de olabilecektir.

 

 

***

 

 

AKP’nin şüphesiz ki asıl misyonunu oluşturan, sosyalizmi püskürtmesinin ardından üstlenmek zorunda kalmış olduğu çok sayıda masraflı “gider kalemi” gereksiz hale gelmiş olan uluslararası sermayenin “yeni” neoliberal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ekonomik, sosyal, siyasal vb. dünyevi saldırıların, emeği ve tüm ezilen kitleleri hedef alan içeriği ve isyan ettirici katlanılmaz gerici sınıf niteliği nedeniyle hoşnutsuzluk ve tepkilere yol açması kaçınılmazdır ve öyle olmaktadır. Hiçbir örtü kullanılmadan ve katlanılmasını sağlamaya yönelik güçlü halüsinasyonları yardıma çağırmadan, “çıplak”, dolayısıyla kolay görünür oldukları durumda, işçi ve emekçilere –yaşamı haram etme de içinde– akla gelen her şeyi reva görerek büyük burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlayan bu dünyevi saldırılara katlanacak kitleleri bulmak sadece zor değil, hatta olanaksızdır. Üstelik bir de, bu kitleleri dış politika amaçlarıyla yedeklemek gibi bir sorun da vardır ki, içte olduğu kadar dışta da, “işler”, izlenen saldırgan politikalar nedeniyle sarpa sarmaktadır.

 

Binlerce yıldır sömürücü sınıfların egemenliklerini sürdürmek için, başlı başına bir “ağırlık” olan sömürücü varlıklarıyla gözlerini doyurmak ya da çıkarlarını en ileriden gerçekleştirmek üzere attıkları ve atacakları adımları olanaklı kılabilmek üzere, kullandıkları iki temel yöntem olagelmiştir. Lenin’in Hıristiyan ülkeleri göz önünde bulundurarak “cellat ve papaz” olarak tanımladığı bu iki temel boyun eğdirme yönteminden biri zor, ikincisiyse iknaya yöneliktir.

 

Herhangi ideolojik, kültürel, ahlaki ve tümünden süzülmüş özel biçim olarak, insanın aczinin doğrudan ürünü dinsel önyargılar, kuşkusuz maddi dayanakları olan manevi etkenler, sömürücü sınıflar lehine bilinçsizlik durumu ve yanılsama yaratarak sömürülen kitlelerin rızasını sağlayıcı değer taşır ve egemenler tarafından bu amaçla tepe tepe kullanılırlar. Sömürülen, ezilen kitlelerin sömürülmelerine hiç değilse sessiz kalmaları sonucunu üretmek üzere rızalarını garanti edici en etkili ve bilinen “değer” dinsel içerikli olanlardır, dindir. Boşuna “din afyondur” denmemiştir; “ırmaklarından Kevser şerbetleri akan”, Huri ve Gılmanlara varıncaya dek hiçbir şeyin eksik olmadığı “bolluk”un dünyası olarak “öte dünya”yı işaret ederek, (dün feodal aristokrasinin, bugün) kapitalistlerin mülklerine geçirdiklerinden geriye nefes alacak bir yer bile kalmayan, nedenini bir türlü çözümleyemedikleri –kavranması sınıf bilincini gereksinen– sermayenin “kör egemenliği”nin geçerli olduğu gerçek dünyadaki sömürülmeleriyle başlarına bela olan yokluklara katlanmalarını isteyen din, kuşkusuz yüksek değerli bir yatıştırıcıdır ve bu niteliğiyle her gerici burjuva rejimi ve partisi tarafından, burjuvazinin gerçek dünyadaki egemenliğinin koşullarını kolaylaştırıp garanti etmek üzere yardıma çağrılmıştır, çağrılmaktadır. AKP de aynı şeyi yapmaktadır. Dini yönelimleriyle bunu genel olarak yaparken, sömürülen ve ezilen kitlelere yönelik olarak izlediği bunca saldırgan politikanın bu kitleleri kendisinden uzaklaştırıcı sonuçlarının belirtilerini görmeye başladığında, günümüzde dine ve dini değerlere özel olarak sarılır olmuştur.

 

Türban sorunu, AKP’nin baştan beri kullanageldiği “dini değerler”e örnektir. Ancak yakın zamanlardaki dini performansı göz önüne alındığında, AKP, türbanın kullanılmasını defalarca geride bırakmıştır.

 

Şimdi üstelik burjuvaziyi koruyup rahatlatmak üzere ona yönelik sınıf kini yerine geçirilmek üzere “kindar”lığı da vurgulanarak “dindar gençlik yetiştirme” nutukları atılmaktadır. Sadece nutuk olsa neyse, ama sermaye için eğitilmiş nitelikli işgücü yaratılmasını hedeflemesi yanında uysallaştırılmış, itaatkar gençlik yetiştirmek üzere dindarlaştırmayı da amaçladığı tartışmasız olan “4+4+4”lük eğitim yasası çıkarılarak bu yönde ciddi bir adım atılmıştır. Bununla kalınmamış, bir ek maddeyle, şimdilik seçmeli ders olarak “Peygamberimizin hayatı” ve “Kur’an” da eğitim müfredatına eklenmiştir. Yetmemiş, okul puanı sonunda düz okullarla eşitlenerek İmam Hatipler yaygınlaştırılmış, sadece İstanbul’da merkezi yerlerdeki 80’e yakın okulun önümüzdeki ders yılı için imam hatipleştirileceği açıklanmıştır.

 

Başbakan’ın, sanki, Uludere konusunda bir çıkar yol bulamadan sıkışıp kaldığı gündemi değiştirmek üzere bir gecede bulup çıkardığı bir “uyanıklık” görüntüsü veren Kürtaj yasağının “her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle tartışma masasına sürülmesi bu kapsamdadır. Başbakan gerçi AKP Kadın Kolları’nın 3. Kongresi’nde yaptığı konuşmada “Biz, siyasi rant peşinde değiliz. Bizim tek hesabımız var, bu millet muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacak, çıkmalıdır. Bunun için de genç, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Bilesiniz ki, insan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var. İnsan yoksa bunların hiçbiri yok. Onun için çok gayret edeceğiz, genç nüfusu artırmanın gayreti içerisinde olacağız. Aksi takdirde 2037’de ihtiyar bir nüfusla gerilemeye başlarız…” sözleriyle gerekçelendirmekteydi yasaklamayı; sözde pek insancıldı, sermayeyi değil, insanı üstün tutuyordu vb., ama asıl olarak, büyük sermayenin çıkarları gereği büyük bir yedek işçi ordusu sağlayacak “genç, dinamik nüfus” öngördüğünü söylemekteydi. Elbette, sermayenin, genç nüfusa ve esasta emeği ölesiye rekabete zorlayacağı dev bir işsizler ordusuna ihtiyaç duyduğu ve sonuçta bir “nüfus politikası” olarak çok çocuk ve engelleyicisi olarak kürtaj vb.’nin yasa dışına itilmesinin sermayenin bu ihtiyacına denk düştüğü tartışmasızdır; ancak tabii ki tekellerin partisi olan ve onların ihtiyaçlarını karşılamaya soyunan, ama özellikle sömürülen ve ezilen yığınlara yönelik saldırgan politikasının faturası bu yığınlar indinde inandırıcılık ve dolayısıyla destek kaybı olarak önüne gelmeye başladığı son aylarda AKP’nin kürtaj tartışmasını gündeme getirmesindeki hareket ettiricisinin uzun vadeli yedek işçi ordusu yaratma yönelimi olmaktan çok, dinsel değerlerin kullanılmasıyla tabanındaki oynamaların önüne geçmek ve din propagandası aracılığıyla kendisini hedef almaya başlamış hoşnutsuzlukları yatıştırmak olduğunu düşündüren pek çok neden vardır.

 

AKP’nin zayıflama belirtileri karşısında güncel ihtiyacının dini ve dinsel değerleri yatıştırıcı olarak kullanmak olduğu ve eğitimden nüfus ve kürtaj sorununa, yeniden ve tamamen yasalaştırılan imam hatiplerin yaygınlaştırılmasından orduda inançların sorun olmaktan çıkarılmasına, Taksim’in ardından kimsesiz Çamlıca Tepesi’ne camiden tiyatro ve operalara mescide kadar bu yönde atak üstüne atak tazelemekte olmasından bellidir. Çamlıca Tepesi’ne cami ya da tiyatro ve operalara mescit yapılmasının ya da “seçmeli dersler”in sermayenin herhangi doğrudan çıkarıyla ilgisinin kurulamayacağı, ama bu “önlemler”in, harekete geçirilip etkisi pekiştirilecek dinin yatıştırıcı işlevinin sermayenin genel olarak ve dinî dolayımla egemenliğini sağlam tutmayı sağlayan güç verici sonuçlarını derlemeye matuf oldukları söylenmelidir.

 

Buradan, “öte dünya”nın şeriatçı partisi olduğu sonucu çıkarılamayacağı tartışmasız olan AKP’nin, öte yandan saldırılarını örtmeye, kitlelerin hiç değilse dinsel saiklerle rızasını almaya ihtiyacı olduğu, bu amaçla zaten dini akımlar ve tarikatların “içinden” gelmeliğiyle iyi bildiği dini, dinî mantığı ve değerleri –örneğin merkez burjuva partilerle kıyaslandığında çok daha– inandırıcı/ikna edici biçimde kullandığı; üstelik bu ihtiyacın yalnızca AKP’ye değil, ama günümüzde bu partinin temsil etmesi dolayısıyla sermayeye de özgü bir ihtiyaç olduğu ve giderilmesinin hem AKP’yi hem de sermayeyi “rahatlatacağı”/rahatlattığı ortadadır. Zorun yanında “imam”, sermaye ve hükümetin sömürülen ve ezilen yığınlar karşısında her sıkıştıklarında özellikle başvurdukları iki temel egemenlik yöntemidir.

 

 

***

 

 

Geriye, dine ve dinin kullanımına karşı mücadele; devlet açısından dinin “özel sorun” oluşu olarak laiklik, laiklikle demokrasi ilişkisi, laikliği amaçlamayan bir demokrasi mücadelesinin varsayılamayacağı ve laik devletin din karşısındaki tam tarafsızlığı, dinsel herhangi süreçlerin devlet tarafından düzenlenemezliği, devletin Diyanet vb. türü kurumlarıyla dini örgütlemeye yeltenmesinin dincilik ya da laikçilik olarak laiklikle ilgisizliği, sosyalist parti açısındansa dinin “özel sorun” olmadığı/olamayacağı, işçi ve sosyalist partilerin inançlı üyeleri olmasının anlaşılmaz bir yanı olmamasına ve bu partiler sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını görmezden gelerek dine karşı savaş açmak ve işçi ve emekçi kitlelere dinsizliği dayatmak gibi anarşist tutumlardan uzak duracak olmalarına karşın, materyalist partiler olarak, dinsel idealizmi eleştirmezlerse görevlerini yapmış sayılamayacakları türünden konular kalmaktadır. Türkiye ve AKP özelinde bu konuları önümüzdeki sayıda ele alacağız.

Halka son saldırı: Kürtaj yasağı

Halka son saldırı: Kürtaj yasağı

Nuray Sancar

Geçen ay Washington Post gazetesi, sınır ticareti yapmak için konvoy halinde köylerinden yola çıkan Uludere köylülerinin katliamıyla sonuçlanan operasyonla ilgili istihbaratın ABD tarafından Türkiye’ye iletildiğini yazmıştı. Bu istihbarat bilgilerinin Türkiye’ye iletilmesinden sonra, gazetenin bildirdiğine göre, Predatör isimli insansız casus uçaklarından alınan bilgilerin kesinleştirilmesi ve konvoydakilerin kimliklerinin tespiti konusunda istihbarata devam edip etmemeyi, ABD Türkiye’ye sormuş, Türkiye de “durumun kontrol altında” olduğunu söyleyerek, konvoyu İsrail menşeli Heron’larla takibe almıştı. Bu takibin sonucu, 34 kişinin göz göre göre katli oldu. Yılbaşından kısa bir süre önce gerçekleştirilen katliamdan bu yana kamuoyunun faillerinin bulunması, sorumluların yargılanması, köylülerden özür dilenmesi talepleriyle yüzleşmek zorunda kalan Hükümet, bu Amerikan gazetesinde çıkan haberden sonra köşeye sıkıştı ve Başbakan Erdoğan’ın ağzından olan bitenin hata olduğu açıklandı. Ancak halkın adalet talebi o kadar güçlüydü ki, yarım ağızla özür diliyormuş gibi yapıp özür dilememe, operasyonun hata olduğunu söyleyip sorumluları ortaya çıkarmama konusunda hiçbir manevra alanı kalmamıştı. Tam bu sırada Erdoğan, ajandasından yeni bir gündem çıkardı ve Uludere katliamının karşısına koydu: partisinin kadın kollarının üçüncü kongresinde, her kürtajın bir Uludere olduğunu söyledi. Mevcut gündemi bir bıçak gibi kesen bu yeni gündemin, ilk şaşkınlıkla, yapay bir gündem olarak, Uludere’nin tartışılmasını sona erdirmek üzere ileri sürüldüğünü düşünenler oldu. Ancak kısa bir süre sonra, Başbakan’ın hiç de gündem saptırmaya çalışmadığı, Hükümetin, zaten gündeminde olan bir konu için uygun bir zamanlama yapmış olduğu, bu sayede Uludere konusunda köşeye sıkışmışlık halinden de kurtulmayı umduğu anlaşıldı.

 

Böyle aniden, daha önce Hükümetin kürtajı sınırlamak veya yasaklamak üzere bir eğilimi olduğuna dair hiçbir işaret verilmemişken, kamuoyu ve basının hiçbir biçimde hazırlıklı olmadığı bu kürtaj tartışmasını niye başlatmıştı, peki Erdoğan? Başbakan, aynı toplantıda bunun yanıtını da veriyordu: “Biz, siyasi rant peşinde değiliz. Bizim tek hesabımız var, bu millet muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacak, çıkmalıdır. Bunun için de genç, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Bilesiniz ki, insan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var. İnsan yoksa bunların hiçbiri yok. Onun için çok gayret edeceğiz, genç nüfusu artırmanın gayreti içerisinde olacağız. Aksi takdirde 2037’de ihtiyar bir nüfusla gerilemeye başlarız…

 

Daha sonra ise, Başbakan, Türkiye’nin şu anda iktisadi bakımdan tırmanan bir ülke olarak dünyada örnek gösterildiğini ve bu yükselişin 2023’te Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına sokacağını söylüyordu.

 

Burada Başbakan, kürtajın kısıtlanmasının gerekçelerini kendi üslubunca açıklamaya çalışmaktadır. Kürtajın, sermayenin bugünkü ihtiyaçları doğrultusunda ele alınan bir nüfus politikası kapsamında yasaklanma yoluna gidildiğini anlatan bu alıntıda kilit cümle “İnsan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var cümlesidir.

 

Son on yıllık dönemde, Türkiye’nin ucuz emek cenneti bir ülke haline getirilmesi için kazanılmış sosyal hakların çoğunu iptal eden, sosyal politikaları çökerten, işyeri ve iş zamanının koşullarını, yerleşik kadrolaşma ve istihdam biçimini dönüştüren ve böylece emekçi sınıfları güvencesiz ve güvenliksiz bir iş yaşamına mahkûm ederek rekabeti körükleyen hükümetin; bu rekabetin şiddetlenmesi için, işgücünü, pazarlık yaptığı durumda yerinin derhal bir başkası tarafından alınabileceğini görerek daha ucuza satmaya rıza gösterecek emekçiyi yaratabilmek için nüfusun patlamasına yol açmak istediğinin ve bunun için de kürtajda kısıtlama, daha doğrusu yasaklama getirmek istediğinin veciz ifadesidir bu cümle. İnsan odaklı olmayan aşırı üretimin yol açtığı krizlerin çok sayıda tüketici yaratarak çözüleceğine ilişkin bu ilkel saplantı, AKP Hükümeti’nin, emperyalizm tarafından bütün dünyaya dikte edilen neoliberal sermaye birikim modeliyle uyumludur. Ülkenin her santimetrekaresinin, havasının ve suyunun; yetmedi yeniden yapılandırılma imkanı olarak görülen yerleşik kent alanlarının rant kaynağı olarak görüldüğü; en ücra köşelere kadar sermayenin dolaşımının ve yeniden üretiminin koşullarının yaratılmaya çalışıldığı, organize sanayi sitelerinde hiçbir modern hakka sahip olmadan ter döken genç nüfusun giderek daha fazla sermayenin bir parçası haline geldiği böyle bir süreçte ortaya atılan kürtaj sınırlamasının/yasağının iktisadi gerekçelerle açıklanması bir dil sürçmesi değildir.

 

Öte yandan, bütün dünyada emekçilerin gündelik hayatını yıkıma uğratan ve geleceğini ipotek altına alan emperyalist neoliberal politikaları büyük bir sadakatle uygulayan; bunu yaparken de en gerici inanışları, dini düsturları, muhafazakâr söylemi kullanarak politikalarını gerekçelendiren AKP Hükümeti’nin aynı taşla vurduğu ikinci kuş, muhafazakârlığın ve gericiliğin bir de kürtaj yasağı kapsamındaki tartışmalar sırasında yaygınlaştırılması ve kurumlaştırılmasıysa, üçüncüsü de, yine aynı kapsamda; emek gücünün bütün yeniden üretim yükünün sırtına yüklendiği kadın cinsinin köleleştirilmesinde bir mevzi daha kazanabilmektir.

 

Bu hükümet döneminde, açıktır ki, “toplumsal mühendislik” çalışmasının iki önemli unsuru, toplumun dinamik kesimlerinden birini oluşturan gençlik ve rejimin temel direği olarak görülen kadınlar olarak belirlenmiştir. Başbakan, aynı kongrede, partili kadınların, seçim zamanında kapı kapı dolaşarak AKP’nin oy oranını artırmasındaki çabasını boşuna takdir etmemiştir. Çünkü hükümet, esas olarak kadınların yüzyıllar boyu süren mücadeleleri ile elde ettikleri bir takım sosyal hakları, benimsenmiş statülerini sermayenin güncel ihtiyaçları kapsamında yıkıma uğratmak; kadınların “kamusal hayat”taki görünümlerini sınırlandırmak, onları muhafazakâr-gerici dünya görüşünün gardiyanları ve muhafazakâr neslin yaratıcıları olarak yeniden şekillendirmek, bütün bu işlem gerçekleştirilirken de kadının direncini kırmak, ama daha önemlisi de kadını AKP’nin politikalarına yedeklemek istemektedir ki, uzun zamandır yapılan da başka bir şey değildir.

 

Burada, öncelikle kadınları hükümetle karşı karşıya getiren kürtaj yasağıyla AKP Hükümeti’nin ne yapmaya çalıştığını, neyi murat ettiğini ele alacağız. Ancak buna gelmeden önce; öteden beri bütün dünyada iktidarların bazen bir nüfus planlaması sorunu olarak bazen de kadın cinsini baskı altına almanın aracı olarak gördükleri, ama çoğunlukla bu iki kaygının iç içe geçtiği; kadınların da, hem özgürlük alanlarını genişletmek, hem de kendi bedenleri ve hayatları üzerindeki kontrolü ele geçirmek için karşısına dikildikleri kürtaj yasaklarının ve buna karşı verilen mücadelelerin tarihsel içeriğine göz atmak gerekiyor. Kadınların, bu mücadelelerin içeriğini belirleyen gereksinimleri ile günümüzün gereklilikleri arasında kurulacak doğru ilişki, kaybedilmek üzere olunan toplumsal mevzileri korumak ve geliştirmek için verilen mücadeleler için hem bir ilham kaynağıdır, hem de geçmişten bugüne hangi mirasın aktarılması gerektiği ile, geçmişin nasıl aşılacağı konusunda düşünebilmek için önemli bir hareket noktası olacaktır.

 

 

 

“KALTAK” MANİFESTOSU

 

1920 yılında çıkarılan bir yasaya göre, Fransa’da kürtaj yasaktı. Yasak aynı zamanda bir yaptırımla da korunuyordu. Kürtaj yaptırana on yıl hapis cezası verilmesini öngören yasa, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, Fransa’da da, istenmeyen gebelikten kendi kendine veya ilkel koşullarda gizlice kurtulmaya çalışan sayısız kadının ölümüyle sonuçlanmıştı… 5 Nisan 1971’de Le Nouvel Observateur dergisinde dönemin ünlü kadınlarından 343’ünün yayınlandığı bir bildiri yer aldı. Bu kısa bildiride, kadınlar, “Ben kürtaj oldum” diyorlardı. Simone de Beauvoir’nın kaleme aldığı manifesto şu cümlelerden oluşuyordu:

 

Fransa’da yılda bir milyon kadın kürtaj oluyor.

 

Tıbbi denetim altında gerçekleştirildiğinde en basitlerinden biriyken, gizliliğe mahkûm edildiklerinde bu operasyonlar, tehlikeli koşullarda gerçekleşiyor.

 

Bu kadınlar sükunetle yok sayılıyorlar.

 

Onlardan biri olduğumu ilan ediyorum. Ben kürtaj oldum.

 

Tıpkı, doğum kontrolü hakkı talep ettiğimiz gibi kürtaj olma özgürlüğünü talep ediyoruz.

 

İmza: Simone de Beauvoir, Catherine Deneuve, Brigitte Fontaine, Marguerita Duras, Françoise Sagan, Agnes Varda vs…

 

Bu bildiri Fransa’yı sarstı. Kamuoyunun bildiği bu çok ünlü kadınların “ben kürtaj oldum” diye açık kimlikleriyle ortaya çıkması, sorunu doğal olarak popülerleştirecekti ve öyle de oldu. Bir başka dergi, “Bu 343 kaltağı kim hamile bıraktı?” başlığıyla tartışmayı fitilledikten sonra “Kaltak Manifestosu” olarak anılacak bildirinin kamuoyuna açıklanması, kadınlar arasında da kürtaj karşıtlığını güçlendirdi ve bunlara doktorların da katılması sonucunda Fransa devleti yasak konusunda geri adım atmak zorunda kaldı ve bir süre sonra kürtaj yasağı rafa kaldırıldı.

 

Fransız kadınlarının kürtaj yasağını kolaylıkla alt ettikleri düşünülebilir. Ancak bu noktaya o kadar kolay gelinmemiştir ve kürtaj yasağının kaldırılmasında, 1789’dan bu yana kesintili süren kadın hak ve özgürlük mücadelesinin biriktirdiklerinin, yavaş yavaş oluşan güç birikiminin bu yasağı püskürtecek bir düzeye ulaşmasının rolü büyüktür. Ama bunun kadar önemli olan, bu gücün açığa çıktığı tarihsel zeminin olgunlaşmış olmasıdır. Bu yüzden bütün toplumsal kesim ve katmanları harekete geçiren 1968 rüzgârının; işçiler, gençlik kitleleri ve kadınlar arasında kazanımları kolaylaştıracak biçimde örgütlü davranış alışkanlığını kışkırtmasındaki ve o dönem hegemonik bir söylem mertebesine yükselen “özgürlük”ün mevzilerini geliştirme konusunda kitlelerde güven ve irade gösterme bilincini geliştirmesindeki katkısı azımsanamaz.

 

68, İkinci Dalga* adı verilen kadın hareketinin tetikleyicisidir. Birincisi, 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyıl başında ortaya çıkan kadınların oy, eğitim, iş gibi eşit yurttaşlık hakları talebini yükselttikleri hareketliliktir ki, 1789 Burjuva Devrimi’nin kadınlar için tamamlanmamış biçimsel eşitlik vaadinin ve yer yer şiddetle bastırılmış kadın taleplerinin gerçekleştirilmesi için ortaya çıkmıştır. Daha Devrim’in ilk günlerinde eşitlik isteyen kadınların sözcüsünün giyotine gönderildiği hatırlanırsa, burjuvazi, hem de en devrimci olduğu doğuş günlerinde kadınları kurmakta olduğu sistemin dışına sürmüş; onları yurttaş olarak kabul etmemiş, seçme ve seçilme hakkı tanımamış, neslin çoğalması ve yeniden üretimi gibi bir işleve hapsederek toplumsal yaşamın asli unsuru olmaktan çıkarmıştır. Ancak doğası gereği kapitalizm eşitsizlikler üreten bir sistemdir ve fabrikalardaki, izbe atölyelerdeki ucuz kadın emeği istihdamı, söylemde sınırlı bir işleve hapsedilen kadının bu sınırlı işlevle yetinemeyeceği nesnel koşulları da kendiliğinden üretir. İlkesel olarak evde çocuk bakımı görevine sıkıştırılan, pratikte ise hayatını kazanmak için üretim sürecine dâhil olmak zorunda kalan kadının çelişkisi, ilk kitlesel kadın hareketlerinin dolayısıyla da kapitalizmin de çözmek zorunda kalacağı bir iç çelişki haline gelmiştir ve geçen yüzyılın başındaki kadın hareketleri işte, Fransız Devrimi sırasında yarım bırakılan burjuva görevi; kadınların temel yurttaşlık haklarının tanınması sorununu gündemine almıştır.

 

Bu kadın hareketi, 1848 Devrimi’nden sonra bağımsız bir güç olarak ortaya çıkan ve 1917 Rus Devrimi ile de “iktidarda örgütlü sınıf” haline gelen işçi sınıfının ideolojik ve pratik desteğini de sağlamıştır ve dönemin seçme ve seçilme hakkı için yükseltilen mücadelelerine sosyalizmin ve sınıfın, uluslararası emek örgütlerini aynı ve bir çatı altında koordine eden 1. Enternasyonal’e bağlı çalışan politik örgütlerinin büyük katkısı olmuştur ve ilk kadın hareketlerinin bu hareket sönümlendikten çok sonra elde ettiği başarılarda (birçok ülkede seçme seçilme hakkı kadınlara 30’lu yıllarda tanınmıştır) sosyalizmin ciddi bir güç haline gelmesinin rolü büyüktür.

 

İlk dalga Kadın Hareketi’ni, 68’deki Kadın Hareketi’nden ayıran şey; birincisinin sadece kadınların bir yurttaş olarak tanınması için gerekli asgari talepleri ileri sürdüğü söylenebilecekken; ikincisinin, yani 1968 döneminde başlayan hareketin, yurttaşlığın temel burjuva kriteri bir kez gerçekleştirildikten sonra, kadınların bu kriteri, cinslerine özgün taleplerle genişletmelerini, ilk burjuva demokrat düşünürlerinin “birey” ve “bireyleşme” üzerine oluşturdukları geniş literatürde yer alan tanıma uygun bir biçimde kendi özgün bireyselliklerini yurttaşlık kriterine dâhil etme mücadelesini içerdiği söylenebilir.

 

68’deki Kadın Hareketi ortaya çıktığında, İkinci Dünya Savaşı, faşist Almanya yenilgiye uğratılarak sona ermiş; Nazilerin geriletilmesi için sürdürülen mücadeleye çok sayıda kadın katılmıştır. 1917’deki Sovyet Devrimi’nden hemen sonra iktisadi ve siyasi bakımdan hareket alanları genişleyen Sovyet kadınlarının bu başarıdaki payı büyük olmuştur. (Bu arada; dünyada da kürtaj yasağını kaldıran ilk ülke unvanı Sovyetlere aittir. Kürtaj bu ülkede 1920 yılında serbest bırakılmıştır ve ücretsizdir.) Savaş sonrası dönemden 68’e gelinceye kadar Avrupa’daki sınıfsal mevzilenmenin durumu özetle ve kısaca şöyledir: Bir yandan Lenin’in deyimiyle “Avrupa’nın en demokratik ülkesinden daha demokratik bir ülke” olan Sovyetler Birliği’nin varlığı, diğer yandan anti faşist mücadele sırasında güçlenen ve politikleşen Avrupa emekçi sınıflarının giderek yükselen örgütlenme eğilimi ve bunun karşısında ülkelerini yeniden inşa etmek, ama bu arada sosyalizmin yükselen cazibesine karşı önlemler almak zorunda olduğunu hisseden burjuvazinin birtakım reformlar yapma zorunluluğu.

 

Savaş sonrası yıkıntıların üstüne doğan yeni Avrupa’da uygulanan Keynesyen “sosyal devlet” politikaları, bu yüzden, emekçi sınıfların yaşam standartlarının bir parça iyileştirilerek düzene bağlanması hedefi ile harekete geçirilir. Sendikaların ve emek örgütlerinin katkısıyla da emekçiler, taleplerinin karşılanması konusunda az çok bir yaptırım gücü oluşturmuşlardır. Ancak savaş sırasında erkeklerden boşalan stratejik üretim alanlarında istihdam edilen kadınlar için yine evin yolu görünmüştür ve bu yeniden yapılanma döneminin temel işgücü erkek olarak kurgulanır. Ancak bu, bütün üretim sahalarının kadınlardan arındığı anlamına gelmez. Aynı işi yaparken erkeklere göre daha az ücret alsalar da, “kadınlara mahsus” ev işlerinin benzeri işlerde istihdam edilseler de, üretim sürecinde yer alışları gelip geçici ve ev ekonomisine katkı niteliğinde değerlendirilse de, kadınlar, üretim sürecinden tamamen silinemeyecek kadar, işgücü piyasasının önemli aktörleri arasında yer almaya devam ederler.

 

Bu süreçte sosyal güvenlik ve sosyal politikalar bakımından emekçiler birtakım kazanımlar elde etmişlerdir. Parasız sağlık, eğitim; emeklilik, işsizlik yardımı, 8 saatlik iş günü, sendika hakkı vb. gibi yönleri olan, kısmen güvenceli bir iş hayatına ve bazı sosyal desteklere sahiptirler. Kadınlar, bir önceki yüzyılda eğitim hakkı talep eden kadın kuşaklarından farklı olarak, daha fazla eğitim imkânına, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak daha fazla boş zamana ve iletişim olanaklarının genişlemesi sayesinde de daha fazla bilgi edinme olanağına erişmişlerdir.

 

ABD’de Vietnam işgaline karşı savaş karşıtlığı ve siyahların ırkçılık karşıtı eylemleriyle, Avrupa’da işçi hareketleri ve gençlik talepleriyle başlayan 68 Hareketi’nde bu yüzden çok sayıda genç kadın yer alır. Bu kadınlar artık dünyadaki politik gidişata tavır alabilen, bunun için mücadele eden, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlardır ve özgürlük hareketi içinde yer alarak, gidişata müdahale edebilme eğilim ve yeteneğini dışa vuran kadınların, kendileri için öngörülmüş toplumsal statüleri ile talep ettikleri yaşam tarzı arasında bir çelişki ister istemez doğmuştur.

 

Hem bir eşit yurttaş olarak kendi gündelik yaşamları, hem de bekâret, namus, doğurganlık, gayrı meşruluk, zina, karı-metres vb. gibi kavramlar kullanılarak oluşturulmuş geleneksel “cinsel politika” aracılığıyla kontrol altına alınan bedensel etkinliklerinin karar hakkının sadece kendilerine ait olmasını isteyen kadınlardır, bu kadınlar; ve evlilik öncesinde babaya, evlilik sonrasında da bir kocaya ait ve tabi olmalarını dayatan, sürekli olarak erkeklerin vesayetinde tutulmalarını garanti edecek kurumsal ve yasal önlemlerin alındığı bir toplumsal sisteme kafa tutmaktadırlar. Belirli bir yaştan sonra aile kurumu dışında yaşayabilme hakkı; kendi hayatlarını idame ettirecek kadar ücret ve bu ücreti nasıl kullanacaklarına dair karar hakkı; hayatlarını idame ettiremeyecek durumdaysalar devlet desteği; çocuklarını evlilik dışında veya içinde doğurmuş bekâr annelerin devlet korumasına alınmasını; çocukların, hangi koşullarda doğarlarsa doğsunlar aynı haklara sahip olmalarını; çocuk sahibi olmak isteyip istemeyeceklerine kendilerinin karar vermesini; beklenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasında sözün kadınlarda olmasını ve kadının cinsel yaşamının itibarsız bir şey olmaktan çıkarılmasını talep ederler.

 

68 Hareketi, kürtaj yapan ve yaptıran kadınların cadılıkla suçlanarak yakıldığı Ortaçağ’dan bu yana erkek egemen düzenin sürmesi için kadın cinselliğini yasaklayan ve kadının ister toplumsal düzenin gidişini bozduğu düşünülen bir davranışı olsun, ister kendi bedeni üzerindeki herhangi bir tasarrufta bulunma eğilimi olsun her türlü sıra dışı eylemini şiddetle cezalandıran; cinselliği kontrol altına alınmak suretiyle, toplumsal ilişkilerin sistemin dayattığı biçimde sürmesinin sorumluluğunun kadına bırakıldığı bütün o eski zamanların biriktirdiği ve tortulaştırarak gelecek kuşaklara aktardığı bir anlayışın da eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Ama zaten bir yandan böyle bir düzen alttan alta sarsılmaktadır. Kapitalist toplumun erkek egemen düzeninin laboratuarlarında sadece kadınlar için üretilen doğum kontrol yöntemlerinin o zamanki azgelişmişliği, doğum kontrolünü caiz bulmayan din ideolojisi, hamileliğine son vermeye kalkan kadını aşağılayan “mahalle baskısı” ve hapis cezası, ilkel koşullarda ve ehil olmayan ellerde yapılmayan kürtajdaki ölüm riski vb. pek çok etkenin baskı altına almasına rağmen, kadınlar, onları, bakabileceklerinden daha fazla çocuk doğurmaya ya da hazır olmadıkları halde anne olmaya zorlayan böyle bir cinsel politikanın nesnesi olmak istemediklerini açıkça dile getirmeye başlamışlardır. Yasal ve ücretsiz kürtaj da, o ana kadar bedeni bir iktidar enstrümanı olarak kullanılan kadının, bu nesneleştirilmekten kurtulmasının en kritik şartlarından biri olarak öne çıkmıştır.

 

Bedenin tasarrufu hakkındaki yerleşik alışkanlıklar ve yasaların, iktidarların kadınları toplumsal bir özne olarak değil bir nesne olarak konumlandırmasını kolaylaştırdığını ve kadının kendi bedeni üzerindeki karar alabilmesindeki engellerin bu iktidar ilişkilerini güçlendirmekten başka bir şeye yaramadığını fark eden kadınların 68’de yükselttikleri talebin, burjuvazinin cinsel politikasının ters yüz edilmiş ifadesinden başka bir şey olmayışı bir tesadüf değildir. Zaten Fransa’da “Kaltak Manifestosu”nu imzalayanlar da, kendilerine slogan olarak, “benim bedenim, benim kararım” sloganını seçmişlerdir.

 

Kadınlar, böylece 1789 Devrimi’nde eşit yurttaşlık hakkı talep ederek başladıkları yürüyüşü, eşitliğin, kadınların, aynı zamanda birer özgün bireyler olarak gözetilerek yeniden tanımlanmasını talep ederek, genişletmişlerdir. Buna dair kazanılmış haklar ve geniş bir literatür bırakarak, burjuva demokratik devrimin sınırlarını zorlamışlar; kürtajı ve bakabilecekleri veya istedikleri kadar çocuk doğurmakta söz hakkını, doğurdukları çocuklar için sosyal hakları, bekâr annelere barınma imkânı ve kreş talebini dillendirerek ve gelişmiş kapitalist ülkelerde bunların bir kısmını elde ederek, kapitalizmin yirminci yüzyıldaki faslını kapatmışlar; burjuva demokrasisinin kadınlardan esirgediği her şey için mücadele etmişler ve gündelik hayatlarını bir parça rahatlatmaya çalışmışlardı.

 

Ancak elbette yasa her şey değildir. Kazanımların bir yasa maddesinde içerilmesi, onun günlük yaşamda birebir karşılıkla uygulanacağı anlamına gelmez. Kadınla erkek, kadınla aile ilişkisi, yasaların bazen nüfuz edemeyeceği kadar büyük bir genişlikteki gelenekler ve alışkanlıklar tarafından düzenlenir daha çok. Üstelik kadınlara verilmiş hakların her zaman bir yük olduğunu düşünen devletler, kazanılmış hakların ikili ilişkilerde ya da ailede istismarını çoğunlukla görmezden gelir. Toplumsal düzenin sürmesi, eninde sonunda kadının belirli normlara uygunluğu denetlenerek terbiye edilmesinden geçtiği için, devletin nüfuz edemediği alanlarda, bu iş, ataerkil ideolojiyi özümsemiş, bu ideolojiye uygun cinsiyet kalıplarına göre şekillenmiş toplumsal kimliklere düşer; bu, bazen baba, bazen koca, bazen hatta ailenin veya “mahallenin” kadın büyükleridir. Bizimki gibi ülkelerde ise, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi iyileştirilmiş bir kadın statüsünden söz etmek hiç mümkün olmamıştır. Zira bu statünün olmazsa olmazı olan iktisadi ve sosyal politikalardan kadına düşen, çerez mahiyetinde bir şey olmuştur.

 

Bu yüzden, kapitalizmin şimdiki yeniden yapılanma döneminde, bütün dünyada kazanılmış hakları ellerinden alınmaya çalışılan ve bir yıkımla karşı karşıya bırakılan kadınlarla ilgili politikalarının bizdeki sonuçları daha vahimdir ve bu politikaları hayata geçirirken, aynı zamanda, şu ana kadar sahip olduklarından kolay kolay vazgeçmeye gönüllü olmayacak olan ve bunun için direnen kadını yeniden ıslah etmek ve uysallaştırmak gibi bir yönelimi olan neoliberal-muhafazakâr hükümet, her gün beş kadının öldüğü bir iktisadi ve ideolojik zemini yaratarak; kadının ölümle, şiddetle terbiye edildiği sistemi perçinlemekte ve şimdi de, bir zamanlar “benim bedenim, benim kararım” diyen kadınlara “bedenin önce Allahındır, sonra onun vekili hükümetin ve nihayetinde erkeğindir” mesajını siyasi ve dini kurumlarından yollamak suretiyle kadın bedeni üzerindeki tasarrufu yeniden ele geçirmeyi arzulamakta ve böylece, en çok kadınlar, ama esas olarak da yeniden yapılandırılmasında kadına özel bir rol biçilen toplumsal ilişkiler üzerindeki hegemonik rolünü güçlendirmektedir.

 

 

 

KÜRTAJ…YENİDEN…

 

Başbakan Erdoğan, “her kürtaj bir Uludere’dir” vecizesini dillendirdiği kadın kurultayında, AKP’li kadınlara “Türkiye’nin bugün ulaştığı seviyelerde sizlerin çok büyük emeğiniz var. Siz kar demediniz, kış demediniz, yağmur, çamur demediniz, yavrularınızı yeri geldi belki annelerinize bıraktınız, belki evde yalnız bıraktınız, ama kapı kapı dolaştınız ve hep bizim muhafazakâr demokrasi hareketimizi ev ev anlattınız ve bunun neticesini de elhamdülillah 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana artarak devam eden bir performansla gösterdiniz. Türkiye’nin elde ettiği başarılarda, elde ettiği rekorlarda sizin çok büyük katkınız var. Biz de TBMM’de yasal noktada çok önemli reformlar gerçekleştirdik. Ailenin korunmasına dair kanunu değiştirdik, Meclis’te kadın erkek fırsat eşitliği komisyonunu faaliyete geçirdik. Geçtiğimiz yıl Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı kurduk. Bunların yanında çalışan hanım kardeşlerimiz için süt izninden, ücretsiz izne kadar çok büyük kolaylıklar getirdik. En son 8 Mart’ta kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair kanunu çıkardık. Kadına kalkan o insafsız o vicdansız, o insanlık dışı elleri en ağır şekilde cezalandırmanın yolunu açtık diye seslendi.

 

Kadınlar için AKP Hükümeti’nin neleri gerçekleştirdiğini gururla anlatırken, aslında yalan söylüyordu. Çünkü Bakanlığının adını kısa zaman önce “Aile ve Sosyal Politikalar” olarak değiştirmişti ve bu başlıkta kadınlarla ilgili bir şey yoktu. Tersine, kadını, hakları olan bir şahsiyet olarak değil, anne-baba-çocuktan oluşan çekirdek aile içinde daha ziyade görevleriyle tanımlamayı esas alan gerici bir ilkeyle çalışmayı esas alan bir bakanlıktır, bu bakanlık. 68’de hakları ve itibarı tescillenmiş birer birey olmak için yola çıkan kadınların yeniden ataerkil bir vesayet altına alındığının göstergesiydi bu isim ve bu yüzden kadın örgütleri tarafından zaten şiddetle eleştirildi.

 

Öte yandan “Hanımlar için süt izni”nin yer aldığı torba yasada, kadınlar için hayatı zorlaştıracak bir dizi hüküm vardı ki, “süt izni”ni de hem işlevsiz  hem de bir parmak bal kılıyordu bu hükümler. 18 yaşından büyük bekâr kadınlar sosyal güvenlik şemsiyesinin altından çıkarılmıştı. Sözde şiddeti önlemeyi amaçlayan yasa, kadına yönelik şiddeti değil, aile içi şiddeti önlemeyi önüne hedef olarak koymuştu. Böylece aile ortamında yaşamayan veya şiddete aile içinde değil de dışında maruz kalan kadının korunması sorunu mevzuatın kapsamı dışında bırakılıyordu ki, dışarıda tecavüze uğradığında, şiddete maruz kaldığında, zaten önce, “o saatte orada ne işin vardı, niye sokaktaydın, yanında niye kimse yoktu, evde niye yalnız yaşıyorsun, niye o adamla evlenmedin vb.” gibi malum sorulara muhatap olan kadının bu yönde terbiyesine yönelik ve ona dikte edilen yaşam biçimine gönderme yapan bir yasal kılıf yaratılmış oldu. Böylece “aile kadını” olmayan veya öyle olsa bile şiddete dışarıda maruz kalan kadının cezalandırıldığı ve bu şiddeti devletin ilgi alanının dışına atan bir yasa çıktı.

 

Böylece AKP, Başbakan’ın, kapı kapı dolaşarak oy toplayan kadınlara iddia ettiğinin tersine, evin dışına çıkan kadını değil, evin içine kapanan kadını tercih ettiğini, bu evden dışarı adım attığında kadının yaptırımlara maruz kalmasını garantiye alan yasal düzenlemeler yaparken de, esasen kadının “kamusal alandaki görünürlüğünü” kısıtlamaya çalıştığını gösterdi. On yıllık hükümetin bütün icraatları bu bakış açısıyla tutarlıdır.

 

Bu hükümetin yeniden yapılandırdığı hukuk sisteminin mahkemelerinde, 14 yaşında kız çocukları tecavüze uğradıklarında “kızın gönlüyle olmuştur” gerekçeli kararlar verildi; kız çocuğunun art arda tecavüzden sonra oturabilmesi için birkaç operasyon geçirmiş olması da, “yürü ya kulum” denmiş olan hâkimin bu kararı vermesini engellemedi. Tecavüz ve kadın cinayetlerindeki artış Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Töre cinayetine kurban giden bir kız için açılan davada, sanık için, mahkeme, yine “aile meclisi kurulup karar almadığı gerekçesiyle” hafifletici unsur buldu. Karısını, sevgilisini, kız kardeşini öldürenler neredeyse ödüllendirildi. Bu konudaki örnekler saymakla bitmeyecek kadar çoktur. AKP Hükümeti’nin kadınlara yönelik yaptığı tek şey bir “kadın kıyımı” için gereken zemini inşa etmek olmuştur. Zaten kadına yönelik şiddetin gündelik hayatta devlet eliyle de sürdürüldüğü; örneğin hak arayan ve gasplara karşı mücadele eden emekçi kadınlara, Kürt kadınlarına polis şiddetinin, işkence ve cezaevlerinde bu cinse özgü işkence yöntemlerinin “yaratıcı” bir biçimde uygulandığı göz önüne alınırsa kadına yönelik zulmün devletten başlayarak özel alana kadar ulaşmasına şaşırmamak gerekiyor. Kadın genel olarak bir şiddet ortamında hayatını sürdürmek zorunda bırakılmıştır.

 

Hükümet kadını erkekle eşit bir birey olarak görmeye tahammül edememektedir. Bu eşitsizliği yeniden yeniden üretmek için de kuşkusuz aile ilişkilerinin hiyerarşik kuruluşunun kadının denetimini kolaylaştırdığına dair kapitalizmin ve devletin tarihsel deneyimini de özümsemiştir. Neoliberal soysal politikalarla aile politikalarının kadına yüklediği görev ve rol, emekgücünün yeniden üretimindeki sorumluluğun yeniden aileye ve daha doğrusu kadına yüklenmesidir. Bunun yol açacağı olası dirençlerin daha aile kurumu içindeki hiyerarşik ilişkiler kapsamında giderilmesi, kadının rolünü kendisinden beklendiği gibi oynayabilmesi için şiddetle terbiye edilmesi ve bu şiddetin sorumluluğunun kişisel ilişkilere, aile ilişkilerine havale edilmesi, AKP Hükümeti tarafından yasal güvenceye alınmıştır. Hiyerarşinin üst tabakasına yerleştirilen erkek emekçi için yolunda gitmeyen her şey için de (yoksulluk, iki yakayı bir araya getirememek, çocukların layıkıyla bakılamaması, emekçinin statüsü gerilerken bir erkek olarak sosyal itibarının da zedelenmesi vb.) bir sorumlu bulunmuş olur. Evi iyi idare etmediği için, çoluğuna çocuğuna sahip olamadığı için, çalışmak istediği veya istemediği için, boşanmak istediği veya kocasından talepte bulunduğu için, kadın, devlete ve hükümete duyulan öfkenin görünür nesnesi haline getirilmiştir; ve kadının boyun eğdirilmesi için aile içindeki erkeklere sistemin biçtiği görev, şiddet yoluyla hem kendilerini, hem de kadın cinsini ıslah etmektir.

 

Bu süreç, neoliberal yapısal dönüşümün bütün dünyadaki bildik gelişimiyle uyumludur. Ancak bizim ülkemizde mevcut hükümetin ideolojik özgünlüğü, bu süreci kadınlar için daha çekilmez hale getirebilmiştir. Kendisine muhafazakâr-demokrat adını layık gören hükümetin bu dönüşüm sürecinde emekçilerin başına her çorap örmeye kalkıştığında, politikasını gerekçelendirmek, kitleler nezdinde mazur göstermek için tuttuğu yol, gerici ve dini bir literatüre sığınmak ve bu politikanın bir dini vecibe olduğunu ilan etmektir.

 

AKP hükümetinin ideolojisi, kadınların yüzlerce yıldır tarihin çöplüğüne gömülmesi için mücadele ettiği Ortaçağ kalıntısı gericilikle ataerkil metnin başlangıcı ve değişmez zirvesi sayılan dini taassubun bulamacından oluşur. Şimdiye dek ne zaman emekçilerin aleyhine bir yasa çıkarılmaya kalkılsa, ne zaman bir kanun hükmünde kararname bağlansa ve ne zaman emekçiler için karşı devrim anlamına gelecek bir “reform” müjdelense, bu bulamaçtan bir damla alınır ve topluma zerk edilir. Sanki emekçilerin yararına bir şey yapılıyormuş gibi, kitlelerin geri duygularını okşayan, dini inançlarını kışkırtan bir bürokrat tonlamasıyla sürüme sokulur.

 

Ama sadece Erdoğan’ın buluşu değildir, bu. Patenti, 90’lardan sonra Evangelist mezhebin meziyetini yeniden keşfederek, bunu, kürtaj hakkı dahil, her türlü kazanılmış hakkı ortadan kaldırmanın meşrulaştırıcı gerekçesi olarak kullanan; emekçi ailelerinin evlerini başına yıkan politikaları hayata geçirirken ailenin kutsallığı üzerine edebiyat yapan ABD’nin “Yeni Muhafazakâr” takımına aittir. Dünyanın gericileştirilmesi, kitlelerin din ile uyutulması; tevekkül halinde uysallaştırılması ideolojik harekâtın bir parçasıdır ve bu sayede, halka en acı “ilaçlar” ruhban sınıfının, ulemanın ve de vaizin yatıştırıcı desteğiyle içirilebilir.

 

Tayyip Erdoğan, bir protesto eylemine katılıp gözaltına alınan bir genç kız için “kız mıdır kadın mıdır, bilemem” ifadesinde kullandığında, en koyu gericilik, insan zihninde belki hâlâ yaşayan, ama yasal ve meşru zeminini uzun süre yitirmiş bir yargılama biçimi açıkça ve uluorta çağrılmış olur ve eylemci kızın orada neyi protesto ettiğinden ziyade, onun daha önce cinsel ilişkiye girip girmediğini sorun haline getirir. Bunu yapan, bir Başbakan’dır bu ülkede ve hem Başbakan hem de diğer hükümet mensupları tarafından kadınların böylesine aşağılanması değişik vesilelerle sürmüştür. Melih Gökçek, kendisini eleştiren genç kadına, sosyal medyada, “Sen kaç kere kürtaj oldun?” diye sorabilmiştir. Hükümetin ve bağlı bürokratların, kendilerini eleştiren, tepki gösteren bir kadını aşağılamak veya sindirmek isterken kullandıkları yöntemin ve üslubun seviyesi, kadının aşağılanması gereken bir varlık olduğuna kanaat getirmiş olduklarını gösterir. Aynı Melih Gökçek, tecavüze uğramış ve hamile kalmış kadınların doğurmaları gerektiğini söyleyen ve o çocuklara biz bakarız diyen Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın sözleri üzerine, “Annenin hatasından dolayı suçu niye çocuk çeksin? Anne kendini öldürsün” diyebilmiştir.

 

Mevcut hükümetin kadın düşmanlığının retorikte kalmadığını ve hükümet mensubu ya da bürokratı birkaç kişinin densizliğinden ibaret olmadığını son on yıllık icraat göstermiştir. Bu kadroların muhafazakâr-dini dünya görüşü ile uluslararası tekellerin kadına bakışı birbiriyle örtüşmektedir. Onun içindir ki, dini düsturlar, kitlelerle kurulan her ilişkide, iktidar ile emekçiler arasındaki sorunsuz bir ilişkinin teminatı olarak bolca kullanılmakta ve uygulanan politikaların iç yüzünün görülmesi, geleneğin ve dinin zaman içinde değişmemiş, modernleşmenin süreçlerinde unutulmuşsa bile yeniden uyandırılmış dogmaları bolca dile getirilerek engellenmeye çalışılmaktadır. Dinin tartışma dışına itilmiş gerici ilkeleri, bundan binlerce yıl önceden kalmış hadisler, ulema fetvaları “fıkıh ilmi”nin yaratıcılığıyla güncelleştirilebilmekte ve bu metinlerin ilk çıktığı zamanlarda başlıca köşeleri çizilen ataerkil ideolojinin kadınlarla ilgili gerici hükümleri neoliberal yıkımın ikna edici gerekçeleri olarak piyasaya sürülmekte; bu piyasayı düzenleyen uluslararası tekellerin ve emperyalizmin eli yine “görünmez” olarak kalabilsin diye din ulularının ve peygamberin saygınlığından şefaat umulmaktadır.

 

Bu kapsamda uluslararası tekeller Türkiye’de ucuz ve genç işgücü fazlasının bir an önce yaratılmasını gerekli görmüşlerse, kadınların doğurganlığının önemine dair hadisler, dini metinler, hükümler, ulema görüşleri bulunup çıkarılır ve Başbakan da çıkıp bir kürsüden kadınlara üç çocuk doğurmalarını buyurabilir. Dini bütün AKP’li doktorlar anne karnındaki cenine ne zaman ruh üflendiğini araştırarak kürtajın kaçıncı haftaya kadar mübah, ne zamandan sonra, o cenin artık canlı olduğu için mekruh olacağını hesaplayabilir. Ve nedense, bulgular, AKP hükümetinin öngördüğü ile birebir örtüşür. Böyle bir denklik, AKP’nin dünyevi değil uhrevi meselelerle uğraştığının, aldığı her kararın tanrı buyruğuna uygun olduğunun bir kez daha altını çizmeye yarar. Dahası; küresel kapitalizm kadınların iş piyasasından çekilmesinin daha işlevli olduğunu öngörmüşse, eve bakmakla yükümlü erkeğin rolü ve bunun karşılığında da kadının itaatiyle ödüllendirileceğini içeren dini bilgi piyasaya sürülür ve bu duruma uysalca boyun eğmeyen kadının “önce söz ile uyarılacağını sonra biraz dövülebileceğini” söyleyen kesin vahiy dolaşıma sürülür.

 

Böylece AKP Hükümeti döneminde, kapitalist toplumdaki, emekçi kitlelerin ve kadınların mücadeleleri sonucu geliştirilmiş toplumsal ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin temel ilkeler ve modernitenin gelişimi sürecinde adım adım, iktidarın söylemsel sınırlarını belirleyerek bir ortalama oluşturabilmiş olan değer yargıları alt üst edilmiştir. Bu yüzden, bir zamanlar “benim bedenim benim kararım” talebiyle sokaklara çıkmış olan kadınlardan sonraki kuşağın karşısına, artık yeniden özgüven kazanarak hortlayan gericilik rahatlıkla çıkabilmiştir; ve eskiden olsa böyle konuşmaktan hicap duyması gereken bir bürokrat, bir kadına, “kaç kere kürtaj yaptırdın?” diye sorma cesaretini kendinde bulabilmiştir.

 

Karanlık Ortaçağ koşullarına geri dönüşün nedeni az çok, örgütlü toplumsal muhalefetin gerilemesinde aranmalıdır. Bir zamanlar her türlü gericiliğin sinmesini sağlayan sosyalizmin mevzi yitirmesi, işçi örgütlerinin daralması, 90’lı yıllardan bu yana gerçekleştirilen neoliberal saldırılar karşısında, etkin, kararlı ve birleşik bir mücadelenin örgütlenememesi, burjuvazinin toplumsal ilişkiler üzerindeki kontrol alanını genişletmiş ve giderek daha fazla pervasızlaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu sürecin görünür yükünü taşıyanların en çok kadınlar olduğu ise kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçekliktir. Özelleştirme saldırılarının, eğitimin ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, sosyal politikaların tasfiyesinin ve iş sürecinin parçalanarak esnek çalışma ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşmasının asıl ağırlığı kadınların üzerindedir. Çocukları ile birlikte kadını sefalete mahkûm eden sistem, bir yandan da bu sefaletin sonuçlarını hem kadının göğüslemesini beklemektedir, ama öte yandan da, bunun bütün maddi ve sosyal imkânlarını daraltmaktadır. Erkekten katil yaratan sistemin bu cinse biçtiği rol de daha az içler acısı değildir doğrusu; artık ailesine bakamaz hale geldiği, işsiz veya sürekli işsizlik tehdidi altında olduğu halde evin direği olmaya zorlanan; nüfuz edemediği bir kadın üzerinde egemenlik kurması beklenen, o kadının terbiyesinin ve namusunun ondan sorulduğu, ama buna artık gücü yetmeyen erkek için şiddet, olması istenen erkekle olabildiği erkek arasındaki çelişkinin ürünüdür.

 

Engels’in deyimiyle, kadınla erkek şimdi her zamankinden daha çok “birbirinin karşısında yanlış konumlandırılmıştır.” Tam da bu noktada kadının özgüveninin kırılmasının, bir zamanlar oldukça önemli direnişlerin ve mücadelelerin öznesi olmuşken, kazanılmış haklarına açık saldırılar karşısında eylemsizleştirilmesinin, olan bitene sessizce boyun eğmesinin şart olduğunu düşünen hükümetin, ve taleplerini sektirmeden uyguladığı emperyalizmin, kadının etrafının gerici önyargılarla çevrelenerek hareket edemez hale gelmesi ve onun her hareketinin gözetlenerek yalnızlaştırılabilmesi için toplumun genel muhafazakârlaştırılmasından çıkarı vardır.

 

Kürtaj yasağı, kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilebilmesine ve erkek çocuklarını da organize sanayilerine erkenden çırak olarak gönderilebilmesine kapı aralayan “dört artı dört artı dört” yasasından sonra, bu yasanın sonuçlarıyla uyum sağlamak üzere gündeme geliveren “okurken evlenen kızların eğitimlerine devam etmelerini kolaylaştıran önlem” mahiyetindeki yasa önerisinden sonraki kadına yönelik son saldırıdır.

 

Başbakan’ın da belirttiği gibi, Türkiye’nin gelecek yıllar için öngörülmüş vizyonu, bu ülkenin “Çinlileştirme” diye tabir edilen genç, vasıfsız ve ucuz emekten yana zenginleştirilmesidir. “Çinlileştirme”; bölge ülkeleri arasında ücret ortalaması en yüksek ülkelerden biri sayılan Türkiye’de şimdiye kadar uygulanan ve muhtemelen uygulanmaya devam edilecek politikalar sayesinde sendikal hakları ve bilinci zayıflamış, bölgesel asgari ücret ve esnek çalışma gibi de-regülasyon girişimleriyle üyeleri birbirine rakip haline getirilmiş emekçi sınıfların yaratılmasını ve Başbakan’ın “dört artı dört artı dört” eğitim darbesini savunurken belirttiği üzere, dindarlaştırılarak sessizleştirilmiş ve tevekkül sahibi haline getirilmiş kalabalık bir neslin üretilmesine ihtiyaç yaratır. Hükümet doğurganlığı bunun için kışkırtmakta ve bu doğurganlığı sekteye uğrattığını düşündüğü kürtajın yasaklanmasını bunun için benimsemektedir.

 

AKP’nin şimdiki nüfus politikası, işte bu safları kalabalıklaşmış ve kolayca yönetilebilen emekçi kitlesini oluşturabilmek için doğum oranının artışının garanti altına alınmasıdır. Başbakan, bundan iki yıl önce kadınlara üç çocuk doğurun diye fetva verdiğinde, tam da bunu kastetmiştir.

 

Ancak bugün kıt kanaat geçinmeye çalışan, çalışıyorsa bile, hem kendisi hem kocası sürekli işsizlik tehdidi atındaki bir emekçi kadın, üç çocuk doğurmanın kendisine neye mal olacağını çok iyi bilir. Devletin çocuk bakımıyla ilgili yükleri kadının üzerine bıraktığı, neslin eğitimi ve sağlığı gibi konularla ilgilenmeyi çoktan kestiği, her gün yoksulluk sınırının altına düşen ailelerin çoğaldığı koşullarda, hiçbir özendirici önlem almadan, bu kadınları bakamayacakları çocukları doğurmaya zorlamak, Erdoğan’ın kullandığı sözcükle, bir cinayettir. Beklenmeyen ve istenmeyen hamilelikten yasal ve ücretsiz kurtulma yollarını bu kadınlara kapatarak, yasaklayarak nüfusu artırma rollerini oynamalarını beklemek ise, kadın kıyımına bir davetiye daha çıkarmak anlamına gelir.

 

Gerçekten de, kürtaj bir yasayla yasaklanamayacak bir şeydir ki, tarih boyunca da yasaklanamamıştır… Bu işin uzmanı olmadıkları halde ilkel koşullarda ve gizlilik içinde kürtaj yapan ve kürtaj yapmanın ve yaptırmanın yasalarda öngörülmüş yaptırımını göze alabilen kadınlar her zaman olacaktır ya da kadınlar bunlara ulaşamadıkları sürece de kendi rahimlerini kendileri boşaltmaya çalışacaklardır. Bu müdahalelerin sonucunda şimdiye kadar ölen kadın sayısı göz önünde bulundurulursa, kıyım sözcüğü hafif kalacaktır.

 

Kimse bir kadını, bakabileceğinden fazla veya daha fazla sayıda çocuk doğurmaya zorlayamaz; hele bu zorlamayı yapan siyasi iktidar çocukların bakımı için hiçbir şey yapmamış ve kadının iş hayatıyla uyumlu bir annelik sürdürebilmesi için hiçbir önlem almamışsa. Hele doğan çocukların sağlıklı ve eğitimli yurttaşlar olarak topluma dahil olmaları için, bebeklikten başlayarak, eğitim yıllarının sonuna kadar çocukları gözeten bir kurumlaşmaya gidilmemişse. Ve hele işsizliği ortadan kaldırmak ve kalabalıklaşmış nüfusun genç işsizler mezarlığına dönüşmemesi için istihdam olanakları yaratılmamışsa. Ve herkesin geleceği güvence altına alınmamışsa.

 

Bunların hiçbiri bu ülkede yoktur ve devlet zaten bu işlerden elini ayağını çoktan çekmiştir. İstenen, kullanılıp kullanılıp bir kenara atılabilen, yedek işsiz ordusu tarafından rekabete zorlanan ve işsizlikle tehdit edilen emekçilerden oluşan ucuz emek cenneti bir ülkedir ki, bunun faturası da kadınlara kesilmektedir.

 

Mesele, elbette kadınların sadece bakabilecekleri kadar çocuk sahibi olmaya özendirileceği bir düzenin yokluğundan ibaret değildir. Bir kadının annelikten başka, annelik kadar önemsenmesi gereken toplumsal rolleri de vardır ve kadın, ister evlilik içinde, ister evlilik dışında olsun, kendi isteği dışında ve anneliğe hazır olmadığı sürece çocuk doğurmak zorunda değildir.

 

Hükümet, kadınları, sadece aile kurumu içinde tanımlanan bunun dışında bir değer ifade etmeyen insan grubu olarak görüyor. Dolayısıyla kadının aile kurumu ya da evlilik dışındaki her tür etkinliği gibi, cinselliğinin de, hem günah hem de yasak olduğunu ima eden söylemleri rahatlıkla kullanıyor ve bu durumu yasalaştırmaya çalışıyor. Kürtaj, geleneksel olarak tutucu bir toplumsal ortamda evlilik dışında isteğe bağlı olmadan kalınan hamileliklerin yol açacağı sorunlardan da kadını koruyan bir önlemdir ve kürtaj yasağı, kadınların, bireyselliklerinin tanınması talebiyle uğruna mücadele ettikleri ve bir kısmını kazandıkları demokratik kazanımların ortadan kaldırılmasına yönelik bir saldırıdır da.

 

Ancak burada, kürtaj yasağının, sadece kadın cinsine yönelik bir saldırı olmadığının altını çizmekte yarar var. Dolayısıyla, bu süreç, sadece kadınların mücadelesiyle üstesinden gelinebilecek bir süreç değildir. Eğer kürtaj, emekçi sınıfların genelini ilgilendiren iktisadi ve sosyal yıkım politikaları kapsamında iktidarın attığı son kazıksa, kürtaj yasağı görünürde doğrudan kadınlara yönelik bir saldırı olsa da, aslında bu yasak, emekçi nüfusunun tamamına yönelik saldırılar cümlesinde yer alan bir konudur ve Fransız kadınlarının 1968 rüzgârı eserken ileri sürdükleri gibi, yasak, sadece kadın bedenine yönelik bir tasallut olarak tanımlanamaz. Bu yüzden, kadın kitlelerinin statükosunu ve taleplerini geçmiş bir döneme projeksiyon tutarak okumak anlamına geldiği için, “benim bedenim benim kararım” sloganı da, kadın kitlelerinin bugünkü saldırıyı boşa çıkartmak için girdikleri yolun sloganı olamaz. Bu bütün kadın kitlelerini aynı şemsiye altında toplamaya yeterli olamaz.

 

Kürtaj yasağı, artık neoliberal politikalara ve AKP’nin muhafazakâr hükümetine karşı yürütülen demokrasi mücadelesinin sorunu haline gelmiştir. Geçmişte kadınlar, burjuva demokrasisinin gelişimi sürecinde, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin zaten fiiliyatta zorlamaya başladığı, eskimiş ilkeleri değiştirmeye kalkmışlardı. Şimdiki durumda, burjuva demokrasisinin yerinde eski yellerin esmediği görülüyor; emekçilerin sosyalizme yönelimlerinin ekonomik ve toplumsal önlemlerle engellendiği o eski burjuva düzenin yerini, işçi sınıfının bir süreliğine yenilmiş ve geri çekilmiş olduğu; kazanımları peyderpey tırpanlamaya çalışılırken “ölüm kalım” kaygısı yaşamayan egemen sınıfların daha güvenli hareket ettiği başka bir burjuva dünya var; ve bu dünyayı, burjuvazi, toplumsal kesimleri, emekçileri parçalayarak, sorunlarını ayrıştırarak yönetiyor. Dolayısıyla, “yasal ve ücretsiz kürtaj mücadelesi”, bir de bu yüzden birleşik bir demokrasi mücadelesinin konularından biri olmak vasfındadır.

 

Esas olan; toplumun bütün örgütlü güçlerinin harekete geçtiği; sendikalardan meslek odalarına, partilerden kadın örgütlerine, aydınlardan gençlik örgütlerine kadar bütün demokrasi güçlerinin (kadın ve erkek) karşı çıkışına dayanan bir kürtaj mücadelesi yürütebilmektir.

 

Ama ne yazık ki, bu örgütlerin çoğunun kürtaj yasağı konusunda henüz kayda değer bir tutum almadığı görülüyor. Bunda, elbette kadınlarla ilgili her konunun kadınlar tarafından gündemleştirilmesine, kadınlar tarafından halledilmesine yönelik yerleşik ve yıllanmış alışkanlıkların ve feminist düşünüşün bu esasa dayalı dışlayıcı iddiasının rolü var. O yüzden de, bu çok önemli sınıf saldırısında, çok duyarlı orta sınıf kadınlar dışındaki kesimler aktif olarak harekete geçemediler ve kürtaj yasağına karşı mücadelede kadınlar yalnız bırakıldılar.

 

Halbuki, şimdi tam sırası; öncelikle kadınların, ama hemen yanı başlarında örgütlü demokrasi güçlerinin, bir yandan eski alışkanlıklarla da yüzleşerek, demokratik haklara yönelik kısıtlama ve ihlalleri daha güçlü bir sesle alt etmek için birleşik bir mücadele yürütebilmenin yollarını araştırması gerekiyor.

 

“Dört artı dört artı dört” darbesini kürtaj sorunuyla iç içe görebiliyorsak ve birisinin varlığı diğerine bağlanabiliyorsa, bu konuda iyi bir mesafe kat edilmiş demektir.

 

 

 

 

 

·            Birinci Dalga ve İkinci Dalga kavramlaştırması Burjuva demokratik kadın hareketinin iki dönemini tarif etmektedir. Daha çok 1968 sonrasındaki kadın araştırmalarının ürünü olarak ortaya çıkan bu akademik kavramsallaştırma kadın hareketlerine zamansal bir sınırlama getiriyor görünse de bu dönemlerde ortaya çıkan kadın eylemlerinin çok belirgin yönelimlerini tanımlayabilmek için burada da kullanıldı. İki tarihsel dönem arasında, bu kadar yoğun ve yaygın olmasa da pek çok eylemi olmuştur ve 68’de kristalleşen kadın taleplerini bu parça parça ve kesintili süren kadın eylemleri şekillendirmiştir

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerine

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerine*

Dr. Celal Emiroğlu**

Dr. Levent Koşar**

 

BİR HATIRLATMA: KANUNLAŞMA YOLUNDAKİ SERÜVEN

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) AKP hükümet olduğundan bu yana “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerine çalışıyor ve bizleri de “tartıştırıyor”!

Hükümetin 03 Ekim 2005 tarihinde Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik için yaptığı başvurudan sonra müzakere sürecinin başlatılmasıyla birlikte işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki “uyum” çalışmalarına start verildi. Çünkü müzakere süreci AB ve ILO normlarına “uyum” sağlama zorunluluğunu getiriyordu. “Uyum” süreci, sadece iş sözleşmesi ile tanımlananları değil, tüm çalışanları kapsayan “müstakil” düzenlemeleri gerektiriyordu. AB’nin Çerçeve Direktifi (89/391/EEC) ile birlikte ILO’nun “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin” 155 sayılı ve “İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin” 161 sayılı sözleşmeleriyle uyumlu “İşçi Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı” adı altında hazırlanan ilk “Taslak” Aralık 2005 tarihinde öncelikle sermaye örgütlerine gönderildi. Aynı “Taslak” Ocak 2006 tarihinde de “diğer taraflara” gönderildi ve görüş istendi. “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı”, daha sonra 2008, 2010, 2011 yıllarında ve son olarak da 2012 versiyonu haliyle, bizleri de tartışmanın içine çekerek TBMM’de gündem oldu. İki ayı aşan komisyonlar sürecinden sonra 20 Haziran 2012 tarihinde 6331 kanun numarası ile Meclis’te onaylandı.

“İşçi sağlığı” adı ile başlayan bu serüven “iş sağlığı”na doğru kayarken; 2008 (5763 sayılı) ve 2010 (6009 sayılı) “torba yasalar” ile “istihdamı teşvik” adına sermayeye sadakatini belgeleyen hükümet(ler) işçinin haklarını sermaye “adaletine ve himayesine” alarak amaçlarına adım adım yaklaşırken, bu süreçte AB müzakerelerinde ise beklediklerini bulamadılar.

Sermayeyi ihya eden “torba yasalar”; işçi sağlığı ve güvenliği hizmetleriyle birlikte işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamını gereksiz harcama olarak yorumlarken sermayenin sorumluluğunu hafifletmeyi amaçladı, işyeri sağlık hizmetleriyle birlikte işyeri hekimi ve iş güvenliği eğitimlerini de serbest piyasa anlayışı ile taşeron şirketlere bıraktı. Piyasa koşulları olgunlaştırıldı ve Demokratik Mesleki Kitle Örgütleri (TTB, TMMOB) yok sayıldı. Dikkate değer bir durum ise; sendikaların bu süreçte (son zamana gelinceye kadar) kendilerini taraf olarak görmemeleridir?!

Resmi makamlar, gündem oluşturma amacıyla iş kazalarındaki vahşeti sergileyen SSK/SGK verilerine göndermelerle ironi yaparken; İş Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde iş sözleşmesine tabi olan çalışanlar için azalmayan iş kazaları ve artan ölümlerle ilgili rakamları yıllardır arsızca tekrarladı. “Kanun”, gerekçesinde bu veriler bir kez daha tekrarlanırken, kapsam dışı ve kayıt dışı çalışanlara işaretle yasanın çıkması halinde iş kazaları ve meslek hastalıklarının azalacağı ifade edildi. Aynı zamanda iş kazası ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen 44 milyar TL’nin azalacağı ve GSYİH’nın artacağı belirtildi.

Özetle; “Kanun” serüveninin sonunda hükümet-sermaye-devlet AB ile “uyum” sürecinin gereğini yapmanın huzurunu da yaşamak istiyor…

BİR KEZ DAHA ÖNCELİKLE YÖNTEME DAİR…

Kanunlaşma sürecinde “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı”nın tarihselliği sermaye-devlet kulvarında işlerken; bu süreci sınıfsal perspektif içerisinde işçi sağlığı adına doğru bir yöntem ile okumanın ise sendikalar, DMKÖ ve “sol partiler” adına bir “karşı duruş” olduğunu görmek lazım. Buradaki “karşı duruş”tan muradımız; “değiştiremeyeceğini bilerek ama her halükarda ben itiraz etmiştim diyen, kendi bireysel ya da kurumsal tarihine, kendine olan öz saygısını korumak için yapılan bir çaba olarak”[1] yazılıma geçmek değil, sınıfsal bağlamda aklın örgütlenmesine ve bununla beraber sürecin örgütlenmesine hizmet etmektir. Aksi tutumun “değiştirmek istediğine dönüşmek” tehlikesini barındırdığını sınıf tarihi biliyor.

Ama kafa karışıklığına neden olan çok derinden bir “dip akıntısı” var. Ya bu “dip akıntısı”na kapılıp “içeriden” tartışmanın biz(ler)i sürüklediği limanlara yanaşacağız, ya da “dışarıdan” bakış tarzıyla akıntıya karşı mücadelenin bizlere yol vermesine izin vereceğiz.

Bu nedenle önce yönteme dair konuşmak/yazışmak gerek diye düşünmekteyiz. Çünkü benimsediğimiz yöntem ve buna bağlı üreyecek olan teorik temellendirme ile bunların politik sonuçlarının ayrılmaz iç bağları var. “Dip akıntısı”na kapılıp “içeriden” tartışmak ile “akıntıya karşı” mücadele etmenin ayrımına varmak ve kendimizi buna göre konumlandırmak arasında “baş aşağıya duruş” kadar fark olduğunu da biliyoruz.

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” üzerinden tartışmak aslında bir vesile. İşçi sağlığı meselesine ve daha da ötesinde sermaye-devlet ile aramızda kuracağımız ilişkiye yön verecek bir politik hattın tartışılmasıdır ihtiyaç olan.

Burada yöntem olarak, “araştırma yöntemi”ni mi tercih edeceğiz yoksa “açıklama yöntemi”ni mi tercih edeceğiz? Yani en dıştaki katmandan, olgulardan öze doğru mu ilerleyeceğiz, yoksa işin en iç katmanından, özünden, temellerinden mi yola çıkarak meseleye yaklaşacağız?

Sorun, konuyu ele alış meselesindeki sıralamadır. Yani “araştırma yöntemi” ile “açıklama yöntemi”ndeki farklılık ve çelişkili birlikteliği meselesi… Anlatımda araştırmanın yolunu tersine gitmenin Marksizm’e özgü bir kıymet ve değer olduğu da tarihsel olarak biliniyor. Bu nedenle soyut olandan yola çıkmanın meseleye “tersten yaklaşanlara”, kafaları karışanlara ve elbette ki sermaye-devlet işbirliğine en doğru eleştiri olacağı inancındayız.

Burada birilerinin “eleştiri” sözünü duyup ellerini ovuşturması ise yersiz bir iştihadır. Çünkü devlet-sermaye mantalitesini teşhir üzerinden eleştiri ile “mücadeleci” diye gördüğümüz yapılara doğru yaptığımız eleştiri aynı kulvarda olmadığı gibi bu yapılar ile aramızdaki eleştirinin yakınlaştırıcı ve geliştirici olduğuna inanıyoruz.

“Araştırma yöntemi”yle yapılan yaklaşımlarda; en dıştaki katman dediğimiz yerde bu gün işçi sağlığı meselesinde hepimizi tartıştıran “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” var. Ve bu “Kanun”un içinden doğru tartışmaların sürdürüldüğünü görürken; “gizli” olarak başka bir kabul/inanç da anlatılmaya çalışılıyor. “Kanun”u gündemine alan DMKÖ ile sendikalar ve diğer yapılar, bir yanıyla da sermaye-devlet ile arasındaki ilişkiyi tanımlıyor, huzura çıkarıyor. Önümüze sürülen gündemleri (bugün İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, yarın başka bir yasa, tüzük, yönetmelik) yasa doğrultusunda ve yasaya bağlı olarak tartışmak (içeriden tartışma dediğimiz de budur) bir şey iken ve bir yere tekabül ederken, DMKÖ ile sendikaların yasa ile kurulmuş olması ile bu yapıların teorik-ideolojik-politik olarak öyle olup olmadığından bağımsız olarak doğru olması ise başka bir şey ve başka bir yere tekabül etmektedir.

Burada sistemin bir “organı” durumuna düşmek (veya aynı anlama gelmek üzere direnerek dizayn ve uyum), burjuva rasyonalizminin ön kabulü, korporatizm ile devletten-sermayeden bağımsız bir politika üretmek gibi iki ayrı kapı aralanıyor.

Birinci kapı aralandığında; işçi sağlığı meselesinin esas muhatabı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” olarak karşımıza çıkarken, tartışmanın içeriğinde de bu “Kanun” bağlamında/“Kanun”un içinden doğru hükümetin yanlış yaptığı görüşü ve buna karşı mücadele önceleniyor. Çünkü “Kanun”un işçi sağlığı ortamına müdahale olduğu ve buna karşı çıkılarak mücadele edilebileceği düşünülüyor. Maddeler üzerinden önerilen değişiklikler ise “Kanun”un sınıfsal bağlamda değerlendirilmesinin önünü kesiyor. Burada “Kanun”un işçi sağlığına getireceği olumsuzlukların bilimsel olarak kanıtlanması devlet-sermaye ile DMKÖ-sendikalar arasındaki ilişkiyi tanımlamaktan geçtiği göz ardı ediliyor. Ama bunu yapmadan, bir takım ezberleri bozmadan bilimsel olarak işçi sağlığı alanına inen olumsuzluklarla mücadele edilebilir mi? O halde öncelikle bilimsel olarak devlet-sermaye ile DMKÖ-sendika ilişkisinin tartışılması bir ihtiyaç. Öncelikle bu ilişkinin bir “organ” haline gelme tehlikesini eleştiriye yatırmak lazım. Çünkü korporatist inançlara bilimsel kanıtlar getirerek yasanın işçi sağlığına getireceği olumsuzlukları kanıtlamaya çalışmanın kendisi çelişkidir.

Böyle bir inanç dünyasından çıkılmadan, yapılmaya çalışılan ise, ancak ve ancak; inancın taraftarlarının inançlarıyla iç tutarlılık içinde bulunarak tepki vermelerini örgütlemekten öte gitmez.

Oysa yapılması gereken; yüzeysel olarak görünen şeyin/olgunun yani burada “Kanun”un içinden-içindeki maddelerden doğru değil, aksine onun ardındaki nesnel toplumsal nedenlerden doğru sınıfsal perspektifte açıklamalar/değerlendirmeler yapmaktır. Ancak o zaman farkımızı ortaya koyarak, farkı ortaya çıkararak yasa yapıcı devlet-sermaye tavrını açık edebiliriz. Ve elbette ki, o zaman konumumuzu da açık etmiş oluruz.

Buradaki amacımız, tekrardan ifade etmek gerekirse; Kendi başına DMKÖ ile sendikaların “yanlışlarını” göstermek değildir. İşçilere/emekçilere ve emekten yana olduğunu ifade eden yapılara yöntemsel sorunlar ile politik tavırlar arasındaki derinden işleyen ilişkiye dikkat çekmektir. Ve uygun stratejiyi, bu stratejiye bağlı politikayı anla(t)maya çalışmaktır. “Kanun” tartışması bir vesiledir. Esas sorun, zemin tuttuğumuz yöntem ile buradan doğru üreyen politika yapmak arasındaki makastadır.

YÖNTEM BAĞLAMINDA “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KANUNU” ESASINA İLİŞKİN NOTLAR…

Mevzuata/Kanuna yedirilmiş anlayışın ruhunun nerelerden doğru geldiği “Gerekçe” kısmında detaylandırılmıştır; Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Anlaşması, Avrupa Sosyal Şartı, TC Anayasası’nın 49. ve 56. maddeleri, 4857 sayılı İş Yasası…

Öyle bir tablo ile karşı karşıya bırakılmak istenmekteyiz ki; sanki kapitalist üretim ilişkileri içerisinde meslek hastalıkları ve iş kazalarına neden olan bu sistem/üretim ilişkileri değil de, bu sistem içerisindeki yasal eksiklikler ve “işveren”in (siz bunu sermayedar diye okuyun) eksikliği, bireysel sorumsuzluğu, niyeti ile “çalışanlar”ın (siz bunu işçi/emekçi diye okuyun) duyarsızlığı-bilgisizliği-niyeti!

Burada “devlet” ve uzantıları ise her şeyi gören(!) bir edada üst yapıda mevzuat düzenleyendir. Peki, bu “devlet” denilen nedir? Tabi ki tüm aygıtlarıyla; Meclis, hükümet, ordu, yargı, bakanlıklar, genel müdürlükleri, ideolojisi, sermaye ile bağı vs… Ama bildiğimiz bir şey var ki; “Kapitalist devletin asli görevi, kapitalist özel mülkiyet biçimlerini gerçekleştirmek ve güvence altına almaktır. Öte yandan sermaye çıkarlarını genelleştirip, sınıf egemenliğini meşrulaştırmak (hegemonya kurmak) gibi ikinci bir görevi (ve var oluş gerekçesi) daha vardır. Bu anlamda sermayenin ekonomik iktidarı ile siyasal iktidarının birlik ve denkliği ancak devlet eliyle sağlanabilir.”[2]

Tüm devlet biçimleri alt yapıdaki üretim ilişkilerinin üst yapıdaki karşılığı ise ve alt yapıdaki üretim ilişkileri de bu gün kapitalist üretim ilişkileriyse, bu devlet ve uzantılarının çıkartacağı mevzuat kime hizmet etmektedir/edecektir? Soru cevabını dikte ederken, kime hizmet ettiği gün gibi açıkken, bize tartıştırılan nedir o halde?

Bilelim ki; alt yapı ile üst yapıdaki bu “uygunluk durumu” bugün “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”nu önümüze koysa da, çıkartılan yasanın işçilerin ve emekçilerin gerçek ihtiyaçlarını karşıladığı anlamı çıkmaz. Ve bu nedenle bizlere tartıştırılan “Taslak” metinde sermayenin çıkarları ile onları temsil eden dünya görüşünün dışına çıkmamız istenmemektedir. Sınıfsal işbirliği (korporatist) içinde temsil ve katılıma dayanan bir “konsensus” istenmektedir.

Kapitalist üretim ilişkileri ve bunun üst yapıdaki karşılığı olan devlet, kendisini tartışılmaz bir yere koyup sistemi mutlaklaştırarak “en ideal üretim ilişkileri budur” demektedir. Ve “Nitekim devletin birikimle ilgili görevlerine ağırlık vermesi, yığınların gözünde ‘tarafsızlığını’ yitirmesi, sermaye ile özdeşleşmesi”[3] artık gün gibi açıktır. Buna rağmen; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Anlaşması’na, AB’ye ve öteden beri ILO’ya göndermeler yaparak uluslararası emperyal çevrelerin üretimin kolektif olması ile temellükün bireyselliği üzerine kurulan sistemlerine meşruiyet getirmek isterken, “hak” kavramını sınıfsal bağlamından kopartıp “kul hakkı” bağlamında ele alarak “ahlaksal” bir terminolojiyle bulanıklaştırmak istemekte ve sermaye-devlet çıkarlarını işçilerin/emekçilerin çıkarıymış gibi göstermektedir.

Ancak bu “ahlakçı” yaklaşımın dışına çıkarak, “sermaye birikimi ile devlet arasındaki diyalektik ilişkiyi anlayabilmek … kapitalist devletin ne olduğu/ne iş gördüğü/nasıl işlediği ile ilgili doğru bir fikre sahip” olmak mümkün olur. Ve artık buradan doğru görülen de şudur: “Kapitalist devlet, ekonomiden (pazardan) ayrı bir alanda (siyasal üst yapıda) örgütlenmiş olsa da, pratikte ne üretimden bağımsız ne de sınıflar karşısında tarafsızdır.” Öyle değil midir ki; Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda ağırlıklı olarak söz sahibi olan hükümet tarafı ile sermaye tarafı zaten sesi çıkmayan(!) en büyük işçi/emekçi sendikalarını da daha bir baskılayarak/asimile ederek ülkeyi “ucuz işçi cenneti”ne çevirdiler.[4]

Yaratılmaya çalışılan “meşruiyet” zemininde; “ulusal mevzuatın yeni teknolojinin gerektirdiği şartlara uyum çabası içinde olduğu”nu Kanun’un “Gerekçe” kısmında yazılıma geçirmişlerdir. Yeni teknoloji denilen şeyin ne olduğunu işçi sınıfı ve tüm emekçiler bilmektedir. Yani kapitalist üretim ilişkileri zemininde üretim araçlarının gelişkinliği ve bunun güdülediği üretim teknolojisi sayesinde ömrü uzatılmaya (diğer bir yanıyla da sonunun nesnel şartlarını olgunlaştırmaya) çalışılan kapitalist sistem; Fordizm’den Post-Fordizm’e geçiş, bant tipi üretimden kalite çemberlerine geçiş, esnek üretim… ve üretirken tükenen işçiler/emekçiler. Kapitalist üretim ilişkileri zeminindeki emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki (ama kâğıt üzerinde, yasada vs. uzlaşı yazılımları sermaye terminolojisinde olacak elbette) kalıcılaştırılıp/meşru gösterilirken, teknolojinin gelişmesiyle beraber sermaye birikim süreçlerinin de buna denk gelen haliyle, kârın maksimize edilmesi ve elbette ki işçiye/emekçiye “asgari gereksinimlerinin belirlenmesi” “hak” olarak teslim edilmektedir. “Gerekçe” kısmında yazılıma geçirilen bir diğer temel vurgu da Anayasa’nın 56.maddesinden: “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlar; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak işbirliğini gerçekleştirir.” Burada “tasarruf”un nereden yapılacağı ve bunun karşılığında başına neler geleceğini (“işbirliğini gerçekleştirir” sözüyle saklanmaya çalışılsa da) ise işçi ve emekçiler yaşayarak görüyor. Yine “verimi artırma”dan ne kastedildiği de işçiler ve emekçiler için son derece görünür halde. Yani iş kazaları ve meslek hastalıkları “tasarruf”un karşılığı olarak işçiye/emekçiye, “verimlilik artışının” ise sermayedara/patrona tahvil edildiğini biliyoruz. “Verimlilik” sermayenin kasasına yazılırken, “tasarruf” ise iş kazaları ve meslek hastalıklarından, iş cinayetlerinden ölen işçinin/emekçinin mezar taşına yazılıyor, o da iş cinayetinden ölen işçinin cesedi bulunursa!!!

Biz biliyoruz ki; “artı-değer” sömürüsünün kendisi iş kazası ve meslek hastalığı nedenselliğidir. Bu nedenle “kapitalizm öldürür/öldürüyor” diyoruz.

Altyapıdaki üretim ilişkilerinin bir tarafı olan sermayenin isteği doğrultusunda, ekonomi-politiğin yasası gereği devlet ve uzantıları bir “düzenleme” yaparak önümüze koydu “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”.

“İçeriden düşünmek” bir şey, ancak “dışarıdan düşünüp” içerinin kendi yasasıyla onu eleştirmek-teşhir etmek ise başka bir şey. Ama önce “dışarıdan düşünmek” için sınıfsal perspektif ışığında devletin-sermayenin ne olduğunu tekrar tekrar hatırlamak lazım. Yoksa bu “Kanun” karşısında ters-yüz olmak da var.

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” yürürlükteki yasa maddelerinin “müstakil” dedikleri yeni bir metinde tekrarı şeklindedir. Yani “Kanun”da “yeni” olan bir düzenleme bulunmamaktadır. “Kanun”, işçi sağlığına yönelik ve çalışma ortamına ilişkin işçilerin/emekçilerin sağlığını koruyacak ve iyileştirecek hizmet organizasyonuna ait eskiden daha ileri düzenlemeleri içermemektedir.

“Kanun”da korumaya ilişkin yaptırımlar yok. Siyasi irade tazminci bir yaptırım istiyor.

“Kanun”, sermayedarları işçilerin/emekçilerin sağlığının korunması ve iyileştirilmesi hususunda yükümlülük altına sokuyor! Ancak alanla ilgili profesyonellerin istihdam edilmesi durumunda tüm sorumlulukların işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı aracılığıyla işçilere/emekçilere devredilmesinin zeminini de hazırlıyor. Devlet-sermayedar, işçileri/emekçileri kendi sağlıklarından sorumlu tutarken, hem diğer sınıf kardeşlerinin sağlıklarından ve hem de işyerindeki üretim araçları ile kişisel koruyucu donanımın zarar görmesinden sorumlu tutuyor.

“Kanun”da işçi ve emekçilerin yaşamlarını ve sağlıklarını doğrudan ilgilendiren konularda söz sahibi olmaları, aktif rol üstlenmeleri, bu alana ilişkin işyeri düzeyinde politikaların oluşturulması ve sürece örgütlü katılımları yönünde hükümlere yer verilmemiştir. Tanımlanan “hakların kullanımı” konusunda mağdur olabilecek işçi ve emekçilere yönelik özel güvence ve yaptırımlar da öngörülmemektedir. Ayrıca işçi ve emekçilerin bireysel başvuruları ve bu başvuruları sonucunda zarar görmemelerine yönelik yeterli hükümler de bulunmamaktadır.

Tüm sosyal tarafları ülke politikaları için bir araya getirmeye çalıştığını iddia eden ve “çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi kulağa hoş gelen söylemleri yasa maddeleri arasına serpiştiren anlayış, devletin en üst kademesinden en alttaki birimlere kadar merkezi hegemonyacı anlayışına uygun hukukunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Ve bilelim ki; “Hegemonya egemenlik ilişkilerinin büründüğü biçimlerden bir tanesidir … egemenin, kendi dünya görüşü ve siyaset anlayışını yönetilenlere her hangi bir dışsal zorlamaya gerek kalmadan kabul ettirebilmesidir.” Bu tarz yaklaşımla; “Sömürü ve eşitsizlikler çok daha kolay doğallaştırılıp, normalleştirilirken, çelişki ve çatışmalar da daha kısa sürede soğurulabilir … hatta yanılsamayı güçlendireceği için hegemonik dünya görüşünün sınırları içinde kalan eleştirel görüşlere bile hoşgörüyle” yaklaşılmaktadır[5].

“Kanun”, iş güvencesinin olmadığı bir ülkede işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve işçi ile emekçilere işvereni/sermayedarı Bakanlığa şikâyet etmesi “hakkı”nı veriyor! “Kanun”da geçen işçi ve emekçinin “çalışmaktan kaçınma hakkı” ve “çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” gibi “haklar” iş güvencesinin yasal güvence altına alınması halinde üzerinde konuşulabilir, aksi halde “işçinin/emekçinin işten atılma hakkı”ndan öteye gidemez.

“Kanun”, 50’den fazla işçi/emekçi çalıştıran işyerlerinde verilmesi zorunlu olan işyeri sağlık ve güvenlik hizmetini 10 işçi sınırına indiriyor. 1–9 işçi/emekçi çalıştıran işyerlerindeki hizmetin faturasını adına prim ödenen işçilere/emekçilere keserken; 10 ve üzeri işçi/emekçi çalıştıran işyerlerinde ise hizmetin tamamının piyasa koşullarında verilmesinin zeminini hazırlayarak belirli bir kesime pazar oluşturuyor.

“Sağlık ve eğitim” çok özel bir kamusal alan olmasına rağmen, “Kanun” ile AB “uyum süreci” adı altında her düzeyde devlet eliyle ticarileştirilmekte, özel girişimciliğin desteklenmesi uğruna piyasanın talepleri ve ihtiyaçlarına uyarlanmaktadır. Ticarileş(tir)me işçi sağlığı ve güvenliği alanında da kabul görmekte, bu alandaki hizmet ve eğitimler alınıp satılan ve kâr sağlanan sektör olarak sermayenin yeni girişim alanı haline getirilmektedir.

Bakanlık kayıt dışının denetim altına alınacağını ifade ediyor. Kayıtdışı çalışanların iş kazası ve/veya meslek hastalığı geçirmesi durumunda; SGK’nın zararı tazmin edeceği ve çıkabilecek maliyetleri kayıt dışını denetlemekte görevli kişi ve kurumlara rücu edeceği bir düzenleme getirilmediği sürece kayıt dışı çalışanlar bu süreçten pozitif anlamda etkilenmeyecektir.

TERCİH ETTİĞİZ YÖNTEM BAĞLAMINDA ESASA İLİŞKİN NOTLARDAN DOĞRU “İÇERİYE” BAKIŞ: “KANUN” KAPSAMI

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”nun kimlerin adına hazırlandığını sınıfsal perspektifle ve materyalist yöntem bağlamında sizlerle paylaşırken; “içeriye” doğru eleştirilerimizle teşhire devam edelim…

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”nda Amaç; “İşyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini düzenlemek” (m.1) ve yine bu amaca uygun Kapsam da; “Bu kanun; kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile … tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanır” (m.2) şeklinde belirlenmiştir.

“Kanun” gerekçesinde; AB’nin Çerçeve Direktifi ile ILO’nun 155 ve 161 sayılı sözleşmelerine “uygun” düzenleme yaptıklarını belirten hükümet yetkilileri, söz konusu metinlerde belirtildiği gibi tüm çalışanların sağlığı ve güvenliğini sağlayacak yeni düzenlemenin “kamu ve özel tüm işyerleri ile tüm faaliyet alanlarındaki çalışanları kapsayacağını” iddia ettiler.

Tüm çalışanlar gerçekten yasa kapsamında “iş sağlığı ve güvenliği” hakkına sahip olacaklar mı? Bakalım…

KAMU ÇALIŞANLARININ “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” MESELESİ

Bu “hak” 1965 yılında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda tanımlanmıştır. 657 sayılı Kanun (m.188) “kaza ve mesleki hastalık hallerini” tanımladı, ancak mağdur olanlar haklarını 47 yıldır alamıyorlar. İşveren (yani devlet) kamu çalışanlarına özel sigorta yasası çıkarmadığından ve çalışanlar adına prim ödemediğinden; devlet memuru olarak adlandırılan emekçiler iş kazası geçirdiğinde “kaza”, meslek hastalığı geçirdiğinde “hastalık” olarak kabul ediliyor, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası haklarından yararlanamıyor.

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunu kamu çalışanı emekçileri Genel Sağlık Sigortası kapsamına aldı, ancak iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamına almadı. Bu nedenledir ki; kamu çalışanı emekçilerin “yeni” sosyal güvenlik sisteminde de “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hakkı” bulunmuyor.

SSGSS Kanunu gereğince; çalışanlar ve devlet emekliliğe esas aylık tutar üzerinden (memur olarak adlandırılan emekçiler adına %36) kısa ve uzun vadeli sigorta primi ödüyor. Ancak, tüm sigortalılar için işveren (kamu adına devlet) tarafından ödenmesi gereken, iş riskine göre değişen oranlardaki (%1–6,5) “iş kazası ve meslek hastalığı primi” devlet memuru emekçiler adına ödenmiyor.

SSGSS Kanunu ile İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Kanunu Tasarısı (birbirine karşıt yaptırımlarıyla) aynı dönemde hazırlandı. İSG Kanunu, “çalışan” tanımı yaparken “kendi özel kanunlardaki statülerine bakılmaksızın kamu veya özel işyerlerinde istihdam edilen gerçek kişiyi ifade eder” (m.3/b) ibaresini kullanıyor. SSGSS Kanunu ise “Kısa ve/veya uzun vadeli sigorta kolları bakımından adına prim ödenmesi gereken veya kendi adına prim ödemesi gereken kişiyi” (m.3/6) sigortalı olarak kabul ediyor. Başka bir anlatımla; adına prim ödenmeyen devlet memuru emekçi iş kazası ve/veya meslek hastalığı kapsamında sigortalı sayılmıyor.

Özetle Devlet Memurları Kanunu’ndaki aldatmaca alelusul tekrarlanıyor ve kamu çalışanı emekçilerin sağlığı ve güvenliği üzerinden devlet tasarruf(!) ediyor.

KENDİ ADINA ÇALIŞANLARIN “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” MESELESİ

SSGSS Kanunu; kendi hesabına bağımsız çalışanları “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası” kapsamında kabul ediyor. Sigortalılar, prime esas aylık gelir üzerinden riskin derecesine göre % 1–6,5 oranında prim ödüyor.

Kendi hesabına çalışan sigortalı iş kazası ya da meslek hastalığı geçirir ve mağdur hale gelirse; SGK müfettiş göndererek durum ve sorumluluk tespiti yapıyor. Ancak, SSGSS Kanunu gereğince “iş kazası veya meslek hastalığı, işverenin kastı veya sigortalıların sağlığını koruma ve iş güvenliği mevzuatına aykırı bir hareketi sonucu meydana gelmişse, Kurumca sigortalıya bu Kanun gereğince veya ileride yapılması gereken ödemeler … işverene ödettirilir.”

Özetle kendi hesabına bağımsız olarak çalışanlar her durumda kendi sağlık ve güvenliğinden sorumlu tutuluyor. Yani SGK 3 milyondan fazla kişiden prim toplayarak olmayan bir hak için kaynak oluşturuyor.

Söz konusu sigortalılar, risklere karşı iş kazası ve meslek hastalığı primi ödediğinden mağdur olma durumunda doğal olarak hak iddiasında bulunacaklar. Bakanlık, olası sorunları önceden görerek, prim ödenerek kazanılan bu hakkın kullanımının önlenmesine yönelik düzenleme yaptı. İSG Kanunu (m.2/ç) “Bu Kanun hükümleri; çalışan istihdam etmeksizin kendi nam ve hesabına mal ve hizmet üretimi yapanlar hakkında, uygulanmaz” ibaresi ile kendi nam ve hesabına çalışanları “istisnalar” içerisinde saydı.

Anlaşılacağı gibi; “İSG Kanunu ile bütün çalışanlar iş sağlığı ve güvenliği kapsamına alındı, sağlık ve güvenlik önlemleriyle ilgili çalışan sınırı kaldırıldı…” sözleriyle bir aldatmaca yaşatılıyor.

Özetle; İSG Kanunu, SSGSS Kanunu’nda değişiklik sağlamadığı sürece 155 ve 161 sayılı ILO sözleşmeleriyle de uyumlu değildir.

İSG Kanunu’nun tüm çalışanları kapsaması için hükümetin sosyal sigorta hakkını SSGSS Kanunu ile kamu çalışanı emekçilere de tanıması ve kendi hesabına çalışanları ve diğer çalışanları istisna olarak kabul etmemesi gerekmektedir. Ayrıca kayıtdışı çalışanların da bir işyerinde ve işverenin sorumluluğunda iş kazası veya meslek hastalığı geçirebileceği gerçeği kabul edilmeli ve devletin denetim zafiyeti sonucu kayıt altına alınamayan işyerlerindeki mağdurların mağduriyetlerinin bedeli çalışanlara yüklenmemelidir.

 

İŞVERENLERİN YÜKÜMLÜLÜKLERİ MESELESİ

“Kanun”, işverenleri “Çalışanların işle ilgili sağlık ve güvenliğini sağlamak; mesleki risklerin önlenmesi, eğitim ve bilgi verilmesi dahil her türlü tedbirin alınması, organizasyonun yapılması, gerekli araç ve gereçlerin sağlanması, sağlık ve güvenlik tedbirlerinin değişen şartlara uygun hale getirilmesi ve mevcut durumun iyileştirilmesi” konularında yükümlülük altına sokuyor ve “çalışanların tedbirlere uyup uymadığını sürekli denetlemek ve izlemekle” yükümlü kılıyor (m.4).

“Kanun”, işverenlere yaptırımları artırıyor, ancak yerine getirilmeyen yaptırımlar için işverenlere caydırıcı cezaları öngörmüyor. Şöyle ki; cezaların getirdiği/getireceği maliyetler koruyucu önlemlerin getirdiği maliyetlerin hep altında kalacak. Ve cezaların ancak denetim sonrasında gündeme gelebileceği düşünüldüğünde bir şekilde denetim dışı kalan ya da denetim dışı kalmayı başaran işverenler hiçbir zaman cezai işlemlerle karşı karşıya kalmayacaklar. Bakanlığın resmi görevlileri, işyerlerinin işçi sağlığı ve güvenliği açısından denetimlerinin %3 düzeyinde yapılabildiğini ifade ettikleri dikkate alındığında ve müfettişlerin “itfaiyeci” yaklaşımıyla çalışmak zorunda kaldıkları kabul edilirse; bir işyerinin denetlenemezliğinin koşullarını da görmüş oluruz.

“Kanun”da 4.maddenin gerekçesinden; “Genel önleme ve koruma politikalarının son prensibi çalışanlara talimat verilmesidir. Bu talimatlar ile öngörülen işe ilişkin riskler tanımlanarak ve alınması gereken önlemlerden bahsedilerek, çalışanların işi güvenli bir şekilde yapmaları sağlanacaktır.” Kanun “risklerden kaçınılmasını” öneriyor. Ve başka bir kapı açıyor; “tehlike kaynağının ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı durumlarda” (kaçınılmazlık ilkesi) işverenin “risk değerlendirmesi” (yapar veya yaptırır) sonrasında görevli profesyoneller aracılığıyla önce eğitim, sonra talimatlar vermesini ve işçiyi tehlikeye özel görevlendirmesini istiyor. Bundan sonrasını işçiye bırakıyor!

“Kanun”, sermayedarları “iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için” işyerlerinde “iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi ile diğer sağlık personeli” gibi profesyonelleri görevlendirmekle yükümlü kılıyor. “Kanun”, “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi” (OSGB) tanımından işverenlerin/sermayedarların ortaklaşa kurdukları birimleri değil, “Bakanlıkça yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşları, organize sanayi bölgeleri ile Türk Ticaret Kanununa göre faaliyet gösteren şirketleri” (m.3/m) anlamak istiyor. Kamu kurum ve kuruluşları (4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamındakiler) işyeri sağlık hizmetini Sağlık Bakanlığı’na bağlı döner sermayeli kuruluşlardan, iş güvenliği hizmetlerini ise 4734 sayılı Kanun hükümlerine göre “ihale” yoluyla alacaklar. Anlaşıldığı kadarıyla bu hizmet ya piyasa koşullarında sunulacak ya da kamuyu (Kurum Hekimliği veya Toplum Sağlığı Merkezi) tercih eden hekimlere angarya görev olarak havale edilecek.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI ÇALIŞMA SÜRELERİ MESELESİ

“Kanun” işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının çalışma süresi ile ilgili (m.8/6) önceki tasarıdaki zamansal verileri artık vermiyor. Çünkü, Bakanlık söz konusu süreleri ne zaman tanımlasa yarattığı formüller ile alanda kaos yaratıyor. Çalışma süreleri yasa maddelerinden çıkartılarak yönetmeliklere gönderme yapıldı (m.30/1) ve olası sorunlar ertelenmiş oldu!?

“Kanun”, “tam gün” çalışacaklar ile ilgili yükümlülüğü tanımlarken, “kısmi zamanlı” istihdam sağlanacak orta ve küçük işletmelerden söz etmiyor. Çünkü Bakanlık küçük ve orta ölçekli işyerlerinde İSG hizmetleri için ticari işletmeleri öneriyor.

İŞÇİ SAYISI ÖLÇÜTÜ MESELESİ

İş Kanunu 81. maddesi “Kanun” ile yürürlülükten kaldırılacağından “50’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinde İSG Birimi hizmeti ile işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamı” zorunluluğunun sınırları yeni düzenleme ile 10 işçi sınırına indiriliyor (m.7/1). Kamu kurum ve kuruluşları hariç 10’dan az işçi çalıştıran “çok tehlikeli işler” için yeni düzenleme vadeden Bakanlık, bu düzenlemenin nasıl olacağını “Kanun”da belirtmedi. Bakanlık yetkililerinin “Bir çalışanı olsa da tüm işçileri kapsayacak” söylemlerinden sonra “Kanun”da destek sağlanacak ondan az çalışanı bulunan “diğer işyerleri” ile ilgili düzenlemeler yönetmeliklere bırakıldı.

Beklenti şudur ki; 1–9 işçi çalıştıran işyerlerindeki hizmeti kamu adına SGK aracılığıyla iş kazası ve meslek hastalıkları priminden finanse etmek (m.7/1); 10 ve üzeri işçi çalıştıran tüm işyerlerinde ise işverenlerin isteğine bağlı olarak (isteyen işyerinde işyeri sağlık ve güvenlik hizmeti verebilir) hizmetin tamamının piyasa koşullarında OSGB aracılığıyla verilmesi.

ÇSGB, 09.12.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımladığı “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmeliğin Uygulanmasına Dair Tebliğ” ile taşeron şirketlerin “işyerlerinde İSG Birimi kurarak alt işveren olarak hizmet verebileceğini” öngördü.

Özetle, “tasarruf” politikalarına yönelik bu uygulamanın varacağı yer; bireysel olarak işyeri hekimi ya da iş güvenliği uzmanı olarak çalışmanın imkânsızlaşmasıdır. Bu da şu anlama geliyor; hizmet ya piyasa koşullarında “dışarıdan” verilecek ya da taşeron şirketlerin işyerlerinde işyeri sağlık ve güvenlik birimi oluşturmasıyla hekim ve mühendisler taşeron tasarrufunda “dışarıdan” gelen elemanlar olarak işyerine girecekler.

DİĞER SAĞLIK PERSONELİ MESELESİ

Tasarı, “işyeri hemşiresi/sağlık memuru” kavramını alandan silmişti. “Kanun” “İşyeri hemşiresi” tanımını “Bakanlıkça yetkilendirilmiş işyeri hemşireliği belgesine sahip hemşire/sağlık memuru” olarak yaparken (m.3/1ş) bu meslek grubu için “diğer sağlık personeli” kavramını kullanıyor (m.3/d, 6/1, 30/1) ve bu personelin çalışma koşulları ile ilgili hiçbir düzenleme getirmiyor.

Dünyada ve Türkiye’de “işyeri hemşireliği” bilimdalı ve uzmanlık alanı olarak kabul edilmesine rağmen 1980 ve 2003 yıllarındaki yönetmeliklerde; 50’den fazla işçi çalıştıran ve işyeri sağlık birimi açmak zorunda olan tüm işyerleri için işyeri hemşiresi veya sağlık memuru istihdam zorunluluğu vardı. 2006 ve 2008 versiyonu “Taslak”larda “işyeri hemşireliği” tanımı “iş sağlığı ve güvenliği konularında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetki verilen resmi veya özel kurum ve kuruluşlar tarafından düzenlenen işyeri hemşireliği eğitim programlarına katıldıklarını belgeleyen ve Bakanlıkça açılacak sınavda başarılı olup Bakanlıkça belgelendirilmiş hemşire” olarak yapıldı ve ayrıca işverenlerin işyeri hemşiresi görevlendirmesi şart koşuldu. Bu kavramlar her yeni düzenleme ile biraz daha sulandırıldı; önce işyeri hemşiresi veya sağlık memuru istihdamı için gerekli işçi sayıları yukarı çekildi, sonra bu kavramlar yerine “diğer sağlık personeli” ibaresi ile hafife alınan bu görev için “kayıtların tutulması istatistikî bilgilerin derlenmesi ve yazışmaların yapılması vb” açılımı yapılarak bilimsel değerlendirmeler ve çalışanların sağlığı ciddiye alınmadı. Ve sonunda alanın piyasalaşması ve sağlık hizmeti üzerinden yapılan tasarruflar nedeniyle işyerlerinde ya da piyasada hizmet verecek taşeron şirketler için işyeri hemşiresi veya sağlık memuru istihdamı tamamen gereksizleştirildi/belirsizleştirildi. “Kanun” tam süreli işyeri hekimi görevlendirilen işyerlerinde diğer sağlık personeli görevlendirilmesi zorunluluğunu kaldırdı (m.6/3).

RİSK DEĞERLENDİRMESİ MESELESİ

“Kanun”, işyerlerinde “risk” kavramının yerleşmesi ve sermayedara “risk değerlendirmesi” zorunluluğunun getirilmesini öngörüyor. “Kanun”, esas amacıyla (sorunu değil sorumluyu bulma) bağlantılı olarak “çalışma ortamında bulunan risklerin önlenmesi ve/veya önlenemeyen riskleri asgari seviyeye indirerek sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamının sağlanması” vurgusunu yapıyor.

“Kanun”, AB Çerçeve Direktifi’nde belirtilen “iş sağlığı ve güvenliğini sağlamada genel önleme ilkelerini, risk değerlendirmesini ve risk yönetimini” esas alıyor ve olmazsa olmaz olarak kabul ediyor. Ancak, işveren “mesleki risklerin önlenmesi ve bu risklerden korunulmasına yönelik çalışmaları da kapsayacak iş sağlığı ve güvenliği hizmetini … kendisi üstlenebilir” (m.6/1) ve “işveren, risk değerlendirmesi yapmak veya yaptırmakla yükümlüdür” (m.5, 10/1) gibi açılımlar da yapıyor. İşveren, “risk değerlendirmesi sonucu alınacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri ile kullanılması gereken koruyucu donanım veya ekipmanı” da belirliyor (m.10/2).

İşverenlerin kendisine ait işyerlerinde risk değerlendirme, korunma ile birlikte işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı görevini üstlenmesi durumunda; ÇSGB’nin bu alandaki denetimlerinin %3’den daha az olduğu düşünüldüğünde sonuçlar da tahmin edilebiliyor. Aynı “Kanun”, denetim eksikliğini kapatmak adına ironi yaparcasına “İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanları görevlendirildikleri işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili alınması gereken tedbirleri işverene yazılı olarak bildirir; bildirilen hususlardan hayati tehlike arz edenlerin işveren tarafından yerine getirilmemesi halinde, bu hususu Bakanlığın ilgili birimine bildirir” (m.8/2) yaptırımını getiriyor. Bu yaptırımın kendi işyerinde işyeri hekimliği veya iş güvenliği sorumlusu olan işveren tarafından yerine getirilmemesinin herhangi bir cezai karşılığı da bulunmuyor.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANININ YÜKÜMLÜLÜKLERİ MESELESİ

“Kanun”, işverenleri iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için işyerlerinde iş güvenliği uzmanı ile işyeri hekimi görevlendirmekle yükümlü kılıyor (m.6/1). Ve işverenler tarafından verilmesi zorunlu olan “iş sağlığı ve güvenliği hizmeti” konusunda görevlendireceği iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi gibi profesyonellerin sorumluluklarını tanımlıyor.

Ancak, “Kanun”, yüzünü döndüğü tarafı işaret ediyor; işverenler “Çalışanları arasında belirlenen niteliklere sahip personel bulunmaması hâlinde, bu hizmetin tamamını veya bir kısmını ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alarak” yerine getirebilecekler.

Hizmet sunan kuruluşlar ile iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi hizmetlerindeki ihmallerinden dolayı hizmetin verildiği işyerindeki işverene karşı sorumlu olacaklar. “Kanun”, “iş kazası veya meslek hastalığının meydana gelmesinde ihmali tespit edilen işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanının yetki belgesi askıya” alınacak (m.8) ifadesini kullanırken, madde gerekçesinde “üstlendikleri görevleri ile ilgili ihmal ve kusurlu davranışlarından dolayı yetkileri ellerinden alınacak” gibi katı yaptırımları görebiliyoruz.

İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı alınması gereken tedbirleri işverene yazılı olarak bildirecek. Bildirim sonrasında işverenin gereğini yerine getirmemesi durumunda para cezası (şikâyet konusu olursa) uygulanacak. Hayati tehlike arz eden durumlardan tehlike arz edenlerin yerine getirilmemesi halinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi durumu Bakanlığa bildirecek.

Bu bildirimin yapılmasının koşulları var mı? Ya da bildirim yapılmaz ise ne olur? Bildirim yapılır ise ne olur? Sorularının karşılığı “Kanun”da bulunmuyor. Bu soruların yanıtı iş güvencesi olduğu ve olmadığı durumlar için ayrı ayrı verilebilir.

“Kanun” (m.8/7), “Kamu kurum ve kuruluşlarında ilgili mevzuata göre çalıştırılan işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı…asli görevlerinin yanında…çalışmakta oldukları kurumda veya diğer kurum ve kuruluşlarında…görevlendirilebilirler” angarya yaptırımını getiriyor. “Kanun” böyle bir görevlendirmede 80 saatten fazlasına ücret ödenmesini uygun görmüyor.

ÇALIŞANLARIN YÜKÜMLÜLÜKLERİ MESELESİ

(1) Çalışanlar, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili aldıkları eğitim ve işverenin bu konudaki talimatları doğrultusunda, kendilerinin ve hareketlerinden veya yaptıkları işten etkilenen diğer çalışanların sağlık ve güvenliklerini tehlikeye düşürmemekle yükümlüdür. (2) Çalışanların, işveren tarafından verilen eğitim ve talimatlar doğrultusunda yükümlülükleri şunlardır: a) İşyerindeki makine, cihaz, araç, gereç, tehlikeli madde, taşıma ekipmanı ve diğer üretim araçlarını kurallara uygun şekilde kullanmak, bunların güvenlik donanımlarını doğru olarak kullanmak, keyfi olarak çıkarmamak ve değiştirmemek. b) Kendilerine sağlanan kişisel koruyucu donanımı doğru kullanmak ve korumak. c) İşyerindeki makine, cihaz, araç, gereç, tesis ve binalarda sağlık ve güvenlik yönünden ciddi ve yakın bir tehlike ile karşılaştıklarında ve koruma tedbirlerinde bir eksiklik gördüklerinde, işverene veya çalışan temsilcisine derhal haber vermek.” (m.19)

“Kanun”a göre kurallara (işverenin talimatlarına) uymak çalışanların görevlerindendir. “Çalışanların sağlık ve güvenlik kurallarına uymamaları kendi görevlerinin yanında diğer çalışanların sağlık ve güvenliği ile işyerinin güvenliğini de tehlikeye atacaktır. Bu nedenle, işverenin talimatı gereği kendi sağlık ve güvenliklerinden sorumlu oldukları gibi hareketlerinden diğer çalışanların etkilenmesinden de sorumlu olacaklar” (Gerekçe’den).

Özetle; işveren/sermayedar işçi ve emekçileri hem kendi sağlıklarından, hem diğer işçi ve emekçi sınıf kardeşlerinin sağlıklarından, hem de işyerindeki üretim araçları ile kişisel koruyucu donanımın zarar görmesinden sorumlu tutacak.

ÇALIŞANLARIN HAK VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ: “ÇALIŞMAKTAN KAÇINMA HAKKI” MESELESİ

İş Kanunu’ndaki “çalışmaktan kaçınma hakkı” “Kanun”, içerisinde (m.13) yeniden düzenlendi: “(1) Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanarak, işveren ise derhâl kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir. (2) Kurul veya işverenin çalışanın talebi yönünde karar vermesi hâlinde çalışan, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. (3) Çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda birinci fıkradaki usule uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz. (4) İş sözleşmesiyle çalışanlar, talep etmelerine rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı durumlarda, tabi oldukları kanun hükümlerine göre iş sözleşmelerini feshedebilir.”

“Kanun”, “ciddi ve yakın tehlike” tanımlamasını aynı zamanda “Acil durum planları” başlıklı 11’inci maddede yapıyor. “Kanun”a göre bir tehlikenin sadece ciddi olması ya da sadece tehlikeli olması yetmiyor, her iki durumun beraberliğine ilaveten “önlenemez” olduğu durumda yani işçi “ölümle karşılaşırsa” söz konusu “hak” kullanılabiliyor. Yani işçi ölüm tehlikesini görecek ve işverene veya işveren vekiline başvuracak, işveren veya işveren vekili durumu derhal inceleyerek karar verecek, karar yazılacak, çalışana ve varsa iş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcisine bildirilecek… Ve çalışan işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gidecek… “Kanun”a göre; işçi isterse çalışmaktan kaçınabilir, isterse bölgeyi terk edebilir veya isterse iş sözleşmesini feshedebilir. Bu bir “hak” olmaktan ziyade; iş güvencesi sorununun çözülemediği, haksız işten çıkartmaların önlenemediği, fazla çalıştırmaya sınır kon(a)madığı bir ortamda işçi ölmez sağ kalırsa olsa olsa “işçinin işten atılma hakkı” olabilir.

“Kanun”a göre çalışanlar “ciddi, yakın ve önlenemez tehlike” ile karşılaştıklarında çalışmaya zorlanamayacaklar ve işi bırakıp daha güvenli bir yere gidebilecekler. Örneğin; Aşkale’de gölet içerisinde deniz bisikletiyle “ciddi, yakın ve önlenemez tehlike” ile karşılaşarak mahsur kalan beş TEDAŞ işçisi a) görevi reddedebilecek, b) işverene başvurarak durumun tespitini isteyebilecek, c) varsa İSG Kurulu’nu acil toplantıya çağırabilecek… İşveren veya Kurul kararına göre işçiler yeniden bir karar verecekler! Tabi bu sırada soğuktan donmazlarsa.

Söz konusu 13’üncü madde 4857 sayılı İş Kanunu’nda (m.83) “işçilerin hakları” adı altında mevcut ve dokuz yıldır yürürlükte. Nedendir bilinmez “Taslak” 83’üncü maddeyi yürürlükten kaldırırken yeniden bir “hak” tanımı yapıyor. Eğer bu madde bir hak olsaydı hükümetin tüm kurumlarıyla gündeme aldığı Tuzla Tersaneleri sorunları çözüme kavuşur, ölümler olmazdı. İş cinayetleri artmaz, azalırdı. Sormak gerekir “çalışmaktan kaçınma hakkı” tersanelerde ve diğer iş cinayetlerinin yaşandığı iş kollarında ne kadar kullanıldı?

ÇALIŞANLARIN GÖRÜŞLERİNİN ALINMASI VE KATILIMLARININ SAĞLANMASI MESELESİ

“Kanun”un “Çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması” başlıklı 18’inci maddesinden: “(1) İşveren, görüş alma ve katılımın sağlanması konusunda, çalışanlara veya iki ve daha fazla çalışan temsilcisinin bulunduğu işyerlerinde varsa işyeri yetkili sendika temsilcilerine yoksa çalışan temsilcilerine aşağıdaki imkânları sağlar: a) İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili konularda görüşlerinin alınması, teklif getirme hakkının tanınması ve bu konulardaki görüşmelerde yer alma ve katılımlarının sağlanması. b) Yeni teknolojilerin uygulanması, seçilecek iş ekipmanı, çalışma ortamı ve şartlarının çalışanların sağlık ve güvenliğine etkisi konularında görüşlerinin alınması. (2) İşveren, destek elemanları ile çalışan temsilcilerinin aşağıdaki konularda önceden görüşlerinin alınmasını sağlar: a) İşyerinden görevlendirilecek veya işyeri dışından hizmet alınacak işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve diğer personel ile ilkyardım, yangınla mücadele ve tahliye işleri için kişilerin görevlendirilmesi. b) Risk değerlendirmesi yapılarak, alınması gereken koruyucu ve önleyici tedbirlerin ve kullanılması gereken koruyucu donanım ve ekipmanın belirlenmesi. c) Sağlık ve güvenlik risklerinin önlenmesi ve koruyucu hizmetlerin yürütülmesi. ç) Çalışanların bilgilendirilmesi. d) Çalışanlara verilecek eğitimin planlanması.”

Peki, işveren çalışanların önceden görüşünü almaz ise ne olur? Yanıtı “Kanun” veriyor: Doğruluğu kanıtlanırsa işveren 1000 TL para cezası öder (m.26/1).

“Yönetişim” oyununun; “Kanun” TBMM’nde görüşülürken “tarafların görüşünü almak” olarak yaşandığı durumu, işliklerde işverenin işçi ve emekçiyle “görüşlerinin alınması ve katılımın sağlanması” biçiminde yaşanacağı açıkça ortada.

ÇALIŞANLARIN BİLGİLENDİRİLMESİ VE EĞİTİMİ MESELESİ

“Kanun”, çalışanların işyerinde karşılaşacakları sağlık ve güvenlik konularıyla birlikte “yasal hak ve sorumlulukları” hakkında gerekli bilgiyi almalarının sağlanmasını öngörüyor (m.16,17). “Kanun” bütün olarak değerlendirildiğinde; “bilgilendirme ve eğitim” talimatlarla sorumluluğun alt kademelere yüklenmesinin ön şartı olarak kabul ediliyor. Nitekim “Gerekçe”de mesaj veriliyor; “Genel önleme ve koruma politikalarının son prensibi çalışanlara talimat verilmesidir. Bu talimatlar ile öngörülen işe ilişkin riskler tanımlanarak ve alınması gereken önlemlerden bahsedilerek, çalışanların işi güvenli bir şekilde yapmaları sağlanacaktır.”

İŞ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ ÇALIŞAN TEMSİLCİSİ MESELESİ

İşyerlerinde “iş sağlığı ve güvenliği konularında çalışanları temsil etmeye yetkili çalışanı” “çalışan temsilcisi” olarak tanımlayan (m.3/c) “Kanun” temsilci seçiminin kuralını da belirliyor. Önceki taslaklarda “bütün çalışanların katılımı ile yapılacak seçim” yoluyla belirlenen temsilci seçiminde kural değiştirilerek; “çalışanlar arasında yapılacak seçim veya seçimle belirlenemediği durumda atama yoluyla görevlendirilir” şekline dönüştürüldü (m.20).

İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIKLARI

“Kanun”, iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi konusunda ciddi iddialarla ortaya çıktı. İş Kanunu ve SSGSS Kanunu’nda bulunan düzenlemelere ek bir düzenleme getirmemesine rağmen medyadaki yasa tanıtımlarında “iş kazalarının ve işçi ölümlerinin azalacağı” mesajları verildi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından 2011 yılında tespit edilen iş kazası sayısı 69.227, meslek hastalığı sayısı ise 688 olarak duyurulmuştur[6]. Son 9 yılda (2003–2012 arası) görülen iş kazalarının ortalaması 73.718, meslek hastalıklarının ortalamasını ise 590 olarak hesaplanmaktadır. İş kazası sonucu 2011 yılında 1563 kişi ölmüş ve 2086 kişi malul duruma düşmüştür. Son 9 yılda kaza sonucu ölümlerin ortalaması 1156 ve malul kalan sayılarının ortalaması ise 1659 olarak bulunmuştur. İş kazalarında dünyada hep başa güreşen Türkiye’de AKP iktidarı döneminde önemli bir değişim yaşanmış, durum giderek daha da kötüye gitmiştir. Kaza sayıları hileli yöntemlerle ortalamanın %6’sı kadar düşürülürken, kaza sonucu ölümler ortalamanın %35’i, kaza sonucu maluliyet ise ortalamanın %26’sı kadar artmıştır.

Uluslararası tespitlere baktığımızda; her bin çalışan için yılda 4–12 yeni meslek hastalığı olgusu beklenmektedir[7]. Türkiye’de çalışma yaşamında aktif yer alan 23 milyon emekçi üzerinden yapılan bir başka hesaplama yöntemine göre her yıl 100 ile 300 bin arasında meslek hastalığının tespiti beklenmelidir. Bu tabloya rağmen meslek hastalıklarıyla ilgili devlet-sermaye suskunluğu devam ediyor.

Anlaşılan odur ki; iş kazalarının toplu iş cinayetlerine dönüştüğü çalışma ortamlarında herhangi bir iyileşme olmayacak, meslek hastalıklarına ilişkin ‘suskunluk’ devam edecek. “Kanun” gerekçesinde ifade edildiği gibi “iş kazalarının veya ortaya çıkan meslek hastalıklarının işyerinden mi yoksa çalışanların kurallara uymadaki ihmallerinden mi kaynaklandığının tespiti yapılacak ve buna göre gerekli tedbirlerin alınması sağlanmış olacak.” Yani “günahkârlar” aranacak; işveren “eğitim ve talimat” yükümlülüğünü yerine getirmişse, işyerinde profesyonel çalışanlar ve kazaya uğrayan işçiler/emekçiler olayın sorumlusu olarak tanımlanacaklar.

İŞYERİ HEKİMİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI EĞİTİMLERİ

“Kanun”, işyeri hekimi olarak; “iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerini yürütmek üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş işyeri hekimliği belgesine sahip hekimi” ve iş güvenliği uzmanı olarak; “iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip mühendis, mimar veya teknik elemanı” tanımlıyor. “Kanun”, eğitim kurumu olarak; “İşyeri hekimliği, iş güvenliği uzmanlığı ve işyeri hekimi dışında diğer sağlık personelinin eğitimlerini vermek üzere Bakanlıkça yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşlarını, üniversiteleri ve Türk Ticaret Kanununa göre faaliyet gösteren şirketler tarafından kurulan müesseseleri” tanımlıyor (m.3/1).

Önceki taslaklarda işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı eğitimleri ve bu eğitimi verecek kurum ve kuruluşlar yasa maddeleri ile ayrıntılandırılmışken “Kanun”, bu düzenlemelerin yönetmeliklerle yapılmasını uygun görmüş (m.30/1). Üniversiteleri ve meslek örgütlerini yok sayarak piyasaya yönlendirilen eğitimlerle, para ile satılan belgelere dönüştürülen eğitim anlayışı, günübirlik düzenlemeleri zorunlu hale getirdiğinden; Bakanlık yasa maddesi yerine yönetmelik üzerinden alanı düzenleme tercihini kullanarak tasarıyı değiştirdi.

Diğer taraftan, devlet adına hiçbir girişimde bulunmadığı halde 25 yıllık emeği hiçe sayan Bakanlık; meslek örgütleri tarafından verilen onbinlerce sertifikayı “yok sayan” yasal düzenlemeler yapmıştı. Danıştay’ın verilen birçok sertifikayı geçersiz sayması üzerine alanda istihdam edilecek işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı bulmakta zorlanan aynı Bakanlık tüm sertifikaları “var sayan” düzenlemelere “Kanun”da yer verdi (Geçici Madde 4 ve 5). Bu durumu bir başka açıdan değerlendirdiğimizde; Bakanlık yasa metninde meslek örgütlerine sağladığı olanakla TTB ve TMMOB cephesindeki muhalefetin direncini de kırmış oldu. Bu sebepledir ki, TTB ve TMMOB son “Kanun”a anlamlı muhalefet etmediler.

ULUSAL İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONSEYİ

“Ülke genelinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili politika ve stratejilerin belirlenmesi için” kurulan “tavsiyelerde bulunmak” gibi bir görevi üstlenen Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi ağırlıklı olarak hükümet temsilcileri ve bürokratlardan (25 üyenin 13’ü atanmış, 12 üye ise seçilmiş) oluşmaktadır. Seçilmişlerin bazıları da işveren örgütü ya da hükümet güdümlü örgütlenmeler adına katılmaktadır (m.21). Bu düzenleme ile salt çoğunluğu sağlayan siyasi iradenin “sosyal diyalog” adına kararlar alarak alanla ilgili “tavsiyelerde” bulunması beklenmektedir.

YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILAN VE DEĞİŞTİRİLEN HÜKÜMLER

“Kanun”, 4857 sayılı İş Kanunu’nda bulunan işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili tüm maddeleri yürürlükten kaldırıyor. Kimi maddeler “Kanun”da benzer veya değişik ifadelerle yer alıyor, kimi maddeler ise hiç yer almıyor.

Kaldırılan ya da değiştirilen maddelerden bazıları: İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri (m.77), İş sağlığı ve güvenliği yönetmelikleri (m.78), İşin durdurulması veya işyerinin kapatılması (m.79), İş sağlığı ve güvenliği kurulu (m.80), İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri (m.81), İşçilerin hakları (m.83), ağır ve tehlikeli işler (m.85,86), On sekiz yaşından küçük işçiler için rapor (m.83), Gebe veya çocuk emziren kadınlar için yönetmelik (m.88)…

“Kanun”, çalışanların sağlık raporu alma zorunluluğunu “tehlikeli” ve “çok tehlikeli” işyerleri ile sınırlı tutuyor (m.15).

“Kanun”, İş Kanunu’nda (m.79) geçen “işyerinin kapatılması” yaptırımını yasa metninden çıkartıyor.

“Kanun”, İş Kanunu’ndaki; çocuk ve genç işçiler için alınması zorunlu sağlık raporları ile gece çalışanlara verilecek sağlık raporları (m.69), çıraklara tanınan iş sağlığı ve güvenliği hakkı (m.4/f), “Sağlık kurulları bakımından günde ancak yedibuçuk saat ve daha az çalışılması gereken işler” (m.63) ile ilgili düzenlemeyi iptal ediyor (m.37). İptal edilen düzenlemeler için ne yapılacağı belirsizliğini koruyor.

YÜRÜRLÜK

“Kanun” birçok konuyu yönetmeliklere havale etti. Bakanlık bürokratlarının ‘ellerini ovuşturarak’ ve büyük keyif alarak hazırlayacakları metinler üzerinden Türkiye’de işçi sağlığının kaderi belirlenecek. “Kanun” maddelere göre değişiklik göstermekle birlikte yayımı tarihinden itibaren en geç 2 yıl sonra yürürlüğe girecek. Ancak, 50’den az işçisi olan işyerlerinden tehlikeli ve çok tehlikeli işyerlerinde 1 yıl sonra, tehlikeli ve az tehlikeli işyerlerinde 2 yıl sonra yürürlüğe girecek (m.38).

İŞ CİNAYETLERİ “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KANUNU” İLE ÖNLENEMEZ

“İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” aslında işçi sağlığı alanı üzerinden devletin kendisini daha bir açık etmesi/tanımlamasıdır.

“Kanun”a karşı “gördük, sobe” denmelidir. Devlet denilen “zahiri-fuluğ” yapıyı bu “Kanun”, üzerinden görünür kılmalı-teşhir etmeli, çözümlemelidir. Ve denmelidir ki; Ne kadar fazla yasa çıkarsa devlet bir o kadar çürümüştür.

Sermayenin kâr hırsı ateşinde pişirilip pişirilip işçi sağlığı alanına devlet-hükümet işbirliği üzerinden servis edilen “Kanun” işçiler/emekçiler için “yok hükmündedir”. Bu ateşi söndürecek olan ise; sınıfın tarihsel belleği ve örgütlü gücüdür.

Tek tek maddeler üzerinden “içeriye sıkışıp kalmak”, “yönetişim” oyununa gelmek anlamsızdır. Çünkü bu “Kanun”u işçilere/emekçilere servis edenler zaten “en mükemmeli” bulmuştur! Onların yapmak istediği; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın söylediği gibi, kendi mutfaklarında hazırlayıp işçiye/emekçiye sundukları yasanın “ikna turunu tamamlamak”tır. Kendi varlıkları için uluslararası ağa-babalarının yolundadırlar. Ve ağa-babalarının işçi sağlığında durumları da hiç iyi değildir. AB ülkelerinde işçi sağlığı meselesinin boyutunu, daha önceki yıllara göre durumlarının iyi olmadığını ise Avrupa’daki sınıf kardeşlerimiz yaşıyor, biz de biliyoruz.

Şimdi ne mi yapmalıyız?

“İşçilerin/emekçilerin kapital birikim sürecindeki uygun toplumsal rollerini başarması kapasitesi” olarak tanımlanması gereken kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki sağlık tanımını, öncelikle Dünya Sağlık Örgütü’nün sınıfsal bağlamından koparılmış/aldatmaca sağlık tanımının yerine koymalıyız.

Bu sınıfsal perspektif zemininden aldığımız güçle kapitalist üretim ilişkilerini ve patronları “kendi yasaları”yla da yargılamalıyız. Kapitalizmin ömrünü uzatmak için sahneye çıkan ve sınıflararası uzlaşma örgütü görevini üstlenmiş olan ILO’ya göndermeler yaparak “Kanun”u hazırlayanları, yine ILO’nun “kaza tanımı”ndan yola çıkarak kendine yasa yapanları iş kazalarından ölen işçilerin/emekçilerin katili olduklarını/cinayet işlediklerini haykırmalıyız. Ve bu sistemde iş kazalarının, meslek hastalıklarının azaltılması söyleminin “bir şey” olduğunu, ancak “başka da bir şey olmadığını” sınıfsal perspektifle anlatabilmeliyiz. Bir tek iş kazası-meslek hastalığı tanısı/ölümü olsa dahi bunun bu sistemin cinayeti olduğunu açılımlayabilecek ve bu söylemi eyleyebilecek güce kavuşmalıyız.

Sistemi sorgulatmadan, kapitalist üretim ilişkilerinin işçi sağlığının sorumlusu olduğunu gizleyerek “Kanun”un önümüze konulup tartıştırılmasına müsaade etmemeliyiz (Bakın bu topraklarda Onur Hamzaoğlu yargılandı, niye? Sanayinin çevre ve insan zehirlediğini daha önceleri de akademisyenler yazmıştı, araştırmıştı. Ama Onur Hamzaoğlu’nun şahsında bir şey oldu: Bu değerli bilim insanı daha önce yazılan araştırmaların yapmadığını yaptı. Durumun sistemle bağını kurdu. Lime lime dökülen kapitalist sisteme vurdu. Ve üniversitesinden, belediyesine kadar bu sistem sanayicinin/işverenin/sermayenin yanında olduğunu huzura çıkardı. Ancak “minareyi saklayacak kılıf bulamadılar”).

Yasa koyucu işçi sağlığı alanında da “illüzyonist yöntemle” sermayenin çıkarlarını işçilerin/emekçilerin çıkarları gibi göstermeye devam ediyor. Bir “epistemik şiddet” uyguluyor. Devletin yapısı gereği olan “zor ve şiddet” şimdilerde Avrupa’dan doğru “İngiliz Centilmenliği” inceliğinde işçiler/emekçiler ve onların örgütleri, DMKÖ ile “toke edilme”ye çalışılıyor. Ama bilelim ki; bu centilmenlik edasıyla el uzatanlar “toke etme”yi kabul etmeyen işçileri/emekçileri karşısında görürse devletin zor ve şiddeti daha açık hale gelecek. “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” ile sermaye sınıfıyla işçi sınıfı arasında “tarafsız” görünen “anlaştırıcı” devletin yüzü/kıblesi o zaman çıplak görünür hale gelecek.

Sermayenin kendi içerisindeki çelişkileri ve devlet/hükümet ile sermayenin ufak-tefek frotmanları olsa da sınıf refleksleri gereği bu Kanun’da ortaklaştılar. Çünkü işçi ve emekçi sınıfı henüz daha anlamlı bir örgütlenme gücüne ve emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz tarihsel çelişkide henüz daha çubuğu kendi sınıf aidiyetine doğru bükecek bir donanıma sahip değil. Ve iş kazaları ile meslek hastalıklarından dolayı ölümler-cinayetler de devam edecek. Tüm meseleleri bu cinayetleri kime yıkacaklarının yasasını oluşturmaktı. Yani “yasal cinayetlerin” yazılımını, “sosyal taraf(lar)” dedikleri DMKÖ ile sendikalar üzerinden tamamlamaya çalıştılar. Sermaye sınıfını cinayetlerin sorumluluğundan kurtarıp, “profesyonel” dediklerini (iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi…) yasanın giyotini altına aldılar. Yönetmelikleriyle birlikte yürürlüğe girecek bu “Kanun”da “her şeyin sorumlusu” işveren (siz bunu sermaye-patron olarak okuyun) gibi görünse de bunun rücu yollarının da açık olduğunu hepimiz biliyoruz. İşçiler/emekçiler ölecek, iş güvenliği mühendisi, işyeri hekimi rucu edilerek sorumlu hale getirildi. Ve böylece bir kez daha iş cinayetlerinin sorumlusunun kapitalist üretim ilişkileri olduğu gizlenecek. Sistemin devamı için bireyler/profesyoneller yargılanacak. Daha da ilerisini ifade etmek gerekirse; işveren sorumluluğunu “talimatlar ve eğitimlerle” iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi üzerinden işçilere/emekçilere yıkıyor. Yani işçi/emekçi kendisinin ve sınıf kardeşinin sakat kalmasından, ölmesinden sorumlu hale getiriliyor.

Elbette ki kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki “ekonomi-politik yasa” gereği sermaye semirirken, “hukuksal yasa” gereği birilerinin bu bedeli ödemesi gerekecek. Ama sistemin üzerini örtemediği/gizleyemediği bir gerçek var: İşçilerin/emekçilerin öleceği, üretirken-tükeneceği… “Kanun”daki mesele sadece “suçlu aramak”, “suçluyu bulmak”. Hatta bu suçlu yeri geldiğinde tek tek işveren de olabilir. Ancak kapitalist üretim ilişkileri suçlu olamaz! Çünkü bu sistem elinden gelen her şeyi işçiler/emekçiler için yapıyor! Hatta tek tek işverenleri bile yargılayıp mahkûm edebiliyor/edecek. Ve elbette ki; bu haliyle işçilerin nezdinde bile sistemi daha bir meşrulaştırmış-güçlendirmiş olarak…

Süresi dolunca yürürlüğe girecek bu “Kanun”a ilişkin “elinize sağlık” demek ve/veya bu anlama gelecek sözler sarf etmek, sanki genel olarak işçilere/emekçilere faydalı da ancak içinde biraz düzeltmelere ihtiyaç var anlamına gelecek tarzlar üzerinden politika yapmak; ait olduğu sınıfsal zemini tanımlayamamak ya da en hafifinden kafa karışıklığı yaşa(t)maktır.

Son söz: Bu “Kanun”, işçiler emekçiler için “kabul edilemez risk grubundadır.”


* Bu makale, Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi ile Özgürlük Dünyası’nda eşzamanlı olarak yayınlanmaktadır.

[1] Bilaloğlu E., “Devletin Yeniden Yapılanması ve Sağlık”, TTB/Toplum Hekim Dergisi, Kasım-Aralık 2011, cilt.26, s:6, sf. 472.

[2] Öngen T., “Devletin Yeniden Yapılanması, TTB/Toplum ve Hekim Dergisi, Kasım-Aralık 2011, C. 26, s. 6, sf. 408.

[3] Öngen T., agm, sf. 410

[4] Öngen T., agm, sf. 408

[5] Öngen T., agm, sayfa:411

[6] İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel’in verdiği soru önergesine Bakan Faruk Çelik’in 02.03.2012 tarihinde verdiği yanıttan.

[7] Harrington J.M., Gill F.S., Aw T.C., Gardiner K. Occupational Health; 4th Edition 1998.

Yaşasın uluslararası dayanışma!

Ne krizin yükünü, ne de borçları ödeyeceğiz!

Merkel- Sarkozy bütçe anlaşmasına hayır!

Yaşasın uluslararası dayanışma!

Kapitalist sistemin krizi AB ülkelerini şiddetle etkiliyor. Resesyona girmiş olsun veya henüz bir miktar büyüme gerçekleştiriyor olsun, hükümetler tarafından dayatılan politikalar hep aynı: Yükü işçilerin, emekçi kitlelerin ve halkın sırtına bindiren kemer sıkma politikalarıdır bunlar.

Bu politikanın etkileri, AB’nin sınırlarının ötesinde hissediliyor. Afrika’nın bağımlı ülkeleri ve halklar, maddi ve insan kaynaklarının emperyalist yağması yoluyla bu politikaya muhatap oluyorlar. Tekeller ve onların hizmetindeki devletler, uluslararası planda keskinleşen rekabet ortamında emekçileri birbirine düşürme ve kapitalist sömürüyü sağlamlaştırma peşindedirler.

Devletlerin ağır borç yükü bahanesiyle sağcı, sosyal liberal veya ikisinin koalisyonu olan hükümetler, krizi, işçi sınıfına, emekçi köylülüğe, küçük esnafa, gençliğe, emekçi kadınlara, şehrin ve kırın geniş emekçi kitlelerine ödettirmek istiyorlar.

Kemer sıkma planları, her yerde, ücretlerin düşürülmesini, başta emekçi kitleleri ezen dolaysız vergiler olmak üzere, vergilerin arttırılmasını dayatmaktadır. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik başta olmak üzere, kamu hizmetleri tasfiye edilmekte, özelleştirmeler artarak devam etmektedir.

Her yerde emeklilik yaşının daha geriye itilmesi, emekli ödentilerinin kısıtlanması ve çalışma sürelerinin uzatılması doğrultusunda değişiklikler yapıldı, yapılıyor. Gençler işsiz ve en iyi durumda güvencesiz düşük ücretli işlere mahkumken, daha yaşlı olanlar ise düşük ücretle, zor işlerde, daha uzun süre çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Bu karşı reformlardan en çok etkilenenlerin başında, düşük ücretli mesleklere ve güvencesiz sözleşmelere zorlanan emekçi kadınlar geliyor.

Öte yandan bu toplumsal gerileme, resmi yoksulluk sınırı altında yaşayan emeklilerin ve çocuklu ailelerin sağlık koşullarındaki ağır tahribatla da paralel gidiyor.

Tekeller daha çok üretkenlik ve daha çok kâr için, kitlesel işten atma ve yeniden düzenleme planlarına hiç ara vermiyorlar. Özellikle gençleri vuran işsizlik, her ay yeni rekorlar kırıyor. Kemer sıkma önlemlerinin yanı sıra işçi sınıfının grev, sendikalar kurma, örgütlenme gibi temel hakları da tehdit ve saldırı altındadır. İşten atmaları kolaylaştırmak için, iş yasaları toptan değiştiriliyor.

Bu anti-sosyal politikalar, Avrupa çapında koordine ediliyor ve değişik hükümetler tarafından uygulamaya sokuluyor. “Euro-plus” paktı, “istikrar ve kalkınma paktı” ve Merkel ile Sarkozy tarafından hazırlanan son Avrupa paktı, işçi sınıfı hareketine, sendikal harekete ve emekçi halka karşı savaş ilanlarıdır. Öteki AB anlaşmalarında olduğu gibi, mali oligarşi tarafından dikte edilen politikaları “anayasal” bir seviyeye çıkartarak, tüm AB ülkelerinde uygulanmasını zorunlu kılmak istiyorlar.

Devletler her yerde baskı ve polisiye takip mekanizmalarını tahkim ettiler. Toplumsal muhalefeti kriminalize etme girişimleri devam ediyor. Buna karşın büyük gösteriler, meydan işgalleri, oligarşinin sembollerini hedef alan hareketler de gelişiyor. Büyük patronlar, burjuvazi ve gericiliğin buna yanıtı ise, toplumsal muhalefeti kriminalize etmek oluyor.

Oligarşinin ilk saldırı hedefleri arasında Yunanistan, İtalya, İspanya gibi ülkeler var. Buralara dayatılan planlar, bu ülkeleri onlarca sene geriye götürdü. Avrupa inşa tarihinde ilk kez IMF, Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Birliği gibi uluslarüstü kurumlar; seçilmiş hükümetleri görevden alarak, yerlerine, sözde teknisyenlerden kurulu, gerçekte ise ulusal ve uluslararası oligarşinin adamlarından, bankerlerden oluşan ve reformist, oportünist güçler tarafından da desteklenen hükümetler kurdular. Troyka, Yunanistan’da aşırı sağcı bir partiden bakanların tayin edilmesini bile dayattı.

Bu durum Avrupa inşasının, oligarşinin ve Almanya, Fransa gibi büyük emperyalist güçlerin hizmetinde, anti-demokratik karakterini ortaya koymaktadır.

Bankalar, mali kriz sırasında devletlerin desteğini talep ederek bizzat artmasına sebep oldukları kamu borçlarının faturasını halka çıkarmak istiyorlar. Devletlere “temin ettikleri” kredilere tefeciler seviyesinde faiz oranı talep ederek, bu borçları şişirmeye devam ediyorlar.

Yunanistan işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, sırtlarındaki ağır borç yükünün sorumlusu değiller. Üstelik bu borcu, aşırı sömürü, ülkenin doğal kaynaklarının yağmalanması, zenginliklerinin bankalara, spekülatörlere, Yunan büyük burjuvazisine ve uluslararası mali oligarşiye peşkeş çekilmesi yoluyla, misliyle ödemiş bulunuyorlar.

Kemer sıkma önlemlerini ve borç yükünü ödemeyi reddetme, kendisine dayatılan “memoranduma” boyun eğmeme mücadelesinde Yunan halkı ile dayanışma içerisinde olduğumuzu ilan ediyoruz. Yunan halkı seçimlerdeki tutumuyla, troyka (AB, IMF, AMB) diktalarına boyun eğme yanlısı partileri reddettiğini, açıkça gösterdi.

Alman emperyalizmi, AB’de rakibi olan müttefiklerinden daha avantajlı konumda bulunuyor. Ama “Alman mucizesi”, saldırgan bir ücret politikasına, büyük çaplı esnekliğe ve bizzat Almanya’da çok yoğun güvencesiz iş politikasına yaslanmaktadır. Kamuda ve özel sektörde ortaya çıkan büyük hoşnutsuzluk ve grev hazırlığı karşısında patronlar ve hükümet, sendika yöneticileriyle masaya oturmayı ve ücret artışını kabul etmeyi tercih ettiler. İşçi sınıfının önemli bir kesimi, daha ileri gitmek ve patronlarla mücadeleye girişmekten yanaydı. Her halükarda bu hareket, Alman işçi sınıfının Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz, Fransa… işçi sınıfı tarafından başlatılmış olan, krizin yükünü ve kapitalist sistemin borçlarını ödemeyi reddetme mücadelesine katılımı anlamına gelir.

Halklar, Alman emperyalizminin temsilcisi Merkel’in küstahlığına ve krizin yükünü emekçilerin sırtına bindirme ısrarına, başka ülkelerin içişlerine kabaca müdahale etmesine tepki duyuyorlar. Müttefiki Sarkozy’nin, başta işçi ve sendikal hareketin çabalarıyla iktidardan kovulmuş olması, kendisini de daha fazla tecrit etmiştir.

“Merkel-Sarkozy” paktı denen Avrupa anlaşmasına, şimdi her zamankinden daha çok karşı çıkmak, halkları birbirine düşürmeye çalışan ırkçı, milliyetçi kampanyalara karşı halkların dostluğunu öne çıkarmak gerekiyor.

Aşırı sağ partiler, bu gerici fikirlerin yayılmasında aktif bir rol oynuyorlar. Göçmenlere ve “yabancılara” karşı kin kusarken, sağcı ve sosyal demokrat geleneksel partilere karşı artan güvensizlikten faydalanarak, popülist, milliyetçi ve sahte sosyal bir söylem tutturuyorlar. Aşırı sağ, oligarşinin elinde işçi ve emekçileri bölmek ve kendi politikasını hakim kılmak için kullandığı bir kozdur. Ona karşı mücadele, geniş işçi ve halk kitlelerinin kapitalist sistemin krizinin faturasını reddetme yönündeki mücadeleleriyle yerine gelir.

ARTAN TOPLUMSAL VE POLİTİK MUHALEFET

Hemen bütün ülkelerde kemer sıkma önlemlerine karşı direniş yaşandı. Aniden gelişen grev hareketlerinin yanı sıra, milyonlarca kadın ve erkek emekçinin, gençlerin katıldığı çok geniş çaplı genel grevlere tanık olundu.

Gençlik işçilerin, emekçilerin, politik örgütlerin yanında mücadeleye giriyor. Genç işçiler dinamizmleri ve mücadeleci ruh haliyle, sınıf işbirlikçi ve uzlaşmacı reformist politika ve pratikleri zorluyorlar.

Somut mücadeleler içerisinde, birlik istemi oldukça gelişkindir. Bu istem, partileri, sendika üyelerini, çeşitli derneklerin militanlarını bir araya getiren platformların inşasında ifadesini buluyor.

Marksist Leninist parti ve örgütlerimiz, var olan tüm güçleriyle bu direniş barikatının örülmesine katkıda bulunuyorlar. Kitlelerin acil taleplerini ifade eden talepler platformuyla ve politik önerilerle gerçekleştiriyorlar bunu.

Bugün cephe politikası acil ve ertelenemez bir görevdir. Zira oligarşinin politikalarından zarar gören herkesin ve emekçilerin birliğini sağlamak, kapitalist sistemin krizinin yükünü sırtımıza bindirmek isteyen politikalara karşı çıkabilmek bakımından bir zorunluluktur.

Mücadeleci kesimler içerisinde, oligarşinin bugünkü neoliberal ve sosyal liberal politikalarına karşı, global bir alternatif politika ihtiyacı daha çok hissediliyor.

Bu politikalara ve kapitalist sisteme karşı, toplumda devrimci bir değişim için mücadele edenlerin birliğine özlem artıyor. Kapitalist sistemden kopuşu hedefleyen bir alternatifin inşasında biz, bu istek ve özleme yaslanıyoruz.

Birçok ülkede, sağcılarla nöbetleşerek hükümet olan sosyal demokrat, sosyalist partilerle arasına çizgi çeken politik cepheler oluştu son dönemlerde. Bazı durumlarda sadece bir seçim ittifakı olan bu politik cephelerin, gerçekten kitleler içerisinde kök salması ve halk cephesinin nüvesini oluşturabilmesi için çaba sarf ediyoruz.

Marksist Leninist partiler bu mücadele içerisinde kendi bayraklarını gizlemiyorlar. Emperyalizme, onun hakimiyet politikasına, emekçilerin sömürülmesine, hammadde kaynaklarının denetimi için yürütülen savaşlara karşı mücadeleye devam ediyorlar. Toplumun devrimci bir dönüşümü için mücadele ediyor ve tabanda birliğin sağlanması için, her alanda sınıf işbirlikçi ve oportünist politikalara karşı çıkıyorlar.

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEM İÇİN ORTAK MÜCADELE ALANLARI VE HEDEFLERİ:

– Kemer sıkma politikalarının genelleştirilmesinde bir bahane olan “kamu borçlarının azaltılması” gibi neoliberal bir dogmayı her ülkeye bir anayasa hükmü olarak dayatan Merkel-Sarkozy paktına, Avrupa anlaşmasına karşı çıkmak ve teşhir etmek.

– Yunanistan başta olmak üzere, her yerde borçların ödenmesine karşı çıkışı desteklemek ve yaygınlaştırmak. Troyka’nın, emperyalist güçlerin müdahalelerine karşı çıkmak. Yunan halkı politik tercihlerinde serbest olmalıdır.

– Başka ülkelerin, emperyalist güçlerin ve onların denetimindeki uluslarüstü kurumların baskıları, şantajları ve müdahaleleri olmaksızın her halkın, Euro bölgesinde kalıp kalmama hakkını desteklemek.

– Aynı politik saldırılarla karşı karşıya bulunan Avrupa halklarıyla ve dünyanın diğer kıtalarındaki halklarla, emekçilerle, sendikal ve politik örgütleriyle dayanışmayı geliştirmek.

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML) üyesi

Avrupa Parti ve Örgütleri Konferansı

Mayıs 2012- Paris

Almanya İşçileri Komünist Partisi’ni İnşa Örgütü

Arnavutluk Komünist Partisi (PCA)

Danimarka İşçileri Komünist Partisi (APK)

Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)

İspanya Komünist Partisi – Marksist Leninist (PCE-ML)

İtalya – Komünist Platform

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)

Yunanistan Komünist Partisi (1918-1955) Yeniden İnşa örgütü

Kürt sorununda çözüm ve barış üzerine

Kürt sorununda çözüm ve barış üzerine

Mehmet Doğan

Hükümet ve sermaye basını tarafından, özellikle son üç dört aydır, Kürt sorununa çözüm ve barış için “açılım” adına giderek genişleyen yeni[1] bir kampanya yürütülüyordu. Hükümetin “okullara beşinci sınıftan itibaren anadil öğretiminin seçmeli ders olarak konulabileceği”ni açıklaması ve ardından Başbakan’ın, “PKK silah bırakırsa operasyonların duracağı ve Kürt sorununun 2015 yılına kadar çözüleceği”ni söylemesinin, bu kampanyayı yürütenler ve özellikle de basındaki temsilcileri arasında “heyecan” yaratması kaçınılmazdı. Şimdilerde Suriye ile “beklenmedik” şekilde yaşanan son (uçak olayı) krizin gölgesinde kalsa da; bu ülkeyle Türkiye arasında ani ve provokatif gelişmeler[2] olmadığı takdirde, bu “yeni” kampanyanın daha da büyüyeceğinden hiçbir şekilde kuşku duymamak gerekir.

Bu kampanya gerçekten de Türk ve Kürt halklarını ortak ve kabul edilebilir bir noktada birleştirme, sorunu çözme ve ülkeye barış getirmeyi mi öngörüyor? Çözüm ve barış adına konuşulanların içeriği ve kampanyanın yürütülüş biçimi, bu soruya şöyle ya da böyle olumlu bir yanıt verilmesini olanaksızlaştırmaktadır, bunda bir kuşku yoktur. Fakat şu açıktır: hükümetin ve hem onun izinden giden ve hem de yolunu açmaya çalışan basının; gerçek bir çözüm ve barış ile bir ilgisi olmasa da, bir “çözüm” ve “barış” anlayışı elbette gene de vardır:

Kürt ve özellikle de Türk nüfus arasında kafa karışıklığı yaratmak; Türk halkının az çok uyanan kesimlerinin, Kürt siyasal güçlerinin “uzlaşmazlığı, bölücülüğü ve teröristliği”ni sakince ve sağduyuyla düşünmesini baltalamak; bölünmesi, ezilmesi ve tasfiye edilmesi öngörülen ileri güçlerinden kopartılacak olan Kürt halkını asla çözüm olmayan bir “çözüme”, yani bugünkü statükoya “rıza gösterme” ve bir tür “teslim olma”ya zorlamak!

Gerek açıklamalardan anlaşılanlar, gerekse her gün olup bitenler, başlatılan ve giderek büyüyeceği açık olan bu kampanyanın; Kürt sorununun gerçek bir çözümüne ve gerçek bir barışa dair küçük de olsa bir iz bile taşımadığını, aksine tam da burada altı çizilen içerikle şekillendiğini, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. Tartışılamaz bir şeydir ki, hükümet ve yandaşlarının[3] Kürt sorununa dair “çözümü” ve öngördükleri “Kürt barışı”; Kürt ulusal hareketi ve ileri güçlerinin tecrit edilmesi, etkisizleşmesi ve Kürt halkının mücadeleden geri çekilmesini öngören bir “çözüm” ve bu çağda örneği az görülen köleci bir “barış”tır.

Buna karşın, sermaye ve hükümetin bu kampanyasının ülkeye az çok bir istikrar getirecek bir “çözüm” ve “barış” yeteneğinin bulunmadığı görülemez değildir. Fazla söze gerek yoktur; Kürt halkının kesin bir tutumla ortaya koyduğu ve ısrar ettiği talepler gözler önündedir. Hükümet gereğini yapma yerine, onları “bölücü ve haince talepler” olarak damgalarken, bir çözüm ve barıştan nasıl söz edilebilir? Fakat hepsi bu değildir: Var sayılsın ki Kürt hareketi “ezildi” ve Kürt halkının “geri sürülmesi” başarıldı; bu “ezilme” ve “geri sürülme”, hükümetin “açılımı”nı bir çözüm ve barış “açılımı”na dönüştürebilir mi? En önemli sorulardan biri de, bugün, kuşkusuz budur, fakat bu soruya olumlu bir yanıt vermenin olanağı ne yazık ki yoktur.

Açıklamalarından da görülebileceği gibi, hükümet, Kürtleri “ana dil öğretimi” ve “güçlendirilmiş belediyeler” sınırlarına hapsetme peşindedir; bundan, hiçbir koşulda, bir çözüm ve zorla sağlanmış olan sözde bir “barış”tan, az çok istikrar getirecek ve kısa da olsa ömrü olacak gerçek bir barışın çıkmayacağı bir kanıt gerektirmeyecek derecede açıktır. Kimsenin görmezden gelmeye hakkı yoktur: Kürt halkı, öne sürdüğü talepler ve son otuz yıldır verdiği kitlesel mücadelelerle, sadece “Kürt realitesi”ni kabul ettirmekle kalmamış, aynı zamanda bir ulus olduğunu da kanıtlamış bir halktır. Bir ulusa, küçük etnik azınlığın sözde “çözümleri”nin (hükümetin azami “çözümü” budur) kabul ettirilmesi ve onun ulusal özgürlük ve eşitlik isteklerinin uzun sürelerle bastırılması – bu, tümüyle olanaksız bir şeydir.

Hükümetin “açılım” ve “çözüm”lerinin Kürt sorununa hiçbir koşul altında çözüm getirmeyeceği ve ülkede barışa bir temel oluşturamayacağından söz ettik. Buna karşın, bu, ülkedeki mevcut ekonomik ve toplumsal düzen içinde; yani “sömürüye, kâr sağlama amacına ve rekabete dayanan kapitalist toplumda milli barış”ın sağlanmasının olanaksız olduğu anlamına da gelmemektedir. Bu şu demektir ki, Türkiye’de bugünkü ekonomik ve toplumsal düzen devam ettiği koşularda da, Kürt sorunun çözüm yoluna girmesi, silahların susması ve milli barış” olanaklıdır. Bunun birbirleriyle kopmazcasına bağlı iki koşulu vardır: Bunlardan ilki ana dilde eğitim; ikincisi ise, olabildiğince geniş bir bölgesel özerkliktir.

Hiçbir “zorunlu resmi dil tanımayan, herkesin “kendi anadilinde öğrenim göreceği okulları sağlayan, ulusal “imtiyazlar”ı ve herhangi bir ulusun ve azınlık ulusal bir grubun “haklarının herhangi bir şekilde çiğnenmesini yasaklayan” ve “geniş bölgesel özerkliği ve tam demokratik mahalli kendi kendine yönetimi” güvence altına alan anayasal bir statü… Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi ve ulusal barışın sağlanmasının tek olanağı buradadır ve kuşku yoktur ki, bu, tutarlı demokratik bir düzeni ve demokratik bir hükümet biçimini zorunlu kılar. Nitekim Kürtlerin talep ve istekleri on yıllardır ortada durmaktadır; eğer bir çözüm isteniyorsa ve ülkede bir barış olacaksa, atılması gereken ilk adım, Türklerle Kürtlerin her bakımdan eşit olduğunun ve Kürtlerin ulusal haklarının tanındığının ilanıdır.

Şu yadsınamazdır: Sermaye ve gericilik, anadilde eğitim ve bölgesel özerklik gibi talepleri her ne kadar “bölünme vesilesi” ve “bölücülük” saysa da, bu doğru değildir; bunlar birer araçtır ve bu araçlar, farklı uluslar ve azınlıkların bir arada, gönüllü, eşit ve özgürce yaşamasının araçlarıdır. Bu araçların inkarında ısrar, ülkenin önünde sonunda bölünmesi demektir. Eğer bölünmekten kaçınılıp bir arada yaşanmak isteniyorsa; ezilen ulusun ulusal taleplerinin tanınması ve onlara geçerlilik kazandıracak koşulların oluşturulması için oturulup konuşulması mutlak bir zorunluluktur. Ulusal devletlerin ve dahası Osmanlı devletinin tarihinden[4] ders almamak; ırkçı, milliyetçi kara bir gericiliğin ya da onmaz bir aptallığın batağında boğulmaktan ve en rezil yerlere batmaktan başka bir şey olamaz.

Sorun böyle konulunca; hükümetin benimsemesi gereken tutum; KCK’ne operasyonlar yapmak, PKK’den teslim olmasını istemek ve BDP’ni kuşatma altına almak değil, burada konulmuş olan çözüm ve barış planını acilen açıklamaktır. Görülebilir şeydir ki, operasyonların bitirilmesi, Öcalan’ın “ev hapsi”ne nakli, çatışmaların acilen durması ve genel af gibi talepler, önemli olmakla birlikte, sorunu ortadan kaldıracak ve barışı sağlayacak talepler değildir; çözüm ve barış, ancak, yukarıda altı çizilen iki talebin kabul edilmesi ve gerekli adımların atılması ile olanaklı olabilir. Kürtlerce bugün acil görülen talepler ise; psikolojik ortamı değiştirme, çözümü konuşma ve barışı anlatmak için atılması gereken ilk adımlardır. İşin özünü dile getiren yukarıdaki iki talebi karşılamaktan kaçınma ve acil görülen kimi talepler üzerinde oynamanın kimseye bir yararı yoktur; bunda ısrar etmenin, sadece samimiyetsizlik değil, kan dökmeye devam etmek de olduğu yadsınamazdır.

Yeniden vurgulamakta bir sakınca yoktur: Bugün acilleşmiş olan Kürt sorununun çözümü ve barışın sağlanmasının koşulu, anadilde eğitim ve bölgesel özerk yönetimin belirtilen koşullar altındaki kabulüdür. Hem bu taleplerin ve hem de bir barış atmosferi yaratmakla ilgili isteklerin yanında, atlanıp geçilemeyecek olan bir şey daha vardır: Herkesin bilebileceği gibi Kürt halkı, Kürdistan’ın yüz yıl kadar önce komşu dört ülkeye paylaştırılması[5] nedeniyle parçalanmış ve bölünmüş bir halktır. Buna karşın, dünya konjonktürü ve son otuz yıldaki mücadelelerin; değişik ülkelerin sınırlarıyla bölünmüş olan Kürtlerin birbirleriyle temasa geçmeleri, konuşmaları, tanışmaları, ortak sorunlarına dair kararlar alabilmelerini ve daha da önemlisi, tek bir ulus mu yoksa ayrı uluslar veya azınlıklar mı olduklarına ve hareket tarzlarına karar verme olanaklarını oldukça genişlettiği de bir sır değildir.

Ne var ki, yaşadıkları ülkelerin hükümetleri ve emperyalistler, Kürtlerin aralarına ellerini sokmakta ve onların bu olanakları özgürce kullanmalarını sistematik olarak baltalamaktadırlar. Bunu bölgedeki diğer hükümetlerin de yapması bir yana; Türkiyeli işçiler ve devrimciler için öncelikli ve önemli olan, kuşkusuz, Türk devleti, hükümeti ve yanı sıra da işbirlikçisi olduğu emperyalist ülkelerin faaliyetlerinin izlenmesidir. Bunların Kürtlerin ortaklaşma ve bir araya gelmelerine karşı girişimleri ve yaptıkları kirli işleri burada sayıp dökmenin bir gereği yoktur. Özellikle ABD’den destek de alan “bizim” hükümetin komşu ülkelerin içişlerine[6] karışan, Kürtlerin ortak girişimlerini baltalayan ve onları bölmeye çalışan faaliyetine karşı çıkmak, somut talepler oluşturmak ve Kürtlerin ortaklık ve ittifak çabalarının önündeki engellerin kaldırılmasını istemek, epeyce bir zamandır güncel bir görevdir. Bu yadsınamaz; öyle ki, bu görev, sadece halkların dostluğu ve kardeşliğinin değil, aynı zamanda Kürt sorunun çözümügüçlendirme ve ülkede barışa ulaşmanın da bir zorunluluğudur.

Sonuca gelecek olursak…

Vurgulananlardan da anlaşılacağı gibi, devletin sorumluluktan kaçmasını; kendi yüz yıllık inkar ve imha[7] politikasının sonucu olan silahlı direnişin yol açtığı yıkım ve zararın ve dökülen kanın sorumluluğunu Kürt ulusal hareketine yıkmasını konu yapmıyoruz. Ayrıca burada, tarihi yüz elli yıla varan, sayısız ayaklanmaya yol açan ve daha yakın dönemlerde de on yıllara yayılarak milyonlarca Kürt’ü içine çeken kitlesel bir harekete “terörist” damgası basılması gibi bir garabeti de tartışmamaktayız. Gene anlaşılabileceği gibi, burada önümüze aldığımız şey; Kürt sorununun bugünkü çözümü ve barışın (iki başlıca talep) zorunluluklarına ve bunlara uygun bir psikoloji oluşturmak için zorunlu olan ilk adımlara yeniden dikkat çekmekten başka bir şey değildir. Ülkede oluşan politik ortam, hükümetin bir içeriğe sahip olmayan yeni “açılımı” ve ana muhalefetin ne olduğu pek de “anlaşılamayan” ikiyüzlü “çıkışı” bunu özellikle zorunlu kılmıştır.

Hükümet ve basının yürüttüğü kampanyanın (ve “ana muhalefet”in girişiminin) amacının “kafaları karıştırmak” olduğundan daha önce söz etmiştik. Özellikle bu gibi dönemlerde, işçi sınıfı ve halkın yetişmiş güçleri ve ileri kamuoyunun zihin açıklığı ve politik berraklığı özel bir önem arz eder. Zira, teşhir ve “ajitasyonun doğru bir şekilde düzenlenmesi” ve zihni ve politik açıklık, ileri gitmek ve amaca ulaşmak için gerekli olan ilk koşuldur. Eğer ilk koşul buysa, sınıf bilinçli bir işçi Kürt sorunu üzerine nasıl ve nereden düşünmeye başlayacaktır, bu son derece açıktır: Kürt halkı ulusal istek ve taleplerini açıkça ortaya koymuştur; şimdi bana düşen görev, bu istek ve taleplerin ne anlama geldikleri ve bunların kendi durumları açısından hangi önemi taşıdıklarını Türk emekçilerinin hiç olmazsa uyanan kesimlerine, hükümet ve muhalefet partilerinin girişimlerinin teşhiri temelinde net ve açık bir biçimde anlatabilmektir. İşçi sınıfının uyanmış, bilinçli ve örgütlü temsilcilerinin en temel görevlerinden birinin; tüm araçları etkin bir şekilde kullanmak ve sorunun gerçek çözümü ve barışın zorunluluklarını Türk emekçisine mal etmek olduğu nasıl görmezden gelinebilir ki? Kürt halkının şu andaki en önemli sorununun, Türk kamuoyu ve Türk emekçi kardeşlerinden gerekli desteği alamaması olduğu, kimsece görülemez değildir.

Özet olarak söylemek gerekirse; Türkiye’de sermaye partileri baltalasalar ve her yolla geriye atmaya çalışsalar da, ülkenin mevcut ekonomik ve toplumsal düzeninin devam ettiği koşullarda da engellerin aşılması, Kürt sorunun çözüm yoluna sokulması ve ulusal barışın sağlanması olanaklıdır. Fakat baştan bu yana vurgulananlardan da görüleceği gibi; Kürt halkının Türk halkıyla eşit bir şekilde birlikte yaşamayı kabul etmesi, sorunun yukarıda çerçevesi verilen demokratik bir temel üzerinde çözüm yoluna girmesi ve barışın sağlanması, Kürt ulusunun kaderini özgürce tayin etmesi anlamına gene de gelmez. Bunun için, Kürt ulusunun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının tanınması ve bunun anayasada dokunulmaz bir hak olarak mutlak şekilde yer alması da gerekir. Her ne kadar bugün ön planda değilse de; bu hak, somut olarak ne gibi koşullarda, nasıl kullanılacağı ile ilgili tutum saklı kalmak üzere, Kürt ulusunun gerçek ve asla dokunulamaz bir hakkıdır. Dolayısıyla da, sınıf bilinçli işçiler ve işçi sınıfının örgütlü güçleri, Kürt ulusunun bu hakkını söz edilen çözüm ve barış koşullarında da savunmak zorundadırlar. Bu savunu ihmal edildiğinde, değişik milliyetlerden işçilerin ortak sendikaları ve partilerinde birlikte örgütlenmesinin olanaksızlığı tartışılamazdır.

Kimse göz ardı edemez ki; işçi sınıfının ileri temsilcileri ve özellikle de Türk milliyetinden devrimci genç aydın ve işçiler, tarihsel bir sınavdan geçmektedirler. Kürtlerin ulusal hakları karşısında içtenlikli ve kesintisiz bir mücadele içinde olmayan bir kimsenin, bugün devrimci ya da Marksist bir zeminde kalabilmesi bütünüyle olanaksızdır.


[1] Bu kampanyaya son dönemlerde CHP de katılmıştır.

[2] Suriye ile olan “uçak krizi”nin tırmanması, hemen bir çatışma ve savaş haline yol açmasının bu kampanyayı ne şekilde etkileyeceği şu anın konusu değildir. Öte yandan, Suriye ile uçak olayından dolayı hemen bir savaş beklenir bir şey yahut da yakın bir ihtimal değildir. Ayrıca, büyük emperyalist güçlerin şu anda Suriye’ye hemen askeri bir müdahale düşünmedikleri ve Türkiye’nin “onuru kırılmasın” diye bu tutumlarını değiştirmeyecekleri kabaca bakıldığında bile görülebilir. Buna karşın, çok zayıf bir ihtimal olsa da, provokatif girişimler elbette dışlanamazlar. Öte yandan, ne dersiniz; Türk hükümetinin oralara uçak yollaması, belki de bu provokatif girişimlerden biri olarak gerçekleşmiş de olabilir!

[3] CHP’nin girişimlerini de bu anlamda ele almak sanırız hiç de yanlış olmaz.

[4] Uluslar çağında devletlerin üniter ve federal devletler olarak ve biçimsel çeşitlilikler göstererek şekillendikleri yadsınamaz. Eski feodal dönemlerden modern çağlara gelmiş imparatorluklar, bünyelerinde giderek uluslaşan birçok halkı (milliyeti) barındırıyorlardı. Osmanlı imparatorluğu da bunlardan biriydi. Hükmettiği birçok halk arasında gelişen kapitalizmin temel oluşturduğu uluslaşma olgusunu kabul etmediği ve ulusal özgürlük isteklerine kendini uydurmadığı içindir ki, ayakta kalmak için beyhude bir şekilde pek çok katliamın sorumlusu olmak “zorunda” kalmıştı ki, onun bu anlayışsızlığının, haklı ve tarihsel bakımdan ilerici olarak isyan eden halkların özgürlük için, komşu Türk ve Müslüman halklarla çatışmak ve hatta boğazlaşmak (Balkanlardaki Türk ve Müslüman nüfusun şu ya da bu şekilde kırılması) zorunda kalmalarının nedeni olduğundan bir kuşku duyulamaz. Bir ulus olmaya ve özgürlüğe uyanan halkları anlamak -bu, tayin edici bir şeydir. Görünen o ki, Osmanlı’yı yıkarak kurulan Cumhuriyeti ele geçiren çökmüş, köhne Osmanlı’nın mirasçıları, Cumhuriyeti kuranların devamcısı olduklarını söyleyenlerin de yardımıyla, atalarının çöküş yolunu izleyerek, Cumhuriyeti de çökertme çizgisinde ilerlemektedirler. Kürt ulusunun kabul edebileceği bir statüye evet denilmediği takdirde, Türkiye’nin bölünmeye, üstelik trajik bir bölünmeye sürüklenmesi kaçınılamazdır.

[5] İran Kürdistanı’nın çok önceleri bölündüğü kuşkusuz doğrudur; ancak bu bölünme, eski dönemlere özgü temasları fazlaca etkilememiştir ve Kürtlerin bir yüz yıl önce (Osmanlı’nın yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla) bölündüğünü söylemenin bugün yanlış bir yanı yoktur.

[6] Türk hükümetinin Irak Kürt yöneticilerine baskı yapıp, onları Türkiye Kürdistan’ındaki hareketin liderlerini tecrit etmeye zorlarken ve Irak Kürdistan’ına operasyon yapmayı bir tehdit olarak kullanırken, Batılı ülkelerden ve özellikle de ABD’den güç ve destek aldığından bir kuşku duyulamaz. Ne var ki, bu dış destekli pervasız girişimlerinin, giderek ayaklarına dolanacağı ve ona bela olacağı kesin bir gerçektir.

[7] Bugünkü Kürt savaşının tahribatı ve dökülen kanın sorumlusu ne Kürtlerdir, ne de bu savaşı sürdüren ulusal Kürt hareketidir. Sorumlunun, Kürt ulusal varlığını yüz yıldır yadsıyan, Kürtçeyi yasaklayan ve her tür zorbalığı da içeren bastırma, sindirme ve ezme politikasını genel bir çizgi haline getiren büyük burjuvazi, hükümetleri ve devlet olduğu açıktır. Bugünkü silahlı hareket ve Kürt ayaklanması sadece bir sonuçtur. Devlet ve hükümetlerin bugün Kürt varlığını ve Kürtlerin kimi haklarını kabul etmiş olması bile, tarihte olup bitenin yanında, bugün dökülen kanın sorumluluğun da nereye ve kime (devlete) ait olduğunu göstermeye yeterlidir.

Kamu emekçilerin 23 Mayıs grevinin öğrettiği

Kamu emekçilerin 23 Mayıs grevinin öğrettiği

 

“23 Mayıs 2012 tarihi, emek mücadelesi tarihine Türkiyeli kamu emekçilerin en geniş katılımlı grevi olarak geçecektir” dersek yanılış bir şey söylememiş oluruz.

Oysa bu grevden iki ay önce (29 mart), hükümetin, toplu sözleşmeyi düzenleyen yasayı çıkarırken, grev hakkı için yaptığı düzenlemeye karşı KESK’in çağrısıyla yapılan grev ise kamu emekçilerinin tarihinin en kötü katılımlı grevi ve gösterileri olmuştu.

Aradan geçen sekiz haftada ne olmuştu da 23 Mayıs grevi. Kamu emekçilerinin en başarılı grevlerin başına yerleşmişti?
Kamu emekçilerinin bilinç ve örgütlenme düzeyinde ani bir yükseliş mi olmuştu; yoksa başka nedenleri mi vardı?

Bu kısa sürede bir bilinç sıçraması oluğunu gösteren bir eylem ya da bir başka belirti olmadığına göre, 23 Mayıs grevinin başarısın başka etkenlerde aramak gerekir.

Peki nedir bu etkenler?

Grevin başarılı bir biçimde gerçeklemesi ve bu süreci belirleyen etkenlerin ne olduğunu daha iyi anlamak için, greve gelen sürecin olgularına kısaca da olsa vurgu yapmakta yarar var.

Şöyle ki;

Her şeyden önce 1 Mayıs 2012’de başlayan toplu sözleşeme görüşmelerine üç konfederasyon ayrı ayrı taleplerle masaya oturarak, hükümetin eline önemli bir koz vermişlerdir. Ve hükmet tarafı emek cephesindeki bu bölünmüşlüğünün toplu sözleşme masasına kadar yansımasını her aşamada kullanmıştır. Çünkü ayrı ayrı taleplerle masaya oturan konfederasyonlar, toplu sözleşme görüşmeleri boyunca ayrı ayrı tutum almışlar, birisi “görüşmeler devam” derken öteki görüşmeden ayrılmaya, biri henüz görüşürken öteki grev ilan etmeye kadar varan farklı tutumlar sergilemiştir. Bir toplu sözleşme masasında da bundan daha dağınık, parçalı bir görüntü sergilenemezdi.

Bu parçalanmışlık karşısında Hükümetin sendikalardan gelen yüzde 16-30 (*) dolayındaki maaş zammı, ek ödenek, taban maaşların yükseltilmesi ve özlük hakları, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, memura siyaset yapma hakkı, … gibi taleplerini hiç dikkate almadan ve birinci yıl yüzde 3+3, ikinci yıl yüzde 2+3 zam teklif etmesi ve toplu sözleşmeyi bir yıl, iki yıl önceki toplu görüşmelerden farksız, hatta daha geri bir platforma çekmesi elbette şaşırtıcı olmamıştır.

Hükümetin aslında nasıl bir çizgide durduğunu ve duracağını gösteren bu pervasız teklif karşısında KESK, görüşmelerden bir şey çıkmayacağını öne sürerek, 23 Mayıs’ta grev çağrısı yaptı. Görüşmelerde bir ilerleme olmaması karşısında Kamu Sen de, birkaç gün sonra, KESK’in çağrısını yapacağı greve katılacağını ilan etti. Grevden 12 saat kadar önce de, son ana kadar görüşme masasında kalan Memur Sen’in en büyük sendikası (230 bin üyesi olduğu belirtiliyor) Eğitim Bir Sen de greve katılacağını duyurdu. Üç konfederasyonun grevde ortaklaşması, hiçbir sendikaya üye olmayan geniş bir kamu emekçisi kesiminin de greve katılmasını teşvik edici bir etkin olmasına yol açarken, 23 Mayıs grevinin kamu emekçilerinin tarihlerinin en yüksek katılımlı grevi olmasını da getirdi.

Kısacası, kamu emekçilerinin biriken sorunları karşısında hükümetin kayıtsızlığı, kamu emekçilerinin konfederasyonlar ve sendikalar düzeyindeki parçalanmışlığa karşın hızla birleşmeleri, 23 mayıs grevinin başarısında belirleyici bir öneme sahip olmuştu.

 

DÖNEMİN EN ÖNEMLİ GELİŞMESİ

Tabii “birlik” bu kadar basit ve düz bir çizgi izleyerek oluşmadı. Tersine “tabanda birlik ilerledikçe”, işyerlerinden her sendikadan emekçilerin greve ortak katılacağı, ortak mücadele için birleştikleri haberleri çoğaldıkça sendika üst yönetimleri, bir yandan greve katılma kararlarını açıklarken, öte yandan da birlik yerine ayrılıkları öne çıkaran kararlar almaya yöneldiler. Greve ilk çağrıyı yapan KESK’in bile bazı merkez yöneticilerinin işyeri toplantılarında “ortak greve gidiliyor” lafı etmekten çekindiğine, “ortak greve gidiyoruz” diyen ya da ortak komiteler öneren üyeleri eleştirdiklerine tanık olundu. Dahası konfederasyonların ortak greve gideceklerini duyurulurken bile; “konfederasyonların ortak değil eş zamanlı olarak greve gideceği” işyerinde grevin (mecburiyetten) ortak yapılsa bile alanlara ayrı ayrı çıkmak için özel planlar geliştirildiği, şube yöneticilerinin, işyerindeki temsilcilerin üst yöneticiler tarafından bu doğrultuda uyarıldığı gözlendi.

Ancak üst kademelerden gelen bu “ayırımcı” tutuma karşın tabanda birlik isteği çok daha güçlü oldu. Daha önceki başarılı eylemlerde de tabandaki birlik isteği, iş yerlerinde kamu emekçilerinin ortak mücadele için kararlılıkları sendikaların üst yönetimlerinde ister istemez ortak eylemlere başvurmasını getirmişti. Ancak bu sefer önceki girişimleri aşan bir birilik isteğinin ortay çıktığı, sendika merkezlerinden açıkça “birlikte komiteler kurmama” baskısı geldiği halde birçok işyerinde üç konfederasyondan (ve sendikasız) kamu emekçilerinin ortak “grev komiteleri” kurduğu gözlendi. Bu komitelerin kurulması ya da komiteler olmasa bile üç konfederasyondan kamu emekçilerini ortaklaşa hareket etmeleri, hem konfederasyonların tabanlarında hem de geniş bir kesim oluşturan sendikasız kamu emekçileri üstünde greve katılma isteğini olağanüstü artırdı. Pek çok işyerinde olduğu gibi merkezi denetimin yoğun olduğu başlıca büyük iller dışındaki pek çok ilde ve ilçede kamu emekçileri, merkezlerden gelen ayrı alanlarda gösteriye çıkmayı kabul etmeyerek, yönetimlerden gelen ayırıcı kararları düzelttiler; sendika gibi sınıfın mücadele merkezi olan bir örgüte yakışan bir biçime hareket ettiler.

Bu tutumlarıyla çeşitli konfederasyonlara bağlı sendikalara üye olan kamu emekçileri birliğin “eş zamanlı grev yapma”nın ilerisine gitmesinden hoşnut olmayan üst yöneticilerine; “Evet bizler farklı milliyetten, farklı inançtan, farklı siyasetten, hatta farklı konfederasyonlardan olabiliriz, ancak taleplerimiz ortaktır. Çünkü biz emeği ile geçinen belirli farklılıklara karşın aynı emekçi sınıftan bir toplumsal kesimiz. Dolayısıyla sizlerin ayrılıklarımız tali, hatta geçici, birlik için nedenlerimiz esastır. Şimdilik ayrı konfederasyonlara bağlı sendikalara üye olmamız ayrı ayrı eylemlere girmemizi, bir bölümümüz grevdeyken ötekilerimizin çalışıyor olmasını, grev kırıcılığı yapmasını gerektirmez. Bazılarımızın, hatta çoğumuzun iktidar partisine oy veriyor olması bile çıkarlarımıza aykırı düştüğünde hükümete karşı da greve gidebilir; onu protesto eden eylemlere katılabiliriz. Ve bu grevle bunu gösterdiğimiz gibi, başka ve daha ileri eylemlere gitmekten geri durmayacağımızı, aramızdaki birliği daha ileriden gerçekleştirebileceğimizi de gösterdik. Bizlerin birik ve ortak mücadelemiz için çalışan her kademeden sendika yöneticilerimizle, böyle bir birliği uzun zamandan beri savunan sendikal anlayıştaki arkadaşlarımızla elbette birlikteyiz, onların bu birliğin olmasındaki katkıları, bugüne kadar bu doğrultudaki çabaları bizlerin birliğinin oluşmasında çok önemli bir dayanak olmuştur ve onları selamlıyoruz. Ancak birliğimizin önemini öne çıkarmak yerine ayrılıklarımızı öne çıkaran tutum sürdürenlerin de eğer bu tutumlarında ısrar ederlerse eninde sonunda bizimle karşı karşıya geleceğini de şimdiden duyururuz!” demişlerdir.

Ve bu grevin “gerçek kahramanı” da elbette, sendika üst yönetimlerinden bütün aksine gayretlere karşın, tabanda birliği sağlamayı başaran basit kamu emekçileridir. (*) Bunun önemi anlaşıldığı ve kamu emekçilerinin ileri kesimleri bu birliğin tepedeki onlarca görüşmeden daha değerli olduğunun farkına vardığı ölçüde ilerleme, tüm kamu emekçilerinin biriliği ve emek cephesinin oluşmasında gerçekçi bir zemine dayanıldığını göreceklerdir.

 

GREV, GREV ÖNCESİ VE SONRASI

Kamu emekçilerin ilk toplu sözleşme görüşmelerin başladığı gün olan 1 Mayıs 2012 günü, 1 Mayıs’ı kutlayan kamu emekçileri sendikaları ve konfederasyonları 1 Mayıs’ı bile ortak kutlayamayacak kadar birbirinden ayrılmış, birbirine karşı düşmanca tutumlar almış durumdaydı.

Gerek Emek Hareketi’nden kamu emekçileri gerekse bizler bu tabloyu görerek ve bu tabloyu hükümetin de göreceğini, sadece görmekle de kalmayıp emekçilere karşı kullanacağını söyleyerek ayrı 1 Mayıslar kutlanmasını, elbette çok daha geniş bir ideolojik cepheden olduğu kadar içine girilen toplu sözleşme sürecini etkileyeceği nedeniyle de şiddetle eleştirdik. Ancak, kamu emekçilerin çıkarı ve isteklerinden çok kendi ideolojik ve siyasi yakınlık duydukları mihrakların gönlünü hoş etmek isteyen her konfederasyondan sendika yöneticileri çoğunluğu, sendikal bölünmüşlüğü daha da derinleştirmekte büyük bir sorumsuzlukla ısrar ettiler. Ve böylece toplu sözleşme masasına kamu emekçileri adına oturan üç konfederasyon talepleri ortaklaştırmaları mümkün, hatta çok kolayı olduğu halde (çünkü talepler büyük ölçüde ortaktı, nicel kimi farklılıklar vardı) bunu yapmayı bile zahmet etmeden hükümetin karşısına, talepleri ve amaçları birbirinden farklı üç ayrı merkez olarak oturmaya karar verdiler. Hani denebilir ki; hükmet üç konfederasyona, “Aranızda anlaşın gelin bin de sizin üstünde anlaştığınız metne imza atacağım” dese bile bu üç konfederasyon aralarında aşlamazlardı. Anlaşmazlıkları savundukları taleplerin uzlaşmazlığından değil ama aralarınki kör rekabetten dolayı olurdu!

Bu dağınıklık masada toparlanamadı. Tersine sözleşme görüşmelerini ikinci haftasında masa aslında dağılmıştı bile. Ama sendikaları derleyip toparlayan, tepeye rağmen tabanda kamu emekçilerin birleşmesi, ortak grev komiteleri kurmaya kadar varan girişimleri oldu. Ancak konfederasyonlar bu birliği, az çok bir stratejik görüşle alanlara çıkmaya, iş yavaşlatma ve durdurmalarla, emek cephesinin birliğini masaya yansıtmaya yönelme yerine birbirini boşa düşürmek için ayrı ayrı kararlar almaya yönelerek; rekabeti canlı tutmaya çalışarak birlğe zarar verci bir tutum aldılar. Bu ayrı ayrı davranma tutumundan da en çok hükümetle kapalı kapılar arkasında sözleşmeyi bağıtlamak isteyen er büyük sendika merkezi Memur Sen yararlanmak istedi.

Tabandaki bu birilik 23 Mayıs 2012 günü, kamu emekçilerin en büyük grev günü, sektörel düzeyde bir genel grev günü olarak yaşanmasını sağladı. Pek çok önemli hizmet merkezinde greve katılım yüzde yüzü buldu. Bir buçuk-iki milyon kamu emekçisi bu greve katılırken, hemen bütün illerde ve pek çok ilçe merkezinde on binlerce, yüz binlerce kamu emekçisin katıldığı gösterilerde kamu emekçilerinin talepleri yinelendi.

Ancak, bu birliği sendikal yönetimler hükümete karşı mücadelenin bir dayanağına dönüştürmek yerine tabandaki birleşmenin gücünü görmezden gelerek, keramet kendirindeymiş gibi, keskin demeçlere hükümete geri adım attıracaklarını sandılar; kendileri öyle sanmasalar da tabanı demeçleri oyaladılar. Sonuçta hükümetin verdiğinden yarım puan fazlasına hakem kurulu 2.6 milyon kamu emekçisi ve 1.8 milyon memur emeklisi ve aileleri adına yapılan toplu sözleşmeyi bağıtladı.

İşin ilginci, her biri bu grevin görkeminden ve katılım yüksekliğinden pay almak için öne çıkan sendika yöneticileri, bu greve katılımın büyüklüğünün, grevin başarısın asıl nendi olan tabandaki birliğe, bu birliğin tepede gönülsüz de olsa ortak davranmayı zorunlu hale getirmesini ya görmezden geldiler ya da öylesine geçiştirdiler. Buna dikkat çekenlere de iyi gözle bakmadılar. Çünkü değerlendirmeyi böyle yapsalar; “Neden üç konfederasyon ayrı ayrı taleplerle hükümetin karşınsa çıktı?”, “Neden daha baştan itibaren ortak kitle gücümüzü ortaya koymadık?”, “Neden ayrı konfederasyonlar ve sendikalar olarak örgütlendik; tek bir konfederasyon neyimize yetmiyordu?” gibi sorular da art arda gelecekti. Sendika yönetimleri tartışmayı buradan ilerletmemeyi, hatta bu grevini ve olup bitenleri hiç tartıştırmamayı başararak, sendikal parçalanmışlığın, ayrı konfederasyonlar olarak bölünmüşlüğün kamu emekçilerinin bu büyük eylemden zarar görmesini engellediler!

 

23 MAYIS HİÇ OLMAMIŞ GİBİ!

Bugünden bakıldığında şunu söyleyebiliriz ki, 23 Mayıs grevinin başına da son çeyrek yüz yıldan beri her büyük işçi-emekçi eyleminin başına gelenler geldi. Büyük bir coşkuyla ve kitlesellikle gerçekleştirilen eylemin ertesi günü, sanki bu eylem hiç olmamış gibi, eylemin adeta bir gün öncesine dönüldü.

24 Mayıs günü kamu emekçileri, sanki 23 Mayıs’ta büyük bir grev gerçekleştirmemiş gibi işlerinin başına dönerken, sendikalar da sanki bu eylem kendi pozisyonlarında hiçbir değişiklik yapmamış gibi, basın açıklamalarıyla sınırlı “faaliyetleri”ne, diğer konfederasyonlarla rekabetin öne çıktığı demeç sendikacılığına geri döndüler.

“Peki neden böyle olmaktadır?” sorusunu genişletmek ve 23 Mayıs gibi görkemli bir grev bile neden bu “makus talihi” değiştirmemiştir sorusunu yanıtına geçmeden önce bu grevin ilk önemli dersine yukarıda ifade edilmiş kimi saptamaları yinelemek pahasına daha yakından gerekiyor.

Bu grevin başarısın temelinde ne şu konfederasyonunun kararı, ne ötekilerin bu karara katılmaları vardır. Bu grevin başarısının esası da teferruatı da kamu emekçilerinin tabanda, sendikal rekabeti, aralarındaki din, dil, siyasi fark, milliyet vb ayırımları, aralındaki küçük hesaplaşmaları bir yana bırakarak kendi taleplerini elde etmek için bir araya gelmelerindedir. Tabandaki bu birlik olmasaydı, hiç sendika yöneticisi ve onların hiçbir kararı bu sonucu doğuramazdı. Dahası bu birlik sendikaların tepelerinden gelen “sendikal rekabeti” kışkırtan yöntemlerde ve söylemde ısrar etmelerine karşın başarılmıştır. Ki, gerek Kamu Sen’in KESK’in aldığı grev kararına katılması, gerekse Memur Sen’in son anda grev kırıcılığından kurtularak Eğitim Bir Sen üstünden greve katılacağını açıklaması ve diğer hizmet kollarında da greve zımnen destek vermesi tabandaki bu birliği görmüş olmaları ve onlara rağmen üyelerinin greve katılacaklarını görülmesi sayesinde olmuştur. Ve eğer bu konfederasyonlar bu greve karşı çıkan bir pozisyon alsaydı, muhtemeldir ki bugün bu konfederasyon ve bağlı sendikaların ne kadar sendika oldukları tartışılıyor olurdu. Bir bakıma şu da söylenir ki, Kamu Sen ve Memur Sen KESK’in aldığı grev kararına katılarak, kedilerini, grev kırıcılığı ve sendika olup olmadıkları tartışmasından kurtarmışlardır. Bunun da kamu emekçileri açısından anlamı, iyi mi kötü mü olduğu ayrı bir tartışma konusudur.

Bu sapamadan sonra yeniden, 23 Mayıs grevinden sonra, 24 Mayıs’ta neden 23 Mayıs olmamış gibi “hayatın devam ettiği” sorusuna dönebiliriz.

Bu soruya hemen verilebilecek kısa yanıt, “Bu grevin, bir protesto eylemi olarak kendi başına, öncesi ve sonrasındaki gelişmelerle bağlantısı kurulmamış bir eylem olmasıdır” biçiminde olabilir.

 

STRATEJİ YOKLUĞU SORUNU VE PROTESTOCULUK!

Gerçekten de en mücadeleci sendika merkezi olarak KESK de dahil kamu emekçileri konfederasyonları, toplu sözleşme sürecinde emek güçlerini şöyle hareket ettireceğiz, bu cephenin güçleriyle şöyle bir dayanışma içinde olacağız, bu güçleri hükümetin muhtemel tutumuna göre şöyle mevzilendirip, gelişmelere iş yerlerinde basın açıklamaları, küçük yerel gösteriler, iş yavaşlatmalar, giderek etkisi artırılan işyeri eylemleri, sokak eylemleri, lokal iş durdurmalar, toplu sözleşme masasındaki görüşmelerde hükümetin direncini kırmak üzere ülke çapında gösteri ve mitingler, grevler,… ve genel grevi dereye sokacağız gibi bir mücadele anlayışına sahip olmamışlardır. Tersine KESK’in bile kafasındaki, “Hükmet tutumunda ısrar ederse bir grevle bu mücadeleyi noktalayalım!” biçimindeydi. Öyle de olmuş, yukarda belirtildiği gibi 23 Mayıs grevi çok başarılı ve görülmemiş düzeyde yüksek katılımlı bir eylem olmuş, ama hükmet bildiğini okumuş ve bu bildiğin okuma karşısında sendikal cepheden herhangi bir tepki ortay konamamıştır. Daha doğrusu böyle bir anlayışa, mücadeleye bir başka aşamaya evrilterek, hükümete geri adım attıracak bir mücadele hattına geçilmemiştir. Sonuçta Kamu Hakem Kurulu da “Kamu emekçileri ne der?” kaygısına kapılmadın, hükümetin istediği doğrultuda sözleşmeyi bağıtlamıştır.

Bu elbette yeni bir durum değildir. Terinse kamu emekçilerinin önceki pek çok eylemi, hata üç beş ay önceden, ”şu tarihte şu biçimde eylemler yapılacak” diye takvime bağlanmış protesto eylemleri de hep aynı, protestoculukla sınırlı mücadele anlayışının ifadesi olmuştur. Bu yüzden de sendikaların gündemine tüm kamu emekçilerini birleştirmek, sendikal bölünmüşlüğün etkisin azaltacak, giderek sendikal parçalanmışlığa son verecek oluşumlar, platformlar inşa etme, emek cephesini birleştirmek için taktikler geliştirme, girimler yapma gibi sorunları ciddi olarak sendikaların ve konfederasyonların gündemine gelmemiştir. Çünkü bir protesto yapmak esas olunca bunu ne kadar güçle yaptığının önemi kalmaz. Nitekim bütün geçmiş mücadele içinde de eylemlerde karşı tarafa geri adım attırmak, bunu için gerekli güce duyulan ihtiyaç, bu güçlerin devreye sokulması için yapılması gereken girişimler gündeme getirilmemiştir. Tersine, “namus kurtaracak” bir kitlesellikle ve en keskin sloganlarla bu protesto yapılıyorsa yeterli görülmüştür. Nitekim KESK’in son dönmede “kadro eylemlerine” dönemsi, grevi bile “kadro grevi” gibi ele alıp, Kızılay’da yapılan birkaç bin kişilik “militan gösteriyi” ve polisle çatışmayı, eylemin “polisin aşırı güç kullanımı” üstünden basında konuşulmasını “grevin başarısı” olarak ilan etmesi, bu mücadele anlayışının geldiği yer bakımından elbette ibret vericidir.

Bu protestocu anlayış sadece kamu emekçilerinin sendikarına has bir mücadele anlayış da değildir. 1990‘ların başından beri işçi sendikaları cephesinde de özelleştirmelere karşı mücadeleden sosyal güvenlik alandaki hak gasplarına, iş yasasının değiştirilmesinden krizin yükün reddetme mücadelelerine kadar bütün mücadelelerde “protestoculuk” belirleyici olmuştur. Ve adeta yıllar boylunca yüz binlerce işçi Ankara’da eyleme çağırılıp orda yapılan görkemli mitinglerden sonra evlerine dönerken Meclis ve hükümetler, bu eylemler hiç yapılmamış gibi, işçi ve emekçi hakların pervasız biçimde gasp etmeye devam etmişlerdir.  Kamu emekçileri sendikaları, daha doğrusu KESK (diğerleri bunu da yapmamıştır) de işçi sendikalarına adeta paralel biçimde “Ankara eylemciliğini” bir gelenek olarak benimsemiştir. (**) Ve sonuç da hep akamet olmuştur ama ne var ki anlayış protesto etmekle sınırlı olunca, bu eylemlerin anlamını, amacını ve sonuçlarını sağlıklı bir biçimde değerlendirmek bile olanaklı olmamıştır.

Ve bu uzun dönem boyunca açıkça görülmüştür ki, bir kazanma stratejisine sahip olmayan (Elbette mücadelede her zaman kazanılmaz ve belki de çoğu zaman yenilgilerle ilerlenecektir. Ama aklı başında bir kişi gibi bir mücadele etrafında birleşen insanlar da kısa ya da uzn vadede kazanma amacı olmadan mücadele edemezler) sendikal hareket yerine göre önemli bir eylem olan protestoyu amaç haline getirerek ve asıl amacının yerine geçirilerek, emek mücadelesini fasit bir çemberin içen çekmiştir. Bu yüzden en görkemli mücadeleler bile emekçilerin aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Çünkü amacı, varacağı hedef, elde edeceği sonuç çok da belli olmayan protestolar yığın hareketinde bezginlik ve yorgunluğa yol açarken, giderek umutsuzluğu da körüklemiştir. Tam da daha enerjik olunması gereken zamanda mücadele eden güçler mecalsizleşmiştir. Oysa protestolar asıl amaca bağlı ve ihtiyaca uygun, stratejik bir mücadele anlayışıyla ele alınsa her protesto emek cephesin güçlendirirken, sonraki adımın güçlerini de büyütecekti. Bundan da patron ve hükümetler yararlanmış, protestolar için bahaneler yaratarak mücadele eden güçleri yormayı bir yöntem olarak geliştirmişlerdir adeta. Çünkü böylece bir yandan yığınların gazı alınıp eylemlerin etkisizleşmesi sağlanırken, hükmet ve patronlar da bildiklerini okumaya devam edebilmişlerdir. Aynı nedenle sendikal bürokrasi de bu sonuçsuz mücadelelerden yararlanarak eylemlerin muhasebesini yapmak yerine bir tek eylemin kalabalık ve militanca olup olmadığını tartışarak kendisini kurtarmıştır. Böylece sendika yöneticileri, kendi başına başarılı (kitlesel ve yaygın protesto eylemeleri) protesto eylemlerini de kendi hanesine yazmayı başarmıştır.

 

23 MAYIS GREVİNDEN ÇAKARILACAK DÖRT ÖNEMLİ DERS!

23 Mayıs grevi de bütün görkemine ve karşın, bütün bu zaaflarla malul olmaktan kurtulmamıştır. Ve bu yüzden de 23 Mayıs bugün, daha 23 Mayıs grevinin üstünden iki ay bile geçmeden sanki eski bir tarihte olmuş bir grev gibi, KESK’in ve kamu emekçilerinin takvime bağlı ama adı gerek duyuldukça sayılan günlerinden birine dönüşmüştür.

Ancak 23 Mayıs grevi, ondan öğrenmek isteyenler için şu gerçekleri de herkesin gözün sokmuştur:

1-) Emek mücadelesinin gerçek bir sendikal hareket olarak ilerlemesi, işçilerin, emekçilerin din, dil, siyasi farklılık, sendikal bölünmüşlük vb. tüm farklıkları aşarak tabanda birliği gerçekleştiğinde mümkün olabilir. Aksi halde sendikal hareketin ilerlemesi mümkün olamaz. Ve bugün emekçiler içinde tarikat cemaat kışkırtmaları, sermaye partilerinin etkisi ve aşır politize olmuşluk gibi son derece olumsuz etkenlere karşın emekçiler kendi talepleri etrafında, bütün bu ayırımları aşarak birleşebilmektedirler. 23 Mayıs grevi bunu hiç kimsenin itiraz edemeyeceği kadar açıkça ortaya koymuştur. Demek ki, sendikal hareketin birliğini sağlamanın ilk koşulu, sendikaların tabanındaki emekçileri kedi talepleri etrafında birleştirmeyi amaçlayan bir çalışmadır.

2-) Sendikal platformlar, şubeler ve temsilciler platformları gibi, tarihi 1989 Bahar Eylemlerine kadar giden yerel platformlar sendikal mücadelenin kazanımları olarak çok değerlidir. Ve bu birikimin tabandaki çalışmayı desteklemek ve sendikaların üst yönetimlerine yönelik olarak da baskıları artırmak için dayanak olacakları açıktır. Bu yüzden de yerel platformların canlandırılması, güçlendirilmesi, olmayan bölgelerde kurulması sendikal mücadelenin olumlu anlamda gerçek bir strateji oluşturması için hayati önemdedir. Sendikal kurultay girişimleri de taban çalışmasıyla platformlar arasındaki ilişkiyi doğru anladığı ve değerlendirdiği ölçüde bir işlevselliğe sahip olacak, kendi girişimlerini yenileyebilecektir.

3-) Sendikaların her kademesindeki mücadeleden yana sendikacıların, konfederasyon, işkolu, farkı gözetemeden, dönemin ihtiyaçları ve mücadeleci bir sendikacılık hareketinin geliştirilmesi için birikimlerini seferber etmeleri ve giderek ortak bir tutum alarak sendikal hareketi birleştirmek, parçalanmışlığı aşacak bir birliğin oluşturulması için inisiyatif almaları da sendikal hareketin bugün ortak bir mücadele stratejisi etrafında birleşmelerinin önemli bir dayanağıdır. Bu konuda azımsanmayacak sayıda sendikacının olduğu, hatta bazı sendikaların, bazı merkezlerin (SGBP ve KESK gibi merkezlerin) doğrudan böyle birliğin içinde olması da son derece önemli olacaktır.

4-) bütün konfederasyon v emek örgütlerin 2000’lerin başında oluşan Emek Platformu’na benzer bir oluşumun, bugünün koşullarında gündeme alınması ve hükmet yandaşlığına soyunanların, sermaye ile diyalogculuğun teşhirini ve tecridini de amaçlayan bir inisiyatifle hareket edilmesi bir emek cephesi oluşturulması tartışmasını da kapsayacağı için ayrı bir öneme sahiptir.

 

Böyle bütünlüklü bir strateji oluşturma girişimi açısında 23 Mayıs grevi elbette doğrudan ve dolaylı biçimde öğretici olmuştur. CVe ancak bu sonuçları çıkarıp bunu gereği yapıldığı ölçüde 23 Mayıs grevinin emek mücadelesinin ilerlemesine hiç olamazsa bundan sonrası için bir katkı yapması mümkün olacaktır.

 

(*) Memur Sen yüzde 16, Kamu Sen yüzde 25, KESK yüzde 30 zam talebinde bulundu. Ancak diğer taleplerle birleştirildiğinde konfederasyonların birbirine yakın bir toplam maaş arıtışı talebinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Ki, konun tartıştığımız yanı itibarıyla bu miktarların da çok bir önemi yoktur.

 

(**) KESK’in kuruluş süreci belki 2000’lere kadar ki dönemde nispeten, hareketin yeni oluşunu da zorlamasıyla bir mücadele stratejine sahip olmuştur. Ancak sonraki yıllarda KESK’e egemen olan da protestocu eğilimin güçlenmesi giderek “kadro eylemi” denilen ve sendikal literatüre yabanca kavramlar üretilmesine kadar gelinmiştir. Ki, bu tutum uluslararası planda, sınıf sendikacılığının reddi temelinde geliştiren  “toplumsal hareket sendikacılığı” denilin sınıf dışı tutumdan beslenmektedir.

Sunu ve İçindekiler 231

Özgürlük Dünyası Temmuz 2012 Sayısı (231) Çıktı!

İÇİNDEKİLER

Kürt sorununda çözüm ve barış üzerine
Mehmet Doğan

Kamu emekçilerin 23 Mayıs grevinin öğrettiği
İhsan Çaralan

Laiklik ve demokrasi
Kadir Yalçın

Son On Yılın Resmi: Eşitsiz Gelişim
Sinan Alçın

Halka son saldırı: Kürtaj yasağı
Nuray Sancar

‘İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’ üzerine
Dr. Celal Emiroğlu
Dr. Levent Koşar

Metal sözleşmesi ve işçi hareketinin durumu
Muzaffer Özkurt

Yaşasın uluslararası dayanışma!
Uluslararası Marksist Leninist Partiler ve Örgütler Konferansı

SUNU
Suriye’nin TSK’ya bağlı keşif uçağını düşürmesi, mevcut gerginliğin “tuzu-biberi” oldu. Türkiye-Suriye ilişkileri zaten gergindi, iyice gerildi. Hava sahası ihlallerinin, birbirinin egemenlik alanlarına havadan kısa süreli ve mesafeli giriş çıkışların uzmanlarca sıradan olaylardan olduğu söyleniyor. Neden bir Türk jeti düşürüldü peki? Suriye, neden “küçük” bir hava sahası ihlaline katlanmayıp bunca düşmanca davrandı?
Evet, Suriye, üstelik öyle anlaşılmaktadır ki hiç uyarıda bulunmadan uçağımızı düşürmesi düşmanca bir davranıştır?Ancak herkes bilmektedir ki, bir yıldan fazladır, Türkiye Suriye ile ilişkilerini, yüz seksen derece değiştirerek, bu ülkeye karşı düşmanca bir siyaset izlemeye başlamıştır. Bir günde, ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenlediğimiz, aramızdan su sızmayan “kardeşim Esad” gitmiş, yerine “halkına ateş açan zalim Esad” gelmiştir. Oysa, Esad’ın halkına öteden beri ateş açıp kan kusturmakta olması bir yana, Türkiye’yi yönetenlerin de halklarına hiç de insanca davranmayıp, “güvenlik güçleri”ni önlerine gelene zehirli gaz, cop ve silahla saldırttığı ortadadır. Uludere’de 34 silahsız Kürt genci daha yeni savaş uçaklarıyla bombalanarak öldürülmüştür. Türkiye hapishanelerinde Suriye’ninkilerden az siyasi tutuklu yoktur!Kendi halkına düşmanca davranan Türkiye egemen sınıfları ve hükümetinin Suriye’ye karşı da düşmanca davrandığı ve asıl sorunun burada olduğu tartışmasızdır. Türk uçağının düşürülmesi başlangıca değil, ama gelinen noktaya işaret etmektedir; sebep değil sonuçtur. Gelinen yer, AKP’nin maceracı dış politikasının iflas ettiği yerdir!Bu gelişmeler elbette Türkiye’nin içindeki problemlerle de bağlantılıdır. Hükümet, açıktan, Suriye karşısında kendi dış politikasını desteklemeyenleri “vatan haini” ilan etmekten geri durmamaktadır. Dolayısıyla tüm muhalefete, kendi politikasına yedeklenmeyi dayatmakta, bunu kabul etmeyenleri de marjinalize etmeye çalışmaktadır.Suriye merkezli tartışmalar, hükümetin en başta Kürt sorununda içine girdiği ve özellikle Uludere katliamıyla birlikte artık çıkamaz hale geldiği çözümsüzlükle de ilgilidir. Hükümet, muhalefetin kendi arkasında dizilmesini isterken, özellikle Kürt sorununda kendisine karşı gelişen tepkileri ortadan kaldırmak istemektedir.
Başbakan Erdoğan’ın ağzından, sanki yıllardır hazırlığı yapılıyormuşçasına kesin bir biçimde gündeme getirilen kürtaj yasağı tartışmaları da ülkenin diğer bir gündemi. Burjuva kadınlar açısından bir biçimde çözülebileceği açık olan kürtaj yasağı, özellikle emekçi kadınların ve bir bütün olarak emekçilerin kendi yaşamlarına dair temel bir konuda karar verebilme hakkının ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla saldırı, esas olarak halka yönelmiş bir saldırıdır.
İş cinayetleri de artık burjuva medyanın ve sermaye partilerinin dahi görmezden gelemeyeceği bir noktaya varmıştır. Hükümet de, bunu gözeterek hem AB müktesebatına uyum sağlayarak yeni bir “iş güvenliği” piyasası açmak hem de emekçilerin çalışma koşullarına karşı biriken tepkisini yedekleyebilmek adına İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununu yasalaştırılmıştır. Ancak kanunun işçi sağlığını korumak gibi bir derdi olmadığı da isminden dahi anlaşılmaktadır.
Eylül ayında resmen başlayacak MESS ile metal sendikaları arasındaki grup toplu iş sözleşmesi görüşmeleri bir önceki sözleşmeden farklı olacak gibi gözüküyor. Bosch işçilerinin henüz net bir sonuca bağlanamamış olan ve ciddi bir işçi inisiyatifi ve deneyimini barındıran sendika değiştirme hareketi, geçen dönem Birleşik Metal-İş’in Türk Metal’in imzaladığı teklifi bir ölçüde olsa da aşan çabası, bu toplu iş sözleşmesini hem patronlar hem de sendikal bürokrasi açısından daha da güçleştirmektedir.
Yine kamu emekçilerinin 23 Mayıs grevi ve sonrasında yaşananlar, kamu emekçileri ve sınıf hareketi açısından önemli dersler çıkarılması gereken bir deneyim olarak önümüzde duruyor.
İşte memleketin de gündemini oluşturan bütün bu konular, dergimizin bu sayısındaki tartışmaların ana omurgasını oluşturuyor.
Ağustos sayısında buluşmak üzere!

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑