“Çözüm” süreci: “AKP’siz olmaz”dan “AKP’yle olmaz”a doğru…

Kürt sorununa dair çözüm umutlarının, yerini sürecin biteceği kaygılarına bıraktığı bir dönemden geçiyoruz. Devlet ile Öcalan arasında Ekim 2012’de başlayan görüşmeler birinci yılını doldurmasına rağmen, AKP Hükümeti’nin sürecin ilerletilmesine dair hiçbir yasal düzenleme yapmaması ve görüşme sürecini bir müzakere sürecine dönüştürmeme konusundaki ısrarı, gelinen yerde ciddi bir tıkanıklığın yaşanmasına yol açıyor. Dahası Başbakan Erdoğan’ın gerilimi tırmandıran açıklamaları, süreci kopma noktasına getirmiş bulunuyor. Gezi olaylarıyla başlayan Haziran Direnişi döneminde Kürt hareketi içinden bu direnişe uzak durma tutumuyla birleşen çözüm sürecinin AKP’siz sürdürülemeyeceği yönündeki kaygı ve görüşler, yaşanan gelişmeler üzerinden, bu kez, sürecin AKP ile sürdürülemeyeceği noktasına gelmiş bulunuyor.
Bundan sonra sürecin nereye gidebileceğini/nelerin olabileceğini tartışabilmek için bugüne kadarki gelişmeleri ana hatlarıyla hatırlamak gerekiyor.
Sürecin kamuoyuna duyurularak BDP heyetlerinin Öcalan’la görüşmeye başlamasından bu yana, AKP, gelişmelerin seyrini ve atılacak adımların çerçevesini tek başına belirleme tutumu içinde oldu. Bu tutum, her adımda sürecin ilerletilmesinin önüne yeni engellerin çıkmasına neden teşkil etti. Daha Öcalan’la kimlerin görüşeceği tartışılırken, BDP Eşbaşkanı Kışanak ve DTK Eşbaşkanı Tuğluk’un isimleri gerillalar ile kucaklaştıkları gerekçesiyle çizildi. Ardından ilk heyette yer alan DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, Öcalan’la görüşmeler sürerken Kandil’in bombalanmasını eleştirdiği için ve yine önce BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Gezi olaylarında oynadığı rol gerekçesiyle, sonra da BDP Eşbaşkanı Demirtaş da “demokratikleşme paketi”ne yönelik eleştirileri nedeniyle bu heyetlerden çıkarıldı. Öcalan’ın Newroz’da ateşkesi ve silahlı güçlerin geri çekilmesi sürecini başlatan mesajından sonra, AKP, sürecin sağlıklı yürütülebilmesi için talep edilen yasal düzenlemeyi yapmayı reddetti.  Son olarak açıklanan “demokratikleşme paketi”nde Kürt hareketinin hiçbir talebinin yer almaması (bu pakette yer alan özel okullarda Kürtçe eğitime olanak tanıyan düzenleme, Kürt hareketinden çok Bölge’de cemaat-tarikatların önünü açmaya yönelik ve 2009’daki ‘açılım’ sürecinde TRT Şêş’in açılması kadar bile önemi olmayan bir adımdır), ipleri kopma noktasına getirdi. Başbakan Erdoğan’ın Kurban bayramında BDP’nin eleştirilerine yönelik yaptığı “mesajlar bu dozda gidecek olursa görüşmenin ipleri kopar” açıklaması ve daha sonra grup toplantısındaki konuşmasında “‘İmralı’ya kim gider, kim gitmez’… Bunun kararı hükümete aittir. Hükümet istediğini gönderir, istediğini göndermez. Kimsenin rota çizme yetkisi yoktur. Yeri gelir gönderir, yeri gelir göndermez. Herkes haddini bilecek” demesi, bırakın Öcalan’ın son görüşmelerde dile getirdiği “anlamlı müzakereye geçiş”i, sürecin artık bugünkü haliyle bile devam edemeyeceğini gösteriyor. BDP heyetinin Öcalan’la yaptığı son (11.) görüşmede Pervin Buldan’ın “tekrar görüşür müyüz?” sorusu ve bu soruya Öcalan’ın verdiği “Umarım görüşürüz. Umarım devlet ve Hükümet böyle bir tarihi hata yapmaz” demesi, gelinen yerde sürecin nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.
Peki, bundan sonra ne olacak?
Öncelikle Öcalan’ın verdiği mesajlar, bugüne kadar beklentilerinin hemen hiç biri gerçekleşmemesine rağmen, süreci sonuna kadar götürmek istediği yönündedir. Öcalan’ın, Kürtlerin AKP’nin çözüm yönünde adım atmamasını eleştirmenin ötesine geçip, paralel oluşumlarla fiili çözümler geliştirmesini istemesi de böyle anlaşılmalıdır. Öte taraftan, AKP ve devlet, sorunun çözümü için hiçbir ciddi/somut adım atmamış olmasına rağmen, görüşme sürecinin öncesine dönmeyi göze alabilecek durumda değildir. Çünkü Erdoğan’ın “ipleri koparma” tehdidi, kopan iplerin kendisini de düşürebileceği gerçeğini değiştirmemektedir. Dolayısıyla süreç her türlü provokasyona daha açık hale gelmiş olmasına rağmen, olası gelişmelerin ortaya çıkarabileceği sonuç eskiye dönüş olmayacaktır.
İkincisi, Suriye’deki belirsizlikler ve Rojava’daki durum her iki tarafın bu süreci bozacak hamleler yapmasını önemli oranda sınırlamaktadır. Çünkü Suriye sorununun nasıl çözüleceği ve Rojava’nın statüsünün ne olacağı, doğrudan doğruya Türkiye’deki süreci de etkileyecektir. Zaten Öcalan da bunu gördüğü için, Suriye-Rojava’da rol oynayabileceği koşulların yaratılmasını istemiş ve bu durum AKP cephesini fazlasıyla rahatsız etmişti. Bu nedenle AKP, bugün bir yandan Barzani ve Suriye’de Barzanici güçler (Yüksek Kürt Konseyi’ne rağmen Suriye muhalefeti ile birleşme kararı alan El Parti, Azadi ve Yekiti gibi partiler) ve diğer yandan destek verdiği el Kaide ve ÖSO çeteleri üzerinden Rojava’da PYD’nin gücünü kırmaya çalışırken, öte yandan da, her şeye rağmen Rojava’nın egemen gücü konumunda olan PYD’yi de muhatap almak zorunda kalmaktadır. PYD de, Cenevre-2’ye Türkiye-ABD güdümlü muhalefetin içinde girmeye karşı çıkarken, bir yandan da Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmemeye çalışmakta, mevcut denge durumunun kendisine açtığı olanakları kullanmaya çalışmaktadır. Nihayetinde Kürt sorunuyla iç içe geçmiş olan bölgesel gelişmeler, Rojava’yı/ PYD’yi de görüşme sürecinin bir parçası haline getirmiş bulunmaktadır. Ve Rojava’daki durum, bir yandan bu güçleri (AKP/devlet-PKK/Öcalan) kendi politik pozisyonlarını güçlendirecek hamleler yapmaya yöneltirken, öte yandan mevcut belirsizlikler ve sürecin aleyhine dönme kaygısı, kendi aralarındaki mevcut gerilimi sürecin sona erdirilmesi noktasına vardırmalarını engellemektedir.
Üçüncü olarak; süreç ne AKP’nin tek başına başlattığı, ne de tek başına bitirebileceği bir süreçtir. Nedenini açıklamak için, önce 2009’daki ‘açılım’ süreciyle ilgili kısa bir hatırlatma yapalım. ABD’de Obama’nın başkan seçilmesinin ardından, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ilk yurtdışı gezilerinden birini Türkiye’ye yapmıştı. Clinton’un görüşmelerinin ardından, Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorununda “iyi şeyler” olacağı açıklamasını yapmış ve ‘açılım’ süreci başlamıştı. ABD, Irak’tan çekilme sürecinde, Türkiye ile Kürdistan Federe Yönetimi arasındaki ilişki ve işbirliğini geliştirmeyi ve bu arada istikrarsızlık yaratabilecek bir silahlı güç olarak gördüğü PKK’yi silahsızlandırmayı istiyordu. Oslo süreci ve ‘açılım’, bu gelişmelere bağlı olarak başlatılmıştı. Federe Kürdistan Başkanı Barzani’nin PKK’nin silahsızlandırılmasını sağlayacak bir Kürt Konferansı yapma kararı da, aynı dönemde gündeme gelmişti. Ancak 2011’e gelindiğinde, sorunun çözümü yönünde PKK ile devlet arasında hazırlanan protokollere rağmen, süreç bitti. Sorunu çözmesi beklenen Erdoğan’ı, MHP lideri Bahçeli ile Öcalan’ın idamı üzerinden polemik yaparken gördük. Neden? Çünkü AKP, ABD’nin kendisine verdiği “bölgesel liderlik” rolünü oynamak üzere, bölgede Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketlerine müdahale yönelimi içine girdi. Libya lideri Kaddafi’den sonra Suriye lideri Esad da devrilebilseydi, bölgede AKP-Müslüman Kardeşçi “ılımlı/Amerikancı İslamcı” bir blok egemen olacak ve bu arada bu süreçte Kürtler de kuşatılarak etkisiz hale getirilecekti. Ancak bu hesap tutmadı ve Kürtler, etkisizleştirilmek bir yana, Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek bir güç haline geldi. Bu süreçte Suriye muhalefetini kendi etrafında toparlamak için girişimlerde bulunan ABD, öte taraftan Türkiye’nin de Kürt hareketi-Öcalan ile görüşme sürecinin başlamasına ön ayak oldu. Suriye’de el Kaideci güçlerin giderek güç kazanması ve Mısır’da Müslüman Kardeşler-Mursi yönetiminin güven vermekten uzak istikrarsızlık yaratan politikalarıysa, ABD’yi yeni bir hamleye zorladı. Suriye’de sorunun çözümü için Rusya ile Cenevre-2 görüşmeleri konusunda anlaştı ve Mısır’da Mursi’yi deviren askeri darbeyi destekledi. Gelinen yerde AKP’nin, Suriye, Mısır, Irak başta olmak üzere, bölgede ABD’nin politik manevralarıyla uyumlu bir çizgiye gelmeye gösterdiği direnç, ABD-AKP Hükümeti arasında da bir gerilime neden olmaktadır. Sonuçta ABD, özellikle Rojava’da Kürtlerin Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’nun dışında kalma tutumundan hoşnut olmasa da (ve kendi elini güçlendirmek için Kürtlerin Cenevre-2’ye bu muhalefetle birleşerek gitmesini dayatmasına rağmen) Kürtleri karşısına almayı da, Türkiye’deki sürecin bitmesini de ister bir durumda değildir. Uzatmadan söylersek; Kürt sorununun çözümü için başlatılan sürecin ne olacağını, AKP-Erdoğan’ın niyetinden çok, gerek Suriye ve Rojava’daki gelişmelerin seyri ve gerekse ABD-AKP ilişkilerindeki sorunların nasıl çözüleceğinin belirleyeceği söylenebilir.
Bu gelişmelere bağlı olarak, son dönemde ABD-İsrail medyasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile ilgili gündeme getirilen iddialar, AKP’nin raydan çıkan bölge politikasını yeniden raya sokma girişimi kapsamında değerlendirilmelidir. Daha önce de Erdoğan ve Hükümet’in fiili ortağı Gülen arasındaki ilk ciddi kapışmanın yine MİT üzerinden yaşanmış olması da rastlantı değildir. Çünkü MİT Müsteşarı Fidan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu, AKP’nin bölge politikasının yürütücüleri konumunda bulunmaktadır. Yine Erdoğan’ın Mısır darbesiyle ilgili olarak ABD’yi suçlar açıklamalar yapması, füze savunma sistemi ihalesinin Çin’e verilmesi ve İsrail’e yönelik söylemlerini sürdürmesi ve öte taraftan Cumhurbaşkanı Gül’ün her fırsatta ABD ile uyumlu açıklamalar yapması; AKP’yi oluşturan ve destekleyen güçlerin bugünkü durumun artık sürdürülemez olduğu; başka bir deyişle bu AKP ile devam etme koşullarının giderek ortadan kalktığı bir noktaya yaklaştığını göstermektedir. Ve bu nokta; bir yandan mevcut AKP’ye, AKP içinden bir alternatif oluşturulması arayışı ve öte yandan da Mısır, Irak gezileri ile emperyalistlerin gözüne girmeye çalışan ve yine Sarıgül üzerinden yeni bir rüzgâr yaratmak isteyen CHP üzerinden bir arayış biçiminde ifade edilebilir. Ancak burada kısa vadede AKP içinden yaratılmak istenen alternatifin (AKP’nin başına ABD’nin ve sermaye güçlerinin politikalarıyla daha uyumlu isimlerin getirilmesinin) CHP üzerinden alternatif yaratma arayışına göre (Sarıgül üzerinden yaratılmak istenen rüzgârın etkisini de bağlı olarak) az-çok daha gerçekleşebilir noktada durduğu söylenebilir.
Kürt sorununda ve AKP’nin bölge politikasında mevcut durumun sürdürülmezliği (ülkedeki diğer ekonomik-siyasi gelişmelerle birlikte), önümüzdeki yerel seçimlerin genel siyasi gelişmeleri ve bu gelişmelerin de Kürt sorunu ve bölge politikasının geleceğini önemli oranda etkileyeceği koşulları yaratmış bulunmaktadır. Bu seçimlerle aynı yıl cumhurbaşkanlığı ve ertesi yıl da genel seçimlerin yapılacak olması, bu süreci, ülkenin geleceğinin belirlenmesinde taraf olan bütün toplumsal kesimlerin sahneye çıkacağı bir süreç yapmaktadır.
AKP’den ne çözüm, ne de demokratikleşme beklenemeyeceğine göre, Kürt ulusal hareketi ve ülkedeki demokrasi güçleri ne yapacaklar?
ÖDP, TKP, Halkevleri gibi demokrasi güçleri bugün seçim taktiklerini AKP’nin geriletilmesi biçiminde tarif etmekte, dolayısıyla kendi kitlelerinin AKP’nin tek güçlü alternatifi olarak görülen/gösterilen CHP’ye yedeklenmesinin önünü açan bir politik hat izlemektedir. Oysa sormak gerekiyor; acaba ABD ve büyük sermaye çevrelerinin bile ‘bu AKP ile olmaz’ noktasına geldiği koşullarda, AKP’nin geriletilmesi ile sınırlı bir yaklaşım kime hizmet eder? Yapılması gereken nedir? ABD ve sermaye güçlerinin AKP’ye alternatif haline getirmeye çalıştığı, ancak Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme konusunda ciddi bir politikası olamayan CHP’ye güç taşımak mı, yoksa egemen güçler arasındaki çatışmanın olanaklarını da kullanarak güçlü bir demokrasi cephesi olarak ortaya çıkmak mı? İlkine “evet” demek, demokrasi güçlerinin emperyalizm ve gericiliğin yelkenine rüzgâr taşıması ve dahası siyaset yapabileceği alanları kendi eliyle kapatarak kendi sonunu hazırlamasından başka bir anlama gelmeyecektir.
Öyleyse bir daha soralım, egemen güçlerin arasındaki çatışmaya yedeklenip bekleyecek miyiz, yoksa Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin birliği üzerinden Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinde bu çatışmanın yarattığı olanakları da kullanarak, güçlü bir emek ve demokrasi cephesi; sisteme alternatif bir güç mü olacağız? Kürt hareketi ve Öcalan tarafından Halkların Demokratik Kongresi/Partisi’ne atfen yapılan açıklamalarda demokrasi güçlerinin birliğinin önemine yapılan vurgu ve HDK/HDP’nin Haziran Direnişi’nin bileşenlerini kucaklaması yönündeki çağrılar, Kürt hareketi ve demokrasi güçlerinin yeni bir cephe olarak ortaya çıkma olanaklarının yaratılması bakımından önemlidir. Bu olanak güce çevrildiği oranda AKP’li ya da AKP’siz; müzakereli ya da müzakeresiz Kürt sorununun eşit haklara dayalı çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesine giden yolu, Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin mücadelesi açacaktır.

‘Demokratikleşme paketi’ AKP hükümeti’nin özgürlük anlayışının belgesidir

Haftalar boyunca büyük bir gizlilik içinde hazırlandı.”Herkesin şaşıracağı sürprizler”, “görülmemiş bir demokratikleşme hamlesi”, “sessiz devrim mahiyetinde bir paket”, “herkesin şaşıracağı sürprizler olacak” … gibi spekülasyona açık ve merak artırıcı nitelemelerle propaganda edildi.
Sermaye basınının “bağımsız” kesimleri de yandaş basını aratmayacak övgülerle karşıladılar bu adına “demokratikleşme paketi” denilen paketi; içindeki birkaç rüşvet maddesini abartıp öne çıkardılar; “kamu çalışanlarına türban serbestisi” gibi Hükümet’in muhafazakar toplum oluşturma planının bir parçası olan girişimi kadınlara tanınan bir özgürlük olarak çarpıtarak AKP Hükümeti’ne övgüler yapmanın vesilesi yaptılar.
“Yetmez ama evet”çiler, yine, eskisi kadar şevkle olmasa da, pakette bir keramet keşfetmek için kılı kırk yaran değerlendirmelerde bulundular. Hükümetin “kırt katır kırk satır seçeneğinden de beter”, “dar bölge” ve “daraltılmış bölge” seçeneklerini “seçim barajının yüzde 5’e düşürülmesi” ya da “sıfırlanması” olarak propaganda ettiler.
Ancak bu “paket”ten, ülkede demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarının az çok genişletilmesini “samimi” olarak bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bu pakette önceki paketlerdeki kadar bile özgürlükler açısından “kazanım” sayılacak bir şey yoktu. Bu yüzden de ülkenin ihtiyacı olan özgürlüklerin ne olduğunu, demokratikleşmenin hangi yollardan geçerek ilerleyeceğini bilenler için pakette hiçbir sürpriz yoktu. Çünkü bu Hükümet’in ne geldiği siyasi geleneğin demokrasi kültürü, ne bugün arkasında birleşmiş olan güçler, ne de iç ve dış koşulların oluşturduğu iklim, ondan bir gerçek demokratikleşme, özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusunda ciddi bir adım beklemeye olanak tanımıyordu. Dahası, böyle hükümetlerin az çok demokratik adımlar atması için demokrasi güçlerinin baskısı da yetersizdi. Onun için de Hükümet’ten “demokratikleşme adımı” beklentisi olanlar, bu paketle ilgili “dağ fare bile doğurmadı” içerikli değerlendirmeler yapmak zorunda kaldı.
Bunu fark ettiği için de, Başbakan Erdoğan, daha paketi açıklarken, bu paketin demokratikleşme adımlarında bir son değil “sürecin bu aşamasında ülkenin ihtiyacı” olanın bu olduğunu, zamanı gelince başka paketlerin de çıkarılacağını söyleyerek, “dağ fare bile doğurmadı!” eleştirilerinin önünü kesmeyi amaçladı.
Kısacası demokratikleşme paketi; Temmuz ayının ortalarından başlayarak 30 Eylül’e kadar “içinde ne olacak, ne olması gerekir?” gibi sorular etrafında tartışıldı. 30 Eylül’den beri de, paketin içinden çıkanların özgürlüklerle ilişkisi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ihtiyacının özgürlüklerin nasıl ve hangi doğrultuda genişletilmesini gerektirdiği tartışması sürüyor. Ve öyle görünüyor ki, bu tartışma, bir yandan “tıkanma” alametleri ortaya çıkan “barış süreci” ve bu sürecin ilerlemesinin gereği “Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi tartışmaları”, öte yandan da yerel seçim sürecinde AKP Hükümeti tarafından seçimde halk yığınların kafasını karıştırmak için malzeme olarak kullanılacak olması bakımından gündemdeki yerini koruyacaktır.

‘PAKET’Çİ ZİHNİYET DEMOKRASİ FİKRİYLE TEMELDEN ÇELİŞİR!

“Paketin içinde ne olduğu” bir yanıyla önemlidir; ama bundan da önemlisi demokrasi anlayışıdır. Çünkü özgürlüklerin kazanılması mücadelesi anlayışı, kapalı kapılar arkasında, kimi bürokratlar ve siyasi bir partinin “bu işlerden anlayan adamları” tarafından oluşturulan “demokratikleşme paketleriyle” özgürlük getirileceği tutumuyla temelden çelişiktir. Bu gerçeği, bu süreçte bu paketin içindeki maddelerin kamuoyunda tartışılıyor olması ve Meclis’ten geçirilmesi de değiştirmez.
Çünkü demokrasi yasaların orasında burasında özgürlüklerin serpiştirildiği bir yönetim biçim değildir. Tersine demokrasi, vatandaşların ülke yönetimine bir biçimde katıldıkları, yasaların oluşturulmasında sorumluk ve rol üslendikleri bir yönetim biçimidir. Bu anlayış ve demokrasinin az çok “halk yönetimine yaklaşan” bu biçimi, burjuvazi iktidarını sağlamlaştırıp kendi yönetim biçimini kurumlaştırırken büyük ölçüde ortadan kaldırsa, demokrasiyi güdükleştirse de, halkın demokratik kazanımları diyebileceğimiz, grev hakkı, sendikalaşma ve sınıf olarak örgütlenme hakkı, gösteri hakkı, basın ve ifade özgürlüğü hakkı, inanç özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, adil yargılanma hakkı, etnik ayrıcalıklar son verilmesi,… gibi kazanımlar yeni düzenin anayasasında, yasalarında fiili uygulamaları içinde sürmüştür. O gelişmiş ülkelerdeki demokrasiyi demokrasi yapan da, bu kazanımların az çok anlamlı biçimde yaşamaya devam etmesi olmuştur.
Evet, Batı demokrasilerinin kökleri burjuva devrimlerine dayanır; ama demokrasinin halk yığınları ve işçi sınıfının yararlanabileceği normlara ulaşması doğrudan işçi sınıfının ve halkların bütün 18-19 ve 20. yüzyıl boyunca süren demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin ürünü olmuştur. Öyle ki, Türkiye gibi ülkelerde 2. Dünya Savaşı sonrası çok partili rejimlere geçilmesi, sendikal örgütlenmenin kısmen de olsa serbestleşmesi ve sendikaların kurulmasına izin verilmesi, insan hakları ve çeşitli demokratik normların şeklen de olsa yasa ve anayasalara girmesi,… o dönemlerdeki hükümetlerin ve devlet adamlarının gönlü bolluğunun değil, kapitalizmin sosyalizm karşısında kendi mevzilerini sağlamlaştırmak, sosyalizmin baskısını azaltmak için uluslararası planda işçi sınıfı ve halklara vermek zorunda kaldığı tavizlerdendir. Yani Türkiye’de çok partili rejime geçiş, insan hakları ve demokrasi tartışmalarının kerameti, ne İnönü’nün bir gün kalkıp “artık demokrasiye geçelim” demesinde, ne de Menderes’in büyük bir demokrasi kahramanı olmasındadır. Tersine İnönü de Menderes de aynı siyasi kültürden gelmiş, aynı ölçüde demokrasi kültüründen yoksun ve aynı gerici sınıfların belki sadece farklı fraksiyonlarının sözcüleri olan politik figürlerdir. Onlar sosyalizm ve kapitalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki dünya ölçüsündeki büyük mücadelenin yol açtığı dönüşümde kendilerine rol bulmuşlardır. Hepsi o kadar!
Ama gerçekte en gelişmiş diye tanıdığımız ülkelerde bile demokratik haklar ancak mücadeleye elde edilmiş, kazanılan haklar çoğu zaman, büyük altüst oluşlar, büyük devrimlerin arkasından egemenler tarafından tanınmak, anayasalara geçirilmek zorunda kalınmıştır. Başka bir söyleyişle, demokrasinin gelişmesi ve demokratik hakların halk yığınları tarafından kullanılır olmasının en ileri durumları, yığınların mücadele içinde oldukları ve ülkeleriyle ve kendilerinin kaderlerinde söz sahibi olmak üzere ileri atıldıkları dönemlerde olmuştur. 1917 Şubat Devrimi’nden sonra yazdığı bir makalede Lenin, Şubat Devrimi’yle birlikte Avrupa’nın en gerici ülkesi olan Rusya’nın iki ay içinde dünyanın en demokratik ülkesi haline geldiğine işaret eder. Bunun ölçütü olarak da, Lenin, yasa ve anayasaları, seçimleri,… değil işçilerin, köylülerin ve askerlerin kendi talepleri etrafında serbestçe örgütleniyor olması, kendi matbaalarını kurup kendi basınlarını çıkarıyor olması, taleplerini dile getirmek için gösteri hakkını serbestçe kullanıyor olmalarını ve nihayet İşçi ve Köylü Sovyetleri’nin yasada ve anayasada hiç yeri olmamasına karşın fiilen “ikinci bir Meclis” gibi çalışıyor olmasını gösterir. Yani Rusya’nın otokratik döneminin yasalarında resmen değişim olmamıştır, işçilere, halka yeni haklar tanıyan bin anayasa da yoktur, ama gerici Rusya iki ay içinde dünyanın en demokratik ülkesi olmuştur!
Bunu, aslında, bütün devrim dönemleri için söyleyebiliriz. Ya da bırakalım devrim dönemlerini, halk yığınlarının kendi talepleri için mücadeleye atıldığı her dönemde yasalarda ne yazarsa yazsın, özgürlüklerin alanı genişler; anayasanın, yasaların, hükümetin, yetkili makamların ne dediğini kimse umursamaz olur.
Burada elbette hakların anayasaya, yasalara geçmesi önemsizdir denmiyor. Ama bu hakların elde edilmesi mücadelesinin, halk yığınları tarafından benimsenmiş olmasının, onların öneminin farkına varılmış olması için mücadelenin önemine dikkat çekilmek isteniyor.
Nitekim AKP Hükümeti ile özgürlüklerin genişletilmesi ve demokrasinin geliştirilmesin isteyen halk kesimleri arasındaki çatışma noktası da buradadır.

‘ ‘ÜSTTENCİLİK’ PAKETİN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞININ ANA KARAKTERİDİR
AKP Hükümeti ve onun ideologları, Kemalistleri ve devrimcileri “üsttenci”, “halkın isteklerini umursamayan”, halkın değerlerini ayak altına alanlar olarak gösterip, kendilerini de “gecekonduya girerken ayakkabısını çıkarıp girenler”, gelenek ve göreneğe saygılı, halkın isteklerine duyarlı, “üsttenciliğe”, “buyuruculuğa” karşı kişiler olarak göstermekten çok hoşlanırlar.
Ancak AKP Hükümeti, iktidara geldiği günden beri meydanlarda “halkın efendisi değil hizmetkarıyız” söylemine hiç ara vermediği halde, geçekte tamamen üsttenci bir tutumla, özgürlükler, yasaların düzenlenmesi, kentsel dönüşüm, çevrenin korunması,…  gibi konularda halkın ne dediğini, ne istediğini umursamayan, tamamen üsttenci, buyurucu, hatta kendi bakanlarını da çoğu zaman bir tarafa iten “Başbakanın ağzından çıkanı yasa kabul eden” bir politika tarzı benimsemiştir.
En son “demokratikleşme paketi” bu üstenci tutumun hem meyvesi, hem de zirvesidir. Çünkü AKP Hükümeti “görülmemiş bir demokratikleşme hamlesi” dediği bu paketi, halktan büyük bir itina ile saklayarak hazırlamıştır. Yıllardır özgürlükler için mücadele eden Kürtlerin, Alevilerin, bu ülkenin aydınlarının, demokratlarının, ilerici devrimci güçlerinin onlarca yıldır uğruna mücadele ettikleri özgürlükleri ve demokrasi taleplerini hiç umursamadan, kendi partisinin ihtiyaçlarını gözeten bir “düzenlemeler paketi” hazırlayarak adına da “demokratikleşme paketi” demiştir.
Kuşkusuz ki paket, bu hayliyle en iyimser nitelemeyle, demokrasiyi; halkın iradesini 4-5 yılda bir yapılan seçimlere, bu süre içinde de Meclis’te çoğunluğu ele geçiren Hükümet’in ülkeyi keyfince yönetmesine indirgeyen AKP ve hükümetinin demokrasi anlayışının ifadesi olmuştur.
Demokrasi kavramının tarihsellik içindeki oluşumu dikkate alınarak, demokrasi, en popüler biçimiyle, “halkın halk tarafından idare edildiği düzen” olarak tarif edilir. Burada da dayanak, köleler, yabancılar ve kadınlar dışındaki kentin bütün yetişkin nüfusunun oluşturduğu meclislerin kenti yönetmesi biçimindeki antik Yunan’ın “doğrudan demokrasisi”dir.
Nüfusun kalabalıklaşması, ülkelerin büyümesi, imparatorlukların oluşmasıyla “doğrudan demokrasi” fiilen gündemden kalkıp, doğrudan demokrasi anlayışı yerini temsil demokrasiye bırakırken, burada da ilke, bütün yöneticilerin, önemli devlet görevine gelenlerin halk tarafından seçilmesi ve yine halk tarafından görevden alınabilmesi esasının mümkün olduğunca korunması olmuştur. Daha doğrusu, demokratik normlar, şurada burada yazılı bir “norm olmayı” aşarak, bir yönetim tarzına dönüştüğü ölçüde temsili demokrasi de, her kademeden yöneticilerle milletvekillerinin halk tarafından seçilip halk tarafından görevden alınabildiği bir sitem olarak görülmüştür. Ancak şu da bir gerçek ki, burjuva dünyasında bu ilke ancak halk mücadelelerinin yükseldiği ve egemenlerin kendi iradelerini yeterince etkin göstermedikleri dönemlerde etkili olabilmiştir; bugün de bu ilke geçerlidir.
Erdoğan ve AKP’nin ideologları; zaten kendisi de demokratik normlar bakımından pek çok sorunla malul olan bu temsili demokrasi anlayışını, seçimden seçime halkın oy kullanmasına; barajlar, parti liderlerinin sultası, eşit olmayan seçim yarışı koşullarıyla,… halkın iradesinin Meclis’e yansımasının iyice daraltılmış olduğu “sandığa” indirgemektedir. Dolayısıyla seçildikleri süre içinde ülkeyi akıllarına geldiği gibi yönetme hakkını elde ettiklerini ve dört yıl dolmadan kendilerinin görevden çekilmesini istemenin bile “darbecilik”, “komploculuk” olduğunu (Gezi direnişçileri böyle suçlandı) iddia etmektedirler. Dahası, bunlara göre, yasaların, mahkeme kararlarının, hükümetin aldığı kararların denetlenmesi ve iptal edilmesi,… gibi gelişmiş her demokrasini olmazsa olmazı olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi bile halkın iradesini gölgelemektedir! Nitekim Başbakan Erdoğan, meydanlardan “o kuvvetler ayrılığı ilkesi var ya, o kuvvetler ayrılığı ilkesi, elimizi kolumuzu bağlıyor” diye yakınmaktadır.
Ve bu zihniyet, “demokrasi sandıktan ibaret değildir” diyenleri, (kuşkusuz ki darbeciler de böyle diyebilirler) de “Vay bunlar seçime karşı, sandığa karşı, demek ki darbe yoluyla iktidara gelmek istiyorlar” diye karalamaktadır.
Evet, elbette sandık olmadan, seçim olmadan demokrasi olmaz. Ama bir kere seçildi diye de, seçilmişlerin, bir dahaki seçime kadar mutlak bir sultan gibi ülkeyi kafasına göre idare etmesinin demokrasiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü, AKP ve Erdoğan’ın şikayet ettiği yargının “seçilmişler” ve hükümetler üstündeki denetimi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin gelişmesi, uzun halk mücadeleleri karşısında egemenlerin kendi iktidarlarının sınırlanmasını kabul etmek zorunda kalarak taviz vermelerinin bir ifadesidir. Ve bunlar, hem demokratik kazanımları egemenlerden koruyan, hem de demokrasinin geliştirilmesinde demokrasi güçleri için de dayanak teşkil eden kazanımlardır. Kuvvetler ayrılığı da bu açıdan önemlidir. Onun için de seçilen, “madem halk beni seçti, ben de istediğim gibi ülkeyi yönetirim” diyemez.
Demokrasilerin olmazsa olmazı seçilenin seçen tarafından görevden alınabilmesidir. Bunun için de süre vb. diye bir şey yoktur. Bir Meclis ve ona dayanan hükümet, yasal bakımdan dört yıllığına, beş yıllığına bile seçilse, halk indinde itibar kaybına uğramışsa, bu süre dolmadan da görevden alınabilir, bunu için halk yığınların çeşitli kesimleri gösteriler, mitingler, grevler vb. yoluyla görüşünü ifade edebilir, hükümeti istifaya çağırabilir. Nitekim en son Tunus’ta bu mekanizma işlemeye başlamış, AKP’nin “kardeş partisi” halkın çeşitli kesimleri ve sendikaların baskısıyla istifa etme kararı almıştır.
Burada demokratik olmayan bir şey yoktur. Tıpkı Gezi Direnişi’nde “hükümet istifa” talebini yükselmesinin hiçbir anti demokratik yanı olmadığı gibi.

‘GERÇEK BİR DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’ NEYİ İÇERİRDİ!
Eğer bu “demokratikleşeme paketi”ni hazırlayanlar, Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, Gezi direnişçilerinin, çevrecilerin, kadın yığınlarının, gençlerin, Türkiye’nin demokrasi güçlerinin on yıllardır… çeşitli vesilelerle haykırdığı talepleri dikkate alsaydı, bu paket bir demokratikleşme adımı olabilirdi. Ama öyle olmadı. Tersine Hükümet ve iktidar partisi, bütün bu istekleri, bütün bu uğrunda canlar verilmiş, cezaevlerinde yatılmış, işkencelere katlanılmış talepleri yok sayarak, kendilerince ve bu taleplerin de üstünü örterek, bu mücadeleleri karalayıp itibarsızlaştırmayı da amaçlayan bir propaganda eşliğinde bir “paket” düzenledi.
Bugün Türkiye’de şöyle bir yasalar elden geçirilirse, özgürlükleri sınırlayan, gerçekte bir işlevi olan olmayan, pek çok madde bulunabilir. Ve “demokratikleşme” adı verilen 15-20 maddelik paketler yapılırsa, onlarca paket çıkarılabilir. Bu Türkiye’nin halklarının ne istediği ve ülkenin nasıl bir demokratikleşmeye ihtiyacı olduğu dikkate alınmazsa, bu paketlerden her biri “büyük bir demokratikleşme adımı” olarak da ilan edilebilir.
Ama bu türden paketlerin çıkarılması Türkiye’de demokrasiye ne katar denirse; bu soruya verilecek yanıt, ne yazık ki; “Hemen hemen hiçbir şey”dir!
Şimdi AKP’nin “demokratikleşme paketi”nde olduğu gibi!
Kısacası, elbette bir ülkede zaman zaman anayasa ve yasalar değiştirilerek, yeni düzenlemeler yapılarak özgürlüklerin genişletilmesi, demokratik normların iyileştirilmesi konusunda adımlar atılabilir. Ancak bu düzenlemeler ülkenin demokratikleşmesine ve toplumun ilerlemesinin ihtiyaçlarına yanıt veriyorsa, anlamlıdır.
Ancak, bugün Türkiye toplumun ihtiyacıyla “büyük bir demokratikleşme hamlesi” olarak propaganda edilen paketin içeriği karşılaştırıldığında, Başbakanın dayandığı “bu son paket değildir. İhtiyaç duyulduğunda yeniler yapılır” tezini de çökertmektedir. Çünkü bu paketin Türkiye toplumunun bugün geldiği aşama ve demokratikleşmenin ilerlemesi için yapılması istenen düzenlemelerle bir ilgisi yoktur.
Çünkü bugün, Türkiye’de son çeyrek yüzyıldır süren mücadeleyi izleyenler bilmektedir ki, Türkiye toplumun demokratikleşmesi için üç önemli alanda ciddi düzenlemelere ihtiyaç vardır.
1-) Kürt sorununun çözülmesi için yapılması gereken “yol temizliğine” ilişkin, anadilde eğitim hakkından KCK tutuklularının serbest bırakılması ve Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılmasından KCK üye ve yöneticilerinin legal siyasete dönüşlerinin sağlanmasının önünü açılmasına,… ilişkin düzenlemeler. Çünkü Kürt halkı, kadını ve erkeği ile yaşlısı ve genciyle, öncesi bir yana, 30 yıldan beri her yolla ulusal hakları ve özgürlüğü için mücadele ediyor. Talepleri de çok açık. Ve gelişmeler, Kürt halkının taleplerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin anahtarı haline getirmiştir. Bu yüzden Kütlerin başlıca taleplerini içermeyen ve onların önünü açmayan bir “demokratikleşme paketi”, sadece boş değil, aynı zamanda oyalama ve mücadeleyi saptırma amaçlı pir paket olur.
2-) Bu paketin bir “demokratikleşme paketi” olması için, Alevilerin inanç özgürlüğünü de kapsayan, Cemevlerin ibadethane olarak kabul edilmesi ve devletin elini dinden dinin de devletten çekmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, zorunlu din derslerinin ve devletin din eğitimi vermesinin yasaklanması,… gerçek bir laisizm yoluna girilebilmesi için gerekli düzenlemeleri, en azından bu doğrultudaki kimi düzenlemeleri içermesi gerekirdi. Çünkü son çeyrek yüzyılın demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin en önemli dinamiklerinden birisi olarak Aleviler, çeşitli adlar altında örgütlenen Alevi örgütleri, bu doğrultudaki talepler için mücadele ediyorlar. Pek çok Alevi örgütü ve her vesileyle (mitingler, gösteriler, paneller,…) bu görüşleri dile getiriyorlar. Ancak Hükümet’in hazırladığı “demokratikleşme paketi”nde bu taleplerin kenarından bile geçilmezken, yeni hazırlandığı iddia edilen “Alevilere özel” pakette de bu taleplerin olmadığı, tersine Alevilerin küçük bir bölümü tarafından dile getirilen “dedelere maaş” ve ”Diyanet’te temsil”,… gibi Alevilerin mücadelesini Sünniliğin himayesinde bir Aleviliğe indirgeyen düzenlemelerle (Cemevlerin ibadet yeri olmasının kabulü bile yoktur pakette) Alevilerin mücadelesi bölünüp etkisizleştirilmek istenmektedir.
3-) Basın ve halkın haber alma özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasından Terörle Mücadele Yasası’nın ve özel yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına, Toplu Gösteri ve Yürüyüşler Yasası’nın yeniden düzenlemesinden seçim barajının kaldırılmasına, özel hayata müdahaleyi önleyecek düzenlemelerle azınlıkların haklarından emekçilerin örgütlenme ve mücadelelerinin (grev hakkının ve TİS hakkının kullanılmasını önündeki engellerin kaldırılması, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması) önündeki engellerin kaldırılmasına,… bireysel kolektif özgürlükler alanının genişletilmesidir. Ki bu talepler için bu ülkede 150 yıldan beri, aydınlar, devrimciler, demokratlar, kültür insanları, ilerici demokrat güçler, kısmen de olsa sendika ve emek örgütleri, sınıf partisi,… bu ülkenin demokrasi güçleri ağır bedeller ödemişlerdir ve 12 Eylül’den beri de bu güçler, demokratik bir Türkiye için mücadele etmekte, taleplerin de her vesileyle dile getirmektedirler. Ancak söz konusu “paket”, bu alanda yürütülen özgürlükler ve “Demokratik bir Türkiye” mücadelesini de görmezden gelmiş; bu paketi hazırlayanlar, Türkiye’nin demokratikleşmesinin başlıca taleplerinin rastlantıyla bile pakete sızmaması için özel bir çaba harcamıştır.
Onun içindir ki, bugün demokrasi mücadelesinin üç başlıca bileşenini ve bu üç başlıca alanda kesintisiz biçimde süren mücadelenin taleplerini görmeyen bir “demokratikleşme paketi”nin hiçbir kıymeti olmaz. Olamıyor da.

DEMOKRATİKLEŞMENİN DEĞİL MUHAFAZAKARLAŞMANIN BELGESİ BİR PAKET
Demokratikleşme belgesi olarak propaganda edilen “paket”, gerek içeriği gerekse de ana zihniyeti bakımından demokratik bir Türkiye’ye doğru değil “muhafazakar” bir toplum oluşturmaya destek vermek amacıyla hazırlanmıştır.
İçerik olarak pakette; Kürtçe alfabenin harfleri olan X, Q ve W’nin alfabeye alınmasa da kullanılmasını serbest bırakma, özel okullarda bakanlık izniyle de olsa Kürtçe öğretimin serbest bırakılması (aslında serbest değil sınırlı biçimde), memurlara siyasi partilere üye olma hakkı, köylerin ve kentlerin, Türkçe olmadığı için değiştirilmiş isimlerinin kaymakam, valiler ve hükümet tarafından “uygun görülmesi halinde geri verilmesi” gibi dört madde, “bu pakette yer alması iyi olmuş” denecek maddelerdir. Ama bunlar ötesinde, “kamu çalışanlarının türban takmasının serbest bırakılması”, seçim sisteminde mevcut sisteme karşı sunulan “dar bölge” ve “daraltılmış bölge” seçenekleri, paketin asıl amacını göstermektedir. Yine Mor Gabriel Kilisesi’nin mallarının iadesinin de hiç ilgisinin olmadığı halde pakete konmasıyla, paketin “azınlıkları koruyan” bir amacı olduğu havası verilmek istenmiştir.
Çünkü paketteki on sekiz “başlığa” bakıldığında, Türkiye’nin demokratikleşmesi için değil, Hükümet’in “muhafazakarlaşma” amacına hizmet edecek biçimde, asıl olarak da AKP’nin seçmen tabanının duyguları ve isteklerine yanıt verecek biçimde düzenlediği anlaşılmaktadır. Ki, “nefret suçları”yla ilgili ilk bakışta olumlu denecek düzenlemenin de bu kadar detaylı ele alınmasıyla, aslında, dinin sosyal yaşama müdahalesinin, gelenek ve göreneğin, eleştirileri de kapsayacak biçimde, ifade özgürlüğünü tehdit eden bir Demokles Kılıcı olarak tasarlandığı görülmektedir.
AKP Hükümeti, paketin hazırlayıcıları ve iflah olmaz liberaller, buradaki amaçlarını gizlemek için bu paket sanki herkese özgürlük getiriyormuş gibi bir hava estirmektedirler. Öyle ki, mevcut sistemden daha kötü iki ayrı seçim sistemi önerilirken bile, en azından mevcudu korumayı esas almaktadır AKP Hükümeti. ”Bakın biz illa da yüzde 10 barajı olsun demiyoruz. Yüzde 10’u beğenmiyorsanız iki seçenek daha sunuyoruz. İsterseniz, yüzde 5 barajlı ‘daraltılmış bölge’, isterseniz yüzde sıfır barajlı ‘dar bölge’ seçim sitemini tercih edebilirsiniz” diyerek, “kırk katır mı kırk katır mı” seçeneğinden bile berbat “seçenekler” öne sürmektedir paket.

ÖZGÜRLÜK BAŞI BOŞLUK DEĞİLDİR VE GERİYE DOĞRU DA OLMAZ!
“Paket”e bakınca açıkça görülmektedir ki, AKP Hükümeti, her tür “serbestleşme”nin özgürlük olduğu yanılgısını kullanmaktadır.
Gerçekte ise her serbestilik özgürlük değildir.
“Serbestlik”, zamandan ve içinden geçilen koşullardan bağımsız olarak alındığında, “başıboşluk”tur. Ve “bu başıboşluk durumu” asılında özgürlük fikriyle de çelişir. Çünkü özgürlük, aynı zamanda toplumun ilerlemesinin önündeki engellerin kaldırılması ile oluşan ilerlemenin serbestleşmesi, bu serbestleşmenin bireyin hareket alanının da genişletmesi durumudur.
Şöyle ki;
Örneğin ulusların kaderlerin tayin hakkının anayasal bir hak haline gelmesiyle ülkedeki farklı etnik grupların özgürleşmesi, dolayısıyla etnik çatışmalara son verilmesiyle halkların kardeşleşmesinin önünün açılması, ezilen hakları ve milliyetleri baskı altında tutmanın gereği olarak uygulanan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri yapma özgürlüğü, kültür ve sanat hayatındaki sınırlamaların kaldırılması,… toplumsal bakımdan özgürlüklerin böyle genişlemesinin aynı zamanda bireylerin özgürlük alanını genişletmesi gibi.
Yine örneğin inanç özgürlüğünün sağlanması, farklı din ve mezhepler üstündeki baskıların kalkması ve bu baskıların gereği olan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, bilimin ilerlemesi ve din ve gelenek-göreneğin eleştirisinin imkanlarını genişleteceği için, sosyal yaşamda olduğu kadar bilim ve kültür hayatında da özgürlüklerin sınırlarının genişlemesini getirir. Bu da, kaçınılmaz olarak bireylerin de özgürlük alanını genişletir.
Ya da işçilerin sınıf olarak örgütlenme hakların olması, onların birleşerek ve sermayeye karşı mücadele ederek, kendi haklarını genişletme imkanı getirirken, aynı zamanda birleşip kendi basınlarını kurma, dolayısıyla sınıf olarak ifade ve basın özgürlüklerini kullanmalarını, özgürlük sınırlarını genişletmelerini getirir. Ki, bu, aynı zamanda, ülkenin demokrasi yaşamında, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne işçiler ve emekçiler için de pratik bir değer kazandırır; ülkedeki temel özgürlüklerin alanını da son derece genişletir.
Liberallerin özgürlükle ilgili tutumunu kendileri için çok elverişli bulan sermaye partileri; özgürlükleri, bu büyük etnik gruplar, inanç çevreleri ve sınıfsal ihtiyaçlardan koparıp bireyin özgürlüğüne indirgeyerek, özgürlük mücadelesinin içini boşaltmakta, bireyin özgürlüğünü savunma adı altında aslında özgürlük mücadelesine karşı mücadelenin merkezleri olmaktadırlar.
Yukarıdaki örnekler çerçevesinde bakıldığında; Kürdün Kürt olmasına ve birey olarak Kürt olmanın gereğini yapmasına bir engel yoktur. Ama örgütlenme ve Kürt ulusal kimliğine dair haklarla ulusun kendi kaderine sahip olması gibi kolektif hakları olamadıkça ve bunun için mücadelenin serbest olmaması durumunda Kürt bireyin “her hakka sahip olması”nın bir kıymeti yoktur. Onun için de Kürt vali, Kürt vekil, –tek bir tane bile yoktur, ama– Kürt general olması, Kürdün Kürtçe konuşması, Kürtçe müzik yapması Kürtlerin özgür oldukları anlamına gelmez. Tıpkı bir Alevinin Alevi inancını gereğini yapmasının Alevilerin inanç özgürlüğüne sahip olduğu anlamına gelmediği, bunu ancak Alevilerin öteki inanç gruplarıyla eşitlendiği laik bir toplumda olabildiği gibi! Ya da tıpkı bir işçinin grev hakkına sahip olmasının grevin sınıfın hakkı olarak kullanılmadığında işçi için hiç bir anlama sahip olmaması gibi.
Kısacası özgürlükle “serbest olma” (başıboşluk) aynı şey değildir ve çoğu zaman da karşıttırlar.
Yoksa geriye doğru, toplumun daha geriye doğru savrulmasını amaçlayan serbestleşme talepleri, örneğin devrimci kazanımların ortadan kaldırılmasını isteme, faşizm propagandasının serbest olması, savaşı, saldırganlığın övme, işkencenin serbestleştirilmesini savunma, sömürünün önündeki engellerin kaldırılmasını istemeyi serbestleştirme…özgürlüklerin genişletilmesi değildir.
“Türban takma” da, eğer kendi başına bir kadının başını örtüp örtmemesi olsaydı, elbette üstünde bir tartışma bile olmazdı. İsteyen başını açar isteyen de örtebilirdi. Ancak gerçek bu kadar basit değildir. Çünkü kadının başının örtmesi sorunu ve onun bugünkü siyasi biçimi olarak türban, İslam’da kadının ikinci cinsliğinin, kadını eve hapseden zihniyetin, (ekonomik koşullar kadını evden fiziki olarak çıkarmaya yönelik işlevsel olsa da manevi bakımdan evde tutmanın) bir sembolü, dini siyasete alet eden siyasi odaklar tarafından kadınlara için tarif edilmiş bir üniformadır.
Burada çelişki, elbette geniş bir kadın kesim için “türban”ın “özgürlük talebi” gibi sunulmasından da öte, kadınların azımsanmayacak bir kitlesinin bunun bir özgürlük talebi olduğuna inandırılmış olmasıdır.
Bu yüzden de, kamuda ya da başka bir alanda türban ya da kadına bir üniforma giydirme dayatmasının bir “özgürlük seçeneği” gibi sunulması kabul edilmezdir.
Bu yüzdendir ki, türban takılmasına karşı çıkmak, bu dini sembolün kadınların üstünde taşınmasını bir hak, bir özgürlük alameti olarak sunulmasını eleştirmek önemlidir. Ama bundan, kadınların türban takmasının yasaklanmasının savunulmasını, şu ya da bu görevi yaparken türbanlı ya da başı açık kadınlar arasında ayırım yapma ya da tercihte bulunulmasının savunulması da aynı ölçüde kabul edilemezdir.
Bu gerçekler ışığında bakıldığında, “türban özgürlüğü”, böyle durumlarda sıkça örnek verildiği gibi, karanlığa doğru giden bir gemi üstündekilerin geminin arkasında doğru koştuklarında aydınlığa doğru koştukları sanmaları gibi bir aldatmacadır.
Bu pakette, yanıltıcı bir “özgürlük” de seçimlerle ilgilidir.
AKP Hükümeti’nin yıllardır gölgesinde keyif çattığı yüzde 10 barajının artık savunulacak bir yanı kalmadığı bir dönemde, “daha kötüsünü” seçenek olarak sunarak, bu paketle halka, siyasi partilere görünüşte “seçenekler” sunmaktadır.
Bu “demokratikleşme paketi”yle, Hükümet, yüzde 10 barajını düşürelim ya da kaldıralım demiyor; “ya yüzde 10 barajlı sistem sürsün ya da şu iki sistemden birini kabul edin, yüzde 10 barajdan kurtulun!” diyor. Sanki dünyada başka sistem yokmuş, sanki Türkiye’nin demokratik kamuoyu barajsız, partilerin yarışma koşullarının az çok eşitleneceği ve mümkün olduğu kadar az oyun heder olacağı, “milli bakiye” gibi sistemlerin üstünde tartışmıyormuş gibi. Böylece AKP, bir yandan “bakın ben dayatmıyorum. Özgürlük taraftarıyım. Size de seçenekler sunuyorum. Bu üç seçenekten istediğinizi seçin!” diyor. Hem de aslında yüzde 10’u dayatmakta ısrar ediyor. Çünkü diğer iki seçenek AKP dışındaki partiler için çok daha kötü seçenekler. Bu da, AKP ve hükümetinin özgürlük kavramını ne kadar içi boş bir kavrama dönüştürdüğü ve onun özgürlük ipine sarılanları nasıl daha berbat bir seçeneğe zorladığını göstermektedir. Seçim sitemleri “tercihi” dayatması da onun bu anlayışının tipik bir ifadesi olmuştur.

AMAÇ DEMOKRATİK DEĞİL, MUHAFAKAR TÜRKİYE
Burada akla “peki, bu AKP neden kendine pek bir maliyet de getirmeyecek demokratikleşme taleplerini kabul etmemektedir” sorusu akla gelebilir.
Bunun yanıtı çok açıktır. Çünkü AKP Hükümeti, Türkiye’nin başlıca sorunlarının çözülerek demokratik bir ülke olarak ilerlemesi amaçlı bir stratejiye sahip değildir. Onların temel hedefi, “muhafazakar bir Türkiye toplumu oluşturmak”, bu amaçla “dindar nesiller yetiştirilmesi”dir!
Böyle bir toplum da, dini değerlerin, gelenek ve göreneğin referanslarının egemen olduğu toplumdur ve bu toplumun ana yönelimi özgürlükten yana değil, gelenek ve göreneklere bağlılık, dini akitlere sadakat ve dini referansların tüm toplum hayatına ve bireyin gündelik yaşamına nüfuz etmesi doğrultusundadır.
Bu, yani “muhafazakar bir toplum oluşturma” ideali, özgürlüklerin alanını genişletilmesi ve demokrasinin geliştirilmesiyle temelden çelişir. Bu yüzden de, AKP Hükümeti, demokrasi ve özgürlükten herkesten çok söz ederek liberal kesimleri yedekleyip, toplumun özgürlük talebini istismar etmekte, böylece de kendi amaçlarına adım adım varmak üzere, gerici manevralarını bu özgürlükçülük arkasına saklayabilmektedir. Bu durum, kendisine, görünüşte özgürlükçü, demokrasinin sınırlarının genişletmek için sürekli reformlar yapan bir hükümet görüntüsü sağlarken, gerçekte var olan özgürlüklerin sınırını bile daraltılması imkanını sağlamaktadır. Nitekim AKP Hükümeti, 11 yıllık iktidarı boyunca, görünüşte AB ve demokratik normlarına daha yaklaşıyor gibi görünürken (AB’nin son ilerleme raporunda bile Hükümet’in özgürlükleri genişletme çabası övülmekte), Türkiye’de cezaevleri siyasi tutuklularla doldurulmakta, basın davaları artmakta, azınlık inanç çevrelerinin, bilim, kültür yaşamı, medya ve gazetecilerini üstündeki baskı, yargıdaki partizanlık, sendikalaşma, TİS ve grev hakkının fiilen kullanılamaz hale getirilmesi,… doğrultusundaki kuşatma ve bireyin sosyal yaşamına yönelik baskılar görülmemiş biçimde artmaktadır.
Kısacası, AKP ve Hükümeti’nin “demokratikleşme” dediği adımlar, bir yandan toplumda bir hükmü kalmamış “yasakları” ortadan kaldırarak özgürlükçülük ve demokratlık taslamakken, öte yandan kendi amaçları doğrultusunda eğitimin organizasyonunun, üniversitelerin, bilim kültür ve sanat alanının kadrolaşma, din ve gelenek-göreneğin değerleriyle baskılanarak, muhafazakar toplum amacı için “dindar nesiller yetiştirme”nin aktif inşacıları haline getirilmeleri doğrultusunda hızlı adımlar atmak olarak şekillenmektedir. Onun içindir ki, toplumu gerçekten özgürleştirecek “anadilde eğitim”, Kürtlerin statüsünün tanınması”, gerçek bir laiklik ve inanç özgürlüğü, siyasetin, kültür, sanat ve bilim üstündeki baskı ve engellerin kaldırılması, emekçilerin örgütlenme ve mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması, basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması,… gibi özgürlükleri genişletecek ve Türkiye’nin demokratik normlarını yükseltecek anayasa ve yasal düzenlemelere AKP ve Hükümeti yanaşamaz, yanaşmamaktadır.
Çünkü o zaman kendi “muhafazakar toplum inşa” planını baltalamış olur.
Çünkü AKP ve geleneği demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi gibi bir siyasi kültüre, bir siyasi geleneğe sahip olmadığı gibi, tersine her tür özgürlük fikriyle çelişen bir hamura sahiptir.
Çünkü “muhafazakar toplum”, en masum haliyle bile özgürlüklerin değil biat etmenin, özgür vatandaşın değil kulluğun geçerli olduğu toplumdur.

DEMOKRATİKLEŞMENİN YOLU HALKLARIN ÖZGÜRLÜKLER UĞRUNA MÜCADELESİNDEN GEÇER
Bunu aşaman yolu ise, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının gerçek demokrasi talepleri uğruna vereceği çok boyutlu bir mücadeleden geçer. Ancak o zaman, AKP iktidardayken de gerçek özgürlükle ilgili talepler elde edilebilir. Aksi halde kapalı kapılar arkasında hazırlanan paketler sadece kamuoyunu aldatma ve bilincini karartma amaçlı düzenlemeler, özgürleşme ve demokratikleşme diye yutturulur. AKP Hükümeti de bu konuda çok ustalaşmıştır.
Bu yüzden de, AKP’ye ve Hükümeti’ne karşı mücadele sadece siyasi ve ekonomik taleplerle sınırlı değil, ideolojik alanı da kapsayan, onun muhafazakar toplum oluşturma girişimleri ve bu amacın felsefi-ideolojik dayanaklarına karşı da çok çetin bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’nin uzun yıllar içinde birikmiş mücadele deneyimi,  son yarım yüzyıl içindeki altüst oluşları da kapsayan büyük mücadeleler, Kürtlerin, Alevilerin, işçi sınıfı ve emekçilerin hak mücadeleleri ve nihayet Gezi’de ortaya çıkan büyük halk direnişi göstermektedir ki, Tükiye’nin demokratikleşme ve özgürlük mücadelesi birikimi büyük bir potansiyele sahiptir. Bunu görmek ve özgürlük ve demokrasi için buradan ilerlemek esastır. Bugün görev de, bu büyük potansiyeli bir demokrasi gücüne dönüştürmektir. Yerel seçimle başlayan önümüzdeki iki yıl, bu büyük gücün birleştirilmesi için son derece geniş olanaklar sunacak özellikler taşımaktadır. Tabii ki değerlendirebilirsek!

2014 yerel seçimleri, özgünlükler ve görevlerimiz

Türkiye yeni bir yerel seçim sürecine girerken, genel seçim havasında bir yerel seçim yaşanacağı da açıkça görülmektedir. Büyük vaatler ve iddialarla politika sahnesine çıkan, 2002 seçimlerinden bu yana da hükümet olup ülkeyi yöneten AKP, geniş halk yığınlarının sorunlarını çözmek yerine daha da ağırlaştırmıştır. Bugün de AKP, siyasal anlamda gericileşip daha da muhafazakârlaşırken, iktisaden liberalleşen, sermayeye hizmette sınır tanımayan bir parti olarak icraatlarını sürdürmektedir.
Bölgede ve ülkede önemli gelişmeler yaşanmaktadır.
·    Bölge ülkeleriyle ilişkiler açısından, ‘komşularla sıfır sorun’dan sorunlu olmadığı komşusu kalmayan bir ülke konumuna gelinmiştir.
·    Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü meselesinde barış sürecinin başlamasıyla birlikte yaşanan olumlu havanın yerini ‘acaba’lar ve karamsarlığın almaya başladığı bir süreç yaşanmaktadır.
·    Gerçek bir laisizm, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, inanç özgürlüğü gibi toplumun geniş kesimlerinin beklentilerini boşa çıkaran, devletin dine daha fazla müdahale ettiği, dinin toplumsal yaşamın şekillenişindeki etkisinin daha da artırıldığı, Alevi toplumun taleplerini karşılamak yerine üniversiteye Hacı Bektaş-ı Veli isminin verilmesine indirgenen uygulamalar adeta topluma dayatılmaktadır.
·    “Demokratikleşme Paketi” diye açıklanan “paket” neredeyse kabine üyelerinin dışında kabul görmemiştir.
Kürt sorunundaki çözümsüzlük; söz, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin artması; tutuklu gazeteciler, gençler, öğrenciler, aydınlar; laisizm ve Alevi sorunu; kadına yönelik şiddetin artması ve bir bütün olarak kadın sorunu; eğitimde yaşanan olumsuzluklar; üniversitelere yapılan gerici müdahaleler; sağlık alanında yaşanan tahribat; kentsel dönüşüm ve artan çevre soruları, ekonominin olumsuz sinyaller vermesi; halkın alım gücünün azalırken borç yükünün artması, dışa bağımlı ekonomik yapı gibi pek çok temel sorunun varlığı ve yakıcı hal almaları; yerel sorunlar ve taleplerle birlikte bu genel sorunların daha fazla tartışıldığı bir seçim sürecinin yaşanacağının açık göstergeleridir.

TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİMLER

Osmanlı döneminde, 1864 Vilayet Nizamnamesi ile Osmanlı kentlerinde kurulan belediye örgütleri, özerk yerel yönetimler olmaktan çok, merkezi otoriter yapının ayrılmaz bir parçası olarak doğmuştur.
1876 Anayasası’nın ilanından sonra, belediyelerin, seçimle işbaşına gelecek meclisler tarafından yönetilmesi kabul edilmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde belediyelere yeni bir işlev kazandırmak için, 1930’da, 1580 sayılı Belediyeler Yasası çıkarılmıştır.
Ancak belediye teriminin ilk kez 1789 Fransız Kurucu Meclisi’nde kullanılmaya başlanılmasından bu yana, 20. Yüzyıl başlarında İngiltere ve ABD’de özerk belediyecilik akımı gelişmiştir.
Türkiye’de yerel yönetim anlayışı, merkeziyetçi, ‘Ankara tarafından düzenlenen’, içe dönük, edilgen, halka rağmen kenti yönetmeye çalışan, girişimciliği ve yenilikçiliği hep tartışılan, uzun vadeli bilimsel planlar yerine popülist politikalarla gün kurtarılmaya çalışılarak bugüne kadar varlığını sürdürmüştür.
1984 yılında çıkartılan 3030 sayılı yasa ile Büyükşehir Belediyeleri kurulmuştur. Bu belediyeler kentin bütününden sorumlu olurken, kentin belirli bölümlerinde ilçe belediyeleri kurulmuştur.
AKP tarafından 2012 yılında çıkartılan yeni bir yasa ile 29 il büyükşehir kapsamına alınmış, belde belediyeleri kaldırılarak, beldeler mahalle statüsüne indirilmiştir. Türkiye’deki genel il sayısı içerisinde büyükşehir kapsamına alınan 29 ilin nüfusu, iktisadi yapısı incelendiğinde ve bu illerde yerel seçimlerde oy kullanacak kesimlerin bütün nüfusu (köyleriyle birlikte) kapsayacağı düşünüldüğünde, bunun, yerel yönetim seçimlerini önemli kılan ve yazının başında sıralanan nedenlerin yanında yerel seçimlerin genel seçim havasında yaşanacağı düşüncesini doğrulayan diğer neden olduğu görülecektir.
Şüphesiz ki AKP, hem büyükşehir düzenlemesi yaparken, hem de merkezi iktidarda olmanın olanaklarını kullanarak, yerel yönetim seçimlerinden başarıyla çıkmak istemektedir. Bunun kazanımlarıyla, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle genel seçimlere hazırlanmanın hesabını da yapmaktadır. Ancak bu kez evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Bilinmektedir ki AKP;
·    Dış politikada sıkışmış ve yalnızlaşmış bir haldedir.
·    İç politikada inandırıcılığı azalmış, çelişkiler derinleşmiştir.
·    2007’deki geniş mutabakat zayıflamıştır.
·    Ekonomi en çok güvendiği ve propaganda yaptığı alanken, sıcak para girişine bağlı ekonomi iyice kırılganlaşmış, cari açık, durgunluk beklentisi artmış, tasarruf tedbirlerinden Maliye Bakanı daha fazla bahseder hale gelmiştir. Geliri gittikçe azalan, gideri artan geniş halk yığınlarının hoşnutsuzluğu artmaktadır.
·    İmkanlarını yitirmekte, bu seçimlere dünkü özgüveni ve gücüyle gidememektedir.
·    Son hamlesi olan “Demokratikleşme Paketi” de fiyasko oluşturmuş, zaman kazanma taktiği olduğu anlaşılmıştır.

YEREL YÖNETİMLERDE İKİ ANLAYIŞ
1980 24 Ocak Kararları’ndan bu yana, ama özellikle de 2000 yılından itibaren, uluslararası sermayenin ve onun kuruluşu olan IMF’nin dayatmalarıyla uygulanan tarım politikalarının sonucunda üretici köylü, tarım ve hayvancılıktan kopmuş, kırsal kesimden kentlere doğru büyük nüfus hareketleri, göçler yaşanmıştır.
Eskileri yanında yeni oluşan imar ve yaşam alanları, buralara götürülen ‘belediyecilik hizmetleri’ çarpık ve hızlı kentleşme, belediyeleri rant alanlarının bölüşüldüğü makamlar haline getirmiştir. Bu konuda, partiler farklı olmasına rağmen, uygulamada esasa ilişkin farklılıklar görülmemektedir. Yani kapitalist sistem partilerinin bu konuda temel bir anlayış farkı yoktur.
AKP, MHP, CHP gibi partilerin yerel özellikler, kaynaklar ve belediye başkanının kişisel özelliklerinden kaynaklı kimi istisnalar dışında yerel yönetim anlayışlarında esasa ilişkin bir farklılığı yoktur.
Hemen hepsi “şeffaf”, “katılımcı”, “halkçı” yerel yönetimden bahsedebilirler. Belli dönemlerde belediyenin faaliyetleriyle ilgili halka dönük bilgilendirme toplantıları vb. de yapabilirler. Ancak halkın yönetime doğrudan katılımının, söz sahibi olmasının, yetkiyi paylaşmasının yol ve kanallarını bir türlü açmazlar. Halkın bütün temsilcilerinin içinde yer aldığı, söz ve karar hakkı sahibi olduğu bir “kent meclisi” onlar için sadece sözdedir, bazen sözde bile değildir. Merkezi antidemokratik yasaların arkasına saklanarak, partizan, ben-merkezci yönetim anlayışlarına, ranta dayanan yönetim anlayışlarına sıkı sıkı sarılırlar. Bu anlamda tek yumurta ikizleri gibidirler. Bu yerel yönetim seçimleri, bu farklılığın anlaşılması ve ortaya çıkması bakımından da önemlidir.
Önümüzdeki seçimlerde de demokrasi güçlerine dayatılmak istenen anlayış, ‘AKP’yi zayıflatmak adına CHP ile ittifak’ yapmak olacaktır. Birçok kesime, AKP’yi böyle zayıflatma teklifi cazip gelmektedir. Bu ‘taktik’, bugüne kadar AKP’yi zayıflatmadığı gibi, burjuva siyaset anlayışı dışında tek seçenek olan demokrasi cephesini de zayıflatmış, hatta AKP’yi güçlendirmiştir.

CHP’NİN DURUMU
CHP, yaptıkları ve söyledikleriyle, Türkiye’nin ve dünyanın gidişatına dair siyasetin dışına düşmektedir.
“Çözüm süreci”nin ilk günlerinde Kılıçdaroğlu “süreç”i destekliyor görüntüsü veren bir açıklama yapmış ve AKP’ye konuya ilişkin “kredi açmış”ken, daha sonra, partiye Baykalcı çizgi hakim olmuş görünmektedir. Türkiye’nin temel bir sorunu ve çözümü tartışılırken CHP yüzünü Silivri’ye dönmüştür. Gülseren Onanç, CHP Genel Başkan Yardımcılığından istifa ettirilmiştir. CHP “demokratikleşme paketi hazırladık, her sorunu çözer” diyerek masa başı projeciliği yapmaktadır. Barış, demokrasi ve özgürlük taleplerine sırtını dönen, hiziplerle yaşayan bu partinin alternatif olamayacağı da açıktır.
Geniş halk yığınları içerisinde CHP’ye oy vermesine rağmen benzer eleştirileri yapan geniş bir kesim olduğunu biliyoruz. Yöneticilik ve milletvekilliği yapan ve en geniş demokrasi güçlerinin birliğinden yana azımsanmayacak bir dinamik olduğu da biliniyor. Demokrasi güçlerinin birliğinde yer alma potansiyeli taşıyan birçok kesim üzerinde (Aleviler, sendikalar, çevre örgütleri, sanatçı ve akademisyenler) CHP’nin hala etkisinin olduğunu da biliyoruz.
Bütün bunlar değerlendirildiğinde, CHP içinde özellikle bu güçler üzerinden en geniş demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin yaratılmasının tartışılması Demokratik Türkiye mücadelesi için önemlidir.

SEÇİMLER VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ
Seçim dönemleri halkın politikaya ilgisinin arttığı, dolayısıyla politik mücadele olanaklarının da arttığı dönemlerdir. Bu nedenle, seçim dönemleri demokrasi mücadelesi açısından önemlidir. Bu dönemler demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin aracı ve önemli bir dayanağı olmalıdır. Yani seçimler demokrasi mücadelesine bağlı olarak ele alındığında bir anlam kazanır.
Türkiye’nin önemli bir bölümünde HDP ile seçimlere girileceği kesinlik kazanmıştır. Ve HDP’nin tek tek bileşenlerinden daha kapsayıcı olduğu varsayılabilir. Kendi bileşenlerinin dışında çok daha geniş bir kesimi seçim döneminin canlılığı üzerinden birleştirme görevi önünde durmaktadır. İşçi sınıfının devrimci partisi Türkiye genelinde bu sorumluluğu yüklenip HDP çalışmalarının bütün gücüyle içinde ve merkezinde olacak, birleştirici rolünü oynayacaktır. Emek ve demokrasi güçleri olarak asıl hedefimiz;
·    Demokratik bir Türkiye
·    Barış ve kardeşlik
·    Ortadoğu’da emperyalist savaş politikalarına karşı olmaktır.
Yerellerde işçileri, emekçileri, kadınları gençleri ezilenleri birleştirmek için çalışacağız. Kazanmak için çalışacağız. Belediyeleri kazanamasak da, işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri birlik ve mücadele anlayışına kazanacağımız kesindir. Bunun için yeterince birikimimiz ve olanaklarımız vardır.

HALKÇI YEREL YÖNETİM ANLAYIŞI
Hükümetin yıpranma ve gerileme sürecine girmesi ve iç çatışma gibi sorunlarına rağmen halktan aldığı destekte büyük bir gerileme görülmemektedir. Ama düne göre işi daha zordur.
Bunun farkında olan Hükümet, yerel yönetim yasasındaki yeni düzenlemelerle, genelgelerle merkezi müdahalesini daha fazla hissettirmek istemektedir. Yıllardan beri merkezi yönetimin vesayeti altında olan yerel yönetimler, kurulduğundan bugüne kadar önemli ölçüde yetki kaybına uğramışlardır. Önümüzdeki dönemde bu kayıpların daha fazla yaşanacağının belirtileri görülmektedir. Bunu aşmanın yolu genelde ve yerelde demokrasiyi ve demokratikleşmeyi savunmaktan geçmektedir.
Demokratik katılımcı yerel yönetim anlayışı halkın kendi kendini yönetmede doğrudan söz sahibi olacak yol ve kanalların açılmasıdır. Mahalle muhtarları, çeşitli alanlarda çalışma sürdüren kitle örgütü yöneticileri, sendikalar, odalar, kadınlar, gençler, aydınlar ve sanat çevreleri, akademisyenler ve bilim insanları ve çevre örgütleri temsilcilerinden oluşacak Kent Meclisleri; hiçbir kişisel çıkar ve ikbal peşinde olmadan, daha iyi yaşanacak bir kent için bütün birikim ve emeklerini ortaya koyan bir çalışmayla oluşturulacak kadın, gençlik ve işçi meclisleri demokratik katılımcı bir yerel yönetim anlayışının teminatıdır. Bu organ kentin sorunlarını tartışan, bilimsel projeler ortaya koyan, kaynaklarını gösteren, uygulama için kararlar alan ve çalışmaları denetleyen bir organ olmalıdır. Kent yönetiminde halkın gerçek temsilcilerinin sorumluluk alması, sorunların genelin çıkarlarına uygun bir şekilde çözümünü getireceği gibi, ‘fiili’ demokratik bir mücadele aracı olması bakımından da, merkezi vesayetin kırılmasına, yerelin bir bütün olarak kent yönetiminde söz sahibi olmasına olanak sunacaktır. Bugünkü siyasal gelişmelere bakıldığında, ülke genelindeki demokrasi mücadelesinin de önemli araçlarından birisi bu olacaktır. Yerel seçimlerin genel politikaların tartışıldığı bir süreç olması, yerel politikaların taleplerin zayıf ele alınması, onların görmezden gelinmesi sonucunu doğurmamalıdır. Aşağıdaki en temel talepler bu çalışmanın diğer önemli dinamiklerine işaret etmektedir.

İMAR UYGULAMALARI
Rantın en çok döndüğü alandır. İmar planları;  nazım planı ve uygulama planı olarak ikiye ayrılır. Nazım imar planı, kentin gelecekte alacağı biçimi gösteren plandır. Nüfus artışı hareketleri gözetilerek, 50-100 yıl düşünülerek yapılmalıdır. Alt yapı, yeşil alanlar, tarım arazileri, su havzaları, ormanlık alanlar, ulaşımın gözetilmesi ve korunması önemlidir. TMMOB, üniversiteler bu çalışmanın içinde olmalıdır. Ama birçok kentin böyle bir çalışması yoktur. Lokal imar uygulamaları, çarpık kentleşmeye yol açtığı gibi, büyük rantların döndüğü uygulamalar olarak kendini göstermektedir. Yoksul halk kesimi mağdur olurken, büyük inşaat şirketlerinin zenginleşmesinin önü açılmaktadır. Bugün “kentsel dönüşüm projesi” adı altında yapılan uygulamalar bunun bir örneğidir. Herkesin sağlıklı yaşanabilecek konutlara sahip olması en başta gelen insan hakkı olmasına rağmen, sosyal konut projesi belediyelerin ve hükümetin gündeminde yoktur.

ULAŞIM
Yerel yönetimlerin üstlenmiş olduğu en önemli kamu hizmetinden biri olmasına rağmen, özelleştirmeler, raylı sistemlerin azlığı, altyapıdaki yetersizlikler, merkezi yönetimin bu alandaki desteğinin yetersizliği, özellikle büyük kentlerdeki halk için ulaşımı çile haline getirmiştir.
Sadece İstanbul trafiğinde her gün 5 bin otobüs, 30 bin servis aracı, 17 bin taksi, 6500 minibüsün dolaştığını, bunlara gün içinde inen-binen insan sayısının 11 milyon civarında olduğunu düşündüğümüzde, ulaşım sorununun bir devlet ve sistem sorunu olduğu, hızlı, konforlu ve çevreyi kirletmeyen raylı sistemlerin özellikle büyük kentler için ne kadar gerekli olduğu açıkça görülecektir.

SU SORUNU
Kentler için içme ve kullanma suyu hayati öneme sahiptir. Çevre bilinci, su havzalarının korunması, yapılaşmaya açılmaması, arıtma ve dağıtım sistemlerinin kentin uzun dönemli ihtiyaçları düşünülerek yapılması zorunludur. Yağmur suyu kanalları, pis su kanalizasyon kanallarından ayrılarak, su havzalarının beslenmesi için düzenlemeler yapılmalıdır. Her yağmurda İstanbul, İzmir, Antalya gibi kentlerde yaşanan su baskınları yanlış altyapı planlarının sonucudur. Ayrıca su kaynaklarının ve dağıtımının özelleştirilmesine karşı mutlaka mücadele yürütülmelidir.

ÇÖP SORUNU
Çağdaş bir kentin en önemli ölçütlerinden biri temiz bir çevre anlayışıdır. Türkiye’nin hemen bütün kentlerinde çöp sorunu yıllardır tartışılan, ama bir türlü kalıcı çözümün gerçekleşmediği bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Gelişmiş ülkeler çöpü ayrıştırarak ve diğer gelişmiş yöntemlerle elektrik elde edilmesinde ve kentin ısıtılmasında kullanmaktadırlar. Bu konuda vakit geçirmeden dünyadaki olumlu örneklerden yola çıkarak, çöpü sorun olmaktan çıkarıp ekonomiye kazandırılan çözüm ve projeler üretilmesi için gerekli adımlar atılmalıdır.

ENERJİ
İnsanlığın enerji ihtiyacı her geçen gün artarken, yaşanan çevre sorunları yenilenebilir temiz enerjinin önemini de artırmaktadır. Rüzgar, güneş, jeotermal kaynaklar açısından ülkemizin birçok yöresinin zenginliği, termik, HES, nükleer santraller gibi çevreye vereceği zararları telafi edilemez boyutlarda olabilecek alternatiflere karşı tercih edilmeli, yerel özellikler gözetilerek, yenilenebilir temiz enerji projeleri savunulmalıdır.

KÜLTÜR SANAT
Yerel yönetimler kentin tarih ve kültür mirasını korumalı, halkın geniş desteği ve katılımı sağlanarak projeler geliştirmeli, kentin kültür ve sanat insanlarına sahip çıkılmalıdır.

SPOR
Çağımızda endüstri haline gelmiş, müzikle birlikte en etkili ve gelişkin propaganda araçlarından biridir. Ancak kitlelerin spor yapması, sağlıklı gelecek nesillerin yetişmesi açısından önemliyken, elit seyir sporları teşvik edilmektedir. Tercih edilmesi gereken, her yaştan kentlinin spor yapmasına olanak sağlayacak tesis ve spor alanlarının oluşturulmasının yanında, böyle bir anlayışın yerleşmesine yol açacak düzenlemelerin yapılmasıdır.

KADIN
Kadının katılmadığı hiçbir toplumsal yönetim biçiminin başarılı olması olanaklı değildir. Demokratik katılımcı bir yerel yönetim anlayışında kadınların temsiliyetinin artırılması, kadınların yönetimlerde söz sahibi olması, işlevli kadın meclislerinin oluşturulmasıyla başlayabilir. Kadınların ev içi yaşamdan çıkmasını sağlayacak çocuk ve yaşlı bakım hizmetlerinin organizasyonu, kültür ve dayanışma evleri, sığınma merkezleri yerel yönetimlerin bütçeleriyle kolaylıkla gerçekleştirebileceği öncelikli hizmetler olarak ele alınmalıdır.

GENÇLİK

Toplumun demokratikleşmesi mücadelesinde en dinamik güç olan gençliğin, sağlıklı, güvenli bir gelecek talebinin karşılanmasında belediyelerce, gençliğin yönetime doğrudan katılımının örgütlenmesi zorunludur. İşsizlik, eğitimsizlik, olanaksızlıklar kıskacındaki genç kuşaklar artık mahallelerdeki çetelerin, tarikatların, uyuşturucu ve yoz kültürün dişlileri arasında öğütülmektedirler. Demokratik halkçı yönetimin esaslarından biri de, bu gençlik yığınlarına meslek kursları, spor ve sağlık merkezleri, yurtlar, kültürel ve sanatsal gelişim olanakları sağlamak olmalıdır.

ÇEVRE
Bugün çevre mücadelesi antikapitalist bir mücadelenin temel unsurlarından biridir. Kapitalizmin kâr hırsı, büyük çevre felaketlerinin yaşanmasına yol açmaktadır. Ormanlar, dağlar maden tekellerine, akarsular enerji tekellerine devlet eliyle sunulmaktadır. Nükleer santraller sağlıklı bir çevre ve geleceği tehdit etmektedir. Çevre örgütleriyle ve bilim çevreleriyle işbirliği halinde, sağlıklı ve yaşanabilecek çevre için proje ve politikalar da yerel yönetimlerin öncelikli işlerinden olmalıdır.

SONUÇ
Devrimnci işçi partisi, Türkiye’deki en geniş demokrasi güçleriyle birlik halinde Halkların Demokratik Partisi çatısı altında 60 ilde seçimlere girecektir. Seçimlerden sonra da devam etmesi gereken birliktelik, seçim sürecinde HDP bileşenlerinin dışında diğer demokrasi güçleriyle de birleşebildiği ölçüde güçlenecektir. Seçim sürecinde buna uygun bir çalışmanın örgütlenmesi, en temel ve acil bir görevdir. Koşullar, demokrasi ve sosyalizm güçlerine zengin olanaklar sunmaktadır.

Dönüşen kent ve yerel siyaset

İstanbul’un merkezindeki Gezi Parkı’ndaki ağaçların AVM ve Topçu Kışlası yapmak için sökülmesiyle başlayan ve bütün yaz boyunca süren kent eylemleri ile, bölgede Demokratik Özerklik talebinde bulunan Kürt Hareketinin geçen Newroz’da “resmen” başlattığı çözüm sürecinin damgasını vurduğu bir yerel seçim sürecine girmiş bulunuyor Türkiye. Yerellerde gösterilen adaylar için ittifak girişimleri ister istemez bu iki temel potansiyele bakış açısına göre şekilleniyor; öyle görünüyor ki, adaylar nezdinde bu iki toplumsal hareketin en geniş birliğinin temsil edilmesi gerektiğini düşünenler ile Gezi Direnişinin taleplerine evet ama Kürt sorununun demokratik çözümüne hayır diyenler veya ikisine de hayırhah tutum takınmayanlar arasında gerçekleşiyor saflaşma.
Haziran Direnişi yerel bir taleple başlayarak, İstanbul’da kısmi talepli her hareketin ulusal sınırlar içinde genelleştirilebilmeyi mümkün kılan bir simgesellik de taşıması bakımından, siyasi talepler üreterek de sürmüştü. Kürt sorununun çözümü de belirli bir bölgeye özelleştirilemeyen, genel bir demokratik iklimin tesisi için kilit önemde bir konu olduğundan yerel seçim sathındaki saflaşmaların bu iki talebin ister istemez bağlandığı iç ve dış politik tercihlerle ilgili olması doğal olarak kaçınılmaz. Tam da bu yüzden nasıl bir yerel yönetim istiyoruz sorusunun yanıtı, yerel yönetimler ile merkezi yönetim aygıtları arasında birincisinin ikincisine göre daha demokratik, daha şeffaf, daha katılımcı, özerkleştirici, dinamikleri harekete geçirmeyi daha mümkün kıldığının bolca iddia edildiği günümüzde bile, hükümetin “Her yerde metro her yere metro” gibi görünürde politik değil, teknik içerikli bir sloganla start verdiği kampanya sırasında, ister istemez AKP’nin iç ve dış politikasıyla hesaplaşma içinde dile getirilmek zorunda. Ne var ki, hem Haziran Direnişinde tamamen merkez siyasetin bir kurgusu olan kentsel dönüşüme karşı çıkıldığı hem de Kürt Hareketinin yerel yönetimlerle ilgili önerilerinin muhatabı devlet olduğu için, 12 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti tarafından, “yerel”in siyaseten ve hukuki olarak nasıl dönüştürülmüş olduğunun göz ardı edildiği; yerel sakinlerin yaşam alanlarında metronun kolaylaştırıcılığının değil, etkili bir siyasi müdahalenin belirleyici olduğu, metronun kendisinin bile ister istemez siyasal süreçlerle ilişkili olduğu deşifre edilmeden bir yerel seçim süreci yaşanamaz.
AKP hükümeti döneminde yerelleri ilgilendiren çok sayıda yasa paketi çıkarıldı. Kamu Yönetimi, Belediyeler, Büyükşehir, İl Özel İdaresi, Kalkınma Ajansları ile ilgili yasalar ve en son 2012’de çıkan Yerel Yönetim Yasası ile birlikte köyler, ilçeler ve iller tanımlandı ve hem yerel yöneticilerin fonksiyonları yeniden belirlendi hem de yerellerle merkez arasındaki ilişki yeniden düzenlendi. Esasen 12 Eylül Askeri Cuntası döneminde başlayan, ANAP Hükümeti döneminde derinleştirilen, AKP döneminde de 2003’ten bu yana etkinleştirilen yerel yeniden yapılandırma, neoliberalizmin 70’li yıllardan itibaren gündemine aldığı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için yeni bir rejim tesis etmeyi, ama bunu yaparken de mevcut devlet-yerel yönetim ilişkisinin bu birikimin ve dolaşımın hızını yavaşlatan, engel teşkil eden kuruluş biçimini esnekleştirmeyi ve yerel siyasi sınırları sermaye sınıfının girişimleri için geçirgenleştirmeyi amaçlıyor; üretimin ve emek gücünün yeniden üretiminin de mekânı olan yerel coğrafyada emekçiler yararına düzenlemelerin de açıkça ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Mevcut hükümet, kendisinden IMF, DB ve AB gibi uluslararası siyasi ve finans odaklarının ve uluslararası tekellerin talep ettiği yerellerin, özellikle de kentlerin transformasyonunu gerçekleştirmek bakımından epey bir yol kat etmiş bulunuyor.
Burada kısaca bu dönüşümün belli başlı veçhelerini ele alacağız. Zira önümüzdeki yerel seçimlerde halktan oy talep edecek olan yerel yönetim adaylarının yöneticilik yapacağı kentler çoktan beri artık, eski kentler değil ve son yerel seçimlerden bu yana da çok şeyin değiştiği söylenebilir.

SINIF MÜCADELESİNİN KONUSU OLARAK KENT
Kent bir emekçi için, basitçe, sabahtan akşama kadar çalıştığı işyerinin, akşam dinlendiği evinin, çocuklarının okulunun, hastalandığında tedavi olduğu hastanenin, eğlenmek için gittiği sinemanın, parkların, gezintiye çıktığı sokakların, arkadaşlarıyla lafladığı kahvelerin-kafelerin, konu komşusuyla sosyalleşebildiği mekânların, alışveriş yaptığı dükkânların, bir yerden bir yere gitmek için kullandığı ulaşım sisteminin bulunduğu bir yaşam alanıdır. Kent, sakini için hayatını idame ettirmesi için gerekli ortamları ve olanakları ona sunan; artan ve yenilenen ihtiyaçlara göre kullanışlı mekanizmaların yaratılmasını beklediği, kullanım değerinin öncelikli olduğu bir coğrafi mekândır. Bu coğrafi mekân içinde emekçi hem üretir hem de emek gücünü yeniden üretir. Ancak kent hiçbir zaman bütün bunların burada sayılabildiği kadar basitçe yapılabildiği bir ortam olmamıştır. Kent aynı zamanda çıkar ve sınıf çatışmalarının, kentsel hareketlerin, hak talepli isyanların, kimlik mücadelelerinin vb. sürdüğü çelişkili bir bütünlüktür. Kentte nasıl yaşanacağını, farklı çıkarlara sahip kesimler arasında mekânın nasıl bir bölüşüm dizgesine göre paylaşılacağını, sonuçları hiç de kent sınırları içinde kalmayan, devletin merkezi politikalarının mahiyetini de etkileyip artı değerin mekâna aktarılmasındaki dönemsel eğilimleri kurallaştırarak devletin yerellere ilişkin siyasetini belirleyen bu çelişki ve çatışmalardır. Kentsel mekân bu bakımdan sadece nüfus artışına bağlı olarak büyüyen, geçmişten bu yana sabit, fazlaca değişken olmayan bir yaşam alanı, kent yönetimleri de evlere su sağlamak, ulaşımı düzenlemek, çöpleri toplamak gibi sıradan teknik hizmet sunumuyla uğraşan siyasal düzenekler değildir.
Kentler antik çağdan bu yana yönetici sınıflar ile alt sınıfların mücadelesiyle bağıntılı olarak form almışlar, egemen sınıflar planlamalarını kentsel mekânı alt sınıflarla hangi biçimde paylaşmak istiyorlarsa ona göre hayata geçirmişler; ayaklanan alt sınıfların yenilgiye uğradığı büyük devrimci kalkışmalardan sonra kentleri yeniden dizayn etmişler veya bu sınıfların artık bir tehlike arz etmediğini düşündükleri koşullarda kentin yeniden yapılanmasında kendi sınıflarının ihtiyacını temel almışlardır. Emekçilerin kentin merkezi alanlarında görünmemesini sağlamak ama kentin değişim değeri en yüksek bu bölgelerini kent burjuvazisine ayırmak gibi düzenlemelerden, merkezi eğlence ve finans alanı olarak bırakıp kent dışında korunaklı kale-sitelere taşınmaya kadar değişik tercihlere göre, kentler belirli dönemlerde yeniden yeniden düzenlendiler.
David Harvey İkinci Dünya Savaşı sonrası New York’unun dönüşüm sürecini şöyle not eder:
“Haussmann’ın Paris’te yaptıklarını 2. Dünya Savaşı’nın ertesinde bütün bir New York metropoliten alanında yapacak olan Moses(ti)…Moses kentsel süreçleri tahayyül ederken temel alınan ölçeği değiştirdi ve borçla finanse edilen karayolları ve alt yapı dönüşümleri aracılığıyla banliyöleşme yoluyla, salt şehrin değil bütün bir metropoliten alanın topyekûn yeniden inşası yoluyla artı ürünün ve dolayısıyla artı sermayenin nasıl massedileceği sorununa bir çözüm getirdi… Banliyöleşme alt yapının yenilenmesi meselesinden ibaret değildi; tıpkı ikinci imparatorluk dönemi Paris’inde olduğu gibi, yaşam tarzlarında köklü bir dönüşüm meydana getirdi. Banliyödeki müstakil evin girişine park edilen ikişer arabadan petrol tüketimindeki muazzam artışa kadar bütün ürünler artı sermayenin soğurulması için üzerine düşeni yapıyordu. Bu süreç şehir merkezinin içinin oyulması ve sürdürülebilir bir iktisadi temelden mahrum bırakılması pahasına gerçekleşti. Böylelikle 1960’larda şehrin merkez kesiminde yaşayan, dönüşümden olumsuz etkilenen ve müreffeh topluma erişimi engellenen siyah ve azınlık grupların ayaklanması ile şekillenen ‘kentsel kriz’  ortaya çıktı…” (Harvey, Asi Şehirler, s. 50)
Kapitalist kent, kentsel yaşamın örgütleniş biçiminden en fazla kârı elde etme önceliğinin gözetildiği bir mekândır. Ancak bu, kentler farklı sınıf ve katmanların da yaşam mekânı olduğu ve sermayenin önceliği bu kesimlerle sürekli çatıştığı için, kent yönetimleri, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşulları ile emek gücünün yeniden üretiminin koşullarının genişletilmesi mücadelesinin sonuçlarının, sınıfların birbirine karşı mevzilenme biçimini belirlediği bir düzlemde yönetmek durumunda kalır. 1950’lerden 80’li yıllara kadar kapitalizmin en gelişkin kentlerinde yaşayan emekçi sınıfların, bir meta olan emek güçlerinin yeniden üretiminin şartlarını zenginleştirmek; daha iyi koşullarda çalışmak, daha sağlıklı ve eğitimli nesiller yetiştirmek, daha güvenceli ve güvenlikli bir yaşam sürmek için verdiği mücadeleler emek gücünün değişim değerini yükselttiği gibi kent yönetimlerini, emek gücünün yeniden üretiminin ihtiyaçlarına gözetmek, devletlerin de, sermaye birikiminin düzeyine de bağlı olarak, kentsel politikalarını kısmen bunu hesap ederek planlamasını gerektirmişti. Örgütlü ve mücadeleci emekçi sınıfın ücretin sosyal içeriğini genişletmek yoluyla elde ettiği konut, dinlenme ve kültür evleri, ücretsiz hukuki danışma servisleri, ucuz belediye hizmetleri vb. hakların kazanımı, hane halkının yaşam standardını yükseltmek suretiyle kentsel mekânın kullanım olanaklarını ve biçimini az çok belirledi.
Türkiye’de ise sürecin, sözü edilen zaman aralığında böyle geliştiği söylenemez. Hem emekçi sınıfların örgütlenme alışkanlığının gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar gelişkin olmaması, hem de bununla doğrudan ilişkili olarak, uzunca bir süre tarımsal ürün ihracına dayalı iktisadi politika izleyen ama bir yandan da devlet eliyle sanayi sermayesi üretmeye çalışırken hasbelkader işçileşmiş sınıfın önemli bir bölümünün kırsal üretimden koparak gelen ve hâlâ köyle enformel bir dayanışma ağı içinde bulunan göç kitlesinden oluşması kente, şehirli bir işçi sınıfının damgasını vurmasının önüne geçti. 60lı, 70li yıllar boyunca kırdan koparak işçileşmek üzere büyük kentlere gelen nüfusun fabrika çevrelerinde kurduğu yaşamın finanse edilmesinden imtina eden devlet, emek gücünün yeniden üretiminin en ucuz biçimini; “kendin yap” biçimini teşvik etti.
Kendi konutunu gecekondu olarak kuran, su ve elektrik hizmetini, evinin tapusunu ancak siyasi partilerin kendilerinden oy desteği istediğinde pazarlık konusu yapabilen gecekondu kitlesinin zorunlu olarak sarıldığı hemşehri dayanışması, modern bir işçi sınıfının öncelikli talebi olan sosyal güvenlik politikasının da son derece esnek ve keyfi uygulanmasına bir kez daha zemin hazırlamıştı. Gecekondularda yaşayan emekçi sınıflar, kentin ücra bölgelerindeki bakımsız ve yoksul konutlarının yıkımı için gelen ekiplere karşı 80 öncesinde ısrarlı ve sebatlı direnişler de gösterdiler. Bu çabaları, devletin gecekonduları yıkmak değil “ıslah etmek” politikasıyla yer değiştirdiğinde; hem gecekondu sakinine sınıf atlama imkanı sağlayan hem de bu yoksul kitleyi devletin başına bela olmaktan çıkararak, yaşadıkları yeri “kendi kendine şehirleşen” mekanlar haline getiren müteahhit kitlesi, gecekondu arazisinin rantından yararlanan türedi bir sınıf olarak zuhur etti. Özal zamanında çıkan gecekondu imar affıyla gecekondulunun da kentsel arazi rantından yararlanan girişimciler haline getirilmesi, böylece gecekondu bölgelerindeki sosyal patlama riskinin en aza geriletilmesi bekleniyordu. 
Özal zamanının türedi müteahhit sınıfının yerini 2000’lerde, eski gecekondu arazisinin yeni bir rant kaynağı olarak tayin edilmesiyle birlikte ya Ali Ağaoğlu gibi devlet destekli bireysel girişimciler ya da organize müteahhitlik şirketi olan TOKİ alacak ve yerinden etme politikaları yeniden tedavüle girecekti.
O zamana kadar ise köprülerin altından çok su aktı.

BİR KİT OLARAK KENT
80’lerden önceki merkezi idareye sıkı sıkıya bağlanmış kent yönetimleri; bir yandan merkezi politikaların yereldeki temsilcisi, kentin güvenliğinden ve asayişinden sorumlu vali ve valiye bağlı, merkezden aktarılan finansmanın kontrolünü yapan il özel idaresi tarafından diğer yandan da teknik hizmet sunumu ve imar planı yapmak veya iznini vermekle görevlendirilmiş belediyelerden oluşuyordu. Belediyelerin merkezi kaynakları kullanım olanakları çoğunlukla iktidar partisine yakınlıklarıyla doğrudan bağıntılı olduğundan yerel yönetimlerin finansmanının hep bıçak sırtında olduğu, belediyelerin özerk bir tasarrufunun olmadığı açıktır.
Yereller üzerindeki merkezi tasarruf, esasen o dönem burjuvazi tarafından devletin ülkenin en ücra bölgesinden en gelişkin kentine kadar belirli bir denge içinde kalkınmasını kontrol etme iddiasıyla tercih edilen bir politikaydı. Sanayileşmenin devlet kolaylaştırıcılığında gerçekleştiği, çok sayıda Kamu İktisadi Teşekkülünün süreç içinde kurulduğu bu dönemde, mamul maddenin iç pazara ulaşımının kolaylaştırılması için yollar (TKİ), depolar (TMO), demiryolu (TCDD), liman işletmeleri, köy hizmetleri vs. gibi hizmetler hep, kendisi de bir sermaye kuruluşu gibi çalışan, yatırımı ve bölüşümü düzenleyen devlet aracılığıyla veya bir kısım özel hizmetler için kurulmuş devlet kuruluşlarının yerel uzantıları aracılığıyla gerçekleştirildi. Devletin izlediği kalkınma politikaları ülkenin iç kısımlarını bir üretim, dolaşım, pazar alanı olarak konumluyordu, özel sermayenin birikim alanı ise daha çok büyük kentler, özellikle de İstanbul oldu.
Belediye yönetimlerinin bir devlet kuruluşu muamelesi görmesi ve sanayisi az gelişmiş bir ülkenin devlet eliyle kalkındırılması-denetlenmesi gereken “yatırım-pazar ve bölüşüm” süreçlerinin istikrarlı sürdürülebilmesini kollayan, sözde seçilmiş ama uygulamada atanmış bekçisi olarak tayin edilmesi de bu atmosfer içinde mümkün olabilmişti. Emek gücünün yeniden üretiminin koşullarını yaratma işini önemli ölçüde emekçilerin kendisine bırakan devlet ve hükümetler, sermaye birikiminin koşullarını uygun hale getirecek bir kalkınma modeli izler ve bu koşullara uygun bir bürokrasiyi beslerken merkez bütçenin büyük bir kısmını bu uğurda harcamışlar; sosyal harcamaların mümkün olduğunca küçük bir yük oluşturulmasına azami gayret göstermişlerdi. Dolayısıyla, ulusal kalkınma dönemindeki “bölgelerin dengeli bir biçimde gelişmesi” olarak tarif edilen eğilimin bilançosu, devletin yurttaşlar için böyle bir kaygıyı hiç gütmediği, ücra bölgelere ancak sermayenin ihtiyaçlarına göre ilgi gösterdiği, Kürt bölgelerine zaten hiç uğranılmadığı bir yüklü toplamla özetlenebilir.
Bu dönemde İstanbul dışındaki KİT’ler aracılığıyla yerel bir sermaye birikimi için çaba harcandığı, Anadolu kentlerinin kimilerinde özel-küçük sermaye girişimlerinin, bölge pazarlarına yönelik gıda, tekstil ve tuğla vs. gibi küçük sanayi üretiminin teşvik edildiği, olanakların, bürokratik muafiyetlerin sağlandığı ve bu yolda gelişen kentlerin ticarete uygun alt yapılarının öncelikle ele alındığı da gözlendi.
80’li yıllardan itibaren ise, 12 Eylül askeri cunta döneminde başlamak üzere belediyelere merkezden aktarılan kaynakların yatırıma dönüştürülmesinin ve “kentsel girişimciliğin yolu açıldı… Daha önce merkezi yönetim çerçevesinde çıkarlarını temsil eden birçok büyük sermaye grubu yerel düzeydeki ihalelerin ulaştığı boyut nedeniyle yerel düzeye de yöneldi. Kentler sermaye birikiminin merkezine yerleşip kentsel rantlar sermaye birikimi için önemli bir kaynak haline geldikten sonra, özel sermaye yapılı çevrede de doğrudan yaptığı yatırımlarla da yer almaya başlamıştır. Bu yatırımlar sadece ulusal ölçekli sermayeyle sınırlı değildi. Aynı zamanda bir dizi çok uluslu şirket de son dönemde başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde boy göstermeye başlamıştır.” (Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, s. 88) Özal döneminin kentler üzerindeki en önemli tahrifatı belediye yönetimlerine, yapacakları yatırımlara gerekli kaynak transferini sağlayabilmek için uluslararası para piyasalarına borçlanma yolunu tavsiye etmesiydi. Bu yol bir kez açıldıktan sonra birçok belediye, dış kaynaklı kredi kullanarak, yap-işlet-devret yöntemiyle uluslararası sermayeyi kentsel hizmetlerin ortağı haline getirdi.
Özal hükümetinin yerel yönetim politikası; yerellerde sermaye birikimi ve girişiminin teşvik edildiği, çokuluslu şirketlerin yerel yatırımlar için çağırılmasının yolunun açıldığı bir rejimin yavaş yavaş inşa edildiği ve bugün yaşanan kentsel yıkımın tarihsel kaynağını oluşturduğu için Cumhuriyet tarihinde bir dönüşüme işaret eder. Yine o dönemde yerel sermaye birikimini teşvik etmek amacıyla KOBİ’lerin, organize sanayi bölgelerinin; uluslararası sermayenin serbest dolaşımına imkân sağlayan serbest bölge pilot uygulamasının gündeme gelmesi de bu dönüşüm paketinin unsurları arasındadır. Türkiye neoliberal iktisadi ve siyasi sisteme ilk adımlarını kentsel sermaye birikiminin özelleştirilmiş kanallarını devlet teşvikiyle açarak, ulusal ve yerel girişimcileri destekleyerek, belediyelerin birer yatırımcı olarak dış kaynaklı sermayeyle iş yapabilmesinin yolunu açarak atmıştır.
Bu politikaların halkın kentsel yaşamındaki karşılığı ise daha 12 Eylül cuntası dönemindeki anlayışa göre, “kentsel hizmetlerin maliyetinin altında satışına izin vermemek” biçiminde özetlenebilir. Belediye hizmetlerinin, zihniyette, bir kentli hakkı olmaktan çıkarak kent sakininin giderek müşteri olarak kurgulanmasıyla birlikte belediyeler zaten bir iktisadi teşebbüs ya da hizmet veren değil hizmet alan statüsüne indirgenmeye başlamıştır.
Yerellerin iktisadi dönüşümünün başlangıcından itibaren, yerel halkın önceden birikmiş siyasi ve sosyal hoşnutsuzluğunun ve tepkisinin de sömürüldüğü yeniden yapılandırma sürecine bunların gerekçe gösterilerek meşruiyet sağlandığı görülür. Öteden beri, her yerel seçimde oyunu kullanarak bir belediye başkanı ve belediye meclis üyelerini seçen halk için, merkezi iktidarın yereller üzerindeki tasarrufu hep bir gerilim konusu olmuştur. Seçilen belediye başkanının, iktidardaki parti ya da partilerden biriyle ilişkisi yoksa, bir dönem boyunca, o kentin, merkezi kaynak transferinden nasiplenmeyeceğine ilişkin kaygı, yerel yönetimler üzerindeki devlet kontrolünün esnetilmesi-kaldırılması talebinin dile getirilmesinin başlıca nedeniydi. Kent emekçilerinin yönetiminde söz sahibi olabilecekleri, seçtikleri belediye başkanı aracılığıyla daha şeffaf, hesap verebilir, halkla içli dışlı bir yerel yönetim arzusu bir temenni olarak kalmışsa da, yerel yönetimlerle ilgili her seçim döneminde dile getirilen beklentinin, bir talep olarak dikkate alınması gerektiği, daha doğru bir deyimle, bu kavramlarla yerelleri ve yönetimlerini dünyanın mevcut sınıfsal dengelerine uygun olarak yeniden yapılandırmanın mümkün olduğu, ülkeyi yönetenlerin, hatta dünyayı yöneten tekelci burjuvazinin kayıtlarına geçti. Elbette, şeffaflık, katılımcılık, hesap sorulabilirlik, özerklik, devlete karşı mesafelilik, yerinden yönetimcilik gibi kavramlar burjuvazinin defteri kebirinde bozuşturulmuş, içi boşaltılmış ve kent emekçilerinin lügatinden devşirilerek artık bambaşka gerçeklikleri ifade etmek üzere yeniden işlevlendirilmişlerdi.

NEOLİBERALİZM ÇAĞINDA KENT YÖNETİMİ
Yönetimle, bürokrasi veya güvenlik konuları dışında başka hiçbir sosyal ilişkisi olmayan kapitalist devletin yurttaşları için “devletin küçültülmesi” gibi bir söylem sayısız iyimser çağrışımlar yaratır. En küçük işi için “bugün git yarın gel” muamelesine maruz kalan, her hareketi güvenlik kuvvetleri tarafından denetlenen, sık sık cezaevleri ve işkencehanelerle tanışan emekçinin algısında “devletin küçültülmesi”, onun sade yaşamının biraz daha soluk alınır bir hale gelmesi demektir. Ancak bu kavramı 90’lı yıllarda ortaya atan Dünya Bankası ve IMF için küçülme, sade emekçinin sandığının tersine devletin sosyal hizmetlerden elini çekmesi, kalkınma politikalarından vazgeçmesi, devlet eliyle sanayileşme döneminin sona erdirilerek devletin bir müteşebbis olmaktan çıkarak “sivil” müteşebbislere imkan sağlaması diğer yandan da spekülatif ve rantiye bir sermayenin hegemon hale gelmesidir.
Devletin küçültülmesi yerellerin güçlendirilmesi kavramıyla birlikte gündeme gelmişti. Tek tek ulus devletlerin hükümranlık alanına bölündüğü bir dünya resmini eleştirerek küresel bir devlet ve küresel bir anayasa tezini ortaya atan uluslararası sermayenin, ülkeleri borç boyunduruğuna sokarak onları, dikte ettiği iktisadi ve siyasi hattı izlemeye zorlayan finans kuruluşları, böylece dünyanın en “uçlar”ına kadar, şimdiye dek paylaşılmamış arazilerde ve mekânlarda da sermaye birikiminin koşullarının oluşturulması talebiyle, birbirinden farklı anayasal prosedürlere ve bürokratik kurumlaşmaya sahip ülkeleri yapısal bir reformdan geçmeye zorladılar. Devlete bu süreçte yüklenen rol, kendi eliyle kendi yeniden yapılandırmasını sağlamaktı. Küreselleşmenin ikiz kardeşi veya tamlaması olarak kullanılan yerelleşme kavramı da neredeyse devlete ait olmayan her şeyi ima eden, ama aslında yeniden yapılanmanın her etabını kontrol ederek güçlenen devletin, yerellerdeki düzenlemenin garantisi olduğunu gizleyen bir şifre olarak gündelik dile pelesenk edildi.
Küreselleşme-yerelleşme, uluslararası sermayenin bir ülkeye girerken ayak bağı olan ulus devlet bürokrasisinin ve yasal prosedürlerinin Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), NAFTA, AB, DB gibi emperyalistler tarafından koordine edilen sermaye ittifaklarında alınan kararlar uyarınca esnetilmesi, mevcut devlet kurum ve kadrolarının yeniden yapılandırılması ve böylece emperyalist sermayenin herhangi bir yere girişi için önündeki engellerin en aza indirilmesi anlamına gelir. Bu tamlamanın ima ettiği, yerel yönetimlerin güya, merkezi idarenin aleyhine güçlendirilmesi ise; ’70’lerden bu yana sınıf örgütlerinin giderek işlevsizleştirilmesi ve merkezi otorite veya işverenle sözleşme yapabilme koşullarını dağıtan esnek-taşeron çalışma sisteminin hayata geçirilmesiyle birlikte değişen sınıfsal konumlanışa bağlı olarak artık, emekçilerin yeniden üretim koşulları için devletin bir şey yapmak zorunda bırakılmayacağını ve onların yerel yönetimlerden beklentilerini ka’ale almak zorunda kalmadığını düşünen, ama yine de kendini onları bunu dikkate alıyormuş gibi davranmak zorunda hisseden uluslararası burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı düzenleme çabasının kentsel mekânda aldığı biçimin adıdır.
Bu aslında dünya burjuvazisi tarafından, dünya emekçilerine karşı, toplumsal yeniden üretimi onların sırtına yıkarken, beklentileri istismar ederek, sözcükleri çarpıtarak açılmış bir sınıf savaşıdır.
Harvey, ABD’de Clinton dönemine ilişkin şöyle yazar: “Cumhuriyetçi Parti ve muhafazakar demokratlar büyük sermayedarın ekmeğine yağ sürerek sermayenin asla yüklenmek istemediği çevresel kirlilik ve yeniden üretim maliyetlerini toplumun sırtına yüklemek konusunda olabildiğince ileri gitti. David Stockman’ın yakın dönemde belirttiği gibi bu apaçık bir sınıf savaşı durumunu tetikliyor. Warren Buffet ise bu durumu şöyle tarif ediyor: ‘Tabii ki sınıf savaşı var, savaşı açan benim sınıfım, yani zenginler, kazanan da biziz.’” (Harvey, Asi Şehirler, s. 101)
Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin atomizasyonu için 80’li yıllardan beri sendikaların içinin boşaltılması, örgütlenmenin zorlaştırılması, iş mekânı ve zamanının parçalanması gibi yöntemler uygulayan uluslararası sermayenin politikacıları, sermayenin ise olabildiğince örgütlü davranabilmesi için çok sayıda mekanizmayı harekete geçirdi.
Emperyalizm, birçok ülkenin yönetimini “paydaş” ettiği karar alma merkezlerinde, sermayenin güvenli dolaşımının koşullarını hukuki yaptırımlara da bağlayarak her ülkenin aynı süreci eşgüdümlü olarak izlemesini teminat altına alırken ülke halklarının yeniden yapılanma sürecine rızasını sağlayabilme koşullarını da belirledi. Buna göre, halkın yerel yönetimlere katılım talebi, eskiden katılımın ve konsensüsün koşullarını tarif eden metinlerde yer alan emek sözcüğü çıkarılarak ama yerine “hükümet dışı organizasyonlar” veya daha genel anlamda “sivil toplum” ibaresi geçirilerek güya karşılanmış ama aslında ötelenmiş olacaktı.  İktisadi liberalleşmenin demokrasinin ön koşulu olduğu, yatırımın ihtiyaç duyduğu sosyal risksiz ve istikrarlı bir ortam yaratıldığı sürece demokrasinin en önemli şartının yerine getirileceği iddiası üzerine kurulu yerelleşme felsefesi, yerel karar alma süreçlerine halkın katılımını daha çok işveren örgütlerini (TÜSİAD, MÜSİAD, TURKONFED vb.) tanımlamak için kullanılan sivil toplum örgütlerine ikame edilecekti.
Habitat 2 ve Yerel Gündem 21 kapsamında şehirlerde çoktan beri oluşturulmuş bulunan Kent Konseyleri, geçiş aşamasında kent sakinlerini neoliberal demokrasinin işleyiş biçimine aşina kılmak üzere donatıldılar. DB’nın daha 90’larda dile getirdiği biçimiyle; kentlerin, yerel idare artı sivil toplum artı sermaye kuruluşu işbirliğiyle yönetilmesi anlamına gelen yönetişimde; kitle ve meslek örgütlerinin, sendikaların ve politik örgütlerin yerel temsilcilerine herhangi bir yer kaydedilmediği gibi, hangi sivil toplum kuruluşlarının yönetişim organlarında yer alacağı da kent sakinlerinin oyuyla değil adı geçen sacayağı tarafından belirleniyor. Yerel yönetimler için öngörülen katılımcılık, halkın söz sahibi olması ve denetleyebilmesi, şeffaflık gibi kerteler temsil edilebilirlik yetkisini-hakkını halka değil sermaye sınıfına devretmiş durumda.
Yerel yönetimlerin hizmet sunumunun siyasal değil de teknik bir iş olduğu algısını güçlendirmeye yarayan yerelleşme söyleminde siyasal bir dil kullanılmaktan özellikle kaçınılmaktadır. Dünyayı baştan aşağı siyasal bir perspektifle yeniden yapılandıran küreselleşme stratejisinin uygulayıcıları, burjuva dünyada devlet ve temsil ettiği her şeye içkin, birbirinden ayrışamayan partilerin etkinliği ve söyleminde bir hayli kirlenmiş alan olan burjuva siyasetten ellerini temiz tutmak ama aslında karşı sınıfların siyasallaşabilecek beklentilerini teknik bir dil içinde hem boğabilmek hem karşı koyabilmek hem de emekçi kent sakinlerini politikalarına yedekleyebilmek için yer yer bu dili eğip bükerler. Ekonomiyi, akla hemen adam kayırıcılığı, nepotizmi, yolsuzluğu getiren burjuva siyasetten ayırmak gerektiğini söylediklerinde bu, hemen kaynakların çar çur edildiği hantal ve kayırmacı devlet bürokrasisinin faaliyetinden yılmış kitleler için olumsuz bir resmin artık yırtılıp atılacağı anlamına gelir. Oysa kastedilen, sermayenin aracısız ve doğrudan yerel müdahalelerinin mümkün kılınabildiği koşulların ve bunun siyasal ortamının yaratılmasıdır.
Nitekim; 90lı yılların sonundan bu yana Türkiye’de oluşturulan çok sayıda “üst kurul”, piyasa düzenleme işlevinin yükünü büyük ölçüde devletin üstünden alarak doğrudan doğruya sermayenin kendisine vermiş, bunlar hiçbir bakanlığın, hiçbir bürokrasinin sınırlamasına maruz kalmadan küçük sermaye devletleri olarak çalışma imkanı bulmuştur. 2003 yılında gündeme gelen ve ancak Anayasaya uyumsuzluk gerekçesiyle geri çevrildikten sonra mevcut statükoyla sentezlenerek çıkarılan Kalkınma Ajansları Yasası sayesinde 2006’da İstanbul, İzmir ve Ankara tek tek ele alınarak, diğer illerin birkaçı bir araya getirilerek 23 ajans kuruldu. Kalkınma Ajansları hesapta Kalkınma Bakanlığı’na bağlı olsa da, mevzuata göre yatırımlarla ilgili prosedürleri imzalamakla yükümlü bakanlıkların tümünü baypas edebilen, Kalkınma Bakanlığı tarafından da başka hiçbir bakanlık tarafından da denetlenemeyen, uluslararası görüşmeler konusunda Dışişleri Bakanlığının iznine tabi olmayan bir yerel yönetim organı olarak çalışıyor. Özerkliklerine karşın, kalkınma ajanslarına toplanan vergiler sayesinde bütçenin belirli bir oranında kaynak transferi yapılıyor, ajanslar AB tarafından besleniyor ve proje karşılığı para alabiliyor.
Öyle ki, eğer o bölgede bir sermaye kuruluşu herhangi bir tasarrufta bulunacaksa bu tasarrufun biçimi ne olursa olsun gerekli fizibilite çalışmasını, araştırmayı yapmak ajansların görev tanımı içinde. Yatırımcı tekelin, imza için birkaç bakanlık dolaşarak izin almak yerine kalkınma ajansına başvurması yeterli görülüyor. Bu, uluslararası sermayenin devlet bürokrasisini istediği biçimde henüz yapılandıramadığı, 80’lerde kurulu statükoyla birlikte yaşamak zorunda kaldığı koşullarda kendi bürokrasisini kendisinin kurması anlamına geliyor. 2010 Anayasa Referandumu’nda, 80’de cunta döneminde oluşmuş hukuk kurumu DTÖ, GATS ve AB dayatmaları doğrultusunda kısmen yeniden yapılandırıldı. Türkiye altına imza attığı belgelere göre uluslararası sermayenin rekabet koşullarını engelleyecek herhangi bir idari ve bürokratik yapılanmaya gitmeyeceğinin, var olanların da tasfiye edileceğinin taahhüdünü zaten vermişti. Kalkınma Ajansları da bu kapsamda devletin kimi işlevlerini üstlenip, devleti sermaye lehine yerelleştirip kendisi için esnekleştirerek, daha doğrusu ve aslında, devleti yerelde büyüterek faaliyetlerini sürdürüyor. Devletin küçültülmesi, yerelin emekçiler lehine güçlendirilmesi değil sermayenin yerel iktidar alanlarına yerleşmesi, bunları örgütlemesi ve bu iktidar alanlarından emekçileri tamamen dışlaması anlamına geliyor. Kentler artık sermayenin birer site-devleti haline getirilmiştir.
Bu bakımdan, Kalkınma Ajanslarının hikâyesi, yerellerin merkezi iktidardan özerkliği, devletin küçültülmesi, ekonominin siyasetten kurtarılması retoriğiyle sürdürülen yerelleşme politikalarının aslında kimin için, hangi sınıfın yararına olduğunu gösteren bir metin niteliğindedir. AKP Hükümeti döneminde yerel yönetimlere merkezden aktarılan parasal kaynaklar giderek azaltılarak yereller hem sermayenin kapısını çalmaya mecbur bırakıldılar hem de sermayenin ilgi alanında olmayan hizmet sunumları için halkın bir de yerel yönetimler tarafından vergilendirilmesinin koşulu oluşturuldu.
Küreselleşme döneminin kentleri varlık koşullarını sermayenin onları tercih etmesine bağlı kılmaya mecbur bırakılmış kentlerdir. Kentlerin her birinin, sermaye için çekim merkezi olabilmek bakımından giderek birbirleriyle yarışır hale geldiği, bunun için de sınıf çatışmasız bir sosyal hayatın tekellere vaat olarak sunulduğu köle pazarında, her kent kendi özelliklerini bir marka olarak tescil ettirmek zorunda. Kimisi için bu tarihsel zenginlik, kimisi için kozmopolit nüfus, kimisi için kumarhaneler ve fuhuş, kimisi için de kentsel dönüşüme zengin malzeme sağlayacak kadar yeniden elden geçirilmesi gereken kentsel arazi. Piyasalaşan kent, içinde sadece metanın dolaşıma sunulduğu bir mekân değil aynı zamanda kendisi de meta olan, sermaye girişi için tercih edilme koşullarını en üst düzeyde karşılamak amacıyla kendi kendinin değişim değerini artıran bir “şey”, bir “nesne” olmuştur artık. Elbette modern sermaye ilişkilerinin kristalize olduğu büyük kentler için geçerlidir bu. Madalyonun arka yüzünde ise uluslararası sermaye tercih etmediği, yerel bir sermaye birikimi yaratamadığı sürece sakinleri sefalet içinde yaşamak zorunda olan kentler vardır. Küreselleşmenin yerel siyaseti marka kentlerle diğerleri arasında aşılamayacak kadar derin uçurumların açılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda nüfusun ezici bir çoğunluğunun metropollere yığılmasının artışı, dış göç trafiğinin hızlanması da demektir. Merkezi sübvansiyonlardan yoksullaştırılmış yerellerde emekçiler ayrıca ister istemez bu derin eşitsizliğin etkisine maruz kalacaklardır. Ve bizzat bu hükümet döneminde uygulamaya sokulan bölgesel asgari ücret uygulaması vb. sayesinde de, kalkınma döneminin retoriğindeki “dengeli bölgesel gelişme kavramının” zaten itibar görmediği bir döneme girilerek bir kentten diğerine emekçi sınıfların tarih içindeki kazanımlarının genelleştirilebilmesi imkânsızlaştırılmış; iki yerel arasındaki sınıfsal rekabetin de koşulları açılmış olacaktır. DB bunu kentsel yatırımlar için sermayenin özendirilmesi sürecindeki rekabetin halka yayılması olarak açıklıyor. Demek ki neoliberal yerelleşmenin yükü, kentlerini markalaştırmakta başarısız kent sakinlerinin, emekçilerinin sırtına yükleniyor; kent yoksulluğunun faturası da onların yeterince rekabetçi davranamamalarına kesiliyor.
Özal bu markalaştırma işine İstanbul’da 80’li yıllarda başlamıştı. Özal’ın İstanbul’dan yaratmak istediği Mega Kent uğruna o dönem başlayan sonraki hükümetler tarafından da sürdürülen; Topkapı, Merter, Kazlıçeşme gibi alanlardaki işyerlerinin boşaltılması ve kimi kamu teşekküllerinin kapatılması veya özelleştirilmesi sürecini takiben, imalat sanayinin kentin kuzeydoğu ve güney batı aksına çekilmesi ama sermaye kuruluşlarının yönetim merkezlerinin Levent-Maslak hattında kurulan gökdelenlerde konuşlanmasından sonra büyük ölçekli üretim alanlarından temizlenen kentsel arazi, AKP hükümeti döneminde yeniden paylaşılması için ele alınan bir rant kaynağı haline dönüşmüştü.  İstanbul’un kentsel dönüşüm planı emekçilerin tamamen kent merkezlerinden uzaklaştırılması, vaktiyle manzaralı arazide kurulan gecekondu bölgelerinin zorla boşaltılması, çöküntü bölgeleri addedilen merkezi mekânların sakinlerinden temizlenerek yeniden inşaya açılması, tarihi mekânların tasfiyesi; Galataport, Haydarpaşaport adı verilen dönüşüm projeleri kapsamında buraların sermayeye peşkeş çekilmesi, kentin her yerine AVM’lerin dikilmesi esasına dayanır.
Boğaza kurulacak üçüncü köprüye bağlanan yeni yollar boyunca arsalaşan araziler, daha köprü planı sızdırılır sızdırılmaz değerinin onlarca katına kapışıldı. Çıkarılan 2-B yasasıyla ormanlık araziler de paylaşıldı. Bunlar ve başkaları, örneğin, Erdoğan’ın 2011 seçimleri sırasında ortaya attığı çılgın proje, kentsel dönüşüm zihniyetinin bir kenti çok parçaya bölmek, mekânı fütursuzca altüst edebilmek uğruna nasıl şeytanca çalışabildiğinin örnekleri arasına girdi.
İstanbul uluslararası sermayenin en çok ilgi gösterdiği kentlerden biridir; o yüzden şimdi kentin sahip olduğu zenginlik, kaynak ve olanaklar sınırsızca yağmalanıyor. Ancak Ankara, İzmir, Bursa başta olmak üzere ülkenin pek çok kentinde de kentsel dönüşüm projeleri hayata geçirilmeye, kentler sermaye piyasasına sunulmaya başlandı. Rüyasında toprağın arsaya, rüzgârın ve suyun enerjiye, ormanın rezidansa, tarihi bir sarayın AVM’ye dönüştüğünü gören yerli ve yabancı sermaye, merkezi iktidarın sağladığı sınırsız olanaklar sayesinde inşaat üstüne inşaat yapıyor. Beton üstüne beton döküyor, her yeri TOKİ’lendirip her şey daha hızlı olsun, emekçiler de yeraltından işe gelip gitsin diye “anayurdu metrolarla örüyor dört baştan.”
Fransız Devrimi’nden sonra, Vali Baron Haussmann’ın Paris’i, emekçileri kent merkezinin dışına sürmek, müstakbel sınıf mücadelesinde Paris proletaryasını araçsız bırakmak amacıyla yıkıp yeniden inşa etmesinden bu yana görülen en büyük kentsel sınıf savaşımı ile karşı karşıyayız. Üstelik bu dünya çapında bir yıkım; Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşanan talan dünyanın başka kentlerinde de büyük bir hızla sürüyor. Kimi zaman, Seul’da olduğu gibi, “inşaat şirketleri sumo güreşçisi gibi iri yarı tiplerden oluşan çeteler kurarak bunları mahalleleri işgal etmekle görevlendiriyor; bunlar sakinlerin konutlarını yıkıyor, eşyaları parçalıyor ve arsalarına yüksek kuleler kurulsun diye” (Harvey, Asi Şehirler, s. 61) emekçileri zorla yerinden yurdundan ediyor, kimi yerde de bütün bu yerinden etme işlemi daha “nazikçe” becerilmeye çalışılıyor.
Uluslararası sermayenin bıçağının boğazlarına dayandığı yoksullar kendilerine karşı açılmış bu büyük savaştan can havliyle kurtulmaya çalışırken sermaye kentlerde palazlandıkça palazlanıyor.

DEMOKRATİK KENT YÖNETİMİ VE KENTSEL YAŞAM HAKKI İÇİN
Başıbüyük, Dikmen, Sulukule, Haydarpaşa Garı dönüşümü ve okulların otel yapılmak istenmesine karşı halk, bu yerellerde evlerini ve mahallelerini korumak için mücadele etti, ediyor.  Şu anda aynı süreç, güvenlik güçlerinin kriminalleştirip istikrarsızlaştırarak boşaltmaya çalıştığı Gülsuyu’da yaşanıyor. Emekçilerin evlerini kurdukları arsalar; sermaye, lüks konut, otel, rezidans veya AVM yapabilsin diye devlet marifetiyle ellerinden alındıkça sırası gelen kent sakini sokağa çıkıyor ve direniyor.
Kentlerden ve kent sakinlerinden parça parça koparılan ve rantiye sermayenin hammaddesi haline getirilen arazilerle birlikte bir kenti kent haline getiren, orada yaşayan, çalışan, eyleyen, eğlenen ortak bir yaşam alanı oluşturan kentli emekçilerin ortaklaşa ürettiği sosyal zenginlik de tasfiye ediliyor. Bunun yerine ise sermayenin soysuz, duygusuz ve şatafatlı dünyası inşa ediliyor.
Haziran Direnişi’nde halk yıllar içinde biriktirdiği öfkeyi açığa çıkararak, zaman içinde biçimlenmiş ortak yaşam anlayışının ve alanlarının korunması için kendiliğinden bir patlama gösterdi ve “kent hakkı”nı ellerinden almak isteyen hükümete karşı bir uyarıda bulundu.
Meydanda kesilmek istenen ağaçlar kentin nefes borularının tıkanmak istenmesini sembolize ediyordu. Fabrikalarda, imalathanelerde, AVM’lerde, okullarda, hastanelerde, üniversitelerde vs. çalışan emekçiler, kentin kullanım hakkına sahip çıkmak ve toplumsal yeniden üretimin bedelinin kendi üstlerine yıkılmasına dur diyebilmek için kıymetli ve tarihi bir mücadele verdiler ve bu bütün ülkede bir karşılık da buldu. Devletin süreç içinde, politik bir müdahaleyle darmadağın ettiği kolektif dayanışma ağlarının simgesel olarak kurulduğu, kimliklerini yok sayarak tektipleştirmeye zorladığı kesimlerin bir arada oluş koşullarını, yerel ve yurt sathındaki demokrasiyi tartıştığı bir süreçti bu aynı zamanda.
Kentteki emekçiyi bir kent sakini olarak değil de müşteri olarak, asgari yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasını bir insan hakkı olarak değil de meta üretimi süreci olarak gören emperyalizmin küresel-yerel siyasetinin, kendi mezarının üç beş ağacın kökünde olduğunu görmeden kışkırttığı eylemin bıraktığı miras pek çok bakımdan önemlidir. Her şeyden önce, emek gücünün giderek ucuza mal edilebilmesi için kentsel mekânları emekçilerin yaşam alanı olmaktan çıkararak pazarlayan sermayenin zihniyetine karşı gösterilmiş bir tepkidir bu.
Diğer yandan; girişte de değinildiği üzere, yıllardır kültürel kimliklerinin ve statülerinin tanınması için mücadele eden Kürt nüfusun, nasıl yaşayacağına kendisinin karar verme isteğine ilişkin irade beyanının somut ifadesi olan Demokratik Özerklik talebi, devlet ve yerel yönetimler arasındaki ilişkinin şimdiye kadar kuruluş biçimine yönelik şiddetli bir eleştiridir. Yıllardır ülkenin bölüneceği fobisiyle hareket eden ama zaten uluslararası sermaye kuruluşlarının yerelleşme stratejileri kapsamında birçok bölgeyi ajanslara hibe ederek fiilen bölen ve bu bölgeleri birbiriyle devlet ve muhafazakâr hükümet marifetiyle yarışa sokan süreç, iki yüzlü siyasetin uzun süre prim yapamayacağı bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Kürtlerden esirgenen özerkliğin değil, AB eliyle ve zoruyla uluslararası sermayeye takdim edilmesinin ülkeyi çoktan bölmüş olduğu; sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yol açacağı çatışmayı sonraya öteleyebilecek hiçbir ideolojik referansın dikiş tutmayacağı bir zeminde yaşıyoruz.
Tam da bu yüzden, demokratik kent siyasetinin, sadece, liberal demokratlardan miras, şimdiye kadar da “sol”da epey iş görmüş, kent ekonomi politiğine kafa yormayı sonraya erteleyen “dışlanmış kimlikler ve kültürlerin tanınırlığı, kapsanması” üzerinden yürütülmesiyle yetinilemez. Dışlanmış kesimlerin kentsel yaşam haklarının sağlanması, kimliklerinin görünür kılınması, statülerinin belirlenmesi elbette önemlidir çünkü dışlayıcı politikalar örneğin Haliç kıyıları Romanlardan boşaltılırken toplumun geri kalan kısmının tepkisini nötrleştirmek amacıyla alttan alta harekete geçirilebiliyor veya transların olduğu bölge boşaltılırken, müdahalenin kentsel dönüşüm için olduğunu gizleyebilmek amacıyla sakinlerin cinsel yönelimi ahlaki parantezler içinde öne çıkarılabiliyor ya da Gülsuyu operasyonu radikal solcu bir grupla uyuşturucu çeteleri arasındaki kriminal bir olay olarak sunulabiliyor. Bu, yapılan zorbalığa karşı çıkarken doğal olarak kimliklere yönelik baskının öncelikli muhalefet-itiraz konusu olmasını dayatıyor da. Neoliberal siyaset şimdiye kadar emekçileri ayrıştırarak, kimlikleri birbirinden yalıtarak; bölüp parçalayarak işlerini yürüttü. Bu bakımdan demokratik bir kent mücadelesi aynı zamanda, bu parçalanmışlık haline son verecek, ortak yaşam alanlarını güçlendirecek, dışlama siyasetini geçersizleştirecek yeni bir kentsel politik ekonomi için verilecek mücadeledir. Bu, özetle, kentte yaşayan örgütlü emekçilerin kendi kentlerini ve kendilerini yönetebileceği mekanizmaların kurulmasını, seçilmişlerin geri çağırılabilmesini, belediye kaynaklarının sağlanması ve tasarrufunun kent sakinlerinin oyuna bağlı kılınmasını talep eden; kenti, parasal gücü yüksek kesimlerin ulaştığı bir meta olmaktan çıkararak toplumsal yeniden üretimin yerel alanı haline getirme mücadelesidir.
Önümüzdeki yerel seçim süreci demokratik bir kent anlayışına sahip bir aday etrafında kenetlenmek kadar, neoliberalizmin yerelleşme siyasetinin yaşanan kentler üzerindeki yansımalarının ve sonuçlarının tartışılacağı; yerel yönetimlerde şeffaflık, katılımcılık, demokratik işleyiş, denetlenebilirlik kavramlarının yeniden ayakları üstüne oturtulacağı; demokratik bir kentin koşulunun demokratik bir ülkede gerçekleşebileceği bilgisinin paylaşılacağı bir eleştiri ve eylem süreci olmayı hak ediyor.
Haziran Direnişi ve Kürtlerin Demokratik Özerklik için sürdürdüğü mücadele de bunun ne kadar elzem bir sorun olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Sadece bu değil, dünyanın diğer halklarının; emek gücü, değişim değeri altınlarla ölçülen metalaşmış bir kent kendisini sermayeye daha çok beğendirsin diye bir “şey”, bir nesne ve dahası bir lokma bir hırkaya satılan ucuzun ucuzu bir meta haline gelmesin diye; kent insanca yaşamanın mekânı olsun diye neoliberalizmin “demokrasisi”ni daha doğru bir deyimle diktatörlüğünü, yeryüzünden silmek için verdiği mücadele de bunu anlatıyor.

KAYNAKLAR
David Harvey, Asi Şehirler, çev: Ayşe Deniz Temiz, Metis
David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, çev: Mehmet Moralı, Metis
Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Demokrasi Kitaplığı
Tarık Şengül, Yerel Devlet Sorunu ve Yerel Devletin Dönüşümünde Yeni Eğilimler, Praksis- sayı 9.
Mustafa Sönmez, Kent, Kapital ve Gezi Direnişi, NotaBene
Henri Lefebvre, Writings on Cities, Blackwell
Melih Ersoy, Sanayisizleşme Süreci ve Kentler, Praksis-sayı 11.
Faruk Ataay, Türkiye’de Yerel Yönetim ve Sivil Toplum Tartışmaları, MEMLEKET Siyaset Yönetim.
Faruk Ataay- Ergül Acar, Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Yerelleşme, İktisat dergisi, sayı 500, Aralık 2008.
Filiz Çulha Zabcı, Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim, AÜ SBF Dergisi, 57-3
Cesurhan Taş, Kalkınma Ajansları Eyalet Sisteminin Altyapısını Oluşturabilir mi?, http://sahipkiran.org/2012/12/30/kalkinma-ajanslari-eyalet-sisteminin-altyapisini-olusturabilir-mi/
İbrahim Gündoğdu, Sermayenin Bölgesel Kalkınma Eğilim(ler)i: Kalkınma Ajansları Üzerine, Praksis-19

Haziran direnişiyle tekel direnişi “yeni toplumsal hareket” “teorisi”ni mi doğruluyor?

2013 Haziran Direnişi çeşitli kesimler tarafından tartışılmaya devam ediyor. Bir tuhaflık yok ve hatta tartışılması bir bakıma kaçınılmaz. Tartışmayı sürdüren ‘taraf’lar yönünden anlamı değişmekle birlikte, ülke sınıf mücadelesi tarihinde bu kapsamdaki bir eylem(ler dizisi)in –üzerinden “unutturacak kadar zaman da geçmedi”ği için–, gündemde kalmaya devam etmesi normaldir. Tartışmayı sürdürenler öncelikle iki karşıt sınıfın; burjuvazi ve proletaryanın ve onların bağlaşıkları olabilecek kesimlerin ‘tarafı’ndan konuşup-yazıyorlar. Sürdürülen tartışmanın bir diğer özelliği ise, bu başlıca “taraflar”ın herbiri yönünden, onların kendi saflarında da sürüyor olmasıdır.
İlk cenahta, Hükümet yöneticileriyle Hükümet ve partisinin yanında saf tutmuş rant paylaşımcı politik, ideolojik, hukuksal ve “ahlaki” çürümüşlüğü temsil edenler yer alıyor. İkincisi, “bizim taraf” diyebileceğimiz, devrimci-demokrat ve sosyalist parti, grup, çevre ve kişilerin yer aldığı taraftır. Bu iki karşıt tarafa ek olarak, bir de, direnişe hayırhah bir yaklaşım içinde olmakla birlikte açıktan karşı çıkamayan, hatta “Amma”lı destek veren ve fakat siyasal-ideolojik yaklaşımlarıyla hükümet-devlet kampını güçlendiren –buna niyet edip etmemeleri durumu değiştirmiyor– “sol” liberal aydın, yazar ve politikacıların oluşturduğu bir kesim var.
Hükümet ve destekçisi sermaye kesimleri ile yandaş ve yanaşma basın-yayın kuruluşları, Direnişçileri, emekçi, genç, işçi, işsiz, üretici, işletmeci vb. kimlikleriyle değil, “çapulcu”, “vandal”, “başıbozuk kalabalık”lar olarak nitelediler. Kitlelerin taleplerinin karşılanması için direnişin yaygınlaştırılması ve çeşitlendirilmesi için çalışan devrimci-demokrat ve sosyalist kesimler  ise, bu muhafazakar-gerici çevreler tarafından “bozguncu, bölücü, terörist” vb. gösterilerek, geniş halk kitleleriyle aralarına duvar örülmeye çalışıldı. Kitle hareketine ve Haziran Direnişi’ne karşı sağ-gerici politika ve ‘anlayış’ bu şekilde gelişirken, “sol liberal”lerin de içinde yer aldığı kimi yazar ve sosyologlar ise, bu direnişi “Orta Sınıf Hareketi”ne indirgemeye, onunla sınırlı göstermeye soyundular.
Hükümetçi sağ politika, “ülkenin gelişmesini istemeyenlerin ekmeğine yağ sürülüyor” kara propagandasıyla polis şiddeti, gözaltı, aşağılama ve sindirme şeklinde somutlandı. Buna göre, sömürüldükleri ve kapitalist gericiliğin çıkarlarına uygun olarak sınıf baskısı altında tutuldukları halde, kitlelerin ya da onların bir kesiminin buna karşı ayağa kalkmaları hem gereksiz, hem de mümkün olmaktan uzaktı. Muhafazakar sağ gericiliğin sözcülerine göre, bu “iradesiz ve kendi adlarına söyleyecek sözleri bulunmayan, herhangi bir talebi de ileri süremeyecek kadar kör ve sağır durumdaki” yığınlar ancak “bir takım dış güçlerin kışkırtmasıyla bu tür eylemlere yönelebilirler”di. Böylece onlar, ekonomik-toplumsal koşullardan kaynaklanan ve Hükümet’in politikalarına tepkilerin doğurduğu protesto ve direnişleri, bu ana kaynakları ve nedenlerinden soyutlayarak, işlerini “hafifletme”(!)ye çalıştılar. Direnen, hak talebinde bulunan, bir araya gelen ve giderek ülke düzeyinde milyonların katılımıyla büyüyen kitlesel halk “ayaklanması”nı “ne yaptıklarının farkında olmayan başıbozuk”ların ya da “dış güçlerin oyununa gelmiş olanlar”ın “amaçsız ve hedefsiz” eylemleri olarak göstermek, bu kesimlerin izledikleri politikaya ve temsil ettikleri sermaye ve gericiliğin çıkarlarına uygun düşüyor. Hak talebinde bulunan ve elde edilmesi için mücadeleye yönelen kitleler, olsa olsa, ya “çapulcu” ya da “ayak takımı” olarak nitelenebilirlerdi. Bu tutum işçi-emekçi basınında etraflıca irdelendiği ve teşhir edildiği için burada belirterek geçiyoruz.
Direniş üzerine değerlendirmelerin “devrimci” ve liberal “sol” varyantlarına gelince, bunlardan bazılarını Özgürlük Dünyası’nın Temmuz ve Ağustos (2013) sayılarında irdelemiştik. Ancak direnişi gerçekleştirenlerin “sınıfsal kimliği”, direnişin “toplumsal” anlamı ve siyasal ‘karakteri’ üzerine saptırıcı, “anlam bozucu” yaklaşımlar, direnişin politik niteliğini onun sosyal ve iktisadi dayanaklarından soyutlayan ve böylece mücadeledeki önemi ve yol açtığı sonuçları küçümseyen anlayışlar birbirlerinden de güç alınarak sürdürülüyor. Bu makalenin konusunu bu yaklaşımlardan bazıları oluşturacak. Ancak önce Haziran Direnişi’nin halkın çok çeşitli kesimlerinin demokratik siyasal karakterine işaret ederek, genel olarak kitle hareketini de belirlemek üzere, bu hareketlerin ortaya çıkmasının etkenleri, maddi koşullar ve iktisadi ilişkilerle ilişkisi üzerine birkaç şey söylemekte yarar olacak.

A-) DİRENİŞİN KARAKTERİ; KİMİN VE NASIL BİR DİRENİŞİ?
Haziran Direnişi üzerine liberal “sol” spekülasyonun en önemli özelliklerinden biri, aşağıda aktarılacağı üzere, bu hareketin halkçı-demokratik karakterinden hareketle, onun işçi sınıfı ve hareketine karşı teorilere malzeme edinme çabasını ifade ediyor oluşudur. Bu spekülatif iddia ya da “tez”, D. Çetinkaya’nın makalesinde dile getirildiği üzere, hareketin politik talepler etrafında şekillenmesini dayanaklardan biri olarak almaktadır.
Hareketin bu özelliği, kuşku duyulmayacak kadar belirgin olmuştur. Bir halk hareketi olarak gelişip yaygınlaşan ve farklı sınıf ve tabakalardan kitlelerin katılımıyla süren bu hareketin öne çıkan başlıca talebi demokrasi ve özgürlük olmuştur. Despot bir yönetime karşı ve ülkenin antidemokratik siyasal sisteminden kaynaklanan doğrudan politik talepler, harekete katılan halk sınıf ve tabakalarının, işçi, işsiz, genç, kadın ve erkek emekçilerin diğer taleplerinin önüne geçmiş, gelecek kaygısı, yaşam alanı ve tarzı kaygısı gibi sosyal-iktisadi karakterli olanlarının da savunulmuş olmasına rağmen, esası teşkil etmiştir. Ayrıca, bu direnişe katılanların herbiri ve farklı grup ve kesimler açısından farklı düzeylerde olmakla birlikte, katılımın izlenen saldırı politikalarına karşı biriken bir öfke ile birlikte oluşan bir farkına varma-farkında olma; kendi durumu ve onun Hükümet ve sistem politikalarıyla ilişkisinin şöyle ya da böyle bilincine varma durumuyla da bağlı olduğu belirtilmelidir.
Bütün bunlar doğrudur ve milyonların katıldığı bu halk eyleminin politik bir hareket ve eylem olarak gelişmesi ve Hükümet ve sistemin baskı kurumlarıyla cepheden karşı karşıya gelmesi, hareketin ileri düzeyi ve karakterininin de göstergesidir. Ancak hareketin bu özelliğinden hareketle onu iktisadi-sosyal koşullardan ve gelişmelerden soyutlamak, izlenen sosyal-ekonomik politikaların bu hareketin gelişmesinde etkili olmadıklarını düşünmek ya da açıklıkla ve öne çıkarılarak dile getirilmediler diye, ‘yaşam tarzı’na müdahale, yaşam alanlarının tahribi gibi sosyal karakterli taleplerin bu hareketin gelişmesi ve yaygınlaşmasında etkili olmadıklarını varsaymak, toplumsal hareketin etkenleri arasına sınır çekme anlayışına götürecektir. Bu makalede görüşleri ele alınacak olan yazarlar ise, hareketin bu “açık” niteliği ve öne çıkan özelliklerinden hareketle onu tek yanlı değerlendirmekle kalmıyor, halkçı çeşitliliğini/heterojen yapısını işçi sınıfının devrimci konum ve rolüne karşı kullanmaya da çalışıyorlar. Bununla birlikte, öne çıkardıkları bir diğer yan, halk sınıf ve tabakalarının geniş şekilde katıldığı bir eyleme “birey”lerin katılışını, onların “salt birey halleri”yle sınırlı ve “özerk” davranışını teorileştiren bir yaklaşımdır. Birey ve kitle onların tezlerinde “karşıt” konumda görünüyor ve bunu hareketin “demokratik, anti otoriter, esnek, kurumlaşmamış…vb” özelliklerinden sayıyorlar.

B-) HAZİRAN DİRENİŞİ VE TOPLUMSAL HAREKETİN DİNAMİĞİ/ DİNAMİKLERİ

Haziran Direnişi de içinde olmak üzere toplumun çeşitli sınıf ve kesimlerinin hareketini, eylemleri ve direnişlerini içinde doğup geliştikleri iktisadi üretim ilişkileri ve toplumsal koşullardan ve bunların çok çeşitli diğer etkenlerinden soyutlayarak değerlendirmek mümkün değildir. Sınıfların varlığı ve hareket tarzları (tekil bireyler veya grupsal birlikler açısından da böyledir), içinde bulundukları maddi üretim koşulları tarafından belirlenirken, toplumsal sınıf, grup ve kesimlerin tekil ve kolektif eylemleri-hareketleri bu toplumsal koşulların değişiminde rol oynarlar. Verili iktisadi ve toplumsal koşullar, politik ve iktisadi-mesleksel örgütlenmeler, ideolojik etki ve yönlenmeler/yönlendirmeler, devralınan ve içinde hareket edilen koşularda yeniden veya yenilenerek şekillenen “kültür” ve anlayışlar, bunların tümü sınıflar arası ilişkilerin gelişme sürecinde işlev görürler. Diğer yandan bu ilişki ve çelişkiler herhangi bir bilinmeyen zaman ve koşullarda değil, içinde bulunulan-yaşanılan toplumda cereyan eder-meydana gelirler.
Ekonomik ilişkiler ve toplumsal koşullar toplumsal hareketin zeminini oluştururlar. Toplumsal işbölümü ve örgütlenme, toplumsal üretim (üretimin toplumsal karakteri, birbirine bağlanan, ilişkili olan işkollarında çalışan işçilerin ortak ürünü, ortak çalışması olarak üretim) herkesten önce proletarya tarafından gerçekleştirilen bir üretimdir ve bu da, onu toplumsal hareketin başlıca gücü haline getirir. Toplumsal hareketin maddi üretim koşulları ile bu ilişkisi onu tekil bireylerin birbirlerinden soyut hareketi olmaktan çıkararak, bir aradaki kolektif hareketi haline getirir. Bireylerin eylemleri, düşünceleri, ‘ahlak’ları yaşam koşullarından; sınıf ilişkileri ve bu ilişkileri doğuran üretim koşullarından soyutlanamaz(lar). “Bir bireyin kendinde birey olarak peşinen sahip olduğu şey bile, günümüzde aynı zamanda toplumun da bir ürünüdür…”  İnsanlar, başka insanlarla –insan grupları ile– ancak içinde bulundukları maddi yaşam koşulları tarafından çelişkiye düşürülür ve mücadeleye çekilirler. Mücadele onlar arasında gerçekleşir ve mevcut üretim sistemi içinde tuttukları yere bağlı olarak farklı kutuplarda yer alarak, talep ve hedeflerini gerçekleştirmek üzere ‘savaş’a tutuşurlar.
Kapitalizm, insanların ihtiyaçları ile maddi üretim ilişkileri tarafından oluşturulan, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişki ile malüldur. Sınıf mücadelesi bu çelişkiler üzerinden şekillenir ve gelişir. “Gezi Direnişi” bireylerinin “birbirlerinden yalıtılmış” ve “zaten örgütlü harekete katılmaktan da imtina edip uzak duran”lar olduğunu vazedenler, böylece bu direnişçi bireylerin, “birbirleriyle ilişki içinde bulunmaya ihtiyaç duymayacakları”nı; onların “özerk birey”lerden oluştuklarını ileri sürerlerken, taleplerinin “toplumsallığı”nı  da, “üretici güçlerinin ve ihtiylaçlarının belirli bir gelişim aşamasında bulunan bireyler olarak birbirleriyle ilişki içine girdiklerini” de görmezden geliyorlar. Oysa, mevcut ilişkileri yaratan ya da hergün yeniden üreten, aynı zamanda “bireylerin kişisel, bireysel davranışları, bireyler olarak birbirlerine davranışları”dır. Onlar, günden güne yayılan direnişe katıldıklarında, birbirleriyle, her nasıl durumda bulunuyor iseler oradan hareket ederek, “oldukları gibi” ilişkiye girdiler. “Hayat görüşleri”nin farklılığı buna engel olmadı… ‘Bireyler olarak birbirlerinden etkilenmeleri’, eylemlerinin karşılıklı olarak birbirini etkilemesi kaçınılmazdı.
2013 Haziran Direnişi’ni her şeyden önce bu ‘genel bağlam’ içinde değerlendirmek gerekir. Direniş, tekelci gericilik ile işçi sınıfı ve öteki tüm ezilen ve baskının farklı türleriyle karşılaşan emekçi kesimleri arasındaki mücadelenin çeşitli biçimler alarak ve lokal ya da nispeten daha genelleşen ve “ortaklaşan” eylemler halinde sürdüğü koşullarda, politik baskıyı ve polis şiddetini devlet yönetiminin etkin bir tarzı olarak sürdüren bir Hükümet’e karşı, Türkiye kapitalizminin en önemli gelişme merkezlerinden birinde ortaya çıktı ve yayıldı. Sömürülen ve ezilenlerin iktisadi-sosyal taleplerinin “billurlaşmış” net bir ifadesi ile ortaya çıkıp çıkmadığından bağımsız olarak, o, başlıca sınıfların ve onlara bağlanan diğer ara tabaka ve kesimlerin ilişkilerinden soyutlanmış bir hareket –”çöldeki bir vaha”– değildi. Direnişi “beklenen-beklenilmeyen” ikilemine sıkıştırmak ya da örneğin sınıflar arası mücadele ve işçi sınıfının bu mücadeledeki tarihsel devrimci işlevine karşı bir “yeni gelişme” ve “yeni bir kanıt” olarak sunmaya çalışmak, her şeyden önce, toplumsal hareketin –ki o işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen ve sömürülen çeşitli toplum kesimlerinin hareketidir– sınıf bağlam(lar)ını ve maddi üretim koşulları ile ilişkilerini ya yeterince dikkate almamak ya da görmezden gelmek olacaktır. Birazdan göreceğimiz gibi, “yeni toplumsal hareket” teorisi –safsatası demek daha doğru olacak–, aksini iddia etmesine rağmen, bu temel etken ve nedenleri gözardı edenlerin hırdavat deposundan aşırılmıştır.

C-) HAZİRAN DİRENİŞİ VE “YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER” SPEKÜLASYONU
Toplumsal Tarih’in Temmuz 2013 (235.) sayısında Y. Doğan Çetinkaya, örneğin  “… 2013 İsyanı sırasında gerek Gezi Parkı’nda, gerek Taksim Meydanı’nda gerekse de Türkiye’nin diğer şehirlerinde ciddi bir orta sınıf seferberliğinin olduğu”ndan söz ederek, hareketi, “Tahrir Meydanı’nda toplanan ve Mısır Ayaklanması’nın temelini oluşturan orta sınıflar”ın hareketiyle kıyaslıyor, ve Mısır’daki bu ‘orta sınıf’ı, “her ne kadar neo-liberal  iktisadi politikalardan derinden etkilenen bir kesim de olsa,… temelde siyasi özgürlükler ve siyasi bir değişim talep etmekte” olan kesim, ayaklanmayı da siyasi özgürlük talepli bir ayaklanma olarak niteliyor ve devamla, “Gezi ile başlayan direnişin ‘yaşam tarzı’ ile ilişkilendirilmesi ciddi bir haklılık payı taşısa da gençleri odağımıza aldığımızda bu eylemlerin bir politik özgürlük arayışı olduğunu da görmek gerekir….” diye yazıyor. “Yani” –diyor yazar– “kısacası 2013 Gezi İsyanı, Arap Baharı ayaklanmalarnda olduğu gibi çok güçlendiği ve her şeye müdahale ettiğini düşündükleri yöneticinin sınırlandırılması talebini içeriyor. ..”
“Yöneticinin sınırlandırılması”nı yalnızca politik yönleriyle gören Çetinkaya, bu direnişi, ABD ve Avrupa’da ortaya çıkan kitle protestoları, grevleri ve diğer eylemleriyle kıyaslayarak, “oradakiler”in temelde, “neo-liberal ekonomiye, sosyal refah rejiminin dağılmasına, güvencesiz çalıştırılmaya, geleceksizleştirilmeye ve iktisadi krizlerin faturasının alt sınıflara kesilmesine karşı ‘700 Eura Kuşağı’ olarak tanımlanan gençliğin bir eylemi” olduğunu; Yunanistan ve diğer AB ülkelerinde “bir sosyal itiraz ile sosyal ayaklanma ile karşı karşıya” olduğumuz halde, Türkiye’deki Haziran “İsyanı”nın böylesi bir “sosyal altyapı”sının bulunup bulunmadığını ancak zamanın göstereceğini ileri sürüyor. Kıyaslama ‘kriterleri’ne bakarak söyleyecek olursak, yazar, Haziran Direnişi’nde böylesi bir “altyapı yokluğu” düşüncesindedir. Hareketin “temel motivasyonu”nun politik olduğunu belirterek bu “yargı”mızı kendisi de teyid ediyor.
Doğan Çetinkaya’nın ikinci iddiası ise, dolaysız şekilde, “postmodernist” ‘parça her şeydir-bütün hiçbir şey’ anlayışından ödünç alınmıştır. Şöyle diyor: “Neoliberal çağda toplumsal isyanların en önemli özelliklerinden bir tanesi de önderlik veya liderliğin mevcut olmayışıdır. Bunun elbette olumlu ve olumsuz yönleri var. Dünya çapında sosyal isyanlar bir çeyrek asırdır örgütlü bir siyasal forma kendisini tercüme edebilmiş değil. Türkiye de bu konuda bir istisna olmayacağını bu son vesile ile gösterdi.”
Fuat Keyman ise, Çetinkaya’dan hayli zaman önce, “Türkiye’nin geleceğini yeni orta sınıf belirleyecek”tir kestiriminde bulunmuştu.  Keyman’a göre de, ülkenin son on yıllardaki “dönüşüm süreci”nin en önemli “boyutu”nu, “yeni orta sınıflar olarak adlandırılan toplumsal katman/ kesim/kimlik oluşturuyor”du! Keyman’a göre, bu “yeni orta sınıflar”, Türkiye’de özellikle son on yılların ekonomik dinamizmi ve “girişimci kültür”ünün taşıyıcı “aktör”ü konumuna yükselmişler, “kentleşme”nin ve “kentsel dönüşüm”ün  önemli ve etkin unsuru haline gelmişlerdir.
Bu iki yazarın ididalarına, TEKEL direnişi üzerine özel bir “analiz” yapan Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Y. Yıldırım’ın “tezi”ni ekleyebiliriz. Toplumsal hareketleri, “belirli sosyo-kültürel şikayet ve talepler üzerinden bir araya gelen insanların düzenli ve ısrarlı çabaları” şeklinde tanımlayan Y. Yıldırım, “toplumsal bir hareket kimliği kazanamadığı”nı ileri sürdüğü TEKEL direnişini, “Yeni Toplumsal Hareketler” ile bağlantılandırarak, bunu, “hareketin işçilerin kendi azimlerine, bireysel çabalarına dayanarak ilerlemesi ve kurumsal sınırları zorlayan bir çizgiye evrilmesi” ile izah ediyor.  Ona göre, TEKEL işçilerinin çeşitli diğer emekçi kesimlerinin desteğini de alan 78 günlük Direnişi, kurumsal olmama özelliğiyle ayrışmıştır. Y. Yıldırım’a göre, “YTH’lerin en önemli özelliği, bir ‘akış’ içinde gelişmeleri ve bilginin hızlı yayılımı esasıyla yeni bağlar oluşturma gücüne sahip olmalarıdır. Diğer bir deyişle etkileşim ve deneyim paylaşımı, öğrenerek gelişimin ve direncin yükseltilmesinin önünü açmaktadır. Tekel direnişi bu bağlamda, özellikle ‘çadırkent’ aracılığı ile, daha önce bir araya gelmeyen kesimlerin konuşması, etkileşime girmeleri, konuşmaları, birlikte zaman geçirmeleri, dolayısıyla bir diyalog içine girmeleri, yeni stratejiler üzerine düşünmeleri ile tam bir iletişim odağı haline gelmiştir. Bu şekilde, direniş, belirli bir veri setini öğretmenin değil, karşılıklı öğrenmenin zeminini yaratmıştır.” (aynı yerde)
Bu yaklaşımların ortak noktası, ülkenin son on yıllarında gelişen hareketleri işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini dışlayan, hatta işçi hareketine alternatif yeni “toplumsal özne oluşumu”na vurgu oluşturuyor. Sınıfların nesnel konumları, durumları, buradaki tartışmamız açısından kapitalist üretim sisteminin başlıca sınıfları olarak işçi sınıfı ve burjuvazinin varlığı ile onların nesnel karşıtlık üzerinden gelişen mücadelesi; bunun düzeyi ve sınıfın bilincindeki yeri, ‘kendiliğinden sınıf’ hali ile ‘kendi için sınıf’ oluş birbirine alternatif göstirilerek, birinden birinin tercihi istenmekte; kendisi için sınıf tutumu sorunlu sınıfsal pratik, nesnel çelişkilerin ve nesnel sınıfsal varlık durumunun inkarına malzeme edilmektedir.
Bu yaklaşım ilkin yavandır; ve sonra da  Hükümet’in politikalarına karşıtlık üzerinden şekillenen ve toplumsal çok çeşitli kesimlerin katılımıyla gerçekleşen bu büyük kitlesel eylem(ler)i, işçi sınıfına ve mücadelesine “alternatif” gösterme çabasıyla gerici bir platformda bulunmaktadır. Olgu ve gelişmelerin bu mekanik ve kaba determinist ele alınışını aşağıda biraz daha  açarak irdelemeye çalışacağız.

D-) TOPLUMSAL TARİHİN “YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER” GEREKÇELİ ÇARPITILMASI
Anımsanacaktır; daha birkaç yıl önce Cenova, Rio de Janerio, Seattle gibi kentlerde gerçekleştirilen ve çeşitli ülkelerden farklı toplum kesimlerinden insanların katıldığı gösterilerden hareketle, toplumsal hareket(ler)e ilişkin “alternatif yeni teoriler” hayli taraftar bulmuştu. Aradan çok geçmedi, bu türden “uluslararası toplanmış kalabalıklar”ın eylemleri görülmez-gerçekleştirilmez oldu. “Sahne”ye çeşitli ülkelerdeki emekçilerin kapitalizmin ‘tarihi’ ile neredeyse yaşıt diyebileceğimiz “eski tür”den (!) grev, genel grev, gösteri ve protestoları, dahası bazı ülkelerdeki ayaklanmaları çıktı ve yaygınlaştı. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerindeki gösteri, grev ve protestolarda işçiler, kent yoksulları, gençlik ve kadın  kitleleri önemli bir yer tuttular. İktisadi-sosyal politikaların protestosu Şili, Brezilya, ABD, İsrail, Türkiye gibi ülkelerde de gerçekleşti. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da ise, kitlesel ayaklanmalar yaşandı. Buna karşın, 1960 sonrası dönemde Avrupa ülkelerinde geliştirilen post-modernist “Yeni Toplumsal Hareket” teorisini benimseyip “geliştirme”ye soyunan “sol” liberal iktisatçı ve sosyologlar, bu gelişmeleri, proletarya-burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi alanı dışında, bu çelişki ve çatışmayı üreten koşulları önemsiz gösteren tek yanlı ve kitle hareketi tarihini de çarpıtan bir tutumla irdelemeyi sürdürdüler. Onlara göre, 2000’li yıllarda gelişen kitle hareketleri, bu “teori”nin “yeni kanıtlarını oluşturuyorlar”dı!
Buna göre, proletaryanın toplumsal konumu ve rolü “eski önemini yitirmiş” ya da toplumsal başka kesimlerden “farksız” bir duruma gelmişti ve bu durumda toplumsal hareket, artık kapitalist üretim sürecinin iki başlıca en önemli sınıfının ilişkileri esas alınarak değil, konjönktürel gelişmelere bağlanan öteki toplum kesimlerinin (kadın, etnisite, çevre, dinsel inanç grup ve toplulukları gibi) hareketi üzerinden irdelenmeliydi. 2013 Haziran’ında gerçekleşen büyük kitlesel direnişi bu “teori” ve yaklaşımların yeni bir kanıtı ve dayanağı olarak pazarlamaya çalışanlar aslında eski bir nakaratı yinelemekten başka bir şey söylemiş olmuyorlardı.
“Bilimsellik” iddiasını olgulara dayanmaları ve farklı toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri, insanın maddi etkinliği ve meta üretimi sürecindeki yeri ve rolünü esas alarak irdeleme yöntemine değil, spekülasyonlara dayandıran bu görüşler, kitle hareketinin diyalektiğinden bihaber oluştan kaynaklanmıyorlarsa eğer,  toplumsal hareketin gelişme süreci ve “tarihi”nin çarpıtılmasını esas alıyorlar demektir.
Haziran 2013 Direnişi’ne katılan toplumsal kesimlerin; işçi ve emekçilerin, kentin ve kırın yoksullarının nicel durumunu gösterir verilerden yoksun olmalarına, “Orta Sınıflar” olarak gösterdikleri çeşitli meslek gruplarından “orta gelir grupları”nın durumunu somut olarak göstermeden ve aralarında bu kesimlerden emekçilerin öğrenci ya da mezun genç çocuklarının bulundukları ‘genç yığın’ların “aile kökeni”ne dair bir değerlendirmeye de gitmeksizin, hareketin İstanbul, Ankara ve İzmir ‘merkezleri’ni esas alarak ve ülkenin tüm diğer bölgelerindeki ‘katılımcılar’ın sosyal konumlarını söz konusu dahi etmeksizin, Direnişi “yeni toplumsal hareket” kimliği ile yaftalamaya soyunurlarken, neoliberal-‘realpolitik’in eskimiş bir nakaratını yeni versiyon şeklinde diriltmeye çalışıyorlar.
Toplumsal hareketi “eski” ve “yeni” olarak sınıflamaya kalkışanların, sözüm ona “yeni olan”ına dair gerekçeleri esas olarak “uyduruk”tur! Ezen-ezilen ulusların, ezen-ezilen cinslerin ve insanın doğayla-yaşam alanları ve koşullarıyla ilişkileri üzerinden kurgulanmaya çalışılan bu sözde yeni “hareket” teorisi, tarihsel-nesnel gelişmelere de, bu gelişmelerden hareketle yürütülen devrimci mücadele pratiği ve onun teorik savunusu ve kuruluşuyla da aykırılık gösterir. Kurgulanmak istenen “yeni özellikler”, bu hareketlerin örneğin kapitalizm koşullarında, daha kapitalizmin “şafağı”yla başlayarak toplumun gündemine girdikleri ve Marksist devrimci teori ve politikanın konuları arasında yer aldıkları gerçeğini örtbas etmek üzere istismar edilmeye çalışılan “eski” ve bilindik özelliklerdir. “Yeni toplumsal hareketler” kavramı esas alınarak geliştirilen tezlerin ortak ‘tema’larından biri de, kapitalist gelişmenin “sanayi sonrası dönemi”nde birey “özerkliği”nin genişlediği, bunun da toplumsal sınıflar arası çelişki ve çatışmaların belirli bir sınıf esas alınarak analizini “mümkün olmaktan çıkardığı” varsayımıdır. Buna, ezen ve ezilen çatışmasının siyasal partiler ve örgütler aracıyla sürdürülmesinin geçersiz kılındığı iddiası eklenmiştir.
“Yerine ikameci” liberal “sol” yazarların dayanak edinmek istedikleri “yeni”liklerden biri de, bu Direniş’e katılan genç kuşaklardan insanların önemlice bir kesiminin –ana kitle–örgütsüz ve herhangi “sol politika”ya, “merkezci-örgütsel pratiklere” uzak durmaları, “sıkı örgütlenme”ye “gelememeleri”dir! Buradan çıkarılan sonuç ise, “toplumsal sınıfların eski durumu, ilişkileri, yapısının değiştiği, işçi sınıfının mücadelede öncü konumunun kalmadığı, farklı kimlik gruplarının öne çıktığı, işçi partileri ve sendikaları türünden ‘sıkı örgütlenmeye dayalı’ örgüt pratiklerinin bu yeni duruma uygun düşmediği, yeni toplumsal kimlik gruplarının durumunu gözeten daha esnek, dikey değil yatay, hiyerarşik olmayan örgütlenmelere ihtiyaç olduğu”dur! Bu tezlerin dayanağı “postmodernist” spekülasyon teorisidir. “Hareket”in bu ele alınışında, sistemin ve onun kurumlarının işleyiş yasaları ve “yapısal” sorunları esas olarak gözardı edilmiştir. Bu gözardı ediş, “özgül olan” diye gösterilen kadın sorunu, ezilen uluslar sorunu, kültür, barış ve çevre sorunu gibi birbirinden soyutlanmış olarak da gösterilen ve konjönktürel gelişmelerden etkilenme düzeyi hayli yüksek olan sorunların toplumsal temeli ve nedenlerini gizler ve haliyle de başarısızlığın etkeni olarak işlev görür.

E-) KİTLESEL HAREKET VE HAZİRAN DİRENİŞİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ

Peki, bu tartışmaları bir kez daha nedenleyen, tartışma konusu direnişler-hareketler açısından durum nedir? Tekel Direnişi ve 2013 Haziran Direnişi, liberal “sol” ve “postmodernist” eleştiride ileri sürüldüğü üzere, “eski toplumsal hareketler”den farklı  olarak, “orta sınıflar”ın “yeni tipte hareketi” olarak mı  gerçekleşmişlerdir?
Ülke düzeyinde 22 gün aralıksız ve ardından da aralıklı ve daha az sayıdaki alanlarda süren mücadeleye katılan tüm toplumsal kesimlerin gerçekleşmesini istedikleri ile, bunlara karşı, onları baskıyla sindirmeye ve iktidar tarafından belirlenmiş sermaye yaptırımlarının sürdürülmesini görev bilen hükümet-devlet gücü arasındaki bir mücadele olarak gelişen bir direnişin kendine özgü özellikleri olabileceği gibi, işçi-emekçi hareketini nedenleyen genel etken ve çelişkiler ile bağlı özelliklerinin de bulunacağı/bulunduğu, kitle hareketinin iktisadı ve sosyolojisini bilimsel olarak irdelemek isteyen “ortalama zeka sahibi” herkesçe kabul edilecektir.
Her direniş, protesto, grev ya da başka türden lokal ya da nispeten daha genel veya 2013 Haziran’ında gerçekleşeni türünden ülke düzeyinde ve milyonlarca kişinin katıldığı eylemler, şu ya da bu türden farklı koşullarda, farklı etkenler altında, farklı toplumsal kesimlerden insanların eylemleri olarak gerçekleşirler. Haziran Direnişi’ni önceli hareketlerden ayırt eden en önemli özelliklerinden biri, 4-5 milyon kişiyi seferber eden bir eylemler dizisi olarak gerçekleşmesiydi. İktidar politikalarına itirazı olan ve bu politikalara duydukları tepkiyi dışa vurmak isteyenler, bu eylemlere katılarak, kendi istemlerini bir biçimde dile getirip savundular, bunun için dövüştüler, binlercesi yaralandı, ölenler oldu vb. Direniş, Hükümet’in baskısıyla karşı karşıya kalan farklı sınıf, kesim, grup ve bireylerin yığınsal politik protestosuydu. Nicel büyüklükleriyle emekçi sınıflardan ve orta kesimlerden gelen genç kuşaklar etkin unsurunu oluşturdular. Ancak Direniş, ne sadece gençlerin eylemi olarak kaldı, ne de şu ya da bu “merkezi alan” ile sınırlı. Direniş, örneğin sadece Nişantaşı, Etiler, Bağdat Caddesi gibi “zengin semtleri”nde oturanların genç ve orta yaş gruplarının direnişi olarak gösterilemez. “Yeni Toplumsal Hareket”i “Gezi Direnişi”ne katılanların “toplumsal aidiyetleri” ile izaha çalışanlar, Gebze’den Alibeyköy’e, Tuzla’dan Gazi Mahallesi, Beşiktaş, Kadıköy’e; Hatay’dan İzmir’in kenar semtlerine, Dersim’den Kayseri, Bursa, Adana’nın emekçi mahalleleri ve semtlerine kadar yaygın katılımın ana kitlesini “orta sınıflar”dan ibaret göstererek, nesnel gerçeği gözardı ediyorlar. Direniş, ülkenin ‘dört bir yanı’na yayıldıkça, katılımın kitlesel çeşitliliği esas olarak  işçi, işsiz, öğrenci genç kuşaklar, işçi ve kamu çalışanı emekçiler, sağlık ve eğitim emekçileri, avukatlar, mühendisler, küçük işletme sahipleri, küçük üretici, küçük-orta esnaflar olmak üzere, ana kitlesi ezilen ve sömürülen kesimlerden gelenlerin direnişine dönüşmüştür. Bileşiminin renkliliğiyle daha kapsayıcı oluşunu sağlayan talep çeşitliliği ve genişliği ile ‘ayrıştığı’ bir gerçektir. Ama hepsi bu kadar! Ne “yerine ikameci” sınıf inkarcı tezleri doğrulayan ve toplumsal hareket özelliği itibarı ile tarihsel olanı geçersiz kılan bir hareket olmuştur, ne de toplumun ezilen sınıf ve kesimlerinden insanların birlikte katıldıkları ilk direniş ve eylemler dizisi. Haziran 2013 Dirineşi’ne yol açan ve direnişçileri eylem(ler)e sürükleyen etmen ve nedenler, direnişin sosyal-iktisadi ve politik koşulları, onun niteliği, kapsamı ve gelişme seyri yönünden de tanımlayıcıdırlar.
Haziran Direnişi, eğer örneğin D. Çetinkaya’nın da belirttiği üzere, kitlelerin “çok güçlendiği ve her şeye müdahale ettiğini düşündükleri yöneticinin sınırlandırılması talebini içeriyor” idiyse, –ki bunu içerdiği, bunu gerçekleştirme isteğiyle irtibatlı olduğu somut olarak gözlenebildi– bu “her şeye müdahale”nin hem sosyal-iktisadi temelleri-dayanakları vardı, hem de müdahalenin kendisi, yani politik saldırı, sosyal-iktisadi özelliklere sahip demektir. Yazar basit bir yüzeysellikle, sadece atılan sloganların, taşınan pankart ve ‘doviz’lerin ‘mahiyeti’nden hareket ediyor. Direnişe katılan yığınların kapitalist kâr için yürütülen saldırıların ürünü iktisadi taleplerin püskürtülmesini önlerine “eylem hedefi” ve “talebi” olarak açıklıkla koymamış olmalarından hareketle politik-sosyal talepleri iktisadi temel ve taleplerden soyutlayarak hareketi nitelemeye çalışmak, ne bir özgünlük göstergesidir, ne de yukarıdaki türden gerekçeleri sıralayan herhangi biri için yeteneğe ve bilimsel akla işaret eder.
Kitleleri harekete geçiren somut-öne çıkan neden-etken ya da talep, azımsanamaz örneklerinde görüldüğü üzere, diğer taleplerinin önüne geçip onları örten bir işlev de görebilir. Bu durum, ama kitle hareketinin yalnızca bu öne çıkan talep veya hedefi üzerinden değerlendirilmesini haklı çıkarmaz. Haziran Direnişi’ne katılan toplumun çok çeşitli kesimlerinden kitlelerin, yazarın da sözünü etmek durumunda kaldığı ekonomik-sosyal-politik-kültürel her alandaki saldırılara, “her şeye müdahale eden yönetim” anlayışı ve politikasına itiraz ettikleri, bu itirazın direnişe katılan farklı toplumsal kesimler açısından kendilerinin içinde bulundukları ve onlar açısından önem taşıyan diğer talepleri de –bunlar ifade edilmiş olsun olmasın– içerdiği gözardı edilemez. “Neo-liberal  iktisadi politikalar”ın “çok güçlenen” ve “her şeye müdahale eden” iktidar partisi ve hükümetinin “kadının toplum içindeki yerini ve davranışlarını tarif eden söylemden içki yasağına, çocuk sayısının dikte edilmesinden HES projelerine, taşeronlaştırma siyasetinin ayyuka çıkmasından üniversitelerde yapılan yeni düzenlemelere, sınav skandallarından asistan kıyımlarına birçok konuda kendisini baskı altında hissediyor” olanların önemli bir bölümü bu denli geniş alanlara yayılan şekilde yaşam tarzlarına ve yaşamlarının her alanına müdahale edilmesine karşı bu eylemler dizisinde bir araya gelebildiler. Onların her bir kesimini harekete geçiren “güdü”, bu neoliberal saldırı politikaları, kentsel yağma, işsizlik, yoksulluk ve hak yoksunluğu, siyasal baskı ve yasaklar ile yargı ve polisin hükümetten güç alan keyfi ve “hukuksuz (!) politikalarına duyulan tepki ile şöyle ya da böyle, ama bir biçimde bağlı olmuştur.
Gelelim “Orta Sınıf Hareketi” iddiasının bu direniş(ler) açısından anlamına: Haziran Direnişi’ni yalnızca bir “Orta Sınıf Hareketi” olarak yaftalayanlar, “kentli gençler”in ve orta kesimlerin direnişe yoğun katılımlarından hareket ediyorlar. Kentli ‘orta kesim/kimlik/katman’ içinde küçük üretici-işletmeci-esnaf değil sadece; aralarında, günümüzde “mantar gibi biten” bu türden özel işletmeler bünyesinde mühendis, avukat, doktor, sağlık elemanı, hemşire, öğretmen,yazar ve gazeteci, sekreter vb. olarak çalışanları da olmak üzere, binlerce, on binlerce emekçi de yer alıyor. Bu ikinciler, özel işletmelerde çalışan ‘beyaz yakalılar’, yaşam tarzlarını da içerecek şekilde henüz işçileşme sürecini tamamlamamış olsalar dahi, sömürülen ücretli işçi ve emekçilerdir. Ayrıca, direnişin en kitlesel kesimini oluşturan gençlerin ne kadarının işsiz, üniversiteli ya da liseli veya bu okulları bitirdikleri halde henüz herhangi bir meslek icrasında bulunmayanlardan olduklarına dair kesin denilebilecek bir belirleme de, böylesine yığınsal-milyonları kucaklayan eylemler açısından kolaycı yollara baş vurulmadıkça yapılamaz.
Bu bakımdan, gerek F. Keyman’ın “geleceği orta sınıflar belirleyecek” kehaneti (!), gerekse D. Çetinkaya’nın belirli bir muğlaklığa da sahip “analizi”, nesnel durum ve sınıf gerçekliklerine aykırılık göstermektedir. Ve buraya kadar söylenenlerden çıkarılabilecek sonuç odur ki; Haziran Direnişi de içinde olmak üzere, toplumun farklı kesimlerinin birlikte gerçekleştirdikleri ya da onlardan herhangi bir kesimin “saf” (!) eylemi veya yoğunlukta olduğu protestoları, “toplumsallık” bağlamında, ancak bu sınıf ve kesimlerden birilerinin “damgasını vurduğu” eylemler olabilirler, ancak “toplumsal”-“yeni toplumsal” suni sınıflamasına tabi tutulamazlar.
“Yeni Toplumsal Hareketler”i “öncü parti, bilinçli işçi, toptan bir dönüşüme neden olacak devrim gibi anahtar kelimelerinin yerine kültür, kimlik-aidiyet, gündelik hayat, bireysel deneyimler gibi değerleri” öne çıkaran, “kurumsal özelliği bulunmayan, işçilerin kendi azimleriyle geliştirilen” hareketler olarak tanımlayanlar , toplumsal hareketlerin bazı özelliklerini diğer bazı özellikleriyle karşıt gösteriyor ve “birey direnişçi”yi, “kendi azmi, kültürü, kimliği” üzerinden içinde yer aldığı/katıldığı kitle(ler)den soyut göstererek, maddi ilişkileri örtbas ediyorlar. Oysa ister sınıf hareketi, isterse diğer toplumsal kesimlerden çeşitli grup ve toplulukların, herhangi direnişi, onu gerçekleştirenlerin “kendi azimleri”, bireysel katılışları, yaratıcılıkları olmaksızın, gerçekleştirilemez(ler).
Kitle hareketlerini, herhangi somut durumda öne çıkan talep(ler) ile sınırlayarak irdelemek;  hareketin sınıf dayanakları ve nesnel neden ve etkenlerini, en azından bir bölümüyle gözardı etmek olacaktır. Kitle hareketlerine ya da kitlesel hareketlere insanları –ister bir sınıfın, bir grubun unsurları, isterse çok çeşitli sınıflardan gelme olsunlar– çeken, bu hareketlere katılmalarına yol açan neden ve etkenleri esas almak yerine, onlar arasında “seçme” yaparak ve sadece konjonktürel koşullarda öne çıkmış olanlarıyla izah etmek, olayların  ve gelişmelerin diyalektiğine aykırı olacağı gibi, bu hareket ve gelişmelerde insan unsurunun rolünü de eksikli değerlendirmek olacaktır. Devlet ve hükümet politikalarına karşı, sosyal, siyasal ve iktisadi talepler için mücadeleye yönelen kitlelerin hareketi kendiliğinden patlamalar halinde parlayıp sönen türden olabileceği gibi, nispeten ya da daha ileri düzeyde örgütlü ve mücadele deneyimlerinden çıkarılmış sonuçların bilgisinin ortak kazanım haline getirilmesi üzerinden ve sistemin karakterine dair bilinçli-ideolojik tutumla birleşen daha sistematik hareketler şeklinde de gerçekleşebilir.
Diğer yandan, toplumsal harekete bireysel katılım ile hareketin niteliği arasındaki ilişkinin, “gönüllü, esnek, katılımcı” bireylerin belirli talep(ler) için “herhangi sınıf öncülüğü ve örgüt yönetimi olmaksızın daha başarılı oldukları” gerekçesiyle tek yanlı ve sözüm ona birey yararına “bireyci” ele alınmasıdır. “Birey”(ler)in sistemin başlıca uzlaşmaz karşıt sınıflarının ve “çatışma güçleri”nin çelişkilerinden soyutlanmış bu “özerk katılım”ı, “yeni toplumsal hareketler” spekülasyonuna ve  Haziran Direnişi’nin, “özerk genç bireyler”in yoğunluğunu oluşturduğu “Orta Sınıf Hareketi” olarak gösterilmesine malzeme yapılmak isteniyor.
Oysa, toplumsal ilişkileri bireylerin ilişkilerine, toplumu da tekil bireylerin matematik toplamına indirgemek, mekanik materyalist bir görüşe işaret eder. “Gezi Direnişi”ni “neoliberal-post Marksist, post yapısal” çevrimine almaya soyunanlar, “toplumsal” birey ve grupları “özerk”leştirip, hareketin hetorojen yapısını, işçi sınıfına ve ‘kolektif edimler’e karşı bir kanıt olarak sunmaya çalışırlarken, toplumu belirli tarihsel “kuruluş”; bireylerin içinde yaşadıkları, ürettikleri ve “üleştikleri”, çalıştıkları ve çatıştıkları toplumsal ilişkiler sistemi olarak ele alan materyalist diyalektik görüş ile de karşıtlığa düşmüşlerdir.
Y. Yıldırım tarafından TEKEL direnişine atfedilen ve “yeni” olarak sayılan özellikler, gerçekte az-çok örgütlü işçi ve emekçilerin –ki TEKEL işçilerinin bir sendikası vardı ve eksiklikleri, zaafları ne olursa olsun işçilerin birlikte hareketi için belirli bir zemin, yönlendirici bir merkez oluşturuyordu– benzer diğer eylemleri için de sıralanabilir özelliklerdir. İşçi ve kamu işletmelerinin emekçilerinin çok sayıdaki eylemi, grev ve protestosunda da, bunlar eğer belirli bir sürece yayılmışlar ise, grev ve direnişlere katılanlar, işçi ya da diğerleri yönünden yaşanagelen ‘şey’lerdir. Bu, toplumsal hareketin diyalektiğine de uygundur. Belirli talepler için eyleme geçenler yalnızca  birlikte hareket etmezler, aynı zamanda eylemlerinin başarısı için yapılması gerekenler üzerinde konuşur/tartışır, taktikler geliştirmeye, önceki mücadele örneklerinin derslerinden yararlanmaya çalışır, örneğin halkın çeşitli kesimleriyle dayanışma ile eylemlerinin güçleneceğini bildiklerinden bu yönlü girişimlerde bulunurlar. Ne örgütlü siyasal kesimlerin direnen işçi ve emekçilerle biraraya gelip tartışması, yardımlaşmaları, ne diğer emekçilerin, gençlerin, kadınların ve küçük esnafın işçilerle diyaloğu ve yardımlaşması, ne “çadırkent” gibi “konuşma, etkileşme, birlikte zaman geçirme” olanağı sağlayan gelişmeler Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin gündemine yeni gimiş değildir. TEKEL Direnişi’nin farklılığı ya da özgünlüğü, bu gelişmelerin nispeten daha “istikrarlı” ve daha uzun süreye yayılan şekilde gerçekleşmiş olmasıdır.
Övgüye boğulan, ve yazarlarının “demokrasi” ve mücadele anlayışlarına da işaret eden, “yüksek bir otonomi içinde anti hiyerarşik özellikler gösteren, kendi bağlamını geliştiren, kurumsal değil kendiliğinden eyleme odaklanan, tek belirleyicinin olmadığı, tabana yayılmış bir demokrasi vurgusunun ve katılımın desteklendiği hareketler”in “arada”lığı, kalıcı olamayışları ve bu özellikleri nedeniyle de başarı oranlarının düşüklüğü ise yine toplumsal hareketler pratiğinin kanıtladığı gerçekler arasındadır. Yıldırım’ın aynı makalede yeni bir özellik gibi gösterdiği “kürsü işgali” eylemi de işçi mücadelesinde “yeni” değildir. Basit bir örnek: Bayram Meral işçi korkusuyla kaçıp ağaca tırmanmıştı. Mücadeleci işçi tutumuna bağlı olarak, sendikaların kapitalistler ve hükümetlerinin değil de işçilerin taleplerinin ısrarlı savunucusu olmaları istemiyle sendika yöneticilerine baskı yapmaları, hatta sendika şube ve merkezlerini basmaya kalkışmalarının birçok örneği yaşanmıştır. Ortak çıkarların bir araya getirdiği kitleselleşme doğal olarak bir dayanışma ve grup dinamiğini de üretir. Talepleri için harekete geçenlerin, baskı ve sömürücü güçlere karşı çıkışları bir değişime işaret ettiği gibi, bu hareketleri ile yol açacakları değişimden kendileri de etkilenir ve değişirler.
Toplumsal gelişme ve değişimin dinamik unsu(ları)nı oluşturan toplumsal hareket(ler)in özelliği, tekil bireylerin eylemi olmaktan “çıkarak”, bir topluluğun, kolektif grup ve kesimlerin hareketi olarak şekillenmeleridir. Herhangi toplumsal karakterdeki bir talep için örgütlü/kolektif mücadele ya da hareket, bireysel itiraz ve tepki(ler)in bu daha geniş, daha genelleşmiş ve kolektif topluluk tepkisi ve itirazı ile birleşerek, ona ‘yükselmesi’ anlamına da gelir. Hareketin bu özelliğinin üretim içindeki konumu ve rolünden ötürü herhangi diğer bir sınıf ve kesimden önce ve başlıca olarak işçi sınıfı için geçerli olması, kapitalizmin olgusal bir gerçeğidir. Emek gücünü kapitaliste satarak yaşamının gereçlerini edinmeye ve soyunu sürdürmeye çalışan işçinin üretim araçlarının mülkiyetinden yoksunluğu, onun tekil bireylerinin ortak sınıf özelliği olup birlikte hareket etmelerinin de nesnel temelini ve belirli anlamda nedenini oluşturur. Bu nesnel durumu, çünkü, işçiyi, bizzat kendi emek gücünü harcayarak ürettiği ürünü, ancak yeniden bir ödemede bulunarak edinme zorunda bırakan bir ilişkiler ağı ile de bağlıdır. İşçi, yaşamsal ihtiyaçlarının daha iyi koşullarla sağlanması için burjuva sınıfı ve onun kurumsal şekillenişini ifade eden siyasal-ekonomik ve sosyal-askeri erk merkezlerine karşı mücadele etmek zorunda kalır.
Sosyal kurtuluşu proletaryanın hareketiyle ilişkilendirirlerken Marksistler, doğrudan doğruya toplumsal olgulardan, maddi üretim sürecinden, bu süreçte işçiler ile kapitalistlerin somut/gerçek ilişkilerinden hareket etmişlerdir. “Toplumsal hareket” kavramının bu kullanılış ve kapsayışından hareketle, işçi sınıfı dışındaki ezilen sınıf ve kesimlerin hareketinin toplumsal karakterinin dikkate alınmadığı ya da önemsiz sayıldığı yönündeki uydurmaların Marksist yaklaşım ile bir alakası yoktur. Aksine, işçi sınıfı hareketiyle diğer ezilenlerin hareketinin birleşik gücü ve toplumsal etkisi ve toplumsal değişimin emekçiler yararına sonuçlar doğurması için işlevsel önemine işaret edenler Marksistler olagelmişlerdir. İşçi hareketi sınıfın üretim sürecindeki konumu ve nesnel durumundan güç almakta, kurumsal özellik kazanması, aynı nedenlerle daha kolay olmaktadır. İster işçi sınıfı içinden çıksın, isterse etnik/ulusal, “çevreci”, “kadın hakçı” toplulukların eylemleri içinde olsun, belirli talepler etrafında birleşen kitlelerin farklı kesimlerinin ortaklaşabilir talep ve çıkarları için dayanışmalarını eylem içinde ilerletmeleri, örgütlü birlik yönünde ilerlemeleri, daha kolektif ve tümele doğru bir güç oluşturmaya çalışmaları, her iki durumda da hareketin bir özelliği olarak ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla da, “yeni toplumsal hareketler” olarak tanımlanan hareketlerin ‘sınır’ını “özerk” bireylerin “anti otoriter, esnek, kurumsal olmayan eylemleri” olarak belirleyen “yeni hareket”çi “yeni teori”, bu kesimlerin sermaye sistemindeki ezilmişliği ve sömürülmeleri nedeniyle kapitalizme karşı mücadele zorunlulukları anlayışına da zarar veriyor. Kaldı ki, Haziran Direnişi’nin “özerk bireyleri” de hareketin bu dinamiği, diyalektiği ve kitleselliğinden ve yine “Taksim Platformu” gibi örgütlü yönetim etkeninden etkilenmişlerdir. (Direnişe katılanların eylem içindeki değişimi, örgütlü kesimlerle ilişkilerindeki belirli bir değişim, baskı uygulayıcılarının saflarında yaratılan etki ve onları ister saldıraya isterse ‘kazanma’ya yönelirlerken değiştirmiş olması, nihayetinde hemen her kesimde “bundan sonra eskisi gibi olmayacak/yapılamayacak!” düşüncesinin oluşması, bütün bunlar, toplumsal değişim ve hareketin ‘unsurları’na katılmışlardır.)

F-)  “SONUÇ”  YERİNE BİRKAÇ CÜMLE
“Yeni Toplumsal Hareketler” kurgusu, proletaryanın devrimci sınıf karakterini nedenleyen iktisadi-toplumsal koşulların ve onunla birlikte sınıfın kendisinin de değiştiğini, sistem parti ve örgütleri aracıyla “sisteme entegre olduğu”nu; toplumsal talepleri sahiplenmesini sağlayan sınıf mücadelesi koşullarının değişmesiyle birlikte, “demokratik, eşitlikçi ve katılımcı, grupsal çıkar ve dinamikler”in muhalefetinin “değişim hareketi”nin dayanağı haline geldiğini ileri süren neoliberal-post modernist iddialara dayanır. Buna göre, toplumsal hareket artık “grup davranışı göstermeyen” topluluklar aracıyla ve “özerk bireyler” üzerinden gerçekleşmektedir!  O, artık, “sıkı örgüt” ve “disiplin”e dayanmayan, daha “loose”, “daha “esnek” ve esas olarak “iletişimsel” birliktelikler üzerinden yayılan bir “yeni hareket”tir!
Bu kurguda, işçi sınıfı hareketinin salt iktisadi nedenler ve talepler üzerinden geliştiği gibi bir saptırma önemli bir yer tutar ve işçi sınıfı ve onun sosyal hareketi, siyasal, hukuksal, etnik, ekolojik, dini ve cins ayrımına dayanan sorunları “sorun etmemiş” gibi gösterilir. Ciddi bir çarpıtmadır ve dayanaksızdır. “Eski toplumsal hareket” kategorisine itilmek istenen işçi hareketi “dar” ve toplumsal sorunları “kapsamaz” ve üstlenmez gösterilerek, Marx ve Marksizmin, dolaysız olarak iktisadi-toplumsal sistemin çelişkilerinden hareketle mücadelenin güçleri ve talepleri ve varacağı tarihsel uğrak üzerine belirlemeleri “bilinmez”e itilmek istenmektedir. “Orta sınıf hareketi” ise bir tür teorik istismar konusu edilmektedir. Bunun bir diğer anlamı toplumsal tarihin tahrif edilmiş bir “yeniden yazılımı”dır.

Basın ve yayının büyüyen sorumluluğu üzerine: sermaye basınına karşı emekçi basını

Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve Haziran ayı boyunca dalga galga tüm ülkeye yayılan halk hareketinin tüm çıplaklığı ile gözler önüne getirdiği sorunlardan birisi de ülkedeki “büyük” diye bilinen gazete ve televizyonların içinde bulundukları utanç verici durumdu. Yüzbinlerce insan demokrasi ve özgürlük için, yaşam alanlarını korumak için sokaklara çıktığında ve bu karşı çıkış polis terörü ile engellenmeye çalışılırken, ülkenin büyük TV kanalları bu olayları görmezden geliyor, bir TV kanalı ise tam da bu sırada penguenler üzerine bir belgesel yayınlıyordu! Halkın haber alma özgürlüğü ile sermaye ve hükümetin gerçekte olup bitenin üzerini örtme çabasının bu denli çarpıcı bir karşıtlıkla ortaya çıkması belki ilk kez olmuyordu, ancak bunun yankısı ve etkisi geçmiştekilerle karşılaştırılamayacak kadar büyük ve yaygın oluyordu.
Bu durum ülkedeki egemen büyük basın ve yayının durumu ve işlevi sorununun çarpıcı bir biçimde tartışılmasını beraberinde getiriyordu. Şurası çok açıktı: büyük diye adlandırılan televizyon kanalı ve gazete gerçekte büyük sermaye gruplarının elindeydi ve bu sermaye gruplarının pek çoğunun da AKP hükümetiyle çok “yakın” ilişkileri, çıkar bağları bulunuyordu. Bunlardan bir kısmı doğrudan hükümetin kontrolü altındayken, diğer bir kısmı ise ihaleler, teşvikler, vergi avantajları peşindeydi ve hükümete ters düşecek herhangi bir yayın politikası izlemek gibi bir niyetleri de bulunmuyordu. Günlerce bu basın ve yayında birazcıkta olsa gerçeği görme beklentisinde olanların artık sabrı taşmış, bunlara karşı protesto gösterileri gündeme gelmeye başlamıştı.
Ne var ki, protestolar o günkü güncellik üzerinde yükselseler de, halk hareketi sırasında ortaya çıkan bu durum tekil bir olay değil, büyük basının genel olarak içinde bulunduğu durumu yansıtan bir durumdu. Halk kitlelerinin gerçek sorunları ve talepleri, işçi ve emekçi yığınlarının sesi bu basın yayına zaten girmiyor, girdiğinde de ya hareketleri mahkûm ediliyor, ya da gerçek içeriğinden soyutlanıyordu. Daha da önemlisi bu basın yayının tüm yayın politikasını sermaye egemenliğindeki her ülkede görüldüğü gibi halkın uyuşturulması ve edilgenliği üzerine kuruyor, kitleler üzerinde egemen ideoloji ve düşüncelerin etkisini artıran ve yaygınlaştıran bir işlev görüyordu. Açıkçası söz konusu olan sadece gerçeği yansıtmamak ve onu çarpıtmak değil, büyük sermayenin egemenliğine dayanan ilişkilerin, egemen sınıf çıkarlarının, buradan temellenen dünya görüşünün ve her türden gerici ideolojinin yaygınlaştırılması ve yeniden üretilmesi idi.
Bu gerçeklerin ışığında bakıldığında, sorunun, şu ya da bu haberin karartılmasını, çarpıtılmasını, bazı gazetecilerin ve yayıncıların gerek hükümet baskısıyla, gerekse de oto-sansür yoluyla işlerine son verilmesini, yaygın olarak gazetecilerin tutuklanmasını, kısacası demokratik özgürlükler ve basın özgürlüğü sorunlarını çokça aşan boyutlarının olduğu rahatlıkla görülebilir. Yukarıda basının sorunlarına ilişkin bahsedilenler gerçek sorunlardır ve çözümünün bir yönünü burjuva anlamda da olsa demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ile bulacaktır. Ama işçi ve emekçi halkın yaşamının gerçekleri ve bunların basın ve yayına yansıması farklı, ama temel önemde olan bir sorundur ve varlığını korumaya devam edecektir.
Bu nedenle, bir biçimde farklı sermaye guruplarına bağlı muhalif olan basın ve yayın organlarının varlığı, hükümetin tüm baskılarına rağmen yayınlarını sürdüren etnik, dinsel gurupların taleplerini seslendiren basının olması, emekçilerin büyük fedakârlıklarıyla yaşatılan basın ve yayın organlarının varlığı bu sorunun özünü değiştirmez. Bu temel sorun sömüren ve ezen üst sınıflar ile sömürülen ve ezilen alt sınıflar arasındaki karşıtlıkta ifadesini bulan bir sorundur. Yani iki farklı dünyanın karşı karşıya gelmesi sorunudur bu. Demokrasi ve özgürlüklerin, siyasi demokrasinin kazanılması durumunda da bu sorunun içeriği değişmez, ama üzerinde yükseldiği zemin daha açık ve çıplak bir biçimde görünür hale gelir.
Sorunu şöyle koymak da olanaklıdır: Genel olarak basın ve yayın organlarını ilgilendiren sorun iki yönlüdür. Bunlardan ilki doğrudan basın özgürlüğünü, demokratik hakları ilgilendiren yöndür. Hükümetin tüm engelleme çabalarına rağmen demokrasi ve basın özgürlüğü için verilen güçlü bir mücadele vardır ve bu mücadele giderek genişlemekte ve yaygınlaşmaktadır. Konusu demokrasi ve basın özgürlüğü olduğu için harekete geçirebildiği güçler doğal olarak daha geniştir.
İkinci yön ise, burjuva demokratik sınırlar içerisindeki demokrasi ve basın özgürlüğü mücadelesi ile sınırlı olmayan, ama verilen bu mücadele içerisinde, işçi ve emekçi halkın doğrudan doğruya kendi kaderini kendi eline alması ile ilgili olan, buradan da anlaşılacağı gibi kapsamı daha geniş bir sorundur. Bu yön emekçi halkın yarattığı basın ve yayın organlarının diğer tüm basın ve yayından ayrılan temel özellikleri ile ilgilidir. Bu niteliği ile de asıl olarak işçi basın ve yayınını ilgilendirir, tüm çelişkileri ve bu çelişkilere temel olan ilişkileri içerisinde hayatın gerçeğini ele alıp, onu tüm yönleri ile yansıtmasıyla bu basın ve yayını diğer bütün basın yayından ayırır ve onun emekçi halkın kurtuluş ve kendi kaderini kendi eline alması mücadelesinde nasıl bir yer tutacağını belirler.
Bu ikinci yön aynı zamanda işçi basın ve yayınının “habere yaklaşımını” tüm öteki basın ve yayından ayıran temel özelliklerden birisini de doğrudan belirler. Bu basın, büyük bir çığırtkanlıkla “gerçek burada” diyen büyük sermayenin basın ve yayınının “gerçeğini” sadece deşeleyerek gerçek boyutları ile gözler önüne sermez, aynı zamanda bu gerçeğin doğrudan dile getirildiği bir kürsü olur. Bunun anlamı işçi ve emekçi basınının halkın sesi, çığlığı, isyanı olması, halkın bu araçtan dolaysız yararlanmasının, onu bir kürsü olarak kullanmasının koşullarını yaratmasıdır.
Daha ileride görüleceği gibi bu yazının asıl işlevi de bu özelliği irdelemektir. İşçi basın ve yayının tartışılmayacak önemde olan diğer temel özellikleri ve işlevleri doğal olarak bu yazının konusu olmayacaktır. Ama ele alınan konuyla sınırlı alanda atılacak ileri adımların, bu basını ve yayının diğer temel görevlerini kolaylaştıracağını söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Çünkü bu sorun, yani işçi ve emekçi basın ve yayının halkla ilişkisi sorunu, başlangıç ve hareket noktası olması, diğer ilişkiler için bir temel, bir zemin olması bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
Konuya girerken öncelikle vurgulanması gereken bazı gerçekler bulunuyor. Bunlardan ilki “bağımsız basın” ile ilgili olandır. Büyük sermayenin sözcüleri ve ideologları “bağımsız” basın üzerine ikiyüzlü bir propaganda yürütürler. Böylece basın ve yayının üzerindeki sermaye egemenliğinin üstünü örtmeyi, matbaalar, kâğıtlar, dağıtım, depolar vb. üzerindeki hâkimiyetlerini, sermayenin satın alma gücüyle baştan çıkardığı yazarların gerçek niteliğini gözlerden gizlemeyi amaçlarlar. Böylece ancak sermayeden bağımsız olması durumunun da basın ve yayının gerçekten bağımsızlığı hak edebileceğinin üstünü özenle örterler. Bu propagandanın temel amacı emekçi halk kitlelerinin kendi basınlarına sahip olmasının önünü kesmek, kesemediği durumlarda da onun “gerçek basın olmadığını” yaygınlaştırarak itibarsızlaştırmaya çalışmaktır.
Bu gerici propagandanın etkisi sanıldığından çok daha geniş ve derindir. Büyük sermaye, basın ve yayının kontrolünü ele geçirmek için başta sermaye ve siyasi iktidarların gücü olmak üzere çeşitli teşvik ve ihaleler, vergi avantajları dâhil her türlü yol ve yöntemi kullanırken, işçi ve emekçi halkın kendi fedakârlığına ve inisiyatifine dayanan ve bu niteliği ile gerçekten bağımsız basın olmayı hak eden basın ve yayın organlarını karalar, engellemeye çalışır, bunların karşısına yasal engeller, ağır cezalar çıkarır, bunun yeterli olmadığını düşündüğü durumlarda da “teknolojik olarak yayın kıstasları vb. devreye sokarak bunları mali olarak çökertmeye çalışır. “Militan gazeteciler” üzerine yapılan yoğun demagoji de bütün bu “basının bağımsızlığı” üzerine yaygınlaştırılan gerici anlayışın üzerinde yükselir. Ama tersinden bakıldığında bunun anlamı şudur; günümüzde militan bir gazetecilik anlayışına sahip olmadan sermaye basınına, sermayenin düzenine karşı mücadele edilemez, emekçi halk savunulamaz, emekçi halkın kendini savunması sağlanamaz.
Ancak “bağımsız basın” ile ilgili yapılan gerici yaygara, basın ve yayınla ilgili küçük burjuva aydın çevreler üzerinde farklı olumsuz etkilere yol açmaktadır. Büyük basın ve yayın organlarında “küçük bir olanak da olsa gerçeği dile getirmek” için yazdığını ileri sürerek konumlarını savunan bu çevreler –ki artık böylesi durumlar giderek olanaksız hale gelmektedir, Başbakan’ın, bir bakanın sözüyle gazetecilerin, yayıncıların işine son verilmektedir-, söz konusu olan işçi ve emekçi halkın basın ve yayınında yer almak olunca -gerçekte bu safını yeniden belirlemek anlamına gelmektedir- bu gerçekten bağımsız basını “angajmanlı”, “bir yerlere bağımlı” olarak niteleyebilmekte, orada yer almamak için pek çok gerekçe üretebilmektedirler. Yani sermaye basını için söz konusu edilmeyen, görmezden gelinen gerçek ilişki ve sorunlar, söz konusu olan emekçi basını olunca rahatlıkla dile getirilebilmektedir. Üstelik emekçi basınının kendilerine demokrasi tanıdığı gerçeği bile bile göz ardı edilerek. Bu durum elbette küçük burjuva aydın karakterinin bu sorunda açığa vurulmasıdır ve kendilerinin demokrasi anlayışı da oldukça sorunludur. Bu anlayış genel olarak ifade edilmek istenirse; işçi sınıfının temsilcilerine demokrasi tanımamakla, onun sesinin ve soluğunun hissedilmemesini sağlamakla çoğu zaman gerici bir rol oynar.

HALKIN SESİ VE KÜRSÜSÜ OLMAK
Şimdi habercilik boyutuyla emek ve büyük sermaye basınını ayıran kıstasın ne olduğu üzerine eğilebiliriz. Bu kıstas aslında işçi ve emekçi basın ve yayını, büyük sermaye basını dâhil, diğer bütün basın ve yayından ayıran bir kıstastır. Eline günlük yayınlanmış bir gazeteyi alan, televizyon karşısına geçen bir emekçi, bu basın yayın organlarının istisnasız hemen hepsinin “gerçeği kendilerinin dile getirdiği” iddiasıyla karşılaşmaktadır. Kuşkusuz bu iddialar boşuna ortaya atılmamaktadır. Bu yanıltıcı propagandanın amacı, gerçekte olup biteni düzenli bir biçimde sermaye düzeninin prizmasından geçirerek değiştirmek ve sistemli olarak emekçi halkın doğru bir bilinç edinmesini engellemek, gerçekleri çarpıtarak, halkın sermaye düzeninin etki alanında kalmasını sağlamaya çalışmaktır.
İşçi ve emekçi basını da gerçeği dile getirdiği iddiasındadır. Gerçek üzerine bu kadar kafa bulandırıcı yayın yapılıyorken halk kitleleri hangi gerçeğe itibar edecektir?  Burada kuşkusuz su sorular yanıtlanmalıdır. Gerçek nedir, gerçeğin dile getirilmesi neyi ifade etmektedir? Dile getirilen gerçek kimin gerçeğidir? Bu sorular çoğaltıldıkça gerçeğin ne olduğu konusunda farklı düşünceler, eğilimler ortaya çıkmaya başlar. Bu nedenle gerçeği dile getiriyor olmak geniş halk yığınları nezdinde pek çok durumda ayırt edici bir özellik olarak görülüp, öyle anlaşılmaz. Çünkü büyük sermayenin basın ve yayın organları halkın kafasını karıştırma, bilincini bulandırma konusunda uzmanlaşmışlardır. O halde gerçeği dile getirmenin farklı bir yolu ve yöntemi bulunmalı, üstelik bu yol ve yöntem emekçi halkın basınını tüm diğer basın ve yayından ayıran bir kritere sahip olmalıdır.
Bu söylediklerimizi bir örnekle açıklamaya çalışalım: A fabrikasında 150 işçi fabrikayı işgal ederek direnişe başlamıştır. Sermaye basını muhtemel bu olayı görmeyecektir. Gördüğü zamanda onun “gerçeği” bütünüyle farklı bir düzeyde şekillenecektir. Tecrübelerden bu “gerçeğin” şöyle şekilleneceğini varsayabiliriz; “patron sıkıntıya düşmüştür, bu nedenden dolayı tüm iyi niyetine rağmen sorumluluklarını yerine getirememektedir”, buna karşın sendika –eğer varsa- ve işçiler anlayışlı davranmamakta, fabrikayı işgal ederek üretimi engellemekte, kargaşa çıkarmaktadırlar. vb…
Oysa emekçi basını ve yayını, gerçeğin bütünüyle farklı bir yerde olduğunu, böyle bir eylemin ortaya çıkmasına neden olan olayların farklı bir biçimde geliştiğini duyuracaktır. Sorunun altı biraz kazınacak, patronun işçilerin tazminatlarının üzerine yatarak başka bir yerde farklı işler yapmaya çalıştığı, gerçekte zarar etmenin söz konusu olmadığını ortaya çıkaracaktır. Gerçekten bir zararın, ekonomik krizin söz konusu olması durumunda da bu durumun genel olarak sermaye düzeni ile ilişkisi kurulacak, gelişmelerden işçilerin sorumlu olmadığı işlenecek –onlar kendi işlerini yapmışlardır-, ortaya çıkmasından işçilerin sorumlu olmadığı bir gelişmeden dolayı faturayı da işçilerin ödememesi gerektiğini yaygınlaştıracaktır.
Emekçi basın ve yayını bütün bu gerçekleri gösterirken kürsüsünü işçi ve emekçilerin arasına kuracak, gerçeklerin onlar tarafından dile getirilmesini sağlayacaktır. İşyerinin durumunu, üretimin çeşitli dönemlerdeki dalgalanmalarını, oradaki sömürü oranını, geçmiş aylarda işçilerin ücretlerini alıp almadıklarını işçilerden daha iyi kim bilebilir ki? Emekçi basın ve yayınının bu konuda yapması gereken iş kürsüsünü o işçilerin arasına kurmak, gerçeğin doğrudan doğruya onlar tarafından tüm çıplaklığı ile dile getirilmesini sağlamaktır.
Bunu yapmakla işçi basın ve yayını haberi vermekle yetinmemiş, doğrudan doğruya o işçilerin sesi ve kürsüsü olarak gerçeği onların ağzından yaygınlaştırmıştır. Kaç aydır maaş alamadığını, çocuklarının durumunu, aile yaşantısının bu gelişmelerden nasıl etkilendiğini, yaşamın zorluklarının nasıl arttığını, kendi durumunda olan diğer arkadaşlarının içinde bulunduğu zor koşulları doğrudan doğruya bütün bunları yaşayan bir işçi ve emekçiden daha inandırıcı kim anlatabilir ki? Bütün bu gelişmeleri o işçilerden duyan, okuyan bir başka emekçinin gerçeğin ne olduğu hakkında bilgi ve bilincinin gelişmeyeceğini kim ileri sürebilir ki?
Emekçi basını bütün bu olayı tüm gerçekliği içerisinde işlerken, sadece olup bitenin perde arkasını yansıtmakla yetinmeyecek, olup bitenin neden böyle şekillendiği üzerine de sağlam bir bilincin edinilmesine hizmet etmiş olacaktır. Ücretli emek sömürüsü temelinde yükselen bir düzende işlerin böyle yürüdüğü, bu temel değişmeden işçi ve emekçinin kaderinin değişmeyeceği gerçeği kendine özgü bir yansıtış ve anlatım diliyle, görsel malzemenin verimli bir biçimde kullanılmasıyla tüm çıplaklığı içinde gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.
Ya da bir başka örneği ele alalım.
Emekçi mahallesi olarak bilinen B mahallesinde bir cinayet işlenmiştir. Filan işyerinde çalışan işçi K karısını ve küçük çocuğunu öldürdükten sonra canına kıymıştır! Bu olay basına ve televizyonlara belki bir cinayet haberi olarak yansıyacak, belki de hiç yansımayacaktır. Haberi veren büyük sermaye basını muhtemelen işçi K’nın eşiyle “şiddetli bir biçimde” tartıştıktan sonra onu vurduğunu, ardından da çocuğunu da vurarak intihar ettiğini duyuracaktır. Bu basın ve yayına göre ülkede böyle pek çok olay yaşanmaktadır ve bu da onlardan birisidir.
İşçi basın ve yayının bu olaya yaklaşımı bütünüyle farklı olacaktır. Söz konusu emekçi mahallesine giden, ya da büyük bir ihtimalle zaten orada yaşayan muhabir, işçi K’nın komşularıyla, arkadaşları ile konuşacak, onun filan işyerinde çok düşük bir ücretle çalıştığını, eşinin işsiz olduğunu, ailenin geçim zorlukları içinde olduğunu, çocuklarının okul masraflarını karşılayamadıklarını, bu durumun işçi K üzerinde büyük bir baskı yarattığını, işçi K’nın bu baskının etkisi altında psikolojik bir çöküntüye düştüğünü, böylesi bir umutsuzluk anında söz konusu cinayetleri işlediğini öğrenecek, bütün bunları komşularının, arkadaşlarının tanıklığı ile basın ve yayına yansıtacaktır.
Ortaya çıkan tablo milyonlarca emekçi ailenin içerisinde bulunduğu ekonomik sosyal koşulları bütün çıplaklığı içinde resmetmektedir. Gerçeğin bu biçimde yansıtılmasının inandırıcılığı tartışılabilir mi? Dahası gerçek böyle yansıtıldığında bunu izleyen ve okuyan emekçi halk kesimleri içerisinde sermayenin onları mahkûm ettiği yaşam ve çalışma koşulları keskin bir biçimde yargılanmayacak, “kurbanlarla” kendileri arasında bir duygudaşlık bağı oluşmayacak mıdır? Bu sorunlar bilim insanlarıyla da bir tartışmanın konusu yapılarak işlendiğinde, yaşanılan bu gerçeklere daha geniş bir perspektiften bakılması sağlanmış olmayacak mıdır?
Dikkat edilecek olursa verilen bu iki örnek “bir eylem ve bir olay” üzerine şekillenmiştir. Farklı bir grev ve direniş hareketi de ele alınarak benzer bir tablo çizilebilirdi. Bu örnekleri vermemizin nedeni işçi ve emekçi sınıfların büyük sermaye medyasında -eğer yer alabilirlerse- yer alması, onların bunu nasıl yansıttıkları bir yana, genellikle bir eylem ve olay üzerinden gerçekleşmesidir. Ama çok iyi bilinmektedir ki bu ve başka türden eylem ve olaylar işçi ve emekçi sınıfların yaşamlarının sadece küçük bir parçasıdır. Oysa eylem ve olayın dışında işçi ve emekçi yığınların olağan olarak sürdürdükleri koca bir yaşam bulunuyor. Burada vurgulamak gerekir ki, işçi ve emekçi basını, diğer basından sadece bu olay ve eylemleri gerçek boyutları ve toplumsal ilişkileri içerisinde vermesi, emekçi yığınlarla sıcak ve yakın bir ilişki kurarak onları savunması ile ayrılmaz. İşçi ve emekçi basın ve yayını emekçi halkın tüm yaşamını bütün yönleri ile yansıtması ve işlemesi ile bu yansıtma ve işlemede emekçi halkın kendisini dile getirmesini sağlamasıyla, yani bu dile getirmeyi aracısız yapmasıyla bütün diğer basın ve yayından ayrılır. Bu “işleme” ve “yansıtmanın”, yaşamın gerçek çelişkileri üzerinden yapılmasının, bütün bunlara neden olan ekonomik temelin ve onun üzerinde şekillenen sosyal ilişkilerin tüm çıplaklığı ile sergilenmesinin, işçi ve emekçi halkın kavrayış, düşünüş ve hareket ediş tarzında derin değişiklikler meydana getireceğini tahmin etmek herhalde zor olmasa gerektir.
Söylediklerimize biraz daha yakından bakmaya devam edelim: Bir emekçi ailesi nasıl bir yaşam sürdürmektedir? Çalışma koşullarının zorluğu aile yaşamını nasıl etkilemektedir? Çocukları ile ilişkileri nasıldır? Çocukların eğitimi ne tür zorluklar içerisinde yürümektedir? Eğlence alışkanlıkları nasıl şekillenmektedir? Sadece televizyon mu izlemektedirler, yoksa kendilerine özgü farklı alışkanlıkları da var mıdır?  Bir hafta sonunu nasıl geçirmektedirler? Diğer emekçi aileleri ile ilişkileri nasıl şekillenmektedir? Emekçi halk yaşamının zorlukları nasıl paylaşılmaktadır ve ortak yaptıkları –örneğin birlikte pikniğe, çok seyrekte olsa sinemaya, tiyatroya gitmek vb. gibi- etkinlikler var mıdır?
Örneğin İşçi ve emekçi direniş ve eylemleri emekçi mahallesine nasıl yansımaktadır? İşçilerin fabrika ve işyeri dışında birbirleri ile ilişkileri nasıldır? Mahallede özellikle gidilen bir kahvehane var mıdır, burada sohbetlerin konusu genellikle neler olmaktadır? Sendika ve örgütlenme sorunları iş yeri dışında da tartışılmakta mıdır? Tartışılıyorsa, nasıl tartışılmaktadır? İşçiler için özel önem taşıyan günler -1 Mayıs, emekçi kadınlar günü vb- emekçi mahallelerinde nasıl geçmektedir? Tüm ülkenin politikasını etkileyen toplumsal hareketler gündeme geldiğinde bu durumun fabrika, işyeri ve emekçi semtlerine yansımaları nasıl olmaktadır? İşçiler diğer halk sınıflarının yaşamlarına ve hareketlerine nasıl bakmaktadır? Devlete, hükümete, sermaye sınıfına ilişkin tartışmalar, parlamento da yapılan görüşmeler işçi ve emekçiler arasında nasıl yankı bulmaktadır vb. vb.
Bu sorular ve örnekler kuşkusuz sayısızca çoğaltılabilir. Ama sanırız bu kadarı işçi basın ve yayınının gerçeği ele alması ve işlemesinin ne anlama geldiğinin anlaşılması için yeterli olacaktır. Anlaşılması gerekiyor ki, gerçek, halk yaşamının tam içerisinde ve orta yerindedir. Hayatın kendisi tüm gerçekliği ile ortadadır ve söz konusu olan onu tüm canlılığı ve zıtlıklar içerisindeki bütün yönleri ile yansıtmaktır. Kolayca anlaşılacağı gibi bu, şu ya da bu haberin emekçi basın ve yayınında nasıl yer alacağı sorunu ile sınırlı olmayan, emekçi halkın tüm yaşamının, bütün yönleri ve gerçekliği içinde işlenmesi, onların doğrudan doğruya bu işleme ve yansıtma işine katılmalarıdır. Yani kendi basın ve yayın organlarını kendilerinin sesi ve kürsüsü olarak kullanmaları, bu kullanmanın hep birlikte ilerlemelerine yardımcı olması sorundur.
Bu şu anlama gelir ki, emekçi basın ve yayını ile halk kitleleri arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Yani sadece “gidilen” ve “yansıtılan” bir ilişki değildir. İşçi ve emekçi halkın pek çok evladı kendi yaşamını böyle “işleyen” ve “yansıtan” bir basın ve yayının doğal ve gönüllü muhabiri de olacaktır. Halk arasından haber almanın, onun yaşantısını olabildiğince canlı bir biçimde yansıtmanın güvenceleri de hiç kuskusuz bu muhabirler olacaktır. İşçi ve emekçi yaşamı içerisine yayılmış bu muhabirler ağının büyük tarihsel ve toplumsal dönüşümlere hizmet edeceği açık değil midir? İşçi basın ve yayını bütün bu gerçeği yansıtma ve işleme sürecinde kuşkusuz kendine özgü bir dil ve anlatım da geliştirecektir. Yani yansıtılan ve işlenen içerik, kendine özgü bir biçimde sergilenecek, dil, anlatım ve görsel malzeme buna uygun olarak şekillenecektir.
Burada bahsedilen bütün bu gerçeği dolaylı olarak ve kuru bir biçimde yansıtmakta olanaklıdır. Ama o durumda hem inandırıcılıkta, hem etkide, hem de benzer koşulları yaşayan milyonlarca emekçinin birbirine karşı duyacağı yakınlık ve sıcaklıkta, kader ortaklığının yarattığı duygu birliğinde büyük bir eksiklik ortaya çıkacaktır. Dahası, gerçeğin dolaylı olarak yansıtılması, emekçi basını ile sermaye basını arasındaki farkın anlaşılmamasına neden olacak, emekçi basınının diğer “onlarca basın ve yayından” birisi olarak algılanmaya devam etmesine yol açacaktır. Zaman zaman karşılaşılan ‘falan televizyonda bu haberi verdi, filan gazetede söz konusu haberi yazdı’ türünden değerlendirmeler bu algının yansımalarından birisidir.
Bugün işçi basın ve yayını dışındaki medya bütün bu olaylara, gelişmelere nasıl yaklaşmaktadır? Büyük sermayenin medyasına halk yaşamı ya hiç girmemektedir, ya da girdiği anda da magazine çevrilerek orada kısmi bir yer bulmaktadır. Bu yer bulma içerisinde halkın en geri eğilimlerinin kışkırtıldığı ve öne çıkarıldığı ve yeniden üretildiği de bir gerçektir. İlerici nitelikli bazı basın yayın organlarında da bu yer alma işçi ve emekçilere ayrılan haftada bir saatlik bir program etrafında gerçekleşmekte, bu programlarda işçiler adına birileri söz söylemektedirler. Yani en iyi durumda işçi ve emekçilerin dünyasına bir pencere açılmakta, ama bu pencereden halkın gerçek yaşamı değil, onun yaşamının bir takım “temsilcilerin” bakış açısı aracılığı ile kırılarak yansıtıldığı bir durum söz konusu olmaktadır.
Ülkede bir demokrasi ve basın özgürlüğü sorunu tüm ağırlığı ile yaşandığı için, ilerici ve demokrat basın ve yayın organları kendi bulundukları mevziden –bunların bazıları mezhepsel özgürlükleri, bazıları ulusal özgürlüğü savunmakla, bazıları hükümetle sınırlı vb- bir muhalefet hareketi yürütmekte, bu durum işçi ve emekçi basını kesin bir biçimde kendisini tüm diğer “habercilik ve yayıncılık geleneğinden” ayıramadığı durumlarda, diğer muhalif basın yayın arasındaki farklılığın kavranılmasını engelleyici bir faktör olarak rol oynayabilmektedir. Özel olarak üzerinde durmaya gerek yoktur ki, farklı muhalefet hareketleri ve onların kendileri için demokrasi talep etmelerinde şaşılacak bir yön bulunmamaktadır. İşçi ve emekçi basın ve yayını tüm bu hak ve özgürlükleri savunan, ama bu savunmayı sadece ona kazandırdığı tutarlı ve birleştirici bir demokrasi platformu ile sınırlı tutmayan, sorunları işleme, yansıtma ve çözüm olanaklarının tartışılmasında, kurtuluş yolunun aydınlatılmasında da farklılığını ortaya koyan bir zemin üzerinde bulunmak durumundadır.
Aslında bu durum –yani farklı muhalif organların varlığı ve onların asıl olarak girdikleri alanlar ve konularını işleme biçimleri- işçi ve emekçi basın ve yayınının kendini daha net olarak belirlemesi gerektiğini hatırlatmakta, kendi çizgilerini daha kesin hatlarla çizmesi gerektiğini, işini yaparken basınını ve yayınını halk yaşamı içerisine kurmasını zorunlu hale getirmekte, kendi tarzını, geleneğini yaratmanın gerekliliğini ve aciliyetini yeniden yeniden vurgulamaktadır. Bunun gereklerinin yerine getirilmesi ile, demokrasi ve özgürlükler dâhil, ülkenin tüm diğer sorunları ve işçi ve emekçilerin genel sorunları emekçi halkın mevzisinden ele alınmış, bu sorunların emek mücadelesi ile bağlantıları bütünüyle farklı bir temelde kurulmuş olacaktır.
İşçi basın ve yayını emekçi halkın içinden, onun sesi ve kürsüsü olarak işlev görebildiği oranda tüm diğer basın ve yayınla kendi arasındaki çizgileri daha da netleştirecek, kendi farklılığını daha görünür hale getirecektir. Kuşkusuz bu farklılığın zirve noktası, işçi ve emekçilerin “burada benim sesim, soluğum ve yaşamım var, burada ben varım, burada benim özlemlerim var” diyebileceği bir nokta olacaktır. Böylece işçi ve emekçi basınının tüm çabası, emekçi kitlelerin kendi durumunun farkına varmasını, bu durumun gerçek nedenlerini öğrenmeye başlamasını, bu yaşamın kendi kaderleri olmadığını anlamasını ve bunu değiştirmek üzere harekete geçmenin zorunlu olduğunu hissetmesini sağlamaya çalışmak ve emekçi kitlelerinin ilerlemesine büyük bir destek vermek olarak şekillenmiş olacaktır.
Bitirirken vurgulamak gerekir ki, işçi ve emekçi basın ve yayını bu yöne doğru ilerlerken, yılların kazandırdığı önemli bir birikime, tecrübeye ve deneyime sahiptir. Sahip olduğu bu deneyimi ve birikimi derinleştirmeye ve geliştirmeye doğru atacağı her adımda halk yaşamının ve mücadelesinin içerisine derin kökler salarken, halkın kaderinin değişmesine de en büyük katkıyı yapacaktır.

ibn-i sina’nın 1000. doğum günü dolayısıyla: Usun Zaferi

Doğu’nun büyük ansiklopedisti Ebu Ali İbn-i Sina (Latince adı Avicenna), en büyük alim ve kültür yaratıcılarından biri olarak tarihe geçmiştir. Bugün ilerici kamuoyu, Dünya Barış Konseyi’nin önerisi üzerine, onun 1000. Doğum gününü  kutlamaktadır.
Peki, nedir onun ününün bu denli büyük oluşunun nedeni?
İbn-i Sina, yaşamı boyunca yorulmaksızın çalıştı ve araştırdı. Titizlikle gök cisimlerinin yörüngelerini gözlemledi; insan organizmasının yapısını irdeledi; birkaç kez farklı hükümdarların birinci veziri olarak devlet işleri hakkında kararlar aldı; hastaları iyileştirdi; denemeler yaptı; dizeler yazdı; devasa büyük boy kitaplarda felsefe, tıp ve modern bilimin tüm alanlarına ilişkin birçok makale kaleme aldı ya da dikte etti; ısrarla gerçeği aradı; yanıldığı da oldu, ama arayışını hep sürdürdü.
İbn-i Sina’nın eserlerinin sayısı yüzü geçer: Felsefe, mantık, fizik, zooloji, botanik ve diğer bilimler hakkında on cildi aşan bir ansiklopedi olan “Kitabü’ş-Şifa”; 1593’teki Arapça ilk baskısında dar aralıklarla dizilmesine karşın 1042 sayfayı bulan ve o devasa tıbbi kanunları içeren “El-Kanun fi’t-Tıp”; Arapça kaleme alınmış iki küçük ansiklopedi, “Kitabü’l-Necat” (“Kurtuluş Kitabı”) ile “Kitabu’l-İşaret ve’t-Tenbihat” (“Tezler”) ve kendi ana dili Tacikçe yazılmış “Danış-Nameh” (“Bilginin Kitabı”); mantık üzerine (büyük, orta ve küçük olmak üzere) birçok kursun yanı sıra, sayısız bilimsel ve edebi eserler. Bu arada kim bilir kaç eser kaybolmuş ya da isimce bilinmiyordur.
Özgür düşünürlüğü nedeniyle İbn-i Sina’nın katı inançlı Müslümanlar arasında çok düşmanı vardı. İbn-i Sina, hoşgörüsüz Sultan Gazneli Mahmut’un “en büyük” hışmından kaçarken, kendisinin ifadesiyle “zorunluluğun sonucu olarak”, bir şehirden diğerine, bir ülkeden ötekine göç etmek durumundaydı. Kaç kez muktedirlerin keyfiyeti sonucu zindanlara atılmış, kaç kez celladın kılıcıyla tehdit edilmiştir! Kah gizleniyor, çölleri aşıyor, kah savaşlara katılıyor, hükümet işleriyle ilgileniyordu. Ve gün geliyor, yeniden gizlenmek zorunda kalıyordu; ancak o tutkulu çalışma isteminin dürtüsüyle hiçbir zaman kalemi elinden düşürmüyor, yorulmak bilmeksizin çalışıyordu.
İbn-i Sina’nın çok sevdiği öğrencisi Abdülvahid el-Cüzcani, ustasının yaşam öyküsünü yazarken şu ilginç olayı aktarır:
“Alim, gündüzleri hükümet işleriyle uğraşırken, akşamları ders verirdi. Derslerin sonunda çalgıcılar gelir ve dersler ziyafete dönüşürdü. Bir akşam üstü güneş batarken, Şiras’tan, şehir için belirlenmiş bir kervanla birlikte, elinde şeyhe verilmesi gereken bir defterle bir ulak gelir. Şiras alimleri İbn-i Sina’nın ‘Mantık’ını okumuşlar, ancak hepsini anlamamışlar; kitabın yazarına çok sayıda sorular yöneltmişler. Kervan ertesi sabah Şiras’a geri dönmek zorundaymış. Misafirler hoş sohbet ederken, İbn-i Sina uzun bir süre dalgın bir şekilde önünde duran sorularla dolu deftere bakıyormuş. Gece çöküp, herkes çekildikten sonra alim, Abdülvahid’e bir boynuz şarap, bir lamba ve her birisi ‘firavun’ formatında onar sayfa olan beş defter getirmesini emretmiş. Şafak vakti şeyh öğrencisini çağırtmış. Öğrencisi onu bir halı üzerinde oturuyor halde bulmuş; lambanın fitili bitmiş, boynuzda bir damla şarap kalmamış, ama o büyük defterler son sayfasına kadar yazılmış: İbn-i Sina, son derece mütevazi bir şekilde, sanki önemsiz bir şeymiş gibi, ‘kervanı bekletmemek için yanıtımı acele yazdım’ demiş ve defterleri Şiras’tan gelen ulağa vermiş.”
İbn-i Sina’nın tüm çalışmalarını karakterize eden özellik, usun gücüne olan inancıydı; ve elbette mantıki ahengi ve devasa genelleme yeteneği; tanrısal otorite ve dini dogmaya körü körüne inanca karşı tahammülsüzlüğü.
İbn-i Sina, çalışmaya olduğu gibi, usa ve onun gücüne çocukluğundan son nefesine kadar hep bağlı kaldı.
Kendi otobiyografisinde aktardığı üzere İbn-i Sina, yöresinin bilgini Natili’den “tartışma sanatını,  tümevarımı ve çürütme yöntemlerini” hararetle öğrenmekteydi. Kısa bir süre sonra, “analizin ve mantık biliminin inceliklerine” vakıf olma konusunda ustasını geçmişti bile. Ömrü boyunca aşılamayan bir polemikçi oldu.
Sadece doğa bilimi ve tıbba ilişkin eserlerinin değil, mantık üzerine aldığı sayısız makalelerinin de özelliği son derece rasyonel ve mantıki bir düzenlemeye sahip olmasıydı. Teorik genellemede bulunma yeteneği sayesinde, bilimin ancak birkaç yüzyılda ulaştığı pek çok şeyi önceden görmekte ve olağanüstü hipotezler ileri sürmekteydi. Gözün yapısı üzerine ileri sürdüğü hipotez örneğin, birçok yönüyle, deneye dayalı modern tıbbın elde ettiği sonuçlar üzerinden ancak teyit edildi. Bu bağlamda dağların oluşumu üzerine hipotezi de anımsanabilir: İbn-i Sina’nın dağların tedricen erozyon yoluyla oluştuğuna ilişkin hipotezi, 500 yıl sonra Leonardo da Vinci tarafından dikkate alındı ve ondan sonraki 300 yıl sonrasında da Lyell tarafından geliştirildi.
İbn-i Sina’nın eserlerine özgür düşünürlüğün o büyüleyici nüansını, usun gücüne olan inancı vermekteydi. Bu, Friedrich Engels’in de Doğu’nun ilerici düşünürlerinde en çok takdir ettiği bir özellikti.
Ön yargıların ve dinci-mistik palavraların bir düşmanı olarak İbn-i Sina, simyacıların başı Cabir’e “iksir”in mistik tanımı dolayısıyla saldırdı. İddiasıyla tek başına kalmasına karşın, madenleri altına çevirme olanağını kararlı bir şekilde reddetti. Öte yandan, öngörüleri “deneye dayanmayan” astrologları hor görüp yerdi.
Adeta bir söz arasında söylüyormuş gibi, tanrı bilimcilerine şunları demiştir: “Analoji, deneye dayanan tümevarımdan daha az ikna edicidir. Analoji sadece sohbet ve tahminler için iyidir, fakat ikna edici bir kanıtın yerini alamaz; gelgelelim analoji en çok da fıkıhta kullanılır.”
Aristoteles’in mantığını boş formel bir skolastiğe dönüştüren papazların aksine İbn-i Sina, şeylerden meydana gelen maddi gerçekliğin önemini sürekli vurgulamak suretiyle Aristoteles’in öğretisini geliştirmiştir. Ona göre, mantık sadece bilginin bir aletidir; bilgi ise formel kıyaslamalar üzerinden değil, tersine bir şeyin maddi çekirdeğinin incelenmesiyle, gerçek öncüller temelinde edinilir.
İbn-i Sina’nın teori ve pratik arasındaki bağıntıya verdiği büyük önem de buradan gelmektedir. Bilimleri teorik ve pratik olarak sınıflandırması da buraya dayanır: Amacı hakikat olan teorik bilimler, yani fizik, matematik, metafizik; ve insanın esenliğini hedefleyen pratik bilimler, yani etik, politika, ekonomi. Geriye kalan diğer bilimler, belirtilen bilimlerin uzaktan dallarıdırlar. Mantık bütün bilimlere bir alet olarak hizmet eder, zira yalnızca us her şeyi anlama ve açıklama gücüne sahiptir. İbn-i Sina, hayranlık verici bir kararlılıkla, psikoloji (algı ve akıl), mantık ve etik üzerine tezlerinde deneyin ve soyut düşünmenin birliğini takip etmektedir. Sadece metafizikte reel olana dönük hissi onu terk etmekte ve o tanrısal tözün varlığını ve şeylerin genel kavramlarının o şeyler ortaya çıkmadan önce mevcut olduğunu teyit eder.
İbn-i Sina, yaşamının sonuna doğru, son eseri “Kitabu’l-İşaret ve’t-Tenbihat”ta, mantık bilimi üzerine sevdiği şiarı ısrarla tekrarlar: “Bütün kanıt türleri arasında bizi yalnızca ikisi ilgilendirmekte: izlerinden gidebilmek için hakiki olanlar ve sakınabilmek için sofistikçe olanlar.” Ve İbn-i Sina aynı kitabında, Descartes’tan 600 yıl önce şunu yazmıştır: “Düşünüyorum ve bu demektir ki ben varım.”
Ömrünün son günlerinde, artık çöken vücudunun yakalandığı hastalığı aşma gücünün kalmadığını fark etmesi üzerine, tedaviden vaz geçer ve felsefi bir sükunet ve ona özgü bir ironiyle şunu açıklar: “Vücudu yöneten hancı işini artık bitiremiyorsa, tedavinin bir anlamı kalmamıştır.” İbn-i Sina, bu sözlerinden birkaç gün sonra, o yorulmak bilmez özüne sadık bir şekilde, seyahatteyken ölür; 1037 yılında, 57 yaşındayken.
İnancı ustu ve bununla ilgili şunu yazmıştı: “Tanrısızlığımın hesabını veririm ben kendi huzurumda. Ancak, benim inancımdan daha güçlü bir inanç olmamıştır dünyada.”

*
İbn-i Sina üzerine düzinelerce, hatta yüzlerce kitap ve makaleler yazılmıştır. Bu yayınlar esnasında, İbn-i Sina’nın kimliğini çarpıtmak için burjuva profesörleri oldukça çaba sarf etmişlerdir. Bunda kısmen de başarılı olmuşlardır; öyle ki, bazı çarpıtmalar çeşitli Sovyet yazarlarının makalelerine kadar sinebilmiştir. Örneğin İbn-i Sina’nın vatansız bir gezginci, bir tür kozmopolit “dünya yurttaşı” olduğuna dair efsaneler gibi. Bunlar yanlıştır. Kuşkusuz, İbn-i Sina uluslararası çapta bir düşünürdür, ama her gerçek büyük insan gibi, o ulusal bir şahsiyettir de. Zira, İbn-i Sina vatansız değildir; tersine, tutkuyla sevdiği bir yurdu –Ortaasya, ve onu meydana getiren bir halkı, Tacik halkı– vardır. İbn-i Sina’nın çalışmaları, 10. – 11. Yüzyıl Ortaasya’sındaki ilerici felsefi düşünme ve edebiyata dolaysız bir şekilde bağlanır. Bunun gerisinde ise, Orta Asya’daki 8. yüzyıldan başlayıp 10. yüzyıla kadar süren büyük halk hareketleri bulunmaktadır ki, Tacik halk kitlelerinin bu hareketlerde önder bir rol oynadığı unutulmamalıdır.
Taciklerin bir halka dönüşme sürecinin sağlamlaşması da bir halk kurtuluş hareketinden doğmuştur. O nedenle, iki yüzyıllık bir kesintiden sonra, 10.-11. yüzyılda “birden” yerli bir edebiyatın ortaya çıkması ve Ortaçağ Tacik şiirin gelişmesi de ancak bu olgudan hareketle anlaşılabilir.
8.-10. Yüzyıl arası halk hareketlerinin kendilerine münhasır belirli ideolojik çizgileri söz konusuydu – örneğin İslam’dan farklı olarak yurda dair her şeyin kutsanması; iyinin kötüye karşı mücadelesi ve köylü eşitliğinin kurulması ve “iyi, adil bir kralın” göreve getirilmesi suretiyle yeryüzünde sosyal adaletin zaferi fikri gibi. O zamanın tarihsel koşulları bakımından bunlar ilerici çizgilerdi, köylülüğün darlığının tüm izlerini taşıyor olsalar da.
Anadile olan sadakat bir göstergedir, özellikle de 11. yüzyılda Gazneli Mahmut, Tacik dilini devlet yaşamından aforoz ettiğinde.
İbn-i Sina, zamanın “görgü ve terbiye”sine rağmen, Tacik dilinde sadece şiirler yazmadı, aynı zamanda bazı felsefi eserler de kaleme aldı.
“İyi ve Kötü Üzerine” başlıklı olanı gibi bir dizi makalede etik sorunu üzerinde durdu, ancak bu makaleler maalesef kaybolmuştur. Yine de, “Kitabu’l-İşaret ve’t-Tenbihat”ta hakiki insanın idealini anlatmaktadır:
“Gerçekten aydınlanmış insan cesur olacaktır, hem nasıl olmasın ki? Ölümden korkmayacak, cömert ve yüce gönüllü olacaktır, hem nasıl olmasın ki? Sahte dostluktan kaçınacak, başkalarının hataları karşısında bağışlayıcı olacaktır, hem nasıl olmasın ki? Ve manevi bakımdan öyle büyüyecektir ki, insanların hiçbir acı sözü ona dokunmayacaktır, hem başka nasıl olabilirdi ki?”
Etik ve sosyolojik görüşlerinin özeti, temel felsefi ansiklopedisi olan “Kitabü’ş-Şifa”nın son bölümünde bulunmaktadır. Orada İbn-i Sina, insanın “toplumsal bir hayvan” olduğu ve dolayısıyla insanların varlığı için insanlar arası işbirliğinin tayin edici koşul olduğu tezini geliştirmektedir. İşbirliği için ama, ussal bir yasa ve hukuk gereklidir. O, başında “adil bir hükümdarın” bulunduğu “ideal devleti” tarif etmektedir. Devlette ise, tüm insanlar kamu yararına işlerde çalışmaktadırlar. Bu işler üç kategoriye bölünür: İdare, üretim ve ordu. Eşit değerde olan şeylerin değişimine dayanan ticaret yararlı görülmekte, ancak tefecilik ve şans oyunu zarar verici ve kötü bulunmaktadır. Toplumun temeli ailedir. “İnsani mutluluğun ana nedeni sevgidir.” Şu sonuç oldukça ilginçtir: Eğer bir hükümdar adaletsizse, ona karşı ayaklanmak haklıdır ve toplum tarafından desteklenmelidir.
İbn-i Sina’nın birçok bakımdan Firdevsi’nin ifadeleriyle örtüşen “sosyal ütopya”sı budur işte.
Onun gibi, İbn-i Sina da, susmanın okulundan geçmiş ve Ezop diliyle tanışmıştır. “Sarıklı eşekler” üzerine şunu yazmıştır:
“Eşeklerle eşek ol, yüzünü açığa vurma!
En büyük eşeğe sorsan, o der ki: ben büyüğüm!
Birinin ama eşek kulakları yoksa,
eşekler onu yitik sayarlar.”
İbn-i Sina’nın ilerici, halka yakın dünya görüşünün özgün ifadesi, İslam’daki mutlak kudretle çelişen us kültüdür.

*
Halkının gerçek evladı olarak İbn-i Sina, diğer halkların kültürlerinde ilerici olan her şeye saygı duyuyor ve teşkil ettiği örnekle halklar arası işbirliğin köklerinin ne kadar çok eskilere dayandığını gösteriyordu. Başta “filozoflar arasında birinci” olan Aristoteles olmak üzere, antik çağının filozoflarını Suriye ve Arapça çevirilerinden okuyup öğreniyordu. İlerici Arap felsefesinden çok şey aldı. Derin bir saygıyla selefi Türkistanlı Fârâbi’den söz ediyordu: “Kör olanlara ışığı o verdi, o bizim öğretmenimizdir.” İbn-i Sina, çağdaşı olan dahi hezarfen Biruni ile yazışıyordu. Böylelikle zamanın biliminin kazanımlarından haberdar olup onları özümseyebiliyor ve ilgilendiği tüm alanlarda yeni katkılarda bulunuyordu.
İbn-i Sina dünya kültürünün bir şahsiyetidir ve böyle değerlendirilmelidir. Bu arada, onun sadece kendi halkının bir evladı değil, aynı zamanda kendi zamanın da bir insanı olduğu unutulmamalıdır. Ancak bu olgu dikkate alındığında; ondaki temel felsefi sorunun yanlış ve idealist bir şekilde çözülmüş olması; dünya görüşündeki sınırlılık ve çelişkiler, yer yer mistik momentler anlaşılabilir olmaktadır. Fakat onun çalışmalarının ve eserlerinin topyekun bir değerlendirilmesi yapıldığında, kuşkusuz ki en önemli ve tayin edici olanlar esas alınmalıdır.
İbn-i Sina neden ömrü boyunca kovuşturulmuştur? Eserleri neden ölümünden yüz yıl sonra, 1160 senesinde, halifenin emri üzerine Bağdat’ta yakılmıştır? Neden gerici Gazali “Tehafütü’l-Felasife” adlı eserinde (12. yüzyılda), o dinsel hukuk saptırmalarındaki bütün zehri, aşağılayarak “feylesof”luğun bizzat örneği, yani umutsuz bir günahkar olarak gördüğü İbn-i Sina üzerinde kusmuştur? Neden bilgili teolog Jakob Friedrich Reimann, 1725 senesinde, ateizm ve ateistlerin tarihini işlediği eserinde, Müslüman Ebu Ali İbn-i Sina’yı ateistlerin arasında, Giordano Bruno ve Kopernikus ile birlikte anmıştır?
Neden Buhara hanlığında “dinin muhafızları”, İbn-i Sina’nın el yazmalarını, henüz varlığının son yüzyılındayken, öğrenciler okumasın diye tüm yüksek okullardan uzaklaştırmışlardır?
Filozof üç şeyle suçlanmaktadır: Birincisi, maddenin ebediliğini kabul etmek; ikincisi, tanrısal yaratılışı inkar etmek ve her şeyi nedensellikle açıklamak; üçüncüsü, yeniden dirilişi reddetmek suretiyle ruhun ölümsüzlüğünü inkar etmek.
Tam da bu “suçlamalar”, onun zamanının bir insanını yükseltmiyor mu? İbn-i Sina’nın Erken Dönem Ortaçağı’nın en ilerici düşünürlerinden biri olduğunu göstermiyor mu?
Elbette, kendi döneminin insanı olarak İbn-i Sina, dünya görüşünün “bu rasyonel çekirdeği”nin yanı sıra, bu çekirdekle de çelişen görüşler geliştirip ileri sürmüştür. Nitekim, soyut ilk töz olarak tanrının varlığını kabul etmiştir. Ona göre tanrı, dünyayı yaratmamakla birlikte, varlığını ama mümkün kılmıştı. İbn-i Sina, idealizm ile materyalizm arasındaki trajik çelişmede gidip gelmektedir. Bir ateist değildi, ancak Allah’ı boş bir soyutlamaya, sadece var olan ama eyleme geçmeyen bir soyutlamaya dönüştürdü; ebedi dünya kendi yasalarına göre gelişirken, tanrı işsiz kalmaktaydı.
İbn-i Sina, ilerici fikirleri itibarıyla dünya kültür tarihine, bilge özgür düşünür, olağanüstü alim ve üstün bir doktor olarak geçmiştir.
“İlahi Komedya”da Dante, “Canterbury Hikâyeleri”nde Geoffrey Chaucer ve komedyalarında Lope de Vega onu böyle anmaktadırlar. Otuz kere basılmış olan tıp üzerine “El Kanun”u, 17. yüzyıl da dahil olmak üzere, Avrupa’nın üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmaktaydı.
İlerici antik felsefesinin kazanımlarını geliştirip daha yüksek bir düzeye çıkartan İbn-i Sina, bu felsefeyi sadece Doğu’da yaygınlaştırmadı, aynı zamanda bilimin canlılığını ve söndürülemez ateşini Batı’da Rönesansın büyük düşünürlerine de aktardı. Minnettar insanlık onun bu katkısını unutmayacaktır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda; deniz aşırı karanlık odakları, savaş histerisinin havarileri, ortaçağın derinliklerinde karanlık ve gerici ne varsa öne çıkartıyorlar; bunun bir parçası olarak da gerici, “bilmesinlerci” Aquino’lu Thomas’ı kendi evliyaları yaptılar. Bunun karşısında, yüzyılların kültür mirasının bütün ışıklarıyla kendini donatan ilerici insanlık ise, hiçbir “düşünce denetimi” ve hiçbir engizisyonun insan usunun ve vicdanını yok edemeyeceğinin sarsılmaz bir kanıtı olarak Ortaçağın ışık saçan yıldızı İbn-i Sina’yı kutlamaktadır.

*
Bugün ilerici kamuoyu dostane bir gözle Sovyetler Birliği’nin Güney’indeki küçük cumhuriyete, en yüksek dağların ve pamuk hasadının olduğu ülkeye, yani İbn-i Sina’nın hemşerilerinin ve akrabalarının yaşadığı Tacikistan’a bakmaktadır. Egemenlerin boyunduruğu yüzyıllar boyunca bu halka acı vermekteydi, hatta varlığını bile tehdit etmekteydi. Ancak büyük alimin anısı kendi hemşerilerinin kalbinde canlılığını korumaktadır. Ekim Devrimi, bu eski, çalışkan ve yetenekli halka muazzam bir kalkınmanın önünü açtı ve onu Sovyetler Birliği sosyalist uluslarının kardeşlik ailesinde sosyalizmin düzeyine yükseltti.
İbn-i Sina, halkının arasına geri dönmüştür. O sadece saygıyla anılmamakta, okunmaktadır da. En önemlisi ama şu ki; İbn-i Sina’nın yaşadığı ve çalıştığı yerde, bugün, binlerce bilgin insanın yaşaması ve bilimsel olarak çalışmasıdır; yeni, sosyalist bir Tacik kültürünün serpilip gelişmesi; Tacikistan Sovyet Bilimler Akademisi’nin kurulmuş olması; Tacik halkının, saflarından yüzlerce sosyalist emek kahramanını çıkartmasıdır. Tacik Cumhuriyeti’nin artık okuma yazma bilmeyen yurttaşı yoktur. Tacik yazarlar Sadriddin Aini ve Mirso Tursunsade, Sovyet edebiyatında saygın bir yere sahiptirler. Dünya çapında barışın sağlanması mücadelesinin kuvvetli korosunda onların da sesi yankılanmaktadır. Bunlar, Lenin ve Stalin’in partisinin ulusal politikasının ürünleridir; bu, Doğu’nun tüm halkları için parlayan örnektir. Ve İbn-i Sina’nın anılması da bize bunu hatırlatmaktadır.
Hiç şüphesiz, İbn-i Sina tüm dünyaya aittir, ve her halk ona kendi tarzıyla saygı göstermektedir.
Araplar onu bürgüyle sergilemektedir. Bir Fransız sanatçı onu, Ulusal Kütüphane’nin eski bir el yazmasında Aziz Ludwig döneminin bir öğretmeni olarak göstermektedir. Sovyet halkının evlatları ise; düşünür ve şairi; usun, ışığın ve yaşama sevincinin tutkulu savunucusunu, Puşkin’in hakiki bilgeliğin kutsal güneşine dair kelimeleriyle anacaklardır:
“Güneş yaşaya, gece çekile!”

Nazi Örgütü Altın Şafak Sistemin Bir Unsuru ve Onun Politikalarının Bir ürünüdür

Geçtiğimiz günlerde Yunan Hükümeti ve yargı organlarının NAZİ Altın Şafak Partisi’ne yönelik olarak gündeme getirdiği operasyonlar uluslararası gündemlerden birini oluşturdu. Yüzlerce öldürme, yaralama, gasp, kara para aklama, ordu ve polis içinde cinayet şebekeleri kurma vb. birçok suçlamayla organize suç örgütü kurma kapsamında gözaltına alınan örgütün Genel Başkanı ve iki milletvekili, birçok polis ve ordu görevlisiyle sivil faşist tutuklanarak cezaevine konmuşlardı. Örgüt ile ilişkisi açığa çıkan bir istihbarat görevlisiyle, sayıları onun üstünde yüksek rütbeli subay ve polis ise istifa etmişti.

Bu gelişmeler, hem Yunanistan’da hem uluslararası kamuoyunda değişik tartışmaları gündeme getirdi; neden ve sonuçlar üzerine çok sayıda yorumlar yapıldı. Kriz sonuçlarının Altın Şafak ve benzeri örgütleri doğurduğu, bu tartışmaların neredeyse ortak paydasıydı ve bir noktaya kadar da gerçeği ifade ediyordu. Ancak her politik sorunda olduğu gibi, yapılan değerlendirmeler sınıfsal bakış açılarından bağımsız değildi ve her kesim farklı nedenler üzerinde durarak, daha çok sonuç üzerinden bir değerlendirme yaptı. AB’nin yetkili organları ve isimleri demokrasinin aşırı uçlara tahammülü olmadığı açıklaması yaparken, Yunan Hükümeti, ortada politik bir örgütün değil organize suç örgütünün bulunduğunu ön plana çıkardı. İşçi emekçi örgütleri, sol partiler, demokratik kitle kuruluşları ve birçok aydın, ilerici ve demokrat ise, kriz politikalarının bir sonucu olarak değerlendirdi.

Bir devlet biçimi olarak faşizm ve faşist partiler emperyalist-kapitalist sistemin bağrından çıktı ve başta işçi ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelesi olmak üzere her türlü sistem karşıtı hareketi hedef aldı. Egemen sınıflar varlıklarının tehlikede olduğunu gördükleri ülkelerde, milyonlarca insanın kanını akıtarak sistemi güvence altına almaya çalıştılar. İşçi ve emekçilerin 1917 Ekim Devrimi’yle emperyalist kapitalist sistemin bağrında gedikler açması ve birçok ülkede sınıf mücadelesinin iktidarları tehdit eder boyutlara ulaşması, faşist devlet biçimlerine geçişle engellenmeye çalışıldı.

1990’ lı yıllarda revizyonist sistemin çökmesiyle birlikte, emperyalist kapitalist sistem sosyalizme ve kazanımlarına karşı seferberlik ilan ederek, her alanda saldırıya geçti. Sosyalizmle faşizmi aynılaştırmaya ve faşizme duyulan nefreti sosyalizme de yöneltmeye çalıştı. Tabii bütün bunlara işçi ve emekçilerin mücadele ile kazandıkları her türlü hak ve özgürlükleri yok etme, Ortaçağ sömürülerini dayatma, sosyal devlet olgusunu ortadan kaldırma vb. eşlik etti.

Avrupa’da NAZİ örgütlenmeleri tam da bu dönemde güçlenmeye ve parlamentolara girmeye başladı. Sermaye sınıfları “demokrasi ilkelerine saygı” adı altında bu parti ve güçlerle flörtlerini artırdılar. Faşist partilere kol ve kanat gerilirken, birçok ülkede komünist partilerin ve faaliyetlerinin yasaklanması yönünde yasa tasarıları parlamentolara taşındı. AB parlamentosuna komünizmi de “insanlık suçu” sayan yasalar getirildi. Birçok ülke istihbaratının ve devlet kurumlarının NAZİ örgütlenmeleri ile direkt ilişki içinde oldukları, hatta örgütledikleri ortaya çıktı.

İçinde bulunduğumuz süreç içinde, AB, “komünizm, faşizm gibi insanlık düşmanı yönetimlerin incelenmesi” adı altında programlar çıkarmış bulunuyor. Her programa 100.000 avro verileceği belirtiliyor.

1990’larda artırılan ve sonraki yıllarda doruğuna çıkan saldırı, gasp ve sömürü süreci aynı zamanda faşist ve gerici partilerin güçlenmesine olanak sağladı. Kazanılmış haklara yönelik gasplar, sosyal devletin ortadan kaldırılması ya da kaldırma girişimleri, yoksulluğun ve işsizliğin artması, sosyal güvenlik sisteminin sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, eğitim ve sağlık gibi temel hakların bir hak olmaktan çıkarılarak sermaye sınıflarına yeni kâr olanakları yaratan işletmeler durumuna getirilmesi vb. ve sonrasındaki süreçte başlayan sermaye krizi ve doğurduğu yıkıcı sonuçlar, Nazist ve her türlü gerici örgütlenmelere kapı araladı. Ya da bu örgütlenmelere gübre oldu. Kısacası, faşist partiler direkt krizden doğmadı, ama kriz ile birlikte güçlendiler. Krizin sonuçları üzerinden toplumsal bir taban elde etmek için harekete geçtiler. Yunanistan’da Altın Şafak örgütü de krizle ile birlikte ortaya çıkmadı, ama krizle birlikte güç toplamaya başladı.

1974 yılında Albaylar Cuntası yıkıldı ve faşist kurumlar tasfiye edildi. Cunta yönetiminin önde gelenleri yargılandı ve ömür boyu hapse mahkum edildiler. Ancak bu tasfiye kurumlar ve yöneticiler dışına çıkmadı ve etkisiz duruma gelen birçok faşist, daha sonraki yıllarda marjinal kalsa da, yeniden faaliyetlere başladı. Altın Şafak’ın kurucusu Nıkos Mihaloliakos 70’li yılların ikinci yarısında birçok bombalı saldırı ve yaralamadan sorumlu olarak tutuklandı ve 80’li yıllarda Hırisi Avgi (Altın Şafak) adlı NAZİ örgütünü kurdu.

Yunanistan’da İç Savaş Dönemi, Krallık ve Cunta yıllarında gerici ve faşist örgütlenmelerin %7-8’lik bir tabana dayandıkları ve bu kesim içinde varlıklarını sürdürdükleri biliniyor. Bu kesim varlığını koruyor ve kendisini farklı parti ve örgütlenmeler aracılığıyla ifade ediyor. Altın Şafak bu kesime dayanarak örgütlenmeye başladı ve “vatan”, “aile” ve “din” gibi gericilik tarafından kullanılan ve milliyetçi, ırkçı propagandaların temelini oluşturan söylemlerle güç toplamaya çalıştı. Saldırgan ve oldukça marjinal bir grup olma dışına çıkamayan Altın Şafak 1990’lı yıllar sonrasında başlayan göçmen dalgaları sonrasında yabancı düşmanlığına ağırlık verdi ve göçmenlere yönelik saldırılar örgütledi. Yabancılara yönelik ilk saldırıları Atina’nın Omonia meydanında bulunan şehir içi tren istasyonunda afiş yapıştıran TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi) taraftarlarına oldu ve birçok Altın Şafak üyesiyle iki Yunanlı devrimci yaralandı. Bu yıllarda halkın tepkisinden korkan Altın Şafak üyeleri korkudan dağıtamadıkları bildirileri gece sokaklara atarak kaçıyorlardı.

2005 ve sonrasında başlayan ekonomik daralma ve gerilemeyle birlikte işçi ve emekçilerin kazanımlarına yönelik saldırılar arttı ve işsizlik büyümeye başladı. “Ülke ekonomisi bu kadar yabancıyı kaldırmıyor ve elimizden işimizi alıyorlar” şeklindeki propaganda sermaye partilerinin çok sık başvurdukları ve devamlı gündemde tuttukları bir olgu durumuna geldi. Oysa tüm resmi veriler ülke ekonomisinin yabancılarla canlılık kazandığını ve yabancı işçilerin ülke ekonomisine % 2-2,5 oranında katkıda bulunduklarını gösteriyordu.

2010 yılında, sonraki süreçte daha da derinleşecek olan kriz politikalarına geçildi ve işsizlik oranı İkinci Dünya Savaşı sonrasının boyutlarına ulaştı. İşten atmalar, özelleştirmeler, hak gaspları, ücretlerin düşürülmesi, devasa boyutlara ulaşan vergi oranları, sosyal güvenlik sisteminin ortadan kaldırılması, yoksulluğun artması, sisteme ve sistem kurumlarına yönelik tepki ve güvensizliğin hızla artmasına neden oldu. Tüm seçimlerde yüksek oy alan Yeni Demokrasi Partisi ve Yunanistan Sosyalist Hareketi (PASOK) hızla taban kaybettiler. Sermaye partileri ve temsilcileri krizin nedeni olarak kapitalist ekonomiyi değil emekçilerin “yüksek ücret almasını”, “vergi vermemesini”, “bürokratların işlerini doru yapmamasını” vb. göstermeye çalıştılar. Göçmenleri yoksulluk ve işsizliğin nedenlerinden biri olarak gösterdiler. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi göçmenler konusunda izlenen ırkçı milliyetçi politikalarda Altın Şafak ile rekabet etti. Yeni Demokrasi Partisi, 2012 Genel Seçimleri’nde iktidara gelmeleri durumunda, ilk olarak “göçmen yasalarını değiştirme ve ülkeyi göçmen işgalinden kurtarma” sözü verdi. Seçimlerden sonra, uzun süre Yunanistan’da kalmış ya da bu ülkede doğup eğitim almış olanlara vatandaşlık hakkı tanıyan yasa iptal edildi ve binlerce göçmen yakalanarak göçmenler için hazırlanan ve toplama kamplarından farklı olmayan kamplara kapatıldı. “Süpürge Operasyonları” olarak adlandırılan bu operasyonlar bugün bile devam ediyor. Birçok bölgede polis ve Altın Şafak’ın ortak operasyonlar yaptığı yabancı basına bile yansıdı.

NAZİ örgütü Altın Şafak, bu süreç içinde bir yandan yabancılara yönelik ölüm ve yaralanmalarla sonuçlanan saldırılarını artırırken, bir yandan da, Meclis’te bulunan “300 milletvekilinin ülkeyi satan ihanetçilerden oluştuğunu ve cezalandırılmaları gerektiği”ni, “devlet kurumlarının çürüyüp koktuğunu”, ülkeyi bunlardan temizleyecek bir “yönetim”e duyulan ihtiyacı dillendirmeye başladı. Sisteme karşı tepki ve nefretle dolu olan kesimler, işsizler ve yoksullar içinde “sempati” uyandıran bu politika, aynı zamanda, gerici ve faşist tabanı da bir araya getirmeye başladı.

Altın Şafak, 2012 Seçimleri’nde “Yahudilerin emrinde olanlara”, “ülkeyi IMF ve AB’ye satan anlaşmaların altına imza atan partilere”, “din, aile ve vatanı bölüp dağıtmayı hedefleyen komünistlere” ve diğer solculara oy vermeme çağrısı yaptı. Diğer yandan, günlük olarak göçmen aileler tehdit edilerek, Yunanistan’ı terk etmeleri istendi. göçmenlerin yoğun olarak bulundukları bölgelerde, göçmenlerce işletilen dükkân ve mağazalar dağıtıldı, çocuk parkları yabancılara yasaklandı ve sokaklarda kimlik kontrolleri olağan duruma geldi. Aynı bölgelerde halkı koruma ve asayişi sağlama adı altında nöbetler tutuldu ve örneğin bankaya aylığını almaya giden yaşlılara “korumalar” verildi. TV kanallarının haber bültenlerine konuk olan sözde karamsar ve kızgın vatandaşlar “polisten, devletten yardım görmediklerini, ama Altın Şafak’ın kendilerine sahip çıktığını” söylediler. Polis karakolları her hangi bir sorundan ötürü karakollara gidenleri Altın Şafak’a yönlendirdi. Altın Şafak “sistemi cezalandıran ve halkı koruyan” bir güç olarak tanıtıldı.

Seçimlerde yüzde yedinin üzerinde oy alarak Meclis’e 18 milletvekiliyle giren Naziler, daha ilk gün, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyerek, Meclis kürsüsünden diğer bütün parti milletvekillerini aşağılayan, azarlayan, küfreden tutumlarını ön plana çıkardılar. Milletvekillerini “hırsız ve rüşvetçi” olarak eleştirip, miting alanlarında “mide bulandıran Meclis”e” gitmek zorunda kaldıklarını söylediler.

Altın Şafak NAZİ Almanya’sından esinlenen hücum kıtaları kurarak, saldırılarını artırdı. Tiyatro oyunlarını engellemeye, tersanelerde bulunan sendikaları “komünistlerden temizlemek” için toplu saldırılar gerçekleştirmeye, yabancı işçiler yerine Yunanlı almayan işverenleri tehdit ederek işçi kiralayan şirketler kurmaya başladılar. Artık her hafta Atina ve diğer illerde yoksullara yardım paketleri dağıtan kampanyalar örgütlüyor ve sistem karşıtı bir kurumlaşmanın yaratıldığının propagandasını ön plana çıkarıyorlardı.

Başta Yunanlı işçi ve emekçiler, ilerici ve aydınlar olmak üzere ülkede yaşayan göçmenler için tam bir tehdit unsuru durumuna gelmiş olan Altın Şafak’a karşı Yunanistan’ın her bölgesinde geniş katılımlı anti faşist komiteler kurulmaya başlandı. On binlerin katıldığı gösteriler yapıldı, sendikalar, kitle örgütleri, parti ve siyasi hareketler, hükümetin Nazileri koruyan politikalardan vaz geçmesini talep ettiler. Yüzlerce yaralama ve öldürme olayı poliste kayıtlı olmasına, asker ve polis içinde açık bir örgütlenme yaratılmasına ve güvenlik kuvvetlerinin rolünü üstlenen pratik ve örgütlenmelere rağmen hiçbir yasal süreç başlatılmadı ve Altın Şafak saldırılarını artırmaya devam etti. Ülke içinde ve dışında gelişen anti faşist tepkiler, sokaklara dökülmeye başladı.

Yapılan kamuoyu araştırmaları Altın Şafak’ın oy oranını devamlı yükselttiğini gösteriyordu. Hükümet, izlediği politikalardan dolayı, zaten işçi ve emekçilerin tepkisi ve direnişleri karşısında zor tutunuyordu. Faşist Altın Şafak’ın giderek Hükümet’i tehdit eder bir güce kavuşması ise, Hükümet’in geleceğini iyice tehlikeye sokacak faktörlerden bir diğerini oluşturuyordu. Faşist ve “derin devlet” olarak örgütlenen Naziler, geçmiş yılların tersine, kontrolden çıktıkça ve tehdit durumuna geldikçe,bu pozisyonları AB’nin, uluslararası sermaye kuruluşlarının ve Yunan burjuvazisinin tepkilerine neden oldu. Oysa Hükümet’in büyük ortağı Yeni Demokrasi Partisi’nin Altın Şafak’la seçim ittifakı yapma planlarının olduğu biliniyordu ve Parti’nin ileri gelenleri bunu defalarca açıklamışlardı. Kontrolden çıkan Naziler, böyle bir ittifaktan yana olmadıklarını açıklamak bir yana, tehditlerini artırdılar.

Dolayısıyla bir yandan Nazilerin kontrol altına alınması, bir yandan da kitleler içinde yeni destekler kazanılması için operasyonlara başlandı. Yıllardan beri kol ve kanat geren devlet ve Hükümet bir gün içinde raflarda bekletilen onlarca dosyayı ortaya çıkardı ve çok sayıda polis, istihbarat ve ordu görevlisi ya tutuklandı ya da görevden alındı. Polis, ordu, Mafya, işveren ilişkileri medyada günlerce teşhir edildi.

Altın Şafak’ın Genel Başkanı ve üç milletvekiliyle çok sayıda sivil faşist, polis tutuklanarak cezaevine kondu. Bazı milletvekilleri ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, bu partiye verilen hazine yardımlarının kesilmesi için yasal düzenlemeler başlatıldı. Ancak NAZİ örgütlenmesinin tasfiye edilmesini beklemek yanlış olacaktır. Hükümet ve devlet Nazileri kontrol altında tutma dışında daha ileri adımlar atmayacak ve Nazileri işçi-emekçi hareketine karşı başka biçim ve örgütlenmeler altında kullanabilecekleri bir yapılanmaya zorlayacaklardır.

Altın Şafak’a yönelik operasyonlar sürerken, Başbakan Antonis Samaras’ın Amerika gezisi sırasında yaptığı Altın Şafak açıklamasına ek olarak, “NATO ve AB’den çıkmamızı isteyen diğer uçlar” şeklinde açıklama yapması ve emperyalizm ve sermaye karşıtlığını “diğer uç” olarak göstermesi, işçi emekçi hareketine yönelik olarak gündeme getirilecek saldırıların haberini vermektedir. NATO’dan ve AB’den çıkılması talebini Nazilerle aynılaştırarak tehdit unsuru olarak gören bir Hükümet, bununla, işçi ve emekçi hareketine yönelik nasıl tutum aldığı ve alacağının kanıtını ortaya koymaktadır. NAZİ örgütlenmelerini yasaklamayarak, Altın Şafak’ı organize suç kapsamı içinde ele alan ve bu yönde genel yasal değişiklikler yapan Hükümet, aynı yasayı işçi emekçi hareketine karşı da kullanacak ve Demokles’in kılıcı olarak hareket üzerinde sallandıracaktır. Son yıllarda birçok işçi emekçi direnişini yasadışı ilan ederek seferberlik yasalarıyla engelleyen ve yüzlerce sendikacı ve emekçiyi mahkemelere çıkaran hükümetlerin bu yasayı harekete karşı kullanmayacaklarını ummak tam bir politik saflık olacaktır. Yunanistan Komünist Partisi ve ana muhalefet partisi SRİZA, haklı olarak, bu içerikte bir “anti terör yasası”na karşı çıkmaktadırlar.

Altın Şafak konusunda Yunan solunun da ciddi yanlışlık ve hatalar yaptığını belirtmek gerekir. Yıllardan beridir ırkçı Nazist örgütlenmelerin dağıtılmasını ve örgütlerinin kapatılmasını “Naziler daha da güçlenir” gerekçesiyle talep olarak gündeme getirmedi ve Nazileri serseri saldırganlar olarak değerlendirdiler. Bugün bile bu konuda açık bir tutum yok. Naziler belli bir kitle tabanı oluşturmuş, hak ve özgürlükler düşmanı, işçi emekçi hareketi karşıtı bir akım durumuna gelmişlerdir. Nazi saldırıları ve örgütlenmelerine karşı ortak tutum alınması ve anti faşist bir cephe yaratılması gerekirken, sorunu “ancak halk hareketi faşist tırmanışın önüne geçebilir” diyerek devrim sorunu olarak ortaya koymak, anti faşist komite ve oluşumlardan uzak durmak ve “genel bir doğru”yu bugünün görevlerinden kopararak savunmak siyasi körlüktür. Kuşkusuz sermayenin politikalarının, faşist ve gerici örgütlenmelerin önünü ancak halk hareketi kesecektir. Belirleyici olan, proletarya ve halk kitlelerinin bilinç, örgütlenme ve mücadelesidir. Ancak bu, bugünün görevlerinin görülmemesi ve günün görevlerine denk düşen adımların atılmaması, örgütlenmelerin reddedilmesi anlamına gelmemelidir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑