1 Mayıs’a giderken işçi hareketi ve sendikal hareketin durumu

Birbirini takip eden yerel, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin beraberinde getirdiği iktidar kavgaları ve bununla ilintili Hükümet’in gırtlağına kadar bulaştığı yolsuzluk ve rüşvet tartışmalarının şekillendirdiği bir siyasi iklimde 1 Mayıs’a gidiliyor.
Birçok bölgede örgütlenmek için adım atan ya da mücadele içinde olan işçilere mikrofon uzatıp, “Türkiye’nin gidişatını nasıl görüyorsunuz?” dediğinizde aldığınız en net cevap: “Türkiye’nin hali hal değil” oluyor.
Ülke tarihinin en büyük sosyal patlaması, Haziran Gezi Direnişi’nin yıldönümü olacak. Son yıllarda birikmiş olan öfkenin açığa çıkardığı Haziran Halk Direnişi egemen güçler tarafından bir iktidar bloku olarak örgütlenen AKP Hükümeti cenahında bir “kılıç yarası” etkisinde bulundu.
Takip eden aylarda iktidar bloku içindeki çatlaklar daha fazla gün yüzüne çıkarken, ortak çıkar temelinde ve egemen sınıfların izniyle şekillenen cemaat-AKP işbirliği 17 Aralık’la tamamen berhava oldu. Yıllardır emek ve demokrasi güçleri tarafından dile getirilen AKP Hükümeti’nin hırsızlık, yoksulluk ve talan hükümeti olduğu gerçeği görmezden gelinemez hale geldi.
Başbakan, bakanlar ve ailelerinin ortalığa saçılan rüşvet ve yolsuzluk görüntüleri zulüm üzerine kurulmuş/kurdurulmuş bir hükümet ve cemaat yapılanması ile yüz yüze oldukları gerçeğini işçi ve emekçilerin gözünde daha görünür kılmıştır.
“Türkiye’nin hali hal değil” değil derken, işçi ve emekçilerin düşüncesinde bu son aylarda yaşanan olaylar etkili olmaktadır. Ekonomik, sosyal hak gasplarının artarak devam ettiği, antidemokratik uygulamaların hız kazandığı bir dönemde işçi ve emekçilerin bilincinde yaşanan bu uyanış/değişim son derece önemlidir. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler ve ezilenler uluslararası birlik mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a bu gelişmelerin ışığında hazırlanmaktadır.

İŞÇİ HAREKETİ, SENDİKAL HAREKET

AKP önceli koalisyon hükümetlerinin teşhir olmasının da avantajıyla ezilen ve sömürülen yığınların karşısına “3 Y’ye”; “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklara karşı” olma, “sosyal adalet”, “hakça paylaşım”, “onurlu bir dış politika” söylemiyle çıktı.
Bu süslü sözler ile aldığı kitle desteğinin de bir biçimde yeniden dizayn edilmesi gerekliydi; öyle ya hiçbir şey sürgit devam etmezdi. En başta silahlara kumanda edenler olmak üzere hükümetleri devirmeye gücü yetecek olan “kesimler”in enterne edilmesi gerekti. Bu konuya ilişkin dergimizin önceki sayılarında pek çok yazı kaleme alındı, bu nedenle bu durumu not etmekle yetinerek, özellikle konumuz açısından bu çerçevede işçi hareketi ve sendikal harekete ilişkin hükümetin müdahaleleri üzerinde duracağız. Hükümet dini referansları da kullanarak destek aldığı emekçi kitlelerin kendisine karşı gelmesini önlemek amacıyla çeşitli kitle örgütlerini ve sendikaları arka bahçesi yapmak üzere neler yaptı kısaca bakalım.
Sendikaları etkisiz duruma sokmak için, kongrelerine, grevlerine kadar müdahalelerde bulundu, AKP. Son bir yılda Hava İş ile Tek Gıda İş grevleri örneğinde yaşandığı gibi doğrudan müdahale ederek işçi sınıfının en etkili silahlarının başında gelen grevi fiilen işlemez kıldı. “Müdahil” olarak, az çok mücadele eden bu sendikaların yönetimlerini ya değiştirdi ya da iş yapamaz/karar alamaz hale getirdi. Direkt müdahale edemediklerini de sopa göstererek iş yapmasını engellemeye çalıştı. Türkiye Haber-İş Kongresi’ne neden olan yolsuzluk ilişkilerinde de hükümetle işbirliği yapan sendika bürokratları kendilerine karşı olanları tasfiyeye girişti.
Hükümet’in müdahale etmesine gerek olmayan Hak-İş ise, işçi hareketi içinde uğursuz rolünü son 1 yıldır daha fazla oynamaya başlamış görünüyor. Mücadeleci sendikalarda örgütlenmek isteyen işçilerin karşısına patronlarla işbirliği halinde Hak-İş’e bağlı sendikalar çıkarılmaktadır.
İşçiler sendika üyesi oluyor, ancak örgütlü olmalarına izin verilmiyor. AKP’nin tarzı olan kitleleri pasifleştirme durumu, kuşkusuz ki, işçi hareketinin ve sendikal hareketin gelişimini baltalamaktadır. Örneğin yıllardır binlerce Çaykur işçisi sendika bürokrasisi ve hükümetin bu uğursuz rolleri nedeniyle sendikal ve ekonomik olarak bir ilerleme gösteremiyor. İşçilerin birbiriyle didişen sendika(cı)lardan gına getirmesine bir de hükümetin sürgün baskısı eklenince, işçinin “direnci” iyice düşürülmektedir. Yine benzer biçimde Kayseri’de, Tekirdağ’da, Mersin’de ve diğer sanayi kentlerinde bu türden örgütlenmelere karşı Hak- İş devreye girerek, mücadeleyi geriletmektedir.
İşçi haklarının ilerletilmesi kaygısı olmayan bürokratik sendikal anlayışlar sendikal rekabeti sınırsızca kışkırtarak sermaye ve hükümetin değirmenine su taşıyorlar. Türk-İş’e bağlı sendikalar Hak-İş’in ya da DİSK’in üyelerine saldırmaktan geri durmamakta, ya da tersi. İskenderun’da Hak-İş’e bağlı Çelik-İş örgütlülüğüne karşı Türk-İş’e bağlı Türk Metal’in yaptıkları, Amasya’da bir işyerinde örgütlenmeye çalışan DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’in karşısına yine Türk Metal’in çıkması türünden örnekler hiç de az değil son yıllarda.
İşçi hareketi sadece bu tarz gelişmelerle çevrelenmiş değil. 2008 Krizi’nden bugüne işçilerin haklarında reel olarak bir geri gidiş olmuştur. Alım gücü düştü. Asgari ücrete yapılan zamlar çok geçmeden eridi. Ek iş yapan işçi emekçi sayısında çok ciddi artış yaşanıyor. Çocuk işçiliği artmış durumda. Mesailerin artması iş cinayetlerini de artırmış gözükmekte vb.. Sermaye ve hükümetin ekonomi politikaları ve diğer siyasi gelişmeler sınıfı kuşatmış durumda.
Taşeron uygulamalarının artması bir anlamda işçileri kölelik koşulları altında çalışmaya iterken; özel istihdam büroları ile kiralık işçi çalıştırılması fiili olarak başlatılarak sömürü çarkı ağırlaştırılmaktadır. Çıkarılan sendikalar yasası ile sermayenin, patronların bir dediği iki edilmemiştir. İşkolları sayısı düşürülerek, sendikaların üye sayıları SGK verilerine göre tayin edilerek, gerçek anlamda çifte baraj uygulanmış olan bir çok sendika TİS hakkından mahrum kalmıştır. Sendikal örgütlülük için gerekli olan % 10 barajı düşürülmüş, ancak söylendiği gibi, işkollarının ve işçi sayılarının artması nedeniyle birçok sendika baraj altında kalmış, işçiler aylarca sözleşmesiz bekletilmiş, geriye dönük hak kayıpları karşılanmamıştır.
Sendikalar ve işçilerin tepkisi emekçilerin kazanımı olan kıdem tazminatının yok edilme girişimini şimdilik ertelettirilmiştir. Ancak seçimler sonrası bu saldırı yeniden gündeme gelecektir. Zira, hükümetin programında yer almaktadır. Her şeyden önce sermayeye söz verilmiştir ve karşısında bir araya toplanan güç bu saldırının püskürtülmesi için yeterli olmaktan henüz çok uzaktır.
Kamu emekçileri de saldırılardan nasibini almaktadır. Aldıkları maaş zammı denizde damla olmayacak düzeyde kalmıştır. Hükümetle “TİS” pazarlığına yetkili Memur Sen Konfederasyonu hükümet tarafından önüne ne gelirse onu imzalayan kapıkulu sendikacılığı yapmaktadır. Memur Sen’in hükümet ile “parelel” çalıştığından kuşku duyulmamalıdır. Mücadele eden kamu emekçilerine disiplin soruşturmaları, sürgünler, tutuklamalar sürmektedir. Grev hakkı isteyen, hak arayışında bulunup fiilen grev ve direniş yapan kamu emekçilerine alanlardaki saldırılardan bahsetmeye bile gerek yok. Rutine bindirilmiş bu saldırılar sonucu binlerce kamu emekçisi yaralanmış, sakat kalanlar olmuştur.
İşçi ve emekçi çocuklarının küçük yaşlarda çalışma hayatına itilmelerini, kız çocuklarının çalışamaz olmaları ve evde kalmalarına kapı aralayacak olan 4+4+4 kademeli eğitim değişiklikleri de emekçilerin öfkesine neden olmuştur. Buna karşı gelenler soruşturmalarla karşılaşmıştır. Meslek okullarına yaygınlaştırılan bu uygulama sermayenin kalifiye işgücü talebini karşılarken, emekçi çocuklarına üniversite kapıları fiilen kapatılmaktadır.

MÜCADELE DÜZEYİ
İşçi ve emekçilerin bu saldırılar karşısında tümüyle sesesiz kaldığı ve sustuğu söylenemez. Kimi lokal düzeyde de kalsa, mücadeleye atılan işçi bölüklerinin önemli bir bölümü genç işçi kuşağıdır. Bu sevindirici ve umut vericidir. Deneyimsizlik ve yenilgi ile sonuçlanan bazı mücadeleler olsa da, işçi sınıfı içerisinde tüm baskılara karşı mücadele mayalanmaktadır. Her yerde belki de birçok işletmede mücadeleye şu ya da bu biçimde girmemiş işçi kalmamıştır. Kimi bireysel tepkilerdir, kimi kendiliğinden iş durdurmalardır, kimi yerde sendikalaşmayı seçerek ya da işgal eylemleri yaparak.. Ama mücadele iki adım ileri bir adım geri olsa da sürmektedir.
Gelişmelere karşı ileri işçi kuşağının başını çektiği ve sınıf partisinin desteği ile son 3-4 yıldır yapılan işçi kurultayları, konferanslar vb. etkinlikler ile sendikaların mücadeleci temelde yeniden inşası tartışılmaktadır. Mücadeleci sendikacıların da bu fikir etrafında kolayca birleşebildiği görülmüştür. Bu da işçi ve emekçiler içinde mücadele potansiyelini açığa çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda yeni ve yerellerden başlayacak emekçi birliklerinin oluşması için zemin hazırlamıştır.
Bu mücadele ve örgütlenme isteği desteklenirken, hiç kuşkusuz mücadele etme arzusunda olan sendikacılara da yeni görevler yüklemektedir. Var olan sendikaların da mücadeleci bir temelde yenilenmeleri için bu potansiyel değerlendirilmeli ve işçilerin sendika yönetimlerine gelmeleri teşvik edilmeli, bürokratik anlayış tasfiye edilmeye çalışılmalıdır. İşçi gibi yaşamayan, aldığı maaş milletvekili maaşından bile yüksek olan, bir eli balda bir eli yağda bir patron gibi saltanat süren bu bürokratik ağa takımı sendikalardan defedilmelidir.
Bunlar, elbette işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve hükümetinin yolsuzluk, hırsızlık vb. türden uygulamalarına karşı da bir mücadeleye genişletilerek, işçilerin iktidar mücadelesine ilerlemelerini sağlayacak bir perspektifle ele alınmalıdır. Yoksa ülkenin kapısına dayandığı şimdiden hissedilen ve belirtileri toplu işten çıkarmalar, ücretsiz izin uygulamaları, maaş ve mesai alacaklarının gasp edilmesi olarak kendini gösteren olası bir kriz anında; patronların “hepimiz aynı gemideyiz batmayalım” teraneleri artacaktır. Şimdiden “krizin yükünü emekçiler değil, tüm kötülüklerin anası olan sermaye ve hükümeti ödemelidir” şiarından başlayarak, işçi sınıfının mücadelesinin kapitalizme karşı bir mücadeleye genişlemesi için çalışılmalıdır.

DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE İŞÇİ SINIFI
İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimlerinin ekonomik sosyal hakları için giriştikleri sendikal mücadele, siyasal alana genişlemelidir. Ülkemiz koşulları dikkate alındığında, ön cephesi siyasal demokrasi hak ve özgürlükler için mücadele etmeyen işçi sınıfı ekonomik, sosyal haklarda kazanımlar elde etse bile bunların kalıcı olması zor görünmektedir. Hiç kuşku yok ki, iktisadi mücadele içinde işçiler deneyim biriktirdikçe sistemi daha iyi tanımaya başlar, fakat bu durum işçiyi sınıf bilinçli bir işçi yapmaya yetmez. Bunun için mücadelenin (politik alana) sınıflar mücadelesi alanına kadar genişlemesi gerekir.
Ülkemiz özelinde söylersek, yolsuzluk, hırsızlık ve katliamlar, polis şiddeti, Kürtlere, Alevilere ve diğer ezilen toplumsal kesimlere uygulanan siyasi baskı ve ayrımcı tutumlara karşı elbette sınıfın partisi ve ileri işçi kuşağı beklemeyecek, “önce ekonomi” vb. diyerek tartışmaları iktisadi alana hapsetmeyecek; aksine siyasal talepler uğruna mücadelede işçi sınıfının eğitilmesi/politik olarak örgütlenmesi için elinden geleni yapacaktır.
Örneğin sendikaların demokratik bir işleyişe sahip olmamasının, sendika içi demokrasi yoksunluğunun vb. ülkede maruz kalınan siyasal baskılardan bağımsız olmadığı işçilere iyi anlatılmalıdır.
Kürt işçi ve emekçileriyle Kürt demokratik hareketinin maruz kaldığı baskıyı bir sınıf olarak göğüsleyemezse; işçi sınıfının kendi mücadelesinde kalıcı bir kazanım elde etmesi kolay olmayacak ya da geçici olacaktır. Ülkemiz yakın tarihi bunun binlerce örneği ile doludur. Tam hak eşitliğini esas alan demokratik içerikli Kürtlerin Türklerin sahip olduğu haklarda sahip olması talebiyle birleşmeden Türk, Kürt her milliyetten Türkiye işçi sınıfının ortak düşman olan ve kendi burjuva sınıf çıkarlarını gözeten sermayeye karşı birleşmesi kolay olmayacaktır.
Kürt ve Türk demokrasi güçlerinin Newroz’daki coşkusu 1 Mayıs alanlarına taşınacaksa, taleplerde böylesi ileri tutumlar takınmak belirleyici olacaktır.
En son yaşanan Gezi Direnişi dönemi kafasına isabet eden gaz fişeği sonucu hayatını kaybeden Berkin Elvan için ve yaşanması muhtemel benzerleri için de gerekeni yapmalıdır işçi sınıfı ve emekçiler. İnsan hakları ve demokrasi isteyerek hakları için ön saflarda mücadele edenlerle birleşebilen bir işçi sınıfı kuşkusuz ki demokrasi mücadelesinin de önderliğini ele alacak ve tüm sömürü ilişkilerinin tasfiye edilmesinden ibaret olan tarihsel rolünü oynayacaktır. 1 Mayıs sürecinde yürütülecek çalışmalar bu bakımlardan son derece önemlidir.

DIŞ POLİTİKA, İŞBİRLİKÇİLER VE İŞÇİ SINIFI
İşçilerin ve emekçilerin politikaya müdahalesinin temel kriterlerinden biri de dış politikaya müdahale ve ülkemiz işbirlikçi egemenlerinin emperyalist ülkelerle girdiği ilişkinin zayıflatılması ya da dağıtılması mücadelesidir.
Ortadoğu’daki gelişmelere “sıfır sorun” demagojisi ile yaklaşan hükümetin bu amaçla ABD’nin politikalarına en ileriden bağlandığı sır değil. Bölgedeki bu yönelişi onu sıfır komşu noktasına getirmiştir. Bölgede cirit atan şeriatçı terörist oluşumlar özellikle Suriye konusunda hükümetin “nitelikli yalnızlığı”nın da nişanesi olmuşlardır.
Suriye’de “kardeşi” Beşar ile şimdilerde küskün olan Başbakan ve Hükümet yetkilileri bu gidişle yeniden Esad’lı bir Suriye’yi kabullenmeye doğru ilerlemektedir.
İşçi ve emekçilere yönelik demagoji yaparken “ulusal çıkarlar” ve “vatana ihanet”i diline dolayan ve milliyetçi söylemlerle yalana sarılan hükümetin; bölgede emperyalist büyük devletlerin ve ülke içindeki işbirlikçilerinin çıkarına çalıştığı iyi anlatılmalıdır. Bölgede egemen sınıflara hizmet eden siyaset erbabı, demokrasi, barış, “çözüm süreci” vb. söylemlere sarılarak, politikada başarı kazanmaya çalışıyor. Ancak ülke içindeki baskı ve şiddeti artırmakta ve cepleriyle banka hesaplarının şişirilmesinin ötesinde hiçbir sorunu çözmemektedirler. Örneğin HDP’ye yönelen organize saldırılarda ağızlarını açmamışlardır, ama ikiyüzlüce demokrasi laflarını etmeye de devam etmektedirler. Tek sorunları “paralel yapı”dır onlar için. Ama kendileri bölgede ve ülkede ABD’nin taşeronu bir paralel yönetim gibidirler.
Emperyalistlerin ülke kaynaklarını ve emek gücünü sömürmek için bölgesel planlarına alet olunması en çok da işçi ve emekçileri olumsuzluğa sürüklemektedir. Bu açıdan emperyalistlerle ilişkilerin bitirilmesi, yapılmış tüm anlaşmaların iptal edilmesi, NATO vb. birliklerden çıkılarak “dünyada ve bölgede barış” ilkesi ile komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi için işçi ve emekçilere düşen rol artmıştır.
Bu 1 Mayıs, özüne uygun olarak, işçi sınıfına enternasyonalist görevlerinin de hatırlatıldığı ve bu amaçla da birleştirildiği bir gün olmalıdır.

1 MAYIS ÖZÜNE UYGUN ÖRGÜTLENMELİ VE KUTLANMALIDIR
Birlik mücadele ve dayanışma günü olarak 1 Mayıs’ın tüm ülke emekçilerinin dünya emekçileriyle birliğine hizmet etmesi bakımından kutlanması önemlidir.
Sınıf partisinin ve bir süredir ileri işçi kuşaklarının da mücadeleyi ilerletmek ve sendikaların mücadeleci tarzda yenilenmesi için başlattıkları işçi kurultayları kendilerinden bekleneni yapmalıdır. Emek ve demokrasi taleplerini savunarak ve bu taleplerin işyerlerinde, fabrikalarda ve hizmet alanları ile emekçi semtlerinde yaygınlaştırılmasını sağlayarak, 1 Mayıs kutlamaları organize edilmelidir.
Birleşik bir mücadelenin olmazsa olmazı olarak Türk, Kürt her milliyetten emekçinin ekonomik ve siyasi taleplerinin kararlıca savunulması ve ihanet şebekesi gibi çalışan sendika bürokratlarının defedilerek sendikaların mücadeleci temelde yenilenmeleri için her zamankinden fazla enerji gerekiyor. İşyerlerinde fabrikalarda mücadele komiteleri kurarak insiyatifle öne çıkmaları bu dönemin ve sonrasının belirleyicisi olacaktır.
Birçok kentte oluşmuş bulunan işçi kurultay komiteleri; bu dönem mücadeleden yana tüm örgütlü örgütsüz işyerleriyle irtibata geçmeli, kamu emekçileri sendikalarının o yereldeki işyeri temsilcileri vb. ile buluşarak, mücadele merkezleri, birlikleri yaratmak için çalışmalıdır.
1 Mayıs, sadece alan gösterisi yapılacak bir gün değildir. Mücadele ve birlik kadar dayanışma duygularının da öne çıkarılması gereken bir gündür. Örneğin direnişte olan, mücadele içinde olan tüm işçi emekçi kesimleriyle 1 Mayıs o noktadan başlayarak alanlara taşınmaya çalışılmalıdır.
Yayınlanacak bildirgeler vb. bu kapsamda ve kapsayıcılıkta olmalı, mücadele ruhunu diri tutulmalıdır.
Sendikalar da gerçekten işçi ve emekçilerin sendikaları olacaksa, aşağılarda, işyeri ve fabrikalarda yürütülecek ve yukarıda değinilen tüm talepler işlenerek sendikalar harekete geçirilmelidir. İşçi inisiyatifinin yansıdığı ve tüm emek demokrasi güçleri ve siyasi talepleriyle toplamda bir şölene dönüştürülmelidir, 1 Mayıs günü.
Genç ve kadın işçilerin bu 1 Mayıs’ın anlamı dolayısıyla eylemlere, etkinliklere katılımı hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Kadın işçi ve emekçilerin uğradıkları baskı ve şiddet boyutlanarak arttığı bir dönemde, kadının ezilen bir cins olarak yaşadığı sorunlar temel taleplerden biri olmalıdır.
Tüm ekonomik ve politik gelişmelere karşı, işçi sınıfı, bu 1 Mayıs’ta, alanlara “hırsızlığa, talana ve katliamlara karşı” özgürlük ve demokrasi talepleriyle çıkmalı, bağımsız bir sınıf hareketi olarak örgütlenmesinin temellerini genişletmelidir.

AKP ve Batı

Marksist siyasi analizin önündeki en yakıcı ve önemli görev, kapitalizmin işleyişiyle güncel siyaset arasında ilk bakışta görünmeyen, birçok farklı dolayım içeren bağlantıları kurabilmektir. Bu analizin yokluğunda, sosyalist muhalefetin belirli bir iktidara karşı verdiği mücadele soğurulma ve düzenin restorasyonuna yedeklenme riski içerir. Marksist analiz, pergelinin iğnesini modern demokrasinin temel çelişkisi olan sınıf tahakkümüne oturtarak, düzenin krizinin nasıl demokratikleşme yönünde değerlendirilebileceğini aydınlatır. Bunu yaparken, Marksist analiz, soyut bilimsel yasalardan tümdengelim yöntemiyle duruma özgü varsayımlar çıkarsamaz. Böyle bir analiz pozitivist bir yaklaşıma uygundur ve sonuçta, elimize, ancak deneysel ortamda test edilebilecek varsayımlar verir. Tersine, Marksist analiz, somut durumun somut tahlilinden yola çıkar. Başka bir deyişle, gündelik hayattaki olgu ve olaylarda sınıf tahakkümünü araştırarak ve teşhir ederek. Bunu yaptığı ölçüde, Marksist analiz, kapitalizmin çelişkilerini ve anti-demokratik karakterini kitlelere ifşa eden bir işlev görür; analiz ederken örgütler. Marksizmin klasikleri ve temel kuramları belirli siyasi ve toplumsal konjonktürlerde yapılmış müdahalelerdir. Bugün böyle bir müdahaleye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Önünüzdeki yazı bu müdahaleye sınırlı bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.
*
Bu yazıdaki temel konumuz AKP ve Batı ilişkisidir. Gelinen noktada Batı’nın Erdoğan Hükümeti’ni gözden çıkardığı, verili koşullarda bu Hükümet’in iktidarını sürdürme olasılığının kalmadığı herkesin malumudur. Ancak bu noktaya nasıl ve neden gelinmiştir? An itibariyle Türkiye’de nasıl bir siyasi oluşum Batı’nın çıkarlarını tatmin eder? Bu sorular, Türkiye’de derin bir krize girmiş olan düzenin restorasyonunun ipuçlarını gösterecektir ve bunun için sosyalistlerin mutlaka üzerine kafa yorması gerekir.

BATI İTTİFAKI VE TÜRKİYE
Öncelikle Batı kavramıyla başlayalım. Batı’dan kastımız, sadece coğrafi bir mekan veya kültürel-tarihsel bir bütünlük değildir. Batı kavramı, bu analizde, Kuzey Amerika ve Avrupa coğrafyasına hakim olan siyasi iktidarların oluşturduğu bir stratejik ittifakı nitelemektedir. Soyut bir kavram olmanın aksine, NATO, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, AB, ulus-devletler, yatırımcı birlikleri, düşünce kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, değişim programları, burslar, hibeler vesaire gibi somut kurumlar, kurallar ve öznelerin etkin olduğu somut bir ilişkiler bütünüdür. İttifakın temelinde, dünya çapında sermaye birikiminin sömürü ilişkisinin sürdürülmesi yatar. İttifakın üzerinde yükseldiği ve hizmet ettiği ortak çıkar budur.
Batı ittifakının önemli bir özelliği, onu devlet örgütlenmesinden ayıran yönüdür. Kapitalist devlet, burjuvazinin ortak ve uzun vadeli çıkarlarını ve kapitalizmin yeniden üretme işlevini görür. Ancak bu, tekil sermaye grupları ve burjuva klikleri arasında şiddetli çatışmaların olmayacağı anlamına gelmez. Sonuçta kapitalizm şu ya da bu kapitalistin ürünü değildir, onu oluşturan bireylerin ötesinde toplumsal bir ilişkidir. Dünya siyasetini iç siyasetten ayıran nokta, devlet benzeri bir örgütün olmamasıdır. Dolayısıyla sınıf tahakkümü, dünya çapında, temel olarak ulus-devletler ve onların oluşturduğu kurum ve kurallar üzerinden yeniden üretilir. Dünya çapında hammadde ve pazar için birbiriyle rekabet eden ulus-devletler, kapitalizmin ortaya çıkışında vazgeçilmez bir tarihsel işlev üstlenmişlerdir. Geldiğimiz noktada bu işlev azalmamış, tersine artmış, ancak kapitalizmin ihtiyacına yönelik farklı bir biçim kazanmıştır.
Batı özelinde bu güncel biçimi Peter Gowan’ın analizi eksiksiz tarif eder. Gowan’a göre, Batı İttifakı’nın kurucu unsurları şunlardır (Gowan 2000: 13-19):
1.    Ortak kapitalist çıkarlar: NATO’nun kuruluşu, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ve sonrasında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun oluşumu ve Alman kapitalizminin canlandırılması ve dünya kapitalizmiyle bütünleştirilmesi için gerekli çerçeveyi sağlamıştır. Başka bir ifadeyle, Avrupa Birliği’ni oluşturan siyasi oydaşma transatlantik ittifakı sayesinde mümkün olmuştur ve bu ittifakın belkemiğidir.
2.    Çatışan kapitalist çıkarlardan kaynaklanan içerideki gerilimler: Süveyş Krizi veya de Gaulle’ün Fransa liderliğinde bir Batı Avrupa ittifakı kurma girişiminin gösterdiği gibi, Batı Avrupa ve ABD arasındaki ilişkiler her zaman belirli gerginlikler içermiştir. (Ukrayna’da Almanya ve ABD arasındaki açı farkı, bunun başka bir tezahürüdür.) Ancak doların dünya ekonomisindeki hakimiyeti, dünya enerji kaynakları üzerindeki Amerikan kontrolü ve müttefiklerini birbirine karşı oynayabilme kapasitesi, ABD’nin bu ittifaktaki hegemonyasını sağlamakta ve devam ettirmektedir.
3.    ABD hegemonyası: Bu hegemonya sadece ekonomik ve askeri kaynaklar üzerine kurulu değildir. NATO’yla beraber, ABD, Avrupa üzerinde kurumsallaşmış siyasi bir hakimiyet kurmuştur. Bu hakimiyetin temelinde ABD’nin “olağanüstü hal” ilan edebilme gücü yatmaktadır. Soğuk Savaş zamanında Sovyetler düşmanlığı temelinde gerçekleştirilen bu “olağanüstü” veya “kuraldışı” müdahaleler, Soğuk Savaş sonrasında da sürmektedir. Kosova, Afganistan, Irak, Libya bu olağanüstü hal rejimlerine örnektir. Bütün bu müdahalelerde temel karar mercii ABD olmakta ve böylece hakimiyetini sürdürmektedir.
4.    “Çocukların önünde olmaz” ilkesi: NATO-AB oluşumunun en önemli unsurlarından biri kapalı bir devlet eliti ve kolektif bir siyasi sistemdir. Bu sistem kapitalistlerarası çatışmaları seçmenlerden gizli saklı çözmeyi amaçlar. Gowan’ın “NATO siyasasının aktif yurttaşları” adını verdiği elitler, NATO ve AB organlarında görev alırlar. (Bu siyasi elitlerin kariyerleri, üye devletler, NATO ve AB kurumları arasındaki geçişliliği gözönüne sermek için yeterlidir.) İttifaka üye devletler, kendi aralarındaki sorunları bu kurumların duvarları arasında çözme konusunda anlaşmışlardır. Diğer üyelere karşı görüşlerini, İttifak’ın diğer üyelerinin seçmenleri nezdinde dile getirmezler. Sadece ABD bu kuralın dışındadır, çünkü her konuda olduğu gibi, bu konuda da, kuralın istisnasına karar veren hakimiyeti elinde tutmaktadır. ABD, hegemonik lider olarak, siyasi hedefleri doğrultusunda İttifak’ın seçmenleri nezdinde siyasi kampanyalar yürütebilmektedir.
Gowan’ın analizi çerçevesinde Türkiye’nin Batı İttifakı konumunu “ortak kapitalist çıkarlar” temelinde açıklamak gerekiyor. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen “kurucu yıllarda” hem NATO hem de bugün AB olarak bilinen projeyle ilişkilenmiş, dünya sermaye birikimine eklemlenmiş ve bu doğrultuda bir işbölümünün parçası olmuştur. Ortak Pazar’a dahil olmaya ilişkin endişelerin aşıldığı 1980’lerden itibaren Türkiye burjuvazisinin ortak ve uzun-vadeli çıkarları, AB ve NATO tarafından belirlenen Batı İttifakı’yla beraber hareket etmektir. Bu ortak çıkarlar ve işbirliği zaman zaman çıkar çatışmalarına maruz kalsa da, ABD hegemonyasının işlevi tam da bu nokta da ortaya çıkmakta; gizli diplomasi ve gerekirse açık uyarı ve cezalandırmayla uyum tekrar sağlanmaktadır. Batı kamuoyunda AKP’ye yönelik ortaya çıkan tepki bu çerçevede değerlendirilmelidir.

AKP’NİN İFLASI
İttifak içinden AKP’ye yönelen ve giderek öfkesi artarak hiddetlenen tepkinin temel nedeni AKP’ye yapılan yatırımın batmış olmasıdır. Yıllarca AKP’yi İslam ve Ortadoğu dünyasına “model ülke” olarak sunan İttifak, modelin çökmesiyle, kendi inandırıcılığını, kendi kredisini batırmıştır. “Model” bir ülke nasıl bu hale düşebilir? Düşerse, bu, modelde bir hata olduğunu göstermez mi? NATO ve AB bir ülkenin demokratikleşme çıpasıysa, demek ki, bu çıpa AKP örneğinde işe yaramamış, işlevini yitimiştir. Türkiye içinde bu modelin pazarlamasını yapan başta sağ ve sol liberaller olmak üzere tüm çevrelerin inandırıcılığı ve işlevselliği tehlike altındadır. AKP’yle artık yürünemeyeceği ortaya çıkmış, ancak İttifak’ın ortak çıkarlarını yürütecek bir idareyi kurmadan hem NATO-AB hem de bu çıkarların Türkiye’deki savunuculuğunu yapacak çevrelerin itibarının tazelenmesi, diğer bir deyişle restorasyon elzemdir.
Batı’daki AKP eleştirisini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu eleştiriler, AKP’nin iddia ettiği gibi, 1 Mart tezkeresiyle veya Mavi Marmara’yla başlamadı. Şüphesiz bu iki olay da AKP’nin Amerikan Yeni Muhafazakarlarıyla arasını açtı. Ancak Bush’un iktidarının sonlarına doğru Yeni Muhafazakarların Amerikan dış politikasındaki ağırlıkları azalmaya başlamıştı. Ocak 2009’da Obama’nın işbaşına gelmesiyle bu eğilim güçlendi. Nitekim Obama ilk Avrupa gezisinde Türkiye’ye iki günlük bir ziyaret gerçekleştirerek, AKP’ye verdiği önemi ve açtığı krediyi belli etti. Gerçekten de, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekilme stratejisinde Türkiye’ye önemli bir rol düşmekteydi. 18 Aralık 2010’da başlayan Arap isyanları da Türkiye’nin İttifak açısından işlevselliğini pekiştirdi. 2001’den itibaren AKP’ye yapılan ve Nisan 2007’de sermayesi genişletilen yatırımın getirisini görme zamanı gelmişti. Model güncellendi ve tekrar piyasaya sürüldü
Obama dönemi ABD’nin Ortadoğu stratejisini uzun uzadıya bu yazıda ele almak mümkün değil. Ancak AKP’nin Amerikan stratejisiyle neden ters düştüğünü kısaca belitmekte fayda var:

1.    Irak’tan çekilme, Türkiye’nin aynı anda hem Bağdat hem de Hewler’le iyi ilişkiler sürdürmesine dayanıyordu. AKP ise, bu gerekliliği, Özal’ın emperyalist iştahını aratacak bir şekilde yorumladı. İsminin defalarca reddedilmesine karşın neo-Osmanlıcılık tekrar tedavüle sokuldu. Buna göre, Ortadoğu’da zaten yapay olan sınırlar değişebilir, Sünni neo-Osmanlı kimliği üzerinden Türkiye nüfuz alanını Güney Kürdistan’a doğru genişletebilirdi. Hewler, enerjisini dünya piyasasına ulaştıran ve Kürdistan’a sermaye getiren bu yaklaşıma karşı çıkmadı; daha doğrusu, AKP’nin fantezilerini umursamadı. Bu, kendi çıkarları açısından da yanlış bir hamle sayılmazdı. Sonuçta, gelinen noktada, kendine meşruiyet sağlasın diye Barzani’yi Amed’e çağıran Erdoğan oldu.
Ancak neo-Osmanlıcı diplomasi Bağdat’ta ve arkasındaki İran’da muazzam bir tepki yarattı. Erdoğan Hükümeti bu tepkiyi de doğru yorumlayamadı. ABD’nin İran müttefiği bir Bağdat’tansa kendini desteklemeye muhtaç olduğu, bu ihtiyacı da Arap Baharı sürecindeki liderlik rolüyle perçinleyeceğini düşündü ve yanıldı. ABD’nin bölgede hiçbir devletin liderliğine tahammülü olmadığını, bölge devletleri arasındaki rekabetin ABD’nin bölge hakimiyeti açısından işlevselliğini ve Obama yönetiminin İran’la diyalog seçeneğinin önemini hesaba katmadı.

2.    Arap Baharı’nın ışığı çabuk söndü. Erdoğan’ın Arap isyanlarından sonra kurulan hükümetlere gerçekleştirdiği Kuzey Afrika ziyareti, AKP’nin bölgesel güç olma hayallerinin ne kadar boş olduğunu açıkça gösterdi. Mısır’da laiklik ve demokrasi dersi veren Erdoğan’a, Müslüman Kardeşler’den, kısaca “nasıl Müslüman olmayı senden mi öğreneceğiz” mesajı verildi. Mısır’ın İsrail’le 1978’de imzaladığı Camp David’i rafa kaldırmasa da, Müslüman Kardeşler, Haziran 2007’den beri Gazze şeridini kontrol eden Hamas’la ilişkileri, İran donanmasının Akdeniz’e girişine izin vermesi ve BRICS ülkelerinden gelen üyelik teklifi gibi örneklerde görüleceği üzere, Erdoğan’a ihtiyacı olmayan bir iktidardı. Uluslararası piyasalardan gelen sermaye sayesinde açtığı sınırlı kredi haricinde, Erdoğan’ın Mısır’a vaad edebileceği bir şey yoktu.
Müslüman Kardeşler iktidardan düşerken Erdoğan’ın Batı’ya karşı hırçın bir tavır sergilemesi ve Batı’yı ikiyüzlülükle suçlaması, AKP döneminde sıkça rastlanan bir kriz yönetimi fiyaskosuydu. Bir yandan bölgesel yalnızlaşmasını tetikleyen, diğer yandan Batı’nın kendisine verdiği desteğin koşulsuz olmadığını farkeden Erdoğan Rabia’nın el işaretini benimser ve kefenli AK gençlere seslenirken, kendisini iktidara getiren güçlere savaş açtığının herhalde farkındaydı. Ancak belli ki, on küsur senelik iktidarından sonra onlara ihtiyacı olmadığını düşünüyor; daha doğrusu, kendinden başka bir siyasal alternatif olmadığını hesaplıyordu.

3.    AKP en büyük hatasını Suriye’de yaptı. Göçmenlere insani yardım ve Suriye’deki iç savaşı önleyici bir diplomasi izleseydi, sadece Batı açısından çok daha işlevsel bir dış politika izlemiş olmaz, aynı zamanda ülke güvenliğini de riske atmamış olurdu. Yeni neo-Osmanlıcılığın (ve Davutoğlu’nun “Büyük Stratejisi”nin) iflas ettiği yer Suriye oldu. Erdoğan’a göre 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemesinin en önemli sonucu, “çuval olayı”nda görüldüğü gibi, Türkiye’nin Saddam sonrası Irak’tan açıkça kovulmasıydı. Davutoğlu 1 Mart tezkeresine karşıydı ve bu tavrını sonra da savundu, Libya’da NATO müdahalesi tartışmalarında da bu tutumunu sürdürdü. Kaddafi’yle iyi ilişkilere sahip Erdoğan da önce bu tutumdaydı. Ancak NATO’nun müdahale kararı vermesiyle, Erdoğan, Irak’ta başına gelenin tekrarlanmasından korkarak, dört elle müdahaleci bir siyasete sarıldı.
Suriye’deki olaylar çıktığında, Erdoğan, Libya’da Sarkozy’nin oynadığı rolü oynayabileceğini sandı. Bu yanılsama, ancak, Batı İttifakı’ndaki işbölümünde Türkiye’yle Fransa’nın aynı konumda olduğunu zannetmekle açıklanabilir. Sarkozy gibi davranmakla Fransa’nın statüsüne ulaşılmaz. Mevcut uluslararası siyasette statü değişikliği, mücadele ve savaşla mümkündür. AKP gibi, uluslararası piyasalardan sermaye ihracıyla değirmeni döndüren ve NATO ittifakıyla güvenliğini sağlayan bir aktör için, Suriye politikası tam bir çelişkiydi. Katar ve Suudi sermayesiyle dışarıdan alınan silahlarla, Türkiye, ancak Suriye’deki savaşın lojistik merkezi olabilirdi. Başka bir ifadeyle, dünya ekonomisindeki  işbölümünde Türkiye’nin yeri neyse, Suriye savaşında da yeri oydu: aracılık, depoculuk, yan sanayii ve ulaştırma.

4.    Mısır’daki darbe ve Batı İttifakı’nın bir yandan Cenevre II diğer yandan İran’la nükleer enerji görüşmeleri, AKP’nin diplomatik yalnızlaşmasını derinleştiren ögeler oldu. Suriye politikasına dair, ABD dış politika ve güvenlik çevrelerinde, açıkça ABD çıkarları ve Türkiye’nin politikalarının çatıştığı dile getirilir oldu. Amerikan stratejistlerine göre, Türkiye’nin “mezhepçi politikaları” (neo-Osmanlıcılık) hem Suriye’de savaşan tarafların uzlaşmasını engellemekte, hem Irak’ta ve Lübnan’da istikrarsızlığı beslemekte ve hem de tüm bu coğrafyada el-Kaideci ve Selefist unsurları güçlendirmekteydi. Bu aşamada, AKP’nin yalnızlığı bizzat kendi propaganda görevlileri tarafından açıkça ifade ediliyor ve hatta ahlaki bir vernikle parlatılarak, haklı gösterilmeye çalışılıyordu. Amerika doktoralı Başbakan danışmanı İbrahim Kalın’ın “değerli yalnızlık” kavramı bu bağlamda ortaya çıktı.
Yalnızlaşmanın en önemli yönlerinden birisi, Suudi Arabistan ve Katar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıktı. Önceleri Suudi el-Arabiya ve Katar el-Cezire yayın organlarının editöryel farklılıklarından sezinlenen bu anlaşmazlık, Mısır’daki darbe esnasında açık savaşa dönüştü. Suudiler ve Mısır’daki müttefikleri Selefi el-Nur Partisi Sisi’ye ve darbeye destek verirken, Katar Müslüman Kardeşleri desteklemeye devam etti. İran’ın Körfez’deki ağırlığına karşı bir arada duran Katar ve Suudi Arabistan, Mısır’daki meydan muharebelerinde birbirleriyle savaştılar. Son olarak, Mart 2014’te, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’dan elçilerini çektiler. Bu çatışmanın boyutlarının nereye kadar büyüyeceğini göreceğiz. Ancak diplomatik iflasın ötesinde, AKP açısından önemli bir nokta, bu gelişmelerin inkar edilemez bir şekilde İslamcılığın çöküşüne işaret ettiğidir. AKP’nin belkemiğini oluşturan kadroların içinden geldiği bu geleneğin iflası, şüphesiz ideolojik bir buhranın habercisiydi. İslamcılık üzerine Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç arasında 2012 yılında çıkan tartışma ve bu tartışmanın yayılma hızı, bu ideolojik krizin önemli bir göstergesiydi. 7 Şubat 2012, Gezi ve 17 Aralık 2013 gibi dönüm noktaları bu krizin siyasi önemini artırdı ve AKP iktidarının Cemaat ve Erdoğan bloklarının uzlaşmasını olanaksız kıldı. Bu noktada, Gezi’de ve Cemaat’le mücadelesinde Batı İttifakı’nı Türkiye’ye karşı komplo kurmakla suçlayan Erdoğan, artık kesinlikle İttifak’ın ortak çıkarlarını koruyan bir partner olmaktan çıktı, giderek bir güvensizlik unsuru olmaya başladı.

BATI’NIN AKP ELEŞTİRİSİ
Gezi’de günlerinde The Economist dergisinin Erdoğan’ın yüzünü III. Selim’in resmine fotoşoplaması, CNN International’da Christian Amanpour’un İbrahim Kalın’ı “zamanınız doldu” diyerek yayından alması ve Taksim Meydanı’ndan polis saldırısını canlı yayınlaması, Erdoğan yatırımının iflas ettiğini tüm dünyaya duyuyordu. Erdoğan bunun farkına vardığı için, Rabia’da Batı’yı yerden yere vurdu. Bu noktada, bir yandan AKP iktidarında yapılan yolsuzluk, Suriye’de el-Kaide’ye destek ve Roboski Katliamı gibi suçların ağırlığı, diğer yandan bunların üstünü örtmek amacıyla yargı ve yasamaya gerçekleştirilen darbelerle anayasanın fiilen askıya alınması, hükümetin her adımında kendisini daha da dibe batırdı. Başka bir deyişle, AKP kendi kendini köşeye sıkıştırdı. NATO üyesi ve AB adayı olan bir “model ülke”de restorasyon Sisi gibi gelemezdi, önce Erdoğan kitleler nezdinde itibarını tamamen yitirmeliydi.
Bu bağlamda, Batı’nın Gezi sonrası dönemdeki AKP eleştirileri, rejimin günahlarını ve iflasının nedenini Erdoğan’ın üstüne yıkarak, hem Batı İttifakı’nın hem de Türkiye’de AKP’ye destek veren sermaye sınıfının itibarını kurtarmak üzerine kuruldu. Dolayısıyla eleştirilerdeki söylem, “model”in çöküşünü, dizayn değil, sürücü hatasına dayandırmalıydı. Bunun için, AKP’nin iktidara geliş sürecinin temel aktörlerinden olarak sunulan “orta sınıf” şimdi AKP istibdadına karşı “Gezi’nin öncüsü”, yaşam tarzı ve Twitter özgürlüğünün baş savunucusudur. Yükselen Anadolulu Müslüman burjuvazisinin timsali olarak dünyaya sunulan Boydak grubunun Erdoğan’a karşı Koç’un yanında saf tutması, bu açıdan kayda değerdir. Keza Koç’un da, Hürriyet gazetesinin başsayfasına verdiği röportajda tespih koleksiyonunu göstererek “Biz de Anadoluluyuz” mesajı vermesi, dikkatten kaçmamalıdır. Modelin temel aktörü suçtan ve günahtan arındırılmalı, İttifak’ın ortak çıkarları (yani burjuvazinin sınıf birliği) korunmalıdır. Kendisi, Osmanlı burjuvazisini fiziksel olarak ortadan kaldırarak onun yerini alan ve İstanbul’a yerleşen Türk-Müslüman burjuvazi, şimdi Anadolu’da yeni yetişen kardeşlerine ağabeylik yapmak gerektiğini anlamış, son TÜSİAD Genel Kurulu’nda İshak Alaton “1997’de hazırladığımız demokratikleşme raporunun destekleseydiniz bunlar hiç başımız gelmezdi” diyerek, sınıf hafızasına yer edecek bir eleştiri getirmiştir. Tabii ki bu eleştiriler, tıpkı Batı İttifakı’nda olduğu gibi, “çocuklar önünde” yapılmamaktadır.
“Model”in önemli bir diğer ayağı, orta sınıfların doğal ve içkin özelliği olduğu varsayılan “Batı değerleri” ve liberal demokrasidir. AKP, tam da Batı değerleri ve kurumlarının temsilcisi olarak, Batı tarafından desteklenmiş ve pazarlanmıştı. Şimdi Batı modelinin vazgeçilmezliği, ancak, “Erdoğan’ın hırsı”, “otoriter zihniyeti”, “Türkiye’deki devlet geleneği” ve “AKP’nin devletleşmesi” gibi anlatılarla inandırıcı kılınabilir. Sorun, Batı İttifakı’nın Türkiye ve Kürdistan halklarına sunduğu “demokratik model”in niteliğinde değil, bu modeli uygulayamayan hükümetin iradesinde aranır. Böylece, AKP eleştirisi ve AKP’ye muhalefet düzenin restorasyonuna yakıt olabilir. Restorasyon, tıpkı Jiu Jitsu sporu gibi, karşısındaki gücün enerjisini ona karşı kullanarak, hasmını alteder. HDP’nin etkisizleştirilip, CHP-MHP-Cemaat ittifakının AKP’ye karşı tek gerçekçi ittifak olarak sunulması, şüphesiz bu restorasyon döneminin temel dayanak noktasıdır. Batı açısından soru, bu ittifakın Batı modeliyle uyumlu bir hatta nasıl oturacağıdır.

ALTIN VURUŞ: AVRASYACILIK
CHP-MHP-Cemaat koalisyonunun Batı İttifakı için bir seçenek haline gelmesi, AKP’yi anti-emperyalist bir pozisyona mu iter? Eğer “One Minute”ün, Mavi Marmara’nın veya Erdoğan’ın Batı ittifakına karşı izlediği Suriye siyasetinin anti-emperyalist olduğunu düşünüyorsanız, evet! Böyle bir yaklaşım, emperyalizmi, bir içsel bağıntılar bütünü olarak değil de, Düvel-i Muazzama’nın iradi ve öznel hareketleri olarak algılar. Bu, Antik Yunan mitolojisinde doğa olaylarını insan biçimli Tanrıların irade ve eylemleriyle açıklamaya benzer. Emperyalizm, bir ilişkiler bütünü olarak, onu oluşturan öznelere indirgenemez. Bu anlamda, Gowan’ın analizinde göze çarpan en önemli özellik, Batı İttifakı’nın, Atlantik’in iki kıyısındaki farklı ülkelerin sınıflarının çıkarlarının ortaklaştığı bir ilişkiler bütünü olmasıdır. Başka bir deyişle, İttifak, üyelerinin arasında içsel bağıntıların bir ürünüdür, üye ülkelere dışsal bir güç değildir. Türkiye’deki Ulusalcı-Avrasyacıların, Sol Kemalistlerin ve Kemalist-Solcuların gözden kaçırdığı nokta budur. Daha önce, Özgürlük Dünyası’ndaki bir yazımda, Kemalist-Ulusalcı olarak tanımladığım bu yaklaşımın yetersizliğini somut bir soru üzerinden ifade etmiştim: “AKP ABD-AB bloğunun projesi ise, bu proje neden Türkiye’nin bu bloktan uzaklaşmasını öngören bir eksen kaymasına yönelmiştir?” (Birdal 2013: 10) Kemalist-Ulusalcı yaklaşımın analitik yetersizliği, içinde bulunduğumuz konjonktürde önemli bir siyasi savrulmaya gebedir. Gelinen noktada, AB ve ABD’nin güçlenen Türkiye’ye (kendisine diye okuyunuz) karşı bir komplo içinde olduğunu iddia eden Erdoğan, Suriye’de karşı saflarda kıyasıya mücadele ettiği Rusya’dan, Şangay Beşlisi’ne girmek için yardım talep etmektedir. Askeri okullardan öğrencilerin artık ABD’de West Point’a değil, Çin’e ve Güney Kore’ye gönderileceği haberleri çıkmakta, füze alımı konusunda belirsizlik sürmektedir. Tıpkı eksen kayması tartışmalarında olduğu gibi, şimdi de, emperyalizm tahlilini “ulusal egemenlik” ekseninde yapan Kemalist-Ulusalcılık, AKP’nin iç ve dış siyasetinin muhtevasını kavramaktan acizdir. O halde, yıllardan beri AKP’nin en azılı düşmanı olan Ulusalcı-Avrasyacı kesim, bugün emperyalizme karşı Erdoğan’a “Dik Dur Eğilme!” diye alkış mı tutacaktır?
Bu bağlamda, Erdoğan’ın son dönemde Avrasyacılığı keşfetmesini, anti-emperyalizm değil, iktidardan düşme belirtisi olarak yorumlamak gerekir. Erdoğan’ın Moskova çıkışı, NATO’da en uzun süre görev yapmış general olan Tuncer Kılınç’ın, Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri olarak, Mart 2002’de, icabında Türkiye’nin Batı İttifakı yerine Rusya ve İran’la ittifak yapabileceğini açıklamasına benzemektedir. 1000 yıl süreceğini sanan 28 Şubat rejimi gibi, Erdoğan da, Türkiye’nin Batı İttifakı içindeki rolünü kendi iktidarını süreklileştirecek (2071 vizyonu!) şekilde yorumlamış ve bu yüzden elini yanlış oynamıştır. Ne Sarkozy, ne Bush, ne Merkel İttifak’ın vazgeçilmez unsuru değildir, Erdoğan da olmayacaktır. Ancak Erdoğan, izlediği dış politikayla, hem kendisini Batı İttifakı açısından vazgeçilmez, hem de iç politikada rakipsiz bir hale getirmeye çalıştı. Türkiye’yi önce bir “bölgesel güç”, sonra da bir “dünya gücü” haline getireceğini iddia eden Davutoğlu Doktrini’ni benimseyerek, Batı İttifakı açısından ifa edebileceği tek işlevi de yerine getiremez oldu. Oysa Türkiye’nin bölgede oynaması beklenen rol aracılıktır, başka bir ifadeyle güç simsarlığıdır. Bu rol, aşağı yukarı Orhan Kemal’in Hanım’ın Çiftliği romanındaki kahya karakterine benzer: temel işlevi, Hanım (yani Batı İttifakı) adına bölgedeki işlerin idaresine nezaret ve vekalet etmektir. Bazen çiftlik kayhasının güç gösterisine göz yumulur, bazen herkesin önünde kahya azarlanarak kimin iktidar sahibi olduğu hatırlatılır (Kerry’nin, Davutoğlu’yla ortak basın toplantısındaki “Ahmet sen mi açıklarsın ben mi söyleyeyim içişlerinize karışmadığımızı” lafı böyle bir andır!). Hele hele kahyanın Hanım’ın kızına göz dikmesi (yani sınıf atlama hevesi) asla ve asla hoş karşılanmaz, mutlaka cezalandırılır. Benzer bir şekilde Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin sınıf atlama –yani Batı İttifakı içindeki statüsünü yükseltme– hevesi hoş karşılanmamıştır. Erdoğan-Davutoğlu stratejik aklının hatası, ekonomik, askeri, toplumsal kaynakları ve sağlam ittifakları olmadan, bölgesel hegemon olabileceklerini hayal etmekti. AKP’nin Batı’yla ilişkisini doğru değerlendiren Türkiye’deki sosyalistler, anti-emperyalizmi kahyalıkla karıştırmamalı, marabayla saf tutmalıdır. Sınıf atlamak yerine, sınıfını seçen bir dış politika eleştirisi, Türkiye’deki demokratikleşmeyi moda dergilerinden model kalıbı kesen zihniyetten kurtaracak, halkların inşa ettiği bir süreci başlatacaktır.

Kaynaklar

Birdal, Sinan (2013) AKP Dış Politikası Üzerine Tezler. Özgürlük Dünyası 248: 8-13.
Gowan, Peter (2000) The Euro-Atlantic Origins of NATO’s Attack on Yugoslavia. Masters of the Universe, Tariq Ali (Der), Londra: Verso, ss. 3-45.

İlhakçı “yenilenme”ye liberal yedeklenme

“Türkiye, içinde bulunduğumuz tarihi süreç içinde, yeni bir Kürt politikası oluşturuyor. Türkiye’nin çıkarlarıyla Kürtlerin her bakımdan çıkarları birbiriyle çatışmıyor, tam tersine uyum gösteriyor.”
Siyah-gri zemin üzerine beyaz renkli bu iki cümle, Orhan Miroğlu’nun AKP koordineli bir yayın organında, “Yeniden Ortadoğu, Yeniden Kürt-Türk İlişkileri” başlığıyla kaleme aldığı makalesinin ‘ana fikri’ni oluşturuyor.  Bu yaklaşım, “Herşey Bitti, Ana’ya Söyleyin” belgesel romanıyla Kürt özgürlük mücadelesinin acılı sayfalarına tanıklığı geniş bir okur kitlesinin “vicdanı” ile paylaştığında, belirli bir ilgiyi haklı olarak gören bir Kürt aydınının “şahsi görüşü” sınırlarında kalsaydı, kuvvetle muhtemeldir ki, “nereden nereye?” sorusuna muhatap olmakla birlikte üzerinde özel olarak durmayı gerekli kılmayabilirdi. Ama biliyoruz ki, Miroğlu’nun seslendirdiği görüş, GÜNSİAD tüzel kişiliği altında toplanan ‘Kürt işadamları’ başta olmak üzere, sermaye ve mülk sahibi Kürt üst kesimleriyle liberal Kürt çevrelerinin de çeşitli şekillerde ve sık sık dile getirdikleri bir görüştür. Bu da, bu görüşün, hem Kürt sorununun halk yararına çözümü, hem de Türk ulusundan ve çeşitli etnik kökenlerden işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin ihtiyaçları bağlamında irdelenmesini gerekli kılmaktadır. Bunun için, Türkiye’nin “yeni Kürt politikası”nın a-) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çıkarlarıyla ve b-) Kürtlerin “her bakımdan çıkarları”yla bağına; bu politikanın muhtevasına bakmamız gerekiyor.

“YENİ KÜRT POLİTİKASI” VE “TÜRKİYE’NİN ÇIKARLARI”
AKP Hükümeti tarafından izlenen Kürt politikasının, devletin ve Türkiye hakim sınıflarının politikası olarak;  ‘Türkiye’nin çıkarları’yla bağlı bir politika olarak şekillenmiş olması ‘gayet doğal’dır! Türkiye ‘çapında’ bir devletin herhangi iç ve dış politikası, onun “kendi çıkarları”ndan büsbütün bağımsız olamaz. Ancak, ulusal ve sınıfsal sorunların ve ilişkilerin, herhangi bir devletin –ve ülkenin– sınırları içindeki gelişmelerle bağlı bir kapsamın dışına çıkarak, uluslararası güç ilişkileri, etkenler ve gelişmelerin etkisine de bağlanmasının üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçti. Uluslararasılık günümüzde dolaysız ve dolaylı biçimleriyle daha fazla belirgin hale gelmiştir. Buna ek olarak ve özgül bir durum da teşkil ederek, Kürt sorunu, Kürtlerin birden fazla bölge ülkesindeki varlığı ve mücadelesi tarafından aynı zamanda bölgesel düzeyde uluslararası bir soruna dönüştürülmüştür. Bu demek oluyor ki, Kürtlerin ve Kürt sorununun varlığı-yokluğundan bağımsız olarak, kapitalist uluslararasılaşmanın sınıfsal ve ulusal sorunları ‘devlet içi sorunlar’ sınırını aşkın hale getirmesi ile birlikte, Kürtlerin birden fazla ülkedeki ezilen ulus konumu, soruna ilgiyi ve sorunun çözümünün ‘tarafları’nı genişletmiş; devlet politikasının, aynı zamanda bu uluslararası güç ilişkileri bağlamında, farklı çıkarlara bağlanan bir politika olarak şekillenmesi/belirlenmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Buradan en asgaride iki sonuç çıkarılabilir: ‘Türkiye’nin çıkarlarına bağlanan ‘Yeni Kürt Politikası’, Türkiye’nin çıkarlarıyla sınırlı bir politika değildir; ve ikinci olarak bu politika Türkiye egemen sınıfıyla onun hükümeti/hükümetlerinin kendi başlarına belirledikleri/belirleyebilecekleri bir politika özelliği taşımamaktadır. Bölgesel siyasal ‘arena’da, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin ve İran başta olmak üzere Irak ve Suriye’nin adıyla Kürt sorununun çözümü üzerine tartışmaların yan yana değil iç içe geçiyor olmasının nedeni de, bu nesnel durum ve ilişkilerdir.
Türkiye’nin Kürt politikası, yeni olduğu ölçüde, tüm bu güçlerin bölgesel çıkar ve politikalarının etkisi altında şekillenen bir politika değişimi ve yenilenmesini ifade etmektedir. Bu politika, örnek olsun, Irak’ın ABD ve İngilizler başta olmak üzere Amerikan emperyalist “cephesi” tarafından işgal edilerek parçalanmasından, Suriye’de işbirlikçi çeteler aracıyla sürdürülen yıkım politikasından, İran’ın ve Türkiye’nin bölgenin etkin gücü olma hedefinden ve aynı nedenle emperyalist devletlerle içine düştükleri çelişkilerden soyutlanamaz. Rusya, Çin ve İran “ittifakı”nın, ABD-İngiltere-Fransa-Türkiye işbirliğinin, bölgenin zengin petrol ve doğalgaz yatakları ve enerji iletim yollarının denetimi üzerine rekabetinden bağımsız bir Kürt politikasının bölgede uygulanabilir olduğunu düşünmek, İsrail’in, Batılı koruyucularının koltuğu altında Filistin Arap halkı başta olmak üzere Araplara karşı izlediği politikanın, Kürtlere karşı politikasını olumlu ya da olumsuz yönde etkilemeyeceğini sanmak, abesle iştigal olur. Buradan, bir başka, ancak en azından ilki kadar önemli diğer sonuca ulaşabiliriz: Türkiye’nin ‘yeni Kürt politikası’, Erdoğan ve partisi/hükümetinin sözcüleri tarafından ileri sürüldüğü üzere 1071’deki “ittifak”ın yeni bir bin yılı kapsayacak şekilde yenilenmesi olarak alınamaz, değildir. 2000’li yıllarda, geriye doğru bin yıl giderek, kendi koşulları ve ilişkilerinden soyutlanmış hayali birlikler üzerine ‘nostaljik’ dahi denilemeyecek kurgulamalarla, Kürtleri, ulusal özgürlük talepleri üzerinden ve fakat kimilerinin ifadesiyle “Hıristiyan emperyalizmi”ne karşı Türk gericiliğine yedekleme taktiği, sosyal-iktisadi etkenler ve siyasal gelişmeler tarafından geçersiz kılınmaya mahkum olup, soruna burjuva çıkarlarının penceresinden bakanları hayal kırıklığına uğratacak olgusal yeni gerçekliklerle karşıt durumdadır. Ne günümüzün koşulları, T. Erdoğan’ın “ecdat” hezeyanları eşliğinde yeni bir Alparslan’ı var etmesine olanak tanır, ne de Kürtler, modern özgürlük koşullarından kabile aşiret topluluklarına geriye giderek Bizans’a karşı Türk komutanların emrinde sipahi ya da ‘piyade’ olmaya teşnedirler!
Yineleme pahasına belirtmeliyiz ki, evet bölgesel-uluslararası ve iç koşullar Türk devlet ve hükümet(ler)ini, Kürtlerin ulusal varlığı ve özgürlük taleplerinin inkarı politikasını sürdürme olanaksızlığıyla karşı karşıya getirmiş ve bu politikada değişimi zorunlu kılmıştır. Bunun başlıca ve belirleyici nedeni Kürt ulusal özgürlük mücadelesi olmuştur. Kapitalizm, Kürt toprağında da, feodal, yarı feodal yapıyı ve aşiret ilişkilerini çözüp değişime sürükleyerek, bu mücadelenin ulus ölçeğinde yükselişine zemin oluşturmuş; Kürt emekçi yığınlarının, kent ve kırın yoksullarının esas yükünü omuzladıkları bu mücadelenin on yıllar boyunca ve tüm bastırma çabalarını açmaza alarak devam etmesi politika değişimini zorunlu hale getirmiştir. Bu değişiklik ihtiyacı ile ezen ulus hakim sınıfının çıkarları arasındaki ilişkinin, bu çıkarların en az zedelenir olması temelinde belirlenmesi, devlet ve hükümet politikasının esasını oluşturmaktadır. Bu da, Kürtlerin “her bakımdan çıkarları” ile “Türkiye’nin çıkarları”nın –Türk devleti ve hakim sınıfının çıkarlarının– tam uyumu üzerine her türden liberal ve burjuvaca vaazı geçersiz kılar. Buna, bir de, ABD başta olmak üzere bölge üzerinde çıkar politikaları izleyen ya da daha doğru bir deyişle, bölgedeki varlıkları ve politikaları dünya ve bölge üzerine hakimiyet stratejileri tarafından belirlenen uluslararası büyük güçlerin durumunu da eklemek gerekir. Türk Hükümeti’nin izlemekte olduğu Kürt politikasının, ABD’nin Barzani yönetimi başta olmak üzere bölge ülkeleri yönetimleriyle ilişkileriyle bağlı olarak şekillendiği ‘aşikar’dır ve bu da bu politikanın sadece Türkiye’nin ve Kürtlerin çıkarlarını ifade etmediğini gösterir. Daha da açık şekilde ifade edilirse, Türk devletinin ve Kürtlerin çıkarlarının uyumundan sözedenler, devlet ve hükümetin çıkarları ile emperyalist çıkarlar arasındaki bağı gözardı etmekte ve politikalarının da bu hem çelişen hem de uyumlu çıkarlarının ifadesi olduğunu görmezden gelmektedirler.

KAPİTALİST SOSYAL-SİYASAL ENTEGRASYON ÖZGÜRLÜK GETİRİR Mİ?
Miroğlu tarafından bir kez daha yinelenen görüşe göre, Türkiye’nin devlet olarak “Ortadoğu jeopolitiğinin geleceğinde oynayacağı rol” Diyarbakır ve Erbil’den “geçmekte”dir. Aynı şekilde, Kürtler de “müttefiklerini doğru seçebilirlerse, yüzyıl önce belirsizliğe ve şiddete havale edilen haklarını ve özgürlüklerini elde edebilir, tarihe yeni bir başlangıç yapabilirler.”   Bunun “yolu” ya da “ gereği” olarak ise yazar Miroğlu, “Diyarbakır’dan Erbil’e, hatta İstanbul’dan Erbil’e kadar uzanan bir coğrafya’da sosyal ve siyasal entegrasyonu mümkün kılacak enstrümanlar üretmek, politikalar geliştirmek” olarak göstermektedir.
Bu görüş, farklı ifadelerle, ancak hemen hemen aynı içerikte olmak üzere, aralarında güncel Kürt siyasetinin etkili isimlerinin de yer aldığı çeşitli Kürt çevreleri tarafından 90’lı yılların ortalarından bu yana savunuluyor. Bu yanıyla yeni değil ve ilk kez Miroğlu tarafından da seslendirilmiyor. Bazıları, bunu, sözüm ona yeni Osmanlı zamanları ve İslam “kardeşliği” argümanları etrafında kurgulanmış bir “proje”lendirmeyle de gündeme taşıdılar. Buna karşılık olarak, devlet politikasının MGK (Milli Güvenlik Kurulu) Belgelerine yansıyacak şekilde, “Kürtlere rağmen küçülmek değil, Kürtlerle birlikte büyümek” yönünde yenilendiğine dair haberler basına yansıdı. Özellikle de Irak’ın işgal edilmesi ve “Kuzey Irak Kürt Federe Bölgesi”nin federatif bir yönetim olarak şekillenmesiyle birlikte bu “yenilenmiş” yaklaşıma işaret eden girişimlerde yoğunlaşma yaşandı.  Barzani ve Talabani’ye, “ilkel aşiret şefleri” aşağılamasından devlet törenleriyle karşılamaya ve Türkiye Kürt sorununun “çözümü”nde “yardımcı olmaları” için girişimlere; buna karşılık olarak ‘Federe Kürdistan Bölgesi’ne yatırımlarla Türk sermayesinin etki alanını genişletme ve Ortadoğu’da körüklenen Sünni-Şii çelişkisi ve çatışmasında Sünni dayanışmasını güçlendirmek üzere kullanma politikasına evrilme söz konusudur. Bunun içe yönelik ‘ayağı’nı ise, Türkiye Kürt hareketinin kolektif-ulusal talep ve haklardan uzaklaştırılmış, taleplerin bireysel düzeye indirgenmiş olduğu bir tür yeniden entegrasyonunu başarmak için, oluşmuş Kürt özerkliği ve onun yönetiminin siyasal ve sosyal etki ve olanaklarının kullanılması oluşturuyor. AKP’nin oluşturduğu siyasal-sosyal ve iktisadi “olanaklar kampı”na katılmış bulunan yazar Miroğlu’nun iddiasının aksine, bu “konum”lanmanın, “Kürtlerin iç siyasal meselelerine karışmak” gibi bir amacı da bulunuyor. Devlet-hükümet olanakları kullanılarak ve Amerikan emperyalizminin bölgedeki politikalarına belirli bir uyumu da gözeterek sürdürülen Kürtlere ve Kürt mücadelesine müdahale politikasının ‘dışarı’daki en aktüel örneğini Rojava’daki oluşumu engelleme girişimleri oluşturuyor. ‘Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık ilanı olasılığına karşı sürdürülen “kırmızı çizgi” politikası bir diğer göstergedir. İçeride, Kürt özgürlük mücadelesinin pasifize edilmesi ve karşılığı olmayan beklentilere sürüklenerek taleplerinin en geri düzeye çekilmesi üzerinden etkisizleştirilmesi politikası ya da taktiği “ustalık”la uygulanıyor! Bunları “sosyal-siyasal entegrasyon” olarak almak mümkün ise eğer, evet, bir tür daha geniş sermaye entegrasyonu yönündeki girişimlerden düne göre bugün çok daha ileri düzeyde söz edilebilir. Ancak sermaye ‘entegrasyonu’ndan ezilen bir ulusun ve emekçilerinin özgürlüğü ve hakları yönünde olumlu çıkarımlar yapmak için, herhangi kişi ya da siyasal parti ve örgütün, yalnızca iktisadi-sosyal olgularla fazlasıyla ‘oynaması’ yetmez; günümüz dünyasında giderek şiddetlenen kapitalist tekelci rekabet ve devletler arası çıkar çatışmalarının emperyalist büyük güçler, işbirlikçi yönetimler ve özgürlük için mücadele eden halklar ve uluslar için anlamını da çarpıtması gerekir!
Sermaye entegrasyonu, kapitalist ilişkilerin ‘tabiatı’ gereği, ancak güçlü olanın daha güçsüz olana tahakümüyle mümkün olmaktadır. Soruna buradan bakılırsa, dil-kültür alanındaki iyileştirmelerin daha da ileri boyutlara götürüldüğü koşullarda gerçekleşmiş sayılacağı anlaşılan mevcut “entegrasyon”un Irak ve Suriye’ye; ardından da kurgudaki kadar olanaklı olmaktan uzak görünmekle birlikte “Ortadoğu Konfederasyonu”na doğru genişletilmesi, ancak Türk ve –bir an için olası sayarak belirtilirse– Kürt sermayesinin çıkarına olacaktır. Bu gibi bir “değişim” ve “gelişme”nin bölge üzerindeki emperyalist hegemonyadan bağımsız; ve ABD, AB’nin Fransız-İngiliz emperyalistleri gibi güçleri, Rusya ve hatta Çin’in etki alanı ve pazar mücadelesinden, buna hizmet eden politikalarından azade olarak gerçekleşebileceğini düşünmek ise, gerçeklere göz kapamaktan başka bir şey ifade etmeyecektir. Bölgenin petrol, doğal gaz rezervleri dünya politikasının önemli bir unsurunu oluşturmaya devam ediyor. Günlük üretiminin on milyon varile çıkarılması beklenen Irak petrolleri üzerine kavganın Türk-Kürt ve bölgenin diğer yerli güçlerine terkedilebileceğini düşünmek, kapitalist dünyanın ilişkiler, çelişkiler, çatışmalar ve bunların iktisadi belirleyenleri üzerine düşünmekten vaz geçmek demektir. Söz konusu edilen, Kürtlerin (Türkiye, Irak, Suriye Kürtleri) Türk devletiyle entegrasyonu olduğuna göre, bu entegrasyonu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası ve bölgesel ilişkileri, bağlantıları, politikalarıyla birlikte değerlendirmek gerekir. Miroğlu, Kürtlerin bağımsızlığını “Türkiye’nin rızasına bağlı” olarak koşulluyor. Kürt ulusunun mücadelesi ve hakları sorununu Kürt emekçilerinin özgürlüğünden soyutlayarak, salt burjuva sınırlarında, ve bugüne kadar da Kürtlerin ezilen ulus konumunda tutulmaları/kalmalarında büyük bir sorumluluğu bulunan daha güçlü bir burjuva gücünün politikalarına tabi kılıyor. Ona göre, “Türkiye’nin evet demeyeceği bir Kürdistan’ın Ortadoğu’da yaşama şansı bulması çok zor” olduğundan, Kürtler ancak Türk devlet ve hükümetlerinin politikalarına entegre olarak hak sahibi olabilir, kalkınabilir, ilerleyebilirler! Gözleri önünde isyana kalkışmış ve her ne elde edilmiş ise onu ancak can bedeli bir mücadeleyle elde etmiş Kürt gerçeği olmasına rağmen, kimi Kürt politikacısı ve aydınının, halkın/halkların kurtuluş mücadelelerinin gücü ve olanaklarına güvensizlikle, halkları tekelci gericiliğin boyunduruğuna mahküm göstermeleri, talihsizlikten fazla bir şeydir!

ULUSLARIN ÖZGÜR EŞİTLİĞİNE DAYANAN BİR ÇÖZÜM
Orhan Miroğlu’nun seslendirdiği, ancak çeşitli Kürt-ve Türk siyasal kesimleri tarafından da savunula gelen “Türk rızası” sorunu, mevcut güç ilişkilerinden hareket etme gibi bir ‘gerçekçilik’e sahiptir. Ne var ki, toplumsal bazlı sorunlarda güçlerin ve güç ilişkilerinin değişime mahkûmiyeti de bu birincisinden çok daha kesin bir gerçekliktir. Türk devleti ve hükümetlerinin rıza göstermek bir yana, tüm güçüyle ezip etkisiz kılma politikalarına rağmen özerlik, bağımsızlık, federasyon gibi siyasal biçimler altındaki “çözüm tartışmaları”nın yapıldığı koşullara gelinmiştir. Bu kadarı dahi, sömürülen ve ezilenlerin, ezilen ulusun ve halkların mücadelesinin olanaklarına “inanmak” için bir ‘kalkış noktası’ sayılabilir.
Türkiye’nin –daha geniş sahada Rusya’dan sonra– bölgenin kapitalist gelişme düzeyi bakımından en ileri ülkesi olmasının ona, bölgede belirli bir ölçüde ‘söz sahibi olma’ olanakları sağlaması, Kürtlerin siyasal geleceğinin bütünüyle bu iradeye bağlı olduğu düşüncesini doğrulamaz. Kürtlerin siyasal kaderini herhangi bir diğer gücün siyasal şemsiyesine bağlama politikası özgürlükçü bir politika olmadığı gibi, güç söz konusu olduğunda, değişime bağlı olarak ve dünyanın bugünkü gerçekliğinde daha büyük güce sahip olanların “rızası”nın aranmasına da kapı aralanacak, ve “uydu”-“manda” anlayışlarının güç kazanmasının yolu açılacaktır. Bunun Kürtlerin ulusal hak ve taleplerini elde etmelerine bir katkısı da olmayacak, aksine bağımlılık ve hak yoksunluğunun çeşitli biçimleri var olmayı sürdürecektir.
Burada, Türk ve Kürtlerin hak eşitliği temelinde bir siyasal-sosyal –ve de iktisadi– entegrasyonu mümkün olamaz mı sorusu sorulabilir. Böylesi bir ‘entegrasyon’, açık olmalıdır ki, hem teorik hem de pratik olarak mümkündür! Mümkün, ancak koşulludur: koşul, Türk devleti ve hükümetinin, Türkler ile Kürtlerin ulusal tam hak eşitliğine sahip iki ayrı ulus olduklarını kabulle, bunun gerekli kıldığı tüm siyasal, kültürel, sosyal vb. yasal-anayasal değişimleri gerçekleştirerek, bunun pratikte de yaşanabilir olmasının tüm olanaklarını sağlamasıdır. Bu, tartışmasız şekilde bir burjuva çözümü olacaktır. Irak Kürdistanı’nın bugünkü statüsünün Irak “merkezi” yasaları ve Anayasasındaki durumu, yaklaşık olarak böyledir. Miroğlu’nun olmasını “yararlı” gördüğü entegrasyon bu türden bir entegrasyon olacaktır. Kendi içinde ve kapitalist-burjuva çıkar ilişkileri nedenli olarak göstereceği değişim ve üretmesi kaçınılmaz çelişki ve çatışmalar saklı tutulmak kaydıyla, bu türden bir burjuva çözümüne Türkiye Kürtleri başta olmak üzere Kürtlerin ‘rıza göstermeleri’ durumunda, yapılacak olan, bu irade belirleme biçimi/biçimlerinin tanınmasıdır. Ezilen bir ulusun baskıdan arındırılmış koşullarda belirlenecek bir irade beyanı ile kendi geleceğini tayin etmesi karşısında devrimci tutum, bu olacaktır.
Ancak biz Marksistiz, ulusların kaderi sorununu, ulusların ve emekçilerinin özgürlüğü sorunu olarak görürüz. Sermaye entegrasyonunu değil, sermaye egemenliğine ve onun her biçimine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin birliğini ve özgürlüğünü savunuruz. Bunun gerçekleştirilmesi için mücadeleyi başlıca görev sayarız. Kürt, Türk, Arap, Zaza ve diğer ulus, ulusal topluluk ve çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin sermaye devletlerinin tahakkümünden, boyunduruğundan kurtulmuş bir büyük birliğinin bütün bölge ve giderek tüm ezilenlerin dünya birliğinin oluşturulması için mücadele bizim sorunumuzdur. Miroğlu gibilerinin T. Erdoğan’ın eteklerine yapışarak küçümsemeye çalıştıkları “Gezi sosyolojisi”ne de, bu anlayışımız kapsamında “kafa yormak”tayız! Evet, bizim “derdimiz başka!” Bizim, “Gezi ve Diyarbakır serhıldan (başkaldırı) geleneğini birleştirmek” için yürüttüğümüz çaba da, bu yöndeki düşüncemiz de gizli-saklı değil. Miroğlu bir “giz”i deşifre etmiş olmuyor. Bu ‘siyaset’, Kürt, Türk ve diğer tüm milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçilerin, sermaye iktidarının saldırılarına karşı, bu saldırıları püskürterek, demokratik siyasal ve sosyal hakları elde edebilmeleri siyasetidir. Miroğlu’nu ve onunla aynı politikaları savunanları rahatsız eden, bu politikanın Erdoğan’ın başında bulunduğu hükümetin ve partisinin politikalarıyla karşıtlığıdır.
Oysa sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve hayatın her alanına yansıyan karşıtların mücadelesini kaçınılmazlıkla gerekli hale getiren, başka bir deyişle onu doğuran bu toplumun iktisadi-sosyal koşulları, ilişkileri ve olgularıdır. Tam da aynı nedenle, “Türk-Kürt ilişkilerinin yeni bir bin yıla barış içinde evrilebileceği”ni söylemek, kurgusal bir temenniden öteye gitmemektedir. Olabilirlik, evet, bir olasılık olarak belki söz konusu edilebilir. Bu, olamazlığı, olabilemezliği de olası kılar ve kapitalist toplum koşullarında, “bin yıla evrilebilecek” ilişkilerden söz etmek akli ve bilimsel yaklaşımın reddi demektir. Toplumsal koşullar ve ilişkilerin en önemli özelliği değişkenliği, tarihselliğidir. Toplumsal ilişkiler, sınıfların varlığı ve ilişkileri, ulusal farklılıklar temelli gelişmeler statik değil, dinamiktirler. Bugünden bakılarak söylenecekse de, mevcut olguların işaret ettiği çelişkisizlik değil, çelişkilerin varlığı ve işlevli olmalarıdır. Buna, ulusal ezgi politikalarının nedenlediği ulusal karakterli (ezen-ezilen ulus) sorunlar ve çelişkiler de dahildir.
Kapitalizm, sınıfsal, ulusal, cinsel ve diğer türden çelişkileri ortadan kaldıran değil, üreten bir sistemdir. “İsyanın bitiyor olması”ndan söz eden Miroğlu ise, sadece olasılıklardan birini diğer tümünün yerine ikame ederek hakim politikanın “olanakları”nı abartmıyor, bununla birlikte baskı ve sömürü sisteminin yeni isyanları üretmesi olasılığını da yok sayıyor. Mekanizm ve dogmatizmin kulvarında yol alan yazar, halkların olanaklarını değil, sistemin ve güçlerinin olanakları ve gücünü görüyor. Gör(e)mediği ya da bilerek görmezden geldiği ise, kapitalizmin Kürdistan’da da üretici güçlerin gelişmesinin koşullarını var edip olgunlaştırdığı; gelişen üretici güçler ile mülkiyetin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkiyi keskinleştirdiğidir.
Nesnel koşullar bize, ulusal baskı ve eşitsizlik politikalarına karşı mücadelenin sorunlarıyla sosyal kurtuluş mücadelesinin sorunlarının birbirlerine tümüyle dışsal olmadığını; aksine işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin en önemli sorunlarından birinin de ezen-ezilen ulus ilişkilerinin ulusal tam hak eşitliği temelinde belirlenmesi olduğunu; günümüz koşullarının bunun için mücadeleyi pratik bir sorun olarak ortaya koyduğunu gösteriyor. Kürtlerin özgür iradeleriyle nasıl ve kiminle birlikte ya da kimden ayrı yaşayacaklarına karar verme haklarının pratik karşılık bulması günümüzde esas olarak işçi sınıfı ve emekçilerin sorunudur. Bu sorunun halkların kurtuluşu yönünde çözümünü sağlayacak olan da demokratik özgürlükler için tutarlı mücadeledir. Sermaye ve onun çeşitli biçimler alan/alacak olan yönetimleri altında birleşmeyi; sermaye diktasına entegre olmayı halklar yararına gösterenler ise, –bugün yaptıkları üzere– burjuva devletinin proletarya ve tüm ezilenler üzerindeki diktasına güç vermiş oluyorlar.

Eğitim SEN’de değişim için bu daha başlangıç!

KESK Genel Kurul sürecine giderken, KESK’e bağlı sendikalarda da genel kurullar yapılmıştır. Bu sendikalar içinde en çok üye sayısına sahip olması bakımından, en önemli seçim süreçleri Eğitim-Sen şubelerinde yaşanmıştır. İlk genel kurul ise, Eskişehir Eğitim-Sen Şubesi’nde yapılmıştır. Uzun süredir “belirli grupların siyasi partisi gibi hareket eden ve bu doğrultuda siyasi komiserler tarafından yönetilen bir sendikanın yerine; emekçilerin taleplerinin hayat bulduğu, işyerlerinden beslenen bir emek örgütü ve emekçiler tarafından yönetilen bir sendika anlayışı talep eden ve KESK’te bir değişim arzulayan” kamu emekçileri açısından, kanımızca Eskişehir’de 16 Şubat tarihinde yapılan bu genel kurulu önemli kılan birçok “ilk”e imza atılmış ve öğretici olduğuna inandığımız birçok deneyim yaşanmıştır. En önemlisi ise, sendikada egemen olan anlayışa muhalif olan ve sınıf sendikacılığı savunan kamu emekçilerinin uzun zamandır önerdiği taktik platform birçok noktada hayata geçirilebilme şansı bulmuştur. Oldukça yoğun bir çalışmanın sonucu girilen genel kurulda kanımızca değişim için önemli bir başarıya imza atılmıştır. Sonucu en başta ortaya koymak gerekirse, Emek Hareketi’nin de içinde yer aldığı “Bu Daha Başlangıç” Listesi –ki bu listede Eğitim-Sen’de var olan anlayışlardan sadece Emek Hareketi yer almakta, diğer birleşenler kendini herhangi bir anlayış içinde tarif etmemekteydi–; DSD-Sendikal Birlik ve Eğitimde Sınıf Tavrı (TKP’nin Eskişehir’de Eğitim-Sen içinde kendini tanımladığı hareketin adı) ittifakından oluşan liste karşısında, Yürütme Kurulu’nda 7 üyenin 6’sını almış ve yine Denetim Kurulu, Disiplin Kurulu ve Üst Kurul Delegeliğinin tamamını kazanmıştır*. Diğer listeden giren aday, seçimi kazanan listenin aksi yöndeki talebine rağmen yönetimden çekilmiş ve 7 Yürütme Kurulu üyeliğinin hepsi söz konusu listedeki adaylardan oluşmuştur. Söz konusu seçim sürecini, bu yazıda, öne çıkan noktaları ile özetlemeye çalışacağız.
Seçim sürecinde bu listeyi başarıya götüren noktaları kabaca ortaya koymak gerekirse, şu noktaların altını çizebiliriz:
1) İşyerleriyle bağı olan ve üyeleri tanıyan bir çalışma tarzı, 2) Eğitim-Sen’in içinde bulunduğu durumdan rahatsız üyelere platform açabilme ve bu anlamda tabanda ittifak yapma, 3) Dışlayıcı ve siyasi analizler üzerinden yapılan bir propaganda yerine, yumuşak bir dil ve sendikanın geldiği konum itibariyle değişimin gerekliliğine vurgu yapan bir propaganda şekli. Bu noktalara tek tek değinmek gerekirse:

1)    Eskişehir’de 1580 Eğitim-Sen üyesi olmakla beraber bunların 420’i şehirdeki üniversitelerdeki üyelerden oluşmaktadır. Şehirde bir Eğitim-Sen şubesi bulunmaktadır, ancak seçimlerde Milli Eğitim’deki okullar-üniversite ayrımı üzerinden iki temel çalışma alanı söz konusudur. Genel Kurul sürecinde en zor ama bir o kadar da kolay olan şey, “tabanda, sendikadaki durumdan rahatsız geniş emekçi kesimlerle ittifak yapmak, onları sürecin içine dahil etmek”ti. Ancak ilde bu çetrefili işi gerçekleştirmenin somut koşulları söz konusuydu. Seçim sürecini beklemeden tüm işyerlerini gezen, onların taleplerini şubeye taşıyan Emek Hareketi ve bu hareketin birlikte hareket ettiği sınırlı sayıdaki şube yöneticisi ve yönetici olmaksızın işyerlerinde üye yapmak başta olmak üzere sendikal çalışmalarda öne çıkan emekçilerinin çabası, seçim çalışmaları için önemli bir temel sunmaktaydı. Seçim sürecine girmeden önce, tüm üyelerle iletişim kurmaya çalışan, eylemlerde öne çıkarak tanınma yerine işyerindeki bağlarıyla tanınmışlık sağlayan bir anlayış söz konusuydu. Bu nokta, “Bu Daha Başlangıç” Listesi’ni diğer anlayışlardan farklı kılmakta ve emekçiler bakımından onu çok daha güçlü ve samimi yapmaktaydı. Sendika binasına kapanan ve sadece seçim zamanı işyerine giden anlayışlar bu seçim sürecinde başarısızlığa uğramıştır. Emek Hareketi’nin de içinde yer aldığı liste açısından ise, bu geniş ilişkiler ağı, seçim çalışmalarını üzerinden yükselteceği çok önemli bir temel sunmuştur.

2)    Söz konusu geniş ilişkiler ağının varlığı, bir güç olmak için, kanımızca tek başına yeterli değildi. İş yapan, koşturan, sevilen kişiler olmanın yanında, ilişki içinde olunan kamu emekçilerini çalışmasının bir parçası, hatta tarafı yapan bir çalışmayı örmek gerekmekteydi. Aksi halde sendikadaki anlayışlarla ittifak görüşmelerine sıkıştırılan, bu anlamda Emek Hareketi’ni ve bu hareketin birlikte hareket ettiği kesimleri diğer anlayışlarla aynılaştıran bir çalışma, bu birikimi harekete geçiremez hale getirirdi. Eğitim-Sen’in içinde bulunduğu yönetimsel krizi ve darlaşmayı aşmak için çokça dile getirilen “tabanda ittifak yapma ve ancak bunun üzerinden, tabanın gücü ve insiyatifiyle diğer anlayışlarla ittifak kurma” içerikli anlayış ve buna uygun bir çalışma tarzı, bu zamana kadar zorluğu ve hayat bulmadığı gerekçesiyle ötelenen bir tarzdı. Ancak Eskişehir’de yaklaşık geçen sene Temmuz ayından itibaren startı verilen seçim çalışmaları, “işyerlerinin gücünü açığa çıkaran” bir süreci yaşatmış ve söz konusu çalışma tarzının doğruluğunu ve uygulanabilirliğini gözler önüne sermiştir. Seçim çalışmaları sürecini anlatmak gerekirse şu biçimde bir özet kanımızca açıklayıcı olacaktır:
Seçim çalışmalarına başlamadan önce yapılan işyeri çalışmaları ve ziyaretlerinde, sendikada bir değişim isteyen ve bu doğrultuda birlikte hareket edebilecek üyelerle ilişkilerin sıkı tutulduğu ve Kongre ve seçimlerin gündeme gelmesiyle birlikte bu ilişkilerin daha da geliştirildiği bir süreç yaşanmıştır. Yine bu süreçte, Gezi Direnişi sonrası açığa çıkan enerjiyi toparlayacak işyeri çalışmaları arttırılmış ve özellikle sendikaya üye kazanma konusunda ilerlemeler kaydedilmiştir. Çalışmanın başında, kendisini herhangi bir sendikal anlayışın üyesi olarak tarif etmeyen, ancak sendikanın aktivistleri diyeceğimiz kesimlerle tartışmalar yürütülmüş ve muhtemel ortak adaylar belirlenmiştir. Bu tartışmalar ışığında çokça yöneltilen “daha geniş kesimler, grup tartışmalarından ziyade ilkeler üzerinden nasıl bir araya getirebilir?” sorusunun cevabı, ilk etapta, özellikle sendikadaki mevcut şube ve yine genel merkez yönetimden rahatsız olan ve değişim iradesini ortaya koyan, “yakın çevre” diye tarif edilebilecek 50-60 kişiyle yapılan bir toplantıda bulunmuştur. Aralık ayında yapılan toplantıda Emek Hareketi’nden kamu emekçilerinin de aralarında bulunduğu 5 kişi seçimlerde aday olmak istediklerini açıklamıştır. Bu toplantıda bu kişileri bir araya getiren noktanın siyasi aidiyetler değil, ortak ilkeler olduğu vurgulanmıştır. Bu ilkelerin ise, masa başında değil, hep beraber kaleme alınması gerektiği belirtilerek ve üyelere talepleri ve eleştirileri sorularak, 11 maddelik bir ilkeler metin oluşturulmuş ve bu ilkelerin hepsi sonradan oluşturulan seçim broşüründe yer almıştır. Yine bu önemli toplantıda, oluşacak listenin sendikada köklü bir değişimi hedeflediği ve bu hedefi gerçekleştirmek için kolektif bir çalışmanın örülmesi gerektiği belirtilerek, kişilere aday olup olmak istemedikleri sorulmuştur. Bu başarılı toplantının ardından, gerek toplantıya katılan gerekse de toplantıya katılamayan ama bu değişim iradesini sahiplenen/sahiplenecek toplam 70-80 kişinin mail adreslerine hazırlanması karar altına alınmış taslak metin yollanmış ve eklemeler ve düzeltmeler istenmiştir. Bu andan itibaren bütün materyaller, bazen ağır aksak işlese de, bu mail ağı üzerinden hazırlanmıştır. Örnek olması açısından belirtmek gerekirse, seçimden yaklaşık bir hafta önce bitirilen broşür, kelimesi kelimesine, hatta basıma saatler kala mail grubu üzerinden tartışılarak oluşturulmuştur. Bu çalışma tarzı, bazen gereksiz bürokrasiye ve tartışmalara neden olsa da, kolektif bir çalışma deneyimi açısından oldukça öğretici olmuştur. Yine adaylıklar bakımından son bir haftaya kadar açık yerler bırakılmış, kişiler aday olmaya davet edilmiştir. Zaman geçtikçe bu bileşim ete kemiğe bürünmüştür. Bu bileşim kendini işyerlerine de iyi anlatmış ve bu zamana kadar seçimden sadece grupların ittifak tartışmalarını anlayan ve bu yüzden bütün anlayışlara uzak duran kesimler, beklenenden çok daha kolay taraf olmuşlardır. Söz konusu listenin adayları, “bağımsızlık vurgusu yapmadan, ama bir anlayışa mensubiyetleri varsa da bunu insanların gözüne sokmadan” bu ilkeler üzerinden kendini anlatmıştır. Sonuç itibariyle gelinen nokta; Emek Hareketi’nin tek başına çıkarmadığı, ama en önemli bileşeni olarak katıldığı ve geniş kesimlerin çevresinde toparlandığı bir liste, Eskişehir’de bir ilki yaratarak, bir ayrışmayı ortaya koymuştur.
Son noktaya geçmeden önce birkaç dipnotu ortaya koymakta yarar var: Taktiksel olarak nasıl davranılması gerektiği ve atılacak adımlar konusunda yaşanan çekincelerde, bu listeye en büyük cesareti, yine birlikteliğin etrafında toplanan ve “artık bir ayrışmanın zorunlu olduğunu” belirten kamu emekçileri vermiştir. “Siz listenizi açıklayın, biz sizin arkanızdayız!” diyen çok geniş ve o güne kadar tarafsız olmayı övünülecek bir şey olarak gören aktivistler, inandırıcı ve samimi bir platform önlerine konulduğunda, ne kadar kolay taraf olma iradesini ortaya koyabileceklerini ve koyduklarını göstermişlerdir. Aslında tüm taktiksel hamlelerin, bu kesimlerle ve ortak karar alma süreçleri çerçevesinde yapılmaya çalışıldığı ve bu anlamda “kendi dar grup çıkarlarını dayatan” bir anlayıştan uzak durulduğu söylenebilir. Ancak kanımızca bu konuda çok ideal bir tablo çizmek yanıltıcı olacaktır. “Tüm kararlar bu birlikteliğin rızasıyla alınacaktır” düşüncesi, gerek “alışkanlıklar” gerekse de “pratik sebepler”le tam anlamıyla vücut bulmamıştır. Bu bakımdan, söylenmelidir ki, Aralık ayında yapılan söz konusu toplantı dışında daha geniş toplantılar yapılabilir ve kurulan komisyonlar daha geniş kesimi içinde barındırabilirdi.
Özellikle Emek Hareketi’nden emekçiler açısından, Emek Partisi İl Yönetimi’nin süreci yakından takip eden ve ön açıcı tavrı altı çizilmesi gereken bir diğer noktadır.

3)    Bir yandan özellikle aday olmak istediğini belirten arkadaşların başı çekmesiyle ileri emekçi kesimleriyle tartışmalar yürütülürken, diğer yandan diğer anlayışlarla (DSD, Sendikal Birlik vb.) da görüşmeler yürütülmüştür. Görüşmeler neticesinde, bir araya getirilen bu geniş güce karşı, diğer üç anlayış, kendi deyimleriyle ve amiyane tabirle “sendikada tek hakim güç olmaya çalışan ‘Bu Daha Başlangıç’ Listesi’ne karşı Gezi ruhuyla bir araya geldik!” şiarıyla bir liste oluşturmuştur. Seçimden başarıyla çıkılmasını sağlayan üçüncü ve kanımızca tüm Emek Hareketi’nden emekçilerde hakim olması gerektiğine inandığımız nokta, kullanılan dildi. Diğer listenin yaptığı “onlar şucu bucu” biçimindeki propagandaya karşı, karşı listeyi eleştirmekten çok, genel olarak sendikaya hakim olan anlayışın eleştirisi yapılıp, nelerin değişmesi gerektiğinin ortaya konulması tercih edilmiştir. Bu yapılırken de, ziyaret edilen delegelere, gerek seçimlerde gerekse de seçim sonrasında bu işin bir parçası olmaları teklif edilmiştir. Diğer listenin yaptığı “bunlar EMEP’li, HDP’nin sendikadaki yansıması, kimlik siyaseti yapıyorlar vb.” biçimindeki propaganda, sendikadaki bu bölücü ve dışlayıcı dilden rahatsız olan üyeleri “Bu Daha Başlangıç” Listesi’ne daha da yakınlaştırmış, bu kesimleri değişimin gerekliliğine daha çok inandırmıştır. Genel Kurul’da da devam eden bu dil ve kürsüyü “Bu Daha Başlangıç” Listesi’ne kapatma taktiği, seçim gününde dahi bazı delegelerin düşüncelerini bu listeye oy vermesi yönünde etkileyebilmiştir.
Tüm bu süreçte bir yandan taktiksel olarak doğru hamleler yapılmaya çalışılırken, diğer yandan bütünüyle samimi ve anlaşılır tutumlar geliştirilmiş, kamu emekçilerinin bölünmemesi ama birliğinin ilerletilmesi için çaba harcanmıştır. Kimseden sendikal ve siyasi aidiyetler saklanmamış, ancak bu noktaları öne çıkarmaktan ziyade, oluşan somut birlikteliğin çok daha geniş bir niteliğe sahip olduğunu vurgulanmıştır. Bu tutum, herhalde, dar grupçu sendikal anlayış yerine, bütünleştirici, birleştirici bir sendikal anlayışı ortaya koymaktadır. Siyasi anlayış ve hareketlere “yabancı”* birçok emekçi canla başla seçim çalışmasının içinde yer almıştır.
Son olarak, bir konuya daha değinmeliyiz ki, bir araya gelen geniş kesimler ortak bir isim bulma arayışına girmiştir. Aslında bu ortak isim bulmanın süreçte çok önemsenmediği belirtilmelidir, çünkü bir araya gelen kamu emekçileri için ilkelerin yanında ismin hiçbir önemi yoktu. Sonuç olarak, broşürdeki slogan kullanılarak, ortak karar ile listenin adı “Bu Daha Başlangıç” Listesi konmuştur.

SONUÇ YERİNE
Tüm çalışmaları, yazının başında belirttiğimiz biçimiyle ifade etmek gerekirse, şu şekilde toparlayabiliriz: İşyeri ile bağı güçlü, işyerini tanıyan ve üyelerin güvendiği Emek Hareketi’nden kamu emekçilerinin de önemli bir birleşeni olduğu “Bu Daha Başlangıç” Listesi, Gezi Süreci’nin de dayattığı üzere, sendikanın çoğu bir harekete mensup olmayan ileri kesimlerini birleştirici, çalışmanın parçası yapan bir anlayışla bir araya getirmiş ve kolektif bir çalışmayla Eskişehir sendikal tarihinde derin ve olumlu bir yarılma yaratarak, bir “ilk”e imza atmıştır. Bu “ilk”, diğer tüm anlayışların liste dışında kalması bakımından da geçerlidir. Şimdi sıra, bu geniş güç ve yetkiyle gerçekten bir değişimi ortaya koymak, en azından bu havayı hissettirmektir. Ancak gerçek odur ki; Eğitim-Sen ve KESK’te toplu bir değişim tüm Türkiye’de yaşanacak bir süreçle mümkün olacaktır. Bu anlamda kanımızca benzer bir yaklaşım ve çalışma tarzının diğer illerde de vücut bulması gerekmektedir. Yaşanılan deneyim, istikrarlı ve doğru bir çalışma örüldüğü takdirde, başarının uzak olmadığı yönündedir. “Yapıyoruz ama olmuyor, diğer anlayışlar bize karşı birleşiyor ve yalnızlaşıyoruz” söylemi, birçok yanıyla gerçeği yansıtmamaktadır. En azından “yapılacaksa bile hangi anlayışlarla ittifak yapılabileceğinin dönüp sorulabileceği” bir tabana ihtiyaç vardır. Bu anlamıyla “ittifak görüşmelerinin ardından üye ziyareti yapan değil, tabanda ittifak yapıp anlayışlarla görüşen bir çalışma tarzını örmek” ve bunun için de uzun soluklu bir çalışma yapmak gerekmektedir. İllerin, özellikle büyük illerin kendine özgü koşulları oluğu gerçekliktir, ancak bugünden itibaren güç biriktiren, işyerleriyle sürekli bağ kuran bir çalışmayı örmek, kamu emekçilerine yakın dönemde büyük olanaklar sunacaktır.
Bugün itibariyle bu bileşenin önünde, Eğitim-Sen Genel Kuruluna hazırlanmak, Tüzük Kurultayına tüm üyeleriyle tartışarak Tüzük Kurultayı’nda doğru tutum almak ve yine seçim sürecinde bir araya gelen kesimleri Eskişehir’deki sendikal mücadelenin sürekli bir parçası yapmak gibi acil görevler durmaktadır. Ancak görünen odur ki, seçim broşüründe de belirtildiği üzere, “Sınıf sendikacılığına dayanan, işyerleriyle bağları güçlü, sendikal bürokrasiyi dışlayan, demokratik işleyişi içselleştirmiş, kadınlara, gençlere ve tüm renklere yer açan, güler yüzlü bir EĞİTİM-SEN” için, bu daha başlangıç…

KESK kongreleri ve tüzük tartışmaları üzerine

Kamu emekçileri mücadelesinde yıllardır yaşanan sorunların katlanarak arttığı,  emekçilerin birliğinin ve ortak mücadelesinin yeterince sağlanamadığı bir dönem daha geride kalırken, KESK ve bağlı sendikalar genel kurullarını topluyor.
Sendikaların genel kurulları; iki genel kurul arası sürecin değerlendirildiği, nelerin yapılıp nelerin yapılamadığı, alınan kararların ne ölçüde yaşama geçirildiği, dünyada ve ülkemizdeki durum, emekçi sınıfların durumu, örgütlenme sorunları ve yönelimleri gibi tartışmaların yapıldığı   süreçler olarak bilinir. Genel kurul süreçlerinde daha önce alınan kararların mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verip veremediği ortaya konulur ve önümüzdeki dönemin ihtiyaçlarına uygun yeni kararlar alınır.
Nisan ve Mayıs aylarında sendikalar,Temmuz ayında da KESK Kogresi toplanacak. Geçtiğimiz  üç yılın gerek KESK gerekse bağlı sendikaları açısından olumlu geçtiğini söylemek mümkün değildir. Sermayenin ve hükümetin emekçilere, onların ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına yönelik saldırılarına yanıt verilememiş, emekçilerin haklarında ve mevcut durumlarında somut bir iyileşme olmadığı gibi, giderek kötüye gidiş de yaşanmıştır. Sendikalarımızın barış ve demokrasi mücadelesinde de üzerine düşen görevleri yerine getirdiği söylenemez. Sermayenin emekçilere yönelik çok yönlü saldırıları, sendikaların bu saldırılara gereken yanıtları güçlü ve etkili bir şekilde verememesinin sorumluluğunu tek başına KESK ve bağlı sendikalara yıkmak, elbette haksızlık olur. KESK ve bağlı sendikalar dışındaki sendika ve konfederasyonların, üye sayıları ve sendikal mücadelenin önünde her dönem neredeyse istisnası olmadan fiilen engel oldukları düşünüldüğünde;  sorumluluklarının  KESK ve bağlı sendikalardan daha fazla olduğunu da söylemek mümkündür. Fakat hem iddiaları, hem kuruluş amaçları, hem de içinde barındırdıkları mücadeleci potansiyel vb. yönlerden KESK ve bağlı sendikalara diğerlerinden daha önemli sorumluluklar ve görevler düştüğü, üyeleri ve dostlarının beklentisinin de bu görev ve sorumlulukların yerine getirilmesi olduğunu söylemek gerekir. Bütün bu konular ve daha fazlası, KESK ve bağlı sendikaların kongreler sürecinde çeşitli yönleriyle değerlendirilecektir.
KESK ve bağlı sendikaların bir kısmı genel kogrelerinde tüzük değişikliklerini de gündemlerine almışlardır. Bu yazıda, tüzük değişikliklerinin içeriği ve tüzük konusundaki önermelerimiz boyutu ile ilgili bir tartışma yürütülmeyecek. Geçtiğimiz genel kurullarda yapılan tüzük değişiklikleri ile ilgili eleştiri ve değerlendirmeler de bütünlüklü şekilde yapılmayacaktır. Çünkü günün ihtiyacı ve sorunu değildir! Üstelik sendikalarımızın içinde bulunduğu durum ve bu durumun değiştirilmesinin, bir tüzük ve tüzükte şu ya da bu değişiklik ve düzenlemeleri yapma sorunu olmadığı kuşkusuzdur.
Bir süredir KESK ve bağlı sendikaları, emekçileri ortak talepler etrafında birleştirme, onların sermayeye ve onun siyasal yürütme organı hükümete karşı örgütlenme ve mücadele merkezi olma konumundan uzaklaşmıştır. Uzaklaştığı oranda da, hem emekçiler hem de hükümet karşısında ciddi anlamda itibar yitimine uğramıştır. Bu durumu aşmak için KESK ve bağlı sendikalarını, yeniden emekçileri birleştirip, onların sermayeye karşı örgütlenme ve mücadele merkezi olarak davranmalarını sağlamak için nelerin yapılması gerektiğini emekçilerle tartışmak, sorunlara emekçilerle birlikte çözümler aramak gerektiği açıktır.
Sendikaların kongrelerinde; işyerlerindeki her statüden ve her düşünceden emekçilerin mücadele birliğini sağlamak, sermayenin ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılarını teşhir etmek, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklara yönelik saldırıları püskürtmek ve yeni haklar elde etmek, Kürt soununun barış, tam hak eşitliği temelinde çözülmesi için nelerin yapılması ve nasıl bir mücadele stratejisinin  izlenmesi gerektiğinin tartışılması zorunluluktur. Mücadeleyi sadece sendikal kadrolarla değil, bütün emekçilerle birlikte yükseltmek, sendikalarımızı sınıfın örgütlenme ve mücadele merkezi olarak yeniden inşa etmek, emekçilerin hem ekonomik hem de siyasal sorunlar karşısında taraf olabilmeleri için aşağıdan yukarıya bir yenilenme yaratmak yerine, gerek sendikal yapının, gerekse sendikal mücadelenin, emekçilerin ve ezilen halkların temel sorunlarının tüzükte yapılan ve yapılması düşünülen değişiklikler ile çözüleceğini iddia edenler, sendika genel kurullarımızı sendikalarımızın içinde bulunduğu durumu değiştirmeyecek gereksiz tartışmaların kürsüleri haline getirerek bir dönemi daha geçiştirmeyi öngörürlerken, bundan iki genel kurul öncesinde gündeme getirilen tüzük değişikliklerinde olduğu gibi, tüzük ile sendika yönetimlerinin oluşumunu doğrudan ilişkilendirerek, oluşan ya da oluşacak yönetim yapılarının tüzük değişikliklerine onay veren siyasetlerle oluşturmayı bir gelenek haline getirmeyi önlerine koymuşlardır. Bu da, yönetimlere seçilene kadar tüzük değişikliklerine ve alınan kararlara onay verenlerde; kongreler sonrasında sanki tüzük değişikliklerini beraber yapmamışlar ve alınan kararlarda kendi imzaları yokmuş gibi davranmayı, karşı tutum almayı yeni alışkanlık ve gelenekler olarak ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu durum, sendikalarımızda, her anlayışın, sendikanın değil kendi gündemini işletmesine, bazı meselelere daha az bazı meselelere daha fazla önem vermesine, kendi anlayışına uygun gördüğü kararları uygulama, uygun görmediğini uygulamama vb. tutumların yaygınlaşmasını kolaylaştıran zemininin güçlenmesini sağlayarak, örgütsel davranış ve tutum birliğini bozulmasını da sağladı.
KESK ve bağlı sendikaların sorunlarının tüzük değişiklikleri ile aşılabileceğinin düşünülmesi  yanıltıcıdır. Yanıltıcı olduğu gibi, sorunların sadece tüzükle ilgili olmadığı ve asıl sorunun, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt verme, bu mücadeleyi veren örgütler olarak sendikaların yeniden emekçilerin birleştiği sermayeye karşı örgütlenme ve mücadele merkezleri olmaları ile ilgili olduğu gerçeğinin açıkça göz ardı edilmesidir. Bugün sendikalarımızın tüzükleri mücadeleyi yükseltmenin, emekçileri birleştirmenin, hakları korumanın ve yeni haklar elde etmenin önünde bir engel teşkil ediyor olsaydı, tüzük değişiklikleri sendikal anlayışlar üzerinden gündeme getirilip sadece onlar tarafından tartışılıyor olmazdı. Tüzükler, mücadeleye ayak bağı olduğu görüldüklerinde, emekçiler tarafından tartışılıp, mücadelenin önünü açacak şekilde ya fiilen geçersiz kılınır ya da genel kurul süreçlerine bırakılmadan tartışılıp değiştirilirdi. Üstelik, sendikalarımızın üyeleri Gezi eylemleri deneyimini yaşamış ve park forumlarına aktif olarak katılıp, katıldıkları forumlarda sendikalarının direniş karşısındaki pasif tutumunu eleştirmiş, bu forumlarda doğrudan demokrasinin nasıl işlediğini görüp yaşamışken, bunu yapma olanakları her zamankinden daha fazla vardı. Sendikalarımızın ihtiyacı bu olsa, emekçi taban, bu iradeyi ortaya çıkarmakta tereddüt etmezdi.

GENEL KURULLARLA BİRLEŞEN TÜZÜK GÜNDEMİ
Genel Kurullar ile tüzük değiştirme gündeminin iç içe ve birlikte gündeme getirilmesi, sendika tüzüklerinin örgütler ve mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda tartışılması ve değiştirilmesini öngörmediği gibi, ittifak ve yönetimlerde olma baskısını hissettirerek, tüzüğü örgütün anayasası, ortak hukuku olmaktan çıkarıp, ittifak yapanların hukuku ve tüzüğü haline getirme tehlikesini de içinde barındırmaktadır. Böylesi bir ortamda yapılacak ve sendikalarımızın dokusunun da değiştirilmesinin önünü açabilecek tüzük değişikliklerinin gündeme getiriliş biçimi anti demokratik bir nitelik taşırken, tüzük tartışma ve değişiklikleri, emekçilerin ihtiyaçlarına değil, sendikaların içindeki siyasal anlayışların ihtiyaçlarına uygun değişikliklerdir. Bu açılardan bakıldığında, tüzük değişiklikleri dayatma tutumu, örgütün üyelerinin tartışmaların dışında bırakılmasını ve örgütün sahibi olan emekçilere pasif ve seyirci konumu öngördüğü için demokratik de, etik de değildir. Tüzük değişikliklerinin ve yönetimleri oluşturma süreçlerinin birlikte yürümesi; niyet ne olursa olsun, tüzük değişikliklerinin seçimli genel kurullarda yapılmamasını savunan anlayışlara yönelik örtük bir şantajı da içinde barındırır.
Üç yıl önce yapılan genel kurullarda, büyük iddialarla ve ittifak baskılanması ile yapılan tüzük değişikliklerinin ne sendikalarımıza, ne de kamu emekçileri mücadelesine somut bir katkısının olmadığı ortadadır. Yine aynı şeyi tekrar edip farklı sonuçlar beklemek, nafile bir çaba ve deneyimden öğrenmemektir. Her seferinde aynı şeyleri yaparak farklı sonuçları beklemenin, tekrar tekrar aynı yanlış adımları atmanın kimseye faydası olmadığı gibi, bunu, ne sendikalarımıza, ne de  emekçilere yaşatmaya kimsenin  hakkı da yoktur. Geçen dönem tüzüğü değiştirenlerin en önemli iddiası, karar organlarını “demokratikleştirme” ve “genişletme” adına oluşturdukları “meclisler” di. Yöntem yine aynı olmuştu. Sendikalarda ana kitlenin tartışmadığı, müdahil olmadığı, yukarıdan, “ittifak hukuku”na dayanarak örgüt hukuku değiştirilmiş, bunun da, örgütün derdine deva olacağı iddia edilmişti! Yukarıda eleştirilen yöntemle yapılan tüzük değişiklikleri ile oluşturulan yapay “karar organları” nın, emekçilere yönelik en önemli saldırılar gündeme geldiğinde ve barış ve demokrasi meselesinde, toplan(a)maması ve toplandığında da sürece müdahale edecek karar Al(a)mamasının, açıklanabilir hiçbir yanı yoktur.
Bir diğer gerçek, genel kurullara sıkışmış ve ittifak olma hukuku işletilerek yapılan tüzük değişikliklerine oy veren delegelerin, nelerin değiştiği, bu değişikliklerin nelere yol açacağı konularında bile yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları, bu bilgileri edinmeye fırsat bulamadıkları, kendilerine bu fırsatın tanınmadığıdır. Bu, hem tüzüklerdeki çelişkilerden, hem de değişikliği yapanların bir kısmı tarafından sonradan yapılan değerlendirme ve eleştirilerden ortaya çıkmaktadır. Tüzük değişiklikleri, sendika üyelerinin ana gövdesinin isteği ve iradesi olarak ortaya çıkmadığı sürece, genel kurullarda siyasetlerin yaptıkları ittifakların gölgesinde ya da gönülsüz kabullenmelerle yapılmaktadır. Son yapılan genel kurullardaki (anadil ve çeşitli teknik düzenlemeler dışında) tüzük değişikliklerinin; karar mekanizmalarını genişletme iddiası olsa da, bunun tamamen şekli olduğu; karar alma süreçlerinin, örgüte içinde, örgüt tarafından verilmiş sorumluluğu olmayan, çeşitli siyasetlerin kadroları ile sınırlandırıldığı ortaya çıkmıştır. Eğitim Sen ve KESK genel kurullarında geçtiğimiz dönem yapılan son değişiklikler, “sendikal demokrasi”nin sendika içindeki siyasetlere, hatta onların da bir kısmına indirgediğini göstermiştir. Bu açıdan bakıldığında, yönetimlerde olma baskılanması ortamında yapılan ve sendika içindeki siyasetlerin yönetimde olup olmamasına göre tutumlarını belirledikleri tüzük değişiklikleri; sendikalarımızı, emekçilerin mücadelesini ileriye taşımak yerine geriletmiş, meseleyi sonradan duyan ve tartışan üyenin de sendikalara olan güveninin iyice azaldığı durumların yaşanmasına neden olmuş, bu durumdan en büyük zararı yine sendikalarımız görmüştür.

SENDİKALAR VE TÜZÜK DEĞİŞİKLİKLERİ
Tüzükler örgütlerin anayasasıdır, temel sözleşmesidir. Tüzükler yapılırken ya da tüzüklerde örgütün geleceğini ilgilendiren değişiklikler yapılırken örgüt içi demokrasinin işletilmesi gerekir. Ayrıca sendikaların emek ve demokrasi mücadelesini yürütürken demokrasiye en çok ihtiyaç duyan örgütler olmaları, üyeleri için bir okul görevi görmeleri ve bileşimleri bakımından siyaseten homojen olmamaları münasebetiyle tüzük değişikliği gibi önemli karalar alınırken örgüt içi demokrasinin sonuna kadar işletilmesi, bu örgütlerin doğası gereğidir. Burjuva demokrasilerinde  bile yönetenler, anayasalarında değişiklik yapmak istediklerinde, önce halkın değişikliğe ihtiyaç hissetmesini sağlar, sonra halkı ikna etmek için bir dizi tartışma, tartıştırma yürütür-yürüttürür. Belli bir olgunluğun oluştuğunu, halkta ikna durumunun olduğunu düşündüklerinde de temsili organlarında son şeklini vererek değişikliği yaparlar. Eğer değişiklikler temsili organlarda belli bir oy oranına ulaşmazsa, halka başvurulur. Halktan oy alabilmek için yapılan ya da yapılmak istenen değişiklikleri herkes kendi cephesinden anlatıp tartışır (burada halka anlatılanların doğru olup olmamasından, emekçilerin siyasal örgütlerinin karşılaştığı yasaklardan vb. bağımsız tartışılmaktadır). Karşısında olanlar karşı görüşlerini, taraf olanlar neden taraf olduklarını gerekçeleri ile birlikte tartışırlar. Bu açıdan bakıldığında bile, sendikalarda tüzük değişikliklerinin, siyasi grupların bir kısmının uzlaşması ve ittifak hukuku çerçevesinde tartışılarak, ama emekçilerin ve sendikanın ihtiyaçları göz önünde bulundurulmadan yapılmasının  demokratik olduğunu söylemek mümkün değildir.
Olması ya da yapılması gereken, tüzükte sorun olarak görülen ya da mücadelenin ihtiyaçlarını çözeceği düşünülen değişikliklerin, işyerlerinden başlayarak, en geniş emekçi kesimlerin tartışmasına açılması ve onların eleştiri ve önerileri doğrultusunda belirlenmesidir. Bu yapıldığında, üyeler bilgilenir, tartışır, öneri sunar, katılır ya da katılmaz, fakat değişiklik sürecinin içinde olur. İşyerlerinden süzülüp gelen görüşler, şubelerde ağırlıklı görüş veya ağırlıklı olmayan görüş olarak karar haline getirilir ve merkeze taşınır. Merkez de, buna uygun olarak, tüzük kurultayını toplar ve çoğunluk kararlarını uygular. Böylece, üyeler, hem örgütün sorunlarını bilir ve ilişkilenir, hem de bu sorunların çözümü için aktif olarak fikir üretir. Yapılan ya da yapılmak istenenleri özümser. Bu, üyeler için iyi bir eğitim çalışması gibidir. Aynı zamanda, üyelerde bilinç sıçramasına da neden olur. Örgütü ve mücadeleyi daha ilerden sahiplenen, işe katılan üye sayının  çoğalmasını sağlar. Bu anlamıyla da nitel ve nicel büyümeye sebep olur.
Sendikaların örgütsel ve tüzüksel sorunlarının tartışılıp bir sonuca ulaşılması konusunda siyasal anlayışların konumu elbette pasif değil aktif olmalı, ancak uygulanacak yöntemin işyerlerinin ve yerelin istek ve beklentileri ile çatışmaması esas alınmalıdır. Sendika içindeki siyasal anlayışlar, kendi düşünceleri çerçevesinde bir faaliyet yürüterek, örgütsel sorunların çözümü konusundaki fikriyatlarının kitleler tarafından benimsenmesi ve konu ile ilgili savunduklarının kitlelerin önermeleri olması için çabalarlar. Bunun için çeşitli düzeylerde faaliyet yürütürler. Bu süreç siyasal anlayışlar açısından bir öğretme ve öğrenme süreci olarak işler ki, bu da sendikal anlayışları hem güçlendirir, hem de diri tutar. Siyasetlerin, sendikalarda güçlü olması isteniyorsa, bu durumun böyle ele alınması gerekmektedir.
Tüzük değişiklikleri gibi önemli ve hassas konularda sendikal anlayışların tutacağı yer; kendi düşünceleri doğrultusunda karar verip gerçekleştirme ve bunu kitlelere dayatmak olmamalıdır. KESK ve bağlı sendikalarda örgütsel ve tüzüksel sorunları kavrayış ve ele alış süreci son dönemlerde ters yüz olmuş durumdadır. Dayatma oluşu bir yana, sendikalarımızda yapılan ve yapılmak istenen tüzük değişiklikleri ile sendikalardaki emekçi dokusu bozulmaya çalışılmaktadır. Sınıf örgütleri olan sendikaların, bu özelliğinden arındırılıp; toplumun tüm kesimlerini kapsayan “toplumsal hareket” olarak örgütlenmesini ve emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olmaktan çok “sivil toplum örgütü”, “muhalefet örgütü” olmasını savunanlar, oluşturmaya çalıştıkları yeni gövdeye uygun bir elbise dikmeye çalışıyorlar. Kendilerinin siparişi ile dikilen elbiseyi, emekçilere ve onların sınıf örgütü olan sendikalara giydirmeye çalışıyorlar. Bu elbisenin emekçilere ve mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olup olmayacağı, emekçilerin ezbere dikilen kendilerine yabancı  bu elbiseyi giyip giymeyeceği, giyecekse de nasıl giyeceğini bilip bilmemesi önemsenmiyor. Sonra ne oluyor?
Elbise dikilip emekçilerin bu dikilen elbiseyi giymeleri istendiğinde, ya elbise emekçilere dar gelmekte, ya emekçiler elbiseyi giydiğinde elbise onları dış etkilerden koruyamamakta ya da emekçiler elbisenin içinde sıkışıp kalmaktadır. Kısacası dikilen elbise emekçilerin dokusuna yabancıdır ve onlara dar gelmektedir. Elbise emekçilere giydirildiğinde, emekçiler; dar gelen ve ne işlerine yarayacağını bilmedikleri elbiseyi üstlerinden hiç tereddüt etmeden çıkarıp atmaktadırlar. Yani dikilen elbise, bazen, ne emekçilerin, ne de dikenlerin işine yaramamaktadır. Emekçilerin giymek istedikleri elbiseyi kendi ihtiyaçları doğrultusunda tarif etmeleri ve elbisenin de ona göre dikilmesi durumunda; dikilen elbise, onu dış etkilerden yeteri kadar korumasa da, kendisi böyle bir tercihte bulunduğu için, elbiseyi ihtiyaç duyduğunda değiştirmesi ve dönüştürmesi de yine kendi elinde olmaktadır. Bugün yapılmak istenen; emekçilerin haberi olmadan, onlar tarafından yeterince tartışılmadan, onlarda istek oluşturmadan, onlara yabancı gelen bir elbiseyi dikmekle aynı şeydir! Aynı şey daha önce yapılmış, olumlu bir sonuç alınmamıştır.

SONUÇ
KESK ve bağlı sendikalarının bugün içinde bulunduğu durumdan çıkması sorunu tüzük maddelerinin bazılarının değiştirilmesiyle ilgili değildir. Esas olan; emekçilerin sendikada birleştirilmesi ve mücadeleye seferber edilebilmesi için sendikal süreçlere ne denli katılımlarının sağlandığı, bu nedenle örgüt içi demokrasinin ne kadar işletildiği, işyeri temsilciliklerinin ve işyeri üye gruplarının karar aşamalarına ne kadar katıldığı, sendika mekanizmalarının mücadeleci bir sendikal çalışma ve örgütlenme için ne kadar çalıştırıldığının sorgulanması, sonuçlar ve görevler çıkarılması ve buna uygun tutumların alınmasıdır.
Biçim olarak, tam da merkez kongreleri arifesinde (tüzük değişikliği, şube kongreleri öncesinde gündeme gelmiş,  seçimler nedeniyle şubelerde pek gündem olamamıştı) tüzük tartışmalarının bu biçimiyle gündeme gelmesi anti-demokratiktir ve sendikal demokrasi açısından doğru da değildir. Sendikalarımızın mücadele etmesinin, kamu emekçilerinin çoğunluk örgütü haline gelmesinin, ekonomik mücadeleyi de demokrasi mücadelesini de hakkı ile yapmasının önünde tüzüksel engeller varsa, gerekli olduğu ileri sürelecek değişiklikler, kongre sürecinden sonra ele alınmalıdır.
Sendikalarımızda tüzük değişiklikleri yapılacaksa; hazırlığı iyi yapılmış bir çalışma üzerinden yapılabilir. Önceden değiştirilmesi öngörülen maddeler bütün üyelere gönderilir. İşyeri işyeri toplantılar yapılarak, üyeler tarafından tartışılır. Tartışmalar üzerinden işyerlerindeki emekçilerin önerileri olgunlaştırılır. Bütün işyerlerinde böylesi tartışmalar üzerinden örgütte çoğunluk görüşü haline gelmiş önerilerden oluşan değişiklikler, bir tüzük kongresinde tüzük maddeleri haline getirilir. Böylesi bir yöntemle yapılacak tüzük değişiklikleri ile, en geniş üye eğitimini, üyelerde bilinç sıçramasını, canlı, tartışan ve fikir üreten bir örgütsel yaşamı, aynı zamanda mücadeleci bir sendikal yapıya dönüşüm yolunda somut adımların atılmasını sağlayabiliriz.

“Dünyayı yeniden şekillendirmek”

Davos’ta gerçekleşen 44. Dünya Ekonomi Forumu’nun bu yılki ana teması ‘Dünyayı Yeniden Şekillendirmek’ olarak belirlenmişti. Öncelikle Davos’ta Avrupa’ya büyüme çağrısı yapıldığını hatırlatalım ve Almanya eski Merkez Bankası Başkanı Weber’in uyarı niteliğindeki sözlerine bakalım: “Merkez Avrupa ülkelerindeki ekonomik büyüme yüzde 1 civarında, cansız ve tek taraflı bir büyüme. Bazı şeyler Avrupa’da daha iyi durumda hissediliyor, ama Avrupa’daki politika yapıcılar halinden memnun olmamalı.” Bir diğer katılımcı ise, sorunun “istihdam piyasasında esnekliğin olmaması” olduğu tespitinde bulunmuş.
Uyarılar kendi içlerinde yöneldikleri çözümleri de ortaya koyuyorlar aslında. Zaten alabildiğine esneyen ve örneğin Almanya’nın büyük kentlerinin ana arterlerinde büyük tabelalarla kendisini gösteren “kiralık işçi büroları” yazıları bu istihdam esnekliğini görünür kılıyor. Orta ölçekli tüm işletmelerin işçi ihtiyaçlarını bu bürolardan sağladığı bilinmeyen bir şey değil. Fakat sermayeye bu yetmiyor ve zincirli kölelik düzeninin sağlamlaştırılıp derinleştirilmesi için çaba harcamaktadırlar.
Davos’ta dünya ve Avrupa’nın “sorunları” tartışılırken özelde Afrika kıtası ele alınıyor. 2050 yılında 2 milyar nüfusa ulaşacağı tahmin edilen kıtanın daha fazla istihdama ihtiyaç duyduğu ifade ediliyor. Bu sözler, Gana Cumhurbaşkanı Mahama’ya ait. Mahama’nın bir özelliği, politikalarının Başbakan Erdoğan ve Hükümet’inin Türkiye’de uyguladığı neoliberal politikaların benzerliği ve ikilinin bu politikalarda adeta yarış içinde olmalarıdır. Mahama sözlerine şöyle devam ediyor: “Ekonomik sosyal birliktelik en büyük önceliğimiz. Özel sektörün kalkınması için alan yaratmak ve geri dönüşümlerini paylaşmak hükümetimizin görevleri içerisinde yer alıyor. Afrika’nın bu zamana kadarki gelişimini artırmak için hükümetler iyi yönetişim, insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek zorundadır.”
İkiyüzlülük, tüm dünyada olduğu gibi, Gana’da da kendini açıkça ortaya koyuyor. Hem özel sektörün kalkınması için alan yaratacak, hem de insan haklarına saygıyı geliştireceksin. Davos’un istihdam sorununa nasıl baktığı ortadayken ve dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışırlarken, herhalde uzak duracakları en önemli şey “insan hakları” olacaktır. Bu durumu, bir insanlık suçu olan esnek çalışmanın vardığı noktayı beğenmeyen ve bunun büyütülmesini planlayan sermayenin hesaplarında açıkça görebiliyoruz. İnsanı ve doğası adeta açlığa ve sefalete terk edilmiş, inanılmaz bir sömürü yaşamış Afrika’nın, kalan son birkaç damla kanı da bu vampirler tarafından emilmek isteniyor.
Türkiye’nin vampirleri ise, bölgeye ulaşabilme olanaklarını geliştirdiklerini düşünerek, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın ağzından şöyle bir açıklamada bulunuyor: “Afrika, çok ciddi rezervlere ve kaynaklara sahip, geniş ve büyük bir nufüsu var, zengin bir insan gücü var, birçok işbirliği yapabileceğimize inanıyoruz” diyerek, hayallerinde geliştirdikleri emperyal hedefleri dile getirebiliyor. Davos’un yönelimini görerek hayata geçirme noktasında ilerlemeye çalışıyorlar.

DAVOS, ENERJİ VE KAYAGAZI!
Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Dr. Fatih Birol, Davos’ta tartışılan enerji başlıklarını üçe ayırmış. Birol, daha önceki Davos’ta övgüyle gündeme gelen kayagazının ABD ve Kanada için bir “devrim” olduğunu vurgulamış. Bu yılki Davos’ta yaşanan bu “devrim”in başka hangi ülkelerde gündeme gelip yaşanabilir olduğu tartışmalarına dikkat çekmiş. Ayrıca petrol talebinin tüm dünyada ve özellikle Çin’de hızlı bir şekilde artan ihtiyacının karşılanmasının biricik yolunun Kuzey Irak petrolleri olduğunu ifade etmiş. Fakat yaşanan sorunların büyümeyi engellemekte olduğu tespitini yapmış. Ayrıca 2012 yılında başlayan yenilenebilir enerji yatırımlarındaki düşüşün nasıl yükseltileceğinin ele alındığını aktarmış.
Fatih Bey, Irak’ta çözümün ancak “ekonomik baskı” uygulanarak gerçekleşebileceği tespitini yapıyor. Emperyalist kapitalist sistemin ihtiyaçları ve “bolluk içinde yokluk” ya da dünyayı hızla yok etmeye doğru götüren bir yanda sefalet bir yandaysa aşırı üretimle büyüme ve bu yolla sermaye biriktirme süreçlerinin devamı için önerilen yaklaşım, yine baskı, zulüm ve katliamların bir adım öncesi olan “ekonomik baskı” olarak masaya konuyor. ABD’nin milyonlarca insanı katlederek işgal ettiği topraklarda attığı ilk adım yine “ekonomik baskı” idi ve bu tür önerilerden söz etmek ancak bu sistemin tetikçilerine mahsus bir iş olabilir. Önerilen “çözüm”, bölge insanını açlıkla terbiye etme ve savaşla hizaya getirme adımlarıdır ve bu durum ancak bir çözümsüzlük üretebilir. Peki tüm bunlar ne için yaşanacak? Çin’in petrol talebi çok yüksekmiş, bu karşılanmalıymış. Çin’e ya da diğer kapitalist sömürgenlere bu petroller ulaştığında, çözdükleri tek şey, sefalet ve “yokluk” sürerken aşırı üretimin devamı, yani dünyadaki emek sömürüsünün yoğunlaşması ve doğal yaşamın yok olma sürecinin hızlanarak sürmesi olacaktır.
Sayın Birol, kayagazının doğalgaz fiyatlarını aşağıya çekeceğini ve bu işten en çok Rusya ve Katar’ın zarar göreceğini ifade etmiş. Ayrıca daha önce Türkiye için müjde olarak verdiği kayagazı rezervleri bakımından Türkiye’nin şanslı olmadığını vurgulama gereği duymuş. Bu vurguyu bir kez daha yinelemişti, fakat yaşanan sürecin Birol’un vurgusundan çok farklı seyrettiğini açıkça görebiliyoruz. Sayın Birol’daki bu gel-gitlerin nedeninin sermayenin uluslararası konjönktürdeki enerji üretimiyle ilgili gelişmeler olduğunu düşünüyoruz, çünkü işi ve varlık nedeni buna tekabül ediyor.
Çelik İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Namık Ekinci, enerji fiyatlarının aşağıya çekilmemesi halinde demir çelik sanayinin çıkmaza gireceğini öngörüp, bu durumu aşmak için kapı kapı dolaşarak, “ne yapıp edip şu kayagazı üretim işini hızlandırın” diyebilmektedir. ”Hızlansın ki, enerji ucuzlasın ve demir çelik sektörü rekabet şansını arttırsın. Piyasadaki pazar payını başkalarına kaptırmasın.” Shell firmasının Diyarbakır’da yeşillik olsun diye sondaj yapmadığını ve Trakya’da da bu sürece iş olsun diye hazırlanmadığını her halde görebiliyoruz. Birol Bey, neyi, ne amaçla maskelemeye çalışıyor? Bu durum yakın süreçte mutlaka açığa çıkacaktır.
Hollanda Kraliyet Shell firması ile Ukrayna arasında Davos’ta imzalanan kayagazı anlaşmasının Rus ithal gazına karşı Ukrayna’nın bağımsızlığı için çok önemli olduğunu vurgulayan Birol’un, şu an Ukrayna’da yaşanan iç savaşla bu durumun ilgisinin olup olmadığına yönelik bir yorumunu bulamadık! Rusya’nın sömürüsünden kurtulup ABD ve Almanya’nın sömürüsü altına girmek Ukrayna’ya özgürlük getirmeyecektir. Davos’ta imzalanan anlaşmayla hayata geçirilmek istenen kayagazretim ve sevkiyatı da bu durumu değiştirmeyecektir. Böyle bir süreçte her türlü kaybeden emekçi halklar ve doğa olacaktır.

YAŞANANLAR KADER Mİ?
Irak’la başlayan “şekillendirme” çalışmaları Ortadoğu’nun tamamına yayılırken, Avrupa’da ise, Yugoslavya’nın dağıtılmasının benzer adımları Ukrayna üzerinde atılıyor. Emperyalistlerin etkinlik alanları yeniden belirlenip, kimin nereyi sömürürken daha fazla söz sahibi olacağı işaretleniyor. Küreselleşme politikaları ile ortaya konan sermayenin alabildiğine serbest hareket edebilme koşulları yavaş yavaş değişiyor. Emperyalistlerin 2. Paylaşım Savaşı’nda kabul ettikleri sınırları değiştirmeye yöneldikleri, bu nedenle etkinlik alanları belirlenirken, her zamanki gibi halklar birbirine kırdırılarak sonuç alınmaya çalışılıyor.
“Dünyayı yeniden şekillendirmek”, sermaye birikiminin, dolayısıyla sömürünün büyütülmesinin daha hızlı yollarını aramaktan başka hiçbir şey değildir. Barışın bundan böyle sermayenin kendi arasında dahi sağlanamayacağı ve gittikçe cepheden birbiriyle savaşa tutuşmak zorunda kalacakları zamanlara doğru ilerliyoruz. Sermaye açısından bu durum yaşanırken, emekçi halkların savaşlara karşı barış içinde yaşama talebinin büyüyebileceği bir dönemdeyiz. Türkiye’de son bir yıldır yaşanan çatışmasızlık ortamının bozulmasına çalışan çevreler bu günlerde daha bir görünür durumdalar. Ancak her şeye rağmen büyük çoğunluğun yaşanan barış sürecinden hoşnut olduğu açıktır. Bu durumu büyütmek, barış söylem ve etkinliklerini çoğaltıp yükseltmek, seçimden sonraki sürecin en önemli adımı olmalıdır.
Halklar birbirine düşürülüp kırdırılırken, bu durumu aşırı emek ve doğa sömürüsü ile taçlandırmaktadırlar. “Yeniden şekillendirme”nin temel amacı sermaye birikim sürecinin bekası ve büyüyerek sürdürülmesidir. Bu birikim sürecinin tek yolu ise, emekçi halkların ve doğanın amansızca sömürülmesidir. Örneğin Türkiye’de petrol, maden, enerji, kayagazı vb. faaliyetlerle doğa sömürüye uğratılırken, esnek çalışma vb. uygulamalarla da emek sömürüsü dizginsizce artmaktadır.
Bu nedenle yaşam varlığımız olan suyu, toprağı, havayı ve emeğimizi sermayenin insafına terk edemeyiz. Halkların kardeşliğini su, toprak ve emek üzerinden sağlamak, emperyalizmi bölgemizden kovmanın önemli bir yoludur. Öcalan’ın Ortadoğu halklarının “su kardeşliği” etrafında toplanmasının, bölge halklarının kurtuluş reçetesi olacağına dair tespitleri herhalde önemli sayılmalıdır.
Yıllar boyu kapitalizmin saldırılarını emek üzerinden teşhire çalıştık ve buna devam ediyoruz, edeceğiz de. Bugün Türkiye’de ve bölgede yaşayan halkların doğal alanların metalaştırılmasına karşı yürüttüğü mücadelede bir ilerleme olduğunu birçok örnekte açıkça görmek mümkündür. Bunu görerek emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadelemizi emek ve doğa sömürüsünün teşhiriyle, bu sömürü karşıtlığı üzerinden örmek daha ileri mücadelelerin ortaya çıkmasının en önemli yolu olacaktır.

Ukrayna-Kırım ekseninde emperyalist paylaşım ve gelecek hesapları

Son 20 yıldır inişli-çıkışlı ilerleyen, bazen de sanki aralarında hiçbir sorun ve uyumsuzluk yokmuş gibi uzlaşma içinde sürüpgelen emperyalist devletler arasındaki çelişki ve bloklaşmalar, Suriye ve Ukrayna üzerinden sürdürülen paylaşım hesapları ve çekişmeleriyle yeni bir dönemece girmiş görünüyor. Doğu Avrupa’nın en büyük ülkesi Ukrayna üzerinde Batılı (ABD-AB) emperyalistlerle Rus ve Çinli emperyalistler arasında ortaya çıkan gerilim hem emperyalist devletler arasındaki saflaşmayı öncesine göre alabildiğince belirgin hale getirdi, hem de Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bittiği ilan edilen “Soğuk Savaş” yıllarının ardından ilk kez bu ciddiyette bir gerilim oluşmuş bulunuyor. Öyle görünüyor ki; bu saflaşma bundan sonra değişik bölgelerde ve uluslararası kurumlarda derinleşerek sürecek.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, SSCB’nin ve onun varisi Rusya’nın etkisi altındaki bölge ve ülkeleri kontrol altına alma süreci başlatan ABD ve Avrupalı emperyalistler, planlarını daha çok etnik temelde çatışmalar çıkararak hayata geçirdiler. Bunun en acı ve açık tablosu Yugoslavya’da yaşandı. Yüzyıllar boyunca bir arada yaşayan halklar, Yugoslavya’nın ele geçirilmesi adına Batılı emperyalistler tarafından birbirine kırdırıldı. Ardından da NATO eliyle işgal seferleri düzenlendi. Eskiden tek devlet çatısı altında yaşayan halklar, şimdi sekiz ayrı küçük devlet halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Sırbistan’ın uzun süre AB’ye teslim olmaması üzerine devam eden gerilimin ardından, yeni bir bölünmeye daha gidilerek, Kosova önce işgal edilmiş, sonra da Batı tarafından bağımsız devlet olarak tanınmıştı. Tanıyanların başında Almanya geliyordu. Yugoslavya örneği, emperyalizmin kendi politikasını hayata geçirmek ve en küçük bir alana sahip olabilmek için bölüp parçalamayacağı ülke, birbirine düşman etmeyeceği halk olmadığını yalın bir şekilde göstermişti.
Eskinden SSCB’nin sınırları içinde olan Cumhuriyetler ile Varşova Paktı üyesi olan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, “Soğuk Savaş”ın bitmesinden kısa bir süre sonra, Avrupa Birliği (AB) ve NATO üyesi yapılarak, Batılı emperyalistlere sıkı bir şekilde bağlandı. Daha somut ifade etmek gerekirse; “SB’nin eski devlet sınırları etrafında 14 Batı yanlısı devlet oluştu, dahası eski Doğu Blok’unun 10 devleti de NATO üyesidir şimdi. Buna rağmen, Gürcistan’daki kısa süreli askeri müdahale dışında, bu eski büyük gücün 20 yıldan fazla süren çöküşü kansız cereyan etti.”
NATO ve AB tarafından bu ülkelere dayatılan şartlar, tam anlamıyla teslim almayı içeriyor. Dolayısıyla bu ülkelerin gelecekte NATO ve AB’den ayrılması ancak güçlü bir mücadele ve köklü bir değişimle mümkündür. SSCB’nin dağılmasından kısa bir süre sonra Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin AB ve NATO’nun himayesine girmesinin, Batı kapitalizmi için yeterli olmadığı ve olmayacağı açıktı. Zira yeryüzünde halen Batı kapitalizminin kontrol edemediği, sözünü geçiremediği ülkeler vardı ve bunların da en kısa zamanda ele geçirilmesi gerekiyordu… Nihayetinde, başta ABD olmak üzere, Batılı kapitalist emperyalist ülkelerin nihai hedefi, “Doğu Bloku”nun yenilgiye uğramasının verdiği zafer sarhoşluğuyla, kontrol edilemeyen, teslim alınamayan bütün ülkelerin sırasıyla teslim alınmasından başka bir şey değildi.
Bu temelde ilk göze batan ülkelerin başında Taliban tarafından şeriat kurallarıyla yönetilen Afganistan geliyor. 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından, Afganistan, bütün emperyalist devletler tarafından el birliğiyle “gönüllüler koalisyonu” halinde ve uzlaşma içinde, “önleyici savaş doktirini”ni ortaya atılarak birkaç gün içinde işgal edildi. Bu işgal sırasında bütün emperyalist ve işbirlikçi devletler, ABD’nin belirlediği rota üzerinde birleşmiş göründüler. ABD ise, saldırıya uğramanın yarattığı mağduriyetle bütün ülkeleri etrafında toplamanın hazzını yaşıyordu. Nihayetinde, bütün ülkeler, ABD’nin zamanı ve gerekçelerini belirleyip kendilerine dayattığı bir işgal hareketine katılmak zorunda kaldılar.
Ne var ki; bu çok uzun sürmedi. 2003’teki Irak işgali öncesinde emperyalist devletler iki ayrı kampa bölündü. ABD ve İngiltere’nin Birleşmiş Milletler (BM) onayı olmadan da Irak’ı işgal hareketini başlatmalarına Almanya, Fransa, Rusya ve Çin karşı çıktı ve işgale katılmaya yanaşmadılar. Irak, ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde kurulan “gönüllüler koalisyonu”yla işgal edildi, ancak ABD ve İngiltere için tam anlamıyla bir bataklık oldu, olmaya da devam ediyor. Benzer bir durum Libya’da da oldu. Ancak, emperyalist kamplaşma, bu sefer Irak’takinden farklı oldu. Fransa, açıktan ABD-İngiliz ittifakına dahil olup vurucu güç haline gelirken, Almanya ekonomik ve siyasi çıkarları gereği “orta yol” siyaseti izledi; askeri olarak sürece dahil olmadı, ancak siyasi açıdan destekledi. Rusya-Çin ekseni ise, BM Güvenlik Konseyi’nde işgal konusunda çekimser kaldı, işgali sadece lafta eleştirmekle yetindi. Böylece, emperyalistler arasındaki çelişkiler Libya’da gerilimin düşük olduğu bir uzlaşmayla geçiştirilmiş oldu. Kaddafi barbarca öldürüldü, petrol başta olmak üzere ülkenin yeraltı kaynakları talan edildi ve Libya halkı yeni bir belirsizliğin içerisine sürüklendi. İstikrar adına yapılan işgalin ardından ülkeye istikrarsızlık hakim oldu ve olmaya da devam ediyor…
Ne var ki, Batılı emperyalistler Libya’yı almakla yetinmemiş, bir sonraki durak olarak Suriye’nin üzerine çarpı işareti konulmuştu. Suriye’nin işgali için Mart 2011’den itibaren başlatılan süreç, gelinen aşamada, Rusya-Çin ekseninin geri adım atmaması üzerine, masa başında yapılan hesapları alt üst etmiştir. Kısa bir süre içinde işgal edileceği sanılan Suriye’de beklenenin aksine hem Rusya-Çin ekseni hem de Esad rejimi büyük bir direnç göstermiş, dahası Batılı emperyalistlerin Esad rejimini devirmek için silahlandırdığı gruplar bu kez Batı’yı da tehdit edecek derecede güçlenmiş, bu nedenle de bunlara verilen destek kesilmek zorunda kalınmıştır. Denilebilir ki; Rusya’nın bir mevzi olarak Suriye’yi teslim etmemek için izlediği politikalar şimdilik sonuç vermiş ve Batılı emperyalistler ve onların bölgesel işbirlikçileri açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Uzlaşma amacıyla başlanan Cenevre 2 görüşmeleri de, beklendiği gibi, sonuçsuz kalmıştır. Ancak bu, Suriye’nin işgal edilmesi ve işbirlikçi bir rejimin işbaşına getirilmesi planlarının bundan sonra devreye sokulmayacağı anlamına gelmiyor. Tersine, fırsat bulundukça, Suriye’nin Rusya ekseninden çıkarılması planları yeniden devreye konulacaktır. Suriye’deki Kürtler ise, bu kaos ve belirsizlik ortamından yararlanarak, Rojova’da özerklik ilan etmeyi başarmış, ardından da halkın özyönetimiyle kantonların kurulmasına geçilmiştir.

YENİ HEDEF: UKRAYNA
Asıl hedefini “kontrol edilemeyen ülkelerin ele geçirilmesi” üzerine kuran ABD ve Avrupalı emperyalist devletler, Kasım 2013’te AB ile Ukrayna arasında imzalanması planlanan “Ortaklık Anlaşması”nın Rusya’nın baskısıyla son anda imzalanmaktan vazgeçilmesi üzerine, bu kez bir kez daha yönlerini Ukrayna’ya çevirdiler. 2004’te gerçekleştirilen “Turuncu Devrim” ile mevzi kazanan Batılı güçler, 2010’daki seçimlerde bu mevziyi yeniden Rusya yanlılarına kaptırmış, yeni bir hamle için asıl olarak 2015’teki Başkanlık seçimlerine göre planlar yapmışlardı. Ancak, AB ile Ortaklık Anlaşması’nın son anda Rusya’nın baskısıyla Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç tarafından imzalanmaması fırsat olarak görüldü ve süreç hızlandırıldı. AB bayraklarıyla aylarca “Maidan” Meydanı’nda bir araya gelen AB ve ABD yanlıları, Rusya yanlısı Yanukoviç’i devirmek için kitlesel eylemler düzenlediler, barikatlar kurarak çatışmalara girdiler, kamu binalarını işgal ettiler.
Buna rağmen, istediklerini kısa bir sürede alamayacaklarını fark eden işbirlikçi güçler bu kez silahlı ayaklanmaya başvurup, seçimle işbaşına gelen Hükümeti ve Devlet Başkanı’nı devirerek, Batı’nın desteğiyle açıktan bir darbe yaptılar. 18 Şubat’ta Kiev’deki Maidan Meydanı’ndan parlamento binasına doğru yürüyüşe geçen göstericilerle polis arasında çatışmalarda, Ukrayna Sağlık Bakanlığı tarafından verilen bilgiye göre, 77 kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında en az 6 polis de bulunuyordu. Böylece, SSCB’nin dağılmasından sonra, Ukrayna’da en kanlı olay gerçekleşmiş oluyordu. Ancak olaylardan kısa bir süre sonra, AB Dışpolitika Sözcüsü Catherina Ashton ile Estonya Başbakanı Bakan Urmas Paet arasında yapılan ve internete düşen telefon görüşmesine göre, bu katliamın Batı yanlısı güçler tarafından yapıldığı ifade edildi. Görüşmenin kayıtları her iki politikacı tarafından yalanlanmazken, içeriğine itiraz edildi. Kayıtlarda Estonyalı bakanın Ashton’a, “Yeni koalisyonun gerçekte neler olduğunu araştırmak istememesi rahatsızlık verici. Bu da keskin nişancıların arkasında Yanukoviç değil de, yeni koalisyondan birilerinin olduğu ihtimalini giderek kuvvetlendiriyor” dediği yer alıyordu.
İşbirlikçi güçler ve Batı medyası ise katliamın Yanukoviç’e bağlı “Berkut” polis gücü tarafından yapıldığını ifade ederek, Devlet Başkanı ve Hükümet’in istifa etmesini istedi. Bu katliamdan sonra Yanukoviç’i destekleyen oligarklar ve milletvekilleri cephesinde büyük bir kopuş oldu ve hızla istifalar başladı. Hal böyle olunca, Rusya yanlısı rejimin ayakta durması artık mümkün değildi ve Yanukoviç 22 Şubat’ta ailesiyle birlikte Rusya’ya kaçtı.
Halbuki, bu olayların ortasında Ukrayna’ya giden Almanya, Polonya ve Fransa Dışişleri Bakanlarının katıldığı toplantılarda bir “uzlaşma” sağlanmıştı. Buna göre, 2015’te yapılması planlanan Başkanlık seçimlerinin Aralık 2014’e çekilmesi, bütün kesimleri içerisine alan bir uzlaşma hükümetinin kurulması taraflarca kabul edilmişti. Ancak, bunu yeterli görmeyen faşist partilerin desteğiyle parlamentoya doğru bir ayaklanma başlatıldı ve sonunda darbe gerçekleştirildi.

BATI DARBESİ VE İŞBİRLİKÇİLER
Son darbenin Batı tarafından önceden planlandığına dair pek çok veri bulunuyor. Parlamento binasına yapılan yürüyüşten bir gün önce, “muhalefet liderleri” diye takdim edilen Kliçko/Yazenyuk ikilisi Berlin’de Başbakan Angela Merkel tarafından bizzat kabul edilerek, her türlü destek vaadi bir kez daha yinelendi. Zira, Merkel’in partisi CDU’ya bağlı Konrad Adenauer Vakfı’nın bu ekibi maddi olarak desteklediği, siyasi olarak eğittiği biliniyor. Hal böyle olunca, ‘Kiev ayaklanması’nın Berlin ziyareti sırasında planlanıp planlanmadığı sorusunu akıllara geliyor. Aynı şekilde, ABD de, doğrudan veya dolaylı olarak daha çok Batı Ukrayna’da taban bulan partiler, örgütler ve çeşitli kurumlara, faşist çetelere her türlü maddi ve politik destek verdi. Çeşitli kaynaklara göre, darbe için ABD tarafından toplamı 100 milyon dolar para aktarıldı.
Özetle, ABD ve Batı Avrupa bağlantılı “sivil toplum” görünümlü ve gayri resmi/örtük yapılanmalar tekrardan sahneye çıkmak suretiyle, üç aylık dönemde sivil-faşist darbe ile neticelenen süreç için milyonlarca dolar yatırım yaptılar. Kiev’in merkezi meydanına kurulan dev sahnede, ABD, Almanya ve diğer Batılı ülkelerin büyükelçileri, bakanları ve politikacıları boy göstererek, darbenin yapılmasına imkan sağladılar.
Açıktır ki; Ukrayna’da AB ve ABD tarafından faşist bir darbe gerçekleştirilmiştir. İçeride dayanak olarak kullanılanların başında boksör Vitali Kliçko, Rus doğalgazını satarak zenginleşen Yulia Timoşenko ve partisi “Anavatan” ile faşist “Swoboda” (Özgürlük) Partisi geliyor. Eylemler sırasında, Hitler faşizminin Ukrayna’yı işgal ettiği yıllarda Kızıl Ordu’ya karşı Alman faşistleriyle aynı safta yer alan Stepan Bandera ve onun ırkçı terör örgütü Ukraynalı Milliyetçiler Örgütü’nün sembolleri ve bayrakları Maidan’da sıkça boy göstermiştir. Komünistlere, Yahudilere ve Ruslara karşı açıktan düşmanlık yapan Swoboda Partisi ve lideri Oleg Tjagnibok, Batılı emperyalistler tarafından el üstünde tutulmuş, vurucu güç olarak kullanılmıştır. Bu faşist parti, daha sonra kurulan geçici hükümette de etkili bir şekilde yer almıştır. Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin tanınmış simalarından ve eski başkan adayı John McCain de Swoboda lideriyle bizzat görüşmüş, güçlenmesi için destek verilmiştir. Özetle, açıktan ırkçı-faşist bir anlayışa sahip olan Swoboda, Batı tarafından “normal” bir “muhalefet partisi” olarak değerlendirilmiş ve darbe sürecinde önemli rol oynaması sağlanmıştır. Eylemler sırasında Swoboda’nın askeri kanadı “C 14” Ukrayna Komünist Partisi’nin merkezini basmış, duvarlara gamalı haç işareti yapmış ve Rus azınlığına karşı düşmanca mesajlar vermiştir.
Bütün bunlar, Ukrayna halkına, Batı tarafından, faşist-oligarşik bir sınıfın Yanukoviç’e alternatif olarak dayatıldığını yeterince ortaya koyuyor olsa gerek.
Darbenin ardından kurulan yeni hükümetin Başbakanı Timoşenko’nun sağ kolu banker Arseni Yazenyuk, Yardımcısı da Swoboda partisinden Olexandr Siç oldu. İçişler Bakanlığı koltuğuna ise hakkında yolsuzluk soruşturmaları açılan multi-milyarder Arsen Avakov oturdu. Yine Maidan gösterilerini maddi olarak destekleyen oligarklar, Petro Poroşenko, Volodimir Groisman da Bölgesel Politikalar Bakanlığı yardımcıları olarak atandılar. Ulusal Güvenlik Dairesi’nin başına ise, faşist Sosyal-Milliyetçi Parti’nin kurucu üyesi Andriy Parubi getirildi. Böylece, yeni yönetici kliğin faşist-oligark karışımı olduğu kendiliğinden görülüyor.
Batılı emperyalistlerin, faşistlere dayanarak Ukrayna’yı kendi denetimi altına almak için izlemiş olduğu politikaların arkasında, elbette, hem bu ülkenin jeostratejik önemi, hem de bu ülkedeki yönetimin halen Rusya’nın etki alanı içerisinde olması vardı. SSCB döneminde sanayi, yeraltı kaynakları, gemi ve uçak yapımı, silah ve çelik üretimi konusunda önemli bir yere sahip olan Ukrayna, bugün de bu özelliklerini korumaya devam ediyor. Ayrıca, Rus doğalgazının Doğu Avrupa’ya ulaştırılmasında Ukrayna koridor niteliğinde. 45 milyon nüfusuyla Doğu Avrupa’nın en büyük pazar alanlarından biri olan ülkede siyasi bölünme sermaye gruplarının çıkarlarına göre şekillenmiş; Rus nüfusunun yoğun olduğu ülkenin doğu ve güneyinde sermaye gruplarının Rusya ile yoğun ticari ilişkileri bulunuyor, batıdakiler ise daha çok AB ile ticaret ilişkisi içerisinde.
Ayrıca, Ukrayna’nın Rusya ile Batı Avrupa arasında bir “tampon bölge” ve “enerji koridoru” olması da, tarafların geçmişten günümüze birbiriyle girdikleri savaşlarda hep önemli oldu. Dolayısıyla günümüzde bu ülkenin hangi güç tarafından kontrol edildiği ya da edilmek istendiği, aynı zamanda ülkenin geçmişiyle de ilgili.
Başka bir deyişle, Ukrayna, geçmişten günümüzde kadar “Doğu” ile “Batı” arasında; açıkça görüldüğü gibi Rusya-Çin ekseniyle, ABD ve AB üyesi Almanya ve Polonya başta olmak üzere, bölge üzerine “tarihsel” emeller besleyen ülkelerin en aktif taraflarını oluşturdukları güçlerin mücadelesinin alanlarından birini oldu. Bu konumdaki bir ülke üzerine kavga, içeride salt farklı kliklerin işbaşına gelmesiyle sonuçlanamayacak denli derin.
Bu nedenle Ukrayna’daki gelişmeler” uzunca bir süredir Ukrayna’nın bir “iç sorunu” olmaktan çıkmış, emperyalist ülkelerin paylaşım planlarının parçası haline dönmüştür. Çok sayıda insanın canına mal olan “ayaklanma” ve çatışmanın asıl nedeni, AB ve ABD’nin ülke üzerinde egemen olması çabasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla Ukrayna’daki egemen güçler, oligarklar kadar halk da, ülke içerisindeki sorunlar üzerinden değil, emperyalist devletlerin planlarına göre bölünmüş ya da böldürülmüştür. Eğer bölünme, ülke içerisindeki ekonomik-sosyal sorunlar temelinde olmuş olsaydı, ilerici güçler daha avantajlı çıkabilir, buradan geleceğe dair umutlu bir sonuç alınabilirdi. Ne var ki, farklı emperyalist güçler arasında Ukrayna üzerinde süren egemenlik mücadelesi, milyonlarca işçinin, emekçinin ekonomik-sosyal sorunlarının üzerine kalın bir perde çekmiş, geniş yığınları emperyalist planlar ve mücadele ortamına sıkıştırmıştır. Halbuki, ülkede güçlü bir ekonomik altyapı olmasına rağmen, yoksulluk kimi kentlerinde yüzde 60’a kadar dayanmış, Ukrayna’nın geniş ve zengin topraklarının önemli bir bölümü 1991’den sonra uluslararası tekellere özelleştirme adı altında peşkeş çekilmiş, Ukrayna halkı tarafından işletilememektedir.
Örneğin, şu anda Ukrayna’da Çin’e ait 100 bin hektarlık toprak var. Bunun aşamalı olarak 3 milyon hektara çıkarılması planlanıyor. Bu miktar, Avrupa’nın en büyük ülkesi olan Almanya’nın ekili arazisinin dörtte birine (12 milyon hektar) denk geliyor.  Ayrıca eskiden milyonlarca işçinin çalıştığı büyük fabrikaların çoğu yine ya oligarklara ya da uluslararası tekellere kelepir fiyatına satılmış, emekçilerin ailelerini geçindirebilecek bir iş bulmaları imkanı da ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunlar, Ukrayna halkı için kurtuluşun “içeride değil dışarıda” olduğu görüşünün yayılmasına, AB’ye girişin tek seçenek olarak görülmesine vesile olmuştur. AB ile ortaklık ya da yakın ilişkinin geniş kitleler arasında bu denli popüler olmasının arkasında asıl olarak bu sosyal-ekonomik nedenler bulunuyor.

BATI CEPHESİNDE GÖRÜŞ FARKLILIĞI VE BÖLÜNME
Kabaca bakıldığında Ukrayna eksenindeki gelişmeler karşısında ABD ve Batı Avrupalı emperyalist devletler aynı safta görünse de, ayrıntılı bakıldığında bunların arasında farklılıkların olduğu da görülecektir. Rusya ile ticari ilişkileri az olan ABD ve İngiltere, doğrudan bir “izolasyon” politikası izlenmesini savunurken; Almanya-Fransa ekseni, ticari ilişkilerin yoğunluğu nedeniyle, Rusya ile açıktan ilişkilerin koparılması ve yaptırımların uygulanmasına karşı çıkıyor. Bu temelde olağanüstü toplanan AB zirvelerinden Rusya’ya yönelik sınırlı yaptırım kararları çıktı. Kararlar, daha çok, Yanukoviç rejimi döneminde Ukrayna’da görev yapanların banka hesaplarının dondurulması ve Rusya ile yapılması öngörülen vize kolaylığının durdurulmasına yönelik bulunuyor. Bu nedenle, özellikle Almanya her ne kadar aynı cephede görünse de, tam olarak aynı şeyi savunmuyor. Dahası Almanya, “çok katmanlı Ukrayna sorunu”nda büyük bir açmazla karşı karşıya kaldı. Alman sermayesinin bir bölümü, ekonomik çıkarlar gereği Rusya’ya daha yakın durmanın gerektiğini açık bir şekilde dile getirdi.
Bu nedenle, Ukrayna’daki darbeye her açıdan destek veren Almanya, ABD ve İngiltere gibi Rusya ile açıktan karşı karşıya gelmekten yana değil. AB’nin Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımları gündeme getirmesi ise, şimdilik beklenmiyor. Çünkü bu durumda asıl zararlı çıkanın AB olacağı ifade ediliyor. Rusya AB’nin üçüncü; AB de Rusya’nın birinci ticaret ortağı. Almanya ve AB ülkeleri, öncelikli olarak Rusya’ya ağır sanayi makineleri, kimyasal maddeler ve tarım ürünleri; Rusya ise AB ülkelerine ağırlıklı olarak doğalgaz ve petrol satıyor. Özellikle Rusya’nın yaptırımlara karşılık vermesi durumunda, doğalgaz ve petrol konusunda Rusya’ya bağımlı olan ülkelerin önemli ölçüde zararlı çıkacağı ifade ediliyor. Bunların başında ise Almanya geliyor.
Almanya ile Rusya arasında 2013’te toplam 76,5 milyar Euro’luk ticaret yapıldı. Rusya Almanya’ya 40,5 milyar Euro’luk, Almanya ise Rusya’ya 36 milyar Euro’luk mal sattı. Basında yer alan haberlere göre, Rusya’da 6 bin Alman firması iş yapıyor ve bu firmalara bağlı 300 bin kişi çalışıyor. Bu da, Almanya-Rusya ticari ilişkilerinin sarsılması durumunda her iki ülkenin kaybının büyük olacağı anlamına geliyor. Almanya, ihtiyaç duyduğu petrol ve doğalgazın üçte birini Rusya’dan karşılıyor. Doğu Avrupa ülkelerinde bu oran, yüzde 100’e kadar çıkıyor. Bu durumda, Rusya’nın petrol ve doğalgaz satışını durdurması ya da fiyatları artırması, AB ve Alman ekonomisinde büyük sarsılmalara yol açacak gibi görünüyor.
Bu nedenle, Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’i devirmek için canla başla çalışan AB ülkeleri, Rusya’nın yaptığı Kırım hamlesi karşısında tam anlamıyla zora düştü. Süddeutsche Zeitung’da Nico Fried’in yorum yazısında, Merkel’in Ukrayna politikası şu şekilde eleştiriliyordu: “Bir şey açık: Merkel suçlu. Başbakan şunu bilmeliydi ki, Ukrayna ile AB arasında imzalanması planlanan işbirliği anlaşması Rusya için provokasyondu. Bu demektir ki, Putin pek dikkate değer görülmedi.”
Gerçekten de Almanya, Ukrayna’daki darbenin ardından Rusya’nın nasıl bir tutum göstereceğini fazla hesaplamadan hareket etti. Sonradan, ortaya çıkan durum karşısında yeni bir politika belirleme yoluna gitti. Halbuki; Merkel, Ukrayna’da başından beri taraftı. Dengelerin Rusya’nın aleyhine dönmesi için elinden geleni yaptı. Ve öyle anlaşılıyor ki, gerilim ortamında, Rusya, kısa bir süre içerisinde önce Ukrayna’ya, sonra da Avrupa’ya karşı “doğal gaz silahı”nı kullanacak. Gazporm Başkanı, Ukrayna’ya uygulanan yüzde 30 indirimin kaldırılacağını açıkladı. Bu demektir ki, Ukrayna Rusya’dan doğalgazı artık daha pahalıya satın alacak. Bunun, zaten ekonomisi iflas durumunda olan Ukrayna’da pek çok soruna yol açacağı açık.

RUSYA’NIN KIRIM HAMLESİ
Batılı emperyalist devletlerin bütün Ukrayna’yı denetim altına almak için gerçekleştirdiği darbeye, beklendiği gibi, Rusya’nın yanıtı sert oldu. Dünya kamuoyunun oluşan yeni dengeler çerçevesinde Ukrayna’nın bölünüp bölünmeyeceğini tartıştığı sırada, Kırım Parlamentosu, 6 Mart’ta, Rusya Federasyonu’na katılma kararı aldı ve bu temelde 16 Mart’ta referandum yapılacağını ilan etti. Ayrıca Sivastopol kenti de, Kırım ile birlikte Rusya’ya katılmak istediğini duyurdu. Geniş yankı yaratan bu kararın ardından yapılan referanduma yüzde 83’lük oy kullanma oranıyla katılan Kırım halkının yüzde 96.8’i Ukrayna’dan ayrılma ve Rusya’ya bağlanma yönünde karar verdi. Ve Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin, 18 Mart’ta Kremlin’de düzenlediği şatafatlı bir törenle Kırım ve Sivastopol’un Rusya Federasyonu’na katılma başvurusunu kabul edip onay için gereğin yapılmak üzere parlamentoya havale etti. Böylece, hızlı gelişmelerin ardından, eğer tüm doğu ve güney bölgelerine, Harkov ve Donetsk’e kadar yayılmaz bu haliyle kalırsa, kısa bir süre içerisinde Ukrayna bölünmüş oldu.
2001 nüfus sayımına göre 2 milyon 33 bin 700 kişinin yaşadığı Kırım Özerk Cumhuriyeti nüfusunun yaklaşık yüzde 60’nı Ruslar oluşturuyor. Ruslar’dan sonra yüzde 24 ile Ukraynalılar ikinci, yüzde 12 ile Kırım Tatarları üçüncü sırada yer alıyor. Aynı şekilde Kırım Yarımadası’nda yer alan Sivastopol kentinde yaşayan 328 bin kişinin de yüzde 72’sini Ruslar oluşturuyor. Ayrıca, Rusya’nın Karadeniz Donanması’nın merkezi de bu kentte.
Hem nüfusunun çoğunun Rus olması, hem de sanayi ve stratejik önemi bakımından Rusya için vazgeçilmez önemi olan Kırım Yarımadası’nın Rusya topraklarına dahil edilmesi, bir taraftan Putin yönetiminin Batı karşısında artık geri adım atma niyetinde olmadığını gösterirken, diğer taraftan ise, Batı’nın Rusya’nın Kırım hamlesi karşısında çaresiz kaldığını da gösterdi. Bu, aynı zamanda, Rusya’nın bir süreden beri uluslararası ilişkilerde sürdürdüğü aktif dış politikanın zirve yapması anlamına geliyor.
Kırım, tarihte daha önce de egemen devletlerin paylaşmakta zorlandığı ve bunu için savaşlar yaptığı bir yarımada. “İlk zamanlar Kırım’da Kimmerler, Antik Yunanistan, İskitler,  Gotlar,  Hunlar,  Bulgarlar,  Hazarlar, Kiev Rus devleti, Bizans Yunanlıları, Kıpçaklar, Osmanlı Türkleri,  Altınordu Tatarları ve Moğollar hakimiyet kurmuştur. 13. yüzyılda Venedikliler ve Cenevizliler tarafından kısmen kontrol altına alındı, bunu izleyen dönemde, sırasıyla 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Kırım Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Rus İmparatorluğu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler faşizmi ve daha sonra 20. yüzyılın geri kalanında Sovyetler Birliği içinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı.”
Kırım Yarımadası, 1954’de, Kuruçev tarafından Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti sınırları içerisinde dahil edilmişti.
Kırım üzerinde günümüzde süren paylaşım mücadelesinin bir benzeri, 1853-56 yılları arasında yaşanmıştı. Yarım milyon insanın canına mal olan Kırım Savaşı’nda devletlerin dizilimi ve öne sürülen gerekçeleriyle, aradan 160 yıl geçmesine rağmen değişen fazla bir şeyin olmaması dikkat çekici.
Osmanlı’nın Rus ve diğer azınlıklara yönelik baskılarına tepki gösteren Çarlık Rusya’sı, Kırım’a askeri operasyon düzenledi. Rusya’nın batıya doğru ilerlemesinden endişe eden Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa ve Sardunya Krallığı (İtalya), Osmanlıyla birlikte savaşa dahil oldu. Prusya (Almanya) ve diğer Avrupa devletleri ise, tıpkı bugün olduğu gibi, bir taraftan Batı kampında yer alırken, diğer taraftan Çarlık Rusya’sıyla arayı bozmamaya çalışıyordu. 160 yıl önceki Kırım Savaş’ından bugüne geldiğimizde, Osmanlı’nın yerini Ukrayna almış, bir de, o zamanlar bu denli güçlü olmayan ABD sürece aktif dahil olmuş. Bunların dışında işbirliği yapan güçler ve bunların hesapları konuşanda değişen fazla bir şey yok. Gerilim, tıpkı bugün Ukrayna ile Rusya arasında bir çatışmayla sınırlı olmadığı gibi, o zaman da, Osmanlı ile Rusya arasındaki bir savaştan ibaret değildi; bölgeye kimin egemen olacağıyla ilgili genel ve önemli bir savaştı. Asıl savaş, o zaman da, Rusya ile Batılı kapitalist devletler arasındaydı.
Yüz binlerce insan hayatını kaybettiği üç yıl süren savaş, her ne kadar müttefik güçlerin Çarlık Rusya’sına karşı “zaferi”yle sonuçlansa da, Osmanlı, asıl kaybeden taraf olmuştur. Ekonomisi, tıpkı bugünkü Ukrayna gibi iflas aşamasındaydı ve savaşı yürütebilmek için diğer müttefikler tarafından alabildiğince borçlandırılmış, savaş sonrasında müttefik güçlerin sömürgesi haline gelmişti. Osmanlı için kullanılan “hasta adam” tanımlaması, ilk kez Kırım Savaşı sırasında ortaya atılmıştı. Açıktır ki, Avrupa’nın “hasta adamı” şimdi Ukrayna’dır. Ve öyle görünüyor ki, Osmanlı’yı tam sömürge haline getiren Kırım Savaşı, şimdi de Ukrayna’yı sınırsız şekilde Batılı emperyalistlerin sömürgesi haline getirecek. Bu nedenle, Kırım ikinci kez dünya tarihinde önemli bir dönemecin adresi olmuştur.

RUSYA’NIN YENİDEN YÜKSELİŞİ YA DA “ÇAR PUTİN”
Batı Avrupalı emperyalist devletlerle ABD’nin Ukrayna’da gerçekleştirdiği faşist darbe, gelinen aşamada, Ukrayna’yı bölmüş bulunuyor. Taraflar arasında gerilimin başladığı ilk aylarda “bu gidişle ülke bölünür mü?” şeklinde yöneltilen ve düşük bir olasılık olarak görülen bu öngörü şimdi gerçeğe dönüşmüş durumda. Bunda, elbette, Rusya’nın izlemiş olduğu kendine güvenli ve uzlaşmaz tutumun önemli bir payı bulunuyor.
Rusya ve lideri Putin, yeniden kazanılması zor görülen Ukrayna’yı kaybettiği gerçeğini gördükten sonra, Kırım hamlesiyle, en kıymetli bölgesini koparak kendi topraklarına dahil etti. Hem de ABD ve Batı Avrupalı devletlerin tehdit ve şantajlarını hiçe sayarak.
Kırım ve Sivastopol’da 16 Mart’ta yapılan referandumda halkın ezici çoğunluğunun Rusya Federasyonu’na katılmayı kabul etmesinin ardından Kremlin’de düzenlenen imza töreni, bu nedenle Putin ve Rus sermayesi tarafından tam anlamıyla gövde gösterisine dönüştürüldü.  Şimdilik, görünürde kazanan Rusya, kaybeden Ukrayna’daki işbirlikçi-faşist çevreler ve onların asıl destekçileri olan Batılı emperyalist devletler olmuştur. En azından politik ve moral açısından tablo bundan ibaret görünüyor. Ancak bu durum siyasi bakımdan “yarısı suyla dolu bardak”tan başka bir şey değildir. Rusya, bardağın dolu tarafını göstererek, bütünü kaybetmek yerine Kırımı kurtarmanın sevincini yaşıyor. Halbuki, bardağın boş tarafına bakıldığında, Rusya, Doğu Avrupa’nın en büyük ülkesi Ukrayna’nın batısını kaybetmiş, NATO ve AB’nin gelip sınırına dayanmasını engelleyememiştir. Kırım ve Sivastopol’u da elinde tutan NATO denetimindeki bir Ukrayna ise tam anlamıyla felaket anlamına gelecekti. Bu nedenle, mevcut dengeler ve ittifaklar açısından bakıldığında, Rusya’nın tek ve son çare olarak, Ukrayna’nın en kıymetli bölümünü kendi topraklarına dahil etmesi başarı olarak görülebilir.
Batılı güçler ise, Ukrayna’yı bütün olarak ele geçirmenin ve şüphesiz bölmeden kontrol etmenin hesaplarını yapıyordu. Ancak Putin’in beklenmedik ileri hamlesi onları hazırlıksız yakaladı. Bu nedenle, Ukrayna’nın bölünmeden kontrol edilmesi hayali gerçekleşmeyen Batı cephesi açısından bu bir yenilgi görünebilir. Ne var ki; Yanukoviç devrilmeden önce ülke üzerinde ciddi etkisi bulunmayan Batı cephesi, şimdi, her açıdan kontrol edebileceği bir Batı Ukrayna’ya sahiptir. Bardağın yarısı bu açıdan Batı için dolu görünüyor. Dahası, Batı Ukrayna üzerinde kurulacak egemenlikle NATO ve AB’nin sınırları bir adım daha doğuya doğru kaydırılmış, nihayet Rusya sınırına dayanmıştır. Ancak, Batı’nın kazandığı Batı Ukrayna’nın ekonomik açısından değeri, Doğu ve Güney Ukrayna’ya göre çok çok düşüktür. Dolayısıyla bölünmüş ve zayıflamış bir Batı Ukrayna’nın Batı cephesi için ileride her açıdan sorun olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Bu da, Batı cephesi açısından bardağın boş tarafı demektir.
Putin, Kırım ve Sivastopol temsilcilerini de çağırarak düzenlediği imza töreninde yaptığı konuşmada, asıl olarak NATO’nun Rusya sınırına dayanmasından ve füze savunma sisteminin Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirilmesinden rahatsız olduğunu belirttikten sonra, şöyle devam ediyordu: “Bugün de bize karşı bir çok yaptırım tehdidinde bulunuyorlar. Biz zaten bir çok sınırlamayla karşı karşıyayız. Örneğin Soğuk Savaş yıllarında ABD ve diğer ülkeler, SSCB’den belli teknoloji ve silahların satın alınmasını yasaklamıştı. Bu sözde Comecon Listesi’nde yer alıyordu. Bugün bu sadece biçimsel olarak değişmiştir, gerçekte ise geçmişteki yasak bugün de devam ediyor. Sürekli bizi bir köşeye sıkıştırmaya çalıştılar, çünkü bizim bağımsız bir tutumumuz var. Ama her şeyin bir sınırı var. Ve Ukrayna olayında Batılı partnerlerimiz şeytanla hareket ederek, ağırdan alarak, sorumsuzca ve amatörce davrandılar.”
Putin, konuşmasında, Batılı emperyalist güçlerin Rusya’nın çıkarlarını zedeleme konusunda “sınırı aştığını” ve gereken yanıtın verildiğini ifade ederek, Rus emperyalizminin bundan sonra nasıl bir siyaset izleyeceği konusunda önemli ipuçları veriyordu. Gerçi bu konudaki ipuçlarını daha önce de vermişti. 2007’de, Münih’teki NATO Güvenlik Konferansı’nda açık bir şekilde “ABD sınırlarını aştı. Şiddeti yayıyor” demişti.  Bu açıklamadan kısa bir süre sonra, Ağustos 2008’de, Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Gürcü ordusunun yaptığı müdahaleye Rusya askeri yanıt vermiş ve Güney Osetya ve Abhazya’yı himayesine almıştı. Böylece askeri açıdan ilk ciddi çıkışını Gürcistan’a yaptığı müdahaleyle gösteren Rusya, Kırım’da da benzer bir taktik izledi.
Siyasi ve askeri olarak, komşularını bu denli tehdit eden Rusya, ekonomik açıdan ise, son yıllarda bazı ülkelerle “entegrasyon” süreci başlattı. Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Ermenistan ve Moldavya’nın katılımıyla AB’ye benzer Avrasya Ekonomik Birliği’nin kurulması öngörülüyor. Son gelişmelerle birlikte Ukrayna’nın bu birliğe dahil olmayacağı artık görülüyor.
Soğuk Savaş’ın bittiği ilk yıllarda Yeltsin tarafından Batılı emperyalistlere peşkeş çekilen Rusya, Putin döneminde toparlanmış ve kendisini savunacak güce erişmiş görünüyor. Putin, törende yaptığı konuşmada, Kırım ve Sivastopol’un Nikita Kruçov tarafından 1954’te, hem de halka sorulmadan Ukrayna’ya hediye edilmesi şeklindeki yanlışı şimdi düzelttiklerini söylerken, eski SSCB Cumhuriyetlerinde yaşayan Rus azınlığın haklarının koruyucusu olduklarını da ilan ediyordu. Bu açıklamanın ardından, bu kez, Rus azınlığın yaşadığı Moldavya’nın Trans-Nistrien Bölgesi’nin de, Kırım gibi, Rusya Federasyonu’na katılabileceği gündeme geldi. Bütün Rusların koruyucusu olduğunu ilan ederek, içeride Rus milliyetçilerinin de açık desteğini alan Putin, diğer emperyalist devletler gibi, kendi ülkesinin sermayesini ve emperyalist ihtiyaçlarını gözetip korumanın planlarını yapıyor.
Ama belirtmek gerekiyor ki, Putin, göreve geldiği günden bu yana, eski Çarlık Rusya’sının ve SSCB’nin gücüne hep göndermelerde bulundu ve Rusya’nın düştüğü durumdan memnun olmadığını da ifade etti. Dolayısıyla Rusya’nın ve Rusların bu şekilde yaşamaya devam etmesini onaylamıyordu. “SSCB’nin dağılması 20. yüzyılın jeopolitik felaketidir” diyen Putin’in bu nedenle geçmişe yönelik yaptığı göndermelerinin çoğunda dile getirdiği, aynı zamanda günümüz Rusya’sının eski nüfuz alanlarını yeniden kazanması, her yönüyle güçlenmesine duyduğu özlemden başka bir şey değil.
Bütün bunlardan ötürü, Putin’in Rus sermayesinin çıkarlarını korumak için izlemiş olduğu dış politika, Batılı emperyalistler tarafından da uzunca bir süredir rahatsızlıkla izleniyor. Zira, taraflar arasındaki gerilimin hep düşük yoğunluklu geçmeyeceği açıktı ve bundan sonra da daha sert ve keskin dönemeçler yaşanacak. Bunda Batı basını tarafından kişisel olarak Putin’in belli özellikleri daha çok öne çıkarılıyor. Hatta ABD eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, hızını alamayarak, işi Putin’i Hitler’e benzetmeye kadar vardırdı. Almanya Başbakanı Merkel ise, Rusya’nın Kırım hamlesini, “Putin, başka bir dünyada yaşıyor” diyerek anlamakta zorlandığını ifade etti.
Halbuki ortada anlaşılmayacak bir durum yok! Nasıl ki Almanya, ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Ukrayna’yı kendi denetimlerine alıp etki alanlarını genişletmeyi ve Rusya’yı çevrelemeyi amaçlıyorlarsa, Putin de, eskiden sahip olduğu alanları korumak için karşı hamleler yapıyor. Bu eksenden bakıldığında, Batılı emperyalistlerin saldırı, Rusya’nın halen savunma hattında olduğu söylenebilir. Anlaşılan o ki, Batı cephesi bu sert savunma politikasını beklenmiyordu ve bundan duyduğu şaşkınlığı da gizleyemiyor.
Ama, kapitalist dünyanın gerçekleri, uzun yıllar bölgesinde önemli bir güç olan Rusya’nın daha fazla geri adım atmasının koşullarının kalmadığını gösteriyor. Kendi sınırları içerisine hapsedilecek bir Rusya’nın da bir gün Batılı emperyalistler tarafından paylaşılmak üzere masaya yatırılacak olması dikkate alınması gereken bir ihtimaldir.
Öyle görünüyor ki; Putin savunma hattını genişletip yeni müttefikler bulmadığı taktirde günün birinde Batılı emperyalistler tarafından Rusya’nın paylaşılmasının da gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Rusya içerisinde son bir kaç yıldır ortaya çıkan ve “demokrasi hareketi” diye tanımlanan güçler, tam da, Rusya’yı Ukrayna gibi ele geçirme hesaplarının önemli bir parçasıdır. En önemlisi de, ülkede, tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi, açıktan bir faşist hareket örgütlenmiştir ve sıkça boy göstermektedir. Unutmamak gerekiyor ki; Batının desteklediği liberaller, sosyal demokratlar, sözde komünistler, radikal milliyetçiler, daha önce, St. Petersburg’da “Milyonların Yürüyüşü” adı altında büyük bir eylem düzenlemişlerdi.
Hepsi, Putin’in temsil ettiği oligarşik yönetimi eleştiriyor. En önemlisi de tepki gösterenlerin sayısı gün geçtikçe büyüyor. Gorbaçov’la başlayan Batı emperyalizmine entegrasyon süreci, Yeltsin’le Rusya’nın geçmiş ekonomik birikim ve kazanımlarının Batı sermayesinin talan ve yağmasına dönüşmüş, halkın refah düzeyi düşmüştü. Putin döneminde bu ilişki bütünüyle sona ermiş olmaktan uzaktır; ancak ülke zenginliklerine el koyan Rus burjuvazisi büyümüş, dünya pazarlarına açılmasına özel olarak destek verilmiş, palazlandırılmıştır. Gelinen aşamada, Rusya; petrol, doğal gaz ve enerji kaynakları üzerinde kıyasıya rekabetin sürdüğü, gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyüdüğü, hem milyarderlerin hem de yoksulların arttığı klasik kapitalist bir ülke haline gelmiştir. Resmi kaynaklara göre, yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 20 milyonun üzerinde. Gerçekte ise, 30 milyona yakın. En çok da gençler işsizlik ve yoksulluktan etkileniyor. Seçimlerden önce, bu dönem, en önemli hedefi olarak yoksullukla mücadeleyi önüne koyan Putin, bugüne kadar somut bir adım atmış değil. Bütün bunlardan ötürü, bir süreden beri Rusya’da kendisini “Anti-Putin” hareketi olarak dışa vuran toplumsal huzursuzluğun bir bölümü Batı tarafından desteklenen liberal kesimlerden oluşurken, diğer bir bölümü sosyal sorunlardan ötürü biriken öfkenin ifadesinden başka bir şey değil. Ancak, yine de Putin Rus ekonomisini önemli ölçüde derleyip toparlamış durumdadır ve eskisinden farklı politikalar izlemeye yönelmiştir.
İçeride zenginliği bir grup azınlığın emrine sunan Putin ve ekibi, dış politikada ise emperyalist politikaları yeniden etkili şekilde devreye koymuş bulunuyor. Suriye ve Ukrayna’daki gelişmelerde de görülebileceği gibi, Rusya, artık diğer emperyalist güçlerle rekabet ve hegemonya çatışmasına girmekten çekinmiyor. Bu çıkıştan ötürü olmalı ki, ABD’de yayınlanan dış politika dergisi “Forbes”, 2013’de, Putin’i “dünyanın en güçlü lideri” ilan etti. Bu da, Putin’in son yıllarda izlemiş olduğu politikalarla hem içeride hem de dışarıda güçlendiğini ve çara dönüştüğünü yeterince ortaya koyuyor.
Bugünkü politikaları ve yönelimi, Rusya’nın, “pes” etmek bir yana, kendi çevresinden başlayarak dünyanın paylaşımı için Batılı emperyalistlerle dişe diş çekişmekten kaçınmayacağını göstermektedir.

SONUÇ: BLOKLAŞMALAR BELİRGİNLEŞTİ, ÇELİŞKİSİ DERİNLEŞECEK
Denilebilir ki, Rusya, Kırım hamlesiyle, son 10 yıldır olup bitenlerden yola çıkarak, tarihsel nedenlerin de etkisiyle bütününü daha fazla kontrol etmesinin artık mümkün olmadığını gördüğü Ukrayna’yı kendi çıkarları açısından bölmenin en yararlı adım olduğuna karar vermiş ve buna göre bir plan hayata geçirmiştir. Burjuva diplomasisinde sonda atılması gereken adımı en başta atarak elini güçlendirmiş ve ona göre pazarlık kapısını açık bırakmıştır. Başka bir deyişle, Rusya, önce diplomatik girişimleri başlatıp Kırım’ı kurtarma yoluna gitme yerine, ilkin askeri müdahaleyle kendi topraklarına katmış, sonra diplomasiye açık olduğunu ilan etmiştir.
“Ukrayna ve onun özerk bölgesi Kırım’da tüm etkinliğini yitirmiş bir Rusya diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturabilir miydi? Bu durumda diplomasi çıkmaz bir yoldu ve bitip tükenmeyen müzakereler ve oyalamalar sürecinin ardından mevcut durumun Rusya tarafından kabul edilmesi istenecek, belki bunun için önemsiz tavizler verilecekti. Şimdi ise Rusya Kırım’ı kontrolü altına alarak diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturuyor. Üstelik çok gelişmiş balistik bir füzenin denemesini yapmış olarak! Yani bugünün uluslararası politikasına yön veren belli başlı emperyalist ülkeler arasındaki temel kurallar yürürlükte ve bundan sonra da pazarlıklar böyle yürüyecek.”
Rusya’nın Kırım hamlesinin ardından Batılı emperyalist devletlerin yapacağı fazla bir şey kalmamıştır. Bunun içindir ki, 18 Mart’ta Kremlin’de Kırım ve Sivastopol’un Rusya Federasyonu’na katılması için yapılan tören, tam anlamıyla Putin ve Rus emperyalizminin küllerinden dirilerek gücünü dünyaya göstermesinden başka bir şey değildir. Dahası, daha güçlü olduğunu ifade eden Batı’nın Rusya’ya karşı “düşük yoğunluklu” yaptırımlardan başka yapacağı fazla bir şey olmamıştır. Doğu ve güney Ukrayna Kırım’ın yolundan yürümeyecek olsa bile, Kırım ve Sivastopol’un bundan sonra da Ukrayna topraklarına yeniden dahil olması mümkün görünmüyor. Bunu zorlayıcı politikalar ya da girişimlerin olması durumunda en azından bölgesel bir savaşın gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz.
Ve bu olasılık çok da küçümsenebilir değildir. Zira, Ukrayna’yı kanatları altına alan Batılı kapitalistler, her fırsatta Kırım’ın rövanşını almak için plan yapacaklardır. Bunun için ise, öncelikli olarak Ukrayna’nın AB ve NATO üyesi olması gerekiyor. Bu gerçekleştirildikten sonra, Ukrayna’ya verilecek “açık çekle” yapılacak provokasyonların ardından, tıpkı 160 yıl önceki Kırım Savaşı’na benzer bir savaşın çıkması ihtimali yok sayılamaz. Zira, Batı, bununla asıl olarak Rusya’yı güçten düşürme, haddini bildirme ve yükselişini durdurmayı amaçlayacaktır. Ne var ki; Putin liderliğindeki Rus burjuvazisi, son gelişmelerle birlikte bundan sonra kolay bir şekilde diğer emperyalistlere teslim olma ve nüfuz alanlarından vazgeçme niyetinde olmadığını ilan etmiş ve daha dirayetli bir tutum içerisinde olacağını göstermiştir. Bu, Putin ve Rus burjuvazisinin “antiemperyalistliği”nden değil, kendisinin de güçlü bir emperyalist olmasından kaynaklanıyor. En önemlisi de, kendisinin etki alanını daraltmaya çalışan emperyalist devletlere karşı çıkarken tarihsel mirası ve sembolleri de kullanmaktan tereddüt etmiyor.
Bütün bu politikadan ötürü, dünya, “Soğuk Savaş” yıllarını aratmayacak şekilde, yeniden bir gerilim sarmalı içerisine girmiştir ve bunun yeniden normalleşmesi şimdilik zor görünüyor. Tersine gerilim ve silahlanma bundan sonra daha hızlı sürecek.
Bu yönüyle Ukrayna’daki gelişmeler, emperyalist devletler arasındaki ilişkiler ve çelişkilerde olduğu gibi, baskı altında tutulan halkların özgürlüğü, ulusların bağımsızlığı sorunlarına da yeniden ayna tutmuştur. Halkların bölgesel ya da daha geniş alanlardaki yeni savaşlarda kırılmasının engellenmesi, ancak gelişmelerin nereye doğru gittiğini görmek ve ona tavır almakla mümkündür. Aksi taktirde emperyalistler arası rekabet ve savaşta her zaman olduğu gibi fatura emekçilere çıkacaktır.

UKRAYNA KRONOLOJİSİ
21 Kasım 2013: Ukrayna Hükümeti, AB ile imzalanması planlanan ortaklık anlaşmasını imzalamamayı kararlaştırdı.
24 Kasım: On binlerce kişi Kiev’de bir araya gelerek kararı protesto etti.
1 Aralık: Muhalefet tarafından düzenlenen AB yanlısı gösteriye iddialara göre yüz birlerce insan katıldı. Çatışmalar çıktı, 300 kişi yaralandı. Devlete ait kurumlar işgal edilmeye başlandı.
8 Aralık: Irkçılar tarafından Kiev’de Lenin heykeli yıkıldı.
11 Aralık: AB Dışişleri sözcüsü Chaterine Ashton ve ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa Bölümü sorumlusu Victoria Nuland, Kiev’de göstericilerle buluştu.
17 Aralık: Rusya Devlet Başkanı Putin, Moskova’da Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç ile görüştü ve 15 milyar dolarlık kredi ve ucuz doğalgaz sözü verdi.
17 Ocak 2014: Ukrayna Parlamentosu, gösteri yasasını kısıtlamayan bir düzenlemeyi onayladı.
19 Ocak: 200 bin kişinin katıldığı hükümet karşıtı bir gösteri yapıldı.
18 Şubat: Kiev’de toplanan binlerce kişi parlamento ve başkanlık sarayına doğru yürüyüşe geçti. Çatışmalar çıktı. Onlarca kişi hayatını kaybetti.
22 Şubat: Devlet Başkanı Yanukoviç, Başkanlık sarayından ayrılarak, Rusya’ya kaçtı. Muhalefet geçici hükümeti kurdu ve 25 Mayıs’ta erken seçimlerin yapılmasını kararlaştırdı.
28 Şubat: Rusya yanlısı bir grup Kırım’ın başkenti Simferopol Havaalanı’nı işgal etti.
1 Mart: Kırım Hükümet Başkanı Sergej Aksyonov, Rusya devlet Başkanı Putin’den yardım talebinde bulundu. Rusya Parlamentosu, Kırıma asker gönderme kararı aldı.
6 Mart: Kırım Parlamentosu, Rusya Federasyonu’na katılma kararı aldı. Bu konudaki referandumu 30 Mart’tan 16 Mart’a çekti.
16 Mart: Yapılan referandumda halkın yüzde 95,5’i Rusya’ya katılmadan yana oy kullandı.
18 Mart: Rusya Devlet Başkanı Putin, Kırım ve Sivastopol’un bağımsız bir devlet olarak Rusya Federasyonu’na katılma kararını kabul ettiğini açıkladı ve katılım için yasal sürecin başlatılmasını istedi.
20 Mart: Ukrayna Donanması Kırım ve Sivastopol’u terk etti.

Sermayenin ‘toplumsal’lığı!

ÇKP’ye bağlı faaliyet yürüten Çin Sosyal Bilimler Akademisi’ne bağlı Marksist Ekonomi Politik Araştırmalar Merkezi yöneticileri olan Yhang Tongyu ve Ding Weimin’in 2008 yılında Renmin Üniversitesi Yayınevi tarafından ‘Evrim ve Bükülme: Kapitalizmin gelişmesinin tarihsel sürecini anlamak’ adıyla bir kitabı yayınlandı. Kitap, 2011’de Berlin ve Londra’da ‘Kapitalizmin yeni aşaması: Kapitalizmin evrimi üzerine Marksist güncelleme’ adıyla , 2012’de de Türkçe olarak Kalkedon yayınları arasında‚ ‘Sermayenin tarihsel diyalektiği ve Marx’ın toplumsal sermaye teorisi’ adıyla yayınlandı. Bu yazıda bazı noktalardan değerlendireceğimiz bu kitap, Marksizmi birçok yönden ve Marx’ın Kapital’i üzerinden çarpıtarak; kapitalizme çok uzun bir ömür biçiyor.
Çinli akademisyenler, emperyalizme ait ve 100 küsur yıldır ortada duran olguları, sermayenin örgütlenme ve birleşme biçimlerini yeni olgularmışcasına yeniden keşfederek; “kapitalist sistemin kendi krizlerini, bu kurumsal, ‘toplumsal sermaye’ örgütlenişiyle aştığını, üretici güçlerin gelişmesine uygun tarzda üretim ilişkilerini sürekli yenileyerek geliştirdiğini ve ömrünü uzattığını; kapitalizmin temel çelişmesinin günümüzde uzlaşmaz olmaktan çıktığını, kapitalist ilişkinin giderek sönümlenerek sosyalizme dönüşeceğini” vaaz ediyorlar. Marksizmi güncelleme ve katkı yapma adına günümüze ulaşmış olan anti-Marksist külliyat; öncelikli olarak, “kapitalist toplumda üretici güçlerin üretim ilişkileriyle olan uzlaşmaz çelişkisi”ni yumuşatıp uzlaştırma üzerinden biriktirildi. Revizyonistlerin, oportunistlerin ve Troçkistlerin avlanmayı en sevdikleri alan, daima burası oldu. Çinli akademisyenler de aynı yoldan yürüyorlar . Yazdıkları, yüksek hacimli bu kitapta, birçok çarpıtma ve ele alınması gereken yön bulunmakla birlikte,‘marksizmi güncelleme’ iddiaları; ağırlıklı olarak ‘toplumsal sermaye’ kavramına yaslanarak yapıldığından, yazımız da şimdilik bu eksendeki tezlerle sınırlı olacaktır.
Çinli Akademisyenlerin, Marksizme yönelik “güncelleme”lerde izledikleri yöntem; daha önce Marksizme katkı adına yapılan saldırıların sentezlenerek tek bir torbaya doldurulmasından ibarettir. Çinli akademisyenlerin Marksizme yaptığı güncellemeler (update=yenileştirme), başlıca şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:
Birinci olarak; Çinli akademisyenler aşağıda aktaracağımız bölümlerde de görüleceği gibi,  ‘toplumsal sermaye’ kavramını, sermayenin özel mülk olmaktan çıkışı, kendini aşarak  ‘toplumsal mülkiyet’e evrilmesi (sosyalist ilişkinin boyvermesi) anlamında kullanmaktadırlar.
“Hisse senetli mülkiyet biçimi, özel sermayenin aksine toplumsal sermayedir. Bu anlamda hisse senetli sermaye biçimi, sermayenin doğasında içkin olan çelişmeli birliğin –özel ve toplumsal niteliğin– deviniminin dışsal görünüm biçimidir. Hisseli sermaye mülkiyet biçimi, kapitalistlerin özel bireysel güçlerini, toplumsal güce; sermayenin özel gücünü toplumsal güce, özel işletmeyi toplumsal işletmeye dönüştürmüştür. Dolayısıyla hisseli sermaye mülkiyet biçimi, sermayenin öz-aşma sürecinde oluşmuş olan sermayenin toplumsal bir biçim edindiği bir mülkiyet biçimidir.(..) Üretici güçlerin giderek toplumsallaşması ve ardından sermayenin mülkiyet biçimindeki toplumsallaşmalar, bugüne kadar dört önemli aşama kaydetmiş, hisse senetli mülkiyet biçimi, özel tekelci mali sermaye, devlet sermayesi, kurumsal hisse senetli sermaye ve ardından uluslararası kurumsal sermaye mülkiyet biçimine yol açmıştır. Kapitalist devlet sermayesi mülkiyet biçiminde sermaye ilişkisinin bu ikili niteliği daha doğrudan bir biçimde görülebilmekte, özellikle sermayenin toplumsal doğası daha görünür olmaktadır.”

SERMAYE, ZATEN TOPLUMSAL DEĞİL MİDİR?
Öncelikle belirtelim ki, Marksist ekonomi politikteki kavram ve soyutlamalar, toplumdaki olguları, toplumsal sınıflar arasındaki ilişki ve çatışmayı yansıtırlar. Meta, para, sermaye, kâr, rant vb. ekonomik olaylar, Marksizm öncesindeki iktisatçılar tarafından, nesneler arasında bir ilişki olarak ele alınıyordu. Marx ise, nesneler arasında görülen ilişkinin yerine, ekonomik olayların temelinde yatanın, insanlar arasındaki üretim ilişkileri olduğunu gösterdi. Bu noktadan hareketle bakıldığında, sermayenin maddi bir nesne olmadığını belirlememiz gerekir. Sermaye, emek araçları, makine vb. değildir. İnsanlık üretim sürecinde bu aletlere her zaman gereksinim duydu, bundan sonra da duyacaktır. Sermaye maddi bir nesne değil, üretim araçlarına sahip olan sınıf ile, bu araçlardan yoksun bırakılmış, sömürüye maruz kalan sınıf arasındaki bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki bağlamındaki ‘sermaye’, ücretli emeği sömürmek suretiyle bir artı-değer veren değer olarak tanımlanır.
Sermaye zaten, değişken sermaye, değişmeyen sermaye, canlı ve birikmiş emek oluşuyla, yeniden genişletilmiş üretimiyle, üretim, dağılım ve bölüşümüyle, ticaret ve banka ilişkileriyle, insan toplumunun en ücra, en gizli yönlerine girmesi ve avucunun içine almasıyla insanlar arasındaki somut bir ilişki olarak, kapitalizmin bir kategorisi olarak, zaten toplumsal değil midir? ‘Toplumsal’ sıfatının, bireysel sermayelerin birleşmesi bağlamında sık sık vurgulanmasıyla yapılmak istenen nedir? Sosyalleşen, ortaklaşan, dayanışmacı bir mülkiyet ilişkisinin ortaya çıkışı mı kastediliyor? Elbette, anlatılmak istenen budur. Çinli akademisyenler, direkt olmasa da dolaylı olarak, ‘olumsuz aşma’ diyerek, kapitalizmin bağrında sosyalizmin ekonomik ilişkisinin kurulacağını söyleyerek, bu ‘toplumsallık’ sıfatını, özel-bireysel mülkiyet ilişkisinin, toplumsal mülkiyet haline dönüşmesi anlamında kullanıyorlar.
Sermaye zaten sosyaldir, aynı anlama gelmek üzere, toplumsaldır. Ancak “toplumsallık” –sermayenin özelden, kişiselden toplumsal hale dönüşmesi anlamında– sermayenin önünde bir sıfat olarak kullanıldığında ise, sermayenin bileşiminde bulunan değişmeyen sermaye ve değişen sermaye, ölü emek ve canlı emek olarak soyutlanmış, burjuvazi-proletarya temel çelişkisi de örtbas edilmiş olmaktadır. Sermaye bu şekilde ‘toplumsal’ hale getirilince, üretici güçlerin üretim ilişkileriyle uyumu da kolayca sağlanmış olmaktadır. Sermayenin böyle bir çarpıtma üzerinden “toplumsal” hale getirilişi, Çinli akademisyenlerin varmak istediği hedefe uygundur. Onlar, Çin’deki yerli ve yabancı mali sermayenin yoğun artı-değer sömürüsünü dengeleyen bir biçim, karma ekonomik yapılarının bir bileşeni olarak, tekelci devlet mülkiyetini yüceltiyor ve bunu sosyalist üretim ilişkisi olarak pazarlıyorlar. Bu nedenle, sermayeyi yeni örgüt biçimleriyle (“kurumsal sermaye” vb.) ‘toplumsallık’la ilişkilendirilerek, özel mülkiyetin geliştirilmesinin, toplumsal sermaye, bunun da toplumsal mülkiyet olarak, kapitalizmin bağrındaki sosyalizmin gelişen nüvesi olduğu imajı yaratıyorlar. Yoksa ‘bireysel sermaye’ ve ‘toplumsal sermaye’ olarak; Marx’ın Kapital’de kullandığı biçimiyle bu kavramlar; sermayenin özünde, onun niteliğinde, sahiplik olarak, yani mülkiyet ilişkilerinde, sınıfsal bir bir dönüşümü ifade etmezler. Bireysel sermaye, nasıl ki, tek işletme bazında sermaye sahipliğini, özel mülkiyeti ifade ediyorken toplumsal sermayenin bir parçasıysa; üretim, dolaşım ve bölüşüm sürecindeki farklı uğraklarında da, bankacı faizi, tüccar kârı, diğer sanayicilerin kârlarını vb. ifade etmek üzere ‘toplumsal sermaye’ adını aldığında da, özel mülkiyeti ifade etmekten uzaklaşmaz, aksine onu daha kapsamlı olarak vurgular. Kapitalist toplumda sermaye kavramı, her yer ve zamanda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ifade eder. Fakat, kesinlikle kapitalizmde üretim araçları üzerindeki ortaklaşa/komünal/toplumsal mülkiyeti ifade etmez. Bu, toplumsal bir devrim olmaksızın olanaksızdır. Üretim araçları mülkiyeti kamulaştırıldığında, ‘toplumsal mülkiyet’ hakim hale geldiğinde, zaten somut olarak sermaye de mezara girecektir, onun soyutlanması olan kavramı da. Açık olan bir şey de şudur: sermaye tüm unsurlarıyla, değişen, değişmeyen bölümüyle; ölü ve canlı emek olarak, tüm üretim araçları ve metalarla birlikte, kapitalizm koşulları altında, toplumsal emek ürünüdür ve bu nedenle toplumsal olarak mülk edinilmesi, gerekir. Ancak sosyalizm, üretim araçlarının üzerindeki mülkiyete son vererek, üretim araçlarını, sermaye niteliğinden arındırır, mülk edinmeyi özel olmaktan çıkarır; toplumsal mülkiyet haline getirir. Kapitalizm özel mülkiyete, sosyalizm ise üretim araçlarının toplumsal, kollektif mülkiyetine dayanır. Sermaye, özel mülkiyet ve artı değer sömürüsüyle var olur, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve emek üzerindeki sömürüye son verildiğinde de (bireysel ya da toplumsal olarak) ortadan kalkar. Marx, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, kâr oranının, bireysel değil (tek bir işletme bazındaki kapitalist tarafından değil), toplumdaki tüm sermayeler tarafından, yani toplumsal sermaye tarafından, ortalama, genel kâr oranına göre belirlendiğini belirtmek üzere, genel olarak tüm sektörlerdeki, ulusal ve uluslarası kapitalist toplumun toplam sermayesini ifade etmek üzere de, bu kavramı kullanır. Toplumsal sermaye, bu anlamda, yukarıda tanımladığımız, üretim ilişkisi olarak, kapitalist özel mülkiyetle var olan bir sermayedir. Durduk yerde, her para ya da üretim aracı ‘kapitalist sermaye’ haline gelmez. Artı-değer sömürüsünün gerçekleşmesinde, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim çevriminin tüm aşamalarına egemen olan sermayenin, dolaştığı ve bulunduğu her uğrakta toplumsal emeği (bireysel değil) içermesi itibariyle de toplumsaldır. Bu toplumsalllık ise, kapitalizm enine boyuna geliştikçe, mülkiyet ilişkisinin özel niteliğine oranla daha da artar. Üretim sonucunda gerçekleşen artı-değere, özel mülkiyet sahibi burjuvanın el koyuşuyla, ‘sermaye’, aldığı ismi gerçekten kazanır, hakeder. Artı-değer sermayeye eklenir (kapitalist kâr olarak); sermaye büyüyerek, yeniden genişletilmiş üretim süreci ilişkisi olarak devinip varolur. Görüldüğü gibi, Marx, ‘toplumsal sermaye’ de, ‘bireysel sermaye’ de dese, bu kavramları kullandığı yerlerde, özel mülk sahibi burjuvaların elinde birikmiş, toplumsal emek tarafından yaratılmış ‘sermaye’yi konu edinmektedir. Özel mülkiyetin karşıt kavramı, toplumsal sermaye değil, kamusal/kollektif mülkiyettir. Çinli akademisyenlerin yaptığı gibi, bu kavramdan, topluma ait olan mülkiyet ya da onun bir ön geçiş biçimi olarak, sosyalizmin nüvesi bir ilişki ya da örgüt biçimi vb. anlamını çıkarmak, zorlama bir çabadır. Bazı toplumbilimciler de, bu türden post-modern kavram bozuşturma operasyonlarına, 90’lı yıllarda; “kariyer, mevki, statü , zeka vb.’nin günümüzde artık sermaye haline geldiğini, bu özellik ve yeteneğe sahip kişilerin de doğal olarak ‘sosyal sermaye’, ‘beşeri sermaye’, ‘toplumsal sermaye’ sahibi olduklarını” söyleyerek, başka bir frekanstan, bu tartışmaları başlatmışlardı.
Hisse senetli şirketler, bireysel sermayelerin birleşmesi, kapitalistlerin üretim sürecini, idare ve denetim işlerini yönetim kurullarına bırakması, sermayenin sahipliği ile kullanımının birbirinden ayrılması, hisse senedi yoluyla sermayeye katılmaların tröst ve kartel biçimlerinin doğması, sermayenin merkezileşmesi, tekelci devlet kapitalizmi; tüm bunlar, “sermayenin kendini öz aşması”, “kapitalizm içindeki kısmi nitel değişimler” olarak nitelendiriliyor ve kapitalist krizlerin de, üretim ilişkilerindeki bu değişmeyle –yeni türden “kurumsal sermaye” örgüt biçimleriyle– aşıldığı, kapitalizmin bu şekilde ömrünün uzadığı ve giderek evrimci bir geçişle yerini sosyalizme bırakacağı söyleniyor.
Peki sermaye birleşmeleri, tekel olgusu, sermayenin sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılması; salt emperyalizmin yakın dönemine (II. Dünya Savaşı sonrasına) ait bir olgu mudur? Marx ve Engels’in yazılarında da tekelleşme eğiliminden, tröst ve kartellerden bahsedilir.  Tekeller, 1860 – 1870 yıllarında ortaya çıksa da, 20.yy başları, tekelci birliklerin, tröst ve kartellerin, mali sermayenin ekonomi üzerinde eğemenliğini kurduğu ve dünyayı ekonomik olarak paylaştığı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına evrildiği kesin bir tarihtir. Bu tür tekelci birleşmeleri, emperyalizmin yakın dönem olguları gibi ele alıp kutsayan, ‘toplumsal sermaye’ ‘kurumsal sermaye’vb. adlarla piyasaya süren ÇKP’li akademisyenler; bu işletmelerde ayrıca sermaye sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılmasını da emperyalizme ve onun son dönemine ait bir özellik olarak yansıtmaktadırlar.Oysa sermayenin sahiplik ve kullanımının ayrılması, genel olarak kapitalizme ait bir özelliktir. Sermayenin kapitalizmdeki toplumsallığı da zaten bu anlama gelir, ama onların anlamadıkları tam da budur.Emperyalizm aşamasında olan şey, bu ayrılığın derinleşmesi, ‘kupon keserek yaşayan rantiyer zümre’nin de doğmasıdır.
“Kapitalizmin özelliği, genel olarak sermaye sahipliğini bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir.” 
İkinci olarak, ÇKP teorisyeni akademisyenler, daha önceki toplumsal kuruluşlarda olduğu gibi, kapitalizmin bağrında da sosyalist üretim ilişkisinin filizleneceği (bir sonraki üretim ilişkisinin, bir önceki toplumun bağrında oluşması kastediliyor) iddiasındadırlar ve Marksistleri de bu noktada şöyle suçlamaktadırlar:
“İkinci hatalı bakış açısı ise, sermaye mülkiyet ilişkilerinde ne tür bir ayarlama ve değişiklik olursa olsun, kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin herhangi bir değişikliğe uğramadığı görüşünü savunmaktadır. Bu yaklaşım, ayrıca, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin toplumsallaşmaya doğru gelişim sürecini kabul eden yaklaşımları da Marksizm karşıtı saymaktadır. Bu yaklaşım savunucuları, aynı zamanda kapitalist özel mülkiyetin ve sosyalist kamu mülkiyetinin temelde birbirine tamamen aykırı, birbirleriyle uzlaşmaz doğalara sahip olmalarından ötürü, yeni bir toplumun tohumlarının kapitalizm içerisinde filizlenemeyeceğini iddia etmektedirler.(..) Günümüz kapitalist üretim biçimini, klasik kapitalist üretim biçimi ile kıyasladığımız zaman ve nesnel bir gözle baktığımızda, bugünkü kapitalizmin bağrında yeni bir toplumun oluşumsal ögelerinin bulunduğu görülebilmektedir ve bu ögeler azalmak yerine, gün geçtikçe artmaktadır. (..) Sovyetler Birliği’nde yapılan ekonomi politik incelemelerinde öne sürülen bir başka bakış açısı da, bugüne dek, oldukça yaygın bir şekilde benimsenmiştir. Bu bakış açısına göre, kapitalist özel mülkiyet biçimi ile, sosyalist kamu mülkiyet biçimi birbirine taban tabana zıt oldukları için, sosyalizmi oluşturacak etmenler, kapitalizm tarafından reddedilmekte ve itilmektedir. Böylece sosyalizmin kapitalizmin rahminde oluşması imkansız hale gelmektedir.”
Çinli ideologlar, bunlara ek olarak, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı yapıtına yazdığı ünlü Önsöz’ü tahrif ederek, “Kapitalizmin halen bağrındaki örtük ilişkileri geliştirebildiği, kendine yeni gelişme alanları açtığı, kendini yenilediği, krizlerini aşabildiği, üretimi sınırsız ve engelsiz geliştirdiği ve bu nedenle yerini sosyalizme bırakma zamanının gelmediğini” iddia ediyorlar.
Tüm bu alıntılardan da görüleceği üzere, Çinli akademisyenler, sosyalist toplumu ve onun ekonomik ilişkilerini, genel olarak özel mülkiyetin ve sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasına dayanan bir toplumsal kuruluş olarak görmüyor, kapitalizmden sosyalizme geçişi daha önceki sömürücü üretim tarzlarındaki geçişlerle aynılaştırıyorlar. Kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin özgünlüğünü –yani kapitalizmin bağrında sosyalist üretim ilişkisinin kurulamayacağı ve gelişemeyeceğini, sosyalizmin inşası ve sınıfsız topluma varmak için, burjuva iktidarın devrimle yıkılması ve üretim araçlarının kamulaştırılması ve akabinde de, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş dönemi yaşanmasının zorunluluğunu– kabul etmiyorlar.
Kapitalizm, ekonomik ilişki biçimi olarak, feodalizmin bağrında filizlenip ortaya çıktı, ama sosyalist ilişkiler bu tarzda ortaya çıkamaz. Sosyalizm, ancak kurucu bir eylemle gerçekleşir; yukarıdan aşqağıya kurulabilir. İşçi sınıfı ve halk kitlelerinin bilinçli eylemi sonucu, burjuva iktidarın yıkılmasını, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesini ve kamulaştırılmasını gerektirir. Üretim araçları işçi sınıfının eline geçmeden, toplumsal mülk haline gelmeden, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması ve gelişmesi olanaksızdır. Daha önceki devrimlerde, bir sömürü biçimi ile bir başkası ile yer değiştirmiş, insanın köleliği ve özel mülkiyetin varlığı sürmüştü. Sosyalist devrimlerde ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürüsüne son verilir; toplumsal üretim insan ihtiyaçları merkezinde bir planlamayla yürütülür, üretimdeki anarşi ve üretici güçlerin tahribatı son bulur, üretici güçlerin özgür ve sınırsız gelişmesinin yolu ancak bu şekilde açılır.
Üçüncü olarak, Çinli ideologlar, emperyalizm aşamasına ait sermayenin tekelci birleşme biçimlerini, sanki Lenin yaşamamış ve ‘Emperyalizm’ adlı ölümsüz eserini yazmamışcasına, yeni bir olgu olarak ele almakta ve tekelci devlet kapitalizmini, sosyalizme geçiş biçimi ve sosyalist üretim ilişkisi olarak olumlamaktadır.Oysa tekelci devlet kapitalizmi, basbayağı bir kapitalizmdir. Lenin, Emperyalizm adlı yapıtında, kapitalist toplumdaki devlet tekelini, “şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç” olarak nitelendirir.  Ayrıca Lenin, Devlet ve İhtilal adlı ölümsüz yapıtında da, tekelci devlet kapitalizmini; yakınlaşarak benzeştiği sosyalizme bir toplumsal alt-üst oluş olmadan götürecek/götürmekte olan ve evrimci yolla sosyalist ilişkilerin kurulmasının bir gösterge ve kanıtı olarak değil, aksine proleter devrimlerini zorunlu kılıp yakınlaştıran bir olgu ve bunun kanıtı olarak görmektedir: “29 Haziran 1891’de Engels tarafından Kautsky’e gönderilen ve Neu Zeit’te, ancak on yıl sonra yayımlanmış bulunan Erfurt Program tasarısı eleştirisi’nde; ‘Eğer hisse senetli şirketlerden, koca sanayi kollarını egemenliği altına alan ve tekelleştiren tröstlere geçersek, bunun yalnızca özel üretimin değil‚ plan yokluğunun da sonu olduğunu görüyoruz.’ Burada, modern kapitalizmin, yani emperyalizmin teorik değerlendirilmesinde varolan en önemli şeyi, yani kapitalizmin tekelci kapitalizm durumuna dönüştüğü gözlemini buluyoruz. Bunun altını çizmek gerekir; çünkü tekelci kapitalizmin ya da tekelci devlet kapitalizminin, artık kapitalizm olmadığını, bundan böyle ‚ ‘devlet sosyalizmi’ olarak nitelendirilebileceğini vb. ileri süren burjuva reformist önermesi, en yaygın yanlış düşünce durumundadır. Elbette ki tröstler, ne şimdiye dek tam bir planlama yapmışlardır, ne de yapabilirler. Bununla birlikte, belirli bir planlamayı da uygularlar; sermaye babaları, üretim hacmini ulusal hatta uluslararası ölçekte önceden hesaplar ve bu üretimi bir plana göre düzenlerler, ama genede kapitalist rejim içinde kalırız; gerçi onun yeni bir evresinde, ama yadsınamaz bir biçimde kapitalist rejim içinde. Bu kapitalizmin sosyalizme ‚’yakın’ olduğu gerçeği, proletaryanın gerçek temsilcileri için, sosyalist devrimin yakınlığı, kolaylığı, olanak ve ivediliği yararına bir kanıt oluşturmalıdır; yoksa, bütün reformistlerin yaptığı gibi, hiçbir zaman bu devrimin yadsınmasına ve kapitalizmin allanıp pullanması girişimlerine göz yummak için kullanılan bir kanıt değil.”
Çinli akademisyenler, ‘Kurumsal sermaye’  dedikleri günümüzdeki uluslararası dev işletmelerin dikkat çekici nitelikleri olarak şunları sıralamaktadır:
1) Emek süreci, kapsamlı işbölümüne, bilimsel yönetim teknolojilerine doğa bilimlerin en gelişkin düzeyine dayanır. 2) Bu işletmeler devasa dünya talebini karşılayacak ölçüde üretim yapmaktadır. Kendi içinde kaynak tahsisi yapmakta, dünya çapındaki üretim etkenlerini ve koşullarını kullanabilmekte, yüksek bir üretkenlik düzeyine ulaşmaktadır.
3) Bu işletmelerin çoğu kendilerine ait bilimsel araştırma merkezlerine sahiptir. Bu şekilde bilimsel teknolojilerin geliştirilmesi ile üretim sürecini entegre olarak yürütebilmektedirler. Bilimsel buluş ve teknolojilerin üretici güçlere dönüştürülmesi süresi kısalmaktadır. Sermaye oldukça gelişkin bir toplumsal işbölümü yarattığı gibi, aynı zamanda toplumsal düzenlemelerle uyum sağlayabilecek bir örgütlenme yaratmıştır.
Bunlar tamam da, tekelci firmaların gösterdiği bu özelliklerinin neresi yenidir? Bunlar emperyalist dönemin bütününde, mali sermayenin gelişiminde bulunan özellik ve nitelikler değil midir?
Özel mülk sahibinin yanı sıra, sermayeyi yöneten profesyonel yönetici kesim (şirket yönetim kurulunun) de, karar verici veya yürütücü konuma gelebilse bile, sonuçta herkes şirketteki sermayesi (hissesi) oranında artı-değeri mülk edindiğine göre, kapitalist ilişki ve çelişki niçin değişsin, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel uzlaşmazlık niye uzlaşır hale gelsin? Bir sürü laf kalabalığı arasında bu soruların yanıtını kitapta net olarak görmek olanaksız. Söylenen, kapitalizmin “bu tür toplumsal düzenlemelerle uyumunu sağladığı”dır.  Her adımda açık ya da örtük olarak yinelenen; “kapitalizmin, gelişmesinin belli aşamasında da, bütün şimdiye kadarki aşamalarında da üretim ilişkilerini, üretici güçlerin toplumsallaşmasına ve gelişmesine uygun olarak, reform ve düzenlemelerle uyumlu hale getirdiği ve devrimci dönüşüme gerek kalmadığı” revizyonist görüşüdür.
Çinli ideologların yeni bir olgu olarak ileri sürdükleri üretici güçlere uygunluk sağlamak için kapitalistlerin üretim ilişkilerinde yaptıkları reform ve iyileştirmeler, uyguladıkları yeni yönetim biçimleri; tröst, kartel, “kurumsal sermaye” vb. denilen örgütlenmeler, onun nihai akibetini ve yerine sosyalizmin kurulmasını önleyemez. Sömürü sistemi, bir dizi ekonomik ve siyasi reform ve tedbirlerle krizlerini aşıp gecici olarak ömrünü uzatsa da, bunu, sistemin iç çelişkilerini, üretici güçlerin üretim ilişkisiyle olan uzlaşmaz çelişkisini, mevcut uyumsuzluğu ve tahribatı daha da geliştirme ve derinleştirme pahasına yapar. Lenin, bunalımların “yoğunlaşma ve tekele eğilimi artırdığını”, ayrıca kartel vb. türden örgütlenmelerin bunalımları ortadan kaldırmak bir yana, “belirli sanayi kollarındaki tekelin, kapitalist üretimin bütününde varolan karışıklığı daha da çoğaltıp ağırlaştırdığını” belirtir.
Emperyalist döneminde, hisse senetli şirketler, holdingler vb. şeklinde örgütlenen kapitalist sermaye sahipleri, finans kapital; çok küçük sermaye miktarlarıyla çok büyük sermayelere hükmedebilmekte, onları denetleyebilmekte  ve elinin altındaki bu sermayeleri çekip çevirerek, azami kârlarına kâr katabilmektedir. “Üretim toplumsal hale geliyor, ama mülk edinme özel kalmakta devam ediyor. Toplumsal üretim araçları, küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor.
Kısacası, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ortaya çıkan tekelci örgüt biçimleri ve sermayenin yeni yönetim stratejisi ve yöntemleri; özel mülkiyet sahiplerinin, sermayeyi daha etkin kullanarak, artı- değer sömürüsünü, azami kârı artırmalarına; özel mülkiyet ve sermaye birikiminin; özel ellerde daha fazla miktarda yoğunlaştırılmasına yöneliktir.  Bu durumda, üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki, kapitalizmin bu uzlaşmaz temel çelişkisi, yumuşamak bir yana, her geçen gün daha keskinleşir, devrimin ve sosyalizmin maddi önkoşullarını daha da olgunlaştırır.
Emperyalist dönemin proleter devrimlerin arifesi ve çağımızın da proleter devrimler çağı olmasının anlamı, kapitalist üretici güçler ve üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist üretim ilişkisi (mülk edinmenin özel ellerde bulunuşu) arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatmaktadır. Kapitalizm, gelişmesinin belirli bir aşamasında (19. yy’ın ilk çeyreğinden sonra yaşanan devrevi krizlerin başlamasıyla), üretici güçleri serbetçe geliştiremez oldu –ki üretici güçleri ve kapitalizmin gelişmesini sağlayan yegane güç, her zaman proleterlerin sömürülmesidir–, üretici güçleri tahrip etmeye başladı. Marx ve Engels’in ‘Komunist Manifesto’; ‘Kapital’  gibi ölümsüz yapıtları, bu ‘engellenmiş’ koşulların ve uzlaşmaz sınıf mücadelelerinin ürünleri olarak doğdu. Kapitalizmin giderek üretici güçleri engellemesi ve gelişmeyi frenlenmesi eğilimi; tekelin doğuşuyla, mali sermaye ve emperyalizm çağıyla birlikte hızlanmış, artık daha sık aralarla gündeme gelen devrevi krizler; ‘cerahat’ın dışarıya aktığı kanallar olmuştur. Kapitalizmin yol arkadaşı olan krizler ve paylaşım savaşları; üretici güçlerde, cansız emek olan makine vb. üzerinde yarattığı tahribatın yanı sıra; en temel üretici güç olan canlı emeği (işçi sınıfını) de; insafsız sömürü, işişizlik, açlık, hastalık vb. yıkımlar sarmalında, sınırsız, dizginsiz, özgür ve mutlu bir gelişme yolundan alıkoymuş; ücretli köleler olarak, kendi ürettiği ürünlere yabancılaştırmıştır. Gelinen aşama da; kapitalizmin, devrimle karşılaşmadığı koşullarda; krizlerini, bir sonraki krizine kadar erteleyip görünüşte aşarak yaralarını sarma becerisi gösterse ve ömrünü gecici olarak uzatsa da; bu, onun her geçen gün kendi “mezar kazıcılarını” yarattığı ve yıkılışının nesnel koşullarını hazırladığı anlamına gelir.

SONUÇ OLARAK
ÇKP desteğindeki, CASS’a bağlı faaliyet yürüten Marksizm Araştırmaları Akademisi’ne bağlı seksiyonların akademisyenleri; ele aldığımız yazılarında da görüldüğü gibi, Çin’in kapitalist- emperyalist güzergahtaki hızlı gidişini, süper güçlerle rekabetini, başa güreşme pozisyonunu meşrulaştırmaya, dünyada ve ülkede Marksizmden, sosyalizmden etkilenmiş kesimleri, düzenledikleri paneller ve mali olanakları eşliğinde gerici emellerine yedeklemeye çalışıyorlar. Çin’de yaklaşık 800 milyon emekçinin sürüklenip mahkum edildiği yoksulluğu, artı-değer sömürüsüyle palazlanmış milyar dolarlık servetlere sahip ÇKP üyesi ve yöneticisi burjuvaları gizlemeye, bu aldatıcı makyaj ve çarpıtmalar kesinlikle yetmez. Çin’de üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle üretim ilişkilerinin kapitalist niteliği arasındaki uzlaşmaz çelişki; son dünya krizinin artçı sarsıntılarının da yansımasıyla giderek derinleşmekte ve adeta toplumsal bir devrime davetiye çıkarmaktadır.

Spotlar:

Çinli akademisyenler, emperyalizme ait ve 100 küsur yıldır ortada duran olguları, sermayenin örgütlenme ve birleşme biçimlerini yeni olgularmışcasına yeniden keşfederek; “kapitalist sistemin kendi krizlerini, bu kurumsal, ‘toplumsal sermaye’ örgütlenişiyle aştığını, üretici güçlerin gelişmesine uygun tarzda üretim ilişkilerini sürekli yenileyerek geliştirdiğini ve ömrünü uzattığını; kapitalizmin temel çelişmesinin günümüzde uzlaşmaz olmaktan çıktığını, kapitalist ilişkinin giderek sönümlenerek sosyalizme dönüşeceğini” vaaz ediyorlar.

Sermaye, emek araçları, makine vb. değildir. İnsanlık üretim sürecinde bu aletlere her zaman gereksinim duydu, bundan sonra da duyacaktır. Sermaye maddi bir nesne değil, üretim araçlarına sahip olan sınıf ile, bu araçlardan yoksun bırakılmış, sömürüye maruz kalan sınıf arasındaki bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki bağlamındaki ‘sermaye’, ücretli emeği sömürmek suretiyle bir artı-değer veren değer olarak tanımlanır.

Bireysel sermaye, nasıl ki, tek işletme bazında sermaye sahipliğini, özel mülkiyeti ifade ediyorken toplumsal sermayenin bir parçasıysa; üretim, dolaşım ve bölüşüm sürecindeki farklı uğraklarında da, bankacı faizi, tüccar kârı, diğer sanayicilerin kârlarını vb. ifade etmek üzere ‘toplumsal sermaye’ adını aldığında da, özel mülkiyeti ifade etmekten uzaklaşmaz, aksine onu daha kapsamlı olarak vurgular.

Tekelci birleşmeleri, emperyalizmin yakın dönem olguları gibi ele alıp kutsayan, ‘toplumsal sermaye’ ‘kurumsal sermaye’vb. adlarla piyasaya süren ÇKP’li akademisyenler; bu işletmelerde ayrıca sermaye sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılmasını da emperyalizme ve onun son dönemine ait bir özellik olarak yansıtmaktadırlar.Oysa sermayenin sahiplik ve kullanımının ayrılması, genel olarak kapitalizme ait bir özelliktir. Sermayenin kapitalizmdeki toplumsallığı da zaten bu anlama gelir, ama onların anlamadıkları tam da budur.Emperyalizm aşamasında olan şey, bu ayrılığın derinleşmesi, ‘kupon keserek yaşayan rantiyer zümre’nin de doğmasıdır.

Çinli akademisyenler, sosyalist toplumu ve onun ekonomik ilişkilerini, genel olarak özel mülkiyetin ve sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasına dayanan bir toplumsal kuruluş olarak görmüyor, kapitalizmden sosyalizme geçişi daha önceki sömürücü üretim tarzlarındaki geçişlerle aynılaştırıyorlar. Kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin özgünlüğünü –yani kapitalizmin bağrında sosyalist üretim ilişkisinin kurulamayacağı ve gelişemeyeceğini, sosyalizmin inşası ve sınıfsız topluma varmak için, burjuva iktidarın devrimle yıkılması ve üretim araçlarının kamulaştırılması ve akabinde de, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş dönemi yaşanmasının zorunluluğunu– kabul etmiyorlar.

Çinli ideologlar, emperyalizm aşamasına ait sermayenin tekelci birleşme biçimlerini, sanki Lenin yaşamamış ve ‘Emperyalizm’ adlı ölümsüz eserini yazmamışcasına, yeni bir olgu olarak ele almakta ve tekelci devlet kapitalizmini, sosyalizme geçiş biçimi ve sosyalist üretim ilişkisi olarak olumlamaktadır.Oysa tekelci devlet kapitalizmi, basbayağı bir kapitalizmdir. Lenin, Emperyalizm adlı yapıtında, kapitalist toplumdaki devlet tekelini, “şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç” olarak nitelendirir.

Emperyalist dönemin proleter devrimlerin arifesi ve çağımızın da proleter devrimler çağı olmasının anlamı, kapitalist üretici güçler ve üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist üretim ilişkisi (mülk edinmenin özel ellerde bulunuşu) arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatmaktadır. Kapitalizm, gelişmesinin belirli bir aşamasında (19. yy’ın ilk çeyreğinden sonra yaşanan devrevi krizlerin başlamasıyla), üretici güçleri serbetçe geliştiremez oldu –ki üretici güçleri ve kapitalizmin gelişmesini sağlayan yegane güç, her zaman proleterlerin sömürülmesidir–, üretici güçleri tahrip etmeye başladı. Marx ve Engels’in ‘Komunist Manifesto’; ‘Kapital’  gibi ölümsüz yapıtları, bu ‘engellenmiş’ koşulların ve uzlaşmaz sınıf mücadelelerinin ürünleri olarak doğdu.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑