CIPOML 19. Genel Toplantı Sonuç Bildirgesi

Marksist-Leninist parti ve örgütlerin Uluslararası Konferans üyeleri, yoldaşca ve uluslararası dayanışma ortamında tahlil ve tecrübelerini paylaşma ve fikir alış-verişinde bulunmak üzere dünyanın merkezinde biraraya geldiler. Toplantıda, Marksist-Leninistlerin, devrimcilerin, antiemperyalist-antifaşist  mücadelecilerin, ezilen hakların ve gençlerin tarihsel rollerini yerine getirebilmelerine katkıda bulunacak kararlar alındı.

ULUSLARARASI DURUM:
DÖNEMİN TEMEL ÇELİŞKİLERİ KESKİNLEŞİYOR

Başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere kimi ülkeleri etki altına alan uluslararası ekonomik kriz ve diğer birçok ülkedeki ekonomik durgunluk, temel çelişkilerin (sermaye ile emek arasında, emperyalizm ile ezilen halk ve uluslar arasında, emperyalist güç ve tekeller arasında) keskinleştiğini gösteren en açık göstergedir. Söz konusu olan, geçen yüzyılda başlayan kapitalizmin genel krizinin derinleşmesi koşullarında gerçekleşen devresel krizdir.
Yanı sıra, bir yanda sosyalizm için mücadele eden devrimci proleterler ile diğer tarafta kapitalizm ve emperyalizmi savunan gericilik, liberalizm ve oportünizm arasında ideolojik ve politik kriz de derinleşiyor.
Başta sanayi üretiminde sıfır büyüme yaşayan ABD olmak üzere, emperyalist ülkeler ekonomik durgunluk içindeki ülkelerin başında geliyorlar. Japonya’da yeni ekonomik düşüşlere tanık oluyoruz. Başta Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, İrlanda olmak üzere birçok Avrupa Birliği ülkesi, resesyon ile yüz yüze. Fransa, Belçika gibi diğer ülkeler ise bu tehdidin altındalar. Bujuva ekonomistleri bile bu ülkelerin ancak uzun yıllar sonra 2008 öncesi seviyesine gelebileceğini ve düzelme sürecini başlatabileceklerini belirtiyorlar.
Kapitalizmin lokomotifi olarak belirtilen ekonomiler, Çin, Hindistan, Rusya ekonomik yavaşlama süreci içerisindeler. Bu durum, hızlı gerileme yaşayan Brezilya’da daha belirgindir.
Latin Amerika’nın, Afrika’nın ve Asya’nın bağımlı ülkeleri, ham maddelerinin, doğal zenginliklerinin ve tarım ürünlerinin fiyatlarının yüksek olmasından dolayı krizin sonuçlarını daha düşük düzeyde yaşıyor. Bu ülkeler, henüz eşitsiz düzeylerde ekonomik gelişmelerini sürdürüyorlar.
Tekelci gruplar, emperyalist ülkeler ve bölgesel burjuvaziler, onların hükümetleri krizin yükünü emekçi kitlelerin, halkların ve gençliğin üzerine yıkıyor. Dünyanın tüm ülkelerinde üretkenliği arttırma adı altında işçi sınıfının sömürüsünün daha da yoğunlaştığını görüyoruz. Avrupa’da işçilerin toplu halde işten atılmaları, şantajlar kullanılarak ücretlerin düşürülmesi vb., isimleri farklı da olsa, tekellerin azami kârları için iş güvensizliğinin ve esnek çalışmanın artması olarak yaşanıyor.
Dünyanın göçmenleri bu politikanın mağdurlarıdır; yerli işçilerin düşmanları olarak sunuluyor ve işsizliğin artmasının sorumlusu olarak tanıtılıyorlar ve diğer taraftan, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla yüz yüze kalıyorlar. Oysa ki onlar kapitalistlerin azami kârlarını gerçekleştirebilmelerinin hizmetinde kullanılan ucuz emek gücüdürler.
Kırsal bölgede, tarım sektöründeki (agroalimonter) sanayi tekellerinin hizmetinde olan fiyat politikası ve serbest ticaret anlaşmalarından dolayı yaşam ve çalışma koşulları kötüleşiyor. Tarımsal sanayi pazarı, toprakta büyüyen tekelleşme ve tarımsal üretimin ticarileşmesinden dolayı hızlı bir şekilde gelişiyor. Bu, tarım işçilerinin aşırı sömürüsü ve ülkelerin ezici çoğunluğuna dayatılan emperyalist bağımlılığın temelini oluşturuyor.
Bundan gençlik de etkileniyor; çünkü kamu eğitimi, sermayenin hizmetinde ucuz emek gücü yaratan okullara dönüştürülüyor. Geniş gençlik kitleleri, üniversite diplomasına sahip olanlar da dahil olmak üzere, milyonlarcasıyla işsizlere katılıyorlar.
Diğer taraftan, dev mali ve sınaî tekeller kamu alanının yardımları ile desteklenmeye devam ediliyor; ama sosyal alan bütçeleri, kamu sağlığına, eğitime, konuta, sosyal güvenliğe ayrılmış ödenekler şiddetli bir şekilde azalıyor, kesiliyor. Emekli olabilmek için çalışma yılları sayısı artırılıyor; kimi ülkelerde ücretleri düşürme ve iş gününü arttırmaya kadar gidilebildi. Kriz o kadar derin ki, emperyalizm ve hükümetler emekçi kitlelere ve halklara karşı daha da kaba, şiddetli, soyguncu ve baskıcı politikalar uyguluyor.

SERMAYENİN POLİTİKALARI OTORİTERLEŞİP BASKICILAŞIYOR

Ekonomik krizle aynı zamanda burjuvazinin politik krizi, kurumlarının ve genel politikalarının, burjuva demokrasisi ve özel olarak da siyasi partilerinin gayrimeşrulaşması olarak yaşanıyor. Birçok ülkede seçimler esnasında oy kullanmama oranlarının yükselmesi, –reformist ve sosyal demokrat partiler de dahil olmak üzere– bujuvazinin geleneksel siyasi partilerine güvenin yitirilmesi bu gerçeğin bir yansımasıdır. Bu durum, birçok ülkede hayal kırıklığına, kitlelerin rahatsızlık duyması ve değişik alternatifler aramasına yol açıyor. Bu arayışa, “sol”, “demokratik sosyalizm”, “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altındaki burjuvazinin seçenekleriyle yanıt olunmaya çalışılıyor.
Bu durum, yeni gerici güçlere, kimi durumlarda faşist, köktenci ve popülist güçlere, demagoji aracılığıyla kendilerini halklar için alternatif değişimci/dönüştürücü güç olarak sunabilmelerine de alan yaratıyor.
Ulusal burjuva kurumlarının meşruluk yitirmelerine, IMF, DTÖ, NATO, AB, BM vb.. gibi kapitalizmin ve küreselleşmenin uluslararası kurumlarının prestij kaybetmelerini de eklemek gerekiyor.
Kitleler kendi çıkarlarını temsil eden partileri hala açıkça ayırt edemiyorlar. Bunun temel nedenlerinden birisi, emperyalizm ve burjuvazinin yürüttüğü ideolojik saldırıdır ki, bunlar, kitlelerin iktidar mücadelesinin gerekliliğine olan inançlarının azalması ve parti düşmanlığının benimsenmesini hedeflemekte ve böylelikle egemen grupların kitleleri manüpüle etmelerine olanak sağlamaktadır. Bunun başka bir nedeni ise, kitleler içerisinde oportünizmin ve revizyonizmin değişik biçimlerinin faliyette bulunması ve elbette ki devrimci solun zayıflıkları ve sınırlılıklarıdır.
Bu eğilimin başka bir yansıması, “ilerici” diye adlandırılan hükümetlerin özellikle de Latin Amerika’da gerilemesidir. Bunlar ideolojik ve politik sınırlılıklarını gösterdiler ve krizi yönetmedeki sorumlulukları, halkları olumsuz etkileyen önlemler almalarına ve sosyal mücadeleyi kriminalize etmelerine neden oldu.
Genel olarak otoritarizmde artış, burjuva iktidarı olarak devlet terörizminin gelişmesi, ulusal egemenlik ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkının reddi, kamusal ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal hak mücadelesinin kriminalizasyonu, halkların yıllar süren mücadeleler sonucu kazandıkları hak ve özgürlüklerinin aşamalı yok edilmesi sürecini yaşıyoruz.

DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMI İÇİN REKABET KESKİNLEŞİYOR
Emperyalizmin krizini çözmedeki acizliği ve halklar, emekçi kitleler tarafından üstlenilen dev fedakarlıklar başka çözümler aramayı zorunlu kılıyor. Bunlardan birisi, yeni emperyalist savaşlar hazırlamak ve askeri bütçeleri kayda değer oranda arttırmadır. Doğal kaynaklar açısından zengin ve jeostratejik bölgelerde bulunan Afganistan, Irak, Libya, Kongo, Mali vb. gibi ülkeler yeni emperyalist saldırıların hedefi oldular. Bu durum, emperyalistlerin teknoloji geliştirme ve krizden çıkabilmek için hız verdikleri doğal ve tarımsal ürünlerin üretimi açısından zengin olan Afrika’da özellikle de kendisini gösteriyor. Aynı durum, enerji kaynaklarının denetimi ve kullanımı açısından Ortadoğu için de geçerlidir.
Dünyanın bu bölgelerinde emperyalist devletler ve tekeller arasındaki çelişki ve rekabet herkesin gözleri önünde keskinleşiyor. Buralarda bir yanda ABD ve AB, diğer yanda Çin arasında büyük bir kutuplaşma eğilimi görünüyor. Rusya kendi çıkarları için kavgaya katılıyor ve yanı sıra BRİC ülkeleri de dünyanın paylaşımı bakımından yeni bir blok olarak gelişmekte olan ülkeler olarak tasarlanıyor.
Suriye’de tüm halkı içine çeken siyasi-askeri bir çatışma gelişiyor. Bu, gerici bir iç savaşa neden oldu ve emperyalist ve Siyonist bir müdahale yapabilmek için bahane oldu. Uluslarası kamuoyu, demokratik güçlerin teşhiri ve kimi hükümet ve sahsiyetlerin karşı çıkması geçici olarak bu müdahaleyi durdurabilmiştir. Bu saldırı savaşı için ABD, sadece Fransa, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye’yi etrafında toplayabildi. Belirtmek gerekir ki, bu savaşta, uzun yıllar boyunca onun koşulsuz müttefiki olmuş olan İngiliz emperyalizmi ABD’yi desteklemedi. Yanı sıra, Rusya’nın diplomatik ve askeri rolünün daha da aktifleştiği görüldü ve Suriye savaşı konusunda fiiliyatta ABD’nin yanı sıra, yabancı güçlere boyun eğmek zorunda bırakılan halk ve işçileri dışlayarak, hakem olmayı başardı. Halkların kendi kaderini tayin hakkı bir defa daha ayaklar altına alınmaktadır.
Ekonomik kriz ve emekçi kitlelerin yoğun sömürüsünün yanı sıra savaş ve emperyalist talan, milyonlarca insanın savaştan, şiddetten, yoksulluktan kaçarak daha iyi bir gelecek için zorunlu kitlesel göç etmelerine neden oluyor. Yalnız bu çabalar kapalı sınırlara çarpıyor ve göçmenlerin yüzlercesi geçerken can veriyor; eğer ulaşmak istedikleri yere ulaşabilirlirse, burada da acımasız bir baskı ve sömürüye maruz kalıyorlar. Bu göçmenler, kendi ülkelerinin talanının sorumlusu olan emperyalist güçler tarafindan aşağılanıyor ve kötü uygulamalara maruz kalıyorlar.
Suriye’deki olaylar, Afrika, Asya ve Ortadoğu’daki diğer olaylar ve Çin ekonomisinin büyümesi emperyalistler arası çelişkileri daha da keskinleştiriyor. Çin, agresif bir ihracat politikasıyla, bağımsız ülkelere yaptığı yatırımlarla, –ABD’nin en fazla alacaklısı olarak– Kuzey Amerika hazine bonosunu elinde bulundurmasıyla alan kazanmaktadır ve askeri aygıtını da geliştirmeye çalışmamktadır. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinin stratejik bir bölge olarak önemli olduğunu ilan etmesi ve egemenliğini koruyabilmek için askeri gücünü buraya toplaması küçümsenmemesi gereken bir olaydır.

İŞÇİ, HALK VE GENÇLERİN YANITLARI ÖNEMLİ ORANDA GELİŞİYOR
Emperyalizm ve burjuvazi, krizin yükünü bütün ülkelerin (emperyalist ve bağımlı) emekçi halk ve gençlerin sırtına yüklüyor. Ancak halklar da sessiz kalmıyorlar. Mücadelelerini ve örgütlenmelerini geliştiriyorlar. Bu anlamı ile diğerlerinin yanı sıra Türkiye’nin, Brezilya’nın, Mısır’ın, Tunus’un, Portekiz’in, Kolombiya’nın, Yunanistan’ın, İtalya’nın ve İspanya’nın işçi sınıfı ve gençleri önemli mücadeleler sergiledi. Dünyanın birçok bölgesinde gençler ve halkın değişik kesimlerinin sistem karşıtı mücadeleleri, işçilerin ekonomik taleplerin ötesine geçen mücadelesine eklendi. Henüz devrimci bir eğilim içerisinde olmamalarına karşın, son aylarda hızlanan dev kitlesel gösteriler yeni bir durumu ortaya koyarak devlet kurumlarına karşı yöneldiler ve ilerici ve devrimci odakları güçlendirdiler. Nihayetinde, tüm ülkelerde halklar hoşnutsuzluklarını ifade ediyorlar ve ciddi sorunlarının çözülmesi için mücadele ve arayış içerisindeler.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da işçiler, halklar ve gençler diktatörlük ve zorbalığa karşı önemli mücadeleler yürütüyorlar. Tunus’ta, Mısır’da gericiliğin mücadeleyi yatıştırma ve devrimci yolundan çıkartmak için her türlü yola başvurmalarına karşın, emperyalizm ve gericiliğe karşı kitlelerin mücadelesi devam ediyor. Bunlar, fundamantalist İslamcı, darbeci eğilimlerin yanı sıra doğrudan askeri müdahaleler olarak kendisini gösterebiliyor.
CIPOML, hakları, sosyal ve ulusal kurtuluşları için mücadele eden işçilerin yanındadır. Mücadelelerinin olduğu yerlerde bulunma zorunluluğunu yerine getiriyor ve nihai hedeflerine ulaşabilmeleri için onlara destek oluyoruz. Özel olarak da Tunus halkının, kardeş partimizin ve Halk Cephesi’nin devrim ve halk iktidarı hedeflerine ulaşabilmek için yürüttüğü mücadeleye destek çıkıyoruz.

BUGÜNKÜ KOŞULLARDA KOMÜNİSTLERİN GÖREVLERİ
Sınıflar mücadelesinin karışık sularında şu sorulara cevap veren politika ve sorumlulukları belirleme görevimizdir: Emperyalizmi, burjuvazi ve gericiliği yenebilecek sosyal sınıf hangisidir ? Büyük ve küçük mücadele dalgalarını kim yönetecek ? Emekçiler can çekişen bu sistemin yerine hangi toplumu istiyorlar?
Bu sorulara cevap verebilmek için, işçi sınıfın öncü gücü olarak Komünist Partisini güçlendirme, geliştirme ve inşa etmek zorundayız, onun kitlelerin örgütlü ya da kendiliğinden mücadelesine derin ve kalıcı olarak nüfus etmesini sağlamalıyız. Bu mücadeleleri, sosyal devrimin gerçekleşmesi için birleştirmeye ve yönlendirmeye çalışmalıyız.
Her somut duruma tekabül eden mücadele ve örgütlenmeleri değerlendirerek sömürülen ve ezilen kitlelerin her alandaki mücadele ve örgütlenmelerini güçlendirmeyi kendimize hedef olarak koyuyoruz. İşçi sınıfı ve köylülerin, kapitalist ya da kapitalizm öncesi çesitli biçimler altında sömürülenlerin, işçi sınıfı ve partisinin öncülüğünde birleşmesini teşvik etmek temel bir öneme sahiptir. Bizler, en önemli çabalarımızı halk cephesi sorununun aydınlatılmasına yöneltiyor ve her somut durumda uygun koşullarda bu cephenin oluşturulması için mücadele edilmesinin zorunluluğuna vurgu yapıyoruz. Sosyal ve politik mücadeleye aktif katılan gençlik içinde çalışmaya özel bir önem atfetmeli ve ona devrimci bir eğilim verebilmek için yoğun bir çaba içerisinde bulunmalıyız. Aynı şeyi, işlerinden atılan ve güvensiz koşullarda çalışmak zorunda bırakıldığından dolayı büyük acılar yaşayan ve büyük devrimci potansiyel taşıyan, insanlığın yarısını oluşturan emekçi kadınlar ve halk kitleleri için de söyleyebiliriz.
Emekçi kadınlar ve halk kitleleri içerisinde çalışma ve kendi talepleri etrafında örgütlenen demokratik, antiemperyalist, devrimci kitlesel bir hareket oluşturma zorunluluğu tartışmasızdır.
Şu an çabalarımız, emperyalizm ve gericiliğe karşı geniş kesimleri birleştirme ve mücadeleye seferber etmenin zorunlu bir aracı olarak halk cepheleri kurma ve güçlendirmeye yöneliktir. Bu cephe veya ittifaklar sorunu, işçi sınıfı ve emekçi halkların çıkarlarını savunacak bir program birliği temelinde somutlaşacaktır.
Marksizm-Leninizmin öğretileri ve partilerimizin pratiği, ilkelerden taviz vermeden, taktiklerde esnek olarak, her türlü sektarizme, sağ ve sol sapmalara karşı mücadele edilmesi gerektiğini öğretiyor.
Görevleri yerine getirirken, emperyalizme, burjuvazi ve işbirlikçilerin tavır ve pratiklerine, revizyonizme, reformizme ve sosyal devrim ile demokratik-halkçı devrimin amaçlarını karıştıran, kitlelerin devrim yolundan uzaklaşmasına neden olan her türlü akıma karşı ideolojik ve politik mücadele de yürütmek zorundayız.
Sol, sosyal devrim, sosyalizm ve komünizmin ne anlama geldiğini açıklayan büyük bir mücadele tertiplemeliyiz. Biz, komünistlerin, değişik gerçeklikler içerisinde önerdiklerimizi yaygınlaştırmak ve kapitalizmin ve temsilcilerinin işçilere neler vaad ettikleri ile karşılaştırmak ve özel olarak da bir yüz yıllık sosyal ve demokratik kazanımları nasıl yok etmeye çalıştıklarını göstermek zorundayız.
2014’de CIPOML 20. yılını kutlayacak. 1994 yılında, uluslararası komünist hareket, birliğinin güçlenmesine yönelik olarak, Marksizm-Leninizmi savunarak, işçi ve emekçilerin emperyalizmi, kapitalizmi yıkmak, sosyalizm ve tam özgürlükler ve halkların kurtuluşu toplumu olan komünizmi kurabilmek için maddi bir güç oluşturmaları için sorumluluk üstlendiğini tüm dünyaya ilan etti.
CIPOML rolünü kararlılıkla yerine getiriyor ve hala yetersiz de olsa önemli başarılar elde ediyor. Bugün, işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve tüm dünyanın ezilen halklarının mücadelesinin enternasyonalist devrimci yönetimini güçlendirme ve genişletme kararlılığımızı tekrar ilan ediyoruz.
Ekvator, Ekim 2013

AKP dış politikası üzerine tezler

AKP’nin izlediği dış politikanın niteliği konusunda iki rakip tez öne çıkıyor: 1) Kemalist-ulusalcı tez, AKP’nin ABD ve AB bloğunun politikalarını takip eden bağımlı bir politika izlediğini öne sürüyor; 2) Liberal-muhafazakar tez ise, AKP’nin Cumhuriyet tarihinde Özal’dan sonra ilk defa aktif, özgüvenli ve bağımsız bir politika izlediğini iddia ediyor. Her iki tez de ifade ettikleri ideolojik ayırımı yeniden üretiyor ve böylece Türkiye’deki mevcut ideolojik yapının ötesinde bir siyaseti kurgulamayı anlamsız hale getiriyor. Başka bir deyişle, Kemalist-ulusalcılık ve liberal-muhafazakarlık bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlayan, iki kutup dışında başka bir alan bırakmayan, kendi varlıklarını doğal ve tarihsel olarak kaçınılmaz olarak dayatan bir ikilik oluşturuyor. Böylece her iki pozisyon, bir arada, kapitalist hegemonya diye tabir edebileceğimiz bir etki alanı oluşturuyorlar.
Bu hegemonya altında kendini bu ikiliğin dışında tanımlamaya çalışan her aktör reelpolitik açısından anlamsız, anlamlı olsa da ütopik bir yere düşüyor. Suriye’ye müdahaleden barış sürecine, anayasa müzakerelerinden İstanbul’daki yerel seçimlere kadar, oyu yüzde bilmem kaça bile varmayan, marjinal muhalefet, ya onun ya da bunun yanında hizaya gelmeye çağrılıyor. İşte hegemonyanın rıza üretme ve ikna edemediği muhalefeti etkisizleştirme mekanizması böyle işliyor. Reel sosyalizmi ve Sovyetler’in Machiavellici siyasetini eleştiren “ahlaki sosyalizm” erbabı, bir bakıyorsun, TV programlarında, gazete köşelerinde, siyaset kulislerinde reelpolitika ahkamı kesiyor; kendini eleştirenlere karşı esnekliğin, siyasi manevra kabiliyetinin erdemlerinden dem vuruyor. İdeal peşinde koşan profesyonel devrimci tipine karşı reelpolitik kazanım peşinde koşan profesyonel siyasetçi, bir yandan kendisinin hegemonik ikiliğe alternatif bir ahlak ve ilkeler bütünü sunduğunu iddia ederken, diğer yandan kendi güçsüzlüğünü veri alıp “yeni solu” muktedirler arasındaki rekabetten nemalanmaya çağırıyor.
Mevcut toplumsal düzene siyasi bir alternatif sunabilmek için öncelikle hegemonik ikiliğin ve bu ikiliğin kavramlarının eleştirisiyle yola koyulmak şart. Bu açıdan, bu yazıdaki temel amacım, kısaca AKP’nin dış politikasına ilişkin Kemalist-ulusalcı ve lberal-muhafazakar tezleri ortaya koymak ve bunların eleştirisinden dış politika analizi için bazı önermeler çıkarmak olacak.

KEMALİST-ULUSALCI TEZ: ULUSAL BAĞIMSIZLIK VE KAPİTALİZM ÇELİŞKİSİ
Kemalizmin uluslararası ilişkiler ve dış politika analizindeki temel ilkesi ulusal bağımsızlıktır. Uluslararası siyasette devletler kendi ulusal çıkarlarını korumak ve hayatta kalmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet ederler. Bu anlamda Kemalizm ana hatlarıyla realizm veya siyasi gerçekçilik olarak bilinen uluslararası ilişkiler yaklaşımıyla benzerlik gösterir. Nitekim, sınıfsal ayrımları reddedip tek millet vurgusu yapan Kemalizm gibi, realizm de, uluslararası ilişkilerde sadece devletlerarası ilişkiler ve ulusal çıkarlarla ilgilenir, devletlerin içindeki toplumsal ayrımların reelpolitik açısından bir değeri yoktur.
Kemalist tezin temel varsayımları ise, devleti sınıflar arasındaki tahakküm ilişkisi olarak tanımlayan Marksist analiz açısından sorunludur. Marksizm, gerek Kemalizmin, gerekse realizmin veri kabul ettiği ulusal çıkar kavramını sorgular. Sınıflı toplumlarda sınıf çıkarından masun bir çıkar olamaz. Ulusal çıkar diye tabir edilen şey aslında muktedir sınıfın hegemonyasını ifade eder. Başka bir ifadeyle, burjuvazi, kendi çıkarını diğer toplumsal sınıfların da çıkarlarını temsil eden genel ve ortak bir çıkar olarak kabul ettirebildiği ölçüde hegemoniktir. Tarihsel olarak ulus kavramının kendisi de burjuvazinin iktidar mücadelesinde başat bir konuma gelmiş, hem anayasa hukukunda hem uluslararası hukukta ulusal egemenlik temel bir varsayım olmuştur. Burjuva hukukunun temel dogması ulusal egemenlik ve ulusal çıkar, hem Kemalizm hem de realizm için sorgulanmaz kavramlardır. Sorgulanmadıkları ölçüde sınıf iktidarını gizler ve doğallaştırırlar.
Uluslararası ilişkilerde realizm ve Kemalizm, hukuki dogmaya dayanarak, görüntüde tüm devletlerin eşit olduğu bir sistem varsayar. Bu sistemde güç dağılımı tabii ki daha güçlü ve daha güçsüz devletleri ortaya çıkarır, ancak hegemonik devlete karşı birleşen diğer devletlerin oluşturduğu güç dengesi sayesinde her devlet egemenliğini korumayı başarır. Dolayısıyla, her devletin öncelikli amacı ulusal egemenliğinin ifadesi olan bağımsızlığını korumaktır. Marksism açısından ise, ulusal egemenlik, ancak gerçek uluslararası güç ilişkilerini gizleyen hukuksal bir kurgudur. Nasıl ki iç hukukta yurttaşların biçimsel eşitliği sınıflar arasındaki maddi eşitsizliği gizliyorsa, uluslararası hukukta da ulusal egemenlik ve içişlerine karışmama ilkelerinin ifade ettiği biçimsel eşitlik küresel tahakkümü gizlemektedir.
Kemalizmin sağ ve sol versiyonları kapitalizme ilişkin farklı tutumlar sergiler, ancak ulusal egemenlik ve ulusal çıkar konusunda ortaklaşır. Güncel siyasette Sözcü gazetesinden Cumhuriyet, Yurt ve Aydınlık gazetesine kadar Kemalist olarak tanımlayabileceğimiz cenahın AKP’nin dış politikasına yönelttiği temel eleştiri, ulusal egemenlik, ulusal bağımsızlık ve ulusal çıkar temelindedir. Bu eleştirilerdeki ortak özellik, AKP’nin siyaset arenasına çıktığı koşullar, yola koyulurken destek aldığı çevreler ve siyasi programı itibarıyla ABD-AB bloğuna hizmet eden bir aktör olduğudur. Bu yaklaşıma göre, AKP, ABD-AB bloğunun kurguladığı bir senaryo mucibince iktidara getirilmiş ve bağımsızlıkçı kadrolar tasfiye edilmiştir. Hükümetin bütün dış politika girişimleri, Kıbrıs’ta çözüm, Ermenistan’la diyalog, Kürt siyasi hareketiyle müzakere vb. hep AKP’nin bu dış mihraklara hizmetinin sonucudur. Çeşitli komplo teorileri, bu yaklaşımın bolca kullandığı bir yöntemdir.
Ne var ki, burjuva ideolojisinin dogmasını analizin çıkış noktası yapan bir yaklaşım, elbette Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki konumunu ve kapitalist ilişkiler içinde dış politika oluşumunu anlamakta ve açıklamakta zorluk çekecektir. Bu açıdan AKP’nin İsrail politikası güzel bir örnektir. One Minute ve Mavi Marmara olayları, Kemalist çevreler tarafından, AKP’nin gerçekleştirdiği “eksen kaymasına” örnek olarak sunuldular. Klişe ifadeyle, “yüzünü Batı demokrasilerinden Ortadoğu bataklığına dönen” AKP Cumhuriyet’in temel yönünden sapmıştır. Ancak Kemalist yaklaşım burada önemli bir çıkmaza girer: AKP ABD-AB bloğunun projesi ise, bu proje neden Türkiye’nin bu bloktan uzaklaşmasını öngören bir “eksen kaymasına” yönelmiştir? Bu noktada, tabii ki orjinal açıklamada olmayan bazı geçici açıklamalar bulunur: Erdoğan başına buyruk davranmaya başlamıştır veya çok asabidir, sinirlerine hakim olamıyordur; ABD Yeşil Kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ılımlı İslam’a destek vermektedir vb. Ancak bu açıklamalar, AKP’nin dış politikasını kuramsal olarak açıklamakta yetersizdir. Lider düzeyinde getirilen her açıklama, liderin siyasi sistem ve uluslarararası sistemdeki öznelliğinin sınırlarını belirlemek durumundadır. Öte yandan, ABD’nin ılımlı İslam projesi Ortadoğu ülkelerini İsrail’le bozuşturmayı değil barıştırmayı, transatlantik bloğundan uzaklaştırmayı değil yakınlaştırmayı amaçlar. Aksini düşünmek mantıksız olur.

LİBERAL-MUHAFAZAKAR TEZ: KÜRESEL YÖNETİŞİM VE KATILIMCILIK HAYALİ

Liberal-muhafazakar tez, kuramsal olarak liberalizm ve muhafazakarlık arasındaki çelişkilere rağmen, köklü bir ideolojik hatta dayanmaktadır. Öncelikle, liberal-muhafazakarlık da, günümüzde (ve bu yazıda) Kemalizm olarak tanımladığımız yaklaşım gibi, Cumhuriyet’in kurucu bir akımıdır.  Bu akımın güncel versiyonu, Celal Bayar’ın 27 Mayıs eleştirisine dayanır. Bu yaklaşıma göre, Türkiye Cumhuriyeti, yüzlerce yıllık bir “güçlü devlet geleneğini” devam ettirmektedir. Bu gelenekte bir yanda bürokrasi tarafından temsil edilen güçlü bir devlet, diğer yanda halk vardır. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bürokrasi iktidarı tekrar ele geçirmiş ve ulusal egemenliği vesayet altına almıştır. Demokrat Parti ulusal egemenliği tekrar tesis etmişse de, asker-sivil bürokrasi tarafından darbeyle uzaklaştırılmıştır. Türk sağının temel siyasi tezini ifade eden bu yaklaşım, 1960’ların sonlarına doğru ve özellikle 12 Mart’tan sonra solda da yankı bulmuş. İdris Küçükömer’den Çağlar Keyder’e kadar birçok soysal bilimciyi etkilemiş, dahası Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’ın “Orta’nın Solu” projesinin kuramsal çerçevesini oluşturmuştur.
Bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerdeki liberalizm gibi, devletin içindeki toplumsal grupların aralarındaki ilişkilerin ve siyasi rejimin dış politikaya etkisi olacağını varsayar. Ancak liberalizmin toplumsal grupları, zaman zaman adına sınıf dense de, Marksist analizin sınıf ve toplumsal grup tanımına denk düşmez. Liberalizm, toplumsal sınıfları, tek tek bireylerin sahip oldukları üretim faktörleri (sermaye, toprak, emek) üzerinden tanımlar. Aynı üretim faktörü donanımına sahip bireylerin toplamı toplumsal sınıfları oluşturur. Markist analiz ise, üretim faktörlerinin, kendi başına, bir nesneden öte anlamlarının olmadığını; ancak toplumsal ilişkiler içinde bunların üretim faktörüne dönüştüğünü ileri sürer. Özetle ifade etmek gerekirse, sınıf ilişkileri ve üretim ilişkileri analiz edilmeden, üretim faktörlerinin hangi sınıfsal oluşumlara yol açacağı anlaşılamaz. Liberal yaklaşıma göre, bir ülkede bolca bulunan üretim faktörlerinin sahibi olan sınıflar dışa açılmayı ve ticaret serbestliğini savunur. Buna mukabil, kıt olan üretim faktörü sahipleri, dışa açılmaya karşı çıkar. Bu minvalde, güncel liberal-muhafazakarlık, ekonomik dışa açılmayı tüketicilerin daha ucuz ve kaliteli mal tüketme hakkı üzerinden savunur, devlet beslemesi ve ithal-ikameci burjuvaziyi eleştirir.
Uluslararası ilişkilerde liberalizm, liberal demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağını ve dolayısıyla liberal demokrasinin dünya barışı için şart olduğunu iddia eder. Liberal demokrasinin en büyük güvencesi olarak ise, güçlü bir orta sınıfın varlığı gösterilir. Bu tez, AKP döneminde, “yükselen Anadolu sermayesi” ve “İslamcı Calvinistler” gibi kavramlarla ifade edilmiştir. Böylece, AKP bürokrasinin halk üzerindeki egemenliğine karşı büyüyen orta sınıfın demokratikleşme özlemlerini somutlaştıran bir siyasi özne olarak tanımlanır. Dolayısıyla, “değişimin motoru” olan AKP, elbette dış politikada da bürokratik vesayet dönemiyle önemli bir kırılma yaratır.
Davutoğlu doktrini, bu yaklaşımın güzel bir örneğini sunar. Temel iktidar kavgasının halkla bürokrasi arasında meydana geldiği Türkiye’de, Cumhuriyet’in elitleri, halka yabancı bürokratlar olagelmiştir. Bu bürokratlar, kendi değerlerine yabancı oldukları ve halk egemenliğine dayanmadıkları için özgüven sahibi değildirler. O yüzden, bürokratik elitler, Ortadoğu başta olmak üzere “Osmanlı bakiyesine” sırtını dönmüş, içe dönük ve pasif bir politika izlemiştir. Oysa AKP halk egemenliği ve değerlerine dayandığından, özgüveni tamdır ve aktif ve dışa dönük bir strateji izleyebilir. Liberal-muhafazakarlığın “Kemalist pasiflik” tezi ise, tarihsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Kurucu Kemalist kadroların Ortadoğu’dan çekilme sebebi kültürel yabancılaşma değil, bölgedeki cephelerde savaşı kaybetmeleridir. Nitekim ellerine geçen her fırsatta Hatay, Musul ve Kerkük’te devlet sınırlarını genişletme konusunda girişimde bulunmuşlardır. Kemalizme Ortadoğu’da manevra alanı tanımayan etkenler, önce İngiltere-Fransa, daha sonra ABD-Sovyetler Birliği’nin etkisidir.
Liberal-muhafazakarlığın temelindeki sağ popülizm, AKP’nin dış politikasında özgüven faktörünün önemini, 1 Mart tezkeresi, One Minute, Mavi Marmara, Suriye ve Mısır politikası üzerinden vurgulamaktadır. Erdoğan’ın son dönemdeki popüler deyişiyle “diklenmek değil, ama dik durmak” olarak özetlenebilecek bu yaklaşım, ahlaki değerler ve siyasi ilkeler adına, icabında ABD-AB ittifakına zıt bir şekilde bağımsız davranan bir dış politika çizgisinin varlığını iddia ediyor. Ancak “eksen kayması” tezine karşı dile getirilen tüm kanıtlar, Türkiye’nin ABD-AB ittifakına ters bir şekilde hareket etmediğini ortaya koyuyor. 1 Mart tezkeresini, Erdoğan’ın hükümetin başında olmadığı, AKP yöneticileri arasında görüş ayrılıklarının olduğu, AKP grubunun oylamada serbest bırakıldığı ve böylece özellikle Barzani’ye yakın AKP milletvekillerinin elinin rahat olduğu bir ortamda gerçekleştiğinden, AKP’nin dış politikasının bir ifadesi saymak doğru olmaz. Nitekim, Erdoğan’ın Başbakanlık koltuğuna oturmasından sonra Meclis’e ikinci bir tezkere getiren hükümet bunu geçirmeyi başarmıştır. İsrail’le ilişkilerin seyrine rağmen NATO çerçevesinde İsrail savunmasıyla senkronize bir füze savunma sistemine entegre olmuştur.
Liberal yaklaşım, 1970’lerden beri ülkelerin karşılıklı bağımlı hale geldiğini ve uluslararası ve ulusötesi aktör ve örgütlerin öneminin arttığını ileri sürer. Gerçekten de, son çeyrek yüzyılda uluslararası ve küresel örgütler ve kurallar tarihte görülmemiş şekilde artmış ve etki kazanmıştır. Bu süreç, iç politikada bilhassa ekonomi ve sosyal politika alanının giderek bağımsız kurullara devredilerek teknikleştirilmesine paralel işlemiştir. Yönetişim adı verilen bu idari modelde, bağımsız uzmanlık kurullarına devredilen alanlar depolitize edilmekte ve esasında siyasi içerikli kararlar doğallaştırılmakta ve meşrulaştırılmaktadır. 1990’lı yıllarda bu modelin siyasi meşruiyet sağlamada aciz kaldığı (örneğin IMF karşıtı Endonezya ayaklanmasında) ortaya çıkmıştır. Buna karşı, aslında toplumsal temsil yeteneği olmayan, ancak belli bir çıkar grubu oluşturan sivil toplum kuruluşlarının karar alma ve uygulama süreçlerine dahil edilmesiyle meşruiyet krizinin aşılacağı düşünülmüştür.
AKP’nin dış politikası da bu dönüşüme uyum sağlamış, Davos toplantıları, G-20 zirveleri ve çeşitli kamu diplomasisi teknikleriyle küresel karar alma mekanizmalarına katıldığını ileri sürmüştür. Davutoğlu’nun deyimiyle, Türkiye’nin yeni siyasi mimaride “oyun kurucu” bir rol oynamaya başladığı iddia edilmiştir. Bu toplantılarda liderler fotoğrafına girmek, hükümetler için bir reklam vesilesi olurken, bu toplantılardaki kararlar için de bir meşruiyet mekanizması sağlıyor. Ancak bütün bu teşrifat ve biçimsel usül, kararların nasıl ve kimin tarafından alındığını değiştirmiyor. Keza Türkiye’nin bu platformlardaki varlığı ve etkinliği, ülkenin küresel işbölümündeki işlevini değiştirmiyor, aksine pekiştiriyor.

MARKSİST TEZ: KAPİTALİST İLİŞKİ VE ÖZNE
Ne Kemalist ne de liberal-muhafazakar tezler AKP’nin dış politikasını anlamamıza yardımcı olabilir. Her ikisi de güncel sürecin ancak bir tarafını yansıtmaktadır. Yazının bu son bölümünde, kısaca, bu iki teze alternatif bir yaklaşımın çıkış noktaları ve temel tezlerine değinmek istiyorum. Bu kuramsal noktalar şüphesiz geliştirilmeye muhtaçtır, ancak geleceğe yönelik bir araştırma programı oluşturmaktadırlar.
1)    Hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık iki farklı anlatıyı birleştiren bir ideolojik söylem oluşturmaktadır. İlk anlatı Türkiye’nin biricikliği üzerinedir. Hem Kemalizme hem de liberal-muhafazakarlığa göre, Türkiye dünya tarihinde biricik bir yere sahiptir. Diğer toplumlara uygulanan sınıf analizi buraya uygulanamaz. Türkiye’de halk ve devlet karşıtlığından söz edilebilir. İkinci anlatı ise, özgün çıkış koşullarına rağmen Türkiye tarihinin varacağı evrensel bir noktayı işaret etmektedir: Kemalizme göre muasır medeniyetler seviyesi, liberal-muhafazakarlığa göre piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi. Dolayısıyla her iki ideolojik set de, hem Oryantalist hem de teleolojik anlatıların kombinasyonundan oluşan bir söyleme dayanır.
2)    Böyle bir tarihyazımı güdük ve hukuki dogmayı yeniden üreten bir devlet kuramıyla tamamlanır. Hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık açısından devlet ya bir kurum, bir tüzel kişilik ya da liderlerin şahsında vücut bulan bir canavardır (Leviathan). Her iki yaklaşım da, devleti, bir toplumsal ilişki olarak değil, insan biçimli bir siyasi özne olarak kavramsallaştırır. Bunu yaptığı ölçüde, devletin toplumsal sınıflar tarafından belirlendiğini gözden kaçırır.
3)    Uluslararası ilişkiler ve dış politika analizinde Kemalist ve liberal-muhafazakar tezler, uluslararası siyasetteki güç dağılımını veri alırlar. Ancak güç dağılımı bir sonuçtur, neden değil. Herhangi bir anda gücün neden belli bir şekilde dağıldığını açıklamak için gücü üreten yapıya bakmak gerekir. Dünya siyasetinde gücün hangi toplumsal ilişkiler içinde üretildiği anlaşılmadan, dış politikayı yönlendiren hükümetlerin özgürlüklerinin sınırını anlamak mümkün değildir. Bu çerçevede, bir dış politika öznesi olarak devlet, hem küresel hem de ulusal düzeyde toplumsal bir ilişki olarak anlaşılmalıdır.
Bu bağlamda Türkiye’nin dış politikası, ülkenin küresel kapitalizm içindeki konumu, işlevi ve bunun ülke içinde yarattığı toplumsal dönüşüm çerçevesinde anlaşılmalıdır. Neoliberal dönüşüm, Kemalist tezin varsaydığı gibi Türkiye’ye mekanik bir şekilde dışarıdan dayatılan bir dış politika komplosu değil, Türkiye’nin de dahil olduğu küresel kapitalizmin organik bir sürecidir. Başka bir deyişle, neoliberalizm, ABD’de ve Türkiye gibi ülkelerde aynı anda ortaya çıkmış, bu farklı coğrafyalardaki toplumsal yapıların hem kendi içlerindeki ilişkilerde hem de birbirleriyle ilişkilerinde dönüşüm yaratmıştır. Dönüşüme direnenlere icabında şiddet uygulanmış, ayak uyduramayanlar tasfiye edilmiştir. Bu bağlamda,
1)    Davutoğlu Doktrini ve AKP dış politikası, Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden stratejik arayışın tarihsel bir devamıdır.
2)    Bu devamlılığın en merkezi unsuru, Türkiye’nin ABD-AB bloğu için stratejik açıdan çok önemli olduğunun vurgulanması ve Türkiye’nin ulusal çıkarının bu yönde tanımlanmasıdır.
3)    Bu anlamda, özellikle ABD-AB bloğuna yönelik kimi zaman serzenişler ve ufak tehditler gündeme gelse de, hem Kemalizm hem de liberal-muhafazakarlık, özünde Türkiye’nin kapitalist düzen içinde yer almasına itiraz etmemekte, ancak nasıl yer alacağına dair farklılaşmaktadır. İkisi de sonuçta kapitalizmi yeniden üreten ideolojiler olduğu içindir ki, bu iki kutbun oluşturduğu bir siyaset anti-kapitalist muhalefeti marjinalize etmektedir.
4)    Türkiye’nin dış politikasında gerçekten bağımsız ve hegemonya karşıtı bir dış politika izlemesi dünya kapitalizmine ilişkin hükümetlerin alacağı siyasi ve ideolojik tutuma bağlıdır. Türkiye’yi mevcut kapitalist düzen açısından işlevsel kılan hiçbir politika bağımsız olamaz.

Türbanla demokratikleşme mi?

Bugün, yarın diye bekletilen, geldi, geliyor diye üzerinden beklenti yaratılmaya çalışılan “demokrasi paketi”, önceden açıklanan geçtiğimiz 30 Eylül günü, Başbakan Erdoğan’ın bir saatlik konuşmasıyla açıklandı.
“Dağ fare doğurdu” bile denemeyecek denli içerik yoksunu ve demokrasiyle ilgisiz paketin geçen sayımızda üzerinde duruldu ve biz burada onu bütünüyle ele almayacağız. Üzerinde duracağımız, “bozuk saat”in günde iki kere “doğru”yu göstermesi misali “paket”te kendisine yer bulan “Andımız”ın kaldırılması bir yana bırakılırsa, paketi paket yapan ve onun lafın ötesindeki asıl gerçeğini belirleyen türbanın kamuda serbest bırakılması olacak.
Evet, “paket”e rengini veren, boş laf ve “nalıncı keseri” türünden “hep kendine yontma” dışında onu içeriklileştiren başlıca sorun türbanın yasaklanmasına son verilmesidir.
Yoksa, –son seçimlerde alınan oylar veri alınarak konuşulacak olursa– bugünkünün yerine AKP’nin vekil sandalyelerini artıracak “dar bölgeli” iki yeni öneriyle getirilen “seçenekli seçim sistemleri” üzerinde tartışılmaya bile değmeyecek “keser” satılan “nalıncı” dükkanı mamüllerindendir ki, zaten üzerinde duran bile olmamış ve seçimlere eski sistemle gidileceği belli olmuştur. Ya da “özel okullarda –o da sadece liselerde– anadilde eğitim”, genel olarak eğitimi, özel olaraksa anadilde eğitimi “hak”tan saymayıp “paraya tahvil edilebilir” ticari ürün olarak anlayan, hak tanımak yerine parayla iş görmeyi/gördürmeyi dayatan ve ne eşitlik ne de demokrasiyle ilişkisi kurulabilecek yutturmacalardandır. Ya da zaten İnternet’e girerken “w” kullanmadan edemeyen herkesce bilinen “özgür” klavyelere getirildiği rivayet edilen “özgürlük”ün totolojik değeri ortadadır. Yine kaymakamlarla Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanan köy ve il, ilçe adlarının atadan kalma adlarına dönülmek üzere adlarının değiştirilmesi, zaten halkı hafızasından silinemeyip kullanılmaya devam edilenlere lütfen “tamam” denmesi…
Uzatmayalım. Söyledik, paketin bütününü inceleyecek değiliz. Ancak altı çizilmeden geçilemeyecek olan şu ki, “derin” ve “ileri demokrasi” belirtisi olarak tantanayla sunulan paket, özgürlük ve demokrasiye dair olumlu tek bir adım atmazken, “mayınlı arazinin temizlenmesi” babından birkaç olumsuzluğun hafifletilmesine olağanüstü bir propaganda malzemesi rolü yüklemiş bulunmaktadır. Eski demokratik olmayan düzen sürmekte, bu düzenin sürdürülmesinden taviz verilmemekte, sadece bu düzenin –zaten fiilen uygulanamaz olan– bazı dayatma ve yasaklarından vazgeçilmektedir.
“Demokratikleşme paketi” ile en çok ilişkilendirilen “çözüm süreci”dir, Kürt sorunudur. Bu ilişki bizzat Hükümet ve onun başı tarafından kurulmuş ve zaten Öcalan-Hükümet görüşmelerinde, “paket”in, “ateşkes” ve PKK’nin “sınır ötesine çekilmesi” adımlarının atılmasının karşılığı olarak çıkarılacağı konusunda mutabakata varılmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, toplumun bütününe hemen hiçbir şey verilmemiş, yığınların hiçbir demokratik hakkı tanınmamıştır da, Kürtlere verilmiş ve hakları tanınmış mıdır? Üç belli başlı talebinin karşılanmasının yanından bile geçilmeyen Kürtlere “şimdilik bunlarla idare et”, “arkası gelecek” anlamına gelen ve söylendiği gibi zaten fiilen uygulanamız olup anlamsızlaşmış laf düzeyinde birkaç “kırıntı”nın ötesinde verilen olmadığı gibi, tanınan hak da olmamıştır.
Buna rağmen, kim, “paket”in “Andımızın kaldırılması”, “Q, W, X’e özgürlük”, şarta bağlı olsa da “yerleşim birimlerinin adının değiştirilmesi” gibi maddelerinin ve dolayısıyla “paket”in demokratik içeriğini yok sayabilir? Evet, demokratik içeriklidir ve bu, ancak bu “iyileştirmeleri” yapabilme yeteneğindeki Türkiye’nin henüz demokrasiye çok uzak bir ülke olduğunu gösterdiği gibi, bütün “derinlik” ve “ilerilik” laflarına rağmen, demokrasi olarak propaganda edilen şeyin ve bu propagandaya olanak sağlaması dolayısıyla burjuva demokrasinin kendisinin ne denli sınırlı ve güdük, deve mi kuş mu olduğu belli olmayan bir garabet durumunda olduğunu belirtmektedir.
Ya peki, “paket”e asıl rengini veren “türban özgürlüğü” açısından “paket”in ve “paket” dolayımıyla ülkenin demokrasi “sınavı”nda tutturduğu derece nedir? Demokrasi sorununda, bırakalım %10’u, 5’i, %1’lik “baraj” geçilebilmiş midir?

“TÜRBANA ÖZGÜRLÜK” NEDEN ŞİMDİ?
AKP 3 Kasım 2002 Seçimleri’ni kazanarak hükümet oldu ve daha hükümet olmadan önce gerek parti olarak kendisi, gerekse Erdoğan içinde bütün kadrolarının içinden sökün edip geldikleri Erbakan’ın Selamet ve Refah Partileri türban sorunu ve “türbana özgürlük” sloganını kullanageldi. Neredeyse “her şey bir yana türban bir yana” idi. Türban, AKP ve önceli siyasal İslamcı partilerin bir numaralı sorunu ve gündem maddesi oldu. Konuyla ilgili söylevler verildi, TV programları düzenlendi, yazılı medyada geniş bulan türban ile ilgili yürüyüşler düzenlendi, oturma eylemleri yapıldı, üniversitelerinin önleri tutuldu. Demokratik devrimden geçmemiş, demokratikleşmemiş ve baştan aşağı bir yasaklar ülkesi olan Türkiye toplumunda, bir inanç ve ibadet özgürlüğü sorunu olarak küçümsenemez karşılığı bulunan türban, biliniyor, bir siyasal simge ve mücadele sembolü olarak son on yılların toplumsal siyasal mücadele tarihinde ciddi bir yer tuttu. Önceli partilerle AKP buradan tabanlarını genişlettiler, genişletmekle kalmadılar; yığınlarla ilişkilerinde ortak çıkarlara sahip oldukları muarızları laikçi partiler ve özellikle iktidar ipini elden bırakmak istemeyen askeri bürokrasinin de katkısıyla sömürülen yoksul yığınların kendi gerçek çıkarları yönünde safa girme eğilimi göstermelerinin önünü keserek, onların, “laikçi-şeriatçı” ya da “laikçi-türbancı” saflar arasında dağılmalarını, ama geleneklerle dinsel önyargılardan da güç alarak, önemli bir bölümünün kendi tabanları olarak stabilize olmalarını sağladılar.
Türban, öncelleri ve AKP’nin elinde, inancının gereğini yapabilmek üzere beklenti içine sokulmuş mütedeyyin tabanın hareketlendirilip tek bir “komuta altında” birleştirilmesi ve dinsel siyasal amaçlar uğruna militanca seferber edilmesi için vazgeçilmez bir “kaldıraç” rolü oynadı.
“Kaldıraç” olarak türban ve üzerinden beklenti yaratılması, AKP Hükümeti öncesinden başlanarak denenmiş ve getirileri umulanın üzerinde olmuştur. Hem siyasal simge olarak kullanılıp inançlı kitle siyasal amaçlarla birleştiriliyor.. Hem birleştirilmekle kalınmayıp harekete geçirilerek bir yandan kemikleştiriliyor, bir yandan da özellikle sokakları önce doldurup sonra giderek denetleyecek militan ihtiyacını karşılamanın dayanağı işlevi görüyor.. Hem kendi çıkarları etrafında birleşme ihtiyacı içindeki sömürülen yoksul yığınlar “türban takılsın-takılmasın” somutundan hareketle laikçi-şeriatçı sahte karşıtlığı yönünde safa sokularak, kendi nesnel çıkarları doğrultusundaki mücadeleden alıkonuluyor.. Pekiştirilen bu taban hem siyasal mücadelede gerekli kitlesel gücü sağlıyor.. Hem de darbelerin uluslararası koşullarının aşınması ve “Avrasya” “sakızı” çiğneme belirtileri göstermeye başladıkça özellikle Amerikalı emperyalistlerin arkalarından desteklerini çektikleri darbe dinamiği askeri ekibin elden ayaktan düşmesiyle eskisine göre önem kazanan parlamenter sistem ve seçimlerin oy deposu tıka basa doldurulmuş oluyor. Daha başkaları da eklenebilir, ancak –kuşkusuz başka şeylerin de yanı sıra, ama özellikle– türban beklentisi üzerinden sağlananların başlıcaları bunlardır. Şüphesiz az değildir!
Muhalefetteyken ve hasbelkader hükümet olduklarında Erbakan ve partilerinin, rakiplerinin bilinen güçlülükleri, kuşatılmışlıkları ve üstelik örneğin “balans ayarı” yapılmak üzere “oyunun kuralları” dışına çıkılarak önlerinin kesilmesi koşullarında türban talebini karşılamak üzere adım atamamış olmaları gayet anlaşılırdır.
28 Şubat’la önü açılıp hükümet olduğunda ya da edildiğinde, zaten “güvene mazhar olmuş” ve önü açılmış olduğu.. Yani henüz bir “güç merkezi” haline gelmediği ve sadece “Allah yürü ya kulum” dediği ya da Amerikalı emperyalistler ve onların gücü elinde tutan sınanmış, güvenilir askeri dayanakları “olur” verdiği için Hükümet olmasına karşın muktedir olamadığından, AKP’nin de türban talebini karşılamak üzere bir adım atmaması/atamaması yine anlaşılırdır. Ancak anlaşılırlığının miadı ya da “son kullanma tarihi”, net tarih vermek gerekirse, 27 Nisan 2007 “Bildirisi” ile dolmuştur.
Hatırlanacak olursa, 27 Nisan, “367 ile seçilir” zorlamasının yapıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde zamanın Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt’ın, sonradan “ben kaleme aldım” dediği, AKP’li bir cumhurbaşkanı seçilmesinin önünü kesmeye yönelik “ordu muhtırası”nın Genelkurmay İnternet sitesinden yayınlanma tarihidir. Sonrasında AKP sözcülerinin “muhtıra değil” dediği “e-muhtıra” olarak ünlenmiş bildiri, birkaç yıl içinde adları darbe serüvenleri dolayısıyla anılıp mahkemelik olacak ve ağırlaştırılmış müebbed dahil yüksek cezalara çarptırılacak ordu içindeki “şeriat karşıtı Kemalist mihraklar”ın “gazını almak” üzere yayınlanmıştır ya da değil.. Ama biliniyor ki, 27 Nisan gece yarısına doğru İnternet’e konulan “muhtıra”, 28 Şubat öğleden sonra, yani 15-16 saat içinde Hükümet’in Cemil Çiçek tarafından okunan karşı bildirisiyle püskürtülmüştü. Ve Dolmabahçe Sarayı’nda biraraya gelen Başbakan’la zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt arasında ne olmuşsa olmuş, konuşulanların “mezara götürüleceği” söylenmiş, oncası yargılanıp cezalandırılmasına rağmen “ben yaptım” itirafında da bulunan “muhtıracı general”e –yargının katiyyen siyasal olmayıp yürütmeye bağlı bulunmadığını, ama bağımsız olduğunu kanıtlamak üzere (!)– soruşturma bile açılmadığı gibi, cumhurbaşkanlığı seçimini ilişkin –belirli kadrolarınınki sürüyor görünse de– ordunun yaptırımlara bağlanmış kurumsal itirazlarının sonuna gelinmiş ve Gül’ün seçilmesinin önü açılmıştır. 27-28 Nisan tarihleri, bu bakımdan kritiktir, dönüm noktasıdır.
Ardından ordudan, askeri cenahtan gelen tepkiler sürmesine sürmüştür, ama artık en üst komutan dahil, kimden gelirse gelsin “mırın-kırın” etmenin, “dostlar alış-verişte görsün”ün ötesine geçmemiştir. Şüphesiz bir süredir gözlenmekte olan ABD’nin askeri şeflere karşı AKP’ye verdiği desteğin tayin edici katkısıyla, bu tarih itibariyle, artık askerlerden gelen “İnternet Andıcı”, “AKP ve Cemaati Bitirme Planı” adıyla lanse edilen Dursun Çiçek imzalı “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”, plan “belgesi”nin “kağıt parçası”, Ergenekon “silah deposu”nda bulunan lav silahının “boru” ilan edilmesi.. vb. tepkiler, AKP ve Hükümetini yıpratıcı olmak bir yana, “baltayı ayağına vurma” misali, açılan davalarda aleyhte delil olarak değer kazanmıştır.
Son “muhtıra”, Cumhuriyet Mitingleri ile zamandaştır. İlk miting olan Ankara Mitingi 14 Nisan, ikinci miting olan İstanbul Çağlayan Mitingi 29 Nisan 2007 tarihlidir. Güç ya da doğru deyişle iktidar çatışması, sadece İnternet üzerinden bildirilerle değil, doldurulan meydanlar üzerinden de sürdürülmüştür. Üstelik sadece meydanlar da değil, bombalar, silahlar ve planlar, planlar… Cumhuriyet Gazetesi bombalanmış, Yargıtay basılarak bir Daire Başkanı öldürülmüş, Trabzon ve Malatya’da Hıristiyanlar’a saldırılmış, Hrant Dink katledilmiş, “güç savaşı”nda –sonradan Ergenekon Davası’na malzeme olmak üzere– Hükümet’in zedelenmesine yönelik hazırlıklara hız verilmiştir.
Ümraniye’de “Ergenekon bombaları”nın bulunması ve Savcı Zekeriya Öz’ün Ergenekon Soruşturması’nı başlatması da aynı –2007 yılı– tarihlidir. 27 Nisan “yenilgisi”nden yaklaşık iki ay sonra (25 Haziran), yani hiç vakit geçirilmeden püskürtülenlerin üzerine varılmaya başlanmıştır. Kritik tarih, galibin ve mağlubun belli olduğu, sonrasında artık “uzatmalar”ın oynandığı tarihtir. Bu tarih itibariyle AKP muktedirdir. Tabii ki muktedirliğin sonu ve ölçüsü yoktur.. Daha çok.. Daha fazla… Ama kesindir ki, 2007 ortalarından itibaren, –uzak görünen devrim olasılığı bir yana– AKP’nin karşısında kendisine direnecek, politika ve uygulamalarının önünü kesecek örgütlü güç kalmamıştır.
Ama AKP, gücüne güç katan birincil dereceden “kaldıraç”ına sıkı sıkıya sarılmış, ondan vazgeçmemektedir. Muktedirleşmesine ve üstelik engeleyecek kimse kalmamasına karşın “altın yumurtlayan tavuk” durumundaki türban talebinin, tam da bu nedenle talep düzeyinde var olmayı sürdürmesi işe gelmiş, özetlenen getirileri uğruna, karşılanma koşulları oluşmasına rağmen, çekirdeğinden bile önce yağ çıkarılıp sonra yakıt olarak prina elde edilen zeytin benzeri, sonuna kadar istismarı yoluna gidilmiştir. “Eti”ni bir defada yiyip tüketmek üzere “tavuk”u kesmek yerine, basit bir tüccar hasabıyla sürekli “yumurtası”nı yemek tercih edilerek, hep sanki henüz birileri engelliyormuş ve yaplamazmış gibi, “bırakmıyorlar ki” edebiyatıyla “mağdur” rolü sürdürülürken, türbanın, beklenti içinde tutulacak tabanı harekete geçirici kaldıraç olarak değerlendirilmesinde ısrar edilmiştir.  Oysa 2002’de hükümet olmasına karşın henüz muktedir olamayan AKP, 2007 sonrası artık artık türban ya da bir başka konuda istediğini yapma gücünü elde etmiş bir iktidar sahibidir, muktedirdir de.
Örnekse Çamlıca’ya ecdadınkileri geride bırakacak ihtişamda Camii için start vermiş; zorunlu din dersinin yanına çoğu yerde zorunlu sayılmış sözde seçmeli yeni din derslerini eklemekle de kalmayıp, liseye giriş sınavlarında “sosyal” sorularıyla eşit ağırlıklı din sorularını da dayatmış; sadece RTÜK aracılığıyla medyayı değil, içki ve dekolte, sezeryan ve kürtaj yasağı türü doğrudan hayat tarzına müdahale anlamındaki önlemlerle tüm toplumu din kurallarıyla yönetmeye girişmiş, gençliği “dindar ve kindar” yetiştirmekte olduğunu açıklamış; “Alevi”, dolayısıyla “kafir” olduğu için, dolaysızca içlerine karıştığı Suriye’ye karşı “zalim Esed” söylemi altında ama buram buram dinî ve mezhebî ideoloji kokan saldırgan politika izlemiş; Suriye rejimi karşıtlığı örtüsü altında dinsel saiklerle –sonunda, Afganistan’da bin Ladin’i örgütleyip destekleyen ABD’nin başına geldiği türden “besle kargayı oysun gözünü” tutumuyla kendisine de karşı dönen– El-Kaide çetelerini desteklemiş; aynı dinsel ideolojik uyuşma ve birlik nedeniyle –ABD ile arasının açılması pahasına– askeri darbeyle devrilmesine rağmen Mısır’da Müslüman Kardeşler’e desteğini sürdürmüş; aynı yaklaşımla Amerikan ajandasında “müttefik” göründüğü İsrail’le –özrüne ve Amerikan zorlamalarına rağmen– ilişkilerini iyileştirmekten kaçınmıştır. Daha sayılabilir, ama yeterlidir. Saydıklarımız göstermektedir ki, işine geldiğinde ve istediğinde, AKP, ABD ile “kötü olma”yı bile göze alarak tutumlar alabilmekte ve bu tutumlar, toplumun belirli kesimlerinde türban kadar tepki çekebilecek ve onun kadar “muhalifi” olabilecek tutumlar da olabilmektedir. Neredeyse her şeyi yapmıştır AKP, ama son “demokrasi paketi”ne kadar türban sorununu çözmeye kalkışmamış, türban talebinin talep olarak kalmasını yeğlemiştir.
Ama sonuna gelinmiştir. Ve “son”unda AKP’ye güç ve oy veren mütedeyyin tabanın artık türbanın sadece lafıyla yetinmediği/yetinemeyeceği yere varılmış ve “altın yumurtlayan tavuk”un kesilmesinden kaçınılamayarak, beklenti yaratarak istismarı sürdürülemez olan “türbana özgürlük” gelmiştir.
Neden şimdi, peki? Önce bir saptama ve ardından iki belirtinin sözünü etmek sanırız yeterli olacaktır.
Özellikle 2007’den itibaren geçen zaman içinde, türban, tıpkı onsuz İnternet’e girilemeyen “W” ve diğer harfler gibi zaten fiilen ve ilkokullar ve TBMM gibi birkaç istisna dışında her yerde takılıp kullanılabilir olmuş, –Kemalistler irtifa kaybettikçe– oluşan hegamonik ideolojik atmosfer ve politik ortam içinde eski Kemalist “yasak”tan neredeyse eser kalmamıştır. İdeolojik politik olarak ve pratikte kavgayı sürdürme yeteneğinde karşı güç neredeyse kalmamacasına küçülüp azalırken, türban da zaten yeni oluşan ortam ve koşullarda kendi “özgürlüğü”nü kendisini kazanmış; geriye sadece yasağın kağıt üzerinde de kaldırılması kalmıştır. Buradan çıkacak olan; “altın yumurtlayan tavuk”un artık sıradanlaşması ve “altın” yumurtlamaz hale gelişidir.
Ve iki belirtiden ilki: Başta AKP’nin pek de bir karşılık ödemeden güç aldığı ve “oy deposu” işlevi yüklediği inançlı Sünni Müslüman kitle olmak üzere herkes görmektedir ki, AKP Hükümeti dışarıda yayılma ve –onun hizmetinde– savaş politikası izlemekte ve ülke nüfusunun ¾’ü karşı olmasına rağmen iki Müslüman ülke Suriye ve Irak’a yönelik saldırgan bir içişlerine karışma tutumu izlemektedir ve neredeyse Suriye iç savaşının dolaysız olarak tarafıdır ve içindedir. Üstelik herkes bilmekteydi ki, Suriye rejiminin devrilmesi, Rusya el atıp inisiyatif alarak görüşmeler politikasını zorladığı diğerlerine kabul ettirip esas hale getirinceye kadar, başta Amerikalı emperyalistler olmak üzere Batılı büyük emperyalist devletlerin politikasıydı ve AKP’nin Batılılara yedeklenmiş olduğu ayan beyandı. AKP Batılıların taşeronu olarak üstelik bir Müslüman ülkeye karşı savaş politikası izleyip buna uygun davranmakta olduğu için tabanında zorlanmakta ve Suriye politikasını “%50’yi geçti” dediği tabanına kabul ettirememekteydi. Hem de İslam ve bir İslam ülkesine karşı tutum üzerine karşı karşıya geldiği tabanıyla ilişkisini yenileme ihtiyacı acilleşmişti. Bu amacı karşılayacak en uygun şey, zaten fiilen yasak konusu olmaktan çıkarak, eski, üzerinde fırtınalar koparalıp beklenti yaratılarak puan kazandırma yeteneğini yitirmiş, ama zaten görünüşte kalmış yasak kağıt üstünde de kaldırılıp resmen hak olarak tanındığında gönülleri hoş edecek türbanın serbestleştirilmesiydi.
Ve ikinci olarak; aynı tabanla ilişkiler ve yenilenme zorunluluğu ve acilliği kapsamında kendisini kör gözlere bile dayatan bir başka belirti, Gezi Direnişi çerçevesinde kendini açığa vurdu. AKP açısından kendisi de çoktan bir tabanla ya da “halkla ilişkiler” sorunu haline gelmiş türban sorunu, Gezi Direnişi dolayısıyla da hiç beklemediği ölçüde zorlanan ve sadece direnişi ezmek için değil, ama kutuplaşma yaratıp “kemikleştirme”yi de amaçladığı tabanının kendisini destekleyeceğini varsayarak önüne geleni zehirli gaz, tazyikli su ve kurşunun hedefine koyarak “Allah yarattı demeden” hunharca saldırıya geçen AKP’nin amaçlarına ulaşamaması dolayısıyla kendisini dayattı. Başbakan, kendisine oy vermiş genellikle inançlı yığınları kastederek “%50’yi zor evinde tuttuğu”nu söyleyip, aslında onları sokağa çıkmak ve Direnişçilere karşı saf tutmak üzere harekete geçmeye çağırmış, ama sonuç fiyasko olmuştu. Eline pala ya da sopa alan üç-beş esnaf bozuntusu serseri takımı dışında AKP’nin “benim” diye düşündüğü geniş yığınlar Direnişçilere karşı harekete harekete geçmek bir yana Erdoğan’ın alelacele düzenlediği mitinglere de doğru dürüst katılmadı ve bunca hunharlık ve zıtlaştırıcı gerilimden yana olmadıklarını ortaya koydular. Milyon hedefli İstanbul’da 100 bini ancak bir araya getirebilen AKP, Ankara’da az fazlasını toplayabilirken, kalelerinden Kayseri de ise birkaç on binle yerlerde süründü. “Taban”ın desteği yoktu! Ve tatmin edilmesi gerekiyordu. Tabanla ilişki yenilenmeliydi. En kolayı, ikrah getirinceye kadar ağızlarda sakız olarak çiğnenmiş ve artık ilerisi için de beklenti yaratma potansiyeli taşır olmaktan çıkmış türban üzerinden bir “yenileme”ydi; bu yapıldı; türban, “ileri demokrasi” ve “özgürlükçülüğü”nün nişanesi olarak, desteğinin devamı karşılığında, “demokratikleşme paketi” kapsamında, tabana “rüşvet” olarak sunuldu.

TÜRBANA YASAK MI ÖZGÜRLÜK MÜ?

Peki, AKP, sonunda “altın yumurtlayan tavuk”u kesti; zamanlama, kendi hesabı kitabına dairdi, ama kesti. Artık türban, AKP’nin üniforma giyilen yerlerde takılmamasına dair kendi istisnaları bir yana, kamu dahil her yerde takılabilecek. Tutum ne olmalı? Örneğin ara başlık doğru mudur yoksa sorun böyle konamaz mı? Türban bir “özgürlük” nesnesi olabilir mi?
Kemalizmin sadece çarşaf, peçe ve türbanı değil, ama tekke ve zaviyeleri de yasaklayıp inanç ve ibadet konularını kapsayan din işlerini bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlete bağlayarak devlete dini yönetme görevi de vermesinin uzun yıllar boyunca laiklik olarak bilinip varsayılması, özellikle kentli ve aydın kuşaklarda yerleşik bir önyargı oluşturduğu tartışmasızdır.
Sadece özellikle kentli kuşakların politika-dışı nesnelliği itibariyle değil, ama tabii ki devletin laikçi politikasının yönlendiriciliği ve eğitsel şekillendiriciliğinin yanı sıra “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmak üzere “çağdaşlaşma” ve bunun koşulu varsayılan “Batılılaşma” politikaları ve Batı hayranlığının belirleyici katkısıyla yerleşen dine ve inanç ve ibadet nesnelerine yönelik önyargı düzeyine yükseltilmiş resmi tutum, öncelikle askeri ve yargısal bürokraside, ama resmiyetin ötesinde de dayanaklara sahip olmuştur.
Bu dayanaklardan ilki, yine M. Kemal’in kurduğu, uzun yıllar valilerle parti il başkanlarının tek kişinin uhdesinde toplandığı ve resmiyetin neresinde başlayıp neresinde bittiği pek belli olmayan, “sivil toplum”a mı “resmiyet”e mi ait olduğu tartışmalı CHP’dir.
Ama CHP’den ibaret değildir. –Sonraki örnekleri de Erbakan’ın Milli Nizam Partisi – Milli Selamet Partisi – Refah Partisi olan– Serbest Fırka türünden Kemal zamanında kurulup kapatılanlar sayılmazsa hemen tüm sağ muhafazakar, faşist eğilimli partiler de, az-çok mırın-kırın halinde olsalar ve belirli tarikatlarla ilişki kursalar da, başlıca bu laikçi yorumun dayanakları arasında yer almışlardır. İkinci önemli dayanak, laikçi eğitimden geçmiş, M. Kemal’in “devrimleri”ni “emanet” ettiği genç kuşaklar olmuştur.
Üçüncüsüyse Şefik Hüsnü ve M. Suphi’den ele geçirdiği TKP’siyle başlayarak, Kemalizmin fideliğinde büyümüş geleneksel “sol”dur. Bugünkü TKP’ye bakılarak ne söylenmek istendiği kolaylık ve rahatlıkla anlaşılabilir. Bir, nüansları henüz farklı olsa da, bu fark makasını da hızla kapatma uğraşındaki TKP, tıpkı Ş. Hüsnü ve onun izini süren D. Perinçek gibi, M. Kemal’in çağrısını çıkararak açtığı ulusalcı/milliyetçi yolda yürümektedir. Ve iki, –yakında yanına “yerli malı haftası kutlamalarını da katmasına şaşmamak gerekecek– Cumhuriyet Haftası kutlamalarıyla yürüdüğü bu yolda, yine M. Kemal’in çağrısını çıkararak açtığı “yobazlığa karşı” bayrağı sallayarak ilerlemektedir.
Burada, kuşkusuz ne ulusal değerlere ve sahiplenilmeleri gereğine karşı çıkılmakta, ne de “yobazlık” savunulmaktadır. Her şey ortadadır; ulusal değerler başkadır, bu değerlerin “tekçilik”le, başka uluslara karşı üstünlük iddiasıyla tek yolgösterici olarak yüceltilmesi ki, milliyetçilik/ulusalcılık budur, başkadır. Aynı şekilde, “yobazlık” tabii ki mücadele konusu olmalıdır, bu başkadır; “irtica”/gericilik adı takılarak, kapitalist tekelci gericiliği (hatta emperyalizmi de) aklamak üzere, onu tek gericilik türü düzeyine yükseltip –şimdi hala bazılarının Kürt sorunu “feodalizmin varlığına ve geriliği”ne bağlayarak sürdürmeye çalıştığı– zamanında feodalizme karşı mücadelenin başlıca bileşeni varsayılarak, “yobazlığa karşı mücadele”nin başlıca mücadele ve laik-yobaz saflaşmasını esas saflaşma olduğunun ileri sürülmesi başka!
Eleştirileri bir yana, birkaç on yıllık süre boyunca toplumsal siyasal gidişatı izleyenler teslim edeceklerdir ki, bir yanda İslami/dinsel değerlerin istismarı üzerinden ilerleme uğraşındaki –önce Erbakan partileri ve sonra– Erdoğan ve AKP’si, “karşılarında” da, askeri ve siviliyle, “yobazlığa karşı mücadele”ye yüklenmiş, toplumu (özellikle somürülen yığınları) laik-şeriat ekseninde bölerek ve buradan parsa toplayarak onunla yine buradan “iktidar” kapışması içinde olan, MHP’nin “ara güç” olarak yalpaladığı, “ulusalcılar” olarak tanımlanan, İP gibi partilerin de aralarında yer aldığı güçler olmuştur. Aynı süreci “askeri vesayete karşı mücadele ve onun tasfiyesi” olarak tanımlayan liberal solcular ise, sürecin bu niteliğiyle bir demokratik süreç ve AKP’nin de demokrasi mücadelesi veren bir güç olduğu iddiasıyla, bu partinin kanatları altında yer almışlardır.
Son birkaç on yıllık sürece buradan bakıldığında, türban başta olmak üzere dinselliğe dair “değerler” ve inanç ibadet sorunlarının AKP bakımından ne tür bir “altın yumurtlayan tavuk” olduğu daha iyi görülecektir. Başka bir yerden AKP ilerleyişine karşı iktidar “ipi”ni elinde tutmayı sürdürme mücadelesini yürütemeyeceğinin farkında olan ve son kez 28 Şubat’ta denediği aynı saflaşmadan “iş çıkartmak” isteyen asker-sivil güçlerin de birinci dereceden katkısıyla, AKP, toplumu, “laik-şeriat” ya da AKP cenahından bakıldığında, din ve dinsel değerlerin savunulması ya da savunulmaması ekseninde bölüp çoğunluğu oluşturan mütedeyyin yığınları yedeklemeyi başarmıştır.  Türbanın bundaki tayin edici rolü görmezden gelinemez!
Yanlışlık, M. Kemal’in başlattığı “dinle savaş” tutumundadır. Yine de Kemal, hem bir burjuva ve –hiçbir zaman böyle bir mücadeleye girişmese bile– tabii ki en çok “feodalizmi” hedefleyebilir olduğu ve hem de Sultanlık ve Hilefet’ten çıkılıp gelindiği Kurtuluş Savaşı sonrasının koşullarında, “ümmet”ten “ulus”a geçilirken ulusçuluğu/milliyetçiliği bayrak edindiği ve ancak Halife ve tarikatların gücünü kırarak kendi burjuva iktidarını kurabilir olduğu için “gericilik”i “yobazlık”tan ibaret görüp mücadele stratejisini “yobazlık”a karşı kurduğu için mazur görülebilir.
Ama günümüzde –ister daha ilerisi, isterse “sosyal-demokrasi” iddiası ileri sürülsün–  “sol” adına milliyetçilik taslanıp ve “sosyalizm”, hatta “komünizm” lafları ardında –miadını doldurduğu teziyle– ilkesel ve kategorik olarak “demokrasi” mücadelesi bile reddedilirken tekleştirilmiş gericilik türü olarak “yobazlık” karşıtlığının ileri sürülmesinin açıklaması ve mazur görülebilir bir yanı olamaz!
Nereden kaynaklanıyor olursa olsun, ister fodal kalıntıların iktisat-dışı zoru, ister kapitalist tekelci dayatma ve dikte ediciliğinin ürünü olarak yasaklar ve yasakçılık, ne milliyetçi zırvalar ve ne de yobazlık korkuluğu sallanarak görmezden gelinebilir ve birinden biri ileri sürülerek mazur görülebilir ve gösterilebilir.
– Bir ulusun bir diğeri ya da tüm başkaları karşısında üstünlüğü iddiası, burjuva milliyetçiliğinin ilkesidir ve milliyetçiliğin tekçi ve tekelci niteliğini belirtir; emperyalizm dönemine gelininceye ve tüm ulusal zorbalık tekelci emperyalist zorbalığa bağlanıncaya kadar bütün ulusal zulüm ve kavgaların kaynaklandığı eşitsizliği zemin edinmiştir. Tüm ulusal eşitsizlik, hak ihlal ve gaspları ve yasaklar, ulusal sorunu bir demokrasi sorunu yapmak üzere, burjuva milliyetçiliğin tekçiliği ve tekelciliğiyle dolaysızca bağlı olmuştur. Sonra ulusal eşitsizlik, zulüm ve kavganın sürdürücülüğünü emperyalizm devralmıştır.
– Erkek cinsinin kadın cinsi karşısında üstünlüğü iddiası da, –çağımızda kapitalist zorbalığa bağlanmışlığı tartışmasız olan– ataerkilliğin ilkesidir ve “erkekçilik”in tekçi ve tekelci niteliğini belirtir; kadına yönelik şiddetin, kadının aşağılanması ve yok sayılmasının kaynaklandığı cinsel eşitsizliği zemin edinmiştir. Tüm cinsel eşitsizlik, aşağılama, hak ihlal ve gaspları ve kadın cinsine yönelik yasaklar (İsviçre’de bile kadın cinsinin seçimlerde ancak 1971’de oy kullanmaya başlayabildiği hatırlansın), –kesin çözümü sosyalizmi gerektirse bile– kadın sorununu demokratik içerikli bir sorun yapmak üzere, ataerkilliğin tekçi ve tekelciliğiyle dolaysızca bağlı olmuştur.
Tıpkı bunlar gibi, insanların inanç ve ibadetlerine ilişkin olan dinsel (ve mezhepsel) eşitsizlik ve hak ihlal ve gasplarıyla bunları dayatmaya yönelik yasaklar ve yasakçılık genellikle dinci, ama bazen de laikçi, ama kesinlikle din ve devlet işlerininin birbirinden ayrılması demek olan laisizmle ve dolayısıyla demokratizmle ilişkisiz tekçi ve tekelci yasakçı yaklaşımlarla karakterizedir.
Şu soruların sorulmasıyla başlanabilir: Kim sakal ya da bıyık bırakıp bırakmamasına karışılmasını, bunun resmi kurallara bağlanması ve yasakçılık konusu edilmesini ister? Ya da bir adım daha atılacak olursa; kim nasıl giyineceğine, mini mi maksi mi etek giyeceğine ve sürdürülecek olursa, örtünüp örtünmeyeceği, başını örtüp örtmeyeceğine karışılmasını, bunun devlet tarafından resmi kurallar konularak düzenlenmesini ister? Giyim-kuşam insanların kendi bildikleri gibi davranacakları bir bireysel özgürlük alanı mıdır yoksa devletçe şu ya da bu yönde dayatmalarla yönetilip yönlendirilmesi gereken bir alan mı?
“Bireysel özgürlük” olanaksızlığı üzerine örneğin reklam/moda ve yönlendiricilikleri vb. türünden deliller ileri sürülerek konu tartışılabilir. Üstelik özgürlük, bireyleri ilgilendirmekle kalıp kolektifi kapsamadıkça anlamsızlaşır. “Birey” kapalı mekanda evinde ya da “İslami plajlar”da örneğin “özgürlüğü”nü kullanabiliyor, ama, aynı özgürlük toplumsal ölçekte, –şüphesiz sosyalist bir çözümü gerektirmek üzere toplumsal içeriğiyle değil ama– siyasal özgürlük olarak kullanılamıyorsa, ancak aldatıcıdır. Doğrudur; kapitalizmin her şeyi ve alanı bunca toplumsallaştırdığı koşullarda özgürlüğün “bireysel”i olamaz. Ancak sorun şuradadır ki, nasıl giyinip giyinmeyeceğine kim karar verecektir, karar verme “hakkı” kimindir, hukuk karşısında sorumlu kimdir: Tabii ki bir dizi toplumsal etki altında “seçim” hakkını kullanarak giyinecek kişi mi, kolektiviteyi kapsayacak biçimde kişiler mi yoksa devlet mi? Yanıt açık ve net olmalıdır: Devletin bireylerin ne giyip giymeyeceklerine karışma hakkı yoktur.

*
Ama sorun burada bitmemektedir. Bir de “inanç” bağlamı vardır. Türban örneğin, basit bir “kılık-kıyafet” özgürlüğü sorunundan ibaret değildir. Bir de inanç ve ibadet özgürlüğüne ilişkin yönü vardır.
İnanç sahibi kişiler, inançlarının gereği olarak başlarını örtmek, türban ya tda bir başka şey takmak istediklerinde karar mercii kim olacaktır? Aralarında “ilerici” olanları da bulunabilecek bir dizi gerekçe ileri sürülerek inançlarının gereğini yerine getirmelerinin önüne –başka türlüsü düşünülemeyeceğine göre, devlet gücünü belirten resmi– engel mi çıkarılacaktır, yasaklar mı konulacaktır yoksa devlet aradan çekilmeli midir?
Sorun, tek yanlı açıklamalarla üstesinden gelinemeyecek komplike bir sorundur.
Ancak önce yasaklar ve yasakçılık sorununun netleştirilmesi zorunluluğu kesindir! Yasaklar ve yasakçılığın savunulmasının demokratik içeriği herhalde ileri sürülemez. Belirli kategorilerin belirli başkalarıyla, örneğin kadının erkek, Alevinin Sünni ya da Kürdün Türkle… eşitsizliğini dayatmak ve eşitsizlik durumunu sürdürmek üzere konan yasaklar ve yasağın savunulmasının, eşitlik ve özgürlük fikriyle ve demokrasiyle çelişik olduğu tartışmasızdır.
Peki mutlak mıdır? Hiçbir yasak savunulamaz ve tüm yasaklar demokrasiyle çelişki halinde midir? Mutlak yoktur ve mutlakçılık doğru değildir. Demokrasiye ve onun dayanağı ve sosyal temeli olarak halka düşmanlık, demokrasi ve kuşkusuz toplumsal ilerleme adına savunulacak ve savunulması gereken istisnai yasakları oluştururlar. Örnekse faşizm, ırkçılık, kadın düşmanlığı.. –bunlar şüphesiz yasak konusu edilmelidir.
Peki, inançlar ve inaçların gerekleri? Onlar bu sözü edilen kategoriden midirler? Yasaklanabilirler mi?
Örneğin “kamu”da inancın gereği olarak türban takılması yasak mı olmalıdır? Türbana ilişkin “sorunlu durum” zaten “kamuda türban” konuludur. Yasak mı serbest mi olmalıdır?
Yanıt, laikliğin, laisizmin ne olduğu ne olmadığı üzerinden verilmelidir. Laiklik, dinin devletten ayrılması; devletin dine, dinin devlete karışmaması, dinin, inançlı ya da inançsız “kul” ya da kişilerin özel sorunları olarak anlaşılması ve yaşanmasıdır. Devlet, yurttaşlarının inanç ya da inançsızlıkları karşısında tamamen tarafsız/nötr tutum içinde olmak, bir inancı diğerine ya da inançsızlığa karşı desteklememek (ya da tersi) durumundadır. Başka türlü laisizmden söz edilemez. Örneğin bugünkü Türkiye’nin, her şey bir yana devletin dine müdahale aracı Diyanet İşleri dolayısıyla (Alevinin aşağılanması, Cemevinin ibadethane kabul edilmemesi, zorunlu din dersleri vb. sorunlar da eklenebilir) laik olmadığı kesindir.
Laik bir devletin, –hele inançlı ve inançsız vergi mükellefleri tarafından finanse edilen– Diyanet Işleri türünden bir kurumlaşma aracılığıyla insanların inançlarıyla oynayamayacağı kesin olduğu kadar böyle bir devletin yurttaşlarının giyim kuşamı ve inançlarının gereği davranışlarına karışamayacağı, karışmaması gerektiği de kesindir. Kamusal alanın bir görevlisinin başında türbanıyla devletin “tarafsız” ve “nötr” pozisyonu ile bağdaşmayacağı ve bu görüntüsünü bozacağı ileri sürülebilir. Ama bu durumda, kendi görevlisinin bile hele inancına ilişkin kılık kıyafetine müdahale eden bir devletin inançlar karşısında tarafsızlığından nasıl söz edilebileceği sorunu oluşacaktır! Kamu görevlilerinin türbanlı ya da türbansız, sakallı ya da sakalsız, inançlı ya da inançsız, (demokrasinin diğer alanları bakımından tamamlanırsa Kürt ya da Türk, Alevi ya da Sünni) olmalarının önem taşımaması ya da önemsizleşmesi, laisizmin göstergesi sayılabilir.
Peki, böyle midir? Şüphesiz değildir. Çünkü Türk devleti ne laiktir ne de demokratik! Ama bundan hareketle, devletin kendi görevlileri de içinde yurttaşlarının giyim-kuşamına, inançları ve inançsızlıklarına, milliyet ve mezheplerine karışıp müdahalede bulunması ve ileriye giderek belirli kategorilerden olanlarına yasaklar koymasının savunulmasının laiklik ve demokrasiyle bir ilişkisi kurulamaz!
Tersine, kamusal alan dahil türban takma ve örtünme hakkının kabulü, inanç ve ibadet özgürlüğü kadar, laisizm ve demokrasinin bir gereğidir. Türban takma hakkı, demokratik içeriklidir.
Burada, bir konuya değinilmezse, eksik bırakılmış olacaktır. Kamuda türban takma ya da örtünme hakkı, evet, savunulmalıdır; ama bir koşulla. İnançları gereği kamuda türbanı takacak olanların, takma kararlarını kendi iradeleriyle alacak olmaları koşuluyla. Kendileri hakkında tamamen kendilerini ilgilendiren kararlarını kendilerinin vermeleri ve bu kararı verebilme yeteneğine sahip olmaları, hak kullanımlarının kendi kararlarının ürünü olması koşuluyla.
Türbanla ilgili olarak, savunulan haktır; karşı çıkılan ise yasak. Türban takma hakkının savunulması, bu konuda yasak ya da baskı ve dayatmalara karşı çıkılması anlamındadır. En başta devletin yasakları ve baskısına, ama sadece onun değil, örgütlü grupların, okulun, kışlanın ve en son ailenin dayatma ve baskılarına karşı olmak, hak savunmasının özüne ilişkindir.
Öyleyse “kamuda takma hakkı”nın tanınması, bilinmelidir ki, hiçbir biçimde türban takma dayatması ve bu yöndeki herhangi baskının haklı çıkarılmasına peşkeş çekilmek üzere anlaşılamaz. Kesindir ki, kamuda, türban takma hakkı ile takmama hakkı bir madalyonun iki yüzü gibi birbirinden ayrılamaz ve takma hakkından söz edildiği ve bu hakkın savunulduğu her yerde takmama hakkı ve bu hakkın savunulması kendiliğinden varsayılıdır ve aynıyla geçerlidir. Özetle kimse türban takmaya zorlanamaz; zorlandığında “hak”tan da, hakka saygıdan da söz edilemez. Sadece türban takmaya zorlanma da değil, kimsenin kılık-kıyafetine karışılamaz. (Ama bırakın türban takma zorlamasını, Hükümet Partisi sözcüsünün bir TV programı sunucusunun göğüs dekoltesini “aşırı” bulup söz konusu etmesiyle, “uygun şekilde” giyinmemiş ya da örtünmemiş kadın sunucu işinden atılmıştır!) Karışıldığı yerde haktan ve hakka saygıdan söz edilemez. Hele üstelik bu “karışma” ve “müdahale”nin türbanın “dinimizin emri” olduğu ileri sürülerek yapılması, “örtünme” propagandasının bu söylemle yürütülmesi, türban takmayanlara yönelik baskının bir diğer ve üstelik dini değerler üzerinden toplumsallık kazandırılmış biçimidir. Hele burada, ne hak ne de saygının zerresine raslanabilir!
Ve henüz burada bırakılamaz. Reşitlik, yani kişinin kendisine ilişkin karar alma ve uygulama yeteneği sahipliğinin varsayılması gereken üniversite öncesi eğitim kurumlarında, ilk ve ortaöğretimde öğrencilerin türban takma “hakkı” tartışma dışıdır. İnanç ya da inançsızlık durumları üzerine kendi kararlarını almaları henüz beklenemeyecek çocukluk çağlarındaki öğrencilerin türbanlandırılmalarının ancak kendi dışlarındaki (aile, öğretmen, okul, mahalle, devlet vb.) güçlerin baskı ve dayatmaları ürünü olabileceği ve dolayısıyla yasak karşıtlığı ve hak savunusuyla bağdaşmayıp çelişeceği ve hiçbir biçimde benimsenemeyeceği tartışmasızdır. Eğer örneğin ilkokul öğrencileri başlarını örtmüşlerse, bu kendi kararları değil, başkalarının koşullamasıdır ve burada hak değil, baskı ve dayatma vardır. “Hak” ve “hak savunma” doğrusu, dayatmacılık ve koşullandırmacılığa çanak tutar biçimde yorumlanıp, bundan, baskı ve baskıcılık ve aynı anlama gelmek üzere türban takmama hakkının baskıyla inkar edilip yasaklanması haklı çıkarılamaz.

HAK KABULÜ VE “TÜRBAN ÖZGÜRLÜĞÜ”

Söylendi, kamu da içinde, inancı gereği ya da böyle ileri sürülerek örtünme ve türban takma hakkı demokratik içeriklidir ve saygı gösterilerek teslim edilmelidir.
Türban takma hakkının demokratik içeriği ve laisizmin gereği oluşuyla hakka saygı gösterilmesinin kaynağında, sömürülenleri inançlı-inançsız, “laikçi-şeriatçı” olarak bölüp farklı fraksiyonlarının yedeği olarak saflaştırma bakımından burjuvazi ve hükümetlerinin eline tepe tepe kullandığı/kullanacağı istismar imkanı sunan din ve inançlar türünden ikincil, üçüncül dereceden sorunların emekçi yığınların burjuvazi ve burjuva devlet karşısında birleşmelerinin engellenmesinin aşılması ve genişlemesine bir demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin olanaklı kılınması vardır. Demokratik içeriğin de, laisizm ilkesinin de önemi buradadır.
Sonuçta hak, burjuvazi ve gericilik karşısında emekçi kitlelerin bölünmemesi ama birleşebilmeleri olanağı ve buradan gelen demokratik içeriği nedeniyle savunulmalı ve aynı nedenle bu hak saygıyla karşılanmalıdır.
Bundan sonrası diz boyu problemdir, problemlidir.
Evet, inanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında haktır türban takma hakkı; ancak türbana son on yıllar içinde yüklenen anlam ve işlev, inancın gereği olmanın çok ötesindedir.
Herkes bilmektedir ki, türban on yıllardır bir siyasal simge ve mücadele aracı olarak ortaya atılıp kullanılmış ve esas olarak kişisel ve özel bir sorun olmamıştır. Din istismarı üzerinden örgütlenen siyasal İslam’ın temel siyasal kaldıraçlarından biri olarak türban, siyasal örgütün, Erbakan partileriyle, ardından gelen AKP’nin ve sosyal yaşamı siyasallaştıran tarikatların ortaya atıp yaygınlaştırdığı, üzerinden siyaset yaptıkları bir talep, bir dayanak olmuştur.
Türban takmanın ne kadar “hak” ve ne kadar siyasal mücadele konusu olduğu tartışmalıdır. Ve hak olarak, demokratik içeriği nedeniyle savunulduğunda da, siyasal Islam’ın güçlendirilmesi olasılığı kuşkusuz yok değildir. Ancak bundan kaçınılamaz ve siyasal Islam’ın güçlenme ihtimali demokratik bir hakkın savunulmasının engeli olamaz. Bu ihtimal, ancak, bugüne kadar inananların inanç ve ibadet özgürlüklerine saygı gösterilmemiş olmasının kefareti olabilir. Inançlara on yıllardır saygı gösterilmemiş olmasının yarattığı birikimin olası bedeli ödemekten başka, bu sorunun aşılma olanağı bulunmamaktadır.
Bununla kalmaz. Türban takma hakkı sadece siyasal İslam’ın genel olarak güçlenmesi olasılığına kapı açmakla kalmaz; ama, bugüne kadar türbanı bir siyasal simge ve mücadele aracı olarak ileri süren siyasal İslam’ın türban takma hakkı ile elde ederek kazandığı zaferi, karşı saldırı olarak sürdürmesi beklenmelidir. Göğüs dekoltesi nedeniyle işten attırılan kadan sunucu örneği, AKP yönelimi ve hesaplarının hiç de bir hak talebinin elde edilmesiyle doyurulabilir olmadığını ve türban takma “hak”kını dayanak edinerek kadına başını bağlayıp örtünmeyi gündemine almasının şaşırtıcı olmayacağını ortaya koymaktadır. Ki AKP bugünden kadına yönelik dayatmaların benzer adımlarını atmaktadır: Sezeryan ve kürtaj yasağı, kadın istihdamında dayatmaları anmak yetecektir.
Üstelik AKP’nin bu yönelimi, kesinlikle sadece kadına yönelik saldırganlık ve kadının aşağılanmasıyla sınırlı da değildir. Toplumun genel muhafazakarlaştırılması, dini değerlerin yüceltilerek dayatılması, “dindar gençlik yetiştirme” ülküsünün hizmetinde zorunlu din derslerinin “seçmeli”lerle de takviye edilerek dini soruların lise giriş sınavlarına girenlere zorunlu kılınması, her yere, tiyatro benzeri mekanlara bile Cami ve mescitler yapılması.. vb. AKP’nin toplumsal siyasal stratejisinin amaçlarını işaret etmek bakımından yeterli örneklerdir.
Demokrasi ve demokratizmle uzaktan bile bir ilgisi olmayan AKP elinde türban ve “türban özgürlüğü” böyle bir çerçeveye oturmaktadır ve kesinlikle siyasal niteliklidir. Buradan, türban takma hakkının savunulmasıyla yetinilemeyeceği ve bu noktada durulamayacağı sonucu çıkar. Evet, hak savunulacaktır; ancak AKP siyasal stratejisiyle, topluma dayattığı muhafazakarlaşma ve dincileşmeyle de mücadele edilecektir!
Ne demektir bu?
Demokrasi ve hak savunusu adına, inanç ve ibadet özgürlüğünün savunulması adına, yığınları zaten etkisi altında tutmakta olan türban bir özgürlük nesnesi sayılmalı ve “hakkın kullanılması biçimi” olarak takılması yoluyla kadınların örtünmesi onaylanıp savunulmalı mıdır?
Kuşkusuz hayır! Bu, gericiliğin onaylanması olur. Demokratik içeriği nedeniyle hakkın, saygı konusu edilerek savunulması başkadır. Hakkın kullanılmasının takmama değil, ama takma olarak benimsenip savunulması başka. İnançlara saygı needeniyle, inanç ve ibadet özgürlüğünün savunulması başkadır, “özgürlük” varsayılarak türban takılmasının onaylanıp savunulması başka. Neden?
Önce bir benzetme… Bilinir, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı demokratik içeriklidir, saygı gösterilmesi ve savunulması, asgari olarak “ben demokratım” diyenler bakımından bir zorunluluk durumundadır. Neden? Çünkü ezilen ulusların kendilerini ezen uluslarla eşitsizliğinin giderilerek, ulusların aşağılanmasına ve genel olarak ulusal baskıya son verilmesini konu edinir ve bir hak olarak savunulmazlık edilemez. Ama bundan, hakkın her türlü kullanımının, kaderin, örneğin emperyalizmin kışkırtıp örgütlediği ve onu güçlendiren tarzda kullanımının desteklenme zorunluluğu çıkmaz. Ya da ulusların kaderini tayin hakkı “kutsal”dır ve saygı gösterilmezlik edilemez gerekçesiyle, bir ulusun kendisi için üstünlük ve ayrıcalıklar istemesinin savunulması beklenemez. Buna benzerdir.
Ve üstelik örtünme ve türban takma hakkı, şöyle takılırsa desteklenir, böyle takılırsa desteklenemez türden bir hak da değildir. Sadece yasak konusu edilmiş olması dolayısıyla ve yasaklar ve yasakçılık savunulamayacağı için, inançlara saygı gereği ve saygısızlık durumunda inançlı sömürülen yığınlarla birleşilemeyeceği ya da birleşmek olağanüstü zorlaşacağı için hak olarak savunulması zorunlu olan bir olgudur. Ancak bir adım sonrası gericiliğin savunulmasına girer.
Tartışmasızdır: Örtünme ve türban, bir özgürlük hareket noktası ve nesnesi olmak yerine kadına, kadının hak ve özgürlükleri ve kadın-erkek eşitliğine yönelik kesin bir saldırıdır. Kadına, onu erkekle eşit saymamak üzerinden reva görülen kendisini örterek gizleme durumu, açık bir dayatmadır. Kadının aşağılanmasıdır. Mantığı, bir cinsel obje ve örtünmeyip olağan giyimiyle karşısında durduğu durumda erkeği tahrik edeceği varsayılan kadının, “doğuştan” ya da “yaratılıştan gelen” “kusurunu” örtmek üzere, ikinci sınıflığını kabullenerek örtünmesi, kendisini toplumsal yaşamdan –görünmez kılarak– silmesidir.
Evet, isteyenin örtünmesi ve türban takması haktır; ancak savunulabilecek ve desteklenebilecek türden değildir. Türban takarak örtünecek kadının, kendisi ne derse ve nasıl kavrarsa kavrasın, örtünmesinin özgürlük arayışı ve kullanımıyla değil, ama tam tersiyle, gönüllü olarak erkek karşısında aşağılanmayı, ezilmişliği ve ikinci sınıf oluşunu benimsemek ve kadın-erkek eşitsizliğinin önünde eğilmekle ilişkisi vardır. Buradaki çelişkinin tek açıklaması, sermaye ve erkek egemenliği lehine ve ikisine dayalı düzenin devamı hizmetinde inancı ile oynanmış, inancı istismar edilmiş kadının türban takma “hakkı”nı kullanarak özgürleşeceği yanılsamasıyla türbanla özgürlük arasında ters değil ama doğru bir orantı kuruyor olmasıdır. Türban takan kadının çelişkisidir, ama ne yaman çelişkidir. Ve işte, türban takılması için parmağını oynatır, teşvik anlamına gelecek tek tutumu olursa kadını ve eşitlik ve özgürlük davasını hiçe saymış olacak sosyalistin, türban takma “hakkı”nı savunmasının nedeni, en başta bu çelişkinin kadın ve sömürülen yığınlar ve birlikleri lehine çözülmesine hizmet ediyor ve edecek olmasıdır. Ötesinde, türbanın takılmasının savunulması ve teşvik edilmesi lehinde propaganda ve pratik eylemde parmağın bile oynatılmasıysa; kadının aşağılanması ve patriyarkal kapitalist sistemin, sermaye ve erkek egemenliğinin ve kadın-erkek eşitsizliğinin kadına dayatılmasının, eşitsizlik, –sözde özgürlük ve demokrasi adına– özgürlük ve demokrasi karşıtlığının benimsenmesinin yanında sezeryan, kürtaj vb. yasaklarıyla en başta kadını hedef alan ve ama dinsel hurafelerle tüm toplumun muhafazakarlaştırılmasını amaç edinen toplumsal siyasal yönelimin destek ve gericiliğin güçendirilmesine katkı sağlamak olacaktır!
Sonuç olarak; kamusal alan dahil türban üzerine söylenecek olan şudur: Türban takma hakkına evet –bu hak, hak olarak savunulmalı; ancak bir dayatma olarak ve kadınlar tarafından içselleştirilip savunuluyor olup olmamasından bağımsız olarak, kadınların türbana mahkum edilmelerine ve hakkın türban takma olarak kullanılması kesinlikle ve hiçbir biçimde savunulup desteklenmemelidir!

“Cumhuriyet Bakiyesi”nin yeni mirasçıları

Mart-Nisan 2013 sayısını “Cumhuriyet’in –yetersiz– Bakiyesi” ana başlığı altında “Cumhuriyet” değerlendirmesine ayıran Gelenek dergisi’nde, V. Karakoç’un, Zafer Toprak’ın “Darvin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” adıyla yayımlanmış olan kitabının “kritiği” üzerinden, “Titizlikle Eşelenmesi Gereken Bir Alan: Otuzlar’da Cumhuriyet’in ‘Irk’ Sorunsalı” başlıklı bir makalesi yayımlandı.  Söz konusu makalede dile getirilen görüşlere baktığımızda, yazarının irdelemesini bilimsel-sosyolojik ‘kriterler’e bağlı kalarak yapma çabasına rağmen, ırkçılık sorunu gibi günümüzde de özellikle emperyalist devletler ve hakim burjuvazi tarafından halkların ilişkilerinin zehirlenmesinde etkili  bir araç olarak kullanılan ve istismara açık bir sorunu, –burada Türk şoven milliyetçiliği– hafifser ya da olduğundan daha zayıf ve “kabul edilebilir” gösterir gibi bir tutumla karşılaşıyoruz. Yazara bakılacak olursa, bu hafifseme ya da “o kadar da değil canım, sorunun bir de şu yanı var!” babından gerekçelendirmenin, “koşullar” ve “modern hayat tarzının inşaası” gibi başlıca iki dayanağı bulunuyor.
Daha makalenin girişinde Karakoç, yazısının genel içeriğine ilişkin “ipuçları”nı verirken; “Erken dönem Cumhuriyet”in “sıklıkla ırkçı kadroların şekillendirdiği ve egemen olduğu bir dönem gibi sunul”masının Kemalist aydınlanmacılığın “eksikli ve eklektik yapısının sunduğu ‘olanaklar’ ..” ile bağına işaret ederek, bu “tarihsel kesitin çok farklı vecheleri olduğunu” anımsatma ihtiyacı duyuyor ve şöyle devam ediyor: “Yani bir yandan ilk çağa ait tarih bilgilerinin Kuran’a dayanılarak oluşturulduğu ‘mukaddes’ tarih anlayışının terk edilip daha ‘bilimsel’ temele oturtulmuş bir tarih anlayışının hakim olduğu, öte yanda Türk tarih tezi ve Türk Dil Tezi gibi baştan aşağı problemli kurguların oluşturulduğu bir kesit. Antropolojik çalışmalara içkin maddeci yöntemlerle oluşturulan tarih anlayışı, milliyetçi içerikle donanmış temelsiz tezlerin kanıtlanması için kullanılıyor.”
Makale, Z. Toprak’ın kitabına da atıfta bulunularak, bu bakış açısının detaylandırılıp gerekçelendirilmesiyle devam ediyor. Söz konusu makalenin genel içeriğine ve yazarının gerekçelendirme mantığına baktığımızda; yazar, a-) “Erken dönem Cumhuriyet”in “ırkçı kadrolar” tarafından “şekillendirildiği” ve onların “egemen” oldukları bir dönem olarak sunulmasına itiraz ediyor. “Kemalist aydınmacılığın eksikli ve eklektik yapısı”nın böylesi –yazara göre doğru olmayan–değerlendirmelerdeki “büyük payı”na işaret ederek, böyle olsa bile, “bu tarihsel kesitin farklı vecheleri”nin bulunduğunun unutulmamasını, gözden kaçırılmamasını salık veriyor. B-) Bu dönem değerlendirilirken, “ilk çağa ait tarih bilgileri” kullanılarak oluşturulan “tarih anlayışı” yerine “bilimsel temele oturtulmuş bir tarih anlayışı”nın hakim kılındığını belirterek, bu ikisi arasındaki “bilimsel temel” ve “maddeci yöntem” farklılıklarının görülmesini istiyor. Yazarın tavsiyesine göre, “maddeci yöntemlerle” “bilimsel temele oturtulmuş” tarih anlayışının “milliyetçi içerikle donanmış temelsiz tezlerin kanıtlanması için” kullanılması her ne kadar çelişiyor ise de, “temelsiz tezler”e takılıp kalınmamalı ve “Antropolojik çalışmalara içkin maddeci yöntemlerle oluşturulan tarih anlayışı” önemsenmelidir!
Karakoç, otuzlu yıllarındaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneten “kadrolar”ın ırkçı bir milliyetçilik anlayışını temsil edip etmedikleri sorusuna, onların “maddeci tarih anlayışı”na “sahip oldukları” ve “Kuran’a dayanılarak” oluşturulan “mukaddes” tarih anlayışından uzaklaştıklarını gerekçe göstererek, “ırkçı” ideolojiye dayanan bir tarih anlayışına sahip oldukları iddialarının “doğru olmadığını” anlatmaya, dahası kanıtlamaya çalışıyor. Ancak tarihe ve “ırkçı” ideoloji(ler), akım ve politikalar sorununa bu yaklaşım ciddi şekilde sorunludur. Neden böyle olduğuna bakalım.

ŞOVENİST ULUS VE TARİH ANLAYIŞINA “MADDECİ” ÖRTÜ
V. Karakoç, milliyetçilik, ırkçılık, etnisite sorununu, bir ulus burjuvazisinin, yönetici hakim sınıfının başka ulus ve halklara bakışının ve kendi ulus “oluşumu”na ya da “ulusu oluşturma”(!) yaklaşımının içeriğine değil; “bilimsel kriter”lere ve “maddeci yöntemler”e dayanıp dayanmadığına bağlıyor. Burada iki şey var: a-) ulusların kapitalizm ile birlikte, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkmaları/oluşmaları, ulusu modern dönem(ler)in bir olgusu/oluşumu olarak ifade etmeyi mümkün kılar; ve b-) Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi nispeten geç bir dönemde şekillenen bir devleti yöneten sınıf(lar)ın ve kadrolarının modern yöntemlerle ve arkeolojik araştırılarla –ki kafatası ölçümleriyle “Türk’ün yüce bir ulus olduğu” kanıtlanmaya çalışılmıştır– “nasıl bir ırka mensup oldukları”nı ortaya koymaya çalışmış olmaları, onların ırkçı olmadıklarını kanıtlamaz. Modernizmin, akıl ve bilimin ırkçı ideoloji, politika ve anlayışların oluşturulması ve yaygınlaştırılması için kullanıldığını gösterir sayfalar dolusu kanıt sıralanabilir. Dini ideolojiye ve “Kuran’a dayanılarak” oluşturulan “mukaddes” tarih anlayışı “yerine” “maddeci” tarih anlayışının “geçtiği” iddiasıyla Türk Devlet geleneği ve tarih görüşünün ırkçı-şovenist özellikleri gizlenemez. Bu ikisinin, yani mukades ve maddeci olanın birbirlerine alternatif oluşturmadıkları ve günümüze kadar bazen birinin, bazen ötekinin öne çıkarılarak, ancak genellikle birbirini güçlendirir ve tamamlar şekilde sürdürülegeldikleri, ülke ve “millet” gerçekliği dahilindedir. Cumhuriyet kadrolarının doğa tarihi alanında “Darvinist özlü modeller”e eğilim göstermelerinin, yazarın da belirttiği üzere, “milliyetçi tezleri kanıtlama arzusu ve çabası”yla bağı vardır. Modern ve “bilimsel” yöntemler, Türk devletinin “Türk ulus devleti” olarak şekillenip kurumsallaşması ve diğer ulus ya da ulusal toplulukların Türk ulus bünyesi içinde “eritilmesi”-asimilasyonu için kullanıldılar. Bu doğrudur, ama gerçek o ki, bu yöntemler ve araştırmalar Türk’ün ulusal “büyüklüğü”, “saf”lığı ve “yüce”liğini kanıtlamanın “aracı” olarak kullanıldılar. Burada iki ‘şey’ gözden kaçmamalıdır.
I-) M. Kemal başta olmak üzere “erken Cumhuriyet dönemi kadroları”nın, 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin, Aydınlanma ve burjuva Rönesansının uluslararası etki alanı dışında kalamadıkları/kalmadıkları gerçeği bir yana, ‘yanı başlarında’ gerçekleşen ve dünya kapitalizminin bağrına öldürücü hançerler saplayan Ekim Sosyalist Devrimi’nin yol açtığı değişim(ler)i de şu ya da bu ölçüde dikkate almak zorunda kaldıkları inkardan gelinemez. Burjuva Türk Devrimi’nin yarımlığı, tamamlanmamışlığı, onun başını çekenlerin burjuva pozitivizminin etki alanında giriştikleri ve “mukaddes”-ümmetçi tarihçiliğe “karşı”, modernist ulusculuğu öne çıkaran politika ve tezleri her ne kadar içinde yer aldıkları toplumsal koşulların izlerini çok ciddi şekilde taşısalar da, Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin yasaklanması gibi, dinin toplum yaşamına etkisini bir biçimde zayıflatıcı unsurlar da taşıyan uygulamaları, tarihsel olarak bir ilerlemeyi ifade ediyordu. Türk Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist ilericiliği gibi, bu ileri, ancak yarımlıklar halindeki gelişmelerin Hilafet ve Ortaçağcıl geri kültür ve anlayışlardan ayırt edilmesi kuşkusuz gereklidir. Diğer yandan bugün olduğu üzere, sadece ülkemizde değil, ABD başta olmak üzere çeşitli ileri kapitalist ülkeler dahil, denebilir ki uluslararası alanda dini idieolojinin kapitalist gericilik yararına yedeğe alınması ve toplumsal hayatın denetiminin araçlarından biri olarak kullanılmasında pervasızca bir artış sağlanmıştır. Tekelci sermayenin uluslararası etkinliğinin güç kazanması, diğer şeylerin yanı sıra siyasal gericilik ve ortaçağcıl ideolojilerin mevzi kazanması ve yaygınlaşmasının da olanaklarını artırmıştır.
II-) Dini ideolojinin ve din istismarcılığının tüm Cumhuriyet dönemi boyunca devam etmesi ve içinde bulunduğumuz dönemde giderek güç kazanmasında, daha 1924 Anayasası’ndan başlayarak bir devlet dini hakimiyeti sağlama amaçlı kurumsal inşaalar pratiği önemli bir paya sahip olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşunu “denetim” amacı ile sınırlı görmek, gerçeklere göz kapamak olacaktır. “Erken Cumhuriyet kadroları”nın önceliğinin “Türk ve Sunni” unsura dayalı bir ulus birliği ve devlet oluşumunu sağlama olduğu görmezden gelinmemelidir.
Gelenek yazarı bu iki birbirleriyle ilişkili, ancak ayrı özellikleri de bulunan durumu/politikayı ve anlayışı karıştırmaktadır. Bunu yaparken de, Cumhuriyet’in kurucu kadroları ile 1920-40 dönemi yöneticilerinin izledikleri politikaları, içinde bulundukları koşulları gerekçe göstererek, denebilir ki, daha ılıman/daha reformist ya da uzlaşıcı bir bakış açısıyla değerlendirilmesini ister görünmektedir. Yazar bu tutumuyla, “Erken Cumhuriyet” yöneticilerinin Balkan halklarına, Kürtlere, “Gayri Müslim”lere yönelik politikaları yerine, bu politikaların “koşulları” ve “Ortaçağcıl mukadesatçı tarih oluşumu” ile bağını öne çıkarmaktadır. Oysa sorunu, insan haklarına, demokratik özgürlüklere, farklı etnik ve dinsel “kimlikler”e ve kültürlere karşı politikaların dışında değerlendirmek –istenirse baş vurulabilecek bir yol ve yöntem olsa bile–, olguların ve gelişmelerin alanı dışında salt kurgusal “nazariyeler” uydurmaya yarar. Toplumsal sorunlar ve çözümleri söz konusu ise eğer, koşullar hareket noktasını oluşturur(lar) ve izlenecek politika ve bunun uygulanmasının yöntemleri alınacak yol ve elde edilecek sonuç(lar) açısından belirli bir işlev görürler. Ancak bu durum ve ilişki, bu politikaların içeriği/niteliği ve hangi tür amaçlara bağlandığı sorununu ortadan kaldırmaz.
Koşullar, evet, oldukça önemlidirler. Olayların ‘vuku buldukları’ sosyal-iktisadi ve politik koşullar, bu olaylar ya da gelişmeleri etkilemekle kalmazlar, onların genel atmosferi içinde hareket eden insanların –grup, ekip, parti, kişi vb.– tutumlarını da farklı düzey ve biçimlerde etkilerler. M. Kemal ve “erken cumhuriyet kadroları” olan arkadaşlarının şekillendirdikleri devletin politikalarını içeride ve uluslararası alandaki politik-askeri, sosyal-iktisadi ve kültürel etkenler altında belirlemiş olmaları, bu politikaların içeriğinin, niteliğinin demokratik mi, anti demokratik mi ya da ırkçı-şoven mi, eşitlikçi ve ulusal kaderini tayin hakkına saygıya dayalı mı olduğu tartışmasında “ama koşullara da bakmak gerekir” gerekçesini haklı çıkarmaz. “Birinci Cumhuriyet”in “yetersiz bakiyesi” ya da “ilerici mirası”nı 2010’lu yıllarda sahiplenme “akıllanmışlığı”, öyle görülmektedir ki, “her gelişmeyi kendi koşullarında değerlendirme” doğrusundan, bu gelişmelerin var ise olumsuz yönlerinin gözardı edilmesi yanlışına varmaktadır. Birazdan göreceğimiz gibi, Türk ulus devletini kuran “erken cumhuriyet” kadrolarının denebilir ki tamamına yakını, ulusu, başka ulusal-etnik toplulukların inkarı üzerinden –onların bu hakim ulus içinde eritilmesi hedefiyle– hareket ederlerken, onların bu politikasını “maddeci” ve “bilimsel yöntemlere dayanan” tarih-ve ulus görüşü cilasıyla parlatmak, esas sorun yerine ikame edilmiş tali-yan unsurları öne çekerek onu örtbas etmek olacaktır. V. Karakoç, –niyetinden bağımsız olarak– bu yola girmiştir ve bakış açısı da aynı nedenlerle bilimsel falan değildir. Onun, örneğin 1924 “Tevhidi Tedrisat Kanunu”nu, “Takrir-i Sukün Kanunu”nu, 1934-35 Tunceli Kanunu’nu ve ardından gelen büyük katliam ve nüfus kaydırmalarını bu modernizmin ve bilimselliğin neresine oturttuğu –bizce belli olmasına karşın– belirsizdir. Yukarıdaki sözüm ona usçu ve maddeci tarih oluşturma anlayışı, “mukaddes” tarih anlayışından “ayrıldı” –ki bu da doğru değil– diye, ırkçılık dışı mı kalmış oluyor? Yazar, 1915 Ermeni katliamı ve tehcirini gerçekleştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti/Partisi’nin politikalarıyla –ki kadrolarının bir bölümü “erken cumhuriyet dönemi kadroları” arasında da olmuşlardır– Cumhuriyet’in kuruluşu ve sonrasındaki nüfus mübadeleleri, Koçgiri’den Dersim katliamına Kürt politikasının esası itibarıyla “bir devamlılık gösterdiği”ni görmezden geliyor.

DÖNEMSEL KIYASLAMALAR ÜZERİNDEN ŞOVENİST BASKI VE AYRIMCILIK AKLANAMAZ

Karakoç, AKP’nin liberal muhafazakar akıl hocaları, sözcüleri ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın, “Bizim millet tarifimiz” diye allayıp pullayarak dini ideolojik referanslarla süslediği “millet” anlayışı ile, örneğin Kürt sorununun söz konusu olduğu neredeyse her platform ve durumda, “tek millet, tek devlet, tek dil, tek bayrak”, hatta bazen sözüm ona sürç-ü lisan ederek, “tek din” söyleminin birbirinden çok da kopuk olmadığının farkında olmasına rağmen, “ümmet” anlayışını tekçi ulus politikasının alternatifi ve yadsıyanı olarak gösterebilmekte, bunu da yine bilimsellik adına savunmaktadır. Ona göre, her ne kadar “Cumhuriyet’in özellikle milliyetçi tezlerin meşrulaştırılmasına dönük” pratikleri söz konusu olsa dahi, bunlar, liberallerin yaptığı türden, ve AKP’nin milliyetçilikle ve ırkçılıkla bezeli dokusunun yok sayılması için “sivriltilmesi”ndeki kadar da kötü değildir! Yazar farkında ise eğer, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme”ye çalışmaktadır.
Neoliberal-liberal ve muhafazakar sağ yazarların AKP ve hükümetinin din istismarcısı, şoven-milliyetçi politikalarını “ülkenin demokratikleştirilmesi girişimleri” olarak gösterme çabaları somut olup,  sistematik şekilde sürdürülmektedir. Bu, doğrudur. Ancak buradan hareketle ve bu emperyalist işbirlikçisi, tekelci gerici olduğu kadar din istismarcısı ve dini ideolojinin toplum yaşamına hakimiyeti için yoğun çabaları da içeren şoven ırkçı politikaları “erken” ya da sonraki dönem “Cumhuriyet kadroları”nın (burada kastedilen devlet ve yönetimidir) Türk  milliyetçisi şovenist politikalarıyla kıyaslayarak, M. Kemal ve tek parti yönetimi döneminin ideolojik-politik çizgilerine hayırhah bir tutum da meşrulaştırılmamalıdır. Yazar, örneğin Zafer Toprak’ın söz konusu kitabında, “Cumhuriyet’in ideolojik-kültürel havzasının otuzlu yıllarda nasıl bir şekil aldığını ve ne gibi ‘aşırılıklar’ barındırdığını pek çok açıdan görebiliyoruz” diye yazdığında da, tırnaklı aşırılıklar sözcüğünü, aşırılıkların sanıldığı veya gösterilmek istendiği kadar da aşırı olmadığını ima eder ya da savunur şekilde belirtiyor. Ne gariptir ki, yazar, dönüp dolaşıp, sözü bir biçimde “antropoloji çalışmalarına”, bu çalışmaların “bilimsel yöntem”lerine getirerek, Türk tarih tezi ve ulus anlayışının ırkçı niteliğini hafifsemeye çalışıyor. Bilimsel maddeci yöntemden bu kadar söz eden yazar sosyal Darvinizm’den ve burjuva pozitivizminin “seçmeci” karakterinden bihaber olamaz. Otuzlu yılların devlet yönetimi kadroları değil sadece, onların ideolojik cengaverleri de, “bilimsel” tarih oluşturma ve ulus “yaratma” politikalarını, seçmeci, ‘üstün ulus’ ve onlara hizmetle görevli sayılan ‘aşağı ulus ve halklar’ şeklinde ayrımlanan/sınıflandırılmak istenen gerici-şoven anlayıştan hem aşırmışlar, hem de gerici karakterini yoğunlaştırmak üzere daha da geliştirmişlerdir. Yazar, onların “kafatası ölçümleri”ni de baz alan “Türk ırkına ait antropolojik saptamaları”nı, “bilimsel ve maddeci yöntemler” ile yapıldılar gerekçesine sığınarak, savunmaya çalışıyor. Ona göre, sapkın tarih anlayışının geliştirilmesi yönündeki makas değişimi 1930’larda, “Avrupa menşeli ve esinlenmeli bir aydınlanma modelinden çıkıp Asya’ya yönelecek bir arayış”ın  gündeme girmesiyle başlıyor. “ …kökleri Asya’ya dayanacak bir tarih anlayışı” bundan sonra geliştiriliyor. Bu “saptama”nın ya da tarihçenin ne kadar doğru olduğuna birazdan bakacağız. Ama önce bir çelişkiye işaret edelim: V. Karakoç’un makalesinin başlığında “Otuzlu yıllarda Cumhuriyet’in ‘ırk’ sorunsalı” yazıyordu ve yazar Cumhuriyet kadrolarının ırkçılıkla suçlanmalarının haksız olduğunu en azından ima ediyordu. Şimdiyse, otuzlu yıllarda Asyai tarih anlayışına yönelindi ve “aşırılıklar” bunun ürünüdür demeye getiriyor.

ŞOVENİZM VE IRKÇI GÖRÜŞLER TÜRKÇÜ TARİH VE ULUS GÖRÜŞÜNDE “SAPMA” DEĞİL, ESASI OLUŞTURURLAR
Volkan Karakoç, “Cumhuriyet’in sorunlu tarih ve ulus anlayışı”nı Otuzlu yıllarda “Asyai tarih anlayışı”na yöneliş ile bağıntılı göstermeye çalışarak, Anadolu’nun “Türk ırkının yurdu” olduğunun ilan edilmesini, bundan sonrasına, bu yıllardaki “rota değişimi”ne bağlıyor ya da mal ediyor. Yazarın anlayışından hareketle iki şeyden söz edilebilir: Ya “Cumhuriyet kadroları” değişmiştir ya da onların izledikleri politika. Oysa başından itibaren, yani yirmili yıllarda da otuzlu yıllarda da bu kadroların en başında M. Kemal var. Devlet politikalarının, Türk tarih, kültür ve dil anlayışının oluşturulmasında kurucu-örgütleyici-yönetici ve onaylayıcı konumda olanların başında o bulunuyor. Türk ırkından gelenlerin dışındaki ulusal topluluk ve azınlıkların “Türk’e hizmet”le görevli ‘aşağı halklar’ olduğu yönündeki tezler ve politikaların oluşturulduğu dönemde de “Atatürk” kimliğiyle devletin başındadır. Mutlaklaştırılamaz, ancak buradan hareketle, hem bir devamlılıktan, hem de “millet” anlayışının geliştirilmesine bağlı olarak ırkçı politikanın olgunlaştırılmasından söz edilebilir. M Kemal ve arkadaşlarınının izledikleri politikanın “bilimsel”liği (!) ve “maddeci” özelliklerini abartılı bir değerlendirmeye tabi tutan Karakoç, bu durumun “milliyetçi tarih kurgusuna altlık oluşturma amacıyla kullanıldığı”ndan söz etmesine rağmen, bu poliitkanın ırkçı yanını önemsiz gösteren bir mantık sergiliyor. Toprak’ı referans gösteren Karakoç’a göre, ırk sözcüğü de, bu dönemde ve bu kadrolar tarafından “dışlayıcı değil, sorunlu bir bağlama da sahip olsa”…. “kapsayıcı” ve “bütünleştirici bir saikle” dolaşımda tutulmuştur ve tüm etnik unsurların “Türk ırkı” içinde gösterilmesi bu “kapsayıcılık”ı “eğik düzleme sahip” hale getirse bile, o yine de “birleştirici bir saik”e sahiptir ve “antropolojik dolayımı” ile de bilimseldir!
Karakoç, devamlı olarak bir “denge tutturma” endişeşi içindedir. Bir taraftan antropolojik çalışmaların “doğası gereği ‘ırkçı’ bir muhteva taşıdığı”nın yadsınamayacağından söz ediyor, diğer taraftan dengeleyici unsur olarak, bununla “ulus inşaası süreci” arasındaki bağa işaret ediyor. Biraz ırkçıydılar, ama ne yaparsın, bu yeni bir ulus inşa sürecinin bir tür kaçınılmazlığı olarak yaşanıyordu, o kadar da abartmak gerekmiyor demeye getiriyor.  Bir taraftan antropolojik çalışmaların da kullanılmasıyla herkesin “Türk ırkı” içinde gösterilmesinin bir tür “bilimsel ırkçılık” olarak nitelenebileceğini belirtiyor, ardından ama, hemen bu “yargı”yı hafifletecek bir neden bularak, “Cumhuriyet’in son derece parçalı ve dağınık toplumsal yapısına yapıştırıcı bir unsur bulmayı arzuladığı tarihsel bir gerçektir” diye devam ediyor. Bir yandan, “Cumhuriyet’in kurucu kadroları”nın ideolojik tutum ve yönlenişlerinden sözederek, bunun “Nazi iktidarının kendi yapısına eklemleyerek dönüştürdüğü” kavram ve uygulamalarla bağına işaret ederken, diğer yandan, “göz önüne almamız gereken” durumlara dikkat çekmeye çalışıyor. V. Karakoç’un burada haklı olduğu tek nokta, “tüm bunları örneğin Nazi pratiğiyle ilişkilendirirken dikkatli davranmak gerektiği”dir. Evet, aynılaştırma basitliğine düşülmemelidir. Ama yaşananlarda, ırkçı politika ve savunularda, antropoloji ve arkeolojinin ırkçı ulus anlayışı için kullanılması gerçeklerine de göz kapanmamalıdır. Yazar, “göz önüne almamız gerekir” diyerek Zafer Toprak’ı kaynak göstermeye çalışırken de, tarihsel ve ideolojik bir saptırmaya yönelmiştir. Toprak, Karakoç’un alıntıladığı yerde “Tek Parti döneminde ırk sorunu hiç olmazsa bilim dünyasında etnik temele dayanmıyordu. İnsanlar Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi etnik ayrıma uğramıyor, brakisefal, mezosefal, dolikisefal türü fiziki tasnif görüyorlardı…. Son kertede Erken Cumhuriyet’in ‘ırk sorunu’ ‘defansif’ti. İçe değil dışa dönüktü. Batı’daki ön yargılara, kalıtımsal mitlere karşı direnişi simgeliyordu…” demektedir.
Karakoç, Toprak’ın yazdıklarını doğru kabul ederek, “Erken Cumhuriyet Kadroları”na “haksızlık yapılmasın” istiyor. Kuşkusuz basit bir niyet sorunu değil. Bu dönemin ideolojik-“bilimsel” ve politik tarih ve ulus görüşünün “etnik temele dayanmadığı” ve “defansif”, yani dışa karşı savunmacılık ile karakterize olduğu iddiası, dönemin ırkçı politikalarına ve tarih görüşüne karşı eleştirileri sözüm ona göğüslemek ve savuşturmak üzere ileri sürülüyor. Bu durumda, “Erken Cumhuriyet dönemi”ne; 1920-40 arası yıllardaki ‘resmi tarih’ ve “ulus” görüşünün uygulamaya geçirilmesi pratiğine bakmak –söz konusu aklama çabalarının niteliğini de göstermek açısından– yararlı olabilir. Türk tarih tezi ve ulus anlayışına işaret eden şu birkaç örneğin, yazar için bir “kanıt” değeri taşır mı bilemeyiz, ama oldukça çarpıcı gerçek(lik)ler arasında oldukları herhalde tartışılmasa gerektir.
I-) 1925 tarihli Şeyh Said İsyanı’ndan sonra hazırlanan Şark Islahat Planı kapsamında çıkarılan (1927) sürgün yasası ile Diyarbakır ve Ağrı’dan (o zamanlar Bayazit’ten) sürgün edilen 1400 kişi batıdaki illere dağıtılırken, bunların yerine Dobruca, Bulgaristan, Kıbrıs ve Kafkasya’dan gelmiş ya da getirilmiş “Türk Müslümanlar” yerleştirildiler. 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu’nu salt “şerri kalkışmalar” karşıtlığıyla izah yeterli olmasa gerektir. Seyh Sait Ayaklanması gerekçe gösterilerek çıkarılan bu kanun bir susturma, boyun eğdirme, teslim alma ve “tekleştirme” kanunu idi ve hedefinde tüm muhalif “unsurlar” bulunuyordu. Mecbur-i İskan Kanunu ile Kürtlerin “bir aradalığı” dahi tehdit olarak ilan edilmiştir. Bu kanunla Kürt kimliği alenen reddedilmiş, Kürt uluslaşması ve ulusal kaderini tayin mücadelesinin önünü kesmek üzere siyasal-askeri değil sadece, kültürel-sosyal kıyım politikaları, “Türk ulus ve tarih görüşü” doğrultusunda pratiğe geçirilmiş, İstiklal Mahkemeleri’nde “isyancı Kürtler”in idamına karar verilmiştir.
2-) 1925 sonrasında Mustafa Kemal tarafından “Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Koordinatörü” sıfatıyla Dersim ‘mıntıkası’na gönderilen Hasan Reşit (Tankut), 1928’de, Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali’ye (Öngören) sunduğu raporunda, Alevi ve Şafii Kürtler arasına bir “Türklük barajı” örülmesini öneriyordu. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Doğu illerine yaptığı “gezi” sonrası hazırlayıp M. Kemal ve İnönü’ye sunduğu raporunda “devleti bekleyen tehlike!”den söz ediyor, Dersim’i işaret ederek, Erzincan ovasının Kürtlerle dolmaya başladığını ve önlem alınmasını istiyordu. Ardından, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, aynı bölgeye yaptığı geziden sonra, Başbakan İnönü’ye sunduğu raporunda Dersim’i “çıban başı” şeklinde niteleyerek, “derhal kesilip atılmalı” diyordu. Bunları yeterli görmemiş olmalı, ardından Başbakan İnönü, Van-Bitlis-Diyarbakır-Elazığ ve Dersim’i gezdikten sonra, bir “ıslah” planı önerisi hazırlayarak, bölgenin “Kürt yayılmasına açık” olduğunu belirtiyor ve Elazığ ve Muş’ta “Türk kitleleri” oluşturmanın gerekliliği üzerinde duruyordu. İnönü, Erzincan’ın “boş köyleri”ne Dersimli akını olduğunu belirtiyor, “Kürtleri Türklüğe çekmek” için Türkçe eğitimin önemine işaret ediyordu.
3-) İnönü’nün söz konusu raporuyla birlikte devlet politikası daha belirgin hale getirildi. 1935’te “Tunceli Kanunu” çıkarıldı. Yasanın gerekçelerini açıklamak için Meclis’te konuşan İçişleri Bakanı Kaya, 1876’dan itibaren Dersim üzerine 11 askeri sefer yapıldığını belirterek, mevcut durumda da “hastalıkları kökünden tedavi etmek” amacı nedeniyle “medeni yöntemlerle tedbir düşünüldü”ğünü söylüyordu. Aynı tartışmalar ve ikna çabaları kapsamında, M. Kemal’in bir konuşmasında da, “işlerimizin en önemlisi” diye altı çizilerek, “Dersim meselesinin, yani ‘korkunç çıban’ın temizlenip kökünden kesilmesi” çözüm yolu olarak gösteriliyordu.
4-) 1930’lu yıllarda Adalet Bakanı kimliğiyle Meclis’te konuşan M. Esat Bozkurt, Türkiye’yi  “dünyanın en hür ülkesi” olarak niteliyor, bunun hislerini saklamasına gerek bırakmadığını belirterek, “Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost, düşman ve bu dağlar bu hakikatı böle bilsin.” diye meydan okuyordu. Bozkurt, –gelen tepkiler üzerine–, Cumhuriyet (17.10.1930) gazetesine yaptığı açıklamada, “Benim kastım teşkilatı esasiye (anayasa) mucibince Türk olup hâlâ Türkten başka milliyet iddia edenler varsa onlardır. Türk harsını (kültürünü) kabul edip de Türküm diyene sözüm yoktur.” diye sözüm ona düzeltme yaparken de aynı mantığı sürdürüyordu.
5-) 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 Sayılı Mecburi İskan Kanunu’na göre: “1- Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile, hükümetin göstereceği yerde yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecbur”dular. “2- Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin, bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmesi (tekeline alması) yasak” olup, “3- Türk ırkından olmayanların köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânı (yerleştirilmesi) mecburi” idi.
Yasanın 11. Maddesi, “Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri [tekeline almaları] yasak”larken, “Türk Kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk Kültürüne bağlı olup ta Türkçeden başka dil konuşanlar”ın, icra vekilleri heyeti kararı ile Dâhiliye Vekili’ni “lüzumlu görülen tedbirleri almağa” mecbur tutuyor; “Toptan olmamak şartı ile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan ıskat etmek [çıkarmak]” ile yetkilendiriyordu. 12. Maddede ise, Kürtlerin ve Ermenilerin yaşadıkları bölgelere, “Yeniden hiçbir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir ferdin yeniden yerleştirilmesine ve bu mıntıkaların eski yerlilerinden olsa bile Türk kültürüne bağlı olmayan hiçbir kimsenin avdet etmesine izin verilemez” deniliyordu. Mecburi ikamete tabi tutulanlar, sürüldükleri yerlerde “en az 10 yıl” oturmaya  mecburdular. İçişleri Bakanlığı’nın izni olmaksızın başka yerlerde de “yurt tutamazlar”dı.
Devletin “Islah” ve “İskan” politikası “Türk olma” esasını merkezi hareket noktası alarak oluşturulunca, “Misak-ı Milli”de yaşayan insanların bu tarz numaralandırılarak ödüllendirilmesi ya da cezalandırılması da, Karakoç’un çok önemser göründüğü “maddeci” ırk teorisinin bir tür tezahürü oluyordu. “Boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak edilen yerler” Kürt nüfusun yaşadığı bölge(ler)di.
“Türk ırkından olmayanlar”a karşı bu politikanın ırkçılık sayılamayacağını söyleyebilmek için kişi ya da “tüzel kimlik” sahibi olanların ya yukarıdaki yasa maddelerinin içeriğini bilinçli olarak saptırması ya da anlamaması gerekir. Yazar ve makalesini yayımlayan dergi “kurulu”nu “anlamazlık”la itham edecek değiliz, burada olsa olsa “Cumhuriyet”i aklama endişesinin nedenlediği bir saptırma vardır ki, o da “sosyalist”lik iddiasıyla bağdaşmasa gerekir.
“Türk Tarih Tezi”ne göre, “Türk soyu”, “özlü ve köklü yaratılışı”ndan kaynaklanan ulvi değerlere sahipti ve “Türk ırkı gittiği her yere” medeniyet ışığı “götürmüştü”. “Cumhuriyet”, “Türk kültürüne uzak kalmış olanları” Türk kültüründe “eritmek” için gerekenleri yapmakla mükelefti ve “Türküm!” demek yeterli sayılmayacaktı. “Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıydı.”  Şukrü Kaya’nın ifadesi ile, “tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket” yaratılacaktı! Zaten 1924 Anayasası hükmünce de “… herkes Türk ıtlak olunur”du!
Aksine iddialarla, yani “Türk ıtlak olunma”ya itiraz ederek başkaldıran olursa, onların da hakkından yukarıdaki gibi ve daha da kapsamlı şekilde, 1938 Dersim Katliamı türü katliamlarla gelinirdi.
Karakoç gibi, Toprak da, tarihsel gerçeği ve “Erken Cumhuriyet”in siyasal pratiğini olduğundan farklı göstermektedir. Tek parti döneminde ırk sorununun “hiç olmazsa bilim dünyasında etnik temele dayanmıyor” olduğu iddiası hem doğru değil, hem de “bilim dünyası”nda etnik temele dayanan bir ırk savunusunun olmayışı –bunun doğru olmayışı bir yana–, politik-askeri ve ideolojik alanda, yönetim ve uygulamada geçerli olmasının engeli değildir. “Erken Cumhuriyet”in ırk sorununa ilişkin politikalarının “içe değil dışa dönük” olduğunu ileri sürebilmesi için ise, kişinin, 1920-40 döneminde –ve sonrasında–Kürtlere karşı izlenen politik-askeri ve ideolojik savaşı Türkiye dışında bir yerlerde yaşanmış sayması gerekir. Bu dönemin “Tek Parti dönemi” olduğunu ise yazarlar da reddetmeyeceklerdir. Gerçek odur ki, ister bilimsel isterse bilimin istismarı temelinde oluşturulmuş olsun, “ırk” sorunu ve “Türk milleti”nin tarihinin “oluşturulması”nda ırkçı siyasal-askeri, ideolojik-kültürel pratik, “Erken Cumhuriyet” ve “Tek Parti” dönemi de dahil olmak üzere Türkiye’de egemen erkin ve günümüze kadar işbaşına gelmiş olan hükümetlerin merkezi politikalarında yönlendirici olmuş, “ulu Türk”, “Yüce Ulus”, “üst kimlik”, “ülkenin asıl sahibi” anlayışı ve politikası buna bağlı olarak inşa edilmiştir. Yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırıların asıl amacı da ırka dayalı görüşlerin “doğruluğu”nu “kanıtlamak” olmuştur. Gelenek yazarı, okuyucuya, “otuzların antropoloji çalışmaları söz konusu olduğunda” “uçlaştırmalardan kaçınmak gerektiği” telkininde bulunarak, “sonuç olarak söz konusu pratikler uluslaşma sürecinin eklektik yönünün somut tezahürleri ve bütünüyle Cumhuriyet’in sınıfsal karakterinin ve dönemin siyasal atmosferinin izlerini taşıyor” diye hatırlatıyor! Söz konusu pratiklerin ilgili dönemin siyasal atmosferinin izlerini taşımadığını, o günün koşullarından bağımsız olduklarını  ileri süren olmadığına göre, yazarın bu hassasiyeti nedendir diye sormayacağız. Ancak, yazar ve Gelenek Dergisi yöneticileri, “Türkün damarlarında akan asil kan” söylemini yabana atmamalıdırlar. Volkan Karakoç, “otuzların antropoloji çalışmalarının ‘ideolojik’ olduğunu” söyleyenleri “ne idüğü belirsiz bir yakıştırma”ya baş vurmakla suçlayabilecek kadar ipin ucunu kaçırırken, dönemin “ırkçı çalışmaların uygulandığı” bir dönem olmasıyla sınırlı görülmeyip, “tarih öncesi kalıntıların dayanak oluşturduğu bir dönemin maddeci bir anlayışla deneyimlenen çıkışlarının” da olduğunun dikkate alınması gereğine yeniden dikkat çekerken, iki şeyi bilerek ya da anlayamayarak birbiriyle karıştırmakla kalmayıp, “ırkçı çalışma” ve uygulamaların “mazur görülebilecek yanları olduğu” anlayışının gelişmesine hizmet ediyor. Tartışma konusu “Cumhuriyet”in ırkçı-şoven tarih anlayışı ve bununla birleşen askeri-politik uygulamaları olmasına karşın, o sürekli olarak “tarih anlayışı” oluşturmanın “bilimsel yöntemleri”ne işaret ederek, sorunu saptırmaya çalışıyor. “Kemalizmin milliyetçilik anlayışının eklektik bir yapıya sahip olması”ndan söz ederek, bu anlayışın “geç uluslaşma” ile bağına dikkat çekiyor ve buradan hareketle bir kez daha hafifletici unsurlar buluyor! Z. Toprak’tan benimseyerek aktardığına göre, “Dünü güncel normlarla yargılamaya çalışmak işin kolayına kaçmak oluyor.” Akıl oyunlarına baş vuran Toprak ve Karakoç’a “peki ne yapmalı?” diye sorulsa, söyleyecekleri hazır: “Günümüz değer yargılarıyla geçmiş algılanmaya” çalışılmaz. “Temel hak ve özgürlükler, demokrasi, katılım ve benzeri kaygılar sanki ezelden ebede var olmuşçasına geçmişe yansıtıl”maz!
Aklama dediğin, ancak böylesi akıl oyunlarına baş vurularak, geçmiş ile bugün arasına kalın duvarlar çekilerek, “her olay ve gelişme kendi koşullarından koparılmaksızın değerlendirilmeli” gibi çok genelde doğru olan bir gerekçeye yaslanılarak yapılabilir. Demokratik hak ve özgürlüklerin ezelden ebede var olmadığı ya da aynı anlama gelmek üzere ele alınamayacakları doğrusundan ya da geçmişin “günümüz değer yargılarıyla algılanmaya çalışılması” yanlışından hareketle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, burjuva egemen sınıfın ve onun işbaşına gelmiş hükümetlerinin şovenist-milliyetçi ve ırkçı politikalarının “tarihsel koşullar”a bağlanarak aklanmak istenmesi, en azından günümüz değer yargıları yönünden savunulacak ve benimsenecek bir tutum olmamalıdır/olamaz. Tartışmalar bugün yürütülüyor ve yazarlar, bugünden geçmişe bakarak değerlendirmelerde bulunuyorlar. Sorunun bir yanı bu. İkinci yanı ise, söz konusu dönem demokratik hak ve özgürlüklerin ne olduğunun bilinmediği bir dönem değil.
1789 Büyük Fransız Burjuva Devrimi’nden itibaren bunların burjuvazi için anlamı bilindiği kadar, halkla; işçi ve köylülerle, kentin-kırın emekçileriyle ilişkiler yönünden nasıl ele alınmaları gerektiğine dair burjuva tutumu da belirsiz olmamıştır. Jön Türkler’in –ki etki alanında M. Kemal’in de olduğuna dair hayli kaynak bulunuyor– ve “Cumhuriyet’in kurucu kadroları”nın bu devrimin dünya ölçeğindeki etkilerinden sadece etkilenmedikleri, yararlandıkları da biliniyor. Uygulanan politikaların ve geliştirilen ulus ve tarih anlayışının sınıfsal karakteri inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Burjuva düzeninde demokratik temel özgürlükler ancak emekçilerin mücadelesiyle söz konusu olabilmişlerdir/olabileceklerdir. Burjuvazi, egemen sınıf konumuna geldiği dönemden başlayarak, işçi sınıfını ve tüm diğer emekçileri “sınıf düşmanı” kategorisinde görmüş ve politikalarını buna göre belirlemiş ve uygulamıştır. Tarih anlayışını da, ulus anlayışını da kapitalist çıkarlara bağlayarak ve hemen her ulus açısından kendine kutsiyet (“mukaddes”-“ulvi” değerler) biçerek diğerlerinden “üstünlüğünü” kanıtlamaya girişmiştir. M. Kemal’in başında bulunduğu “kurucu kadrolar” ve onlardan sonra gelenler de bu yolda ilerlemişlerdir. Başında bulundukları –ya da başına geçip koordine ettikleri– Kurtuluş Savaşı sırasındaki “defansif” politikanın ihtiyaçlarına da bağlanan “özgürlükçü-eşitlikçi” vaadlerine rağmen, biçimsel siyasal bağımsızlığın elde edilmesi ve “dış güçler” tarafından “tanınması” ya da kabul edilmek zorunda kalınmasından itibaren “içerideki” farklı ulusal kökenlerden “azınlık” halklara karşı inkar ve baskı politikasını sistemleştirmiş ve uygulamışlar, bunu da “Büyük Türk Ulusu”nun “hakkı” saymışlardır.
Ortaya konan ve tarihsel gerçek bağlamında yaşanmış olanlar, bunlardır. Bunu “o dönem-bu dönem”, “o günün koşulları-bugünün koşulları” ikilemleri etrafındaki akıl oyunları ve gerekçelendirmelerle aklamaya çalışmak, şu ya da bu oranda kabul edilebilir ve savunulabilir göstermek, şovenist etkiye açık oluşa ya da onun alanından çıkmayışa işaret eder. Bir diğer anımsatma ile bitirelim: “Erken Cumhuriyet” dönemi olarak ifade edilen dönemin kadrolarının, M. Kemal başta olmak üzere, İ. İnönü, K. Karabekir, Fevzi Çakmak, Celal Bayar, M. Esat Bozkurt, Ş. Kaya, vb. gibi birinci-ikinci kuşak yöneticiler olduğu, “Cumhuriyet” ideolojisinin bunlar tarafından pratiğe geçirildiği, burjuvazinin kendi tarihçilerince de kayıt altına alınmıştır. O günün ırkçı görüşlerinin süreç içinde daha da olgunlaştırıldığı doğrudur, ama, bugünden dönüp o günün ırkçı ideoloji-tarih anlayışı ve ulus görüşünü koşullar gerekçeli “olabilir” göstermeye çalışmak, kişi, parti ve grupların durdukları yeri görmek açısından da bir veri oluşturur. Gelenek ve yazarlarının durumu bu açıdan ciddi ölçüde sorunludur.

Yerel seçimler ve seçim barajı

Bir süreden beri ülkede fiilen bir seçim “atmosferi”ne girilmiş bulunuluyor. Hükümet, Hükümet Partisi ve sermayenin diğer partileri seçim propagandalarını, çalışmalarını ve “adaylık” entrikalarını başlattılar bile.
Bu durum işçi ve emekçilerin cephesi açısından da bir hazırlık, güç birliği ve seçimleri halkın yararına gelişmelerin “arenasına dönüştürme” çabalarının yoğunlaştırılmasını yeniden gündeme getirmiş durumda. HDP’nin kuruluşu ve çalışmalarını yoğunlaştırmasını bu alandaki adımların en önemlilerinden biri sayabiliriz.

HALK İRADESİ VE SEÇİM BARAJI
Seçimlerden söz edildiğinde, düzen partilerinin yönetici ve sözcüleri, söz birliği etmişçesine “ülkenin daha fazla kalkındırılması, milletin refahı, hak özgürlük, adalet” vb. iddia ve kavramları etrafında sürdürdükleri propagandayı yoğunlaştırıyorlar. Yine aynı durumla karşı karşıyayız. Bu kez, yine AKP Hükümeti ve partisinin yöneticileri, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, “millet iradesi” ile “sandık” arasında dolaysız bağ kurarak, kendilerinin “sandıkta yeniden kazanacaklarını” belirtiyorlar ve “sandık sonuçları” üzerinden –bugünden belliymiş gibi– rant ve “hizmet” dağıtımına başlamış durumdalar. Başbakan, hatta daha da ileri giderek, kendisini diktatör olarak görenlere “diktatörsem, sandıkta devirsinler de görelim!” mealinde meydan okumaktan da geri durmamaktadır.
Bu durumda seçimlerin/sandıkta oy kullanılmasının ve halk iradesinin birbiriyle ilişkisi ve demokratik irade beyanı sorununu çok kısaca da olsa ele almamız gerekiyor. Şöyle ki, iktidar partisi ve hükümet yöneticileri, kendilerini “en azından %50’nin iradesine sahip” görmekle kalmamakta, “millet iradesi bizden sorulur” ahkamı kesmektedirler. Haziran 2013-Gezi ve Türkiye halk direnişinin yarattığı büyük baskı ve iktidar güçlerinin “maneviyatını bozma” etkisini, “% 50 yi zor tutuyorum!” meydan okumasıyla etkisizleştirmeyi hala başaramamış olan AKP ve hükümetinin, yeni yerel –ve ardından gelecek genel– seçimlerde çoğunluk oyunu olma planları dahilinde baskıyı yoğunlaştırıp rant dağıtımına hız vermelerinin yanı sıra seçim barajını %10’da tutma çabasını da sürdürdükleri görülüyor. Getirdikleri sözde üç ayrı önerinin aynı kapıya çıkması bunu gösteriyor.
AKP ve destekçisi bazı liberallerin iddialarına bakılacak olunursa, mevcut sistem dahilinde yapılacak seçimlerde, %40-50 arası bir oy alış, hükümetin “ileri demokrasi” politikalarının başarısının göstergesi olacaktır. Oysa bu bir aldatmaca ve saptırmadır. Çünkü ne seçim sistemi demokratiktir, ne de işçi sınıfı ve emekçiler, Kürtler ve Aleviler ve diğer ezilen, baskı gören kesimlerin sistem partileriyle “aynı koşullarda seçime girmesi” söz konusudur. Bunun önü daha baştan kapatılmıştır. Baraj tek neden ve tek barikat değildir, ama onlardan biridir.
İlkin, halk iradesinin ölçütü olarak “sandık”ı almak ya da halk iradesini sandığa “kapatmak” başlı başına bir sorun olup, halkın tüm diğer sosyal-siyasal ve iktisadi alanlarda herhangi iradesinin olmayacağının baştan teyit edilmesi anlamına da gelebilmektedir. Tüm diğer etken ve koşulların “eşit düzeyde rol oynadığı” bir seçim sisteminde dahi, halk “temsilini verdiği” kişi, parti ve kurum temsilci ve yöneticilerini “geri çağırma”, görevden alma yetkisine sahip değilse, ortada halk açısından demokratik irade beyanı ve iradesini hakim kılma diye bir şey söz konusu olmaz. İkincisi, işçi ve emekçilerin, Kürtlerin ve Alevilerin ve diğer ezilen “azınlık kesimler”in sermaye partilerinin sahip oldukları olanaklara sahip olmaksızın, girdikleri hiçbir seçim demokratik değildir ve demokratik irade beyanı açısından sorunludur. Seçimler, evet, atamanın tersi bir işlem gördüğünden demokratik olarak kabul edilir. Bu durum, seçilmiş kişi veya partilerin elini güçlendiren bir silah olarak da otoritelerini artırır. Oysa seçim sandığı ve çok partili meclisin mevcudiyeti demokrasinin tek kanıtı değildir. Ezen-ezilen ilişkisinin var olduğu bütün sınıflı toplumlarda egemen sınıf yasal olarak meşru bir sıfat bulmuştur kendine. Varlığını tehlikeye atmadan, kendi başına bela olmayacak şekilde zorunlu olarak yaptığı bir takım düzenlemeleri de allayıp pullayıp halkın gözüne sokarak ne kadar demokrat olduğunu göstermeye çalışmıştır hep. Yönetilen sınıfların da halk seçerse “yöneten” olabileceği üzerine inşa edilmiş tekrar tekrar oynanan/izlenen bir oyun sürer gider. Oysa ki iktidardaki hep ezen sınıf, yönetilen hep ezilen sınıftır gerçekte. Seçimler, ona katılanların değil sadece, ezen ve ezilen sınıf ve kesimlerin eşit koşullarda katılmalarıyla yapılmadıkları için de, rıza somutluk kazanmış sayılmaz. Çünkü; halkın iradesini sürekli tırpanlayacak yollar bulunur. Çalınan oy pusulaları, seçim sandıkları, skandallar, bel altı vuruşları gibi çirkinlikler bizim gibi burjuva demokrasisini bile yerleştirememiş ülkelerde daha bir bayağılaşmaktadır.
Seçim, en önemli anlamını, eşit ve özgür koşullarda yapılması ve temsil yetkisinin kullanılmasında bulur. Düz mantıkla bakıldığında, temsile uygun kişilerin temsil edeceği kişi veya kişilerce, topluluklarca seçilmesi onların bu temsiliyete rızalarının göstergesidir, çünkü kendi adlarına işlem yapma yetkisini, vekaletlerini vermektedirler. Dünyada kabul gören bu anlayış günümüze gelene kadar uzun bir süreçten geçmiştir.
Egemen sınıf (ya da sınıflar) adına hükümet edenler, devletin bütün kamu kurum ve kuruluşlarını, araç-gerecini, personelini, örtülü ödeneklerini, fonlarını kendi lehine harcarken, üstelik ellerindeki tüm görsel ve yazınsal medya araçları ile iktidardaki parti yüceltilirken, diğer aday veya partilere her çeşit karalama, çamur at izi kalsın senaryoları izletilir günlerce. Diğer çeşitli sınıf ve tabakalardan partiler resmi ve sivil her türden olanaksızlıklar yüzünden yeterli propaganda faaliyeti yapma hakkından mahrum kalmakta, (bazı burjuva partileri hariç) büyük bir meblağ tutan seçim başvuru harcı, resim, afiş, büro, ulaşım, her çeşit propaganda masrafı vb. giderler halkı temsil edecek kişi veya partilerin önüne dizilen engellerdir. Çünkü seçim barajı gibi bir de partilerin bütçedeki yedek ödenek kaleminden pay alma barajı var mevcut sistemde.

BARAJ’IN RANTI VE SİSTEM PARTİLERİ
Bunu bir kez de sistemin seçim pratiğinde gözlemleyebilmek mümkündür. 1982 öncesi ve sonrası dikkate alındığında, genellikle her seçim döneminden önce seçim yasaları değiştirilerek, iktidardaki partiler lehine düzenlemeler yapılmış olduğu görülecektir. Amaç, halkın ucundan kenarından da olsa, mecliste temsilinin azaltılması ve temsilde adaletin zayıflatılması, hatta yok edilmesidir. İktidar partisi aldığı oydan çok daha fazla milletvekili kazanıyorken, % 10 altında oy alan milyonlarca insanın temsiliyeti engelleniyor. Kısacası, ülkede istikrar sağlama bahanesi arkasına saklanılsa da, bu, baraj sisteminin anti-demokratik bir uygulama olduğunu gizleyemiyor.
Baraj sistemi anti-demokratiktir, çünkü oy verme sürecinde; seçmenlerin bir kısmı oy vermek istedikleri partinin barajı geçemeyeceğini düşünerek barajı geçebilecek durumda olan bir partiye oy vermektedir ki, burada özgür irade değil, bir yönlendirme söz konusudur, (çünkü medya seçimler öncesinde çeşitli yazılarla, her türlü kirli çarşaf avcılığına soyunarak, çok masum ve insani durumları bile kullanarak karalama kampanyaları ve anketlerle kafa karıştırmaktadır), oy sayım sürecinde ise, milyonlarca oy, yani irade yok sayılmakta, oylar (ya da irade) çöpe gitmektedir. Bazı illerde (özellikle doğu, güneydoğu illerinde) bir parti % 50 veya daha üstünü alsa bile, ülke genelinde %10 barajına takılınca, o ilin milletvekilleri ülke bütününde % 10 barajını aşan partiye/partilere gitmektedir.
Türkiye’de seçim sistemi ve kurallarına bakıldığında, son otuz yıldakiler başta olmak üzere, giderek gericileşen bir politik barikat örme tutumunun hakim olduğu ve seçimlerin artan şekilde şekli/göstermelik hale geldiği görülüyor. Öncesini bir yana bırakırsak, 1950’li yıllardaki “çok partili döneme geçiş”le birlikte ve özellikle de 1961 Anayasasında seçme-seçilme hakları/kuralları üzerine yasa ile bir değişim yaşanmış; 1965 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya 16 temsilci sokmasından sonra 1969 genel seçimlerinde bu durumun tekrar edilmemesi için seçim baraj sistemi getirilmiş, 1982 Anayasası ve devamında çıkan Siyasi Partiler ve Seçim Kanunu ile de Türkiye genelinde partilere % 10 seçim barajı, seçim çevrelerinin çıkaracağı milletvekili sayısına göre de seçim çevresi barajı konularak seçim alanı iyice daraltılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, tüm hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, asayişin sağlanacağı söylenerek en çok kanın döküldüğü, kayıpların, göz altıların, işten atmaların, işkencenin en yoğun olduğu sürecin başlamasıdır. Korku kültürünün, güvensizliklerin arttığı bu dönem bütün halk için çekilmez günler, yıllar yaşatmıştır. Seçim barajının uygulandığı seçimlerden olan 2002 genel seçimlerinde MHP ve DYP’nin oyları % 9’larda kaldığı için bu partiler milletvekili çıkaramamışken, AKP  % 34 oy oranıyla % 60’lara tekabül edecek milletvekili sayısına ulaşmış ve hükümeti tek başına kurarken, seçimli siyasal partiler döneminin en baskıcı ve otoriter “temsiliyet”i gerçekleşmiştir.
Hükümet olmadan önce seçim barajını kaldıracağı vaadine rağmen, AKP, hükümeti kurduktan sonra vaadini unutmuş, “istikrar” ı nakaratlaştırmıştır. Aynı şekilde Eylül 2011 deki Anayasa Referandumu öncesinde 12 Eylül’le hesaplaşacaklarını söylemiş, ancak darbe ürünü seçim barajını savunmuştur. İstikrar bahanesiyle seçim barajını savunanların temsilde adaleti zorlaştırmaları, hatta yok etmeye çalışmalarının AKP’nin “demokratik değerleri”nin kendini koruma ve menfaatini kollama düzeyinde olduğunun, partilerinin isminde geçen “adalet” kelimesinin sadece “kendilerine adalet”le sınırlı olduğunun bir göstergesi olduğundan, bu partiden ilkesel bir savunuma sahip olmasını beklemek hayal kurmaktan öteye gidemez. Parlamentoya giren “güçlü” partilerin hak ettiklerinden fazla milletvekili, dolayısıyla da güç elde etmeleri, halkın iradesinin ve temsilde adaletin baştan yok edildiğini göstermektedir. Baraj uygulamasıyla; % 10 seçim barajlı Türkiye’de 2002 seçimlerinde AKP % 34.2 oy almasına rağmen parlamentoda % 66.9’luk bir güce sahip olmuştur. Bunun başlı başına bir antidemokratik durum ve politika olduğu ortadadır.
Baskı ve eşitsizlik, seçimler özelinde, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı doğu, güneydoğu Anadolu illerinde en çarpıcı görüntüleriyle görülmekte/yaşanmaktadır. Diyarbakır’da % 56’larda oy oranına sahip olduğu halde ülke barajı nedeniyle DEHAP’ın milletvekili çıkaramadığı, % 20’lerdeki oy oranıyla AKP’nin 3;  % 7 oy oranıyla CHP’nin 1 milletvekili çıkardığı bilinmektedir. Bölge genelinde DEHAP, oylarının yoğunluğuna rağmen, 11 ilin (Diyarbakır, Batman, Şırnak, Hakkari, Van, Muş, Mardin, Ağrı, Iğdır, Tunceli, Siirt) hiçbirinden milletvekili çıkaramazken, tüm milletvekilliklerinin diğer partilere dağıtıldığı dönemlerden geçtik. Kürt halkının iradesinin bir şekilde Meclis’e girmesi için DTP (DEHAP devamı)  2007 seçimlerine bağımsız adaylarla girme kararı alınca, AKP ve CHP’nin onayıyla bir anayasa değişikliği yapılarak bağımsız adaylarında birleşik oy pusulalarında yer alması yoluna gidildi. Bölgede okur-yazar oranının düşüklüğü nedeniyle seçmenlerin kafalarını karıştırmak, yanlış ve geçersiz oy kullanımını arttırmak konusunda iki partinin çıkarları kesişmiştir. Bir dönemler seçim barajının kendilerini parlamentodan uzak tutmak için konulduğunu, 12 Eylül mağduru olduklarını söyleyen AKP’nin, önlerine barajlar dikerek, işçi ve emekçileri, Kürtleri ve diğer muhalif kesimleri “ekarte etme”ye soyunduğu ortadadır. O, bölgede Kürtleri temsil eden güçlü bir partinin varlığını engellemek, gücünü kırmak için “istikrar” bahanesiyle seçim barajını sahiplenmekte, çok sıkıştığında da “biz mi getirdik” diyerek yan çizmektedir.

EN YÜKSEK BARAJ TÜRKİYE’DE

Burjuva demokratik siyasal sistem baz alındığında dahi, Türk siyasal partiler ve seçim sistemi, çok sayıdaki diğer ülkelerden çok daha fazla anti demokratiktir. Türkiye’de seçim barajı %10 iken, Rusya Federasyonu’nda % 7, Cezayir’de % 7, Mısır ve Filistin’de % 8; Almanya, Çek Cumhuriyeti, Belçika, İzlanda, Estonya, Gürcistan, Hırvatistan, Moldovya, Polonya, Romanya, Slovakya’da % 5, Avusturya, Bulgaristan, İsveç, Norveç, İtalya, Slovenya’da % 4, İspanya, Yunanistan, Romanya, Ukrayna’da % 3,İsrail, Macaristan, Danimarka’da % 2, Hollanda’da % 0.6 iken, Finlandiya, İrlanda, Portekiz, Makedonya, Lüksemburg, İzlanda, İsviçre, Malta’da ise baraj uygulanmamaktadır. Görüldüğü üzere, Türkiye’de bu oran % 10 olarak bazı ülkelerin iki katından fazlayken, baraj uygulanan Avrupa ülkelerinde orantılı temsil ilkesi unutulmadığı gibi, bu ülkelerin seçim sistemlerinde etnik azınlıkların adaylarının baraja tabi tutulmaması türünden esneklikler de bulunmaktadır. Örneğin İsveç’te seçim barajı % 4 olmakla birlikte, yerelde oyların % 12’sini alan partiye seçim barajı uygulanmıyor. Ayrıca Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi bile, 2007 yılında, seçim barajının % 3 ile % 5 arasında olmasının yerleşmiş demokrasiler açısından kabul edilebilir olduğu yönünde bir tavsiye kararı almıştır.
Diğer yandan, “Birliği”ne katılmak için uyum yasaları çıkarılan, “ileri demokrasi”ye sahip olunduğu iddiasında bulunulan Avrupa Birliği ülkelerinden daha yüksek bir baraj engeli bulunması sorgulandığında da alınan yanıtın “biz farklı koşullarımızı göz önünde tutmak zorundayız” vaazı olduğu biliniyor. Ancak bunun, –demokrasinin varlığıyla yokluğunu da belirlemek üzere– burjuva demokratik sistemin kuruluşu ve burjuva demokrasisinin tesisi konusunda aynı süreçlerden geçilmemiş olmasının yanında sınıf mücadelesinin aynı düzeyde yaşanmamış olması gibi etkenleri olduğunu belirtmekte yine de yarar vardır.

ÖRGÜTLENME-PROPAGANDA SERBESTİSİ, BARAJSIZ SEÇİM, HAZİNE RANTININ İPTALİ

Seçim ve siyasal partiler yasasının antidemokratik olduğunu burjuva muhalefet partileri dahi söylemektedirler. Hazine rantını yiyen düzen partileri seçimlere tüm diğer kesimlerden daha ayrıcalıklı olarak katılıyorlar. Devlet olanaklarını en fazla kullanan iktidar partisi daha baştan halk iradeseni zapt-u rapt altına alma imkanını ele geçirmiş olmaktadır. Yasal engellere fiili baskı ve engellemeler eşlik etmekte, bunlar da en fazla işçi ve emekçi kesimleri ve onların örgütleri ve partilerini hedeflemektedir. Gerçekte örgütlenme, söz ve basın yayın özgürlüğü herkes için eşit koşullar ve gerçekleşme olanaklarıyla söz konusu olmadığı gibi, ötesinde, en küçük muhalif ses ve girişimin gaza boğularak bastırılmakta olduğu da bilinmektedir. Değişmesi gereken tüm bu durumların hepsidir. % 10 seçim barajının değişmesi konusu birçok kesim tarafından dile getirilmiş ve bu konuda toplumun çok geniş kesimlerinde bir “görüş birliği” oluşmuştur. “Temsilde adalet” olmadan “serbest irade beyanı”ndan söz edilemez. Seçim barajı, sadece, adaletsiz bir seçim sisteminin unsuru olarak, yüksek oy oranı olan partiler hesabına avantaj, barajı geçemeyenler hesabına ise dezavantaj olarak kalmamakta; baraj altında kalan partilerin oylarının barajı geçen partilere akarak milletvekili sayılarını arttırmalarına da yol açmaktadır.
Baraj sistemi, ileri sürüldüğü gibi, ülkenin “istikrarı”nı sağlamaktan uzaktır. Bu sistemin  uygulandığı seçimlerin büyük bir çoğunluğunun koalisyon hükümetlerini gündeme getirdiği gerçeği bir yana, hem koalisyon hem de tek partili hükümet dönemlerinde halk kitlelerinin yaşamı esas alındığında bir “istikrar”dan söz etmek imkanı bulunmamaktadır. Ya da “istikrar”, bizzatihi sömürülen halk yığınlarının istikrarlı olarak sömürülmeleri ve buna karşı seslerini yükseltmemeleri durumudur. Düzenin istikrarı, tamamen, düzenin sorunsuzca sürdürülmesi koşullarının bulunuşudur ki, bu, egemen sınıflar, tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri bakımından, çıkarlarının hiçbir zorlanmaya uğramadan gerçekleşmesi imkanına sahiplikten başka bir şey değildir. Ama istikrarlı bir iktisadi ve siyasal durum, yani egemen sınıfların çıkarlarını zorlanmadan gerçekleştirebilmeleri, iktisadi ve siyasi egemenliklerinin sağlamlığı anlamına gelir ki, bu, aynı zamanda, sömürülen yığınların hem iktisadi ve sosyal hem de siyasal bakımdan katlanılması zor koşullarda tutuluyor olmaları anlamındadır. Dolayısıyla hem sömürülen yığınlar hem de egemen sınıflar açısından ikisinin de işine gelecek ve ikisini birlikte tatmin edebilecek bir istikrar durumundan söz edilemez. Ve zaten sözü edilen istikrar, egemen sınıfların egemen oldukları düzenin sorunsuzca –istikrar içinde– sürdürülmesidir. Egemenlere dairdir. Bu nedenle İstikrar talebi de egemenlerindir; sömürülen yığınlar sömürüye rıza göstermeleri için sağlamca zaptu rapt altında tutulurlarken, onların azami kârlarını engelsizce elde edebilmelerinin ikdisadi ve siyasal (dış) koşullarının bulunmasıdır. Bu, ancak, halkın iradesi yok sayılarak, seçim barajları, yasaklar vb. engellerle gerçekleşmesi ve temsilde adalet sağlanması önlenerek elde edilebilir. Bu nedenle, barajlar vb. ile halkın iradesinin hiçe sayılmasıyla istikrar talebinin ileri sürülüşü arasında bir iç bağıntı bulunmaktadır; ama temel toplumsal gerçekler tars yüz edilmeden, bu “istikrar”la halkın çıkarları arasında bir doğru orantı kurulamaz, bağıntı, tamamen egemenlerin sömürgen çıkarlarıyla halkı hedef alan zorbalıklarına içkindir.
Ve ama, eğer halk iradesi ve halk egemenliği olarak demokrasiden söz edilecekse, düşünce ve ifade özgürlüğüyle, örgütlenme, toplantı ve gösteri ve basın yayın özgürlüğü gibi burjuva karakterli özgürlüklerin kullanılabilir olması, halk iradesinin gerçekleşmesinin önüne dikilmiş seçim barajları ve yasaklar türü engellerle egemenler ve siyasal örgütlerine tanınmış devlet yardımı vb. türü ayrıcalıkların kaldırılması zorunludur. Yasaklı-barajlı-ayrıcalıklı “demokrasi” sadece bir kandırmaca ve güldürü konusu olabilir; “demokrasinin derini”ne değil, demokrasi karşıtlığı ve gericiliğe özgüdür!

1980’li yıllarda sendikal hareket ve işçi eylemleri

Türkiye’de 1980 sonrası dönemde ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlarda son derece köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kendisini toplumun en küçük birimine kadar hissettiren bu değişikliklerin, günlük yaşamdan, sendikal ve siyasal süreçlere kadar tüm alanlarda derin izler bıraktığı görülür. Bu dönemin en önemli özelliği, iktidarların sınıf hareketini bastırmaya ve sindirmeye ilişkin olarak geçmiş dönemden hareketle oldukça deneyim kazanmış olmasıdır.
1980 yılı başında bir azınlık hükümeti kuran Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı da tam yetkiyle ekonomi yönetiminin başına getirmiş ve o da daha sonra “24 Ocak Kararları” olarak anılacak olan ve Türkiye’yi “serbest piyasa düzeni”ne ulaştıracağı iddia edilen “istikrar paketi”ni uygulamaya koymuştur. 24 Ocak Kararları açıklanmadan önce Turgut Özal, Genelkurmay Başkanlığı’na giderek bir brifing vermiş, daha sonra Turgut Özal, cunta hükümeti tarafından Ekonomi İşlerinden Sorumlu Bakan olarak görevlendirilmiştir.
24 Ocak Kararları, öncelikle, artan enflasyonu denetim altına almayı, dışarıda ödemeler dengesini sağlamayı, özellikle de özelleştirmeler vb. neoliberal politikalar aracılığıyla ekonominin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonunu amaçlamıştır. Ancak bu amaçlara yönelirken benimsenen temel yaklaşım, ekonomik yapının işleyiş biçimini değiştirmeyi amaçlarken, çalışma yaşamı ve sendikal alan başta olmak üzere, çeşitli alanlarda köklü düzenlemeler yapılmasını gündeme getirmiştir. O dönem “ekonomik hayatın yeniden düzenlenmesi” olarak sunulan 24 Ocak Kararları, Türkiye emekçi sınıflarına, özellikle işçi haklarına yönelik büyük bir saldırı anlamına gelmiş ve aynı yıl içinde gerçekleşecek olan 12 Eylül darbesinin de maddi zeminini oluşturmuştur.
12 Eylül darbesi ile birlikte ekonomik, toplumsal, siyasal ve sendikal yapıda yaşanan alt-üst oluş, Özal iktidarı döneminde daha da derinleştirilmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU

12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi, emek hareketi ve sendikalar açısından da izleri uzun süre silinmeyecek etkiler yaratmıştır. Hatta darbe sürecinin en yıkıcı etkilerinin emek hareketi ve sosyalist hareket üzerinde görüldüğünü söylemek abartı olmayacaktır. 12 Eylül rejimi, sendikal hareketin Türk-İş’e kıyasla daha hareketli kanadını oluşturan DİSK’i tasfiye etmiş, sendikal faaliyetleri ve toplusözleşme düzenini askıya almış ve çalışma hayatını düzenleyen tüm kural ve kurumları sermayeden yana otoriter bir şekilde yeniden düzenlemiştir. Tüm bunlar yaşanırken, yerel düzeylerde işçi sınıfından belirli tepkiler gelse de, sendikal bürokrasi daha başından teslim olduğundan sınıfın birleşik ve etkili bir karşı koyuş ya da direnmesi ile karşılaşılmamıştır.
12 Eylül, burjuvazinin ekonomik ve siyasal alanda kendi sınıf tercihini tavizsiz uygulayabildiğini gösteren önemli bir tarihsel dönemi ifade etmektedir. 12 Eylül’ü önceleyen ekonomik ve siyasi krizle, sermaye sınıfının kriz programının otoriter formülü olarak gündeme gelişiyle birlikte değerlendirildiğinde, 12 Eylül’ün kendi çıkarları için hareket eden bir askeri bürokrasiye mal edilmesi olanaklı değildir. Başka ülkelerde olduğu gibi, ekonomik krize burjuvazinin getirdiği çözüm, demokrasinin en küçük kırıntısının bile rafa kaldırılması, ideolojik hegemonya ve disiplinli bir işgücü olmuştur.
12 Eylül darbesi, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olması ve örgütlü işçi hareketinin tamamen bastırılması ve hareketsiz hale getirilmesini amaçlamıştır. Bu dönemde Türkiye, büyük bir hapishaneye çevrilmiş, başta sendikalar ve muhalif siyasal örgüt ve hareketler olmak üzere, tüm muhalif güçler şiddet ve baskıyla ezilmek istenmiştir.
12 Eylül darbesinin baskı ve zora dayalı faşist uygulamalarına paralel olarak hayata geçirilen 24 Ocak Kararları, sadece ekonomik değil, siyasal, toplumsal, kültürel dönüşüm açısından da önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. İhracata yönelik teşviklerin artması nedeniyle ihracat ve ithalatta hızlı bir artış yaşanmış, ekonomide dışa bağımlılık hızla artarken, özellikle iç talebin kısılması sonucunda ithal mallarının pahalı hale gelmesine paralel olarak reel ücretlerde hızlı bir gerileme yaşanmıştır.
12 Eylül rejimi süresince ve ANAP dönemi boyunca, sendikalaşmanın yaygın olduğu işkollarındaki emekçiler, istek, sorun ve özlemlerini, sadece tek tek işçiler olarak değil, bir sınıfın mensubu olma özellikleriyle kendilerine özgü biçimler içinde sendikal harekete yansıtabilmişlerdir. Bu dönemde benimsenen ekonomik modelin bölüşüm ilişkileri açısından belirleyici özelliği, genel olarak sermaye ile genel olarak emek, yani geniş anlamda burjuvazi ile emekçi sınıflar arasındaki temel çelişkiyi sistemli olarak emek aleyhinde denetlemeye ve düzenlemeye kalkışması olmuştur.
1980–1984 yılları arasında grev, toplu sözleşme ve sendikal faaliyetlerinin yasaklanması nedeniyle, işçi ve emekçi sınıflar, 1980 öncesinden intikam alırcasına sermaye karşısında ekonomik ve siyasal olarak zayıflatılmıştır. 12 Eylül darbesinin hemen ardından Kenan Evren ilk konuşmasında “yüksek” işçi ücretlerinden yakınmıştır. Darbe sonrasında işçilerin kitlesel olarak örgütlendiği sendikalar, siyasal parti ve dernekler kapatılırken, patronların örgütü ve darbe destekçisi TÜSİAD’a “kamu yararına çalışan dernek” statüsü verilmiş olması, sonraki yıllarda yaşanacakların ilk işaretleri olmuştur.
12 Eylül darbesi, sendikal hareketi ezerek, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve demokratik haklarını açıkça gasp etmiştir. DİSK’in sendikal faaliyetleri yasaklanmış, yönetimde ve sendikal organlarda görev alan 2 bine yakın sendikacı gözaltına alınmış, birçoğu işkencelerden geçirilerek tutuklanmıştır. Sıkıyönetim Mahkemelerinde binlerce kişi yargılanırken, DİSK ve bağlı 28 sendikanın faaliyetlerinin durdurulması kararı verilmiştir. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri hakkında açılan dava 1991’de beraat ile sonuçlandıktan sonra, DİSK, 1991 sonrasında yeniden faaliyete geçmiştir.
Türk İş, 12 Eylül darbesine açıkça destek vermiş, hatta bu desteğini organik işbirliğine kadar götürmüştür. Dönemin Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide, cunta hükümetine Çalışma Bakanı olarak görev alarak, darbe destekçiliğini daha da ileri götürmüştür. Türk-İş’in bu tavrı uluslararası sendikal örgütler tarafından tepkiyle karşılanmış, ICFTU tarafından Türk-İş’in üyeliği geçici olarak askıya alınmıştır.
Kısa zamanda askeri rejimin, emek-sermaye ilişkilerinde korporatist bir yapıdan beklenen “dengeleri” bile gözetmek çabasında olmadığı; açık seçik bir biçimde emek aleyhtarı, sermaye yanlısı bir çizgi izlemekte kararlı olduğu ve çalışma yaşamına ilişkin kararlara kural olarak TİSK çizgisini egemen kıldığı ortaya çıkmıştır.  Türk İş’in askeri yönetime açık desteği, 1982 Anayasası taslağı ortaya çıkıp, TİSK’in çalışma hayatının düzenlenmesine ilişkin görüşlerini anayasa maddeleri olarak karşılarında görüp, kendi durumlarının tehlikede olduğunu anlayıncaya kadar sürmüştür.
12 Eylül 1980 darbesinden 1984’e kadar sendikal örgütlenme karşıtı politikalar en sert biçimde uygulanmış, bu dönemde işçilerin toplusözleşme ve grev hakkı askıya alınmıştır. 1980–1984 yılları arasında Yüksek Hakem Kurulu (YHK) uygulaması ile çalışma hayatında “zorunlu uzlaşma” dönemi yaşanmış, bu dönemde sermayenin dayatmacı politikalarına YHK üzerinden “hukuksal” kılıf uydurulmuştur. YHK, 12 Eylül döneminde sendikalı işçilerin reel ücretlerinin düşürülmesi operasyonunda kullanılan en temel araç olmuş, ücret artışlarının düşük tutulmasının yanı sıra işçilerin en temel sosyal hakları yine YHK eliyle tırpanlanmıştır.
1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, sendikaları birer meslek örgütü haline indirgeyen ve en temel işlevlerini kısıtlayan yasaklar ve düzenlemeler içermiştir. Sendikaların en önemli işlevlerinden birisi olan grev hakkı büyük ölçüde yasaklanmış, grev uygulamasının, toplu sözleşme sonrası çıkacak uyuşmazlık sonrası yapılması zorunlu hale getirilmiştir.
İşçi sınıfının sistem içinde örgütlü var oluş koşullarını düzenleyen başlıca metinler olan 1982 Anayasası ile 1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu iş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu “siyasal eylem”in ideolojik ve siyasal sınırlarını daraltmış ve (işçi sınıfının) ekonomik ve toplumsal haklarını geliştirme koşullarını ağırlaştırmıştır. (…) 1982 Anayasası ile 2821 ve 2822 sayılı yasaların ekonomik ve sosyal hakların güvencesini ve geliştirilme araçlarını oluşturan sendikal örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakları açısından getirdiği yeni düzenlemeler, 12 Eylül döneminde zor yoluyla yeniden kurulan eşitsiz dengenin kurumlaştırılması çabaları  olarak değerlendirilmiştir.
Örgütlenme hakkına doğrudan yasak ve kısıtlamaların yanında toplu sözleşme hakkına da kısıtlamalar getirilmiş, grev yasakları başlamıştır. Grev hakkı, sadece toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında ve sadece uyuşmazlık halinde yapılabilir hale gelmiştir. Hak grevi, genel grev yasaklanmış, genel grev çağrısının yapılması bile hapis cezasına bağlanmıştır. Grevlerin yasaklandığı işler ve işyerlerinin kapsamı genişletilmiş, sendikalı işçilerin büyük bir bölümü grev hakkından yoksun bırakılmıştır. Bu dönemin en büyük özelliği, sendikaların siyasal yaşama katılımlarının kesin bir şekilde yasaklanması, sendikal faaliyetlerin yapılan düzenlemelerle sıkı bir denetime alınmasıdır.
Toplu iş sözleşmesi ve grev süreci için getirilen yasal prosedür ve grev kararlarının uygulanmasına ilişkin aşırı ayrıntılı kurallarla işçilerin grev hakkı, etkili bir mücadele aracı olmaktan büyük ölçüde çıkarılmaya çalışılmıştır. Siyasi amaçlı grevin, genel grev ve dayanışma grevinin yanı sıra, iş yavaşlatma, işyeri işgali, verim düşürme ve diğer işçi direnişleri açıkça yasaklanmıştır.
1980 öncesinde işyeri ve işkolu düzeyinde aynı anda iki toplu iş sözleşmesi uygulanabilirken,   bir işyerinde aynı anda birden fazla toplusözleşme yapılması yasaklanmıştır. Aynı zamanda sendikaların toplu pazarlık hakkını kısıtlamak amacıyla “çifte baraj” engeli getirilmiştir. Toplu sözleşmeye taraf olmak için sendikanın aynı anda hem işyerindeki işçilerin yüzde 50’sini üye yapmış olması, hem de işkolu düzeyinde yüzde 10 işkolu barajını aşma şartı getirilmiştir.
1980–84 dönemi, ciddi ücret ve hak kayıplarına rağmen sendikal hareket açısından tam bir suskunluk dönemi olarak yaşanmıştır. 1980’li yıllarda iktisat politikalarında meydana gelen büyük değişmeler son derece etkili bir ideolojik saldırı ile desteklenmiştir. Bu saldırının temel amacı, bu yeni iktisat politikası modelinin ve bu modelin üretici sınıflar aleyhine yarattığı bölüşüm sonuçlarının zorunlu, kaçınılmaz ve “alternatifsiz” olduğunu geniş halk kitlelerine ve etkili çevrelere kabul ettirmek ve benimsetmek olmuştur.
Bu dönemde emek hareketini doğrudan etkileyen temel değişimleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralamak mümkündür;
¨    Yeni birikim modelinin gerekleri doğrultusunda ücretli emeğin yoksullaşması 1980’lerin sonlarına kadar sürmüştür.
¨    Örgütlü emek cephesinde, zaten son derece kısıtlı olan yeni toplu pazarlık düzeninin yarattığı sorunlara, patronların ve siyasal iktidarın sendikasızlaştırma politikaları eşlik etmiştir.
¨    Yeni dönem bir yandan sendikacıların işlevsel meşruiyetini tehlikeye sokarken, diğer yandan da işçi-sendika ilişkilerinin geleneksel kavranışında kırılmalar yaratmıştır.
¨    Dönemin hâkim liberalizm söylemi işçi sınıfı ve sendikaları, siyasal arenadaki mevcut sınırlı yerlerinden dahi dışlamak yönünde güçlü bir atmosfer oluşturmuştur.
Bunların yanı sıra, sermaye sınıfı, sendikaların meşruluğunu sorgulamayı gündeme getirmiş, sendikaları zayıflatmaya, yok etmeye ve sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamaya yönelik sürekli ve sistemli bir saldırı başlatmıştır. Patronlar ve onların siyasal alandaki sözcüleri, özellikle 1990’lı yıllarda, işçileri koruyucu mevzuatın etkisiz kılınması için büyük çaba harcamışlardır. Kaçak işçilik, “sahte” kendi hesabına çalışma, standart dışı (veya atipik) istihdam biçimleri ve “esneklik” aracılığıyla işçilerin, yasal koruma ve toplu iş sözleşmelerinin kapsamı dışına çıkarılmalarını sağlamaya, sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev haklarından yararlanmalarını engellemeye önem vermiştir.
1980 sonrası dönemde çıkarılan sendikal yasalar ve fiili uygulamalarla grev hakkının “iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde” kullanılamayacağı hükme bağlamış, bu gerekçeyle ilan edilmiş bir grevin mahkeme kararıyla yasaklanabileceği öngörülmüştür. Buna ek olarak, Bakanlar Kurulu’na “ulusal güvenlik ve genel sağlık” gibi son derece genel bir gerekçeyle grev erteleme yetkisi verilmiştir. Yasaklanan ve ertelenen grevlerin yeniden başlatılması olanağı fiilen ortadan kaldırılarak, bu aşamada YHK yetkili kılınmıştır.

GREVLER VE GREV DIŞI İŞÇİ EYLEMLERİ

1980’li yılların başından itibaren sendikal mücadelenin büyük ölçüde felce uğradığı ekonomik ve siyasi kriz döneminde, özellikle kentli emekçilerin saflarında, önceki dönemde kök salmaya başlayan sınıf bilincinin ve yeni filizlenmeye başlayan kentli işçi sınıfı kültürünün hızla aşınmaya başladığı görülmüştür. Söz konusu aşınma, 12 Eylül darbecilerinin temellerini attığı Türk-İslam sentezine dayalı eğitim politikaları üzerinden açıkça desteklenen bireycileşme, dine sarılma, toplumsal yaşam odağının işyerinden ve üretimden, mahalleye, semte ve aile içine kayması gibi eğilimleri ortaya çıkarmıştır.
1984 sonrasında işçiler, büyük tehlikeleri göze alarak ve yasakçı nitelikteki tüm yasalara rağmen farklı biçim ve içerikte eylemler yapmışlardır. Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin başlıcaları, iş durdurma, iş yavaşlatma, yemek boykotu, toplu viziteye çıkma, yürüyüş, açlık grevi, sakal bırakma, servise binmeme vb. gibi eylemler olmuştur ve bunlar, 1980 öncesine kıyasla daha farklı, ama yaygınlık açısından zaman zaman 1980 öncesini aşan bir karakter ve yaygınlıkta hayata geçirilmiştir.
Sendikalaşma ve grev hakkına yönelik aşırı sınırlamalar ve yapılan yasal düzenlemeler, o dönem sendikacıların sık sık “Bu yasalarla grev yapılmaz” sözünü tekrarlamasına neden olmuştur. Ancak özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren işyerlerinde ciddi bir öfke patlaması yaşanmıştır. Bu dönemde işçi sınıfı mücadelesi sadece grevlerle sınırlı kalmamış, daha güvenilir ve başarı şansı yüksek olduğu düşünülen grev dışı eylem biçimlerini de gündeme getirmiştir. 1986 yılından itibaren işçiler sendikal direniş, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, fazla mesaiye kalmama ve benzeri eylem türlerinin yanı sıra, üretimi doğrudan etkilemeyen, ama gövde gösterisi yapmaya ve kamuoyu oluşturmaya yönelik eylemlere yönelmişlerdir.
Bu dönemde yaşanan belli başlı grevler, sadece işçilerin üretimi durdurduğu eylemler olmayıp, işçi kadın ve çocuklarından, esnafa (Demir-Çelik, Alüminyum, Zonguldak vb. grevleri) değişik emekçi sınıf kesimlerinin de mücadeleye çekildiği, direngenliğini değişik emekçi çevrelerle dayanışmaya borçlu olan eylemler olmuştur. Bu dönemde yaşananlar, değişik eylem biçimleriyle emekçilerin farklı kesimleri grev eyleminin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
1987’den itibaren artan işçi eylemleri ve grevlere, 1989 yılında doruğa ulaşacak olan grev dışı işçi eylemleri eşlik etmiştir. Bir kısmı yasalar tarafından düzenlenmemiş, bir kısmı ise yasal olarak yasaklanmış olmasına rağmen, işçi ailelerini ve farklı toplumsal kesimleri de içine katarak yaygınlaşan bu eylemler, kısa süre içinde kitlesel bir meşruiyet kazanmıştır. Bu dönem her türlü yasal ve fiili engele rağmen gerçekleştirilen ve sadece sendika üyesi işçilerle sınırlı olmayan, dönem dönem işçi ailelerinin de katıldığı, sıra dışı eylemler yapılmıştır. Bu dönemde, gücünü ve meşruiyetini işyerlerinden alan, bizzat işyerlerindeki üyelerin eylem kararları ve uygulama süreçlerine doğrudan katıldığı “fiili sendikacılık” uygulamasının en önemli örnekleri verilmiştir.

1980–1989 Arası Grev Sayıları

Grev Sayısı
Yıllar    Kamu    Özel
1980    30    197
1981    –    –
1982    –    –
1983    –    –
1984    3    1
1985    –    21
1986    –    21
1987    4    303
1988    9    147
1989    7    164

1984’ten sonra gerçekleşen kitlesel katılımlı grevlerin hükümet ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) tutumu nedeniyle siyasal içerik kazandığı görülmüştür. NETAŞ, Seydişehir Alüminyum grevlerinde, işçilerin grevi çözüm olarak görmelerini gündemden çıkarmayı amaçlayan Hükümet, çok basit nedenlerle grevleri olağanüstü uzatmıştır. Ancak grevleri uzatmanın işçileri yenilgiye uğratamayacağını anladığında sözleşmeleri imzalamak zorunda kalmıştır.
1987 yılına kadar grevler yerel düzeyde kalırlarken, 1986 yılı sonunda başlayıp 1987 yılında da devam eden NETAŞ grevi ile işçi hareketinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. NETAŞ grevi ile işçi hareketi yerel ve bölgesel düzeyi aşarak, ülke gündemine yerleşmiştir. NETAŞ greviyle tüm yasakçı ve kısıtlayıcı özelliklerine rağmen, mevcut yasalar ile de etkili grevler yapılabileceği kanıtlanmıştır.
1987’yi izleyen yıllar, Türk-İş tipi sendikacılığın eylem biçim ve geleneklerinin yetersizliği, işçileri, sendikaların sınırlarını, niyet ve yeteneklerini aşan bir dizi yeni eylem biçimine itmiştir. 1989 Bahar Eylemleri, 1990–91 Zonguldak İşçi Hareketi ve 1991 Genel Grevi, işçi tabanının yarattığı, özgün biçimler içinde geliştirdiği, bütün bunlara ek olarak sendikal hareketi de peşinden sürükleyen, ona ivme kazandıran önemli mücadeleler olarak görülmelidir.
Ülkeyi ve bir bütün olarak tüm toplum kesimlerini ilgilendiren yoksulaşma sürecini en derinden hisseden işçiler ve kamu emekçileri, bu duruma daha fazla sessiz kalmayarak, 1988 ve 1989 yıllarında ekonomik-demokratik talepler doğrultusunda yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Bu hareketlenmenin temelinde ise, 1980 sonrasında yoğunlaşan baskıların ve hak gasplarının yarattığı tepki bulunmaktadır.
Sanayileşmesi durgun, nüfusu hızla artan, işsizliği yaygınlaşan, sağlıksız kentleşen, aşırı enflasyon oranlarına sahip bir ekonomide, sendikaların dışlanarak, uzun süreli istikrar politikalarının izlenmesi ve bu uygulamaların başarılı olması mümkün olmadığından, çalışanlar aleyhine gelişen olumsuz koşullar ve ücretlerdeki asimetrik gelişmeler, kaçınılmaz olarak korporatist politikaların birer sosyal denetim aracına dönüştürdüğü sendikaları daha militan olmaya itmiştir. 1989 Bahar Eylemleri, bu militanlaşmanın ve 12 Eylül sendikacılığına karşı çıkışın ilk işareti olarak değerlendirilmiştir.
1980’li yılların bitimiyle birlikte, Türkiye işçi sınıfı, geçmiş on yılın da telafisini arayan bir “hesap sorma” mücadelesi içine girmiştir. 12 Eylül ve ANAP iktidarlarının, sendikacılığın fiilen tasfiyeye uğradığı bir ekonomik yapı yaratma projesi, işçi sınıfının zaman zaman sessiz, zaman zaman etkili ve açık direnmeleri sonucunda başarısızlığa uğramıştır. Şüphesiz ortaya faşizme ve sermayenin işçi haklarına yönelttiği saldırıya karşı örgütlü ve açıktan bir direnme tablosu çıkmamaktadır. Ancak 1980’lı yıllarda işçi sınıfının sendikal hareket içindeki tavırlarını tam bir teslimiyet tablosu içinde değerlendirmek aynı derecede yanıltıcıdır.
1980’li yılların ikinci yarısında grev sayılarında artış olmasına paralel olarak, grevler kadar etkili olan ve toplumda olumlu etkiler uyandıran grev dışı eylemler de başlamıştır. Birçok grevde aynı zamanda grev dışı eylemlere de başvurulmuştur. Özellikle SEKA ve demir-çelik işyerlerindeki grevler için diğer işkollarından ve işçilerden önemli destekler gelmiş ve grevdeki işçilerle dayanışma kampanyaları açılmıştır. Grev dışı eylemler hızla Türkiye’nin dört bir yanına yayılırken, toplumdan da büyük ilgi ve destek görmüştür. Her türlü siyasi görüşten, mezhepten, etnik gruptan, farklı işyerleri ve işkollarından, her yaştan kadın ve erkek işçiler, aktif bir şekilde grev dışı eylemlere katılmışlardır.
Sendikal alanda 1987 yılından itibaren artmaya başlayan ve Bahar Eylemleri ile ülke çapında yaygınlaşan işçi eylemlerinin, sendikal sorunlardan başlayıp siyasal iktidara yönelen kitlesel protestoların özellikle Türk-İş ve bağlı sendikaların yerellerden başlayarak siyasi tutum alışlarında önemli bir rolü olmuştur. 1987 yılından 1990 başlarına kadar Türk-İş’e bağlı sendikalarda şube başkanlarının yüzde 48’i, genel merkez yöneticilerinin yüzde 49’u, 32 sendika başkanının 15’i değiştirilmiştir.
Bahar Eylemleri, işçilerin, ücretlerdeki aşırı adaletsiz gelişmeye bir tepkisinin sonucu olarak militanlaşıp sendikaları aşarak, yer yer sendikalara rağmen ve sendikaları zorlayarak gerçekleştirilmiştir. Eylemler, ileri işçiler ve bir kısım genel merkez yönetimleri dışta tutulursa, daha çok şubeler düzeyindeki mücadeleci sendikacıların ve işyeri temsilcilerinin çabaları üzerinde serpilip gelişmiştir. Eylemlerde sendika merkezlerinin ve sendikacıların yönlendirmesi son derece zayıf olmuş, işçi eylemleri dipten gelen bir dalga olarak yaşanmıştır.
1989 eylemlerinde, her ne kadar TİS süreci ve buna bağlı olarak ücret artışları için mücadele öne çıkmış gibi görünse de; harekete temel karakterini veren, bu taleplerin yanı sıra, Anayasa ve yasalarda demokratik dönüşümü hedefleyen talepler olmuştur. Eylemlerin zaman içinde göreceli olarak siyasal bir karakter kazandığı görülmüş, işçilerin dönemin ANAP Hükümeti’ni hedef alması ve sık sık siyasi iktidarın uygulamalarını protesto eden sloganlar atması önemlidir. Taleplerin ve sloganların içeriği ve çeşitliliği, hareketin birliğini oluşturmada temel belirleyici etken olmuştur.
Bahar Eylemleri’nin bir diğer özelliği, sendikal hareketin yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenme olmasıdır. Eylemler, her aşamasında, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların inisiyatif ve sorumluluğunda, fabrikalar ve işyerleri temelinde gelişmiş, önce yerel düzeylerde, giderek ülke düzeyinde birleşerek genişlemiş ve yaygınlaşmıştır. Bu dönemde başta İstanbul olmak üzere, yerellerde oluşturulan işçi şubeleri platformlarının hareketin tabana yayılmasında, işçilerin eylem kararını birlikte alarak alanlara çıkılmasında etkili olduğu bilinmektedir. Bu durumun en somut örneği, 1989 kamu toplusözleşmeleri sürecinde görülmüştür. O dönem, Hükümet TİS sürecinde sadece yüzde 40 artış önermiş, Türk-İş ve sendika genel merkezleri yüzde 80 artışın pazarlığını yaparken, işçilerin aşağıdan gelen baskısı ve işyerlerinden başlayarak yaygınlaşan kitlesel eylemleri ile dönemin TİS görüşmeleri yüzde 140 artışla sonuçlanmıştır.
1980’li yılların ikinci yarısını önemli kılan bir diğer özellik, işçilerin yanında kamu emekçilerinin de artık sınıf mücadelesinin asli unsurlarından birisi olarak sendikal alanda ağırlığını hissettirmeye başlamış olmasıdır. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere tüm Türkiye’de kamu işçilerinin yanı sıra, kamu emekçileri de sendikal örgütlenme hedefiyle hareketlenmeye başlamış, hem eylem sayısı, hem de etkinliği açısından kamu emekçileri hareketi, sonraki yıllarda “fiili meşru mücadele” olarak ifade edilecek olan uzun yürüyüşünün ilk adımlarını atmaya başlamıştır.
Bahar Eylemleri bir taraftan işçi hareketinin 1980 sonrasında en tepe noktasını ifade ederken, aynı dönem, uzun zamandır ayrı kulvarlarda mücadelelerini sürdüren işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesini büyük ölçüde birleştirici rol oynamış ve 1990’lı yılların başından itibaren dönem dönem birleşik bir karakter kazandığı dönemlerde hükümetlere geri adımlar attırabilmiştir.
1980’li yılların işçi hareketi açısından bir diğer önemli özelliği, işçi hareketinin kendi dışındaki toplumsal kesimlerle birlikte hareket edebilmesi, ülkenin temel sorunlarına ilgi göstermeye başlamasıdır. 1980’li yıllar, aynı zamanda Kürt sorununun en yakıcı biçimde kendisini hissettirdiği yıllardır. O dönem işçi hareketinin genel kitlesi açısından Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda somut bir durum söz konusu olmamasına karşın, özellikle ileri işçiler ve az sayıdaki mücadeleci sendikaların da etkisiyle Kürt sorununun çeşitli yönleriyle tartışılmaya başlanması ve “Kirli savaşa son” sloganının temel mücadele sloganı taleplerinden birisi olması önemlidir.

SONSÖZ
1980’li yılların ilk yarısı, 12 Eylül darbesinin maddi ve psikolojik etkisiyle, işçi hareketi ve sendikalar açısından yasal ve fiili baskıların yoğun olarak yaşandığı, grevlerin ve her türlü demokratik tepkinin fiilen engellendiği yıllar olmuştur. Bu durum 1984 yılına kadar sürmüş, uzun süre baskı altında tutulan, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak sindirilmeye çalışılan örgütlü işçi hareketi ilk tepkilerini 1984 yılından itibaren vermeye başlamıştır.
2821 ve 2822 sayılı yasalar başta olmak üzere, çeşitli yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar ile işçi sınıfının en temel yasal mücadele kanalları büyük ölçüde tırpanlanmış ve işlevsiz hale getirilmiştir. Yapılan yasal düzenlemelere uyulduğunda grev yapmak neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Bu durumun, işçi hareketi açısından etkisi sonraki yıllarda daha net görülecek olan önemli sonuçları olmuştur. Bu sonuçlardan en önemlisi, işçi sınıfının hakları için her eyleme geçtiğinde yasaları ihlal etmek durumunda kalması, kimi zaman sendika merkezlerini ve sendikacıları karşılarına alarak, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden bu yana her dönem geçerliliğini koruyan “fiili mücadele” tarzını benimsemiş olmasıdır.
1980’li yıllarda yapılan her işçi eylemi, yasal grevlerin uygulanması dahil, mevcut yasaların fiilen çiğnendiği ve pek çok noktada boşa çıkarıldığı eylemler olmuştur. Özellikle Bahar Eylemleri sürecinde söz konusu “yasa dışılık” işçi hareketinin en temel ve belirleyici özelliklerinden birisi olmuştur. Bu durum işçi sınıfı içinde eylem yapma isteğinin yaygınlaşmasını ve sınıf dayanışmasının en etkili ve yaygın örneklerinin görülmesini sağlamıştır.
1980’li yıllarda, özellikle grev dışı eylemlerle kendisinden söz ettiren işçi hareketi, sınıfın sadece sendikalarda örgütlü kesimlerini değil, aralarında örgütsüz işçilerin, kamu emekçilerinin, kadınların, ülkenin dört bir yanında geniş bir kitlenin talepleriyle harekete geçirildiği bir nitelik kazanmıştır. Sermaye ile emek arasında yaşanan saflaşma, işçi ve emekçi kitlelerinin o dönem için burjuva düzen partilerinden kopmasına da zemin hazırlamıştır. İşçi sınıfı, her türlü yasağa ve baskıya rağmen fiilen kullandığı yeni mevziler elde etmiş, hareket alanını ve olanaklarını genişletmiştir. Bu yıllarda işçi sınıfı, sendika bürokrasisine ve hükümetlerin saldırılarına karşı, sınıf hareketinin çıkarlarını ön plana çıkaran, işçi ve sendika hareketini işçilerle birlikte yönetebilecek ve daha ilerilere taşıyabilecek mücadeleci sendikacıları ve ileri işçiler kitlesini de yaratmış; bu etki, sendika yönetimlerinin değişmesinde kendisini somut bir şekilde göstermiştir.
1980’li yıllar Türkiye işçi sınıfı için büyük sıkıntılarla başlamış, ancak 1980’li yılların son çeyreğinde yükselen işçi hareketi ve zengin sınıf mücadelesi örnekleri ile boğazına geçirilmek istenen zincirler parçalanıp atılmıştır. Bütün bu gelişmelerin “Yeni Dünya Düzeni” ve “Elveda proletarya” söylemlerinin, “tarihin sonu” tezlerinin en popüler olduğu döneme denk gelmesi önemlidir. Özellikle Bahar Eylemleri, işçi sınıfının kitlesel gücüne ve onun sendikal-siyasal mücadelesini görmezden gelenlere ve küçümseyenlere verilmiş en iyi, en etkili cevap olmuştur.

sosyalist devrim ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı (Tezler)

Ocak – Şubat 1916
V.İ. Lenin

1- EMPERYALİZM, SOSYALİZM VE EZİLEN ULUSLARIN KURTULUŞU
Emperyalizm, kapitalizmin gelişiminin en yüksek aşamasıdır. Gelişmiş ülkelerdeki sermaye büyüyerek ulusal devlet sınırlarının ötesine geçmiş, rekabet yerini tekele bırakmış ve sosyalizmin başarısı için bütün nesnel koşulları yaratmıştır. Bundan dolayı, Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, kapitalist hükümetleri devirmek ve burjuvaziyi mülksüzleştirmek için proletaryanın devrimci mücadelesi günün görevidir. Emperyalizm sınıf karşıtlıklarını büyük ölçüde keskinleştirerek, yaşam koşullarını hem ekonomik –tröstler ve hayat pahalılığı– hem de politik –artan militarizm, sık sık patlak veren savaşlar, tırmanan gericilik, artan ve genişleyen ulusal zulüm ve sömürgeci yağma– olarak kötüleştirerek, kitleleri bu mücadeleye girmeye zorlar. Muzaffer sosyalizm zorunlu olarak tam demokrasiyi tesis etmek zorundadır. Dolayısıyla uluslar arasında tam bir eşitlik sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını, yani siyasi olarak özgürce ayrılma hakkını da gerçekleştirmelidir. Şimdi, devrim sırasında ve devrimin zaferinin ardından, köleleştirilmiş ulusları kurtaracaklarını ve onlarla gönüllü birlik temelinde ilişki kuracaklarını –siyasal olarak ayrılma hakkı olmaksızın özgür-gönüllü birlik sahte bir sözdür– icraatlarıyla göstermeyen sosyalist partiler sosyalizme ihanet etmiş olacaklardır.
Demokrasi elbette bir devlet biçimidir ve devlet ortadan kalktığında o da ortadan kalkmalıdır. Ama, demokrasinin ortadan kalkması ancak, tam olarak zafere ulaşmış ve pekiştirilmiş sosyalizmden tam komünizme geçiş sürecinde gerçekleşecektir.

2- SOSYALİST DEVRİM VE DEMOKRASİ UĞRUNA MÜCADELE
Sosyalist devrim tek bir eylem, tek cephede verilen bir muharebe değil, bir bütün olarak şiddetli sınıf çatışmaları dönemi, bütün cephelerde, ekonomik ve politik tüm sorunlar üzerine uzun süren bir dizi savaş demektir. Bu savaşlar ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle sonuçlanabilir. Demokrasi mücadelesinin, proletaryanın dikkatini sosyalist devrimden uzaklaştıracağını, sosyalist devrim ufkunu karartacağını ya da onu gölgede bırakacağını düşünmek köklü bir yanılgı olacaktır. Tersine, nasıl ki sosyalizm tam demokrasiyi uygulamaya koymadan kesin zafere ulaşamazsa, proletarya da demokrasi uğruna çok yönlü, tutarlı ve devrimci bir mücadeleye girişmeksizin burjuvaziye karşı zaferinin koşullarını hazırlayamaz.
Demokratik programın herhangi bir maddesini, sözgelimi ulusların kendi kaderini tayin hakkını, emperyalizm koşullarında “uygulanamaz” ya da “hayali” olduğunu ileri sürerek programdan çıkarmak da daha küçük bir yanılgı olmayacaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının kapitalizm sınırları içinde uygulanamaz olduğu şeklindeki iddia iki şekilde anlaşılabilir: ya mutlak olarak yani ekonomik anlamda ya da koşullara bağlı olarak yani politik anlamda.
İlk olarak, bu iddia teorik açıdan bakıldığında temelden yanlıştır. Birincisi, emeğin karşılığını alması ya da krizlerin sona ermesi gibi şeyler, teorik olarak kapitalizm koşullarında uygulanamaz şeylerdir. Ama ulusların kendi kaderini tayin hakkının aynı derecede uygulanamaz olduğu tamamen yanlıştır. İkincisi, 1905 yılında Norveç’in İsveç’ten ayrılması örneği bile uygulanamazlık iddiasını çürütmeye yeterlidir. Üçüncüsü, diyelim ki, Almanya ve İngiltere arasındaki politik ve stratejik ilişkilerde küçük bir değişimin Polonya, Hindistan ya da benzeri türden yeni bir devletin oluşumunu tam olarak “uygulanabilir” kılacağını reddetmek gülünç olacaktır. Dördüncüsü, genişleme dürtüsündeki mali sermaye, en özgür demokratik ve cumhuriyetçi hükümeti ve herhangi bir ülkenin, o ülke “bağımsız” bile olsa, seçilmiş yöneticilerini “serbestçe” satın alabilecek ya da rüşvet yoluyla elde edebilecektir. Mali sermayenin ya da genel olarak sermayenin egemenliği siyasi demokrasi alanındaki herhangi bir reformla ortadan kaldırılamaz. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı da tümü ile ve sadece siyasi demokrasi alanına aittir. Gelgelelim, mali sermayenin egemenliği, sınıf baskısı ve sınıf mücadelesinin daha serbest, daha geniş ve daha açık olduğu siyasi demokrasinin önemini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında siyasi demokrasi taleplerinden birinin ekonomik olarak “uygulanamazlığı” hakkındaki bütün savlar, bir bütün olarak siyasi demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkileri genel ve temel düzeyde teorik olarak yanlış tanımlamaya götürür.
İkinci olarak, bu iddia eksik ve kusurludur. Çünkü emperyalizm koşullarında, yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, siyasi demokrasinin bütün temel talepleri ancak kısmen uygulanabilir, üstelik çarpıtılmış ve istisnai olarak (Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılması örneğinde olduğu gibi). Bütün devrimci sosyal demokratlar tarafından önerilen sömürgelerin acil kurtuluşu talebi de bir dizi devrim olmaksızın kapitalizm koşullarında “uygulanamaz” bir taleptir. Fakat bundan, hiç de sosyal demokratların bütün bu talepler için acil ve kararlı bir mücadeleden vazgeçmeleri gerektiği sonucu çıkmaz –sosyal demokratların böylesi bir mücadeleden vazgeçmeleri sadece burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürecektir. Tersine, bu taleplerin, burjuva yasallığı çerçevesinde kalarak değil onu parçalayarak; parlamenter söylevlere ve sözlü protestolara hapsolarak değil kitleleri sonuç alıcı eylemlere sürükleyerek, her türden temel demokratik talep için verilen mücadeleyi genişletip güçlendirerek; reformist değil, devrimci bir tarzda formüle edilip uygulanmasının gerekliliği sonucu çıkar. Ta ki proletaryanın burjuvaziye doğrudan hücumuna, yani burjuvaziyi mülksüzleştirecek olan sosyalist devrime kadar. Sosyalist devrim sadece büyük bir grevin, bir sokak gösterisinin, açlıktan doğan bir ayaklanmanın, bir askeri başkaldırının ya da bir sömürge isyanının sonucunda patlak vermeyebilir. Sosyalist devrim, Dreyfus skandalı1, Zabern olayı2 ya da ezilen bir ulusun ayrılmasıyla ilgili bir referandum gibi siyasi krizlerin bir sonucu olarak da ortaya çıkabilir.
Emperyalizm koşullarında ulusal baskının artmış olması, sosyal demokrasi için, burjuvazinin “hayal” olarak tanımladığı ulusların ayrılma özgürlüğü için mücadeleden vazgeçmek gerektiği anlamına gelmez. Aksine, bu alanda ortaya çıkan çelişkilerden, kitle eylemlerinin ve burjuvazi üzerine devrimci saldırıların dayanağı olarak daha fazla yararlanmak gerektiği sonucu çıkar.

3- KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKININ ANLAMI VE FEDERASYONLA İLİŞKİSİ
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı yalnızca siyasi anlamda bağımsızlık hakkı, ezen ulustan siyasi olarak özgürce ayrılma hakkı anlamına gelir. Bu siyasal demokrasi talebi kesin biçimde, ayrılacak olan ulusun ayrılması yönünde ve ayrılma konusunda bir referandum için tam bir ajitasyon özgürlüğünü içerir. Bundan dolayı bu talep, ayrılma, parçalanma ve küçük devletler oluşturma talebiyle aynı anlama gelmez. Bu talep, yalnızca, her türden ulusal baskıya karşı istikrarlı bir mücadelede ifadesini bulur. Demokratik bir devlet sistemi siyasi ayrılma konusunda tam özgürlüğe ne kadar yakınsa, ayrılma isteği pratikte o kadar nadir ve zayıf olacaktır. Çünkü büyük devletler, hem ekonomik gelişme, hem de kitlelerin çıkarları açısından tartışma götürmez üstünlükler sağlayacaktır. Dahası bu üstünlükler kapitalizmin gelişmesiyle daha da çoğalmaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması, ilke olarak federasyonun kabul edilmesiyle aynı şey değildir. Bir insan, federasyon ilkesinin kararlı bir karşıtı ve demokratik merkeziyetçiliğin ateşli bir savunucusu olabilir. Buna rağmen, tam demokratik merkeziyetçiliğe giden tek yol olarak, federasyonu ulusal eşitsizliğe tercih edebilir. Bir merkeziyetçi olan Marx’ın, İrlanda ile İngiltere arasındaki federasyonu, İrlanda’nın İngiltere’ye zorla boyun eğdirilmesine tercih etmesi, bu bakış açısından kaynaklanıyordu.
Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın günümüzde küçük devletlere bölünmüş olmasına ve ulusların herhangi bir biçimde yalıtılmasına son vermek değildir. Yalnızca ulusları birbirine daha yakınlaştırmak da değil, ulusları birbirleriyle kaynaştırmaktır. Ve bu amacın başarılması için biz, bir yandan Renner ve Otto Bauer’in sözde “ulusal-kültürel özerklik”3 düşüncesinin gerici karakterini kitlelere anlatmalı, bir yandan da ezilen ulusların kurtuluşunu talep etmeliyiz. Bu talep, sorunu sosyalizmin kuruluşuna “erteleyecek” şekilde, genel bulanık ifadelerle, boş sözlerle değil, ezen ulus sosyalistlerinin namertliklerini ve ikiyüzlülüklerini özellikle göz önünde bulunduracak açıklıkla ve kesinlikle formüle edilmiş bir siyasi programda ifade edilmelidir. İnsanlık, nasıl ki, sınıfların ortadan kaldırılışı evresine ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir geçiş evresinden geçerek ulaşabilirse, aynı şekilde ulusların kaçınılmaz bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların tam kurtuluşu evresinden, yani ayrılma özgürlüğünü elde ettiği bir geçiş evresinden geçerek varabilir.

4- ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI SORUNUNUN PROLETER DEVRİMCİ SUNULUŞU
Sadece ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebi değil, bizim asgari demokratik programımızın bütün maddeleri de, uzun bir süre önce, daha 17. ve 18. yüzyıllarda, küçük burjuvazi tarafından ileri sürülmüştü. Onlar, sınıf mücadelesini ve onun demokrasi koşullarında şiddetlendiği gerçeğini göremedikleri ve “barışçıl” bir kapitalizme inandıkları için, bütün bu talepleri ütopik bir yolla bugün de ileri sürmektedirler. Kautskiciler tarafından savunulan ve halkı aldatmaya hizmet eden emperyalizm koşullarında eşit ulusların barışçıl birliği fikrinin gerçek niteliği işte budur. Bu küçük burjuva, oportünist ütopyanın karşıtı olarak sosyal demokrasinin programı, ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesini, emperyalizm koşullarında temel, önemli ve kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul etmelidir.
Ezen ulusların proletaryası, burjuva pasifistlerinin tekrarlayıp durduğu gibi, ilhaklara karşı ve genel olarak ulusların eşit haklara sahip olmasından yana, genel, basmakalıp laflarla kendini sınırlamamalıdır. Proletarya, emperyalist burjuvazi için çok “tatsız” bir sorun olan ulusal baskı temelinde şekillenmiş bir devletin sınırları sorununda sessiz kalamaz. Proletarya, ezilen ulusların mevcut devlet sınırları içinde zorla tutulmasına karşı mücadele etmelidir, ki bu, ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele anlamına gelir. Proletarya, “kendi” ulusu tarafından ezilen uluslar ve sömürgeler için siyasi olarak ayrılma özgürlüğü talep etmelidir. Aksi takdirde, proletarya enternasyonalizmi anlamsız bir söz olarak kalacak; ezen ve ezilen ulusların işçileri arasında karşılıklı güven ve sınıf dayanışması imkansız hale gelecek; bir yandan kendi kaderini tayin hakkının savunuculuğunu yaparken, öte yandan “kendi” ulusları tarafından ezilen ve zorla “kendi” devlet sınırları içinde tutulan uluslar karşısında sessizliğini koruyan reformistlerin ve Kautskicilerin ikiyüzlülüğü teşhir edilmemiş olacaktır.
Diğer yandan, ezilen ulusların sosyalistleri, ezen ve ezilen ulus işçilerinin, örgütsel birliği de içermek üzere, tam ve koşulsuz birliğini özellikle savunmalı ve uygulamaya koymalıdır. Bu olmadan, burjuvazinin bütün entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız politikasını savunmak ve diğer ülkelerin proleterleriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştirmek imkansız olacaktır. Ezilen ulus burjuvazisi, işçileri aldatmak için sürekli olarak ulusal kurtuluş sloganlarından yararlanır. Bu sloganları iç politikada egemen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalar yapmak için kullanır (örneğin, Avusturya ve Rusya’daki Polonyalılar, Yahudileri ve Ukraynalıları ezmek için gericilikle anlaşmaya varırlar). Dış politikada ise, kendi yağmacı amaçlarını gerçekleştirmek için rakip emperyalist güçlerden biriyle uzlaşmak için çaba gösterir (küçük Balkan devletlerinin politikaları, vb.).
Nasıl ki, örneğin Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, cumhuriyetçi sloganları politik aldatma ve mali soygun amacı için burjuvazi tarafından kullandığı birçok durum sosyal demokrasinin cumhuriyetçilikten vazgeçmesine yol açmamışsa; aynı biçimde, bir emperyalist güce karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin, belirli koşullar altında, başka bir “büyük” güç tarafından kendi emperyalist amaçları için kullanılabilmesi gerçeği de, sosyal demokrasiyi ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan alıkoyamaz.

5- ULUSAL SORUN ÜZERİNE MARKSİZM VE PROUDHON’CULUK

Küçük burjuva demokratların aksine Marx, her demokratik talebi, ayrım yapmaksızın, mutlak bir şey olarak değil, burjuvazi önderliğindeki halk yığınlarının feodalizme karşı mücadelesinin tarihsel bir ifadesi saymıştır. Bu taleplerden bir teki yoktur ki, belirli koşullar altında, burjuvazinin ellerinde işçileri aldatmanın bir aracı olarak hizmet etmemiş ve etmeyecek olsun. Bu bakımdan, siyasi demokrasi taleplerinden birini, özellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebini ayırıp diğerlerinin karşısına koymak, teorik anlamda köklü bir yanlıştır. Pratikte proletarya, tüm demokratik talepleri için mücadelesini, cumhuriyet talebini de içermek üzere, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci mücadelesine bağlarsa, ancak o zaman kendi bağımsızlığını koruyabilecektir.
Diğer yandan “sosyalist devrim adına” ulusal sorunu “yadsıyan” Proudhon’culardan farklı olarak Marx, esas olarak gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın sınıf mücadelesinin çıkarlarını göz önünde bulundurarak enternasyonalizm ve sosyalizmin temel ilkesini, yani “başka ulusları ezen ulus özgür olamaz”4 ilkesini öne çıkarmıştır. Marx’ın 1848’de Almanya’da galip gelen demokrasinin, Almanlar tarafından ezilen ulusların özgürlüğünü kabul ve ilan etmesi gerektiğini belirtmesi tamamen Alman işçilerin devrimci hareketinin çıkarları bakımındandı.  1869’da Marx’ın, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını, “… bu federasyon ayrılığa yol açsa bile,”  sözleriyle talep etmesi de tamamen İngiliz işçilerin devrimci mücadelesinin çıkarlarını gözetmesindendi. Marx, ancak bu talebi ileri sürerek İngiliz işçileri enternasyonalizm ruhuyla gerçekten eğitiyordu. O, aradan yarım yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, İrlanda “reformunu” gerçekleştirmeyi beceremeyen oportünistlere ve burjuva reformizmine ancak bu yolla, tarihsel bir problemin devrimci çözümü yoluyla karşı koyabildi. Ancak bu yolla –küçük ulusların ayrılma hakkının düşsel ve uygulanamaz olduğunu, yalnızca ekonomik değil, politik olarak merkezileşmenin de ilerici olduğunu bas bas bağıran sermaye sözcülerinden farklı olarak– merkezileşmenin emperyalist olmayan bir anlam taşıdığında ilerici olabileceğini ve ulusların zorla değil, bütün ülkelerin proleterlerinin özgür birliği temelinde bir araya getirilmesi gerektiğini savunabildi. Marx ancak bu yolla, ulusların eşitliğinin ve kendi kaderini tayin hakkının sözde ve genellikle ikiyüzlüce tanınmasına karşı çıkarak, ulusal sorunların çözümünde de kitlelerin devrimci eylemini savunabilmiştir. 1914-16 emperyalist savaşı ve bu savaşın ortaya çıkardığı oportünistlerle Kautskicilerin ikiyüzlülükleri, Marx’ın politikasını parlak bir şekilde doğruladı. Bu politika bütün gelişmiş ülkeler için bir örnek görevi görmelidir, çünkü şu anda bunların tümü başka ulusları ezmektedir.

6- ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI BAKIMINDAN ÜÇ TİP ÜLKE
Ülkeler, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu bakımından üç ana kategoriye ayrılmalıdır.
Birincisi; Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gelişmiş kapitalist ülkeleri. Bu ülkelerde ilerici, burjuva ulusal hareketler çoktan sona erdi. Bu “büyük” ulusların her biri sömürgelerde ve kendi ülkelerinde öteki ulusları ezmektedir. 19. yüzyıldaki İngiltere proletaryasının İrlanda sorunuyla ilgili görevi neyse, bu egemen ulusların proletaryasının görevi de odur.
İkincisi; Doğu Avrupa: Avusturya, Balkanlar ve özellikle Rusya. Bu ülkelerde, burjuva demokratik ulusal hareketleri geliştiren ve ulusal mücadeleyi yoğunlaştıran özellikle 19. yüzyıldı. Bu ülkelerdeki proletaryanın görevleri –diğer ülkelerdeki sosyalist devrimlere yardım etmek bakımından olduğu kadar kendi ülkelerindeki burjuva demokratik reform sürecini tamamlamak bakımından da– ulusların kendi kaderini tayin hakkı savunulmadan yerine getirilemez. Burada en zor ve en önemli görev, ezen ulusların işçilerinin sınıf mücadelesini ezilen ulusların işçilerinin sınıf mücadelesiyle birleştirmektir.
Üçüncüsü; Çin, İran ve Türkiye gibi yarı-sömürge ülkeler ile bütün sömürge ülkeler, ki bu ülkelerin toplam nüfusu bir milyarı bulmaktadır. Bu ülkelerde burjuva-demokratik hareket ya yeni yeni ortaya çıkmaktadır ya da daha tamamlanmamıştır. Sosyalistler karşılık beklemeksizin, sömürgelerin özgürlüğünü –ki bu talebin siyasi ifadesi kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam ifade etmez– acil ve koşulsuz olarak savunmakla kalmamalı, bu ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketleri içinde yer alan daha devrimci öğeleri kararlı bir biçimde desteklemeli ve onların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmasına –ya da böyle bir şey olması halinde, devrimci savaşına– yardım etmelidir.

7- SOSYAL ŞOVENİZM VE ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
Emperyalist çağ ve 1914-16 savaşı, önde gelen ülkelerde şovenizm ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin özellikle vurgulanmasına yol açtı. Sosyal şovenistler, yani “anayurt savunması” kavramını kullanarak, savaşın emperyalist, gerici karakterini gizleyen oportünistler ve Kautskiciler arasında ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda temel iki eğilim vardır.
Bir yanda, emperyalizmin ve politik merkezileşmenin ilerici olduğunu söyleyerek ilhakları savunan; ütopik, aldatıcı ve küçük burjuva vb. diyerek kendi kaderini tayin hakkını reddeden, burjuvazinin gerçek yüzleri açığa çıkmış uşaklarını görüyoruz. Bu gruba, Cunow, Parvus ve Almanya’daki aşırı oportünistler, İngiltere’deki Fabyanların bir kısmı ve sendika liderleri ile Rusya’daki Semkovski, Liebman, Yurkeviç vb. oportünistler girerler.
Diğer yanda, Vandervelde, Renaudel’in de aralarında olduğu Kautskicileri ve İngiltere ve Fransa gibi ülkelerdeki bir sürü pasifisti görüyoruz. Bunlar birinci gruptakilerle birliği savunurlar ve pratikte onlarla tam olarak aynılaşmışlardır; kendi kaderini tayin hakkını sadece sözde ve ikiyüzlüce savunurlar: Siyasi ayrılma özgürlüğü talebini “aşırı” bulurlar (“zu viel verlangt” –Kautsky, Neue Zeit, 21 Mayıs 1915). Özellikle ezen ulusların sosyalistleri için, devrimci taktiklerin gerekliliğini savunmazlar. Tersine, devrimci yükümlülüklerinin anlaşılmasını güçleştirirler, oportünistliklerini haklı gösterirler, halkın kolayca aldatılmasının yolunu bulurlar, ezilen ulusları zorla egemenliği altında tutan bir devletin sınırları sorununda yan çizerler.
Marksizmi çirkin emellerine alet eden her iki grup da oportünisttir. Bunlar, Marx’ın taktiklerinin, örneğin İrlanda ile ilgili olanının, teorik anlamı ve pratik önemini anlama yeteneğini bütünüyle yitirmişlerdir.
İlhaklara gelince; bu sorun, savaş dolayısıyla özellikle acil sorunlardan biri haline gelmiştir. Fakat ilhak nedir! İlhaklara karşı çıkmanın, ya ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı beraberinde getirdiği, ya da statükoyu korumaya ve her türlü şiddette, hatta devrimci şiddete bile düşmanca bir tutum içeren pasifist bir sözden öteye gitmediği apaçık bellidir. Bu tür sözler kökünden yanlıştır ve Marksizm ile bağdaşmaz.

8- PROLETARYANIN YAKIN GELECEKTEKİ SOMUT GÖREVLERİ
Sosyalist devrim çok yakında başlayabilir. Proletarya, bu durumda iktidarı ele geçirmek, bankaları kamulaştırmak ve diğer diktatörlük önlemlerini almak gibi acil görevlerle yüz yüze gelecektir. Böyle bir durumda burjuvazi ve özellikle Fabyanlar ve Kautskiciler gibi entelektüeller, ona sınırlı demokratik amaçlar yükleyerek devrimi bölmeye ve engellemeye çabalayacaklardır. Oysa, tamamen demokratik herhangi bir talep –eğer proletarya burjuva iktidarının siperlerine saldırmaya başlamışsa– bir bakıma devrimin engeli haline gelebilir. Bütün ezilen ulusların özgürlüğünü (yani kendi kaderini tayin hakkını) ilan etme ve buna rıza gösterme gerekliliği, sosyalist devrimde de, örneğin 1848’de Almanya’da ya da 1905’te Rusya’da burjuva demokratik devriminin zaferinde olduğu kadar acil bir önem kazanır.
Gelgelelim, sosyalist devrimin başlaması için 5, 10 ya da daha çok yıl geçmesi de gerekebilir. Bu, kitleleri devrimci bir ruhla eğitme zamanı olacaktır. Bu eğitim, sosyal şovenistler ve oportünistlerin, işçi sınıfı partisine üye olmalarını ve 1914-16’da olduğu gibi başarı kazanmalarını imkansız kılacaktır. Sosyalistler, sömürgelerin ve İrlanda’nın ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan İngiliz sosyalistlerini; sömürgeler, Alsaslılar, Danimarkalılar ve Polonyalılar için ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan, devrimci propaganda ve devrimci kitle eylemini doğrudan ulusal baskıya karşı mücadele alanına taşımayan, Zabern’deki olaylardan ezen ulus proletaryası arasında yaygın bir yeraltı propagandası, sokak gösterileri ve devrimci kitle eylemleri örgütlemek için yararlanmayan Alman sosyalistlerini; Finlandiya, Polonya, Ukrayna vb. için ayrılma özgürlüğü talebini savunmayan Rus sosyalistlerini teşhir etmeli, böylesi sosyalistlerin şovenistler ve kan ve çamura batmış emperyalist krallıklar ve emperyalist burjuvazinin uşakları gibi davrandıklarını kitlelere açıklamalıdırlar.

9- RUS VE POLONYA SOSYAL DEMOKRASİSİ İLE İKİNCİ ENTERNASYONALİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI KARŞISINDAKİ TUTUMU

Devrimci Rus sosyal demokratları ile Polonya sosyal demokratları arasındaki kendi kaderini tayin hakkı sorununa ilişkin görüş ayrılıkları daha 1903’te, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programını onaylayan ve Polonya sosyal demokrat delegasyonunun itirazına rağmen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan 9. maddenin programa konulduğu Kongre’de su yüzüne çıkmıştı. Polonya sosyal demokratları o zamandan beri kendi partileri adına Parti programımızdan 9. maddenin çıkarılması ya da yerine başka bir madde konulması önerilerini tekrar etmediler.
Rusya’da, nüfusun yüzde 57’sinden daha az olmayan, yani 100 milyonu aşkın bir bölümünü ezilen uluslar oluşturur. Çoğunlukla sınır bölgelerinde yaşayan bu uluslardan bazıları Büyük-Ruslardan daha yüksek bir kültüre sahiptirler. Rusya’nın Politik sistemi özellikle barbarca ve ortaçağa özgüdür. Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı bu ülkede çarlık tarafından ezilen ulusların Rusya’dan özgürce ayrılma hakkının tanınması sosyal demokrasinin demokratik ve sosyalist amaçlarını ilerletme açısından kayıtsız şartsız zorunluluktur. 1912 Ocak’ında yeniden inşa edilen partimiz, 1913 yılında6, ulusların kendi kaderini tayin hakkını pekiştiren ve bunu yukarıda belirtilen somut anlamda kesin biçimde açıklayan bir karar aldı. 1914-16’da dizginlerinden boşanmış Büyük-Rus şovenizminin hem burjuvazi ve hem de oportünist sosyalistler arasında (Rubanoviç, Plehanov, Naşe Dyelo vb.) hızla yayılması, bizi kendi kaderini tayin hakkı talebinde her zamankinden daha çok ısrar etmeye ve bu talebi reddedenleri Büyük-Rus şovenizminin ve çarlığın gerçek destekçileri olarak değerlendirmeye sevk etti. Partimiz, kendi kaderini tayin hakkına karşı bu türden hareketlerin hiçbir sorumluluğunu üstlenmeyeceğini üzerine basa basa ilan eder.
Ulusal sorun konusunda Polonya sosyal demokrasisinin görüşünü açıklayan son formülasyonu (Polonya sosyal demokratlarının Zimmerwald Konferansı’ndaki açıklaması) şu fikirleri içeriyor:
Bu bildiri, “Polonya’nın bölgelerini” yakın zamanda gerçekleşecek olan denge oyununun rehinesi olarak gören ve böylece “Polonya halkını kendi kaderini tayin etme fırsatından yoksun bırakan” Alman hükümetini ve diğer hükümetleri kınar. “Polonya sosyal demokrasisi bütün bir ülkenin yeniden parsellenip bölünmesini kesin ve çok ciddi bir biçimde protesto eder.” … “Ezilen halkların kurtuluşu” görevini Hohenzollern’lere bırakan sosyalistleri sert bir dille eleştirir. Onlar, yalnızca, uluslararası devrimci proletaryanın yakınlaşmakta olan mücadelesine katılma düşüncesini dile getirir. Sosyalizm mücadelesi, “ulusal baskı prangalarını kıracak, her türlü yabancı egemenliği ortadan kaldıracak ve Polonya halkının uluslar topluluğunun eşit bir üyesi olarak her alanda özgürce gelişimine olanak sağlayacaktır.” Bildiri, ayrıca mevcut savaşın “Polonyalılar için” “iki kez kardeş katliamı” olduğunu kabul eder. (Uluslararası Sosyalist Komite Bülteni, no: 2, 27 Eylül 1915, s. 15; Rusça çevirisi Enternasyonal ve Savaş sempozyumunda, s. 97.)
Bu politik ifade biçimi her ne kadar İkinci Enternasyonal’in program ve kararlarının çoğundan daha muğlak ve belirsiz ise de, bu düşüncelerin ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından özde bir farkı yoktur. Bu fikirleri kesin politik ifadelerle açıklamaya ve onların kapitalist sistemde ya da yalnızca sosyalist sistemde uygulanıp uygulanmayacağını belirlemeye yönelik herhangi bir girişim, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini reddetmekle Polonyalı sosyal demokratların yaptığı hatayı daha açık bir şekilde göz önüne serecektir.
1896’da Londra’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kongre’nin ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan kararı, yukarıdaki ilkeler temelinde, şu hususlar açıkça belirtilerek tamamlanmalıdır: 1) Emperyalizm koşullarında bu talebin özel aciliyeti; 2) bu talebi de içermek üzere, bütün siyasi demokrasi taleplerinin sınıf içeriği ve siyasi bakımdan geleneklere bağlılığı; 3) ezen ulusun sosyal demokratları ile ezilen ulusun sosyal demokratlarının somut görevleri arasında ayırım yapma gerekliliği; 4) kendi kaderini tayin hakkının oportünistler ve Kautskiciler tarafından tutarsız, sadece sözde kalacak şekilde tanınması, bu nedenle de bunun siyasi anlamda ikiyüzlülük olması; 5) şovenistlerle “kendi” ulusları tarafından ezilen ulusların ve sömürgelerin ayrılma özgürlüğünü savunmayan sosyal demokratların, özellikle de Büyük devletlerin (Büyük-Ruslar, Anglo Amerikanlar, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar, vb.) sosyal demokratlarının gerçekte tam benzerlik içinde oluşları; 6) temel siyasi demokrasi talepleri kadar kendi kaderini tayin hakkı talebinin de burjuva hükümetleri devirmek ve sosyalizmi gerçekleştirmek için kitlelerin devrimci mücadelesine bağlanması gereği.
Bazı küçük ulusların bakış açısının –özellikle halkı milliyetçi sloganlarla bölen Polonya burjuvazisine karşı mücadelesinde kendi kaderini tayin hakkını reddetme yanılgısına düşen Polonya sosyal demokratlarının bakış açısının– Enternasyonal bakış açısının yerine geçirilmesi teorik bir hata, Proudhon’culuğu Marksizmin yerine koymak olacaktır. Bunun pratikteki sonucu ise, ister istemez büyük devletlerin uluslarının en tehlikeli şovenizmlerinin ve oportünizminin desteklenmesidir.

RSDİP Merkez Organı
Sosyal Demokrat Yazı Kurulu.


Not: Kısa süre önce yayınlanmış 3 Mart 1916 tarihli Die Neue Zeit’da, Kautsky, açıkça Habsburglar Avusturyası’ndaki ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü kabul etmediği halde Rusya Polonyası için bu hakkı tanırken, Alman şovenizminin en iğrenç temsilcilerinden Austerlitz’e Hıristiyanca uzlaşma elini uzatıyor, Hindenburg’a ve Wilhelm II’ye adice hizmet ediyor. Kautskicilik bundan daha güzel bir şekilde sergilenemezdi!

Ocak – Şubat 1916’da yazıldı.
Nisan 1916’da Vorbote dergisi
sayı: 2’de yayınlandı.
V. İ. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler),
22. Cilt, s. 143-156, İngilizce 4. Baskı,
Progress Yayınevi, Moskova, 1964.
1)     Dreyfus Skandalı: Fransız militaristler arasındaki gerici kralcı çevrelerin 1894’te düzmece gerekçelerle Dreyfus’a karşı açtıkları dava. Dreyfus, Genel Kurmay’da subay olarak görev yapan bir Yahudiydi. Casusluk ve vatana ihanetle suçlandı. Askeri mahkeme onu ömür boyu hapse mahkûm etti. Kararın düzeltilmesi için başlatılan halk hareketi cumhuriyetçiler ve kralcılar arasında şiddetli bir mücadeleye neden oldu. Dreyfus bu mücadele sonucunda tahliye edildi. Lenin, Dreyfus davası hakkında “gerici askeri kastın binlerce hilesinden biri,” dedi.
2)    Zabern Olayı: 1913 Kasımında meydana gelen olay, Prusyalı bir subayın Zabern’deki Alsaslılara yönelik vahşeti nedeniyle patlak verdi. Zabern olayı, bölge halkının, özellikle de Fransızların Prusyalı militaristlere karşı bir öfke patlamasıyla sonuçlandı (Lenin’in “Zabern” başlıklı makalesi, Toplu Eserler, cilt 19, s. 513-15).
3)     Renner ve Bauer’in gerici “ulusal-kültürel özerklik” fikrinin bir eleştirisi için Lenin’in “Ulusal-Kültürel Özerklik” (Toplu Eserler, cilt 19) ve “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar” (Toplu Eserler, cilt 20) başlıklı makalelerine bakınız.
4)    Karl Marx, “Konfidentielle Mitteilung”, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Marksizm-Leninizm Enstitüsü arşivindeki el yazmasından aktarılmıştır.
5)    Die Glocke (Çan): 1915 ve 1925 tarihleri arasında, sosyal şovenist Parvus (A. L. Helfand) tarafından önce Münih’te sonra da Berlin’de çıkarılan dergi. Parvus, Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesiydi.
6)    Ulusal sorun üzerine bir teklif. Lenin tarafından yazıldı ve RSDİP Merkez Komitesi ve yöneticilerinin bir toplantısında kabul edildi. Toplantı, 6-14 Ekim 1913 tarihinde Cracow yakınlarındaki Poronin’de gerçekleştirildi. Bu toplantı, gizlilik nedenleriyle “Yaz” ya da “Ağustos” toplantısı diye bilinir. Teklifin metni için bkz: Lenin, Toplu Eserler, cilt 19, s. 427-429.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑