Uluslararası durum üzerine

Son konferansımızdan bu yana, kapitalist dünya ekonomisinin gelişme süreci açısından yaşanan en önemli gelişme; 2009 yılının ikinci çeyreğinde başlayan büyümenin yerini giderek durgunluğa bırakması ve kapitalist dünya ekonomisinin hemen tüm sektörlerde yeni bir daralma sürecine doğru sürüklendiğini gösteren belirtilerin yoğunlaşmasıdır. İkinci çeyreğinden itibaren başlayan büyümeye karşın, 2009’da %6.6 oranında daralan dünya sanayi üretimi; 2010’da %10 büyüdü. Dünya sanayi üretimi, 2010 yılının Haziran ayında, 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyini aştı. Ancak büyüme hızı, 2011 yılının birinci çeyreğinden sonra düşmeye başladı ve son çeyrekte %0.4’e kadar geriledi. 2011’de dünya sanayi üretimi artış hızı, bir önceki yıla göre yarıya yakın düşerek, %5,4 oldu. 2012 yılın ilk çeyreğinde ise, büyüme hızı hafif bir yükselişin ardından tekrar düştü. Bir önceki çeyreğe göre geçen yılın son çeyreğinde %0,4 oranında büyüyen dünya sanayi üretimi, 2012’nin birinci ve ikinci çeyreklerinde sırasıyla %1,8 ve %0,0 oranında büyüdü. Tüm veriler; kapitalist dünya ekonomisinin, büyüme hızında; 2011 yılının ilk çeyreğinden sonra başlayan gerilemenin, dalgalanmalar olmakla birlikte sürdüğünü, bu yılın ortalarında sıfıra doğru yaklaştığını ve yeni bir daralma sürecine doğru ilerlediğini göstermektedir.
Toplam ekonomik büyüklüğü ABD’den daha fazla olan Avrupa Birliği, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi Japonya ve Asya’nın en büyük ekonomilerinden biri olan Hindistan sanayi üretimi; 2011 yılının son ve 2012’nin birinci ve ikinci çeyreklerinde, önceki yılların aynı dönemlerine göre ard arda daraldı. Latin Amerika’nın en büyük ekonomisi Brezilya sanayi üretimi, son iki çeyrekte aynı şekilde negatif büyüme sürecine girdi. Mısır ve Tunus gibi kuzey Afrika ülkelerinin yanısıra, Arjantin, Kolombiya ve Peru’nun içinde yer aldığı birçok ülkede negatif büyüme yaşandı.
2010’da %14.4, 2011’de %13.8 oranında artan Çin sanayi üretimi büyüme oranı, bu yılın ilk çeyreklerinde önceki yılın aynı dönemlerine göre sırasıyla %11.6 ve %9,5’a geriledi. Bu oranlar, Temmuz’da %9.2’ye, Ağustos’ta %8,9’a düştü. Oysa Hindistan’nın yanı sıra esas olarak da dünyanın krizle sarsıldığı 2008 ve 2009 yıllarında %12.9 ve 12.3 büyümüş olan Çin, krizin daha da derinleşmesini engelleyen ve dünya ekonomisinin tekrar büyüme sürecine girmesinin unsurlarından biri olmuştu. Fakat içinde bulunduğumuz dönemde Çin’in durumu o yıllardan farklı. O, şimdi, finans kesiminde balonların ve köpüklerin oluştuğu, inşaat ve emlak söktörlerinde tıkanmaların ve başta demir-çelik olmak üzere çeşitli sektörlerde stokların birikmeye başladığı bir ülke. İç pazarı canlandırmak için yüz milyarlık paketler uygulanmasına karşın büyüme hızı düşen ve daha da düşecek olan Çin ve Hindistan, içinde bulunduğumuz dönemde aynı rolü oyayamaz. Çin’in yanısıra, Meksika ve Rusya’nın da içinde yeraldığı BDT’nin sanayi üretimi son üç çeyrekte de büyümeye devam etti. Ancak, belli başlı kapitalist ülkeler sanayi üretiminin ve dünya ticaret hacminin daralmaya devam etmesi durumunda, onların büyüme hızlarının daha da düşmesi kaçınılmazdır.
Basit meta üretiminden farklı olarak, üretim araçları üreten sektörlerin tüketim araçları üreten sektörlerden daha hızlı büyümesi, genişletilmiş yeniden üretimin koşuludur. Ancak üretimin kâr amacıyla ve bilinmeyen bir pazar için ve kâr amacıyla yapıldığı kapitalizm koşullarında; iki sektörün uyumlu bir orantı içinde büyümesi mümkün değildir ve bu krizlerin kaçınılmaz kılan etkenlerden biridir. Öncesinde olduğu gibi, son üç yılda da bu iki sektör orantılı büyümedi. Üretim araçları üreten sektörlerde de siparişlerin gerilemesi, atıl kapasite oranının artması, stoklar ve büyüme hızının düşmesi gündeme geldi.Üretim araçları üreten kesimin önemli bir bileşeni olan demir-çelik sektörü, 2010 ve 2011 yıllarında, tüketim araçları üreten sektörlerden daha hızlı büyüdü. Dünya Demir Çelik Birliği’nin verilerine göre, 2010’da bir önceki yıla göre %15 büyüyen dünya ham demir-çelik üretiminin büyüme hızı; 2011’de %6.2’ye geriledi. Bu yılın Ocak ayında % 8 civarında keskin bir düşüş gösteren dünya ham çelik üretiminin, Ocak-Mayıs dönemindeki büyüme oranı ise %0.8. Dünya ham çelik üretimi Ağustos ayında bir önceki yılın aynı ayına göre %1 düştü. Aynı ayda Japonya’da %3.3 (tusinami nedeniyle geçen yıl demir-çelik üretimi düştüğü için anlaşılabilir bir büyüme) ve Hindistan’da %2.6 artan çelik üretimi; Çin’de %1.7, ABD’de %3.8, Avrupa Birliği’nde %4.4, Almanya’da %7.1, İtalya’da %15,5 ve BDT’de %3.8 oranında düştü. Çin limanlarında, Nisan ayından itibaren %2.9 artışla 98,15 milyon tona ulaşan demir cevheri stoklarının %70’i çelik tesisilerine ait. Çin kömür stokları son üç yılın en yüksek düzeyinde bulunuyor.
Üretim araçları üreten sektörün bir başka önemli unsuru olan makina yapım sanayiinde siparişler ve üretim, başta Almanya olmak üzere birçok ülkede gerilemeye başladı. Bu, Almanya’da sanayi üretimindeki düşüşün en önemli nedenlerinden biri oldu.
Kapitalist üretim biçiminde; tarım, teknik temeli ve gelişme düzeyi bakımından sanayii geriden izler. Tarımsal üretim, hala iklim değişiklikleri ve bunun yolaçtığı kuraklık, sel ve diğer doğal afetler gibi doğa koşullarındaki gelişmelerden önemli ölçüde etkileniyor. Tarımsal üretim giderek daha çok tekellerin denetimine giriyor ve mali sermayenin spekülatif girişimlerinin konusu oluyor. Başta tahıl olmak üzere dünya tarımsal üretimi, olumsuz doğa koşulları, biyoyakıt üretimi için ayrılan tarımsal ekim alanlarının büyümesi vb. birçok etkene bağlı olarak 2010 yılında geriledi. Bir önceki yıla göre daha olumlu doğa koşulları, artan talep ve yapılan spekülasyonla tarım ürünleri fiyatlarının aşırı yükselmesi vb. etkenler sonucu, tarımsal üretim 2011 yılında arttı. Örneğin buğday üretimindeki artış, bir önceki yıla göre yaklaşık % 6 oldu.
2009 yılında %12.7 oranında daralan dünya ticaret hacmi, Dünya Ticaret Örgütü’nün verilerine göre; 2010 yılında gerçekleşen %13.8 büyümenin ardından, sert bir düşüşle %5 (CPL’nin verilerine göre %15,2 ve %5.8) seviyesine geriledi. Geçen yılın son çeyreğinde %0.5 büyüyen dünya ticaret hacmi, bu yılın birinci ve ikinci çeyreklerinde, önceki çeyreklere göre sırasıyla %0.9 ve %0.5 büyüdü. Haziran ve Temmuz aylarında da dünya ticaret hacmi, 2011 yılının 10. ve 11. aylarının ardından, önceki aylara göre, 2 ay üst üste %1,5 ve %0,2  oranlarında daraldı (negatif büyüme).
Dünya sanayi üretimi 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyine 2010 yılı Haziran ayında erişir ve bir sonraki ayda aşarken; dünya ticaret hacmi 2008 yılının en yüksek düzeyini, ancak, 2011 yılı 11. ayında aşabildi. 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyine (Nisan ayı) göre, bu yılın Temmuz ayında; dünya sanayi üretimi yaklaşık %9.5, toplam dünya ticaret hacmi ise ancak %5 civarında büyüyebildi.
Dünya ticaret hacminin gelişmesine  ilişkin veriler, kapitalist dünya pazarının büyüme hızını bire bir yansıtan bir özellik taşımasa da, onun gelişme seyrini gösteren en önemli verilerden biridir. Bu veriler; son üç yılda dünya toplam sanayi üretiminin pazarlardan daha hızlı büyüdüğünü, kapitalist dünyanın, krizlerin temelini oluşturan aşırı üretim sorunuyla karşa karşıya olduğunu göstermektedir. Aşırı üretimin kaçınılmaz sonuçları ise; üretimin kısılması, fabrikaların kapanması ya da düşük kapisetede çalışması, işsizliğin ve yoksulluğun artması, bolluk içinde yoksulluk ve bunu izleyen pazarlardaki daralmadır. Dünya sanayi üretim hızında 2011 ikinci çeyreğinde başlayan sert düşüş ve dünya ticaretinin büyüme hızındaki gerileme bu temelde gündeme geldi. Kuzey Afrikadaki gelişmeler ve Yunanistan, İspanya, İtalya, İngiltere, Portekiz vb. ülkelerde uygulanan saldırı paketleri bu süreci hızlandıran ve sonuçlarını ağırlaştıran bir başka etken oldu.

YENİ BİR MALİ KRİZE DOĞRU
2008 krizi finansal bir kriz olarak uç vermiş, başta sanayi ve ticaret olmak üzere diğer sektörlerlerdeki krizi derinleştirerek ve finans sektöründe, sonuçları sonraki gelişme sürecini etkilleyen sarsıntılara yolaçarak gelişmişti. Krizin tahrip edici sonuçlarının tekeller açısından daha da ağırlaşması, finans sektörünün çökmesi ancak triliyonlarca doların kapitalist devletler tarafından tekellerin kasalarına aktarılmasıyla engellenebilmişti. Tekellerin kasalarına aktarılan triliyonlarca dolar ise, para basarak, daha çok da yüksek faizlerle iç ve dış piyasasalardan borçlanarak sağlanabildi. Bunun sonuçları ise; başka şeylerin yanı sıra, en başta da devletlerin aşırı borçlanması, borç ve faiz yükünün artışı ve altının yükselişi, hemen bütün paraların temsil ettiklerii değerin düşmesi oldu.
Aralarında farklılıklar olmakla birlikte ülkeler; artan harcamalarını, büyüyen bütçe açıklarını, borç taksitlerini ve faizlerini tekrar ve yükselen bir trendde borçlanarak finanse edebildikleri ve yeni finans ve para krizlerinin unsurlarını bağrından taşıyan ve geliştiren kısır bir döngünün içine girdi. Kapitalist dünya 2009 yılı ikinci yarısında başlayan büyüme sürecine, 2008 krizinden devraldığı bu kamburla girdi. Kapitalist dünya ekonomisinin 2009’un ilk çeyreğinden sonra büyüme sürecine girmesi, bu büyümeden yararlanan ve büyüme sürecine giren ülkelere geçici de olsa nefes alma ve tıkanmanın eşiğine gelmiş olan mali çarkı döndürme olanağı sağladı. Kapitalist dünya ekonomisinin tekrar büyüme sürecine girmesinin ardından altının yükselişi durdu, hatta kısa bir süre düştü. Çin gibi yüksek büyüme hızını gerçekleştiren ülkelerin devlet borçlarının GSYİH’ya oranı geriledi. Ancak başta ABD ve Japonya olmak üzere belli başlı kapitalist ülkelerin devlet borçları, kapitalist dünya ekonomisinin büyüme sürecine girmesinden sonra da devam etti. ABD’nin devlet borçları 16, bu yılın ortalarına kadar büyüyen Almanya’nın borçları da 6 trilyon dolara yükseldi. Diğer kapitalist ülkeler açısından da durum farklı değil. Neredeyse yükselen bir trendde borçlanma, mali çarkın dönmesinin ve ekonomomik büyümenin koşulu haline geldi. Fakat, bu aynı zamanda ekonominin tüm sektörlerini derinden etkileyecek bir mali krizin taşlarının döşendiği yoldur.
2008 ve 2009 yıllarının ikinci çeyrekleri arasında dünya sanayi üretiminde gerçekleşen sert düşüşün ve patlayan mali krizin ardından büyüme sürecine giremeyen ve aşırı borçlanan ülkeler açısından ise süreç; ekonominin diğer sektörlerini de derinden etkileyecek ve bu ülkeleri iflasın eşiğine getirecek olan mali bir krize doğru sürüklenme oldu. Bunun ilk örneği, cılız sanayisi AB’ne girmesiyle birlikte büyük ölçüde tasfiye edilen ve 2008 krizinin ardından ekonomisi 2009 yılında da büyüme sürecine giremeyen ve yılın sonlarına doğru iflasın eşiğine gelen Yunanistan oldu. Onu, aralarında sanayinin gelişme düzeyi, borçlarının GSYİH’ya oranı vb. bir çok bakımdan önemli farklılıklar olan, ancak kriz ve durgunluk girdabından çıkamayan Portekiz, İspanya, Macaristan ve diğerleri izledi.
Borç kıskacındaki ülkelere, 1929 bunalımı gibi derin bunalımlar ya da savaşlar dışında tanık olunmayan bir hızla halkları yoksullaştıran, ekonomileri tahrip eden, bir sonucu da iç pazarların ve dış ticaretin daralması olan paketler dayatıldı. Bu paketler, işçi sınıfının ve halkların mücadelelerine karşın, doğrudan alacaklı büyük emperyalistlerin, IMF, Dünya Bankası ve AB gibi uluslararası kuruların denetiminde, ulusal çıkarlara tam bir ihanet içinde olan, milyarlarca doları yabancı bankalara kaydıran halk düşmanı işbirlikçi tekelci burjuvaziye ve temsilcilerine dayanarak uygulandı. Halkların ulusal gururu, bağımsızlık ve egemenlik hakkı, hoyratça ayaklar altına alındı. Mali sektörü daha güçlü olan ve 2011 başlarından bu yana sanayi üretimi ve ekonomisi daralan Büyük Britanya da tasarruf paketleri uygulayan ülkeler kervanına takılmak zorunda kaldı.
2011 yılının ikinci çeyreğinde başlayan dünya sanayi üretimi büyüme hızındaki sert düşüş ve bu yılın ilk yarısındaki gelişmeler; uluslararası ölçekte finansal bir krizin unsurlarını geliştirirken, 2008-2009 krizi sonrası dünya kapitalist ekonomisinin büyüme süreciyle paralel bir gelişme sürecine giremeyen, aşırı borç yükü altındaki ülkelerde durumun daha da ağırlaşmasına yolaçtı. Euronun ne olacağı, AB’nin varlığını nasıl südüreceği tartışmaları yaygınlaşırken, borç krizi içindeki ülkelere, belli başlı kapitalist ülkelerin ve dünya ekonomisinin gelişme seyrine ilişkin açıklamaların ardından kapitalist ekononominin nabzının attığı borsalar dalgalandı. Dünya sınai ve tarımsal üretiminin yanı sıra ticaret hacmi 2008 krizi öncesinin en yüksek düzeyini farklı oranlarda da olsa aşmasına karşın, belli başlı borsa endeksleri 2008 krizi öncesinin altında seyrediyor.
Henüz uluslararası ölçekte büyük sarsıntılara yolaçacak bir mali kriz patlamamış olsa da, veriler; sürecin bu yönde ilerlediğini, bu sektörde de alarm zillerinin çalmaya başladığını  göstermektedir. FED’in faiz oranlarını yükseltmeyeceği ve ayda 40 milyar dolar, toplamı 2 trilyon doları bulan tahvil alımı başlatacağı açıklandı. ABD’nin ardından Japonya’da, benzer bir uygulamayı, 695 milyarlık tahvil alım programını başlattı. Almanya, borç krizindeki ülkelere karşı uyguladığı katı politikayı esnetirken, AB’nin zor durumda olan ülkelere müdahale için oluşturduğu fon arttırıldı. Çin daha önce ekonomiyi canlandırmak için uyguladığı paketlere ek olarak, alt yapının yenilenmesine yönelik yeni bir paketi uygulamaya başlayacağını açıkladı. Altın tekrar yükselmeye başladı. 2008 krizinde, kapitalist devletlerin tüm araçlarını ve olanaklarını kullanarak ekonomiye yoğunlaşmış müdahalesi, krizin patlamasıyla başlamıştı. İçinde bulunduğumuz dönemde ise, kapitalist devletler, belli başlı kapitalist ülkelerde ve dünya ölçeğinde, 2008 krizi düzeyinde iflaslar ve sarsıntılar başlamadan harekete geçti. Ancak bu müdahaleler, gelişme süreci üzerinde etkide bulunmakla birlikte, yönünü, kaçınılmaz sonuçlarını değişteremez.

EMPERYALİST GÜÇLER ARASINDA KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER VE ARTAN ÇATIŞMA RİSKİ
Eşit olmayan dengesiz gelişme kapitalist gelişme sürecinin mutlak yasasıdır. Kapitalist dünya ekonomisinin 2008 krizi sonrası büyüme süreci de; sektörler, ülkeler, bölgeler, üretim, pazarlar vb. arasındaki ilişki ve gelişme seyri bakımından da dengesiz ve onun uzlaşmaz karşıtlıklarını derinleştiren bir gelişme süreci oldu. Almanya dışında, ABD ve Japonya da dahil belli başlı gelişmiş kapitalist ülkelerin sanayi üretimi 2008 krizi öncesi düzeyin altında seyretti. Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere birçok gelişmiş kapitalist ülkenin sanayi üretimi; 2008’in en yüksek düzeyi bir yana 2005 düzeyine bile ulaşamadı. Sanayi üretimi krizi öncesi düzeyi aşan, 2010 ve 2011 yıllarında sırasıyla %11.5 ve %9 büyüyen Almanya, AB ve Euro bölgesi içindeki konumunu güçlendirdi. O, ABD’nin başında bulunduğu bloktan kopmaksızın, mali ve ekonomik gücüne, özellikle makina yapım sanayindeki teknik üstünlüğüne dayanarak, yeni pazarlara, yatırım alanlarına ve hammade kaynaklarına doğru yayıldı.
Önceki yıllarda olduğu gibi, son bir yılda da Çin, dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ülkeleri arasında genel olarak ekonomisi özel olarak da sanayi üretimi en hızlı büyüyen ülke oldu.Yanı sıra sanayinin teknik temelini yenileyerek ilerleten Çin, gelişme düzeyi bakımından da diğer emperyalist ülkelerle arasındaki farkı kapatamasa da, azalttı. Benzer bir süreç, Rusya’da da yaşandı. ABD ve müttefikleri tarafından, yüksek kârların elde edildiği büyük bir  pazar, ucuz ve eğitilmiş işgücüne sahip bir üretim üssü olarak görülen Çin, SB’nin dağılmasından sonra yağmalanacak sıradan bir ülke haline getirilmesi gereken bir ülke olarak ele alınan Rusya; ABD ve müttefiklerinin, gelişmesi ve yayılması engellenmesi gereken başlıca rakipleri haline geldi.
Güçler ilişkisinin değişmesinin kaçınılmaz sonucu ise; yeni ve gelişmekte olanın, pastadan daha çok pay istemesi, istemekten öte elde etmek için her aracı kullanması, güçler ilişkisine uygun olarak dünyanın yeniden paylaşılmasıdır. Dünya ekonomisindeki son gelişmeler, belli başlı emperyalist güçler arasındaki rekabet ve mücadeleyi şiddetlendiren bir başka etken oldu. Son bir yılda başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere dünyanın hemen tüm bölgelerinde, rekabet, etki ve nüfuz alanlarını genişletme mücadelesi şiddetlendi. Çin ve Rusya savaş sanayinin teknik temelini yenilerken, silah üretimi ve silahlanma yarışı hızlandı. ABD Kongresi tarafından hazırlanan bir rapora göre, ABD’nin silah satışları 2011 yılında, bir önceki yıla göre üç misli arttı.
Önceki yıllarda olduğu gibi, son bir yılda da, ekonomisi geliştikçe enerjiye, hammaddelere, yeni pazaralar ve yatırım alanlarına ihtiyacı artan Çin ve toparlanan Rusya’nın pastadan daha fazla pay alma ve yayılma girişimleri yoğunlaştı. Öte yandan, genç ve gelişen bir emperyalist güç olan Çin’in yanı sıra Rusya’nın, yeni pazarlara, hammade ve enerji kaynaklarına doğru yayılmasını ve gelişmesini engelleme, ABD ve müttefiklerinin başlıca önceliği haline geldi. Obama yönetimi, önümüzdeki yıldan  itibaren, ABD öncelikli stratejik hedefinin Asya olacağını ve ABD stratejik planları ve askeri güçlerinin dünya ölçeğinde mevzilenmesinin buna uygun olarak yenileneceğini açıklarken bu gerçeği dile getiriyordu. Son adalar kirizinde de görüldüğü gibi, Japonya ve Çin ilişkileri gerginleşirken, Japonya savaş kapasitesini geliştireceğini açıkladı. Bölgede askeri tatbikatlar yoğunlaştı.
Son bir yılda da, dünya ölçeğinde güçler ilişkisindeki değişimin yansımaları ve sonuçları daha net bir biçimde görülür hale geldi. Batılı emperyalist güçlerin, Libya’ya müdahalesine çıkarları gereği karşı olmalarına rağmen, Rusya ve Çin boyun eğmek, gönülsüzce de olsa kabullenmek zorunda kalmışlardı. Kaddafi yönetiminin yıkılması; bu ülkenin parçalanmanın eşiğine gelmesi, ekonomisinin büyük ölçüde tahrip olması, halkın yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi, tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin batılı emperyalist devletlerin denetimi altına girmesi vb. ile sonuçlandı. Rusya ve Çin, başta petrol anlaşmaları olmak üzere mevzilerini büyük ölçüde kaybettiler. Kaddafi yönetiminin yıkılmasından sonra Mali karışır, iç savaşın girdabına çekilerek parçalanırken, öncelikli hedef Suriye oldu. Batılı emperyalist güçlerin, Suriye’deki yönetimi devirme ve kukla bir yönetimle bu ülkeyi tam denetimi alma girişimleri yoğunlaştı. ABD ve müttefikleri, Suriye’deki uzantılarının yanı sıra, başta Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar olmak üzere tüm güçlerini hareket geçirdi. Mezhep çelişkileri körüklenirken, kitleler arasındaki hoşnutsuzluk ve yönetime karşı oluşan tepki yedeklenmeye ve Libya örneğinde olduğu gibi benzeri bir askeri müdahalenin koşulları yaratılmaya çalışıldı. Rusya, Suriye’yi silahlandırır, bu ülkedeki askeri üssünü güçlendirirken, yeni savaş gemilerini Akdeniz’e yolladı.
Suriyedeki yönetimin devrilmesi ve kukla bir yönetimin kurulması; zengin pertol yataklarına sahip Ortadoğu’ya hakim olmak, enerji yollarını ve Doğu Akdenizi konrol altına almak, Çin ve Rusya’nın bu bölgede yayılmasına set çekmek, Libya’da olduğu gibi bölgeden kovmak, İran’ı kuşatmak ve bölgedeki etkisini kırmak, en yakın müttefiklerini tasfiye etmek vb. birçok bakımdan önem taşıyordu. Ayrıca Suriye Ortadoğu ve Akdeniz’de Rusya’nın askeri üssünün bulunduğu ve dayandığı tek ülkeydi. Bu küçük ülke, Rusya ve yanı sıra Çin ile ABD ve müttefikleri arasındaki mücadelenin yoğunlaştığı ve güçlerin sınandığı bir odak, Ortadoğu ise mezhep çatışmalarının eşiğinde, patlamaya hazır bir barut fıçısı haline geldi.
Libya’dan farklı olarak, Rusya ve Çin, Suriye’nin ABD ve müttefiklerinin denetimine girmesine ve Ortadoğu’da dengelerin değişmesine yol açacak özellikle askeri bir müdahaleye karşı çıktılar. Ancak çıkarlarını ve mevizilerini güvenceye alacak bir uzlaşma ve mevcut haliyle varlığını sürdürmesi giderek zorlaşan Suriye’deki yönetimin bu temelde yenilenmesi seçeneğine de kapıyı açık bıraktılar.
Afganistan, Yugoslavya, Irak, Fildişi, Libya vb. örneklerde de açıkça görüldüğü gibi, özgürlük ve demokrasi savunucusu geçinen liberallerden eski revizyonist partilerin kalıntısı sözde özgürlükçü sosyalistlere kadar uzanan geniş bir yelpazenin desteğini alan emperyalist müdahaleler; yükleri işçilerin ve halkın sırtına bindirilen askeri harcamaların artmasına, müdahale edilen ülkelerin, üretici güçlerinin tahribine, halkların korkunç acılar çekmesine, yoksullaşmasına, her alanda gerilemesine vb. yol açmaktadır. Halkların talepleri, ulusal bağımsızlık ve egemenlik hakkı, özgürlük ve demokrasi onların hiç bir zaman umurunda olmadı ve olmayacak… Gözettikleri tek şey; işçi sınıfının geçen yüzyılın ikinci yarısında aldığı yenilgi sonucu ömrü gerektiğinden fazla uzamış olan köhne düzenlerini sürdürmek, aşırı kârlarını güvence altına almak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek, rakiplerini zayıflatmak oldu. Bunun için her aracı ve yöntemi kullanan emperyalistler; tarihte az tanık olunmuş demogoji, iki yüzlülük ve alçakça manevralarla halkların öfkesini ve tepkisini kullanmaya ve yedeklemeye çalışmaktan da geri kalmıyorlar.
Önümüzdeki dönem, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği, ekonomik-mali, politik-askeri müdahalelerin artttığı bir süreç olacaktır. Bu müdahallere karşı mücadele etmek, ileri ve geri tüm ülkelerin işçileri ve halklarının birleşik mücadelesini geliştirmek artan bir önem kazanacaktır.

ZOR BİR DÖNEME GİRERKEN İŞÇİ VE HALKLARIN DİRENİŞİNİ ÖRGÜTLEMEK
Başta “borç kiriz”i içindeki ülkeler olmak üzere, büyüme hızları hızla düşen ve ekonomileri durgunluk ya da kriz içinde olan ülkelerde ve dünya ölçeğinde işsizler ordusu büyüdü. Yunanistan ve İspanya’da resmi işsizlik oranları %25’i buldu. Bu ülkelerde gençler arasında işsizlik oranı, yüksek öğrenim görmüş gençler arasında da yaygınlaşarak, %50’ye doğru tırmandı. Euro bölgesinde işsizlik oranı 2012’nin ikinci çeyreğinde resmi verilere göre %11.2’ye yükseldi. İmalat sanayii üretemi bu yılın ilk çeyreğinde sırasıyla %9.6 ve %7.5 düşen Mısır ve Tunus’ta işsizler ordusu büyümeye devam etti. Afrika’nın en gelişmiş ülkesi olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde işsizlik oranı %25’i geçti.
Birbirini izleyen saldırı paketleriyle emeklilik yaşı yükseltilir, emekli maaşları düşürülürken, eğitimden sağlığa kadar hemen tüm alanlarda kısıntılar artarak yaygınlaştı. Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin mücadelesi sonucu kazanılan haklar daha da kısıtlandı. Ülkeyi borç krizlerine sürükleyen yabancı ve yerli tekellere yönelen ve üstelik mevcut düzenin sınırları içinde alınabilecek hiçbir önlem gündeme bile alınmazken (örneğin bankalardan yerli ve yabancı tekellerden alınan vergilerin arttırılması vb. gibi) doğrudan emekçilerden alınan vergiler arttırıldı. Gerçek ücretler düşmeye devam etti. Birçok ülkede mutlak bir yoksullaşma süreci yaşandı.
Son yıllarda, esnek çalışma, geçici işçilik, yarım gün çalışma, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi uygulamalar dünya ölçeğinde yaygınlaştı. Açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısı arttı. Örneğin, dünyanın en gelişmiş ve ileri ülkeleri arasında yer alan ve son iki yılda sanayi üretimi yüksek oranlarda artan Almanya’da; Federal İstatistik Dairesi’nin açıklamalarına göre, nüfusun yüzde 15,6’sı, göçmenlerin %26’sı yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Son bir yılda; işçi ve halk hareketleri, değişik talepler etrafında, farklı biçimler ve düzeylerde de de olsa dünya ölçeğinde ve hemen bütün ülkelerde gelişti. Ancak, toplumsal temelinin genişliği, yolaçtığı sonuçlar ve deneyimler vb. birçok bakımdan “borç krizi”ndeki ülkelerde gelişen mücadeleler öne çıktı. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki madenci grevi, Şili’de gençlik hareketi ve grevler, yatışmış olsa da başta Mısır olmak üzere Kuzey Afrika’da parlayan halk hareketleri dikkat çeken diğer mücadeleler oldu.
Başta İspanya, Yunanistan ve İtalya olmak üzere “borç krizi”ndeki birçok ülkede grevler, genel grevler ve büyük kitlesel gösteriler yaygınlaştı. Yunanistan ve İspanya’da saldırı paketlerinin oylandığı günlerde, parlamentoların önünde yüz binlerin katıldığı, büyük kitlesel gösteriler gerçekleşti. Ancak, işçi ve emekçi hareketi; yer yer mevzi çatışmalar olsa da barışçıl gösteriler ve bir ya da iki günlük genel grev ve direnişlerin sınırlarını aşmadı. Uzun süreli grev ve direnişler, fabrika işgalleri gündeme gelse de, bunlar, işyerleri ve işkollarıyla sınırlı mücadeleler olarak kaldı.
Bu ülkelerdeki ekonomik durum ve tasarruf, istikrar gibi çeşitli biçimlerde nitelenen saldırı paketleri; şçi sınıfı ve şehir ve kırın yarı-proleter kitlelerinin yanı sıra küçük burjuvaziyi ve tekel-dışı burjuva tabakaları özellikle alt kesimlerini de etkiledi. Toplumun en hareketsiz ve geleneksel burjuva partilerinin toplumsal dayanağını oluşturan kesimler de hareketlendi. Emperyalizme ve iktidardaki burjuvaziye karşı mücadelenin toplumsal temeli genişledi ve özellikle bağımlı ülkelerde bir avuç tekelci grup dışında tüm ulusun hareketi hareketi olma niteliği kazandı. İşçi sınıfının ve devrimci partilerinin tüm ulusun temsilcisi ve öncüsü olarak hareket etmesinin ve halkın birleşik hareketini ve cephesini örgütlemenin ve ilerletmenin koşulları gelişti.
Hareketin toplumsal temelinin genişliğine karşın, uluslararası mali sermaye grupları  ve yerli tekelci burjuvaziler geri adım atmadı. (Sadece Portekiz’de son saldırı paketinin uygulanması ertelendi.) Parlamento ve partilerinin yıpranması ve toplumsal dayanaklarının zayıflaması pahasına, pervasız ve kararlı bir tutumla paketleri uyguladılar. Ancak bunun sonuçlarından biri; kitlelerin kendi öz deneyimleriyle bir ya da iki günlük grevler ve barışçıl gösterilerle saldırıların püskürtülemeyeceğini görmeleri ve özellikle ileri kesimleri arasında daha ileri mücadele biçimleri ve süresiz genel grev tartışmalarının gündeme gelmesi oldu.
İktidardaki burjuvazinin halk düşmanı karakterinin yanı sıra, ulusal bir ihanet içinde olduğu bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Burjuvazinin geleneksel partileri ve parlementoları itibar kaybederken, bu partilerin (özellikle paketleri uygulayan hümetleri kuranların) kitle desteği, tekelci sermayenin toplumsal dayanakları zayıfladı. Emperyalistler tarafından ulusal onurları da ayaklar altına alınan kitleler arasında; başta ABD ve Almanya olmak üzere büyük emperyalist devletlere, AB ve IMF gibi emperyalist kuruluşlara, onlarla işbirliği yapan yerli tekelci burjuvaziye karşı hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimleri gelişti.
İşçi hareketine ve sendikalarına egemen olan sendika bürokrasisi ve sosyal reformist partiler ve akımlar; gelişen hareketi, sadece örgüt ve mücadele biçimleri bakımından değil, platformu ve talepleriyle de en geri, “en az direnme” düzeyinde tutma çizgisi izledi. Ancak bu, onların işçiler ve emekçiler üzerindeki etkilerinin zayıflamasına yolaçtı. Saldırılar ve ağırlaşan toplumsal koşullar; işçi aristokrasisi ve bürokrasisinin özellikle alt kesimlerini etkilerken, bu tabakının saflarında da çelişkileri derinleştirdi.
“Borç krizi”deki ülkelerde mücadeleler; saldırı paketlerini gündeme getiren IMF, AB gibi kuruluşların, burjuva partileri ve hükümetlerinin protesto edilmesini, paketlerin geri çekilmesini merkezine alan bir platformda gelişti. Bu, ilk başlarda ve kendiliğinden hareketin dar sınırları içinde doğal ve anlaşılabilir bir durumdu. Ancak, gelişen kitle hareketinin bu dar sınırları aşamaması, onun en önemli zaaflarından biri oldu. Bu zaaf, ancak, başka şeylerin yanı sıra, kitlelerin ülkenin ve halkın karşı karşıya kaldığı zor durumdan çıkışın yolunu ve bunun önündeki engel toplumsal güçleri kendi özdeneyimiyle görmesini sağlayacak ve hareketin gelişme seyrine bağlı olarak ilerleletilmesi gereken geçiş dönemi şiarlarının ve taleplerinin, mücadele ve örgüt biçimlerinin gündeme getirilmesi ve kitleler arasında yaygınlaşmasını sağlayacak bir ajitasyon çalışmasının örgütlenmesiyle aşılabilirdi. Özellikle Yunanistan’da; bazı küçük gruplar bölük pörçük ve başka zaaflar da taşıyan daha ileri talepler ve platformlar gündeme getirmelerine karşın, hareketin gelişme seyrini etkileme gücüne sahip güçleri, mücadelenin her alanda ilerlemesinin koşullarından biri olan bu çalışmayı örgütlemeye dahi yönelmedi. Sınıfın devrimci partisinden yoksunluğu ya da hareketin gelişme seyrini etkileyemeyecek düzeydeki zayıflığı ve bunun sonuçları tüm yakıcılığıyla ortaya çıktı.
Önümüzdeki dönem; dünya ekonomisinin gelişme seyrine de bağlı olarak, işçilerin ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının daha da ağırlaşacağı, ekonomik, politik her alanda saldırıların yoğunlaşarak yaygınlaşacağı, işçiler ve emekçiler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişeceği, emperyalistler arası çelişkilerin ve dalaşmaların şiddetleneceği bir süreç olacaktır. Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin tarihsel deneyiminden ve son dönem gelişmelerinden sonuçlar ve dersler çıkararak, partilerimizi ve çalışmamızı yenileyerek, ilerletmeliyiz.
Kasım 2012

İstihdamda yaşanan dönüşümün stratejik adımları

Türkiye’de sermaye birikiminin önündeki engelleri aşmak, emek sömürüsünü sürekli arttırarak kâr alanlarını daha da genişletmek için özellikle çalışma yaşamında bugüne kadar çok sayıda adım atıldı. “Reform” ya da “müjde” olarak gündeme getirilen ve sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü pekiştiren bütün yasal düzenlemelerin getirdiği olumsuzlukların sonuçları çeşitli yönleriyle ortaya çıkmaya başladı.
4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla ellerinden alınmaya başlanmıştı. 4857 Sayılı İş Yasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri istikrarlı bir şekilde arttı ve yaygınlaştı.
İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz on yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, yapısal bir sorun haline gelen işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün mutlak ve nispi olarak artmasını sağlarken; patronlar, işsizlik baskısının da etkisiyle, işçiler üzerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirdiler. Bütün bunların sonucunda kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit ettiği iddia edilen tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına daha somut adımlar atılmaya başlandı.
Özellikle son 10 yıl içinde istihdamda yaşanan dönüşümle birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, ödünç işçilik, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaştı. Aynı dönem içinde hızla artan taşeronlaştırma uygulamaları nedeniyle, sendikaların örgütlenme alanı giderek daralırken, istihdam teşviklerinin de etkisiyle, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki payları artırıldı.
İşgücü maliyetini düşürmek amacıyla uygulanan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, çalışma saatleri son on yıl içinde fiilen artarken, fazla çalışılan süreler için mesai ücreti ödenmemeye başlandı. Özellikle örgütsüz işçilerin büyük bölümü, sigortasız olarak, düşük ücretle ve günde ortalama 10–12 saat çalışmak zorunda kaldılar.
Türkiye’de istihdamın yapısı geçtiğimiz yıllar içinde temelden değişirken, gerek kamu ve özel sektör istihdamında sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda kapsamlı dönüşümler yaşandı. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemeler birbirine paralel olarak ve pek çok noktada iç içe geçirilerek gündeme getirildi ve çoğu zaman fiilen uygulanmaya başlandı. Özellikle 2008 krizi sonrasında yaşanan gelişmeler, sermayeyi ve onun sözcüsü olan hükümeti, istihdamın esnekleşmesi ve özellikle geçici istihdam uygulamalarının yaygınlaşması konusunda yeni adımlar atmaya yöneltti. Bu dönemde “Toplum yararına çalışma”  adı altında hayata geçirilen geçici süreli istihdam uygulamaları istihdam politikaları içinde önemli bir yer tutmaya başladı.
AKP hükümeti, bir taraftan istihdamda yaşanan yapısal sorunların çözüleceği ve işsizliğin azaltılacağı iddiasıyla “Ulusal İstihdam Stratejisi” hazırlayıp, önceden belirlediği hedeflere doğru adım adım ilerlerken, diğer taraftan sendikal yasalarda köklü değişiklikler yaparak, kıdem tazminatı başta olmak üzere, temel işçi haklarına açıkça göz dikerek, hedeflerine ulaşmak için pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor. Bu konuda en büyük kozu, sendikal barajlar ve örgütlenme konusunda yeni bir şey getirmeyen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasası oldu. Yasanın gecikmesi nedeniyle yetki başvuruları sonuçsuz kalan sendikalar iyice köşeye sıkıştırılırken, 500 bin civarında sendikalı işçinin toplusözleşme yapması bizzat hükümet tarafından fiilen engellenmiştir.
AKP’nin istihdam stratejisinin temelinde “en az maliyet”, “verimlilik” “kârlılık” vb. ilkeler yer alırken, “daha az kişi ile daha çok iş yapmak” doğrultusunda düzenlemeler yapılmak istendiği artık hükümet temsilcileri tarafından da dile getiriliyor. Esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması ile işçilerin hali hazırda yaptığı iş dışında, başka ve değişik işlerde çalıştırılabilmesi ve işçilerin iş yükü ve çalışma yoğunluğu hızla artırılması belirlenen hedefler arasında.
Son dönemde hükümet tarafından gündeme getirilen bütün düzenlemeler, Ulusal İstihdam Stratejisi çerçevesinde oluşturulan ve Şubat 2012’de son hali verilen “eylem planı”nın somut bir parçası olarak oluşturuldu. İşsizlik oranlarını düşük göstermek için esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkilerinin (kiralık işçilik) kurulması, kıdem tazminatlarını fona devreden bir sistemin oluşturulması, son teşvik paketi ile ilk adımı atılan bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi, sendikal barajlar ve sendikal örgütlenmenin önündeki engeller vb gibi çok sayıda sorun ile birlikte istihdamda yaşanan kapsamlı dönüşümün stratejik adımları hızlı bir şekilde atılmaya başlandı.

İLK SOMUT ADIM: 4. TEŞVİK PAKETİ
2002 yılında iktidara gelen AKP, 2003, 2006 ve 2009 yıllarında üç kez sermayeye doğrudan desek amaçlı teşvik paketi açıklamıştır. Son olarak açıklanan 4. teşvik paketi ile iller sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine göre 6 ayrı bölgede sınıflandırılmıştır. En fazla teşvik verilecek 6. Bölge illeri Ağrı, Ardahan, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, Van olarak belirlenmiştir. Bu kapsamlı paketin krizin olası etkilerine karşı bir önlem olarak gündeme getirildiği düşünüldüğünde, bugüne kadar kararlılıkla sürdürülen emek düşmanı politikaların önümüzdeki dönemde yapılacak diğer düzenlemelerle daha artacağını söylemek mümkündür.
Bugüne kadar açıklanan ve tamamı sermayenin isteklerini içeren teşvik paketlerinin, hazırlanan istihdam stratejilerinin Türkiye’yi hem üretim yapısı hem de istihdam biçimi bakımından Çin’e benzetmeyi hedeflemektedir. Bugüne kadar bu yöndeki yasal düzenlemelerden işçilerin payına düşen, günde en az 10–12 saat düşük ücretle ve hiçbir sosyal güvence olmadan çalışmak olmuştur. Başbakan’ın, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağızlarından düşürmedikleri “bölgesel asgari ücret” bölge illerinde fiilen uygulanmaktadır ve yine fiilen mevcut çalışma yasaları bile yok sayılmaktadır.   
6. bölgede yatırım yapan, SSK işveren ve işçi payından, gelir vergisi stopajından kurtulacaktır. Gelir vergisi, sosyal güvenlik primi olmadığı gibi, kurumlar vergisi bile yüzde 90 indirimli hale getirilmiştir. Bölgede patronlar istihdam yarattığı ölçüde çalıştırdıkları işçilere sadece asgari ücret ödeyecektir. Ancak ödenecek ücretin asgari ücretin yarısı kadar bile olmayacağı bilinmektedir. Bugün fiilen hayata geçirilen bölgesel asgari ücret uygulamasının  önümüzdeki dönemde, Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) çerçevesinde yapılacak olan yasal değişikliklerle yasal bir içerik kazanmasının ilk adımları atılmıştır. Diğer adımlar özel istihdam bürolarının faaliyet alanlarının genişlemesi, kiralık işçilik düzenlemesinin yaygınlaşması ve UİS’te belirtilen diğer hedeflerin adım adım hayata geçirilmesidir.

ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARI VE KİRALIK İŞÇİLİK
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile gündeme getirilen işçi kiralama şirketleri ya da “modern amele pazarı” olarak da adlandırılan Özel İstihdam Büroları ile ilgili olarak gerekli altyapı çalışmalarının tamamlanmasıyla uygulama aşamasına geçilecektir. Özel istihdam bürolarının kurulması, istihdam aracılık faaliyetlerinin kamunun tekelinden çıkarılarak “serbestleşmesi” olarak ifade edilmektedir.
İstihdam gibi önemli bir konunun kamunun yetkisinde olmasındaki temel amaç, işsizlerin en zor zamanlarında işçi simsarlarının eline düşerek işsizlik durumunun istismar edilmesinin önlenmesidir. İşsizliğin yoğun olduğu ülkelerde ve ekonomilerde, zaman içinde işsizlerin içinde bulundukları durumdan faydalanan ve bu durum üzerinden kazanç sağlamak isteyen kişi ve kurumlar ortaya çıkmıştır . Diğer yandan çalışma hakkının bir insan hakkı olarak kabul edildiği ve öteden beri sembolik de olsa anayasalarda yer aldığı dikkate alındığında, istihdam aracılık hizmetleri özellikle “refah devleti” döneminde kâr amacı güden özel kişilere bırakılmak istenmemiştir. Bu nedenle istihdam hizmetinin bir kamu hizmeti olarak algılanıp kamu tekelinde sürdürülmesi kapitalizmin refah devleti döneminin bir gereği olarak ortaya çıkmış ve uygulanmıştır.
Türkiye’de 1475 sayılı daha önceki İş Kanunun 83. ve 84. maddelerine göre “işe aracılık etme, bir kamu görevi olarak devletçe ve ücretsiz olarak yapılır” ifadesi yer almıştır. Bu görev de, kamu adına, 1946 tarihli ve 4837 sayılı Kanunla kurulan İş ve İşçi Bulma Kurumu’na verilmiştir. 85. maddeye göre, işçilere iş ve işlere işçi bulmak için kazanç amacıyla olsun ya da olmasın faaliyet gösterilmesi, çalışılması veya büro açılması yasaklanmıştır. Çalışma ilişkileri açısından patronların kendi ihtiyacı için doğrudan doğruya işçi temin etmesi ya da bu yolda çalışması ya da bir kimsenin kendisine iş temini için bizzat faaliyet göstermesi yasaklanmış değildir. Burada yasak olan, bu yolda komisyon karşılığı aracılık (simsarlık) yapılması ve bunun üzerinden kazanç elde edilmesidir.
ILO’ya göre, özel istihdam büroları, özel hukukun koruması altında ve belirli bir sözleşme çerçevesinde, bir ücret ya da komisyon karşılığında işgücü piyasasında iş arayanlarla, işgücü arayanlar arasında aracılık hizmeti sağlayan, ağırlıklı olarak kâr amacıyla çalışan kuruluşlardır. Özel istihdam bürolarının faaliyetleri arasında, işsizlerin iş bulmalarına yardımcı olmak ve çalışmakta olanları geleceğin iş koşullarına hazırlamaya yönelik eğitim programları da yer almaktadır .
4857 Sayılı İş Kanunu ve 4904 Sayılı Türkiye İş Kurumu Kanunu istihdam aracılık hizmetinde kamu tekeli kaldırılmak istenmiştir. Yapılan düzenleme ile kamu istihdam kurumu yanında özel istihdam bürolarına da izin verileceği ve bu iki kurumsal yapının birbirini tamamlayıcı bir şeklide çalışacağı öngörülmüştür. Ancak bu iki kurumsal yapılanmanın ne derece birbirini tamamlayarak çalışacağı, işgücünün bu yapı içerisinde nasıl bir konuma sahip olacağı belli değildir.
Özel istihdam bürolarının, bugün İŞKUR’un yaptığı gibi işçi ile işvereni bir araya getirip işçiye iş, işverene de işçi bulma işlevinin dışında, bu görevine ek olarak “işverenlere kiralık işçi verme” işini yapması ve bunun karşılığında patronlardan komisyon alması öngörülmektedir. Üstelik özel istihdam bürolarının iş, işyeri ya da sektör kısıtlaması olmaksızın istedikleri gibi işçi kiralamakla yetkili olması istenmektedir. 5-10 metrekarelik bürolarda takım elbiseli işçi simsarlarının işçileri, “modern ücretli köleler” olarak patronlara kiralaması istihdamın yapısında büyük alt oluşlar yaşanmasını gündeme gelecektir.
Özel istihdam büroları, tıpkı taşeron şirketler gibi, yüzlerce işçiyi kendi bünyesine alıp fabrikalara kiraya verebilecektir. İşçileri çalışmak üzere gönderdiği fabrikalardan “belge karşılığı” para alacak ve bunun bir kısmını, muhtemelen en fazla asgari ücret kadarını, işçilere ödeyerek geri kalanını kendisi alacaktır. İşçiler fabrikalarda çalışıyor olsa bile, işyerlerinin çalıştıkları fabrika değil, kayıtlı oldukları özel istihdam büroları olacak olması beraberinde çok sayıda sorun getirecektir. İşçilerin sigortaları yatmaz, ücretlerini alamazlarsa şikayet edecekleri, haklarını arayacakları yer yine özel istihdam büroları olacaktır. Eğer alabilirlerse ihbar ve kıdem tazminatlarını çalıştıkları işyerinden değil, kayıtlı oldukları özel istihdam bürolarından alabileceklerdir.
Özel istihdam bürosuna bağlı olarak bir fabrika ya da işyerinde çalışan işçiler sendikalaşmak isterlerse, bugün olduğu gibi fabrikada çalışan işçi sayısına göre değil, özel istihdam bürosunun kiraladığı toplam işçi sayısına göre örgütlenmek zorunda kalacak olmaları başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Uzunca bir süredir hem özel, hem de kamu istihdamında taşeronlaştırma hızla yaygınlaştığı bilinmektedir. Belediyeler, hastane ve okullar başta olmak üzere kamunun bütün alanlarında çeşitli işler için “geçici işçi” çalıştırma uygulaması sürdürülmektedir. İşçilerle değil, taşeron şirketlerle “dışarıdan hizmet satın alma” şeklinde sözleşmeler yapılması, kiralık işçilik uygulaması ile bu durumun daha da yaygınlaşması tehlikesini beraberinde getirmektedir.
Özel istihdam büroları, tıpkı bugünün taşeron şirketleri gibi oluşturulacaktır. Ancak, mevcut mevzuatta taşeron işçilere karşı asıl işveren de hukuken taşeronla birlikte sorumlu kabul edilmektedir. Bu sorunu aşmak için özel istihdam büroları üzerinden kiralanan işçilere karşı asıl işverenin en küçük bir sorumluluğu olmayacağını tahmin etmek zor değildir. Hatta denilebilir ki, özel istihdam büroları üzerinden kiralık işçilik sisteme geçilmesi durumunda, taşeron şirket bünyesinde çalışanlar bile, kendilerini özel istihdam bürosuna bağlı olarak “kiralanan” işçilerden daha “şanslı” sayabilecektir.
Kiralık işçi sayısı toplam işçi sayısının belli bir yüzdesi kadar olacak ve bu durum işyerinde çalışan diğer işçiler için her fırsatta bir tehdit aracı olarak kullanılabilecektir. İşçilerin, “bir gün bizde kiralık işçi olabiliriz” korkusu ile çalışıp, her an işten çıkarılma baskısı ile çalışacak olmaları, onların gerek haklarını aramaları, gerekse bunun için örgütlenmelerini büyük ölçüde engelleyebilecektir. İşyerinde “asıl işçi” “kiralık işçi” gibi ayrımların ortaya çıkması, bugün bir benzeri kadrolu-sözleşmeli-taşeron vb gibi farklı istihdam edilen işçilerde olduğu gibi, işçiler arasında rekabeti arttıracak, bunun sonucunda patronların işçilerin tüm yaşamını denetim altına alma ve işçilerin ortak taleplerle birleşmelerini engelleme olanakları genişleyecektir.

HEDEF KİTLE GENÇLER VE KADINLAR
İstihdamda yaşanan dönüşüm sürecinin temel hedefinin gençler ve kadın işgücü olduğu bugüne kadar hayata geçirilen yasal düzenlemelerle açıkça görmek mümkündür. Örneğin 6111 sayılı Torba yasa ile getirilen istihdam teşvikleri genç erkek ve kadın işçilerin daha fazla istihdam edilmesi için patronlara ciddi kolaylıklar tanımıştır. Düzenlemeye göre, 31 Aralık 2015 tarihine kadar ilk defa işe alınacak her bir sigortalı için, özel sektör işverenine sigorta primi desteği getirilmiştir. Buna göre, 31 Aralık 2015’e kadar işe alınan sigortalının, sigorta primlerinin işverene ait tutarı, işe alındıktan sonra belirli sürelerle İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmaya başlanmış, sigorta prim desteği süresinin, Bakanlar Kurulu’nca 2020 yılına kadar uzatılabilmesi sağlanmıştır.
6111 sayılı torba yasa ile yasalaşan düzenleme ile 18 yaşından büyük kadınları ve 18–29 yaş arası erkekleri istihdam edenlerin sigorta primlerinin işveren hisselerine ait tutarının belli bir kısmı, işe alındıkları tarihten itibaren İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır. Böylece bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da işsizlere ödenmesi gereken Fon gelirleri patronlara “istihdam teşviki” adı altında aktarılmaya başlanmıştır. Patronlar bir taraftan prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar denerken, 29 yaş altında olanları daha fazla istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışmaktadır. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması ve istihdamı, önceki döneme göre çok daha da zor hale gelmiştir.
İstihdamda yaşanan değişiklikler, patronlar için önemli bir maliyet unsuru olan işgücünün fiyatını düşürmeyi hedeflemektedir. Özellikle, çalışma ilişkilerinin büyük bölümünde “esneklik” kavramının önem kazanması, çalışma biçimlerinin ve sürelerinin esnekleştirilerek, başta işgücünün fiyatının düşürülmesi olmak üzere, çeşitli düzeylerde sosyal hak kayıplarını gündeme getirmektedir.
AKP’nin “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadınların ve gençlerin istihdamının arttırılmasına yönelik olarak ileri sürülen önerilerin en somut anlamı, işgücüne katılımın düşüklüğü ve işsizlik sorunu nedeniyle kadınları ve gençleri tam zamanlı değil, kısmi zamanlı ve geçici olarak istihdam etmektir. Böylece ücret, sigorta ve sosyal haklar bakımından tam zamanlı çalışanlardan daha sınırlı haklar söz konusu olacağından, yıllardır sermayenin çözmeye çalıştığı patronların üzerindeki “istihdam yükü” azaltılabilecektir. TÜİK’in son verilerine göre kadınların istihdama katılım oranının yüzde 26’lardan yüzde 30’lara çıkmış olması, işçilerin parasıyla yapılan istihdam teşvik politikalarının sonuç verdiğinin görülmesi açısından önemlidir.
OECD ve ILO, geçtiğimiz yıl Paris’te gerçekleştirilen G-20 Çalışma ve İstihdam Bakanları Toplantısı için hazırlanan “Gençlere Daha İyi Bir Başlangıç Fırsatı Vermek” başlıklı belgede, çalışma yasalarının, gençlere yönelik iş olanaklarının sayısını ve niteliğini etkilediği vurgulanmıştır. OECD ve ILO’ya göre, belirsiz süreli sözleşmelerle istihdam edilenler bakımından işten çıkarma mevzuatının katılığı ve yüksek kıdem tazminatı ödemeleri gençlerin bu tür sözleşmelerle istihdam edilmelerine engel oluşturmaktadır .
TİSK, gençlerin daha fazla oranda geçici işlerde istihdam edilmesi gerektiğini belirterek; “gençlere daha fazla istihdam imkanı yaratılabilmesi için özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam sistemine imkan tanınması, belirli süreli sözleşmelerin akdedilmesine ilişkin sınırlamaların kaldırılması, gençler bakımından deneme süresinin daha uzun uygulanması ve başta kıdem tazminatı olmak üzere belirsiz süreli sözleşmelerle çalışanların işten çıkarılması halinde ödenen tazminatların azaltılması gerekmektedir”  tespitini yaparak, özel istihdam bürolarının kurulmasının bu “sorunu” büyük ölçüde çözeceğini iddia etmektedir.
Hükümetin ve patron örgütlerinin, her fırsatta Türkiye’de istihdamın çok katı olduğuna ilişkin tespitler yaptığı hatırlanacaktır. Nitekim OECD İstihdamın Katılığı Endeksi’ne göre, Türkiye, G-20 ülkeleri arasında en katı mevzuata sahip olarak gösterilmiştir. Bütün raporlarına sermayenin çıkarları açısından bakan OECD’ye göre, üye ülkeler içinde en katı istihdam uygulamaları sırasıyla Türkiye, Meksika, İspanya ve Endonezya’da görülmektedir. İşçi haklarını koruyan mevzuatın en zayıf olduğu ülkeler ise sırasıyla ABD, Kanada, İngiltere ve Güney Afrika’dır. Söz konusu endeks, bireysel ve toplu işten çıkarmalarla, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam sözleşmelerine ilişkin sınırlamalar dikkate alınarak oluşturulmaktadır. OECD’ye göre Türkiye’de, diğer G-20 ülkelerine kıyasla daha katı bir mevzuatın olması, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılmasının önünde büyük bir engel olarak değerlendirilmekte ve bu durumun gençlerin kayıt dışı istihdamını arttırdığını iddia edilmektedir .
OECD, bugüne kadar istihdam ile ilgili olarak yayınladığı bütün raporlarında yer alan tespit ekonomik faaliyetleri kayıt altına almanın işgücü maliyetlerini düşürmek ve çalışma yaşamında esneklik uygulamalarını artırmakla mümkün olduğunu iddia etmiştir. Bunun için de yeni ve esnek iş sözleşmesi, daha düşük maliyetli kıdem tazminatı rejimi, geçici ve özel istihdam büroları aracılığıyla kısmi süreli istihdamın yasallaşması, daha düşük asgari ücretlerin varlığının gerekli olduğu belirtilmektedir. OECD’nin krizle boğuşan Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya’ya ilişkin benzer istihdam politikası önerilerini ileri sürmesi ayrıca dikkat çekicidir.

YASAL DEĞİŞİKLİKLER ÜZERİNDEN ŞANTAJ
2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu yerine getirilen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun (STİSK) yasalaşmasına kadar 1000’i aşkın işyerinde 500 bin civarında işçinin toplusözleşme hakkının fiilen gasp edilmiş, AKP hükümeti tarafından bir pazarlık ve şantaj malzemesi olarak kullanılmıştır. AKP hükümeti bir taraftan istihdamın yapısını kökten değiştirmek için “stratejik” adımlar atarken, zaten zayıf olan örgütlü işgücünü daha da zayıflatmak için sendikaları ve bir bütün olarak sendikal hareketi, yasal mevzuat üzerinden “yeni döneme” uygun olarak yeniden biçimlendirmek istemektedir.
İstihdamda yaşanan kapsamlı dönüşüme paralel olarak sendikal yasalarda yapılan ve öz itibariyle sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmayan değişikliklerin asıl hedefi, mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaktır. STİSK ile ilgili olarak Türk-İş ve Hak-İş ile büyük ölçüde uzlaşmaya varılmış, DİSK’in önerileri dikkate bile alınmamıştır. STİSK ile dönem dönem az çok mücadeleci tutumlar gösterebilen sendikaların işyeri, işletme ve işkolu üzerinden sürdürülen “baraj tehdidi” ile kıskaca alınması ve büyük ölçüde etkisizleştirilmesi hedeflenmiştir.
İşçilerin sendikal hak ve özgürlüklerinin alanı yasal düzenlemelerle daraltıldıkça, sermaye güçlerinin “stratejik hedefleri”ne ulaşmasının önündeki engellerin aşılması kolaylaşmaktadır. Bu nedenle AKP hükümeti, sendikaların yapısı, işleyişi ve sendikal mücadelenin gelişim seyri ile ilgili yasal düzenlemeler yaparken, iddia edildiği gibi sendikal örgütlenmeyi kolaylaştıran değil, aksine zorlaştıran, sendikaların işçi sınıfının mücadele örgütleri olarak gerçek gücünü kullanmasını engelleyecek düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır. İşin dikkat çekici tarafı, bu konuda kendisine bağlı sendikaların da olumsuz etkileneceği Türk İş ve Hak İş gibi konfederasyonların geleneksel “işbirlikçi” tutumlarını sürdürmekte ısrarcı olmalarıdır.
İşçi sınıfının başta kıdem tazminatının fona devredilmesi girişimleri olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını tasfiyeye yönelik olarak yapılan yasal hazırlıklar, istihdamda yaratılmak istenen dönüşümle birlikte değerlendirildiğinde, işçi hareketi ve sendikaların geleceği açısından çok ciddi tehditler içermektedir. Ancak bütün bu somut gerçeklere rağmen, özellikle kendisini mücadeleci olarak tanımlayan sendikaların, burada bahsi geçen tehditleri doğru ve kitlesel bir şekilde püskürtecek bir mücadele hattına yönelmemiş olmaları, hatta bu gelişmeler ile ilgili bütünlüklü bir mücadele stratejisi oluşturmamaları, büyük bir çelişkidir. Sorun yazılı açıklama yapmakla ya da dönemsel kampanyalar düzenlemek gibi “yasak savıcı” eylemler yapmakla aşılamayacak kadar büyük ve tehlikelidir.
Sendikalara yönelik yasal düzenlemelerin peş peşe yapılmasına paralel olarak. Kamu emekçilerini yakından ilgilendiren 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na ilişkin değişiklikler tekrar gündeme getirilmiştir. Bugüne kadar işçilerin, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını, hatta geleceklerini yakından ilgilendiren çok sayıda yasal düzenleme yapan AKP hükümeti, gerek “2023 vizyonu”, gerekse “2013 hükümet programı” ile bütün kamu personel sisteminin yönetim yapısını kökten değiştireceğini ilan etmiştir. Buna göre 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’ndaki memurun tanımı değiştirilerek, kamuda esnek ve performansa dayalı bir yönetim anlayışı kurulacaktır.
Yıllardır tartışma konusu olan ve hükümet cephesinden yürütülen her tartışmada gündeme getirilen “iş güvencesi” konusu bu kez AKP hükümetinin 2013 programında somut bir hedef olarak belirlenmiştir. Bu önemli gelişmenin, asıl amacın üzeri örtülerek sermaye basınına yansıması “Görevini iyi yapmayan memur işten çıkarılabilecek”, “Memurun verimliliği de ölçülecek”, “Çok çalışan çok, az çalışan az maaş alacak” vb gibi uygulamayı destekleyici şekilde olmuştur.
Geçtiğimiz yıl 6111 sayılı torba yasa ile 657 sayılı yasaya esnek istihdam ile ilgili olarak eklenen “Memurların yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, bu madde uyarınca tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalışabilmeleri mümkündür. Bu hususa ilişkin usul ve esaslar, Bakanlar Kurulunca belirlenir” hükmü hatırlanacaktır. 2013 programına göre bu madde, 2013 yılından itibaren pilot olarak uygulanmaya başlanması beklenmektedir.
AKP’nin iktidara geldiği ilk günden bu yana dönem dönem gündeme getirdiği kamuda esnek ve performansa dayalı çalışma uygulaması, kamu emekçileri ve onların sendikal mücadelesi için ciddi bir tehdittir. Fabrikalarda çalışan işçilerin işten çıkarılması sürecinde “somut gerekçe” olarak kabul edilen “performans düşüklüğü” uygulamasının, mal üretiminden çok farklı bir alan olan hizmet üretiminde uygulanmasının tek anlamı, uygulama başlayacağı zaman kamuda büyük bir kıyımın yaşanması muhtemeldir.
Bugüne kadar sermayenin çıkarlarına paralel çok sayıda yasal düzenleme yapılmış, çeşitli politika önerileri geliştirilmiş, bunların önemli bir kısmı tüm itirazlara rağmen yavaş ancak kararlı bir şekilde hayata geçirilmiştir. Ulusal İstihdam Stratejisi’nin alt başlıkları olarak gündeme gelen düzenlemelerin büyük bölümü, işçi sınıfı için daha esnek, daha kuralsız, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimlerinin artması ve yaygınlaşması anlamına gelmektedir. İstihdam yapısı, çalışma koşulları ve sendikal yasaların tamamen sermayenin güncel ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi, işçi sınıfının yaşadığı sefalet koşullarını daha da ağırlaştırmaktan ve sendikaları mevcut işbirlikçi yapılarıyla bile hedef haline getirmekten başka bir işlevi olmayacağını söylemek mümkündür.

SONSÖZ
Bugüne kadar sermaye tarafından tek tek ve birbirinden bağımsızmış gibi yansıtılan konu başlıklarının birbiriyle somut bağlantılarını görmek, işçi ve emekçilerin elinde kalan son hakların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik yeni saldırı stratejisine karşı, sendikaların nasıl bir mücadele yürütmesi gerektiğini belirlemesi açısından önemlidir.
Son yıllarda istihdamın çok yönlü olarak esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin hızla artması, bir taraftan işçi sınıfını sefalet koşullarında çalışma ve yaşamaya iterken, diğer taraftan sendikaların örgütlenme ve mücadele alanlarını potansiyel olarak arttırmıştır. Sendikal yasalarda yapılan değişikliklerde baraj uygulamasının ve sendikal bürokrasiyi güçlendiren mekanizmaların varlığını sürdürmesi, bahsi geçen saldırılara karşı durabilecek sendikaların, sermaye karşısındaki gücü ve etkisini zayıflatan bir rol oynamaktadır.
Kapitalist sistemde istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz edildiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeler gündeme getirilirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini zayıflatacak adımların atılması elbette şaşırtıcı değildir. Bu nedenle bugüne kadar yaşanan ve yaşanacak köklü değişikliklerin sadece istihdamın yapısı açısından değil, işçi sınıfının örgütlenmesi ve sendikal mücadelesinin geleceği açısından da önemli bir tehdit olarak algılanması gerektiği açıktır.
Sınıf hareketinin sermaye karşısında parçalı, örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda, sermaye güçlerinin bu kadar saldırgan olması şaşırtıcı değildir. Öncesi bir tarafa, sadece son kez yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, iddia edildiği gibi işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına bile tahammül edemediği açıkça görülmektedir.
İşçileri istihdam yapısı üzerinden bölen ve karşı karşıya getiren, sendikal örgütlenmeyi zorlaştıran, sendikaları etkisizleştiren ve sınıf mücadelesindeki güç ilişkilerini sermaye lehine mutlak bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen yasal ve fiili uygulamalara karşı başarılı bir mücadele yürütmek için, bugüne kadar sendikalar cephesinde görülen “bekle, gör ve tepki göster” tutumunun derhal terk edilmesi gerektiği açıktır.
Önümüzdeki dönemde işçi ve emekçilerin haklarına geçmişte göre daha “organize” saldırıların yaşanacağını görmek için kahin olmaya gerek yoktur. Öte yandan sendikaların mevcut yapısı, temsil ettikleri kesimleri ortak talepler etrafında birleştirme ve örgütlü bir güç olarak patronların karşısına dikme görevini yerine getirmesi noktasında hala ciddi zayıflıklar söz konusudur. Emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olan sendikaların, en temel işlevi olan emekçileri ortak hedefler doğrultusunda birleştirme görevini yerine getirmedikleri sürece sermayenin stratejik hedeflerine ulaşmasının engellenmesi mümkün değildir.
Yıllardır çeşitli biçimlerde işçi ve emekçiler arasında yaratılan parçalanma ve rekabet tehdidi, işçi sınıfının farklı kesimlerini ortak talepler ve sınıf çıkarları etrafında birleşmeyi kolaylaştıran sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Sermayenin istihdam stratejisine ve onun çeşitli türden uzantılarına karşı sendikaların mücadele stratejisi, bugüne kadar olduğu gibi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru oluşturulduğu zaman, hem saldırılara karşı güçlü bir direnç göstermek mümkün olacak, hem de sendikal hareket bu tehdidi kendisini yenilemek için kullanabilecektir.
Sendikaların önüne, örgütlenme faaliyetlerinde engel olarak çıkan toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeler aynı zamanda onlara, kendilerini yenilemeleri ve yeniden güçlenmeleri için yeni fırsatlar sunmaktadır. Karşılaşılan fırsatların doğru değerlendirilmesi ise, her şeyden önce, bu fırsatları doğru ele alan bir mücadele stratejisine sahip olmak ve belirlenen stratejik hedefler doğrultusunda sağa sola yalpalamadan doğru hareket etmekle mümkündür.
Gücünüz varsa ve bu gücü kendi sınıf çıkarlarınız için kullanabiliyorsanız taleplerinizi gerçekleştirme olasılığınız her zaman vardır. Ancak bu tespit, sadece işçi sınıfı açısından değil, aynı zamanda sermaye sınıfı açısından da geçerlidir. Bugün dışarıdan bakıldığında kendilerini güçlü görenler, kitlesel gücünü somut talepler etrafında örgütleyerek harekete geçirmediği sürece, ne haklı olmanın ne de doğru şeyleri söylemenin hiç kimseye somut bir faydası olmayacaktır.

Avrupa… Sınıf çelişlileri de, mücadele de büyüyor

Bir zamanlar dünya halklarına “refah kıtası” olarak gösterilen Avrupa’da, ekonomik krizle birlikte başlayan “borç krizi” nedeniyle emekçi sınıflar arasında işsizlik ve yoksulluk hızla arttı, sınıflararası çelişkiler alabildiğince derinleşti. Resmi verilere göre, kıta genelinde yaklaşık 25 milyon insan işsizken, 115 milyon insan yoksulluk riski altında yaşamını sürdürüyor. Sınıflararası çelişkilerin hızla keskinleştiği Avrupa’da sosyal adaletsizliğe ve sömürüye karşı mücadele en çok borç krizinin yaşandığı ülkelerde dikkat çekiyor. 14 Kasım’da, başta İspanya, Portekiz, Yunanistan ve İtalya olmak üzere, pek çok ülkede gerçekleştirilen genel grevler ve gösteriler kıta genelinde sınıf mücadelesinin giderecek büyüyeceğinin somut işareti.
Çünkü, krizin ortaya çıkmasından bu yana AB, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve IMF tarafından dayatılan tasarruf paketleri, bir taraftan işçi sınıfının tarihsel kazanımların önemli bir bölümü ortadan kaldırırken, diğer taraftan da kazanımların korunması, herkesin insanca yaşayabileceği koşulların yaratılması için mücadelede birleşik bir hareketin koşulları olgunlaşıyor.

İŞSİZLİK VE YOKSULLUK KITASI
Avrupa Merkez Bankası eski Başkanı Jean Claude Trichet’in deyişiyle “Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük krizi yaşıyor ve bu 2010’dan bu yana depremin merkezi Euro Bölgesi”.
Bütün verilere göre ekonomik büyüme geçtiğimiz yıllara göre düştü, ekonomi bundan sonra da küçülmeye devam edecek. Borç krizi içerisindeki ülkelerin sayısında artış olması beklenirken, krizin ne zaman biteceği ve bu ülkelerdeki durumun ne zaman normalleşeceğini kestiren yok. En iyimser tahminlere bakılırsa, mevcut tablo 10 yıl sürecek. Bu durumun en çok da, AB’de zayıf ekonomiye sahip ülkelerde kendisini göstermesi bekleniyor. Bugüne kadar krizi çözme, borç açığını kapatma gerekçesiyle AB, AMB, IMF (Troika) tarafından hazırlanan “çözüm planları” iflas ettiği gibi, bu planlar özellikle borç krizinin yaşandığı ülkelerde milyonlarca emekçinin işsiz kalmasına, yoksullaşmasına yol açtı.
Avrupa İstatistik Dairesi (Eurostat) tarafından bu yılın Ocak ayında kamuoyuna açıklanan rakamlara göre, AB’nin 27 üye ülkesinde toplam 24 milyon 667 bin;  17 üyeli Euro Bölgesi ülkelerinde ise 17 milyon 405 bin işsiz bulunuyor. 2011’in Ocak ayına göre bir kıyaslama yapıldığında, işsizlerin sayısı AB genelinde 1,9 milyon artmış. Artışın 1 milyon 221 bini Euro Bölgesi’nde gerçekleşmiş. Bu artışın başlıca nedeni, elbette, AB’nin borç krizi içerisinde olan ülkelere dayattığı tasarruf paketleri. Bu ülkelerde kamu alanında binlerce kişinin işten atılmasını dayatan AB, ayrıca çalışanların ücretlerinin düşürülmesi konusunda da yoğun bir baskı yaparak, adeta “çalışan yoksullar ordusu” oluşturmakta.
Eurostat tarafından açıklanan bu veriler, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa genelindeki işsizlik rekorunu ifade ediyor. Eurostat’ın verilerine göre, AB içerisinde işsizliğin en düşük olduğu ülke Avusturya (yüzde 4), en yüksek olduğu ülkelerin başında İspanya (yüzde 24.3) ve Yunanistan (yüzde 21.7) geliyor.

AVRUPA’NIN İŞSİZ GENÇLERİ
Avrupa’da artan işsizlikten en çok gençler etkileniyor. Alman İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Temmuz 2012 itibarıyla, 27 AB ülkesinde yaşayan 25 yaş altı gençlerin yüzde 22.5’i, 17 üyeli Euro Bölgesi’nde yaşayan 25 yaşından küçük gençlerin ise yüzde 22.6’sı işsiz. Bu oran tek tek ülkelere göre dağıtıldığında, borç krizinin olduğu Yunanistan’da genç işsizlerin oranı 53.8, İspanya’daysa yüzde 52.9.  Her iki gençten birisinin işsiz olduğu bu iki ülkede gençliğin geleceğinin olmadığı açık olarak görülüyor. Bu ülkeleri, Slovakya (yüzde 37.8), Portekiz (yüzde 36.4), İtalya (yüzde 35.3) ve İrlanda (yüzde 30.7) izliyor.
Bu yüzden, özellikle Yunanistan ve İspanya’da kısıtlama politikalarına karşı gerçekleştirilen protesto hareketi içerisinde gençler önemli ölçüde yer alıyor. Hatta, İspanya’da bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkan “Öfkeliler”, daha sonra pek çok ülkede yankı ve destek bulmuştu.

ZENGİN AVRUPA’DA HER BEŞ KİŞİDEN BİRİ YOKSUL
Benzer bir şekilde kıta genelinde yoksulluk riski altında yaşayanların sayısında da son yıllarda önemli artış meydana gelmiş durumda. AB kriterlerine göre, yaşanılan ülkede ortalama net maaşın yüzde 60’ından az gelire sahip olanlar yoksul sayılıyor. Bu kriter göz önünde bulundurulduğunda, Romanya’da 158 Euro’dan, Bulgaristan’da 233 Euro’dan, Polonya’da 325 Euro’dan, Almanya’da 833 Euro’dan, Luxemburg’da 1375 Euro’dan az net aylık geliri olanlar yoksul sayılıyor.
En son 2010’da açıklanan verilerine göre, 500 milyonluk AB’de 115 milyon insan yoksul ya da yoksulluk riskiyle karşı karşıya. Bu ise, AB genelinde halkın yüzde 23’ünün, yani her dört kişiden birisinin yoksul olduğu anlamına geliyor.
Yoksulluğun başlıca nedeni işsizlik ve düşük ücretli işlerde çalıştırma. Başka bir araştırmaya göre, AB çapında çalışanların yüzde 8’i düşük ücretli işlerde çalıştırılıyor. Bir başka veriye göre ise, AB genelinde işe alınan her yeni çalışandan birisi (yüzde 50) geçici iş anlaşmalarıyla işe alınıyor. Bu oran gençlerde yüzde 60.
AB’nin ikinci en zengin ülkesi Fransa’da da yoksulluk yıldan yıla artıyor. Fransız Ulusal İstatistik ve Ekonomik Araştırmalar Kurumu (Insee) tarafından yayımlanan bir rapora göre, 2009 yılında 8.2 milyon Fransız vatandaşı yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Fransa’da aylık net geliri 954 Euro’nun altında olanlar yoksul kabul ediliyor.
Insee’nin rakamlarına göre, son 10 yıl içinde ülkede hızlı bir şekilde artan işsizlik ve yoksulluktan en çok tek başına çocuk büyüten kadınlar ve göçmenler etkileniyor.
Keza İtalya Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün (ISTAT) açıkladığı 2011 yılı yoksulluk rakamlarına göre, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’da nüfusun yüzde 11,1 (8,1 milyon) kişi yoksulluk sınırında yaşıyor.
Son yıllardaki yoksulluk artışından en çok işçi ailelerinin etkilendiğini söylemeye gerek yok sanırız. İtalya’da, 2010’da  işçi aileleri arasında yüzde 15,1 olan yoksulluk oranı, 2011’de yüzde 15,4’e  çıktı.
AB genelinde yoksulluktan en çok etkilenenler ise çocuklar. AB genelinde çocuklar arasında yoksulluk oranı yüzde 20. Çocuklar arasında en yüksek yoksulluk oranı yüzde 33 ile yine Romanya’da. Bu ülkeyi, sırasıyla, Bulgaristan (yüzde 26), İtalya (yüzde 25) ve Letonya takip ediyor. Almanya’da ise 2.4 milyon çocuk yoksulluk riski altında yaşıyor. AB çapında yaşlılar arasında yoksulluk oranı da ortalama yüzde 19. Yaşlılar arasında en yüksek yoksulluk oranı yüzde 51 ile Letonya’da. Kıbrıs’ta da yaşlılar arasındaki yoksulluk yüzde 49. Son yıllarda emeklilik yaşının yükseltilmesi ve maaşlara zam yapılmaması nedeniyle AB genelinde yaşlılar arasında yoksulluğun daha da artması bekleniyor.

İŞÇİ SINIFINA KARŞI BÜYÜK SALDIRI PLANI
Avrupa’da yoksulluğun en açık ve çarpıcı şekilde kendini hissettirdiği, kol gezdiği ülkelerin başında borç krizinin yaşandığı Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkeler geliyor. AB’nin kendi rakamlarına göre, 2009’da İspanya ve Yunanistan’da yoksulluk riskiyle karşı karşıya olanların oranının yüzde 20 olduğu ifade ediliyor. Keza, Portekiz, İtalya ve İngiltere’de de son yıllarda zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum önemli oranda derinleşti. Geride bıraktığımız süreç, aynı zamanda, işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik büyük saldırıların gerçekleştirildiği ve pek çok hakkın ortadan kaldırıldığı dönem oldu. Bunu tek tek ülkelerdeki kısıtlama paketlerine baktığımızda daha net bir şekilde görmek mümkün:

İSPANYA: Avrupa’nın beşinci, Euro Bölgesi’nin dördüncü büyük ekonomisine sahip İspanya’da bütçe açığı (yüzde 80.9) en zengin ülke Almanya’nın altında olmasına rağmen, bu ülkede, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik olarak, geçtiğimiz yaz aylarından önce acı bir paket karar altına alındı. 2.5 yıl içinde 65 milyar Euro’nun tasarruf edilmesi hedeflenen paketle, KDV, 1 Eylül’den itibaren, yüzde 18’den yüzde 21’e çıkarıldı. AB Komisyonu’nun isteği üzerine artırılan bu vergideki yükselişten, açıktır ki, en çok emekçiler etkilenecektir. Ayrıca işsizlik parası ilk 6 aydan sonra düşürülürken, kamu çalışanlarına verilen Noel parası da bu yıldan itibaren kaldırıldı. Madenlerde yapılan sübvansiyonlarda da kesintiye gidildi. Önümüzdeki dönem emeklilik, sağlık alanlarında da yeni kısıtlamaların yapılması öngörülüyor. Ayrıca kamuya ait demiryolları, havayolları şirketleriyle otobanlar özelleştirilecek.

PORTEKİZ: 10.5 milyon nüfusu olan Portekiz de borç krizinin en çok etkilediği ülkelerin başında geliyor. Bütçe açığını kapatma adına AB’den 78 milyar Euro kredi alınırken, bunun karşılığında emekçilerin kazanılmış pek çok hakkının üzerine çizgi çekildi. Hükümet tarafından Meclis’ten geçirilen tasarruf paketi çerçevesinde, 1000 Euro’nun üzerinde maaş alan devlet memurları ve emeklilere önümüzdeki iki yıl boyunca 13. ve 14. aylık maaşlar verilmeyecek. KDV yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarıldı. Özel sektörde çalışanların günlük çalışma süresi, ücret ödenmemek şartıyla, yarım saat artırıldı ve tatil günleri kaldırıldı. Sağlık ve eğitim alanında da önemli kısıtlamalara gidildi. Bu kısıtlamalar, Portekizli bir rahibinin dediği gibi “çok kan akıtacak”. İşçi sınıfına ve emekçilere karşı açıktan “savaş ilanı” anlamına gelen bu kısıtlama paketi karşısında Portekiz tarihinde görülmedik derecede büyük grev ve direnişler gerçekleştirildi. Kısıtlamaların etkisini daha somut hissettirdiği bu yoksul ülkede, tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi, direniş büyüyerek devam edecek gibi görünüyor.

İTALYA: AB tarafından bir hamleyle görevden alınan Silvio Berlusconi’nin yerine başbakanlığa atanan ekonomi profesörü Mari Monti, geçtiğimiz Ağustos ayında iki yıl için geçerli olmak üzere, 26 milyar Euro’luk tasarruf paketini Meclis’ten geçirdi. Kısıtlamaların büyük bölümü sağlık alanını etkiliyor. Hastanelerden binlerce yatağın kaldırılması, harcamaların kısıtlanması kararlaştırıldı. Ayrıca devlet dairelerindeki yöneticilerin yüzde 20’si, memurların ise yüzde 10’u işten atılacak. Daha önce gündeme getirilen KDV’nin yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarılması planından ise şimdilik vazgeçilmiş durumda.

YUNANİSTAN: İki yılı aşkın bir süredir Yunanistan’a paket üzerine paket dayatan “Troika”, en son, iki yıl için 11.5 milyar Euro’luk yeni bir paket dayattı. Hükümet tarafından kabul edilen ve Meclis’ten geçirilen 9.4 milyar Euro’luk paket, öncelikli olarak emeklileri, işçileri ve kamu emekçilerini etkiliyor. Emeklik maaşı 2 bin 200 Euro’yu geçenlere fazlasının verilmeyeceğinin yer aldığı pakette, yılda 1500 Euro’dan fazla sağlık gideri olanların üstünü cebinden karşılaması, her doktora gidişte 10 Euro muayene parası verilmesi ve hastane giderlerinin yüzde 15’nin cebinden karşılanması yer alıyor. Sağlığın tamamen özelleştirilmesi anlamına gelen bu kısıtlamalar halk arasındaki öfkeyi daha da büyüttü.
Elbette Yunanistan’daki kısıtlamalar bunlarla kalmayacak. Süddeutsche Zeitung’da  yer alan bir habere göre, “Toika”, önümüzde süreçte iş kanununda ve emeklilik yasasında önemli değişiklikler gündeme getirecek. Bunların başında, haftalık çalışma süresinin 6 güne çıkarılması, günde gerektiğinde 13 saate kadar çalışma geliyor. Ayrıca emeklilik yaşının da 65’ten 67’ye çıkarılması istenecek. Keza 15 bin kamu çalışanının daha işten atılması gündeme getirilecek.
İşçi sınıfının kazanılmış haklarının yok edilmesi, Ortaçağ’dan kalma çalışma koşullarının getirilmesi anlamına gelen bu taleplere, Atina Hükümeti şimdilik, fazla tepki çekmemesi için soğuk baktığını söylemekle yetindi. Ancak, bunun somut olarak gündeme getirilmesi durumunda hükümetin bırakalım direnmeyi, yasalaşmasının başını çekeceği ortada.
Belirmek gerekiyor ki; Yunanistan, Avrupa’da işçi sınıfının haklarını almada adeta “laboratuar ülkesi” haline getirilmiş durumda. Yunanistan’a dayatılan reçeteler daha sonra, olduğu gibi, kriz içerisindeki diğer ülkelere dayatılıyor. Bu bakımdan “Troika”nın gündeme getirdiği Ortaçağ’ın çalışma koşullarının, direnişle püskürtülmediği taktirde diğer ülkelerde de gündeme getirileceği açıktır.

EN ZENGİN ÜLKE ALMANYA’DA DA ÇELİŞKİLER DERİNLEŞİYOR
Genel olarak işçi sınıfının kazanılmalarına yönelik saldırılar ve bunlara bağlı olarak emekçilerin refah düzeylerinde yaşanan gerileme, sadece borç krizi içinde olan ülkelerde değil, aynı zamanda bu ülkelere acı reçeteler dayatan Almanya gibi zengin bir ülkede de benzer şekilde yaşanıyor. Bu en zengin ülke mercek altına alındığında, yoksulluk ve gelir uçurumunun son 20 yıl içerinde önemli ölçüde artığı görülüyor. Son birkaç yıldır dünya ihracat sıralamasında ya birinci ya da ikinci olan Almanya’da daha fazla insan işsizlik, yoksulluk ve düşük ücretli işlerin pençesinde adeta bir limon gibi sıkılıyor.
Buna karşın ülke zenginleşir, toplam servetten daha fazla pay alan azınlığın sayısı artarken, ellerinde tuttukları servet de büyüyor. Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine göre, Almanya’da tedavüldeki toplam para miktarı 10 yıl içinde ikiye katlanarak 8,5 trilyon Euro’ya ulaşırken, bu paranın yüzde 65 i, nüfusun yüzde 10’nun elinde birikmiş durumda. Nüfusun geriye kalan yüzde 90’ı, paranın yüzde 35’iyle idare etmek zorunda bırakılmış. OECD tarafından yapılan araştırmaya göre, yüzde 10’luk zengin kesimin yıllık ortalama net geliri, en alttakilerin sekiz katı. Başka bir ifade ile 2008 yılında yüzde 10’luk en zengin kesimin ortalama net aylık geliri 57 bin 300 Euro iken, alttaki yüzde 10’luk kesimin yıllık ortalama geliri 7 bin 400 Euroydu. OECD, bu durumu, “Almanya’daki gelirler arasındaki uçurumun hiçbir sanayileşmiş ülkede olmadığı” şeklinde tanımladı.

GELİR UÇURUMUNDA MAKAS AÇILIYOR
Hem ekonomi araştırma enstitüleri, hem de çeşitli sosyal kurumlar tarafından yapılan açıklama ve değerlendirmelerde, Almanya’da gelir adaletsizliği ya da gelirler arasındaki uçurumun özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hızla artmaya başladığına dikkat çekiliyor. Daha önce günlük yaşamda kimin zengin kimin fakir olduğu pek ayırt edilemezken, bugün durum çok farklı.
Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü’nün (DIW) verilerine göre, 2002-2005 yılları arasında çalışanların ortalama reel gelirinde 1990’lı yılların başına oranla yüzde 4.8 gerileme yaşanırken, aynı dönemde en üstteki yüzde 10’luk kesimin geliri yüzde 6 arttı. Bu oran, en üstteki yüzde 1’lik kesimde yüzde 17, en zengin 650 kişide yüzde 35, ultra zengin 65 kişide ise yüzde 53 arttı. Aynı seyir, 2005’ten sonra da devam etti.
1990’lı yıllardan itibaren dünyada esen neoliberal rüzgar kendisini Almanya’da da özellikle Kohl ve Schröder hükümetleri döneminde güçlü bir şekilde hissettirdi; bu, sonrasında da devam etti. Ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, zenginlerden alınan vergilerin azaltılması ve kamu kurumlarının özelleştirilmesi şeklinde kendisini ifade eden neoliberal anlayış Almanya’da da yoğun bir biçimde hayat buldu. Ama aynı dönemde temel tüketim mallarına (yüzde 2.8), elektriğe (yüzde 9.5), kiralara ve diğer ürünlere önemli ölçüde zam yapıldı. Bu artışlar, reel ücretlerde yaşanan gerileme ile birlikte, işçileri ve yoksullukları daha fazla geçim sıkıntısının içine çekti.
En önemlisi de son 10 yıl içinde çalışma yasalarında ve iş piyasasında yapılan değişikliklerle, işçi sınıfı daha fazla güvencesiz, düşük ücretli ve yarım günlük işlerde çalıştırılmaya zorlandı. Eskiden süresiz iş anlaşması olan bir çalışan emekli oluncaya kadar bu işyerinde kalabileceğinin güvencesiyle geleceğe bakarken, şimdi bu büyük bir hayal olarak görülüyor. Verilere göre, günümüzde işe yeni alınan her iki çalışandan birisi (yüzde 46) süreli iş anlaşması imzalıyor. 10 yıl önce bu oran yüzde 30 civarında idi. Başka bir deyişle, günümüzde 2.7 milyon işçi her an işten atılabileceği korkusuyla işe gidip geliyor.
Ama, süresiz iş anlaşması olan ve büyük fabrikalarda çalışan işçiler de, artık her an kapı dışarı edilebileceği ya da kısa, örneğin yarım gün çalıştırılabileceği, bunun sonucu olarak da aylık gelirinin düşeceği endişesiyle yaşamını sürdürüyor. Zira içinden geçtiğimiz süreçte sermaye tarafından dayatılan koşullar, işçi sınıfı bakımından, ne pahasına olursa olsun işini koruma ve işten atılmamak için her zorluğa katlanmayı adeta bir “zorunluluk” haline getirmiştir.
SPD-Yeşiller Hükümeti’nin mimarı olduğu “Ajanda 2010” ve ona bağlı olarak Hartz Yasaları ise, neoliberal politikaların devamı olarak emekçiler üzerindeki ekonomik sömürü ve baskıyı katmerleştirdi.
Geride bıraktığımız son 15 yılın en göze çarpan özelliği, ülke genelinde güvencesiz işlerde çalışanların sayısının hızla artması oldu. Çeşitli kaynakların derlediği bilgilere göre, 15 yıl önce 4.35 milyon olan yarım günlük işlerde çalışanların sayısı, günümüzde 8.7 milyona çıkmış bulunuyor. Alman Ekonomi Enstitüsü (DIW), bu rakamı 10 milyon olarak ifade ediyor. Bu da, ülkedeki bütün çalışanların yüzde 26’sına denk düşüyor. Zira, 2010 yılında çalışan kadınların yüzde 45’i yarım günlük işlerde çalışırken, yoksulluktan da en çok bu kesim etkileniyor.

İŞÇİLER YOKSULLAŞIYOR, MANEJERLER ZENGİNLEŞİYOR
Son yıllarda hükümetlerin izlediği politikalar işçilerin, gençlerin, kadınların daha fazla işsiz kalmasına ve yoksullaşmasına yol açarken, tekeller ve onların yöneticileri kazandıkça kazandı. Başka bir deyişle, emekçiler yoksullaştıkça zenginlerin kazancı arttı. Örneğin son on yıl içinde, Alman Borsası’nda (DAX) kayıtlı tekellerin yönetim kurulu üyelerinin maaşları iki katına (yüzde 119) çıktı.
Krizin etkili olduğu, işçilerin işten atıldığı ya da kısa çalışmaya gönderildiği 2010 yılında, tekel yöneticilerinin maaşlarına ortalama yüzde 22 zam yapıldı. Aynı yıl içinde çalışanların maaşlarına brüt olarak sadece yüzde 2.2 zam yapılabilmişti.
Ortalama olarak bir yönetim kurulu üyesinin yıllık maaşı 2.92, yönetim kurulu başkanın maaşı ise 4.54 milyon Euro. Örneğin, VW tekelinin menajeri Martin Winterkorn’un yıllık maaşı özel primlerle birlikte 17.4 milyon Euro’yu buluyor.
Bu yıllar, aynı zamanda tekellerin de kârlarını rekor düzeyde artırdığı yıllar oldu. 2011 yılında Alman tekelleri toplam yarım trilyon kâr etti. Böylece Almanya tarihinde ikinci kez (ilki 2007) rekor kâr gerçekleşti.
Bu kâr, asıl olarak, fabrikalarda çalışan işçilerin mümkün olduğu kadar düşük ücretle çalıştırılması, tekellerin pek çok vergiden muaf tutulması, hatta kriz gerekçesiyle (hurda priminde olduğu gibi) devlet tarafından fonlanması sayesinde gerçekleşti.

YÜZDE 1’LİK AZINLIK SERVETİN YÜZDE 46’SINA SAHİP
Ülkede yaratılan zenginlikten pay almadaki uçurum da son yıllarda önemli ölçüde derinleşti. Ülke genelinde 15 milyona yakın insan ortalama gelirin altında, yoksul olarak yaşamını sürdürmeye çalışırken, zenginliği elinde tutan milyarderlerin sayısı hızla artıyor. World Wealth Report’a göre, 2010 itibarıyla, Almanya’da 924 bin “dolar milyoneri” bulunuyordu. Bu rakam, bir önceki yıla göre yüzde 7.2 artışı ifade ediyor. Dolar milyoneri sayısındaki artışın 2012’nin başında 1 milyonu bulduğu tahmin ediliyor.
Bu veriden hareket edildiğinde, Almanya’da nüfusun yüzde 1.1’ini milyonerler oluşturuyor. Dolayısıyla Almanya, İsviçre’den sonra Avrupa’da en fazla milyonerin olduğu ülke. ABD’de bu oran % 1’in biraz altında.
Çeşitli kurumlar tarafından yapılan hesaplamalara göre, milyonerler, Almanya’daki paranın yüzde 45.6’sına sahipler. Başka bir deyişle, yüzde 1.1’lik azınlığın elinde tuttuğu parayla yüzde 99’un elinde tuttuğa para neredeyse eşit.
Diğer taraftan, orta sınıf ve en alttakilerin toplam servetten aldığı pay sürekli azalıyor. DIW tarafından 2008’de açıklanan bir rapora göre, genel nüfus içindeki oranı 2000 yılında yüzde 62 olan “orta sınıf”,  2006’da yüzde 54’e düştü. Bütün bunlar, bir taraftan sınıflar arasındaki çelişkilerin sürekli derinleştiğini göstermekle birlikte, Almanya’da sınıf atlamanın eskiye oranla çok daha zor olduğunu da ortaya koyuyor. Bu da servetin paylaşımı konusundaki adaletsizliğin ne denli büyüdüğünü gözler önüne seriyor.
1980’li yıllardan beri, Almanya gibi bir ülkede yoksulluk riskiyle karşı karşıya kalma ve alt gelir grubuna düşme ihtimali yüzde 57’den yüzde 65’e çıkarken, zengin olanların da daha fazla zenginleşme ihtimali yüzde 38’den yüzde 51’e çıktı. 
Zenginlerin bu denli servetini artırdığı dönemde, işçilerin reel ücretlerinde yüzde 4.8 azalma yaşandı. Alman Sendikalar Birliği’nin hesaplamalarına göre, tam gün çalışan 1 milyon insanın brüt aylık maaşı 1000 Euro’nun altında.
Yani, alt gelir grubundan olan emekçi kesimler arasında yoksullaşma riski önemli oranda artmış, dahası geçmişten bugüne milyonlarca emekçi için bu “risk” olmaktan çıkıp somut bir olguya dönüşmüş durumda.
Bütün bu gelişmeler, ülkedeki yoksullaşmayı öyle derinleştirmektedir ki, yoksulların üçte biri her iki günde bir doğru dürüst bir öğün yemek yiyemiyor, her altı kişiden birisi yaşadığı evi gerektiği kadar ısıtamıyor, yılda 800 bin hane elektrik faturasını ödeyemediği için elektriksiz kalabiliyor.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, işbaşına gelen hükümetler, sürekli “aşırı borçlanmayı” (2 trilyon Euro) gerekçe göstererek, emekçileri ilgilendiren sosyal, kültürel alanlarda kısıtlamaları hayata geçiriyor ya da planlıyor. Yani bütçe açığının faturasını, diğer ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da çalışanların, işçilerin, işsizlerin ve yerel yönetimlerin sırtından karşılamaya çalışıyor.

KAPİTALİZMDEN KURTULMADAN ÇÖZÜM YOK
Görülebileceği gibi, kıta genelinde büyük sermaye sahipleri ve onların hükümetleri, aşırı borç ve yeterli kaynak olmadığı gerekçesiyle, işçi sınıfına karşı uzun süreden bu yana başlattığı saldırı politikaları gelinen aşamada, pek çok kazanılmış hakkı yok ettiği gibi, işçi sınıfını ve emekçileri önemli oranda işsizlik ve yoksulluk içerisinde yaşamaya mahkum etmiştir. Ve öyle görünüyor ki, bu politikalar bundan sonra da devam edecektir. Birçok veri de göstermektedir ki, hem borç krizi içinde olan, hem de krizi fırsata çeviren ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşulları öncesine göre her açıdan kötüleşmiş, önemli kazanımları gasp edilmiştir.
İşçi sınıfı cephesinde ise, bugüne kadar önemli direnişler gerçekleştirilmiş, ancak genel olarak bunlar saldırı dalgasının püskürtülmesi için yeterli olamamıştır. Yunanistan’da Troika’nın dayatmalarına karşı verilen mücadele, gelinen aşamada krizin faturasının halkın sırtına bindirilmesine karşı çıkan hareketleri güçlendirmiştir. En önemlisi de, bugüne kadar tek tek ülkelerde verilen mücadelelerin giderek kıta genelinde birleşik bir harekete dönüşmesinin olanaklarının giderek artmasıdır. En son 14 Kasım’da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun çağrısıyla gerçekleştirilen eylemler, özellikle krizin yaşandığı ülkelerde güçlü bir işçi hareketinin mayalanmakta olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak bu hareketi engellemek, etkisini zayıflatmak isteyen burjuva akımları, geçmişte olduğu gibi, bugün de yoğun bir çaba harcıyorlar. Özellikle sol sosyal demokrat akımlar tarafından “çözüm” adına ortaya atılan tezlerin çoğunda bu durumun kapitalizmin bir sonucu olduğu gerçeği bir yana bırakılarak, “adil paylaşım”dan söz edilmekte, buna göre talepler ileri sürülmektedirler.
Halbuki; sorun, kapitalizmin doğasından kaynaklanan ve onarılması ancak mülkiyet düzeninin değişimiyle mümkün olabilecek bir sorundur. Çünkü kapitalizmde paylaşım, sermaye sahipleri ve hükümetlerin vicdanı veya adalet duygusuyla değil, özel mülkiyet rejimine göre belirlenmektedir. Üretim sürecinde değer yaratan tek sınıf emekçiler olsa da, üretim sonucu yaratılan değere sermaye sahipleri el koymakta, emekçilerse en iyi ihtimalle, ancak işverene sattıkları işgücünün bedelini gittikçe daha düşük düzeyiyle elde edebilmektedirler. Yani adaletsizliği baştan öngören ve güvence altına alan bir ekonomik, hukuksal, siyasal düzen söz konusudur; emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadele düzeyine göre gelir dağılımında dalgalanmalar yaşansa da; bu, adaletsizliğin kökten yok edilmesiyle değil, derecesiyle ilintilidir. Örneğin zenginlerden daha fazla vergi alınması, adaletsizliğin derecesini hafifletebilecek, ama adaletsizliğin varlığını tümden ortadan kaldırmayacaktır.
Ancak bugün Almanya veya diğer ülkelerde giderek bariz hale gelmekte olan “sosyal adalet”, “toplumsal eşitlik” gibi talepler ve tartışmalar, “değersiz ve boşuna” değildir; doğası gereği sürekli daha fazlasına el koyma güdüsüyle işleyen sermaye düzeninde gelir adaletsizliğinin ulaştığı boyutlar, emekçiler arasındaki tepki ve eleştirileri yoğunlaştırmakta, çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi yönündeki arayışları hızlandırmaktadır.
Bu nedenle, Avrupa’da derinleşen sınıf çelişkileri ve ortaya çıkan mücadele, kıta genelinde yeniden büyük ve sert sınıf kavgalarının arifesinde olduğumuzu gösteriyor.

‘Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru’ Elveda bilim, çok yaşa piyasa!

Türkiye yükseköğretim sistemi ve onun temel kurumları olan üniversitelerin yeniden yapılandırılması amacıyla hazırlanan yeni yasa tasarısı, YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya tarafından kamuoyuna duyuruldu. Hazırlık çalışmalarının bir buçuk yıldır sürdüğü söylenen yasa tasarısı, “Yeni Bir Yükseköğretim Yasası’na Doğru” başlığını taşıyor ve temel olarak 8 maddeden oluşuyor.
Tasarının üniversitelerin ve kamuoyunun bilgisine sunulmasının ardından başlayan tartışmalar, henüz başlangıç sayılabilecek itiraz ve tepkilerle birlikte sürüyor. Tasarıya ilişkin ilk kapsamlı değerlendirme, eleştiri ve itirazlar Eğitim Sen, Boğaziçi Üniversitesi Senatosu ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden geldi. Geçtiğimiz ay 6 Kasım’da 31. kuruluş yılını geride bırakan YÖK’e karşı yapılan protestoların temel gündemi yine bu yeni yasa tasarısı oldu.
Tasarıda 8 madde/başlık altında toparlanan ve yükseköğretimin kurumsal yapısına, işleyişine dair değişiklikleri içeren düzenlemelerin amacı, esas olarak, giriş bölümündeki değerlendirmede kendisini ele veriyor. Ancak buna geçmeden önce, Türkiye yükseköğretim sisteminin, YÖK’ün kuruluşundan bugüne gelen yakın tarihindeki belli başlı dönüşüm noktalarına kısaca da olsa değinmekte yarar var. Çünkü yasa tasarısı bu yakın geçmişin üzerinde yükseliyor ve yeni bir dönem başlatmayı hedefliyor.

YÖK’ÜN KURULUŞUNDAN 1994-95’E GELEN SÜREÇ
YÖK, 12 Eylül darbesinin ardından, darbe anayasasının yapılması bile beklenmeden hazırlanan bir yasayla 6 Kasım 1981’de kuruldu. 1994’te TÜSİAD, Prof. Dr. Kemal Gürüz ile birlikte 5 profesöre, “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı bir rapor hazırlattı. Yaklaşık bir yıl sonra Kemal Gürüz, YÖK Başkanlığı’na getirildi. YÖK’ün kurulmasından, TÜSİAD’ın yükseköğretim raporunun hazırlandığı ve ardından Gürüz’ün YÖK Başkanlığı’na getirildiği bu süreci, Türkiye yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasının ilk dönemi olarak ele alabiliriz.
Bu dönemde YÖK iki başkan görmüştür. Bunlardan birisi, adı neredeyse YÖK ile özdeşleşen ve 11 yıl gibi uzun bir süre bu görevi yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dır. Diğeri ise, daha sonraki yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Prof. Dr. Mehmet Sağlam’dır.
Yaklaşık 14 yılı kapsayan bu dönem boyunca yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasına damgasını vuran temel politika; üniversitelerin her düzeyde baskı ve denetim altına alınması ve giderek kapitalist sistemin liberal (ya da neoliberal) politikalar temelinde güçlendirilip ilerlemesine paralel olarak, yükseköğretim kurumlarının özelleştirilme sürecine sokulup piyasaya açılmasıdır. Bu, aynı zamanda, Türk-İslam sentezci anlayışın üniversite yaşamına egemen kılınmasının öne çıktığı bir süreçtir.
Türkiye’de ilk vakıf-özel üniversitelerin kurulması, harç uygulamalarıyla paralı eğitime geçişin ilk adımlarının atılması, üniversitelerdeki altyapı hizmetlerinin paralı hale getirilip ticarileştirilmesi, döner sermaye uygulamasıyla üniversitelerin mali ihtiyaçlarının karşılanmasında çeşitli düzenlemelerin yapılması vb. düzenlemeler, esas olarak bu dönemin ikinci yarısında gerçekleştirilmeye başlamıştır. Türkiye’nin ilk özel-vakıf üniversitesi olarak Bilkent Üniversitesi’nin kurulması ve kurucusunun en uzun süre YÖK Başkanlığı yapan İhsan Doğramacı olması, ne tesadüftür ki, bu dönemin ortalarına denk gelmiştir.
12 Eylül darbesine rağmen önemli bir mücadele ve muhalefet dinamiği olmaya devam eden üniversitelerde, ilerici, demokrat akademisyenlerin, çalışanların ve öğrenci hareketinin ezilmesine yönelik saldırılar, polisin üniversitelere girişinin serbest bırakılmasına giden düzenlemelerin yapılması vb. uygulamalar da bu döneme temel karakterini veren diğer hususlardır.
Öte yandan devletin ve YÖK’ün bütün baskı ve zorbalıklarına rağmen, üniversitelerin temel bileşenlerini oluşturan akademisyenlerin, çalışanların ve öğrencilerin üniversitelerin yakın tarihinde yürüttüğü mücadelenin önemli örneklerinin yaşandığı dönem de, bu dönemdir. 1402 sayılı yasaya, ANAP tarafından gündeme getirilen tek tip dernek yasasına, yükseköğretimin paralı hale getirilmesine yönelik atılan adımlara vb. politikalara karşı verilen bu mücadeleler, yükseköğretim sisteminin liberal temelde yeniden yapılandırılmasında engelleyici olamasa bile, geciktirici ve zorlayıcı sonuçlar doğurmuştur.

TÜSİAD RAPORU’NDAN BOLOGNA SÜRECİ’NE
Yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasında, TÜSİAD tarafından Kemal Gürüz’le birlikte beş profesöre hazırlatılan “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adını taşıyan raporun önemli bir yeri var. Yukarıda da belirtildiği gibi, rapor 1994 yılında yayınlanmış ve 1995’te de Gürüz, YÖK Başkanı olmuştur. Kemal Gürüz, YÖK’ün üçüncü başkanıdır. En uzun süreli YÖK Başkanlığı konusunda YÖK tarihinin ikinci adamıdır. Bologna Süreci ise, Avrupa ülkelerinin 90’lı yılların sonunda, İtalya’nın Bologna kentinde düzenledikleri bir toplantı ve bu toplantının sonuçları üzerinden hazırlanan raporla başlattığı bir süreçtir. Türkiye bu sürece 2001’in ortalarında dâhil olmuştur.
TÜSİAD Raporu’nun hazırlanması ve Gürüz’ün YÖK Başkanlığı’na getirilmesiyle başlayıp 2001 yılında Türkiye’nin Bologna Süreci’ne dâhil olmasına kadar gelen süreci, yükseköğretim sisteminin Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda, liberal politikalar temelinde yeniden yapılandırılmasının ikinci dönemi olarak adlandırabiliriz.
Bu dönemde, devletin ve YÖK’ün merkezci ve baskıcı uygulamaları devam etmektedir. Döneme temel karakterini veren ise, üniversitelerin tamamen paralı hale getirilmesi, “parayı veren düdüğü çalar” anlayışının egemen kılınması, sermayenin-piyasanın ihtiyaçlarına yanıt veren “girişimci üniversite ruhu”nun temel belirleyici haline gelmesine dönük politikalardır. Bir yandan hızla özel üniversiteler kuruluyor ve sayıları artıyor, öte yandan kamu üniversiteleri özelleştirme politikalarıyla birer şirkete dönüştürülüyordu.
TÜSİAD Raporu, YÖK’ün kuruluşundan sonra geçen yıllar içerisinde yükseköğretim sistemine ilk kapsamlı ve sistematik müdahalesinin çerçevesini oluşturuyordu. Sermayenin ve piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda bir bütün olarak yükseköğretim sisteminin ve tek tek üniversitelerin nasıl yeniden şekillendirilmesi gerektiği, bunun için atılması gereken pratik adımların neler olduğu konusunda bir dönemeç olan rapor, bir anlamda bugüne kadar gelen sürecin de ilham kaynağı olmuştur.
YÖK’ün kuruluşundan 94’e kadar gelen süreci “devlet otoritesine dayanan bürokratik yapılanma” ve “akademik oligarşi” gibi tanımlamalarla eleştiren, yerine ise sermayenin ihtiyaçları temelinde piyasa-pazar temelli bir yükseköğretim yapılanmasını öneren TÜSİAD’ın Raporu, önerdiği yeniden yapılandırma politikalarının karakterini bir cümle ile özetliyordu: “Elit eğitim veren üniversiteler ve kitle eğitimi veren üniversiteler!”
Sermayenin ve piyasanın ihtiyaç duyduğu bürokrat ve teknokrat kadroların yetiştirildiği özel ve kamu üniversiteleri elit eğitim veren üniversiteler olarak adlandırılıyordu. Kitle eğitimi veren üniversiteler ise, her kente ve giderek belli başlı büyük ilçe merkezlerine kurulan, teknik ve akademik her açıdan altyapıları yetersiz, yüz binlerce öğrencinin ve onların ailelerinin gelecek hayallerini sömüren, adları “tabela üniversitesine” çıkmış yükseköğretim kurumları oluyordu.
Burada önemli bir ayrıntının altını çizmek gerekir. Altyapısı güçlü olan kamu üniversiteleri başta olmak üzere, büyük kentlerdeki üniversiteler, tekno-kent, tekno-park projeleri kapsamında, bir yandan kendileri şirketleşirken, bir yandan da büyük holding ve tekellerin araştırma-geliştirme merkezleri olarak işlev yüklenmeye bu dönemde başlamışlardır. Toplamda ise, artık yükseköğretim sistemi tamamen ticari bir işletme sistemine mahkûm edilmiştir.
YÖK’ün ilk dönemine damgasını vuran Türk-İslam sentezci anlayış ise, Türkiye’nin “AB’ye tam üyelik süreci”nin başlamasının da bir uzantısı olarak, liberal politikalarla birleşip, “ortaya bir karışık” babından bir dizi çelişkili ve çatışmalı yeniden yapılanma sürecine girdi. Özellikle bu dönemin son birkaç yılı, tek tip kılık kıyafet yasası ile başlayan, laik-anti laik çatışmasıyla tırmandırılan, sistemin eski egemenleriyle yeni egemenleri olmaya soyunmuş kesimleri arasında iktidar kavgasına sahne olan yıllardı. Ancak burada, dönemin temel karakteri açısından çarpıcı bir noktanın altını kalın çizgilerle çizmek gerekir. Evet, bir yandan egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcileri arasında ciddi bir iktidar kavgası yaşanıyordu. Ama her iki taraf açısından tartışılmaz ve mutlak kabul gören bir husus vardı. O da, ne olursa olsun, yükseköğretim sisteminin sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına yanıt verecek bir dönüşüm gerçekleştirmesine helal getirmemek konusunda iki tarafın da ittifak içerisinde olmasıydı.
Yaşanan iktidar kavgasının büyük oranda sonuçlanması ve egemen sınıfların yeni siyasi temsilcilerinin YÖK’e büyük oranda egemen olmaları ise, Bologna Süreci ile başlayıp günümüze, son YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya tarafından açıklanan yeni yasa tasarısına kadar gelen süreci kapsayan üçüncü dönemde gerçekleşecekti.
Bu dönemde akademisyeni, çalışanı ve öğrencileriyle “üniversite ailesi” yükseköğretim sisteminin sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verme ve piyasaya açılarak özelleştirilmesine karşı bir dizi mücadeleler vermiştir. ’94 TÜSİAD Raporu’nun açıklanması, ardından yapılan tartışmalar, özellikle de ’96 ve sonrası yıllarda gerçekleştirilen “Rektörler Zirvesi” vb. toplantı, seminer ve konferanslar, kitle temelini esas olarak üniversite gençliğinin oluşturduğu tepkiler ve protesto gösterileriyle karşılanmıştır. Özellikle ’96-98 arası yıllarda “Sahte Değil Demokratik Reform İstiyoruz” şiarı etrafında yürütülen mücadeleler öne çıkmış, bu yıllar dönemin kitlesel eylemlerinin yaşandığı yıllar olmuştur. Ancak tıpkı birinci dönemde olduğu gibi, bu dönemde de, sermaye güçleri, hükümetler ve YÖK aracılığı ile sürdürülen yeniden yapılandırma politikaları püskürtülememiştir.

BOLOGNA SÜRECİ’NDEN GÜNÜMÜZE
TÜSİAD’ın ’94’teki raporunun ardından, Bologna Süreci’ne kadar gelen yıllar içerisinde, başta YÖK ve TÜBİTAK olmak üzere çeşitli kurumlar tarafından birçok rapor ve araştırma yayınlanmıştır. Ancak yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasının temel rotasını TÜSİAD’ın raporu oluşturmuştur. YÖK’ün çalışmalarına da esas olarak bu rapor yön vermiştir. Avrupa ülkelerinin 90’ların sonunda başlattığı, Türkiye’nin 2001 yılında dâhil olduğu Bologna Süreci ise, yükseköğretim sistemi açısından TÜSİAD’ın raporunun güncellenmesi ve yeni ihtiyaçlarla birlikte çeşitli Avrupa ülkeleriyle bir dizi ortak çalışmanın yürütülmesini içermektedir. Türkiye’nin 2001 yılında Bologna Süreci’ne dâhil olmasından bugüne kadar gelen dönemi de, yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasında üçüncü dönem olarak adlandırabiliriz. Bu dönem, YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya tarafından açıklanan “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı yasa tasarısı çalışmasının sonuçlanıp, yasalaşması mümkün olduğu koşullarda sona erecektir demek yanlış bir öngörü olmayacaktır.
Bunun nedenlerine yazımızın YÖK’ün yeni yasa tasarısını değerlendireceğimiz bölümlerinde ayrıntılı olarak değineceğiz. Ancak buna geçmeden önce, belli başlı yönleriyle Bologna Süreci’ne dair bazı hususlara dikkat çekmek bütünlük açısından yararlı olacaktır.
Süreç 1999 yılında, İtalya’nın Bologna kentinde, Bologna Üniversitesi’nde bir araya gelen Avrupa ülkelerinin temsilcilerinin gerçekleştirdiği bir dizi toplantı ve bu toplantıların sonuçları üzerinden hazırlanan bildirinin 29 Avrupa ülkesinin eğitim bakanları tarafından imzalanmasıyla başlamıştır. Yıllar içerisinde, Bologna Süreci’ne dâhil olan ülkelerin sayısı 47’ye ulaşmıştır. Sürece katılan ülkelerin çalışmalarını esas olarak 2010 yılına kadar tamamlaması hedeflenmiştir. Bu kapsamda Bologna ülkelerinin yükseköğretimden sorumlu bakanları her iki yılda bir, bir araya gelmektedir. Bu kapsamda, son toplantı 2010’da Budapeşte’de yapılmıştır. Ancak sürecin tamamlanması değil devam etmesi öngörülmektedir.
Bologna Süreci, esas olarak, Avrupa ülkelerinin yükseköğretim sisteminin ABD ekolü temelinde yeniden yapılandırılmasını hedeflemektedir. Sürece katılan ülkelerdeki yükseköğretim kuruluşlarının hem kendi ülkelerinde hem de birbirleri arasında ortak yükseköğretim programları geliştirmesi, üniversitelerle, sermaye-piyasa-teknoloji- işgücü bağlarının canlı, sürekli ve her geçen gün daha fazla iç içe geçmesinin sağlanması Bologna Süreci’nin temel amacını oluşturmaktadır. Bu da, yükseköğretimde ABD modelinin özünü oluşturan “sermaye ve piyasanın işleyişine bağlanmış, şirket tipi üniversite sistemi”nin Avrupa ülkelerinde de hâkim hale gelmesi demektir.
Türkiye yükseköğretim sistemi, YÖK’ün kuruluşundan itibaren ABD modelini kendisine esas aldığı için, 2001 yılında Bologna Süreci’ne katılması, diğer birçok Avrupa ülkesinden farklı olarak bir başlangıç değil, birinci dönemden bu yana devam eden politikaların tamamlayıcısı bir rol oynamaktadır.
TÜSİAD’ın, 94’te yayınladığı rapor kapsamında, üniversitelerin yeniden yapılandırılmasına yönelik hızlandırıcı müdahaleleri üçüncü dönem boyunca da sürmüştür. Bunların öne çıkan ve etkili olan adımlarından birisi de, 2004 yılı Temmuz’unda düzenlediği “Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji’de Yeni Yönelimler” başlıklı seminer çalışmasıdır. Seminerde, dönemin TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın yaptığı konuşmada çizdiği çerçeve şöyledir: “Bilgi tabanlı ekonominin daha kaliteli işgücü talebi ve bilgi stokundaki hızlı değişimin sonucu olarak gündeme gelen ömür boyu eğitim de dünyada yükseköğretime olan talebi artırmakta ve yükseköğretimi önemli bir ekonomik faaliyet haline getirmektedir. Üniversitelerde türetilen yeni bilgileri ekonomik değer üretecek ticari ürün ve süreçlere dönüştürecek bir sisteme ihtiyaç vardır. Globalleşme süreci içinde yükseköğretim kurumları etkin bir aktör olarak ortaya çıkarken aynı zamanda kendisi de globalleşme sürecinin özelliklerine uygun olarak yeniden şekillenmektedir. Bu yeniden şekillenmede çeşitlilik ve esneklik iki önemli karakteristik olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim çeşitlilik ve esnekliği bünyesinde en geniş anlamda barındıran anglo-sakson yükseköğretim kurumları bugün en çok tercih edilen yükseköğretim sistemini oluşturmaktadır… Sistemin başarısında, en az bileşenlerin doğru seçimi ve yönetimi kadar önemli bir husus üniversitelerde türetilen yeni bilgilerin içeriği ve niteliğidir. Üniversiteler araştırma gündemlerini belirlerken geniş çevreden kopmamalı ve sistemi besleyecek bilgileri türetebilmelidir.”
Büyük patronların nasıl bir üniversite istediklerinin altını kalın çizgilerle çizdikleri bu seminerin yapıldığı günler ve sonrasındaki bir-iki yıllık süreç, aynı zamanda, YÖK’te yaşanan iktidar kavgasının da kızıştığı bir süreçtir.
3 Kasım 2002’de yapılan seçimler sonucunda AKP’nin hükümet olmasının ardından giderek sertleşen siyasi ortam YÖK ve üniversite yönetimine de yansımaktadır. Yazımızın konusu olmadığı için bu süreci ayrıntılı değerlendirmeye gerek yok. Ancak, AKP merkezli oluşan muhafazakâr-liberal koalisyonun sistemin eski egemenleriyle yaşadığı iktidar kavgasının YÖK ve üniversitelerle ilgili boyutu ise, esas olarak 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ile yeni bir evreye girmiştir. Artık YÖK’te, rektörlüklerde ve üniversite yönetimlerinde muhafazakâr-liberal koalisyonun kadrolaşması hız kazanmıştır. Sağdan, soldan veya doğrudan liberal tezlerle AKP hükümetini destekleyen güçlerin YÖK’te egemenlik dönemi başlamıştır artık. 2007 Aralık ayında Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın, 2011 Aralık ayında ise Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’nın YÖK başkanlığına getirilmesini de kapsayan bu süreç günümüze kadar gelmiş ve bugün de devam etmektedir.
YÖK’ün kuruluşundan itibaren yükseköğretime hâkim olan Türk-İslam sentezci anlayış ise, muhafazakâr-liberal ittifakın öncülüğünde, sermayenin ve piyasanın mutlak egemenliğini sağlama ve günün koşullarına, ihtiyaçlara uygun olarak yeniden ve yeniden yapılanıp, egemen olma yolunda varlığını sürdürmektedir.

YENİ BİR DÖNEM BAŞLATMA HAMLESİ
Yazımızın buraya kadarki bölümünde, Türkiye yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasının ve onun amiral gemisi olarak YÖK’ün egemenliğinin 30 yılı aşan serüvenini üç ana döneme ayırarak özetlemeye çalıştık. Elbette bu üç dönemin her birini kendi içerisinde, yaşanan zikzaklara paralel olarak alt dönemlere ayırmak mümkündür. Ancak bunun genel tabloyu değiştirmeyeceği kanaatindeyiz. Kaldı ki, ülkenin ve YÖK’ün egemenlerinin ana hedefinin yükseköğretim sistemini sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına en ileri düzeyde yanıt verecek duruma getirmek olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda, geride kalan 30 yılı aşkın süreci sermaye-yükseköğretim ilişkisini güçlendirmeye yönelik temel girişimlere bağlı olarak tasnif etmek doğru olacaktır.
2011’in Mart ayında çalışmaları başlatılan ve asıl olarak son bir iki ay içerisinde ülke ve üniversite kamuoyunun ayrıntılarıyla haberdar olduğu “Yeni Yükseköğretim Yasa Tasarısı” çalışmaları ise, sermaye-hükümet ve YÖK’ün artık bir dönemi daha kapatıp yeni bir dönem başlatma hamlesinin temel çerçevesini oluşturmaktadır. Dolayısıyla geçmiş dönemlerden bağımsız olmadığı gibi, bu dönemler üzerinde yükselip, onları da aşan bir düzenleme ve içeriğe sahiptir. Bunun için de, hem geçmişi özetleme açısından, hem de yeni tasarıyla yapılmak isteneni açık bir şekilde ifade etme açısından yazımızın başlığını “Elveda bilim, çok yaşa piyasa” olarak seçmeyi uygun gördük. Çünkü yeni tasarı ile yükseköğretim sisteminin ve üniversitelerin bilimsel eğitim, bilimsel üretim ve bilim özgürlüğü ile varsa kırıntı düzeyinde olan son bağları da koparılmakta ve “çok yaşa piyasa” anlayışı yasa ve anayasaya yazılmak istenmektedir.

SERMAYENİN İHTİYAÇLARINA VE EGEMEN POLİTİKALARA MUTLAK BAĞLILIK
Yeni yasa tasarısında bu amaç, esas olarak giriş bölümünde; dönemin ihtiyaçları ve yükseköğretimin, üniversitelerin buna hangi temelde yanıt vermesi gerektiğine ilişkin yaklaşımın özetlendiği kısımda ortaya konulmaktadır. Yükseköğretim sisteminin yeniden yapılandırılmasının esas felsefesinin ortaya konulduğu giriş bölümünden yapacağımız alıntılarla duruma yakından bakalım.
“Gelişmiş, müreffeh ve küresel dünyada rekabet edebilen bir Türkiye için söz konusu büyüme trendinin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesi elzemdir. Bununla birlikte mevcut yükseköğretim sistemimiz, bu büyüme sürecinin sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi ve kaliteli bir yükseköğretim alanı inşa edilebilmesi noktasında bir yeniden yapılandırma ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Söz konusu yeniden yapılandırma sürecinde, üniversitelerimizin çeşitliliğine, evrensel kalite standartları içerisinde gelişebilmesine, kurumsal özerklik ve hesap verebilirliğine, rekabet imkânlarının geliştirilmesine ve finansal esneklik içerisinde faaliyet gösterebilmelerine imkân tanıyan bir sistem hedeflenmektedir.
“Yükseköğretim sistemimizin yeniden yapılandırma süreci, bölgesel ve küresel bir güç olma iddiası taşıyan ülkemizin rekabet üstünlüğünün geliştirilmesi, yaşam kalitesinin artırılması, sürdürülebilir kalkınma hedefine ulaşılabilmesi ve demokratik bir siyasal kültürün geliştirilmesi için de bir araç olarak görülmektedir.”
Yasa tasarısının giriş bölümünde bu çerçevede bir dizi olgu daha sıralandıktan sonra, yeniden yapılandırma çalışmalarının temel amaç ve ilkeleri şöyle sıralanıyor:
“1- Çeşitlilik, 2- Kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik, 3- Performans değerlendirmesi ve rekabet, 4- Mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı, 5- Kalite güvencesi.”
Alıntılardan da anlaşılacağı gibi, yeni tasarıyla yükseköğretimin ve üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda birer piyasa kuruluşu, özel şirket haline getirilmesinde artık son nokta konulmuş oluyor. Sıralanan amaç ve ilkeleri okurken bile, insan, bahsedilenin bir üniversite mi yoksa bir holdingin, şirketin faaliyet, üretim ve kâr-zarar raporunun alt başlıkları mı olduğunu ister istemez kendisine soruyor. Üniversitelerin birer piyasa kuruluşu haline getirilmesi o kadar açık ifade edilip, iş o kadar ifrata vardırılıyor ki, tasarıda kavramlar bile üniversitenin-bilimin dağarcığından değil de, piyasanın, ticaret ve borsanın literatüründen alınıp kullanılıyor.
Bunun bir uzantısı olarak, TÜSİAD’ın 94 raporunda ortaya konulan “Elit eğitim veren üniversiteler ve kitle eğitimi veren üniversiteler” sınıflandırması, ortaya atılan yeni yasa tasarısında yeni kavramlarla ve daha da somutlanıp, ayrıntılı hale getirilerek devam ettiriliyor. Tasarıda, kuramsallaşmış, kurumsallaşmakta olan ve kurumsallaşamayan üniversiteler ayrımı yapılarak, “kaliteli ve kalitesiz eğitim veren üniversiteler” ayrışmasına gidiliyor. Çeşitlilik ve rekabet adı altında getirilen bu düzenlemeler, esas itibari ile farklı toplumsal sınıfların genç kuşaklarının, üniversite eğitiminden payına düşeni sınıfsal konumuna göre almasını, bunun gerektirdiği maddi bedel neyse onu da peşin olarak ödemesini öngörüyor.
Ancak bunlarla da yetinilmiyor. Yapılan kategorilendirmeye ve kaliteli mi kalitesiz mi tasnifine bakılmaksızın, bütün üniversitelerin, egemen politikaların uygulanmasının ön cephesinde yer alan kurumlar olması gerektiği anlayışı açık ve köşeli bir şekilde ifade ediliyor. Belli ki, üniversitelerin sermayenin, piyasa sisteminin temel kurumları olması yetmiyor, egemen sınıfların ve devletin iç ve dış politikasının, bölgesel çıkarlarının en ön cephede üreticisi, savunucusu ve uygulayıcısı olmasıyla eksik görülen tamamlanıyor.
Bu yaklaşım, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli konularından biri olan Kürt sorunu konusunda üniversitelere hazırlatılan ve karda yürüyenlerin çıkardığı “kart-kurt” seslerinden Kürtlük ortaya çıkaran “bilimsel çalışmaları”, yine siyanürle altın aramanın insan ve çevre sağlığına hiçbir zararı olmadığını savunan “bilimsel raporları” akla getiriyor. Öyle anlaşılıyor ki, artık üniversiteler, bugün ve önümüzdeki yıllarda, Türkiye’nin neden “bölgesel güç” ve “lider ülke” olması gerektiğinin iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel, tarihsel, dinsel ve ırki gerekçelerini “bilimsel raporlar”la ortaya koymak için hummalı bir çalışma içerisine girecek!
Ortaya atılan yeni tasarı sadece bu yönüyle bile ele alınsa, üniversite ve bilim ilişkisinin tarihsel gelişim seyri içerisinde kat edebildiği ne kadar ileri mesafe ve ortaya çıkardığı değer, birikim varsa, bunun inkârı, tasfiyesi ve iğdiş edilmesi üzerine kurulmuştur demek abartı olmaz.

BİLİM HİÇBİR ŞEY, TEKNOLOJİ HER ŞEYDİR!
Yeni tasarıya temel karakterini veren yaklaşımlardan birisi de, insanın, doğanın ve toplumun ilerlemesini ilke edinen bilimsel çalışma ve bilgi üretiminin doğal bir sonucu olan teknolojik ilerlemenin, bilimin yerine geçirilmesi ve “bilim hiçbir şey, teknoloji her şeydir” yaklaşımının egemen kılınmasıdır. Bu yaklaşım o kadar ileriye götürülmektedir ki, kapitalist sistemin, devletin ve tekellerin ihtiyaç duyduğu teknolojik üretim, işgücü ve teknokrat-bürokrat kadro yetiştirmenin dışında hiçbir şey bilim ve bilimsel üretim kapsamında sayılmamaktadır. Öyle ki, bunu reddeden, bunun dışında kalan her türlü akademik kadro, birim ve araştırmanın üniversite bünyesinde yer alması adeta imkânsız hale gelmektedir.
Yasa tasarısında çizilen çerçevede bunu başaramayan, rekabet edemeyen, kalite standartlarına ayak uyduramayan, karşılaştırmalı üstünlük içerisinde galip gelemeyen her üniversite, onun her bir fakültesi ve bölümü, akademik kadrosu, çalışanı ve öğrenci kitlesi yoksunluğa ve bir anlamda yok olmaya mahkûmdur. Bu çember içerisinde üniversitenin kendisi, akademik kadrosu, çalışanı ve hatta öğrenci kitlesi artık piyasada meta üretimi ve dolaşımının doğrudan parçası haline gelmektedir. Metalaşma ve bunun bir bileşeni olarak yabancılaşma “akademi ailesi”nin kaçınılmaz bir kaderi olmaktadır. Dahası, özellikle öğrenciler açısından böyle bir üniversitede eğitim almak bile, kalitesine göre parayı bastırmakla mümkün olabilecektir.
Burada çarpıcı olduğunu düşündüğümüz bir noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz. Yasa tasarısını, üniversite-bilim ilişkisi açısından ne getiriyor diye gözden geçirirken, üşenmeyip, kaç yerde bilim kavramının kullanıldığını da saydık. Ortaya oldukça “zengin” bir istatistik çıktı. Sadece iki paragrafta ve beş kez bilim ve bilgi kavramı geçiyor. Buna karşılık, piyasa, rekabet, finans, gelir, kalite vb. kavramların sayısını, kullanılma bolluğundan dolayı maalesef çıkaramadık.
Niyetimiz elbette, üniversitelerin gerek teknik alt yapılarının gerekse teknoloji üretimindeki rollerini küçümsemek veya önemsiz görmek değildir. Mesele, yükseköğretim sisteminin ve üniversitenin yeniden yapılandırılmasında bilimsel araştırma, üretim, bilimsel bilgiye ulaşma, bilimsel eğitim konusunda pergelin sivri ucunun nereye konduğudur. Bu açıdan bakıldığında, yasa tasarısında “bilim sermayenin hizmetine sunuluyor” eleştirisini yapabilecek kadar bile üniversite-bilim ilişkisinden söz edilmemektedir. Esas olan, teknolojik üretim, proje ve insan gücü olarak ilan edilmektedir. Bunun çerçevesi de, kapitalizmin, tekellerin ve piyasanın ihtiyaçlarıyla çizilmektedir. Dolayısıyla biraz yakından bakınca, sadece bilimin değil, teknolojik ilerlemenin ufkunun da para edip etmemesiyle sınırlandığını, “bilim hiçbir şey, teknoloji her şeydir” derken bile, teknoloji üretiminin insanın, doğanın, toplumun gelişimi açısından güdükleştirildiğini görüyoruz.

EGEMEN SINIFLAR ORTAÇAĞ SKOLASTİĞİNE SARILIYOR
Sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarının bu kadar yüceltildiği, bilimsel ve teknolojik gelişmenin ufkunun kapitalizmin ve onun liberal politikalar temelinde yeniden ve yeniden üretiminin gerçekleşmesiyle sınırlandığı bir yükseköğretim sistemi ve üniversite anlayışı, nihayetinde,ideolojik ve felsefi olarak da kendini ortaya koymaktadır. Bu da, sorgulamayan, eleştirmeyen, itiraz etmeyen, verili sistemi ve onun koşullarını mutlak doğru olarak kabul eden bir ideolojik-felsefi anlayışı içten içe bütün bir akademik hayata egemen kılma şeklinde kendisini açığa vurmaktadır. Elbette bunun bütünüyle başarılması kolay değildir ve olmayacaktır. Ancak yeni yasa tasarısının son noktada gelip dayandığı felsefi zemin, ortaçağ skolastiğinin, dogmatizminin bugünün ihtiyaçları temelinde yeniden üretilmesi olmaktadır.
Yeni yasa tasarısında ortaya konan anlayışla, akademik kadroların ve üniversitelerde yeni kuşakların eğitimi ve yetiştirilmesinin ideolojik-felsefi zemini de bu temelde oluşturulmak isteniyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yakın geçmişte söylediği, “dindar ve kindar nesiller yetiştireceğiz” sözleri, yeni yasa tasarısıyla birlikte yan yana geldiğinde tablo tamamlanmaktadır. Gelinen noktada artık, her düzeyde kapitalist sistemin ve egemen sınıfların politikalarının hâkim olduğu bir yükseköğretim ve üniversite eğitimi anlayışı, kendisini idealizmin diğer bütün renklerinin yanında, dinin doğrularını tek doğru olarak kabul eden, en dogmatik anlayışla var etmeye yöneliyor. “Elveda bilim, çok yaşa piyasa” sloganıyla özetlenebilecek bir yükseköğretimi yeniden yapılandırma stratejisi çıkış yolunu bugün için ortaçağ skolastiğine yeniden sarılmakta buluyor.

PARASIZ, BİLİMSEL, LAİK, DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE
Geçmişten günümüze, egemen sınıfların, onların hükümetlerinin ve YÖK’ün yükseköğretim sistemini ve üniversiteleri getirdiği son nokta ve bunun ifadesi olan yeni yükseköğretim yasa tasarısı özü itibariyle yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız iktisadi, siyasi, ideolojik-felsefi bir karaktere sahiptir. Elbette ki bu haliyle, toplumun, onun bugün ve yarınki genç kuşaklarının, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin temel ve gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan oldukça uzaktır. Bunun için olsa gerek ki, YÖK Başkanı Çetinsaya, yeni yasa tasarısını kamuoyuna duyurduktan sonra üniversite üniversite toplantılar yaparak, ikna turuna çıkmıştır.
Yüz binlerce akademik personeli ve çalışanıyla, 5 milyona yaklaşan öğrenci sayısıyla Türkiye yükseköğretim sisteminin giderek artan, çeşitlenen ve acil çözüm isteyen birçok sorunu ve ihtiyacı olduğu açıktır. Bunları temel yönleriyle birer birer sıralamak dahi bu yazının ve hatta tek başına bir makalenin sınırlarını aşacaktır. Ancak, kesin olan bir şey var ki, o da, mevcut yükseköğretim sisteminin köklü ve kapsamlı bir reforma ihtiyaç duyduğudur. Geçmişte olduğu gibi, bugün de, “sahte reform” tasarılarıyla bunun gerçekleşme şansı yoktur. Bu, ancak, onlarca yıldır mücadelesi verilen “bilimsel, laik, anadilde eğitim ve parasız, demokratik, özerk bir üniversite” anlayışını esas almakla mümkün olur.
Gerçekçi olan, geleceği yakalayacak ve bilimin, teknolojinin ilerlemesine sınırsızca hizmet edecek olan, toplumun ve onun genç kuşaklarının ihtiyacına yanıt verecek olan tek çıkış yolu, bu yoldur. Türkiye’nin bu anlayış temelinde yenilenmiş bir yükseköğretim sistemine ve üniversitelere ihtiyacı vardır.
Bu anlayışla yeni yasa tasarısına karşı çıkmak, “sahte değil demokratik reform” için mücadeleyi yaygınlaştırmak ve ilerletmek esas olmalıdır. Bunu yapmak, sadece üniversite gençliğinin ya da bir bütün olarak akademi ailesinin sorumluluğu olarak görülemez. Bilimsel, laik ve anadilde eğitim isteyen, parasız, demokratik ve özerk üniversiteden yana olan bütün toplum kesimlerinin yeni yasa tasarısına karşı çıkması ve bu mücadeleyi sahiplenmesi gerekir.

Bölgesel çatışmaların girdabında Kürt sorunu

Geçtiğimiz günlerde Kürt sorunuyla ilgili tartışmalar, uzunca bir süre hapishanelerde yüzlerce tutsak tarafından sürdürülen açlık grevleri ve grevdeki tutsakların taleplerine odaklanmışken, bölgede sorunun gidişatını ciddi boyutta etkileyecek gelişmeler yaşanıyordu. Suriye Kürdistanı’nda (Batı Kürdistan’da) Kürtlerin denetimindeki bölgelerin Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı gruplar tarafından işgal edilmek istenmesi sonrasında yaşanan çatışmalar, bu süreçte Barzani ve ona bağlı Kürt gruplarının tutumu, yine Irak’ta merkezi hükümet ile Kürdistan Federe Yönetimi arasında yaşanan gerilim ve bütün bölgenin yeniden dizaynına yön vermeye yönelik İsrail’in Gazze saldırısı, Kürt sorununu bölgesel çatışmaların girdabına doğru çeken gelişmeler oldu. Kürt sorunu dün de bölgesel karakter taşıyan bir sorun olmasına rağmen, bugün Kürtlerin her parçadaki/ülkedeki statü talepli mücadelesinin diğer ülkelerdeki gelişmelerle daha fazla içiçe geçtiği ve çözümünün de önemli oranda diğer parçalardaki/ülkelerdeki gelişmeler tarafından belirlendiği bir sürece girmiş bulunmaktayız.
Türkiye’deki hapishanelerde Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, anadilde savunma ve eğitim hakkı talepleriyle sürdürülen açlık grevlerinin ölüm sınırındayken Öcalan’ın çağrısı üzerine bırakılması, ağır tecrit koşullarına rağmen Öcalan’ın Kürt sorununun çözümünde kilit önemde bir aktör olduğunu bir kez daha gösterdi. Bugün Öcalan üzerinde 2011 Temmuz’undan bu yana sürdürülen tecrit politikasının, bölgede önemli gelişmelerin yaşandığı bir süreçte bölgesel dengeler bakımından önemli bir güç haline gelen Kürtlerin güç ve etkisinin sınırlandırılıp denetim altında tutulmak istenmesi hesabından bağımsız olmadığı ve bu hesabın arkasında sadece AKP’nin değil, ABD’nin de yer aldığı söylenebilir. Gelinen yerde, Kürt sorununun çözümü de, bu çözümün kapsamı da, bölgede çatışma halindeki güçler arasındaki mücadelenin seyri ve Kürtlerin bu çatışma/kamplaşmanın neresinde durduğu/duracağı tarafından belirlenecektir.

KÜRTLER SAVAŞ BATAĞINA DOĞRU…
AKP Hükümeti’nin Suriye’ye müdahale politikasının arkasında, ABD tarafından Türkiye’ye verilen “bölgesel liderlik” rolü üzerinden bölgeye ekonomik ve siyasal olarak yön veren bir konuma gelme arayışının olduğu açıktır. Bir o kadar açık bir diğer konu da, Suriye’de rejim değişikliği peşinde koşmanın en önemli nedenlerinden birinin de Kürtlerin statü sahibi olmasının önüne geçmek ve ötesinde buradan Türkiye parçasındaki Kürt hareketini kuşatıp baskılayacak bir cephe açmak olduğudur. Türkiye-Katar-S.Arabistan koalisyonunun desteklediği Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) ve önemli oranda Suriye dışından gelmiş/getirilmiş radikal İslamcı militanlardan oluşan Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kısa sürede Esad rejimini devireceği beklentisi boşa çıkmış bulunmaktadır. Zaten ABD de, sadece söz konusu güçlere dayanılarak Suriye’de bir rejim değişikliğinin gerçekleşmesi beklentisi olmadığını açık açık söylemiş; Obama, Kasım başında gerçekleştirilen ABD seçimlerini kazanmasının hemen ardından, Suriye muhalefetini, kendisi için daha güvenilir güçlere dayanarak yeniden dizayn etmek üzere, Katar’ın başkenti Doha’da toplamıştır. Suriye Kürtlerinin Barzanici partilerinin oluşturduğu Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi’nin de (ENSK) katıldığı bu toplantıda, Suriye muhalefet güçleri koalisyonunun başına Şeyh Ahmet Muz el Hatip ve yardımcılıklarına Riyad Seyf ve Süheyr el-Etesi getirilirken, geçen dönem Suriye Kürtlerinden Abdülbasit Seyda’nın başkanlık yaptığı SUK’un başına da Hıristiyan George Sabra getirildi.
ABD’nin Suriye muhalefetini yeniden dizayn etmeye yönelik girişimleriyle birlikte geçen süreçte Suriye’de rejim değişikliğini adeta tek başına ister duruma düşen Türkiye’nin hedef ve öncelikleri giderek Kürtlere doğru kaymış bulunmaktadır. Son dönemde bütün Suriye sınırının çatışma alanı haline dönüşmesinin arkasında yatan en önemli etken, Türkiye egemenlerinin büyük oranda ÖSO’ya bağlı gruplar üzerinden geliştirdikleri bu yönelimdir. ÖSO’ya bağlı gruplar, PYD-Halk Konseyi’nin yönetimi ele geçirdiği bölgelere saldırarak ve bu bölgeleri işgal etmeye çalışarak, Suriye’deki iç savaşta baştan beri çatışan tarafların dışında kalan Kürtleri savaşın içine çekmeye çalışmaktadır. Üstelik bunu yaparken, PYD’nin gücünden rahatsız kimi Kürt gruplarının desteğini de arkasına almış bulunmaktadırlar. Sınır bölgelerinde; Serêkaniyê, Dırbesiya, Amude, Kobani, Efrîn’de Guraba el Şam ve El Nusra Cephesi gibi ÖSO’ya bağlı radikal İslamcı gruplar ile Halk Savunma Birlikleri (YPG) arasında çatışmalar yaşanırken, Halep’te YPG’nin güvenliğini sağladığı bölgelere saldıran Kürt Azadî partisine yakınlığı ile bilinen Selahaddin Tugayı olmuştur.
Türkiye’nin yönlendirdiği ÖSO’ya bağlı grupların neden şimdi harekete geçtiği sorusunun cevabını vermek için Batı Kürdistan’da yaşananları kısaca hatırlamak gerekmektedir. Temmuz ayında, Batı Kürdistan Halk Meclisi-PYD, Kobani’den başlayarak Kürtlerin yaşadığı kentlerde yönetimi ele geçirmeye başlamıştı. Türkiye egemenleri bu süreçten rahatsızlıklarını açıkça ifade etmiş ve müdahale hakları olduğu açıklamasını yapmıştı. Ancak rahatsızlığın Kürtlerden değil, PYD’den olduğu vurgusu da yapılmış, böylece Barzani devreye sokulmuştu. Temmuz ayının sonunda, Batı Kürditan Halk Meclisi ile  Batı Kürdistan’da Qamişlo dışında hiçbir yerde varlık göstermeyen Barzanici Kürt partilerinin oluşturduğu Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENSK) bir anlaşma yaparak, Kürt Yüksek Konseyi’ni (KYK) kurdular. Konsey, her iki oluşumdan 5’er kişinin katılımı ile oluşturulmuş ve çalışmaların ortak yapılması kararı alınmıştı. Ancak bu oluşumun üzerinden bir ay bile geçmeden ilk kriz patlak verdi. Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Hewler’de (Erbil), Barzani ile birlikte SUK’un ve ENSK’ye bağlı grupların katılımı ile bir toplantı yapmıştı. Toplantının amacı Kürtlerin SUK’a katılması ve PYD’nin etkisinin kırılmasıydı. Bu toplantıda, Kürt Yüksek Konseyi’nin PYD’li üyelerinin dışlanmasına rağmen Barzani’ye yakın ENSK’ye bağlı üyeler toplantıya katılarak ortak hareket etme kararına uymadılar. Ardından, Eylül ayının başlarında (2 Eylül’de), daha sonra açığa çıkartılan gizli bir toplantı daha yapıldı. Yine Hewler’de yapılan bu toplantıya da KDP, YNK, Batı Kürdistan’da ENSK’ye bağlı Kürt partileri ile ABD, İsrail ve Türk diplomatları katıldı. Amaç yine aynıydı: Kürtlerin Suriye muhalefetine katılması ve PYD-YPG’nin (PYD’nin askeri kolu olan Halk Savunma Birlikleri’nin) etkisinin kırılması. Bu toplantının açığa çıkartılmasından sonra PYD tarafından yapılan açıklama, birliğin çatırdamaya başladığını gösteriyordu: “PYD gücünü toplumdan aldığına göre, bu toplantı halka karşıdır. Başını Amerika’nın çektiği sermaye güçleri halkın güç olmasını boşa çıkarmak istiyorlar. Biz, bunlar karşısında halkın örgütlenmesi ve değerlerini korumasında ısrar ediyoruz. Her güce karşı da direneceğiz.” İşte ÖSO’ya bağlı grupların PYD’nin denetimindeki bölgelere işgal girişimi ve saldırıları bu görüşme ve pazarlıklardan sonra başladı. Böylece PYD’nin denetimindeki kentler bu işgal ve saldırılar üzerinden savaş içine çekilecek ve Esad’ın bu bölgelere müdahalesi üzerinden Kürtler fiili olarak muhalefete katılacaktı. Denetimi yitirecek olan PYD’nin yerine de Doha’da ABD’nin himayesinde toplanan Suriye muhalefet koalisyonuna katılan Barzanici gruplar ikame edilecekti.

BARZANİ’NİN YÖNELİMİ VE KÜRTLERİN YOL AYRIMI
Bir süreden beri bütün Kürtlerin liderliğine soyunduğu için PKK-PYD ile kaşı karşıya gelmemeye çalışan ve onlarla AKP iktidarı arasında bir denge politikası izleyen Barzani, artık bu denge politikasının uygulanamaz olmaya başladığı noktada tavrını/tutumunu/tarafını açık olarak ortaya koymaya yöneldi. Barzani, Temmuz ayında Irak merkezi hükümetine rağmen Türkiye ile petrol ticareti anlaşması imzaladı ve Türkiye’ye ham petrol göndermeye başladı. Eylül ayının sonunda AKP’nin 4. Büyük Kongesi’ne katılan Barzani, burada yaptığı konuşmada, Kürtlere “AKP’yi destekleme” çağrısı yaptı. Yine Ekim’de Hewler’de yapılan 2. Dünya Bilimsel Kürt Kongresi’nde “Haklarımızı silah gücü ile talep etmekten vazgeçmeliyiz. Aksi halde uluslararası kamuoyunun da desteğini alamayız” diyerek, bütün Kürt gruplarının “silah bırakması”nı istedi. Bu çağrının PKKve PYD’ye yapıldığı belliydi. Ve desteğinin alınmasından söz edilen “uluslararası kamuoyu”nun başında da ABD’nin bulunduğu bilinmez değildi. Barzani, Suriye’de Kürtlere ABD-Türkiye ittifakını işaret ediyordu. Geriye, bu ittifaka mesafeli duran PYD’nin egemenlik bölgelerinin elinden alınması kalıyordu. Bunu sağlamak için de, bir yandan Barzanici partiler, öte yandan da Türkiye’nin yönlendirdiği ÖSO’ya bağlı gruplar harekete geçirildi.
Ancak yaşanan ayrışma sadece Suriye ile sınırlı da değildi. Kürtlerin her parçada statü sahibi olması için “ulusal birlik” politikasını geliştirmeye çalışan PKK-KCK de, Barzani’nin yürüttüğü politikanın Kürtlerin çıkarına zarar verdiği vurgusu eşliğinde, bu politikada ısrar ederse, Barzani’nin tarih önünde hesap vermekten kurtulamayacağı uyarısını yaptı. KCK, ayrıca Suriye’de PYD-YPG’nin elindeki kentlere yönelik saldırı ve işgal girişimlerinin devam etmesine de sessiz kalmayacağını ve gerekirse oraya askeri güç kaydıracağını da duyurdu. Böylece Kürtler arasında 2009’da yapılması tartışılan “Kürt Ulusal Konferansı” ve Kürtlerin ortak politikalarda birleştirilmesi arayışı, Kürtlerin bölgesel güçler arasındaki kamplaşma üzerinden ayrışmasına doğru ilerlemektedir.
Barzani’yi ABD-Türkiye ittifakına doğru çeken gelişmeler Suriye ile de sınırlı değildi. Irak’ta Maliki Hükümeti ile güç-iktidar paylaşımı, Kerkük’ün geleceği/statüsü ve en önemlisi petrol gelirlerinin dağılımı konusunda ciddi çelişkiler yaşayıp çatışmaya giren Barzani, bu çelişki-çatışma nedeniyle ABD ve Türkiye’ye daha fazla yakınlaşmak ihtiyacını hissetmektedir. Elbette bu yakınlaşmanın maddi bir karşılığı da vardı. Kürdistan Federe Bölgesi’ndeki petrolü arama-çıkarma konusunda ABD’nin petrol devlerinden Exxon Mobil ile anlaşma yapıldı. Bunu, Türkiye’ye ham petrol ihracı ve işlenmiş petrol ürünleri alma konusundaki anlaşma izledi. Maliki Hükümeti ise, bu anlaşmaları tanımadığını ilan etti. Ardından Irak’ın bu iki yönetimi arasındaki gerilim Tigrit kentinde çatışmaya dönüştü.  Öte yandan bölgede Suriye üzerinde somutlanmış bulunan çatışma ve kamplaşmada, Irak’ın Şii Maliki Hükümeti’nin tutumunu Esad rejiminden yana ortaya koyması, Türkiye egemenleri ile Barzani yönetimi arasındaki ilişki-işbirliğinin daha hızlı bir şekilde gelişmesine yol açtı. Barzani, Suriye politikası nedeniyle Türkiye ile açık açık karşı karşıya gelen ve Türkiye’yi kendi iç işlerine karışmaması konusunda uyaran Maliki’ye karşı kendi konumunu korumak, dahası Irak’ta olası bir parçalanmada bir Kürt devleti için desteğini alabilmek için Türkiye ile yakınlaşmakta ve zaten ABD de bu iki gücün kendi bölge politikası ekseninde işbirliğini teşvik etmektedir. Türkiye egemenleri-AKP Hükümeti de, Barzani’nin Kürtler üzerindeki gücünü kullanarak PKK-PYD’nin güç ve etkisini kırmak ve öte yandan petrol, inşaat gibi sektörler üzerinden Irak pazarında etkili olmak için Barzani’yle bu yakınlaşmayı dünden daha çok ister bir yerde durmaktadır. Irak Başbakanı Maliki de, bir yandan geçtiğimiz günlerde Rusya’ya bir ziyaret gerçekleştirip anlaşmalar yaparak ve öte yandan PKK ile diplomatik ilişkiler geliştirerek bu yakınlaşma ve işbirliğine karşı tutumunu ortaya koymuştur.
Bugün Barzani, Maliki Hükümeti ile yaşadığı gerilim-çatışma nedeniyle “uluslararası toplum”la (ABD-Türkiye bloğuyla) daha fazla ilişki ve işbirliği içinde olma ihtiyacını hissederken, bunu bütün Kürtlerin lehine bir tutum olarak göstermekte ve bunun da ötesinde ABD-Türkiye ittifakına eklemlenmeyi reddeden PKK-PYD’ye karşı rol üstlenmekten geri durmamaktadır. Ve bu durum, bölgesel dengeler içinde önemli bir konuma oturan Kürtlerin lehine görünen sürecin tersine dönme olasılığını arttırmaktadır. Elbette ÖSO’ya bağlı grupların Batı Kürdistan’ı işgal ve savaşa çekme girişiminin PYD-YPG tarafından boşa çıkartılıp çıkartılamayacağı, yeni güçlerin katılımıyla güçlendirilip canlandırılmaya çalışılan Suriye’ye yönelik müdahale arayışının başarıya ulaşıp ulaşamayacağı, Irak’ta Maliki-Barzani arasındaki gerilim-çatışma ve bunlarla birlikte İsrail’in bu süreçte nasıl bir rol üstleneceği (Suriye ve İran’a karşı nasıl bir pozisyon alacağı) gibi gelişmelerin seyri, bütün bölge ile birlikte Kürtlerin de geleceği bakımından belirleyici bir öneme sahip olacaktır. Bununla birlikte Türkiye’de Kürt sorunu ve çözümü konusunda sürdürülen tartışmaların doğru bir zemine oturması ve demokrasi-barış güçlerinin kendi görevlerini yerine getirebilmesi için de bölgede yaşananların doğru anlaşılması ve bu sürece denk düşecek politikaların geliştirilmesi gerekmektedir.

MÜZAKERENİN KIYISINDA, ÇÖZÜMÜN UZAĞINDA
Kürt sorunuyla ilgili tartışmalarda BDP’yi “terörün siyasi uzantısı” ilan edip hedefe koyan ve “gerekirse İmralı ile konuşuruz” diyen Başbakan Erdoğan, hapishanelerdeki açlık grevleri ölüm sınırındayken bile Öcalan ile görüşmelere izin vermeyerek, tecridin hükümetin siyasi bir tercihi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşen Abdullah Öcalan, hapishanelerdeki açlık grevlerinin sona erdirilmesini istemiş ve günlerce toplumsal gerginliği ciddi boyutlara taşıyan bir sorunun aşılmasının önünü açmıştı. Öcalan, ağır tecrit koşulları altında çözüm için rolünü oynamaya hazır olduğunu göstermesine rağmen, AKP Hükümeti tecridin sona erdirilmesi ve müzakerelerin başlaması yönünde adım atmamakta ısrar etmektedir. Yine açlık grevinin taleplerinden biri olan ve KCK tutuklamalarının başladığı 2009’dan bu yana tutukluların savunma haklarının elinden alınmasına neden olan anadilde savunma konusunda da yapılan düzenleme (bu düzenlemede Türkçe bilen tutukluların tercüman masraflarını kendilerinin karşılaması yer almaktadır), AKP’nin, önceki süreçte olduğu gibi, sınırları kendisi tarafından çizilmiş ve kendi denetiminde bir çözüm politikası peşinde koşmaya devam ettiğini göstermiştir.
Bugün Kürt ulusal hareketinin özerklik statüsü, anadilde eğitim ve anadilin kamusal alanda kullanılması önündeki engellerin kaldırılması taleplerine karşılık AKP Hükümeti yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması çerçevesine dayanan çözümünü dayatmaktadır. Ancak bu çözüm çerçevesi kabul görmediği için Öcalan üzerindeki tecrit devam ettirilmekte, öte yandan Kürt hareketini etkisizleştirmeye yönelik askeri ve siyasi operasyonlar aralıksız sürdürülmektedir. Bununla birlikte Barzani’ye de Suriye’dekine benzer bir rol verilerek PKK-BDP çizisi dışındaki Kürt hareketleri daha etkin bir konuma getirilmeye ve Kürtler AKP’nin çizdiği sınırlar içindeki bir çözüme kazanılmaya çalışılmaktadır.  Ancak bugün her iki çözümün gerçekleşebilirliği, daha doğrusu hangi çözümün geçerlilik kazanacağı bölgesel gelişmelerin seyriyle dolaysız ilişkili olduğu için çatışmalar ve ölümler devam etmekte; Kürt ve Türk halklarının birlikte yaşama duyguları her ölümle daha fazla tahrip edilmektedir. AKP Hükümeti’nin Başbakan Erdoğan’ın “gerekirse Öcalan ile görüşebiliriz” sözlerinde somutlanan müzakerenin kıyısında bir yerde durmasına rağmen, çözüme mesafesini belirleyen, işte yukarıda değindiğimiz bölgesel gelişmeler ve bu gelişmelerde Türkiye egemenlerinin üstlendiği rol olmaktadır. AKP Hükümeti’nin üstlenilen bu bölgesel rol kapsamında Suriye sınırına Patriot füzelerinin yerleştirilmesi için ABD ve NATO’dan talepte bulunması ve bunun hemen olumlu karşılanması da, uzunca bir süredir dillendirilen Suriye’ye (özellikle PYD’nin denetimindeki Batı Kürdistan kentlerine) olası müdahale girişimlerinden ve bu müdahaleye NATO’nun ortak edilmesi hesaplarından bağımsız düşünülemez.
Özetlemek gerekirse “görüşebiliriz” söylemine rağmen Öcalan’a yönelik tecrit politikasının devam ettirilmesinin ve müzakerelerin başlaması yönünde adım atılmamasının en önemli nedeni, Suriye üzerinde somutlanmış bulunan bölgesel çatışmaların ne olacağının bekleniyor olmasıdır. Ancak Türkiye egemenleri bu sürecin pasif bir izleyicisi konumunda değildir; aksine Suriye’de muhaliflere en fazla desteği veren ve savaşa en yakın duran güçlerin başında yer almaktadır. Dolayısıyla bugün ABD emperyalizminin bölgeyi yeniden dizayn etmeye yönelik müdahale politikası ile AKP’nin Kürt sorundaki tutumu iç içe geçmiş durumdadır. Başka bir deyişle bölgenin emperyalist müdahale ve savaş girdabından çıkarılması ile Kürt sorununun demokratik çözümü birbirine daha önce hiç olmadığı kadar bağlanmıştır. Bugün yapılması gereken, ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin Suriye’de somutlanan savaş politikasının karşısında duran geniş halk kesimlerinin bölgede savaşa karşı çıkmak ile Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü savunmak arasındaki ilişkiyi görmelerini sağlamak ve bu temelde halkların birleşik mücadelesini örmek olmalıdır.

Arap ülkelerindeki hareketler devrimci hareketlerdir

Öncelikle bu davet için teşekkür ederim. Türkiye’deki devrimcileri, demokratları ve tüm ilericileri selamlıyorum. Özellikle Emek Partisi’ne şükranlarımı sunuyorum. Ben bu konuşmamda, sorulan sorulara da cevap niteliğinde, Arap ülkelerinde ve özellikle Tunus’ta geçekleşen gösterileri ve devrimleri açıklayıcı nitelikte bir konuşma yapmak istiyorum.
Tunus’ta ve diğer Arap ülkelerindeki haraketlerin bir devrim hareketi olup olmadığı soruldu. Bir kısım insan bunun da ötesine geçerek, meydana gelen olayların devrimle bir ilgisi olmadığını, bunun Amerika’nın ve Siyonizmin “Büyük Ortadoğu Projesi”ni gerçekleştirmeye yönelik bir komplosu olduğunu söyledi. Hatta bizim ülkelerimizde yaşadığımız olayların devrimle ilgisi olmadığı gibi, geleceği de olmayan ufuksuz hareketlerden ibaret olduğunu, gösterilerin gerici sömürgeci güçlere hizmet ettiğini söyleyenler oldu. Aslında bu görüşleri üreten emperyalist gerici güçler, acizlik teorisini yaymaya çalışıyorlar. Halkımızın hareketteki önemini azaltmaya, halkımızın basiretsiz, öngörüsüz olduğunu, kendi geleceğinin kendi ellerinde olmadığını ve olamayacağını, kendi geleceğini kendisinin çizemeyeceği aciz bir durumda olduğunu empoze etmeye uğraşıyorlar. Yine bu güçler Arap devrimlerinin gerçek nedenlerinin üstünü örtme çabasındalar. Bizim ülkemizde emperyalizmle ilişkili çevreler de, ortaya çıkmış olan halk hareketinin bir devrim hareketi olmadığını yaymaya çalışıyor. Çünkü bu çevreler, diktatörlerin çevresinde yer alıyorlardı. Ya da bu devrim hareketine karşı Batılı emperyalist kapitalistlerin yanında yer aldılar.
Bilimsel bir bakışla söyleyecek olursak, bizim açımızdan, özellikle Tunus ve Mısır’da ortaya çıkıp gelişen hareketlerin bir devrim hareketi olduğunu söylemek mümkün. Ayrıntılarına geçmeden önce, bu ülkelerde tanık olunan devrim hareketinin kendine özgü şartları olduğunu ifade edelim.
Birinci belirteceğimiz nokta, Arap halklarının bir kısmı doğrudan Amerikalıların ve Siyonistlerin sömürgesi, diğer bazıları yarı sömürge konumunda iken, Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi bazılarıysa toprakları direkt işgal edilmiş yeni sömürgeler konumunda. Arap ülkelerinin ortak bir paydası da başındaki iktidarların gerici kokuşmuş baskıcı konumda olmasıdır. Yaşadıkları bu şartlar, Arap halklarını isyana ve devrim hareketine sürükledi.
Belirteceğimiz ikinci unsur o ki, özellikle Mısır ve Tunus’ta meydana gelen devrim hareketi kendiliğinden oluşmadı. Geçmişe bakarsak, son hareketlerden önce çok sayıda gösterilerle mitinglerin gerçekleştiğini rahatlıkla görebiliriz. Örneğin Tunus’ta devrimin ilk belirtileri 2008’deki hareketlerden belli oluyordu. Tunus’un güneyinde Fosfat ocaklarında meydana gelen şiddetli başkaldırı ve gösterileri 6 ay devam etti. Altı ay devam eden hareketlerden sonra, Tunus’un farklı yerlerinde partimizin öncü güç konumunda olduğu gösteriler yapıldı.
Üçüncü unsur, bu devrim hareketlerinin çok geniş bir halk tabanına sahip olmasıdır. Halkın tüm tabakalarının bu devrim hareketine katıldığını söyleyebiliriz.
Dördüncü unsur, Arap dünyasındaki, özellikle Mısır ve Tunus’taki devrim hareketleri mevcut iktidarları ve siyasi rejimleri devirmeyi hedef aldı. Tunus’ta ortaya çıkan halk hareketinin, sonradan sadece Tunus’ta değil diğer Arap ülkelerinde de kabul gören temel sloganı “halk rejimin devrilmesini istiyor” sloganıdır. Devrim hareketinin başladığı ilk günden beri Tunus halkı köklü bir değişim istiyordu. Hatta Bin Ali ve keza Mübarek rejimi bazı reform hareketlerini gerçekleştirmek istediyse de, halk kabul etmedi.
Beşinci unsur, burada meydana gelen devrim hareketlerinin, yeterince örgütlü olmamasına rağmen, ayrıntılarına kadar belirlenmiş ve bu biçimiyle genel kabul görmüş olamasa da, unsurları özgürlük, demokrasi, eşitlik, insan onuru, toplumsal adalet olan genel bir programa sahip olmasıdır.
Bütün bu unsurları göz önünde bulundurursak, en azından Mısır ve Tunus’ta meydana gelen hareketin bir devrim hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Burada hatırlatmak isteriz ki, tarihte başarıya ulaşmayan bazı hareketler, devrim hareketi olarak not düşülmüştür. Rusya’da 1905 yılında gerçekleşen hareket, başarısız olmasına rağmen, bir devrim hareketidir.  Sonrasında, eskisine göre daha baskıcı bir rejim gelmiştir. Almanya’da 1848’de, Fransa’da 1830’da başarısız devrim hareketleri gerçekleşti. Ama sonrasında gerici güçler kazandı. Bütün buların ışığında şunu söyleyebiliriz; Mısır ve Tunus’taki hareketler devrim hareketleri olmasına rağmen, yolun ortasında kalmış ve hedefe varmamışlardır.  Ne zaman iktidarı ele geçirirsek ve iktidara gelirsek devrim hedefine ulaşmış olur. Bütün devrimlerde sorun iktidar sorunudur. İktidar sorunu iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçmesidir. Mesele, iktidarın hakim olan sınıftan devrim yapan sınıflara geçmesidir. Tunus’ta ve Mısır’da henüz bu hedefe ulaşılmış değildir. Eski rejimin sembolleri devrildi. Ama burjuva rejimi rejim olarak devrilmedi. İktidar uzantılarının elindedir. Şu an onlar yönetiyor. İktidar, devrimi yapan halk kitlelerinin eline geçmemiştir. Eğer herhangi bir değişlik olmuşsa da, bu, biçimsel olmuştur. Meydana gelen değişlik, iktidarın gerici bir hareketten diğerinin eline geçmesinden ibarettir.
Özellikle Mısır ve Tunus’ta meydana gelen hareketin devrimin gelişmesine hizmet edecek bir yönü önemliydi ki, o gerçekleşti; bu, siyasal özgürlüğün elde edilmesidir.  İfade özgürlüğü, eleştiri özgürlüğü, gösteri özgürlüğü, diktatörlüğün çözülmesi.. Bu alanda kısmen de olsa kazanımlar sağlanmıştır.
Bu devrim hareketinin ortada duraklamasının en büyük nedeni siyasi kültürün eksikliğidir. Çünkü oluşan halk hareketi, ortak bir siyasal programdan yoksundur. Strateji birliği olmadığı gibi taktik birliği de yoktur. Bu eksikliğin yanı sıra genel anlamda kültürel alanda bir uyanış eksikliği de vardı. Gençlik, kadın hareketi, sendikal ve bazı dernekler, siyasi hareketler de katıldılar. Bu hareketin yönlendirilmesinde büyük katkıları olmuştur. Ama bu hareket belli bir merkezden örgütlenmemiştir. En büyük eksiklik budur. Kültür ve örgütlenme eksikliği, bu devrim hareketinin yarı yolda kalmasına neden olmuştur. İktidarın sembolleri yıkılmış, ama iktidarın kendisi kalmıştır. Mevcut sisteme zarar vermeden, toplumsal ve ekonomik yapıya dokunulmadan, kısmen hukuksal ve siyasal özgürlükler kazanılmıştır.
Bunların yanı sıra ele alınması gereken iki zaafı içeren bir konu daha vardır. İşçi sınıfının ve çalışanların örgütsüz olması nedeniyle küçük burjuvazinin işçi hareketinin önünde yer alması birinci noktadır. İkinci nokta, emperyalistlerin taktikleridir. Her devrim hareketinin iç ve dış etmenleri vardır ve Doğal olarak emperyalist güçler eli bağlı kalmayacalardır, kalmamışlardır. Üç alanda müdahil olmuşlardır. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi halk hareketine kendi istediklerii doğrultuda yön verme. İkicisi, Yemen, Suriye, Bahreyn ve Libya’da olduğu gibi doğrudan askeri müdahale. Üçüncüsüyse, Yemen ve Suriye’de olduğu gibi içerde fitne ekerek pervasız bir iç savaşı kışkırtmak. Bu stratejinin uygulanmasında Türkiye’nin, Katar’ın ve Suudi Arabistan’ın ekonomik, siyasi ve silah desteği sağlayarak oynadıkları rolleri işaret etmeden geçemeyiz.
Değinmek isteğim bir nokta da, bu hareketlerin gelecekleridir. Dünya kapitalizminin ekonomik krizi ve Avrupa’da ve dünyada birçok ülkede halkların uyanışı nedeniyle bu hareketler dönüşü olmayan bir konuma gelmiştir.
Konuşmamı Tunus’la noktalamak istiyorum. Tunus ve Mısır’daki halk hareketi devam etmektedir. Tunus’ta Bin Ali’yi ve ardından gelen iki hükümeti devirdik. sonrasında El Nahda hareketi ve liberaller yapılan seçimleri kazandı. Tunus’ta devrim hareketi devam etmektedir. Hükümeti devirme sloganını yeniden gündeme getirdik. Tunus’ta yeniden bir direniş hareketi başlamıştır. İşçiler hareketlendi. Köylüler yeniden hareketlendi. Bazı yerlerde köylüler toprak reformunu kendileri uyguladılar. İşsizler hareketli, hakimler hareketli, basın yayın hareketli. Tunus tarihinde ilk kez basın ve yayın çalışanları genel bir greve gittiler.
Aydınlar ve yazarlar harekete geçti. Neden? Çünkü iktidardaki hükümet, devrilen rejimin yerine, dini bir kisve ve “yenilik” adı altında Tunus’u yönetmeye çalışıyor. Liberal muhafazakâr hükümet, ekonomik ve siyasi değişikliği dini bir kimlikle yapmaya çalışıyor. Ancak bütün çalışmalarında başarısız kaldı. Mecliste ve parlamentoda müttefikleriyle birlikte salt çoğunluğa sahip olduğu halde, bütün  girişimlerinde başarısız kaldı. Anayasa yerine Şeriatı getirmek istedi. Biz onu sokakta başarısız kıldık. Kadın haklarını yok etmek istedi. Yine parlamentoda değil, sokakta başarısız kıldık. Yine fikir ve düşünce özgürlüğünü yok etmek ve cezalandırmak için anayasa bir madde koymak istedi, bunu da sokakta başarısız kıldık.
Bugün sömürgeci ve emperyalist güçler El Nahda hareketinin yerine geçecek bir güç ve ya parti arayışına girdi. Çünkü yakında seçimler olacak. Bir geçiş süreci gerçekleşecek. Seçilecek meclis yeni bir anayasa hazırlayacak. Emperyalist güçler önümüzdeki seçimde devrimcilerin öne geçmesinden, iktidarın devrimcilerin ele geçirmesinden endişe ediyor. Bunun önünü kesmek için harekete geçtiler. Batıya bağlı eski ve yeni liberal güçleri bir araya getirip yeni bir siyasi akım olarak birleştirmeye çalışıyor. Bir yandan Batının çıkarlarını koruyan dini bir siyasi parti, öbür yanda yenilikçi liberal siyasi akım oluşturup dincilerin karşısına koymak istiyorlar.
Bize gelince; bu durumu bertaraf etmek istiyoruz. Bunun için halk cephesini kurduk. 7 Ekim’de ilan ettiğimiz Halk Cephesi 12 siyasi partiden, bağımsızlardan, derneklerden ve cemiyetlerden oluşuyor. İçinde Marksist Leninistler var, Nasırcı milliyetçiler var, ilerici Baasçılar var. Demokratik ve sosyalist hareketleri de kapsıyor. Bu cephenin amacı devrim hareketinin hedeflerini ulusal, demokratik ve sosyalist çerçevede gerçekleştirmek. Cephenin 15 günlük bir ömrü olmasına rağmen (konuşma 20 Ekim tarihinde yapıldı) Tunus’ta en büyük üçüncü siyasi güç konumundadır. Ve diyoruz ki, biz Tunus’ta varız. Bin Ali’yi devirdik, ardında gelen iki hükümeti devirdik ve bu mücadeleye devam ediyoruz. Sonuçta zaferi kazanacağız. Bu hükümeti de yıkacağız. Halk devriminin bütün hedeflerini gerçekleştireceğiz. Hep beraber ellerimizi ve güçlerimizi birleştireceğiz. Sürekli diyalog ve dayanışma içinde kalacağız.  Çünkü Türkiye’deki gerici güçler, bizdeki gericilerle diyalog ve dayanışma içindeler ve gericiliği destekliyor. Gelecek her durumda halklarımızın ve tüm dünya halklarınındır.

Obama’nın ikinci döneminde ‘yumuşak güç’ün sonrası

ABD’de 6 Kasım’da yapılan ve Obama’nın bir dönem daha başkanlık kazandığı seçim, dünyanın her yerinde merakla izlendi. Obama’dan önce iki dönem iktidarda kalan Bush ve Neomuhafazakâr ekibinin takipçisi, Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney’in kazanmasının Obama’dan önceki saldırgan ve pervasız politikalara geri dönüş anlamına geleceğini düşünen kesimler açısından Obama daha ılımlı ve diyalog esaslı Amerikan politikasını temsil ediyordu. Bu yüzden bu iki aday arasındaki yarışın her ülkede, neredeyse bir iç gündem haline gelmesinde şaşılacak bir şey yok. Bush döneminden geriye kalan fotoğrafta sayısız insanın öldüğü Irak ve Afganistan işgali, İran ile had safhaya tırmanmış gerilim, dönemin neredeyse simgesi haline gelen Guantanamo Hapishanesi, Müslüman kökenli göçmenlerin terörize edilmesi anlamına gelen İslamofobia, Amerikan yurttaşının yoğun bir korku içinde tutulması, dünyanın diğer bölgelerinde bu ülkeye karşı tırmanan nefret yer alıyordu.
Obama ise iktidara ilk geldiğinde Bush döneminde nefret edilen ne varsa hepsini temize çekeceğini, ABD’nin dünyada sarsılan imajını ayağa kaldıracağını vaat etmişti. Askeri gücün Afganistan ve Irak’tan çekilmesi, Guantanamo’nun kapatılması bu vaatlerden başlıcaları arasında yer aldı. Dört yıllık başkanlığı boyunca Obama’nın bu vaatlerini yerine getirmekten ziyade dünya kamuoyunu sürekli oyaladığını söylemek daha doğru olacaktır. Birinci dönemin ilk üç yılında Irak’taki asker sayısı aşamalı olarak artırıldı ve askerlerin bir bölümü ancak 2011 Aralık ayında tahliye edildi. Afganistan’da ise hâlâ 60 bine yakın ABD askeri bulunduruluyor. Guantanamo Hapishanesi ise kapatılmadı. Yine de işgal edilmiş ülkelerden çekildi çekilecek bir ABD profili ile, Fransa’nın başı çektiği ama ABD’nin gizliden destek verdiği Libya saldırısı dışında kaydadeğer başka bir sıcak temas yaşanmaması Obama’ya, başka faktörlerin yanısıra ikinci dönem Başkanlık imkânını yaratan etkenler arasındadır. Bu başka faktörlerin arasında öne çıkan ise, 2011’de Arap Dünyasında meydana gelen halk ayaklanmalarının sonrasında gelişen politik atmosferdir.
Arap dünyasındaki beklenmedik gelişmeler, diktatörleri devirmek için ayağa kalkmış halkların, bir rejim değişikliği gündeme gelmese de burjuva demokratik sistemin; seçim, yeni bir anayasanın hazırlanması gibi kimi süreçlerinin işler hale gelmesinin yolunu açan eylemleri; bu eylemlerin sonuçlarını fazla sorun yaşamadan kendi lehine çevirme imkânı bulan Obama’ya ek bir fırsat sağlayabilmişti. ABD ekmek, onur ve hürriyet için ayaklanan ancak politik bir programdan ve gelecek hedefinden yoksun Tunus ve Mısır halkının devirdiği diktatörlerden sonraki boşluğu, herhangi bir askeri müdahaleye gerek duymaksızın maniple edebilmiş, üstelik bu ayaklanmaları destekler göründüğü için de saldırgan ülke imajının özgürlük yanlısı bir ülkeye dönüşmesi için bu süreci olabildiğince kullanmıştı.
Obama’nın birinci dönemi bittiğinde ABD Suriye’deki gerilimli sürece de açıktan müdahale etmemeyi tercih ediyordu henüz. Emperyalist bir müdahale ile Beşar Esad’ın devrilmesi için yolun temizlenmesi işini ağırlıklı olarak, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi taşeron ülkelerin gayretine teslim etmişti. Mısır ve Tunus’taki Arap devrimlerine dünya emekçilerinin duyduğu sempatiyi, Suriye’de, halk ayaklanmasını ezerek Esad’a ABD adına ve onun yöntemleriyle muhalefet eden, adı geçen taşeronların sözde açıkça olmayan desteği sayesinde palazlanan Özgür Suriye Ordusu’nun terörist eylemlerine ikame eden ABD bu süreçte Suriye’ye müdahalede temkinli ve itidalli bir politika izliyormuş gibi göründü. BM’de Türkiye’nin Suriye’de tampon bölge kurulması çağrısının yankı bulmaması da, Obama’nın beklenen müdahaleye bütün tahriklere karşı, en azından seçim öncesi dönemde, direndiğinin göstergesi olarak okundu.
Tam da bu nedenlerle Obama, Cumhuriyetçi Parti içinde kümelenmiş ve Demokratlar üzerindeki gölgesi ve baskısı sürekli hissedilen Neoconların elini tutan, aklıselimi temsil eden bir başkan olarak görünmeyi başardı. Onun Mitt Romney’e karşı zafer kazanması dünya barışı için bir kazanım olarak propaganda ediliyor.
Seçimlere irili ufaklı başka partilerin de katıldığı ancak bu partilerin kendilerini temsil imkânı bulamadığı seçim sistemi nedeniyle iki partinin sırayla iktidara geldiği ABD’deki siyasal düzen, esasen Cumhuriyetçiler ile Demokratların, muhafazakâr ile liberallerin iki ayrı dış politika tercihine sahip olduğu yanılsamasını üreterek çalışır. Dünyanın örnek demokrasilerinden biri olarak pazarlanan Amerikan sisteminde, başkan adayları, seçim kampanyası döneminde büyük tekellerden ve finans kurumlarından aldıkları fona ve desteğe göre bir güç gösterebilir veya gösteremez. Senatör ve temsilcilerle yapılan akçalı pazarlıkların, lobi çevrelerinin ikbal vaatlerinin, seçmenin bilgisine sunulamayacak kadar kirli alışverişlerin sürüp gittiği “derin” ilişkilerin hâkim olduğu bir plaftformdur bu. Seçim tahminleri ise, politikadan uzaklaştırılmış kitlelerin, adayların karizmasını, belagat yeteneğini, hazır cevaplılığını ölçü alarak sosyal medyada “beğendi” seçeneğini tıklamaları teşvik edilerek; canlı yayındaki raiting hesaplanarak, 900’lü hatların hangi aday için kullanıldığına vb. bakılarak yapılır.
ABD’deki seçim dönemindeki adayların yarışı, popstar yarışmalarındaki rekabeti andırır daha çok. Aday, kendisini, karizmatik bulmasını beklediği izleyicinin beğenilerine hitap eder, beğenisini celbedeceği aforizmalar üretir ve bir popstar adayı gibi, kendisine giydirilen imaja göre rolünü oynar. Bu yıl seçmeni sandığa götürebilmek için pek çok eğlenceli yöntem denenmiştir ama yine de sandık başına giden seçmen oranı geçen yıla oranla azalmıştır.
2007 seçimlerinde Obama’nın sınıf atlamış siyah Müslümanlığı onun imaj planlayıcılarının özenle öne çıkardığı özelliğiydi. Gerçekten de köleci ve ırkçı geçmişi acılarla dolu, siyahların toplu taşıma araçlarına beyazlarla birlikte binebilme hakkının daha 1968’de gündeme gelebildiği bir ülkede beyaz-Hıristiyan ve Anglosakson kökenlilerin birinci sınıf, giderek rengi kararan diğerlerinin de ikinci sınıf yurttaş olarak görüldüğü, siyahların da toplumun en yoksul en ezilen kesimlerini oluşturduğu düşünülürse ABD emekçilerinin niçin Obama’ya büyük umut besledikleri ayrıca anlaşılabilir. Diğer yandan Irak’tan ve Afganistan’dan gelen asker cenazeleri, İkiz Kuleler’e saldırıdan sonra körüklenen İslamofobi nedeniyle önce Müslüman göçmenler ve sonra da diğer göçmenler üzerine kışkırtılan yabancı düşmanlığının yarattığı gerilim ABD halkı açısından Obama’yı çözüm ve rahatlama olanağı haline getirmişti. Obama siyah teni ve etnik kökeni itibariyle, hiçbir şey söylemese de bir vaatte bulunuyordu zaten ama bunu göçmenlere yönelik sözleriyle de deklare ettiğinde seçim başarısını garantilemişti.
Obama gerçekten de Bush’un iki döneminde, ülkede sürekli bir terörizm tehdidi ve tehlikesi algısı körüklenerek oluşturulmuş, tansiyonu yüksek politik ve sosyal atmosfere enjekte edilen trankilizan niyetine sunuldu. Dünyada ise onun imajı ve vaatleri üzerinden artık yepyeni bir dönemin başladığı iddia edilerek ABD’ye yönelik birikmiş tepkiyi emebilecek bir ikon yaratılmış oldu. Aurası üzerinden sürekli olarak, özenle işlenen umut Bush döneminin yarattığı kaostan besleniyordu.

ÖNLEYİCİ SAVAŞTAN ‘YUMUŞAK GÜÇ’E
Bush döneminde, 2002 Eylülünde yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi, önümüzdeki yüzyılın “Amerikan yüzyılı” olacağını ilan ediyor ABD politikasının yeni yönelimini açıklıyordu. Bu strateji ile birlikte “önleyici savaş doktrini” denen bir kavram Bush elinden bütün dünyaya postalanmış oldu. Önleyici savaş doktrini, ABD’nin, kendisine yönelik bir tehdidi “sınırlara ulaşmadan” teşhis ve imha etmesinin, bu konuda gerekirse uluslararası kuruluşların ikna edilmesi beklenmeden tek başına her türlü müdahaleye yeltenebilmesinin, ABD’nin kendini koruma hakkı gerekçesiyle kuşkulu grupların herhangi bir eyleme yeltenmeden bertaraf etmesinin yolunu açıyordu.
Bush’un stratejisinin kilit sözcüğü “önceden”dir. Bu şu anlama gelir; ABD’nin bir ülkeye saldırıda bulunması için o ülkenin kendisi için tehdit oluşturduğunu iddia etmesi, sanması ve hatta bu konuda halüsinasyon görmesi yeterlidir. Nitekim 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e saldırının failinin El Kaide olduğunu iddia etmiş, hemen ardından Afganistan’ı işgal ederken bu ülkenin El kaide militanlarını barındırdığını gerekçe göstermişti. Çok geçmeden Irak kimyasal silah üretmekle suçlandı ve bu ülkeyi işgal ederken ABD’nin, suçlamasına kanıt göstermek gibi bir sorunu olmadı. Çünkü emperyalizmin yeni stratejisine göre bir ülkeye silahlı müdahalede bulunabilmek için ABD’nin kanıtlanmış bir gerekçe ileri sürmesi gerekmiyordu; bütün gerekçeler ABD’nin ulusal güvenliğinin tehdit altında olduğu önkabulünde iptal edilmişti.
Irak işgalinden kısa bir süre sonra bu ülkede kimyasal silah depoları bulunmadığı ortaya çıktığında iş işten geçmişti ama ABD’nin yeni stratejisi, suçlu olduğu iddia edilen her kimse, bu ister bir ülke, ister bir şahıs olsun, bunu kanıtlamakla yükümlü olanın kendisine suç isnat edilen ülke veya kişi olduğunu deklare ederken, aynı zamanda, iddiaları doğrulamayan bir sonucun çıkması durumunda ABD kendisini sorumluluktan kurtaran bir bağlam da oluşturmuştu çoktan. Böylece önleyici müdahaleye kendinde hak gören bu emperyalist ülkenin karşısında, herkesin, her ülkenin atılı suçu reddetme hakkı vardı ama kendisini temize çıkarana kadar iş işten geçmiş olacaktı. Yeni Amerikan Yüzyılı böyle bir pervasızlığın, hukuksuzluğun, ben yaptım olduculuğun yüzyılıydı esasında.
Önleyici Savaş Doktrini giderek diğer emperyalist ülkelerin de dış politikada benimsediği bir strateji haline geldiği gibi iç politikanın da düzenleyici ilkesi olarak benimsendi. Sadece şüpheli şahıs kategorisine dahil edilebildikleri için, sadece Bush şüphelendiğini beyan ettiği için (Başkan’a bu hak teslim edilmişti ve Başkan bu hakkı ilgili kurumlara delege edebiliyordu) “ulusal güvenliği tehdit eden kimseler” kapsamında görülerek sayısız insan tutuklandı ve bunlar uzun süre yargılanmadan, savunma hakkı tanınmadan başta Guantanamo Hapishanesi olmak üzere dünyanın pek çok yerinde kurulu hapishanelerde yıllarca tutuldular.
Ulusal güvenliği tehdit eden teröristler kapsamına ise, emperyalizmin, yeni paylaşım ve düzenleme alanı olarak gördüğü Ortadoğulu ve Arap kökenli Müslümanlar giriyordu daha çok. Böylece Müslüman halklar ve içerdeki Müslüman göçmenler “olağan şüpheli”ler olarak etiketlendi; işgallerin ve içerdeki zulmün nesnesi haline getirilebilmeleri için de böyle yaftalanmaları yeterli oldu.
Bush ve Neoconları ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisinin meşru bir içeriğe sahip olduğuna bütün dünyanın nedamet getirmesini bekliyordu. Dünyanın çok kutuplu değil tek kutuplu olduğu çoktan ilan edilmiş; ABD’nin karşısında onun politikalarına çomak sokacak hiçbir gücün kalmadığına, dünya halklarının ve emekçilerinin belinin doğrultulamayacak kadar kırıldığına duyulan bu kof güven Irak ve Afganistan’ın da kolay lokma olduğunu düşündürmüştü. Ancak Bush dönemi ekibinin kolay lokma olarak gördüğü Irak ve Afganistan aradan geçen bunca zaman sonra bile hâlâ, içinden çıkılması zor bir bataklık olmayı sürdürüyor.
Bush’un ve neoconlarının Irak ve Afganistan’da yarattığı tahribat rakamlara dökülemez. ABD için ise çok sayıda asker ölümü, buna bağlı olarak devletin politikasına duyulan iç hoşnutsuzluk, devasa bütçe sorunları ve dünya halklarının nefretinin büyümesi gibi, ödenmesi ağır bir paha haline geldi.
Obama’nın büyük umutlarla iktidara gelebilmesinde Bush döneminde inşa edilen olağanüstü Guantanamo rejiminin yarattığı yılgınlık, tepki ve nefret rol oynamıştır. Seçim sloganı olarak, iyice etkisizleştirilmiş, önemsizleştirilmiş ve terörizm korkusu altında iki dönem boyunca kapana kıstırılmış, her renkten ve ırktan Amerikan seçmenine, dünyanın gidişatına müdahale edebileceği duygusunu zerk eden “evet yapabiliriz” sloganını seçmesi boşuna değildir Obama’nın. Irak’taki bataklıktan çıkılabileceğini, nükleer silah rezervleri ile ilgili politikanın revize edilebileceğini ve Guantanamo’nun boşaltılacağını söyleyerek “evet yapabiliriz” diye haykırması seçmenin duygularını okşamış, dünya için de yeni bir barış döneminin kurulacağı vaadi olarak algılanmıştı.
Obama başkan seçildikten hemen sonra ilk dış gezisini Mısır’a yaptı. AKP Hükümetinin, Başkan’ın, Arap alemine ve Ortadoğu’ya ilk seslenişini Türkiye’den yapması için arsız bir beklenti içine girdiği o dönemde Obama taze Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ı Türkiye’ye göndermekle yetindi ve Kahire Üniversitesinde konuşmayı tercih etti. Şöyle dedi:
“Ben Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile dünyadaki Müslümanlar arasında karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan, Amerika ve İslam’ın birbirleriyle zıt olmadığı ve rekabete gerek bulunmadığı gerçeğine dayanan yeni bir başlangıç arayışı ile geldim. Aslında onlar birbirini tamamlar, adalet ve gelişim, hoşgörü ve bütün insanların saygınlığı gibi ortak ilkeleri paylaşır… Birbirimizi dinlemek, birbirimizden öğrenmek, birbirimize saygı göstermek ve ortak bir zemin bulmak için devamlı olarak çaba göstermeliyiz. Mukaddes Kuran’ın bize söylediği gibi, ‘Allah’ı aklından çıkarma ve daima gerçeği söyle.’ Benim bugün yapmağa çalışacağım şey, insan olarak paylaştıklarımızın bizi ayıran güçlerden çok daha kuvvetli olduğu yolundaki inancımdan şaşmadan, önümüzdeki fevkalade görevin önemini bilerek, elimden geldiği kadar gerçekleri yansıtmaktır.”
Obama Türkiye’ye daha sonra geldi ve Meclis’ten yaptığı konuşmasında, “Türkiye ve ABD günümüzün sorunlarına, tehditlerine ve tehlikelerine karşı yan yana olmalı, birlikte çalışmalı. Karşılıklı çıkarlara dayanmamız ve farklılıklarımız üzerinde yükselmemiz gerekiyor. Birlikte hareket edersek daha güçlüyüz. Birleşik Devletler ile Türkiye’yi birbirine bağlayan güvenin zorlandığını, sarsıldığını biliyorum. Bu zorlanmanın, sarsılmanın İslam inancının yaşandığı pek çok yerde paylaşıldığını da biliyorum. Becerebildiğim kadar açıkça şunu söylemek isterim ki, Birleşik Devletler, İslam ile bir savaş halinde değildir ve asla olmayacaktır” dedi.
Obama, Bush döneminde peşinen terörist olarak görülen ve terörizmle mücadele kapsamında her türlü emperyalist saldırıya maruz kalmayı önceden hak etmiş sayılan Ortadoğu ve Arap halklarını yatıştırıcı konuşmalar yaparak, kendisiyle birlikte bundan sonra yeni bir dönemin başladığını ilan ediyordu.
Ancak sonraki gelişmeler yeni ve barışçıl bir dönemin başlangıcından ziyade ABD’nin Ortadoğu stratejisinde yeni bir taktik ve üslup değişikliğine gittiğini gösterecekti. Obama döneminde “yumuşak güç” olarak adlandırılan ABD dış siyaseti silahlı müdahale olanağını ABD’nin literatüründen asla çıkarmadı. Obama barış ve anlaşma retoriğine rağmen, emperyalizmin genel stratejisine ülkelerin diplomatik yollardan, ikna yöntemiyle dahil edilememesi durumunda şiddeti bir Demokles Kılıcı olarak halkların üstünde sallandırmaya devam etti. Obama döneminde silahlanma için bütçeden ayrılan pay azalmadı tersine yeni kalemler ile bu fon artırıldı.
Obama, Bush gibi, yepyeni olarak lanse edebileceği bir stratejik belge oluşturmamıştır. Onun farklı bir stratejiden daha çok Yeni Amerikan Yüzyılı projesi kapsamında ancak yeni bir taktik geliştirdiğinden söz edilebilir. İçinde terör ve terörizm sözcüğü geçmeyen cümleler kurmak, Bush’un aksine bu sözcükleri mümkün olduğunca az kullanmak bu taktiğin bir gereğiydi. Bush Müslüman halkların tamamını terörizm etiketi altında düşmanlaştırmış iken Obama kendi döneminde böyle toptancı bir yaklaşımdan ziyade Müslüman halkların yaşadığı ülkeler arasında Amerikan politikası yanlısı olanlarla daha az sadık olanları ayırmayı; bunların bir kısmını diğerine karşı konumlandırarak aralarında bulmakta zorlanmayacağı nifak noktalarını kaşımayı, iktidardaki kesimin mezhebine göre bloklar, hilaller ve ittifaklar oluşturmayı tercih etti. Tıpkı Bush gibi “bizden değilseniz düşmansınız” diyordu yine ama, Amerika’nın dümen suyunda gitmeyen “düşman”a karşı muameleyi “dost, müttefik, stratejik ortak” ülkelerin ikna edici gücüne havale ediyordu.
Obama döneminin bu bakımdan, Bush döneminde işgaller nedeniyle Müslüman halklarda yükselen tepkiyi tersine dönüştürmek, bu tepkilerin ağırlığını üzerlerinde hissederek ABD’ye mesafeli durmak zorunda kalan iktidarları terbiye etmek, ABD’yi tepkinin hedefindeki nesne olmaktan çıkararak emperyalist politikaların sorumluluğunu bölgedeki ülkelere yayabilmek amacıyla Ortadoğu ülkelerinin pozisyonunun, stratejik haritada yıkılıp yeniden inşa edildiği bir dönem olduğu söylenebilir. Temel öncelikler değişmemiştir, Bush’un hedefinde sırada İran vardı Obama döneminde de İran, emperyalizmin öncelikli hedefi olmayı sürdürdü. Ancak geçen dört yılda ABD’nin İran’a doğrudan bir müdahale olanağı olamamıştır ve bu süreçte ABD, İran’ı etrafından çevrelemeye, üstelik bir taşla birçok kuş vurmak için İran ile ittifak halindeki ülkeleri de etkisiz hale getirecek, aslında Bush döneminden daha kapsamlı ve hedefleri geniş, çok cepheli yürüyen bir savaş taktiğini içeren bir yol haritası oluşturmuştur; buna zorunlu kalmıştır.
Bunda, Tunus’ta başlayan daha sonra Mısır’a sirayet eden daha sonra neredeyse Kuzey Afrika’nın tamamıyla Arap Yarımadasına kadar sıçrayan halk ayaklanmalarının yarattığı iklimin, ayaklanmaları destekleyerek ya da Libya’da olduğu gibi müdahale ederek şimdilik belirli oranda bir kontrol sağlayan ABD’nin karşısına, kendince ehlileştirilmesi gereken yeni güçler çıkarmasının, ABD’nin şimdi uğraşacağı sorunları ister istemez çeşitlendirmiş olmasının da rolü vardır.
İki diktatörün Bin Ali ve Mübarek’in devrilmesinin ardından bu iki ülkede şimdi, ABD’nin ılımlılaştırmak için çok uzun zamandır çaba sarf ettiği Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu hükümetler iktidarda. Uzunca bir süre atıl kalan BOP ortaya atıldığından bu yana Müslüman Kardeşler, uzun süreli iktidarları boyunca kendi halkları nezdinde itibarları kalmamış diktatörlerin alternatifi ve ABD’nin bölgede gerçekleştirmek istediği reorganizasyonun başlıca aktörlerinden biri olarak görülüyordu.
Ancak ABD’nin hesaplarının dışında, güçler dengesine yeni bir faktör olarak girmiş olan Arap emekçilerinin şimdiden işaretleri görülen örgütlenme eğilimleri, sürecin asıl belirleyenleri arasında yer alıyor. Bu yüzden bölgede Amerikan istikrarının öngörülmüş unsurlarının kolay sabitlenemeyeceğini, bu unsurlara dayalı  bir dengenin esasen dengesizlikten malul olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Zira Arap Dünyası’ndaki Tahrir süreci henüz kapanmadı. Bu ülkelerin geçmişindeki anti emperyalist, ulusal ve bağımsızlıkçı mücadelelerin hâlâ toplumsal hafızada önemli bir yer tuttuğu, anti Amerikan duyguların sosyal tabanının var olmaya devam ettiği de ABD’nin çok iyi bildiği bir gerçektir.
ABD’nin, şimdiye kadar büyük bir siyasi yatırım yaptığı Müslüman Kardeşlere güveninin sınırını, tam da Mısır halkının direncinin boyutunun kestirilemez olması nedeniyle çizemiyor olması en önemli sorunları arasında yer alıyor. Filistin sorununa duyarlı, üstelik şimdi bir ayaklanma deneyiminden geçerek özgüven kazanmış bir halkın Mübarek döneminde olduğu gibi Camp David konseptinin rahatlıkla sürdürülmesine izin verip vermeyeceği hem Cumhurbaşkanı Mursi iktidarı için hem de ABD için bir muammadır. Müslüman Kardeşler iktidarı altındaki Mısır, ABD için nedamet ve sadakatini gün tekrarlamak, her gün sınanmak zorunda olan bir ülke haline gelmiştir; bu, halkın yeni iktidar üzerindeki basıncının her gün denetim altında tutulmasını gerektiren, ve hatta sosyal mühendisliğin başarısını garanti altına alacak sürekli bir “ilgi”yi zorlayan bir süreçtir.
Mursi’nin daha iktidara gelir gelmez anlaşmaların kutsal metinler olmadığını, bunların yeniden gözden geçirilebileceğini söyleyerek kendi pazarlık şansını artırmaya çalışmasının arka planında böyle bir halk basıncının etkisi vardı. Daha sonra Clinton’a, 1979’da imzalanan ve Mısır’ın İsrail’i tanıdığı ve bu ülkeyi bölgede ABD emperyalizminin sadık bir uydusu haline getiren anlaşmayı bozmayacağına “söz vermiş” olmasına rağmen Mursi’li bir Mısır’ın geleceğinden ABD tam olarak emin olamayacağı bir zeminde hareket etmek zorundadır.  Mursi hemen tükürdüğünü yalamak zorunda kalmış olsa da Gazze ile Mısır arasındaki kapıları açmış, yine bir pazarlıkla burada beş tane askeri uçak bulundurma iznini koparabilmiştir. Ancak ABD kaynaklarıyla beslenen Mısır ordusu üzerindeki hakimiyetini, ayaklanma sırasında Tahrir Meydanının develerle basılmasından sorumlu ordu mensubu general hakkında dava açarak ölçmeye kalkıp da bunu beceremeyince ABD karşısındaki gücünün sınırını bir kez daha görmek zorunda kalmıştır. Suriye sorunu konusunda ABD yanlısı tutum alması ve son Gazze saldırısındaki tutumu Mısır’ın tekrar Camp David konseptinde kalmaya itildiğini, Müslüman Kardeşler’in de buna teşne olduğunu gösteriyor. Ancak bu ehlileşmenin kaderinin tek başına ABD ile Mısır arasındaki ilişkilere bağlı olacağını düşünmek diğer faktörleri göz önünde bulundurmadan hesap yapmak yanlışına düşmek anlamına gelecektir. Mursi’nin biatıyla ABD Arap halklarına, ayaklanmaların kaçınılmaz sonucunun ABD hegemonyasına açılmak olduğu mesajını vermiştir. Ama şimdilik.
ABD’nin gözünden biraz daha ırak olan Tunus’ta ise En Nahda hükümeti karşısında halk cephesi güç toplamaya devam ediyor ve En Nahda yaptığı her gerici çıkışta halkın reaksiyonunu alıyor. Görünen o ki, ABD kendi hegemonyasını kurmak için yaratmayı umduğu engebesizliği elinin altındaki yeni iktidarlarla pek o kadar kolay kuramayacak. Bu ülkelerde mayalanmakta olan halk tepkisi, yerlerini iğreti kıldığı yeni diktatörlerin vaat ettiği nedameti yüzde yüz garanti altına alınamaz kılmaktadır. Diğer yandan Geçtiğimiz yıl ABD’nin arkada kalarak desteklediği ve Fransa öncülüğünde NATO müdahalesine zemin olan Libya’da da sular durulmamıştır. Kaddafi’nin öldürülmesini Clinton’ın “geldik, gördük ve öldü” diye sevinçle karşılamasından kısa bir süre sonra, 11 Eylül’ün yıldönümünde ABD’nin Bingazi Konsolosu radikal İslamcılar tarafından öldürüldü. Bölgede radikallerin varlığından rahatsız olan ama onlarsız da yapamayan ABD, bir yandan bu güçleri, ılımlılaştırma işleminin terbiye malzemesi olarak kullanırken diğer yandan da kendi Neron’unu rahminde büyütme paradoksundan kurtulamıyor. Önceki yıl ayaklanmalarla çalkalanan Bahreyn’de de halkın ABD taşeronu Suudi süvarileri tarafından ezilmesinden sonra bile, Arap yarımadasının ABD’nin istediği kıvama gelmediğini zaman zaman ortaya çıkan halk tepkisine, gösterilere bakarak söylemek mümkün.
Obama’nın önünde Arap ayaklanmalarından sonra, eskilerinin yıkılışını destekleyerek yeni iktidarların kuruluşunu selamladığı, böylece bölgedeki bahar esintisini kendi yüzüne de yansıtma olanağı bulabildiği birinci döneminden farklı olarak ABD’yi şimdi daha da zorlayacağa benzeyen istikrarsız, daha doğrusu mevcut istikrarı her an bozulma vaat eden bir bölge var. Bir yandan Kaddafi’yi devirirken el altından desteklenen Selefi ve El kaide yatağı aşiretler, diğer yandan halk baskısı nedeniyle koltuklarında rahat oturamayacakları belli diktatörler bölgedeki tablonun hâkim renklerini oluştururken diğer yandan da önceden kalma kadim “sorunlar”ıyla cebelleşecek ABD.
Buradan ABD’nin “Arap Baharı”nın kazanımlarını bütünüyle kendi hanesine henüz yazamadığı sonucu çıkar. Suriye’de arkadan verdiği istimle sahte bahar yaratma çabasında da başarılı olamamıştır. Esad ordusunun istifa etmiş elemanlarından, radikal İslamcılığın envai çeşit kadrosundan, lumpen devşirmelerden oluşturulmuş, kendisine Özgür Suriye Ordusu adını takan silahlı terörist güçler şimdiye kadar Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından silah, techizat, eğitim ve konaklama imkânları sunularak desteklenmiş olmasına rağmen Esad’ı deviremediler. Seçim dönemine kadar, bu ülkelerin Suriye’yi zayıflatma girişimlerini kışkırtan ama doğrudan müdahaleden imtina eder görünen Obama’nın ikinci dönemindeki en önemli gündem maddesi yine Suriye’dir. Artık ipliği pazara çıkmış ve Suriye’de sivillere yönelik vahşi saldırıları nedeniyle dünya kamuoyunu muhalif bir hareket olduğuna ikna edemeyen, iddia edenleri bile dayanaksız bırakan ÖSO’nun mevcut hali ve taktiği bakımından miyadı dolmuş görünüyor. Diğer yandan içinde Türkiye’nin de bulunduğu Suriye Ulusal Konseyi’nin geçen ay Doha’da yapılan toplantısına Konsey’in her kesimi kapsamadığından şikâyet ederek yeni yönetimini değiştirmesi talimatını veren, üstelik bir de yeni yönetim listesi ileten Clinton’ın isteği üzerine yönetim değiştirilerek bu örgüt revizyona tabi tutuldu. Konseyin başında şimdi emperyalizmle işbirliği içindeki Suriye Komünist Partisi mensubu bir Hıristiyan var.
ABD alelacele imal ettiği Suriye muhalefetiyle artık bir adım daha yol alamayacağını, bu sahte muhalefetin imajını sil baştan temize çekmek zorunda olduğunu biliyor. Ancak Obama’nın geçen döneminin sonlarına doğru hatları belirginleşen yeni taktiği gereği revizyon sadece muhalefetin imajının yenilenmesiyle sınırlı değil. Suriye “sorun”unun çözümünün delege edilmiş göründüğü ülkelerle ilgili de yeni bir düzenleme ihtiyacı duyduğunun işaretlerini veriyor ABD. Örneğin bu süreçte Türkiye’ye yüklenen rol de yeniden gözden geçiriliyor.
Osmanlı geçmişinin bir parçası olan Arap diyarında herkesten fazla hak iddia eden ve Yeni Osmanlıcı hevesleriyle bölgede inisiyatif almaya çalışan Türkiye Hükümeti, uzun süre Suriye’ye müdahalenin zeminini hem iç kamuoyunda hem de dışarıda epey zorladı. Ama Türkiye’nin Suriye üzerindeki provokatif girişimleri şimdiye kadar, zaten bölgede pek çok reorganizasyon işiyle meşgul ABD tarafından, umduğu kadar ateşli bir ilgiyle karşılanmadı. Böylece müdahale zeminini yaratmak üzere Suriye sorunuyla kraldan çok kralcı bir biçimde ilgilenen, “ata toprakları”nda lider ülke pozisyonunu hak etmeye çalışan AKP Hükümeti’ne, ABD tarafından, bu konuda çok da hevesli olmaması gerektiği her fırsatta hissettirildi.
Mursi başkanlığındaki Mısır’da daha taşların oturmamış olmasını bir avantaj addederek bölgenin liderliğine hararetle oynayan AKP Hükümeti ve Başbakanı Obama’nın ilk dönemini patinaj yapmakla geçirdi. Ancak nihayet umduğuyla değil bulduğuyla yetinmek; stratejik ortak değil stratejik taşeron olmakla yetinmek durumunda bırakıldı. Son Gazze saldırısında, Ortadoğu’daki sahnede yeniden kurulan ilişkiler bunun teyidi olmuş, ABD, İsrail ile Hamas arasında arabuluculuk yapmaya Mısır’ı teşvik etmiş, ateşkesten sonra da Mısır’ı lider ülke olarak selamlamıştır.
Daha önce değinildi; ABD’nin başta Suriye ve İran olmak üzere Ortadoğu’daki yeniden düzenleme sürecinde bölgede oluşturmaya çalıştığı yeni ittifakların ve yeni kamplaşmalarda Türkiye’nin özel bir yeri vardır. Bu Amerikan taktiğine göre iktidarda ABD yanlısı Sünni hükümetlerin olduğu Türkiye-Kürdistan Federe Devleti-Suudi Arabistan-Katar Sünni blogu İran-Irak- Suriye-Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan Şii bloğunun karşısında konumlandırılmaya çalışıldı.
Ancak Ortadoğu’da ittifaklar ve uzlaşmaların ömrü de çok uzun değildir.
Bir kibrit yığınından bir çöpü diğerlerine dokunmadan kaldırmaya çalışacağını zannedenin sıklıkla hüsrana uğratıldığı bir bölgedir burası.
Ortadoğu dengelerini altüst eden, parçalanmış Kürt varlığının Kuzey Suriye’deki parçasının özerk bölge ilan etmesiyle birlikte ABD ve dahi Türkiye, beklenmedik yeni bir faktörle daha yüzleşmek zorunda kaldı. Bu, Türkiye’nin içinde yer aldığı Sünni blokta Türkiye’nin yakınlaştığı Barzani ile, hem içerdeki Kürt sorunu üzerinden hem de topraklarının güneyinde Suriye sorununun bakiyesi olarak komşu olduğu yeni Kürt bölgesi konusunda bir ortak tavır alamayacağı, Suriye ile ilgili yol haritasında çok da örtüşemeyecekleri ortaya çıktı. Diğer yandan emperyalist işgal sonrası kurulmuş Irak’taki Maliki hükümeti, Türkiye’nin Kuzey Irakla kendisinden bağımsız petrol sözleşmeleri yapması üzerine Türkiye ile petrol ve gaz arama anlaşmasını iptal ederek restleşebildiği gibi Barzani’ye de silah gösterdi. 
Böylece Ortadoğu’daki yeni gerilim halkalarına bu üçlü arasındaki gerilim de eklenmiş oldu. Şimdi Maliki’nin istikbali de parlak görünmüyor.

* * *
Dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin yüzde yetmişten fazlasına sahip olan Ortadoğu ve Kafkas bölgesinden borularla Batı’ya aktarılacak enerjinin bu bölgeden güvenliği üst düzeyde sağlanarak taşınması sorunu, emperyalistleri, her seferinde yeni planlar hazırlamak zorunda bırakıyor. Bölgede, bir başkasının, her an değişebilen pozisyonuna, çıkarına çarpmadan hareket etmek o kadar kolay değil.
Hem Rusya’nın hem de İran’ın açık denizlere ulaşmasını kolaylaştıran bir bölge olduğu için Suriye bu iki ülke açısından ABD planlarının gerçekleşmesine izin verilemez kıymette görülüyor. Kafkas ve Hazar petrollerine ulaşmak için öncelikle İran’ı dize getirmesi gerektiğini düşünen ABD ise, İran’ı etraftan kuşatmayı kolaylaştıracak biçimde Suriye müdahalesinin koşullarını olgunlaştırırken İran ve Rusya faktörüyle başa çıkmak zorunda. Suriye aynı zamanda Ortadoğu’nun ABD tarzı bir istikrara kavuşmasında kilit ülke olan, emperyalizmin bölgedeki sadık bekçisi İsrail’in yanıbaşındaki bir tedirginlik kaynağı olarak algılandığından ABD Suriye sorununu bir an önce çözme eğiliminde. İttifakların kurulması, bozulması, yeniden kurulması; dayanıksız olanların yeni formüller ile güçlendirilmesi, kiminden vaz geçilmesi, yolun bir kısmının başka, diğer kısmının yeni aktörlerle alınması gibi Amerikan taktiklerinin nedeni, başta Suriye olmak üzere bölgedeki düzenlemenin ABD için çok da kolay olmamasından kaynaklanıyor.
Suriye ve arkasından İran müdahalesi, Afganistan ve arkasından Irak müdahalesinde olduğu gibi sadece o iki ülkeyi ilgilendiren sonuçlar vermeyecektir. Bush döneminde “biz BM’yi de takmayız, kamuoyunu da” diye yazılan bön strateji Obama döneminde rafa kaldırılmak zorunda kalınmışsa bu elbette ABD daha ılımlı, daha yumuşak daha şefkatli ve empati sahibi bir Başkan’a kavuştuğu için değil Ortadoğu’ya dokunanın elinin kolay kolay ateşten çıkmayacak olmasıyla ilgilidir.
Şimdi tam da bu yüzden ABD uluslararası meşruiyeti önemsiyor ve sadık taşeronlarını, her birinin ayrı ayrı kırmızı çizgileri olan bölge devletlerinden çoğaltma arayışında.
Obama’nın tam biat sağlamak için terbiye etme yöntemlerinin son derece çeşitli olduğu, biatın dozuna bir sınır çizmediği zaten Tayyip Erdoğan ile telefonda, Suriye hakkında konuşurken elinde tuttuğu beyzbol sopasıyla çekilen fotoğrafını basına servis ederek bu terbiyeyi hep havuç ikramıyla sağlamayacağını dünya alemin gözüne sokmasıyla belli olmuştu zaten. Türkiye’nin emperyalist hiyerarşide bölgeyle geçmişteki nüfuzunu kullanmaya kalkarak üst katlara tırmanma çabası, İsrail ile girdiği özde olmasa da sözde dalaşı, kendi başına kontrolsüz atakları, ABD nezdinde göz doldurmaya çalışırken kendi heveslerini de tatmin etme çabası AKP Hükümeti yönetimindeki Türkiye’yi, stratejik ortaklık ilişkisinin her gün yeniden gözden geçirilmesi gereken bir ülke durumuna soktu. Bu yüzden de ABD’nin hem şımarttığı hem cezalandırdığı bir ülke konumunda.
Geçtiğimiz günlerde Milliyet gazetesine röportaj veren New York Times yazarı, analist Thomas Friedman ABD’nin bundan sonraki Suriye politikasının yine Türkiye üzerine kurulu olduğunu, ama Türkiye’nin Esad ile de Mısır, İsrail ve İran ile de konuşabilen bir ülke haline gelmesi gerektiğini söyleyerek “biz bundan sonra iç sorunlarımızla uğraşacağız, Türkiye’yi Suriye sorununun çözülmesi için kullanmıyoruz, ona yalvarıyoruz” dedi. Aynı yorum The Guardian gazetesinde de çıktı. Bu demek oluyor ki Türkiye’nin İsrail ile Davos’tan bu yana gerilen ilişkilerini bir an önce iyileştirmesi ve birlikte “görev”e başlamaları elzem görülmektedir! Ancak ne yaparsa yapsın, ABD’nin kendisine destek olacağını düşünen Netanyahu Hükümeti Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleri kurmaması konusunda onu uyaran, İran’a bir çırpıda girmek heveslerini kursağında bırakan Obama’nın birinci döneminde, işi zorlaştırmaması için yaptığı telkinlerine uysa da ikinci dönemi Gazze saldırısıyla açtı. Beklendiği gibi ABD İsrail’in güvenliğini gerekçe göstererek bu ülkenin yanında yer aldı, Türkiye Hükümeti ise saldırıyı kınadı.
İsrail’in Gazze saldırısı ve ABD’nin bu saldırıyı onaylaması seçimlerden sonrasının “dakika bir gol bir”idir. Gazze saldırısı, İran destekli Hamas’ın zayıflatılması yoluyla, önceliği İran ve Suriye olan “Büyük Ortadoğu” operasyonunun başlangıcına dair bir işaret fişeği olarak da görülebilir. Ama bunun yanısıra Gazze, bazı taşların yerine oturmasını ve bunun görünür ve gösterilir hale gelmesini kolaylaştırmıştır.
Friedman’ın ve The Guardian’ın Türkiye ile ilgili tahlillerinde, üzerine konuşulan konu Türkiye olduğu için bundan sonraki süreçte ABD’nin Ortadoğu’da başka hangi güçleri seferber edeceğini de kapsayan bütünlüklü tablo ihmal edilmiştir. Gazze saldırısı bu bulanık bırakılmış tabloyu bir parça daha netleştirdi. AKP Hükümetinin, ABD emperyalizmine kimin en sadık olduğu konusunda Mısır ile girdiği yarış şu anda Türkiye’nin aleyhine bir skorla bitmiş, Mısır’ın ABD açısından olması gerektiği yere çekilmiş görünüyor. En azından bu süreçte. Filistin’de Hamas’ı döverek Suriye ve İran müdahalesine bir adım daha yaklaşma imkânı yaratmaya çalışan İsrail, kendisiyle iyi ilişkiler kurması bakımından Türkiye’yi bir yol ayrımına daha sokmuş oldu. Bu süreçte, oynayana emperyalist evrende statü kazandıran arabuluculuk rolü de Mısır’a düştü. Clinton’ın yanında fotoğraf karesine giren kişi Davutoğlu değil (o İsrail’e değil ancak Gazze’deki hastane ziyaretine gidebilmişti) Mısır Dışişleri Bakanı oldu. Daha önce Camp David Anlaşması kutsal bir metin değildir, değiştirebiliriz deme noktasındaki Mısır, 30 yıllık devlet alışkanlığı ve Hamas ile geleneksel yakınlığı bulunan Müslüman Kardeşler Hükümeti sayesinde “İsrail ve Filistin ile konuşabilen” bir ülke olarak, Emperyalist kampın statü dağıtarak kendine bağlama politikasının karşılığını veren ülke haline geldi. Sadece ateşkes karşılığında, Filistin’in statüsünde hiçbir değişiklik talep edememek pahasına. Friedman hem Mısırla hem İsrail’le hem Suriye ile hem de İranla konuşabilen bir Türkiye istiyoruz… yalvarıyoruz filan diye boşuna demiyordu. Türkiye’ye İsrail’e efelenerek, kendi kendine gelin güvey olmakla lider ülke haline gelemeyeceği konusunda Gazze olayıyla bir ders de verilmiş oldu. Hemen arkasından İsveç’de İsrail ile Türkiye arasında başlayan görüşmeler AKP Hükümeti’nin mesajı aldığını gösteriyor.
Oysa ki, Cengiz Çandar’ın dediği biçimiyle “Ortadoğu’da oyun kurucu olamayan” Türkiye Hükümetinin başlangıçtaki “komşularla sıfır sorun” konsepti yaratma eksenli Ortadoğu politikası tam da ABD’nin bölgedeki bölücü, ülkeleri birbirine düşürücü taktiğine sadık kalma gayreti yüzünden iflas etmişti. Türkiye’nin dış politikasındaki, ABD tarafından da adlandırılıp tescillenen başarısızlığının nedeni, herkesle dost olma iddiasından, emperyalizme yaranmak ve bölgesel güç olmak adına “Suriye’ye beş dakikada girer çıkarım” noktasına çok kolay geçebilmesini sağlayan ikiyüzlülüktür. Uğruna, olmadık serüvenlere girmeye hazırlanılan ABD’ye de pek yar olamamıştır bunun sonucunda. Kurtlarla dans eden tilkinin geleceği nokta da budur.
İsrail’in Gazze saldırısı sırasında Obama, Müslüman halkların gözünün içine baka baka İsrail’in güvenliğini tehdit eden hiçbir şeyi tasvip etmeyeceğini açıkça savunmuş, Filistin halkının acılarını telafi etmeye yönelik hiçbir şey söylememiş, İsrail’i eleştirmemiştir. Başbakan Erdoğan’ın, dost ve müttefik gördüğü Katar ve Suudi Arabistan’dan ise, “öleceksek adam gibi ölelim” biçimindeki şatafatlı retoriğine hiçbir destek çıkmamıştır. Erdoğan İsrail’e “artık 2008’de değiliz, hesabını iyi yap” diye seslenirken aslında emperyalizmin, şimdiki taktiğini anlamadığını, esasen kendisinin hâlâ 2008 konseptinde kürek çekmeye devam ettiğinin farkında olmadığını, bu bölgede ya ABD’nin sadık kölesisindir ya da hiçsin ölçüsünün geçerli olduğunu görememiştir.
İsrail’in Gazze saldırısı ABD etrafındaki mevcut kamplaşmayı pekiştirmiş; bölgedeki aktörlerin konumlarını yeniden tayin etmiştir. Ortadoğu’nun önümüzdeki dönemdeki resminin ABD tarafından nasıl çizilmek istendiğini gösteren bir laboratuar olmuştur bu saldırı. Ortadoğu’da İsrail’in bir turnusol kağıdı olduğu Gazze ile bir kez daha teyid edilmiştir. Bundan sonra hesabını iyi yapacak olan Erdoğan olacaktır. Ya “one Minute” çektikten sonra gizlice, ortak tatbikatlar yaptığı İsrail’e bundan böyle çemkirmeyecek, her zaman onun güvenliğini öncelikli kaygısı olarak görmek zornuda kalacak, görmüyorsa sesini kesecek yoksa haddi bildirilecektir.
Ne var ki, Türkiye’nin geçen dönem sahnede icra ettiği rolün geriye çekildiği anlamına gelmez bu. Türkiye’ye ABD’nin ihtiyacı her zaman olacaktır. ABD  Türkiye topraklarına NATO Patriotlarını yerleştirmek istemiş, Başbakan “bundan bizim haberimiz yok” dese de, hemen akabinde NATO’ya Patriotları almak için başvurmuştur. Hem bu NATO konuşlanması hem de Fransa, İngiltere ve Almanya’nın yani büyük emperyalist devletlerin Türkiye toprakları dahil, bölgeye yerleşmeye hazırlandığı düşünülürse önümüzdeki dönem, ABD’nin, Türkiye gibi küçük aktörlere devasa roller biçmektense diğer süper güçlerle ve onlarla kurduğu ittifakla yol almaya çalışacağı sonucu çıkacaktır.
ABD daha İran ve Afganistan işgali sırasında, öteden beri arzuladığı “uluslararası toplum”u şimdi yarattı. Önceki dönem Balkanlaştırma politikalarıyla parçalamaya çalıştığı, mezheplerine böldüğü bölgeye NATO şemsiyesi altında toplaşmış büyük emperyalist takımla girmek, bu ağır operasyonun yüz kızartıcı sorumluluğunu dağıtmak en büyük arzusuydu ki, bu arzusunu gerçekleştirmek için zaten elinden geleni yapıyordu. Türkiye’ye bu kapsamda bir müdahale karakolu olmak, üslere mekan sağlamak, kara harekatının çıkış noktası olmak gibi bir misyon biçiliyor.
Erdoğan Gazze saldırısındaki tutumuna beklediği sempatiyi sağlayamadı. “2008’in koşullarında değiliz artık 2012 koşullarındayız” diye öfkeyle bir hatırlatmada bulunurken kendi “oyun alanı”nın daraltılmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiş oldu elbette; gelişmeleri, Hükümetin gayretlerinin hiçe sayıldığı bir ihanet olarak yorumlamasının kendi mantığı açısından bir anlamı da var. Mısır’ın ona yol gösterdiği, Türkiye’ye biat modeli olduğu biçimde İsrail’in önünde diz çökmekten başka bir şansı kalmayacak artık. Çünkü hem Dimyat’taki pirinç hem de evdeki bulgur aynı anda elde tutulmaz. Hem emperyalizmin yedeği olmak hem de kişilik sahibi bir dış politika sürdürmek mümkün değildir.
Sonuç olarak denebilir ki; Obama Bush döneminde belirlenmiş stratejik hedefleri gerçekleştirmek doğrultusunda giderek daha belirginleşen bir çaba içinde. Bundan sonra yumuşak gücün Neocon vuruşa dönüşeceği beklenebilir.
Ama bu aslına dönüş sürecinde, ABD’nin, içinde bulunduğu bir dizi açmazın çözümü olarak gördüğü müdahale bu açmazları daha da derinleştirecektir. 2008 dönemindeki ağır krizi finans kurumlarına, bankalara ve tekellere devlet sübvansiyonu sunarak şöyle veya böyle atlatan, ancak, 2013’e büyük iç ve dış borç bakiyesi altında giren Obama’nın ikinci döneminde ABD ekonomisi büyük bütçe açıklarından muzdarip durumda. Şişirilmiş seçim ekonomisi Obama’nın ikinci dönemini zorlaştıracak. Bütçe açığı Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 10’una dayandı. İç kamu borçları ise Obama’nın söylediğine göre 1.2 trilyona ulaştı. Bu büyüklükte kamu borçlanmasının İkinci Savaş’ın bittiği 1945 tarihinden sonra çok az görüldüğü vurgulanıyor. Obama’nın seçilmesini kolaylaştırmak için ilk dönemde ekonominin yüzde ikilik büyüme oranı kaydettiğini iddia eden istatistik kurumlarını yalanlar biçimde yeni bir resesyon bekleniyor. Obama seçim sonrası ilk konuşmasında buna dikkat çekerek ‘mali uçurumdan’ kaçınmak için önlem alınması gerektiğini söyledi. ABD’de 46,2 milyon civarında kişi yoksulluk sınırında yaşıyor ve işsizlik oranları zirve yaptı.
Friedman’ın “biz iç sorunlarla uğraşacağız. Türkiye Suriye sorununun halletmek için yola koyulsun” derken kastettiği iç tablo böyle bir tablodur. Görünen o ki beklenen resesyon döneminde bütçe, kurtarma operasyonları yapılamayacak kadar daralmış durumda. Tam da bu nedenle ABD’nin ihtiyaç duyduğu yeni mali kaynaklara ulaşabilmesinin yolu ve içerdeki halkın dikkatini dışarıya yöneltmesinin koşulu savaş gibi görünüyor. Aynı şeyleri zaten bir süredir birçok ülkenin kıvrandığı, bazılarının neredeyse iflas noktasına geldiği Avrupa için de söyleyebiliriz. 1929 krizini dünya savaşıyla aşan aynı ülkeler 2008’den bu yana süren, derin ve daha da derinleşmesi beklenen krizden çıkış için savaştan başka bir seçenek göremiyorlar.
Üstelik bu sıralar ABD sadece Ortadoğu’daki savaşa hazırlanmıyor aynı zamanda 2020 yılına kadar donanmasının yüzde altmışını kaydıracağını ilan ettiği Pasifik’e, Asya’yı doğudan kuşatacağı biçimde yerleşme eğiliminde. Bu nedenle, Pasifik’teki üslerinin yatağı Japonya’yı da tahrik ederek Çin’in sinir uçlarıyla oynayacak provokatif gelişmelere imza atıyor. ABD’nin en çok borçlu olduğu Çin’in dünya pazarlarındaki giderek büyüyen varlığının tehditkar ve tehlikeli görülmeye başlaması, aynı zamanda çok yakın gelecekte ABD’nin Pasifik’te yerleşme isteği ile de ilgili. Tersi de doğrudur; bu yerleşme isteğinin nedeni de budur. ABD tek cepheli bir savaş için değil, çok cepheli bir savaş için hazırlık yürütüyor.
Bütün bu gelişmeler zaten Obama’nın birinci döneminde sessiz sedasız gerçekleşti: Libya susturuldu, Türkiye yeni açılan üslerle bir savaş gücü olarak palazlandı, Pasifik kuşatılmaya başlandı, Suriye içinden çıkılmaz bir halde karıştırıldı, bölgeye silah yığınağı yapıldı. Birinci dönemin barışçıl bir dönem olarak görülmesini sağlayan bu dönemin hazırlık süreci olmasıydı. Bundan sonra ABD bu hazırlığın sonuçlarını hızla almaya çalışacak.
ABD emperyalizmi kendisini daha Bush döneminde İkinci Roma İmparatorluğunun tecellisi olarak görüyor ve bunu Evangelist bir mesaj olarak yansıtıyordu. Müslüman kökenli Obama döneminde ise Bush’un attığı Roma’nın temellerinin üstüne kat çıkma zamanı gelmiş bulunuyor. Gelişmeler bu yönde.
ABD politikalarının bir partinin yerine diğerinin, bir Başkan yerine ötekinin, bir vizyon yerine başkasının gelmesiyle değişebileceğini düşünmek hayal kurmaktır. Değişen olsa olsa dönemlere göre yeniden ele alınan stratejiler ve konseptlerdir. Emperyalizmin bunca yıllık tarihinde kimi dönem ABD, saldırganlığını yeni bir dönem için mayalanmaya bıraktı, kimi zaman uluslararası destek sağlamak için zaman kazandı, kimi zaman da bu diplomatik yollara hiç tenezzül etmeden bir fil gibi sırça dükkânına daldı. Dünya emekçileri için en tehlikeli olanı da filin yerinden doğrulduğunu, zaman kazanmak için oyalandığını görememektir.
Obama’nın birinci dönemi ABD için güç biriktirme, zaman kazanma dönemidir; tam da halklar üzerindeki aldatıcılığını bu biriktirme döneminde sağlayabilmiştir. Onun parlak ve şatafatlı imajı sayesinde ABD’nin yeniden toparlanma olanağı bulduğu söylenebilir. Bir imaj ilgili olduğu nesnenin gerçekte ne olduğunu elbette gizlemeye çalışır. Ama o nesne oradadır sonuçta; vardır ve imajın da kaynağıdır.
Bugün kapıya dayanmış savaş şimdi o kaynağı apaçık işaret ediyor ve imajın boyaları dökülüyor. Suriye halkını besleme muhalefetin postalları altında ezdiren, Gazze saldırısında İsrail’in yanında duran ABD emperyalizmi ve taşeronları bu kargaşadaki rollerini saklayamayacak durumdalar. Ve zaten saklamaları gerektiği zaman da 2012 öncesinde kaldı. Ortadoğu halkları için, alenen kendi yazgılarıyla oynayan, onları yerlerinden yurtlarından ve geleceklerinden eden, iradelerine ipotek koymaya yeltenen emperyalizmden ve kendi diktatörlerinden kurtulmaktan başka çare yok. Mısır ve Tunus halkı bu yolda bir adım attılar ve isyanı mayalanmaya bıraktılar.
Ne çıkacaksa buradan çıkacak.

Obama neden kazandı?

ABD ekonomisi son dönemde tarihinin en uzun durgunluklarından birini yaşıyor. Dahası tünelin sonunda henüz ışık görünmüyor. Ülkenin içinde bulunduğu mali darboğaz her geçen gün daha da büyüyor. İşsizlik oranı, yüzde 8 gibi, ABD için oldukça yüksek sayılabilecek bir seviyede. Toplam kamu borç stoğu 16 trilyon doları aşmış durumda, bütçe açığı ise 1 trilyon doların üzerinde (GSYİH’nın % 8.7’si) seyrediyor. Bir de son günlerde çokça tartışılan “mali uçurum” meselesi var. Eğer Kongre Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında yeni bir anlaşma sağlanamazsa yıl sonu itibariyle vergi indirimleri sona erecek. Kamu harcamalarında ise önemli kesintiler yaşanacak. Ülke ekonomisinde sert bir daralmaya neden olabileceği tartışılan bu durum, ABD kamuoyunda mali uçurum olarak adlandırılıyor.
Obama, daha önce de, 2010 yılında, Bush’un zenginlere dönük vergi indirimini iki yıl uzatarak ve 2011 yılındaki borç tavanı pazarlıkları sırasında sosyal amaçlı harcamalarda kesintilere giderek, Cumhuriyetçilere önemli tavizler vermişti. Paul Krugman gibi kimi Demokrat yazarlar, “Olmayan bir anlaşma, kötü bir anlaşmadan daha iyidir” şiarıyla Obama’nın bu kez şantaja boyun eğmemesi gerektiğini belirtiyor. Cumhuriyetçiler ise, Bush’un zenginlere dönük uyguladığı vergi kesintisinin uzatılması için bu durumu kullanıyor, zengin düşmanı olarak nitelendirdikleri hükümetten tavizler koparmadan uzlaşmaya yanaşmıyor.
Peki, ABD ekonomisinin böylesine büyük bir açmaza sürüklendiği bir dönemde Obama’nın seçim zaferini nasıl yorumlamalıyız? Bunun için öncelikle Amerikan seçim sistemini ana hatlarıyla özetleyerek işe başlayalım.

SALINCAK EYALETLERİN BELİRLEYİCİ ROLÜ
ABD’de başkan doğrudan seçmenler tarafından değil, seçmenler tarafından verilen oylar doğrultusunda siyasi partilerce belirlenen 538 üyeli bir “seçici kurul” tarafından seçiliyor. Her eyaletin seçiciler kuruluna göndereceği üye sayısı ise nüfusuna orantılı olarak belirleniyor. Örneğin 37 milyonu aşan nüfusu ile California’nın toplamda 55 üyesi bulunurken, bu sayı 1 milyon nüfuslu Montana’da 3’e geriliyor. Maine ve Nebraska dışındaki tüm eyaletlerde çoğunluğu kazanan parti eyaletin seçici kurula göndereceği tüm üyeleri belirleme hakkına sahip oluyor. Dolayısıyla California gibi büyük bir eyalette küçük bir oy farkıyla seçimin kaybedilmesi 55 oyun karşı partiye geçmesi anlamına geliyor. Bu nedenle, eyalet bazındaki seçim sonuçları büyük önem taşıyor ve başkan adaylarının, ülke genelinde, rakiplerinden belirgin biçimde daha fazla oy almasına rağmen seçimi kaybetmesi de mümkün hale geliyor. Son olarak 2000 seçimlerinde, Bush ülke genelinde daha az oy almasına rağmen başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazanmıştı.
Son seçimlere bakıldığında, ülkenin belirgin bir şekilde iki parti tarafından paylaşıldığı görülüyor. Demokratlar New York, New Jersey, California, Washington, Illinois gibi şehirleşme oranının yüksek olduğu genelde kıyı bölgelerinde hakimiyet oluştururken, Cumhuriyetçiler ise Arizona, Teksas, Missisipi, Kentucky gibi kırsal nüfusun ağırlıklı yer tuttuğu iç bölgelerde büyük bir üstünlüğe sahip. Her iki partinin birbirine büyük bir üstünlük kuramadığı bazı eyaletlerde ise seçimin galibi ufak marjlarla belirleniyor. Seçim sonuçları üzerinde oynadıkları belirleyici rol nedeniyle partilerin, üzerine ağırlıkla eğildiği bu eyaletler “salıncak eyaletler” veya “anahtar eyaletler” olarak da adlandırılıyor. Obama’nın neden yarışı kazandığını anlayabilmek için öncelikle bu eyaletlerdeki sosyo-ekonomik dinamiklere göz atmakta fayda var.
Anahtar eyaletlerin başında, bilindiği gibi, 2000 seçimlerinde kıyasıya rekabete sahne olan bir yarış sonrasında belirleyici rol oynayarak Bush’u Gore karşısında başkanlığa taşıyan Florida geliyor. 2008 yılında emlak balonunun patlamasıyla ortaya çıkan krizden en sert şekilde etkilenen eyaletlerden biri olan Florida, son seçimlerde oyunu Obama’dan yana kullanmıştı. 2008’de McCain’e Florida’da yüzde 3 dolayında fark atan Obama, bu seçimde kılpayı da olsa (yüzde 1’in altında bir farkla) seçiciler kurulunda 29 oya sahip bulunan en önemli anahtar eyaleti kazandı. Eyaletin nüfusunun yüzde 18’ini oluşturan Hispanik oylarının yüzde 61 gibi bir oranda Obama’ya yönelmesi seçimin galibini de tayin etti. Burada ilginç olan bir diğer sonuç ise, bölgede Hispanik nüfusun önemli bir kısmını teşkil eden ve anti-komünist kimlikleriyle her dönem Cumhuriyetçilere yakın duran Kübalı göçmenlerin dahi yüzde 48 gibi bir oranda Obama’ya oy vermesi.
Bir diğer anahtar eyalet ise Ohio. Eyalet tarihsel açıdan da önem taşıyor. Bugüne kadar hiçbir Cumhuriyetçi aday Ohio’yu almadan başkanlığı kazanamamıştı. Bu seçimler de istisna olmadı. 2000 ve 2004 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin kazandığı Ohio da, Florida gibi 2008 krizinden şiddetle etkilenmiş ve yüzde 5 kadar bir farkla tercihini Obama’dan yana kullanmıştı. 2012 seçiminde de yüzde 2 gibi bir oranla Obama seçimi aldı. Burada, eyalette özellikle otomotiv sektöründe örgütlü işçilerin seçim sonuçları üzerinde belirleyici rolü göze çarpıyor.
Virginia, Wisconsin, New Hampshire, Iowa, Nevada, Colorado gibi diğer “salıncak eyaletler”de ise, işçi oylarının yanı sıra azınlıklardan, gençlerden ve kadınlardan aldıkları oyun, ibreyi Demokratların lehine döndürdüğü görülüyor. Romney’nin doğum yeri olan, babasının valilik yaptığı, işçi nüfusunun yoğunluğuyla bilinen Michigan’da ve Romney’nin daha önce valisi olduğu Massachusetts’de Obama’nın seçimi kazanması da dikkat çeken bir diğer ayrıntı.

AZINLIKLAR OBAMA’YA YÖNELDİ
Son iki seçim sonuçlarını değerlendirdiğimizde etnik boyutun fazlasıyla ön plana çıktığını görüyoruz. Günümüzde Amerikan nüfusunun yüzde 72.4’ü  beyazlardan oluşuyor. Hispanik olmayan beyazların oranı ise 1960’lı yıllarda nüfusun yüzde 85’ini oluştururken, günümüzde yüzde 63.7’ye kadar gerilemiş durumda. 2050 yılında bu oranın yüzde 46’ya kadar düşeceği tahmin ediliyor. İşte bu nedenle, Amerikan siyasetinde etnik dinamikler günümüzde her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.
Yüzyıllardır Amerikan topraklarında ezilen, sömürülen siyahların tarihteki ilk siyah başkana ezici bir destek vermesi sürpriz sayılmamalı elbette. Toplam nüfusun yüzde 13’ünü oluşturan siyahların son seçimde özellikle kilit eyaletlerde yüksek oranda sandığa gitmesi, seçim sonuçları üzerinde belirleyici rol oynadı.
Tarihsel olarak siyahlar, Abraham Lincoln’dan itibaren Cumhuriyetçilere destek vermişlerdir. Buna karşılık Amerikan iç savaşı sonrası kölelik yandaşı Güney eyaletlerini yüzyıla yakın bir süre boyunca hegemonyası altında tutan Demokratlar, siyahların oy haklarını gaspa yönelik “oy vergisi” ve benzeri yasal düzenlemelerin yanı sıra oy kullanımını sindirmek amacıyla vahşetin de ön plana çıkarıldığı birçok eyleme imza atmışlardır. Siyahların 1924 yılına kadar Demokratların parti toplantılarına dahi alınmadığını da ekleyelim.
Demokratların Güney’in partisi olmaktan çıkması ve siyahlardan oy almaya başlaması ise, Lincoln ile birlikte ABD tarihinin en popüler başkanı olarak gösterilen Franklin D. Roosevelt döneminde gerçekleşmiştir. 1932 yılında ekonomik krizin oldukça şiddetli olduğu bir dönemde iktidara gelen Roosevelt, ünlü “New Deal” politikasını uygulamaya koymuş, müdahaleci devlet politikalarıyla ekonomiyi ayağa kaldırmaya çalışmıştır. Bu süreçte Güney ve Batı eyaletlerindeki geleneksel Demokrat kesimin yanı sıra sanayileşmiş Doğu ve Orta Batı eyaletlerindeki işçi sınıfının da desteğini arkasına alan Roosevelt, bu desteğin verdiği güvenle, partisinin siyahlara dönük politikalarında da değişime gitmiştir. New Deal kapsamındaki kamu projelerinde siyahlara dönük ayrımcılığı yasaklayan ve siyahların kamuda istihdamını hızla arttıran Roosevelt bunun karşılığını sandıkta almıştır. Demokratların siyahlardan aldığı oy, 1932 yılındaki yüzde 30 seviyesinden yüzde 70’lerin üzerine taşınmıştır. 1936 seçimleri siyahların kendilerine oy hakkı tanıyan Cumhuriyetçileri tercih etmedikleri ilk seçim olarak da tarihe geçmiştir. Seçimlere toparlanmakta olan bir ekonominin avantajıyla giren Roosevelt, iki eyalet dışında tüm eyaletleri kazanarak önemli bir seçim zaferi kazanmıştır.
Siyahların Demokratlara dönük desteği açısından bir diğer önemli dönüm noktası ise 1960’lar olmuştur. 1964 yılında çıkardığı “Yurttaş Hakları Kanunu” ile yaşamın birçok alanında etnik ayrımcılığı yasaklayan ve siyahlara temel vatandaşlık haklarını tanıyan Lyndon Johnson ile Demokratların siyahlardan aldığı oy oranı yüzde 90’lara sıçramıştır. Ne var ki, Johnson’ın bu hamlesi, özellikle güneyli beyaz seçmenin Demokratlardan uzaklaşmasına da neden olmuştur. 1964 seçimi tarihe Demokratların güneyi kaybettiği seçim olarak geçerken, bu tarihten itibaren hiçbir demokrat adayın beyazlar arasında çoğunluğu sağlayamamış olması da dikkat çekicidir.
Siyah bir başkan adayı ile birlikte siyahların Demokratlara dönük desteğinin daha da artarak 2008’de yüzde 96’ya ulaştığı, 2012’de ise yüzde 99’a tırmandığı görülüyor. Siyah nüfusun ABD ortalamasının üzerinde bir artış göstermesi ve seçimlere katılım oranının artması da, uzun vade de Demokratların elini güçlendiren bir istatistik olarak karşımıza çıkıyor.
Obama’nın, sadece siyahlar değil, diğer azınlıklar içerisinde de oyunu belirgin bir şekilde arttırdığı göze çarpıyor. ABD nüfusu içerisindeki payı hızla artan ve beyaz Amerikalıların ardından ikinci en büyük etnik grup haline gelen Hispanikler, günümüzde ABD nüfusunun yüzde 16.4’ünü oluşturuyor. Geleneksel olarak Demokratlara oy veren Hispaniklerin Cumhuriyetçilere dönük desteği, George W. Bush döneminde yüzde 40 ile zirve yapmıştı. Hispaniklerin siyasi tercihlerinde dindarlık (kürtaj, doğum kontrolü gibi başlıklar) ve göçmen politikalarına dair ayrışmalar belirgin rol oynasa da, özellikle gelir seviyesindeki farklılıkların çok daha ön plana çıktığı göze çarpıyor. 2008 yılında Hispaniklerden yüzde 65 oranında oy alan Obama, 2012’de bu oranı yüzde 73’e çıkardı. Daha da önemlisi, yıllık 30 bin doların altında kazanan alt gelir grubu arasında bu oranın yüzde 80’lerin de üzerine tırmanması. Amerikan işçi sınıfının en alt, en güvencesiz kesimini oluşturan Hispanikler, aynı zamanda yüzde 28.2 ile yoksulluk oranın en yüksek olduğu (siyahlarda yüzde 25, beyazlarda yüzde 11) etnik grup durumunda.
Eyaletler bazında bakıldığında Hispanik seçmenin oynadığı belirleyici rol daha da ön plana çıkıyor. Obama’ya seçimi kazandıran Florida, Colorado, Nevada gibi “salıncak eyaletler”deki üstünlüğün ardındaki temel etmen Hispanik oyları gibi görünüyor. Yine New Mexico eyaletinde toplamın yüzde 36’sını oluşturan Hispanik oyları Cumhuriyetçileri yarışın dışına iten başlıca faktör.
Amerikan nüfusu içinde nüfusu en hızlı artan (1996 yılından itibaren yüzde 128) ve toplam nüfusun yüzde 4.8’ini oluşturan Asyalılar da ağırlıklı olarak Obama’yı tercih ettiler bu seçimlerde. Siyahlara ve Hispaniklere oranla daha düşük (yüzde 16.7) bir yoksulluk oranına sahip olan Asyalı nüfusun önemli bir bölümü, 1940-1990 arası komünist ülkelerden göç eden anti-komünist, muhafazakar ailelerden oluşmaktadır. 1990’lara kadar beyazlardan daha muhafazakar yegâne etnik grup olarak bilinen Asyalılar’ın siyasi kompozisyonu bu tarihten itibaren birlikte hızlı bir değişime uğradı. Çin ve Hindistan gibi ülkelerden göçün ağırlık kazanması ve anti-komünist paranoyanın değişen jenerasyonla birlikte etkinliğini yitirmesi, Asyalılar’ın Cumhuriyetçilere dönük koşulsuz desteğinin de erimesine yol açtı. 1992 yılındaki seçimlerde Clinton Asyalılar’dan ancak yüzde 32 oranında oy almayı başarabilirken, sonraki seçimlerde bu oy oranı sabit bir şekilde artış gösterdi. Kerry 2004’de Asyalı Amerikalılar’ın yüzde 56’sının oyunu alırken, Obama 2008’de Asyalılar’dan yüzde 62 oranında oy aldı. Son seçimlerde ise, Asyalılar, yüzde 73 gibi büyük bir farkla Obama’yı desteklediler.
Asyalılar’ın, Obama’ya desteklerini açıklarken, ülkeye aileleri tarafından kaçak yollarla sokulan küçük yaştaki göçmenlerin geri gönderilmesinin durdurulması başta olmak üzere göçmen konusundaki tavrını ön plana çıkarttıkları görülüyor. Cumhuriyetçilere yakın kimi “sivil toplum örgütleri”nin göçmen karşıtı söylemlerinin Asyalıları ürküttüğü ve Demokratlara yönelttiği de bir gerçek.
Azınlıkların siyasi tercihlerini incelerken, burada Yahudiler için de bir parantez açmak gerekiyor. Genelde, İsrail’in ülkedeki Yahudiler üzerinde büyük etkisi olduğu, İsrail’in bu nedenle ABD’nin dış politikasını da şekillendirebildiği savunulur. Seçim sonuçları bu savı büyük ölçüde çürüttü. İsrail’in Romney’ye açıktan destek vermesine, kimi Yahudi grupların Obama’nın aslen Müslüman ve Yahudi düşmanı olduğu şeklindeki yoğun propagandasına rağmen, anketler, Yahudilerin büyük bir çoğunlukla Obama’ya oy verdiklerini gösteriyor.
Ülke nüfusunun yüzde 2.2’sini oluşturan Yahudilerin, ortalama gelir seviyesi ve eğitim düzeyi bakımından ülke ortalamasının oldukça üstünde yer aldığı bir gerçek. Bu nedenle Yahudiler, ülkede nüfusun küçüklüğüyle orantısız bir etki alanına sahip. Tarihsel olarak ABD’ye ilk göç eden Alman Yahudilerinin muhafazakar ve sermaye çevrelerine yakın bir politik tutum benimsemesine karşın, 1880’lerden sonra Doğu Avrupa’dan göç eden ve çoğunluğu teşkil eden Yahudilerin sola daha yakın durduğu ve önemli bir bölümünün işçi örgütlerinde ve sosyalist örgütlerde aktif rol aldığı biliniyor. ABD tarihinde en fazla ayrımcılığa maruz kalan topluluklardan biri olan Yahudiler, Roosevelt’e yüzde 90 oranında destek vererek, New Deal koalisyonun önemli bir bileşeni haline gelmişlerdir. Yahudiler, sonraki dönemde de, ağılıklı olarak Demokrat adayları desteklemişlerdir. İsrail’in çıkarları ile oldukça örtüşen bir dış politika izleyen George W. Bush’un dahi Yahudilerden aldığı oy oranı yüzde 25’i bulmamıştır. Sandık çıkışında yapılan anketler, 2012 seçiminde Yahudilerin yüzde 70 gibi bir oranla Obama’ya oy verdiğini gösteriyor. Bu yüksek oran (2008 seçiminde alınan yüzde 74’e göre ufak bir düşüşe işaret etse de), giderek muhafazakarlaşan Cumhuriyetçi söylemin tüm azınlıklar gibi Yahudileri de tedirgin ettiği ve Obama’ya yönlendirdiğini gösteriyor.
ABD nüfusunun yüzde 1 kadarını oluşturan Müslümanlara baktığımızda da, yüzde 85 gibi oldukça yüksek bir oranda Obama’ya oy verildiği göze çarpıyor. Bu oy oranı, 2004 seçimindeki yüzde 89’a oranla ufak bir düşüşe işaret etse de, ortalamanın halen epey üzerinde. Cumhuriyetçilere yakın bazı muhafazakar grupların son dönemde yükselttiği Müslüman karşıtı söylemin seçmen davranışı üzerinde etkili olduğu muhakkak. Bir diğer dikkat çekici nokta ise, Hispaniklerde olduğu gibi Mislümanlar arasında da gelir seviyesi yükseldikçe Cumhuriyetçilere verilen oy oranının artışı.

GENÇLER, KADINLAR VE İŞÇİLERİN SEÇMEN TERCİHLERİ
Farklı sosyal grupların seçmen tercihlerini incelediğimizde; gençlerin, kadınların, yoksulların ve işçi sınıfının ağırlıklı olarak Obama’ya yönelerek, seçim sonuçları üzerinde belirleyici rol oynadığını görüyoruz. Yaş gruplarına göre baktığımızda, Obama 18-29 yaş grubundan yüzde 60 oranında oy alırken, yüksek yaş gruplarında oyu kademeli olarak düşüş gösteriyor. 65 yaş ve üstünde, bu oran yüzde 44’e kadar geriliyor. Bu durum, geleneksel olarak yaşlı nüfusun muhafazakar değerlere daha yakın durmasıyla açıklanabileceği gibi, farklı yaş gruplarının ayrışan ekonomik kaygılarını da yansıtıyor. İş piyasasına girmeye hazırlanan veya yeni atılan gençler, istihdamın arttırılması ya da öğrenci borçlarının geri ödenmesinde sağlanan kolaylıklar gibi, Obama’nın öne çıkardığı veya daha ikna edici bulunduğu sorunlara önem verirken, hali hazırda iş sahibi ya da emekliliğini almış üst yaş grupları, birikimlerinin geleceği açısından önem taşıyan vergilerin düşürülmesi ve bütçe açığının giderilmesi gibi konulara ağırlıklı vurgu yapan Cumhuriyetçilere yöneliyorlar.
Eğitim seviyesine göre bakıldığında ise, biraz daha karmaşık bir tablo ile karşılaşıyoruz. Lise mezunu olmayanlar arasında Obama yüzde 64 gibi oy oranı sağlarken, eğitim seviyesi yükseldikçe bu oran geriliyor. Üniversite mezunları arasında yüzde 47’ye kadar düşüyor. Tablonun en tepesinde, lisans üstü eğitim almış olanlar arasında ise, bir kez daha Obama yüzde 55 ile ön plana çıkıyor. Bu durum, eğitim seviyesi arttıkça artan gelir seviyesi ile açıklanabilir. İleride daha detaylı inceleyeceğimiz üzere, gelir seviyesi yüksek olan kesimler ağırlıklı olarak Cumhuriyetçilere yöneliyorlar. Diğer yandan, toplam içerisinde sadece yüzde 3 gibi bir pay tutan lisans üstü eğitim sahipleri ise, içlerinde akademisyenler gibi geliri fazla yüksek olmayan ve sosyal duyarlılıkları daha fazla olan bir nüfusu da ağırlıklı olarak barındırdığı için bu da anlaşılır bir durum.
Dindarlar yüzde 60 gibi bir oranla Cumhuriyetçileri tercih ederken, bu oran dindar Protestanlarda yüzde 70’i buluyor. Dini ibadette bulunmadığını belirtenler arasında ise Demokratların desteği yüzde 62’ye kadar tırmanıyor. Katolikler arasında Obama’ya dönük desteğin daha fazla olması da, Hispanik nüfusun iktisadi ve sosyal tercihlerinin daha ön plana çıkmasından kaynaklanıyor.
Ülkenin meselelerine göre sıraladığımızda ise, en önemli sorunun sağlık sitemi ve dış politika olduğunu düşünenler ağırlıklı olarak Obama’ya oy verirken, bütçe açığı diyen seçmenler ise Romney’ye yönelmiş. Ekonomi cevabını verenler ise, ufak bir farkla Romney’den yana oyunu kullanmış. En önemli iktisadi problem olarak emlak piyasasının durumunu ve istihdamı işaret edenler ağırlıklı olarak Obama’ya yönelirken, yükselen fiyatlar ve vergiler diyenler ise Romney’yi tercih etmiş. Bu tablo, Obama’ya verilen desteğin FED’in sürdürdüğü genişletici para politikasına dönük bir destek olduğunu da ortaya koyuyor. Obama’nın politikalarının en çok kime fayda sağladığı sorusuna ise, seçmenlerin yüzde 44’ü “orta sınıf”, yüzde 34’ü ise “yoksullar” cevabını vermiş. İşin ilginci ise, “yoksullar” cevabını verenlerin yüzde 75’ini bu durumu onaylamayan Cumhuriyetçilerin oluşturuyor olması.
Cinsiyetler arasında da seçmen tercihinde önemli farklar göze çarpıyor. Kadınlar arasında Obama, rakibine 10 puanlık bir üstünlük sağlarken, bekar kadınlarda bu üstünlük daha da artıyor. Evli kadınlar arasında ise, az bir farkla Romney önde görünüyor. Buradan kürtaj, doğum kontrolü gibi tartışmaların (özellikle Cumhuriyetçi Todd Akin’in “meşru tecavüz” açıklamasının) bekar kadınların oyları üzerinde belirleyici bir rol oynadığı anlaşılıyor. Evli kadınların çalışma oranının bekar olanlara göre daha düşük olduğu düşünülürse, ücret ayrımcılığı gibi önemli bir diğer başlık konusunda da bekarların daha fazla hassasiyet göstermesi anlaşılır bir durum. Ayrıca, bekar kadınların genelde daha genç olduğu düşünülürse, bu durum kısmen yaş grupları ile siyasi tercihleri arasındaki ilişkiyle de açıklanabilir.
Gelir gruplarına göre baktığımızda da, daha önceki gözlemlerimize paralel olarak, yoksulların ağırlıklı olarak Obama’ya oy verdikleri görülüyor. Yıllık geliri 30 bin doların altında olan alt gelir grubunda Obama’nın oyu yüzde 63’e kadar çıkıyor, gelir seviyesi yükseldikçe kademeli olarak geriliyor. Yıllık geliri 100 bin dolar üzeri olanlar arasında Cumhuriyetçilerin oyu yüzde 54’e kadar tırmanıyor.
Obama’nın belirgin biçimde rakibinden fazla oy aldığı kesimler içerisinde sendikalı işçiler de önemli yer tutuyor. Amerikan İşçi Federasyonu’nun (AFL) anketine göre yüzde 65 oranında Obama’yı tercih eden sendikalı işçilerin, oylarının yanı sıra yürüttükleri çalışma ile Ohio, Wisconsin ve Nevada gibi kritik eyaletlerde ibreyi Demokratlardan tarafa döndürdüğü görülüyor.
Ohio’da Cumhuriyetçi valinin kamu çalışanlarının grev haklarını ellerinden alması ve toplu sözleşme haklarını sınırlaması ile birlikte sendikalı işçilerin yüzde 60 oranında Obama’ya destek verdiği ve daha da önemlisi, 800 bin seçmenle temas kurarak kapsamlı bir seçim çalışması yürüttükleri belirtiliyor. Obama’nın otomotiv endüstrisine dönük kurtarma paketinin de bölgede oy getirdiği muhakkak. Sendikaların güçlü olduğu bir diğer eyalet olan Wisconsin’de ise, sendikalar, kamu çalışanlarının sendika hakkını ellerinden almaya çalışan Cumhuriyetçi Vali Scott Walker’a karşı olan tepkinin faturasını Romney’ye kestiler. 422 bin sendikalı işçiye sahip kritik eyalette, Obama, sendikalı işçilerin oyuyla 200 bin gibi bir farkla seçimi aldı.

DEĞİŞİM UMUDU SEÇİM SLOGANLARINDA KALDI
Seçimler sonrasında, sendikaların Obama’nın seçilmesinde oynadığı belirleyici rol kamuoyunda epeyce yer buldu. Sendikalar seçim sonuçlarını kutlarken, Obama da başta Otomotiv İşçileri Sendikası (UAW)’na olmak üzere sendikalara teşekkür etti. Ne var ki, Obama ve sendikalar arasında kurulan bu yakın ilişki, ülkede sendikalaşma oranının yüzde 11.8 (özel sektörde yüzde 6.9) ile tarihsel olarak en düşük noktasında olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İlk sınav olarak, Obama, sendika liderleriyle mali uçurum meselesini görüşmek için buluşacak ve sendikalar bir kez daha Obama gerçeği ile yüzleşecek.
ABD ekonomisinin her geçen gün büyüyen bütçe açığı sorunu ve bu konudaki hassasiyetleri bilinen Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ellerinde bulunduruyor olması, Demokratlara fazlaca bir hareket alanı da bırakmıyor. Bütçe açıkları giderek büyüyen eyaletler için kamu çalışanlarının sendikal hakları açık hedef haline gelmiş durumda.
Obama’ya gelince, üzerine, olduğundan çok daha solda bir kıyafet giydirilmeye çalışılıyor. Amerikan tarihinde ender görülür bir şekilde toplumun ezilen kesimlerini arkasına toplamış durumda. Ne var ki, bu durum, Obama’nın söyleminden ziyade ekonomik kriz sonrası büyüyen bölüşüm sorununun sınıfsal ayrılıkları keskinleştirmesinden ve böylesi bir dönemde Cumhuriyetçilerin izlediği aşırı muhafazakar, büyük sermaye yanlısı politikalardan, işçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin kazanımlarına dönük saldırgan tutumundan kaynaklanıyor. Sınıfsal kutuplaşma arttıkça iki partili sistem güçleniyor. 2000 seçimlerinde Ralph Nader’ın aldığı yüzde 2.7’lik oyla George W. Bush’a başkanlık yolunu açmasının öcü masalı gibi tekrarlanıp durduğu bir ortamda, üçüncü partilerin, alternatif çıkış arayışlarının önü tıkanıyor. Kriz sonrası süreçte büyüyen ve daha fazla mobilize olan sisteme muhalif kitleler (Wall Street’i İşgal Hareketi gibi) ise, Obama’nın arkasında yedekleniyor. Bu grupların Demokratların seçim kampanyasında aktif rol alması, Demokratları kamuoyu nezdinde daha sola kaymış gibi gösterse de, aslında partinin ideolojik duruşunda herhangi bir değişim söz konusu değil. Cumhuriyetçiler sağa kaydıkça Demokratlar daha solda gözüküyor.
Sonuç olarak, 2012 seçiminde Amerikan seçmeni ekonomik görünümün tüm olumsuzluğuna rağmen, bir kez daha Obama’ya yöneldi. Boşa çıkan vaatler, sorulmayan hesaplar, yapılamayan reformlar, derinleşen gelir uçurumu ve bir türlü gelmeyen “değişim”… Tüm bunlar giderek radikalleşen sağ söylemin, gericiliğin, ırkçılığın, güçlü sermaye ve finans lobilerinin yarattığı korkuyla unutuldu gitti. Sınıfsal ve etnik kutuplaşma toplumun ezilen kesimlerini Obama’ya yöneltti. Değişim umudu ise, bir kez daha, seçim sloganlarında kaldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑