Türkiye halklarının protestosuyla dayanışma

Türk hükümetinin Türkiye halklarının protesto eylemlerini nasıl azgın bir şiddetle bastırmaya çalıştığını öfkeyle izlemekteyiz.
Ancak, büyük bir hayranlıkla izlediğimiz gibi, Türkiye halkları bu saldırganlığa boyun eğmemekte; hükümetin baskıları, keyfiyeti, günlük sosyal yaşamı gerici ideolojisi doğrultusunda şekillendirme girişimleri ve polis terörü karşısında demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmektedirler. Bu direnişi selamlıyor ve direnişin talepleriyle dayanışma içerisinde olduğumuzu açıklıyoruz.
Türk hükümeti, devasa bir imar projesine alan açabilmek için İstanbul’daki Gezi Parkı’nı sermayenin çıkarları doğrultusunda ortadan kaldırmak istiyor. Bu girişimi, Türkiye’de, başını gençliğin çektiği geniş bir direniş cephesinin gelişmesine vesile oldu. Direniş bu vesilesinin ötesine geçti ve Erdoğan’ın liderliğindeki gerici AKP hükümetine yöneldi! Gelinen yerde direniş, geniş yığınların bu rejime karşı öfkesini ifade etmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın liderliğindeki rejim, uyguladığı kaba polis şiddetiyle, halka karşı bir diktatörlük olarak kendini açığa vurmuştur. Bu nedenle, göstericilerin onun istifasını istemeleri ve özgürlük ve demokrasi taleplerini haykırmaları meşrudur.
Türk hükümeti, yıllardan beri Avrupa Birliği ve Avrupa’daki emperyalist devletler tarafından desteklenmekte. AKP’nin şimdiye kadar izlediği gerici politika, bu güçler tarafından bölgenin İslam ülkeleri için liberal-demokratik model olarak övülmekteydi. Bugünlerde ise, halkın geniş öfkesi karşısında, Avrupa’nın emperyalist devletleri polis şiddetine ilişkin ikiyüzlü açıklamalarıyla mesafeli bir tutum alıyorlar. Erdoğan ise, hükümetine yönelik bu ikiyüzlü eleştirileri, halk öfkesinin yabancı devletlerce kışkırtıldığı iddiasının kanıtı olarak Türkiye kamuoyuna lanse ediyor. Açıklamak isteriz ki, Erdoğan hükümetinin bu iddiası bayağı bir demagoji olduğu gibi, kendi halkının demokratik hak ve özgürlükler için mücadele edebileceğine olan inançsızlığının da bir göstergesidir.
Aynı şekilde, hükümetin, Batılı ülkelerde de benzer polis şiddetine rastlandığına dair argümanı da kabul edilemez. Nitekim bu gerçek, baskı ve gözdağına bir meşruiyet kazandırmaz. Olsa olsa şunları gösterir: Birincisi, Erdoğan hükümeti, Batılı devletlerin tam da demokratik olmayan pratiklerini kendine örnek almaktadır. İkincisi, demokratik hak ve özgürlükler Avrupa Birliği’ne üyelikle değil, ancak ve ancak Türkiye halklarının mücadelesiyle elde edilebilir.
Gezi Parkı projesine benzer projeler hemen hemen tüm Avrupa’da söz konusudur: İtalya’da Val di Susa’da hızlı tren yoluna karşı gelişen direniş ya da Almanya’da Stuttgart’ta 6,8 milyar Euro’ya mal olacak ve mevcut olanın yarısı kadar kapasiteli bir yer altı tren istasyonun inşaatına karşı halkın üç yıldan bu yana süren mücadelesi  veya Berlin’de olduğu gibi, işlevsiz olan bir büyük havaalanına milyarlarca Euro’nun yatırılması ya da Fransa’da Notre Dame havaalanı projesine karşı gelişen direnişler vb. bunun örnekleridir.
Bu projelerin hepsi; sosyal kısıtlamalar ve tasarruf politikalar zamanında gündeme gelen son derece pahalı, çevre açısından ciddi negatif sonuçları olan, halk ve işçi sınıfı için bir yararı bulunmayan, ama onlara ödetilmek istenen projelerdir. Sadece bankalara, inşaat tekellerine ve gayri menkul spekülatörlerine yarar sağlamaktadırlar. Ve bütün bu projeler, halkın direnişine rağmen, zor ve demagoji ile yaşama geçirilmektedirler.
Bizler Avrupa çapındaki bütün bu mücadeleleri destekliyoruz ve onlarla dayanışma içindeyiz. Bu hareketler içerisinde, ülke sınırları dışında da ilişkiler geliştirme ve özgürlük ve demokrasi için, sermayeye karşı ve başka bir toplum uğruna, mevcut hareketlere politik perspektif vermeye çalışan tüm eğilimleri destekliyoruz.
Somut ve güncel durumda ise, Türkiye halklarının mücadelesiyle dayanışmaya; onlara özgürlük ve demokratik haklar için verdikleri mücadelelerinde gücümüz oranında destek vermeye çağırıyoruz.

Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Avrupa Bölge Konferansı
Almanya İşçileri Komünist Partisini İnşa Örgütü
Danimarka Komünist İşçi Partisi
Fransa İşçileri Komünist Partisi
İspanya Komünist Partisi (ML)
İtalya Komünist Platform
Türkiye Devrimci Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Partisini İnşa Örgütü (1918-1955)

2013 Haziran Direnişi notları

28 Mayıs’ta başlayıp bu satırların kaleme alındığı 20 Haziran 2013’te çeşitli biçimleriyle hala devam etmekte olan, ülkenin hemen her tarafına yayılan, temel özellikleriyle ülke yakın tarihinin benzeri daha önce görülmemiş büyüklükteki halk direnişi, birçok yönüyle irdelenmeyi ve politik, örgütsel-mücadele taktikleri vb. bakımdan çeşitli sonuçlar çıkarmayı gerekli kılıyor. Bu makalede bu büyük direnişin yalnızca bazı özelliklerini, bazı gösterenlerini ele alacağız.

BİR DEĞERLENDİRME İÇİN ÖN NOTLAR
·    Taksim-Gezi Parkı’nda başlayan ve Türkiye’ye yayılan direniş üzerine yapılan yorum ve değerlendirmelerde, “tarihi günler”den geçtiğimiz üzerine genel bir “mutabakat” oluştu: Türkiye, son yüz yılının ya da Cumhuriyet tarihinin en kitlesel, en yaygın halk eylemlerinden birini, ama en uzun süreli isyanını yaşadı. Bu başkaldırıya katılanlar toplumun çok çeşitli sınıf ve tabakalarından geliyorlardı. %90’lardaki bölümü 18-30 yaş grubundan gençler. Öğrenciler, işsizler, işçiler, büro emekçileri; genel manzara bu. Ama hareket İstanbul Taksim’den Anadolu’nun neredeyse tüm kentlerine yaygınlaşıp Ankara, Adana, Antep, Antakya, Artvin, Bursa, Dersim, Kocaeli, Mersin, İzmir ve diğer kentlerin genç kitleleri ve emekçi kesimleri hareketi büyüttüklerinde, o artık “gençlerin isyanı” ile sınırlı görülemeyecek bir halk hareketi, halk başkaldırısı niteliği kazanmış oldu. İstabul Taksim-‘Gezi Parkı isyanı’ olarak ve çevre duyarlılığı merkezli patlak veren bir eylemin ülkenin “dört bir yanı”na yayılması, “ağaçların, çevrenin, yeşilin, parkların korunması ve savunulması”nı aşan ve toplumun çeşitli kesimlerinin iktidar güçleri tarafından bastırılan, zor yoluyla ve “demokratik iradeyi temsil” (!) adına gaspedilen kendi taleplerini savunma, sıkıştırıldıkları alan ve yerlerden çıkarak meydanlarda ve sokaklarda öfkelerini haykırma birleşik eylemine; genel bir direnişe dönüştü.
·    Yüz binlerin polis şiddetine ve hükümetin-devletin zorbalığına karşın gerçekleştirdikleri bu genel direnişin yalnızca şu ya da bu sınıfın değil, ama halkın çok çeşitli kesimlerinin, özellikle de genç kuşaklarının damgasını taşıması; büyük kent merkezlerinde gençliğin direnişin omurgasını oluşturmaları, toplumsal gelişme ve hareketin doğasına uygundu. Genç kuşakların, koşullara bağlı olarak bazen mensubu bulundukları sınıfın tutum ve çıkarlarıyla aykırılık da gösterebilecek olan bağımsızlık-özgürlük tutkuları ve otoriteye başkaldırı ‘ruhu’nun bu genel direnişte de rol oynadığı bir gerçektir. Direnişte, yalnızca orta sınıftan kentli ailelerin gençliği değil, işçi ve emekçi gençliği de önemli bir yer tutmuştur. Hareketin bu en önemli dinamiği de içinde olmak üzere halkın çok çeşitli kesimlerinin katılımı ile genişleyip yaygınlaşmasında, işçi-emekçi; Türk-Kürt; Suni- Alevi; dindar-ateist; çok çeşitli kesimlerin bir kısmı farklılaşan ve fakat önemli bir bölümü ortaklaşan ve aynılaşan istemlerle alanlarda birlikte saf tutmaları, büyük kent merkezlerindeki sloganlara, pankartlara, duvar yazılamalarına, yapılan müziklere de yansımış; hetorojenliğin düşünsel çeşitliliği şeklinde de görünür olmuştur.
·    Bu heterojenlik ve onun kültürel, felsefi, siyasal farklılıklarıyla –bu kaçınılmazdı– yaşanıyor ve yansıyor olması, özellikle de ’90 sonrası genç kuşakların özgürlüklerine düşkünlükleri’nden ve “siyaset dışı oluşları”ndan söz edenlerin çok büyük bir kesimi tarafından –sermaye medyası bunun başını çekti– bu hareketin/direnişin apolitik olduğu iddiasına dayanak olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Oysa, direnişin temel ve ortak sloganı olarak öne çikarılan-çıkan “Hükümet İstifa”-“Tayyip İstifa!” sloganı, onu atanların tümü aynı bilinçte olmasalar da, politik bir içeriğe sahiptir. İktisadi, ekolojik, kültürel, politik-sosyal taleplerin bir büyük halk eyleminde birleşik hareketin ortak ve farklılaşan özelliklerinin dışa vurumu olarak şekillenmesi, hareketin karakterine, gelişim seyrine ve evrimine de uygunluk gösterir. Bu ‘doğal’dır! “Bizim gibi üç çocuk ister misin?” “cool” yaratıcılığı da siyasal protestonun genel özellikleri dışında değildir. Karadenizli’nin zengin mizah kültüründen yararlanarak yapılan “Gel  gel Recebum!” şarkısı da, Boğaziçi gençlerinin “Eylemci misin, Çapulcu musun?” şarkısı da, duvarlardaki çok çeşitli yazılamalar da, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” ya da “Direne direne kazanacağız!” sloganları da bu çeşitlilik içindeki istem ifadeleridir ve her biri kendi “mantığı içinde”ki politik mesajını tüm direnenlere, ülkenin tüm emekçilerine ulaştırma amacıyla bağlıdır.
·     Bu büyük direniş, mücadele ve örgüt “diyalektiği”ne dair de önemli derslerle doludur. “Kendiliğindenlik”, hareketin özellikle başlangıç durumunda ve Taksim merkezli olan eylemin bir özelliği olmakla birlikte, direniş süresi içinde çok çeşitli örgüt biçimlerinin oluşması ve örgütlü olma ihtiyacının bizzatihi hareketin kendisi tarafından dayatılmış olmasıyla yüz yüze gelinmiştir. Örgütten ve örgütlü olmaktan yalnızca siyasal örgütler anlaşılamayacağına göre, alanlardaki siyasal olanların yanı sıra bizzatihi hareketin ihtiyaçlarının gündeme getirdiği kolektif davranış ihtiyacı, birlikte direnme, birlikte iş yapma, düşünceyi-olanağı-eldeki malzemeleri paylaşma, müzik, temizlik, pankart, gaz etkisine ve TOMA saldırılarına karşı önlem grupları, nöbet tutma, barikat oluşturma, kitaplık oluşturma, okuma-yazma, televizyon yayını yapma ve daha sayılabilir birçok çalışma ve eylem birliği örgütü, direniş ve mücadele içinde, onun tarafından örgütlenmenin kaçınılmaz hale getirildiği bir kez daha görüldü ve somut olarak yaşandı. Direnişin “örgütten bağımsızlığı”, örgütsüzlüğü ve siyaset dışılığı üzerine söylenenler bu bakımdan da önemli oranda abartılıdır.
·    Genç kuşakların en önemli dinamik gücünü oluşturdukları bu halk direnişi, içten içe “kaynayan toplum”un evrimsel gelişmesinin ürünü ve egemenler ile baskı altında tutulan, iktidar gücü dayatmasıyla sindirilmeye çalışılan sınıf ve kesimler arasındaki çelişki ve çatışmanın sonuçlarından biridir. Farklılığı, hem yönetenler hem de yönetilenlerin en ileri kesimleri dahil neredeyse tümünün beklemedikleri bir zamanda; toplumun bu çok çeşitli kesimlerini harekete geçmeye ‘ikna eden’ kapsamlı bir nedene dayanıyor gibi görünmemesidir. Hareketin ardındaki –üstünde gelişip genel bir başkaldırıya dönüştüğü– sosyal-iktisadi ve kültürel talep yoğunlaşmasını göremeyenleri şaşkınlığa iten, “üç ağacın sökülmesini protesto”nun “nasıl olup da ülke düzeyinde böylesine etkin, çok geniş katılımlı, direngen ve baş eğmez bir eyleme dönüştüğü”dür.
Bir büyük devrimcinin; tarihin büyük siyaset bilimci ve siyasal stratejistlerinden biri de olan Lenin’in, “Devrim bir kadın skandalından da patlak verebilir” mealindeki sözünü anımsamanın yeridir. Kuşkusuz bir devrim durumuyla yüz yüze değiliz. Ama toplumsal hareketin ve sınıf mücadelesinin tarihi, büyük halk isyanlarının, devrimlerin ve ayaklanmaların bazen hükümetin herhangi yolsuzluğundan, bazen uluslararası ilişkilerdeki bir skandaldan, bazen de polis ve ordunun zorbalığı ve şiddetine karşı öfke patlamasından başlayarak yol aldığını gösteren örneklerle doludur. Türkiye’de halkın bir genel direnişini mümkün kılan o kadar çok sorun yığılmış iken, başbakanın deyişi ile “üç ağaç” sorunundan genel bir direnişin doğuşu, toplumsal gelişme ve hareketin diyalektiğine dair belirli bir anlayışa sahip olanlar açısından şaşırtıcı olmamıştır.
·    Başbakanı, “Ne yapmadık ki bunlar yapılıyor?” sorusuna yönelten direniş, onun ve hükümetinin temsil ettiği ve çıkarlarını ölümüne savunduğu büyük ve uluslararası sermayenin halk kitlelerini yönetme-yönlendirme ve sisteme bağlı tutma kaygılarıyla bağlıdır. Büyük direniş karşısında, bu direnişin yaygınlaşma ve giderek büyüme potansiyelini görerek, toplumu polis vahşetiyle zapturapt altına almayı politika edinen bir hükümet ve parti anlayışının devletin tüm kurumlarını ele geçirdiği bir dönemde, hükümet başkanının “tiran” ya da “diktatör” olarak anıldığı bir zamanda, AKP ve hükümeti etiketli baskı, terör ve yasaklarla direnme ihtiyacının sokaklara yansıması, yönetenlerin kaygılarını büyütmüştür.
Aşağıda, direnişin bu özelliklerini, etkenlerini ve toplumsal yaşamımıza ve siyasal mücadeleye etkilerini daha yakından irdelemeye çalışacağız.

DİRENİŞİN BAZI ETKENLERİ, KOŞULLARI YA DA POTANSİYEL BİRİKİM NOKTALARI
Toplumlar tarihi, bugüne kadar birçok halk ayaklanmasının “küçük kıvılcımlar“ ile, basit gibi görünen nedenler üzerinden de patlak verip büyüyebildiğini göstermektedir. 2013 Haziran Direnişi hiç kuşkusuz burjuva devletini yıkma hedefli bir kalkışma değildi. Ancak, bu hareket, daha büyüklerine “gebe olunduğu”nu da göstererek, “üç ağaç” gibi küçümsenen bir “çevre sorunu” bağlantılı olarak patlak vermiş; ardından da toplumun çok çeşitli kesimlerinin bastırılmış talep ve duygularıyla, iktidara duyulan öfke birikimi ile büyümüştür. Uzun on yıllar sermayenin fanatik dinci ve şovenist bir fraksiyonu olarak örgütlenen ve aslında politik ömrünün tüm zamanlarını ilerici hareketlere ve halktan yana düşüncelere karşı savaşmaya adamış bir kapitalist partinin (Pensilvanya’daki ortağıyla birlikte) burjuva devlet yönetimini ele geçirdikten sonra, toplumu kendi çıkarları ve uzun vadeli amaçları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye çalışması, tepkinin en önemli, kitleleri birleştirici nedenlerinden biriydi.
“Gezi Parkı bardağı taşıran son damlaydı” diye yazan prof. Z. Gambetti, halkı sokaklara ve alanlara çeken etkenlere ilişkin olarak şunları söylüyor: “Gezi olayları patlamadan önce 3. köprüye Türkiye’deki Alevileri yok sayan, hatta onlarla dalga geçen, onlara hakaret eden bir edayla Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, alkol satışının sınırlandırılması gibi çok tepki çeken bir takım yasalar arka arkaya geçmişti. İktidarın polis şiddetiyle muhalefeti bastırması da hiç yeni değil. 1 Mayıs gaz festivaline dönüştü. İşçilerin, emektarların, memurların talepleri hükümet tarafından dinlenmedi, bastırıldı. Erdoğan Hopa’da HES’lere karşı tepki verenlere ‘eşkıya’ dedi ve emekli öğretmen Metin Lokumcu sıkılan gaz yüzünden hayatını kaybetti. Emek Sineması’nın AVM’ye çevrilmemesi için mücadele verenler bile gaz yedi. İşlerine gelmediği için Gezi’nin bütün bunları da temsil ettiğini ısrarla görmemeye çalışıyorlar.”
Bir diğer bilim insanı, Doç. Dr. Funda Şenol Cantek ise, Gambetti ile benzer biçimde iktidarın ve özellikle de Başbakan’ın insanların yaşamına müdahalesinin yarattığı tepkiye dikkat çekerek, Gezi Parkı direnişinin, “üç beş ağaç için” kopartılmış “ihtişamlı bir fırtına olduğunu“ belirterek, direnişin ön saflarında yer alan “kadınların, gençler ve LGBT bireylerin, otoriter bir hükümet etme biçiminden en fazla yara alan kesim olduğu“na işaret ediyor ve Başbakanın “ceberrut bir aile babası gibi“ davrandığını, 3 – 5 çocuk baskısı yaparak, kürtaja sınırlama getirerek üreme süreçlerine ve biçimlerine müdahale ettiğini; “alkol kullanımını ve cinsel/duygusal ilişkileri nizama sokmaya girişen ahlakçı bir iktidar”ın tehdit ettiği kesimlerin tepkisini harekete geçirdiğini dile getiriyordu. Cantek, Başbakan Erdoğan’ın “başından beri, hoyratça ve uzlaşmaz bir tavırla yaklaştığı direniş, ‘çapulcular’ yakıştırması, ‘yüzde 50’yi evinde zor tuttuğuna’ dair aba altından sopa gösteren sözleri, onun sık sık vurguladığının aksine tüm Türkiye’nin başbakanı olmadığını“ gösterdiğini belirterek, bu direnişin “halkın kendi gücünü keşfetmesi ve dayanışmanın tadına varması bakımından tarihi bir dönemeç“ olduğunu söylüyordu.
Bu büyüklükteki bir patlamayı ortaya çıkaran tepki uzun zamandır oluşan bir öfke birikiminin ürünü idi ve bu ise hükümet ve başındaki Erdoğan’ın insanların yaşamlarına baskıyla müdahaleyi kendine hak görmesi kaynaklıydı. Buna “alkolik”-“ayyaş” aşağılamaları, herkese tepeden buyurma, Osmanlı hanedanlığına özenme, “AKM’ni de yıkarım, Meydana cami de yaparım” meydan okumaları eklendi ve bu da direnişin desteğinin büyümesini sağladı.
İki bilim insanı, Erdoğan yönetimindeki hükümetin uygulamalarının toplumsal ilişkileri gerip, çelişkileri keskinleştirici rolüne işaret ediyorlar. Buradan devamla şunlar söylenebilir: Bu uygulamalar kapsamında, egitimli gençliğin %27’sinden fazlasının işsiz gezdiği bir ülkede, 4+4+4 sistemiyle eğitim sistemi “alabora” edildi. Dini ideolojinin toplum yaşamında daha etkin olması için din dersleri zorunlu kılınarak, bilimsel aklın ve insani özgür gelişmenin önü kesilmeye girişildi. Taksim’in orta yerine, Çamlıca tepesine “Son Osmanlı”dan bu yana görülmeyen ihtişamda bir “İslam Firavun”unu kalıcılaştırma Camileri dikmeye soyundular. Aleviler aşağılama ve hakaretin bin türüyle karşı karşıya kaldı. Kimin ne içip ne yiyeceğinden, ailelerin kaç çoçuk sahibi olacaklarına karar vermeye kadar yaşamın her alanına despot eli uzatıldı. Kadın cinsi aşağılanıp kürtaj cinayetle özdeş gösterildi. Özgürlük diye diye özgürlüklerin tüm temel biçimleri despot sultasına alındı. Sağlık sistemi değiştirilerek, işçi ve halk sağlığı tekellerin ticari planlarına ve kâr hedeflerine bağlandı. Çalışma ve yaşam koşulları, kapitalistlerin daha çok kâr amaçlarına bağlı olarak en berbat düzeye çekilerek, iş cinayetleri ve sakatlıkları için koşullar daha da uygun hale getirildi.
Suriye başta olmak üzere, komşu ülkeler halklarına karşı işbirlikçi çeteler silahlandırılıp bu ülkelerin içlerinde sabotajlara yöneltilerek, ülke insanı savaşın eşiğine getirildi. Kürtlerin ulusal halklarının tanınması istemi oyalamalar ve geçiştirmelerle yok sayılıp, polis, asker, korucu baskısıyla sindirilmeye çalışıldılar. Roboski’de Kürtlerin üzerine bombalar yağdırıp 35 kişiyi katledenler korumaya alınıp, kayıtsızlığı ve cinayetleri protesto eden ailelere üç bin lira ceza kesildi. İzlenen yayılmacı ve savaşçı politika ile Reyhanlı’daki türden katliamlara davetiye çıkarıldı, vb.
Gazete ve televizyonlar iktidar mandası haline getirilip, ne yazıp ne yayınlayacakları hükümet ve özellikle de Başbakan’ın karar ve anlayışına bağlandı. Yazarlar, gazeteciler tutuklattırılıp, kültür eserleri yıkıldı, tiyatrolar kapatılıp sanatcıları aşağılandılar.
Bunlar ve daha da sıralanabilecek çok sayıdaki diğer olgu ve gelişme, bu büyük öfke patlamasını besleyip büyüten ve “kaynama noktası”nda da kapağı fırlatıp sokaklara ve alanlara yönelten etkenlerdir. AKP hükümetinin baskıcı-otoriter yönetimine, bireysel ve toplumsal özgürlüklere sert müdahalelerine öfke duyanlar, ağaçların yeşiline, yaşam alanlarının korunması kaygısı ile sarılarak ayağa kalkmışlardır. İş, ekmek, özgürlük, eşitlik, “adalet”, hak-hukuk, zorbalığı yönetme biçimi edinmişlerin gitmesi gibi taleplerle eylemlerini birleştirmişlerdir. Beşiktaş Çarşı Grubu’ndan mikrofonlara konuşanlar, hareketin doğuşu ve genişlemesindeki ortak noktalardan birini, “yaşam biçimine müdahale” olduğunu belirtiyor, “Hükümetin bu memlekette yaşayan insanın yaşam biçimine karışması. Nasıl çocuk yapacağına, nasıl doğuracağına, nasıl yiyeceğimiz, nasıl içeceğimize müdahalesi, Cumhuriyet’in kurucularına abuk sabuk yakıştırmalar yapması, bütün insanları, üzerilerinde Galatasaray, Fenerbahçe forması olan herkesi bir araya getiren etkendir. Biz yine tribünde Beşiktaş’ız sokakta halkız. Müslüman, Hristiyan, Sünni, Alevi, Ateist de birleşti” şeklinde dile getiriyorlardı.

DİRENİŞİN SOSYAL BİLEŞİMİ-DAYANAKLARI
Haziran 2013 toplumsal direnişi, hükümetin yönetim politikalarına ve yönetme tarzına karşı biriken tepkinin bir akşam üzeri başlayan patlamalı kitlesel itirazın takip eden günler içinde ülkenin hemen her tarafına yayılmasıyla tarihimizin en önemli gelişmelerinden biri haline geldi. Neydi bunun toplumsal dayanağı?
KONDA ve GENAR araştırma-anket kuruluşlarının yaptıkları araştırmaya göre, “Gezi Parkı eylemleri”ne katılan direnişçilerin yaş ortalaması 28; öğrenci olanların oranı yaklaşık % 25 tir.
% 60’a yakını çalışan ve eğitim düzeyi yüksek olanlardan oluşuyor. Ülkeyi yağmalayıp limanlarını, hazine topraklarını, fabrika ve büyük kamu işletmelerini uluslararası sermayeye peşkeş çekenlerin “çapulcu” olarak niteledikleri insanların çoğu eğitimli ve iş-güç sahibi kesimlerden oluşuyor. Eylemcilerin sadece % 10’u ağaçların kesilmemesi ve sökülmemesi için eylemlere katılırken, % 60’ı polis şiddetine tepki, direnişçilere destek, daha fazla demokrasi ve özgürlük talebi için Gezi Parkı direnişine katılmıştır. 6-7 Haziran’da yapılan ankete göre, eylemcilerin yüzde 31’i ağaçlar sökülmeye başladığı günden itibaren parkı terk etmedi. Yüzde 79’u hiçbir derneğe üye değil. Yüzde 44.4’ü bugüne kadar hiç eyleme katılmamış. Yüzde 93.6’sı sade vatandaş olarak geldiğini söylüyor. Eyleme katılanların yüzde 5’i Gezi Parkı’nın bulunduğu Beyoğlu ilçesinden. En yüksek katılım yüzde 13’le Kadıköy, yüzde 11’le Şişli’den. Ankete katılanlar, “İnsan haklarının en zayıf halkası kim?” sorusunu, % 22.5 Azınlıklar/ötekiler; % 17.3 Halk; % 15.9 Muhalifler; % 9.8 İşçiler; % 4.9 LGBT; % 4.3 Kadınlar; % 2.7 Kürtler; % 2.5 Aleviler; % 1.9 Öğrenciler; % 2.3 Yoksullar; % 2 Sol kesim; % 1.9 Gençlik; % 1.6 Atatürkçüler; % 10.4 Diğer şeklinde yanıtlamışlardır. “Neden Gezi Parkı’nda oldukları?” sorusuna yanıtlar ise şöyledir: % 58.1 Özgürlüklerin kısıtlandığını düşündüğü için; % 37.2 AKP politikalarına karşıtlık; % 30.3 Erdoğan’ın açıklamalarına ve tavrına tepki; % 20.4 Ağaçların sökülmesine karşı durma; % 19.5 Devlet düzenine karşı olma. “Herhangi bir derneğe partiye, kulübe üye misiniz?” sorusuna yanıtlar açısından ise, % 79 Hiçbir dernek veya STK üyesi değil; % 21 Parti ya da STK’ye üye şeklinde bir dağılım vardır.
Konda’nın Gezi Parkı’nda 4 bin 411 kişiyle yaptığı araştırmaya göre, direnişlere katılanların yüzde 73’ü, polis şiddetinden sonra eylemlere katılmaya karar vermiştir. Direnişçiler, İstanbul’un her yerinden gelmişlerdir ve kendilerinin ve ailelerinin eğitim düzeyi, toplamdaki genel ortalamaların hayli üzerinde bulunuyor. Onları harekete geçiren ya da katılmaya yönelten ana etken “özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı çıkma” istemleri olmuştur. Ege Üniversitesi’nden Prof. Dr. R. Funda Barbaros, Doç. Dr. Meneviş Uzbay Pirili, Akın Erdoğan ve Özge Erdölek yönetiminde İzmir’de, Taksim eylemlerini destekleyen Gündoğdu’daki direnişçiler arasında yapılan anket çalışmasına göre ise, ankete katılanların yüzde 67’si 19-30 yaş grubunda olup, yüzde 56’sı öğrenci ve öğrencilerin yüzde 40 ‘ı üniversite, yüzde 11’i lise öğrencisidir. Yüzde 84’ü bağlı oldukları bir partinin bulunmadığını, yüzde 15’i bir partiye bağlı olduklarını belirtmişlerdir. Anket araştırmasının sonuçlarına göre, bunların % 24’ü eyleme katılmasının birinci nedeni olarak hükümete ve baskılara karşı olmayı; yüzde 20’si Gezi direnişine destek vermeyi, yüzde 19’u özgürlük için mücadele etme isteğini ve yüzde 16’sı Başbakan’ın baskıcı tavrına karşı çıkmayı göstermiş olup, yüzde 94’ü bu direnişe bir partiye bağlı olmaksızın katıldıklarını ve yüzde 79’u bu protestonun ilk eylemleri olduğunu belirtmişlerdir. Aynı ankete göre, ankete katılanların yüzde 99,2’si polisin şiddetinden, yüzde 98’i iktidarın otoriter tavrına karşı oluştan hareketle eylemlerde yer almışlardır.
Bu anket sonuçlarını da göstergelerden biri sayarak ve bir yaklaşıklık içinde protestocuların hükümetin yürüttüğü iktisadi-sosyal, politik ve kültürel baskı ve uygulamalardan duydukları rahatsızlıkla, yaşamlarına ve yaşam tarzlarına buyurgan ve dayatmacı müdahaleye karşı çok çeşitli toplum kesimlerinden, ama özellikle ezilen ve sömürülen kesimlerden geldikleri söylenebilir. “Doğayı, insan onurunu, yaşamı savunanlar bütün saldırılara karşı tek vücut olup yardımlaşmaya devam ediyor. Yaklaşık 3 haftadır buradayız. Buradaki insanlar ortak yaşam alanlarını savunmakla kalmıyor, aynı zamanda burada yeni bir yaşam biçimi de inşa ediyorlar. Paranın geçmediği, kimsenin aç kalmadığı Gezi Parkı’nda, farklı inanışlara ve yaşam tarzına sahip insanlar birlik ve kardeşlik içerisinde direnişlerini sürdürüyorlar. Direnişin en başından beri Gezi Parkı’nda bulunan Müslümanlar olarak bizler hiçbir şekilde bir saldırıya, tacize uğramadık. Eğer Gezi Parkı dışında ya da içinde münferit de olsa, provokasyon da olsa, başörtülü kadınlara yapılmış bir saldırı var ise, Gezi Parkı ruhuna düşen bu saldırılara karşı başörtülü kadınların yanında olmaktır.”  diye açıklayan “Müslüman kimlikli”ler de, spor kulübü taraftarları da bu tutum içinde olmuşlardır.

DİRENİŞİN AÇIĞA ÇIKARDIĞI GÜÇ VE İŞARET ETTİĞİ OLANAKLAR
Türkiye’nin ezilenleri ve gençliğinin küçümsenemez bir bölümünün zulme isyanı ve 21 gün boyunca hemen tüm kentlerde, ama özellikle Taksim’de yeni bir hayatın “hazırlığı” ve dinamiği; ürünleri ve yaratılmasının zengin biçim ve kültürünü örnekleyen halk inisiyatifi, burjuvazi ve yönetimini, halkın bağrından yıkıcı bir gücün çıkma olasılığı ve bunun yaratacağı “tehlike” ile yüz yüze getirdi.
“Otoritarizme” ve baskıyla yaşamlarına müdahaleye itiraz edip alanlara çıkanların, direniş Taksim’den İstanbul’un emekçi semtlerine doğru ve Türkiye’nin büyük bir kesimine doğru yayılmaya başladıkça, sosyal dayanağının genişlemesine bağlı olarak, talepleri de giderek çeşitlenip kapsamı genişledi. Özgürlük, demokrasi, örgütlenme hakkı, barış isteyenler milyonların gücünü ve mücadele edilebileceğini gösterdiler. Eylem içinde örgütlendiler, siyaset yapılmasının hem yolunu açtılar, hem yeni katılımlarla siyasetin gücünü halk yararına arttırdılar. Birlikte hareketin gücü ve olanaklarını eylem içinde örgütlenerek, kolektif üreticilikle, kültürel, politik ve pratik girişkenlikle yeniden kanıtladılar. Meydanlar bir süreliğine de olsa halkın oldu! Diktatörlük güçlerinin geriletilebilir oldukları görülüp gösterildi. Toplumun çok çeşitli kesimlerinden genç-yaşlı kadın ve erkekler günler boyu ve tüm saldırıları göğüsleyerek taleplerini savundular. Doktorlar, sağlık emekçileri, eğitimciler, avukatlar, tıp öğrencileri başta olmak üzere, üniversiteliler ve liseliler, semt gençliği ve orta sınıftan insanlar, iktidarın saldırı ve tehditlerine boyun eğmeden mücadele saflarında oldular. Çağlayan Adliyesi’nde avukatlara yönelik saldırı üzerine, binlerce avukat, ülkenin belli başlı kentlerinde kitlesel protestolar gerçekleştirdiler. Doktorlar, polis vahşetine rağmen çeşitli yerlerde kurdukları revirlerde yaralıları tedavi ettiler. Bütün bunlar, birleşik halk eyleminin kitlesel direniş ‘ruhu’nu yansıtıyordu. Direniş içinde çeşitli yeni yöntemler geliştirildi. “Duran insan” manzaralarıyla iktidar ve sermaye düzeninin yasaları boşa çıkarıldı. KESK, TTB, DİSK, TMMOB gibi kitle örgütleri bir günlük (17 Haziran) genel iş bırakma ile direnişi destekleme eylemi yaptılar. Hacettepe Üniversitesi’nin 346 öğretim üyesi, “Türkiye hükümetinin kendi vatandaşlarını şiddet yoluyla bastırmasını, alenen gayrimeşru olan göz yaşartıcı gaz kullanımını, şiddet edimlerini; biber gazı silahları ve sis bombalarıyla binlerce insanın yaralanmasına yol açmasını, toplantı ve gösteri yapma hakkı gibi en temel özgürlüklerini kullanmak isteyenlerin hayatlarını düpedüz tehlikeye atmasını kınıyoruz” sözleriyle başlayan bir deklarasyonla hükümeti protesto ettiler. Profesör, doçent ve doktorlar, “Türkiye hükümetinin bizzat kendi halkına saldırması, demokrasinin ilkelerine yönelik bir saldırı ve meşru yönetim yolundan kopuştur – bu tür gözdağı verme, sindirme taktiklerine ve devlet şiddetine kesinlikle karşıyız. Demokrasinin ilkeleri adına, Türkiye hükümetini şiddet içeren eylemleri derhal bırakmaya çağırıyoruz. Kamusal alanların özelleştirilmesine, hiçbir meşruiyeti olmayan bu devlet şiddetiyle iyice ayyuka çıkan otoriter yönetim anlayışına ve halkın gösteri hakkının böylesine kısıtlanmasına itiraz eden bu halk direnişinin amaçlarını destekliyoruz” diye, devamla, hükümeti şiddet ve saldırıları durdurmaya çağırdılar.
Beşiktaş taraftar grubu Çarşı flaması altında eylemlere katılanlar, polis vahşetine karşı direnenlere destek verdi ve TOMA’lara, ele geçirdikleri iş makinalarıyla meydan okudular. Kendi mahallelerinde ve Taksim Meydanı’nda dayanışma eylemleri gerçekleştirdiler. Hükümetin Gezi Parkı’nı temsilen çağırdığı toplantılara katılmayı reddettiler. Polisin “Şafak Operasyonu” adıyla başlattığı saldırı Çarşı’yı harekete geçiren nedenlerin başında yer almıştı. “Çarşı’nın ‘çarşı sokakları’ndan doğduğu”nu belirten grup üyeleri, “Orada haksızlığa uğrayan insanları gördük o yüzden gittik. Çadırlar yakıldı yakıldı acımasızcaydı”; “halka yakışanı savunmak” için harekete geçtiklerini belirtiyorlardı.
Direnişle birbikte, “Koşullar uygun değil, yaprak kımıldamıyor!” vaazı ile geride duruş tutumuna küçümsenemez bir darbe vuruldu. Halk kitleleri, herhangi hak kazanımının ancak mücadele ile sağlanabileceğini somut olarak bir kez daha gördüler. Direniş birleştirici, geliştirici, değiştirici, örgütleyici ve daha ileri mücadelelere “ikna edici” işlev gördü.

KARŞI ATAK; YOĞUN SALDIRI EŞLİĞİNDE KARA PROPAGANDA; PARÇALAMA VE ETKİSİZLEŞTİRME TAKTİĞİ
Gaddarca saldırılar ile direnişin emekçi hareketi için geliştirici özellikteki tüm bu etkileri yok edilmek/unutturulmak istendi. Vahşi saldırıların ve halkın farklı kesimlerini birbirine kırdırma taktiklerinin nedeni halkın yüz binler ve milyonlarla mücadeleye yönelmiş olmasıydı.
AKP Hükümeti, iktidarlarına karşı üç hafta boyunca ülkenin 77 kenti ve yüzlerce yerleşim alanında süren, yaşam hakkı ve insan olmanın gerekli kıldığı özgürlükler için isyan hareketini “dış kışkırtma ürünü” ve “faiz lobisi destekli” yapay ve “hainane” bir hareket olarak göstermeye girişti. Tüm sömürücü ve sömürgeci yönetimlerin; Ortaçağ tiranları ve sonrasının modern cellatlarının baş vurdukları bir yöntemi yineleyerek, politikalarına itiraz edenleri aşağılama, yok sayma, hak sahibi olamaz gösterme propagandası eşliğinde polis şiddetini yoğunlaştırdı. Başbakan, yönettiği ülkenin halkını iç savaşa sürükleme taktiğiyle politikalarına direnenlerin eylemini etkisizleştirme yolunu seçti. Polisi kan dökücülüğe sürükleyerek, halka karşı vahşeti sahiplenip kutladı. Milyonların büyük direnişini “yabancı güçlerin ve onların ajanlarının işi“ gösterdi. Halkın hakları için itiraz eden ve direnen kesimlerine karşı nefret dolu olarak, halk iradesinin sokaklarda ve meydanlarda ilan edilmesine saygı duymadığını, sermaye ve emperyalizmin hakimiyeti için gözü kara bir çizgide ısrarlı olduğunu gösterdi. Yandaşlarını ve ranttan beslenen politik yardakçılarını, “Öyle bir haykıracaksınız ki, sesiniz tüm Türkiye’den duyulacak. Ofislerinde bilgisayarlarının başında tir tir titreyecekler” sözleriyle “gaza getiren” başbakan, 3. Köprü’ye, Alevi katliamıyla tarihin kara sayfalarına adı yazılan Yavuz Sultan Selim’i kendi şahsında güncellemeye yöneldi. “Camiyi üç gün boyunca işgal ederek içki içtiler” diye tahrik ederek, Sünni dindar kitleyi yeni saldırılara kışkırtmaktan; dindar kitlelerin inançlarıyla oynayarak, Cami’nin Sünni İslam için hasassiyetini yağma politikalarına malzeme olarak kullandı. Cami provokasyonları ile Maraş’ta, Çorum’da, Sıvas’ta katliamların gerçekleştirildiği bir ülkede, Cami üzerine yalanlarla kitlelerin bir kesimi diğer kesimlerine karşı kışkırtarak, iç savaş kışkırtıcılığı yaptı. Ülkesinin halkını birbirine kırdırma taktiklerine baş vurmaktan kaçınmayan bir gerici kapitalist yönetimin, iktidarının uygulamalarına itiraz edenlere karşı zehirli maddeleri ve baştan ayağa şiddete kesmiş bir vahşet aygıtını değil sadece, beyinleri ve yürekleri esir alan bir zehirli-uyuşturucu ideolojiyi de silah edindiği yeniden görüldü. “Bu millet gece tencere tava çalan bir millet değil” çığırtkanlığı ile “tencere tava çalan”ı düşman ilan etmekten geri durmadı. Anlayışına göre, “muhalefet partileri”, “sivil toplum örgütleri”, meslek örgütleri, işçiler ve sendikaları, profesörler, avukatlar, doktorlar ve hatta, bombardımandan kaçanların sığındıkları bazı otel sahipleri, esnaf ve hastane yönetimleri, hepsi “millet dışı” ve “gizli örgütler”in ardına takılan “düşman safında” idiler!
T. Erdoğan, yurttaşları –ölenleri dahi– mezhep ve dini inançları üzerinden ayrıma tabi tuttu. Başında bulunduğu hükümetinin politikalarını protesto eden kitlelere karşı mitingler düzenleyip kürsülerden halka kin kustu. Onun emirleri üzerine polis vahşeti sınır tanımaz hale geldi. Evlere, hastanelere, revirlere gaz bombası atıldı.
“Saddam’ın kimyasal Ali’si vardı, Recep’in de kimyasal Avni’si var” oldu! Başbakan ve emireri olarak hizmetinde tuttuğu yerel ve merkezi idare bürokratlarının söz birliği içinde ve onun sözlerini yineleyerek, milyonlarca insanın 77 kent merkezinde ve yüzlerce yerleşim alanında sürdürdüğü bir halk eylemini “İllegal örgütlerce sürdürülmek istenen kanunsuz eylemler” olarak göstermeye çalışmaları, halka karşı ideolojik-psikolojik ve siyasal savaş politikasının bir diğer göstereni idi.  AKP’nin başbakanı, halkın milyonlarla ifade edilen kesimlerine karşı ilan edip sürdürdüğü savaşın psikolojik-ideolojik ve kültürel cephesinin en önemli argümanlarından birini, ülkemiz tarihinin en uzun süreli ve büyük halk direnişini “dış güçlerin”; “ABD, AB ve İsrail lobilerinin planladığı bir projenin ürünü”(!) göstermek ile oluşturmuştu. Sadece yaşam alanlarının korunması ve doğanın tahrip edilmesi politika ve uygulamalarına karşı değil, sosyal, iktisadi ve siyasal; özellikle de siyasal hak ve özgürlük talepleri ile ve giderek zalimane yöntemlerle takviye edilen baskı sistemine karşı alanlara çıkan yüz binlerin ve milyonların eylemine karşı, sermayenin ve fanatik bir gerici zümrenin çıkarları adına ve gerçeklerin üzerini örtmek için böylesi bir yalanın üretilmiş olması, bir başbakan ve yönetimindeki kapitalist ve din istismarcısı erkler grubunun halka karşı nefretinin büyüklüğüne değil sadece, çıkarları ve iktidarı için baş vurmayacakları kötülük olmayacağına da delalet ediyordu.
Erdoğan’ın “İhanet şebekesini tanıtacağız”, “tek tek bulup hesap soracağız” sözlerini manşete çıkaran ve “Yahudi komplosu”na bel bağlayan iktidar ve yandaşı basın-yayın organları, resmi ve sivil polis birliklerinin sürdürdükleri vahşeti sahiplenerek, daha fazla yoğunlaştırılmasını kışkırttılar. Karunlaşan yönetim aygıtı ve parti hanedanlığı ile yoksul ve yoksun on milyonların giderek berbat hale gelen yaşam düzeyi arasındaki zıtlık, “mazlumun hakkı” söylemiyle desteği alınanların saflarında da kuşkunun büyümesini “kışkırtmış olduğu” için, AKP ve hükümeti ile “yandaş basın” ve “yalaka kalemler”i, bu iktidarın ardındaki uluslararası ve iç sermaye gücünü gizleyerek, halk direnişine karşı kara propagandayı bir kampanyaya dönüştürdüler. “Washington-İsrail” senaryoları bu ihtiyacın ürünü olarak yazıldı. Yeni Şafak gazetesi, imzasız haberinde, “Yabancı medya, finans ve akademik çevrelerin ‘Beyrut, İstanbul ve Washington’ hattında oluşturduğu ‘kirli ittifak’”tan söz ediyor; “İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanındaki eylemleri fanatik üslupla dünyaya duyuran Jadaliyya”nın, “Washington’daki Georgetown Üniversitesi’ne bağlı Arap Araştırmaları Enstitüsü’ne (ASI) bağlı bir medya kuruluşu” olduğunu belirterek, onun “Gezi Parkı eylemleriyle ilgili verdiği ilk haberlerde bile ‘Türk devrimi’ ile ‘Türk Baharı’ ifadelerini kullanan ve Erdoğan’a karşı eylemcilerin dahi ağza almadığı en çirkin sıfatları bol bol sıralaya”rak, komployu örgütlediğini ileri sürüyordu.
Kapitalist çıkarlar dünyasında, rekabet ve pazar kavgalarının kaynaklık ettiği sermaye içi, ve kapitalist-emperyalist devletlerin birbirlerine karşı savaş biçimleri içinde hükümetlerin düşürülmesi ve halkın muhalefetinin bu amaçlı olarak istismar edilmesinin örnekleri az olmamıştır. Son zamanların bilinen en çarpıcı örnekleri Venezüella’da Hugo Chavez yönetimine karşı ABD destekli iç gerici sermaye çevrelerinin bir biri ardına gerçekleştirilen darbe girişimleri ve “halk oyuna dayalı” kalkışmaları da içeren eylemleridir. Bunlar, Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçi tekelci gericiliğe karşı halkın büyük desteğiyle yenilgiye uğratılmışlardır. Bu türden “komplo” ve girişimlerin yalnızca “ulusalcı politikalar uygulayan” ve emperyalistler ile araya sınır koyan demokrat, reformcu ya da ilerici yönetici ve yönetimlere karşı yapılmadığı da bir gerçektir. Uluslararası alandaki emperyalist çıkar dalaşında, kendi uşaklığını sürdüren işbirlikçi yönetimlerin çeşitli nedenlerle bu politikaların uygulanmasına şu ya da bu ölçüde zorluk çıkarmaları durumunda da benzer tutumlar alınagelmiştir. En bilinen örnek, Saddam Irak’ıdır. İran ‘devrimi’ne karşı savaşında desteklenmiş, belirli itirazları nedeniyle, “halkına yaptığı baskı” değil, “elindeki kitle imha silahları tehdidi” bahane edilerek ülkesi işgal edilip yönetimine son verilmiş, ülke tahrip edilip iktisadi ve kültürel olarak onlarca yıl geriye götürülmüştür. Genel sekreterliği döneminde ABD politikalarına belirli bir mesafede duran ve haşhaş yasağına karşı politikalar geliştiren Bülent Ecevit, hükümeti döneminde, kampanyalar eşliğinde düşürülmüştür. ABD ve AB üyesi büyük güçler, önceleri Polonya, Macaristan, Romanya gibi ülkelerde, sonraları Ukrayna, Gürcistan’da, bu ülkeleri Rusya’nın etki alanından çıkarıp işbirlikçileri eliyle kendi cephelerine yedekleme operasyonlarıyla “Turuncu-Pembe vb.” adlı “devrim”(!)ler ile iç kargaşa körükleyicisi olmuşlar, milyon dolarları çeşitli vakıflar eliyle ve doğrudan CIA kontrölünde seferber etmişlerdir. Peki R. Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP hükümeti, onun kürsülerden göğüs kafesini patlatacak ses tonuyla bağırıp ileri sürdüğü üzere emperyalistlerin “yıkım projesi”ne mi alınmıştır? Henüz böylesi bir durumdan söz edilemeyeceği açık olmalıdır.
Yaymaya ve halka karşı uysallaştırma silahı olarak kullanmaya çalıştıkları söyleme göre; “Washington’daki en etkin İsrail kuruluşu American Enterprise Institute’nin, ABD’li ‘NeoCon’larla Şubat ayında olası bir ‘İstanbul İsyanı’nı masaya yatırdığı ortaya çıktı. 6 Türk’ün de yer aldığı simülasyonda Taksim Meydanı’nı Tahrirleştirme senaryoları tartışıl”mış; “Yahudi lobisi AIPAC’in desteğiyle faaliyetlerini sürdüren Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’nde (American Enterprise Institute, AEI) geçtiğimiz şubat ayında yapılan toplantıda ‘apolitik Türk gençliğini sokağa indirerek canlı tutmak’ için ‘İstanbul İsyanı’ senaryosu masaya yatırıl”mıştır(!) “Hudson Enstitüsü’ne de (Hudson Institute) danışmanlık yapan Amerikan yeni-muhafazakar lobisinin simge isimleri, şubat ayındaki oturumda Ortadoğu bölgesi politikalarını Türkiye ile Mısır ekseninde” ele almış, “oturumda adeta bugünlerde İstanbul’da meydana gelen olayların simülasyonu yapıl”mış; “masanın etrafındaki isimlerden biri, Taksim Meydanı’nı Tahrir’e çevirerek dünya kamuoyuna ‘Türk Baharı’ izleniminin verilebileceğini” belirterek senaryoyu özetlemiş; “Amerika’daki İsrail lobisinin ev sahipliğinde yapılan toplantıda ‘İstanbul İsyanı’nın nasıl çıkarılabileceği tartışılırken, … ‘Türk gençliği apolitik bir gençliktir. Hayatta hiçbir protestoya katılmamış olan gençler meydanlara inerse zaman içinde mecburen politikleşir. Sokaklar canlı tutulmalı” diye “komplo planı”nı özetlemiş; “İsrail lobisinin ‘entellektüel’ kuruluşları, özellikle Mavi Marmara baskınının ardından sözkonusu kırkırtıcı senaryolara hız ver”mişler ve “Amerikan derin devletinin temel unsurlarının içinde yer alan NSA, CIA, DIA, Pentagon ve FBI gibi kurumları, başta Suriye konusu olmak üzere, İsrail lehine yönlendirmeye” girişerek, “Muhtemel bir ‘İstanbul İsyanı’nın ele alındığı toplantıya katılan” ve “İsrail güdümündeki düşünce kuruluşlarına danışmanlık yaparak, katıldıkları her oturum için 40 ila 80 bin dolar arasında ücret” alan NeoConlar’la ile birlikte, “Los Angeles ve San Francisco gibi, Ermeni nüfusun yoğun olduğu California eyaletinde lobi çalışmaları” yürütenlerle güçbirliği içinde ve “1915’teki sürgün kararının 100. Yıldönümü”nde “Ermeni lobisi Yahudi lobileri” işbirliği ile, “hükümeti yıkma komplosu” kurmuş ve “İstanbul İsyanı” planını yürürlüğe koymuşlardır(!)
Bu spekülatif kurgu(lar) masabaşı dezenformasyon ürünü olup hiçbir inandırıcılığı ve dayanağı bulunmamaktadır. Başbakan, bakanları, valileri, emniyet şefleri, istihbaratçıları, tekelleri altındaki basın şirketleri el ve söz birliği ile, kitleleri “Komplo’ya inanma”ya ikna için durmaksızın “malzeme imalatı”na giriştiler. “Faiz lobisi”, “Yahudi komplosu”senaryoları yazarak, “ERASMUS” programı kapsamında başka ülkelerden gelip Türkiye’de Üniversitelere belirli bir süre devam eden 3-4 gencin de direniş bölgelerinde olmasını “yabancı ajan yakaladık!” utanmazlığıyla yaygınlaştırıp, düşman olarak ilan ettikleri yüz binleri-milyonları, partilerini destekleyen kitlelerin diğer kesimleriyle kokutmaya çalıştılar. Örtüsüz şekilde iç savaş kışkırtıcılığı yaptılar.
Gece gündüz Amerikan-Türk büyük dostluğu ve “stratejik ittifakı” üzerine nutuk atanların; ülkemizin topraklarını Amerikan ve NATO üsleriyle dolduranların (ki baş efendileri ABD’dir), Kürecik’e, komşu halklara ve ülkelere karşı Amerikan füze rampaları yerleştirilmesine aracılık edenlerin, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını uluslararası sermayeye ve emperyalist büyük devletlere peşkeş çekenlerin, bu hizmetlerine rağmen hedefe konmaları için, en azından dünya ve bölgede güç ilişkilerinde ciddi ve farklı degişiklikler gerekir ki, henüz mevcut ittifaklar ve rekabet içindeki güçlerin ilişkilerinde böylesi esaslı bir değişimden söz etmek mümkün değildir.
Recep T. Erdoğan’ın en militan temsilcisi olduğu İslamist-Türkçü ideoloji ve politikanın ve Türk devletinin, Osmanlı yayılmacılığı özentili bir yönetim altında bölgede “tarihe yön verme” iddiasıyla kılıç şakırdatma hevesinin emperyalist Batılı efendilerde belirli rahatsızlıklar yaratmasından elbette söz edilmelidir. Ancak bu rahatsızlığın, hizmetleriyle karşılaştırıldığında baskın olanın “çöpe süpürmeyin, yararlanın kullanın” yönündeki salık verme olduğunu gösterir binlerce delil bulunuyor. G. Walter Bush ve ardından da B. Obama ile “residans buluşmaları”yla övünen ve kolkola-el ele resimleriyle prim yapmaya çalışan bir yönetim ve onun başındaki yeni “sultan”ın, artık “yedi değil yetmiş yedi düvel”e meydan okurken, en fazla güvendği gücün Pentagon, Beyaz Saray, CIA, NATO ve Brüksel isimleriyle anılan yerlerde konumlanmış olduğundan ancak siyasal avanaklar kuşku duyabilirler. Türkiye’yi “bölgenin büyük, lider ve model ülkesi” ilan edenler ABD’nin yöneticileridir ve onların “güvenilir adamlar” listesinin başına yazdıkları isimler bugünün Türkiye yönetiminin başını çekenlerdir. Müslümanı Hıristiyan’a ve Türk’ü tüm diğer halklara karşı kışkırtarak oy, rant ve çıkar avcılığı yapanları da yine en iyi anlayanlar o büyük efendiler olmuşlardır. “İç siyaset gereği” deyip “belirli ölçüde anlayışla” karşılayıp, ama “rahatsızlık duyulacak söylem” olarak da nitelerlerken, verdikleri işbirliği ayarıdır. Günümüz koşullarında, henüz AKP’nin gerçekleştirdiği ve başardığı ölçüde bir hizmet ve işbirliğini yapacak ve halkın önemlice bir kesimini dini ve milli duygu istismarıyla yedekte tutacak bir “alternatif parti”yi de sermaye cephesinin ön sıralarına sürecek durumda olmadıklarından, hala AKP ve Erdoğan demektedirler. Bunu, konuşma kürsülerini halka karşı savaş söylemiyle “titreten” yeni sultan başbuğ özentili adam da pekala biliyor olmalı. Ama, bir “yalan fabrikası” da üretimdedir. Bu kampanyayı yürütenler, direnişin ülkenin hemen tüm bölgelerindeki büyümesinden duydukları korku nedeniyle ve küçümsemek üzere “marjinal”-“çapulcu” söylemine sarıldılar ve halka karşı tam bir psikolojik savaş taktiği uyguladılar. Başbakan, İçişleri Bakanı ve il valileri bu saldırı ve kuşatmanın ön cephesindeki silahşörler oldular.
AKP “kurmayları” ile basındaki sözcülerinin “faiz lobisi”nin “komplosu” üzerine dayanaktan yoksun ve asparagas yaygaraları aynı şekilde spekülasyondan öteye geçmeyecek türdendir. Erdoğan’ın “faiz lobisi” vb. söylem ile bazı sermaye gruplarını saldırı hedefine koymasına TÜSİAD Başkanı Muammer Yılmaz’ın “Hedef alınırsak yazık olur. Birbirimizden ayrışırsak yazık olur” şeklinde yanıt vermesi, hükümet-büyük sermaye işbirliği ve çıkar ortaklığının sermaye sözcüleri tarafından ve hassasiyetler gözetilerek yapılmış bir itirafı ve “ortak çıkarlara dikkat” çağrısı olmuştur. Bu çıkar ortaklığı ve sömürü sisteminin savunulması ihtiyacı üzerinden Yılmaz, hükümete desteklerinin altını çizecek bir tutum ile, “Biz bütün bu olaylara, Türkiye’de toplumun demokratik katılım kanallarından ülkesini, şehrinin meselelerine sahip çıkmanın ötesinde bir yere gitmesine sıcak bakmıyoruz. Yani yakıp, yıkmak, kırmak, dökmek. Arınmaya çalıştığımız şiddet ve terör geri gelmemeli. Bunları tabiki kınıyoruz benimsemiyoruz. Tabi toplumun katılımcı iradesine de engel olmamalı. Ekonominin, refahın, geleceğin güvencesi bu olacak” şeklinde yaklaşımlarını açıklıyor.
Türklüğe ve İslamcılığa oynayan politika madrabazlarının yüz yıllık “Ermeni fobisi”ne oynamalarındaki paslı-kirli amaç az-çok bilinir. Ama, boynuna “üstün cesaret madalyası” asan Yahudi Lobisi’ni düşman gösterip, Türkiye’deki büyük halk hareketi ve isyanını o lobiye “yazacak” kadar halk karşıtlığındaki kararlılık ve halka karşı kini anlamak, sınıf mücadelesinin keskin yasalarına ve gerçeğine rağmen yine de kolay değildir. Burjuvazinin –ve onun çanağından yiyen rant çetelerinin– çıkarları için satmayacağı hiçbir değerin olmadığı bir kez daha kanıtlanmıştır. İzledikleri ve uyguladıkları politikalarına karşı gelişen halk öfkesi ve başkaldırısını, bizzat kendilerinin eteğinde büyüdükleri ve tutunmaya devam ettikleri güçlerin “aleti” gösterecek kadar şirazeden çıkanların spor kulüplerinden “kuş sevenler derneği”ne, hemşehri kuruluşlarından işçi ve kamu emekçilerine, işsizlerden eğitimli yüksek okul ve liseli gençlere, orta sınıf mensubu genç-yaşlı kadın ve erkeklerden küçük çocuklara çok geniş katmanlı ve katılımlı bir direnişi “düşman” ilan etmeleri, bulundukları kampı ve yeri gösterme gibi yararlı bir işlev de görmüş bulunuyor. İktidar burçlarında “zafer naraları atanlar”, dokuz yaşındaki kız çocuğunun “üç yaşımdan beri eylemlere katılıyorum, böylesini görmedim, herkes bir arada, herkes birlikte çalışıyor ve ürünlerini paylaşıyor” deyişinden de, 12 yaşındaki bir erkek çocuğunun “işte ben buna gerçek halk eylemi derim” sözlerinden de, polis vahşetine direnişin sembolik gösterenleri arasına yerleşen “kırmızı elbilesi kadın” motivinden de, on binin üzerinde yaralı, 5 ölü, binlerce zindana tıkılan insana; bütün dünyada birkaç yılda bile tüketilemeyecek oranda zehirli gaz bombardımanı altında yaratılan kolektivizmi ve “eyledikçe” politikleşen ‘apolitik gençlik’i de “anlamaz” görünüyor olmalarına rağmen, büyüyen tehlikeyi çok iyi gördükleri ve bundan gerçek anlamda korktukları, gelişmelerin ortaya koyduğu sonuçlar arasındadır.

DİRENİŞİN SİYASAL-TOPLUMSAL ETKİLERİ VE ORTAYA KOYDUĞU-ÇIKARILABİLİR BAZI SONUÇLARI
2013 Haziran büyük direnişi, yönetenler ve yönetilenler; sömürenler ve sömürülenler ve onların örgütleri-partileri-güçleri için-kuşkusuz farklı ve fakat önemli sonuçlara işaret eden özelliklere sahiptir. Bu özellikler ve sonuçlarının başlıca iktidar ve partisi ile temsil ettiği sermaye ve devleti açısından ve işçi sınıfı, emekçiler ile onların çıkarlarının savunusu için mücadele eden örgüt, parti ve güçler açısından farklılılklar göstermesi kaçınılamazdır. Burada direnişin gösterdiklerini bu iki başlık altında ele alacağız.
Üç haftayı geride bırakan büyük halk direnişi, sınıfların ilişkileri ve mücadelesi, devrimin koşulları, etken ve güçleri üzerine belirli bir pratik siyasal deneyime ve ideolojik tutarlığa sahip olan herhangi biri tarafından bir “devrim durumu” ve girişimi olarak alınamaz.  Buna rağmen, devlet-hükümet güçlerinin bu direnişe karşı tam bir sınıf kini ve şiddet politikasıyla hareket etmelerinde, yine de bu büyük direnişin tüm toplumsal ‘gidişat’ üzerindeki etkilerini görmeleri rol oynamıştır. Erdoğan başta olmak üzere şiddet politikası savunucularının etkin rol oynadığı ve polis vahşetiyle sona erdirmeye çalıştıkları direniş, tüm sınıfların ve kurumları-örgütlerinin saflarında değişen düzeyde, ama şu ya da bu ölçekli bir sarsıntı yaratmış ve değişim ihtiyacı açısından uyarıcı işlev görmüştür. Devlet şiddetinin nedeni de burada yatmaktadır. Halkın kendi talepleri için kararlıca yürüttüğü ve iktidarın yaşamlarına müdahalesine karşı çıktığı bu direniş içinde bir araya gelenlerin iş ve eylem birliği ile örmeye çalıştıkları karşı savunma, birlikte “çare üretme”, günlük eylemi örgütleme, düzenin sahiplerine “alternatif güç oluşumu” korkusunu saldı. Yoğun saldırı ve yalanın baş silahı olduğu dezenformasyon politikasına rağmen protestonun hem yayılması hem de her bir yerdeki katılım yönünden güç kazanması önlenemeyince bu korku daha da arttı. Devlet-hükümet yöneticileri, direnişin büyüklüğü karşısındaki öfke ile “marjinal gruplar” söylemine baş vurdular ve direnenleri bölüp direnişi güçten düşürme taktiğine yöneldiler. Buna şiddet eşlik etti.
Direnişin sonuçlarının onu doğuran, koşullayan etkenlerden, giderek genelleşen nedenlerinden, katılan direnişçilerin taleplerinden bağımsız olarak düşünülemeyeceği açık olmalıdır. Halkın çok çeşitli kesimlerinin, her bir kesimin kendine yönelik baskı ve saldırılardan hareketle, ama tümü açısından geçerli olmak üzere yaşam tarzlarına ve yaşam olanaklarına –olanaksızlaştırıcı politikalar izlenerek– müdaheleye karşı olmak temelinde ve birlikte gerçekleştirdikleri Haziran 2013 Direnişi, müslüman ile ateisti, devrimci ile “spor kulübü taraftarı”nı; cinsel ayrımcılık ve baskıdan acı çekenler ile sosyal-iktisadi yoksunluk içindeki insanları bir araya getirmiş ve bu özelliği ile iktidar güçlerini korku ve endişeye sevketmiştir. “Antikapitalist Müslümanlar” ile, Beşiktaş Çarşı Grubu’nun direnişe katılması,  bu bakımdan sermaye hükümeti için de özel bir önem göstermiştir.

A-) Sermaye cephesi işleri eski tarz yönetemez; çelişkiler daha görünür oldu, saflar yeniden şekillenecek
Bu büyük direnişten sonra, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkilerinin eski tarz sürdürülmesi daha da zorlaşmıştır. T. Erdoğan’ın başında bulunduğu despotik antidemokratik rejim ve politik yönetim tarzı, artık sermayenin genel çıkarları açısından da güvenilir “kask” işlevini eskisi gibi göremez. En önemli göstereninden ilki halkın giderek büyüyen ve genişleyen kesimlerinin iktidar politikalarına itirazı; ikincisi ise siyasal vahşet ve yalanın önemli unsurunu oluşturduğu ideolojik savaşın çürümüş-inandırıcılığı tahrip olmuş malzemelerle yürütülmeye çalışılıyor olması; ve bir diğeri, etrafında toplanan liberallerin araya mesafe koyarak koltuk değneklerini çekmeye başlamış olmalarıdır.
Bundan böyle, işbaşında olan ya da devleti-hükümeti yönetecek olanlar, tüm bağırıp çağırmalarına ve şiddet araçlarını halkın üzerine sürmelerine rağmen halk kitlelerine karşı politikalarında “daha dikkatli olma” zorunluluğu duyacak, işlerin karışabileceği endişesi onlara eşlik edecektir. Daha şimdiden “herkesin çıkaracağı dersler vardır” demeye başlamışlardır. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeynep Gambetti, “Taksim Gezi Parkı Direnişi”nin 19. Gününde Evrensel Gazetesi’nden Serpil İlgün ile röportajında, Erdoğan’ın “yenileceğini anladıkça sertleşen, zorbalaşan bir lider” olduğuna dikkat çekip, “Halkını bastıran, tehdit ve şantajla iş gören, sansür kurumunu alenen işleten, hem başbakan, hem İstanbul belediye başkanı, hem vali şapkalarını taşımaya kalkan liderler yalnızlaşır ve devrilme kâbusu görmeye başlarlar” şeklinde bir zorba lider profiline işaret ederken, ülkenin idaresinde belirleyici söz sahibi bir “egemen”in durumunu, Haziran 2013 halk direnişi ile bağlamı içinde açıklamaktaydı.  Bu direnişin AKP içindeki gerginlikleri artırma potansiyeline işaretle Gambetti, “Gezi, bu iktidarın 2015, 2071 gibi aşırı güç ve hegemonya arzularına ket çekti” diye belirterek, büyük direnişin yönetenlerin politikalarına etkisine işaret ederken, sorunun “bam teli”ne de dokunmuş oluyordu. Bu direnişin  “AKP’nin içinde de” çelişkileri şiddetlendirme yönünde etkide bulunacağından kuşku duymamak gerekir. Çıkar grupları arası dengelerin ve ‘Parti-Cemaat ilişkileri’nin sarsıntı geçirmesinin koşulları daha da olgunlaşacaktır. Halihazırdaki “alternatifsizliği”ne rağmen, AKP ve hükümetinin “suyu”nun içeride ve uluslararası alanda “ısınmaya başladığı” bugünden söylenebilir. Erdoğan’ın “milletimiz” tanımının dışına atarak saldırının hedefine koyduğu kesimlerin artışı ile ateşe odun sürme arasındak ilişkide, ısı giderek yükselmektedir!

A-ı) İktidarın liberal destek “cephesi” zayıfladı ve mesafe genişledi
Erdoğan ve hükümetinin baskılarının, “demokratikleşme” üzerine söylemin kofluğunu göstermesi; cami istismarı üzerinden halk birbirine karşı kışkırtılıp kent meydanlarına ve en “gösterişli” bölgelerine yeni cami yapımı, içki yasağı, dini ideolojinin ve eğitimin toplum yaşamına daha etkili tarzda sokulmasına yönelik yasal yaptırım ve uygulamaların birbirini izlemesi, kadın ve çocukların bugünü ve geleceği üzerine totaliter baskı ve anlayışların güç kazanması vb. gelişmeler ile birlikte, büyük halk direnişine katılanlara yönelik amansız saldırılar ve taleplerinin reddindeki inatçı ve intikamcı ısrar, hükümete ve başındaki Erdoğan’a liberal desteğin zayıflamasına yol açtı. Başından bu yana hükümet politikalarında “demokrasi” keşfinde bulunan sağ-sol liberal yazar, sosyolog ve iktisatçılar; liberal-muhafazakar desteğin en çok öne çıkan kalemleri, desteklerini neden “sürdüremeyeceklerini” gerekçelendirmeye koyuldular.
Bunlardan biri olan C. Çandar, “En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Tayyip Erdoğan kaybetti!” diye yazarak şöyle devam ediyor: “Üstelik, ‘Gezi Parkı Fatihi’ unvanını kazandıktan ve İstanbul surları dışında Kazlıçeşme’de binlerce kişiyi toplayıp ‘zaferini taçlandırdığı’, yani kendisini en güçlüymüş gibi gördüğü ve gösterdiği anda kaybetti. … Tayyip Erdoğan, .. özellikle 16 Haziran gecesinden 17 Haziran gecesine dek İstanbul başta, ülke çapında estirilen ‘polis terörü’ havası, ‘Divan Oteli’nin içine biber gazı atılması’, ‘doktorların ellerinin arkadan kelepçelenmesi’, ‘İstiklal Caddesi’nde çırılçıplak soyunan birisinin polis saldırısına bağrını açması’, ‘polisin tazyikli suyuna karşı koyan kırmızı elbiseli kadın’ görüntüleriyle ne yazık ki çok daha fazla hatırlanacak artık. ‘Askeri vesayet rejimi’ne karşı Türkiye’nin demokratikleşme hamlelerini bir milim ileri götürecek her adımına destek olduk. Türkiye’nin AB yoluna koyulmasına –demokratikleşmenin konsolidasyonu olarak– candan destek verdik. Kürt sorununun çözülmesine katkı yapmaya özendirmek istedik. Sırf bu uğurda birçok konuda ondan eleştirimizi sakındık da. Bana ve benim gibilere, kimi çevrelerde dinmeyen kızgınlığın kaynağında, Tayyip Erdoğan’a bir dönem destek vermiş olmamız var. Ancak başlangıçta Tayyip Erdoğan’a niçin destek olmuşsam, aynı nedenden karşı çıkıyorum. Kendisinin çok sevdiği Mehmet Akif’in dizelerini hatırlatayım: ‘Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem’… .. Son üç haftanın ‘Türkiye çalkantısı’nın ilk sonucu: Tayyip Erdoğan kaybetti…” 
AKP’nin politikalarında kısa bir süre öncesine kadar “ülkenin demokratikleştirilmesi”ni bulan Taraf Gazetesi, Erdoğan’ın “otoriter-diktatör”leşmesinin kanıtlarını sıralamaya girişti. AKP ve hükümetinin politikalarına karşı hayırhah bir tutum içinde olan A. İnsel, “Gezi Parkı direnişi şimdi geride kaldı. Gezi Parkı direnişini yürütenler kazandık diyemediler, ama başta Erdoğan olmak üzere herkes biliyor ki onlar kazandı. Ferasetli bir devlet adamı olmadığını sergileyen muktedir, içine alelacele ilave ağaç diktirdiği parka ve Taksim Meydanı’na bu sefer kendini hapsetti. Gezi Parkı direnişinin bundan sonra başka mecralarda, başka aktörlere malzeme olmasının koşullarını kendi elleriyle hazırladı. Ama korku ve vehime teslim olmak tam böyle bir şeydir. İrrasyonel olarak korktuğu şeyin somut olarak karşısına çıktığına inandığı zaman rahatlar. Başbakan kendisinin en iyi bildiği ve bugüne kadar başarısını buna borçlu olduğu bir toplumsal yarılmanın karşısında, ‘Havayı bulduk, şimdi müzik‘ diye içinden geçiriyordur belki. Ama şimdi hava o bildiği hava değil, müzik de değişti.”  diye yazdı.
E. Özkök: “Başbakan Tayyip Erdoğan cephesinde durum şöyle” diye özetleyerek, onun “otoriter-diktatör” olarak görülmesi yönündeki görüşün güç kazandığını belirti ve Erdoğan, artık “Soğuk Savaş hurafeleriyle ayakta kalmaya çalışan eski bir Ortadoğu liderini temsil ediyor”  diye yazdı.
Hükümetin sağ muhafazakar destekcilerinden T. Akyol, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın, “Çeşitli illerimizde peş peşe cereyan eden bütün bu olaylar bizim iktidar olarak ne kadar başarılı ve becerikli olduğumuzun bir göstergesidir. Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi 5 günde başardık, normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek olan çok farklı kesimleri, grupları, fraksiyonları toz duman içerisinde birbirleriyle buluşturduk…” şeklinde ifade ettiği değerlendirmeden hareketle, hükümetin “çok farklı kesimleri kendisine karşı nasıl ‘birleştirmeyi başardığını’ çok iyi düşünmek“ gereğine dikkat çekerek, hükümet ve Erdoğanı uyardı. “İktidarın davranışıyla protesto hareketlerinin genişlemesi; ‘üslup’la borsa hareketleri arasındaki etkileşim açık değil mi?” diye soran T. Akyol, hükümeti ve özellikle de Başbakan’ı, “evinde oturan muhalif kitleleri de sokağa döküp onları ‚birleştiren‘faktör!” olarak görüyordu. Akyol, “İnsanların vapurdaki, metrodaki veya parktaki hallerinden tutun da yaşam biçimlerinden dolayı kendilerini dışlanmış, aşağılanmış hissedenlerin birikmiş tepki duygularını, Gezi Parkı’ndaki gaz bombaları patlattı… Sokağa döküldüler” şeklinde, “potansiyel tehlike”ye dikkat çekiyordu.
AKP ve hükümetinin politikalarına “dostane yaklaşım içinde”ki  sosyologlardan biri olan Prof. Nilüfer Göle’nin T24 İnternet sitesinde yayımlanan şu satırları ise, destek yitimi ve güç kaybının bir diğer ifadesiydi: “Gezi’nin yerle bir edilmesi, genç, kadın, çocuk, doktor, avukat tanımadan uygulanan şiddet, otel lobilerine kadar süren kovalamaca, tutuklamalar, iktidarın inkâr sarmalına girdiğini gösteriyor. Türkiye demokrasisi kötü bir görüntü veriyor. Bu görüntüyü iktidarın kendisi veriyor. Sağır ve zalim bir iktidar görüntüsü kalabalıkla, sandıkla, seçimle silinemez. Gezi Parkı’na gereksiz ve acımasız saldırıya geç; İstanbul’un merkezini halka kapat; iki yakanın bağlantısını kes ve bütün bunları yaptıktan sonra, tüm devlet imkânlarını seferber ederek Kazlıçeşme’de miting düzenle. Dolayısıyla, Kazlıçeşme mitinginin, Tayyip Erdoğan’ın tehlikeli bir gövde gösterisi olmanın ötesinde bir değeri yoktur. Tehlikelidir çünkü rejimin renginin değişebileceği sinyalini vermiştir.”
Bu eleştiriler ve “dostane uyarılar”, AKP ve hükümetinin güç ve destek kaybının, özellikle liberal-demokrat kimlikli olduklarını ileri süren çevrelerdeki güven ve itibar yitiminin göstergelerinden birini oluşturuyorlar. Nitekim, iktidar “koalisyonu” saflarındaki çatlakların genişleme tehlikesini gören A. Gül ve F. Gülen “itidal” çağrısı ile, durumu devlet ve hükümet yararına “düzeltme”ye yöneldiler. Gül, “On senede yaratılan imajın beş günde yitirilmemesi” uyarısında bulunurken, Gülen, Erdoğan’ın Yavuz Selim inadına gönderme yaparak, “bir köprü için aramızdaki onca köprü yıkılmamalı” açıklamasında bulundu.

B-) Kitle mücadelesi ve örgütlenmesinin deneyimi artık daha zengindir
Türkiye halkı ve gençliğinin mücadele tarihine iz bırakan en önemli halk direnişlerinden birinin 15-16 Haziran Büyük İşçi direnişi olduğu biliniyor. ’68’ gençlik ve halk hareketinin üzerine hala tartışılan ve sonuçlar çıkarılmaya devam edilen pratiğiyle birlikte, bu hareket, hak ve özgürlük için sermaye ve hükümetlerine-devletine karşı mücadele edilmeksizin ilerlenemeyeceği ve demokratik kazanımlar edinilemeyeceğini göstermiş; etkisi, gücü ve sonuçlarıyla deneyimin dersleri arasına yazılmıştır. İşçi, köylü yoksul kesimlerin, kentlerin yoksul tabakalarının eğitimli gençliğin ve gençliğin diğer bölümlerinin yığınsal dayanağını oluşturduğu 1960-70 dönemi mücadelesinin halkın hafızasına yazılmış bulunan  deneyiminden sonra ve 1989 ‘Bahar Eylemleri’, Zonguldak Maden işçilerinin eylemi ya da bir-iki güne ve belirli alanlara sıkışan emekçi direnişleri saklı tutulduğunda, tarihimizin en önemli bir diğer halk direnişine günümüzde (2013 Haziran’ında) tanıklık ettik. Toplumun çok çeşitli kesimlerinden yüz binlerin katılımıyla zengin yeni dersler bırakan bu büyük direnişin etkisini ve bıraktığı izleri ne siyasal şiddetin yoğunlaştırılması, ne de kara propaganda yok edemeyecektir. Bu direniş diğer yandan, bazılarının ondan çıkarmaya çalıştıkları gibi “örgütsüzlük” dersi yönünde de değerlendirilemez/değerlendirilmemelidir.

B-ı-) Daha güçlü örgüt(ler)e ihtiyaç daha çok belirginleşti
“Taksim- Gezi Parkı direnişi” ya da 2013 Büyük Haziran Direnişi olarak halkın mücadele tarihine yazılacak olan bu direnişe, “Taksim Platformu” ve “Dayanışması” gibi eylem içinde oluşturulan örgütlenmelerin üzerinde şekillendiği “85 alt bileşen” olduğu açıklanmıştı. Çok farklı kesimlerden ve siyasal ya da başka tür örgütlenmelerden gelenler ile büyük çoğunluğu örgütsüz ve herhangi politik parti-örgüt ve çevrenin aktif unsuru olmayan on binler birlikte üç hafta süren ‘yaşam ve eylem ortaklığı’, kitlesel mücadele ve kitlelerin örgütlenmesinin onların talepleri üzerinden ve doğrudan doğruya kendileri eliyle yürütülmesinin sahip olduğu ve olacağı olanak ve gücü bir kez daha açığa çıkardı. Direniş toplumsal değişim, devinim ve gelişimin halk mücadelesine nasıl da “gebe” olduğunun somut kanıtı oldu.
Bu büyük direniş halkın mücadelesini geliştirici örgüt biçimleri, birlikler ve hareketi ileriye götürecek taktikler için önemli deneyler sundu. Buna rağmen direnişi örgütlü mücadelenin “gereksizliği” yönünde yorumlayanlar da oldular. Taksim Gezi Parkı Direnişi, özellikle başlangıç durumunda “parkın inşaata açılması ve ağaçların kesilmesi-sökülmesi”ni protesto gibi bir gerekçeyi hareket nedeni sayan ve herbiri farklı yerlerden gelen “bireyler”in katılımasıyla başlamış olması, “örgütsüzlüğün güzelliği ve gücü” üzerine liberal anti örgütçü, anti merkezci görüşler için yeni bir “dayanak” oluşturdu. “Hiyerarşisiz, lidersiz, emir vereni-alanı bulunmayan”, “güzel halli” örgütsüzlüğün “gücü” üzerine çok sayıda makale kaleme alındı ya da direniş üzerine liberal-demokrat yaklaşımlarla kaleme alınan makalelerin neredeyse tamamında bu görüşe de yer verildi. “Her düşünceden insan”ın biraradalığından çıkarılan sonuç, “herhangi kalıba sokulmayı” ve örgütlenmeyi reddedişin, insana dayalı gelişme ve mücadelenin koşulu gösterilmesiydi.
Halk mücadelesinin yarattığı çoşkunluk haline kapılarak örgütsüzlüğün sözcülüğünü üstlenen ilerici, ”solcu”, devrimci yazar, edebiyatçı ve sosyologlar, “muhafazakar kalıpları kırma” adına işçi sınıfı ve emekçileri sınıf düşmanlarına karşı mücadelelerindeki en önemli silahlarından birinden yoksun kılacak bir söyleme sarıldılar. “Devrimin en iyi devrimcisiz yapıldığını” vaz eden ve “Güçlü olmak için ordulara, liderlere, parti programlarına, dev bayraklara, silahlara, dikkatle belirlenmiş savaş stratejilerine falan ihtiyaç olmadığını gördüler. Duygu her şeydi, inat ve sabır her şeydi, orada olmak her şeydi” diye ahkam kesenler “benim hayatım benim kararım”a varanların yan yana gelişlerinden çıkarılması gereken sonucun da, güncel somutluğu içindeki esnek ya da daha sıkı örgütlü hareket olduğu gerçeğini dahi görmezden geliyorlardı. Halkın, kendi yaşamı ve söz hakkı için direnişini, “partilerin veya devrimcilerin aracılığı”nı  gereksizleştirici sayanlar, halkın sermaye ve örgütleri karşısındaki örgütsüzlüğüne övgü düzerlerken, ne denli büyük kalabalıklarla isyana durursa dursun örgütsüz olduğu ve kaldığı sürece başarılı olmasının çok zor ve yalnızca rastlansal olabileceğini gözardı ediyorlardı.
Örgütlü kitlelerin gücü ve mücadelesinin azımsanması ya da zayıflık ve dağınıklık nedeni gösterilmesi yönündeki liberal anti merkezci ve sözüm ona özgürlükçü anlayış, kapitalizmin kendisi tarafından işbölümü, işyeri, fabrika, iş kolu vb. temelde hem bölünen hem de birleştirilip bir araya gelmeye zorlanan işçi ve emekçilerin, kendilerine karşı dişinden tırnağına örgütlü birleşik burjuva aygıt karşısında zayıf düşürülmesini yadsımaktadır. Mücade içinde örgütlenmiş kitlelerin örgütlü-planlı direnişleri, grev vb. eylemlerinden farklı olarak, kendiliğinden patlamalara katılan kitlelerin “bireyler” halinde ve dağınık olarak bir araya gelmeleri, herbirini harekete geçiren her ne talep ise onun etrafında kendi benzerleriyle ortaklaşmaya başlamaları, kitle hareketinin özelliklerinden biri olmasına rağmen, herhangi türden bir araya geliş ve birlikte davranış-birlikte eylemenin kaçınılmaz bir biçimde ve şu ya da bu ölçekli bir örgütlülük yarattığı bu son direniş tarafından da kanıtlanmış olmasına rağmen, direnişin gücü inatla “bireysellik”lere bağlı gösteriliyor. Oysa, daha hareketin ilk günü akşamından başlayarak sloganlarda ve eylemde birleşen çeşitli gruplar, ilerleyen süre içinde birlikte çadır kurma, gıda, içecek ya da diğer ihtiyaç malzemelerini birlikte taşıma, yerleştirme, gıda dağıtımı, pankart-doviz hazırlama, polis saldırılarına karşı birlikte direnme, bir araya gelerek çeşitli müzikler yapma vb. üzerinden “örgütlü oluş”un çeşitli biçimlerini nüveler halinde de olsa gerçekleştirmişler; örgütlü siyasal grupların kolektif davranışının birçok işin yapılmasında sağladığı kolaylık ve geliştiriciliğin de bir biçimde farkına varmışlardır. Örgütsüzlükten örgütlülük, “politikasızlık”tan politika “doğuran” etken ve süreçler böyle çalışmaktadır ve direniş, toplumsal hareketlerin bu dinamiğini bir kez daha kanıtladı. Taksim direnişine katılan birçok insanın, birçok aydın ve sanatçının neredeyse ortaklaşmış gibi, “İnsanların yardımlaşması, el ele tutuşması, birbirlerini kollamaları, fikirleri nedeniyle birbirlerini yargılamaması harika” idi; “ Bunlar çapulcu, ya da ne dediğini bilmeyen çocuklar, anneler olamaz“lar; “İnsanlar, birçok fikrin birleştiği ortak paydada buluşuyorlar”şeklinde dile getirdikleri eylem birliği özelliklerini örgütlü olmanın belirli amaç ve talepler etrafındaki birliği, birlikte hareketi ile ilişkili görmemek için, kişinin çok fazla “ben”ci olması ve “biz”den uzaklığı maharet sayması gerekir.
Örgütsüzlük övgüsü, devletin, kurumların, sınıf ilişkilerinin, sınıf farklılıkları ve baskısının olduğu her yerde ve her kesimde ancak baskıcı güçlerin işlerini daha kolayca sürdürmelerine yarar sağlayabilir. Yaşam alanlarının, doğanın ve “çevre”nin korunmasının bütün bu ilişkelerden ve onların politik ifadesinden bağışık olduğu veya olabileceği yönündeki görüşlerin tutarsızlığı, hakim politikanın tüm bu alanları da kapsayarak uygulandığını görmek istememesi ya da görememesinde değilse eğer, gözü kara bir politik örgüt karşıtlığının ürünü olmasındadır. Yaşam alanları ve “çevre”, kapitalist sömürü sisteminde hem bir sömürü nesnesidir, hem de egemen politik gücün siyasal-hukuksal, kültürel ve iktisadi uygulamaları/politikalarının konuları arasındadır.

B-ıı) Birlikte hareketin gücü ve yaratıcı zenginliği bir kez daha görüldü ve kanıtlandı
Bu direnişin kanıtladığı en önemli sonuçlarından biri, kitlelerin taleplerini sahiplenme temelinde biraraya gelmenin/birlikte hareketin sağladığı mücadele gücünün “farklı siyasal grup ve örgütler ve görüşleri” gerekçeli olarak görmezden gelinemeyeceğinin bir kez daha ve çok çarpıcı şekilde açıklık kazanmış olmasıdır. Baskı politikalarına karşı mücadelenin, ideolojik görüş ayrılıkları ortak talepler savunusu temelinde bir araya gelişin engeli olarak öne çıkarılmadığında çok daha kitlesel, etkili ve hakim sınıf ve güçlerini geriletici işlev görebildiği bir kez daha görüldü.
Bu büyük halk direnişi, işçi sınıfı ve emekçilerin, Kürt-Türk, Alevi-Sünni tüm kesimlerden ezilen ve sömürülenlerin sermaye ve hükümet saldırılarına ve emperyalist manevra ve dayatmalara, ülkeyi bölge düzeyindeki gerginliklerin ve Suriye’deki savaşın içine çekme yönündeki politikamlarına karşı çok daha etkili ve birleşik bir mücadelenin olanaklarını yarattı. Ancak gerçek o ki, bu olanak özellikle işçi sınıfı örgütleri (sendikalar) ve 30 yılı aşkın bir süredir ulusal haklarının tanınması için mücadele eden ve çok büyük bedeller ödeyen Kürtlerin yüz binlerle daha güçlü hale getirilmesi şeklinde değerlendirilemedi. Oysa, burjuvazi ve hükümet(ler)ini halkların taleplerini karşılamaya zorunlu ve gerçek anlamda mecbur bırakan yalnızca halkın mücadelesinin gücü, düzeyi ve birleşik kuvveti olagelmiştir ve bunun unutulduğu ya da gereklerinin yerine getiril(e)mediği her durumda, kazançlı çıkan burjuvazi ve uşakları olmuşlardır. Direniş bu gerçekliği bir kez daha açık hale getirmiştir.
Direnişin mücadele araçlarının zenginleştirilmesi, eldeki araçların kullanılmasında daha yaratıcı yöntem ve tarzların geliştirilmesi, “sosyal medya”nın-internet ağı ve olanaklarının teşhir, propaganda ve çağrılar için yetkin tarzda kullanılması yönünden yeni ve öğretici unsurlar sağladığı bir diğer gerçektir. Prof Gambetti, kendisiyle konuştuğu bir gencin söylediklerini şöyle aktarıyor: “Hocam biz buraya twitter ve facebook üzerinden mesajlaşmalar sayesinde geldik. Sosyal medyada biri bir mesaj atar, insanlar bunu beğendiklerine yayarlar, ama beğenip beğenmeme kişinin kendisine bağlıdır.” Bu dialogdan çıkarılacak sonuçlardan en önemlisinin, “sosyal medya” diye tabir edilen iletişim ağının, sömürü ve baskı sistemine karşı mücadelenin örgütlenmesi ve baskıların teşhirinde kolektif bir güce ulaşılması açısından çok daha yaratıcı ve etkili tarzda kullanılması zorunluluğu ve gerekliliği olmalıdır.
***
Başlangıçta söylendiği gibi, burada işaret edilenler, bu direniş bağlantılı olarak “ilk elde düşünülenler” ile sınırlıdır ve daha kapsamlı değerlendirme(ler) ihtiyacını ortadan kaldırmamaktadır.

Yerel yönetimler özerklik şartı ve Kürt sorunu

GİRİŞ
Kürt sorununun çözümü konusunda İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmeler, PKK’nin Newroz’daki ‘çatışmasızlık’ ilanı ve ardından da 8 Mayıs’tan itibaren silahlı güçlerin sınır dışına çekilmeye başlaması ile yeni bir boyut kazandı. Çözüm sürecine dair “merdiven stratejisi” olarak adlandırılan ‘yol haritası’na göre, PKK tarafından atılan bu adımlara karşılık devletin Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde adımlar atması gerekiyor. Bu ‘yol haritası’nda devletin atması gereken adımlar ise; birinci olarak anayasada vatandaşlık tanımındaki ve diğer maddelerdeki tekçi/milliyetçi anlayışın terk edilmesi (“Türklük” yerine Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı tanımının getirilmesi), ikinci olarak anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması (ve kademeli olarak anadilde –Kürtçe– eğitime geçilmesi), üçüncüsüyse yerel yönetimlerin güçlendirilmesi (Türkiye’nin Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğu şerhlerin –çekincelerin– kaldırılması) olarak belirtilmektedir.
Bu ‘yol haritası’nın ilk iki talebi –anayasal vatandaşlık ve anadilde eğitim– uzun bir süreden beri Kürt sorununun çözümüyle ilgili tartışmalarda, çözüme dair öncelikli talepler olarak var olageldi. Ancak Kürt hareketi (PKK/DTK/BDP) bakımından Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’yla birlikte tartışılan yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin çözümün bir adımı olarak benimsenmesinin, BDP/DTK vekillerinin Öcalan’la yaptığı görüşmelerden sonra gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Evet, Kürt hareketi daha önceki dönemlerde her gündeme getirildiğinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin olumlu olduğunu savunmuş, ama bunu çözümün çerçevesi olarak benimsememişti. Hatırlanacağı gibi, Kürt hareketi son birkaç yıldır çözümün çerçevesi olarak “demokratik özerklik” modelini gündeme getirmiş; 2010’da DTK tarafından Demokratik Özerklik modelinin taslağı hazırlanmış ve 2011 14 Temmuz’unda da DTK, çokça tartışılan Demokratik Özerklik ilanını gerçekleştirmişti. Gelinen yerde Kürt siyaseti çeşitli vesilelerle demokratik özerklik statüsünü kalıcı çözümün formülü olarak dillendirmeye devam etse de, mevcut koşullar içinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi çerçevesi genel kabul görmüş durumdadır.
Bugün yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin Kürtlerin ‘statü’ talebini karşılayıp karşılamayacağı tartışılırken, ülkedeki ulusalcı/milliyetçi çevreler de özerk yerel yönetimlerin ülkeyi bölünmeye götüreceği propagandasını yapmaktadır.  Bu konuda sol-sosyalist çevrelerde de ciddi kafa karışıklığı bulunmaktadır. Ulusalcı sol çevreler ulus-devleti koruma adına genel bir karşıtlık tutumunu benimserken, liberal sol çevreler de demokratikleşme, “devletin küçültülmesi” adına bu konuda yapılmak istenen her şeye olumlu bir yaklaşım sergilemektedir.  Devrimci sınıf politikası bakımından ise, bu meselenin ulusalcı ya da liberal çerçevenin dışında bir bakış açısıyla ele alınmasının gerektiği açıktır. Öncelikle yerelleştirme (subsidiarity) politikalarının (konumuz bağlamında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın) tüm demokratikleşme söylemlerine rağmen esas olarak neo-liberal kapitalizmin sermayeye sınırsız-kuralsız bir özgürlük/yayılma alanı yaratma amacına bağlı olarak gündeme getirildiği görmezden gelinemez. Öte yandan, eğer bu konu, ülkedeki sınıf ve demokrasi mücadelesi bakımından özel bir yerde duran Kürt sorununun çözümü ve Kürt halkının geleceğini belirleme hakkı çerçevesinde gündeme getiriliyorsa, sınıfın devrimci politikacılarının bu konudaki tutumunun genel bir karşı çıkmanın ötesine geçmesi gerekmektedir. Burada akla gelen ilk soru, “peki o zaman biz bu yerelleştirme politikalarını (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı) savunacak mıyız?” sorusudur.  Elbette hayır! Ama nasıl AB’ye karşı çıkmamız AB Uyum Yasaları çerçevesinde idamın kaldırılmasına karşı çıkmamızı gerektirmiyorsa, burada da durum aynıdır. Yerelleştirme adı altında yerel hizmetlerin piyasalaştırılmasına ve sermayeye yeni birikim alanlarının oluşturulmasına karşı çıkmamız, yapılacak düzenlemelerle özel olarak Kürt yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılmasına, kendi iç işleyişleri konusunda kendilerinin karar verebilmesine olanak tanınmasına karşı çıkmamızı gerektirmez.
Bu temelde, yazımızda, öncelikle neo-liberal politikalara bağlı olarak gündeme getirilen yerelleştirme uygulamalarının ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın (AYYÖŞ) dayanaklarını, kapsam ve amaçlarını ele alacağız. İkinci olarak, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini Kürt sorununun çözümünün neresine oturduğu yönüyle ele alıp, sınıf politikasının bu konudaki tutumunu değerlendireceğiz.

NEO-LİBERAL KÜRESELLEŞMENİN DİĞER YÜZÜ: YERELLEŞME
Sosyalizmin kapitalizme karşı güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktığı ve öte yandan 1929 Krizi gibi ciddi ekonomik bunalımlar yaşandığı dönemde kapitalist ülkeler, Keynesçi “sosyal devlet” (refah devleti) politikaları izlemiş, bu dönemde devletin ekonomiye müdahalesi benimsenmiş ve kamu hizmetleri ‘sosyal haklar’ olarak bedelsiz verilmiştir. Ancak emperyalist-kapitalist sistemin 70’li yıllarda yaşadığı krizlerde  (1973 petrol ve 76 krizi) ise, bu kez Keynesçi ekonomik politikalar krizin nedeni sayılmış ve devlet müdahalesine dayalı sermeye birikim modelinin yerine neo-liberal politikaların benimsenmesine yol açmıştır. Neo-liberal iktisatçılar krizin nedeni olarak devletin ekonomiye müdahalesini görüyor ve çözümün devletin üretim ve hizmet alanlarından el çekmesinden geçtiğini söylüyordu.  “Sosyalist” ülkelerde kapitalist restorasyonun ciddi boyutlara vardığı ve artık sosyalizmin yakın bir tehdit olmaktan çıktığı koşullarda, emperyalist-kapitalist ideologlar, neo-liberal politikalar eşliğinde “küreselleşme” (globalleşme) kavramını piyasaya sürmüş;  bu süreç, dünyanın/insanlığın çehresini değiştirecek sihirli bir değnek gibi gösterilmişti. Bu sihirli değnek, ülkeler ve bölgeler arasındaki siyasi, ekonomik, kültürel etkileşim arttıkça dünyayı refah ve barış içinde yaşanılan bir yer haline getirecekti. Oysa kapitalizmin 70’li yılların ortalarında yaşamaya başladığı kriz döneminde dillendirilmeye başlanan ve 90’ların başında Sovyet bloğunun çökmesiyle yüksek sesle ilan edilen bu ‘yeni düzen’in, aslında emperyalist kapitalist yayılmacılığın/saldırganlığın bir örtüsü olarak kullanıldığı çok geçmeden görüldü.
Küreselleşme olarak adlandırılan süreç, esas olarak sermayenin önündeki bütün ulusal engellerin (gümrük, vergiler ve diğer korumacı uygulamalar) kaldırılması anlayışına dayanıyordu. Bu temelde devletlerin ekonomik alana müdahalesinin sınırlandırılması ve sosyal güvenlik gibi kamu harcamalarının kısılması bu yönde atılan ilk adımlar oldu. Bu süreçte gündeme getirilen GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) ve onun kurumsal anlamda devamı olan Dünya Ticaret Örgütü, devletlerin sermayenin önünde engel olarak duran bütün korumacı uygulamalarının tasfiyesi yönünde önemli bir rol oynadı. Kamu işletmelerinin (KİT) piyasada rekabeti engellediği ve verimsiz olduğu iddiası eşliğinde geliştirilen özelleştirmelerle de uluslararası sermayenin neo-liberal birikim sürecinin önündeki önemli engellerden biri daha kaldırılmış oldu. Özelleştirmenin farklı bir biçimi olan kamu hizmetlerinin özel kişilere gördürülmesi (yap-işlet- devret modeli, ihale yoluyla hizmet alımı vb.) ile kamu hizmetlerinin metalaşmasının (ticarileşmesinin) önü açıldı.
“Az devlet, çok demokrasi” gibi kulağa hoş gelecek söylemler eşliğinde sürdürülen dönüşüm sürecinin ikinci adımı siyasal yapılanmada yapılan değişiklikler olmuştur. Temel mantığı “yönetişim” (governance) kavramında ifade edilen yeni yapılanma, halkın yönetime/karar alma süreçlerine katılması görüntüsü altında sermayenin denetimi altındaki “sivil toplum kuruluşları” (STK) üzerinden kamunun işleyişini ve kaynakların kullanımını kendi ihtiyaçlarına göre belirlemesini sağlayan bir dönüşümün önünü açıyordu. Yönetişim modelinin aktörleri devlet (bürokrasi) ve büyük oranda sermayenin denetiminde olan STK’lardı. Böylece halkın karar alma süreçlerine katıldığı demokratik bir “kamu yönetim modeli” olarak sunulan yönetişim, sermayenin kaynakların üretim, dağılım ve kullanımını doğrudan denetlemesini sağlıyordu. Yerel yönetimler düzeyinde örgütlenen ‘kent konseyleri’ ‘yerel gündem 21’* gibi yapılanmalar, “halkın yönetime katıldığı” bu kamu yönetim modelinin en önemli araçları oldular.
Malların/sermayenin serbest dolaşımı önündeki bütün engellerin kaldırılmasını esas alan neo-liberal  ‘yeniden yapılanma’nın “küreselleşme” gibi diğer önemli bir ayağını da yerelleştirme politikaları oluşturmuştur. “Küreselleşme” ve “yerelleşme”nin neo-liberal yeniden yapılanmanın birbirini tamamlayan iki farklı yüzü olması nedeniyle, birçok burjuva sosyal bilimci, bu süreci ‘glokalleşme’ (küyerelleşme) olarak adlandırmaktadır. Yerelleştirme, en genel tanımıyla merkezi yönetimin elindeki idari görev ve yetkilerin tamamının ya da belli bir bölümünün yerel (mahalli) idareye devredilmesi olarak tanımlanmaktadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın giriş bölümünde yerelleştirme politikaları “vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkı”nın bir gereği ve “bu hakkın doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu” gerekçesine dayandırılmış; “gerçek yetkilerle donatılmış yerel makamların varlığının hem etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimi sağlayacağı” belirtilmiştir. Ancak “merkezin denetim ve yetkisinin sınırlandırılması”, “hizmetlerin yerinde karşılanması”, “halkın denetim ve katılımının sağlanması” gibi demokratik söylemler eşliğinde geliştirilen yerelleştirme sürecinin öncülüğünü IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası sermaye örgütlerinin yürütmesi, bu sürecin, aslında uluslararası sermayenin merkezi otoritenin/ulus-devletin bütün bürokratik engellerini aşarak, yerellerin kaynaklarına, hizmet alanlarına doğrudan ulaşabilmesinin önünü açmayı hedeflediğini göstermektedir. Merkezi yönetimin elindeki planlama, karar verme, kaynak oluşturma ve bu süreçlerin yönetsel yetkilerinin yerel yönetimlere, özerk yapılara ve STK’lara aktarılmasının en dolaysız sonuçları, yerele devredilen “kamusal hizmetler”in parayla karşılanan hizmetler haline gelmesi –ki ulaşım, eğitim, sağlık, temizlik, barınma, su vb. kamusal hizmetler sermaye için önemli bir pazar durumundadır– ve yatırımları çekmek adına yerellerin giderek daha fazla sermayenin denetimine girmesi olmuştur. “Kalkınma ajansları”, “kararların halkın katılımı ile en yakın düzeyde alınması”, “hizmetlerin en yakın birimler eliyle gördürülmesi” gibi kimsenin karşı çıkamayacağı gerekçelere dayandırılan yerelleşme sürecinin asıl mantığını açıklayan “özerk”  (kamu-özel işbirliğine dayanan) yapılar olarak oluşturulmuştur. Kalkınma ajansları, yerel/bölgesel kalkınma anlayışına bağlı olarak “kentin ekonomik gelişme potansiyelini geliştirmek” adına sermayeye her türlü olanağın yaratılmasının ve bu temelde kentler/bölgeler arasındaki rekabetin geliştirilmesinin araçları olarak faaliyet yürütmektedir.
Özetlemek gerekirse, “küreselleşme” ve “yerelleştirme” uluslararası sermayenin önündeki bütün engellerin temizlenmesi anlayışına dayanan neo-liberal yayılmacılığın bir birini tamamlayan iki yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bizim burada eleştirdiğimiz “halkın karar alma süreçlerine katılımının sağlanması” değil, tekelci yayılmacılığın bu görüntü altında gizlenmeye çalışılmasıdır. Yoksa bugünkü katı merkeziyetçi-bürokratik sistemin de bizler tarafından savunulacak bir tarafı yoktur. Bu konudaki görüşlerimizi son bölümde daha ayrıntılı olarak tartışacağız, ancak bu bölümü bitirmeden, amaçlanan “dönüşüm” hakkında fikir verici olması bakımından ülkemizde de 90’lı yılların başından bu yana yerel yönetimler reformunun en kararlı savunucusunun 1997’de “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı” hazırlatan TÜSİAD olduğunu hatırlatmış olalım.

YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI VE BURJUVA DEMOKRASİSİNİN SINIRLARI
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Avrupa Konseyi (AK) tarafından (Türkiye, 5 Mayıs 1949’da kurulan Konsey’e aynı yıl üye olmuştur) 15 Ekim 1985’te üye ülkelerin imzasına açılmıştır. Avrupa Birliği’nin (AB) kurucu metni olan Maastricht Anlaşması’nda (Avrupa Ekonomik Topluluğu, 7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşması ile AB adını almıştır) yerel özerkliğe (AYYÖŞ’e), yerel ve bölgesel demokrasinin güvencesi olarak özel vurgu yapılmıştır (anlaşmanın 3/B maddesi). Üç bölümden oluşan şarta göre; en az 10 tanesi I. Bölüm’den olmak üzere, toplamda en az 20 paragraf ile kendisini bu şarta bağlı kabul etmeyi taahhüt eden ülkeler, şartı imzalamış sayılmaktadır. AYYÖŞ, Türkiye tarafından 1988 yılında imzalanmasına rağmen ancak 1991’de Meclis tarafından kabul edilmiş ve yine ancak bir yıl sonra 1992’de Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararla bazı maddelerine çekinge konularak yürürlüğe girmiştir.
Şartın bölümlerini değerlendirmeye geçmeden önce söylenebilecek ilk şey, bu şartın sadece genel bir çerçeveyi tarif etmesi ve dolayısıyla farklı uygulamalara açık olmasıdır. Mesela şartın 3. Maddesinin 2. Paragrafında sadece karar organlarının (meclislerin) seçimle oluşturulması vurgusu yapılmakta, Hollanda’da belediye başkanlarının içişleri bakanının önerisiyle kraliçe tarafından atanması bu maddeye aykırılık teşkil etmemektedir. Ya da eğitim, sağlık gibi hizmetlerin yerel mi, yoksa merkezi idareye mi bağlı olacağı konusu iç hukuka bırakılmaktadır. Dolayısıyla şartı imzalayan ülkelerde farklı uygulamalara olanak tanıyan bir esneklik söz konusudur. Burada şunu da söylemek gerekir ki, burjuva demokrasinin merkezi olan Avrupa’da, neo-liberal politikalar çerçevesinde gündeme getirilen “halkın yerellerde kendisiyle ilgili karar alma süreçlerine katılımı” ülkelerdeki sınıfsal-toplumsal güç ve ilişkilere bağlı olarak belli düzeylerde sağlanabilmektedir. Elbette bu katılım, burjuva demokrasisinin sınırları içinde ve kapitalist sistemin temel işleyişini etkilemeyecek düzeyde kalmaktadır. Zaten bu şartın Türkiye’de yıllardan beri “demokratik bir model” olarak tartışılmasının temel nedeni, genel çerçevesinden çok, toplumsal mücadelenin yarattığı dengelere bağlı olarak Avrupa’da burjuva demokrasisi içindeki uygulanışıdır.
Şartın giriş bölümünde “Yerel makamların her türlü demokratik rejimin ana temellerinden biri olduğu”, “Vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının AK’nin paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğu” ve “bu hakkın doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu” vurgusu yapılmış, “Avrupa ülkelerinde özerk yerel yönetimlerin korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede ademi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli katkı sağlayacağı” belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, burada şartın gerekçesi açıklanırken, “halkın katılımı” ve “demokratikleşme” söylemine dayanan neo-liberal çerçeve benimsenmiştir.
Şartın birinci bölümünde ‘özerk yerel yönetim kavramı’, “yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır” biçiminde tanımlanmaktadır (3. Madde 1. Paragraf). Bu tanıma bağlı olarak şartın temel mantığını ve çerçevesini belirleyen maddeler birinci bölümde yer almıştır. Bunlar:
Madde 4; Özerk yerel yönetimin kapsamı: Yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının yasal ve anayasal bir çerçeveye oturtulması, yerel makamların yetkilerinin merkezi ya da bölgesel yönetimler tarafından zayıflatılıp sınırlandırılamayacağı, yerel yönetimlerin kanuni sınırlar içerisinde başka bir makamın görevlendirilmemiş olduğu bütün konularda takdir hakkına sahip olduğu belirtiliyor.
Madde 6; Yerel makamların görevleri için gereken uygun idari örgütlenme ve kaynaklar: Yerel makamların kendi iç örgütlenmelerinin ihtiyaçlarına bağlı olarak kendilerinin karar verebilmesinin sağlanması,  başka bir deyişle idari alanda özerkliğin sağlanması vurgusu yapılıyor.
Madde 9; Yerel makamların mali kaynakları: Yerel makamlara serbestçe kullanabilecekleri mali kaynakların yaratılması, bu kaynaklardan en azından bir bölümünün kendi koyacakları vergi ve harçlardan sağlanması, yerel makamlara harcamalarındaki artışa uygun çeşitlilikte kaynaklar sağlanması, yerel makamların ulusal sermaye piyasasına girebilmelerine olanak tanınması. Mali özerkliği tanımlayan bu maddenin yerel makamların büyük oranda kendi mali kaynaklarını kendilerinin yaratacağı ve bunun için sermaye ile işbirliğini teşvik ettiği görülmektedir.
Madde 10; Yerel makamların birlik kurma ve birliklere katılma hakkını tarif ederken; bu bölüm son maddesi olan 11. maddede ise, yerel yönetimlerin mevzuatta belirtilen ilkelerin uygulanması konusunda yargı yoluna başvurma hakkına sahip olduğu ifade edilmektedir.
Şarta ruhunu veren maddelerin birinci bölümde yer aldığını söylemiştik. “Muhtelif hükümler” başlığını taşıyan ikinci bölümde şartı imzalayan ülkelerin yükümlülükleri, bu şartın kapsayacağı makamlar (şartın, imzalayan ülkelerdeki bütün yerel makamlar için geçerlilik taşıdığı vurgulanıyor) ve şartın hükümlerine uygunluk sağlama amacıyla yapılan değişiklikler konusunda AK’ye bilgi verilmesi maddeleri yer almaktadır.
Şartın son bölümü olan üçüncü bölümde ise, şartın imzalanması, bunun onayı ve yürürlüğe girmesi ile ilgili hükümlerle çekilmeye dair hüküm (imzacı bir ülke imzanın üzerinden 5 yıl geçtikten sonra şarttan çekilebilir) yer almaktadır.
Şartın toplamı üzerinden bir değerlendirme yapıldığında, şartın çerçevesini oluşturan maddelerin idari (4 ve 6. Maddeler) ve mali özerklik (9. Madde) ile ilgili maddeler olduğu görülmektedir. İdari özerklik konusunda özellikle “yerel yönetimlerin kanuni sınırlar içerisinde başka bir makamın görevlendirilmemiş olduğu bütün konularda takdir hakkına sahip olması” ile “ihtiyaçlarına bağlı olarak kendi iç örgütlenmelerine kendilerinin karar vermesi” dikkat çekmektedir. Bu maddeler, merkezin yerel üzerindeki denetimini sınırlamakta ve yerele önemli bir hareket serbestisi sağlamaktadır. Ancak mali özerklikle ilgili düzenlemelere bakınca, bu hareket serbestisinin halkın karar alma süreçlerine katılımından çok ekonomik alanda halka yeni yükümlülükler getirme ve sermaye ile her türlü işbirliğinin önünü açma amacına yönelik olduğu görülmektedir. Yerel makamların kaynaklarından en azından bir bölümünün kendi koyacakları vergi ve harçlardan sağlanması (9. Madde, 3. Paragraf), yerel makamlara harcamalarındaki artışa uygun çeşitlilikte kaynaklar sağlanması (4. Paragraf) ve  yerel makamların ulusal sermaye piyasasına girebilmelerine olanak tanınması (8. Paragraf) mali özerkliğin aslında yerel hizmet alanlarının ticari meta haline getirilmesi ve bu konuda sermaye ile her türlü işbirliğinin önünün açılması mantığına dayandığını bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Daha önce de söyledik;  yerel meclislerde temsiliyet oranı, örgütlülük düzeyi ve tarihsel mücadelenin yarattığı kazanımlar üzerinden Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçi halk kesimleri karar alma süreçlerinde belli düzeylerde yer alabilmekte, ancak bu durum söz konusu “özgürlükler”le birlikte neo-liberal dönüşümün yaşandığı gerçeğini değiştirmemektedir.

Türkiye: Bölünme fobisi ve AYYÖŞ
Türkiye’nin 1985’te imzaya açılan AYYÖŞ’e 1988’de bazı maddelerine şerh koyarak imza attığını ve şartın 1991’de mecliste onaylandıktan sonra 1992’de Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe konduğunu söylemiştik.  Ancak birçok maddesine şerh konmasına rağmen, AYYÖŞ tartışmaya her açıldığında ulusalcı/milliyetçi çevrelerden “ülke bölünüyor” feryadı yükselmişti. Hatta MHP’nin Başbuğ’u Türkeş, zamanında yerel yönetimler reformunu savunan TÜSİAD’ı bile “bölücülük” yapmakla suçlamıştı. Oysa aslında AYYÖŞ’ü onaylayanlar da bu çevrelerle aynı kaygıları taşıdıkları için birçok maddeye şerh koymuşlardı. Bu bölünme fobisini yaratan sorun, Kürt sorunuydu.  Merkezi idarenin elindeki bazı haklar yerel yönetimlere verilirse Kürtler bunu kullanıp ülkeyi bölünmeye götürür mü korkusu yaşanıyordu. Yoksa AYYÖŞ’ün getirdiği neo liberal dönüşüme, piyasalaşmaya kimsenin itirazı yoktu. Zaten Türkiye’nin imzaladığı maddeler önemli oranda bu dönüşümün önünü açıyordu.
Şartın Türkiye tarafından imzalanan maddeleri; yerel yönetimlerin anayasal ve hukuki dayanağının oluşturulması (Madde 2), kamu işlerinin önemli bir bölümünün yerel yönetimlere devredilmesi (Madde 3, 1 ve 2. paragraflar), yerel makamların yetki ve sorumluluğu ile ilgili düzenlemeler ve başka bir makamın görevlendirilmediği bütün alanlarda yetkili olabilmeleri (Madde 4; 1, 2, 3, 4 ve 5. paragraflar, yani idari özerklikle ilgili düzenlemelerin bir bölümü), yerel yönetimlerin sınırlarının korunması (Madde 5), yerel yönetimlere ihtiyaçlarına uygun istihdam olanaklarının yaratılması (Madde 6, 2. paragraf), yerel düzeydeki sorumlulukların kullanılması koşullarına dair düzenlemelerin bir kısmı (Madde 7; 1 ve 2. paragraflar), yerel makamların faaliyetlerinin idari denetimi ile ilgili düzenlemeler (Madde 8, 1 ve 2. paragraflar), yerel makamlara serbestçe kullanabilecekleri mali kaynakların sağlanması ve bu kaynakların kanunla belirlenen sorumluluklarıyla orantılı olması ile bu mali kaynakların en az bir bölümünün yerel makamların kendi koyacakları vergi, harç vb. ile sağlanması (9. Madde; 1, 2 ve 3. paragraflar, yani mali özerklikle ilgili düzenlemelerin bir bölümü) ve yerel yönetimlere birlik kurma ve birliklere katılma hakkının verilmesi (Madde 10, 1. paragraf).
Türkiye’nin uygulamayı taahhüt ettiği maddelere bakıldığında, özellikle yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kürt hareketinin elindeki belediyelerin güçlenmesine yol açmayacak; devleti sıkıntıya sokmayacak düzenlemelerin gözetildiği anlaşılmaktadır. Mali ve idari özerkliğe dayalı maddelere bakıldığında, bu konuda sorun teşkil edebileceği düşünülen paragrafların ayıklandığı görülmektedir. Öte taraftan mesela yerel yönetimlerin gelirlerinin bir kısmının kendi koyacakları harç ve vergilerden oluşması, yani yerel hizmetlerin ticarileştirilmesi konusunda bir sıkıntı yoktur!
Aslında devletin şerh/çekince koyduğu maddelere bakıldığında, bu meseleye yaklaşımın temel mantığı daha iyi anlaşılmaktadır. Şartın ‘özerk yerel yönetimlerin kapsamı’ başlığını taşıyan 4. Maddesinde kendilerini ilgilendiren konularda yerel makamlara danışılması (6. Paragraf),  6. Maddenin yerel makamların kendi iç idari örgütlenmeleri konusunda karar sahibi olabilmelerini sağlayan bölümü (1. Paragraf), seçilmiş yerel yöneticilerin görevleriyle bağdaşmayan faaliyetlerin hukuki ilkelere göre belirlenmesi (7. Madde, 3. Paragraf), yerel makamların idari denetimi ile ilgili düzenlemeler (bu denetimlerin sınırlandırılmasını öngören 8. Maddenin 3. Paragrafı), mali özerkliği düzenleyen 9. Maddenin yerel makamların maddi kaynaklarının ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde çeşitlilik arz etmesi ve esnek olması ve yeniden dağıtılan mali kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda kendilerine danışılması ile hibeler konusunda yerel makamlara takdir hakkı verilmesi (4, 6 ve 7. Paragraflar), yerel makamların başka ülkelerin yerel makamları ile birlik kurma ve işbirliği yapabilmesini sağlayan 10. Madde (2 ve 3. Paragraflar) ve yerel yönetimlerin yetkilerini serbestçe kullanabilmeleri ve özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması için yargı yoluna başvurma hakkını düzenleyen 11. Madde Türkiye tarafından şerh konulan maddelerdir.
Özetle, çekinge konulan maddeler, merkezi idarenin özellikle Kürt belediyeler üzerindeki idari ve mali denetiminin, baskısının devamını amaçlamaktadır. Belediyeler kendi yerel ihtiyaçlarına göre iç örgütlenmelerini yapamamakta (mesela Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği’ni kendi bünyesine alması Valilik kararıyla engellenmiş, yine Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, ilçede konuşulan dillerde hizmet vermek için başlattığı “çok dilli belediyecilik” nedeniyle görevden alınmıştı) ve denetimlerin belli bir yasal çerçeve içinde sınırlandırılması yönünde düzenlemeler yapılmayarak, hükümetin hedefe koyduğu belediyelerin keyfi denetimlerle sürekli baskı altına alınmasına olanak tanıyan işleyişin devam etmesi istenmektedir. AYYÖŞ’te yer alan belediyelerin kendilerini ilgilendiren planlama ve karar alma süreçlerinde söz sahibi olması, kendilerine tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmeleri gibi düzenlemelere şerh konmasının temel nedeninin Kürtlerin özerklik taleplerine açık kapı bırakmamak olduğu açıktır. Yine belediyelerin uluslararası birliklere katılma ve işbirliği yapmasına konulan şerhlerle uluslararası sermayenin yerel yönetimlerle “işbirliği” belli ölçülerde sınırlandırılırken, burada asıl amaç, Kürt belediyelerin devletin sınırlı kaynak aktarımıyla yaratılan ekonomik ablukayı aşmasının engellenmesidir. Öte yandan böylesi bir düzenlemenin farklı parçalardaki (ülkelerdeki) Kürt belediyeler arasında ekonomik, kültürel işbirliği/kaynaşmayı arttıracağı ve Kürt sorununu yeni bir boyuta taşıyacağı korkusu da bulunmaktadır. Bunlarla birlikte, şerh konulan maddelerin geneli üzerinden söylenebilecek şey, mali ve idari özerkliğe dair çekingelerin merkezi yönetimin/hükümetin yereller üzerindeki denetiminin ve yerellerde iktidar olabilmek bakımından eldeki olanaklardan vazgeçmek istemeyişinin rolü olmakla birlikte, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu konuda asıl kaygı, özerklik yönünde atılacak her adımın Kürt belediyelere yeni olanaklar yaratacağı ve Kürt hareketiyle baş etme koşullarını daha da zorlaştıracağı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Toplamda 10 çekince/şerh ile imzacı ülkeler arasında AYYÖŞ’e en fazla rezerv koyan ülkenin Türkiye olmasının asıl nedeni budur.

YEREL YÖNETİMLERİN GÜÇLENDİRİLMESİ VE KÜRT SORUNU
Türkiye’de yerel yönetimlere özerkliğin verildiği tek anayasa, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde hazırlanan ve bugün Kürt sorununun çözümü bağlamında çeşitli yönleriyle referans gösterilen 1921 Anayasası’dır (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu). Bu anayasanın 11. Maddesinde vilayetlere tanınan özerklik şöyle tanımlanmaktadır: “Vilayet mahalli işlerde manevi şahsiyete ve özerkliğe sahiptir. Dış ve iç siyaset, şer’i, adli ve askeri işler, uluslararası iktisadi ilişkiler ve hükümetin genel vergileri ile birden fazla vilayeti ilgilendiren hususlar istisna olmak üzere Büyük Millet Meclisi tarafından konacak kanunlar gereğince vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve idaresi vilayet şûralarının yetkisi içindedir.” Görüldüğü gibi, burada iç ve dış siyaset, adli ve askeri işler ve genel vergiler hariç her il yerel düzeyde vakıf, medrese, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında idari yetkilere sahip kılınmıştır. Ancak 1924 Anayasası ile birlikte oluşturulan ulus-devlet ve benimsenen üniter devlet politikalarına bağlı olarak ve bu süreçte baş gösteren Kürt isyanlarına karşı katı bir merkeziyetçilik uygulanmış; bu politika, Kürtlerin ulusal haklarının inkârına ve baskı altına alınmalarına dayalı “ulusal birliğin güvencesi” sayılmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan üniter devlet modeli, merkezi yönetimin “idarenin bütünlüğü” ilkesi temelinde yerel yönetimleri denetim altına aldığı bir modeldir. Bunun en somut ifadesi, mahalli idarelerin en büyük mülki amirlerinin merkez tarafından atanan valiler olmasıdır.
Türkiye’de çeşitli dönemlerde yerel yönetimlerde “reform”lar yapılmış, ancak bu “reform”larla yerel hizmet alanı olabildiğince piyasa ekonomisine açılırken öte yandan merkeziyetçi yapı korunmuştur. En son Kasım 2012’de kabul edilen Büyükşehir Yasası’na göre, büyükşehir sayısı 29’a yükseltilmiş, bu şehirlerin sınırları içindeki bütün köy ve beldelerin kamu tüzel kişiliği sona erdirilerek, yeni bir rant alanı oluşturulmuştur. Öte yandan  bu yasa ile “kamu kurum ve kuruluşlarının yatırım ve hizmetlerinin etkin olarak yapılması ve bunların denetlenmesi” (kamu hizmetlerinde dönüşümün/piyasalaşmanın sağlanması) için valilere bağlı ‘Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları’ oluşturulmakta ve merkez tarafından atanan valiler, il encümenine başkanlık yapmaya devam etmektedir. Yine bu yasaya göre büyükşehirler dışındaki kentlerde varlığı devam edecek olan (büyükşehirlerde tasfiye ediliyor) il özel idarelerinin bütçe tasarıları süresi içerisinde kesinleşmezse vali, durumu içişleri bakanlığına bildirecek ve içişleri bakanının otuz gün içinde vereceği karar kesin karar niteliğinde olacak. Yani bakanlığın mahalli idareler üzerindeki vesayetine bir yenisi daha eklenmiş olacak. Öte yandan, Türkiye’de 25.01.2006 tarihli ve 5449 sayılı “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun” ile kabul edilen ancak TMMOB’un Danıştay’a yaptığı başvuru nedeniyle 2008’e kadar yürütmesi durdurulan ve 23.02.2008’de Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar doğrultusunda yeniden oluşturulan ‘Bölge Kalkınma Ajansları’, yerelin ekonomik potansiyelini harekete geçirmek gerekçesiyle sermayeyle her türlü işbirliğinin geliştirilmesi ve dahası kamuda özel sektör işleyişinin hâkim kılınması için etkin çalışan “kamu-özel işbirliğine dayanan” kurumlar olarak oluşturuldular. Türkiye’de 26 bölgede oluşturulan ‘bölge kalkınma ajansları’, “bölgesel kalkınma” adına bölgeler arası rekabetin geliştirilmesi ve her türlü kaynağın sermayenin hizmetine sunulması amacına hizmet etmektedir.
Yerel yönetimler bakımından ülkedeki tabloya genel olarak bakıldığında, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi ve ihale yoluyla özel şirketlere gördürülmesi gibi neo-liberal dönüşüm için öncelikli konularda birçok adımın atıldığı, ancak öte yandan merkezi idarenin yerel üzerindeki denetiminin de elden bırakılmadığı görülmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kürt sorununun varlığı ve bugüne kadar süre gelen çözümsüzlük politikaları, ülke egemenleri için merkezi idarenin yerel üzerindeki denetiminin ve baskısının devamını zorunlu kılmıştır. Ülkede yıllardan beri yerel yönetimlerle ilgili her mesele dönüp dolaşıp “eyalet sistemi mi geliyor?”, “ülke bölünüyor mu?” gibi sorular üzerinden Kürt sorununa bağlanmış ve bu nedenle merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki yetkileri önemli oranda devam etmiştir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekinceler de aynı mantığa dayanmış; Kürt yerel yönetimlerin idari ve mali özerklik üzerinden üniter devleti tehdit edebileceği fobisiyle hareket edilmiştir. 
Bütün bu söylenenler üzerinden AYYÖŞ’ün Kürt sorununun neresinde durduğuna, başka bir deyişle Kürtlerin ‘statü’ talebini karşılayıp karşılayamayacağına ya da tersinden sorarsak ülkeyi bölüp bölmeyeceğine bakalım.
Yazımızın başında da belirtmiştik; Kürt hareketi son yıllarda Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak ‘demokratik özerklik’ talebini gündeme getirmişti.
Peki, AYYÖŞ, bu statü talebini karşılar mı? AYYÖŞ genel bir çerçeveye dayandığı için Kürt yerel yönetimler tarafından geliştirilecek kimi fiili uygulamalara olanak tanısa da, bu talebi karşılamaktan uzaktır. Çünkü her şeyden önce ‘demokratik özerklik’ siyasi bir statüyü tarif ederken, AYYÖŞ ise “idari yerinden yönetim”e (idari adem-i merkeziyet) dayanmaktadır. Yani herhangi bir yerel yönetime siyasi bir statü tanımamaktadır. Oysa DTK’nın ilan ettiği ‘demokratik özerklik taslağı’, çeşitli yönleriyle tartışmaya açık olsa da, esas olarak “bölgesel özerklik” biçiminde tarif edilebilecek bir siyasi statüyü; yerel meclis, bayrak ve anayasayı öngörmektedir. Demek ki, AYYÖŞ idari, ‘demokratik özerklik’ ise siyasi bir statüyü tarif etmektedir.
Şartın çözümün neresinde durduğuna gelince; Kürt ulusal hareketi (Öcalan), Türkiye’nin koyduğu çekincelerin kaldırılmasının Kürtlerin özerklik statüsü içinde tanımlanabilecek birçok hakkı fiili olarak kullanabilmesinin yolunu açacağı beklentisini taşımaktadır. Türkiye’nin şarta şerh koyduğu yerel yönetimlerin kendilerini ilgilendiren planlama ve karar süreçlerinde söz sahibi olması, kendi iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesi, kendi mali kaynaklarını kullanma ve geliştirmede serbestlik, hem ülke içinde hem de ülke dışında başka belediyelerle birlikler kurabilme, eğitim, sağlık vb. hizmetlerin yerele devri gibi konular, Kürt ulusal hareketinin kendi meclis sistemini yerel yönetimlere uygulayabilme, kendi mali kaynaklarını kullanma, ülkedeki ve diğer parçalardaki Kürt yerel yönetimler arasında siyasi, ekonomik, kültürel işbirliğinin geliştirilmesi ve anadilde eğitim-sağlık hizmetlerinin verilmesi gibi alanlarda özerkliğe dair çeşitli konularda fiili olarak adımlar atabilmesine olanak sağlayabilir. Burada, Kürt hareketinin en önemli avantajının ve dayanağının halk içinde oluşturduğu örgütlenme olduğu söylenebilir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin geliştirilecek örgütlenme ve müdahaleler üzerinden fiili olarak özerkliğe doğru geliştirilmesi (fiili inşa/sistemin parça parça dönüştürülmesi) Kürt ulusal hareketinin ideolojik programıyla da uyumludur ki, DTK tarafından hazırlanan ‘demokratik özerklik’ taslağında da, bu siyasi modelin egemenliği/iktidarı hedeflemediği açıkça belirtilmektedir.
Devrimci sınıf siyaseti bakımından sorun, Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan, baskı altına alınan bir halkın kendi geleceğini belirleme sorunudur. Dolayısıyla sorunun çözümü de AYYÖŞ gibi yerel yönetimlere yönelik idari düzenlemelerle değil; ulusal hak eşitliğinin sağlanmasıyla, Kürtlere siyasi bir statü verilmesiyle mümkündür. ‘Yerelleştirme’ politikaları, esas olarak, “demokrasinin geliştirilmesi”, “katılımcılık” gibi gerekçeler arkasına saklanmış sistemin neo-liberal dönüşümünü hedefleyen politikalardır ve yerelleştirme politikalarına dair genel bir çerçeveyi tarif eden AYYÖŞ üzerinden (Türkiye’nin koyduğu çekinge/şerhlerin kaldırılmasıyla), Kürt hareketi, özerklik yönünde çeşitli adımlar atabilir. Ancak bu durum, bizim, hedeflenen liberal dönüşümü göz ardı etmemizi ve AYYÖŞ’ü savunmamızı gerektirmez. Bizim için çözüm, AYYÖŞ’ün genel bir çerçeveyi tarif etmesi üzerinden ve Kürt hareketinin kendi örgütlülüğüne dayanarak bazı fiili durumların yaratılması değil, tam hak eşitliği yönünde siyasi düzenlemelerin yapılması; Kürdistan coğrafyasında Kürtlerin kendi özerk bölgesel yönetimlerini oluşturabilmelerinin yolunun açılmasıdır. Ancak böylesi bir statü ile halklar arasında tam hak eşitliği sağlanabilir ve halkların barış içinde yaşayabileceği bir gelecek kurulabilir. Bizim, bu konuda, AYYÖŞ’e/neo-liberal dönüşüme karşı çıkmanın arkasına saklanarak ulus-devlet politikalarını, üniter devleti savunan ve Kürtlerin hak eşitliği yönünde atılacak her adımı tehdit olarak görüp karşı çıkan ulusalcı solculardan ayrıldığımız en önemli nokta burasıdır. Evet, bizler de neo-liberal dönüşüme ve AYYÖŞ’e karşıyız ya da somutlarsak mesela eğitim ve sağlığın ticarileştirilmesi amacına bağlı olarak yerellere devrine karşıyız. Ancak bu durum, Kürt yerel yönetimlerin bu yöndeki düzenlemeleri anadilde eğitim ve sağlık hizmeti verilmesi amacıyla kullanmasına karşı çıkmamızı gerektirmez. Başka bir deyişle, AYYÖŞ’e karşı olmamız, Kürt yerel yönetimler arasında ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirecek birliklerin kurulmasına, kendi iç örgütlenmelerini özgürce yapabilmelerine ve yerel hizmetlerin anadilde verilmesine (çok dilli belediyecilik) karşı olmamızı; bu adımların Kürtlerin ulusal hak eşitliği bakımından taşıdığı/taşıyacağı anlamı göz ardı etmemizi gerektirmez. Daha önce çıkarılan ‘AB Uyum Yasaları’na karşı olmamızın bu çerçevede idam cezasının kaldırılmasına karşı olmamızı gerektirmediği gibi… Başka bir deyişle, bizler, neo-liberal dönüşüme karşı çıkmak adına, bugünkü tekçi, katı merkeziyetçi, baskıcı sistemi savunmayız, savunmuyoruz. Valilerin halk tarafından seçilmesinin ya da yerel meclislerin yerelin ihtiyaçları konusunda karar verici organlar olmasında bizim için karşı çıkılacak bir tarafı yoktur. Bizim karşı çıktığımız şey, böylesi düzenlemeleri kendine örtü yapan ve onların gerçekten demokratik bir temele oturmasını engelleyen neo-liberal (eğitim, sağlık, barınma, su, temizlik gibi kamusal hakların ticarileştirilmesi; yerelin maddi ihtiyaçlarının karşılaması için kaynakların sermayenin yağmasına açılması vb.) dönüşümdür.
Liberal solculardan ayrıldığımız noktalara gelince, aslında yazı boyunca bu ayrım noktalarını çeşitli yönleriyle değerlendirdik. Liberal solcular, “az devlet çok demokrasi”, yerelleştirme, yönetişim, katılımcılık vb. gibi söylemler üzerinden gündeme getirilen politikaların sadece tekelci/uluslararası sermayeye sınırsız özgürlük sağladığını ve tarif edilen demokrasinin sınırlarının tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlendiğini ve dolayısıyla bu “özgürlüklerin” işçi sınıfı ve emekçiler için güvencesiz-esnek çalışma, dizginsiz bir sömürü ve işsizlik, yoksulluk anlamına geldiğini görememekte ya da görmekte ama savunmaktadırlar. Ve bize bir “demokratikleşme manifestosu” gibi sunulan AYYÖŞ’ün çerçevesini de belirleyen, neo-liberal dönüşüm sürecinde emperyalist bir birlik olan AB’nin yerelleştirme politikalarının çerçevesini çizen bir metin olmasıdır.
Türkiye’de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi meselesi, yıllarca, yapılacak düzenlemelerin Kürtlerin ulusal istemleri için boşluklar yaratabileceği kaygısıyla ele alındı. Yok sayma ve baskı politikalarıyla Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesinin önüne geçilmesi koşullarının büyük oranda ortadan kalktığı günümüz koşullarında ise, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusu, devletin İmralı’da Kürt ulusal hareketinin önderi Öcalan ile yaptığı görüşmelerde Kürt sorununun çözümü bağlamında gündeme getirilmiş durumdadır. Türkiye’de genelde bütün kamu hizmetlerinin ve özelde yerel hizmetlerin ticarileştirilmesi, bu hizmet alanlarında neo-liberal dönüşümün sağlanması yönünde 90’lı yılların ortalarından bu yana çeşitli adımlar atılmaktadır (Eğitim, sağlık, enerji, posta, ulaşım, yerel hizmetler gibi hizmet alanlarının ticarete açılmasını amaçlayan Genel Hizmet Ticareti Anlaşması –GATS– Türkiye tarafından 1994’de imzalanıp 1995’te Meclis’te onaylanmıştır). AYYÖŞ de, yerellerde bu dönüşümün sağlanması amacına bağlı olarak Türkiye tarafından imzalanmıştır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, AYYÖŞ’ün bazı maddelerine Kürtlere özerkliğin önünü açacağı kaygısıyla şerh/çekinge konmuştur. Bugün Kürt sorununun çözümü yönünde atılması beklenen diğer adımlarla (anayasal vatandaşlık ve anadilde eğitim) birlikte düşünüldüğünde, AYYÖŞ’e konulan çekingelerin kaldırılmasının Kürt yerel yönetimlerin hareket alanını genişletebileceği söylenebilir. Ancak bu durum, ne AYYÖŞ’ün özgürlüklerin sınırının sermayenin çıkarları tarafından çizilen neo-liberal demokrasinin bir manifestosu olduğu gerçeğini değiştirir, ne de gerçek anlamda Kürtlerin eşit hak statüsüne kavuşmasını sağlar. Belki yapılacak idari düzenlemeler üzerinden Kürtlerin fiili olarak kimi adımlar atması, siyasi statü talebinin (özerkliğin) artık ertelenemez biçimde gündeme gelmesini sağlayabilir, o kadar.

EK:
AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI:

TÜRKİYENİN İMZALADIĞI MADDELER
Madde 2 – Özerk yerel yönetimlerin anayasal ve hukuki dayanağı
Özerk yerel yönetimler ilkesi ulusal mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda anayasa ile tanınacaktır.
Madde 3 – Özerk yerel yönetim kavramı
1 Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır.
2 Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır. Bu hüküm, mevzuatın olanak verdiği durumlarda, vatandaşlardan oluşan meclislere, referandumlara veya vatandaşların doğrudan katılımına olanak veren öteki yöntemlere başvurulabilmesini hiç bir şekilde etkilemeyecektir.

Madde 4 – Özerk yerel yönetimin kapsamı
1 Yerel yönetimlerin temel yetki ve sorumlulukları anayasa ya da kanun ile belirlenecektir. Bununla beraber, bu hüküm yerel yönetimlere kanuna uygun olarak belirli amaçlar için yetki ve sorumluluk verilmesine engel teşkil etmez.
2 Yerel yönetimler, kanun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde, yetki alanlarının dışında bırakılmış olmayan veya başka herhangi bir makamın görevlendirilmemiş olduğu tüm konularda faaliyette bulunmak açısından tam takdir hakkına sahip olacaklardır.
3 Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihen vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır. Sorumluluğun bir başka makama verilmesinde, görevin kapsam ve niteliği ile yetkinlik ve ekonomi gerekleri göz önünde bulundurulmalıdır.
4 Yerel makamlara verilen yetkiler normal olarak tam ve münhasırdır. Kanunda öngörülen durumların dışında, bu yetkiler öteki merkezi veya bölgesel makamlar tarafından zayıflatılamaz veya sınırlandırılamaz.
5 Yerel makamların merkezi veya bölgesel bir makam tarafından yetkilendirildiği durumlarda, bu yetkilerin yerel koşullarla uyumlu olarak kullanılabilmesine yerel makamlara olanaklar ölçüsünde takdir hakkı tanınacaktır.

Madde 5 -Yerel Yönetim sınırlarının korunması
Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz.

Madde 6 – Yerel makamların görevleri için gereken uygun idarî örgütlenme ve kaynaklar
2 Yerel yönetimlerde görevlilerin çalışma koşulları liyakat ve yeteneğe göre yüksek nitelikli eleman istihdamına imkan verecek ölçüde olmalıdır; bu amaçla yeterli eğitim olanaklıyla ücret ve mesleki ilerleme olanakları sağlanmalıdır.

Madde 7 – Yerel düzeydeki sorumlulukların kullanılma koşulları
1 Yerel düzeyde seçilmiş temsilcilerin görev koşulları görevlilerin serbestçe yerine getirilmesi olanağı sağlayabilmelidir.
2 Görev koşulları söz konusu görevin yürütülmesi sırasında yapılacak masrafların uygun biçimde mali tazminiyle birlikte, uygunsa, kazanç kaybının tazminine veya yapılan işin karşılığında ücra ve buna tekabül eden sosyal sigorta primlerinin ödenmesine olanak sağlayacaktır.
Madde 8 – Yerel makamların faaliyetlerinin idarî denetimi
1 Yerel makamların her türlü idarî denetimi ancak kanunlarla veya anayasa ile belirlenmiş durumlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir.
2 Yerel makamların idarî denetimi normal olarak sadece kanunla veya anayasal ilkelerle uygunluk sağlamak amacıyla yapılacaktır. Bununla beraber, üst makamlar yerel makamları yetkili kıldıkları işlerin gereğine göre yapılıp yapılmadığını idarî denetime tabi tutabileceklerdir.

Madde 9 – Yerel makamların mali kaynakları
1 Ulusal ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri mali kaynaklar sağlanacaktır.
2 Yerel makamların mali kaynakları anayasa ve kanunla belirlenen sorumluluklarla orantılı olacaktır.
3 Yerel makamların malî kaynaklarının en azından bir bölümü oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu sınırlar dahilinde belirleyebilecekleri yerel ve vergi ve harçlardan sağlanacaktır.

Madde 10 – Yerel makamların birlik kurma ve birliklere katılma hakkı
1 Yerel makamlar yetkilerini kullanırken, ortak ilgi alanlarındaki görevlerini yerine getirebilmek amacıyla, başka yerel makamlarla işbirliği yapabilecekler ve kanunlar çerçevesinde birlikler kurabileceklerdir.

TÜRKİYE’NİN ŞERH/ÇEKİNCE KOYDUĞU MADDELER
Madde 4 – Özerk yerel yönetimin kapsamı
6 Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde, kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacaktır.

Madde 6 – Yerel makamların görevleri için gereken uygun idarî örgütlenme ve kaynaklar
1 Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idarî örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri kararlaştırabileceklerdir.

Madde 7 – Yerel düzeydeki sorumlulukların kullanılma koşulları
3 Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev veya faaliyetler kanunla veya temel hukuki ilkelere göre belirlenir.

Madde 8 -Yerel makamların faaliyetlerinin idarî denetimi
3 Yerel makamların idarî denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin korunması amaçlanan çıkarların önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde yapılmalıdır.

Madde 9 – Yerel makamların mali kaynakları
4 Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı malî sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır.
6 Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır.
7 Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi, yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir.

Madde 10 – Yerel makamların birlik kurma ve birliklere katılma hakkı
2 Her Devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır.
3 Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka Devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler.

Madde 11 – Özerk yerel yönetimlerin yasal korunması
Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirtilmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır.

Gezi, Negri, çokluk ve sınıf

31 Mayıs’ta başlayan halk hareketi Haziran ayında tüm ülkeyi hatta dünyayı ısıttı. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemek üzere parkta kalan çevrecilere yönelik ‘orantısız’ saldırı, çadırların yakılması, TOMA’ların karşısında bekleyen gençlere biber gazı ve gaz bombalarıyla müdahale tüm Türkiye’yi gece gündüz demeden sokağa döktü.
Kendiliğinden yükselen devasa tepki, artık herkesin kabulü ki, hükümetin genelde 11 yıllık, özelde ise son dönemdeki uygulamalarına karşı biriken öfkenin patlamasıydı. 2012’de gündeme gelen ve yasalaşan eğitimde 4+4+4 sistemi, doğrusuyla yanlışıyla Ergenekon, Balyoz, KCK vb. davalarda yargının hükümetin eline bakan tutumu, 29 Ekim’de Cumhuriyet mitingine saldırı, Roboski’nin yıldönümünde hâlâ tek bir adım atılmamış olması, Suriye politikasındaki savaşçı güzergah… Ve son olarak da içki yasakları.. 3. Köprü’ye Alevilerin gözüne baka baka Yavuz Sultan Selim adının verilmesi… Elbette son 1 yıllık bu kabarık bilançonun ardında özellikle 2001 krizinden sonra uygulanan IMF-DB programı (başka bir deyişle Kemal Derviş programı); bu kapsamda tam gaz özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, çalışma yaşamındaki tüm kazanımların birer birer ortadan kaldırılması olarak özetlenebilecek katıksız bir neoliberal talan süreci yatmaktadır.
Özetle; son 11 yıllık AKP iktidarı emekçilerin daha da yoksullaşmasını getirdiği gibi, orta sınıfların da hızla proleterleşmesini, gençlerin geleceksizlik gerçeğiyle daha yakından yüz yüze gelmelerini sağladı. Sermaye ve çeşitli vesilelerle aynı statüye yükselmeyi başaran türedi zenginlerin dışında toplumun çok büyük bir kısmı için son 11 yıl tam bir çöküş süreci olarak yaşandı.
Türkiye’nin genel olarak ilerici duyarlılıklarına karşı AKP’nin politik-İslamcı köklerinden gelen ve kendi tabanını motive etmek üzere dilden düşmeyen muhafazakar söylem ve uygulamalar da, yoksullaşma sürecinin üstüne bir de laiklik ve modern yaşam biçimini koruma-koruyamama kaygılarını ekledi.
Artık mesele, kimsenin zamanını ve yerini tahmin edemeyeceği son damlaya kalmıştı. Bunu ancak olaylardan sonra söyleyebiliyoruz ki, bu da sürecin doğası gereğidir. Ve Gezi Parkı saldırısıyla bardak taştı…

***
Bu yazının konusu Gezi Parkı’ndan yola çıkarak ortaya çıkan toplumsal öfke ve hareketin sınıfsal dinamikleri, eksikleri, zaafları ya da olumlulukları değildir.
Hareketin kendiliğindenliği, belirgin örgütlü biçimleriyle işçi sınıfı katılımının olmayışı, hatta Cem Boyner türü patronların da direnişe destek vermesi; “toplumsal hareketçilik” ve “sınıfsız muhalefet” tahlillerine nesnel bir zemin de hazırlamaktadır. Bu yaklaşım; ideolojik alanda sınıfın artık bir analiz kategorisi, en azından temel bir analiz birimi olarak değerlendirilemeyeceği teziyle aynı zeminden beslenmektedir.
Böyle iddialar var mı diye sorulabilir… Elbette, alanda bayraklarla temsil edilen siyasi hareketlerin resmi yazını açısından sınıfın varlığı henüz inkar edilmiş değildir… Pratik ise tam bir ‘sınıfsızlık’ pratiğidir.
Ancak konumuz buradaki şu veya bu örgütlü grup değildir. Daha genel ve ‘popüler’ bir çerçeve ve sunuşla ilgiliyiz. İlgimiz, genel olarak, sınıf hareketi ve sınıf analizini reddederek toplumsal değişimin anahtarını genel olarak “toplumsal muhalefet”e devreden sivil toplumcu yaklaşımlara… Özel olarak ise, onun en ‘modern’, daha doğrusu en postmodern biçimi olan ‘çokluk’ ve onun ‘kurucu gücü’ne vurgu yapan, öncülüğünü Negri’nin yaptığı teorik yaklaşımadır. Hardt’la beraber 2000 yılında yayınladığı “İmparatorluk” kitabıyla dikkatleri çeken bu postmodern açıklama biçimini daha yakından ele almak ve değerlendirmek amacındayız.
Neden Negri?  Çünkü Negri’nin ‘çokluk’ olarak ifade ettiği ‘özne’nin içeriği ve önerdiği eylem tarzıyla Gezi Parkı sürecinde yaşananlar arasında görünüşte bir benzerlik söz konusudur. Negri, açıkça ifade edilmemekle birlikte, ‘küreselleşme karşıtı’ ya da ‘alternatif küreselleşmeci’ hareketlerin teorik sözcülüğünü yapmaktadır. Bu hareketler, başta Seattle (1999) olmak üzere, uluslararası bileşenli eylemlerle gündeme gelmişti. Yine Arap Ayaklanmaları ve Occupy Wall Street eylemleri de, Negri’ye göre, kendi tezini doğrulamaktadır. Bu eylemlerin ortak özellikleri, farklı sınıf ve görüşlerden çeşitli kesimlerin bir araya gelmiş olması, merkezi bir örgütlenmeye tabi olmamaları, aksine bunu reddetmeleri ve alternatif bir iletişim ağı kurmaları… Bütün bu özellikler, farklı biçimlerde Gezi eylemlerinde de görülebilir. Ancak, bu, Negri’nin, ne çokluğunu ne de onun teorileştirdiği eylem, talep ve mücadele biçimini mantıklı ve tutarlı kılar. Özetle, bu yazıda Gezi Parkı’nın açtığı gündem vesilesiyle sınıf ve “çokluk” tartışmasına odaklanacağız.

***
Önce biraz Negri…
Negri, farklı düşünürler tarafından ve farklı vurgularla ortaya atılan postmodern “yeni dönem” teorilerinin tamamını içselleştirmiştir. Tüketim toplumu, sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu, postfordizm, küreselleşme teorilerinin çeşitli yönlerini ürettiği İmparatorluk-postmodernizm paradigmasının bileşenleri haline getirmiştir. Negri, bunun, geri dönülmez ve tüm toplumsal yaşamı değiştiren varoluşsal bir dönüşüm olduğunu ifade etmektedir. Negri’nin en azından postmodern dönüşüm üzerine fikrini anlamak için bir dizi uzun alıntıya mecburuz:
“Toplumsal ve üretici faaliyeti modern sosyalist geleneğin terimleriyle açıklamak olanaksız hale geldi: Bugün en çok üretim biçimini ve değerlendirme süreçlerini etki altına alan maddi olamayan emeğin (düşünsel, bilimsel, bilişsel, ilişkisel, iletişimsel, duygusal vs.) hegemonyasıyla karşı karşıyayız. Bu emek biçiminin bütünüyle yeni birikim ve sömürü tarzlarına alt güdümlü kılındığı malum. Bu yeni birikim ve sömürü biçimleri klasik emek-değer yasasıyla açıklanabilir değil. … Modern ile postmodern arasındaki ilk süreksizlik unsuru işte budur.”
“İkinci bir süreksizlik, egemenlik kavramının kendisinin yeniden tanımlanması vesilesiyle gerçekleşir. … Egemenlik eylemi gitgide daha da genişleyen ve bütün bir toplumsal alanı kapsayan bir biyo-iktidar biçimiyle tanımlanır oldu. Emeğin bireysel örgütlenmesinin disiplininden nüfusun denetimine geçildi. … Toplumun biyo-politik yönetimi, sonuçta eğilimi gereği totaliterleşmektedir. Biyo-politikanın giderek alacağı biçim, ölüm-politikasından başka bir şey değildir: Bazen biyo-politika ile ölüm-politikasını bir tutma eğilimi görülür, zira savaş politikanın özü haline gelirken, ölüm politikası da biyo-politikanın matrisi olur.”
“Üçüncü fenomenler dizisi, ekonomik süreçlerin küreselleşmesi ve ulus devlet, halk, egemenlik vs. gibi kavramların küreselleşmeden doğan kriziyle ilgilidir. Kapitalist gelişme ulus-devlette kendisine en uygun temel yapıyı bulmuştu: Bugünse ulus-devletin dünya çapındalaşmasıyla girdiği kriz, modernliğin politik kategorilerinin genel krizini de ifade etmektedir. Böylece İmparatorluk ve çokluklar arasındaki ilişki hakkında bir dönüşüm mümkün olmaktadır.” (Negri, 2013: 26-29)
Az ileride Negri, bu sefer küreselleşmenin kaçınılmazlığı iddiasıyla ‘postmodern’ dönüşümü betimliyor:
“Postmodernliğin üretimsel, politik, kurumsal ve kültürel boyutlarında küreselleşme sürecinin geri döndürülemezliği bir kez daha kabul edildikten sonra, bu üçüncü atölyede, şüphesiz tahmin edeceğiniz üzere, özellikle modernliğin politik kavramlarının dönüşümünü tartışmak istiyoruz. Geri döndürülemezlik derken, Fordist üretim ve Keynesçi piyasa şartlarını ve panoramasını yeniden oluşturmanın nesnel olarak imkansızlığını kastediyoruz. Fordist üretim ve Keynesçi piyasa, koptuğumuz ve artık yeniden bulmayı başaramadığımız bu modernliğin temeliydi: Bu noktada bir kez daha yeniden ortaya koymamız gereken ontolojik olarak belirlenmiş bir süreksizlik söz konusu. İkinci olarak, geri döndürülemezlik ile, hem emek çerçevesinde hem de toplumsal ilişkinin kuruluşu açısından öznel davranışlarda yaşanan değişime işaret ediyoruz. … Üçüncü olarak küreselleşme, modern devletin mekânsal belirlenimlerinin ortadan kalkması demektir; o halde küreselleşmeyle birlikte ulus devlet, egemenlik ve halk gibi bağlantılı kavramların krizi geri döndürülmez hale geliyor. Modern politik düşünce tarihinin tamamı –ki aslında hegemonik olduğu doğrulanmıştır– sarsılıyor; hatta bizim modernliğin içinde bir tür ‘alternatif’ tarih olarak gördüğümüz –Machiavelli’den Spinoza’ya– düşünce çizgisi dahi benzer bir sarsıntıya uğruyor ve bundan dolayı olumlu kullanımı da zorlaşıyor. Böyle bir alternatif geleneği kullanabilmenin tek yolu, onu radikal bir ontolojik başkalık seviyesine çıkarabilmekten geçiyor –ki biz bunun gerçekten mümkün olduğuna inanıyoruz.” (Negri, 2013: 56)
Negri, bu dönüşümden genel olarak memnun. Burada hem bir Spinozacı ‘determinizm’ hem de neoliberal küreselleşmeciliğin izlerini bulmak mümkün:
“İmparatorluğun kuruluşunun kendinden önceki iktidar yapıları için herhangi bir nostaljiyi ortadan kaldırmak ve –küresel kapitalizmden korunmak için ulus-devleti yeniden canlandırmaya çalışmak gibi- eski düzene dönüşü gerektiren her tür politik stratejiyi reddetmek üzere ileriye atılmış bir adım olduğunda ısrarlıyız. … Bugün biz İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.” (Negri ve Hardt, 2001: 68)
Negri’nin biyo-iktidarın egemenlik biçimine dair en önemli vurgularından birisini, onun iletişimsel yönünü aktararak bir sonraki bölüme geçebiliriz:
“İletişimin mekanı tamamen yersiz yurtsuzlaşmıştır. … Diğer bir deyişle iletişim, sermayenin her türlü alternatif marjinini baskı altına alarak, gerçek anlamda, küresel bir şekilde toplumun tümünü fethetmiş ve onu kendine tabi kılmış olduğu noktada, kapitalist üretim biçiminin almış olduğu biçimdir. … Modern iletişim sistemleri egemenliğe tabi değildir; tam tersine, egemenlik iletişime tabidir.” (Negri, 1999: 5-6)
***
Makalede tartışmanın ilerleyiş seyri şöyle olacak: İlk bölümde Negri’nin hangi ideolojik zeminde durduğunu, ‘içkin’ materyalizm adına nasıl bir idealizmle malul olduğu ve yöntemi tartışılacak. İkinci bölümde; Negri’nin siyasal şekillenişinde ve onun İmparatorluk ve çokluk kavramlarına ulaşmasında etkili olan Otonomcu yaklaşımı, Negri’nin bu akım içindeki yerini ve bu akımın Negri’ye etkisi değerlendirilecek. Üçüncü bölümde Negri’de işçi sınıfının yapısındaki değişikliklerin aşamalandırılmasındaki keyfiyet ve bunun çokluk kavramına zemin hazırlamak üzere pragmatistçe kurgulanması, dördüncü bölümde ise; Negri’ye göre çokluğun ortaya çıkışındaki toplumsal zemin tartışılacak. Beşinci bölümde, çokluğun icadında Spinoza faktörü ve çokluğun içine doldurulan idealizm; son bölümde ise çokluğun nasıl bir değiştirici güç olduğu ve Negri’nin bununla ne vaat edebildiği değerlendirilecektir.

1. NEGRİ’NİN İDEOLOJİK ZEMİN VE YÖNTEMİ
Negri, ‘modernizm’in eleştirisi adına ortaya çıkan postmodern ideolojinin neredeyse tüm ideolog ve referanslarından beslenir. Bu gizli saklı değildir. Lyotard, Baudrillard, Vattimo, Rorty, Derrida, Nancy, Agamben, Foucault, Deleuze gibi düşünürlere sık sık atıflar yapar, onlardan faydalanır. Farklı kapsamlarda ifade edilen tez ve görüşleri, Spinozacı bir çerçeve ve zayıf da olsa Marksist bir literatürle birleştirmeye çalışır.
Postmodern eleştirinin temel argümanlarını Negri de benimser. Aydınlanmayla birlikte etkili olan dünyanın akıl ile bilinebilirliği fikrine, ayrıca bu fikrin dolayımıyla sosyal bilimlerde ve günlük yaşamda etkili olan ‘bilim’, ‘gerçeklik’, ‘egemenlik’, ‘toplum’, ‘sınıf’ vb. kavramlara postmodern bir çerçeveden karşı çıkar.
Negri ve Hardt yaklaşımlarını genel olarak şöyle açıklıyor: “Buradaki akıl yürütme tarzımız diyalektik-olmama ve mutlak anlamda içkin olmayı amaçlamış iki yöntemsel yaklaşıma dayanıyor: Bunlardan biri, hegemonik dili ve toplumsal yapıları yerinden etmeyi ve bunu yaparak çokluğun yaratıcı ve üretken pratiklerinde yatan alternatif bir ontolojik temeli açığa çıkarmayı hedefleyen eleştirel ve yapısökümcü yaklaşımdır; ikincisi, öznellik üretim süreçlerini etkili bir toplumsal ve politik alternatif, bir yeni kurucu iktidar oluşturma yönünde geliştirmeye çalışan kurucu ve etik-politik yaklaşımdır.” (Negri ve Hardt, 2001:72).
Hardt ve Negri’nin Derrida’dan devşirdikleri yapısökümcü yöntem, aslında dünyanın ve toplumun sözcüklerin diziminden oluşan birer metin olduğunu ve bu metindeki ‘modern’ inşanın bozulması gerektiği fikrine dayanıyor. Mevcut toplumsal yapının metnini ya da kavramsal ilişkisel birliğini çözmek ve onu metinsel olarak yıkmak…
Negri ve Hardt, yapısökümcülüğünün bu niteliğini bildiğinden, açıklamalarını sürdürür: “Bu gösteriye ilişkin bizim giriştiğimiz yapısöküm tek başına metinsel olmamalı, enerjisini sürekli olarak bugün devinim halinde olan, olayların doğası ve emperyal süreçlerin somut belirlenimleri üzerinde yoğunlaştırmalıdır. … Bir başka deyişle historia rerum gestarum’un, hüküm süren küreselleşmiş kapitalizmin hayaletinin yapısökümü alternatif toplumsal örgütlenmelerin olabilirliğini ortaya çıkarır.” (Negri ve Hardt, 2001:73)
Peki, “Yapısöküm tek başına metinsel olmamalı!” uyarısını yapmak yeterli mi? Aslında yazarlar, ‘metinsellik’ ve söylem eleştirilerine karşı bir önlem alma ihtiyacı duyarlar, ama asıl analizleri onları ele verir: “Eleştirel yaklaşımımız emperyal düzenin gerçek bir gerçek bir ideolojik ve maddi yapısökümüne uğratılması ihtiyacına yanıt veriyor. Postmodern dünyada, İmparatorluk sahnesi çeşitli kendini meşrulaştırıcı söylemler ve yapılar aracılığıyla kurulmuştur.” (Negri ve Hardt, 2001:72).
Kahrolsun söylemler! Toplum bu söylemler ile kuruldu. Bu söylemler yapısökümüne uğratılırsa “alternatif toplumsal örgütlenmelerin olabilirliği” kendiliğinden ortaya çıkar. Negri ve Hardt, metinselliğe sıkışmadıklarını ifade etseler de, ki kimse kendisinin metinselliğe hapsolduğunu kabul etmez, iktidar ve söylem üzerine kurguları ve eserlerinde uyguladıkları yöntem genel olarak modern söylemin yapısökümüne uğratılmasına dayanıyor.
Yani toplumsal gerçekliği, onun içindeki çelişkiler ve mücadeleleri, gerçek yaşamın akışını, etkenlerini, belirleyenlerini değerlendirmeden, böyle bir dert ve çabaya girmeden toplumun söylemsel/metinsel düzeyde analizini yapmak. Negri’nin tüm eserlerinde bu yaklaşım genel olarak kendini hissettirmektedir. Negri için İmparatorluk, çokluk, egemenlik, biyo-iktidar vb. bütün ‘olgu’lara; gerçek dünyanın analiziyle değil, kavramlar ve ‘söz’ dünyasındaki ‘oyun’ ya da akıl yürütmelerle ulaşılır.
Çünkü “nesnel gerçeklik” yoktur. Öznel ve nesnel ayrımı postmodern dönemde ortadan kalkmış, modernizmle beraber yok olmuştur. Bu nedenle gerçekliği araştırmak, fikirler dünyasında cirit atmaktır. Bu bakımdan Negri, yel değirmenleriyle ve kendi hayalleriyle savaşan bir Don Kişot’tur!
Bu yaklaşımın temelinde postmodernizmin gerçekliği inkar etmesiyle birlikte yeniden tanımlaması etkilidir. Buna göre; gerçeklik, özneden ve tahakküm ilişkilerinden bağımsız değildir. Foucault’ya dayanarak; iktidar, bilgi üzerindeki tekeli sayesinde gerçekliğin üretilmesinde egemendir. Dolayısıyla nesnel gerçeklik yoktur, iktidarın ürettiği gerçeklik vardır. Ve bu, yapısökümüne uğratılmalıdır!
Negri, örneğin iktidar analizinde (ki analiz olmanın en ufak izini bile taşımamaktadır), önce; iktidar ve egemenlik kavramına dair tarihsel, felsefi ve siyasal farklı görüşleri, bu görüşler arasındaki benzerlik ve farklılıkları tartışıyor. Daha sonra, bu görüşlerden hangisinin toplumda egemen hale geldiğine bakıyor. Ve tarihi de, bu fikrin diğer fikir üzerindeki zaferi, diğer fikrin nasıl yenilgiye uğratıldığı, diğer fikrin bu yenilgiye karşı nasıl bir çaba gösterdiği üzerinden anlatıyor. Daha yakından bakalım:
“Rousseau’nun demokratik cumhuriyetçiliğinin sonunda Hobbesçu modele benzemesi tesadüf değildi. Rousseau’nun toplumsal sözleşmesi, bireysel iradeler arasındaki anlaşmanın genel bir iradenin kuruluşu içinde gelişmesini ve yüceltilmesini, genel iradenin tekil iradelerin yabancılaşmasından devlet egemenliğine doğru ilerlemesini güvenceye alır. … Özellikle Rousseau’nun doğrudan temsil nosyonu, zorunlu olarak bununla bağlantılı totalliğin temsili tarafından çarpıtılmış ve etkisiz hale getirilmiştir. … Demokratik, çoğulcu ya da popüler politik biçimleri ilan edilebilir edilmesine ama modern egemenlik gerçekte sadece tek bir politik figürle, tek bir aşkın iktidarla bağdaşır.” (Negri ve Hardt, 2001:107)
Az ileride:
“Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi toplumu iktidar içinde özümleyerek yeni bir ‘birey’i gerçek kılar. İdari mekanizma geliştikçe, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir, öyle ki artık toplumu iktidar ve devlet üretir.” (Hardt ve Negri, 2001:110)
Negri modern egemenlik olgusunu eleştirirken, esas olarak onun savunucularının kavramlarını ortaya koyuyor ve onlarla tartışıyor. Tabii, bunda başlı başına bir problem yoktur. Egemenlik teorilerini ortaya atan düşünürleri eleştirmek normaldir. Ancak, egemenliğin gerçek hayatta nasıl işlediğini, nasıl geliştiğini ve değiştiğini incelemeden, tüm yöntem, bu kavram ve düşünürlerle tartışmaya indirgendiğinde gerçeklik bir kenara bırakılmış oluyor. Gerçek egemenlik (aslında burjuva egemenliği) yerine de kavramların egemenliği geliyor. Mesela “Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi”, yani bir kavramsal ilişkiler ağı, Negri’nin iddiasına göre “yeni bir ‘birey’i gerçek kılıyor”. Toplumdaki egemenliği yansıtmıyor, onu baştan sona belirliyor.
Negri’nin bu kavramsal Don Kişotluğu, hiç mi gerçeklikle ilişki kurmuyor? Hayır, Negri, ara ara kapitalizme, modern egemenlik ile sermaye arasındaki ilişkiye atıf yapıyor. Ancak bu belli belirsiz ve “kavramların gerçekliği belirlediği” fikri ve yöntemi değiştirmeyecek biçimde yapılıyor.
Örneğin Negri, birçok kez olduğu gibi, bir kitabında; modern kavramların iflas ettiğini, bu kavramlardan doğan gerçekliğin de (dikkat edelim; kavramdan doğan toplumsal gerçeklik, tersi değil) bundan payını aldığını söylüyor: “Bu çözülmeden sadece kategoriler değil, bunlardan doğan gerçekliğin kendisi de payını aldı.” (Negri, 2013:29)
Yine başka bir yerde: “Post-modern ideolojiler egemenliğin niteliklerinin güçten düşürülmesinde büyük rol oynamışlardır. Aynı zamanda ve aynı nedenlerle, (burada ve öte tarafta postmodernitenin yatay düzeyini kıran) parçalayıcı, yerel ve tikelin yeni ufuklarını yaratan da postmodern ideolojilerdir.” (Negri, 1999:7)
Başka bir örnek: iktidarın aşkınlığı… Negri’de iktidarın toplumdan nasıl ‘koptuğu’, feodalizmden kapitalizme geçişte nasıl bir biçim aldığı, toplumsal sınıflarla nasıl bir ilişkisi olduğu, ekonomiyle, kültürle ve diğer yaşam alanlarıyla ilişkisi; bunlara dair hiçbir analiz yoktur. Tartışma tamamen ‘tarihsel’ fikirler arasında sürmekte, Hobbes’çu ‘temsil’ ve iktidar fikri, Spinoza ve Machiavellici yaklaşımla karşı karşıya gelmektedir. Modern düşünce de Hobbes’çu ve Rousseau’cu zafer ile toplum üzerindeki fiili egemenliğini sağlamaktadır!
Toplumu değil fikirleri incelemek, belki bazı ipuçları verebilir, ancak bu, açık ki, spekülatif bir yöntemdir. Bu kavram oyunundan çok daha fazla örnek verilebilir. Örneğin Negri, artık iktidarın mekandan koptuğunu söyler. Ulus-devletlerin etkisiz olduğunu, emperyalizmin de aşıldığını kaydeder. Hangi olgulara dayanarak? Ulus-devletler nasıl bitti? Yok mu? Uluslararası kuruluşların etkinliği ulus devletleri paçavra haline mi getirdi? Bu ‘ulus ötesi’ kuruluşlar emperyalist güçlerden bağımsız mı? Bunlar olgusal olarak tartışılabilir meselelerdir.
Ancak bütün bu sorulara Negri’nin cevabı spekülatiftir… Hepsini söylüyor, ama hiçbirinin neden öyle olduğunu açıklamıyor. Toplum ve yaşamdaki karşılığını incelemiyor. Sadece kavramlarla oynuyor… Ki zaten yapısökümü yaklaşımının genel eğilimi de budur.

***
Negri, Marksizm’in Hegelcilik’le malul olduğunu ve onun Hegelcilikten, yani diyalektikten ayrılması gerektiğini düşünen ve kendini bir biçimde Marksist olarak tanımlayan geleneğin bileşenlerinden birisi. Marksizm’le ‘platonik’ ilişkisini sürdüren bu geleneğin, genel olarak postmodern ideolojinin ilk öncülerinden kabul edilen Franfurt Okulu teorisyenleri, özellikle Adorno ve Horkheimer’den önemli ölçüde beslendiği, en azından feyiz aldığı söylenebilir.
Tıpkı postmodern teorilerde olduğu gibi, Hegelciliğin eleştirisindeki esas gaye Aydınlanmacılığın eleştirisine dayanıyordu. Bu Hegelcilik eleştirisi, onun idealizmi ve ‘gerici’liğinin eleştirisinden çok genel olarak diyalektiğin ve onun modernist-pozitivist felsefe tarafından heder edilmiş biçiminin eleştirisine dayanak ediliyordu. Hegelcilik eleştirildi mi de; kaçınılmaz olarak sıra Marx’a geliyordu ki, asıl gelinmek istenen nokta da zaten buydu: Bazen Marksizm’i geliştirmek bazen de bitirmek adına!
Evet, Hegelci diyalektik; içsel çelişkiler barındıran kavramların; karşıtların birliği ve mücadelesiyle, tez ve antitezin senteze dönüşümüyle, eskinin bağrında yeninin doğuşu ve yeninin eskiyi içermesi ve aşmasıyla ilerleyen bir kavramlar teolojisiydi… Hegel, kavramlar dünyasındaki çelişki ve hareketi, gerçek dünyanın çelişki ve hareketi yerine koyarken, açık ki mistisizmin doruklarındaydı . ‘Evrensel tin’in rüzgarında sürükleniyordu. Burası zaten açıktı… Hatta; kavramlar dünyasındaki ‘iki’leştirilmiş çelişkileri de, baştan belli bir sentezi zorunlu kıldığından indirgemeciydi. Hayatın siyah-beyaza indirgenemeyecek renkliliğine kör bir nedensellik ve determinizm katıyordu. Ve kendi görüşüyle de çelişerek son sentezi feodal meşruti monarşi ilan ediyordu.
Hegel Aydınlanmanın önemli bir düşünürüydü. Elbette tek temsilcisi de değildi. Aydınlanma birikimini özümsüyor ve ona önemli katkılarda bulunuyordu. Ancak ‘rasyonel kapitalizm’in eleştirisi yapılacaksa Aydınlanma ‘günah’ının tek suçlusu o değildi.
Descartes için dünya, hatta tanrı bile akıl ile kavranabilirdi. Artık dünyada hiçbir şey için tanrısal bir ilkeye gerek kalmamıştı. Her türlü tanrısal ilke aklın süzgecinden geçebildiği sürece meşruydu. Us/akıl bir ölçüde yeni tanrıydı. Hobbes’tan Locke’a, Montesquieu’dan Rousseau’ya kadar egemenlik; tanrının değil, toplumun bir sözleşme ile gönüllü ya da zorunlu bir biçimde kendisini temsil edecek kişi ya da kişilerin kudretindeydi. Yani akıllıca bir işti!
Evet, bu akıl, yine bu akla dayanan egemenlik, her türlü ekonomik ve sosyal eşitsizliği göz ardı ederken, ‘siyasi’ bir eşitlik yarattığı iddiasındaydı. Dolayısıyla egemenlik, farklı sınıfları dikkate almaksızın, tek bir bütünün, toplumunun/halkın egemenliğiydi.
Elbette bu felsefi siyasal ilerleyiş, zamanlı, öngörülü ve etkin bir yansıma olma özelliğindeydi . Burada yansıma derken, insanın yaratıcı düşünme yeteneğini küçümseme amacında değiliz. Ancak insanlık ve filozoflar, önlerine insanlığın çözebilecekleri, çözme mücadelesine girebilecekleri meseleleri koyuyordu.
Tabii, bütün bu us egemenliğinden tanrının yeryüzüne inişine kadarki süreç, yalnızca filozofların bunları keşfetmesiyle ilgili değildi. Asıl kaynama toplumun içindeydi. Felsefedeki değişimin, yani Rönesans, Reform ve son olarak Aydınlanma’nın altındaki zemin olarak feodal toplumun bağrında kapitalizm ve onun öncü sınıfı burjuvazinin gelişmesi ve güçlenmesi, siyasal olarak da yetki ve iktidar istemesiydi. Felsefe de bunun sözcülüğünü yaptı. Siyasal karşılığı; özü itibarıyla aynıydı, ancak farklı ülkelerde farklı biçim ve yollarda gerçekleşti.
İşte bu modern egemenlik ya da burjuva iktidarının siyasal biçimleri ve genel egemenlik nosyonu, bölünmez bir gücün (halkın, ulusun, milletin) seçim dolayımıyla temsiline bağlandı. Böylece sınıfın iktidarını gizlemek üzere ‘halkın temsili’ burjuvazi için giderek yararlı bir ‘araç’ haline geldi. Bu, bir yanı…
Kapitalizm, postmodernlerin çok sevdiği deyimle ‘modern’ toplum, kendi modern değerlerini de besliyor, teşvik ediyor, katkı sunuyor ve koşulluyordu. Emperyalizm aşamasının düşmanlıkları da ikili karşıtlıklar üzerine kuruluyordu. Uygar halklar ve uygar olmayan, ama uygarlaştırılması gereken halklar (Afrikalılar, yerliler vb.), beyazlar ve siyahlar, eve ekmek getiren erkek ve erkeğe hizmetle görevli kadın vb.
İlk postmodern teori ve yaklaşımlar, bu ikili karşıtlıkları eleştirme, ‘öteki’ olanı savunma hedefiyle şekillendi. Mesela 1968 sonrası yükselen kadın hareketi (ikinci feminist dalga olarak da tanımlanıyor) ve onun içinde etkin olan feminizm siyaseti, en azından 1970’lerin ortasında, bir postmodern felsefe ve zemine yaslanıyordu. Bu ikili karşıtlık ve eşitsizliğin ‘toplumsal olarak’ yaratılmış olduğunu söylerken haklıydı, ancak postmodern bir ‘fark’ı kutsama yolunda ilerliyordu. Ya da giderek Marksizm’den de esinlenen (elbette onun temel unsurlarını da reddeden) feminizm yerini postmodern bir ‘fark’çılığa bırakıyordu.
Özetle postmodernizm, birincisi; tanrının diktatörlüğünün yerini ‘us’un diktatörlüğünün aldığını söylüyor, ikincisi, modernizmin ikili karşıtlığa dayandığını iddia ederek, diyalektiği de ikili karşıtlıklara indirgeyerek diyalektiği eleştiriyordu (Burada esas olarak konumuzu ilgilendiren yönlerine odaklandığımız için bu iki başlığı seçiyoruz). Diyalektiği gerçeklikle ilişkisi olmayan bir teolojik kurgu, Marksizm içindeki halini de bilim dışı bir ‘hümanizm’ olarak tanımlıyordu.
Bu açıdan anti-hümanist bir Marksizm arayışı ve iddiasında olan Althusser’in Hegel’e de savaş açması, onun yerine Nietzsche ve Spinoza gibi filozoflara yönelmesi şaşırtıcı değildir. İşte Negri, öncelikle ‘bu toprak’ta şekillenmiş ve bu tarafta yer almış bir ideologdur.
Bu toprakların üstüne özellikle Foucault ve Deleuze’un, iktidar ve öznelliklerin oluşumu ve fark teorisinin ürettikleri de eklenmiştir. Negri, bunlardan özellikle sonuna kadar yararlanmıştır.
Ve Negri, 1970’lerle modernizmin sonunun ve postmodern yeni dönemin (tüketim toplumu, bilgi toplumu, enformasyon toplumu, postfordizm vb.) ilanıyla kapitalizmin, onun temel sınıflarının ciddi bir biçimde değiştiğini savunan, “Elveda Proletarya”cı Gorz’la simgeleşen postmodern rüzgarın da bileşenidir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; Negri, bütün bu dönüşümde ‘bazı olanaklar’ tarif ederken, Gorz gibi bir dönülmez akşamın ufkunu değil, yeni koşullar ve yeni ‘mücadele güçleri’ izah etmiştir. Yani bir muhalif duruşu görünüşte korumaktadır. Ancak bu muhalefetin kapitalizmle hatta emperyalizmle derdi yoktur. Belli başlı hakları hedefleyen derli toplu bir reformizm bile değildir.

2. NEGRİ’NİN OTONOMİST KÖKENLERİ
Negri’ye gelirken çok genel bir biçimde postmodernist teorilere açılan yolu tartıştık. Elbette birçok bileşeni kasıtlı olarak göz ardı ederek. Bununla beraber Negri; 1960’lı yılların sonunda İtalya’daki Operaismo (işçicilik) akımının Raniero Panzieri, Mario Tronti, Sergio Bologna ve Romano Alquati ile birlikte önemli bir bileşeni ve temsilcisidir.
Amacımız, kuruluşundan bir süre sonra “Otonomcu Marksizm” olarak adlandırılan bu yaklaşımla bütünsel olarak alakadar olmak değildir. Sadece temel yönlerini kısaca aktarıp, sınıfa, sınıf mücadelesine ve sosyalizme yabancılığını ve mantıksal devamlılığı içinde iyice yabancılaşmasını ortaya koymaktır.
İtalya’da 1968 devrimci hareketliliği 1970’ler boyunca farklı biçimlerde devam etmiştir. 1970’lerde ise, gençlik ve işçi hareketi ile resmi Komünist Parti arasındaki ayrım iyice belirginleşir. Burada dönüm noktalarından birisi; resmi Komünist Parti’nin, yönetimdeki Hıristiyan Demokratlarla “Tarihsel Uzlaşma” diye bilinen stratejik işbirliğine girmesidir. Komünist Parti’nin ‘Avro-Komünizm’ olarak ifade edilen bu sınıf uzlaşmacılığı, Operaismo (işçicilik) hareketinin radikal işçi ve gençlik eylemlilikleriyle buluşmasını kolaylaştırır. 1970’lerin ortasında Otonomist hareket adını alır. Marksizme ve Leninist politikaya yönelik eleştiriler ve ayrışmalar öne çıkar. “İşi ret” ve “kendini değerli kılma” gibi mücadele yöntemlerinin öne çıkarılması, işçi hareketinin kendiliğindenliğinin yüceltilmesi, önderliğin reddi ve buna kurucu bir misyon biçilmesi akıma genel karakterini verir.
İtalyan işçiciliği ve otonomizm, aslında anarşizmden esinlenen bir gelenek. İşçi sınıfının otonomizmine, yani kendiliğinden hareketinin gücüne özel bir vurgu yapar. Bu kendiliğinden, önderliksiz (özellikle kendiliğinden ve önderliksiz) gücün kurucu nitelikte olduğunu, tarihin de bu güç tarafından yapıldığını ifade eder. Ancak tekrar edelim, burada mutlak bir kendiliğinden hareketin kutsanması ve her türlü politik önderliğin reddi vardır. Bu açıdan sınıf mücadelesi vurgusu, bir politik parti ve önderlikle politik iktidarın alınması konusunda oldukça karamsardır. Dolayısıyla sosyalizmin kazanımlara ve işçi hareketinin biriktirdiği deneyimlere cepheden karşı duruş sergilemektedir.
Elbette anarşist yaklaşımla ortak yönleri olmakla birlikte farklılıkları da vardır. Siyasal kurumlaşmaya karşı çıkarken, işçi direnişi ve eylemlerine de maksimum dikkat gösterilmesi gerektiğini söyler. Aslında doğru bir zeminde oldukça önemli olan bir vurgu; otonomist hareketin örgütsüzlük, lidersizlik ‘kuralı’ nedeniyle başarısızlığın garantisi haline gelir. Lenin’in 1902 yılında ekonomistlerle yürüttüğü kendiliğindencilik tartışmasının postmodern bir yansıması olduğu söylenebilir. Bu işçi vurgusu da zamanla körelir, mantıksal sonucuna doğru yürür.
1919 yılındaki Alman Konsey Komünistleri/‘sol’ komünistleri, siyasal olarak bu akımın önemli bir tarihsel referansıdır. Sonrasında anarko-sendikalist ve Troçkist bazı akımlarla ‘birleşmiştir’. Resmi Komünist Partiye de tepkiyi içinde barındıran kapitalizme ‘ret’ hareketlerinin deneyimlerini de yanlış bir biçimde teorileştirerek toplumsal/siyasal bir zemin kazanmıştır bir dönem için.
“Otonomist Marksizm” terimini ilk ortaya atan Harry Cleaver’ın otonomist harekete ilişkin tanımlaması; hem dönemin atmosferini hem de ideolojik kökenlerine dair bazı öncülleri veriyor:
“Özgün bir gelenek olarak ‘otonomist Marksizm’ kavramına anlam veren şey, genel Marksist gelenek içinde işçilerin otonom gücüne -sermayeden, (sendika ve siyasal partiler gibi) resmi örgütlerden otonom- ve belli bir işçi grubunun diğer gruplardan (örneğin, kadınların erkeklerden) bağımsız hareket edebilme gücüne vurgu yapan çeşitli hareket, politika ve düşünürleri saptayabilmemizdir. ‘Otonomi’ ile işçilerin kendi çıkarlarını tanımlama ve bunlar için mücadele edebilme -sömürüye salt bir tepkiselliğin ya da kendi kendini tanımlayan ‘liderlik’in ötesine geçip sınıf mücadelesini şekillendirecek ve geleceği belirleyecek şekilde hücum pozisyonuna geçebilme- yetilerini kastediyorum.” (Wright, 2006)
Cleaver’in bu yetilere vurgusu güzel gibi görünüyor. Ancak bu vurgu, siyasal önderliğin reddi, kendiliğindenciliğin yüceltisi ve bütünselliği giderek gözden kaçıran farklılık güzellemesi ile birleşince, tüm anlamını yitiriyor. Yine bu hareketin önemli temsilcilerinden Sergio Bologna, samimi bir eleştiri yaparak, otonomist hareketin içsel yönelimlerini şöyle tanımlıyor:
“Her şeyin ötesinde ‘operaismo’nun işçi sınıfının -bazen eleştirel olmayan bir tarzda- yüceleştirilmesi, aynı zamanda da gücün aşırı yüceleştirilmesi olduğunu düşünüyorum. ‘Operaismo’nun ‘Operai e capitale’ (İşçiler ve sermaye) ile birlikte doğması bir tesadüf değildir. İşçi sınıfına düzülen övgünün mü, yoksa bu işçi sınıfını kendi bileşenleri açısından boyunduruk altına alma yönündeki kapitalist kapasiteye düzülen övgünün mü ağır bastığı belirsizdir. Öyleyse pek çok kuramcısının, sonradan devlet kuramcılarına şimdi ise yönetişim kuramcılarına dönüşmüş olması tesadüf değildir. Ve bu insanlara hain denebileceğini düşünmüyorum; çünkü sermayenin iktidarına düzülen bu methiye, sonradan politik olanın iktidarına, politik olanın otonomisine methiyeye dönüşen ‘operaismo’ içindeki bir risktir. Bu bence oldukça tutarlı bir sonuçtur. Bu bir sıçrama ya da bir dönüşüm uğrağı değildir, bana göre mantıksal bir sonucudur.” (Bologna’dan aktaran Steve Wright, Geçmişten Günümüze Otonomist Marksizmin Yol Haritası)
Bologna’nın tespiti otonomcu akımın temel bir özelliğine işaret ediyor: Üretim ilişkileri ve buradan doğan sınıf mücadelesi yerine iktidar ilişkileri birincil ve belirleyicidir. Eğer sınıf oluşumuna dair bir çıkarım yapılacaksa iktidar ilişkilerinden yapılmalıdır: Yönetenler ve yönetilen çokluk (ya da benzer bir anlama gelmek üzere “toplumsal işçi”). İşte bu iktidar ve onun belirleyiciliğine vurgu; Bologna’nın dediği gibi, akımın düşünürlerinden bir kısmını devlet ve yönetişim kuramcısı haline getirmiştir.
Otonomcu hareket, iktidar karşısında çokluğun “otonom” gücünü yüceltir ve bu gücün ilişkisel olma özelliğini bir kenara bırakarak, ona ‘mutlak’ bir misyon biçer. Kendiliğinden hareketin iktidara karşı kurucu bir gücü olduğunu, kendini yeniden değerlendirme stratejisiyle alternatif bir yaşamın kapitalizmin çatlaklarında kurulabileceğini iddia eder.
Bu anlamda ‘işin reddi’ ve ‘kendini değerli kılma’ otonomcu yaklaşımda birbirini tamamlayan iki kavramdır. Buna göre; “İşin Reddi kapitalizmi krize sokacak, işlemesini engelleyecek bir mücadele biçimi olarak kurulurken, ‘self-valorizasyon’ kapitalizme sadece karşı koymakla değil onun ötesine geçmekle alakalı, yaşamı dönüştürmeye yönelik bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. ‘İşin Reddi’ kapitalizmin empoze ettiği ‘iş dünyası’ içinde boşluklar yaratmaya, ‘self-valorization’ ise bu boşluklar içerisinde yeni bir yaşam biçiminin nüvelerini kurmaya dair kavramlar olarak beliriyor.” (Özgün, Otonomist Marksist Kuram İçerisinde Sınıf Kavramı)
“Otonomist İşçi” grubunun Rebibbia Hapishanesinde tutuklu bulunan militanlarının, 1983’te yaptıkları değerlendirmede, “kendini değerli kılma”, “işin reddi” ve “sosyalist bir önderlikle sosyalist bir iktidar kurma”ya dönük otonomist yaklaşımın bir özetini sunuluyor:
“Hareketin öznelliğinde, kültüründe ve geleceğe bakışında bir değişim yaşanmaya başladı. ‘İktidarı ele geçirme’ fikri, kalıplaşmış olan ‘proletarya diktatörlüğü’ hedefi ‘reel sosyalizm’den arta kalan yük ve herhangi bir devlet yönetimi projesi dahil, tüm işçi hareketleri geleneğinin tam bir reddi söz konusuydu.” “Bu anlamda yerelcilik Otonomi deneyiminin tanımlayıcı bir özelliğiydi.” (‘Devrimi Hatırlıyor musunuz’ broşüründen aktaran Bulduruç, 2008)
Negri ve dönemin otonomist akımı, Marksizmin, kapitalist işi ve çalışmayı bir yandan eleştirirken diğer yandan kutsadığını düşünüyordu. Bu nedenle “işin reddi” otonomizmin önemli bir bileşeniydi. Sabotaj eylemleri de somut bir eylem tarzıydı. Negri’nin önerisi şuydu: “Fabrikaların çalışmasını sabote etmenin bir parçası olarak makinelerin içine fındık atma, üretim bandını yavaşlatma, ‘silahsız şehir gerillaları’, yasaların manipüle edilmesi, yönetimi alma, ev ve işyeri işgalleri, kısaca ‘bir silah olarak’ yasallığın kullanıldığı bütün teknikler.” (Bulduruç, 2008)
Negri, işin reddi ve kendini değerli kılma biçiminde ifade edilen otonomist sloganları biçim değiştirerek kullanmaya devam etti. Spinozacı kavramlarla birleştirerek çokluğun iktidardan bağımsız olabilme ve ‘kurucu potansiyel gücü’ne dönüştürdü. Ve iktidar karşısında, farklı tekillerden oluşan çokluğun özellikleri olarak ilan edildi. Bunları ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağız.

3. SINIFIN AŞAMALANDIRILMASI VE PRAGMATİST KURGU
Negri’nin sınıf mücadelesi ve sınıf oluşumuna dair öngörüleri İtalyan otonomist ve yarı-anarşist yaklaşımının damgasını taşır. Negri, sınıfların oluşumu ve mücadelesini üretim/sömürü ilişkileri yerine giderek iktidar/tahakküm ilişkileri çerçevesinde tanımlar. Ancak Negri’ye göre; kapitalizmin/modern toplumun doğuşundan postmodern topluma geçişle birlikte sınıf ve sınıf mücadelesinin ontolojisi (varlığı, varoluş biçimi) kökten değişir. Buna göre; sömürü üretim sürecinin dışına taşar, üretim ve yeniden üretim arasındaki her türlü ayrım ortadan kalkar, değer ve sömürü ölçülemez olur, toplumun ayrımsız bütününü kapsar vb. Öyleyse sömürü ilişkilerine göre biçimlenen sınıflar da bu yeni koşullarda başka bir biçimde varlık kazanır… Artık sınıf da postmoderndir!
Şimdi Negri’de sınıf kavramının, işçilerin çalışma koşulları ve niteliklerinden başlayarak, nasıl bir belirsizliğe sürüklendiğini ve buna nasıl bir çözüm yolu bulunduğuna bakalım…
Negri kapitalizmin gelişimini dört evreye ayırıyor. 1600’lerden başlayan ve 1848’e kadar süren evreyi sermaye birikiminin ilkel bir halinin vuku bulduğu ‘Manufacture’ (imalat) dönemi, 1848’den Birinci Dünya Savaşına kadar süren evreyi ‘büyük ölçekli sanayinin ilk dönemi’, Birinci Dünya Savaşından 1968’e kadar süren evreyi ise ‘büyük ölçekli sanayinin ikinci dönemi’ olarak adlandırıyor. 1968’den bu yana ise yeni bir üretim biçiminin egemen olduğunu savunuyor.
Bu dört döneme paralel dört işçi tipi tanımlıyor:
“a) Farklılaşmamış işçi (1848-1870): Doğal kuşatıcı olarak zaman, proleter kölenin zamanı.
“b) Profesyonel işçi (1870-1917): Saat olarak zaman – Diyalektik dolayım olarak zaman, ürün zamanı.
“c) Kitlesel işçi (1917-1968): Zamanın akışı – Üretim zamanı.
“d) Toplumsallaşmış – çokuluslu işçi (1968’den…): Yapı olarak zaman, toplumsal zaman. Yeniden temellük etme ve öz değerlenme zamanı.” (Negri, 2005:103)
Negri, bu sınıflandırmada ikinci dönem işçisini, görüldüğü gibi ‘profesyonel işçi’ olarak tanımlıyor:
“Büyük ölçekli sanayinin ilk dönemi; 1) emek süreci açısından işçi makineyi kontrolü altında tutuyor, işçinin emeği makineye eklemlenen bir şey haline geliyor. İşgücü üretim döngülerine eklemlenmiş halde ve bu bakımdan nitelikli olmak zorunda. Manufacture (imalat) döneminin zanaatkar’ı (artizan) artık fabrikadaki kitlesel üretimde makinenin bir parçası olarak varlığını sürdürüyor. Daha önce kendi nitelikleri konusunda bağımsızken artık makine başında ve fabrika içerisinde nitelikli duruma geçiyor, nitelikleri kendi dışında, kitlesel üretim döngüsü içerisinde belirlenir hale geliyor. … 4) Proleteryanın politik komposizyonu açısından bu dönem işçi partilerinin oluşma dönemi. Bu ikili bir oluşum; bir bileşeni kitlesel (sendikalist örgütlenme) diğer bileşeni ise avant-garde (politik örgütlenme). Bu dönemde profesyonel işçi sosyalist örgütlenmenin politik düzenlenmesinde kendini bulabiliyor.” (Özgün, 2011)
Vurgu, feodal dönemin lonca zanaatkarlığının kalıntılarını barındıran, henüz genel olarak vasıflı ve işe hakim işçi profiline. Oysa dönemin özelliği, profesyonellikten çok, işçilerin tek tek birey olmaktan çıkarak, bir sınıf olarak birleşmesi, eski zanaatkar niteliklerin aşınma sürecine girmiş olmasıdır. Yani profesyonellik bir anlamda hâlâ bir görüngü olsa bile, kitlesellik de olgunun ayrılmaz bir parçası… Negri’nin bu ayrımı neden yaptığını az sonra daha açık bir biçimde dile getireceğiz.
20. yy.’ın başında sermayenin iş organizasyonu açısından en önemli hamlelerinden birisi işçinin iş süreçleri üzerindeki kontrolünü minimuma indirgemekti. Taylor’un deneyleri ve zaman hesaplamaları, işçinin iradesinin dışında ve onun öznel yeteneklerini tamamen saf dışı bırakan ‘bilimsel’ bir iş sürecini düzenlemeye yönelikti. Üretim araçlarının mülkiyeti bir yana, işin teknik süreçleri ve yapılış biçimine dair özerk alanlar tamamen yönetime ve işçinin dışında bir planlama bölümüne bırakılıyordu. Dolayısıyla üretim ve plan, kol emeği ile kafa emeği arasındaki ayrım Taylorizmle daha da derinleşiyordu. Elbette bu Taylor’un ‘müthiş icadı’ değil, makineleşmeyle birlikte başlayan işçinin vasıfsızlaşması sürecinin organizasyonla hızlandırılmasıydı. (Taylor, 2007:25)
Keza, bant sisteminin Ford otomobil fabrikasında ilk uygulanması ve hızla yayılması, Taylor’un ‘bilimsel’ üretiminin de iş organizasyonun temeli haline getirilmesi; işçi sınıfının vasıfsızlaşması süreci, Negri için kapitalizmin üçüncü dönemidir ki, bu dönemde işçi sınıfını kitlesel işçi olarak tanımlıyor:
“Büyük ölçekli sanayinin ikinci dönemi; 1) Emek süreci açısından işçi niteliksizleşiyor. İşgücü Taylorist düzenlemelerle üretimden soyutlanıyor, bu da ileri düzeyde yabancılaşmaya yol açıyor. Kitlesel işçi (mass worker) üretim döngüsünün bilgisini yitiriyor artık. 2) Tüketim normları açısından; Fordism kuruluyor. Üretilen malların piyasaya sürümünde ‘ücret’ gözönüne alınmaya başlanıyor, ‘alımgücü’ kavramı ortaya çıkıyor. … 4) Proletaryanın siyasal kompozisyonu açısından sosyalist işçi örgütlenmeleri bu dönemde varlığını sürdürse de (Sovyetler Birliği deneyiminin getirdiği prestij kaybı nedeniyle) yeni örgütlenme ve eylem biçimleri ortaya çıkmaya başlıyor. Politik avant-garde kitlesel düzeyde etkin olmaya başlıyor. İleri kapitalist ülkelerde ‘iş’in reddi’ ve ‘eşit ücret’ gibi direniş noktaları geliştirilmeye başlanıyor. Bu yeni örgütlenme biçimleri içerisinde delegasyon ve örgüt içi iktidar problemleri ele alınıyor.” (Özgün, 2011)
Kapitalist üretim sürecinin gelişimi, işçi sınıfının nispi özerkliğini engellemek üzere sermayenin teknoloji ve yeni üretim tekniklerini kullanarak işi tekdüzeleştirmesi, nispi artı-değeri artırmak üzere organizasyonel önlemler; bütün bunlar zaman içerisinde işçi sınıfının kimi özelliklerinde bazı değişikliklere yol açmıştır. 19. yüzyılda hâlâ kimi vasıflarını taşıyan işçi sınıfının genel bir vasıfsızlaşmasından bahsetmek mümkündür. Ancak kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması, tek başına makineli üretimin dahi ortaya çıkışı işçinin ‘profesyonel’ (zanaatkarı karşılamak üzere) olma özelliğine büyük bir darbedir. Sonrası, sınıf mücadelesinin seyri içerisinde sermayenin yeni hamleleriyle işin yeniden organizasyonu ve işçilerin yaptıkları işin bu çerçevede vasıfsızlaşmasıdır.
Gelelim ‘toplumsal işçi’ kavramına: “1968 sonrası yeni dönem; 1) Emek süreci açısından fabrikaların otomatizasyonu ve toplumun bilgisayarlaşmasıyla koşullanan bir emek biçimi karşımıza çıkıyor. Üretken emek (productive labour) üretim süreci içerisindeki merkeziyetini yitiriyor ve ‘toplumsal işçi’ (social worker) hegemonik bir konuma yükseliyor. 2) Tüketim normları açısından yeni bir tür bireyciliğin egemen olduğu pazarın belirleyiciliğine geri dönüş söz konusu. 3) Regülasyon normları açısından tüm dünya pazarını kapsayan geniş bir çerçeveye sahip çokuluslu düzenlemeler ortaya çıkıyor. 4) Proletaryanın siyasal kompozisyonu dağılmış ve topluma yayılmış durumda. Üzerine kurulu olduğu alanın kayganlığı nedeniyle tamamen soyut, maddesiz ve entellektüel bir yapıya sahip. Emeğin özü ise hareketli ve birden fazla değere sahip (polyvalent).” (Özgün, 2011)
Burada; ‘toplumsal işçi’nin siyasal kompozisyonun tüm topluma yayılmasıyla kastedilen şudur: Herkes bir biçimde üretim süreciyle ilişkilidir. Dolayısıyla kadınlar, öğrenciler, ezilen ırklar ve elbette emekçiler; ‘toplumsal işçi’nin bileşenleridir.
Negri’nin bir önceki kavramına yani ‘kitlesel işçi’ tanımlamasına dönelim. Birinci Dünya Savaşı ile 1968 arası dönem “kitlesel işçi” çağı! Bu kavram ve tanımlama; 1968 sonrası için tanımlanan ‘toplumsal işçi’ kategorisine zemin sağlamak üzere icat edilmiştir. Tahlil ve analiz yoluyla ‘kitlesel işçi’ye ulaşmaktan çok muğlak ve neredeyse hiçbir sınırı kalmayan ‘toplumsal işçi’ye yol açmak amacıyla ‘kitlesel işçi’ kavramı türetilmiştir. Kavramsal olarak ‘toplumsal’ olana geçişte ‘kitlesel’ olan güzel bir ara aşama işlevi görmektedir. Oysa işçi sınıfı zaten, en azından 19. yüzyıldan beri kitleseldir, kitlesel olmaktadır. Varsa profesyonelliği, kitlesellik ve makineli üretimle aşınma eğilimindedir. Dolayısıyla profesyonel, kitlesel ve toplumsal işçi kategorileri, Negri’nin işçi sınıfının ‘çeşitliliği içinde halka’ ya da çokluğa dönüştürmek üzere kullandığı araçsal kavramlardır.
‘Toplumsal işçi’ kavramı, öncelikle, yine Marksist bir kategoriye atıf yapmakta ve onu çarpıtmaktadır. Yarı-anarşizm, tarihsel materyalizmin çarpıtılması ve İtalyan otonomculuğu vardır, ama Marksist literatür de devam ettirilmektedir. Negri’nin kavramsallaştırması bir yana; ‘toplumsal işçi’ ya da işçi sınıfının toplumsallığı (Marx’ın üretici güçlerin toplumsallaşması kavramıyla kastettiği), üretim sürecinin, işin ve işçinin, farklı sektör ve mekanlarda olsa da, içsel olarak bağlantılılığının artmasıdır. Küresel piyasanın gelişmesiyle işçi sınıfının uluslararası olma niteliğinin gelişmesidir. Sınıf çelişkisi ve mücadelesinin küresel bir boyut kazanmasıdır. Üretim ilişkilerinin özel niteliği ile işçi sınıfı şahsında üretici güçlerin toplumsal niteliği arasındaki çelişkinin giderek keskinleşmesidir.
Negri ise, ‘toplumsal işçi’yi bu ‘toplumsal’ anlamında değil, toplumun tamamının artık ‘işçi’ kabul edilmesi gerektiği manasında kullanıyor. Daha ileride ‘çokluk’ kavramını tartışırken toplumsal işçiye dair imaları, hem daha gelişmiş biçimiyle göreceğiz, hem de bu haliyle değerlendireceğiz.
Bu nedenle, bu bölümde sınıf anlayışındaki temel bir kayma üzerinde duracağız. Bu temel kayma; sınıfın üretim ilişkileri ve buradan başlayarak karşılıklı mücadele içinde oluştuğunun inkarı ve bunun yerine siyasal/tahakküm ilişkilerinin konulmasıdır. Bu, Marksizmin daha ilk adımda reddedilmesidir ki; bunun sınıf tartışmalarındaki karşılığı, üretim ilişkileri çerçevesinde, kendi karşıtı ve karşıtına karşı mücadele içinde varolan sınıf anlayışının yerine iktidar bloğu ve yönetilenler bölünmesinin geçirilmesidir.
“Toplumsal işçi” ile kastedilen, yönetici bürokrasi (haydi, burada sermayenin kastedildiğini kabul edelim) karşısında işçi, köylü, kadın, öğrenci, emekli vb. halk kategorilerinin tamamını kapsayan bir toplulaştırılmış kavram. ‘Toplumsal işçi’, toplumsal üretim ve sömürü ilişkileri içerisinde sermaye ile kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz olarak mücadele halindeki bir sınıfı değil, genel olarak tekelci sermayenin etrafında kümelenen sınıfsal iktidar bloğu dışındaki tüm toplum kesimleri kastediyor. Yani genel bir ezilenler kitlesi! Sömürülen ‘halk’! Negri’yi izleyerek daha sonrasında çokluk! Baskı, zülüm ve tahakküm altındaki kadınlar, öğrenciler, etnik kimlikler, ötekileştirilmişler. Bunların hepsi, iktidar bloğunun sömürüsü altında olduğundan, hepsi işçi! Bir avuç yönetici azınlığın dışındaki herkes, yani neredeyse toplumsalın tamamı işçi!
Tabii burada sömürünün çarpıtılmış bir tanımıyla karşı karşıyayız. Örneğin ataerkil ideoloji ve kültürün baskısı altındaki kadın, tam da bu baskı nedeniyle bir sömürü ilişkisi içinde kabul edilebilir mi? Evet, bir tahakküm ve sözcüğün anlamını biraz da genişleterek bir sömürü ilişkisinden bahsedilebilir… Erkeğin ve erkek işgücünün kadının bakım emeğiyle yeniden üretiminden fayda sağlayan sermayenin sömürüsünden zaten açıkça bahsedilebilir… Ya da bir etnik kimliğin inkarı, günlük sözcük oyunlarının da yardımıyla o kimliğin egemen kimlik tarafından sömürü altında tutulması olarak yorumlanabilir. Velhasıl, sömürünün böyle geniş bir kullanımı, olsa olsa bir sözcük oyunudur. Ve her sömürü eşit derece ‘sömürü’ değildir. Her sömürü bir tahakküm ilişkisi olarak ezen ile ezilen ilişkisidir, doğrudur; ancak soru şudur: Toplumu temel olarak bölen hangi sömürü ilişkisidir; belirleyici olan ve diğerlerini de belli oranda belirleyen hangi sömürü ilişkisidir?
Belki, sömürü kavramını bu kadar tartışmanın dahi manası yoktur. Ancak, kimlikçi hareketlerin temel argümanı olduğundan eleştirilmeyi hak etmektedir. Negri’nin ve otonomistlerin ‘toplumsal işçi’si de böyle genel bir sömürü eşitliği temelinde kendi toplumsal analizlerinin temeli olmaktadır .
Negri’de sömürü ilişkileri çarpıtılmış, içeriksizleştirilmiş, tahakküm ile sömürü arasındaki, ekonomi ile siyaset arasındaki her türlü ayrım ortadan kaldırılmıştır. Bu ayrımsızlıkta, Negri için öğrenci ile işçinin, kadın ile emeklinin hiçbir farkı kalmamıştır.
Negri için ‘toplumsal işçi’den çokluğa geçiş artık çok kolaydır. Bir iki koşul, isim-vurgu değişikliği, biraz da Spinoza!

4. NEGRİ’DE ÇOKLUĞUN YENİ ZEMİNİ
Negri, sosyal bilimlerde egemen olan bir dizi yenilenme teorisini çeşitli biçimleriyle birleştirme çabasındadır. Küreselleşme, sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu ve postfordizm teorilerinin hepsini bir biçimde savunur Negri. Bu teorilerin ortak yönü ise şunlardan oluşur: Artık emperyalizm aşılmıştır, sömüren ve sömürülen uluslar söz konusu değildir, ulus devletler ya tükenmiş ya da tükenme aşamasındadır, bilgi en önemli belirleyen durumuna gelmiştir, sınıflar ortadan kalkmış ya da eski temel biçimlerini kaybetmişlerdir, ulus-üstü kurumlar egemendir, kapitalizmin temel özellikleri dönüşüme uğramış ve yeni bir paradigmaya geçilmiştir. Negri, bu tezlerin tamamını savunur, bu teorilerle anılan postmodern düşünürlere özel bir önem verir. Ve özü itibarıyla da onlarla aynı platformda yer alır.
Negri’ye göre “çokluk”; bu postmodern dünyanın yeni öznesidir. Negri’nin çokluğa giden düşünsel serüvende iki ana bileşeninden bahsedilebilir. Birincisi, kapitalizmin dönemleştirilmesi ve sözcük oyunlarıyla: profesyonelden kitlesele, oradan toplumsal işçi ve çokluğa geçiş… İkincisi; Foucault ve Spinoza’dan esinlenerek iktidar ve toplumsal özne arasındaki ilişkiden çokluğa geçiş…
Bu başlıklardan birincisini, bir önceki bölümde nispeten ele aldık. Yine aşağıda farklı yönleriyle değerlendireceğiz. İkinci başlığı ise daha özel olarak bir sonraki bölümde ele alacağız.
Negri’nin çokluğa ulaşmada yeni bir postmodern zemin tanımladığını söylemiştik. Bu çokluğun tanımlanması için materyalist bir arayış olarak anlaşılabilir. Ancak böyle değildir. Evet, bir toplumsal durumun tahlili çabası vardır. Ancak toplumun tahlili, yine fikirlere, fikirlerin hareketi ve çelişkilerine indirgenmektedir. Negri, diyalektik düşmanlığıyla Hegelciliği sonuna kadar reddederken, idealizmi ve spekülatif kavramsal hareketleriyle, toplumu bir Platoncu ‘ide’ler dünyasına indirgemektedir. Bu nedenle, iddia ettiği hiçbir olgunun, toplumsal karşılığını açıklama zahmetine girmemekte, onu söylemiş olanı, kime karşı ve nasıl söylediğini anlatmakla yetinmektedir. Bu da Negri’ye göre; içkin bir materyalizm olmaktadır!
Negri’ye göre; çokluğun bu ‘yeni’ ‘ontolojik’ zemini nedir?
Başlıklar halinde sıralayacak olursak:
1. Artık endüstriyel üretim merkezi önemi kaybetmiştir. Postmodern dönemde hizmet ve enformasyon üretimi egemendir.
2. Hem hizmetler alanında hem de egemenliğini kaybetmiş endüstride belirleyici olan bilgi ve enformasyondur.
3. Dolayısıyla kol gücüne dayanan ‘maddi’ emek yerini ‘maddi olmayan’ ya da ‘soyut’ emeğe bırakmıştır. Bu müthiş bir yaratıcı potansiyel yaratmıştır. Bir özgürlük potansiyeli…
4. Emeğin bu merkezi niteliğindeki değişim, maddi ve ölçülebilir emeğin egemenliğini ortadan kaldırmış; değer üretimi ölçülemez hale gelmiştir. Artık emek-değer yasasından, ölçülebilir bir toplumsal yapı ve işleyişten bahsetmek mümkün değildir.

4.1. Endüstri, hizmet ve kapitalizm
“Günümüzde modernleşme sona ermiştir. Başka bir ifadeyle, endüstriyel üretim artık tahakkümünü öteki ekonomik biçimler ve toplumsal olgulara genişletemiyor. … Nasıl modernleşme süreci yoluyla her türlü üretim endüstrileşme eğilimine girmişse, postmodernleşme süreciyle de her türlü üretim hizmet üretimi haline, enformatikleşmiş hale geliyor.” (Negri ve Hardt, 2001:298)
Burjuva sosyoloji okulunun geleneksel bir çarpıtmasıyla karşı karşıyayız. Genelde toplum kavrayışına özelde Marksizme yönelik ikili bir çarpıtma…
Negri, en gerici burjuva toplumbilimcisinin kategorik ayrımını canı gönülden sahiplenir. Buna göre toplumlar tarihi 4 aşamada değerlendirilebilir: Avcılık-göçebelik toplumu, tarım toplumu, sanayi toplum ve bilgi toplumu.
Negri’deki kopyası şöyledir: “Ortaçağlardan beri ekonomik paradigmaların, her biri ekonominin başat sektörünü tanımlayan, üç ayrı uğraktan geçtiği kabul görmektedir. Birinci paradigma, tarım ve hammadde çıkarılması ekonomiye hakimdir; ikincide, endüstri ve dayanıklı mallar üretimi ayrıcalıklı konum işgal eder; ve üçüncüsü ve şimdiki paradigma, hizmet sağlama ve enformasyon manipülasyonu ekonomik üretimin en önemli unsurudur. Dolayısıyla önce birinci, sonra ikinci ve ardından üçüncü üretim tarzı hakim konuma geçer. Ekonomik modernleşme birinci paradigmadan ikinciye, tarımın hakimiyetinden endüstrinin hakimiyetine geçiş anlamına gelir. Modernleşme endüstrileşme demektir. Biz ikinci paradigmadan üçüncüye, endüstrinin egemenliğinden hizmetler ve enformasyonun egemenliğine geçişe bir ekonomik postmodernleşme, doğru doğrusu enformatikleşme süreci adını veriyoruz.” (Negri, 2001:293-294)
Özetle, Negri’ye göre, modern dönem kapanmıştır. Bu, basit bir endüstrinin egemenliğinden hizmet ve enformasyonun egemenliğine geçiş, yani sektörel ağırlıklarda değişim değildir. Dünyanın ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak modern dönemden geri dönülmez bir biçimde kopması, tüm sınıfsal ilişkilerin alt üst olmasıdır.
Sonda söylenecek olan başta söylenirse, endüstri/sanayi toplumu diye bir şey yoktur –tıpkı bilgi/enformasyon toplumu diye bir şey olmadığı gibi. Çünkü sanayinin toplumsal üretimdeki ağırlığı, evet bazı çıkarımları sağlar, ama o toplumun özü, temel çelişkileri ve mücadeleleri hakkında hiçbir bilgi vermez. Örneğin bu ‘sanayi toplumu’ kapitalist de olabilir sosyalist de… Sanayinin ikisinde de gelişmiş olması, bunların ortaklaştırılabilir olduğu anlamına gelmez. Elbette ortak özellikleri vardır, ancak hareket, eğilim, çelişki, dert, ekonomi, siyaset ve ideolojileri farklıdır; kuruluş ve işleyiş biçimleri karşıttır. Dolayısıyla sanayinin olması, o toplumun ne olduğu konusunda esas bilgileri vermekten uzaktır.
Tabi, bu, sanayi toplumu kavramlaştırmasının hiçbir anlamı ya da toplumsal kökeni olmadığı anlamına gelmez. Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ve egemen üretim biçimi haline gelmesi, gelişen endüstriyel üretim temelinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle burjuva sosyologlar, kapitalist gelişmeden kapitalizmin değil, ama sanayinin gelişmesini soyutlayarak, tarihi sanayileşme tarihi, sanayinin değerleri ve kültürünün yaygınlaşması olarak ele almışlardır. Negri de, modernizmi dört bir yandan eleştiriye tabi tutup, geri dönmez bir biçimde tarihin dehlizlerine gömüldüğünü söylerken, bu ‘modern’ burjuva okulunun en pespaye fikrini, kendi postmodernizminin ve bütün bir anlayışının temeline yerleştiriyor. Tarım toplumu yerini sanayi toplumuna bırakmış; şimdi de bilgi toplumuna geçilmiş! Kapitalizm nerede, feodal sömürü nerede? Yok… Ne var? Tarla var, fabrika var! Peki sömürü? O da yok… Bu yöntem ilkokul kitap bilgisidir… Ancak, yeni bir dönem ve müthiş bir kopuştan bahsetmek için bu ilkokul ‘kandırıkçılığına’ gidilmesi zorunludur…
Bir de, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki ilişkiler (ve diğer tahakküm ilişkileri) açısından, sömürü ilişkileri ve kapitalizm açısından bakalım… O zaman geriye kopuş mopuş kalmıyor… Kapitalizm, daha büyük bir tahakkümle yine kapitalizm… Negri de daha büyük bir çarpıtmayla yine Negri!

4.2. Bilgi ve enformasyon
“İşlerin çoğu son derece değişken ve esnek beceriler gerektiriyor. Daha önemlisi, işlerin özelliği genelde işin yapılmasında bilginin, enformasyonun, duygulanım ve iletişimin merkezi rol oynamasından geliyor. Bu anlamda, birçok insan post-endüstriyel ekonomiye enformasyon ekonomisi adını veriyor…” (Negri ve Hardt, 2001:298)
Aynı yöntemin devamı. Modern sanayi toplumundan postmodern enformasyon/bilgi toplumuna geçildi!
Burada Negri, burjuva sosyoloji okulunun 40 yıllık ‘bilgi toplumu’ teorisini hızla devralıyor. Artık “sınıf egemenliği”, “statü egemenliği” yani modern dünyanın egemenlik biçimleri geride kalmıştır. Bilginin ve bilgi sahiplerinin egemenliği söz konusudur. “Belirleyici olan emek değil bilgidir”. Sermaye de, üretim araçlarına sahip olduğundan değil; bilgiye, bilgi üretim süreçlerine hakim olduğundan yaşam ve iletişim ağının tümü üzerinde hakimiyet sağlamaktadır. Ve toplum post-endüstriyel bilgi toplumudur…
Negri’de yine kapitalizm yoktur!
Araştırma-geliştirme faaliyetlerinin, üretimde bilgi ve teknolojinin artan önemi bilinmez değil. Ancak, Negri, bilgiyi, postmodern çağın ayırıcı özelliği olarak tanımlıyor. Oysa en basit üretim süreci dahi, üretimin teknik bilgisini gerektirir. Yani teknik bilgi, üretim bilgisi, üretimin daimi bir parçasıdır.
Ancak elbette teknik bilginin, teknolojinin üretim sürecinde artan bir öneme sahip olduğu söylenmelidir. İki açıdan: Bir; kapitalizmin doğuşundan bugüne olduğu gibi bireysel sermayeler arasındaki rekabette nispi artı değeri artırma mücadelesi. Bu da, tekelci sermaye çağında tekeller arasındaki rekabet olarak biçimlenir. Yani belli bir metanın üretimi için ‘gerekli emek süresi’ni azaltmak üzere emek verimliliğini yükseltmek. Bu da genel olarak değişmeyen, özel olarak da, sabit sermayenin teknolojik gelişimiyle, aynı zamanda teknolojiyle birlikte üretim organizasyonlarının yenilenmesiyle üretim maliyetlerinin düşürülmesi şeklinde gerçekleşir…
İkincisi; rekabetin yeni bir boyutu da maliyetlerin ötesinde farklı talepleri (ya da suni ihtiyaçları) karşılamaya yönelik ürün versiyonları üzerinden rekabet… Bu rekabet ise kapitalizmin yine doğuşundan beri mevcut olmakla birlikte özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra etkili olmaktadır.
Ayrıca yeni gelişen bazı sektörlerde de, bilgi ve teknolojik üretim daha özel olarak önemlidir: Biyomedikal, mekatronik, bilişim, yazılım, kimya, genetik, ilaç sanayi vb. teknoloji/bilgi yoğun üretim alanlarıdır.
Bilim ve teknoloji, doğuşundan bugüne kapitalizmin gelişmesinde önemli bir role sahip oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında teknoloji kullanımındaki özgünlük ise tamamen teknolojiye dayanan yeni sektörlerin ortaya çıkışı olarak değerlendirilebilir. Örneğin yazılım sektörünün gelişmesi…
Öncelikle, teknolojinin kapitalist kullanımı açısından; yani kapitalist rekabette üretim maliyetlerini düşürme ve pazarda daha büyük pay kapma açısından değişen bir şey yoktur.
Gelelim teknoloji/bilgi yoğun sektörlere…
Mesela; son örneğimiz yazılım sektörü… Burada algoritma ve kodlar üzerinden bir dijital yazılım üretilmektedir. Kol emeği değil esas olarak kafa emeği harcanmaktadır. Ancak kafa emeği de tekdüze ve tektip değildir. Bu konuyu birkaç açıdan değerlendirebiliriz.
‘Bilgi’ üretimi deyince nötr bir kategori algısı yaratıyor Negri… Oysa; bilgi, kapitalist üretim sürecinin bir parçası olarak üretiliyor. Yani bilgi üretimi vurgusunda, bilginin nasıl ve ne için üretildiğini, hangi amaçlarla kullanıldığını belirleyen tamamen sermayenin çıkarları, daha genel bir soyutlamayla kapitalizmdir.
Ayrıca, bilgi yoğun sektördeki üretimde ‘bilgi çağı’nın keyifli bir yaratıcılığı değil, günün büyük bir bölümünde, dünyanın dört bir yanında üç kuruşa program yazan ve artık yaratıcılık gerektirmeyen, sadece verili bir algoritma parçasını koda dönüştüren tekdüze bir iş söz konusudur. ‘Bilgi toplumu’ propagandasındaki çılgın yazılımcı hayali genel bir durum değil özel bir mühendislik kategorisidir.
Ve bilgiyi üreten de yine emektir. Emek gücünün ürününden ayrıldığı kapitalist emek sömürüsü bilgi üretimi sürecinin özüdür. Söz konusu olan yine bilgi toplumu değil emek sömürüsüne dayalı kapitalist toplumdur.
Mesele çok boyutlu… Asıl temadan uzaklaşmamak adına kısa kısa geçilmek durumunda…
Bilgi toplumu propagandasının olmazsa olmazı hizmet sektörünün gelişimi… Mesela özel eğitim kurumları ve dersanelerin yaygınlaşması… Asgari ücret civarında bir ücretle ve hiçbir çalışma standardı ve hakkı olmayan öğretmenden mi, yoksa ‘bilgi toplumu’nun müthiş yaratıcı profesyonelinden mi bahsediyoruz… Bilgi yönü değil açıkça kapitalizm yönü ağır basıyor.
Hizmet ve sanayi sektörleri arasındaki ilişki… Burada büyük ölçüde çarpıtılmış bir ayrım söz konusu. Mesela üzerine toz kondurulmayan yazılım, program, algoritma üretimi… Müthiş bir bilgi ve hizmet sektörü örneği… Oysa kime üretiyor bu yazılımı… Sanayi üretimine… Fabrikaya, işletmeye (elbette hizmet üretimi yapan işletmelere de)… Yakın bir zamana kadar işletmenin içinde yapılan AR-GE üretiminin, hem bu üretimdeki uzmanlaşma hem de üretim sürecindeki parçalanma ile dışsallaştırma yani taşeronlara dağıtma sürecinin bir sonucu olarak yazılımın dışarıdan alınması… Elbette teknolojik gelişim ve işbölümündeki artmayla paralel ilerleyen bir süreç. Ancak, eğer sektörlerden bahsediyorsak sanayi üretimiyle yakından ilişkili… Kapitalizmle ise söylemeye bile gerek yok!
Negri’nin gözden kaçırdığı –aslında görmek istemediği– bir nokta daha… Evet, emperyalist kapitalist ülkelerde sanayi tesisleri kapatılıyor, tarım ise nüfusun çok küçük bir bölümünü meşgul ediyor. Hizmet sektörü (sanayinin bazı dallarının da istatistiklerde hizmet sektörü olarak gösterilmesini şimdilik hesaba katmıyoruz) istihdamın yüzde 70’ini aşan bir kapsayıcılığa sahip oluyor. Ancak fabrikalar sadece kapanmıyor, kapandıkça ucuz işgücü ve düşük çevre maliyetlerinin söz konusu olduğu ülkelere sermaye ihracıyla yayılıyor, kapandığından çok açılıyor. İşte Çin, Bangladeş… Brezilya, Meksika, Arjantin… Kara Kıta’nın sömürü cennetleri… Buralarda müthiş bir sanayileşme, yığınlar açısından tarihin en hızlı ve kapsamlı proleterleşme dalgası ilerliyor. Yani Avrupalı Negri, küreselleşmeciliği doruk yapsa da dünya ekonomisine bakışı dip yapıyor!
Ve son bir nokta… Marx, yaklaşık 150 yıl önce, kapitalizmin genel eğilimlerini ortaya koyarken sermayenin organik bileşiminin (değişmeyen sermayenin –makine, hammadde vb.– değişen sermayeye –emek gücü– oranı) giderek yükseleceğinden bahsediyordu. Bu basit bir tahmin değil, sermayenin var olma savaşı ve rekabeti içinde artı-değeri (nispi artı-değer) arttırma zorunluluğunun bir yansımasıydı. Bu da aynı üretimin daha az işçiyle yapılabilir hale gelmesine neden oldu. Ancak teknolojinin gelişimi, bir sektördeki çalışan işçi sayısını azaltırken yeni ortaya çıkan sınai sektörler yeni bir sanayi işçisi kuşağı da yarattı.
Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi kapitalizm sanayileşmeye eşitlenemez. Sanayi eşittir kapitalizm değildir. Kapitalizm, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki mücadeleye ve emeğin kapitalist sömürüsüne dayanan bir toplumsal formasyondur. Sermayenin artan organik bileşimiyle sanayi işçileri dünya genelinde toplam istihdam içinde oransal olarak azalabilir (ki nicelik olarak artıyor). En sanayileşmiş ülkelerde sanayide çalışanların oranı yüzde 30’u civarındadır. Türkiye’de bu oran yüzde 20’dir . Ama geniş yığınların mülksüzleşmesi ve proleterleşmesi, işçi sınıfı saflarının hızlı bir biçimde genişlemesi devasa adımlarla ilerliyor. Küçük mülk sahipleri hızla ücretli ve güvencesiz istihdam biçimine sürükleniyor. Hizmet-sanayi toplumu gibi sahte burjuva sosyolojisi bir yana kapitalizm devasa adımlarla, bilim, teknoloji ve doğayı da tamamen içselleştirerek müthiş bir metalaşma ile ilerliyor ve egemenliğini perçinliyor. Burada hizmet-sanayi istihdamındaki ölçümden çok proleterleşme, sınıf karşıtlıkları ve mücadelesinin arttığını görmemek mümkün değil.
Hizmet sektörü (ve bilginin sanayi ve hizmet üretiminde artan rolü) kapitalizmin zayıflayıp yerini başka bir düzene bıraktığı anlamına gelmiyor. Hizmet sektörünün giderek artan oranda piyasaya açılması, sermaye için yeni bir sömürü alanı yaratmaktadır.
Dolayısıyla hizmet ve bilgi üretimi, başka bir toplum biçimine geçiş vb. değildir. Bizzat kapitalist üretim biçiminin parçasıdır. Yeni değildir. Sadece hizmet emeği üzerindeki sömürü giderek yaygınlaşmaktadır. Bunun elbette sosyolojik sonuçlarından bahsedilebilir. Ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, kapitalizmin ortadan kalkması ya da soyut bir bilgi üretimi değil kapitalizmin toplumun her alanına artan bir biçimde yayılmasından bahsedilebilir.

4.3. Çarpıtılmış kavram: “maddi olmayan emek”
“XX. yüzyılın son on yıllarında, endüstriyel emek hegemonyasını yitirdi ve onun yerine ‘maddi olmayan emek’, yani bilgi, enformasyon, iletişim, ilişkiler veya duygusal ifade gibi maddi olmayan ürünler üreten emek geçti. … Maddi olmayan emek, fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi ürünler üretir.” (Negri ve Hardt, 2011:122)
Maddi emek nedir? Negri’ye göre, somut elle tutulabilir ve gözle görülebilir bir meta üretiminde harcanan emek… Maddi olmayan emekse genel olarak hizmet üretimi… Hizmet elle tutulmaz ya… Yani madde değil hizmet üretiliyor anlamında! Bu terminoloji nereden geliyor? Kavramlar tamamen keyfi. Marx’a atıfla konuştuğu belli. Ama fark ettirmeden çarpıtmaya çalışıyor. Önemli mi? Önemli… Buradan yola çıkarak çokluğa büyük bir adım atacak…
Marx, Kapital’in birinci cildinin henüz başlarında somut ve soyut emekten bahseder. Somut emek, emekçinin tekstil fabrikasında ya da metal fabrikasında, kumaş ya da demirle yaptığı işte harcadığı emektir. Yaptığı somut işle doğrudan bağlantılıdır. Kapital’de emekçinin gıda fabrikasındaki emeği de yazılım şirketindeki emeği de farklı koşullardaki somut emektir. Soyut emekse piyasada metaların karşı karşıya gelebilme koşuludur, özüdür. İki metanın karşılaşabilmesi için bütün farklı somut emek biçimlerinin büründüğü ya da indirgendiği biçimdir… Tarlada buğday hasadı için harcanan somut emek ve bir emek ürünü olarak buğday ile köylünün almak istediği ve yine bir emek ürünü olarak traktörün para dolayımıyla piyasada karşı karşıya gelebilmesi, somut emeğin bütün somutluğundan arınıp soyut emek olarak metada özümsenmesiyle mümkündür. Dolayısıyla tekstil ürünü ile bir yazılım programının ikisi de (birisi sanayi sektöründen diğeri hizmet sektöründen) soyut emeği içerir. İkisinin soyut emeği içermesiyle, ortak bir özün bulunması yani karşılaştırılabilir olması mümkün olabilir. (Marx, 2000:66-71)
Kaba ama basit bir örnek verecek olursak; iki metayı karşılaştırmak için ortak bir özelliğin olması gerekir. Örneğin ağırlık (ya da kütle) nesneler için ortak bir özelliktir ve karşılaştırılabilir. Ya da hacim… Ama metaya gelince karşılaştırılan kütle ya da hacim değil, bu metaların değerleridir. Dolayısıyla değerleri karşılaştıracak ortak bir özellik olması gerekir. Bu da, bir metanın tekstil fabrikasında üretilmesi, diğerinin ise tarlada üretilmesi (somut emek) olamaz. Bu somut emeklerin (basit-karmaşık, vasıflı-vasıfsız, kafa emeği-kol emeği ilişkisini hesaba katmadan konuşacak olursak) soyut emeğe ve tek olabilecek ölçüt olarak emek-zamanına indirgenmesi, iki metanın karşılaştırılabilmesi, milyonlarca metanın piyasada alınıp satılabilmesi açısından olmazsa olmazdır. Dolayısıyla bütün metalarda somut emek vardır; tıpkı soyut emek gibi…
Negri’nin ‘maddi olmayan emek’ dediği şey, “somut-soyut emek” kavramına çarpıtılmış bir atıf içermektedir. “Maddi olmayan” diyerek, onu ölçülemez hale getirmek istemektedir. Bu ölçülemezlik iddiası Negri için mühimdir, çünkü buradan kapitalizmde müthiş bir değişim ve kopuş yakaladığı iddiasını ileri sürecek ve tüm kavram ve mücadele biçimlerini modası geçmiş ilan edecektir.
Şimdi adını doğru koyalım… Negri, maddi olmayan emekle, yani soyut emekle değil, somut emeğin bir türüyle, yani hizmet sektöründeki belli emek türleriyle ilgilidir. Bu somut emeğin, emekçide müthiş bir yaratıcı potansiyel taşıdığını düşünmektedir.
Negri, hizmet sektörünü; ‘yaratıcı’ emek gücünün müthiş bir sayısal artış gösterdiği sektör olarak kabul ettirmek istiyor. Oysa hizmet sektöründe güvencesizlik, esnek çalışma ve tekdüze iş tam anlamıyla uygulamadadır. Hastaneleri bir düşünelim… Sendikalaşma mücadeleleri durmaksızın patlak veriyor. Dersaneler ve özel eğitim kurumları sömürünün en yoğun olduğu sektörlerin başında. Bankacılık, keza giderek kaçılan bir meslek. Sigortacılık prime dayalı… Tanıtım, organizasyon, tasarım, çağrı merkezi, bakım işleri ve iknaya dayalı işler; hepsi ama hepsinde istihdam edilen emek gücünün çok büyük bir bölümü; standart, yaratıcılıktan uzak, tamamen vasıfsızlaştırılmış bir iş sürecinin muhatabıdır. Çok küçük ama çok küçük bir azınlık ise, belki üst düzeyde bir yaratıcılık ve yetenekle istihdam edilmektedir. Ancak büro işlerinden reklam sektörüne kadar bütün sektörlerde standartlaşma kapitalist emek sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. Bazı sektörlerde görece bir ‘standartsızlıkla’ yaratıcılık örneği verilebilse de, ancak istisnadır ve kızışan rekabetle ya son bulur ya da istisna olarak kalmaya devam eder. Dolayısıyla hizmet sektörünün yaratıcı ve özgürleştirici maddi olmayan emeği hakkındaki koca koca propagandanın gerçek yüzünü görmek için şöyle bir pencereden dışarı bakmak yeterlidir.

4.4. Ölçülemezlik ve kopuş
Bu iddianın temel tezi şöyle özetlenebilir: Emeğin yeni bilişsel ve maddi olmayan niteliği, maddi ve ölçülebilir emeğin egemenliğini ortadan kaldırmış; değer üretimi ölçülemez hale gelmiştir. Artık emek-değer yasasından, ölçülebilir bir toplumsal yapı ve işleyişten bahsetmek mümkün değildir.
Negri’de toplumun ölçülemez hale gelmesinin üç farklı, aslında çelişkili açıklaması vardır. Mevcut olgulardan bir toplumsal gerçeklik ve kavrama gitmekten ziyade, Negri, modern toplumun son bulduğunu, Aydınlanmacı ‘ölçülebilirlik’ ve ‘kesinlik’ kavramlarının anlamsız olduğunu düşündüğünden, buna gerekçe aramaktadır. Yani kavram önce gelmekte, gerçekliği buna uydurmaya çalışmaktadır.
Bu üç ölçülemezlik nosyonunu sırayla ele alalım:
Bir: “Bu yeni birikim ve sömürü biçimleri klasik emek-değer yasasıyla açıklanabilir değil: Klasik emek-değer yasasında üretimde harcanan zamana göre emeğin ölçülmesi söz konusuydu. Bugünse bilişsel/zihinsel (cognitif) emek bu şekilde ölçülemez; hatta zaten ölçüsüzlüğü, taşkınlığıyla/fazlalığıyla öne çıkar. Bilişsel emek üretimsel bir ilişkiyle yaşam zamanına bağlı bir şey: Beslendiği zamanı karşısında dönüştürerek var olan, özgürlük ve hayal gücünün ürünlerini üreten bir şey. Bilişsel emeğin temel özelliği olan taşma/fazlalık (excedence) özellikle bu yaratıcılıkta söz konusu.” (Negri, 2013:27)
Eğer değer kuramı kabul ediliyor ve zihinsel emekle çürütülmek isteniyorsa, bu tamamen geçersizdir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Marksist emek-değer kuramında bir metanın değeri “üretimi için gerekli emek zamanı” ile belirlenir. Ve gerekli emek zamanı içinde sadece bedensel emek değil zihinsel emek de vardır:
“Bir fabrikada, daha önce değinilen vasıfsız işçilerin hammaddenin işlenmesiyle doğrudan hiçbir ilişkileri yoktur. Malzemeyi işlemekle doğrudan görevli olanların üstünde bir tür nezaretçilik görevi yapan ustalar, bir adım daha ötededirler; iş mühendisi de daha başka tür ilişki içindedir ve esas olarak yalnızca beyniyle çalışır, vb. Ancak sonucu, farklı değerlerde emek-gücüne sahip olan bu emekçilerin bütünü üretir; yalnızca çalışma sürecinin sonucu olarak görülen bu sonuç, ifadesini metada ya da maddi üretimde bulur. … Kapitalistin parasını sermaye olarak yeniden üretirler; yani artı-değer üreten değer olarak, kendini genişleten değer olarak yeniden-üretirler.” (Marx, 1999:384-385)
Devamla:
“Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini –ya da bunlardan birinin daha hakim olduğu emek türlerini– birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim tarzının gerçekten ayırt edici özelliğidir. Ancak bu, maddi ürünün, bu insanların ortak ürünü olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri olmasını önlemez. … Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden-üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir.” (Marx, 1999:385)
Yine birinci iddia çerçevesinde değerlendirebileceğimiz ikinci bir yön: emek-değer teorisinde, değerin ölçülebilirliği ve ölçülemezliği konusu…
Marx’la devam edelim: “Herhangi bir malın değerinin büyüklüğünü, toplumsal olarak gerekli-emek miktarı ya da onun elde edilmesi için toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanı belirler.” (Marx, 2000:51)
Bir metanın üretilmesi için toplumsal olarak gerekli-emek miktarı, herhangi bir fabrika ya da işletmede onun üretimi için harcanan emek miktarıyla ilgili değildir. Örneğin bir fabrikada bir metanın üretimi için 9 emek zamanı işçi emeği harcanıyor, makine, hammadde ve diğer sabit sermaye bileşenlerinden de 8 emek zamanı kadar değer aktarılıyorsa, bu o metanın piyasada 17 emek zamanı karşılığında satılacağı anlamına gelmez.
“Toplumsal olarak gerekli-emek zamanı, bir malı, normal üretim koşulları altında, o sıradaki ortalama hüner derecesi ve yoğunluğu ile elde edebilmek için gerekli zamandır. ” (Marx, 2000:51)
Yani başka bir fabrikada (normal üretim koşulları altında, o sıradaki ortalama hüner derecesi ve yoğunluğu yansıtan bir fabrikada) 8 emek zamanı işçi emeği ve 8 emek zamanı da değişmeyen sermaye aktarımı oluyorsa, piyasadaki karşılığının 16 emek zamanı olması beklenir. Ancak bu da olmaz.
Çünkü farklı sektörlerde sermayenin farklı organik bileşimleri ve farklı artı-değer sömürü oranları vardır. Örneğin 8 emek zamanı için işçiye verilen ücret 4 emek zamanı ise bireysel kapitalistin maliyeti 4 (ücret)+ 8 (değişmeyen sermaye)= 12 emek zamanıdır. Beklenen satış değeri ise 16 emek zamanı olduğundan 4 emek zamanı işçinin ürettiği artı-değer olarak kapitalistin cebine gitmesi beklenir. Ancak sömürü, yalnızca işçi ile kapitalist arasındaki bireysel ilişkiler çerçevesinde gerçekleşmez ya da buna indirgenemez.
Artı-değer 4 emek zamanı, toplam maliyet 12 emek zamanı olduğundan kâr oranı bu işletme için 4/12 yani yüzde 33.3’tür. Ancak diğer sektörlerle beraber ortalama kâr oranı yüzde 20 ise… Yüzde 33.3 kâr edilen sektöre bireysel sermaye yatırımları artacak, rekabet kızışacak ve ortalama kâr oranına kadar gerileyecektir. Sermayenin genel eğilimi budur: Kâr oranı yüksek olan sektöre yatırım, düşük olandan kaçış.
Öyleyse bu artı-değer farklı sektörler ve sermayeler arasında nasıl paylaşılır? Marx şöyle açıklar:
“Çeşitli üretim alanlarındaki kapitalistler, metaları satmakla, bunların üretimlerinde tüketilen sermayenin değerini geri almakla birlikte, bunlar, kendi alanlarında, bu metaların üretimleri ile yaratılmış olan artı-değeri ve dolayısıyla kârı elde etmiş olmazlar. Onların elde etmiş oldukları şey, tek-düze olarak dağıtıldığında, bütün üretim alanlarında toplumsal sermaye tarafından belli bir sürede üretilen toplam toplumsal artı-değer ya da kârdan toplam toplumsal sermayenin her kesrine düşen pay miktarındaki artı-değer ve dolayısıyla kârdır. … Maliyet fiyatına eklenen kâr, belli bir üretim alanında, belli bir sermaye tarafından, belli bir sürede üretilen kâr miktarına bağlı değildir. Bu toplumsal üretime yatırılan toplam toplumsal sermayenin kesirli bir kısmı olarak, belli bir sürede her bireysel sermayeye ortalama olarak düşen kâr kitlesine bağlıdır.” (Marx, 2003:143-144)
Her sektörde bireysel sermaye farklı organik bileşimler ve niteliklerle üretim yaptığından farklı miktarlarda artı-değer üretilir. Ancak sektörlerdeki ortalama kâr kanunu ile bütün sektörlerde ortalama bir kâr oranı eğilimi açığa çıkar. Ve bir metanın değeri öncesinden net olarak bilinmesi mümkün olmayan, ölçülebilir olmayan bir kâr oranının üretim maliyetine eklenmesi daha doğrusu üretilen toplam artı-değerin kapitalistler arasında paylaşılmasıyla belirlenir.
Yani emek değer teorisindeki ‘ölçülebilirlik’, zaten toplumsal yaşamda ancak toplamda değer üretimi ve bunun sınıflar arasında paylaşımı anlamında ölçülebilirdir. Ve burada değer yaratan bireysel zihinsel emeği ölçmek ne kadar olanaksızsa, değer yaratan bedensel emeği de ölçmek o kadar mümkün değildir. Çünkü ölçülen, farklı vasıf ve somut biçimlerdeki bireysel emek-gücünün metaya kattığı değer değildir. Sınıflar arasındaki ilişkiler son tahlilde bireyleri aşan boyutlarda işler. Özellikle toplumsal sermayenin ve emek gücünün yeniden üretimi söz konusu olduğunda.
Özetle, değerin ölçümü önceden verili değildir. Bedensel ve zihinsel emeğin henüz ortaya çıkışında ölçülebilir olması da söz konusu değildir. Bireysel bedensel ya da zihinsel emeğin değil toplam emeğin ölçümü ancak toplam meta kitlesinin piyasada gerçekleşmesiyle, yani toplam toplumsal sermayenin P-M-M1-P1 döngüsünü sağlamasıyla mümkün olabilir. Ölçüm ancak sermayenin dolaşım süreci tamamlandığında mümkün olabilir. Bireysel zihinsel ya da bedensel emeğin ölçülebilir olması mümkün değildir.
Özetle, ölçülebilirlik, zaten baştan bir ölçülemezliği içinde barındırmaktadır ve bu konuda zihinsel emekle bedensel emek arasında özsel bir fark bulunmamaktadır.
İkinci “ölçülemezlik” gerekçesi, Negri’nin sömürü, değer ve iktidar analiziyle ilgilidir. Sömürü; emek, değer, piyasa, meta ve karşılıklı sınıf ilişkilerinden koparılarak ele alındığı ve Negri’ye göre herkes bir biçimde iktidarın sömürü ve denetimi altında olduğu için, tam bir belirsizliğe yol almıştır. Negri’ye göre, öğrenci, kadın, emekli, işçi, eş cinsel, ezilen etnik kimlik vb. herkes sömürülmektedir; herkes çokluğun bir parçasıdır, bu nedenle bu karmaşık sömürüyü ve değer yaratım sürecini ölçmek mümkün değildir!
Daha önceki bölümlerde böyle bir sömürü genellemesinin sakıncalarına dikkat çekmiştik. Ayrıca değer yaratma ve değerin ölçülebilirliği konusunda sınıfsal sömürü ve diğer sömürü/tahakküm biçimleri arasındaki farkı vurgulamıştık. Dolayısıyla Negri, sömürüyü genelleştirerek kendi ölçülemezlik nosyonuna gerekçe aramaktadır.
Üç: Negri, Spinozacı anlamda bir “ölçülemezlik”ten bahsetmektedir. Tekilin farkı, farktan kaynaklı direnişi, direnişle ortaya çıkan yaratıcılığı… İşte bu yaratıcılık, öznenin taşkınlığı ve ölçülemezliği olarak tanımlanıyor. Burada tartışılacak çok şey yoktur. Tamamen spekülatiftir. Zaten hiçbir zaman hiçbir direniş niceliğe indirgenebilir, ölçülebilir olmamıştır. Bir işçi grevini de tamamen dijital verilerle ölçmek, bir çevre eylemini de Negri’nin bahsettiği anlamda dört dörtlük ölçülebilir kılmak mümkün değildir. Dolayısıyla sosyolojik ve toplumsal direniş, eylem ve mücadele biçimleri çeşitli nicel özellikler barındırmakla birlikte, niceliğe indirgenemeyecek nitel özellikler taşımaktadır. Bu nedenle, Negri’nin spekülatif taşkınlık ya da ölçülemezliği anlamında olmasa da, toplumsal olguların her zaman ölçülemezlik niteliği söz konusudur. Yeni değildir.

5. SPİNOZA İLE ÇOKLUK YOLCULUĞU
Negri, Spinoza’nın modern düşünce içerisinde ayrı bir yol izlediğini, siyasal felsefede aşkın egemenlik anlayışına karşı demokratik bir izlekte durduğunu düşünmektedir. Spinoza, Rönesans’tan Aydınlanma’ya geçişte önemli bir materyalist düşünürdür. Monarşiye ve egemenlik hakkının tanrı ile meşrulaştırılmasına karşı toplumun egemenlik hakkını savunur. Burjuvazinin ve onun felsefi alandaki temsilcilerinin, feodal monarşinin iktidarını ve meşruiyetini sorguladığı, bu açıdan ‘burjuva birey’in ortaya çıktığı bir dönemin filozofudur. Egemenliğin tanrısal ve dinsel temellerine, siyasal alandan önce felsefi alanda bir cevabı vardır:
Spinoza’ya göre tek bir töz vardır. Tanrı, doğa, toplum, insan birbirinden ayrı değildir. Hepsi bir bedendir. Yani tanrı doğadır, doğa toplumdur. Tözün yaşamın çeşitliliğini yansıtan modus ve kipleri vardır. İnsan da bu moduslardandır. Tüm moduslar yaşam gücü ve çabası içindedir. İşte bu gücün, aşkın bir egemene boyun eğmesi mümkün değildir. Gerçek olan çokluk ve onun gücüdür.
Spinoza; iktidar karşısında toplumu (“çokluk”u) öne çıkarır. Çokluğun yaşamda kalma mücadelesi ve büyük bir potansiyel-kurucu güce sahip olduğunu düşünür. İşte bu güç, arzu ile birleşince otonomcu düşüncedeki iktidar karşısında toplumsal olanın ‘otonom gücü’ vurgusuyla uyumlu hale gelir.
Spinoza’da “çokluk” farklılıkların bileşiminden oluşur, ama sınıflar ve sınıf mücadelesi yoktur. Düşünce ve madde arasındaki ilişki indirgemeci ve mekaniktir. Negri, otonomcu siyasal duruşu ve postmodern yaklaşımlarıyla, Spinozacı kavram setini birleştirir. Aslında otonomcu siyasete Spinozacı bir temel sağlar. Biz de, özel olarak Spinoza ile değil, Negri’nin, “çokluğu” ve özelliklerini tanımlamada Spinoza’dan devşirdikleri üzerinde duracağız.
Negri, Spinoza’dan, en başta; iktidar gücü (potestas) ve “çokluk”un gücü (potentia) kavramlarını alır. Negri, bu kavramları, politik düşüncesi ve analizinin merkezine yerleştirir. Spinoza’ya göre; potestas –iktidar gücü–, temelini yaşamdan ve toplumdan almaz, tersine ona dayatır, “aşkındır”.  Potentia –çokluğun gücü– ise, temelini hayattan, toplumdan, üretimden alır; gerçek kurucu güç budur. İşte, bu güç toplumsal değişimin, Spinoza’da monarşiye karşı mutlak demokrasinin kurucu potansiyelidir. Negri’de çokluğun bu kendiliğinden ve ayrılamaz gücü, otonomcu yaklaşımın temeli haline gelir. Negri de, Spinoza gibi, bu gücü, toplumsal dönüşümün ve “İmparatorluk”a karşı mücadelenin temeli olarak görür.
Negri, potestas’ı –iktidar gücü– bir aşkınlık, bir bakıma yanılsama olarak tanımlarken, Foucault’nun biyo-iktidar kavramıyla birlikte düşünüyor. Bu iktidar, bilgi üzerindeki tekeli ve kontrolü sayesinde gerçekliği ve öznelliği kuruyor. Dolayısıyla toplumun içinden çıkan ve ona hükmeden bir iktidardan çok, “aşkın”, toplumun dışından ve ona dayatan bir iktidar algısı, açıkça ifade edilmese de, öne çıkıyor. Aslında Spinoza’da toplumun içerisi ve dışarısı yoktur, her şey tek bir tözün ifadesidir. Ancak, Negri’de (bir ölçüde de Spinoza’da) iktidarın aşkınlığı ve özneyi kurmadaki belirleyiciliği, “İmparatorluk Çağı”nın tüm iddialarına karşın, iktidarın, toplumun dışında (tüm toplumu kontrol ve denetimi altına almasına rağmen) ve aşkın bir yerde olduğu fikrine dayanır. Negri için temel sorun, ‘iktidarın aşkınlığı’dır! Sınıf egemenliğinin etkin bir aracı olması ise tamamen ikinci plandadır. Yani toplum ve sınıf mücadelesiyle ilişkili yönü kolayca göz ardı edilir.
Marx, daha gençlik çalışmalarında Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken, devletin ‘sivil toplumun’ dışında, bizzat kurucu bir özne ve kendiliğinden bir kavram olarak tanımlanması şiddetle eleştirmişti (Marx, 1997:38-39). Devlet, demokratiğinden monarşik olanına kadar, hepsi, toplumun içinden, içindeki sınıf ve güç ilişkilerinin belli bir dolayımından ortaya çıkmıştır. İşte bu sınıf ve güç ilişkileri çerçevesinde, devlet, toplumun bir kesiminin (duruma göre bir sınıfın, bir sınıfın diğer sınıflarla ya da tabakalarla ittifakının) çıkarlarını koruyan bir aygıt olarak şekillenmiştir. Elbette toplumun ve onun çelişkilerinin dışında olmadığı gibi, edilgen bir yansıma da olmamış; kurumsallaştıkça nispeten özerk bir yaşamı ve doğası da oluşmuştur.
Tartışmamız açısından, Negri’nin duruşu şudur: Biyo-iktidarda simgelenen potestas –iktidar gücü–; “aşkın” ya da dışarıdandır. İktidar toplumu ‘bir’e indirgeyerek yönetir. Anti-demokratik olmasının sebebi, çokluğun tekilliklerini ve farklılığını yok sayan ve ‘bir’e (halk, ulus vb.) dayanan temsiliyet ilişkisidir.
Negri’nin yaklaşımının sınıf ilişkilerini göz ardı ettiği açık. Derdi, Rousseau’cu temsil ve egemenliğin genel iradeye devriyle. Tamam, bu gerçek demokrasi açısından problem. Ancak iktidar, esas olarak; egemen sınıf ve onunla ittifak halindeki tabakaların çıkarlarını tüm topluma dayatması nedeniyle, işçi sınıfı, emekçiler ve diğer ezilen kesimlere düşmandır. Bu açıdan Negri’de iktidar gücü (potestas) ve “çokluk”un gücü (potentia) ayrımı yanlış bir çerçevede kurulmuştur. Otonomculuğun kendiliğindenliği yüceltme ve iktidarı mutlak reddetme (yarı-anarşizm) yaklaşımının pragmatik ihtiyaçları temelinde şekillendirilmiştir.

***
Negri, çokluğun yaşamdan, üretimden gelen otonom gücünü, böylece, Spinoza’da bulur. İkinci aşama, bu gücün bir temel ilkeye dayandırılmasıdır. Bu da canatus’tur. Yani her modus’un (burada insanın) hayatta kalma mücadelesidir. “Herşey kendi varlığında devam etmek için elinden gelen bütün çabaları yapar” (Spinoza, Etika III: Ö-VI). Bu bilinçsiz çaba, bilinçle birleştiğinde ortaya yaratıcı arzu (cupiditas) çıkar. Bu da çokluğun gücünün temelidir; bu güç bu nedenle yaratıcı ve kurucudur.
Bu aşamada Fransız postyapısal düşüncesinde önemli bir kavram olan ‘fark’ın çoklukla ilişkisine de değinmek gerekir. Negri, çoklukta zaten içerilen ‘fark’ kavramını Deleuze’den devşirerek kullanır (Negri, 2013:104). Çokluk, içindeki farklı tekillikler nedeniyle, iktidarın halk, ulus, toplum vb. biçimde tekleştirici pratiğine varoluşsal bir karşıtlık içindedir. Arzu ise, farkın varoluşsal düzeyde gerçekleşmesinin bir bileşenidir (Negri, 2013:104-105).
Negri’yi izleyerek, elimizde, ‘çokluğun farklılığı’, çokluğun bir bileşeni olarak tekilin ‘yaşama tutunma gücü’ ve bunun bilinciyle ortaya çıkan ‘arzu’ var.
Negri’nin ‘İmparatorluk’un egemenlik biçimi olarak tanımladığı yaşamın tüm alanlarına nüfuz eden, denetim altında tutan ve her şeyi düzleştirerek ‘bir’e indirgemeye çalışan biyo-iktidar, ‘farklı’ tekiller üzerinde bir tahakküm uygular. “Her tahakküm aynı zamanda bir direniştir.” (Negri, 2013:45) ‘Farklı’ tekiller ile tek tipleştirici biyo-iktidar arasında varoluşsal bir karşıtlık vardır. İkisi birbirini kabul edemez. Ve Negri’ye göre; bu karşıtlık ve baskıyla farklılığını koruma gücüne ve hakkına sahip tekilin direnişi tüm toplumsal alana yayılır:
“Farktan bahsetmek o halde direnişten bahsetmektir. Farkın, biyo-iktidarın topluma dayattığı rızanın içinde tanınması mümkün değildir. Farktan bahsetmek, biyo-iktidarın sıkışık kitlesine karşı direnişin, biyo-politik dokunun ortak dayanıklılığını doğrulamak adına ortaya çıkma minvalinden bahsetmektir.” (Negri, 2013:108)
İşte iktidar karşısında çokluğun yani öznelliğin üretimi, Negri’ye göre direnişle gerçekleştir: “Öznellik üretiminin nedeni ve motoru iktidar ilişkilerinin içinde, yani aslında sürekli olarak bir yaşam arzusu tarafından katedilen bir karmaşık ilişkiler oyununda bulunmaktadır. Bu yaşam arzusu iktidara karşı bir direniş doğuşu anlamına geldiği oranda, öznellik üretiminin hakiki motoru direnişin kendisi olmaktadır.” (Negri, 2013:46)
‘Çokluk’, ‘güç’, ‘arzu’ ve ‘direniş’… Negri, buna bir ek daha yapar. Bu direnişin toplu çıkış halini almasıyla birlikte ortaya çıkan yaratıcılık ve taşma!
Dolayısıyla fark ve direnişten yola çıkarak tekilliklerin bir araya gelerek yaptığı bilinçli toplu çıkış; çokluğun ve onun yaratıcılığının/taşmasının üretilmesinin yolunu açıyor: “Bu noktada fark/direniş, yeni öznelliklerin üretiminin olanağının koşulu olarak ortaya çıkıyor, bir yaratımın imkanının koşulu olarak. Artık kimliğin yanılgısı değil, aksine, isyan ve direniş üzerinden öznelliklerin kendi varoluşlarını örgütleyecekleri yeni bir toplumsal zeminin –toplu çıkış sayesinde- keşfedilmesi söz konusu. Zira bu toplu çıkış –daha önce gördüğümüz üzere- maddi emekten maddi olmayan emeğe bütün fark mekanlarından geçmek ve canlı emeğin özündeki yaratma yeteneğini yeniden kazanmak demektir.” (Negri, 2013:114-115)
Negri’ye göre, bu yaratıcılık aynı zamanda bir kuruculuğun da potansiyelidir. Yaratıcılığın varoluşsal temeli ise, Negri’ye göre; çokluğun temelini oluşturan maddi olmayan emeğin bilgi ve yaratıcılığı kendi zihin ve bedeninde toplamış olmasıdır. Yani modern dönemin kol emeğini geride bırakan postmodern bilgi işçisi; artık temel üretim aracı olan bilgiye ve yaratıcılığa bizzat sahiptir. Böylece çokluğun eylemi alabildiğine yaratıcı ve ölçülemez güçtedir!
“Taşkınlık ya da daha önce ifade ettiğimiz şekliyle ölçüsüzlük kavramı üzerine iki şey daha söyleyelim: Bu düşünce, değerin yaratıcı bir eylemin bilişsel ve maddi olmayan bir ürününe dönüştüğü ve değer-emek yasası (bundan kastedilen sıkı nesnel ve ekonomik yasadır) dışına çıktığı emeğin örgütlenişinin yeni çözümlenmesinden doğar. Aynı düşünce, farklı bir boyutta, biyo-iktidarların işleyişiyle biyo-politik direnişin gücü arasındaki ontolojik asimetrinin tespitinde de bulunur: İktidarın ölçülebilir olduğu her yerde (ölçü ve ayrımın, disiplin ve denetimin değerli araçları olduğu her yerde), güç ise aksine ölçülebilir değildir, indirgenemez farkların saf ifadesidir.” (Negri, 2013:47-48)
Spinozacı kavram seti içinde çokluğun (hatta bir sınıf kavramı olarak çokluğun) ‘fark’, arzu, direniş, karar, toplu çıkış ve bir güç açılımı olarak aşk eylemi… Bütün bunlar neye dayanarak çokluğun içsel özellikleri haline gelir? Biyo-iktidar ve çokluğun farklı oluşunun yarattığı varoluşsal direniş! ‘Fark’a ve yaşam gücüne dayanan kurucu toplu çıkış!
Bu içsel özelliklerin kaynağı nedir? Mesela, canatus, yani kendi varlığında devam etme mücadelesi. “Bu mutlaktır”! Elbette her canlı, en genel anlamda kendi varlığını devam ettirme mücadelesi verir. Ama bunun nasıl bir biçim alacağını ve hatta tersine bile dönebileceğini toplumsallık belirler. Yoksa, intihar nasıl açıklanır?
Toplumsal olanın çeşitliğini göz önüne getirdiğimizde töz’ün şansa yer bırakmayan geometrik açılımına, ifadesine ne olur? Fark, nasıl otomotik olarak direnişe dönüşür? Toplu çıkışın hiç mi nesnel ve yapısal koşullayıcıları yok? Tamamen belirsiz mi? Ya da fark, arzu vb. sadece içsel saiklerle mi yürüyor?
Bütün bunların Negri’nin liberal bireyinin marifetleri olduğu açık. Negri ona tekil dese de, bireyin içsel gücü, arzusu, direnişi; bunların hepsi bireyin içine Negri tarafından idealistçe sokulmaya çalışılıyor.
Oysa; bu duygulanım, düşünce ve eylem gücü varsa ki, elbette vardır, bunlar esas olarak bireyin doğuşundan itibaren toplumsallaşmasının ürünüdür. ‘Fark’ tek başına direniş sebebi değildir. Çünkü her özne, bir farklılığı ifade eder zaten. Örneğin bir burjuva da toplumun çoğunluğundan farklıdır. Bu ‘fark’ onun toplumun değiştirici gücü olmasına neden olmaz. Mesela; Türkiye’de Kürt olmak, toplumsal koşullardan dolayı önemli bir direniş etkenidir. Ancak, Kürt sorununun çözüldüğü koşullarda, tek başına ‘Kürt olmak’ direniş için ‘yeter şart’ olmaktan çıkabilir. Dolayısıyla Negri’nin çokluğunun farklı farklı tekillerden oluşuyor olması ve hatta varoluşsal olarak farklı olması, arzu, direniş, karar, toplu çıkış ve aşka uzanan idealist şemanın teminatı olamaz, olmamıştır da.
Ayrıca; günümüzde ‘fark’ otomatik olarak direniş odağı olmak bir yana; egemen ideoloji de ‘fark’ı içselleştirme yolundadır. Hatta öyle ki; bu farklılıklardan yola çıkarak; işçi sınıfı ve toplumsal bütünlüklerin dağıldığını, sınıf mücadelesinin artık çağı geçmiş bir ideolojik takındığı olduğunda ısrarcıdır. Buna göre; işçi sınıfı artık işçi değil, kadın, Türk, Kürt, erkek, eşcinsel, AKP’li, CHP’li, Alevi, hip hopçu, arabeskçi, Müslüman vb.’dir. Yani “etnik,  dinsel, cinsel ve kültürel kimlikler, farklılıklar bir sınıf bütünlüğünü imkansız kılmaktadır”. Hatta, burjuvazi, bu farklılıkları alabildiğince körüklemekte, işçilerin bir sınıf olarak birleşmesini engellemek adına siyasal ve ideolojik olarak elinden geleni ardına koymamaktadır. Dolayısıyla, Deleuze’dan aşırma ‘fark’ teorisi; farklı bir biçimde burjuvazinin en temel ideolojik saldırı alanlarından birisinin malzemesidir. Dolayısıyla Negri’nin direniş beklediği farklılık, bazen direniş kapısını açsa da, çoğu zaman burjuvazinin ekmek kapısıdır.
Bu durum, toplumda farklı kimlikler üzerinde baskıların olmadığı ve bu farklılıkların bir direniş potansiyeli taşımadığı anlamına gelmez. Ancak burada, belirleyici olan farklılık değil, egemen sınıfların ve tarihsel olarak egemen hale gelmiş ideoloji biçimlerinin bu farklılıkları baskı altına almasıdır. Özetle, her fark baskı altında değildir, farklılık ve bölünme genel olarak zaten burjuvazinin stratejisidir. Bazı farklılıklar baskı altındadır, ancak bu direniş olanağı; onların Negrici bir idealizmle direniş kapasitelerinden değil tamamen toplumsal ilişkilerin biçimlenişinden kaynaklıdır.
Negri’nin bu idealizmiyle ilgili bir konu daha: Çokluk ve tekilin farklılığı Negri’de bir aradadır. Negri, çokluğun da, bu tekilliklerin hiyerarşik olmayan birliğinden kurulacağını ifade eder. Peki, nedir bu tekil?
Negri; ‘fark’, ‘arzu’, ‘güç’, ‘direniş’ temalarını bireyde değil tekil diye adlandırdığı soyut özneye ithaf ediyor. Tekilin burjuva liberalizminin bireyi olmadığını ifade ediyor. Ancak, fark tekilin bir özelliği ise bu tekil bireyden başka bir şey olabilir mi? Çünkü tekil birden çok bireyi kapsıyorsa, bu tekil içinde de yine kendini ifade etmek isteyecek bireyler olacak ve Negri’nin tekili daha küçük alt-tekillere bölünmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, Marksizm külliyatıyla haşır neşir olmuş Negri’nin burjuva liberal bireyciliğinden kaçmak adına ‘birey’ yerine ‘tekil’i koyması işin özüne dair bir değişiklik değildir. Liberalizmin kutsal ve özgürlüğün teminatı bireyi, Negri’nin arzu, yaratıcılık ve güç sahibi tekilinde yaşam bulmakta ve yine özgürlüğün teminatı olmaktadır.
Negri’nin tekili bu açıdan belirsizdir ve en az iki anlamda kullanılmaktadır. Birincisi, açıkça liberal, Spinozacı ve Deleuze’ye sempati duyan birey anlamında… İkincisi farklı tahakküm biçimlerine karşı kendi öznelliklerini direnişle kurmak üzere harekete geçen grup anlamında.
Çokluk ise, bu tekillerin iletişimsel ağları da kullanarak birbiriyle temas kurdukları gönüllü, hiçbir hiyerarşiyi kabul etmeyen, biyo-iktidarı salt yıkıcı değil alternatif bir kurucu güce de sahip olan bir harekettir. Bu hareketin lidere ve öncü örgütü sahip olmayan, kendiliğinden Spinoza’cı kurucu iktidar gücüne sahip olan yapısı, yeni bir toplum kurması fiiliyatı olarak ilan ediliyor.
Marksizmde birey ve sınıf, parça ve bütün arasındaki ilişki karşılıklı etkileşime dayanan ve birbirini içeren niteliktedir. Birey, sınıfın bir bileşeni olarak ortak nesnel zorunluluklarla kapsanmış, bu çerçevede günlük bir pratik dayatmalar altında yaşamını sürdürmektedir. Örneğin Negri, bir akademisyen olarak, içindeki tekilin müthiş arzu, coşku ve direnişine sahip olsa da paşa paşa üniversitede ücret karşılığında çalıştığını bir hayat döngüsüne zorunludur (eğer elinde bir sermaye birikimi yoksa). İşte Negri’yi de kapsayan bu kapitalizm; sınıfsal bölünme, pratik ve mücadeleleri sürekli örgütler, yeniler. Bu dayatmalar hem insan onurunu hem de mevcut meşruiyet sağlamış temel hakları ayaklar altına alırken sömürü mekanizması burjuvaziye karşı her geçen gün tepki birikimine yol açmaktadır.
Yani, birey, tüm özgünlüğüyle beraber toplumsal sınıf ve sömürü ilişkilerinin bir bileşenidir. Bu kültürel ve ideolojik ortamın içindedir; ki bu ortam karşılıklı mücadele içinde sürekli değişim halindedir. Bireyin içinde bulunduğu toplumsal zemin ve sınıf ilişkileri göz ardı edilerek, ne bireyin davranışlarına anlam verilebilir, ne de bir mücadele biçimi tarif edilebilir. Yani reddediş ve rıza ilişkisi içinde bireyin nesnel zorunluluğu tabi olduğu sınıf ilişkileri tarafından belirlenir. Bununla kuşatılmıştır. Kuşatmayı kırması da yine buradan olur. Yani öfkesi, tepkisi ve pratiği ne olursa olsun, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadığı sürece, kapitalist işe (sömürüye) mahkumiyeti devam edecektir. Dolayısıyla bu sömürü ilişkilerinin ezilen tarafı olan işçi sınıfının bu ilişkileri parçalamak ve başka bir ilişki biçimini koymak üzere özel-pozitif bir durum ve role sahip olması kaçınılmazdır.

***
Negri, Spinozacı kavram setinin dışında, çokluğu günümüz biçimlerine ve toplumuna bir biçimde monte etme çabasındadır. Otonomcu ve ‘işçici’ köklerinden kaynaklı çokluk kavramı da bir ‘tarihsel evrim’in sonucu olmak zorundadır. Öyle de olmuştur. Negri ve Hardt’a göre, “çokluk bir sınıf kavramıdır”. (Negri ve Hardt, 2011:117)
Yazarlar ilk elde uyarılarını yaparlar: “Ekonomik sınıflar hakkındaki genellikle birlik ve çoğulluk arasında bir seçim yapar. Birlik fikri, genelde Marx’la ve onun, kapitalist toplumda sınıf kategorilerinin giderek basitleştiği ve tüm emek biçimlerinin tek bir öznede, yani sermayenin karşısına çıkan proletaryada birleştiği düşüncesiyle ilişkilendirilir. Çoğulluk fikriyse, en açık ifadesini, toplumsal sınıfların kaçınılmaz çoğulluğunda ısrar eden liberal argümanlarda bulur.” (Negri ve Hardt, 2011:117)
Peki hangisi doğru?
“Gerçekte iki perspektif de doğrudur.” (Negri ve Hardt, 2011:117)
Birincisi doğrudur. Ama…
“Ancak ikinci perspektifteki gibi, günümüz toplumunda sadece ekonomik farklara değil, ırk, etnik grup, coğrafya, toplumsal cinsiyet, cinsellik vs. farklarına dayanan sayısız potansiyel sınıf olduğu da doğrudur.” (Negri ve Hardt, 2011:118)
Ne kadar da güzel… Sınıf kavramının iki yanına dikkat çekiliyor. Ya da öyleymiş gibi yapılıyor. Oysa, iki farklı konu birbirine boca edilerek karıştırılıyor. Buradan da çokluğun yolunu açılıyor.
Negri ve Hardt, daha konuya girişinde “Ekonomik sınıflar hakkındaki iki yaklaşım var” diyor. Marksist yaklaşımı anlatıyor. Sonra da “ırk, etnik grup, coğrafya, toplumsal cinsiyet, cinsellik vs.” farklara göre başkaca sınıfların olduğunu söylüyor. İkisine de hak veriyor. Irk, etnik grup, coğrafya; elbette ekonomiyle bir biçimde bağlantılıdır; ancak ekonomik sınıf teorisi üzerine iki yaklaşımı sayarken bu farklılar üzerinden birçok sınıfın olduğunu söylemek ne anlama geliyor? Tam bir keşmekeş…
Negri ve Hardt, ekonomik ilişkiler açısından toplumdaki sınıfların; üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar olarak bölünmesi yaklaşımını; başka bir alana sıçrayarak karıştırıyor. Bu karışıklıktan çıkmasını beklenen sonuç: “Sayısız potansiyel sınıf” vardır, dolayısıyla sınıf kavramı yerine çokluk kavramı tercih edilmelidir!
Bu çarpıtma bir yana; elbette sınıflar içerisinde farklı statü ve katmanlar ve çeşitli ayrımlar/farklılıklar vardır. Örneğin kadın işçilerin, genel olarak işçilerden ‘ayrı’ ve özel sorunları vardır. Dolayısıyla mücadele koşullarında özgünlükleri vardır. Ya da Kürt işçiler… Ya da farklı sektörlerde ve mesleklerde çalışan işçilerin yine farklı öznel koşulları vardır. Göçmen işçiyle yerleşik işçinin de kaçınılmaz olarak farklılıkları vardır. Ya da işçi aristokrasisi ile en alttaki kayıt dışı işçiler vb.
Kısacası; Marksistler, hiçbir zaman sınıf içinde farklılıkların olduğunu, bu farklılıklara ve özgün koşullara dikkatle yaklaşılması gerektiğini hiçbir zaman inkar etmedi. Çünkü, bu, en şaşı gözlerin bile görebileceği, Negri’nin icat etmekten çok uzak olduğu, işçi sınıfının doğuşundan beri ifade edilen bir gerçeklik. Ancak tartışma noktası şudur: Toplum, bütün diğer farklılıkları da göz önünde bulundurarak, temel olarak nereden ve nasıl bölünüyor? Hangi mekanizmalar ve süreçlerle çelişki, karşıtlık ve mücadeleler birikiyor? Ve sınıf içi farklılıklara rağmen, sermayenin karşısında işçilerin bir sınıf olarak hareket etme potansiyeli var mıdır? Aynı fabrika içinde farklı etnik ve dinsel kökenden işçiler, işyerinde patronuna karşı bir sınıf olarak birleşebiliyor mu?
Mesele, işçi sınıfı içindeki farklılık vurgusuysa, bundan ne amaçlanıyor? Negri çıkardığı sonuç; farklılıklar vardır, dolayısıyla birçok sınıf vardır ve işçi sınıfı kavramı yerine çokluk kavramı koyulmalıdır. Farklılık gerçeğinden çıkarılacak Marksist sonuç ise; evet, farklılıklar vardır, Marksistler bunu bilir, bu özgünlükler gözetilerek, işçilerin tek bir sınıf olarak hareket etme potansiyelleri ve özellikleri vardır. Her işçi grev ve direnişinde görüldüğü gibi.

***
Bir diğer tartışma; aslında ‘toplumsal işçi’ tanımında yapılan tartışmanın bir bakıma devamı. Negri ve Hardt şöyle der:
“Bu ilk yaklaşım, çokluğu, sermayenin idaresinde çalışan, dolayısıyla sermayenin idaresini reddeden sınıf olma potansiyelini taşıyan herkes olarak tanımlamaktadır. Çokluk kavramı işçi sınıfı kavramından, en azından bu kavramın XIX. ve XX. yüzyılda kullanıldığı biçiminden çok farklıdır. İşçi sınıfı temelde, kimi dışlamalara dayanan temel bir kavramdır. En sınırlı kavranışında sadece endüstriyel emeği ifade eder, dolayısıyla tüm diğer emekçi sınıfları dışlar.” (Negri ve Hardt, 2011:120)
Buraya kadar alıntılanan Negri ve Hardt’ın çokluk tanımı, haliyle, iyi niyetli bir çaba olarak gözükebilir. Bir sınıf kavramının emekçi sınıfların tamamını kapsamasını sağlamak! Ama bu da bir çarpıtmadır. İşçi sınıfı hiçbir zaman sadece sanayi işçileriyle sınırlı olmamıştır. Böyle olsaydı, örneğin Türkiye’de işçiler çalışan nüfusun sadece yüzde 20’sini oluşturuyor olacaktı. Hizmet, ulaşım ve tarım işçileri ve işsizler işçi sınıfının bir parçasıdır. Yani, sınıf kavramı, Negri’nin çarpıttığı gibi, sınıfın önemli bir bölümünü dışarıda bırakan bir kategori değildir. Yine yel değirmenleri!
Negri ve Hardt devamla şöyle der:
İşçi sınıfı “En geniş kavranışındaysa, tüm ücretli emekçileri anlatır ve çeşitli ücretsiz sınıfları dışlar. Diğer emek biçimlerinin işçi sınıfından dışlanması, örneğin erkek endüstri emeğinin kadının yeniden üretici emeğinden, endüstriyel emeğin köylü emeğinden, işsizin işi olandan, işçinin yoksuldan tabiatı itibarıyla farklı olduğu varsayımına dayanır.” (Negri ve Hardt, 2011:120)
Evet, işçi sınıfı bazı bakımlardan sınırlayıcı bir kavramdır. Örneğin ev kadınları, ev içinde yapılan ücretli bir işin parçası değilse, yani sadece ailenin ve erkeğin yeniden üretiminde bakım emeği rolü üslenmişse işçi değildir. Ya da öğrenciler, ücretli bir işte çalışmıyorsa işçi değildir. Negri örneklerine işsizler, yoksulları vb. de ekler.
Marksistlere göre; işsizlerin işçi sınıfının bir parçası olmadığı doğru değildir. Tersine, yedek işçi ordusudur ve işçi sınıfının bir parçasıdır. Keza, yoksullar… İşçiler zaten yoksuldur. Yoksulluk işçi sınıfını aşan bir kategori olmakla birlikte, yoksulların işçi olmadığını söylemek Amerikan orta sınıf propagandasını kabul etmek demektir.
Peki, Negri ve Hardt’a göre, sınırlayıcı olmayan alternatif sınıf kavramı nedir? Elbette, çokluk: “Çokluk; proletarya kavramına, sermayenin idaresi altında emek veren ve üretken herkes şeklindeki en geniş tanımını kazandırır.” (Negri ve Hardt, 2011:121)
Yazarlarımız, adım adım ilerlemektedir. Emek veren ve üretken herkesin toplamı çokluktur. Emek veren! Üretken! Peki, üretken olmayanlar! Onlar işçi değil midir? Onlar çokluk denilen sınıf kavramının kapısından giremiyorsa, Negri’nin işçi sınıfı kavramına dair yaptığı eleştiriler dönüp kendisini vurmaz mı?
Negri, toplumun tamamını kapsayan; kadın, öğrenci, hatta ezilen ırklar, etnik kimlik ve kültürler de dahil herkesi içeren, herkesi üretken kabul eden bir çokluk kavramı yaratmaya girişir. Şimdi bu maceraya bakalım:
Birinci adım: “İmparatorluk Çağı”nda egemenlik biyo-iktidardadır. Biyo-iktidar sadece fabrikada değil hayatın tüm alanlarını kontrol eder ve denetler.
İkinci adım: Artık, üretimin temeli, emek değil bilgi, iletişim ve duygulanımdır ya da emeğin bu biçimleridir. Özellikle de iletişim belirleyicidir.
Üçüncü adım: Öyleyse biyo-iktidar, egemenliğini esas olarak üretimden yani iletişim üzerindeki kontrolünden sağlamaktadır.
Dördüncü adım: Artık üretken-üretken olmayan ayrımı kalmamıştır. Herkes üretkendir. Çünkü, her ırksal topluluk, her dinsel baskı altındaki cemaat, her emek türü, her yeniden üretim sürecinin parçası olan kadın, her köylü iletişimsel olarak bir üretim içindedir. Kendi dillerini konuşmakta ve böylece iletişim üretimine katkı sunmaktadır. Dolayısıyla her türlü farklılık üretkendir.
Beşinci adım: Herkes dilsel olarak üretken ve dolayısıyla çokluğun (sınıfın) parçasıdır.
Sonuç: Müthiş kapsayıcı bir ‘sınıf’ kavramı elde edilmiştir.
Bu, olsa olsa, bir sözcük oyunu yoluyla sınıf kavramı yaratma çabasıdır.
Bütün bu adımları çeşitli biçimlerde ifade etmiştik. Ancak, bir toplumsal kategorinin nasıl çokluğun içine sokuşturulduğunu anlamak açısından yoksulun dilsel üretimi ve böylece çokluğa kabul edilişini izleyelim:
“Yaratıcı toplumsal faaliyetlerin bu ortak doğasını iyice gözler önüne seren bir olgu, bütün üretimin giderek dilsel beceri ve cemaatlere dayanması.” (Negri ve Hardt, 2011:148)
Yaratıcı ve üretici faaliyetlerin dilsel cemaatlere dayanması… Bu daha başlangıç… Çokluğa girebilmek için ‘yaratıcı faaliyet’ sıfatı baştan eklenir.
Devamla:
“Toplumun bütün aktif unsurları sürekli ortak diller üreten, dilsel anlamda yaratıcı faillerdir. Bu dilsel cemaat giderek artan ölçüde, kârın ve yerel veya küresel hiyerarşilerin oluşumundan önce geliyor. … Bu hiyerarşilere rağmen, tabi olan kesimlerin aslında bir dilsel cemaatteki en yaratıcı kesimler olduğu, yeni dilsel biçimler ve karışımlar geliştirip bunları cemaatin tümüne ilettiğini görüyoruz. (Bunun bariz örneği, Afrika kökenli Amerikalıların konuşmalarının Amerikan İngilizcesindeki rolüdür.)” Günümüzde dili böylesine önemli bir çatışma ve direniş alanı haline getiren şey de, dilsel hiyerarşilerle dilsel üretim ve ortaklık arasındaki çelişkidir. Bu paradoks, yoksulların geleneksel imajının tersyüz olmasına yol açar: Yoksullar, ürettikleri ve katıldıkları dilsel cemaatten dışlandıkları veya bu cemaatte tabi konuma itildikleri için, aktif ve üretken olmanın yanında muhalif ve potansiyel olarak asidir. Yoksulun dilsel cemaatte işgal ettiği paradoksal konum, yoksulun genel toplumsal üretimindeki konumuna da ışık tutar. Hatta, bu noktada yoksul, bütün yaratıcı toplumsal faaliyetin temsilcisi, daha doğrusu, ortak ifadesi vazifesi görür.” (Negri ve Hardt, 2011:149)
Yoksul ve parantez içinde verilen Afrika kökenli Amerikalılar örneğinde olduğu gibi, her toplumsal kategori bir biçimde dilsel hiyerarşilere karşı yaşamı gereği dilsel üretim sürecine girdiğinden hepsi üretici, yaratıcı ve bir sınıf kategorisi olarak çokluğun bileşenidir! Özetle, konuşan herkes çokluktur! Negri’nin çokluğu böyle bir kavramsal oyunla şekilleniyor.
“Çokluğun” kapsayıcılığındaki bu oyunu şimdilik bir kenara bırakalım. Diğer çarpıtmalara yoğunlaşalım:
Negri, yoksulların işçi sınıfı kavramından dışlandığını söylüyor (Negri ve Hardt, 2011:146). Yoksulluk, kapitalist toplumsal sürecin ürettiği (aynı zamanda onun tarafından da üretilen) sınıfsal bölünmenin gelir dağılımına yansımasıdır. En kaba tabirle, üretim araçlarına sahip olmayanlar yoksulları oluşturur. Ancak bu gerçekten de gelir dağılımı açısından yeterli bir ifade olmaz. Örneğin bir üretim aracı sayılması gereken küçük bir toprak parçasının sahibi olan köylüler, zengin değil yoksuldur. Ya da üretim araçlarına sahip olmamakla birlikte çeşitli yollarla zengin olmuş bir tabakadan bahsetmek mümkündür (işletme genel müdürleri ya da çok özel uzmanlık sahipleri).
Negri, yoksulluğu bu çelişkilerinden bile ayırıp, tamamen başka bir toplumsal kategori haline getiriyor. ABD sosyolojisi ve gelir dağılımı çalışmaları açısından işçiler (en azından düzenli bir gelire sahip olan işçiler) orta sınıftır. İşsizler ve düzensiz işlerde çalışanlarsa alt tabaka ya da yoksuldur. Başka bir sınıflandırmaya göre ise, günlük 2 doların altında geliri olanlar yoksul üstünde olanlar yoksul değildir.
Negri’nin yoksulluğu, bütün bu burjuva sosyoloji yorumlarına uyabilir. Oysa, yoksulluk esas olarak toplumun sınıflı yapısının bir ürünüdür. Görecelidir. Artı-değere el koyan kapitalist sınıf ve bu sınıfa yakın bir servet elde etmiş katmanın gelirine göre toplumun çalışan kesimleri yoksuldur. Özetle, yoksulluk işçi sınıfı dışında bir kavram değildir. İşçiler zaten yoksuldur. Dolayısıyla işçi sınıfı kavramı yoksulları dışlamaz; tersine yoksulluk işçiliğe içkindir. Ama elbette işçi sınıfı dışındaki kesimler de yoksulluktan nasibini alır.
Negri ve Hardt, yoksul deyince özel olarak işsizlere ilişkin açıklama yapma ihtiyacı duyuyor. (Negri ve Hardt, 2011:146) Daha önce ifade edilmişti; işsizler işçi sınıfının çalışan kesimiyle sürekli olarak yer değiştiren ya da değiştirme potansiyeli taşıyan bir parçasıdır.
Negri’nin bir diğer “çokluk” bileşeni köylüdür. Hem de tamamıyla. Negri’ye göre; köylülük de işçi sınıfı tanımının dışındadır. Oysa, Marksistler (ve yaşam) açısından, köylülük, tek bir sınıf değil, kendi içinde bölünmüş bir kategoridir. Örneğin emek gücünü satmak durumunda kalan tarım işçileri, işçi sınıfının bir parçasıdır. Ancak küçük ve orta ölçekli toprak sahibi köylüler, emekçi sınıfların bileşeni olmakla birlikte, işçi sınıfı içinde değillerdir. Ancak şuna dikkat çekmek gerekir: Uluslararası tarım ve gıda tekelleri, küçük köylülerin tohum ve bazı üretim araçlarını karşılayarak, onları kendi topraklarında tekellerin işçisi haline getirmektedir. Köylü ürettiğini doğrudan bu tekele satmakta (başka tercih şansı yoktur), giderek bu tekelin işçisi haline gelmektedir. Ya da sözleşmeli çiftçilik uygulaması giderek yayılmaktadır. Bütün bu biçimler, esas olarak ampirik çalışmaların konusu olup, genel olarak köylülerin tarımın kapitalistleşmesindeki derinleşmeyle birlikte işçileşmesine işaret etmektedir.
Negri, göçmen işçilerden de Marksistlerin pek haz etmediğini iddia etmektedir ki, göçmen ve mevsimlik işçilerin işçi sınıfının bir parçası olduğu, hatta farklı uluslardan işçilerin ortak hareketine Komünist Manifesto ve öncesinden başlayarak vurgu yapıldığı bilinmektedir.

6. ÇOKLUĞUN MÜCADELE BİÇİMİ VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI…
Negri, toplumsal değişimin temel gücünün çokluğun mücadelesi olduğunu söylüyor. Burada bazı sorular gündeme geliyor: Nasıl bir toplumsal değişim? Kime karşı? Talepler nelerdir? Hangi güçlerle ve hangi mücadele biçimleriyle bu değişim sağlanacaktır?
Negri ve Hardt’ın özellikle “İmparatorluk” kitabının, doğrudan bir bağlantı kurulmamış olsa da, ‘alternatif küreselleşme’ hareketlerinin teorik çerçevesini çizdiği söylenebilir. Uluslararası emperyalist kurum ve örgütlenmelerin toplantılarına karşı, doğrudan toplantı mekanında yapılan ve farklı ulus, sosyal sınıf ve kimliklerden bireylerin katıldığı eylemlerin Negri’nin çokluğunun eylem ve mücadele hattına uygun olduğu söylenebilir.
Bu eylemlerde, Negri’nin çokluk tanımındaki gibi farklı ulus ve sosyal sınıflardan insanlar bulunmaktadır. Yani “kendi tekillikleri ve farklılıklarıyla ‘çokluğu’ oluşturmaktadır”! Emperyalist devletlerin ve uluslararası tekellerin hesaplarına karşı bir mücadeleden çok, Negri’ye göre ulus-üstü İmparatorluk aygıtlarını hedef almaktadır. Demokratik bir merkezi örgütlenme ya da mücadelenin siyasal bir parti ile birleştirilmesini, alternatif küreselleşmeciler (Negri gibi) hiyerarşik ve otoriter bulmaktadır.
Yine Negri; Wall Street İşgali, Arap İsyanları, İspanya’daki “Öfkeliler Hareketi (Indignados) gibi dünya gündemine oturmuş mücadelelerin de kendi teorisini doğruladığı iddiasında. Bir manifesto gibi yazılmış, ama manifesto olmadığını ifade ettiği Hardt’la birlikte kaleme aldığı “Duyuru” isimli kitabında hem bu eylemlere dair gözlemlerde bulunuyor, hem de “çokluğun” mücadele ve eylem biçimlerinin yaşam bulduğunu iddia ediyor. Tunus ve Mısır’daki eylemleri de “çokluğun eylemleri” olarak kabul ediyor.
Negri ve Hardt, Duyuru’sunda bu eylemlerdeki bazı yönlere dikkat çekiyor. Mesela borçlandırılmaya bir tepki görüyor. Keza kendilerini seçim dolayımıyla temsil ettiğini iddia edenlere eylemcilerin öfkesini görüyor. Bir meşruiyet krizi… Keza “medyalaştırma” ve “güvenlikleştirme” de Negri ve Hardt için yeni öznelliklerin oluşumunda belirleyici. (Negri ve Hardt, 2012:18-31)
Ve eylemlerde bunlara tepkinin ortaya çıktığını, bu isyan sürecinin aynı zamanda bir ret eylemi olduğunu ifade ediyor. Peki, Negri’nin “çokluk” tarifi ve önerdiği eylem biçimleriyle bu eylemler arasında gerçekten bir uyum söz konusu mudur? Negri’nin öngörüleri pratik tarafından doğrulanmış mıdır?
Daha önceki bölümlerde ifade edildi. Negri’nin, otonomcu yaklaşımı, kendiliğinden harekete, siyasal merkezsizliğe özel bir önem verir. Bunu yüceltir ve esas değiştirici güç olarak görür. Burjuva iktidarın yıkılmasını ve demokratik/sosyalist bir sınıf iktidarı ile toplumun yeniden kurulmasını değil biyo-politika ile biyo-iktidar alanında boşluklar oluşturarak, burada hayatı örgütleyerek yeni bir yaşam kurulmasını savunur. Bu genel olarak iktidar/otorite reddi ve kendiliğindenciliğe tapınmayla gayet tutarlı bir yaklaşımdır.
Şimdi, bu eylemler ve deneyimler açısından Negri doğrulanmış mıdır? Teker teker iddiaları değerlendirelim.
Negri’ye göre; “çokluğun eylemleri” doğrudan ulus-üstü İmparatorluk kurumlarını hedef alır. Öncelikle eylemlerdeki tepkiler, alternatif küreselleşmeci eylemlerde olduğu gibi doğrudan ‘ulusüstü’ kurumlara mı yöneliktir? Açık ki hayır… Arap İsyanları, birikmiş ekonomik, sosyal ve siyasal öfkeyle halkın yıllardır kendilerini yöneten diktatörlere karşı ayaklanması olarak gerçekleşti. Negri’nin çoktan aşıldığını, esamesinin okunmadığını düşündüğü ulus-devlet içinde bir öfke patlamasıydı. Daha sonra Arap dünyasındaki yayılması, onun ulus-üstü değil, uluslararası niteliğine dikkat çeker. Ama Tunus’ta tepki esas olarak Bin Ali’ye, Mısır’da Hüsnü Mübarek’e yöneliktir. Elbette, bunların uyguladığı IMF, DB işbirliğindeki neoliberal politikalara karşı birikmiş bir öfke vardır. Ancak açık ki, her ülkede halk esas olarak kendi diktatörünü devirmek üzere harekete geçmiş ve birbirini ateşlemiştir. Negri’nin ulus-ötesi, emperyalizm de dahil her türlü sömürgeciliğin bittiği bir İmparatorluktaki tepkiler değil, gayet ülke temelli ve giderek uluslararası hale gelen isyanlardır.
Negri ve Hardt da bunun farkındadır. Kendileriyle çelişerek şunları söylerler: “On yıl önceki alternatif-küreselleşme hareketleri göçer nitelikteydi. Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, G8 ülke liderleri gibi küresel iktidar yapılarının kilit niteliğindeki bir dizi kurumun antidemokratik ve adaletsizlik yapısını göstermek için bir zirve toplantısından diğerine göçüyordu onlar. Buna karşın, 2011’de başlayan mücadele çevrimi yerleşik. Zirve toplantılarının takvimine göre oradan oraya taşınmak yerine, bu mücadeleler olduğu yerde duruyor, aslında, hareket etmeyi reddediyor. Bu hareketsizlik kısmen onların yerel ve ulusal toplumsal meselelere kök salmış olmalarından geliyor.” (Negri ve Hardt, 2012:10-11)
Bu cümleler, aslında Negri’nin İmpratorluk tezinin çöküşü… Çünkü Negri, dünyanın uzun süre gündeminde olmuş, hele kendisinin “çokluk” olarak kabul ettiği mücadelelerin ulusal meselelere kök saldığını kabul edince, ulus ötesi, iddialı, ulusların ve emperyalizmin tamamen yok ya da işlevsiz olduğu bir “İmparatorluk”tan geriye ne kalır?
Bu açıdan bu mücadeleler, hem ulusal meselelere kök salmış hem de uluslararası dayatmalara karşı isyan bayrağını açmıştır. Zaten günümüzde sadece ulusal sınırlar içerisinde cereyan edip burada bitecek bir mesele kalmamıştır. Bu saldırının ve mücadelenin ulus-ötesileşmesi değil, uluslararasılaşmasıdır. Mesela Yunanistan’daki eylemler, sadece Yunan hükümetine karşı bir öfke değil, AB’nin başındaki tekelleri temsil eden Alman emperyalizmine karşı da bir tepkiydi. Keza, başka bir yönüyle Gezi eylemleri, Türkiye’de hükümetin baskıcı uygulamaları ve yönetme biçimine karşı bir öfke patlaması iken, bütün dünyada dikkatleri çekmiş ve destek almıştır. Ancak ne Yunanistan, İspanya, Tunus ve Mısır’da, ne de Türkiye’de mücadele ulus-üstü değildir. Öncelikle ülke hükümetlerine karşıdır. Bu, özellikle Gezi eylemlerinde oldukça açıktır. Hedef, AKP hükümeti ve otoriter yönetim anlayışıdır.
Eylemlerin ikinci özelliği Negri’yi haklı kılıyor gibi gözükmekte: Eylemlerin farklı sosyal sınıflar ve kimliklerden insanları içermesi. Tam da Negri’nin “tekilliklerin farklılıklarını koruyarak çokluğu oluşturması” fikriyle uyum içerisinde gözüküyor. Ancak bu da, Negri’nin tüm toplumun (işçi, öğrenci, kadın, etnik kimlikler) biyo-iktidar tarafından sömürüldüğü, her tekilliğin farklılığı nedeniyle direniş potansiyeli taşıdığı yönündeki yaklaşımını doğrulamıyor. Evet, eylemler farklı bileşenleri içeriyor. Ancak bu, Negrici ya da Spinozacı bir “fark, güç, direniş, yaratıcılık” idealizmin sonucu değildir. Gayet somut olgu ve gelişmelerin sonucudur.
Çok kısaca değinmek gerekirse: Birçok etkenden bahsedilebilir. Kentine sahip çıkma, iktidarın keyfe keder kenti talan etmesine karşı durma bilinci ve buradan çevreci bir tepkiyle –AKP bile bunu kabul etti– başladı. Yani hareket, çevreci unsurları açık ki içeriyor. Ancak vahşi polis müdahalesine karşı ortaya çıkan büyük toplumsal tepki ve hareket, bu çevreciliğin ötesinde, AKP’nin 11 yıllık politikalarından çeşitli biçimlerde etkilenmiş ve rahatsız olmuş tüm kesimleri sokağa döktü. AKP’nin günlük yaşama dair gerici/dinci düzenlemelerinden eğitim sisteminde yarattığı 4+4+4 mağduriyetlerine, sokağa çıkma ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılardan adalet sistemindeki hükümet kontrolüne, toplumun nispeten iyi durumdaki işçi kesimleri ve bazı uzman mesleklerin giderek ayrıcalıklarını yitirmesi ve proleterleşmesinin biriktirdikleri ve en genel anlamda demokrasinin halkın talep, irade ve kontrolünün dışına 4 senede bir yapılan seçimlere indirgenmesiyle dolaysız olarak bağlı… Dolayısıyla halkın sokağa taşan öfkesi, ‘fark, arzu ve direniş’ Spinozacı denklemiyle ilişkili değil, doğrudan somut bir durumda, hükümetin baskıladığı ve taleplerini karşılamadığı toplumsal kesimlerle ilgilidir. Bu kesimler içinde geniş gençlik yığınları, öğrenciler, ‘beyaz yakalı’ olarak tanımlanan nispeten bazı ayrıcalıklara sahip olan (ancak giderek bunları kaybeden) emekçiler, giderek geçim derdi artan işçiler, Aleviler, modern yaşam konusundan kaygı duyanlar, akademisyenler, sanatçılar bulunmaktadır. Hepsinin iktidarla ilgili somut dertleri vardır. Farklı sınıf ve toplumsal kimliklerin içerilmesi, Spinozacı idealizmle değil, iktidarın farklı sınıf ve kimlikler üzerindeki baskısıyla açıklanabilir.
Bir de küçük örnek: Elbette Gezi eylemleri, yukarıda saydığımız çok çeşitli talep ve duyarlılıkların birleştiği bir alan oldu. Spinozacı fark, arzu ve direniş bileşimiyle ilgili değildi. Çünkü, eğer böyle olsaydı, herhalde bu memleketin en ‘farklı’ kesimi olarak damgalanan Kürtler, Spinozacı bu farkı, farkın bilinciyle arzu’ya dönüştürüp büyük bir direnişe yol alabilirdi. Ancak, Kürtlerin mücadelesi sonucu devam eden çözüm süreci, bölgede Gezi’ye destek eylem ve açıklamaları olsa da, milyonlarca Kürt’ün sokağa döküldüğü ve bölgenin, Batı’nın en azından bazı bölgelerinde olduğu gibi yangın yerine dönmesini engellemiştir. Gezi eylemlerinde Kürtlerin durumu, çözüm süreciyle ilişkisi, BDP’nin tutumu tamamen ayrı bir tartışma konusudur. Burada bu tartışma amaçlanmıyor. İfade edilmek istenen, Negri’nin ‘çokluğun’ içine yukarıdan sokmaya çalıştığı “fark, arzu, direniş” idealizminin Gezi ve dünyadaki diğer eylem ve hareketleri açıklamadan oldukça uzak olduğudur. Mesele somuttur, tepkileri anlamak için somut tahlil ve analizlere ihtiyaç vardır.
Eylemlerin üçüncü bir özelliği de Negri’yi doğrular gibidir: eylemlerin önderliksiz ve merkezi bir örgütlenmeden uzak oluşu. Negri şöyle anlatır: “Bu hareketler aynı zamanda bir çokluk olarak iç örgütlenme ortak özelliği sergiliyor. Yabancı basın ordusu Tunus ve Mısır’da boş yere, hareketlerin lideri arayışına girişti. Örneğin, Tahrir Meydanı işgalinin en şiddetli günlerinde, her gün farklı bir kişiyi hareketin gerçek lideri olarak gördüler: Bu bir gün Nobel Ödüllü Muhammed ElBaradey’di, ertesi gün Google yöneticisi Weal Ghonim! Medyanın kavrayamadığı ya da kabul etmediği şey şuydu: Tahrir Meydanı’nda lider yoktu. Hareketlerin liderleri reddi, yıl boyunca kendini belli etmişti zaten; ancak belki de en çok Wall Street’te dile getirildi.” (Negri ve Hardt, 2012:11)
Keza Gezi eylemleri de benzer bir tablo sergilemiştir. Halk hareketini kapsayacak, en azından önemli bir bölümünü temsil edecek bir örgütlenme ve irade söz konusu olmamıştır. Ancak bu da Negri’nin otonomcu teorisinden, yine tekillerin farklılığı, çokluğun böylece merkezi bir örgütlenmeden uzak durarak oluşturulması öngörüsünün doğruluğundan değildir. Tersine hareketin somut bir durumu ve hatta zayıflığıdır.
Mısır, Tunus, İspanya  ve Türkiye… Bu eylemlerde Negri’nin bahsettiği gibi bir siyasal örgütsüzlük söz konusudur. Zaten, bu harekete dayanan, onun karar alıcı irade olduğu, her türlü denetim ve görevden alma yetkisine sahip olduğu bir demokratik merkezileşmenin eksikliği, mücadelenin her grubun kendi kafasına göre polisle çatışmaya ya da çatışmamaya indirgenmesi, demokratik bir ortak irade sergilenememesi, hükümetin manevralarının en azından son dönemde bu yolla boşa çıkarılamaması hareketin güçlenerek ilerleyememesinin esas nedeni olmuştur.
Dolayısıyla Negri’nin bu hareketlere dair siyasal merkez yoksunluğunu yücelterek ifade etmesi, bu hareketlerin kendi iktidarını kurması, en azından bu doğrultuda yol alması önündeki en büyük engeldir. Yani Negri, siyasal merkezsizleşmenin teorisini ve övgüsünü yaparken, hareketlerin zaafların birisine dayanmaktadır. Ancak bu, Negrici/Spinozacı bir kural olsa da, yaşamın kuralı değildir. Bu somut durum aşıldığında halk hareketlerinin halkın düzenini kurması mümkün hale gelecektir.
Dördüncü bir özellik, bu hareketlerin kendi iletişim ağlarını kurmasıdır. Hatırlayalım; Negri, “İmparatorluk Çağı”nda egemenliğin/iktidarın iletişim ağları üzerinden sağlandığı iddia ediyordu:
“Modern iletişim sistemleri egemenliğe tabi değildir; tam tersine, egemenlik iletişime tabidir.” (Negri, 1999:5-6)
Bu nedenle Negri, “çokluk”un alternatif iletişimini kurması gerektiğini ifade ediyor. Bu yapıldı mı? Yapıldı… Bunun yapılmasında Negri’nin müthiş teorik öngörüsü, Spinoza ile Marksizmi birleştirme çabası, iletişim üzerinden ürettiği iktidar teorisi mi etkili oldu? Elbette hayır. Negri, zaten yapılmakta olanı söylüyor.
Hareketin kendi iletişim ağını, dilini kurması, kullanması her hareketin sosyal gerçeklik içinde mücadele araçlarını üretmesidir. Örneğin SEKA direnişinde, işçilerin internet sitesi açarak kendi direnişleri hakkında topluma bilgi vermesi. Yüz binlerce bildiri dağıtılması, Evrensel Gazetesi üzerinden diğer işçiler haberleşmeleri, egemen medyada yarıklar açmak için çabalamaları vb. Bu, zaten her direnişin gücü, örgütlülüğü ve öngörüsü oranında yapmaya çalıştığı işler.
Ancak ülkemizde belki son 5-6 yıldır, ama dünyada en azından 10-15 yıldır sosyal medyanın alternatif bir iletişim aracı olarak kullanılması deneyimi önemlidir. Gezi direnişinde bu önem bir kez daha görülmüştür. Hem bir iletişim, bilgilenme, hem de karar alma sürecinin parçası olarak sosyal medyanın direnişin iletişim ağı olarak kullanılıyor olması, yine dünyadaki halk hareketlerinin ortaya çıkardığı bir deneyimdir. Bundan sonra da kullanılacaktır. Ancak bu Negri’yi doğrulamaktan ya da haklı kılmaktan öte, her mücadelenin kendi araçlarını yaratması ya da mevcut araçları hareketin ihtiyaçları doğrultusunda kullanmasına bir örnektir. Bunlar, bir bakıma grev ya da direniş gazetelerinin günümüz iletişim dünyasındaki modern örnekleridir. Negri’nin vurgulaması bir yana, Marksistler de zaten bu olanakların kullanılması reddetmezler, tersine yeni olanaklara dikkat çekerler.

***
Şimdi, biraz da Negri’nin “çokluk”a görev biçtiği taleplere bakalım:
Çokluğun ilk talebi: “küresel yurttaşlık”.
“Küresel çokluk için bir politik programın ilk unsurunu, ilk politik talebi görebiliyoruz: küresel yurttaşlık. Resmi izin belgesi olmadan Fransa’da yaşayan yabancılar, yani sans papiers için 1996 yılında yapılan gösterilerde ‘Herkese resmi belge!’ pankartları açılmıştı. Herkes için oturma belgesi her şeyden önce herkesin yaşadığı ve çalıştığı ülkede tam yurttaşlık haklarına sahip olması gerektiği anlamına gelir.” (Negri ve Hardt, 2001:401)
Negri’nin “çokluk”a biçtiği bu ‘politik görev’, uzun uzadıya bir göç sosyolojisi ve politikası tartışmasını açabilir. Konuyu dağıtmamak adına şunu ifade etmekle yetinelim: Negri, ulus-devletlerin ve emperyalist sömürgeciliğin bittiği küreselleşme propagandasına ikna olduğundan ulusal sınırları ve göç engellerini bir türlü anlayamamaktadır. Evet, uluslararası tekelci sermaye için bu sınırlar giderek etkisiz hale geliyor. Bu “İmparatorluk” teorisinin öngördüğü bir olgu değil, zaten somut gerçekliktir. Ama bu bir sermaye saldırısıdır, kaçınılmaz bir olgu değildir. Mesela Venezüella’da bağımsızlıkçı bir iktidar ortaya çıktığında, bu sınırlar, uluslararası sermaye için gayet rahatsız edici ve ‘anlamlı’ hale gelebiliyor.
Negri’nin teorisinde bu gerçeklik yoktur. Negri’ye göre, ulus-devletler ve sınırlar ortadan kalkıyor ya da kalkmak zorunda. Öyleyse bir ülkenin vatandaşlığı da anlamsız hale geliyor. Ve Negri “küresel yurttaşlık” talep ediyor. Ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ama bir yönüne dikkat çekerek bitirelim: Aslında bu talep bir talep bile değildir, Negri için… Çünkü bir yandan ‘politik talep’ diyor, diğer yandan da “sermayenin ekonomik dönüşümüne” en uygun düzenleme diyor:
“Bu bir ütopya ya da gerçekçi olmayan bir politik talep değildir. Bu talep sadece insanların yasal statüsünün son yıllarda yaşanan somut ekonomik dönüşümlere uygun olarak yeniden düzenlenmesidir. Sermayenin kendisi emek gücünün daha fazla hareketliliğini ve ulusal sınırları aşan sürekli göçü talep etmiştir. Daha gelişmiş bölgelerdeki (Avrupa, ABD ve Japonya’nın yanı sıra Singapur, Suudi Arabistan vb) kapitalist üretim hiç tartışmasız dünyanın bağımlı bölgelerinden işçilerin o bölgelere göçüne bağımlıdır. Dolayısıyla, bu politik talep kapitalist üretimin zaten var olan gerçekliğinin yasal olarak da tanınmasından ve bütün işçilere tam yurttaşlık haklarının verilmesinden başka bir şey değildir.” (Negri ve Hardt, 2001:401)
Negri’nin emperyalist-bağımlı ayrımının son bulduğu “İmparatorluğu”nda birden bire “dünyanın bağımlı bölgeleri”nden bahsetmesi onun çelişkisi olarak kenarda dursun!
‘Politik talep”e gelince… Negri kendisiyle çelişmektedir. Sermayenin eğilimlerini doğru bir biçimde tarif etmiş, ‘küresel vatandaşlık’ın işine geldiğinde yasadışı göçlerle sermaye tarafından fiilen uygulandığını göstermiştir. Sermayenin bütün bu hesaplarına hiçbir itirazı da yoktur. Sadece fiili durumun yasal olarak da tanımasını istemektedir. Bu da biyo-iktidara ve küresel sermayeye karşı müthiş bir politik talep olarak ileri sürülmektedir!
Çokluk’un ikinci talebi: “Toplumsal ücret hakkı”…
“Proletarya, sermaye tarafından sömürülen herkesi, çokluğun tamamını kapsar. Endüstriyel işçi sınıfı sadece tarihsel bir uğraktır. Artık üretken emek, üretken olmayan emek, yeninden üretim emeği vb. farklar kalkmıştır, hepsi üretkendir. Bu nedenle çalışılan saat kavramı da olamaz. Proletarya her yerde her zaman üretir. Bu nedenle talep toplumsal ücret ve garantili bir gelir olmalıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:403)
Değer tartışmasını bir önceki bölümde yaptık. Yine ayrıntılı bir tartışma yapılabilir. Ancak biz sadece bir yönüne değinerek bu konuyu geçeceğiz: Vatandaşlık ücreti, toplumsal ücret vb. uygulamalar, ‘postfordist’ sermayenin artık iş, düzenli ücret ve çalışma sağlayamayacağının liberal kabulüne dayanmaktadır. Böylece sermayeyi, insanca yaşayacak ücret, düzenli istihdam koşulları, herkese iş vb. taleplerle zorlamak, buradan sınıf mücadelesini ilerletip sermaye iktidarını yıkma perspektifi yerine; sermayenin her türlü saldırısının ‘dünyanın değişmez düzeni’ olarak kabul edildiği bir yaklaşım konulur. İşte sermayenin istediği ve yol aldığı böyle bir dünya veri kabul edildiğinde; devletin herkese yaşayabileceği asgari (oldukça düşük) ücreti vermesini istemek haklı bir talep gibi gözükebilir. Bu, Negri’nin çokluğunun önüne koyduğu bir talep olsa da, tam da Dünya Bankası gibi ‘İmparatorluk’ kurumları tarafından pilot uygulamaları yapılan bir ‘talep’tir! Çünkü sermaye, işçi sınıfının insanca yaşayacak bir ücret talebini yükü devletin vereceği vatandaşlık ücretine yıkarak ‘karşılamayı’ makul görebilmektedir. Ya da kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olan işsizlik ve sosyal patlama riskine karşı yine kendisi bir maliyete katlanmadan devleti göreve çağırabilmektedir . Negri’nin talebi… Ne büyük muhalefet ama!
Çokluğun üçüncü talebi: “Yeniden sahiplenme hakkı”…
“Yeniden sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Evet, bu, gerçekten sosyalist, devrimci bir talep olarak görülebilir. Negri ve Hardt hemen bu yanlış anlamayı düzeltmeye girişir:
“Sosyalistler ve komünistler uzun zaman proletaryanın üretimde kullandığı makinelere ve materyallere özgürce erişmesini ve onları kontrol etmesini talep etmişlerdir. Ne var ki, maddi olmayan ve biyo-politik nitelikli üretim bağlamında, bu geleneksel talep yeni bir biçim alır. Çokluk makineleri yalnızca üretmek için kullanmaz, aynı zamanda, üretim araçları giderek çokluğun zihni ve bedeniyle bütünleştikçe kendisi de makinesel hale gelir.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Yani… Önce; üretim araçları yerine dosdoğru ‘makineler’ lafı ikame edilir. Sonra, emeğin ya da “çokluk”un zihni ve bedeniyle makinesel hale geldiği ifade edilir. Üretim aracı makineyse, makine de “çokluk”un zihni ve bedeni ise; yeniden sahiplenme de, olsa olsa, “çokluk”u ya da onun bilgisini ve duygulanımını sahiplenmesi oluyor:
“Yeniden sahiplenme, bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrol demektir; çünkü bunlar biyo-politik üretimin asli araçlarından bazılarıdır. Sırt bu üretici makinelerin çoklukla bütünleşmiş olması, çokluğun onlar üzerinde denetim kurduğu anlamına gelmez. Bu, daha çok, çokluğun yabancılaştırılmasını daha acımasız ve zarar verici kılar. Yeniden sahiplenme hakkı gerçekte çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini yeniden üretme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, 2001:406)
Evet, başlangıçta ifade edilen “üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkı”ndan, geriye, kala kala, “kendini kontrol etme hakkı” kalmıştır! Sosyalizmi andıran bir ifade tarzının, derhal için boşaltılmış, “internete özgür erişim” derekesine düşürülmüştür!
Negri’nin projesinin sosyalizmle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Negri’ye göre; toplumsal üretimin temeli postmodern çağda bilgi ve enformasyondur. Bilginin ve yaratıcılığın sahibi ise, zaten “çokluk”un kendisidir. Ancak bunu “İmparatorluk” kontrol etmektedir. Öyleyse otonomcu kendini değerli kılma yaklaşımına benzer bir biçimde, bilginin sahibi olan “çokluk”, bilgiyi yeniden sahiplenerek toplumsal kontrole sahip olabilir. Tabii bir iki ek daha gerekir: Herkese açık iletişim! Herkese özgür internet gibi! İşte bu iletişimsel kontrolü sağlayan “çokluk”, “İmparatorluk”un egemenliği iletişim temelli olduğundan, “İmparatorluğu” da yıkmış olacaktır. Hayırlı uğurlu olsun!
Negri, bunun dışında, üretim araçlarının sahiplenilmesini, başka yazılarında gündeme getirmektedir. Ancak bunlar belli belirsiz vurgulardır. Daha çok kapitalizm içinde demokratik bir kontrole işaret etmektedir.
Mesela bankaların kontrolü… Negri ve Hardt şöyle der: “Banka yurttaşların demokratik kontrolünden bağımsızdır. Bu tür bağımsızlık ötekilerin hayatlarını ve güvenliklerini tehdit eder. New Deal’ın temel önermelerinden biri, yatırım bankalarıyla mevduat bankalarını ayırarak, bu riski sınırlamaktı; ne var ki halkın tasarruflarını spekülatif operasyonlarda riske atmamak tek sorun değildir. Günümüzde daha önemli ve daha temel sorun, yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmaktır.” (Negri ve Hardt, 2012:77)
“Bu ortak olanın çıkarları gereği, bankalar ortadan kaldırılmayacaktır ama bütün bir üretici toplumsal ilişkiler ağını kaydetme, güçlendirme ve destekleme işlevi arttırılacak ve genişletilecektir.” (Negri ve Hardt, Duyuru, s 78)
Burada, kapitalist biçimiyle paranın ortadan kaldırılması, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve bir sınıf olarak ortadan kaldırılması yoktur. Son noktada, “yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmak” vardır. Negri, ‘sosyalizm’ deneyiminden rahatsızlığını ve burjuvaziye göz kırpışını ifade etmek üzere, “demokratik kontrol”e vurgu yapmaktadır. Ancak burjuvazi mülksüzleştirilmediği sürece demokratik kontrol demokratik safsata olmanın ötesine geçemez! Demokratik kontrolünün ilk koşulu olan bu devrimci hamle, Negri için ya yoktur ya da korkunçtur!
Öyleyse Negri’nin çokluğunun talepleri ve mücadelesinden ne bekleniyor? Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti devam ettiği ya da bu konulara hiç girilmediği koşullarda “çokluk”un iletişim ve bilgi ağını kontrol altına aldığı demokratik bir toplum… Belki Spinoza çağında bu ilerici bir hayal olabilirdi. Bugün ise saf bir ütopya bile olamaz!

KAYNAKLAR
Bulduruç, Süleyman Yılmaz (2008) “‘Kitlesel İşçi’den ‘Çokluk’a Sınıfçı Tarihselciliğin Özne Arayışı”, Teori ve Politika Dergisi, Sayı:45
Marx, Karl (1997) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (1999) Artı-değer Teorileri, I. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2000) Kapital I. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl (2003) Kapital III. Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Mısır, Mustafa Bayram ve Çelik, Sinan Kadir (2002) “İmparatorluk’un iyimser Metafiziği”, Praksis, Sayı:7, s. 267-304.
Özgün, Aras (2011) Otonomist Marksist Kuram İçerisinde Sınıf Kavramı, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,62,0,0,1,0, 25 Haziran 2013.
Negri, Antonio (1999) “Siyasal alanın krizi”, Birikim Dergisi, Sayı: 122, s. 85–89
Negri, Antonio (2005) Devrimin Zamanı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio (2013) Porselen yapımı, İstanbul: Monokl Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2001) İmparatorluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2003) Dionysos’un Emeği, İstanbul: İletişim Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011) Çokluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2012) Duyuru, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Savran, Sungur (2002) “‘Alternatif küreselleşme’ mi, Proleter Enternasyonalizmi mi?: İmparatorluk’a Reddiye”, Praksis, Sayı:7, s. 225-266.
Spinoza, Benedictus (2009) Etika, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları
Taylor, Frederick (2007) Bilimsel Yönetimin İlkeleri, Konya: Çizgi Kitabevi.
Witheford, Nick Dyer (2004) Siber Marx – Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi, İstanbul: Aykırı Yayınları.
Wright, Steve (2006) Geçmişten Günümüze Otonomist Marksizmin Yol Haritası, Otonom Dergisi, Sayı:13, İstanbul.

Sunu ve İçindekiler 243

Özgürlük Dünyasının Temmuz 2013 sayısı çıktı!

2013 Haziran Direnişi notları
Yusuf Akdağ

Yerel Yönetim Özerklik Şartı ve Kürt sorunu
Y. Yılmaz Karataş

Gezi, Negri, çokluk ve sınıf
Arif Koşar

Türkiye halklarının protestosuyla dayanışma
Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Avrupa Bölge Konferansı

SUNU
Aniden bir kâbus gibi çöktü üzerine gericiliğin.
Gericilik emeğin, halkın, sömürülen ve ezilen yığınların üzerine kara bulut olarak çökmeye alışkındır, üstüne çökülmesine değil. Vurmaya, kırmaya, saldırmaya, ezmeye kurguludur. Hele Türkiye’de. Neredeyse tersinin örneği yoktur ya da istisnai örneklerden söz edilebilir. Ama bir kez, hem de hemen hiç örgütlü olmadan sömürülen ve ezilen yığınlar, okumuşu-yazmışı ve okur-yazar bile zor olanıyla el ele milyonlarıyla ayağa kalkmaya cesaret ettiğinde ve üzerine vardığında gericiliğin, silahlı-gazlı birliklerini püskürtüp üç haftaya yakındır İstanbul’un en merkezi yerini “işgal altında” tuttuğunda gericiliğin beti benzi kaçmıştır. Gezi Direnişçileri ayağa kalkışlarının cesametinde kendi güçlerini görüp artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını kanıtlarken, gericilik ürkmüştür. Önce pusmuş, sonra bir kez daha “tekliğinin” altını çizen “delikanlı” “tek adam”, püskürtülmeden öncekini aşan bir hunharlıkla saldırıya geçmiştir.
Ancak kaybettiği, bir daha eski günlerini mumla arayacağı tartışmasızdır. Olan olmuş, yaşananlar “resetlenemeyecek” biçimde herkesin damarlarında ve beyin kıvrımlarında dolaştıracaklarını dolaştırmıştır. Sömürülen ezilen yığınların, olanca örgütsüzlük ve çok kafadan çok sesin çıktığı zihin açıklığından yoksunluk koşullarında tarih sahnesine çıktıkları gündür Gezi ayağa kalkışı. Tarihsel deney olduğu kadar belleklere kazındığı da kesindir. Olan-biten, “ayak takımı” ya da “çapulcular”ın geleceğini etkileyecektir. Kendilerini, yaptırım güçlerini görenler, deneylerinden öğrenmeyi de bileceklerdir. Devrimci komünistlerin öğrenmeyi bilerek öğreteceklerinin değerinin vazgeçilmezliği de eklendiğinde, yüzyılların dışlanmışları olarak alt sınıflar, kuşkusuz sınıf olduklarının farkına da vararak ilerleyecekler ve bundan böyle onlar bakımından her şey eskisinden farklı gelişecektir.
Ama üst sınıflar bakımından da öyle olacaktır. “Tüpten çıkan macun” onlar bakımından da yeniden tüpe sokulamaz. Öncelikle “tek adamlık” sınavında “tek tabanca” komuta ettiği kadar bütün şimşekleri de tek başına üzerine çeken Führer özentisinin tutumunun doğruluğu ya da yanlışlığı tartışmasını atlatmaları gerekecektir. “Orantısız güç”ün kaynağı “şahin” saldırganlığın gerekli olup olmadığı, itidal ve yatıştırma mı yoksa ezici zorbalığının mı para edeceği gericilik içinde yaman bir çekişmeye eksen olmuştur. Amerika’yla Almanya’nın bile “mutedil” tutum önerdiği, onlarla bile kapışma görüntüsü veren önderliğiyle gericiliğin işi kolay değildir. Karşısına, şimdiye kadar sahnede olmayan düşman bir güç çıkmıştır ve kayıkçı dövüşü yapılabilecek “majestelerinin muhalefeti” türünden olmadığı bellidir ve korku kaynağıdır. Ancak hangi yolla üstesinden gelineceği gericilik içindeki çelişmeler koşullarında, bu çelişmeleri artıracak bir çekişme konusu olacaktır. “Yetmez ama evet”çiler şimdiden gemiyi terk etmeye yönelmişlerdir. “Gemi”, herhalde biniş sırasıyla sondan başlayarak boşalma eğiliminde olacaktır; “hisse senetli şirket” görünümündeki AKP, bundan sonra zor dikiş tutturacaktır. Şimdiden halk hareketinin verdiği ürküntüyle eleştirilerini geri çeker gibi yapan Gülen Cemaati örneğin, tüm desteğini eleştirel destek olarak vermekte, “tek adamlık” ve “gereksiz sertlik” eleştirilerini açıktan sürdürmektedir. Giderek, Erdoğan’ı taşınması gerekmeyen fazladan bir ağırlık olarak görme eğiliminin büyüyeceğini ileri sürmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Hele “faiz lobisi”ne, Divan Oteli ve sahibine vb. Türkiye’yi iktisaden kıskaca almaya çalışmakla (şüphesiz uluslararası tekellerin) “uluslararası komplo”suna yönelttiği suçlamalar da hatırlanırsa, dünyanın ve Türkiye’nin “sahipleri”nce fazla “sert”, ama en çok da “çizmeyi aşmış” bir sözcü olarak değerlendirileceği ve –sonu Müberek’ten iyi olmasın– üzerinin çizileceği söylenebilir.
Gericiliğin kendi iç dalaşmasının beklenti konusu edilemeyeceği kesindir, ne varsa “ayaklar”da, Erdoğan’ın “ayaklar ne zaman baş oldu?” diye sorduğu “ayakların baş olmasında”dır.
’68’de “Batı”da halk hareketi yükseldiğinde “Doğu” sessizdi. Sonra “Doğu” aldı başını, yürüdü gitti; Batı sessizdi. Bir türlü “Doğu”-“Batı” senkronizasyonu sağlanamadı. Yine Batı ayaktayken, bu kez, örgütlü ve onca deneyli oluşuna rağmen “Doğu” “süreci gözetme” “hassasiyeti”yle yine sessiz kaldı ve aşağıdan eylem içinde Türk’le Kürt’ün aşağı tabakalarının kardeşleşmesiyle eşitliğin sağlanması ve buna dayanarak “barış”ın aşağıdan gerçekleştirilmesi içerikli yeni bir tarihsel fırsat heba olmuş görünüyor. Sonunda sağlanacaktır!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑